بســـم الله الرحمن الرحيم

 

İkinci Örnek: Zühd

 
Allahü Teâlânın Önünde Zilletle Boyun Eğmeninde Birkaç Çeşidi Vardır
Bidat ve Dalâlet Ehlinin Ehli Sünnete Karşı Getirdikleri Bütün Şüpheler İki Kısma Ayrılmaktadır
Ehli Sünnet Mensupları, Bidat Ehline Biri Genel, Diğeri Mufassıl İki Cevap Verirler
Muhakkak ki Allahın mahlukatı yaratmasının sebebi, kendisini sevmelerinin ve kendisine boyun eğmelerinin en kemâl derecesini içeren ibâdettir
 

Ebû'l Abbas şöyle dedi:

"Zühd makamı da avama mahsustur. Zira zühd, nefsi lezzetli şeylerden alıkoymak, onu fuzuli arzulardan engellemek, hevâ ve heves faktörlerine muhalefet etmek ve faydası olmayan şeyleri terk etmektir. Bütün bunlar, seçkin insanların yolunda noksanlık sayılır; zira bunlar, dünyayı tazim etmek, onu eleştirmemek ve bâtınen ona bağlı olmakla beraber zahiren onu terk etmekle kendine eziyet etmektir. Herhangi bir şekilde dünyayla ilgilenmen, kendine dönmenin ta kendisidir. Aynı şekilde bu, kendi nefsinle çekişerek vakit kaybetmen, kendi cinsini müşahede etmen ve kendinde kalmandır. Allah'ü Teâlâ'nın, bütün her şeyiyle dünyayı kendisine bahşettiği kimseye ne dediğine bakmaz mısın?:

"(Ey Süleyman,) bu bizim verdiğimizdir. İster (dilediğine) bol nimet ver, ister tut (verme), hesabı (sorgusu) yoktur." (Sâd, 39)

Bunun sebebi, onun kendi içini dünyayı müşahede etmekten, dışını da dünyaya bağlanmaktan temizlemiş olmasıdır. O halde gerçek zühd, sadece Allah'a rağbet etmek, himmetin sadece O'na bağlanması ve O'nunla meşgul olup O'nun dışındaki hiçbir şeyi görmemektir. Böyle bir zühde sahip olursan, Allah'ta bu sebepleri senden uzaklaştırmayı üstlenir. Nitekim şöyle bir olay anlatılır:

Bir gün müritlerden biri bir şeyhe şöyle der:

"Ey şeyh, iblis sana vesvese vereceği zaman, onu ne ile kovarsın?"

Buna cevaben şeyh der ki:

"Ben İblis'i tanımıyorum ki onu kovmaya ihtiyaç duyayım. Bizler himmetlerimizi sadece Allah'a sarfeden bir topluluğuz. Böylece o da, kendisinin dışındaki şeyleri bizden uzaklaştırdı." (Ebu'I Abbas'ın sözü burada bitti.)

 

Biz bunu birkaç açıdan inceleyeceğiz:

1. Zühdün avama mahsus bir makam olduğunu söylemek, zühd sahibi olmak için nefisle çekişmenin, şehevi arzuları ve hevâ ile hevesi kışkırtan şeylerle mücadele etmenin zorunlu olmasına bağlıdır. Zira bu durumda o kişinin kalbi, bu muharrik ve faktörlerle meşgul olur; nefsi bunların gereklerini yapmasını ondan ister; zühdü ise bunlardan kaçınmasını ona emreder.

Hiç şüphesiz ki bunun üstünde bundan daha yüce bir makam bulunmaktadır ki, o da şudur:

Kişinin nefsinin mutmain olması, mahbubuyla huzura ermesi ve bütün iç güdülerinin O'nun sevip razı olduğu şeylere yönelmesidir. İşte bu makam, seçkin mü'minlere mahsustur.

Ancak şu bilinmelidir ki, yukarıda söz konusu edilen nefisle çekişme, zühd sahibi olmak için zorunlu ve kaçınılmaz değildir. Fakat imtihanın gerçekleşmesi için fıtraten bu da gereklidir. Böylece kul, Rabb'ini tercih ederek O'nun için kendi hazzını ve hevâsını terk etmiş olur.

2. Eğer bu çekişme ve nefsi lezzet aldığı şeylerden alıkoyma, zühd sahibi olmak için gerekli olsa; yine de bunda bir noksanlık ve illet olmazdı. Zira bu çekişme ve nefsin lezzet aldığı şeylerdir. Allah'ı ve Allah'ın razı olacağı şeyleri tercih ederek bu gibi şeylere iten sebeplere icabet etmekten nefsi alıkoymak, ne noksanlık olur. Ne de herhangi bir noksanlığı gerektirir.

 

Seyr u sülük erbabı burada bir mesele hakkında ihtilaf etmişlerdir. Mesele şudur:

Kendisini kötülüklere sevkeden içgüdüleri ve şehevi arzuları olan, fakat Allah için onlara engel olan ve Allah'ı sevdiği, O'ndan utandığı ve korktuğu için onlara itaat etmeyen kimse mi daha faziletlidir;

Yoksa kendisiyle çekişecek böyle bir içgüdüsü olmayan, bu gibi içgüdülerden ve şehevi arzulardan nefsi tamamen boş olan, nefsi Rabb'iyle mutmain olan ve O'nunla meşgul olarak başkalarını unutan, Rabb'inin sevgi ve iradesiyle nefsi dolu olan ve nefsinde O'ndan başkasının sevgisi ve iradesi için hiçbir yer kalmayan kimse mi daha üstündür?

 

Seyr u sülük erbabından bir grup birincisini tercih edip şöyle dediler:

Bu kişinin hâli, onun Allah'a olan bağlılığının ve sevgisinin çok kuvvetli olduğunu göstermektedir. Zira o, tabiat ve şehvetinin gereklerine karşı çıkmış ve Allah'a olan muhabbetinin, iradesinin ve O'ndan korkmasının gücüyle onları ezmiştir. İşte bu da, onun nefsine tamamen hakim olduğunu, Allah'la olan hâlinin ne kadar güçlü olduğunu ve onun hak davetçisinin tabiat ve nefis davetçisine galip geldiğini göstermektedir.

Hem dediler ki:

Bu kişi, bu etken ve iradelerle imtihan edilmektedir. Diğeri ise, bunlardan muaf tutulmuştur. Halbuki Allah'ın mü'min kulları hakkında cari olan sünneti, onları imanları oranında imtihana tâbi tutmasıdır. Onlardan imanı fazla olanların, imtihanları da arttırılır.

Nitekim peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği sabit olmuştur:

"Kişi, dinine göre imtihana tâbi tutulur. Eğer kişi dininde sağlam olursa, onun imtihanı zorlaştırır, yok eğer dininde zayıf olursa, onun da imtihanı hafifletilir." (Tirmizi, 2398; Ahmed, 2/171.)

Buradaki "din" den maksat, musibetler anında sebat edecek olan imandır.

