Mekke
5
7
Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke'de nazil olduğu hususunda ittifak vardır.
Kaynaklarda nüzul sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Mushafın baş tarafına
konmak üzere vahyedilmiştir; Kur'an'in hem bir mukaddimesi hem de özeti
gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rek'atlarında rabbi ile
konuşurcasına okuması ve bu sayede O'na yaklaşması murat edilmiştir.[1]
Kur'an ilimlerine dair
kaynaklarda birden fazla adı vardır; ancak bunlardan "Fatiha, es-Seb’u’l-mesânî,
Ümmü'l-kitâb" adları hadislerde geçmektedir.[2]
Fatiha "ilk,
evvel, başlangıç" demektir. Bütün olarak gelen ilk sûre olduğu, Kur'ân-ı
Kerîm'i okumaya ve yazmaya onunla başlandığı için bu adı almıştır. Fatiha
sûresinden önce gelen (nazil olan) âyetler, ait oldukları sûrelerin parçalandır
ve bu sûrelerin nüzulü Fâtiha'dan sonra tamamlanmıştır.
es-Seb'u'1-mesânî
"ikilenen, tekrarlanan yedi" demektir. Bu sûre yedi âyetten oluştuğu
ve namazda en az iki kere okunduğu ya da her rek'atta ona bir başka sûre veya
birkaç âyet eklendiği İçin bu ismi almıştır.
Ümmü'l-kitâb
"kitabın aslı, temeli, anası" demektir. Bazı hadislerde "Ümmü"l-Kur'ân"
(Kur'an'ın anası) şeklinde ifade edilmiştir. Fatiha sûresine bu ismin
verilmesi, yukarıda işaret edilen ve az sonra açıklanacak olan içeriği
sebebiyledir.
Fatiha'nın yedi âyetli
bir sûre olduğunda görüş birliği vardır. Bu yedi âyetin sayımı, besmelenin
Fatiha sûresine dahil bir âyet olup olmadığı konusundaki görüş ayrılığı
sebebiyle farklı olmuştur. Mekke ve Kûfeli kıraat âlimlerine (kurrâ) ' göre
besmele Fâtihaiya dahil bir âyettir, "el-hamdü" ile başlayan ise
İkinci âyettir. Medine, Basra ve Şam kurrâsına göre besmele, Fâtiha'ya dahil
bir âyet değildir,
"el-hamdü..."
birinci âyettir. Bu konuya besmelenin tefsirinde tekrar dönülecektir. Besmeleyi
Fâtiha'dan saymayanlara göre "en'amte aleyhim" den sonrası ayrı bir
âyettir ve yedi rakamı böyle tamamlanmaktadır.
[3]
Bu sûre ilâhî kitabın
bütün amaçlanın; getirdiği mâna, bilgi ve hükümleri özet halinde ihtiva
etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in gönderiliş amacı insanların dünya hayatını
düzene koymak ve iyi (ilâhî irade, nzâ ve düzene uygun) bir dünya hayatından
sonra ebedî saadeti sağlamaktır. Bu amaca ulaşabilmek için:
1. Emir ve
yasaklara ihtiyaç vardır.
2. Bu emir
ve yasakların hayata geçmesi, bunların kaynağının "yaratıcı, varlığı
zaruri, kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklik ve kusurdan uzak bulunan
Allah" olduğunun bilinmesine bağlıdır.
3. Bu imanı,
bu bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi gerekir. Sûrenin
başından "yev-mi'd-dîn"e kadar birincisi, "müstakîm"e kadar
ikincisi ve buradan sonuna kadar da mükâfat ve ceza vaadi ile -konulan
desteklemek, canlı bir şekilde tasvir etmek ve geçmişten ibret alınmasını
sağlamak üzere verilen- Kur'an kıssalarının özü veciz bir şekilde ifade
edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in bilgi, irşad ve talimatla ilgili bütün muhtevası
"bilinmesi ve inanılması gerekenler" ve "yapılması
gerekenler" diye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah, peygamberlik,
gayb âlemi hakkında bilgiler, öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır.
