1. Ebû Abbas'ın, tevekkülü avamın makamlarından addetmesi daha önceden de geçtiği gibi batıldır. Hatta havas / seçkin kimseler, avamdan daha tevekküle muhtaçtırlar. Ve hiç şüphe yok ki seçkin kimselerin tevekkülü, avamın tevekkülünden daha yücedir. Ve yine şüphesiz ki tevekkül, yola adımını attığı andan yolun sonuna kadar sadık / samimi olan kimseyle beraber bulunmaktadır. Bu kimsenin yakınlığı artıp seyr u sülûku kuvvet kazandıkça, tevekkülü de artmaktadır.
Tevekkül, Allah'a yürüyen kimsenin bineğidir. Bu binek olmadan onun yürüyüşüne devam etmesi imkansızdır. Bu binekten indiği an yolda kalmaya mahkûmdur o.
Tevekkül, imanın lâzımı ve gereğidir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"...inanan kimseler iseniz, yalnız Allah'a
güvenip dayanın!" (Mâide, 23)
Burada Allah'ü Teâlâ tevekkülü imanın şartı kabul etmiştir. Dolayısıyla tevekkülün olmaması, imanın da olmadığını gösterir.
Allah'ü Teâlâ diğer bir âyette şöyle buyuruyor:
"Mûsâ dedi ki: "Ey kavmim, eğer Allah'a
(gerçekten) inandıysanız ve O'na teslim olmuş iseniz, artık ancak Allah'a
güvenip dayanın." (Yunus, 84)
Burada da Allah'ü Teâlâ tevekkülü, İslâmın sıhhatine delil kabul etmiştir.
Bir başka âyeti kerimede Allah'ü Teâlâ:
"... Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar"
(Al'i İmran, 160) buyurmaktadır.
Burada onların diğer isimleri değil de "iman"
isminin zikredilmesi, imanın tevekkülü gerektirdiğini göstermektedir.
Hiç şüphesiz ki tevekkülün kuvvet kazanması veya
zayıflaması, imanın kuvvetli olması veya zayıf olmasına göredir. Kulun imanı
kuvvet kazandıkça, tevekkülü de kuvvetli olur; imanının zayıflaması oranında da
tevekkülü zayıflar. Kulun tevekkülü zayıf ise, bu onun imanının da zayıf
olduğunu gösterir.
Allah'ü Teâlâ kitabında;
- tevekkül ile ibâdeti,
- tevekkül ile imanı,
- tevekkül ile İslâmı,
- tevekkül ile takvayı ve
- tevekkül ile hidâyeti birlikte zikretmektedir.
Şöyke ki;
Allah'ü Teâlâ kitabının yedi yerinde tevekkül ile ibâdeti birlikte zikretmektedir:
1. Ümmü'l Kur'ân / Fâtiha sûresinde şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Rabb'imiz): yalnız sana
(ibâdet ve itaatle) kulluk eder ve ancak senden medet umar / yardım dileriz."
(Fatiha, 4)
2. Allah, Şuayb (a.s.)ın şöyle dediğini bildirmektedir:
"...Başarım, ancak Allah (in yardımı)
iledir. Ancak O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na yönelirim."
(Hûd, 88)
3. Allah sübhanehû, kendi dostları ve mü'min kullarının şöyle dediklerini hikâye ediyor:
"...Ey Rabb'imiz, yalnız sana güvenip dayandık, yalnız sana yöneldik, dönüş de ancak sanadır."
(Mümtehine, 4)
4. Allah'ü Teâlâ, peygamberi Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem)'e hitaben şöyle buyurmaktadır:
"(Gece gündüz) Rabb'inin ismini an ve (ibadet için)her şeyden kesilerek O'na dön.
(O,) doğunun ve batının Rabb'idir. O'ndan başka (ibadete layık)
hiçbir ilâh yoktur. Yalnız O'nu vekil tut (O'na bağlan ve yalnız O'na kulluk
et)." (Müzzemmil, 8-9)
5. Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Göklerin ve yerin gaybını (sırrını) bilmek, Allah'a aittir. Bütün iş ancak O'na döndürülür. O halde O'na kulluk et, O'na güvenip dayan, Rabb'in yaptıklarınızdan habersiz değildir."
(Hûd, 123)
6. Allah sübhanehû şöyle buyurmaktadır:
"...Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarlın. Mevlânız
O'dur. (O) ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır."