Hem dediler ki:

Nefse ve kötü huyların gereklerine muhalefet etmekle imtihan edilmek, hiç şüphesiz ki imtihan çeşitlerinin en zorlarından biridir. Çünkü sıddıklarından başka buna hakkıyla sabredecek kimse yoktur. İhtiyarı haricinde kul hakkında cari olan imtihan çeşitlerine gelince: mesela hastalık, açlık, susuzluk ve benzerleri gibi; bunlara sabretmek sadece iman etmiş olmaya bağlıdır. Hatta bu gibi şeylere iyi olanlar sabrettiği gibi, facir olanlar da sabreder. Özellikle sabretmekten başka çarelerinin olmadığını bildikleri zaman...

Zira eğer istekleriyle sabretmezlerse, zorunlu olarak mecburen sabredeceklerdir.

İşte bundan dolayıdır ki, sıddık olan Yusuf (a.s.)'ın, kardeşleri tarafından yapılan eziyetlere, kuyuya atılmasına, köleler gibi satılmasına ve babasından ayırt edilmesine sabretmesi ile; kendisi genç, bekâr ve gurbet yurdunda iken kölesi konumunda olduğu bir kadın tarafından ayartılmaya çalışılması şeklindeki imtihana sabretmesi arasında çok büyük bir fark vardır. Bu farkı da, imtihan mertebelerini bilenlerden başkası bilemez. Zira gençlik, şehevi duyguları tatmin etmeye sevkeder. Fakat genç olan biri, bazen kendi ailesinden ve tanıdıklarından utandığı için bu husustaki ihtiyacını gidermeyebilir. İşte gurbet yurdunda olduğu zaman, bu utangaçlık ve çekingenlik duygusu da ortadan kalkar. Hele bir de bekâr olursa, kendi şehevi duygularını tatmin etmeye daha çok düşkün olur. Bunlara bir de davet edenin kadın olması, kadının güzel olması, aynı zamanda soylu ve mevki makam sahibi olması; yaptığı işin meydana çıkması neticesinde rezil olmaktan korkmayacak şekilde bu işin kadının evinde ve denetimi altında yapılıyor olması; kapıların kilitlenmiş ve içeriden güvence altına alınmış olması gibi şeylerle de eklenirse...

Bütün bunların yanında bir de eğer erkek kadının kölesi durumunda olur, kadın ise erkeğin hakimi, ona emreden ve onun için yasaklar koyan bir konumda olursa, içgüdüsü daha bir kuvvet kazanır. Bununla beraber eğer kadın erkeğe âşık olmuş, şiddetli bir şekilde onu seviyor ve erkeğin sevgisi onun kalbini doldurmuşsa...

İşte böyle bir imtihana ancak, yüce olan İbrahim (a.s.)'ın oğlu, kerim olan yakub (a.s.)'ın oğlu olan şerefli Yusuf (a. s.) sabredebilir. Hiç şüphesiz ki bu imtihan, diğer imtihan çeşidinden daha büyüktür. Hatta bu imtihan, İbrahim Halil (a. s.)'in çocuğunu kesmekle imtihan edilmesi cinsindendir. Zira her ikisi de, tabiata, nefsani içgüdülere ve şehevi arzulara muhalefet etmekle imtihan edilmişlerdir. Bu imtihanla, balık sahibi yunus (a.s.) ile Eyyüb (a. s.)'ün başlarına gelen musibetlerle yapılan imtihan arasında çok büyük bir fark vardır.

Hem dediler ki:

Muhabbetin hakikati, mahbubu ve O'nun razı olduğu şeyleri diğer şeylere tercih ermektir. Nefsi ve tabiatı kendisini mahbubun dışındaki şeylere teşvik ve tahrik etmeyen kimsenin mahbubu tercih etmesi nasıl söz konusu olabilir ki?

Dediler ki:

Kalbi, şehevi arzu ve iradelerden boş olan, kötü huy ve şehevi duygu etkenleri tamamen ölmüş olan bir kimsenin mahbub ve mabuduna yönelmesi, O'nunla mutmain olması ve himmetinin toplu halde bulunması o kadar da hayret edilecek bir şey değildir. Asıl şaşılması gereken, hevâ ve hevesle, şehevi duygularla ve tabiatında bulunan bir sürü faktörle imtihan edilen; her an kalbine saldıran bir çok düşman ordusuyla mübtelâ olan; fakat bütün bunlara rağmen Rabb'ini ve O'nun razı olduğu şeyleri hevâsına, şehvetine ve kötü huylarına tercih eden kimsedir. Çünkü bu kimse, bütün bu düşman ordularının arasından geçip Rabb'ine ulaşmakta, kulakları, gözleri ve kalpleri kaplayan bunca sarsıntı ve uçuruma rağmen Rabb'ine yönelmekte ve sadece mahbubunun rızası için köklü dağların bile taşıyamayacağı ağır yüklerin altına girmektir.

Hem dediler ki:

Arzuladığı şeylerden nefsi alıkoymak, özel bir etkisi olan özel bir kulluk şeklidir. Bunun gerçekleşmesi için, nefsin alıkonulacağı şeylerin bulunması gerekir.

Hem dediler ki:

Hevâ, insanın düşmanıdır. Düşmanına galip gelen ve onu otoritesi ve kabza'i tasarrufu altına alan insan, galip geleceği düşmanı olmayan insandan daha mükemmel ve daha kuvvetlidir. Bundan dolayıdır ki, kendisiyle beraber bulunan şeytana galip gelen, böylece şeytanının kendisine teslim olup boyun eğdiği ve kendisine hayırdan başka bir şey telkin etmediği peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hâli; (Müslim, 2814) şeytanın gördüğü yerde kendisinden kaçtığı Ömer (r.a.)'in (Tirmizi, 3691) hâlinden daha mükemmel oldu.

Düşmanı kendisinden kaçan ve onu ele geçiremeyen kimse nerede, düşmanını ele geçirip esir eden ve onu kabza'i tasarrufu altına alan kimse nerede!

İşte bu görüşün sahipleri, bunları ve benzeri şeyleri delil olarak ileri sürdüler.

 

Tabiatında bir çekişme olmayan ve kendisine galip gelmeye çalışan bir hevâsı bulunmayan kimseyi daha üstün kabul eden ikinci görüştekilerin delilleri de şunlardır:

Bunlar dediler ki: Rabb'i ile mutmain olmuş, O'nun sevgisi üzere sebat etmiş, kendisinde herhangi bir çekişme bulunmayan ve Rabb'inden yüz çevirmeye onu sevkedecek bir içgüdüsü olmayan bir kimse ile; hevâsıyla, içgüdüleriyle ve kendisini çeken şeylerle savaşmakla meşgul olan bir kimse nasıl eşit olabilirler?

Hem dediler ki:

Bunun kendi nefsiyle, hevâsıyla ve huylarıyla meşgul olacağı zaman içerisinde; mutmain nefsin sahibi bir çok sefer merhalesini katetmiş olacak ve çekişmeyle, savaşmayla meşgul olan bu kimsenin kaçırdığı bir yakınlık elde etmiş olacaktır.

