بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Üçüncü Örnek: Tevekkül

 

Ebû Abbas dedi ki:

"Tevekkül de avamın makamıdır. Zira tevekkül, senin bütün işlerini Mevlâna havale etmen ve senin işlerini düzenlemesi ve maksatlarını yerine getirmesi için O'nu bilmeye ve iyice tanımaya sığınmandır.

Seçkin insanların yolunda bu, sadece Allah'la yetinmeyi görmemek ve sebeplere başvurmaktır. Zira bu durumda sen, zahiri sebepleri terk ettiğin halde tevekkül ile meşgul olmaktasın. Böylece tevekkülün, terk ettiğin zahiri sebeplerin yerine geçmiş olur.

Bu seçkin insanlara göre tevekkülün hakikati, tevekkül hastalığından kalbini arındırması için de Allah'a tevekkül etmektir. Bu da şöyle olur:

Kul, Allah'ın hiçbir şeyi ihmal etmediğini, her şeyi takdir edip bu işin artık bittiğini kesin olarak bilmelidir.

Eğer bunlardan herhangi bir şey akılla örtüşmez, hissiyat ile uyuşmaz ve alışılagelen şeylere ters olursa; kesin olarak bilmelidir ki bütün bunların müdebbiri / düzenleyicisi sadece O'dur. O'nun işi, takdir edilmiş olan şeyleri oluşma vakitlerine sevketmektir.

Şüphesiz ki tevekkül eden kimse, sebepleri mütâlâa etmekten nefsini rahatlatan ve Allah'ın her şeyden önce gerçekleşmiş olan taksimiyle huzur bulan kimsedir.

Bu kimse kesin olarak bilir ki, kendisinin talebi, kendisi için takdir edilmiş olan şeyleri bir araya toplamaz ve tevekkülü de bunların kendisini bulmasına engel olmaz. Bu iki hususta onun yanında aynıdır. Her ne zaman kul tevekkülü ile bir dünyalığı gözetirse, onun tevekkülü noksan ve kastı malûl olur. Eğer kul bütün bu sebeplerin bağından kurtulur ve tevekkülü ile Allah'ın katıksız hakkından başka bir şeyi gözetmeyecek olursa, Allah onun her işinde O'na yeterli olur."

 

Deriz ki:

Birkaç açıdan tevekkülü inceleyeceğiz:

 

1. Ebû Abbas'ın, tevekkülü avamın makamlarından addetmesi daha önceden de geçtiği gibi batıldır. Hatta havas / seçkin kimseler, avamdan daha tevekküle muhtaçtırlar. Ve hiç şüphe yok ki seçkin kimselerin tevekkülü, avamın tevekkülünden daha yücedir. Ve yine şüphesiz ki tevekkül, yola adımını attığı andan yolun sonuna kadar sadık / samimi olan kimseyle beraber bulunmaktadır. Bu kimsenin yakınlığı artıp seyr u sülûku kuvvet kazandıkça, tevekkülü de artmaktadır.

Tevekkül, Allah'a yürüyen kimsenin bineğidir. Bu binek olmadan onun yürüyüşüne devam etmesi imkansızdır. Bu binekten indiği an yolda kalmaya mahkûmdur o.

 

Tevekkül, imanın lâzımı ve gereğidir.

Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"...inanan kimseler iseniz, yalnız Allah'a güvenip dayanın!" (Mâide, 23)

Burada Allah'ü Teâlâ tevekkülü imanın şartı kabul etmiştir. Dolayısıyla tevekkülün olmaması, imanın da olmadığını gösterir.

Allah'ü Teâlâ diğer bir âyette şöyle buyuruyor:

"Mûsâ dedi ki: "Ey kavmim, eğer Allah'a (gerçekten) inandıysanız ve O'na teslim olmuş iseniz, artık ancak Allah'a güvenip dayanın." (Yunus, 84)

Burada da Allah'ü Teâlâ tevekkülü, İslâmın sıhhatine delil kabul etmiştir.

Bir başka âyeti kerimede Allah'ü Teâlâ:

"... Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar" (Al'i İmran, 160) buyurmaktadır.

Burada onların diğer isimleri değil de "iman" isminin zikredilmesi, imanın tevekkülü gerektirdiğini göstermektedir.

Hiç şüphesiz ki tevekkülün kuvvet kazanması veya zayıflaması, imanın kuvvetli olması veya zayıf olmasına göredir. Kulun imanı kuvvet kazandıkça, tevekkülü de kuvvetli olur; imanının zayıflaması oranında da tevekkülü zayıflar. Kulun tevekkülü zayıf ise, bu onun imanının da zayıf olduğunu gösterir.

 

Allah'ü Teâlâ kitabında;

- tevekkül ile ibâdeti,

- tevekkül ile imanı,

- tevekkül ile İslâmı,

- tevekkül ile takvayı ve

- tevekkül ile hidâyeti birlikte zikretmektedir.

