SÛRENİN FAZİLETLERİ VE İSİMLERİ
2- Sûreler, Âyetler ve Allah'ın Güzel İsimleri Arasında
Fazilet Farkı:
4- Fatiha Sûresinin Diğer Adları:
5- Fâtiha'nın Tedavi Edici Bölümü:
6- Fâtiha'nın Bazı İsimleri Başka Sûrelere Verilebilir
mi?:
4- Besmele ve Namazda Fâtiha'dan Önce Okunacak Dua:
5- Namazda Fâtiha'yı Okumanın Hükmü:
7- İmam Namazda Gizli Okuyorsa:
9- Namaz'da Fâtiha'nın Okunması İle İlgili Sahih Görüş:
10- İmamın Arkasında Kur'ân Okunmaz Diyenlerin Delilleri:
11- Fatiha Her
Rekatte mi Okunur?
12- Fatiha Okumanın Farz Olup Olmadığı:
14- Kur'ân Okumaksızın Namaz Kılmak:
15- Namazda Fâtiha'dan Başka Okuma:
18- Arapça'ya Dili Dönmeyenler:
20- Kıraati Bilmeyen Kimse, Namazda İken Kıraat Öğrenirse:
8- Bizden Öncekiler ve "Âmin":
FATİHA SÛRESİ'NİN ANLAMLARI, KIRAATLER, İ'RAB VE
HAMDEDENLERİN FAZİLETİ
2- "el-Hamdu lillah" Demenin Fazileti:
6- Hamd ve Övgüler Allah'ındır:
9- Yüce Allah'ın Rab İsm-i Şerifi;
12-
"Rabb" Kelimesinin Okunuşu:
15- Allah'ın Mâlikiyeti (Egemenlik ve Tasarrufu):
16- "Melik (Hakim ve Egemen)" Adı Yaratıklara
Verilemez:
17- Yaratıklara
"Mâlik" ve "Melik" Demek:
18- Allah'ın "Din Günü'nün Mâliki" Olması Nasıl
Anlaşılmalıdır?
19- Sıfat Olmak Bakımından "Mâlik" ile
"Melik" Arasındaki Fark:
23-"Yalnız sana ibadet ederiz.:
26- Yardım Yalnız Allah'tan İstenir:
30- Nimet Verilenler Kimlerdir:
31- Bu Âyet ve
İnsanın Fiilleri:
32- Gazaba
Uğrayanlar ve Sapanlar:
34- Şâzz Kaide Dışı Bir Okuyuş:
36- "Sapıtanlar" Kelimesinin Aslı:
(Mekke'de
Nazil Olmuştur 7 Âyettir)
Buna dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[1]
Tirmizî'nin Ubey b. Ka'b'dan rivayetine göre Rasulullah (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Allah Tevrat'ta da İncil'de de Ümmu'l-Kur'ân (Kur'ân'ın
anası olan Fatiha sûresi) gibisini indirmemiştir. es-Seb'ul-Mesani odur. Yüce
Allah da buyuruyor ki o, benim ile kulum arasında ikiye pay edilmiştir. Kuluma
da istediği verilecektir."[2]
İmam Mâlik de el-A'la b. Abdurrahmân b. Yakub'dan şunu rivayet etmektedir:
Abdullah b. Amir b. Keriz'in azatlısı Ebu Said'in kendisine haber verdiğine
göre Rasulullah (s.a) namaz kılmakta olan Ubey b. Ka'b'a seslenmiştir... dedi
ve hadisin geri kalan kısmını zikretti.[3]
İbn Abdi'1-Berr der ki: Ebu Said'in adı tesbit edilememektedir.
Medineli-ler arasında sayılır. Ebu Hureyre'den rivayeti ve bu hadisi mürseldir.
Yine bu hadis-i şerif Ebu Said b. el-Mualla'dan da rivayet edilmiştir. Bu
ashab-ı kiramdan birisi olup yine adının ne olduğu tesbit edilememiştir. Bu
hadisi Ebu Sa-id'den Hafs b. Asım ve Ubeyd b. Huneyn rivayet etmişlerdir.
Derim ki: Aynı şekilde et-Temhid'de de: "Onun ismi tesbit
edilememektedir" demiştir. Ayrıca es-Sahabe, el-İstîâb fi
Ma'rifeti'l-Ashâb adlı eserinde de ismiyle ilgili görüş ayrılıklarını sözkonusu
etmektedir. Bu hadis-i şerifi Bu-harî de Ebu Said el-Mualla'dan rivayet
etmiştir. Ebu Said, dedi ki: Mescidde namaz kılıyordum. Rasulullah (s.a) beni
çağırdı, ancak ben onun çağrısına cevap vermedim. (Daha sonra): Ey Allah'ın
rasulu namaz kılıyordum, dedim (ve mazaretimi beyan ettim). Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Yüce Allah: "Sizi çağırdığı zaman Allah'ın ve rasulünün
çağırışına uyun" (el-Enfal, 8/24)diye buyurmuyor mu?" Daha sonra
şöyle devam etti: "Şüphesiz ben mescid-den çıkmadan önce Kur'ân-ı
Kerim'deki en büyük sûreyi sana öğreteceğim." Sonra elimden tuttu.
Mescidden çıkmak istediğini görünce ona şöyle dedim: Bana Kur'ân-ı Kerim'deki
en büyük sûreyi öğreteceğini söylememiş miydin? Şöyle buyurdu: "O:
Elhamdülillahi rabbi'l âlemin..dir. es-Sebu'1-Mesani ve bana verilen Kur'ân-ı
azim odur. "[4]
İbn Abdi'1-Berr ve başkaları şöyle demektedir: Ebu Said b. el-Mualla
en-sarın en değerlilerinden ve ileri gelen efendilerindendir. Bunu sadece Buharı
rivayet etmiştir. Adı Rafı'dir. Adının el-Haris b. Nufey' b. el-Mualla veya Evs
b. el-Mualla olduğu da yahut Ebu Said b. Evs b. el-Mualla olduğu da söylenir.
Altmış dört yaşında ve yetmişdört hicri yılında vefat etmiştir. Kıblenin değiştirildiği
sırada Kabe'ye doğru ilk namaz kılan kişi odur. İleride gelecektir.
Baş tarafta kaydettiğimiz Ubey b. Ka'b'ın rivayet ettiği hadisi tam bir
senedi ile Yezid b. Zurey' kaydederek şöyle demiştir: Bize Ravh b. el-Kasım,
el-Ala b. Abdurrahmân'dan, o babasından o da Ebu Hureyre'den rivayetle dedi ki:
Rasulullah (s.a) namaz kılmakta olan Ubeyy b. Ka'b'ın yanına çıktı... Daha
sonra hadisin geri kalan kısmını aynı manada zikretti.
İbnu'l-Enbârî de "Kitabu'r-Red" adlı eserinde şunu
söylemektedir: Bana babam anlattı, bana Ebu Ubeydullah el-Verrak anlattı, bize
Ebu Davud anlattı, bize Şeyban, Mansur'dan o Mücâhid'den anlatarak dedi ki:
Şüphesiz İblis (Allah'ın laneti üzerine olsun) dört defa sarsıla sarsıla
inlemiştir. Lanete uğradığı zaman, cennetten indirildiği zaman, Muhammed (s.a)
peygamber olarak gönderildiği zaman ve Fâtihatü'l-kitab indirildiği zaman. Ve
o sûre Medine'de indirildi.
[5]
İPrn adamları bazı sûre ve âyetlerin diğer bir kısmından, yüce Allah'ın
güzel isimlerinden bazısının diğer bazısından üstün olup olmadığı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, şöyle der: Bir kısmının diğer bir kısmına
üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi Allah'ın kelamıdır. İsimleri de böyledir. Birinin
diğerine üstün olması sözkonusu değildir. eş-Şeyh Ebu'l-Hasan el-Eş'ari, Kadi
Ebu Bekir b. et-Tayyib, Ebu'Hakim Muhammed b. Hibban el-Bus-tî ve fakihlerden
bir grup bu kanaattedir. İmam Mâlik'ten de bu anlamda bir rivayet gelmiştir.
Yahya b. Yahya der ki: Kur'ân'ın bir kısmının diğer kısmına üstün olduğunu
kabul etmek yanlışlıktır. Aynı şekilde İmam Mâlik de sadece bir sûrenin
defalarca tekrarlanıp durmasını (diğerlerinin okunmamasını) mekruh görmüştür.
(Yahya b. Yahya) İmam Mâlik'ten yüce Allah'ın: "Ondan daha hayırlısını...
getirmedikçe." (el-Bakara, 2/106) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Yani
nesh edilen âyet yerine muhkem bir âyet getiririz, demektir.
İbn Kinane de bütün bu kanaatlerin benzerini İmam Mâlik'ten rivayet etmiş
bulunuyor. Bu görüşü savunanlar, şu şekilde delil getirirler: Birşeyin daha
üstün olması kendisinden üstün olanın eksikliği izlenimini verir. Halbuki
bunların hepsi özleri itibariyle birdir. Bu da Allah'ın kelamı olmaktır. Yüce
Allah'ın kelamında ise eksiklik sözkonusu olmaz.
el-Busti der ki: Hz. Peygamber'in: "Tevrat'ta da İncil'de de
Ümmü'l-Kur'ân gibisi yoktur" buyruğunun anlamı şudur: Şanı yüce Allah;
Tevrat ve İncil'i okuyan kimseye Ümmü'l-Kur'ân'ı okuyan kişiye verdiği sevabın
benzerini vermez. Çünkü yüce Allah kendi lütfü ve fazl-u keremiyle bu ümmeti
diğer ümmetlerden üstün kılmış ve bu ümmete kendi yüce kelamını okuması
karşılığında diğer ümmetlere kendi kelamını okuması karşılığında verdiği lütuf
ve faziletten fazlasını vermiştir. Bu da Allah'ın bu ümmete bir lütfudur.