İkincisinde ise ibadetler ve hayat düzeni gibi amelî, ahlâkî hükümler ve
öğretiler vardır. Fatiha sûresi bütün bunları ya sözü veya özüyle ihtiva
etmektedir ya da bu konularda akim önünü açarak ona ışık tutmaktadır.
"Hamd Allah'a
mahsustur" cümlesi Allah Teâlâ'nın kendisini hamde (övgüye, yüceltmeye)
lâyık kılan bütün yetkinlik sıfat! arını; "âlemlerin rabbi" ifadesi
diğer yaratma ve fiil sıfatlarını; "rahman ve rahîm" isimleri
Allah'ın insanlara rahmet ve merhametinden kaynaklanan din kurallarını;
"ceza ve hesap gününün sahibi" nitelemesi kıyamet hallerini ve
âhiret âlemini; "Yalnız sana kulluk ederiz" kısmı iman, ibadet ve
sosyal düzeni; "Yalnız senden yardım dileriz" cümlesi amellerde
İhlâsı (ibadetlerin yalnızca AHah rızâsı için yapılmasını) ve tevhidi (O'ndan
başkasına kul olarak boyun eğilmemesini, Tann'ya mahsus sıfat ve etkilerin
O'ndan başkasına tanınmamasını) ifade etmektedir. "Bizi doğru yola
İlet" cümlesi ibadet, nizam, düşünce ve ahlâk çerçevesini, "nimete
erdirdiklerinin yoluna..." kısmı gelip geçmiş örnek nesilleri, millet ve
toplulukları; "gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil"
bölümü ise kötü örnek teşkil eden ve hallerinden ibret alınması gereken geçmiş
toplulukları içine almaktadır.
Denebilir ki
besmelenin başındaki "bi" edatından başlayarak besmeleye, sonra
Fâtiha'ya ve devamında bütün Kur'an'a doğru ilâhî sırlar perde perde açılmakta;
yoğunlaştırılmış dar hacimden, yoğunluğu gittikçe hafifleyen geniş hacimlere
doğru yansıyan ilâhî irşadın ışığı âlemlere yayılmaktadır. "Bi"
edatındaki "musahabe" (beraberlik) ve " istiâne" (yardım
dileme) mânaları, kul ile Allah ilişkisinin ve dolayısıyla dinin amacının
bütününü İhtiva etmektedir. Besmelenin geri kalan kısmı ile Fatiha, bu İlişkiyi
daha da açarak devam etmekte, diğer sûre ve âyetler de bunları, aralarında bir
bütünlük oluşturarak her kabiliyet ve zihin seviyesine uygun üslûplar içinde
açıklığa kavuşturmaktadır. [4]
Gerek yalnızca
"el-hamdü lillâh" vb. şeklinde ifade edilen hamdın ve gerekse
bütünüyle Fatiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında
birçok sahih hadis bulunmaktadır:
"Zikrin en üstünü
'la İlahe illallah', duanın en yücesi 'elhamdülillâh'tır" [5]
"Allah'a hamd ile
başlamayan her önemli işin sonu güdüktür" [6]
Allah'ın resulü, Ebû
Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kur'ân-ı Kerim'deki en büyük sûreyi mescidden
çıkmadan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fatiha olduğunu
açıklamıştır [7]
Yine birçok sahih
hadiste Fatiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır [8]
Meali
Kovulmuş şeytandan
Allah'a sığınırım. [9]
Tefsiri
"Eûzü" veya
"istiâze" diye bilmen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için
mushafa yazılmamıştır. "Kur'an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın"[10] şeklinde buyurulduğu için
Kur'an okumaya başlayanlar, besmeleden önce "eûzü..." ifadesini
okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler.
Asıl adı İblîs olan
şeytan, Allah'ın "Âdem'e secde et!" emrine uymadığı, kendisinin daha
üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından
(melekût âleminden) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah'ın
kullarını, O'nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife
edinmiştir [11]Şeytan, kendine uyan diğer
cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır. [12]
Ancak Allah'a iman eden, O'na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar
veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır. [13]
Yukarıda meali
zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur'an okumaya başlayanlar "eûzü"
çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı
müctehidtere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır.
