Sahabeden sonra gelenlere gelirsek; kuşkusuz onlardan kimisi
İslâm toplumunda yaşadığından dolayı İslâm'ın zıddını genişçe bilmemektedir.
Kendisi ancak bazı mü'minlerin yolunu tafsilatlıca bildiği konular sebebiyle
mücrimlerin yolunu kestirebilmektedir.
Şu var ki, kestirebilmesi ancak
kendisinin bu her iki yolu ya da ikisinden birisini bilmedeki zayıflığından
kaynaklanmaktadır.
Tıpkı Ömer b. Hattab'ın (r.a.) dediği gibi:
"İslâm, lîme lîme
çözülecek. İslâm'da yaşamış kimse cahiliyeyi bilemez."
Bu sözü, Ömer'in ilminin
ne kadar kâmil olduğunu ortaya koymaktadır. Elbetteki kul, cahiliyeyi ve hükmünü
bilmezse -ki cahiliye, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirmiş olduklarına muhalif olan
her şeydir- o zaman o kul cahiliyedendir. Cahiliye kavramı, cehalete nisbet
edilir. Kuşkusuz Resûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) muhalif her şey cehaletten
kaynaklanmaktadır.
Her kim mücrimlerin yolunu bilmezse ve bu kendisi için ortaya
çıkmazsa, o takdirde bu kimse, mücrimlerin birtakım yollarının mü'minlerin
yollarından olduğunu zannedebilir.
Tıpkı bu ümmet içerisine birçok konuda, mesela; itikat, ilim
ve amel gibi konularda bunların çoğunun mücrimlerin, kâfirlerin ve Peygamber
düşmanlarının yollarından olduğuna dair görüşler sokması gibi. Bu kimse
mücrimlerin yollarından değildir zannıyla onların bazı görüşlerini mü'minlerin
yoluna sokmuş, buna davet etmiş ve bunlara muhalefet edeni tekfir etmiş, Allah
ve Resûl'ünün haram kıldıklarını o helâl görmüştür! Tıpkı bid'at ehlinden olan
Cehmiye, Kaderiye, Haricilik ve Rafizilik fırkalarıyla bid'atlar çıkartan,
onlara davet eden ve muhalif olanı tekfir eden benzerleri gibi.
Bu
konu hakkında insanlar dört fırkadır:
Birinci Fırka: Mü'minlerin ve mücrimlerin yollarını gerek
ilim ve gerekse amel bakımından tafsilatlıca bilenler. Şüphesiz ki bunlar
mahlukatın en bilgili olanlarıdır.
İkinci Fırka: Bu, iki yolu da görmeyip kör olanlardır. Bunlar
hayvanlar gibidirler. Mücrim / suçlu kimselerin yollarına en çok uyan ve yaraşan
kimseler bunlardır.
Üçüncü Fırka: Her kim zıddı olmadan, mü'minlerin yolunu
bilmeye gayret sarf edecek olursa, bu kimse mü'minlerin yolunun zıddını da sadece
cümleten ve muhalefetleri yönüyle bilir. Mü'minlerin yoluna ters olan her şeyin
bâtıl olduğunu bilir, şayet tafsilatlıca bunu tasavvur edemese de..!
Hatta mü'minlerin yoluna ters olan bir şeyi duyacak olursa, kulağını onu dinlemekten
başka yöne çevirir. Nefsini, onu anlamak ve bâtıl olma yönünü bilmekle meşgul
etmez. Böyle bir kimsenin konumu, tıpkı şehvetli şeyler istemekten nefsi salim
olmuş, bunlar hatırına ve kalbine gelmemiş ve aklına girmemiş kimsenin konumu
gibidir; ilk fırkanın tersinedir. Çünkü onlar bunu (şehveti) bilmekteler ve
nefisleri buna meyletmektedir. Onu Allah (c.c.) için terk etmeye çabalarlar ve
mücahade ederler.
Ömer b. Hattab'a bu konu hakkında sorup (şöyle bir) mektup
yazmışlardı:
"Bir adam var, şehvetler onu etkilemiyor
ve ona ilişmiyor! Bu
kimse mi daha üstündür yoksa şehvetler kendisini dürttüğü hâlde onları Allah
için terk eden kimse mi?"
Bunun üzerine Ömer (r.a.)
şöyle cevap yazar:
"Nefsi, günahları ve şehvetleri
arzulayan kimse, bunları Allah için terk ediyorsa, işte bu kimse, takva için
Allah'ın
(c.c.)
kalplerini imtihan ettiği kimselerdir. Kuşkusuz onlara mağfiret ve büyük ecir
vardır."
İşte böylece, her kim bid'atı, şirki, bâtılı ve yollarını
bilirse, Allahu Teâlâ için bunlardan buğzederse, onlardan sakınır ve
sakındırırsa, nefsine gelmesine engel olur, bunlara imanını tırmalattırmazsa, onda şüphe ve
şek yerleşemez. Hatta bunları bildiğinden dolayı hakkı görme basireti açılır,
muhabbeti çoğalır, günahları çirkin görür ve onun için de nefret eder. Bu kimse bunlar
nefsine, şehvetine gelmeyen ve kalbi bunlardan etkilenmeyenden daha
faziletlidir. Çünkü bu kimse, kalbine şehvet her geldiğinde, Allah için onu
terk etmeyi tasavvur eder ve hakka olan muhabbeti, kadri ve sevinci ziyadeleşir.