Hem dediler ki:

Bir yola çıkmış iki yolcu düşünelim ki, yol kesiciler bunlardan birinin yolunu keserler. O da tekrar yoluna devam edebilmek için onlarla savaşır ve onları kendisinden uzaklaştırmaya çalışıyor...

Diğeri ise hiçbir yol kesici ile karşılaşmadan yoluna devam etmektedir. Hiç şüphe yok ki bu ikinci yolcu, diğerinin katettiği yoldan daha çok mesafe alır ve ondan daha fazla gayeye yaklaşır.

Hem dediler ki:

Bu iç güdüler, nefsani meyiller ve şehevi iradeler kalbi yolculuk yapmak istediği yönden çekip almayı gerektiren şeylerdir. Kalpte bulunan muhabbet ve iman duygular ise, kötü iradelerin yolundan kalbi çekip almayı gerektiren şeylerdir. Dolayısıyla bu çekici kuvvetler birbiriyle çelişmektedirler.

Eğer sen bu çelişkiyi durdurmazsan, kaçınılmaz olarak onlar seni yoldan alıkoyarlar. Engelsiz bir şekilde yolculuk yapmak nerede, engellerle beraber yolculuk yapmak nerede!

Hem dediler ki:

Rabb'inin izniyle kulu ilerleten şey, kulun himmetidir. Himmet de yücelip yükseldiği zaman, ne afetler, ne de yoldan onu alıkoyanlar ona ulaşamazlar. Tıpkı havada çok yükselmiş olan bir kuşun okçulardan kurtulması ve artık kendisine ne bir taşın, ne bir av silahının, ne de bir okun ulaşmaması gibi...

Fakat kuş çok yükseklerde olmadığı zaman, bu tür şeylerin hedefi olur. İşte yüce olan himmet de aynen bunun gibi her türlü yaralayıcı ve kırıcı şeyden kurtulur. Muhakkak ki afetler, içgüdüler ve şehevi iradeler ancak düşük olan bir himmete musallat olabilirler. Fakat himmet yüceldiği zaman, hiçbir afet artık ona ulaşamaz.

Hem dediler ki:

Hem his, hem de vakıa şahittir ki, ne zaman ki sevenin kalbi sevilenin dışındaki her şeyden boş olur, her şeyiyle mahbubuna yönelir ve O'ndan başka hiçbir şeye iltifat etmezse; işte o zaman o kalbin sevgisi, tetikte bekleyen düşmanlara iltifat eden, onlarla savaşma işine ehemmiyet veren, kendisini onlardan müdafaa etmeye çalışan ve onlardan saklanıp kaçan bir kalbin sevgisinden daha mükemmel olur.

Hem dediler ki:

Tetikte bekleyen bir sürü düşmanın arasından geçen ve kendisinden korkup çekindikleri için hiçbir düşmanın kendisine karşı baş kaldırmadığı, heybetinden dolayı bütün düşmanların başlarını önlerine eğdiği bir kimse ile; bu düşmanların arasından geçerken arılar veya köpekler gibi düşmanların başına üşüştüğü, onlarla savaşıp kendini müdafaa etmek veya onlardan kurtulmak için hızlıca kaçmakla meşgul olan bir kimse arasında ne kadar da büyük bir fark vardır!

Bu ikisi nasıl eşit kabul edilebilirler?

Bu kadar büyük bir farka rağmen düşmanlarıyla çekişen kimse diğerine nasıl tercih edilebilir?

Hem dediler ki:

Samimi ve katıksız olan muhabbetin hakikati şudur ki, böyle bir muhabbet, mahbubun isteklerinin dışındaki her şeyi yakıp kalpten silen bir ateştir. Eğer kalpte mahbubun isteklerinin dışında herhangi bir şey kalacak olursa, muhabbet tam ve samimi olmaz; bilakis başka şeylerle karışık bir muhabbet olur. Samimi bir şekilde seven bir kimsenin kalbinde, zaten mahbubunun istekleri dışında bir şey yoktur ki; onunla çekişsin ve onu defetmeye çalışsın. Diğer kimsenin kalbinde ise, mahbubunun dışındaki şeylere ait kalıntılar olduğu içindir ki; onları kalbinden çıkarmaya ve yok etmeye çalışmaktadır.

Hem dediler ki:

Nefsani irade ve şehvetler ile kötü huyların kaynağı, ya cehalet yada zayıflık ve acizliktir. Zira bunların meydana gelmesi, ya kulun onların netice ve gereklerini bilmemesi; yada bunu bildiği halde onları tamamen kalbinden silip armasına engel olan acizlik ve zayıflık içinde bulunmasıdır.

Sebebi cehalet ve acizlik olan bir şey ise, ne kemâl olabilir, ne de herhangi bir kemâli gerektirebilir. Fakat hem bunlardan, hem de bunları defetmekle meşgul olmaktan uzak olan bir kalp; yüce, değerli ve kuvvetli bir kalptir.

İşte bu görüşte olanların ileri sürdükleri delilleri bu ve benzeri şeylerdir.

 

Hak ve gerçek olan şudur ki: bu iki grupta doğru söylemektedirler. Ancak bunlardan her bir grup, diğerinin mülahaza etmediği bir hususu göz önünde bulundurmuştur. Şöyle ki:

Birinci grupta bulunanlar, nefsiyle ve şehevi iradeleriyle cihat eden kimsenin akıbetine ve neticede ona verilecek olan makamlara bakmakta; böylece neticesini müşahede ederek onu tercih etmektedirler.

İkinci grupta bulunanlar ise; onun ilk hâline ve mutmain olan nefsin akıbetine bakarak bu tür içgüdülerden ve onlarla mücâhede etmekten uzak olan kalbi tercih etmişlerdir. Şüphesiz ki bu gruplardan her birisi de karşı konulamayan ve reddedilemeyen deliller getirmişlerdir.

Bu mesele hakkında son söz, bununla aynı kaynaktan fışkıran ve neredeyse aynı olan bir başka meselenin açıklığa kavuşturulmasıyla ortaya çıkar. Şöyle ki;

Bir kulun Allah katında bir hâli ve makamı bulunsa, daha sonra işlediği bir günahtan dolayı kul bu makamdan düşse; daha sonra tevbe eden bu kul ilk önceki hâline ve makamına mı, yoksa bundan daha düşük ve noksan bir mertebe ve makama mı, yoksa bundan daha hayırlı bir makama mı döner?

Bu konuda bir grup şöyle dedi:

Tevbe eden kul, kendi eski hâline ve makamına döner. Çünkü günahtan tevbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibidir. Tevbe vesilesiyle işlediği günahın eserini ortadan kaldırdığı zaman, o günah sanki hiç olmamış gibi olur. Böylece o da eski hâline ve makamına dönmüş olur.

Hem dediler ki:

Tevbe, Allah'tan kaçtıktan sonra O'na geri dönmektir. Zira masiyet kulun Rabb'inden kaçması anlamına gelir. Kul tevbe edince de Rabb'ine dönmüş olur.

