İnsanın, Allah'ın nimeti olan iman ve ilimle fayda
görebilmesi için, kendi nefsini bilmesi, kadri anında durması, kendine ait
olmayan şeylere tecavüz etmemesi, haddini aşmaması, nefsini verenin Allah
olduğunu, O'na ait olduğunu kesinlikle bildiği hâlde "Benim, bana ait"
dememesi
lâzım! Kul, hiçbir sebep ve hak sahibi olmadığı hâlde Allah'ın verdiği nimetlere karşı
nankörlük da etmez. Allah'ın kendisine verdiği nimetlere karşı kendisi de çok
zelil olduğunu ortaya koyar. Öyle bir tevazuyla yaklaşır ki nefsin yapmadığı
orada anlaşılır. Kendi nefsinde bir hayır olmadığını, ulaşmış olduğu hayrın
Allah'tan ve olduğunu O'nun için O'nun bahşetmesi sonucu olduğunu anlar. Yüce
yaradana zelil ve riyasız olarak, mutlu bir hâlde nimetlerini itiraf eder.
Nimetler her defasında yenilenince, o kulun zelilliği ve tevazusu
da yenilenir...
Hususu, sevgisi, korkusu,
ümidi...
Hepsi yenilenmektedir. İşte bu da
şu iki yüce bilgiyi bilmenin neticesidir:
1 - Rabbini bilmesi, O'nun eksiksizliğini, iyiliğini,
zenginliğini, ortaya koymasını, ihsan ve rahmet etmesini, bütün hayrın O'nun
elinde olduğunu, bunların O'nun mülkünden olduğunu ve ondan dilediğine
verdiğini, dilediğinden de kıstığını, her halükarda övgünün kendisine ait
olduğunu ve bunun da övgünün en eksiksiz ve en tam olanı olduğunu bilmesidir.
2 - Nefsini bilmesi, sınırında, kadrinde, noksanlığında,
zulmünde ve cehaletinde durmayı, onda hiçbir hayrın olmadığını, kendi zatında
sadece yokluğun olduğunu; aynı şekilde nefsinin özelliklerinde ve kemalinde de
ancak yokluğun olduğunu ve bunun da en hakir ve en nakıs olduğu mânasına
geldiğini ve mevcutluğuna tâbi olacak bir hayrın da kendisinde olmadığını
bilmesidir.
Dolayısıyla bu her iki bilgiyi
kul, diline değil de nefsine yerleştirebilmişse, o takdirde bilecek ki, övgülerin hepsi tümüyle Allah'a
(c.c.) aittir. İşlerin hepsi O'na aittir. Hayrın hepsi de O'nun elindedir. Yine
anlayacak ki, kişinin nefsi değil de Allahu Teâlâ hamdlara ve methiyelere hak
sahibi olandır. Kulun nefsi ise; kınanmaya, ayıplanıp zemmolunmaya müstahaktır.
Her kim bu iki bilgiyi gerçekleştirmekten yoksun olursa, sözleri, amelleri ve
hâli renkten renge girecek ve kendisini Allah'a (c.c.) ulaştıran dosdoğru yola
ulaştırmayacaktır. İşte gerek ilim ve gerek vaziyet olarak kulun, bu her iki bilgiyi de elde etmiş olması gerekir. Bunu
kaçırması ise, bunları elde edememesidir.
Bazılarını söylediği "Kim nefsini bilirse Rabbini bilir."
sözünün mânası da işte budur. Çünkü her kim nefsinin cahil, zalim, ayıplı ve
noksan, muhtaç ve fakir, zillette ve miskin ve küçük olduğunu bilirse, Rabbini
de bunların zıtlanyla bilir. Nefsinin kadri nde durur, haddini aşmaz ve Rabbini
ehil olduğu birtakım övgülerle över. O'nu sevdiğine, O'ndan korktuğuna, O'na
ümid ettiğine, O'na yakın olduğuna ve sadece O'na tevekkül ettiğine dair kuvveti
de yerinde olur. Allahu Teâlâ her şeyden daha sevimli gelir o kimseye. Sadece
O'ndan korkulmasını daha iyi şuur eder ve sadece O'ndan umar. İşte gerçek kulluk
budur.
Allah kendisinden yardım istenilendir.
Rivayete göre; bazı hikmet sahibi
kimseler evlerinin kapısı üzerine şöyle yazarlardı:
"Hikmetimizden,
ancak nefsini bilen ve haddini aşmayan kimse yararlanır. Her kim böyleyse
içeriye girsin. Kim de eğer böyle değilse, bu özelliğe kavuşana dek girmesin."
|