بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Yedinci Tabaka

 

Bu tabakayı oluşturanlar, mallarıyla insanlara iyilikte bulunanlar, muhtaç olmalarına rağmen başkalarını kendi nefislerine tercih edenler ve sadaka verenlerdir.

 

Bunlar insanların farklı farklı olan ihtiyaç ve maslahatlarını gözetir, onların sıkıntılarını giderir, zaruretlerini defeder ve onların önemli işlerini görürler. Muhakkak ki bunlar, Rasûlüllah'ın haklarında şöyle buyurduğu iki sınıftan biridir. O (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

"Ancak iki hususta gıpta yapılabilir (sadece bu ikisi gıpta edilmeye değer): Allah'ın kendilerine hikmeti / ilmi bahşettiği, o ilimle hüküm veren ve onu insanlara öğreten bir adama...

Allah'ın kendisine mal verdiği ve kendisini, o malı hakk uğrunda harcamaya musallat ettiği bir adama..." (Buharî: Fethü'l-Bâri, 1/165; Müslim, 816.)

Yâni; hiçbir kulun başka bir kula herhangi bir nimetten dolayı gıpta etmesi ve o nimetin aynısını istemesi yaraşmaz; meğer gıpta deline bu ikisinden biri olsun...

Zira bu ikisinde genel bir fayda ve değer insanlara geçecek olan bir ihsan / iyilik mevcuttur. Çünkü bunlardan biri ilmiyle, diğeri de malıyla insanlara faydalı olmaktadır. Şüphesiz ki bütün insanlar Allah'ın baktığı kullara en çok faydalı olandır. İnsanların işleri, ancak bu iki şeyle düzgün bir şekilde yürür ve dünyanın imârı da sadece bu ikisiyle gerçekleşir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Mallarını Allah yolunda sarfedenler, sonra ne başa kakmak ne de gönül kırmakla o harcadıkları şeyin ardına düşmeyenler (yani verdiklerini hiç hissettirmeyenler var ya, işte) onların, Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara, 262)

"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıktan (Allah yolunda hayra, hayır yerlerine) verenler varya, işte onların Rabb'leri katında mükâfatlan vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara, 274)

"Doğrusu sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar ve Allah'a karz-ı hasende bulunanlar (gönül hoşluğuyla güzel ödünç verenler) var ya (onların karşılıkları) kendilerine kat kat verilecektir. Onlar için (ayrıca) değerli bir mükâfat vardır." (Hadid, 18)

"(Haydi) kim var! Allah'a (Allah adına) güzel bir borç versin de, Allah'da ona kat kat fazlasıyla (verdiğini) artırsın. Allah (imtihan için rızkı) hem daraltır, hem genişletir. (Hesap vermek için) ancak O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 245)

Allah sübhanehû ve Teâlâ bu son âyeti kerimeye, hitap çeşitlerinin en güzeliyle başlamıştır ki, o da talep mânâsını içeren istifhamdır. Şüphesiz ki bir şeyi istemek için bu kalıbı kullanmak, direk emir kalıbını kullanmaktan daha beliğdir. Buna göre bu âyetin mânâsı şöyledir:

Bu şekilde güzel bir borç verecek kimse var mıdır ki, Allah tarafından kat kat fazlasıyla mükâfatlandırılsın?

Bunu yerine getirmeye nefisleri teşvik etmek için bu infak, karz-ı hasen / güzel borç diye isimlendirildi. Çünkü malını Allah yolunda harcayan kimse, bu malın aynısının kesin bir şekilde kendisine geri verileceğini bilirse; bu malı harcamak hususunda nefsi kendisine itaat eder ve bu malı çıkartması kolaylaşır.

Eğer bu borcu alanın, zengin, vefakâr ve ihsan sahibi biri olduğunu bilirse: daha bir gönül hoşluğu, kalp rahatlığı ve cömertlikle malını O'nun için harcar.

Eğer borç alanın, aldığı bu malla onun için ticâret yapacağını ve onu, verilenden kat kat fazla yapana kadar çoğaltıp geliştireceğini bilirse; hiç şüphe yok ki bu durumda daha cömertçe verir.

Eğer bütün bunlarla beraber borç alanın kendisine, sadece fazlı keremi olarak aldığı borcun cinsinden olmayan başka bir mükâfat da vereceğini ve bu mükâfatın çok yüce bir bağış ve büyük bir pay olduğunu bilirse; hiçbir şekilde O'na borç vermekten geri kalmaz. Meğer onun nefsinde cimrilik, bahillik veya borcun geri verilmesi hususunda güvensizlik gibi bir âfet bulunsun. Ki bu gibi şeyler de onun imânının zayıf olmasından kaynaklanır. İşte bundan dolayıdır ki sadaka, sahibinin imânına delil kabul edilmiştir.

İşte bütün bu hususlar, bu âyeti kerîmede bulunan bu lâfızlardan çıkmaktadır. Çünkü bu âyeti kerîmede Allah Teâlâ sadakayı borç diye isimlendirmiş, borç alanın da kendisi olduğunu ve ihtiyacından dolayı borç almadığını, fakat borç verene ihsanda bulunmak ve onunla muamele etmek istediği için bu borcu aldığını haber vermiştir. Böylece bu borç verme işinin ne kadar kârlı bir şey olduğunu bilinmelidir. Zira o malı tâ baştan kula veren ve o mal vesilesiyle kulu ile alışveriş etmek isteyen Allah Teâlâ'dır. Daha sonra Allah Teâlâ, alışveriş ve borç verme neticesinde kula dönecek olan şeyi haber vermektedir ki; o da kat kat fazlasıdır. Daha sonra ise, bunun ötesinde kendisine vereceği fazladan şeyleri haber vermektedir ki: o da güzel ve yüce bir mükâfattır.

Bütün bir Kur'ân'ı Kerim'de bu "karz", hasen / güzel almakla takyid, edilmiştir ki, bu takyid, şu üç şeyi ihtiva eder:

1. Bu sadaka, kişinin malının en güzelinden çıkarılmalıdır; çirkin ve körü olanından değil.

2. Kişi, Allah'ın rızasını dileyerek gönül hoşluğuyla sadaka vermelidir.

3. Bu sadakayla, sadaka verdiği kimseye eziyet ve minnet etmemelidir.

- Bu üç husustan birincisi mal ile alakalı,

- İkincisi infâk edenle Allah arasında olan bir şey ve

- Üçüncüsü de infâk edenle, infâk ettiği kimse arasında olan bir şeydir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, her başağında yüz dane olmak üzere, yedi başak bitiren bir tek (tohum) dane (si) nin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah (in lûtfu) geniştir. (O her şeyi) bilendir." (Bakara, 261)

Sanki bu âyeti kerime, Allah Teâlâ'nın karz-ı hasen verene bahşedeceği "kat kat" miktarın ne olduğunu açıklamaktadır. Allah Sübhanehû' nun bu örneği vermesi, katlaştırma şeklinin zihinlerde tasvirini sağlamak içindir. Böylece zihinler bunu, ekilip toprağın altında kaybolan ve her başağında yüz dane bulunmak üzere yedi başak bitiren bir dane ile canlandırırlar. Hatta öyle ki, gözler bu tek daneden biten başaklara baktığı gibi; sanki kalplerde basiretleriyle bu katlaştırmaya bakmaktadırlar. Böylece gözlerin müşahedesi ile, Kur'âni ve imâni müşahede birbirine eklenerek infâk edenin imânını artırmaktadır. Bunun neticesinde onun nefsi, rahatlıkla ve cömertçe infâk edebilmektedir.

Bu âyeti kerîmede bulunan "Allah dilediğine kat kat verir" cümlesinin mânâsı şöyledir:

Şüphesiz ki Allah, her infâk edene değil, dilediğine kat kat verir ve rahmetini, infâk edenlerden dilediği kimselere bahşeder. Bu, infâk şekillerinin farklı farklı olması ve infâk edenin de, infâk ettiği şeye şiddetle ihtiyaç duyması, yaptığı infâkla büyük ölçüde faydalı olması ve lâyık olan yerlere en güzel şekilde infâk etmesi gibi durumlarından dolayıdır.

Ayetin bu bölümünün mânâsı hakkında şöyle de denmiştir:

Muhakkak ki Allah, dilediği kimselere bundan da daha fazlasını verir, sadece yedi yüz kat değil, bu miktardan da kat kat fazla artırır.