Şöyke ki;

 

Allah'ü Teâlâ kitabının yedi yerinde tevekkül ile ibâdeti birlikte zikretmektedir:

1.  Ümmü'l Kur'ân / Fâtiha sûresinde şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Rabb'imiz): yalnız sana (ibâdet ve itaatle) kulluk eder ve ancak senden medet umar / yardım dileriz." (Fatiha, 4)

2. Allah, Şuayb (a.s.)ın şöyle dediğini bildirmektedir:

"...Başarım, ancak Allah (in yardımı) iledir. Ancak O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na yönelirim." (Hûd, 88)

3. Allah sübhanehû, kendi dostları ve mü'min kullarının şöyle dediklerini hikâye ediyor:

"...Ey Rabb'imiz, yalnız sana güvenip dayandık, yalnız sana yöneldik, dönüş de ancak sanadır." (Mümtehine, 4)

4.  Allah'ü Teâlâ, peygamberi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e hitaben şöyle buyurmaktadır:

"(Gece gündüz) Rabb'inin ismini an ve (ibadet için)her şeyden kesilerek O'na dön. (O,) doğunun ve batının Rabb'idir. O'ndan başka (ibadete layık) hiçbir ilâh yoktur. Yalnız O'nu vekil tut (O'na bağlan ve yalnız O'na kulluk et)." (Müzzemmil, 8-9)

5. Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Göklerin ve yerin gaybını (sırrını) bilmek, Allah'a aittir. Bütün iş ancak O'na döndürülür. O halde O'na kulluk et, O'na güvenip dayan, Rabb'in yaptıklarınızdan habersiz değildir." (Hûd, 123)

6.  Allah sübhanehû şöyle buyurmaktadır:

"...Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarlın. Mevlânız O'dur. (O) ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır." (Hac,78)

7. Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Deki: "O benim Rabb'imdir. O'ndan başka (ibadete layık) hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O'na dayanıp güvendim. Sonra dönüşüm de ancak O'nadır." (Ra'd, 30)

 

İşte bu yedi yerde de iki esas birlikte bulunmaktadır ki, bunlar; vesile olan tevekkül ile gaye olan Allah'a yönelmektir.

Şüphesiz ki bir kulun, talep ettiği, bir gayesi ve bu gayeye kendisini ulaştıracak bir vesilesinin bulunması kaçınılmazdır.

Ve yine muhakkak ki bir kul için, kendisinden daha yüce bir gaye olmayan en şerefli ve değerli gaye Rabb'ine kulluk etmek ve O'na yönelmektir.

Aynı şekilde kulu bu gayeye ulaştıracak vesile de, kendisinden başka bir vesile olmayan Allah'a güvenip bundan başka bir vesilesi yoktur.

İşte en yüce gaye ve en değerli vesile...

 

Tevekkül ile imanın birlikte zikredildiği âyeti kerimelerden bazıları şunlardır:

"De ki: O (Allah) Rahman'dır. İşte biz O'na inandık ve ancak O'na güvenip dayandık.. " (Mülk, 29)

"... inanan kimseler iseniz, yalnız Allah'a güvenip dayanın!" (Mâide, 23)

"...Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar." (Al'i İmran, 122)

 

Tevekkül ile İslâmın bir arada zikredildiğine örnek Allah'ü Teâlâ'nın şu sözüdür:

"Mûsâ dedi ki: "Ey kavmim, eğer Allah'a (gerçekten) inandıysanız ve O'na teslim olmuş iseniz, artık ancak Allah'a güvenip dayanın." (Yunus, 84)

 

Tevekkül ile takvanın birlikte zikredilmesinin örneği şu âyeti kerimelerdir:

"Ey peygamber, Allah'ın emirlerine uygun yaşamada sebat et; kâfirlere ve münafıklara itaat etme... Allah'a güvenip dayan, koruyucu olarak Allah yeter." (Ahzab, 1-3)

"... Kim de Allah'a saygı duyup emirlerine uyarsa, (Allah) ona (selamete) çıkacak bir yer sağlar. Ona, tahmin etmediği yerden rızık verir. Kim de Allah'a güvenip dayanırsa, O, ona yeter..." (Talâk, 2-3)

 

Tevekkül ile hidâyetin beraber zikredilmesine gelince:

Peygamberlerin kavimlerine söyledikleri şu söz de olduğu gibi:

"(O) yollarımızı bize dosdoğru göstermişken, biz ne diye Allah'a güvenip dayanmayalım." (İbrahim, 12)

Peygamberine hitaben Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"(Rasûlüm) o halde Allah'a güvenip dayan; çünkü sen apaçık bir gerçek / hak üzeresin." (Neml, 79)

Burada Allah'ü Teâlâ ilk önce, kendisine tevekkül etmesini emretti; daha sonra da tevekkül etmeyi gerektiren, onu tashih eden ve onun kesinleşip sabit olmasını icap eden bir hususu ifade etti. Ki o da Allah'ü Teâlâ'nın şu sözüdür:

"... Çünkü sen apaçık bir gerçek / hak üzeresin."

Zira kulun hak üzere olması, onun, Allah'a güvenip dayanma, O'nunla yetinme ve O'nun yüce kudretine sığınma makamını hakkıyla gerçekleştirmesini gerektirir. Çünkü Allah, Hakk'ın ta kendisi olduğu gibi; hak olan her şeyin velisi, ona yardım edip destekleyen ve onu ikâme edenleri koruyup gözetleyen de sadece O'dur. Böyle iken hakka sahip çıkanlar ne diye O'na tevekkül etmesinler ki?