Ona olan imanı kuvvet bulur. Tıpkı şehvetleri ve günahları arzulayan birisi
gibi.
Nitekim şehvetler kendisine her geldiğinde bunların zıddına yönelir ve
şehvetlerden uzak durur. Şehvetin zıtlarına olan sevgisi ve rağbeti oldukça
ziyadeleşir. Onu ister ve bunda hırslı olur. Allahu Teâlâ'nın mü'min kulunu
şehvet ve günahlarla imtihan etmesi ve nefsini onlara karşı meyilli kılmasının
hikmeti ancak daha faziletlisine, daha sevimlisine, daha yararlısına ve daha
faydalısına nefsini sevk etmek içindir ki o da Allah için bu günah ve şehvetleri
terk etmesi ve onlarla mücadele etmesidir.
Sonuç olarak; şehvetlere karşı yaptığı bu mücahede, kendisini
en yüce sevgiliye ulaştırmaktadır. Dolayısıyla şehvetler bu kimsenin nefsini her
dürttüklerinde, kişi de bu şehvetlere karşı son derece arzulu olduğunda, onu
istediğinde, kendisi bu isteğini, iradesini ve sevgisini daimî ve en yüce türüne
sarf edip yönlendirir. Kuşkusuz onu istemesi ve talep etmesi daha çoktur, ona
karşı hırsı da daha eksiksizdir. Bunlardan arınmış olan düşük nefsinin tersine!
Çünkü düşük nefis, her ne kadar en yüce olanı istese de her iki istek arasında
çok büyük fark vardır. Muhakkak ki nefsi şehvetlerle dürtüldüğü hâlde Allah'a
yönelen kimse, şehvetlerle mücadelesi söz konusu olmayan ve ondan başkasına
yönelen kimse gibi değildir.
Şu var ki, Allahu Teâlâ kulunu şehvetlerle imtihan eder.
Gerek kulunu bunlardan sakındırmak için ve gerekse bunlardan sakındırıp,
Allah'ın rızasına, yakınlığına ve ikramlarına ulaştırmak için.
Dördüncü Fırka: Bu da, şer, bid'at ve küfür yollarını
tafsilatlıca ve mü'minlerin yolunu da mücmel olarak bilen fırkadır. Bu, eski
uygarlıkların ve bid'at ehli kimselerin makalelerini ve kitaplarını bilen ve bunların bilgisine genişçe sahip olan; fakat
Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiklerini bu ölçüde bilmeyen birçok kimsenin
hâlidir. Bazı konularda genişçe bilgiye sahip olsa da Resûlullah'ın
getirdiklerini sadece topluca (ayrıntısız olarak) bilir. Bunların kitaplarına
bakan şüphesiz bunun böyle olduğunu görecektir.
Aynı şekilde şer, zulüm ve fesat yollarını genişçe bilen ve
onları izleyen kimse tevbe eder ve bunları bırakıp, kurtulmuşların yoluna
dönerse, onun durumu, bunları topluca bilip, hepsini tafsilatlıca bilmeyen bir
ilim hâlini alır. Bu kimse ömrü boyunca izlediği ve tasarruf ettiği bu (eski)
bilgisinin yok ve bâtıl olduğunu anlar.
Maksada gelirsek; kuşkusuz Allahu Teâlâ, düşmanlarının
yollarının bilinmesini ister ki ondan kaçınılsın ve ona buğzedilsin. Tıpkı
dostlarının yollarının bilinip bu yolun sevilmesini ve takip edilmesini istediği
gibi.
İşte bu marifette kuşkusuz Allah'ın bilip başkasının
bilmediği nice fayda ve sırlar vardır. Allahu Teâlâ'nın rubûbiyetinin,
hikmetinin, isim ve sıfatlarının eksiksizliğinin genelliği ve bunların yerli
yerince bağlantıları, gereksinimleri ve tecellileri...
Nitekim bu O'nun rubûbiyetine, malik oluşuna, ilâh oluşuna, sevgisine ve buğzuna,
sevap ve günah veren oluşuna delalet den en yüce şeydir.
Allah en iyisini
bilir.
İhtiyaç sahipleri efendinin kapısının önünde dururlar ve
ihtiyaçlarını efendilerinden isterler. Dostları da kendisini sevenlerdir.
Efendileri de, onların kendisinden istedikleri, murad ettikleri, özel yakınları
ve dostudur. Efendi, ihtiyaç sahiplerinden kimisinin ihtiyacını karşılamayı
istediğinde bazı yakınlarına ve özel dostlarına, onun hakkında şefaatçi olmasına
izin verir. Sadece bu özel dostuna ve yakınma rahmet olsun ve bu şefaat edene
bir ikram olsun diye. Diğer insanlar kapıdan kovulurlar ve köle kamçısı ile
dövülürler.
|