Yine el-Busti der ki: Hz. Peygamber'in: "En büyük sûre"
ifadesi ile kastettiği ecir itibariyle en büyük sûredir. Yoksa Kur'ân-ı
Kerim'in bir kısmının bir diğer kısmından üstün olduğu anlamına gelmez.
Kimi ilim adamları da aralarında üstünlük ve fazilet bakımından
farklılık olduğu görüşündedir. Yüce Allah'ın: "Hepinizin ilahı tek bir
ilahtır. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, hem rahman hem de rahimdir."
(el-Bakara, 2/163); Âyetu'l-Kürsi (el-Bakara, 2/255), Haşr sûresinin son
âyetleri (59/22-24) ve İhlas sûresinde (112. sûre) bulunan yüce Allah'ın
vahdaniyyetine ve sıfatına delalet eden buyruklardaki özellikler, mesela:
"Ebu Leheb'in iki eli kurusun" (Tebbet, 111/1) buyruğunda ve
benzerlerinde bulunmamaktadır.
Üstünlük âyet ve sûrelerin ihtiva ettiği hayret verici anlamlar ve bu
anlamların çokluğunda sözkonusudur. Nitelik bakımından değildir. Bu görüş doğru
görüştür. İshak b. Rahveyh (Rahuye) ve onun dışında birtakım ilim adamları ve
kelamcılar üstünlük bulunduğu görüşünü kabul ederler. Kadı Ebu Bekr b.
el-Arabi'nin ve İbnu'l-Hassar'ın tercih ettiği görüş de budur. Bu tercihe sebep
ise (az önce kaydedilen) Ebu Said b. el-Mualla tarafından rivayet edilen hadis
ile Ubey b. Ka'b'dan gelen şu hadis-i şeriftir: Ubey dedi ki: Rasulullah (s.a)
bana dedi ki: "Ey Ubey, sana göre Allah'ın Kitab'ında en büyük âyet hangisidir?"
Ben şöyle dedim: (Bana göre en büyük âyet): "Allah odur ki, ondan başka
hiçbir ilah yoktur. Haydır, kayyumdur..." (el-Bakara, 2/255) âyetidir.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a) göğsüme vurdu ve şöyle dedi: "İlme doya-sın
ey Ebu'l-Münzir (Ubey b.Kab'ın künyesi)" Bunu Buharî ve Müslim rivayet
etmiştir.[6]
İbnu'l-Hassar der ki: Bu naslara rağmen konu ile ilgili görüş
ayrılığından söz edenlere şaşarım. İbnü'l-Arabi der ki: Hz. Peygamber'in:
"Allah Tevrat'ta ta İncil'de de ve Kur'ân-ı Kerim'de de onun benzerini
indirmemiştir" buyruğunda diğer kitapları (indirilmiş sahifeler, Zebur ve
benzerlerini.) sözkonu-su etmemesinin sebebi sözü geçen bu kitapların en üstün
ve faziletli olmalarından dolayıdır. Herhangi birşey en faziletlinin de faziletlisi
ise o vakit hepsinin de en faziletlisi olur. Mesela, Zeyd, alimlerin en
faziletlisidir, dediğinizde insanların en faziletlisidir, demek olur.
Fâtiha'da başka sûrelerde bulunmayan birtakım nitelikler vardır. Hatta:
Kur'ân-ı Kerim'in tümü ondadır da denilmiştir.
Bu sûre yirmibeş kelimedir ki Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği bütün
ilimleri kapsamaktadır. Şanı yüce Allah'ın bu sûreyi kendisi ile kulu arasında
ikiye ayırmış olması da bu sûrenin şerefi cümlesindendir. O olmaksızın yüce
Allah'a yakınlık (namaz) sahih olmaz. Hiçbir amel onun sevabına ulaşamaz. İşte
bu bakımdan bu sûre Kur'ân-ı Azim'in anası (Ummu'l Kur'ân) olmuştur. Nitekim:
"De ki: O Allah'tır, bir ve tektir." (el-İhlas, 112/1) diye başlayan
sûre de Kur'ân'ın üçte birine denktir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim tevhid, ahkam ve
öğütler ihtiva etmektedir. "De ki: O, Allah'tır, bir ve tektir"
buyruğunda ise tevhidin bütünü açıklanmıştır. İşte bu anlamda Hz. Peygamber
(s.a)'in Ubey b. Kab (r.a)'a: Kur'ân-ı Kerim'de en büyük âyet hangisidir?"
diye sorunca o da: "Allah odur ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur,
haydır, kayyumdur" diyerek Âyetu'l Kürsi olduğunu söylemiştir. Bunun en
büyük âyet olarak nitelendirilmesinin sebebi tümüyle tevhidi kapsamasıdır.
Nitekim Hz. Peygamber'in: "Benim ve benden önceki bütün peygamberlerin
söylediği en faziletli söz: Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O, bir ve
tekdir, O'nun ortağı yoktur" sözüdür[7]
buyruğu gereğince bu ifade zikrin en faziletlisidir. Çünkü bu kelimeler tevhid
ile ilgili bütün bilgileri ihtiva etmektedir. Fatiha sûresi de hem tevhidi hem
ibadeti hem de öğüt ve hatırlatmayı ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın kudreti
için de böyle bir şey uzak görülmemelidir.
[8]
Ali b. Ebi Talib (r.a) dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Fâtiha-tü'1-kitab Âyetül-Kürsi, "Allah kendisinden başka hiçbir ilah
olmadığını... açıkladı" (Al-i İmran, 3/18); "De ki: Ey mülkün sahibi
Allah'ım..." (Al-i İm-ran, 3-26-27) âyetleri Arş'a asılıdır. Bunlarla
Allah arasında bir perde yoktur."[9]
Bu hadisi Ebu Amr ed-Dani, Kitabu'l-Beyan adlı eserinde senedini kaydederek
zikretmektedir.
[10]
Bu sûrenin on iki tane ismi vardır:
1- es-Salat (namaz)dır. Yüce
Allah (kudsî hadiste) şöyle buyurmaktadır: "Ben namazı benim ile kulum
arasında iki yarıya böldüm."[11]
Bu hadis-i şerif daha önce geçmişti.
2- Hamd sûresi: Çünkü bu
sûrede yüce Allah'a hamdden sözedilmekte-dir. Tıpkı el-A'raf, el-Enfal,
et-Tevbe ve benzeri sûreler denildiği gibi.
3- Fâtihatü'l-Kitab: Bu konuda
ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ona bu adın verilmesinin sebebi
Kur'ân-ı Kerim'in lafzen kıraatine bu sûre ile başlanılmasıdır. Aynı şekilde
mushafların yazımına da bu sûre ile başlanılmaktadır. Namazlara da bu sûre
okunarak kıraate başlanılır.
4- Ummu'l-Kitab: Bu ismin
verilip verilmeyeceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk bunu caiz
görmekle birlikte Enes, el-Hasen ve İbn Şirin bunu mekruh görmüşlerdir.
el-Hasen der ki: Ummu'l-Kitab (kitabın anası) helal ve haramdır. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Bir kısım âyetler muhkemdir. Bunlar kitabın
anası (Ummu'l-Kitab)dır. Diğer bir kısmı da müteşa-bihtir." (Al-i İmran,
3/17) Enes ve İbn Şirin de der ki: Ummu'l-Kitab Levh-i Mahfuzun adıdır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki o, katımızdaki ana kitabda
(Ummu'l-Kitab'da yani Levh-i Mahfuzda)dır." (ez-Zuhruf, 43/4)
5- Ummu'l-Kur'ân: Bunda da görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk bunu caiz
görmekle birlikte Enes ve İbn Şirin bunu mekruh görmüşlerdir. (Hoş görmemişlerdir.)
Ancak bu konuda sahih hadisler bu iki görüşü de reddetmektedir. Tir-mizî'nin
rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"Elhamdülillah (yani Fatiha sûresi) Ummu'l-Kur'ân'dır, Ummu'l-Kitabdır ve
es-Seb'u'1-Mesanidir." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[12]
Buharı de der ki: Bu sûreye Ummu'l-Kitab adı verilmiştir. Çünkü
mushaf-larda önce bu sûre yazılarak başlanılır. Namazda da bu sûre okunarak
kıraate başlanır.[13] Yahya b. Ya'mer der ki: Ummu'1-Kura
(şehirlerin anası) Mekke'dir. Ummu Horasan Merv'dir. Ummu'l-Kur'ân Hamd
(Fatiha) süresidir. Buna Ummu'l-Kur'ân deniliş sebebinin Kur'ân'ın başı olması
ve ihtiva ettiği bütün ilimleri kapsaması olduğu da söylenmiştir. Mekke'ye
Ummu'1-Kura deniliş sebebi ise, arzın ilkinin orası olması ve ordan itibaren
yuvarlaklaştırıl-maya başlanmasıdır. Anaya "umm" denilmesi de bundan
dolayıdır. Çünkü ana, neslin esasını teşkil eder. Umeyye b. Ebi's-Salt da şu
beyitinde yerden "umm (ana)" diye sözetmektedir:
"Arz bizim sığınağımızdır, bir zamanlar anamızdı
Kabirlerimiz ordadır ve orada doğuyoruz."