Hak üzere oldukları halde neden korksunlar ki?

Nitekim peygamberler kendi kavimlerine şöyle demişlerdi:

"(O,) yollarımızı bize dosdoğru göstermişken, biz ne diye Allah'a güvenip dayanmayalım." (İbrahim, 12)

Burada görüldüğü gibi peygamberler, kendilerini hidâyete erdirmişken Allah'a tevekkül etmemeyi garipsemekte ve böyle bir şeyin ebedi olarak olamayacağını haber vermektedir. İşte bu da, tevekkül ile hidâyetin birbirini gerektiren ayrılmaz iki şey olduğunu göstermektedir.

Şüphesiz ki hak üzere olan kimse, hakkı bildiği ve hakkın sahibinin ve yardımcısının Allah olduğuna güveni tam olduğu için Allah'a tevekkül etmesi zorunlu ve kaçınılmazdır.

Zira tevekkül de kalbin ilmi ve ameli şeklinde iki esas bulunur.

- Kalbin ilminden maksat: Tevekkül etmekle kendisine vekil ve yardımcı kabul ettiği Allah'ın kendisine kâfi olduğunu, O'na havale ettiği şeyleri en kemâliyle yerine getireceğini ve bu hususta başka hiçbir kimsenin O'nun yerine geçemeyeceğini yakini olarak bilmesidir.

- Kalbin ameline gelince; kendisinin vekili ve yardımcısı olan Allah'la huzura kavuşması, O'nun huzurunda mutmain olması, kendi bütün işlerini O'na teslim edip havale etmesi, kendisinin nefsi için yaptığı tasarruflardan daha çok O'nun kendisi hakkındaki tasarruflarına razı olması ve bütün bu hususlarda başkasının O'nun yerini alamayacağını bilmesidir.

İşte gerçek tevekkül, ancak bu iki esasın da bulunmasıyla gerçekleşir. Her ne kadar tevekkül insanın kalbi amellerine dahil olsa da, onun bütününü bu iki esas oluşturur.

Nitekim İmam Ahmed (r.a) şöyle demektedir:

"Tevekkül, kalbin amelidir. Ancak tevekkül için ilim de kaçınılmaz olarak gereklidir. İlim, ya tevekkülün şartı, ya da onun mahiyetinin bir parçasıdır."

 

Elhâsıl:

Kalp "hak" üzere bulunduğu zaman, daha mutmain olup, Allah'ın kendisinin sahibi ve yardımcısı olduğuna güveni daha tam ve Allah'ın yanında daha huzurlu olur. Böyle iken ne diye Rabb'ine tevekkül etmesin ki?

Fakat hem ilmen, hem de amelen veya bunların birisinde kalp batıl üzerinde bulunursa; bu durumda kalbin Rabb'ine güveni ve O'nun yanında huzuru kalmaz. Çünkü Allah katında böyle bir kalp için her hangi bir koruma ve taahhüt yoktur. Zira Allah, ne batılı sahiplenir, ne ona yardım eder ve ne de batıl her hangi bir şekilde O'na nispet edilebilir. Dolayısıyla böyle bir kalbin Allah ile olan bağı tamamen kopmuştur.

Hiç şüphesiz ki Allah sübhânehû Hak'tır.

O'nun sözü haktır.

Dini haktır.

Vadi haktır.

O'nunla karşılaşmak haktır ve

O'nun bütün fiilleri haktır.

O'nun fiilleri arasında hiçbir batıl şey mevcut değildir. Bilakis Allah sübhânehu'nun sözleri batıldan beri olduğu gibi, O'nun fiilleri de batıldan beridir.

Batılın Allah ile hiçbir bağı olmayıp. O'ndan tamamen kopuk olunca; batılın sahibi de aynı şeye mâruz kaldı.

Hiç şüphesiz ki Azim / yüce olan Allah ile hiçbir bağı olmayan ve Rabb'inden tamamen kopmuş olan kimsenin, Allah'da sahibi, yardımcısı ve vekili olmaz.

Tevekkül ile hakk Teâlâ hazretleriyle yetinmek ve hidâyet arasındaki birlikteliği, bunlardan birinin diğerine olan bağlılığı hakkındaki bu büyük sırrı iyice düşün!

Eğer bu risalede bu ince sırdan başka bir şey bulunmamış olsaydı, sadece bundan dolayı bile bu risale kalp kütüphanesine konmayı hak ederdi. Zira bu meseleye gerçekten çok büyük bir ihtiyaç vardır. Kendisinden yardım istenen ve kendisine güvenilip dayanılan sadece Allah'tır.

 

Bütün bu açıklamalarımızla açıkça ortaya çıktı ki, bütün iman ve ihsan makamları ile İslâm amellerinin aslı ve esası tevekküldür.

Bütün bunlar için tevekkülün konumu, baş için bedenin konumu ne ise odur. Nasıl ki baş sadece bedenin üzerinde duruyorsa, aynı şekilde bütün makam ve amelleriyle beraber iman da ancak tevekkül ayakları üzerinde durur.

