بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Mutluluğun Mertebeleri

 

Kul buluğa eriştiğinde, kendisini yaratan ve malik olanın, kendisine verdiği sözü alır. Sözünü, icabında ve istenildiği gibi kuvvetle, kabulle ve azimli olarak yerine getirirse, hem mertebelerinde ve hem de sözlerinde duranların düzgünce yerine getirdikleri aşamaları ifa etmesi gerçekleşir. Sözü aldığı an nefsi şöyle bir titrer ve:

"Rabbimin sözüne ehil oldum, öyleyse bu sözü kabul etmeye, anlamaya ve yerine getirmeye benden daha layık olan olur mu ki?!" derse, ilk olarak sözü düşünmeye ve efendisinin kendisi hakkındaki vasiyetlerini (buyruklarını) anlamaya hırslı olur.

Sonra sözü içerisindeki emirlere uymaya, bunlarla amel etmeye ve sözünün içeriğindekileri durumuna göre icra etmeye hırslı olur. Söze ve içeriğine de gerçek olarak kalbinin basireti ile bakar ve kendisinde böylece başka bir himmet ve -ahde ulaşmadan önce- çocuk hâlinde bulunduğu azminden başka bir azim ortaya çıkar.

Böylece çocukluk gururunun karanlığından yüz de çevirmiş olur. O'na kulluk etmek ve hayat hakkı için boyun eğmiş, himmetin şerefine ulaşmak için sabır göstermiş, yakîn nuruyla karanlıklar örtüsünü yırtmış ve sabır ve çalıştığı kadar da Rabbinin kendisine verdiği fazlına ulaşmıştır.

Mutluluğun ilk mertebesi, kul için işiten ve belleyen bir kulak ve belleyen bir kulağın bellediklerini akleden bir kalp olmasıdır.

Şayet işitecek ve akledecek olursa ve kendisi için izlenecek yol belli olunca, yol üzerindeki işaretleri görünce ve sağa sola dağılmış insanların çoğunun (doğru) yoldan saptıklarını görünce, o zaman kendisi mertebelere gereklilik gösterir ve yoldan sapanların saptığı gibi sapmaz.

Nitekim o yoldan sapanların sapma sebebi;

- Sözü kabul etmemeleri ya da kuvvetlice ve sağlamca olmadan zoraki kabul etmeleri,

- Azim göstererek kabul etmemeleri,

- Nefisleriyle sözü anlamaya ve düşünmeye ve vasiyetleriyle gereği gibi amel etmeye çalışmamalarıdır.

Hatta kendilerine söz arz olduğunda, kendilerinde hâlâ çocukluk emareleri (olayın henüz büyük bir mesele olduğuna dair bilginin olmaması) ve geleneksel bir din anlayışı, atalarından ve ninelerinden kalma (hurafe türü) bilgiler bulunmaktadır.

Sözü aldıklarında, onu sadece atalarının ve geçmiş kimselerin üzerinde bulunduklarıyla yeterli olduğu kanısıyla almışlarıdır. Kuşkusuz onların gelenekleri, bu sözü kalben düşünen, anlayan ve onunla amel eden kimsede bulunan bu özelliklere ulaşacak yeterlilikte değildir. Hatta sanki bu söz sırf kendisine gelmiş gibi; kendisine:

"Sözün içindekileri iyi belle ve gereğince amel et" denilince, kendisi de eğer bu söze uymaz ise, o takdirde yabancılık yoluna daimî olarak girer; ailesinin, dostlarının, komşularının ve toplumunun geleneklerine bağlı kalmaya devam eder.

Himmeti kusurlu olursa, öncesinin yaptıklarının aynısını daimî olarak yapar. Sözü düşünmeye ve anlamaya yönelmez, iltifat etmez ve böylece kendisi, dininin gelenekler dini olduğu konusunda rıza gösterir.

Şeytan ondaki bu hâli anlayınca ve onun söze karşı himmetinin ve azminin düşük seviyesini görünce, ona asabiyeti ve atalarının ve önceden yaşayanların ırkçılığını aşılar. Bunların hak olduğunu, bunlara muhalif olanların da bâtıl olduğunu kendisine süslü gösterir. Hidayeti dalalet suretinde, dalaleti de hidayet suretinde gösterir.

