En kâmil / eksiksiz yol Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) getirdiği yoldur.
O herkesin hakkını verirdi.
O, gerek kemali, gerek iradesi ve
gerekse beden haliyle Allah'la beraberdi; ta ki ayakları şişene dek...!
Öyle oruç tutardı ki: " Herhalde iftar etmeyecek."
denilirdi.
Allah
yolunda cihad ederdi.
Ashabı ile içli dışlı olup, sohbet ederdi, onlardan uzak
durmazdı.
Beşer kuvvetinin yüklemekten aciz kaldığı zikirleri çekmekten ve
nafileleri yerine getirmekten mümkün oldukça bir şey terk etmezdi.
Allahu Azze
ve Celle, kullarına, İslâm kurallarını zahiren, iman hakikatlerini de bâtınen
yerine getirmelerini emir buyurmuştur. Bu ikisini ise (iman ve İslâm) ancak
sahibinden ve dostundan kabul eder. Merfu olarak "Müsned"de yer
alan bir rivayete göre; şöyle buyrulmuştur:
" İslâm alenî, iman ise kalptedir."
(Ahmed (12381) zayıf bir isnadla rivayet etmiştir. Hadisin
uzun rivayeti için aynı yere bakınız.)
Dolayısıyla zahiren işlenen her İslâmî şey, kişiyi bâtınen
iman hakikatlerine götürecek değildir. Bâtınen imana kavuşmadığı hâlde iyi
sayılmaz. Buna ek olarak, kişiyi zahiren İslâm kanunlarına sokmayan her bâtınî
hakikat de -ne olursa olsun- fayda vermez.
Şayet kalp, sevgi ve korkuyla
parçalanacak olsa, ancak emredilenle kulluk etmese, bu kimsenin zahiren şer'i
amelleri kendisini ateşten kurtaramaz. Aynı zamanda bu kimse zahiren İslâmî
amelleri yerine getirse ve bâtınen iman hakikatlerinden mahrum olsa, bu da o
kimseyi ateşten kurtaramaz. Öyleyse; Allah'a (c.c.) ve âhiret gününe sadık olup,
Allah ile âhirete yürüyenler iki kısımdır:
Birinci kısım: Bunlar farzlardan sonra arta kalan vakitlerini
nafilelerle geçirirler. Bunları uğraşıları kılmalarıyla beraber kalp amellerini,
konumlarını ve hükümlerini gerçekleştirmeye hırslı olmaları, her ne kadar bunun
aslından arınmış olmasalar da, amellerinin çoğalmasını sağlamıştır.
İkinci kısım:
Bunlar da farz ve sünnetlerden sonra arta kalan
vakitlerinde kalplerini ıslah etmeye, tek olan Allah'a (c.c.) boyun eğmeye,
O'nun için toplanmaya, istek ve iradelerini O'nun için muhafaza etmeye önem
gösteren kimselerdir. Kulluklarını kalp amelleriyle -sevgi, korku, ümit,
tevekkül ve yakınlaşmanın düzgün olmasıyla- yerine getirirler. Allah'tan
kalplerine gelip akan bu manevî etkilerin en azını, onlar birçok nafile
ibadetten daha sevimli görürler. Şayet onlardan birisine beraberlik, dostluk,
sevgi, özlem, tevazu ya da zelil olma durumu peyda olsa, elbette onu hiç
birisiyle değişmez; ancak emir buyrulursa o takdirde başka. İmkâna göre hemen
emre yönelir. Şayet kendisine nafileler gelecek olursa; işte orada tereddüt baş gösterir.
Eğer nafileleri yerine getirecek durumda ise, o zaman başka..!
Aksi takdirde Allah'a (c.c.) en
sevimli ve en tercihli olana bakar. Bu nafileleri yerine getirmek, bağrı yanık
olana yardımcı olmak, dalalette olana yol göstermek, yaraya merhem olmak ve
imandan istifade etmek vs. gibi midir?
İşte
burada tercih edilen nafileyi öne geçirmek gerekir. Ne zaman Allah'a rağbet
ederek, O'na yakınlaşarak nafileyi Allah (c.c.) için öne alırsa, o takdirde varid olanlardan kaçırmış oldukları kendisine geri döner ve bu husus, son
vakitte olandan daha güçlüdür; her ne kadar varid olan nafileden tercihe daha
şayan da olsa.
Dolayısıyla bu kulun yapması gereken, varid olan bu hayırlı hususun kendisine dönmesine dair azmetmesi ve bu niyetinde
daimî olmasıdır. Çünkü içinde varid olan hususlar kaçıp gidebilmektedir.
Nafileler ise, gitmez. Nitekim bu konunun yüce bir fıkıhla, amel mertebeleriyle
ve en önemlisini öne geçirmekle -ki en önemlisi budur- ayrıntılı olarak
açıklanmaya ihtiyacı vardır. Buna ulaştıracak olan Allahu Teâlâ'dır. Kendisinden
başka ibadete layık hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka Rab da yoktur.
|