Allah'ın isimlerini ve sıfatlarını bilmeyen / bunlara karşı
cahil olanlar, bunları iptal edenlerdir. Mahlukata Allah'ı nefret ettirenlerdir.
Bilmeyenleri, onları Allah'ı sevmeye ve O'na itaat ederek dost olmaya götürecek
yolu insanlardan kesenlerdir. Biz de bunlardan bazılarını sırayla belirtecek
olursak:
1 - Kendileri nefsi zayıf kimseleri gördüklerinde, onlara, ne
kadar da uzun sürse, kul ne kadar da uğraşsa, gerek zahiren ve gerekse bâtınen
hepsini yerine de getirse, hiçbir itaatin Allah'a faydalı olmayacağını
söylerler.
Buna ek olarak, kulun, Allah'ın tuzağından emniyette ve güvende
olmadığını; bilakis Allah'ın itaatkar ve muttaki kulunu camiden alıp
kumarhaneye, tevhidden ve zikirden alıp şirke ve şarkı-türküye götüreceğini ve
kalbini halis imandan küfre döndüreceğini de söylerler. Bunu söylerken de hiç
anlamadıkları hâlde sahih olan bazı delilleri öngörmektedirler. Ancak yorumları
bâtıl olup, masum olan Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi
değildir. Bunun gerçek tevhid olduğunu sanırlar. Bunun üzerine şu âyetleri
okurlar:
"O, yaptığından sorumlu olmaz,
onlar ise sorumlu tutulacaklardır." (Enbiya, 23),
"Allah'ın tuzağından
(kurtulacaklarından) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası,
Allah'ın tuzağından emin olduğunu sanmaz." (Araf,
99),
"Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği
zaman, Allah'a ve Resûl'e icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına
girer. Ve siz kesinlikle Onun huzurunda toplanacaksınız."
(Enfal, 24)
Kendilerine delil olması
amacıyla, bu konudaki bilgiyle İblis hakkında konuşurlar. Onun önceden
meleklerin efendisi olduğunu, gökteki bir mekan olsun, yerdeki bir arazi parçası
olsun hepsinde secde ve rükû edilmedik bir yer bırakmadığını, ancak takdir-i
ilâhî gereği İblis'in dönüp (kâfir olduğunu) hükmün böyle verildiğini ve bunun üzerine gözünü
güzelliklere doğru çevirdiğini ve İblis'i en rezil mahluka çevirdiğini
söylerler. Nitekim bu görüşteki bazı arifler:
"Senin Allah'tan korkman gerekir;
tıpkı hiçbir suçun ve hiçbir günahın olmadığı hâlde aslanın saldırmasından
korktuğun gibi." denişlerdir. Kendileri bir de Nebi'nin (sallallahu aleyhi ve
sellem):
"Muhakkak ki sizlerden birisi cennet ehlinin amelini işler, öyle ki
kendisiyle cennet arasında bir ziralık mesafe kalır da yazgı öne geçer ve
cehennem ehlinin amelini işler ve cehenneme girer." diye buyurduğu hadisini de
delil getirirler.
(Buhârî (3208) ve
Müslim (2643) İbn Mes'ud (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir.)
Buna ek olarak, selef-i salihinden
bazılarının şu sözünü de delil getirmişlerdir:
"Günahların en
büyüğü Allah'ın tuzağından kendisini emin saymak ve Allah'ın rahmetinden ümit
kesmektir."
Ahmed b. Hanbel'in,
Avn b. Abdullah ve başkalarından zikrettiğine göre; adamın birisi:
"Allah'ım! Beni tuzağından
emin kılma!" diye dua edince, buna karşı çıktı ve ona:
"Şöyle de:
"Allah'ım! Beni tuzağından emin olmayan kimselerden kıl."
Bu cahiller, bu delilleri -gerçekte bâtıl olan- görüşlerine
destek çıkması için getirmişlerdir. Kendileri hikmeti, sebeplerini araştırmayı
zaten inkâr etmektedirler. Kendileri şunu da iddia ederler:
"Yüce Allah, hikmeti
ve sebebi için bir şey yapmaz. O ancak hikmet ve sebebi ortaya koymaktan uzak
olarak, dilediği için yapar ve ortaya koyar. Hiçbir sebeple bir şeyi yapacak
değildir. Nitekim kendisine itaat edenleri en acıklı azaba sokması, düşmanlarını
ve asileri de en büyük mükâfatlarla ve seveplarla da nimetlendirmesi mümkündür.