(Hac,78)
7. Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Deki: "O benim Rabb'imdir. O'ndan başka
(ibadete layık) hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O'na dayanıp güvendim. Sonra dönüşüm de ancak O'nadır."
(Ra'd, 30)
İşte bu yedi yerde de iki esas birlikte bulunmaktadır ki, bunlar; vesile olan tevekkül ile gaye olan Allah'a yönelmektir.
Şüphesiz ki bir kulun, talep ettiği, bir gayesi ve bu gayeye kendisini ulaştıracak bir vesilesinin bulunması kaçınılmazdır.
Ve yine muhakkak ki bir kul için, kendisinden daha yüce bir gaye olmayan en şerefli ve değerli gaye Rabb'ine
kulluk etmek ve O'na yönelmektir.
Aynı şekilde kulu bu gayeye ulaştıracak vesile de,
kendisinden başka bir vesile olmayan Allah'a güvenip bundan başka bir vesilesi
yoktur.
İşte en yüce gaye ve en değerli vesile...
Tevekkül ile imanın birlikte zikredildiği âyeti kerimelerden bazıları şunlardır:
"De ki: O (Allah) Rahman'dır. İşte biz
O'na inandık ve ancak O'na güvenip dayandık.. " (Mülk, 29)
"... inanan kimseler iseniz, yalnız Allah'a güvenip dayanın!"
(Mâide, 23)
"...Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar."
(Al'i İmran, 122)
Tevekkül ile İslâmın bir arada zikredildiğine örnek Allah'ü Teâlâ'nın şu sözüdür:
"Mûsâ dedi ki: "Ey kavmim, eğer Allah'a
(gerçekten) inandıysanız ve O'na teslim olmuş iseniz, artık ancak Allah'a güvenip dayanın."
(Yunus, 84)
Tevekkül ile takvanın birlikte zikredilmesinin örneği şu âyeti kerimelerdir:
"Ey peygamber, Allah'ın emirlerine uygun yaşamada sebat et; kâfirlere ve münafıklara itaat etme... Allah'a güvenip dayan, koruyucu olarak Allah yeter." (Ahzab, 1-3)
"... Kim de Allah'a saygı duyup emirlerine uyarsa,
(Allah) ona (selamete) çıkacak bir yer sağlar. Ona, tahmin etmediği yerden rızık verir. Kim de Allah'a güvenip dayanırsa, O, ona yeter..."
(Talâk, 2-3)
Tevekkül ile hidâyetin beraber zikredilmesine gelince:
Peygamberlerin kavimlerine
söyledikleri şu söz de olduğu gibi:
"(O) yollarımızı bize dosdoğru
göstermişken, biz ne diye Allah'a güvenip dayanmayalım." (İbrahim, 12)
Peygamberine hitaben Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"(Rasûlüm) o halde Allah'a güvenip dayan; çünkü sen apaçık bir gerçek / hak üzeresin."
(Neml, 79)
Burada Allah'ü Teâlâ ilk önce, kendisine tevekkül etmesini emretti; daha sonra da tevekkül etmeyi gerektiren, onu tashih eden ve onun kesinleşip sabit olmasını icap eden bir hususu ifade etti. Ki o da Allah'ü Teâlâ'nın şu sözüdür:
"... Çünkü sen apaçık bir gerçek / hak üzeresin."
Zira kulun hak üzere olması, onun, Allah'a güvenip dayanma, O'nunla
yetinme ve O'nun yüce kudretine sığınma makamını hakkıyla gerçekleştirmesini
gerektirir. Çünkü Allah, Hakk'ın ta kendisi olduğu gibi; hak olan her şeyin
velisi, ona yardım edip destekleyen ve onu ikâme edenleri koruyup gözetleyen de
sadece O'dur. Böyle iken hakka sahip çıkanlar ne diye O'na tevekkül etmesinler
ki?
Hak üzere oldukları halde neden korksunlar ki?
Nitekim peygamberler kendi kavimlerine şöyle
demişlerdi:
"(O,) yollarımızı bize dosdoğru
göstermişken, biz ne diye Allah'a güvenip dayanmayalım."
(İbrahim, 12)
Burada görüldüğü gibi peygamberler, kendilerini
hidâyete erdirmişken Allah'a tevekkül etmemeyi garipsemekte ve böyle bir şeyin
ebedi olarak olamayacağını haber vermektedir. İşte bu da, tevekkül ile hidâyetin
birbirini gerektiren ayrılmaz iki şey olduğunu göstermektedir.