En iyisini bilen Allah'tır.

 

. Ebû Abbas'ın tevekkül hakkındaki:

"Seçkin insanların / havasın yolunda bu, Hakk'ın yeterliliğini görmemek ve sebeplere başvurmaktır..."

Şeklindeki sözlerinin ifade ettiği şey şudur:

Gerçek tevekkül, ancak bütün sebepleri terk etmek ve onlardan yüz çevirmekle gerçekleşebilir. Halbuki tevekkülün kendisi, istenilen şeyin oluşması için başvurulabilen en büyük ve en kuvvetli bir sebeptir. Bu durumda tevekkül sahibi sanki bir sebebi terk edip diğer bir sebebe tutunmuş ve bu hususta tenakuz / çelişki içine girmiştir. Bunu ifade etmek için de Ebû Abbas şöyle dedi:

"..Bundan dolayı tevekkül, bütün bu sebeplerin yerine geçen bir sebep oldu."

İşte bu, Ebû Abbas'a göre tevekkülün avamın makamlarından sayılmasına sebep olan nüktedir. Halbuki bu husus, tevekkül ile sebebi birlikte mütâlâa etme konusu olmayıp, tevekkülü illetlendirme konusudur. Dolayısıyla Ebû Abbas'a deriz ki:

Hiç şüphe yok ki senin:

"tevekkül, Hakk'ın yeterliliğini görmemektedir." Sözün gerçeği yansıtmamaktadır.

Bilakis tevekkül, Hakk'ın yeterliliğinin ta kendisine bakmak ve bunu mülahaza etmektir. Şüphesiz ki Allah'ın yeterliliğini elde etmek için, buna sebep olan kulluğu yerine getirmek gerekir. Allah'ın kula yeterli olmasının en büyük sebebi kulun O'na tevekkül etmesidir.

Nitekim Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"...kim de Allah'a güvenip dayanırsa, o, ona yeter." (Talak, 3)

Görüldüğü gibi Allah'ü Teâlâ burada tevekkülü, kula yeterli olmanın sebebi kabul etmiş ve bütün sonuçların sebeplerine bağlı olması gibi kula yeterli olmayı tevekküle bağlamıştır. Bütün bunlara rağmen nasıl olurda:

"Tevekkül, Hakk'ın yeterliliğini görmemektir" denilebilir?

Halbuki tevekkül, Allah'ın kula yeterli olmasının mükâfatı olacağı katıksız bir kulluk olup; Allah'ın yeterli olmasının bu olmadan gerçekleşebilmesi imkansızdır.

Fakat buradaki noksanlık, bu yeterliliğin, kendi fiilinin ve tevekkülün sayesinde gerçekleştiğini düşünmen ve bu dereceye ulaşman için sana bu sebebi lütfeden sebeplerin yaratıcısını hiç göz önünde bulundurmamandır.

Halbuki işin başı da sonu da O'ndan dır. Hem bu sebebi, hem de onun sonucunu bahşeden sadece O'dur. Ancak kulun sebebi bahşedene bakması, sebebi hiç görmemesini ve onu yerine getirmemesini gerektirmez. Fakat gerekli olan, bu iki hususun da hakkını vermektir.

 

3. Ebû Abbas'ın:

"Tevekkül, sebeplere başvurmaktır" sözüne gelince;

Eğer bu sözünden maksadı: "Tevekkül, kulluğu noksanlaştıran ve gerçek tevekküle zarar veren bir sebebe başvurmaktır" şeklinde ise; hiç şüphe yok ki bu doğru değildir. Bunun gerçeği yansıtmadığı gayet açıktır.

Yok eğer bu sözüyle: "Tevekkül, Allah'ın kula yeterli olmasını gerektiren, bu yeterliliğin mükâfatı olduğu ve kendisi olmadan bu yeterliliğin asla gerçekleşmeyeceği bir sebebe başvurmaktır." Şeklinde bir mânâ kastediyorsa; hiç şüphesiz ki bu doğrudur.

Ancak bu sebebe başvurmak ve bunu yerine getirmek, katışıksız bir kemâl ve kulluğun ta kendisidir. Bu, aynen İslâm'ın, imanın ve ihsanın kurtuluş ve saadeti gerektiren sebepler yapılması gibidir. Hatta bu, kalp ve uzuvların bütün amellerinin, kendilerinin sonucu olan mükâfatlan gerektiren sebepler yapılması gibidir. Bu sebepleri yerine getirmek muhakkak ki kemâlin ta kendisidir ve bunları yerine getirmenin dışında bir kemâlin bulunması imkansızdır. Yerine getirilmeleri noksanlık olan sebepler, tevekkülü zayıflaştıran sebeplerdir. Fakat tevekkül etmek bir sebebe başvurmak olduğundan dolayı bizzat tevekkülün noksan sayılması, hakikatleri tersine çevirmekten başka bir şey değildir.