Savaşta kullanılan sancağa da "umm" denilir. Buna sebep ise
sancağın önde olması ve askerin de onu takip etmesidir.
"Umm" kelimesinin aslı dır. Bundan dolayı bu kelimenin
çoğulu şeklinde gelir. Yüce Allah da:
"analarınız" (en-Nisa, 4-23) diye buyurmaktadır. Mim harfinden
sonraki "lıe" harfi düşürülerek da denilir. Şair der ki:
"Analarınla karanlığı açtın."
"Ummehât" şeklindeki çoğulun insanlar hakkında,
"ummât" şeklindeki çoğulun da hayvanlar hakkında kullanılacağı da
söylenmiştir. Bunu İbnu'1-Fa-ris "el-Mücmel" adlı eserinde
zikretmektedir.
6- el-Mesâni (tekrarlanıp duran): Bu sûreye bu
adın veriliş sebebi, her rek'atte tekrarlanmasıdır. Bu adın veriliş sebebinin
bu sûrenin istisna olarak yalnızca bu ümmete bildirilmiş olup bundan önce
hiçbir ümmete indirilme-yerek bu ümmet için saklanmış olmasıdır da denilmiştir.
7- el-Kur'ânu'1-Azim: Bu ismin veriliş sebebi
Kur'ân-ı Kerimin bütün ilimlerini ihtiva etmesidir. Çünkü bu sûre aziz ve celil
olan Allah'a kemal ve celâl sıfatları ile senayı, ibadetlerin yapılmasını ve
ibadetlerin ihlas ile yerine getirilmesi emrini, yüce Allah'ın yardımı
olmaksızın bu ibadetin yerine getirilmesinden yana aciz kalınacağının itiraf
edilmesini, dosdoğru yola hidâyet hususunda ona dua edilmesini, sözlerini
yerine getirmeyenlerin hallerine düşmekten korumasının niyaz edilmesini ve
inkarcıların akıbetini beyan etmeyi ihtiva etmektedir.
8- Şifa: Darimî, Ebû Said
el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"Fâtihatü'l-Kitab, her zehire karşı bir şifadır."[14]
9- er-Rukye (manevi tedavi):
Bu, Ebu Said el-Hudrî'den gelen hadisle sabittir. Bu hadiste şu ifadeler de
yer almaktadır: Rasulullah (s.a) kabilenin (yılan tarafından sokulmuş) reisini
Fâtiha'yı okuyarak tedavi eden adama şöyle sormuştur: "Sen onun bir
tedavi (rukye) olduğunu nereden bildin?" O: Ey Allah'ın rasulü, bu konuda
içime böyle birşey doğdu, cevabını verdi.[15]
Bu hadisi hadis imamları rivayet etmiştir. İleride bütünüyle gelecektir.
10- el-Esas: Adamın birisi eş-Şa'bi'ye böğrünün ağrıdığından şikâyette bulundu. Ona şu cevabı verdi: Kur'ân'ın esası olan Fâtihatü'l-Kitab'ı okumaya bak. Ben İbn Abbas'ı şöyle derken dinledim: Herşeyin bir esası vardır. Dünyanın esası Mekke'dir. Çünkü dünya oradan yuvarlaklaştırılmaya başlandı. Semanın esası Arîbâ denilen yedinci semadır. Arzın esası ise en altta yedinci arz olan Acîbâdır. Cennetlerin esası ise Adn cennetidir. Bu bütün cennetlerin göbeğidir ve cennet onun üzerinde tesis edilmiştir. Ateşin esası ise cehennemdir. Bu da ateşin en alt tabakası olan yedinci tabakadır. Diğer bütün tabakalar (derekeler) onun üzerinde tesis edilmiştir. İnsanların esası Adem'dir, Peygamberlerin esası Nuh'tur, İsrailoğullarının esası Yakub'tur, kitapların esası Kur'ân'dır, Kur'ân'ın esası Fâtiha'dır, Fâtiha'nın esası Bismillahirrahmânir-rahîm'dir. O bakımdan sen hastalanır veya rahatsızlanırsan Fatiha sûresini okumaya bak. Şifa bulursun.
11- el-Vâfiye: Bunu Süfyan b.
Uyeyne söylemiştir. Çünkü bu sûre ikiye bölünmez ve parçalanmayı kabul etmez.
Bir kişi namaz kıldığı rek'atlerin birinde başka sûrelerden herhangi birisinin
yarısını okusa, diğer rek'atinde de öbür yarısını okusa bu yeterli gelir. Fakat
Fatiha sûresi iki rek'ate bölünerek her birisinde yarımşar okunursa caiz olmaz.
12- el-Kâfiye: Yahya b. Ebi
Kesir der ki: Çünkü bu sûre başkasının yerine kafi gelir, fakat başka sûre
onun yerine kafi gelmez (yerini tutmaz). Buna Muhammed b. Hallad
el-İskenderani'nin şu rivayeti de delalet etmektedir: Muhammed b. Hallad dedi
ki:... Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Um-mu'1-Kur'ân (yani Fatiha
sûresi) başkasının yerini tutar, fakat başkası onun yerini tutamaz."[16]
el-Muhelleb dedi ki: Fatiha sûresinin tedavi edici bölümü: "Yalnız
sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" bölümüdür, sûrenin
tümünün tedavi edici (rukye) olduğu söylenmiştir. Çünkü Peygamber (s.a) durumu
kendisine bildiren kişiye: "Onun bir rukye olduğunu nerden bildin? "
diye sormuş, fakat: "Onda rukye (tedavi edici) bir bölüm olduğunu nerden
bildin?" diye sormamıştır. İşte bu, sûrenin tümüyle bir tedavi olduğunun
delilidir. Çünkü bu, Kitabın başlangıcı ve Fâtihasıdır ve az önce de geçtiği
gibi Kitaptaki bütün ilimleri ihtiva etmektedir.
[17]
Fatiha sûresine el-Mesani ve Ummu'l-Kitab adının verilmesi başka sûreye
de bu adların verilmesini engellemez. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah, sözün en güzelini müteşabih, tekrar edilen (mesani) bir kitap halinde
indirmiştir." (ez-Zümer, 39/23) buyruğunda Kitabı "mesani" diye
nitelemiştir. Çünkü onda yer alan haberler tekrar edilmektedir. Nitekim
Kur'ân-1 Kerim'in yedi uzun sûresine de "el-Mesani" adı verilmiştir.
Çünkü farzlar ve kıssalar bu sûrelerde tekrar edilmektedir. İbn Abbas der ki:
Rasulullah (s.a)'a
Yedi Mesani verilmiş bulunmaktadır. Bunlar, yedi uzun sûredir. Bunu
en-Ne-sai zikretmektedir.[18]
Sözkonusu bu yedi sûre ise Bakara'dan A'rafa kadar olan altı sûrenin bunlardan
olduğu ittifakla kabul edildiği halde, yedinci sûrenin hangi sûre olduğu
hususunda farklı görüşler vardır. Yedincisinin Yunus olduğu söylendiği gibi
Enfal ve Tevbe olduğu da söylenmiştir. Bu (son görüş) Mücâhid ve Said
b.Cübeyr'in görüşüdür. Hemdanh A'şâ der ki:
"Mescid'e girin, Rabbinize dua edin Ve bu Mesani ile uzun sûreleri
iyice tetkik edin."
Bu husus ile ilgili açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- el-Hicr
sûresinde[19]
gelecektir.
[20]
"el-Mesani" kelimesi "mesnâ" kelimesinin çoğuludur.
Bu ise, birinciden sonra gelen sayı demektir. "et-Tuval" kelimesi ise
"atval" kelimesinin çoğuludur. Enfal sûresinin
"el-Mesani"den sayılması, miktarı itibariyle uzun sûrelerden sonra
gelmesi dolayısıyladır. el-Mesani sûrelerinin ise, âyet sayısı Mufassal
sûrelerin âyetlerinden daha fazla ve Miun âyetlerinin sayılarından daha az
olan sûreler olduğu da söylenmiştir. Miun ise, her birisinin âyet sayısı yüz
âyetten daha fazla olan sûrelere verilen addır.
[21]
Bu bölüme dair açıklamalar yirmi başlık halinde sunulacaktır:
[22]
İslâm ümmeti, Fatiha sûresinin yedi âyet-i kerime olduğu üzerinde icma
etmiştir. Ancak Huseyn el-Cu'fi'den altı âyet olduğuna dair rivayet gelmiştir
ki bu da şaz "(icmaa aykırı istisnaî) bir rivayettir. Şu kadar var ki Amr
b. Ubeyd Yalnız sana ibadet ederiz"
buyruğunu bir âyet-i kerime saymıştır ki o takdirde onun bu sayımına göre
sûrenin âyet sayısı sekiz olur. Bu da şazdır. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki
Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik." (el-Hicr, 15/87)
buyruğu ile "namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm" kudsî
hadisi bu iki görüşü de reddetmektedir.
Yine ümmet bu sûrenin Kur'ân-ı Kerim'den olduğu hususunda da icma etmiştir.
Denilse ki: Eğer bu sûre Kur'ân-ı Kerim'den olsaydı, Abdullah b. Mes'ud bunu
Mushaf'ında yazardı. Onun bunu Mushaf'ında yazmayışı bu sûrenin Kur'ân-ı
Kerim'den olmadığını göstermektedir. Nitekim o, el-Muavvizeteyn (Felak ve Nas)
sûrelerini de bu şekilde Mushaf'ına almamıştır.
