Hakir ve helak olmanın sebebi, mahallin, ehliyetin ve
nimetleri kabul edişin sağlıklı ve salahiyetli olmamasıdır, şöyle ki; kendisine
nimetler verilince:
"Bu benimdir, bana aittir, bunu ancak ben yaptım, yerine ben
getirdim. Dolayısıyla bunlara ehil olan da benim hak sahibi olanda benim"
demesi
gibi.
Hakkında Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi:
"Karun şöyle dedi: O
(servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi."
(Kasas, 78)
Yani benim hak sahibi olduğum
bilgim sayesinde.
Ferra: "Yani; ehil olduğum ve verdiğim için hak sahibi
olduğum fazlımdan dolayı verildi" demiştir.
Mukatil ise: "Yani şöyle der:
Allah'ın bildirdiği bendeki hayır vb." der.
Abdullah b. Haris b. Nevfel'in
zikrettiğine göre; Davud'un oğlu Süleyman peygambere (a.s.) hükümranlık verilince, kendisi şu âyeti okudu:
"Bu,
dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere
Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır" (Neml, 40)
Âyette Süleyman (a.s.):
"Bu benim kerametimdendir"
demedi demiştir. Sonra da Karun'u zikredip, onunla ilgili geçen: "O
(servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi." sözünü zikretti
ve Süleyman'ın (a.s.) kendisine Allah'ın fazlından verilenleri ve bahşedilenleri
görünce ve bunlarla imtihan olunduğunu görünce Allah'a şükretti. Karun ise
bunların kendi nefsinden kaynaklandığını ve bunları kendisinin kazandığını iddia
ettiğini söyler.
Aynı zamanda şu gelen âyet de bu
yöndedir:
"Andolsun ki kendisine
dokunan bir zarardan sonra, biz ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak, O: Bu
benim hakkımdır, kıyametin kopacağını da sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş
olsam bile mutlaka O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır, der. Biz o
inkâr edenlere yaptıkları şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara ağır bir
azap tattıracağız." (Fussilet, 50)
Yani: "Ben ona ehil olanım ve
o bana aittir. Tıpkı bir kralın
mülküne sahip olduğu gibi bende buna sahibim."
İşte mü'min kul bunları Rabbinin mülkünden, O'nun fazl-u
kereminden, O'nun bahşetmesinden olduğu olarak görür. Kendisinin, buna hak
sahibi olmadığını bilir, hatta Allah'ın kendisine verdiği bir sadaka olduğunu ve
bunları kendisinin sadaka olarak vermediğini bilir. Şayet bu nimetleri kendisine
vermez ise, ondan kısarsa, kulun hak sahibi olduğu bir şeyi kısmış olmaz (çünkü
onun hak sahibi olduğu bir şey yoktur).
Eğer bu kul bunlara şahitlik
etmezse, o zaman bunlara kendisinin ehil olduğunu ve hak sahibi olduğunu ortaya
koyar. Nefsinin hoşuna gider ve nimetler hakkında haddi aşar, taşkınlık yapar ve
başkasına karşı bu pisliğini sıçratıverir. Nitekim bu takdirde, bunlardan dolayı
onda bir sevinç ve böbürlenme peyda olur.
Yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
"Ve
şayet insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri
alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör bir kimse olur. Ve şayet ona dokunan bir
sıkıntıdan sonra bir nimet tattırırsak, "Artık benden bütün kötülükler silinip
gitti." der, mutlaka böbürlenir ve şımarır." (Hud.
9-10)
Musibetlerle imtihan olduğu
zaman, ümitsizlik ve küfürle kınamakta, nimetlerle imtihan olduğu zaman da
sevinç ve böbürlenmeyle kınamaktadır. Allah'ın hamdı, şükrü ve övünmesini bu kul
musibetler gittiği zaman:
"Benden kötülükler gitti"
demesiyle değiştirmiş olur. Şayet:
"Allah bu kötülükleri benden
giderdi" demiş olsaydı bundan dolayı kınanmazdı. Hatta övülürdü bile. Ancak
sıkıntı ve musibetler gidince, nimetleri bahşedeni unuttu ve bu sıkıntıları
kendisinin gidereceğini söyledi, sevindi ve böbürlendi...
Allahu Teâlâ, kulunun kalbinde böyle bir hususu bildiğinde,
kuşkusuz bu kuldan uzak durmasının ve yabancı olmasının en büyük sebeplerinden
sayılır. Çünkü bu mahâlde/yerde eksiksiz ve mutlak nimet asla uygun düşmez.
Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi:
"Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah
katında en kötüsü anlamayan ve düşünmeyen sağırlarla dilsizlerdir. Allah onlarda
hayır görseydi onlara işittirirdi, işittirseydi yine de aldırmaz arka
dönerlerdi." (Enfal, 22-23)
Haber verdiğine göre; onların
mahalleri bu nimeti alacak durumda değildir. Bunları kabul etmemekle beraber
onlarda başka nimetlere mani başka bir faktör daha vardır ki; o da nimetleri
bildikleri ve kavradıkları hâlde onlardan yüz çevirmeleri ve karşı çıkmalarıdır.
Bilinmesi gereken başka bir husus daha vardır ki; helak ve
hakir olmanın asıl da nefsin bekasının bu nimetlerden ihmallik ve uzak durması
üzerine yaratılmasıyla olduğu, helak sebeplerinin bunlardan ve bunda meydana
geldiğidir.
Başarı ve muvaffakiyet sebepleriyse;
nimetleri kabul etme esasına
göre yaratılmıştır. Öyleyse; muvaffakiyet sebepleri ise; Allah da ve O'nun
fazlındandır. Kuşkusuz Allah bunları hem de onları yaratandır. Tıpkı yeryüzünün
parçalarını, katmanlarını yarattığı gibi.
Muvaffakiyet sebepleri nebatları kabul
ederken, hakir sebepler ise bunları kabul etmez.
Allah ağacı yarattı, işte
bunlar meyveleri kabul ederken diğerleri de bunu kabul etmezler.
Allah (c.c.)
arıyı yarattı ve karnında içilmesi için birçok renkten balları ve o arı için
bunları uygun kılarken eşek arısı için bunları uygun kılmamıştır.
Temiz olan ruhları, kendi zikri, şükrü, hüccet, celâlliği, azameti,
tevhidi ve kullarına nasihat etmek için uygun kılarken, kötü ve pis ruhları ise
bunlara uygun kılmamıştır, hatta bu pis ruhlar bunların zıtlarını
istemektedirler.
Allahu Teâlâ hâkim olandır, yüce olandır.
Şeyhülislâm, ilim denizi ve insanların müftüsü olan
Ebü'l-Abbas
Ahmed b. Teymiyye (rah.a.) der ki:

|