Kul buluğa eriştiğinde, kendisini yaratan ve malik olanın,
kendisine verdiği sözü alır. Sözünü, icabında ve istenildiği gibi kuvvetle,
kabulle ve azimli olarak yerine getirirse, hem mertebelerinde ve hem de
sözlerinde duranların düzgünce yerine getirdikleri aşamaları ifa etmesi
gerçekleşir. Sözü aldığı an nefsi şöyle bir titrer ve:
"Rabbimin sözüne ehil
oldum, öyleyse bu sözü kabul etmeye, anlamaya ve yerine getirmeye benden daha
layık olan olur mu ki?!" derse, ilk olarak sözü düşünmeye ve
efendisinin kendisi hakkındaki vasiyetlerini (buyruklarını) anlamaya hırslı
olur.
Sonra sözü içerisindeki emirlere
uymaya, bunlarla amel etmeye ve sözünün içeriğindekileri durumuna göre icra
etmeye hırslı olur. Söze ve içeriğine de gerçek olarak kalbinin basireti ile
bakar ve kendisinde böylece başka bir himmet ve -ahde ulaşmadan önce- çocuk
hâlinde bulunduğu azminden başka bir azim ortaya çıkar.
Böylece çocukluk gururunun
karanlığından yüz de çevirmiş olur. O'na kulluk etmek ve hayat hakkı için boyun
eğmiş, himmetin şerefine ulaşmak için sabır göstermiş, yakîn nuruyla karanlıklar
örtüsünü yırtmış ve sabır ve çalıştığı kadar da Rabbinin kendisine verdiği
fazlına ulaşmıştır.
Mutluluğun ilk mertebesi, kul için işiten ve belleyen bir
kulak ve belleyen bir kulağın bellediklerini akleden bir kalp olmasıdır.
Şayet
işitecek ve akledecek olursa ve kendisi için izlenecek yol belli olunca, yol
üzerindeki işaretleri görünce ve sağa sola dağılmış insanların çoğunun (doğru)
yoldan saptıklarını görünce, o zaman kendisi mertebelere gereklilik gösterir ve
yoldan sapanların saptığı gibi sapmaz.
Nitekim o yoldan sapanların sapma sebebi;
- Sözü kabul etmemeleri ya da kuvvetlice ve sağlamca olmadan zoraki
kabul etmeleri,
- Azim göstererek kabul
etmemeleri,
- Nefisleriyle sözü anlamaya ve
düşünmeye ve vasiyetleriyle gereği gibi amel etmeye çalışmamalarıdır.
Hatta kendilerine söz arz
olduğunda, kendilerinde hâlâ çocukluk emareleri (olayın henüz büyük bir mesele
olduğuna dair bilginin olmaması) ve geleneksel bir din anlayışı, atalarından ve
ninelerinden kalma (hurafe türü) bilgiler bulunmaktadır.
Sözü aldıklarında, onu sadece
atalarının ve geçmiş kimselerin üzerinde bulunduklarıyla yeterli olduğu
kanısıyla almışlarıdır. Kuşkusuz onların gelenekleri, bu sözü kalben düşünen,
anlayan ve onunla amel eden kimsede bulunan bu özelliklere ulaşacak yeterlilikte
değildir. Hatta sanki bu söz sırf kendisine gelmiş gibi; kendisine:
"Sözün içindekileri
iyi belle ve gereğince amel et" denilince, kendisi de eğer bu söze uymaz ise, o
takdirde yabancılık yoluna daimî olarak girer; ailesinin, dostlarının,
komşularının ve toplumunun geleneklerine bağlı kalmaya devam eder.
Himmeti
kusurlu olursa, öncesinin yaptıklarının aynısını daimî olarak yapar. Sözü
düşünmeye ve anlamaya yönelmez, iltifat etmez ve böylece kendisi, dininin
gelenekler dini olduğu konusunda rıza gösterir.
Şeytan ondaki bu hâli anlayınca
ve onun söze karşı himmetinin ve azminin düşük seviyesini görünce, ona asabiyeti
ve atalarının ve önceden yaşayanların ırkçılığını aşılar. Bunların hak olduğunu,
bunlara muhalif olanların da bâtıl olduğunu kendisine süslü gösterir. Hidayeti
dalalet suretinde, dalaleti de hidayet suretinde gösterir.