Buna cevap Ebu Bekr el-Enbârî'nin şu sözleridir: Bize el-Hasen b.
el-Hu-bab anlattı, bize Süleyman b. el-Eş'as anlattı, bize İbn Ebî Kudame
anlattı, bize Cerir, el-A'meş'ten rivayetle dedi ki: Sanırım o İbrahim'den
rivayetle şöyle dedi: Abdullah b. Mes'ud'a: Fâtilıa'yı neden mushaiina
yazmadın? diye soruldu, o, şu cevabı verdi: Eğer ben bunu Mushaf'ıma yazmış
olsaydım, her sûre ile birlikte yazardım.
Ebu Bekr dedi ki: Şunu anlatmak istiyor: Her bir rek'ate Fâtiha'dan sonra
okunacak sûreden önce Ummu'l-Kur'ân (Fatiha) sûresi okunarak başlanması
gerekir. O bakımdan ben bunu yazmamakla işi kısa kesmek istedim ve
müslümanların bu sûreyi ezberlemiş olmalarına güvendim. Onu herhangi bir yerde
yazmadım ki her sûre ile birlikte yazmak zorunda kalmayayım. Çünkü Fatiha
sûresi namazlarda her sûreden önce okunan bir sûredir.
[23]
Bu sûre Mekke'de mi inmiştir yoksa Medine'de mi inmiştir hususunda
mü-fessirler farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbas, Katâde, Ebu'l-Aliye
er-Riyahi -ki adı Rufey'dir- ve başkaları: Bu sûre Mekke'de inmiştir, derler.
Ebû Hurey-re, Mücâhid, Atâ b. Yesâr, ez-Zührî ve başkaları, Medine'de inmiştir,
derler.
Yarısı Mekke'de, yarısı da Medine'de indiği de söylenmiştir. Bu görüşü
Ebu'1-Leys Nasr b. Muhammed b. İbrahim es-Semerkandî kendi tefsirinde nakletmektedir.
Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı
verdik." (el-Hicr, 15/87) (Bu âyetin yer aldığı) Hicr sûresinin Mekke'de
indiği ise ic-ma ile kabul edilmiştir. Yine namazın Mekke'de farz kılındığı
hususunda bir görüş ayrılığı yoktur. İslâm tarihi boyunca "elhamdülillahi
rabbi'l âlemin (diye başlayan Fatiha sûresi)" okunmaksızın bir namaz
kılındığına dair bir haber nakledilmemektedir. Buna da Hz. Peygamber'in:
"Fâtihatü'l-Kitab okunmadıkça hiçbir namaz olmaz"[24]
buyruğu delildir. Bu ifade, hükmü haber vermektedir. Yoksa olan bir şeyin
haberi değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kur'ân'dan İlk Nazil Olan Buyruklar: Kadı İbnü't-Tayyib Kur'ân-ı
Ke-rim'den ilk olarak hangi buyrukların nazil olduğu hususunda görüş ayrılıklarını
nakletmektedir. İlk nazil olan sûrenin "el-Müddessir" olduğu söylendiği
gibi, İkra sûresi olduğu da söylenmiştir, Fatiha sûresi olduğu da söylenmiştir.
Beyhaki, "Delailü'n-Nübüvve" adlı eserinde Ebu Meysere Amr b.
Şe-rahbil'den şunu nakletmektedir: Rasulullah (s.a) Hz. Hadice'ye şöyle dedi:
"Yalnız kaldığımda bir ses işittim. Allah'a yemin ederim bunun hoşa gitmeyen
bir iş olacağından korktum." Hz. Hadice şöyle dedi: Bundan Allah'a sığınırım.
Allah, sana böyle birşey yapılmasına izin vermez. Allah'a yemin ederim sen
şüphesiz emaneti yerine getirirsin, akrabalık bağına riâyet edersin ve doğru
söz söyleyen bir kimsesin.
Rasulullah (s.a)'ın bulunmadığı bir sırada Ebu Bekir (r.a) eve gelir ve
Hz. Hadice, Hz. Peygamber'in kendisine neler söylediğini ona anlatır ve devamla
şöyle der: Ey Atik, Muhammed ile Varaka b. Nevfel'in yanına git. Rasulullah
(s.a) yanlarına girdiğinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber'in elinden tutar ve
şöyle der: Seninle birlikte Varaka'ya gidelim. Hz. Peygamber ona: "Sana
durumu kim haber verdi?" diye sorunca Hz. Ebu Bekir: Hadice dedi. İkisi
birlikte Varaka'nın yanına gittiler ve durumu ona anlattılar. Bu arada Hz.
Peygamber şöyle dedi: "Yalnız kaldığım sırada arkamdan ya Muhammed, ya
Muhammed diye birisinin seslendiğini işitiyorum, ben de kaçmaya koyuluyorum."
Varaka: Hayır, böyle yapma, dedi. Bu sesi işittiğin takdirde, sana ne
söyleyeceğini işitmek üzere yerinde dur, sonra yanıma gel bana durumu bildir.
Hz. Peygamber yalnız kaldığı sırada ona: Ya Muhammed, diye seslenildi. Bil ki:
"Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla, hamd alemlerin rabbi Allah'a
mahsustur..." buyruğunu "sapanlarınkine değil" buyruğuna kadar
yani sûrenin sonuna kadar inzal buyurdu. "La ilahe illellah" de.
Daha sonra Hz. Peygamber Varaka'ya gitti ve bu durumu ona anlatınca Varaka ona
şöyle dedi: Sana müjdeler olsun, sana müjdeler olsun. Ben tanıklık ederim ki
Meryem oğlu İsa'nın geleceğini müjdelediği kişi sensin. Musa'ya gelen Namus
(vahy)'ın benzeri sana da gelmiştir. Sen Rasûl bir peygambersin. Bundan sonra
sana cihad emri verilecektir. Bu emir sana geldiği takdirde ben hayatta olursam
şüphesiz seninle birlikte senin yanında cihad ederim. Varaka vefat ettiğinde
Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Andolsun o keşişi, cennette üzerinde
ipek elbiseler bulunduğu halde gördüm. Çünkü, 9 bana iman etti ve beni tasdik
etti." Hz. Peygamber bu sözleriyle Varaka'yı kastediyor. el-Beyha-ki
(Allah ondan razı olsun) der ki, bu (hadisin senedi) munkaü'dır. Eğer gerçekten
mahfuz bir rivayet ise bunun Hz. Peygamber'e: "Yaratan Rabbinin adıyla
oku" (el-Alak, 96/1) buyruğu ile "Ey örtülerine sarılıp bürünmüş
olan" (el-Müddessir, 74/1 )buyruğunun nüzulünden sonra meydana gelmiş bir
olaya dair bir haber olma ihtimali vardır.
[25]
İbn Atiyye der ki: Bazı ilim adamları, Hz. Cebrail'in el-Hamd (Fatiha)
sûresini indirmediğini sanmışlardır. Buna sebep ise Müslim tarafından kaydedilen
İbn Abbas'tan şöyle dediğine dair rivayettir: Hz. Cebrail Peygamber (s.a)'ın
yanında oturuyor iken üst taraftan bir ses işitti. Başını kaldırdı ve şöyle
dedi: Bu, şu ana kadar açılmamış ve bugün açılan semadaki bir kapıdır. O
kapıdan bir melek indi, bunun hakkında da şöyle dedi: Bu, şu güne kadar nazil
olmamış ve ilk olarak bugün yeryüzüne nazil olan bir melektir. Bu melek selam
verip şöyle dedi: Senden önce hiçbir peygambere verilmemiş ve sana verilen iki
nurun müjdesini sana getiriyorum. Bunlar, Fâtihatü'1-Kİ-tab ile Bakara
sûresinin son âyetleridir. Bu sûrelerden okuduğun her bir harfin mutlaka
karşılığı sana verilecektir.[26]
İbn Atiyye der ki: Ancak bu durum sözü geçen ilim adamının zannettiği
gibi değildir. Bu hadis-i şerif, Hz. Cebrail'in Peygamber (s.a)'e sözü geçen melekten
daha önce gelmiş olduğunu, o meleğin gelişini ve onunla birlikte nazil olacak
olanı haber vermek üzere geldiğini göstermektedir. Buna göre Hz. Cebrail, bu
sûrenin indirilişinde ortak hareket etmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Derim ki: Hadisin zahiri Hz. Cebrail'in Peygamber (s.a)'e bu konuda
herhangi bir bilgi vermediğini göstermektedir. Bizler bu âyetin nüzulünün
Mekke'de olduğunu önceden açıklamış bulunuyoruz. Hz. Cebrail, yüce Allah'ın şu
buyruğu sebebiyle bu sûreyi indirmiş bulunmaktadır: "Onu emin olan ruh
indirmiştir." (eş-Şuara, 26/93) İşte bu buyruk, Hz. Cebrail'in bu sûreyi
indirdiğini göstermektedir. Çünkü bu âyet-i kerime, bütün Kur'ân-ı Kerim'in Hz.
Cebrail tarafından indirilmiş olmasını gerektirir. Böylelikle Hz. Cebrail bu
sûrenin okunuşunu Mekke'de indirmiş olup. Medine'de de bunun sevabını
belirtmek üzere sözü geçen melek tarafından indirilmiş olur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Bu sûrenin Mekkî ve Medenî olduğu Hz. Cebrail tarafından iki defa indirildiği
de söylenmiştir. Bunu es-Sa'lebi nakletmiştir. Ancak bizim sözünü ettiğimiz
şekil daha uygundur. Çünkü Kur'ân-ı Kerim ile Sünnet-i seniyyede-ki haberlerin
arası böylece telif edilmektedir. Hamdimiz Allah'adır, minnet duygularımız
O'nadır.