O'na göre bu her iki durumu yerine getirmesi de zor değildir. Bunu yapmayacağına
dair sağlam bir delil de yoktur. Bu konu ile ilgili bir haber olsaydı o zaman
anlardık ki bunu yapmaz. Bu, Allah'ın nefsinde bâtıl ve zulmün olduğu mânasına
da gelmez. Çünkü Allah'ın nefsinde zulmün olduğunu kabul etmek imkânsızdır.
Kuşkusuz O, bir tek cismi bir anda birçok yerde toplayabilmekte, geceyi ve
gündüzü aynı anda bir saatte kılabilmekte ve bir anda olanla olmayanı birlikte
bulundurabilmektedir."
Şu var ki, onlara göre gerçek olan zulüm budur. O kendilerine
döndüğü zaman da:
"İşlediğimiz zaman istikrarlı olmayacaksa, O'nun tuzağından
emin olamayacağımıza göre, O'na (c.c.) yakınlaşmayı nasıl sağlam kılabiliriz ki?
O'na nasıl itaat edelim ve O'nun emirlerine nasıl uyalım ki?! Az bir vaktimiz
kaldığı hâlde...
Şayet bu kısa vakitte lezzetlerimizi ve arzularımızı terk edip
bırakacak olursak ve ibadetlerin zorluklarını yüklenirsek, o zaman İslâm dininde
sabit kalamayabiliriz. Öyle ki imanımızın küfre, tevhidimizin şirke, itaatimizin
isyana, iyiliğimizin kötülüğe döneceğinden emin olamayız. Bizlere akıbetlerin
devamlı gelmesinden ve dünya ile âhirette hüsrana uğrayanlardan olacağımızdan da
güven içinde olamayız." derler.
Bu inanışları kalplerinde sabit olunca ve nefislerinde
mayalanınca, taatları yapmak ve lezzetleri terk etmekle emrolundukları hâlde
çocuğuna şunları söyleyen adamın durumuna düşerler. Adam oğluna şöyle demiştir:
"Eğer derslerini
yazar, güzelce çalışır, edepli olursan ve hocana karşı gelmezsen, belki seni
cezalandırır. Şayet tembellik eder, çalışmaz ve sana emrettiklerini terk
edersen, o zaman da sana yakın olur ve sana ikram eder."
Kuşkusuz böyle söylemesiyle
oğlunun kalbine çelişki atmış olur. Şöyle ki, artık hocasının, tehdit ettiği
zaman ceza vereceği, müjdelediği zaman da ikram edeceği konusunda kalbinde
güvensizlik yerleşmiştir. Çocuk büyüdüğünde, işlerini ve muamelelerini
düzelttiğinde babası bu sefer ona:
"Memleketimizin sultanı
hapisten hırsızı çıkartıp, onu vezir yapar. Akıllı ve iyilik sahibi kimseyi de
sırf bu işinden dolayı alır, müebbet hapse mahkûm eder, onu öldürür ya da bir
yere asar." der.
Kendisine bu söylendiğinde
sultana karşı yabancılaşır, gerek tehdit ve gerekse müjdeleri hakkında ona
güvenmez ve onu sevmez, iyilik yapan zeki adamı alıp hapse atan ve ona türlü
türlü cezalar veren zalime muhalefet etmekten de korkar. İşte bunun üzerine bu
miskin kimse, amellerin yararlı ya da zararlı olması inancından dolayı iflâs eder kalır. Artık
hayırlı hiçbir iş işlemez ve şerli işleri işlemekten uzak olmaz.
Öyleyse bu cahil insanlar kadar, insanları Allah'tan nefret
ettiren ve uzaklaştıran kimseler var mıdır?
Dinsizler bile dine karşı buğzettirmek ve Allah'tan nefret ettirmek konusunda alabildiğince çalışmış
olsalar da bu cahil insanların yaptıkları kadar yapamazlar.
Muhakkak ki bu yolun insanları, kendilerinin, tevhidi ve kaderi benimsediklerini, bid'at ehline karşı geldiklerini ve kendilerinin dine
yardımcı olduklarını söylerler.
Allah'a yemin olsun ki, akıllı bir düşman, cahil
bir dosttan daha az zararlıdır.
Allah'ın indirdiği kitaplar ve gönderdiği
peygamberlerin hepsi bu cahillerin kendileri hakkında iddia ettiklerinin öyle
olmadığına şahitlik ederler, özellikle de Kur'an-ı Kerim.