Müc-tehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz
değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır.
Şeytanın insandan en
uzakta olması gereken zaman olan Kur'an okuma halinde bile -okumaya başlarken-
eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha
da gerekli olacağı anlaşılmaktadır.
Kötülüğe karşı bile
iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan
gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kur'an'm,
müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır. [14] Eûzü, bir yandan böyle maddî ve manevî
serleri, kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu
tazelemekte, insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden
ve onu geliştirmeyi, olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli
olmayı telkin etmektedir. [15]
Meali
1. Rahman ve rahîm
olan Allah'ın adıyla...
2. Hanıd, âlemlerin
rabbi Allah'a mahsustur.
3. Rahman ve rahîm.
4. Ceza gününün tek
sahibi.
5. (Rabbi-miz!) Ancak
sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.
6. Bizi dosdoğru yola
ilet.
7. Nimetine
erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların
yoluna da değil! [16]
Tefsiri
1. Sûrelerin
başında bulunan besmele cümlelerinin, Kur'ân-ı Kerîm'in mus-haflarda ilk defa toplanmasından
itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kur'an'a dahil olmayan hiçbir şeyin
mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa -aksine görüşler bulunmasına rağmen- her
sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir
âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılannın görüşleri de
böyledir.[17] İmam Şafiî Fatiha sûresinin
başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin
başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her
sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü -ona ait olması yönünden- daha sahih bir
rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre besmeleler sûrelerin başında
ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fatiha'dan önce sessiz olarak
okunur, Fâtiha'yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise
besmele okunmaz.
Besmele dilimize
genellikle "rahman ve rahîm olan Allah adıyla" şeklinde
çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı
işe göre niyetinde bulunan "...okuyorum, başlıyorum, yapıyorum,
yiyorum" gibi bir yüklem vardır. "Allah'ın adıyla yemek,
okumak" ifadesinden Türkçe'de "yenen ve okunanın Allah'ın adıyla
birlikte yenildiği veya okunduğu" anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre
maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi "rahman ve rahîm olan Allah
adına,... adını anarak,... Allah'tan yardım dileyerek..." şekillerinde
çevirmek de uygun olur.
Kul herhangi bir
davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek
muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak
"kendinin tek başına yeterli olmadığını, basan ve gücün ancak Allah'tan
gelebileceğini, Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O'nun
mülkünde, O'nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah'ın
koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağım..." peşinen kabul
etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü
kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde "lâ ilahe"
denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da
"illallah" ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı
(Allah) kalbe ve zihne yerleştiril İyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce
kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu İlişkinin
en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş
oluyor.
Allah yerine
"tanrı", rahman yerine "esirgeyen", rahîm yerine de
"bağışlayan" kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam
olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan "tek,
eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı
zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez" olan yüce zâta mahsustur, bu
sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların
uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı
denebilir, Başka bîr deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir,
halbuki Allah ismi O'ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde
de kullanılmamıştır.
Kur'an dilinde rahman
sıfat-ismi de Allah'a mahsustur, başka hiçbir varlık İçin kullanılmamıştır.
Rahman "en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız
lütuf, ihsan, rahmet bahşeden" demektir. Rahman, rahmetiyle muamele ederken
buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın
tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve
aydınlatır.
Rahim "çok
merhametli, rahmeti bol" demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir.
Allah'ın rahîm sıfat-ismi O'nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek
üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lütuf ve merhametini
ifade etmektedir. "Esirgemek" ve "bağışlamak" bu sonsuz,
engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir
çeşididir. [18]
2. Dilimizde
övme ve teşekkür etme, Arapça'da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine
yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da
vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve
güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın
met-hedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle
övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki
hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.