[27]
Sahih kabul edilen görüşe göre, besmelenin Fâtiha'dan bir âyet-i kerime
olmadığını daha önceden açıklamış bulunuyoruz. Bu husus sabit olduğuna göre,
namaz kılanın hükmü de şu olur: Tekbir getirdiği takdirde hemen onun arkasından
Fâtiha'yı okumalı ve susmamalıdır. Ayrıca herhangi bir tevcih (vec-cehtu
vechi...diye başlayan dua) ile herhangi bir teşbih (sübhanekellahum-me... diye
başlayan dua) okunmamalıdır. Çünkü az önce gördüğümüz Hz. Ai-şe'yle Hz.
Enes'ten ve başkalarından rivayet edilen hadisler bunu gerektirmektedir. Fakat
tevcih ve teşbih okunacağına ve susulacağına dair hadisler de gelmiş
bulunmaktadır. Bir grup ilim adamı bu hadisler istikametinde görüş
belirtmiştir. Mesela Ömer b. el-Hattab ile Abdullah b. Mes'ud (Allah ikisinden
da razı olsun)'dan gelen rivayete göre, her ikisi de namaza ilk başladıklarında
şu duayı okurlarmış: Şanın ne yücedir Allah'ım, seni hamdinle teşbih ederim,
adın yüce ve mübarektir, şanın pek yücedir senden başka hiçbir ilah yoktur.[28]
Süfyan, Ahmed, İshak ve ashab-ı rey bu görüşü kabul etmişlerdir.
İmam Şafiî de Hz. Ali'nin Peygamber (s.a)'dan rivayet ettiği hadis
doğrultusunda görüş belirtir idi. Bu rivayete göre Hz.Peygamber namaza tekbir
ile başlar, sonra da: duasını okurdu. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[29]
En'am sûresinin sonlarında hadisin tamamı gelecektir. Yine orada bu mes'ele ile
ilgili eksiksiz açıklamalar -yüce
Allah'ın izniyle- gelecektir.[30]
İbnu'l-Münzir der ki: Rasulullah (s.a)'ın namazda tekbir getirdikten
sonra kıraate başlamadan önce kısa bir süre susup şu duayı yaptığı sabit
olmuştur:
"Allah'ım, benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır, Allah'ım, beyaz elbise kirli elbiseden nasıl seçilip ayır-dediliyor ise, beni de günahlarımdan öylece arındır. Allah'ım, su ile kar ile dolu ile günahlarımı yıka."[31] Ebu Hureyre de bu şekilde amel etmiştir. Ebu Seleme b. Abdurrahmân der ki: İmamın iki tane hafif susuşu (sektesi) vardır. Bu iki susuşu esnasında kıraati ganimet biliniz.
el-Evzaî, Said b. Abdülaziz ve Ahmed b. Hanbel bu konuda Peygamber
(s.a)'dan gelen bu hadise meyi
ediyorlardı.[32]
Namazda Fatiha sûresinin okunmasının vücubu ile ilgili olarak ilim adamları
farklı görüşlere sahiptir. İmam Mâlik ve mezhebine mensup olanlar, şöyle
demişlerdir: Bu sûre her rek'atte imam tarafından da, tek başına namaz kılan
tarafından da muayyen olarak okunmalıdır. Basralı, Mâliki mezhebine mensup İbn
Huveyzimendad der ki: İki rek'atli bir namazın bir rek'atinde Fatiha okumayı
unutan bir kimsenin bu namazının batıl olacağı hususunda İmam Mâ-lik'ten farklı
bir kanaat gelmemiştir. Fakat dörtlü yahut üç rek'atli bir namazın bir
rek'atinde Fatiha okumayı terkeden bir kimse ile ilgili farklı görüşleri
nakledilmiştir. Bir seferinde: Namazını iade eder demiş, bir diğer seferinde
de: İki sehiv secdesi yapar demiştir. Bu İbn Abdi'l-Hakem'in ve başkalarının
İmam Mâlik'ten yaptığı rivayettir. İbn Huveyzimendad der ki: Şöyle de denilmiştir:
Bu rek'ati iade eder ve selam verdikten sonra sehiv secdesi yapar.
İbn Abdi'1-Berr der ki: Sahih olan görüş bu rek'ati (Fatiha okumadığı
rek'ati) lağvetmesi ve onun yerine yeni bir rek'at kılmasıdır. Tıpkı yanılarak
bir secde yapmayan kimsenin durumunda olduğu gibi. İbnu'l-Kasım'ın tercih
ettiği görüş de budur. Hasan-ı Basri ve Basralıların çoğunluğu Mahzum-lu ve
Medineli el-Muğire b. Abdurrahmân şöyle demişlerdir: Namazda bir defa Fatiha
sûresini okumak namaz kılan için yeterlidir ve namazını iade etmesi gerekmez.
Çünkü Ummu'l-Kur'ân (Fatiha sûresi)ni okuduğu bir namaz demek olur. Ve bu
namaz Hz. Peygamber'in: "Ummu'l-Kur'ân'ı okumayan kimsenin namazı
olmaz" buyruğu dolayısıyla eksiksiz bir namazdır. Bu kişi ise
Ummu'l-Kur'ân'ı okumuş bulunmaktadır.
Derim ki: Ancak bu hadis-i şerifin "her rek'atte Fatiha sûresi
okumayanın namazı olmaz" anlamına gelmesi ihtimali de vardır. İleride
görüleceği üzere doğru olan açıklama şekli budur. Yine "rek'atlerin
çoğunluğunda Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz" anlamına gelme
ihtimali de vardır. İşte konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi budur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Hanife, es-Sevri ve el-Evzaî der ki: Namazın tümünde kasten Fatiha
okumayı terketse ve başka bir sûre okusa bu onun için yeterlidir. Ancak bu
konuda Evzaî'den farklı görüş de nakledilmiştir. Ebu Yusuf ile Muhammed b.
el-Hasan der ki: Okumanın asgari miktarı ya üç (kısa) âyettir veya borçlanma
âyeti (el-Bakara, 2/282) gibi uzunca bir âyettir. Yine Muhammed b. el-Hasan'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir âyet miktarı veya (elhamdülillah) demek
gibi anlaşılabilir bir söz miktarı okumanın uygun geleceği icti-hadındayım,
fakat kedisine söz (anlaşılabilir bir kelam) demlemeyecek şekilde bir harflik
okumayı uygun görmüyorum.[33]
et-Taberî der ki: Namaz kılan her rek'atte Fâtiha'yı okur. Fâtiha'yı
okumayacak olursa, Kur'ân-ı Kerim'den âyet ve harf "sayısı onun gibi bir
bölümü okumadıkça caiz olmaz. Ancak İbn Abdi'1-Berr der ki: Böyle bir
sınırlandırmanın anlamı yoktur. Çünkü Fatiha sûresinin muayyen olarak
okunmasının istenmesi ve özellikle onun sözkonusu edilmesi sebebiyle bu hüküm
yalnız onun hakkındadır. Başka sûre veya âyetler hakkında sözkonusu değildir.
Fatiha okuması kendisine vacib olan bir kimsenin Fâtiha'yı okuma gücü olmakla
birlikte onu terketmesi halinde yerine başka birşey okumasını kabule imkan
yoktur. Onun vazifesi (okumamışsa) Fâtiha'yı tekrar okumak ve onu iade
etmektir. İbadetlerde muayyen olarak yerine getirilmesi istenen diğer farzlarda
olduğu gibi.
[34]
İmama uyan kimse; eğer rükû halinde iken imama yetişir ise, imamın kıraati
onun kıraatinin yerine geçer. Çünkü ilim adamları icma ile şunu kabul
etmişlerdir: Kişi rükû halinde imama yetişecek olursa tekbir getirir, rukûa varır
ve birşey okumaz. Eğer ayakta iken ona yetişir ise, Kur'ân okur. Bu işe bir
sonraki başlıkta açıklanacaktır.
[35]
Gizli okumanın sözkonusu olduğu namazlarda cemaatin imamın arkasında
kıraati terketmemesi gerekir. Terkedecek olursa, güzel olmayan bir davranışta
bulunmuş demektir. İmam Mâlik ve mezhebine mensup olanların görüşüne göre
herhangi birşey yapması da gerekmez. Şayet imam açıktan Kur'ân okuyacak olursa,
buna dair bilgiler sekizinci başlık altında verilecektir.
