Allahu Teâlâ, insanoğlunun sağında ve solunda, amellerini ve sözlerini yazan iki
meleğin varlığından bahsetmektedir. Aynı zamanda sözlerin teker teker
hesaplanmasını ve yazılmasını ve az olmakla beraber tesiri sözlerden daha büyük
olan ve bizzat sözlerin hedefi ve gayesi olan amellerin yazılmasını da haber
vermektedir.
Sonra da küçük kıyamet mânasına gelen ölüm sarhoşluğundan bahsetmekte, bunun
gerçekten gerçekleşeceğinden, kulun Allah ile karşılaşması, O'na gitmesi, ruhun
O'na yükselmesi ve büyük kıyamet kopmadan önce ruha sevap ya da azap vermesi
anlamına geldiğinden haber vermektedir.
Sonra büyük kıyamet hakkında haber verip şöyle buyurmuştur:
"Sur'a üfürülür,
işte bu, tehdid(in gerçekleşme) günüdür."
(Kaf, 20)
Allahu Teâlâ, bu büyük günde
mahlukatın durumlarından haber vermekte, bu günde herkesin yanında kendisini
süren bir sürücüyle ve şahitlik edecek bir şahitle yaratanın huzuruna
geleceklerinden bahsetmektedir. Şu var ki, bu söz konusu şahitlik (sadece)
organların leh ve aleyhte yapacağı ya da üzerinde yaşadığı yeryüzünün yapacağı
ve yahut peygamberin ve müminlerin yapacağı şahitlik de değildir.
Nitekim Allahu
Teâlâ, kuluna hafaza meleklerini, peygamberleri ve kulun, üzerinde hayır ve şer
işlemiş olduğu yerleri ve üzerinde kötülükler işlediği derisini de şahit
tutacaktır. Aralarında sadece ilmiyle hüküm vermeyecektir.
Allah, adaletlilerin en adil olanı ve hüküm verenlerin en hakimi olandır.
İşte bundan dolayıdır ki, Allah (c.c.) peygamberine sadece ikrar etmelerinden
duymuş olduklarıyla ve deliller getirmelerine şahit olmasıyla, insanlar arasında
hükmedeceğini, sadece bilgisi doğrultusunda hüküm vermeyeceğini haber vermiştir.
(Buhari (2458) ve Müslim (1713)'in Ümmü Seleme'den rivayetlerine göre, dedi ki:
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Sizler aranızda olan anlaşmazlıklarınızı
bana gelip taşımaktasınız. Belki kiminiz getirdiği delilleriyle kiminizden daha
güçlü olabilir. Ben de bundan duyduklarıma göre hüküm veririm. Her kimin
kardeşinin hakkından bir şeyi bilmeden almışsa onu sakın almasın. Öyle olursa bu
takdirde ateşten bir parça koparmış olur.")
Öyleyse hiçbir delil olmadan ve ikrar da bulunmadan sadece ilmine dayanarak
hüküm veren bir hakimin bu durumunun onu nereye götüreceğini bir düşünmek lazım.
Sonra Allahu Azze ve Celle, normalde bundan gafil olunmayacak ve devamlı
zihinlerde tutulacak bir şey olduğu hâlde bu durumdan insanın gaflette olduğunu
haber vermiş ve şöyle buyurmuştur:
"Andolsun sen bundan gaflette idin
(fi
gafletin min haza)." (Kaf, 22)
Âyette "an haza" diye buyrulmamıştır. Şu âyet de
olduğu gibi:
"Muhakkak ki onlar, bundan kuşkulu bir şüphe içindedirler
(fi
şekkin minhu)" (Hud, 110)
Burada da "fi şekkin fihi" diye buyrulmamıştır. Bu
kelime fiilde gelmeyip, masdar konumunda gelmiştir. Yani "Ğafeltu minhu ya da
şekektu minhu" şeklinde değildir. Çünkü böyle olsaydı o zaman "gaflet de şüphe
de başından beri vardı ve o gafletle şüphenin başıdır" anlamına gelmiş olurdu.
Dolayısıyla bu, "fi gafletin anhu" ve "fi şekkin fihi"
demekten daha tesirli ve
vurguludur. Çünkü O (c.c), öğüdün ve gerçek olan yakinin ve bunların çıkış
yerlerinin başlarını, gaflet ve şüphe için bir başlangıç kılmıştır.
Sonra kıyamet günü, -tıpkı uykusundan uyandığı zaman kişinin kalbinden uyuklama
perdesinin kaldırılıp gözleri açıldığı gibi- ondan da bu gaflet ve unutma
perdesini kaldırdığını haber vermiştir. İşte gözle görmesiyle, bu perdenin bir
kuldan kaldırılmış
olması hâli, tıpkı uykudan kalktığı zaman uyku perdesinin kendisinden kalktığı
hâli gibidir.
|