Şükür ve teşekkür
"isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya
başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak"tır. Bu, hem Allah'tan hem de
insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir
Ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; "hamdolsun, elhamdülillah..."
denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara
dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah'a
mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil
manasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine
bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah'ın da iradesi vardır. Onların irade ve
isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan
yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden
kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdın tamamı Allah'a mahsustur, O'na
aittir.
Âlem maddî ve manevî,
görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ'mn yarattığı her şeydir.
Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara "mülk
ve şehâdet âlemi", madde ötesi varlıklara da "gayb ve me-lekût
âlemi" denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah'tır. Mülk ve
şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen
başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve
mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nispetle denizden bir damla, sahradan bir
kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay
akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında
bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi
çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin
inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah'ın insana bahşettiği aklın
nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların
enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde
gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün
âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni)
olan Allah'ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline
ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali,
"huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin"e dönüşmektedir.
Rab kelimesi tek
başına söylendiği zaman bundan yalnızca "Allah" kastedilir, O'nun
güzel isimlerinden biridir, "sahiplik ve terbiye edicilik" özelliğini
ifade eder. Bu kelime "rabbü'd-dâr" (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde
başkaları için de kullanılır. [19]
4. "Din
gününün mâliki" tamlamasında geçen mâlik "malın, mülkün sahibi"
demektir. Kıraat âlimlerince "hükümdar, iktidar sahibi" anlamında
"melik" şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik
ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar
vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez,
başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi
değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatlan kullanıldığı zaman mâna
çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de
herkese ve her şeye hükmü geçer; O'nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur
bile edilemez. Melik O'nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.
"Din
günü"nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu
açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır. [20]
Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim,
sahip, melik ve mâliktin. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için
kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imam olduğu halde gaflet içinde
bulunan kimseler -zaman zaman da olsa- Allah'ın sahipliği ve iktidarının
bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan
tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki
ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah'ın melik ve mâlik sıfatı
bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır, Bunun için âhirette O,
gerçekte ve görünürde "melik ve mâlik"tir. [21]
5.
Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatlan, kullan ve kâinat ile kesintisiz
ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında Önemli açıklamalar yapan
Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında
hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak "Ancak
sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz" buyuruyor. Şu halde yukarıda
sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah'a mahsus olduğuna göre ibadetin ve
yardım dilemenin O'na özgü kılınması da -kul açısından- tabii hale gelmektedir.
İbadet "kulluk ve
tapınma" olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada
"sevgi, korku ve boyun eğme" vardır; bu üç tavır ve duygunun
birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi
ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla
ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî
emri kul, -dünya hayatında bir imtihan olarak- serbest iradesiyle yerine
getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları
insanın, insanca (yalnız Allah'a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş
araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini
bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman
maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine
getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan
hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur
hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için
tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak aşmadıktan
zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok
bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, İbadet ederken ve
yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir
Allah'a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.
Âyette "ederim,
dilerim" yerine "ederiz, dileriz" şeklinin seçilmiş olması
tev-hid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple "Sen ben
değil, biz va-nz" ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum
arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada "biz"i
oluşturan bağ imandır, bir Allah'a kulluktur; "Allah'ın kullan! Kardeş
olun" [22] mealindeki hadis de bu
mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardunladırlar, fakat kimin
elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah'tan geldiğini, O dilemedikçe
kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler. [23]
6. İnsanlar
maddî ve manevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar;
hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş
sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah'a
yönelmeyi reddetmesidir. "Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek
ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir (O'na
dönecektir)" [24]"Bize doğru yolu
göster" duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarışıdır; eğer
insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir
başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kuta düşen,
ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad
doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması İçin O'nun tarafından
sağlanan İmkânları gerektiği gibi kullanmaktır. "Doğru yol" (sırât-ı
müstakim) İslâm'dır. Allah'ın peygamberleri ile kullanna gönderdiği dinlerin
genel adı da İslâm'dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy,
hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâm'da yerli
yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yollan
gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir
yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve
yolun başında da bir çağına var ve o, "Ey insanlar! Hepiniz doğru yola
giriniz, dağılıp parçalanmayınız!" diye sesleniyor. Birisi perdeli
kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor:
"Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldınrsan girer gidersin!"[25] Bu
örnekteki yol İslâm'dır, duvarlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır,
yolun başjndaki çağına Allah'ın kitabıdır, yukandaki çağına ve uyana, her
müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm'da vahiy, vicdan ve akıl
birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır.