[36]
Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre bu durumda Fâtiha'yı da başka
bir sûreyi de okumaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kur'ân okunduğu
zaman onu dinleyin ve susun." (el-A'raf, 7/204) Rasulullah (s.a)'ın şu
buyrukları da bunu gerektirmektedir: "Ne oluyor ki Kur'ân hususunda benimle
münazaa ediliyor?"[37]
İmam hakkında da: "Kur'ân okuduğu vakit siz de susup dinleyiniz"[38]
diye buyurması ile: "Her kimin bir imamı var ise imamın kıraati onun için
de kıraattir"[39]
buyurması bunu gerektirmektedir.
el-Buveyti'nin ve Alımed b. Hanbel'in ondan yaptıkları rivayete göre de
Şafiî şöyle demiştir: İster imam olsun ister cemaat, imam ister açıktan okusun
ister gizli okusun her rek'atte Fatiha sûresini okumadıkça hiçbir kimsenin namazı
olmaz. Şafiî Irak'ta bulunduğu sıralarda imama uyan kimse hakkında şöyle
derdi: (İmam) gizli okuduğu takdirde (imama uyan) içinden okur. Fakat açıktan
okuduğu takdirde (imama uyan da) okumaz. Mâlikî mezhebindeki meşhur görüş
gibi. Fakat Mısır'a geldikten sonra şu şekilde görüşünü açıkladı: İmamın
açıktan okuduğu hallerde iki görüş vardır: Birinci görüş okumasıdır, ikinci
görüş ise okumamasının da yeterli geleceği ve imamın kıraatiyle yetineceği
şeklindedir. Bunu İbnü'l-Münzir nakletmektedir. İbn Vehb, Eşheb, İbn
Abdülhakem, İbn Habib ve Kufiler der ki: İmama uyan hiçbir şey oku-maz.İmam
ister açıktan okusun, ister gizliden. Çünkü Peygamber efendimiz'in:
"İmamın okuması onun için (imama uyan kimse için) de okumadır" hadisi
bunu gerektirmektedir. Ve bu hadisteki ifade geneldir. Çünkü Hz. Cabir de şöyle
demiştir: Her kim Fatiha sûresini okumaksızın bir rek'at namaz kılacak olursa,
-imamın arkasında namaz kılması hali müstesna- namaz kılmış olmaz.
[40]
Bu görüşlerden sahih olanı Şafiî'nin, Ahmed'in ve Mâlik'in diğer görüşüdür.
(Yani) Fâtiha'nın her bir rek'atte ve genel olarak herkes için muayyen olarak
okunması gerektiğidir. Çünkü Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Fâtihatü'l-Kitabı okumayan kimsenin namazı olmaz."[41]
"Her kim Um-mu'1-Kur'ân'ı okumaksızın bir namaz kılacak olursa, onun
kıldığı bu namaz eksiktir" sözü ve bunu üç defa tekrarlamasıdır.[42]
Ebu Hureyre de der ki: Rasulullah (s.a) bana şu şekilde nida etmemi
emir buyurdu: "(En az) Fatiha sûresi okunmadıkça namaz olmaz ve daha
fazlası okunur." Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.[43]
Nasıl ki bir rek'atteki bir secde veya bir rükû öteki rek'attekinin
yerini tutmuyorsa, bir rek'atteki okuyuş da ötekindeki okuyuşun yerini tutmaz.
Abdullah b. Avn, Eyyub es-Sahtiyani, Ebu Sevr ve bundan başka Şafiî mezhebi
mensubu olan alimler ile Davud b. Ali (ez-Zahirî) de bu görüştedir. Benzeri
bir görüş Evzaî'den de rivayet edilmiştir, Mekhul de bu kanaattedir.
Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Ubey b. Kab, Ebu
Eyyub el-Ensari, Abdullah b. Amr b. el-As, Ubade b. es-Samit, Ebu Said
el-Hudrî, Osman b. Ebi'l-Âs, Havvat b. Cübeyr'in de şöyle dedikleri rivayet
edilmiştir: Fâtihatü'l-Kitabsız namaz olmaz.[44]
Aynı zamanda bu hem İbn Ömer'in hem de Evzaî mezhebinin meşhur olan görüşüdür.
İşte bu konuda bütün bu ashab-ı kirama uymak gerekir, onlar örnek alınmalıdır.
Bunların hepsi her rek'atte Fâtiha'nın okunmasını farz kabul etmektedirler.
İmam Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid b. Mâce el-Kazvini, Sünen'in-de bu
konudaki görüş ayrılıklarını ortadan kaldıracak ve her türlü ihtimali izale
edecek bir rivayet kaydederek şöyle demektedir: Bize Ebu Kureyb anlattı, bize
Muhammed b. Fudayl anlattı.[45]
Bize Suveyd b. Said anlattı, bize Ali b. Mushir anlattı, hepsi Ebu Süfyan
es-Sa'di'den, o Ebu Nadra'dan, o Ebu Said el-Hudrî'den rivayetle dediler ki:
Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Her bir rek'atte elhamdülillah (Fatiha
sûresi) ile bir başka sûre okumayanın -ister farz olsun ister başka bir namaz
olsun- namazı olmaz."[46]
Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den namazın nasıl kılınacağını öğrettiği
kimseye: "Ve bunu namazının tümünde yap" dediği ifadesi yer almaktadır.[47]
Sözkonusu bu hadis-i şerif ileride gelecektir.
Yine bu konudaki delillerden bir tanesi de Ebu Davud'un Nafi b. Mahmud
b. er-Rabi el-Ensari'den şöyle dediğine dair rivayetidir: Ubade b. es-Samit'in
sabah namazını kıldırmak üzere gelmesi gecikince müezzin Ebu Nuaym ikamet
getirdi ve cemaate namaz kıldırdı. Bu arada Ubade b. es-Samit geldi,
beraberinde ben de vardım. Ebu Nuaym'ın arkasında safa durduk. Ebu Nuaym
açıktan Kur'ân okumakta idi. Ubade Fatiha'yi okumaya başladı. Namazı bitirince
Ubade b. es-Samit'e şöyle dedim: Ebu Nuaym açıktan okuduğu halde senin Fatiha
sûresini okuduğunu duydum. O: Evet dedi. Rasulullah (s.a) açıktan Kur'ân okunan
namazların birisini bize kıldırmakta iken Kur'ân okumasında biraz güçlük çekti.
Namazı bitirince bize doğru yüzünü çevirerek şöyle dedi: Ben açıktan okuduğum
vakit sizler Kur'ân okuyor musunuz? Kimimiz: Evet biz bu işi yapıyoruz, deyince
Hz.Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır. Ben de Kur'ân hususunda ne oluyor ki
benimle çekişiliyor, dedim.
Ben Kur'ân okuduğum takdirde -Ummu'l-Kur'ân (Fatiha sûresi) dışında Kur'ân'dan birşey okumayınız."[48]
İşte bu rivayet, imama uyanın okuyuşu ile ilgili açık bir nastır. Bunu Ebu
İsa et-Tirmizî, Muhammed b. İshak'tan bu manada rivayet etmiş olup "hasen
bir hadistir" demiştir.[49]
İmamın arkasında Kur'ân okumak hususunda Peygamber (s.a)'ın ashabından ve
tabiinden ilim adamlarının çoğunluğunun uygulaması bu hadis-i şerife göredir.
Aynı zamanda bu Mâlik b. Enes'in, İbnü'l-Mubarek'in, eş-Şafiî'nin, Ahmed ve
İshak'ın görüşüdür. Bunların hepsi imamın arkasında Kur'ân okunacağı
görüşündedirler. Yine bunu Darakutni de rivayet etmiş ve: Bu hasen bir isnad
olup hadisin senedindeki bütün rical (ra-viler) sika (güvenilir) ravilerdir
demiştir. Ayrıca Mahmud b. er-Rebi'in, İlya (Beytü'l-Makdis) de yerleşen bir
kimse olduğunu, Ebu Nuaym'ın da Beytü'l-Makdis'de ezan okuyan ilk kişi olduğunu
zikretti.[50]
Ebu Muhammed Abdulhak der ki: Nafi b. Mahmud'u ne Buharı Tarih'in-de ne
de İbn Ebi Hatim zikretmiştir. Buharı ve Müslim ondan herhangi bir rivayette
bulunmamışlardır.[51]
Ebu Ömer onun hakkında: Meçhuldür demiştir.[52]
Darakutni de Yezid b. Serik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Ben
Ömer'e imamın arkasında Kur'ân okumaya dair soru sordum da bana okumayı
emretti. Ben: İmam sen dahi olsan da mı? diye sordum, o da: Ben dahi olsam
dedi. Ben: Açıktan okusan da mı diye sordum, o: Açıktan okusam dahi dedi.
Darakutni der ki: Bu sahih bir isnattır.[53]
Yine Cabir b.Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah
(s.a) şöyle buyurdu: "İmam teminat altına alan kimsedir.[54]
O ne yaparsa siz de öyle yapınız." Ebu Hatim der ki: Bu, imam arkasında
Kur'ân okumanın gerektiğini ileri süren kimseler için uygun bir delildir. Ebu
Hureyre de: "Ben kimi zaman imamın arkasında olurum" diyen
el-Farisi'ye buna uygun fetva vermiş ve daha sonra yüce Allah'ın (kudsi
hadisteki) şu buyruğunu delil göstermişti: "Ben namazı benim ile kulum
arasında ikiye böldüm. Yarısı benimdir, yarısı kulumundur ve kuluma istediği
verilecektir." Ayrıca Rasulullah (s.a) da şöyle buyurmuştur:
"Okuyunuz. Kul der ki: Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a
mahsustur..."