İşte ilimsizlik ve
aşiretini, kavmini sevip razı olmasıyla bu asabiyet ve ırkçılıklata kul,
hidayetten ayrılmış ve yüce Allah onu -kendisinin yönelmiş olduğu sapık
yola-yönlendirmiştir. Şüphesiz kendi kavmine ve aşiretine ters gelen her bir
hidayet ona geldiğinde o bu hidayetlerin hepsini sapık görür.
Şayet bu kimsenin himmeti bunlara değil de yüce şeylere
olursa, nefsi şerefli, kadri yüksek olursa, sözüne uymaya, onu anlamaya ve
düşünmeye yönelir.
Söz sahibinde, başkasında olmayan bir özelliğin olduğunu da
anlar ve böylece bizzat o sözü anlamaya girişir. Onu anlamaya ve bellemeye
başlar. Allah (c.c.) ona kendi nefsini, sıfatlarını, fiillerini ve hükümlerini
öğretir.
Allah'ın Kayyum olduğunu anlar. Aynı zamanda O'nun her şeyden
ihtiyaçsız olduğunu ve her şeyin de kendisine karşı fakir ve muhtaç olduğunu
anlar.
O'nun, arşının üzerinde, bütün mahlûkatının fevkinde olduğunu, görüp,
işittiğini, razı olduğunu, gazap ettiğini, sevip buğzettiğini, her şeyi evirip
çevirdiğini ve yönettiğini, O'nun arşının her şeyin üzerinde olduğunu, konuşan,
emreden ve yasaklayan olduğunu, mahlûkatından dilediğine işittirdiği kelâmı ile
dünyanın değişik yerlerine Resuller gönderdiğini, adaleti ikame eden olduğunu,
ihsan ve kötülükle karşılık veren olduğunu, O'nun Halîm, bağışlayan, Şekûr,
cömert ve iyilik sahibi olduğunu, her kemalla sıfatlanmış olduğunu, her türlü
kusur ve eksiklikten münezzeh olduğunu ve O'nun benzerinin olmadığını da bilir.
O'nun (c.c.) mülkünü
yönetmesindeki hikmetine, adalete ve hikmetine bir zarar gelmeden nasıl da
dilemesiyle takdir edilenleri takdir ettiğine de şahitlik eder.
Böylece kulda akıl, şeriat ve fıtrat ortaya çıkar. Kul da artık her şeyin
Allah'tan (c.c.) olduğunu tasdik eder, Allah'ın kendisini Kitab'ında vasfettiği
isimlerinin hakikatlerini de anlar. Öyle ki Kitap bunlarla inmiş, bunlarla
konuşmuş, bunlarla sabit olmuş ve ortaya konmuş ve bunlarla Allah kullarına
kendini tanıtmıştır, ki akılları O'nu ikrar etsin ve fıtratları şahit olsun.
Kul, kalbiyle anladığı ve söz sahibinin (Allah'ın)
sıfatlarını iyice bellediği zaman, onun kalbinde bunların nurları doğmaya
başlar. Bu sefer de hep bunların şuurunda ve beraberliğinde olur. O takdirde
bunların yaratılmışlarla ve işlerle olan bağlantılarını, taalluklarını, gerek
hissî ve gerekse ruhî âlemdeki gidişatını görür. Bunların mahlûkat içindeki
tasarruflarının nasıl genel ve özel olduğunu, nasıl yakınlaştığını ve nasıl
uzaklaştığını, nasıl verip, nasıl kıstığını görür. Kalbiyle Rabbinin adaletiyle
hükmettiği, rahmet ettiği konumlara şahitlik eder. Kulda, O'nun işlere
hükmetmesiyle beraber hüccetinin gerekliliğine dair adaleti ve hikmetinin
eksiksizliği ile beraber bütün yarattıklarının nihayetsiz olmasına, rahmeti,
iyiliği, ihsan etmesi, var etmesi, af ve acımasıyla beraber O'nun azametine, celâline, otoriter oluşuna, intikam alışına
dair imanı birarada bulunur.