Bu âyeti kerimenin tefsiri hakkında ihtilâf edilmiştir. Şöyle ki:

Kimileri: Allah yolunda infâk edenlerin infâk ettikleri şeyi "bir dane gibidir" derken;

Kimileri de: Allah yolunda infâk edenlerin infâk edenlerin örneği, "bir daneyi eken çiftçinin örneği gibidir" demektedirler.

Böylece benzetilenlerle, kendilerine benzetilenler uyumlu ve birbirine uygun şeyler olur. Bu benzetmede dört şey söz konusudur:

- İnfâk eden,

- İnfâk edilen şey,

- Çiftçi ve

- Dane / tohum.

Allah Teâlâ bu iki şıktan her birinin en çok ehemmiyeti haiz olan tarafın zikretmektedir.

Benzetilen şıkkından infâk edeni zikretmekte, zira bu örneği vermekten maksat onun durumunu açıklığa kavuşturmaktır. İnfâk edilen şeyi ise zikretmiyor, çünkü zâten lafız ona delâlet etmektedir.

Kendisine benzetilen şıktan ise, sadece tohumu / daneyi zikretmekte; çünkü kat kat artmanın gerçekleştiği yer tohumdur. Bu şıkta olan çiftçiyi ise zikretmiyor, çünkü karz-ı hasenin durumunu anlatmak için onu belirtmeye gerek yoktur.

Şimdi sen, bu belagatı, fesahati ve en üst derecede açıklamayı içeren îcâzı (az lafızlarla çok mânâları ifade etmeyi) düşün! Şüphesiz ki bu husus, Kur'ân'ın örneklerinin çoğunda hatta hepsinde bulunmaktadır.

Son olarak âyetî kerime, âyetin içeriğine uygun olan Allah Teâlâ'nın iki güzel ismiyle bitmektedir. "el-Vâsî" ve "el-Alîm" isimleriyle...

Bunları gören kul, infâkının bu şekilde kat kat artmasını garipsemez ve Allah'ın lûtfuna bunu zor görmez. Zira bu şekilde kat kat artıran zâtın lûtfunun çok geniş olduğunu, O'nun çok zengin ve fazlı kerem sahibi olduğunu bilmektedir. Bununla beraber O'nun lûtfunun geniş olmasının, her infâk edene lûtfundan vermesini gerektirdiğini de düşünmez. Çünkü bilir ki Allah Teâlâ, kimin bu kat kat artırmaya elverişli ve ehil olduğunu; kimin de buna elverişli ve ehil olmadığını çok iyi bilmektedir.

Muhakkak ki Allah Teâlâ'nın fazlı keremi, O'nun hikmetiyle çelişmez. Bilakis o, lûtfunun genişliğinden ve rahmetinin bolluğundan dolayı fazlı keremini, ona lâyık olan yerlere / kimselere verir; hikmeti ve ilminden dolayı da ona ehil olmayan kimselere, ondan ihsan etmez.

Bir sonraki âyeti kerimede Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Mallarını Allah yolunda sarfedenler, sonra ne başa kalmak ne de gönül kırmakla o harcadıkları şeyin ardına düşmeyenler (yani verdiklerini hiç hissettirmeyenler var ya, işte) onların, Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara, 262)

İşte bu âyeti kerime, "karz-ı hesen" in olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.

"Karz-ı hasen"; Allah yolunda, O'nun rızası gözetilerek O'na ulaştıran yolda harcanan şeylerdir. Bunların en faydalı olanı da cihad yoluna sarfedilen şeylerdir. Harcanan bir şeyin "karz-ı hasen" olmasının diğer bir şartı da, infâk eden kimsenin, başa kakmak ve eziyet etmekle yaptığı infâkın ardına düşmemesidir.

Başa kakmak iki şekilde olur:

1. Başa kaktığını diliyle açıkça ifade etmeden, sadece kalbiyle minnet etmesidir. Her ne kadar bu minnet sadakayı kökünden iptal etmiyor ise de, ancak bu, Allah'ın kendisine mal verip başkalarını mahrum bırakmasında ve bu malı O'nun yolunda harcamaya kendisini muvaffak ederek başkalarını buna muvaffak etmemesindeki kendisine olan minnetini tam müşahede etmemekten kaynaklanmaktadır. Allah'ın onun üzerinde her açıdan minneti, fazlı keremi bulunmakta iken; nasıl olur da onun kalbi başkasına minnet etmeyi müşahede edebilir?!

2. İnfâk edenin, infâk ettiği kimseye dili ile minnet etmesidir. İhsan ettiği kimseye iyiliğini başa kakmakta ve ona iyilik ettiğini, onun üzerinde hakkı bulunduğunu ve onun kendisine minnettar olduğunu ifade etmek için ona şöyle der:

"Ben sana şunları şunları vermedim mi?"

Böylece ona yaptığı iyiliklerini sıralayıp durur.

Süfyan der ki:

"(Başa kakmak, iyilik edenin şöyle) demesidir:

"Ben sana (bir çok) şey verdim, fakat sen teşekkür bile etmedin."

Abdurrâhman b. Ziyâd, babasının şöyle dediğini nakleder:

"Eğer bir şeyler tasadduk ettiğin kimseye selâm vermek, ona ağır geliyorsa, sakın ona selâm vermeyesin."

Eski âlimler şöyle derlerdi:

"Yaptığınız iyiliği unutunuz, fakat size yapılan iyiliği asla unutmayınız."

Bu hususta şöyle denmiştir:

Hiç şüphe yok ki bana bir iyilik eden,

Sonra bir defa da olsa onu bana hatırlatan kimse cimridir.

Şöyle denmiştir:

"Kendisinden bir şeyler isteyene tasadduk edip de minnet eden kimsenin, tasadduk etmeyip cimrilik eden kimseden pek farkı yoktur."

Allah Teâlâ kullarına, yaptıkları iyilikleri başa kakmalarını yasaklamış ve bunun sadece kendi sıfatı olduğunu açıklamıştır. Zira kulların başa kakması, yaptıkları iyilikleri dile getirip bulandırmaktır. Allah sübhanehû ve Teâlâ'nın minnet etmesi ise, verdiği nimetleri hatırlatıp fazlı keremini ve lûtfunu göstermesidir. Hem hakikatte nimeti veren Allah Teâlâ olup, kullar sadece vasıtadır, kuluna nimet veren hakikatte sadece O'dur.

Hem minnet etmek, minnet edilen kimseyi zelil hâle sokmak, onun gönlünü kırmak ve onun kendisine kulluk etmesini sağlamaya çalışmaktır. Halbuki zelîlâne bir şekilde boyun eğmek ve kulluk yapmak sadece Allah'a yapılır.

Hem minnet etmek, tasadduk edenin, kendisini fazlı kerem sahibi ve lûtufta bulunan kimse olarak görmesi ve velinimetin hakikatte de kendisi olduğunu müşahede etmesidir. Halbuki bütün bunlar, hakikatte sadece Allah'a aittir.

Hem minnet eden kimse, infâk ettiği kimseden kendini daha yüksekte, daha yüce görmekte; ona hiçbir şekilde muhtaç olmadığını ve ondan daha izzetli olduğunu hissetmekte olup; onun ise kendisine muhtaç olduğunu ve kendisine nispeten daha zelil olduğunu müşahede etmektedir. Halbuki bir kulun böyle bir düşünceye kapılması doğru değildir.

Hem infâk edenin mükâfatını Allah Teâlâ üstlenmiş ve kendisine verdiğinin kat kat fazlasını vereceğini va'detmiştir. Onun verdiklerinin karşılığı Allah katında olunca, infâk ettiği kimse üzerinde hiçbir hakkı kalmamış olur. Hâl böyle iken ona minnet ederse, hiç şüphesiz ki ona apaçık bir şekilde zulmetmiş olur ve onun kalbinde hakkı bulunduğunu iddia etmiş olur.

İşte bundan dolayı O, - en iyisini Allah bilir - minnet etmekle verdiği sadakayı iptal etmiş olur. Çünkü onun alışverişi Allah ile olup, verdiği sadakanın karşılığı da O'nun katında iken; o buna razı olmamış ve infâk ettiği kimseyle alışveriş edip, karşılığını ondan almak istemiş, bunun neticesinde de verdiğini onun başına kakmış/ona minnet etmiştir. Böylece Allah ile olan alışveriş ve muamelesini iptal edip bozmuştur.