 

4. Ebû Abbas'ın:

"...Zira bu durumda sen, zahiri sebepleri terk ettiğin halde tevekkül ile meşgul olmaktasın" sözüne gelince;

Eğer bu sözünden maksadı, bütün sebepleri toptan terk etmek ise; bu aklen ve hissen imkansız olduğu gibi, şer'an ve dinen de caiz değildir. Zira toptan bütün sebepleri terk etmek, akıl ve din çerçevesinden çıkmaktır. Yok eğer bu sözüyle o:

"Sebeplere dayanmayı ve onlara güvenmeyi, sadece onlara bakıp onları var edenden yüz çevirmeyi terk etmenin gerekli olduğunu" kastediyorsa; hiç şüphe yok bu haktır. Fakat bu durumda ne sebep de, ne de onu yerine getirmek de bir noksanlık bulunmaz; ancak noksanlık, bu sebepleri yerine getirirken onları var eden Allah'ü Teâlâ'dan yüz çevirmek de bulunur.

Netice olarak;

- Sebepleri, sebeplilik işlevini görmekten çıkarmak; hem akla, hem de şeriata zarar vermektir.

- Sebepleri ispat etmek, onlara dayanmak ve onları sebep olarak var edenden yüz çevirmek ise tevhid ve tevekküle zarar vermektir.

Fakat hem sebepleri yerine getirmek ve onları oldukları gibi değerlendirmek, hemde onları sebep olarak yaratan Allah'ü Teâlâ'nın haklarını yerine getirmek; emir ile tevhidi, şeriat ile kaderi birlikte değerlendirip hepsinin hakkını vermek olur ki, bu da kemâlin ta kendisidir.

Allah en iyisini bilir.

 

5. Ebû Abbas'ın:

"Böylece tevekkül, terk ettiğin diğer sebeplerin yerini almış olur" sözüne gelince;

Hiç şüphesiz ki bu gerçek ve haktır. Zira tevekkül de en büyük bir sebeptir. Ancak burada tevekkül diğer sebeplerin yerini almıştır. Nitekim masiyetin yerinde insanda tâat ve şirkin yerinde tevhit bulunur...

Fakat tevekkül, emredilen ve kulun yapması istenen bir bedeldir. Kötü olan şey, sebeplerin yerine kulun tevekküle tutunması değil; bilakis tevekkülü bırakıp sadece sebeplere yapışmasıdır.

 

6. Seyr û sülük erbabının dilinde işaret edilen fena üç kısımdır:

1: Allah'ın dışında herhangi bir şeyin varlığını kabul etmemek.

2: Allah'ın dışındaki varlıkları müşahede etmemek.

3: Allah'ın dışındaki şeylere ibâdet etmemek ve onları irade edip arzulamaktır. Bunların bir dördüncüleri yoktur.

 

1: Fena'nın birinci kısmına gelince:

Bu, vahdeti vücut görüşünde olanların fena anlayışıdır. Hiç şüphe yok ki bu anlayış, bizzat batıl olup, yaratıcıyı, O'nun rububiyetini, yaratma ve şeriatını inkâr etmeyi gerektirir. Aynı şekilde bu anlayış, dinsizlik ve zındıklığın en zirvesidir. İşte bu anlayış, vahdeti vücut mezhebine bağlı olan âlimlerin işaret ettiği ve "tahkik" diye isimlendirdikleri makamdır.

Bunlardan herhangi birinin bu makamla kastettiği şey, Rabb ile kul, yaratıcı ile yaratılmış, emreden ile emre muhatab olan ve taat ile masiyetin farkını müşahede etmemektir. Bilakis onlara göre bunların hepside birdir!

Bunlara göre seyr u sülük yapan kimse, ilk başlarda tâat ve masiyet farkını müşahede eder. Daha sonra bir çeşit erme ile bu fark makamından, bütün fiillerin Allah'a itaat olduğunu ve onların arasında masiyet sayılabilecek bir fiil bulunmadığını müşahede etme mertebesine yükselir ki; bu Allah'ın hüküm ve kaderini müşahede etme makamıdır. Bu makamda o, bütün fiillerin Allah'a itaat olduğunu müşahede eder. Çünkü bütün fiiller, O'nun hüküm ve meşietiyle meydana gelirler. Bu makamda onlara göre noksandır. Çünkü bu makamda da fark / yaratıcı ile yaratılanı ayırt etme bulunur.

Daha sonra sâlik bu makamdan, herhangi bir tâat ve masiyeti müşahede etmeme makamına yükselir. Çünkü tâat ve masiyet, birinin başkasına olan davranışlarında söz konusu olur. Halbuki burada başka bir şey mevcut değildir. Bu makamda bulunan sâlike göre yaratıcı ile yaratılmış diye bir şey olmayıp, hepsi birdir. İşte bunlara göre varılabilecek en son tahkik / en yüce mertebe budur! Buna ulaşamayan kimse, maksada ulaşmaktan geri kalmıştır.!