[55]
Öncekilerin delil gösterdikleri Hz. Peygamber'in: "Ve (imam)
okuduğunda siz de susup dinleyiniz" hadisini Müslim, Ebu Musa
el-Eş'ari'den rivayet etmiştir. Cerir'in Süleyman'dan, onun da Katâde'den
rivayet etmiş olduğu: "Ve (imam) okuduğunda susup dinleyiniz"
fazlalığı ile ilgili olarak Darakutni şunları söylemektedir: Bu fazlalık da
Süleyman et-Teymi'nin Katâde yoluyla yaptığı rivayette Süleyman'a uyan olmamış
ve Katâde'den hadis belleyenler bu konuda ona muhalefet ederek bu fazlalığı
zikretmemişlerdir. Bunlar arasında Şu'be, Hişam, Said b. Ebi Aruba, Hemmam,
Ebu Avane, Ma'mer, Adiyy b. Ebi Umare de vardır. Darakutni der ki: Bunların
icma ile (bu fazlalığı rivayet etmemeleri) Süleyman'ın bu konuda vehme
kapıldığını göstermektedir. Ayrıca Abdullah b. Amir Katâde'den et-Teymi'ye
mütabaatte (ona uygun rivayette) bulunduğuna dair bir rivayet gelmiştir. Fakat
bu (Abdullah b. Amir) pek kuvvetli bir ravi değildir. el-Kattan ondan rivayet
almayı terketmiştir. Yine bu fazlalığı Ebu Davud Ebu Hureyre'den gelen yolla
kaydetmiş ve şöyle demiştir: Şu.- "Okuduğu vakit susup dinleyiniz"
fazlalığı mahfuz değildir. (Güvenilir raviler tarafından bellenilmiş
değildir). Ebu Muhammed Abdulhak'ın zikrettiğine göre Müslim, Ebu Hureyre'den
gelen bu hadis-i şerifi sahih kabul etmiş ve şöyle demiştir: Bu hadis bana
göre sahihtir.[56]
Derim ki: Müslim'in bunu sahih kabul ettiğini gösteren delillerden
birisi de -ravilerin üzerinde icma etmemiş olmasına rağmen- Ebu Musa'dan gelen
rivayet yoluyla bu fazlalığı kitabına almış olmasıdır. Yine İmam Ahmed b. Hanbel
ve İbnu'l-Münzir de bunun sahih olduğunu kabul etmiştir. Şanı yüce Allah'ın:
"Ve Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun." (el-A'raf, 7/204)
buyruğu Mekke'de nazil olmuştur. Namazda konuşmanın haram kılınması ise, -Zeyd
b. Erkam'ın da söylediği gibi- Medine'de nazil olduğundan dolayı bu onların
lehlerine bir delil olamaz. Çünkü orada kastedilen -Said b. el-Müsey-yeb'in de
dediği gibi- müşriklerdir. Darakutni'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre bu
âyet-i kerime Rasulullah (s.a)'ın arkasında namaz kılınırken sesi yükseltmek
hakkında nazil olmuştur. Ayrıca Darakutni der ki: Abdullah b. Amir ravi olarak
zayıftır.[57]
Hz. Peygamber'in: "Bana ne oluyor ki Kur'ân hususunda benimle
çekişiliyor?" buyruğuna gelince; bunu Mâlik İbn Şihab'tan, o İbn Ukeyme
el-Ley-si'den rivayet etmiştir. Bunun adı İmam Mâlik'in, söylediğine göre
Amr'dır, başkası da Âmir demektedir. Yezid, Umare veya Ammar olduğu da söylenmiştir.
Künyesi Ebu'l Velid'dir. 101 yılında doksanyedi yaşında iken vefat etmiştir.
ez-Zühri ondan sadece bir hadis-i şerifi rivayet etmiştir. Sika bir ra-vidir.
Ondan Muhammed b. Amr ve başkaları da rivayette bulunmuştur. Hadisinde
anlatılmak istenen şudur: Ben açıktan okuduğum zaman siz de açıktan okumayınız.
Çünkü bu münazaa (anlaşmazlık) bir çekişme ve bir karışıklıktır. O bakımdan siz
içinizden okuyunuz. Bunun böyle olduğunu Uba-de'nin rivayet ettiği hadis ile
Ömer el-Faruk'un verdiği fetva ve her iki hadisi de rivayet eden Ebu
Hureyre'nin rivayeti beyan etmektedir. Eğer Hz. Pey-gamber'in: "Ne oluyor
ki Kur'ân-ı Kerim'de benimle münazaa olunuyor?" hadisinden her türlü
okumanın yasaklığı manası çıkabilseydi buna muhalif fetva vermesi mümkün
olmazdı. ez-Zühri'nin İbn Ukeyme'nin rivayet ettiği hadis ile ilgili olarak
söyledikleri de şunlardır: Ashab-ı kiram Rasulullah (s.a)'dan bu sözlerini
işitince Rasulullah (s.a)'ın açıktan okuduğu namazlarda Kur'ân okumaktan
vazgeçtiler, şeklindeki sözleriyle kastettiği önceden de açıkladığımız gibi,
Fatiha sûresini okumaktır. Başarımız Allah iledir.
Hz. Peygamber'in: "Her kimin imamı varsa, imamın kıraati onun için
kıraattir" hadisine gelince, zayıf bir hadistir. Bunu el-Hasen b. Umare
müsned olarak rivayet etmiştir. Ancak el-Hasen metruk bir ravidir. Ebu Hanife
ise[58]
zayıf bir ravidir. Her ikisi de bunu Musa b. Ebî Aişe'den o Abdullah b.
Şed-dad'dan, o Cabir'den rivayet etmişlerdir. Darakutni de bu hadisi rivayet
edip şöyle demiştir: Bunu Süfyan es-Sevri, Şu'be, İsrail b. Yunus, Şerik, Ebu
Halid ed-Dalani, Ebu'l-Ahvas, Süfyan b. Uyeyne, Cerir b. Abdulhamid ve başkaları
Musa b. Ebi Aişe'den o, Abdillalı b. Şeddad'dan mürsel olarak Peygamber
(s.a)'den rivayet etmişlerdir ki doğru rivayet şekli budur.[59]
Hz. Cabir'in: "Her kim Fatiha sûresini okumaksızın namaz kılacak
olursa, o imam arkasında olması hali müstesna namaz kılmış olmaz"[60]
sözlerini İmam Mâlik Vehb b. Keysan'dan, o da Cabir'den Hz. Cabir'in sözü olarak
rivayet etmiştir. İbn Abdi'1-Berr der ki: Ayrıca bunu tefsir sahibi Yahya b.
Sellam Mâlik'ten, o Ebu Nuaym'dan o Vehb b. Keysan'dan, o Cabir'den o Peygamber
(s.a)'den rivayet etmiştir. Ancak doğrusu Muvatta'da olduğu gibi Ca-bir'e
mevkufen rivayet edilmesidir. Bu mevkuf rivayetin fıkhi inceliklerinden bir
tanesi de Fatihanın okunmadığı rek'atin iptal edilmesidir. Ayrıca bu
İb-nü'1-Kasım'ın kabul ettiği görüşün doğruluğunu da ortaya koymaktadır. Bunu
da (Fâtiha'nın okunmadığı) rek'atin sayılamayacağı, başka bir rek'atin esas
kabul edileceği ve Fâtiha'nın okunmadığı bir rek'atin namaz kılan tarafından
sayılamayacağı hususunda İmam Mâlik'ten rivayet etmiştir. Yine bu rivayette
şöyle bir fıkhı incelik de vardır: İmamın kıraati namaz kıldırdığı kimseler
için de kıraattir. Bu Hz. Cabir'in kabul ettiği görüştür, fakat bu hususta ona
başkaları muhalefet etmiştir.
[61]
İbnu'l-Arabi der ki: Peygamber (s.a)'den: "Fâtiha'yı okumayan
kimsenin namazı yoktur" şeklinde gelen bu delil hakkında insanlar farklı
görüşlere sahiptir: Acaba buradaki nefy (olmayacağını ifade eden buyruk)
mükemmellik ve tamamlılık ile ilgili midir yoksa yeterlilik ile mi ilgilidir?
Delili tetkik edenin durumuna göre fetvada da değişiklik görülmektedir. Bu asıl
delil ile ilgili en meşhur ve en güçlü olan şekil, nefiy genellilik ifade eder,
şeklinde olduğundan dolayı, İmam Mâlik'ten gelen güçlü rivayet de: Fatiha sûresini
namazında okumayanın namazının batıl olacağı şeklindeki rivayettir. Fakat öte
taraftan bu sûrenin her bir rek'atte tekrar edilmesi ile ilgili görüşü tetkik
ettiğimizde şunu görürüz: Peygamber (s.a)'ın: "Ve sen bunu namazının
tümünde böylece yap.[62]"buyruğunu
bu esasa göre tevil edip anlayan bir kimsenin tıpkı rükû ve sücudunu
tekrarladığı gibi, kıraatini de tekrarlaması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[63]
Bizim, bu bölümde zikrettiğimiz ve muayyen olarak Fâtiha'nın okunması
gerektiğini ortaya koyan hadis-i şerifler ile bu doğrultudaki diğer hususlar,
Kulelilerin muayyen olarak Fâtiha'nın okunması gerekmez ve Fatiha ile
Kur'ân'ın başka âyetleri arasında fark yoktur, şeklindeki görüşlerini[64]
reddetmektedir. Çünkü Peygamber (s.a) -açıkladığımız üzere- kendi buyruğu ile
Fatiha sûresini tayin etmiş bulunmaktadır. Şanı yüce Allah'ın: "Namazı
kılınız" buyruğundan neyi murad ettiğini beyan eden odur. Diğer taraftan
Ebu Davud, Ebu Sa-id el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bize
Fâtihatü'l-Kitab ile Kur'ân-ı Kerim'den kolayımıza gelen buyrukları okumamız
emrolundu."[65] İşte
bu hadis-i şerif Hz. Peygamber'in bedeviye: "Kur'ân'dan ezberlediklerinden
kolayına geleni oku"[66]
buyruğundaki emrinin Fâtiha'dan fazlasını kastettiğini göstermektedir. Yine bu
yüce Allah'ın: "O halde ondan kolayınıza geleni okuyun."