İşte Allah Teâlâ'nın bu âyeti kerimeyle kullarına yaptığı nasihatleri iyice düşün!

Şüphesiz ki bu âyeti kerimeyle Allah Teâlâ, tek başına kendisinin Rabb ve ilâh olduğuna dikkatleri çekmiş ve bu hususta kendisiyle çekişenlerin bütün amellerini iptal edip boşa çıkaracağını haber vermiştir. Muhakkak ki O'ndan başka ibadete layık ilâh ve Rabb yoktur.

Allahu Teâlâ:

"Sonra ne başa kakmak, ne de gönül kırmakla o harcadıkları şeyin ardına düşmezler" sözüyle, tasadduk ve infâk ettikten çok sonra da gerçekleşen minnet / başa kakmak ve eziyetin / gönül kırmanın, sahibine zarar verdiğine ve sadaka verip infâk etmekten hedeflenen neticeyi ortadan kaldırdığına dikkatleri çekmektedir. Eğer sadaka verip infâk etmekten çok sonra gerçekleşecek olan minnet ve eziyet, sadaka ve infâkın neticesini iptal ediyor ve bunlardan dolayı kulun mükâfatlandırılmasına manî oluyorsa, hiç şüphe yok ki, sadaka verip infâk etmekle beraber gerçekleşen minnet ve eziyet, bu işlevi yapmaya daha evlâ ve daha lâyıktır.

Başka bir âyeti kerimede Allah Teâlâ, gece ve gündüz, gizli ve açık yapılan infâk çeşitlerini zikretmiş; böylece infâk hususundaki bütün vakitleri ve tüm hâlleri belirtmiştir. Bu da göstermektedir ki infâk, gece ve gündüz vakitlerinin hangisinde, gizli ve açık hâllerin hangisinde gerçekleşirse gerçekleşsin; mutlaka ecir ve mükâfat almaya sebep olanlar.

Öyleyse kul hemen infâk etmeye yönelmeli ve içinde bulunduğu vakit ile hâlden başkasını beklememelidir. Gece yapacağı infâkı gündüze, gündüz yapacağı infâkı da geceye bırakmamalıdır.

Aynı şekilde açıktan vereceği sadakayı gizliden vermek için, gizliden vereceği sadakayı da açıktan vermek için geciktirmemelidir. Zira hangi vakitte ve hangi hâl üzere yaparsa yapsın infâk ve sadaka, onun ecir ve mükâfat almasına sebep olur.

Şimdi sen, Kur'ân'ı Kerim'in bu sır ve inceliklerini iyice düşün. Çünkü tefsir kitaplarında bunları bulamayabilirsin. Muhakkak ki minnet ve fazlı kerem sadece Allah'a mahsustur. O'nun hiçbir şerîki yoktur.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"İyi bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet (ve minnet) gelen sadakadan hayırlıdır. Allah ganidir (mutlak zengin ve ihtiyacı olmayandır), halimdir (cezada ihmal etmez, mühlet verir)." (Bakara, 263)

Bu âyeti kerimede Allah Teâlâ, kalplerin kaba bulmayıp hoş karşılayacağı güzel bir söz ile insanın, kendisine kötülük / kabalık yapanı bağışlamasının; eziyet ve minnet ederek sadaka vermekten daha hayırlı olduğunu bildirmektedir. Zira güzel söz, sözlü sadaka olup; kötülük ve kabalık yapanı bağışlamak da, karşılık verip cezalandırmamak şeklinde yapılan bir ihsan / iyiliktir.

İşte iki tür ihsan... eziyet ve minnet ile birlikte yapılan sadaka ise, kendisini iptal eden bir sebep ile beraber olan bir iyiliktir. Hiç şüphesiz ki makbul olan iki iyilik, batıl olan bir iyilikten daha hayırlıdır.

Buradaki bağışlama, geri çevirmesi ve bir şey vermemesi sebebiyle kendisine eziyet ve kabalık edebilecek olan dilenciyi bağışlamasıdır. İşte onu affedip bağışlaması, eziyet ve minnet etmekle beraber ona sadaka vermesinden daha hayırlıdır. Bu, âyeti kerimenin tefsiri hakkındaki iki görüşten en meşhur olanına göre böyledir.

İkinci görüş ise; buradaki bağışlamadan maksat, Allah Teâlâ'nın bağışlamasıdır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur:

Güzel bir şekilde geri çevirmeniz ve hoş bir söz söylemenizden dolayı Allah'ın sizi bağışlaması, peşinden eziyet ve minnet gelen sadakadan sizin için daha hayırlıdır.

Son olarak da Allah Teâlâ, âyeti kerimenin içeriğine uygun iki sıfatıyla ayeti celileyi bitirmekte ve şöyle demektedir:

"Allah ganidir, halimdir."

Bunda da iki mânâ vardır:

1. Muhakkak ki Allah'ın size hiçbir ihtiyacı yoktur ve sizin verdiğiniz sadakalardan hiçbir şey Allah'a erişmez. Bilakis verdiğiniz sadakalardan en büyük pay sizindir. Şüphesiz ki verdiğiniz sadakaların faydası Allah'a değil, yine size dönmektedir. Böyle iken nasıl olur da kul verdiği sadaka ve yaptığı infakla minnet ve eziyet edebilir?

Halbuki Allah'ın ne onun sadakasına, ne de başka herhangi bir şeye hiçbir ihtiyacı yoktur. Bununla beraber Allah halimdir. Minnet ve eziyet edeni hemen cezalandırmaz. Şüphesiz ki bu cümlenin altında hem sakındırma, hem de tehdit edip uyarma bulunmaktadır.

2. Allah sübhanehû ve Teâlâ, her açıdan tam bir ihtiyaçsızlık ve zenginlik içinde olmasına rağmen, her şeyi kuşatıcı sadakalarına ve bol bağışlarına rağmen, hilim, bağışlama ve affetme sıfatlarıyla muttasıftır. Peki sizden birisi, fakirliğine ve verdiğinin azlığına rağmen nasıl olur da minnet ve eziyet eder?!

Daha sonra Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Ey imân edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş için malını sarfeden adam gibi, siz de sadakalarınızı başa kakmak ve (verdiğiniz kimseyi) incitmekle boşa çıkarmayın. İşte bunun durumu, üzerinde biraz toprak bulunan şu kayaya benzer ki, ona şiddetli bir sağanak (yağmur) isabet edince onu düz (çıplak) bir kaya halinde bırakır. (Bu kimseler) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah kâfirler / nankörler topluluğunu doğru yola eriştirmez." (Bakara, 264)

Bu âyeti kerime minnet ve eziyet etmenin, sadakanın sevabını iptal edeceğini haber vermektedir. Bu da göstermektedir ki bazen hasene sevabı, kötülükten  günahtan dolayı yok olur.

Nitekim Allah Teâlâ'nın şu âyeti kerimesi de bunu gösterir:

"Ey imân edenler, seslerinizi peygamber'in sesinin üstünde yükseltmeyin, konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın; (yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir." (Hucurât, 2)

Bu kitabın başında bu konu geçtiği için, burada tekrar iade etmeye ihtiyaç duymuyoruz.

Burada şöyle denebilir:

Sadakanın sevabını iptal eden minnet ve eziyet, sadaka verdikten sonra gerçekleşen değil, sadaka vermekle birlikte gerçekleşen minnet ve eziyettir. Ancak âyeti kerimenin lafzında, bu şekilde bir kayıtlamaya delâlet eden bir şey bulunmadığı gibi; âyetin siyakı, minnet ve eziyetin mutlak olarak sadakanın sevabını iptal ettiğini göstermektedir.

Burada şöyle de denebilir:

Allah Teâlâ'nın minnet ve eziyet edeni, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan "mürâî"ye benzetmesi, sadaka ile birlikte olan minnet ve eziyetin sadakanın sevabını iptal ettiğini göstermektedir. Tıpkı riya ve imân etmemek gibi. Çünkü eğer riya amelden sonra gerçekleşirse, o amelin sevabını iptal etmez.

Buna da iki şekilde cevap verilebilir:

1. Buradaki teşbih / benzetme, amelin ecrinin kendisinde iptal edildiği hâl hususunda gerçekleşmiştir. Bu da "mürâî" nin ve eziyet edip minnet edenin hâlleridir ki, bu iki hâlde amelin ecir ve sevabını iptal eder.