 

2: Fenanın ikinci kısmı: Bu kısım, sonradan gelen seyr u sülük erbabının işaret ettiği, "Allah'ın dışındaki şeyleri müşahede etmeme" şeklindeki fenadır. Bununla beraber onlar, Rabb ile kulu, tâat ile mâsiyeti ve yaratıcı ile yaratılmışları ayrı mütalaa etmektedirler. Bunlar da bu fena hakkında iki görüş ileri sürmüşlerdir:

a. Bazıları, seyr u sülük yapmaktan kastedilen gayenin bu olduğunu, bunun altında bulunan bütün mertebelerin buna nispeten noksan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bundan dolayı bunlar, bunun dışındaki bütün makam ve mertebeleri malûl kabul etmektedirler.

b. Diğer bazıları ise, bunun yolun gereklerinden biri ve sâlik için kaçınılmaz olduğunu; fakat bekanın bundan daha üstün olduğunu belirtmektedirler. İşte bunlar, bu mertebeyi noksan; fakat gerekli görmektedirler. Bu görüş, önceki sâliklerden bir çoğunun yoludur. Bunlar şöyle demektedirler:

Şüphesiz ki kemâl, mabudu müşahede etmekle beraber kulun ibadetini müşahede etmesidir. Ne kendi ibâdetini müşahede ederken mabudunu unutur, ne de mabudunu müşahede ederken ibâdetini unutur.

Fakat kalbe gelen mânâların kuvvetli oluşundan, kalbin zayıf olmasından ve bu mânâların kalbi her açıdan kontrol altına almasından dolayı fena gerçekleşir. Gerçek şu ki, fena makamı en son gaye değildir. Hatta yolun gereklerinden biri de değildir. Bilakis bu makam, bütün sâliklere değil de sadece bazılarına yolda arız olan geçici bir durumdur. Bu bazılarının da fenaya kapılmalarının üç sebebi vardır:

1. Bunlar, bu makamı istemekte ve bunun için çalışmaktadırlar. Zira bu makamı istenilebilecek en son gaye bildikleri zaman, hiç şüphesiz ki bunu elde etmek için çalışacaklardır. Bunlar fenaya yönelip onu elde ettikleri zaman, artık ona güvenip dayanır ve ondan asla ayrılmazlar. Fenanın bunlara arız olmasının sebebi ise, bunların, Allah'ın kendilerinden istediği kulluk görevlerini yerine getirmeye yönelip özellikle bunun için çalışmamaları; aksine kendilerinin Allah'tan istedikleri fenayı elde etmeye yönelip özellikle bunun için gayret etmeleridir. Zaten Allah'ın kendisinden istediği şeyleri gerçekleştirmeye çalışan ve sadece bunun için gayret sarfeden kimselere, neredeyse hiçbir şekilde fena arız olmaz ve onların sahasına fena diye bir şey uğramaz.

2. Bunların kalbine gelen mânâların, onların kalbini kontrolü altına alacak kadar kuvvetli olmasıdır. Artık onların kalbinde, başka bir şeyin yeri kalmaz.

3. Onların kalplerinin, gelen mânâları taşıyamaması ve zayıf kalmasıdır.

İşte bu üç sebebin bir araya gelmesiyle fena hâli meydana gelir.

 

3: Fenanın üçüncü kısmı:

Fenanın en mükemmel ve en yücesi:

- Allah'tan başkasına ibâdet etmemek,

- O'nun dışındaki hiçbir şeyi irade etmemek / kastetmemek,

- O'ndan başka şeyden korkmamak,

- O'ndan başkasına umudunu bağlamamak,

- O'ndan başkasına güvenip dayanmamak / tevekkül etmemek ve

- O'ndan başkasıyla huzura kavuşmamaktadır.

Bu fena makamını elde eden bir kul:

-Rabb'ine ibâdet etmekte,

- O'nu sevmekte,

- O'ndan korkmakta,

- Umudunu O'na bağlamakta,

- O'na tevekkül etmekte ve

- O'nun yanında huzur bulmakta fâni olup;

- O'ndan başkasına ibadet etmeyecek,

- O'ndan başkasını (O'nun izni olmadan) sevmeyecek,

- Umudunu O'ndan başkasına bağlamayacak ve

- O'ndan başkasına tevekkül etmeyecektir.

Halbuki bütün bu hususları yerine getirirken, O'ndan başkalarını gözüyle görüyor ve müşahede ediyor. Hiç şüphesiz ki böyle bir fena hâli, başkalarını müşahede etmiyor olduğu halde onlara ibâdet etmemesi ve onları sevmemesi şeklindeki fena hâlinden daha mükemmel ve daha yücedir.

Zira kul, Rabb'inden başkalarını da müşahede ettiği zaman; O'nun bu müşahedesi, Rabb'ine olan sevgisinin artmasını, O'nu daha çok tazim etmesini, O'na sığınmasını ve O'nun haklarına daha titiz bir şekilde riâyet etmesini gerektirir. Zira seven bir kimsenin, hem sevdiği mahbubunun prensiplerine, hem de O'nun zıtlarına bakması; mahbubuna olan muhabbetini hiç şüphesiz ki artırır.

Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle duâ ederdi:

" Sana teslim oldum Allah'ım. Sana iman ettim. Sadece sana tevekkül ettim / güvenip dayandım. Sadece sana yöneldim. Senin için düşmanlık ettim. Sadece senin hükmünü kabul ettim." (Buhari, el-fethü'l bari, 13/371; Müslim, 2717)

Secde de şöyle derdi o:

"Allahım, senin için secde ettim ve sana iman ettim." (Müslim, 771; Nesei, 2/222; Ahmed, 6/15)

Rüku ettiğinde de şöyle derdi:

"Allahım! senin için rüku ettim ve sadece sana iman ettim." (Müslim, 771)

İşte bunlar, hem kendi kulluğunu, hem de kulluk ettiği mabudunu müşahede eden bir zâtın dualarıdır. Bu zât, bunlardan birini müşahede ederken diğerini unutmuş değildir.