"Ne irfandır
veren ahlâka yükseklik ne vicdandır Fazilet hissi insanlarda Allah
korkusundandır." [26]
7. Burada
tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve
delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için
doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin
tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu
arayanlar ve üzerinde bulunduktan yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp
tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah'ın gazabına
uğ-rayanlann yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem
örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert
ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk'a meydan
okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların
"hıristiyanlar", ilâhî gazaba uğrayanların da "yahudiler"
olarak açıklanması,[27] yalnızca
zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.
Müslim'in rivayet
ettiği bir kutsî hadiste[28]
Allah Teâlâ'nın, "Namazı (Fatiha'yi) kulumla kendi aramda yan yarıya
paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır" buyurduğu ifade edildikten sonra
şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fâtiha'yı okurken) "Hamd âlemlerin
rabbi Allah'a mahsustur" deyince Allah, "Kulum bana hamdetti"
buyurur. Kul "rahman ve rahim" deyince Allah, "Kulum beni
övdü" der. "Ceza gününün tek sahibi" deyince "Kulum benim
yüceliğimi dile getirdi" der. "Ancak sana ibadet eder ve yalnız
senden yardım dileriz" deyince "Bu, kulumla benim aramda ortak olan
kısımdır ve istediği kulumun olacaktır" buyurur. Kul "Bizi dosdoğru
yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da,
doğrudan sapmışların yoluna da değil!" deyince Allah, "İste bu,
yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir" buyurur.
"Duamızı kabul
buyur, böyle otsun, bizi eli boş çevirme" mânasına gelen "âmin"
sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanlann, hatta semavî din mensuplarının
ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fatiha sûresine dahil olmadığı gibi
âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah'rn Fâtiha'dan sonra
"âmin" dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir.[29]
Namazda veya namaz dışında Fâtiha'yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin
sonunda "âmin" deyince aynı zamanda melekelerin de "âmin"
dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu
duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır.[30] Yine
sahih hadisler, Fatiha sesli okunduğunda "âmin" duasının da sesli
yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu
benimsemişlerdir.[31]
Hanefîler'e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir. [32]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/3.
[2] bk. Buharı, "Tefsir", 1, "Ezan",
109; Tirmizî, "Salât", 183.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/3-4.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/4-5.
[5] Tirmîzî, "Duâ", 9.
[6] İbn Mâce, "Nikâh", 19.
[7] Buhari, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 9.
[8] meselâ bk. Buhârî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 9.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/5.
[9] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/5.
[10] Nahl 16/98
[11] A^râf 7/11-17
[12] En'âm 6/112
[13] Nahl 16/98-100
[14] bk, Mü'minûn 23/96-98
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/5-6.
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/6.
[17] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1,12.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/6-8.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/8-9.
[20] meselâ bk. İnfitâr 82/17-19.
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/9-10.
[22] Buhârî, "Nikâh", 45; Müslim,
"Birr", 23,28-32.
[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/10-11.
[24] Alak 96/6-8
[25] Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20.
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/11.
[27] meselâ bk. Müsneâ, IV, 378; Tirnıizî,
"Tefsîr", 2,
[28] bk. "Saiât", 38.
[29] meselâ bk. Müslim, "Salât", 72-76.
[30] bk. Buhârî, "Ezan", 112-113; Müslim,
"Salât", 72-76.
[31] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, II, 229-232.
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/11-12.