İşte ilimsizlik ve aşiretini, kavmini sevip razı olmasıyla bu asabiyet ve ırkçılıklata kul, hidayetten ayrılmış ve yüce Allah onu -kendisinin yönelmiş olduğu sapık yola-yönlendirmiştir. Şüphesiz kendi kavmine ve aşiretine ters gelen her bir hidayet ona geldiğinde o bu hidayetlerin hepsini sapık görür.

Şayet bu kimsenin himmeti bunlara değil de yüce şeylere olursa, nefsi şerefli, kadri yüksek olursa, sözüne uymaya, onu anlamaya ve düşünmeye yönelir.

Söz sahibinde, başkasında olmayan bir özelliğin olduğunu da anlar ve böylece bizzat o sözü anlamaya girişir. Onu anlamaya ve bellemeye başlar. Allah (c.c.) ona kendi nefsini, sıfatlarını, fiillerini ve hükümlerini öğretir.

Allah'ın Kayyum olduğunu anlar. Aynı zamanda O'nun her şeyden ihtiyaçsız olduğunu ve her şeyin de kendisine karşı fakir ve muhtaç olduğunu anlar.

O'nun, arşının üzerinde, bütün mahlûkatının fevkinde olduğunu, görüp, işittiğini, razı olduğunu, gazap ettiğini, sevip buğzettiğini, her şeyi evirip çevirdiğini ve yönettiğini, O'nun arşının her şeyin üzerinde olduğunu, konuşan, emreden ve yasaklayan olduğunu, mahlûkatından dilediğine işittirdiği kelâmı ile dünyanın değişik yerlerine Resuller gönderdiğini, adaleti ikame eden olduğunu, ihsan ve kötülükle karşılık veren olduğunu, O'nun Halîm, bağışlayan, Şekûr, cömert ve iyilik sahibi olduğunu, her kemalla sıfatlanmış olduğunu, her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh olduğunu ve O'nun benzerinin olmadığını da bilir.

O'nun (c.c.) mülkünü yönetmesindeki hikmetine, adalete ve hikmetine bir zarar gelmeden nasıl da dilemesiyle takdir edilenleri takdir ettiğine de şahitlik eder.

Böylece kulda akıl, şeriat ve fıtrat ortaya çıkar. Kul da artık her şeyin Allah'tan (c.c.) olduğunu tasdik eder, Allah'ın kendisini Kitab'ında vasfettiği isimlerinin hakikatlerini de anlar. Öyle ki Kitap bunlarla inmiş, bunlarla konuşmuş, bunlarla sabit olmuş ve ortaya konmuş ve bunlarla Allah kullarına kendini tanıtmıştır, ki akılları O'nu ikrar etsin ve fıtratları şahit olsun.

Kul, kalbiyle anladığı ve söz sahibinin (Allah'ın) sıfatlarını iyice bellediği zaman, onun kalbinde bunların nurları doğmaya başlar. Bu sefer de hep bunların şuurunda ve beraberliğinde olur. O takdirde bunların yaratılmışlarla ve işlerle olan bağlantılarını, taalluklarını, gerek hissî ve gerekse ruhî âlemdeki gidişatını görür. Bunların mahlûkat içindeki tasarruflarının nasıl genel ve özel olduğunu, nasıl yakınlaştığını ve nasıl uzaklaştığını, nasıl verip, nasıl kıstığını görür. Kalbiyle Rabbinin adaletiyle hükmettiği, rahmet ettiği konumlara şahitlik eder. Kulda, O'nun işlere hükmetmesiyle beraber hüccetinin gerekliliğine dair adaleti ve hikmetinin eksiksizliği ile beraber bütün yarattıklarının nihayetsiz olmasına, rahmeti, iyiliği, ihsan etmesi, var etmesi, af ve acımasıyla beraber O'nun azametine, celâline, otoriter oluşuna, intikam alışına dair imanı birarada bulunur.