2. Muhakkak ki riya, ancak amel ile beraber olabilir. Zira "Mürâî", insanlar amelini görsünler diye amel eder ki, bu vasıfta amelden sonra bulunamaz. Fakat minnet ve eziyet etmek böyle değildir. Çünkü bunlar hem amelle birlikte olur, hem de amelden sonra olabilirler. Hatta amelden sonra gerçekleşmeleri, amelle birlikte olmalarından daha çoktur.

Şüphesiz ki bu âyeti kerimede verilen örnek, örneklerin en belîğî ve en güzellerinden biridir. Çünkü bu örnek, gösteriş için infâk eden ve infâkı Allah'a ve ahiret gününe imândan kaynaklanmayan kimsenin kalbini, sertliğinden katılığından ve faydasız oluşundan dolayı bir kayaya benzetmeyi içermektedir.

Aynı şekilde bu kimsenin kalbinde bulunan sadakanın netice ve meyvesini, kayanın üzerinde bulunan toprağa benzetmeyi içermiştir. Şiddetli bir yağmur kayanın üzerinde bulunan toprağı giderdiği gibi, bu kimsede bulunan ve sadakasının kabulüne engel olan manî'de onun verdiği sadakanın ecir ve mükâfatını ortadan kaldırmıştır. Onun ecri ve mükâfatı batıl olup, sadakası boşa gittiği için; artık o verdiği bu sadakadan dolayı hiçbir şey elde etmeye güç yetinmemektedir.

Bu benzetmenin şöyle bir mânâsı da olabilir:

Allah'ın rızasından başka maksatları gözeterek infâkta bulunan kimse, elverişli ve güzel bir toprağa atılan tohumun yedi başak bitirmesi ve her başağında yüz danenin bulunması gibi, zahiren kat kat mükâfatı netice verecek bir amel yapmış olur. Ancak toprağın altında bulunup, toprağa atılan tohumun bitmesine engel olabilecek bir taş gibi; bu kimsenin de amelinin ardında, amelinin artmasını ve kat kat olmasını engelleyen bir mâni bulunmaktadır.

Daha sonra Allah'u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın razısını istemek ve içlerindeki (imanlarını) kökleştirip sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumuda yüksek bir tepede bulunan, bol yağmur değince ürünlerini iki kat veren, ona bol yağmur değmese bile, (aynı ürünü vermek için) çisinti ile de yetinen bir bahçenin durumu gibidir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir." (Bakara, 265)

İşte bu, infâk etmesi ihlâs ve samimiyetinden kaynaklanan kimsenin örneğidir. Çünkü Allah'ın rızasını dilemek ihlâs, nefis hoşnutluğu ise vermekte samimî olmaktır. Hiç şüphesiz ki infâk eden kimseye, kendilerinden kurtulduğunda bu âyeti kerimedeki örneğe mahzar olacağı iki âfet arız olmaktadır:

Bunlardan biri; yaptığı infâkla övülmeyi veya dünyevi herhangi bir maksadı gözetmesidir ki, bir çok infak edene bu hâl arız olur.

İkincisi ise; infâk eden kimsenin nefisinin zayıf olması, geri durması ve infâk edip etmemekte tereddüt etmesidir. İşte birinci âfet, Allah'ın rızasını dilemekle; ikincisi ise; nefsin kararlılığı, hoşnutluğu ve infâk etmeye azimli bir şekilde yönelmesi ile ortadan kalkar. Böylece nefis, infâk etmekle ihlâslı ve samimi olur.

Bu iki vasıftan kaynaklanan infâk, yüksek bir yerde bulunan ve ağaçları bol olan bir bahçe gibidir.

Ağaçları bol olan bir bahçe... ağaçsız ve boş bir arazi değil...

Yüksekte olan bir bahçe...

Hiç şüphe yok ki yüksekte olan bir bahçe, vadi veya ovada bulunan bahçeden daha mükemmel olur. Zira yüksekte olan bahçe hem yazlık konumunda olur, hem de sabah, öğle ve akşam güneşlerini görür. Böylece daha olgunlaşmış, daha güzel ve daha fazla meyve verir. Çünkü meyvelerin hoşluğu ve güzelliği, güneş ve rüzgârlar vasıtasıyla oluşur. Bundan dolayıdır ki gölgede yetişen meyveler bunlar kadar güzel olmaz.

Yüksekte olan bir bahçe için, sadece suyun azlığından korkulur. Bunu da gidermek için Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"... Bol yağmur değince..."

Bu bol yağmur sebebiyle o bahçe, başka bahçelerin verdiği veya kendisinin şimdiye kadar vermekte olduğu meyvelerin iki katını vermekte ve bereketini göstermektedir. İşte bu, Allah'ın yakınlığını kazanmış önde olanların hâlidir.

... "Ona bol yağmur değmese bile, (aynı ürünü vermek için) çisinti ile de yetinen..."

İşte bu da normal bir şekilde infâk eden iyilerin örneğidir. Bunlar, Allah katında farklı derecelere sahiptirler. İnfâklar, bol yağmurun isabet ettiği bahçeye benzetilenler, dereceleri en yüksek olanlardır ki bunlar; gece ve gündüz, gizli ve açık olarak mallarını infâk eden, ihtiyaç sahibi olsalar bile yine de başkalarını kendilerine tercih edenlerdir. İnfâkları çisintiye benzetilenler ise, ne çok, ne de az normal bir şekilde infâk edenlerdir.

Böylece Allah Teâlâ bu iki kısmın da hâl ve amellerini yüksekte bulunan bir bahçeye, çokça yaptıkları infâklarını ise, bol yağmura ve çisintiye benzetmektedir. Nasıl ki bu her iki yağmur çeşidi de bahçe meyvelerinin kat kat fazla bereketli olmasını netice veriyorsa, aynı şekilde az olsun, çok olsun onların infâkları da, Allah'ın rızasını istemek ve nefis hoşluğuyla meydana geldikten sonra Allah katında kat kat bereketlenip artar.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Sizden biriniz arzu eder mi ki, altından ırmaklar akan ve içinde her çeşit meyvelerden (bir miktar) bulunan hurma ve üzüm bahçesi bulunsun da, hem kendisine ihtiyarlık çökmüşken, hem de güçsüz (ve bakıma muhtaç) çocukları varken, bu sırada ona (o bahçeye) ateşli (kavurucu) bir kasırga isabet edip onu yaksın? (Elbette istemez). İşte Allah, düşünesiniz diye, âyetlerini size böyle açıklıyor." (Bakara, 266)

Hasan el-Basri der ki:

"Bu öyle bir örnektir ki, Allah'a yemin ederim ki insanlardan bunu anlayan pek az kimse vardır. Güçsüz ve çocukları çok olan bir ihtiyar... Bahçesine en çok muhtaç olduğu bir an...  Allah'a yemin olsun ki sizden birinin amellerine en çok muhtaç olduğu an, dünya ile olan bütün bağları koptuğu zamandır."

Ubeyd b. Umeyr şöyle anlatır:

Hz. Ömer (r.a), bir gün peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına şöyle bir soru sordu:

Şu âyeti kerimeler ne hakkında indiler:

"Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm bahçesi bulunsun...?"

"Onlar da:

"En iyisini Allah bilir" dedi.

İbni Abbas dedi ki:

"Ey mü'minlerin emiri, bu âyet hakkında benim içimde bir şeyler var (bir şeyler biliyorum)."

(Bunu duyan) Hz. Ömer: "Kalk ey kardeşimin oğlu! Kendini küçümseme" dedi.

İbni Abbas da:

"Amel için" dedi.

Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi:

"Bu, Allah'a tâatte bulunarak amel eden bir adam için verilmiş bir örnektir. Daha sonra Allah, bir şeytanı ona musallat etti ve o da masiyetleri işleyerek yaptığı bütün (iyi amellerini) yok etti." (Buhari; Fethü'l Bari, 8/202.)

Allah Teâlâ'nın burada "ister mi?" yerine:

"Arzu eder mi?" demesi, şüphesiz ki bu isteğin olmaması gerektiğini ifade etmede daha beliğdir. Zira böyle bir hâli sevip arzulamak ve temenni etmek, sadece onu ifade etmekten çok daha çirkin ve kötüdür.