Tevbenin anlamı Allah'a dönüş olunca, eğer kul tevbe ettikten sonra Allah'ın katındaki eski hâline dönmeyecek olursa; onun tevbesi tam olmayan eksik bir tevbe olur.

Bizim burada söz konusu ettiğimiz tevbe, "Nasûh" olan tevbedir.

Hem dediler ki:

Şüphesiz ki tevbe, günahtan sıyrılmakla onun hâli hazırdaki etkisini, bir daha ona dönmemeye azmetmekle gelecekteki neticesini silip ortadan kaldırdığı gibi; o günahın geçmişteki bütün izlerini de ortadan kaldırır. Günahın geçmişteki eserlerinden biri de kişinin Allah katındaki mertebesini düşürmesidir ki, tevbe etmekle bu eserinin de ortadan kalkacağı muhakkaktır. Tevbe etmekle bu eser ortadan kalkıp silinince de kul eski hâline ve makamına dönmüş olur.

Hem dediler ki:

Tevbe etmek, tâatlerin en yücesi, mü'minler için en gerekli olanı, onları en çok zengin eden ve onların her şeyden daha çok muhtaç oldukları bir ibâdettir.

Aynı şekilde tevbe, Allah katında en çok sevimli olan bir tâattır. Çünkü Allah'ü Teâlâ tevbe eden kullarını çok sever ve onların kendisine tevbe etmelerinden dolayı em mükemmel ve en nezih bir şekilde sevinir. Tevbenin değeri bu kadar yüce olunca, onu yapan kimse en üstün bir Allah'a yakınlık vesilesini ve en yüce bir tâati yerine getirmiş olur.

Her ne kadar işlemiş olduğu masiyet sebebiyle onun mertebesi ve makamı düşmüş olsa da, tevbe etmesiyle onun elde ettiği derece çok daha yüce ve yüksektir. Hiç şüphesiz ki tevbe ettikten sonraki derecesi, daha önceki mertebesinden daha yüksek olmasa da; daha aşağıda da değildir.

Hem dediler ki:

Günah işlemek bir hastalık mesabesinde olup, tevbe etmek o hastalıktan afiyet bulma konumundadır. Hastalandıktan sonra afiyet bulan ve sıhhati kemâl derecesine çıkan bir kul, hiç şüphesiz ki sıhhat bakımından hastalıktan önceki hâline geri dönmüş olur.

Bu hususta diğer bir grup şöyle dedi:

Tevbe eden bir kul, kendisinden dolayı tevbe ettiği günahı işlemeden önceki makamından daha hayırlı ve daha yüce bir mertebeye döner.

Bu görüşlerine delil olarak şöyle dediler:

Şüphesiz ki tevbe, kul için Allah'ın özel bir sevgisini netice verir ki; tevbe olmadan bu neticenin meydana gelmesi imkansız olup, tevbe onun şartıdır. Tevbenin dışındaki diğer tâatlerle de Allah'ın kula muhabbeti gerçekleşebilir. Fakat tevbe neticesinde gerçekleşecek olan özel muhabbet; tevbeden başka bir tâatle gerçekleşmez. Muhakkak ki Allah'ü Teâlâ tevbe edenleri seviyor...

O'nun onları sevdiğinin bir belirtisi de onların tevbelerinden dolayı en mükemmel ve en nezih bir şekilde sevinmesi ve hoşnut olmasıdır. Tevbenin neticesinde bu özel muhabbet gerçekleştiği ve kul, tevbe etmeden önce üzerinde bulunduğu tâatlere geri döndüğü zaman; bu iki neticenin birleşmesiyle kul için daha önce var olandan daha fazla bir yakınlık ve daha büyük bir makam oluşur.

Hiç şüphe yok ki samimi ve içten olan (Nasûh) bir tevbeden sonra, tevbeden daha öncekinden daha mükemmel ve daha yüce bir şekilde Allah'ın kula olan muhabbeti geri döner. Çünkü Allah, tevbe eden kullarını seviyor..

Eğer tevbeden sonra O'nun sevgisi geri dönmeyecek olsaydı, onları sevmesi gerçekleşmezdi. Aynı şekilde Allah'ü Teâlâ, tevbe edenlerin tevbelerinden dolayı sevinmekte ve hoşnut olmaktadır. Onları sevmediği halde bu şekilde en mükemmel bir şekilde sevinmesi imkansızdır. Allah'ın şu sözünde O'nun şu iki isminin bir arada bulunmasının sırrını iyice düşün:

"Doğrusu ilkin vâreden, hem de (öldükten sonra diriltip kendisine) döndürecek olan yalnız O'dur. O, (tevbe ve itaat edenleri) çok bağışlayan, çok sevendir." (Buruc, 13-14)

Hem dediler ki:

Şüphesiz ki kulluğun bazı gerekleri, hükümleri, sırları ve kemâlatı bulunmaktadır ki; bunlar olmadan kulluğun gerçekleşmesi imkansızdır.

Bunlardan biri de Aziz ve Rahim olan Allah'ın önünde zilletle boyun eğme makamını en kemâliyle yerine getirmektir.

Şüphesiz ki Allah'ü Teâlâ, kulunun kendisinin huzurunda zilletle boyun eğme makamını en mükemmel bir şekilde yerine getirmesini seviyor...

İşte kulluğun hakikati de zaten bundan ibarettir.

 
Allahü Teâlânın Önünde Zilletle Boyun Eğmeninde Birkaç Çeşidi Vardır

  Zühd

Allah'ü Teâlâ'nın önünde zilletle boyun eğmenin de birkaç çeşidi vardır. Şöyle ki;

1. O'nun önünde boyun eğmenin en mükemmel şekli, seven bir kimsenin mahbubuna boyun eğmesi gibi O'na boyun eğmektir.

2. Kölenin efendisine boyun eğmesi gibi O'na boyun eğmektir.

3. Suç işlemiş olan birinin, kendisine nimetler bahşeden ve bol bol ihsanda bulunan sahibinin önünde boyun bükmesi gibi O'nun huzurunda durmaktır.

4. Her türlü maslahat ve ihtiyaçlarını yerine getirmekten âciz olan bir kimsenin, bütün bunları yerine getirmeye kadir olan ve bunların kendisinin elinde olduğu ve emriyle gerçekleştiği bir zâtın huzurunda zilletle eğilmesi gibi O'na boyun eğmektir.

Bu da iki kısma ayrılır:

a. Bu kimse, kendisine faydası dokunacak olan şeyleri yerine getirmesi içi O'na boynunu bükerek huzurunda zilletle eğilir.

b. Yine bu kimse, kendisine zararı dokunacak olan şeyleri uzaklaştırsın diye O'nun huzurunda eğilmektir. İşte bu kısmın altına, fakirlik, hastalık ve diğer her türlü mihnet ve belâlar girmektir.