Hiçbir yaratılmışın kendisinden çıkamayacağı kaderle beraber hüccetlerin gerekliliğini görür. Allah'ın (c.c.) sıfatlarının nasıl da birbirine muvafakat ettiğini, beraber olduğunu, birbirlerine şahitlik ettiğini, başlangıç ve ilk olan takdir edilenler üzerine nihayet ve gaye olan hikmetlerin atfolunduklarını görür. Öyle ki sanki kendisi hikmetin çıkışlarına ve adalet, maslahat, rahmet ve ihsan üzerine muvaffakiyetlerine şahitlik etmektedir. Nitekim kâinatların yok olmasına ve hükümlerin ayrılmasına, Fasl (kıyamet) gününe dek hükmedilecekler, O'nun adalet ve hikmetinden çıkmaz. İşte bu durumda mahlûkatına, bundan önce bilmedikleri hâlde Allah'ın celâl sıfatları ve eksiksiz özellikleri belli olur. Hatta dünyada O'nu en iyi bilen mahlûkatı o gün (kıyamet günü) Onu -kemal sıfatlarından ve yüce özelliklerinden dolayı- över, sena eder; dünyada iken güzellikle övmediği hâlde! Mahlûkat için bu ortaya çıktığı gibi, yan çizenlerin yan çizme, sapanların sapma ve kopartanların kopartma sebepleri de ortaya çıkar. O gün dünyada iken isim ve sıfatlarının hakikatlerini bilme farkı, tıpkı cennet ile cehennemi bilme farkı gibi olur, hatta bundan daha büyük olur.

Aynı şekilde sözden; peygamberliğin ve şer'i konuların varlığına dair O'nun isim ve sıfatlarının muktezasının nasıl olacağı da anlaşılmaktadır.

O'nun mahlûkatını yalnız ve başıboş bırakmadığı anlaşılır. Buna ek olarak; O'nun emir ve yasaklarını, isim ve sıfatlarının nasıl içerdiği / arasındaki bağlantı da anlaşılır. Bunlarla sevabı, azabı nasıl vereceği ve diriltmeyi nasıl yapacağı da anlaşılır.

Kuşkusuz bunlar, O'nun (c.c.) isimlerinin ve sıfatlarının gereklerindendir. İnkarcıların bunları inkâr etmelerinden de Allahu Teâlâ kendisini tenzih etmiştir. Kul, Allah'ın her şeye kadir olduğuna, bütün kâinatı ihata edip kuşattığına ve bir zerre de olsa hiçbir şeyin O'ndan gizli olmadığına da şahitlik eder.

Allah'tan başka bir ilâh daha olsaydı âlemlerin ifsad olacağına, göklerin ve yerin ve arasındakilerin ifsada uğrayacağına da şahitlik eder. Allah için uyku ya da ölüm mümkün olsaydı, o takdirde âlemlerin, O'nun uyku ve ölümünden dolayı dümdüz ve helak olacağına ve bir an dahi olsa asla sabit olmayacağına da şahitlik eder.

Aynı zamanda Allah'a ibadet ettikleri İslâm ve iman hakkında, bunların Allah'ın kutsal sıfatlarından gönderildiğine de şahitlik eder. Sevabı ve azabı nasıl aceleyle ve ertelemeyle gönderdiğine de şahitlik eder. O'nun sıfatlarına bilerek karşı çıkan ve O'nun mahlûkatı üzerinde yüce olduğunu inkâr eden ve O'nun kitaplarıyla ve sözüyle konuşmasını kabul etmeyenlerin, sözü / ahdi doğru dürüst kabul etmediklerine de şahitlik eder. Tıpkı O'nun işitme, görme, hayatta olma, murad etme ve kadir olma hakikatini inkâr edenlerin bu sözü doğru dürüst kabul etmediklerine şahitlik ettiği gibi.

Muhakkak ki bu kimselerin, O'nun ahdini reddedenler, bunu kabul etmekten yüz çevirenler olduklarını, şayet kabul eden olsa da içindekilerin hepsini kabul etmediğine de şahitlik eder.

Başarı Allah'tandır.

 

İÇİNDEKİLER