Şayet davetçiler, Allah ve Resûl'ünün
davet ettikleri dini insanlara hakkıyla anlatmış ve bunu izlemiş olsalardı, o
takdirde ifsat olmaz ve düzelirdi. Doğru sözlü olan ve sözünü yerine getiren
Allah'ın (c.c.) haber verdiğine göre; O, insanlara kazandıklarına göre muamele
eder ve amelleriyle karşılık verir. İyilik sahibi olan O'nun katında zulme ve
sıkıntıya uğramaktan korkmaz (çünkü Allah âdildir). Aynı şekilde haksızlığa ve
sefihliğe uğramaktan da korkmaz. Allah, iyilik sahibinin hiçbir amelini zayi
etmez. Aynı zamanda kulunun zerre ağırlığınca da olsa, hiçbir amelini zayi
etmez.
"Şüphesiz ki Allah, hiç
kimseye zerre kadar zulmetmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun
sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükâfat verir."
(Nisa, 40)
Kul bir iyilik işlediğinde hardal danesi de olsa ondan dolayı
karşılık verir ve ondan hiçbir şeyi zayi etmez. Kötülük işlediğinde de onu
dengiyle cezalandırır. Tevbe etmesi, pişman olması, istiğfar etmesi, sevaplar
işlemesi ve kendisine musibetlerin gelmesiyle bu günahları silip atar. İşlediği
sevaba karşılık on katını verir ve yedi yüz kata kadar hatta daha çok artırır.
O yüce Allah, ifsat edenleri
ıslah eder, yüz çevirenlerin kalplerine yönelir, günahkârların tevbesini kabul eder, dalalette
olanları hidayete sokar, helakte olanları kurtarır, cahillere öğretir,
görmeyenlere gösterir, gafillere hatırlatır ve kovulmuş olanları da barındırır.
Allahu Teâlâ azap vereceği zaman ise, kulun karşı çıkışından
ve karşı gelme şiddetinden, Allah'a dönerek yaptığı duasından ve defalarca O'nun
rubûbiyetini ve hakkını ikrar etmesinden sonra azap vermektedir.
Kul -O'nun rubûbiyetini ve tek oluşunu ikrar ettiği hâlde- duasına icabet edilmesinden
ümidini kestiğinde, o kulun bazı küfürlerini, sakatlıklarını ve karşı
çıkışlarını Allah (c.c.) alır ki, böylece kul, kendi nefsini kınasın ve Allahu
Teâlâ'nın zalim olmadığını, kendisinin nefsine karşı zulmettiğini itiraf etsin.
Cehennem ehli hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Böylece günahlarını itiraf
ederler. (Artık) o çılgın ateş halkı (Allah'ın rahmetinden) uzak
olsunlar!" (Mülk, 11)
Dünyada iken kendilerini helak
ettiği kimseler hakkında ise şöyle buyurur:
"O'nun
âyetlerini gördüklerinde ve O'nun azabını hissettiklerinde onlar: "Vay bizlere!
Biz gerçekten zalimler idik, dediler. Biz, onları biçilmiş bir ekin ve bir yığın
kül hâline getirinceye kadar hep sözleri bu feryat olmuştur."
(Enbiya, 14-15)
Allah'ın kendilerini cehennemden uzak tuttuğu cennet ehli
olanlar ise, cehennemi gördükleri zaman şöyle dediler:
"Rabbimizi tesbih ederiz,
doğrusu biz zalimler imişiz."
(Kalem, 29)
Hasan der ki:
"Ona hamd ettikleri hâlde ateşe girdiler,
kalplerinde olanlar ise kendilerine ne bir hüccet ve ne de bir çıkış yolu
kıldı."
Zaten bundan dolayı Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Böylece
zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."
(Enam,
45)
Burada ki cümle hâl cümlesi olarak gelmiştir. Yani Allahu
Teâlâ'ya hamd edilmiş olmasına rağmen onların arkaları (kökü) kesildi. Ona hamd
etmekle beraber/bunu söyleseler de (Allahu Teâlâ bu övgüye her türlü layık
olandır) onların kökleri kesildi.
Bu, hikmetinin ve adaletinin eksiksizliğini gösteren Rab
Teâlâ'nın bundan dolayı övülüp hamd edildiği bir helak edişdir ve tam layık
olduğu üzere azabı gerçekleştirmesidir.