Hiçbir yaratılmışın kendisinden çıkamayacağı kaderle beraber
hüccetlerin gerekliliğini görür. Allah'ın (c.c.) sıfatlarının nasıl da birbirine
muvafakat ettiğini, beraber olduğunu, birbirlerine şahitlik ettiğini, başlangıç
ve ilk olan takdir edilenler üzerine nihayet ve gaye olan hikmetlerin
atfolunduklarını görür. Öyle ki sanki kendisi hikmetin çıkışlarına ve adalet,
maslahat, rahmet ve ihsan üzerine muvaffakiyetlerine şahitlik etmektedir.
Nitekim kâinatların yok olmasına ve hükümlerin ayrılmasına, Fasl (kıyamet)
gününe dek hükmedilecekler, O'nun adalet ve hikmetinden çıkmaz. İşte bu durumda
mahlûkatına, bundan önce bilmedikleri hâlde Allah'ın celâl sıfatları ve eksiksiz
özellikleri belli olur. Hatta dünyada O'nu en iyi bilen mahlûkatı o gün (kıyamet
günü) Onu -kemal sıfatlarından ve yüce özelliklerinden dolayı- över, sena eder;
dünyada iken güzellikle övmediği hâlde! Mahlûkat için bu ortaya çıktığı gibi,
yan çizenlerin yan çizme, sapanların sapma ve kopartanların kopartma sebepleri
de ortaya çıkar. O gün dünyada iken isim ve sıfatlarının hakikatlerini bilme
farkı, tıpkı cennet ile cehennemi bilme farkı gibi olur, hatta bundan daha büyük
olur.
Aynı şekilde sözden; peygamberliğin ve şer'i konuların
varlığına dair O'nun isim ve sıfatlarının muktezasının nasıl olacağı da
anlaşılmaktadır.
O'nun mahlûkatını yalnız ve başıboş bırakmadığı anlaşılır. Buna
ek olarak; O'nun emir ve yasaklarını, isim ve sıfatlarının nasıl
içerdiği / arasındaki bağlantı da anlaşılır. Bunlarla sevabı, azabı nasıl vereceği
ve diriltmeyi nasıl yapacağı da anlaşılır.
Kuşkusuz bunlar, O'nun (c.c.)
isimlerinin ve sıfatlarının gereklerindendir. İnkarcıların bunları inkâr
etmelerinden de Allahu Teâlâ kendisini tenzih etmiştir. Kul, Allah'ın her şeye
kadir olduğuna, bütün kâinatı ihata edip kuşattığına ve bir zerre de olsa hiçbir
şeyin O'ndan gizli olmadığına da şahitlik eder.
Allah'tan başka bir ilâh daha
olsaydı âlemlerin ifsad olacağına, göklerin ve yerin ve arasındakilerin ifsada
uğrayacağına da şahitlik eder. Allah için uyku ya da ölüm mümkün olsaydı, o
takdirde âlemlerin, O'nun uyku ve ölümünden dolayı dümdüz ve helak olacağına ve bir an
dahi olsa asla sabit olmayacağına da şahitlik eder.
Aynı zamanda Allah'a ibadet
ettikleri İslâm ve iman hakkında, bunların Allah'ın kutsal sıfatlarından
gönderildiğine de şahitlik eder. Sevabı ve azabı nasıl aceleyle ve ertelemeyle
gönderdiğine de şahitlik eder. O'nun sıfatlarına bilerek karşı çıkan ve O'nun
mahlûkatı üzerinde yüce olduğunu inkâr eden ve O'nun kitaplarıyla ve sözüyle
konuşmasını kabul etmeyenlerin, sözü / ahdi doğru dürüst kabul etmediklerine de
şahitlik eder. Tıpkı O'nun işitme, görme, hayatta olma, murad etme ve kadir olma
hakikatini inkâr edenlerin bu sözü doğru dürüst kabul etmediklerine şahitlik
ettiği gibi.
Muhakkak ki bu kimselerin, O'nun
ahdini reddedenler, bunu kabul etmekten yüz çevirenler olduklarını, şayet kabul
eden olsa da içindekilerin hepsini kabul etmediğine de şahitlik eder.
Başarı Allah'tandır.
|