Allah Teâlâ'nın:

"...Hurma ve üzüm bahçesi bulunsun da..."

Sözüne gelince, burada meyveler arasından sadece bu iki türlü zikretmesinin sebebi, bunların meyve türlerinin en iyisi ve en faydalısı olmalarıdır. Çünkü bu ikisi hem temel yiyecek maddesi, hem gıda, hem ilâç, hem içecek, hem meyve, hem tatlı ve hem de ekşi olarak kullanılabilirler. Aynı şekilde bunlar, hem taze ve hem de kuru olarak yenilebilirler. Bunların faydaları gerçekten çok fazladır.

Fakat bu ikisinden hangisinin daha faziletli ve daha faydalı olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları hurmayı tercih ederlerken, diğer bazıları da üzümü tercih etmişlerdir. Bu iki gruptan her biri de kendi görüşüne çeşitli deliller getirmiştir ki, biz bunları başka bir yerde yeterince açıkladık.

Bu konuda son sözü söylemek için özetle deriz ki:

Bu husus, beldelere / memleketlere göre değişir. Zira Allah Teâlâ'nın âdeti şöyle cereyan etmiştir ki, bunlardan birinin otoritesinin bulunduğu yerde, diğeri hâkim olarak bulunmaz. Hurmanın otoritesinin bulunduğu arazide, pek fazla üzüm yetişmez. Çünkü üzüm, ancak yumuşak olan, çok tuzlu olmayan normal arazilerde yetişir ve bu yerlerde çok bereketli ve fazla olur. Hurma ise, ancak sıcak ve tuzlu arazilerde yetişir ve buralarda çok olur. Dolayısıyla hurma ile üzüm, birbirine pek uyumlu olmayan meyvelerdir. Hurma, yetiştiği yerlerde daha faydalı ve üzümden daha iyidir. Üzümde yetiştiği yerlerde hurmadan daha faydalı ve daha iyidir.

En iyisini Allah Teâlâ bilir.

Elhasıl:

Bu iki tür meyve, meyve çeşitlerinin en iyisi ve en faziletlisidirler. Bunları bünyesinde bulunduran bahçede, bahçelerin en üstünüdür. Bununla beraber, bu bahçenin altından bir de ırmaklar akmaktadır. Şüphesiz ki bu, bahçeyi daha mükemmelleştirir ve kıymetini daha çok yükseltir. Bütün bunların yanında arzulanan meyve çeşitlerinden hiç biri o bahçede eksik değildir. Bilakis o bahçede her çeşit meyveden bir miktar bulunmaktadır. Fakat o bahçede kastedilen ve genel olarak hurma ve üzüm bulunmaktadır. Hiç şüphe yok ki o bahçede:

"... Her çeşit meyvelerden (bir miktar) bulunmuş", hurma ve üzüm bahçesi olmasına engel değildir.

Sonra Allah Teâlâ:

"... Kendisine ihtiyarlık çökmüşken..." buyurdu.

İşte âyetin bu kısmı, onun bu bahçeye şiddetli bir şekilde ihtiyaç duyduğuna ve kalbinin ona bağlı olduğuna birkaç yönden işaret etmektedir:

1. Artık onun yaşı ilerlemiş ve ticâret yapıp mal kazanmaktan âcîz olmuştur...

2. Ademoğlunun yaşı ilerledikçe hırsı da artar.

3. Onun güçsüz ve bakıma muhtaç çocukları bulunmaktadır. Bundan dolayı o, hem kendi ihtiyacı için, hem de çocuklarının ihtiyacı için bu bahçenin kalmasını arzulamaktadır.

4. Onun zayıf olan bu çocukları, onun bakımına muhtaç olup, güç ve tasarruflarıyla ona pek de bir fayda vermiyorlar.

5. Çocukları zayıf ve âcîz oldukları için, onun onlara harcamada bulunması gerekir.

İşte bütün bu sebepler, onun kalbini son derece bu bahçeye bağlamaktadır. Zira hem bahçe çok güzel ve kıymetli, hem de kendisinin ve çocuklarının ona şiddetli bir şekilde ihtiyaçları vardır. İşte sen bu hali ve bu ihtiyacı tasavvur ettiğin zaman, bu adamın, bahçesine kavurucu bir kasırga isabet edip, onu yakarak kül hâline getirdiğinde nasıl bir musibete duçar olduğunu anlayabilirsin.

Allah'a kasem olsun ki Hasan el-Basri doğru söylemiştir:

"Bu, çok az insanın anlayabildiği bir örnektir."

Bundan dolayı Allah Teâlâ bu örneğin büyük bir kıymeti haiz olduğuna dikkatleri çekmek ve buna şiddetli ihtiyaç duyduklarından dolayı kalpleri bu örnek üzerinde tefekkür etmeye çekmek için şöyle buyurdu:

"İşte Allah, düşünesiniz diye, âyetlerini size böyle açıklıyor."

Eğer akıllı bir kimse bu örneği düşünür ve kalbinin kıblesi yaparsa, şüphesiz ki bu ona yeterli gelir ve şifa verir. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi şayet kul, Allah'a tâat ederek bir çok güzel ameller yapar, sonra da bu amelleri iptal edecek masiyetleri işlerse; hiç şüphe yok ki bu masiyetler, onun tâat ve salih amelleriyle dikmiş olduğu bahçesini yakan kavurucu bir kasırga oluverir.

Eğer bu mevzular, bizim kendisinden bahsetmekte olduğumuz tabakaları sıralamaktan daha önemli olmasaydı; biz burada bunları zikretmezdik. Fakat bunlar, en önemli mevzulardır. Kendisinden yardım dilenen ve razı olduğu şeylere muvaffak eden sadece Allah'tır.

Eğer tâat ettikten sonra Allah'a asi olan kimse bu mânâyı hakkıyla tasavvur etseydi ve gerektiği gibi bunu düşünseydi, Allah'a kasem olsun ki onun nefsi, salih amellerini yakıp zâyî etmeyi ona süsleyemezdi. Fakat masiyeti işleme esnasında kaçınılmaz olarak bunu bilip düşünemez. Bundan dolayı da cehalet ismine müstehak olur. Muhakkak ki Allah'a asi olan herkes, cahildir.

Allah'ın nasıl örnek verdiğini bir düşün!

Gösteriş için infâk eden ve infâk etmesi imânından kaynaklanmayan kimse için, üzerinde toprak bulunan bir kayayı örnek verdi. Çünkü bu kimsenin infâk etmesi, onun için hiçbir şey bitirmemiş; bilâkis imân ve ihlâsından kaynaklanmadığı için tohumu zayi olup gitmiştir.

Daha sonra ihlâslı bir şekilde Allah'a tâat ederek amel eden, hemen peşinden de amelinin mükâfatını iptal edecek şeyleri yapan kimse için; bahçelerin en güzeli ve en parlağını örnek verdi. Böyle iken o bahçeye kavurucu bir kasırga musallat oldu ve onu tamamen yakıp kül yığını haline getirdi.

- Muhakkak ki bu ikincisinin tohumu bitmiş ve amelleri meyve vermiş, sonra da hepsi yanmıştır.

- Birincisinin ise, hiçbir şeyi bitmemiştir ki yanabilsin.

Kelâm'ını kalplerin hayatı, göğüslere şifa, hidâyet ve rahmet yapan Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden (bitirip) çıkardığımız şeylerin iyi (helâl ve temiz) lerinden Allah için sarfedin (zekat ve sadaka verin), kendiniz göz yummadıkça almadığınız kötü şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur) ve övülmeye lâyık olandır." (Bakara, 267)

Burada Allah Teâlâ, onların bütün fiillerini yaratanın kendisi olmasıyla beraber "kazanma / kesb" fiilini onlara nispet etmektedir. Çünkü bu, onlarla kâim olan bir fiildir. "Çıkartma" fiilini ise, kendisine nispet etmiştir. Zira bu, ne onların bir fiilidir, ne de onlar buna güç yetirirler. Onların güç yetirdiklerini onlara, güç yetirmedikleri ve sadece kendisinin yapısı olan şeyleri de kendisine nispet etmiştir. Şüphesiz ki bu âyeti kerimenin içeriğinde, bu iki tür fiilide eşit kabul eden ve kulun bu fiillerin hiç birinde de herhangi bir tesirinin ve gücünün olmadığını iddia edenlere açık bir reddiye vardır.