İşte bunlar Allah'ın huzurunda zelil bir şekilde boyun eğmenin beş çeşididir ki, kul bunların hakkını verir, gerektiği gibi bunları müşahede eder, bunlarla kendisinden ne istendiği iyice beller ve kendisinin her açıdan zelil olduğunu, Rabb'inin izzet, azamet ve celâlini müşahede ederek O'nun huzurunda durursa; kendisinin çok az amelleri başkalarının yapacağı çok âmelin yerini tutar.

 

Hem dediler ki:

Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği sabit olmuştur:

"Şüphesiz ki Allah'ü Teâlâ, kulunun tevbe etmesiyle, sizden bineğin kaybetmiş olan birinin bineğini bulmasıyla duyduğu sevinçten daha çok sevinir ve hoşnut olur." (Buhari, el-fethü'l bari, 11/102; Müslim, 2747; Tirmizi, 2498)

Dediler ki:

İşte bu sevinç, olabilecek en mükemmel ve en nezih bir sevinçtir. Zira bu bineğinin sahibinin hayat maddesi olan yiyeceği ve içeceği onun üzerinde bulunmaktadır. Aynı zamanda bu binek, kendisiyle sefer mesafesini katedebileceği tek bineğidir. Onu kaybetmesi durumunda yolda kalması kaçınılmazdır.

Hele bir de bineğiyle beraber yiyecek ve içeceğini de kaybetmişse...

Sonra o bineğini, kendisinde hiçbir dostunun, yardımcısının; onu koruyacak, ona merhamet edecek ve alıp onu götürecek hiçbir kimsenin bulunmadığı ıssız bir çölde kaybetmiştir. Sonra bu çöl, hiçbir yiyecek ve içeceğin kendisinde bulunmadığı ölüm tehlikesi olan bir yerdir. Böylece o, hayattan tamamen ümidini kesip ölümü beklemek üzere bir yere oturunca; bir de ne görsün!

Kaybettiği bineği kendisine doğru yaklaşıp gelmekte...

İşte bu durumda olan birinin sevincine denk başka bir sevinç var mıdır?

Eğer varlık âleminde bundan daha büyük bir sevinç olsaydı, hiç şüphesiz ki peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onu örnek verecekti. Bununla beraber kul tevbe ettiği zaman, onun tevbesiyle Allah'ü Teâlâ bunun sevincinden daha mükemmel ve daha nezih bir şekilde sevinir ve hoşnut olur. İşte bunun altında çok büyük bir sır vardır ki, sadece Allah'ın dilediği kimseler onu anlar.

Eğer sen, Allah'la arasındaki perde çok kalın olan, nefsi ve tabiatı kesafet kazanmış kimselerden isen; hata vadisinden ayrılmamalısın. Bu vadi, kondukları mânâlardan kelimeleri tahrif eden ve kelimeleri kendilerinden kastedilmemiş olan mânâlarda kullanan kimselerin sığındıkları bir vadidir.

Bu öyle bir vadidir ki, bir çok insan bu vadiye girmiş ve onun ıssız yollarında ve yerlerinde dağılıp gitmişlerdir. Onların ne ayakları sağlam bir şekilde yere basabilmiş, ne de güçlü bir dayanağa sığınabilmişlerdir. Bilakis bunlar, geceleyin odun toplayan kişi gibi veya selin önüne katıp götürdüğü şeyler gibi oldular (işin başını sonunu düşünmeden pervasızca hareket ettiler).

Eğer Allah seni bu vadiden kurtarırsa, bu masum olan nebevi tabirleri iyice düşünmelisin. Zira bunları söyleyen zâtın maksadı, mümkün olan en güzel şekilde beyanda bulunmaktır. Aynı zamanda bu kelâmın kaynağı, o zâtın Allah hakkındaki kemâl derecede bulunan bilgisi ve ümmetine en mükemmel şekilde nasihat etmesidir.

İşte bu üç hususla beraber, yani;

- Mütekellimin en kemâl seviyede açıklama gücüne, fesahata ve mânâları tabir etmeye güç yetirmesi;

- Kendisi hakkında bir şeyler ifade ettiği şeyi en mükemmel şekilde bilip tanıması ve

- İnsanların hidâyet bulmasını son derece istiyor olması, bu konuda onlara her türlü nasihati yapıyor olması...

İşte bütün bunlarla beraber onun onlara bir şeyler anlatması, fakat hitabının delâlet ettiği mânâyı değil de ondan çok uzak olan bir mânâyı kastetmesi; o mânâyı ifade etmek için en güzel ve en veciz tabirler kullanmaya güç yetirdiği halde bilmecelerin delâleti gibi o mânâyı ifade etmesi imkansızdır. Böyle bir zâtın, büyük problemleri ortadan kaldıran ve kapalılıkları gideren bir açıklamayı bırakıp, te'vil vadileriyle ihtimal ve mecaz derelerine ümmeti sokacak ifadeler kullanması hiç ona yaraşır mı?

Allah'ım, bu apaçık bir iftiradır. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederiz. Allah sübhanehû'nun ve O'nun Rasûlü'nun kelâmlarını bu gibi şeylere nisbet eden kimseler, acaba Allah ve Rasülû'nun kıymetlerini hakkıyla takdir etmiş olurlar mı?!

Hiç şüphe yok ki Rasûlulah'ın fesahat ve beyânı, ilim ve marifeti, nasihat ve şefkati öyle yüce bir derecede bulunmaktadır ki; onun kelâmıyla, kelimeleri yorumlayanların onun kelâmını yorumladıkları mânâyı kastetmesini imkansız kılmaktır. Aynı şekilde Rasülullah'ın bu vasıfları, onun kelâmının bilmeceler cinsinden olmasını imkansız kılar.

 
Bid'at ve Dalâlet Ehlinin "Ehli Sünnet'e"  Karşı Getirdikleri Bütün Şüpheler İki Kısma Ayrılmaktadır

Zühd

Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamdolsun.

Şunu da iyice bilmelisin ki; Hiçbir zaman Rasûlullah'ın getirdiği şeylerde sahih bir şüphe varid olmaz. Öyle ki bid'at ve dalâlet ehlinin "ehli sünnet" e karşı getirdikleri bütün şüpheler iki kısma ayrılmaktadır:

1Ya kendisine itiraz edilen ve şüphelere maruz kalan söz, Rasûlullah'ın sözlerinden değildir. Bilakis o sözün Rasûlullah'a nisbeti hatadır. Böyle bir şey ise, "ehli sünnet" arasında hiçbir zaman ittifakla kabul edilmiş değildir. Fakat "ehli sünnetten" bazıları onu söylemiş ve bu hususta hata yapmışlardır. Zira masumiyet, ümmetin bütününe mahsus olup; belirli bir gruba yönelik değildir.

2. Ya da itiraz edilen ve şüphelere maruz olan söz, sahih bir söz olur; fakat o şüpheyle ona itiraz edilmesi doğru olmaz. İşte böyle bir şüphe için iki şeyden biri kaçınılmazdır.

- Ya o gerekli olan bir şeydir,

- ya da gerekli değildir.