Bundan dolayı kulları arasında hüküm verip, saadet ehlini
cennete ve bedbahtları da ateşe sokacağını haber verdikten sonra şöyle buyurdu:
"Meleklerin de arşın etrafını kuşatarak, Rablerine hamd ile teşbih ettiklerim
görürsün. Artık halk arasında hak ile hüküm icra edilip "âlemlerin Rabbi Allah'a
hamd olsun" denilmektedir." (Zümer, 75)
Âyette genellik anlamını kazandırmak için sözü söyleyen fail
hazf olmuştur. Yani varlık âlemi (her şey), hakkın hikmetine, adalet ve fazlına
şahit olduklarından "âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun." dediler.
Bundan
dolayı cehennem ehli hakkında şöyle buyurmuştur:
"Ebedî olarak içinde kalmak
üzere girin cehennemin kapılarından denir. Bak, büyüklük taslayanların yeri ne
kötüdür!" (Zümer, 72)
Sanki varlığın hepsi bunu söylemekteler, hatta azaları,
ruhları, yer ve gökler bunu söylemekteler. Kuşkusuz Allahu Teâlâ haber verdiğine
göre; kendisi düşmanlarını helak edeceği zaman dostlarını korur. Herkesi helake
duçar etmez.
Nuh (a.s) oğlunun kurtulmasını Rabbinden dilediği zaman,
Allah, oğlunu amelinin kötülüğünden ve küfründen dolayı boğduğunu haber
vermişti. Yani:
"Kuşkusuz Ben onu sadece istediğim, için ya da hiçbir sebep ve
günah olmadan sırf dilediğin için boğdum." diye buyurmadı.
Allahu Teâlâ, kendi
yolunda cihad eden mücahidlere hidayeti ziyadesiyle vereceğine kefil olmuştur.
Onları dalalete sokacağına ve yaptıklarını iptal edeceğine dair bir haber
vermemiştir.
Aynı şekilde O'nun rızasına uyan müttakilere de hidayeti
ziyadesiyle vereceğine kefil olmuştur. Ve ancak anlaşma yaptıktan sonra sözünde
durmayıp onu bozan fasıkları dalalete sokacağını haber vermiştir.
O Allah, ancak
dalaleti takip eden ve onu hidayete tercih eden kimseleri dalalete sokar, bu
takdirde kulağını ve kalbini mühürler. Allah (c.c), kendisine hidayet gönderdiği
hâlde, hidayetten razı olmayan, onu istemeyen ve onu reddeden kimsenin kalbini (dalalete) çevirir. Bildiği
ve hak olduğunu gördüğü hâlde (ondan yüz çevirdiğinden dolayı) onun azalarını ve
basiretini ceza olsun diye dalalete çevirir.
Bu mahalde olan, kuluna dalalet ve
bedbahtlık hükmü vermesiyle bu kulun hayra gireceğine dair bir belirti görmüş
olsaydı, o takdirde ona bunu anlaşılır yapardı ve ona hidayet nasip ederdi.
Ancak kulu o mahalde bulunmasından dolayı, Allah'ın nimetlerinden
yararlanmaktadır ve o mahal ikramlarına layık değildir.
Muhakkak ki yüce
yaratıcı, sebepleri açıklamış, delilleri getirmiş ve hidayet vesilelerini sağlam
kılmıştır. Kendisi ancak fasık ve zalimleri dalalete sokar ve ancak haddi aşan
kimselerin kalplerini mühürler. Ancak yaptıklarından dolayı münafıkları fitnede
bırakır. Kâfirlerin kalplerini kaplayan günahlar, kendilerinin kazandıkları ve
işlediklerinin bizzat kendisidir.
Yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
"Hayır hayır,
öyle değil Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur."
(Mutaffifin, 14)
Düşmanları olan yahudiler
hakkında da şöyle buyurdu:
"Verdikleri sözden dönmeleri,
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini öldürmeleri ve
"kalplerimiz kılıflıdır" demelerinden dolayı (başlarına türlü belâlar
verdik). Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir.
Pek azı hariç onlar inanmazlar." (Nisa, 155)
Haber verdiğine göre; O,
sakındığını ortaya koyup belli ettiği zaman kulunu dalaletten sakındırıp
hidayete koyar. Sakınmayacak olursa, o takdirde hidayetin önüne sapıklığı ve
iyiliğin önüne de azgınlığı koymakla kötü tabiatını seçmiş olur ki, kendisi bu
hâlde iken nefsiyle, şeytanıyla ve Rabbine karşı düşman olmuş olur.
|