Allah Teâlâ'nm burada mal çeşitleri arasından hayvanları değil de sadece bu ikisini (ticâret kazancı ile yerden biten ziraat mallarını) zikretmesinin sebebi, ya onların o günkü hayat şartlarından dolayıdır. Çünkü onların o günkü malları genellikle bu iki çeşitten meydana gelmekteydi. Zira muhacirler ticâret ile mal kazanmakta, ensâr ise ekin ve ziraat ile uğraşmaktaydılar. Allah Teâlâ'da, onlar bu iki tür malın hükmünün açıklanmasına ihtiyaç duyduklarından ve genel olarak bu ikisi bulunduğundan dolayı sadece bunları zikretti.

Ya da bütün mal çeşitlerinin asılları bunlar olduğu ve diğer mallar bunlardan meydana geldiği içindir.

Çünkü kesb / kazanç, giyecek, yiyecek, köle, hayvan, alet-edevat, ev eşyaları ve diğer ticâret ile alakalı olabilecek bir çok mal çeşidini kapsar.

Yerden çıkan ise, daneyi, bütün meyve çeşitlerini, hazine ve mâden çeşitlerinin hepsini kapsar.

İşte malların asılları bu ikisi olduğu ve yeryüzünde yaşayanlar arasında genel olarak bu ikisi bulunduğu için, bu ikisinin zikredilmesi daha çok ehemmiyeti haizdir.

Allah Teâlâ bu âyeti kerimede:

"... Kötü olanını infâk etmeye kalkışmayın / infâk etmek için onu kastetmeyin" buyurdu.

Allah sübhanehû bununla, kasten / bilerek kötü olan malı çıkarıp fakire vermeyi yasakladı. Allah sübhanehû'nun, kasten ve bilerek bunun yapılmasını yasaklaması; kastetmeksizin tesadüfen ve rastlantı sonucu bunu yapanların mazur olduklarını göstermektedir. Örneğin infâk ettiği zaman o malı yanında bulunmaktaydı veya bütün malı zaten bu cinstendi...

Şüphesiz ki bu kimse malından kötü olanını çıkarıp fakire vermeyi kastetmemiş, bilakis Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden bir kısmını çıkarıp vermek istemiştir. Bunun hemen akabinde Allah Teâlâ:

"Göz yummadıkça siz onu alacak değildiniz" buyurmaktadır. Yâni; eğer bu malı alacak olanlar siz olsaydınız ve bu mal size verilecek olsaydı, haklarınız karşılığında ancak istemeye istemeye onu alırdınız. Âyetin bu bölümünün iki mânâsı vardır:

1. Mânâsı: Nasıl olur da siz, size verilmesine razı olmadığınız ve sizden birinin, arkadaşı tarafından kendisine hediye edilmesini istemediği bir malı Allah için harcıyor ve Allah'a hediye ediyorsunuz? Halbuki Allah, kendisi için en nefis ve en güzel şeylerin seçilip çıkarılmasına en lâyık olandır.

2. Mânâsı: Kendiniz için istemediğiniz bir şeyi nasıl oluyor da Allah'a veriyorsunuz? Halbuki Allah sûbhanehû güzeldir ve güzel (temiz ve helâl) olandan başkasını kabul etmez.

Son olarak âyeti kerimeyi, âyetin siyakının gerektirdiği iki sıfatıyla bitirerek şöyle dedi:

... "Biliniz ki Allah zengindir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur) ve övülmeye lâyık olandır."

Muhakkak ki Allah'ın zengin oluşu ve övülmeye lâyık olması, kötü olan şeyleri kabul etmemesini gerektirir. Zira kötü ve pis olanı kabul eden, ya ona muhtaç olduğu için kabul etmiştir, veya kendisi kâmil ve şerefli olmadığı için kabul etmiştir. Fakat ona muhtaç olmayan, kadri yüce ve bütün sıfatları kâmil olan zât ise; asla onu kabul etmez.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur (fakir düşeceğinizi düşündürerek zekat ve sadaka vermekten caydırır), çirkin şeyleri emreder. Allah ise, (emrini yerine getirmek için sarfeden) sizlere, kendisinden bir mağfiret ve bolluk va'dediyor. Allah'ın lûtfu geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara, 268)

İşte bu âyeti kerîme, en beliğ lafızlarla ve en güzel mânâlarla infâk etmeye teşvik ediyor. Zira bu âyeti kerime, cimrilik yapma faktörünü ve infâk etme faktörünü içerip; hem cimrilik yapma faktörünün davet ettiği şeyi, hem de infâk etme faktörünün davet ettiği şeyi ve her iki faktörün de davet etme vesilesini açıklamaktadır.

Allah sûbhanehû, kendilerini cimriliğe ve eli sıkılığa davet edenin şeytan olduğunu ve onun davetinin, mallarını infâk ettikleri takdirde fakir düşeceklerini va'detme ve bununla onları korkutmak olduğunu haber vermektedir. İşte insanların çoğuna galip olan bir faktör...

Onlardan biri malını harcayıp sadaka vermeyi kastettiğinde, kalbinde bulunan bir faktörün kendisine şöyle çağrı yaptığını görür:

"Sen bu malı çıkartıp verdiğin zaman, buna muhtaç olursun ve fakir düşersin. Senin bunu elinde tutman, senin için daha hayırlıdır. Böylece şu fakirin durumuna düşmezsin. Şüphesiz ki, senin zengin olman, senin için onun zengin olmasından daha hayırlı ve iyidir."

İşte bu faktör durumu bu şekilde ona tasvir ettikten sonra, en çirkin olan cimriliği ona emreder ki; kötülükler arasında en çirkin olanı budur.

Müfessirler, buradaki "en çirkin olan şey"... den maksadın cimrilik olduğunda icmâ etmişlerdir.

İşte şeytanın va'di... Ve işte onun emri...

Şüphesiz ki o, va'dinde yalancıdır ve emri hususunda da aldatıcı bir fâcirdir. Muhakkak ki onun davetine icabet eden her bir kimse, aldanmış, tuzağa düşürülmüş ve zarara uğramış olur. Çünkü o, davet ettiği kimseleri aldatarak sevkeder ve sonuçta onları en kötü yerlere ulaştırır.

Nitekim şöyle denmiştir:

Aldatarak onları şevketti, sonra da helâka sürekledi;

Zira kötü kimse, kendisine dost olanları hep aldatır.

Şüphesiz ki şeytanın ona fakirliği hatırlatması, ona olan şefkatinden, kişinin kardeşine nasihat ettiği gibi ona nasihat etmek istediğinden veya onun zengin kalmasını arzuladığından dolayı değildir. Bilakis şeytanın en çok sevip hoşnut olduğu şey, kulun fakir ve muhtaç olmasıdır. Fakat şeytanın ona fakirliği hatırlatması ve cimrilik yapmasını ona emretmesi, kulun Rabb'i hakkında kötü zan beslemesi ve Rabb'inin sevdiği infâk etmeyi terk etmesi; böylece Rabb'i tarafından mahrum bırakılmaya müstehak olmasını sağlamak içindir.

Allah sûbhanehû ise, onun günahlarını bağışlamayı ve fazlı kereminden onun infâk ettiğinin kat kat fazlasını ya dünyada, ya da hem dünya hem de âhirette vermeyi kuluna va'dermektedir. İşte bu Allah'ın va'di, diğeri şeytanın va'didir.

Hem cimrilik yapan, hem de infâk edenler baksınlar:

Bu iki sözden hangisi daha çok güvenilmeye lâyıktır, kalpleri hangisiyle sükûnete eriyor ve hangisine mutmain oluyor?

Muhakkak ki dilediğini muvaffak eden, dilediğini de yalnız bırakarak perişan eden Allah'tır. O'nun lûtfu geniştir, o her şeyi bilendir.

Bu âyeti kerimenin bu iki isimle bitirilmesini iyice düşünün. Çünkü Allah'ın lûtfu geniştir ve o, kimin fazlı keremine, kimin de adaletinin tecellisine müstehak olduğunu bilendir, kimine fazlı keremiyle vermekte ve kimine de adaleti gereği vermektedir, muhakkak ki o, her şeyi bilendir.