Eğer o, Rasûlullah'ın getirdiği şeylere lâzım ve gerekli olan bir şey ise; bu durumda o şüphe değil, hak olan bir şeydir. Çünkü hakkın lâzımı da haktır. Sünnete müntesib olanlardan zayıf olan kimselerin yaptığı gibi ondan kaçmak doğru olmaz. Zira hakkın lâzımı ve gereği olan her şey, ne olursa olsun haktır ve onu kabul edip söylemek gereklidir.

Zaten bid'at ve dalâlet ehli, sünnete müntesip olanlara bu yoldan başkasıyla musallat olmuş değillerdir. Onlar ehli sünneti, hakkın lâzımı ve gereği olan bazı şeyleri ileri sürerek yenmek istediler; ehli sünnetten bazıları da bu şeyleri kabul etmeyip defettiler; halbuki bu şeylerin kendisinden doğduğu hakkı kabul ettiler; Böylece onların kabul ettiği hak ile onlara musallat olamayan ehli bid'at ve dalâlet, onların kabul etmeyip reddettikleri hakkın lâzımıyla onlara musallat oldular. Eğer bu ehli sünnet mensupları, hakkın lâzımı olan şeyleri kabul edip onlardan kaçmasaydılar; düşmanları olan ehli bid'atın onlara itiraz etmeleri imkansız olurdu.

Yok eğer o şüphe, onların kabul ettiği hakkın lâzımı ve gereği değilse; bu halde bu şüpheyle onlara itiraz edilmesi zaten geçersiz ve batıl olur. Her iki durumda da ehli bid'atın, ehli sünnetin görüşlerini reddetme imkanları olmaz.

 
Ehli Sünnet Mensupları, Bid'at Ehline Biri Genel, Diğeri Mufassıl İki Cevap Verirler

Zühd

Bu durumlarda ehli sünnet mensupları, bid'at ehline biri genel, diğeri mufassıl iki cevap verirler:

1. Genel olarak onlara şöyle derler:

Sizin kendileriyle bizi ilzam etmek istediğiniz bu şeyler;

- Ya gerçekten bizim kabul ettiğimiz hakkın lâzımı ve gereği olan şeylerdir.

- Ya da bizim kabul ettiğimiz haktan böyle bir netice doğmaz.

Eğer bu şeyler, kabul ettiğimiz hakkın lâzımı ise; o halde bunlar da hakkın ta kendisidir. Çünkü kesin olarak biliyoruz ki, Rasûlullah'ın getirdiği her şey apaçık haktır. Hakkın lâzımı olan ve ondan doğan şeyler de hak olur.

Yok eğer bu şeyler, kabul ettiğimiz hakkın lâzımı değillerse; bu durumda bunlar kendiliğinden geçersiz olur ve bunlarla bizi ilzam edemezsiniz.

2.  Ehli bid'at ve delâlete verecekleri mufassal cevapları da şöyledir:

Onların ilzam etmek için ileri sürdükleri her bir şüpheyi tek başına mütalaa eder, mutlak olarak onu reddetmezler. Fakat onun mânâ ve lafızlarına iyice bakıp incelerler, eğer onun lafızları Rasûlullah'ın getirdiklerine muvafık olup, onun ispat ettiğini ispat etmeyi ve onun nefyettiğini nefyetmeyi içeriyorsa; bu durumda onun hem mânâ, hem de lafızları bakımından hak olduğunu söyleyip onu kabul ederler.

Yok eğer bu şüphe, Rasûlullah'ın getirdiklerine muhalif olup; onun ispat ettiği şeyleri nefyetmeyi veya onun nefyettiği şeyleri ispat etmeyi içeriyorsa; bu durumda da hem mânâ, hem de lafızları bakımından bati olduğunu söyleyip onu reddederler.

Eğer o şüphe, hem hakkı, hem de batılı ihtimal eden mücmel bir lafız olursa; bu şüpheyi ileri sürene, bundan neyi kastettiğini sorarlar; eğer Rasûlullah'ın getirdiklerine mutabık olan sahih bir mânâyı kastetmişse, bunu kabul ederler. Yok eğer batıl bir mânâyı kastetmişse, onu reddederler. Böylece ihtimalli olan şüpheleri ne mutlak olarak kabul ederler, ne de mutlak olarak reddederler.

İşte bu, ehli sünnetin kendisine tutunduğu ve müracaat ettiği temel bir prensipleridir.

Onların diğer bir prensipleri de şudur:

Yaratılmışlann özelliklerini, âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın sıfatlarına izafe etmezler. Meselâ Allah'ın sıfatlarını, "tekyif", "teşbih", tahrif" ve "tebdil" etmeden ispat ederler.

Başka bir prensipleri de: Şeriat, fıtrat ve vahiy nuruyla teyit edilmiş aklı tahkim etmeleridir.

İşte bu prensiplerle onların yolları, işaretleri belli, aydınlık ve açık bir yol olur. Hiç şüphe yok ki bütün bu cümleleri açmak için bir kitap değil, birkaç kitap yazmak gerekir. Zaten ışığı olmayan kimseler, ne bunlardan, ne de başkalarından istifade edemezler.

Dolayısıyla biz de bu kadarıyla yetinip asıl maksadımıza dönelim.

 
Muhakkak ki Allah'ın mahlukatı yaratmasının sebebi, kendisini sevmelerinin ve kendisine boyun eğmelerinin en kemâl derecesini içeren ibâdettir

Zühd

Başarı verenin Allah olduğunu bilerek deriz ki:

Şüphesiz ki rabb sübhânehû'nun, kulunun tevbe etmesiyle bu derece sevinmesi ve hoşnut olması; O'nun muhabbetinden doğmakta ve O'nun muhabbetini netice vermektir. Yani bu, hem O'nun kullarını sevdiği, hem de onlar tarafından sevildiğinin gereğidir.

Muhakkak ki Allah'ın mahlukatı yaratmasının sebebi, kendisini sevmelerinin ve kendisine boyun eğmelerinin en kemâl derecesini içeren ibâdettir.

Hiç şüphesiz ki cenneti ve cehennemi de bunun için yaratmış, bunun için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Göklerin ve yerin kendisiyle yaratıldığı ve kendisiyle kitab'ın indirildiği tek hak ve gerçekte budur.

Allah-ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri ancak bir gaye ile yaratıldı.." (Hicr, 85)

Yine şöyle buyuruyor o:

"Şüphe yok ki Rabb'iniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, Arş'a istiva eden, (her) işi düzenli olarak idare eden Allah'tır. O'nun izni olmadan hiçbir şefaatçi bulunmaz. İşte sizin Rabb'iniz olan Allah budur. O halde (gereği gibi) O'na kulluk edin. Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız?.. Güneşi bir ışık, ayı da (aydınlık) bir nur yapan; yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ay'a menziller (burçlar) düzenleyip koyan O'dur. Allah bunları (rastgele değil) ancak gerçek (bir ölçü) ile (faydası için) yaratmıştır." (Yunus, 3-5)

Başka bir âyette de şöyle buyuruyor:

"Elif, Lâm, Mim. Allah'ki, kendisinden başka ibadete layık hiçbir ilâh yoktur. O, Hay ve kayyum dur (daima diri ve yaratıklarını gözetip yönetendir ve her şey, onunla varlığını devam ettirir). (Allah, bu) kitab'ı sana, hak olarak indirdi..." (Al'i İmran, 1-3)

İşte O'nun emir ve kitabının kaynağı "hak"tır.