Şüphesiz ki hak üzere olan kimse, hakkı bildiği ve
hakkın sahibinin ve yardımcısının Allah olduğuna güveni tam olduğu için Allah'a
tevekkül etmesi zorunlu ve kaçınılmazdır.
Zira tevekkül de kalbin ilmi ve ameli şeklinde
iki esas bulunur.
- Kalbin ilminden maksat: Tevekkül etmekle
kendisine vekil ve yardımcı kabul ettiği Allah'ın kendisine kâfi olduğunu, O'na
havale ettiği şeyleri en kemâliyle yerine getireceğini ve bu hususta başka
hiçbir kimsenin O'nun yerine geçemeyeceğini yakini olarak bilmesidir.
- Kalbin ameline gelince;
kendisinin vekili ve yardımcısı olan Allah'la huzura kavuşması, O'nun huzurunda
mutmain olması, kendi bütün işlerini O'na teslim edip havale etmesi, kendisinin
nefsi için yaptığı tasarruflardan daha çok O'nun kendisi hakkındaki
tasarruflarına razı olması ve bütün bu hususlarda başkasının O'nun yerini
alamayacağını bilmesidir.
İşte gerçek tevekkül, ancak
bu iki esasın da bulunmasıyla gerçekleşir. Her ne kadar tevekkül insanın kalbi
amellerine dahil olsa da, onun bütününü bu iki esas oluşturur.
Nitekim İmam Ahmed (r.a) şöyle demektedir:
"Tevekkül, kalbin amelidir. Ancak
tevekkül için ilim de kaçınılmaz olarak gereklidir. İlim, ya tevekkülün şartı,
ya da onun mahiyetinin bir parçasıdır."
Elhâsıl:
Kalp "hak" üzere bulunduğu zaman, daha mutmain olup, Allah'ın kendisinin sahibi ve yardımcısı olduğuna güveni daha tam ve Allah'ın yanında daha huzurlu olur. Böyle iken ne diye Rabb'ine tevekkül etmesin ki?
Fakat hem ilmen, hem de amelen veya bunların birisinde kalp batıl üzerinde bulunursa; bu durumda kalbin Rabb'ine güveni ve O'nun yanında huzuru kalmaz. Çünkü Allah katında böyle bir kalp için her hangi bir koruma ve taahhüt yoktur. Zira Allah, ne batılı sahiplenir, ne ona yardım eder ve ne de batıl her hangi bir şekilde O'na nispet edilebilir. Dolayısıyla böyle bir kalbin Allah ile olan bağı tamamen kopmuştur.
Hiç şüphesiz ki Allah sübhânehû Hak'tır.
O'nun sözü haktır.
Dini haktır.
Vadi haktır.
O'nunla karşılaşmak haktır ve
O'nun bütün fiilleri haktır.
O'nun fiilleri arasında hiçbir batıl şey mevcut değildir. Bilakis Allah sübhânehu'nun sözleri batıldan beri olduğu gibi, O'nun fiilleri de batıldan beridir.
Batılın Allah ile hiçbir bağı olmayıp. O'ndan tamamen kopuk olunca; batılın sahibi de aynı şeye mâruz kaldı.
Hiç şüphesiz ki Azim / yüce olan Allah ile hiçbir bağı olmayan ve Rabb'inden tamamen kopmuş olan kimsenin, Allah'da sahibi, yardımcısı ve vekili olmaz.
Tevekkül ile hakk Teâlâ hazretleriyle yetinmek ve hidâyet arasındaki birlikteliği, bunlardan birinin diğerine olan bağlılığı hakkındaki bu büyük sırrı iyice düşün!
Eğer bu risalede bu ince sırdan başka bir şey bulunmamış olsaydı, sadece bundan dolayı bile bu risale kalp kütüphanesine konmayı hak ederdi. Zira bu meseleye gerçekten çok büyük bir ihtiyaç vardır. Kendisinden yardım istenen ve kendisine güvenilip dayanılan sadece Allah'tır.
Bütün bu açıklamalarımızla açıkça ortaya çıktı
ki, bütün iman ve ihsan makamları ile İslâm amellerinin aslı ve esası
tevekküldür.
Bütün bunlar için tevekkülün konumu, baş için
bedenin konumu ne ise odur. Nasıl ki baş sadece bedenin üzerinde duruyorsa, aynı
şekilde bütün makam ve amelleriyle beraber iman da ancak tevekkül ayakları
üzerinde durur.
En iyisini bilen Allah'tır.
|