Şüphesiz ki kulluğun en kemâl derecesi şudur ki:

Kul, yaptığı kulluk görevlerini müşahede ederken, bunları Hakk olan mabuda yöneltir, O'nun huzurunda bunları yaptığını hisseder ve bunlarla O'na biraz daha yaklaşmak ister.

Kulun kendi kulluk görevlerini tamamen göz ardı etmesine ve bu husustaki hareketlerinin irade dışı tabii bir hâl almasına gelince, her ne kadar bu hâl, ubudiyetini müşahede ederek mabudunu göz ardı eden kimsenin hâlinden daha iyi ise de; şüphe yok ki bu hâl de noksandır.

Fakat hem kendi ubudiyetini, hem de mabuduna müşahede eden kimsenin hâli, bu iki hâlden de daha üstündür.

 

7.  Allah'a tevekkül etmek iki şekilde olur:

Birincisi: Kulun, rızık, afiyet ve benzeri hazlarını gerçekleştirmek için tevekkül etmesidir.

İkincisi: Allah'ın razı olacağı şeyleri gerçekleştirmek için O'na tevekkül etmesidir.

Birinci tür tevekküle gelince; her ne kadar bundan kastedilen gaye ibâdet değilse de; zira bu, kulun katıksız hazzıdır; ancak bunun oluşması için Allah'a tevekkül etmek ibâdettir. Dolayısıyla tevekkül, kişinin hem din, hem de dünya maslahatlarının kaynağıdır.

İkinci tür tevekküle gelince; bundan kastedilen gaye ibâdet olduğu gibi, bunun kendisi de ibâdettir. Bunda da hiçbir noksanlık yoktur. Çünkü bu, Allah'ın rızasını gerektiren hususlarda O'ndan yardım dilemektir.

Bu şekilde tevekkül eden kimse, "sadece sana ibâdet eder ve sadece senden yardım dileriz" âyeti kerimesini pratize etmiş olur.

Hiç şüphe yok ki bu tevekkülü terk etmek, imanın yarısını terk etmektir. Muhakkak ki noksanlık, sadece bu tevekkülün zayıf olmasındadır.

 

8. Hiç şüphesiz ki tevekkülde bulunabilecek noksanlık sadece iki şeyden biri olabilir:

- ya tevekkül, sadece senin hazzın olan bîr şeyle ilgili olur;

- ya da sen, sadece tevekküle dayanır, ona güvenirsin.

Bu iki durumda da tevekkül noksan olur.

Eğer tevekkül, bu iki husustan da arınık olursa, onda hiçbir noksanlık ve illet bulunmaz.

 

9. Ebû Abbas şöyle demişti:

"Tevekkül, kulun iyice bilmesidir ki, Allah'ü Teâlâ hiçbir şeyi ihmal etmemiş, bilakis her şeyi takdir etmiş ve bu iş olup bitmiştir. Eğer Allah'ın takdir ettiklerinden bir şey akılla örtüşmez, ya da his ile algılanan şeylere ters düşer veya alışılagelen şeylerle çakışırsa; kul bilmelidir ki bunların hepsini düzenleyen/tedbir eden sadece Allah'ü Teâlâ'dır. O'nun yaptığı iş, takdir edilmiş olan şeyleri oluşma vakitlerine sevketmektir.."

Bu hususta biz de deriz ki;

Şüphesiz ki Allah'ü Teâlâ, her şeyi taktir etmiş ve bu işi bitirmiştir. Ancak Allah'ü Teâlâ her şeyi, o şeylere ileten sebepleriyle beraber takdir etmiştir. Nasıl ki sebeplerin sonuçları Allah'ın kaderi olup, takdir edilme işleri bitmiştir. Aynı şekilde bunların sebepleri de Allah'ın kaderi olup takdir edilme işleri bitmiştir. Allah'ın, takdir ettiği her şeyi sebebiyle beraber takdir etmiş olması; sebepleri yerine getirmekle çelişkili değildir. Bilakis herhangi bir şeyin meydana gelmesi, sebebinin meydana gelmesine bağlıdır.

Nitekim peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e:

"Kendisiyle tedavi olduğumuz bir takım ilaçlar ve efsunladığımız bazı rukyeler hakkında ne dersiniz, bunlar Allah'ın takdirinden herhangi bir şeyi geri çevirirler mi? Diye sorulduğunda; o şöyle dedi:

"Bunlarda Allah'ın takdiridir." (Tirmizi, 2148; İbni Mâce, 3437; Ahmed, 3/421)

Yine peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e:

"cennete ve cehenneme gidecekler önceden biliniyormuy du?" diye soruldu. O:

"Evet" diye cevap verince, şöyle dediler:

"o halde neden amel yapıyoruz ki?"