Nitekim önceki âyetlerde zikredilen O'nun yaratıklarının kaynağı da "hak" idi.

Hem Allah'ın yarattıkları, hem de emirleri "hak" tan kaynaklanıp "hak" ile vücut buldular.

Yine Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 56)

Bu âyeti kerimeyle Allah'ü Teâlâ, mahlukatı yaratmaktan maksadının kendisine ibâdet etmeleri olduğunu haber vermektedir. Ki bu ibâdetin aslı, en kemâl derecede O'nu sevmektir.

Allah sübhanehû, kendisine ibâdet edilmesini sevdiği gibi, kendisine hamdedilmesini, övgüde bulunulmasını ve yüce sıfatlarıyla, güzel isimleri ile anılmasını da sevmektedir.

Nitekim peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sahih bir hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır:

"Allah'tan daha fazla methedilmeyi seven hiç kimse yoktur. Bundan dolayıdır ki Allah, kendisini kendisi övmektedir."

Esvet b. Seri, peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e:

"Ben, Rabb'imi çeşitli hamdlerle övdüm" dediğinde peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

"Şüphesiz ki senin Rabb'in, hamdedilmeyi sevmektedir." (Ahmed, 3/435)

Allah kendisini sevdiği içindir ki, kendisini övmekte, yüceltmekte ve noksanlıklardan tenzih edip takdis etmektedir.

Yine bundan dolayı kendisini sevenleri, övenleri ve hamdedilenleri de sevmektedir. Hatta kulun Allah'a olan muhabbeti kuvvetlendikçe, Allah'ın ona olan sevgisi de artar ve daha mükemmel olur.

Bundan dolayıdır ki, O'nun katında en sevimli olan kimseler; O'nu seven ve O'na hamdedip O'nu övenlerdir.

Ve yine bundan dolayıdır ki, O'nun katında en çok buğz edilen şey şirktir. Zira şirk, O'na olan muhabbeti eksiltmekte ve bu muhabbeti O'nunla O'na şirk koşulan şeyler arasında taksim etmektedir. Bundan dolayı Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmemektedir.

Hiç şüphe yok ki bu husus, yaratılmışlardan olan bir mahbubun yanında, onu sevenin işleyebileceği en büyük suçtur ve seveni mahbubunun gözünden düşürüp onun katındaki mertebesini sıfıra indirir. Böyle iken âlemlerin Rabb'i olan Allah, sevgide başkasının kendisine ortak kılınmasını nasıl normal karşılayabilir?

Halbuki yaratılmışlardan olan bir sevgili dahi, kendisini sevenin yapabileceği bir sürü hatayı affedebilmesine rağmen; böyle bir suçu asla affetmez. Bu sevgili, kendisini sevenin, onu sevdiği gibi başkasını da sevdiğini öğrendiği an; kesinlikle onun bu suçunu affetmez ve bir daha onu kendisine yaklaştırmaz. Bu, tabiatın ve fıtratın gereğidir. Acaba kul kendisinin ilâhı ve mabudu olan Allah ile başkalarını bu sevgi ve kullukta eşit tutmaktan utanmaz mı?!

Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını O'na denk hale getirenler vardır. Alah'ı sever gibi onları severler. Gerçek iman edenlerin Allah'a sevgisi ise daha kuvvetlidir." (Bakara, 165)

Bu âyeti kerimeyle Allah'ü Teâlâ, Allah'ı sever gibi O'ndan başkasını sevenlerin; sevdikleri şeyi Allah'a denk tutmuş olacaklarını haber vermektedir.

Müşrikler de bu mânâda ibâdet ettikleri şeylere şöyle diyeceklerdir:

"Vallahi biz, cidden apaçık bir sapıklıkta imişiz. Çünkü biz, sizi âlemlerin Rabb'ine eşit tutuyorduk." (Şuarâ, 97-98)

İşte bu, ilâh ve mabud edinip sevmekte eşit tutmak olup; zât, fiil ve sıfatlarda eşit tutmak değilmidir.

 

Elhasıl:

Allah'ü Teâlâ en yüce bir sevgiyle kendisini sevmekte ve O'nu sevenleri de sevmektedir.

Yarattıklarını bunun için yaratmış, bunun için şeraitler ve kitaplar indirmiş, mükâfatı ve azabı bunun için hazırlamıştır. Göklerin ve yerin kendisiyle kâim olduğu, yaratma ve hükmün kendisine bağlı bulunduğu katıksız hak işte budur.

Hiç şüphesiz ki, kul bunu yerine getirdiği zaman, kendisi için yaratıldığı şeyi yerine getirmiş olur. Böylece onun yaratıcısı da ondan razı olup onu sever.

Fakat kul bundan yüz çevirir, kendi mâliki ve efendisinden kaçarsa, o zaman da efendisi ona kızar ve ondan buğz eder. Çünkü o, kendisi için yaratıldığı şeyden uzaklaşıp onun zıddı olan bir hale girmiştir. Böylece de o, efendisinin rızası yerine gazabını; rahmeti yerine azabını hak etmiş olur. Sanki o, efendisinden sevdiği şeyin tersiyle kendisine davranmasını istemektedir. Zira Allah sübhânehû, affetmeyi seven "Afuvv", ihsan etmeyi seven "Muhsin" cömertlik yapmayı seven "cevâd" ve rahmeti gazabını geçendir. Kul O'ndan kaçarak O'nun düşmanına sığındığında, O'ndan gazabını rahmetine ve azabını ihsanına galip kılmasını istemiş olur. Böylece kul kendi Rabb'inden, daha çok sevdiği şeyin aksine kendisine davranmasını istemiş olur. Zira Rabb, kendisi için ihsanı, iyilik ve nimetle bulunmayı daha çok sevmektedir.

İşte bu kul, efendisine ve O'nun sevdiği amellere geri döner ve O'nun düşmanını terk ederse; tekrar efendisinin kendisini sevmesini, kendisine nimet verip ihsanda bulunmasını gerektiren hâle geri dönmüş olur. Böylece efendisi, onun bu dönüşünden dolayı en yüce bir şekilde sevinir ve hoşnut olur. Muhakkak ki bu sevinç, iyilik ve ihsan eden, lütufta bulunan, cömert, zengin ve hamde lâyık olan bir zâtın sevinci olup; kendisiyle kemâl derecesine çıkacağı bir şeyin oluşmasına muhtaç olan ve kemâli başka şeylerden alan bir kişinin sevinci değildir. Hiç şüphesiz ki bu sevinç, kemâlin ta kendisi olup; hem kemâlin lâzımı, hem de kendisinden kemâlat doğmaktadır.