İşte bütün bu âyeti kerimeleri iyice düşün ve bunların daha fazla açıklanmasını isteme. Zira bu âyetlerin öyle yüce bir durumu vardır ki, onu ancak Allah'ın hitabını anlayan ve maksadını bilenler bilebilir.

"Bu misaller var ya, biz onları insanlar için getiriyoruz, ama onlar (ın inceliğini ve faydasını), âlimlerden başkası anlamaz." (Ankebût, 43)

Kur'ân'ın en yüce kısmı olan bu sûrenin, malların hükümleri, zenginlerin kısımları ve durumları ile nasıl bittiğini ve onları üç kısma ayırdığını iyice düşün:

 

1. Kısım: İhsan edenler;

Bunlar, mallarını Allah yolunda tasadduk edenlerdir. Allah Teâlâ onların mükâfatlarını, infâklarını kat kat artırıldığını, zengin ve vefakâr bir zâta mallarını borç vermeleri hususunda elde edecekleri kârları zikretmiştir.

Daha sonra onları, sadakalarının sevabını iptal eden ve sadakalarını, düzgün ve kâmil bir şekilde yerine gelmişken yakıp kül eden minnet ve eziyet etmekten sakındırdı. Aynı şekilde sadakalarının daha başlangıçta netice ve meyve vermesini engelleyen riyadan da onları sakındırdı.

Daha sonra onlara, malların en güzeliyle Allah'a yaklaşmalarını, mallarından kötü ve çirkin olanını kastetmemelerini emretti.

Daha sonra cimrilik ve kötülük faktörüne icabet etmekten onları sakındırarak, kendi davetine icabet etmelerinin ve va'dine güvenmelerinin onlara daha çok yaraşır olduğunu haber verdi.

Daha sonra bunun, kullarından dilediğine verdiği hikmeti olduğunu ve bu hikmetin verildiği kimseye büyük bir hayrın verilmiş olduğunu, bütün dünyadan daha hayırlı ve üstün bir şeyin verilmiş olduğunu haber verdi. Çünkü Allah Teâlâ dünyayı "az" olmakla niteleyerek şöyle buyurdu:

"... De ki: "Dünyanın geçici menfaati, pek azdır..." (Nisa, 77)

Hikmet hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

"... Kime de hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir..." (Bakara, 269)

Bu âyeti kerimede göstermektedir ki, Allah'ın kuluna verdiği hikmeti, dünya ve dünyanın üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır.

Muhakkak ki bunu herkes anlamaz, hatta parlak bir akla ve anlayışa sahip olanlardan başka hiç kimse anlamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

 "... (Bu âyet ve öğütleri) olgun akıl sahiplerinden başkası düşünemez." (Bakara, 269)

Daha sonra Allah Teâlâ, onların infâk ettikleri herhangi bir şeyin veya kendisiyle Allah'a yaklaştıkları odakların O'nun tarafından bilindiğini ve bunların O'nun katında kesinlikle zâyî olmayacaklarını, hatta bunlardan kendi rızası gözetilerek yapılanları da bildiğini ve kendi rızası için değil de başkası için yapılanların mükâfatını, kendisi için yapıldıkları kimseye havale ettiğini haber vermektedir. Çünkü Allah'tan başkası için amel eden, kendi nefsine zulmetmiş olur ve onun hiçbir yardımcısı bulunmaz.

Daha sonra Allah Teâlâ, kendi rızası için tasadduk edenlerin sadaka verme hallerinden bahsederek; sırf O'nun rızası için olduktan sonra gizli veya açık olması hallerinin ikisinde de onlan mükâfatlandıracağını haber verdi. O şöyle buyurdu:

"Eğer sadakaları açıktan verirseniz, ne güzeldir..." (Bakara, 271)

Yani; o açıktan verdiğiniz sadaka ne güzeldir. İşte bu, açıktan verilen sadakaya yapılan bir övgüdür. Dolayısıyla açıktan sadaka verecek olan kimse, böyle bir sadakanın mükâfatının ve neticesinin batıl olacağını, onu çıkartıp açıktan vermemesi gerektiğini ve gizliden onu verebileceği bir vakti beklemesi lâzım geldiğini düşünmemelidir. Zira böyle bir düşünce sadaka vermesini kaçırtır veya bir takım mâniler ortaya çıkar ve onunla kalbinin samimiyeti arasında veya onunla sadakayı çıkartıp vermek arasında engel olur.

Dolayısıyla kişi, açıktan sadaka verebileceği bir vakit bulduğu zaman bunu gizliden vereceği bir vakte te'hir etmemelidir. Şüphesiz ki sahabenin (r.a.) hâli bu şekildeydi.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"...Eğer onları gizli olarak fakirlere verirseniz, işte o, sizin için daha hayırlıdır..." (Bakara, 271)

Bu âyeti kerimeyle Allah Teâlâ, sadakayı gizliden fakire vermenin, infâk eden kimse için açıktan vermesinden daha hayırlı olduğunu haber vermektedir. Allah Teâlâ'nın gizli verme hâlini, sadece fakirlere vermekle kayıtladığını düşün. Burada Allah Teâlâ şöyle demedi:

"Eğer onları gizliden verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."

Zira gizli tutulması mümkün olmayan sadaka çeşitleri de vardır. Örneğin ordunun techizatlandırılması, köprü yapılması, nehir yatağı yapmak ve benzerleri.

Fakirlere sadaka vermeye gelince, bunun gizliden yapılmasının faydalarından bazıları şunlardır:

- Onun fakirliğini örtmek,

- İnsanlar arasında onu utandırmamak,

- Onu, ayıbı ortaya çıkarılmış gibi bir konuma sokmamak;

- İnsanların, onun elinin alan el olduğunu ve onun herhangi bir şeyinin olmadığını görmelerini önlemek; zîra insanlar bunu bildiklerinde onunla muamele ve alışveriş yapmaktan çekinirler.

Şüphesiz ki bu şeyler, sadece sadaka vermekle ona ihsan etmenin dışında kalan önemli şeylerdir. Aynı zamanda gizliden sadaka vermek, ihlâslı olmayı, riyakâr olmamayı, insanların övgülerini beklememeyi de içerir.

Şüphesiz ki gizliden fakire sadaka vermek, insanlar arasında alenen vermekten daha hayırlıdır. İşte bundan dolayıdır ki peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gizliden verilen sadakayı övmüş ve onun failinin, kıyamet günü Rahman'ın arşının gölgesinde bulunan yedi sınıftan biri olduğunu haber vererek onu övmüştür.

Ve yine bundan dolayıdır ki Allah Sübhanehû, bunu infâk eden için daha hayırlı kabul etmiş ve bu infâkla onun kötülüklerini sileceğini haber vermiştir.

Allah Teâlâ'ya ne insanların amelleri, ne de niyetleri gizli kalır. Sizin bütün amellerinizden o mutlaka haberdardır. Daha sonra Allah Teâlâ, bu infâkın faydasının, en çok muhtaç oldukları bir anda kendilerine döneceğini haber verdi. Artık nasıl olurda sizden biriniz, faydası sadece kendi nefsine yönelik olan bir iş hususunda cimri davranabilir?

Muhakkak ki mü'minlerin infâkları, sadece Allah rızası için olur. Çünkü bu infâklar, onların imânlarından kaynaklanmaktadır. Ve onların infâkları, tam ve kamilen yine kendilerine döner. Bu hususta onlara bir zerre ağırlığı dahi zulmedilmez.

Bütün bunların baş tarafı ise şöyledir:

Hidâyete erdiren ve kendisiyle muamele edip O'nun razı olacağı şeyleri tercih etmeye muvaffak eden Allah'tır. İnsanları hidâyete erdirmek, Rasûlün görevi değildir. Fakat Rasûlün görevi, insanlara tebliğ etmektir. Allah sübhanehû, dilediği kimseyi razı olacağı şeyleri yapmaya muvaffak kılar.

Daha sonra Allah Teâlâ, sadakanın sarfedileceği yeri zikrederek şöyle buyurdu:

"(Sadakalar) kendilerini Allah yolunda (ilim ve cihada) adamış, yeryüzünde dolaşıp kazanmayan fakirler içindir ki, iffetlerinden (utanıp istemediklerinden) dolayı, bilmeyen onları zengin zanneder. (Rasûlüm) sen onları simalarından tanırsın; onlar, insanlardan yüzsüzlük ederek istemezler..." (Bakara, 273)

Allah Teâlâ onların altı sıfatını zikretti:

1. Fakirlik.

2. Onların kendilerini Allah yolunda cihad etmeye ve O'nun dinine yardım etmeye adamış olmaları ki, onlar nefislerini dünya işleriyle uğraşmaktan alıkoyup, sadece Allah için ve O'nun yolunda nefislerini feda ederler.