Bunun üzerine peygamber efendimiz şöyle dedi:

"Amel edin! Şüphesiz ki her bir kimseye, kendisi için yaratılmış olduğu şeyin (ameli) kolaylaştırılır."

Burada peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onlara amel yapmalarını emretmiş ve Allah'ın her kul için, kendisine ait olmak üzere yaratıldığı yurdun amellerini kolaylaştıracağını haber vermektedir. Böylece kulun amelleri, kendisi için yaratılmış olduğu mükâfat veya azaba nail olmasına sebep kabul edilmiştir. Dolayısıyla hem sebebi, hem de müsebbibi / sebebin sonucunu ispat etmek / kabullenmek kaçınılmaz ve zorunludur.

 

10. Ebû Abbas'ın:

"Gerçek bir şekilde tevekkül eden kimse, sebepleri gözetme ve araştırma yorgunluğundan kendini kurtaran ve daha önce yapılmış olan ilâhi taksimatla huzura kavuşan kimsedir."

Sözüne gelince; deriz ki:

Mutlak olarak bu söz ele alındığı zaman, hiç şüphesiz ki batıl bir söz olur. Çünkü önce yapılmış olan ilâhi taksimata razı olarak, hayır amellerde sebepleri terk etmek; acizliğin ta kendisi ve ilâhi emir ile şeriatı iptal etmektir. Fakat maşiet sebepleri hususunda önceki ilâhi taksimata razı olmak haktır / doğrudur.

Ancak en mükemmel olan, her konuda sebepleri yerine getirmekle beraber önceki ilâhi taksimata razı olmaktır. İşte bu, sahabe ve onlardan sonra gelen yüce insanların hâlidir.

Muhakkak ki kemâl, hem ilmen, hem de amelen sebepleri olduğu gibi değerlendirmek ve lâyık oldukları konuma onları sokmaktır. Bunun aksi olan onlardan tamamen yüz çevirmek ve onları yok saymak, aynı şekilde tamamiyle onlara güvenip dayanmak noksanlığın ta kendisidir.

 

11. Ebû Abbas'ın:

"Gerçek bir şekilde tevekkül eden kimse bilir ki, kendisinin talebi, kendisi için takdir edilmemiş olan şeyleri toplamaz ve tevekkülü de kendisi için takdir edilmiş olan şeylerin kendisine gelmesine engel olmaz. Bu iki hâlde onun yanında eşittir" sözüne gelince; deriz ki:

Hiç şüphesiz ki bu sözüyle o, önceki ilâhi taksimata bakarak sebepleri yerine getirip getirmemenin eşit olduğuna işaret ediyor. Muhakkak ki böyle birisi, ne bununla emredilmiş, ne de bunu yaptığı zaman mazur kabul edilir.

Zira bu iki hâl, ne şer'an, ne de kader de eşittirler. Hem Allah'ın şeriatta da kaderde de eşit kabul etmediği bir şey nasıl eşit olabilir ki?

 

12. Ebû Abbas'ın:

"Talep cemetmez, tevekkül de menetmez" sözüne gelince;

Hiç şüphesiz ki bu sözüyle o, tevekkül ile talebin birbiriyle çelişmeyeceğini açıklamıştır. Hatta gerçek ve en yüce tevekkül, talep ve sebep ile birlikte oluşan tevekküldür.

Talepten soyutlanmış olan tevekkül ise, hiç şüphesiz ki acizlik ve kuruntudan başka bir şey değildir.

Örnek olarak çiftçilerin tevekkülü, ancak yeri yarıp tohumu attıktan sonra gerçekleşir ve ancak o zaman ekinin çıkması hususunda tevekkül etmeleri sahih olur. Fakat tohumu atmadan ekinin çıkması için tevekkül etmeleri, acizlik ve tenbellikten başka bir şey değildir.

 

13. Ebû Abbas dedi ki:

"Her ne zaman kul, tevekkülü ile bir dünyalığı gözetecek olursa; onun tevekkülü noksan ve kastı malûl olur. Ne zaman da kul bütün bu sebeplerin bağından kurtulur ve tevekkülü ile Allah'ın katıksız hakkını gözetirse; her türlü işinde Allah ona yeterli olur."

Bu hususta deriz ki:

Şüphesiz ki tevekkül, iki şeyden birisinde olur:

- ya kulun, rızık, zafer, afiyet ve benzeri hazlarında olur;

- ya da Rabb'inin kuldan istediği şeyler hususunda olur.

Bu her iki hususta da tevekkül, emredilen bir ibâdettir. Bunlardan, kendisi hususunda tevekkülün gerçekleştiği şey itibariyle ikincisi birincisinden daha yücedir.

Fakat birinci husustaki tevekkül, tevekkül olması açısından noksan olmayıp; diğerinin kendisinden daha yüce olması bakımından bir tür noksanlığa maruz kalmıştır. Bu noksanlık da, ancak tevekkül eden kimse Allah'ın kendisinden istediği şeyler hususunda gevşek davrandığı zaman söz konusu olur.

Fakat tevekkül eden kimse bu hususta zayıf davranmaz ve her makama hakkını verecek olursa; hiç şüphesiz ki bu katıksız bir kulluk olur.

 

İÇİNDEKİLER

4. Bölüm