Bundan da daha yücesi şudur ki, Allah'ü Teâlâ mü'min kullarını yaratmış ve kâinattaki her şeyi onlar için varetmiştir. Nitekim Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Göklerde ve yerde olan şeyleri, Allah'ın sizin istifadeniz için yarattığını, size açık ve gizli nimetlerini (bolca) tamamladığını görmediniz mi?.." (Lokman, 20)

Allah, mü'min kullarını şerefli kılmış ve onları yarattıklarından bir çoğuna üstün tutmuştur. Şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki biz, Adem oğlunu şerefli kıldık, onları karada ve denizde (bineklerle) taşıdık, onlara güzel-temiz / helâl şeylerden rızık verdik ve onları yarattıklarımızdan pek çoğuna cidden üstün kıldık." (İsrâ, 70)

Onların Salih ve seçkin olanları hakkında da şöyle buyurdu:

"Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçkin kıldı." (Al'i İmran, 33)

Musa'ya da şöyle dedi:

"Seni kendim için (peygamber) seçtim." (Tâhâ, 41)

Aynı şekilde Allah onlardan dostlar edindi ki dostluk, sevgi derecelerinin en yücesidir. İşte Allah'ü Teâlâ, bu yüce seviyeye çıkmaları için kullarını yaratmıştır.

Bundan dolayıdır ki Allah, onlardan canlarını satın almıştır. Rasûlü'nün dili üzere bize haber verdiği kadarıyla, onlardan başkasıyla yapmadığı bir akittir bu ki; bu aktin neticesinde kullar, O'nun kendisi için yaratmış olduğu canlarını yine O'na teslim etsinler. İşte bu alışveriş, bu kulların O'nun tarafından sevildiğine, seçildiklerine ve kendilerinden razı olunduğuna delildir.

Şüphesiz ki alışveriş için arzedilen bir malın değeri, o mala müşteri olan zâtın kadrinin yüceliği ve o mala biçilen fiyatın miktarı ile bilinir. Tabi ki bu, malın kendi kadri bilinmediği zaman söz konusu olur. Fakat malın kadri, müşterisinin kim olduğu ve onun için verilen fiyat bilindiği zaman; işte o zaman o malın varlık alemindeki mertebesi de bilinir.

Bilmelisin ki:

- alışveriş için arzedilen mal sensin,

- müşterin Allah ve

- senin için biçilen fiyat cennet; Allah'a nazar etmek ve güven ve selâm yurdunda O'nunla konuşmaktır.

Yine bilmelisin ki Allah'ın kendisi için seçtiği şey, kıymeti bakımından en değerli ve en yüce olan şeydir.

Şimdi Allah kulunu kendisi seçer, kendisini tanıması ve sevmesi için ona razı olur, kendisinin komşuluğu ve yakınında onun için bir yurt yapar ve meleklerini, o uyanıkken, uyurken, hayatta iken ve öldükten sonra onun maslahatları için çalışan hizmetçiler yapar;

Sonra da kul kendisinin efendisi ve maliki olan Allah'tan kaçar, O'nun rızasına yüz çevirir, bu da yetmez O'na karşı planlar çevirmek için O'nun düşmanıyla anlaşır, O'nu bırakıp düşmanını dost edinir ve O'nun düşmanının askerlerinden olup, kendi sahibi ve malikinin rızasını göz ardı ederek O'nun düşmanının rızasını gözetirse;

İşte böyle bir kul, ilâhı ve maliki olan Allah'ın satın alıp karşılığında cennetini ve kendi vechine nazar etmeyi bahşettiği canını; O'nun düşmanına ve yarattıklarından en çok buğz ettiği kimseye satmış olur.

Böylece bu kul, O'nun rızasını bırakıp gazabını, rahmet ve muhabbetini bırakıp lanetini hakketmiş olur.

Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Hani meleklere:

"Adem'e (kudretim için) secde edin" demiştik de iblis hariç hemen secde ettiler. O cin(ler)dendi, Rabb'inin emrinden çıktı / âsi oldu. (Ey insan oğulları) beni bırakıp da onu ve neslini mi dostlar ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır. (Böyle yapmak) zâlimler için ne kötü bir değişmedir." (Kehf, 50)

Şimdi sen, bu hitabın ve bu azarlamanın içeriğindeki böyle bir kulun kötülüğünü ve onun maruz kaldığı kızgınlığı, perişanlığı ve yalnız kalmışlığı düşün!

Yine onun Rabb'inin şefkatini, onun tekrar Rabb'ini razı etmeye dönmesini istemesini ve kendisi için daha evlâ olan hak mevlâsına dönmeye onu davet etmesini düşün!

İşte bu kul Rabb'ine dönüp O'na tevbe ettiği zaman, onun durumu şu örnektekine benzer:

Bir zât ki, düşmanları O'nun sevdiği bir kulunu esir almış, onu tamamen kendi kontrolleri altına almış ve onunla onu seven o zât arasına engel olmuşlar. Şimdi o zâtın sevdiği bu kulu düşmanların arasından kaçar ve kendi isteğiyle kendisini seven o zâta gelerek onun kapısının eşiğini kendisine yastık edinirse; onu seven o zât evinden çıktığı zaman, sevdiği kulunun yanağını eşiğin üzerine koyarak kapının önünde uzandığını görürse; o zâtın sevinci nasıl olur acaba?

En yüce örnek Allah'ındır.

Hiç şüphesiz ki Rasulullah'ın verdiği bu örnek, Allah'ın kalp gözünü açtığı kimseler için yeterlidir. İşte bu kimseler bu örneğin içeriğindeki mânâları anlarlar.

Bunu mânâyı daha çok takrir eden bir husus ta şudur ki;

Rabb'ın kuluna olan muhabbeti, daha kul Rabb'ini sevmeden önce de vardır. Zira eğer Allah'ın ona muhabbeti olmamış olsaydı, kendisini sevmeyi onun kalbine koymazdı. Şüphesiz ki Allah'ı sevmeyi kula ilham eden yine O'dur. Kul Allah'ı sevince de, bu sevgisinden dolayı Allah onu daha büyük bir muhabbetle mükâfatlandırır.

"Çünkü Allah'a bir karış yaklaşana, Allah bir arşın yaklaşır. O'na bir arşın yaklaşana, O bir adım yaklaşır. O'na yürüyerek gelene, o koşarak gelir." (Buhari, Müslim ve Tirmizi)

İşte bu da göstermektedir ki, Allah'ın kendisini seven bir kuluna olan muhabbeti, o kulun kendisine olan sevgisinden çok daha fazladır.

Bunun en büyük şahidi, fıtrat ve akıl tarafından da teyit edilen şahittir. Eğer doğru söyleyen ve doğrulanmış olan zât bu büyük ve yüce durumu haber vermemiş olsaydı bile, fıtrat ve akıl buna şahitlik edeceklerdi.

Aydın akla bir de indirilen şeriat eklenince, artık bu daha ötesi olmayan bir şahit olur.

Şüphesiz ki bu Allah'ın fazlı ve keremidir. Allah dilediğine onu ihsan eder. Allah büyük bir lütuf sahibidir.

 

İÇİNDEKİLER

4. Bölüm