3. Onların, mal kazanmak için seferler düzenlemekten geri kalmaları.

4. Onların aşın derecede iffetli olmaları. Bu, onların güzel bir şekilde sabretmeleri ve zenginmiş gibi görünmeleridir. Öyleki bilmeyen, iffetlerinden, hâllerini gizlemelerinden ve gidip başkalarından herhangi bir şey istememelerinden dolayı onları zengin sanır.

5. Onlar, simalarından tanınırlar. Bu onların, Allah'ın onları vasıfladığı hâllerine delâlet eden alâmetleridir. Hiç şüphe yok ki bu, bilmeyenin onları zengin zannetmesiyle de çelişmez. Zira bilmeyen, sadece dış görünüşe bakar. Arif ise, insanları simalarından tanıyan ince anlayışlı ve feraset sahibi olan kimsedir. İnce anlayışlı olanlar, ancak mü'minler arasında en seçkin olanlarıdır.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Elbette bunda 'ince anlayışlı olanlar' için ibretler vardır." (Hicr, 75)

6.  Onlar insanlardan yüzsüzlük ederek istemezler. Burada hem istemeleri, hem de ısrarla istemeleri nefyedilmiştir. Sanki burada kötü görülen istemenin, ısrarla ve yüzsüzlükle yapılan isteme olduğuna dikkat çekilmiştir. Yüzsüzlük ve ısrar etmeden zaruret miktarını istemeye gelince, haram olmamakla beraber bunu da terketmek daha faziletlidir.

İşte bunlar, sadakaya müstahak olan fakirlerin altı sıfatıdır. İnsanların çoğu bunları geçersiz kılmış ve hakiki fakirliği değil, sadece şeklini ve zahirini mülâhaza etmişlerdir. Zikredilen diğer sıfatlar ise, hem o sıfatları taşıyanlar çok az, hem de onları bilenler çok azdır. Allah dilediğini muvaffak kılar.

İşte bunlar, malları hususunda muhsin olanlardır / ihsan edenlerdir.

 

2. Kısım: Zalimlerdir:

Bunlar diğerlerinin tam zıddı olup, fakir ve muhtacı kesenlerdir. Fakir ve muhtaçların bunlara ihtiyacı düştüğü zaman, ancak onlara verdiklerinden daha fazlasını onlardan geri almak şartıyla ihtiyaç ve sıkıntılannı giderirler. Bunlar faiz ehli olan kimselerdir. Bu geçen âyeti kerimelerden sonra Allah Teâlâ onları zikrederek şöyle buyurdu:

"Ey iman edenler, (gerçek) mü'minlerseniz, takvalı olun (Allah'ın emrine uygun yaşayın) artık kalan faizi de bırakın (almayın)." (Bakara, 278)

Âyeti kerimenin hemen başında, faizle taban tabana zıt olan takvayı emretti ve âyet indikten sonra geri kalan faizi almamalarını emrederek, faiz haram kılınmadan önce aldıklarını affettiğini bildirdi. Eğer bu son husus olmamış olsaydı, onlar, faiz haram kılınmadan önce aldıklarının hepsini geri vereceklerdi. Bu emre uymayı ise onlarda bulunan imâna bağladı. Bilinen bir husustur ki, bir şarta bağlı olan bir şey, o şartın olmamasıyla o da olmaz. Daha sonra en sert ve katı ifadelerle faizin haramlığını te'kid etti ki, o da faiz yiyenin Allah ve Rasûlüyle savaş halinde olduğunu beyân etmesidir.

Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"Eğer (bu faizi terk etme işini) yapmazsanız, Allah'a ve Rasûlü'ne savaş açtığınızı bilin." (Bakara, 279)

Şüphesiz ki bu tehdit, faiz ile muamele edenin Allah ve Rasûlüyle savaş halinde olduğunu ve Allah'ın ona savaş açtığını ilân ettiğini içermektedir. Bu vaîd / tehdit, faiz, yol kesme ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmak dışında herhangi büyük bir günah hakkında vârid olmamıştır. Zira bunların her biri de yeryüzünde fesat çıkarmaktadır. İnsanların yollarını kesenler, onlara zulmetmek ve onları tasallutu altında bulundurmakla fesat çıkarırlarken; faiz yiyenler ise, insanlara daha ağır zorluklar ve sıkıntılar yüklemeden onların sıkıntılarını gidermemekle fesat çıkarırlar.

Bundan dolayı Allah Teâlâ, yol kesicilerin Allah ve Rasûlü'ne savaş açtıklarını haber verirken; faizi terketmedikleri sürece bunların da Allah ve Rasûlü'yle savaş halinde olduklarını bildirmektedir.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"... Eğer (fâzini her türlüsüne) tevbe ederseniz, ona paranız yine sizindir..." (Bakara, 280)

Yânî; faizli bir antlaşma yapmışken sizler onu bırakır ve Allah'a tevbe ederseniz, ana paranız yine sizin olur. Ne ana paranızdan fazla alıp alana zulmedersiniz, ne de eksik alıp alan tarafından zulme maruz kalırsınız. Eğer bu alan kimse fakir ise, zengin olacağı vakte kadar ona mühlet tanımak vacip olur. Eğer aldığını ona tasadduk eder ve onu tamamen borçtan kurtarırsanız, şüphesiz ki bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Yok eğer nefisleriniz cimrilik edip ne vacip olan adaleti, ne de mendup olan fazileti kabul etmiyorsa; onlara, kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz, Rabb'inizle karşılaşacağınız ve en çok muhtaç olduğunuz bir anda O'nun size amellerinizin karşılığını vereceği günü hatırlatın.

Böylece Allah Teâlâ önce tasadduk eden muhsini, onun ardından da faizle muamele yapan zalimi zikretti.

 

3. Kısım: Adaleti gözetenlerdir:

Allah Teâlâ bunlan borçlanma âyetinde zikrederek şöyle buyurdu:

"Ey iman edenler, muayyen bir müddete kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman..." (Bakara, 282)

Eğer bu âyeti kerime, tek başına bir kitap yazmayı gerektirmeseydi, biz bunu biraz tefsir ederdik. Halbuki bizim maksadımız sadece dikkat çekip işaret etmektir. Bu âyeti kerimede adaleti gözetenler de zikredilmektedir ki, onlar alacaklı oldukları kimselerden ne eksik ne de fazla sadece ana paralarını alanlardır.

Son olarak Bakara sûresine, büyük bir hatime ile son verilmiştir. Şüphesiz ki bu hatime, Rahman'ın arşının altından çıkmış bir hazinedir. Bu sûrenin okunduğu evden şeytanlar kaçarlar. Muhakkak ki bu hatimede öyle ilimler, marifetler, İslâmi kurallar imânı esaslar ve ihsan makamları bulunmaktadır ki; bütün bunları açıklamak için ayrı bir kitap yazmak gerekir. Halbuki bizim buradaki maksadımız, yaratıkların ahiret yurdundaki tabakalarını zikretmektir.

 

Artık asıl konumuza dönelim.

Zira bütün bu açıklamalarımız, kalemin hızlı çalışmasından kaynaklanmaktadır. Belki de bu açıklamalar, bizim açıklama sadedinde olduğumuz hususlardan daha önemliydiler.

İşte ihsan eden ve başkalarına da faydası dokunanlar, ümmet tabakaları içinde sadece bu dördüdür. Ki bunlar:

1 - Âlimler,

2 - Adaleti gözeten yöneticiler,

3 - Mücahidler ve

4 - Sadaka verip mallarını Allah yolunda bağışlayanlardır.

Ve işte âhiretin sultanları bunlardır. Bunların salih amel defterleri, kat kat artarak dolmaktadır. Onlar yerin altındayken, yeryüzünde onların izi kaldıkça amel defterlerine boyuna iyilikler eklenmektedir. Bu ne yüce bir nimettir! Ne büyük bir ikramdır! Allah, kullarından dilediğine bunu bağışlar.

 

İÇİNDEKİLER

5. Bölüm