(el-Müzemmil, 73/20) buyruğunu da açıklamaktadır.
Diğer taraftan Müslim, Ubade b. es-Samit'ten şunu rivayet etmektedir:
Ra-sulullalı (s.a) buyurdu ki: "Ummu'l-Kur'ân'ı (Fâtiha'yı) okumayanın
namazı yoktur."[67]
Bir diğer rivayette de: "... ve ondan başka bir miktar okumayanın..."
ilavesini de eklemektedir.[68]
Hz. Peygamber'in: "Eksiktir -sözünü üç defa tekrarlayarak- tamam
değildir" şeklindeki buyruğu ise sözü geçen deliller gereği, yeterli
değildir, anlamındadır. Çünkü hadis-i şerifte geçen (ve eksiktir anlamı
verilen kelime olan): kelimesi eksiklik
ve fasid oluşu ifade eder. el-Ahfeş der ki: tabiri eksik olarak, tamamlanmadan
doğumunu yapan dişi deve hakkında kullanılır. Hilkati tam olsa dahi doğum
vaktinden önce erken doğum yaptığı takdirde de (yine aynı kökten gelen) :
kelimesi kullanılır.
Konu üzerinde düşünüldüğü takdirde: "Eksiklik" halinde
namazın caiz olmaması gerekir. Çünkü eksik bir namaz tamam olmayan bir
namazdır. Henüz tamam olmaksızın namazdan çıkan bir kimsenin emrolunduğu
şekilde (böylesinin de) namazı iade etmesi gerekir. Kıldığı o namazın hükmü ne
ise iadesinin hükmü de odur. Eksik kalacağını kabul etmekle birlikte namazın
caiz olacağı iddiasında bulunan kimsenin ise delil getirmesi gerekir. Susturucu
bir şekilde delil getirebilmesine ise imkan yoktur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[69]
İmam Mâlik'ten namazın herhangi bir bölümünde kıraatin vacib olmadığı
rivayet edilmiştir. İmam Şafiî de kıraati unutan kimse hakında Irak'ta bulunduğu
sûrede aynı şekilde fetva vermekteydi. Ancak Mısır'da bu görüşünden dönerek
şöyle demeye başlamıştır: "Fâtiha'yı güzel bir şekilde okuyabilen bir
kimsenin Fâtiha'yı okumadan namazı sahih olmaz. Fâtiha'dan bir harf eksik
okuması dahi yeterli değildir. Eğer Fâtiha'yı okumayacak yahut bir harf dahi
eksik okuyacak olur ise, Fâtiha'dan başka yerler okumuş olsa dahi namazını
iade eder." Bu mesele ile ilgili sahih olan pörüş de budur. Hz. Ömer'den
rivayet edilen akşam namazını Kur'ân okumaksızın kıldırdığı, bu durum kendisine
anlatıldığında: Rükû ve sücud nasıldı? diye sorması üzerine: Güzeldi cevabını
alınca, O halde bir mahzur yoktur, şeklinde cevap verdiği şeklindeki rivayet
ise lafzı münker ve isnadı munkatı' (kesik) bir hadistir. Çünkü bunu İbrahim
b. el-Haris et-Teymi Hz. Ömer'den rivayet etmektedir. Bir diğerinde de
İbrahim, Ebu Seleme b. Abdurrahmân'dan, o Hz. Ömer'den rivayet etmektedir ki
her iki sened de munkatı'dır ve bunda delil olacak bir taraf yoktur. İmam
Mâlik bunu Muvatta'da zikretmiştir. Bu Muvatta'ın ravilerinin birisinin Muvatta
rivayetinde yer almakla birlikte, Yahya ve onunla birlikte bir grubun rivayet
ettiği Muvatta'da yoktur. Çünkü İmam Mâlik daha sonraları bunu pek yerinde
görmeyerek Muvatta'ından çıkarmış ve şöyle demiştir: Uygulama buna göre
değildir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kendisinde Fâtiha'nın
okunmadığı her bir namaz eksiktir." Diğer taraftan Hz. Ömer'in sözü geçen
namazı iade ettiği de rivayet edilmiştir. Ondan gelen sahih rivayet de budur.
Yahya b. Yalıya en-Neysaburi'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Bize Ebu Muaviye, el-A'meş'ten, o İbrahim en-Nehai'den, o Hemmam b.
el-Ha-ris'ten rivayet ettiğine göre, Ömer (r.a) akşam namazında kıraati unuttu,
sonra da cemaatle birlikte namazı iade etti. İbn Abdi'1-Berr ki: Bu muttasıl
bir hadistir. Buna Hemmam Hz. Ömer'den rivayetle tanık olduğunu belirtmiştir.
Değişik yollardan bu şekilde rivayet edilmiştir.
Eşheb'in rivayetine göre Mâlik şöyle demiştir: Mâlik'e Kur'ân okumayı
unutan kişi hakkında soru sorulmuş ve: Ömer'in bu konudaki sözünü beğeniyor
musun? diye sorulunca şu cevabı vermiştir: Ben Ömer'in böyle birşey yaptığını
kabul etmiyorum dedi ve böyle bir hadisin olmayacağını söyledi. Sonra da
şunları ekledi: İnsanlar (cemaat) akşam namazında açıktan Kur'ân okumadığını
görecekler de ona unuttuğunu hatırlatmak üzere sübhanallah de-meyeceker, öyle
mi? Benim görüşüme göre böyle bir işi yapan kişinin namazı iade etmesi gerekir.
[70]
Konu ile ilgili kabul ettikleri usullerine göre (aslî delillerine) az
önce açıklandığı üzere ilim adamları Kur'ân okumaksızın namazın olamayacağını
ic-ma ile kabul etmişlerdir. Aynı şekilde Fâtiha'nın okunuşundan sonra kıraatin
vaktini tayin etmemek hususunda da görüş birliğine varmışlardır. Şu kadar var
ki kişinin Fatiha ile birlikte sadece tek bir sûre okumasını müstehab görürler.
Çünkü Peygamber (s.a)'den çoğunlukla rivayet edilen hal budur. İmam Mâlik der
ki: Kıraatte sünnet olan ilk iki rek'atte Fatiha ile bir sûre okuması, son iki
rek'atte de yalnızca Fatiha'yi okumasıdır. el-Evzaî de der ki: Fâ-tiha'yı okur,
eğer Fâtiha'yı okumayıp bir başka sûre okuyacak olsa bu da onun için
yeterlidir. Yine el-Evzaî der ki: Eğer üç rek'atte okumayı unutacak olursa
namazını iade eder.
es-Sevri de der ki: İlk iki rek'atte Fatiha ile bir sûre okur, son iki
rek'atte de dilediği takdirde teşbih getirir, dilerse Kur'ân okur. Kur'ân da
okumayıp teşbih de getirmeyecek olursa namazı caizdir.
Ebu Hanife ile diğer Kufelilerin görüşü de budur. İbnu'l-Münzir der ki:
Biz Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet ediyoruz: İlk iki
rek'atte Kur'ân oku, son iki rek'atte de teşbih getir. en-Nehai de bu
görüştedir. Süf-yan der ki: Şayet üç rek'atte Kur'ân okumayacak olursa namazı
iade eder. Çünkü bir tek rek'atte Kur'ân okumak onun için yeterli değildir.
Yine Süfyan der ki: Sabah namazının bir rek'atinde Kur'ân okumayı unutması
halinde de durum budur.
Ebu Sevr der ki: Her rek'atte Fâtiha'nın okunmadığı bir namaz caiz
olmaz. İmam Şafiî'nin Mısır'daki (Cedid) görüşü gibi. İmam Şafiî mezhebinin
bütün ilim adamları da bu görüştedir. Mâliki mezhebine mensup İbn Huveyzimendad
da böyle söylemiştir: Bize göre her rek'atte Fatiha sûresinin okunması
vaciptir. Bu meseledeki sahih görüş de budur. Müslim Ebu Katâde'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: "Rasulullah (s.a) bizlere öğle ve ikindi
namazlarını kıldırır, ilk iki rek'atte Fâtihatü'l-Kitab ile iki sûre okurdu.
Kimi zaman bize bir âyeti işittirir idi. Öğlenin ilk rek'atini uzunca kıldırır,
ikincisini kısa keserdi. Sabah namazında da böyle yapardı."[71]
Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "Son iki rek'atte de
Fâtihatü'l-Kitabı okurdu."[72]
İşte bu İmam Mâlik'in kabul ettiği görüşün lehine açık bir nas ve sahih bir
hadistir. Her bir rek'atte Fatiha'nın muayyen olarak okunacağına -bu görüşü
kabul etmeyenlerin hilafına- açık bir nastır. Delil ise Sünnette olandır,
Sünnete muhalif olanda delil olma özelliği yoktur.
[73]
Cumhur, Fâtiha'dan fazla okumanın vacib (farz) olmadığı görüşündedir.
Çünkü Müslim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Her
namazda kıraat vardır. Peygamber (s.a)'ın bize işittirerek okuduğunu biz de
size işittirerek (yani açıktan) okuyoruz. Bizden gizleyerek okuduğunu biz de
sizden gizleyerek okuyoruz. Her kim Fâtiha'yı okuyacak olursa bu onun için
yeterlidir. Ve her kim daha fazlasını okuyacak olursa bu da daha faziletlidir."[74]
Buharî'deki ifade ise: "Eğer daha fazla okuyacak olursan bu bir hayırdır."
şeklindedir.[75]
İlim adamlarının çoğunluğu zaruret sebebiyle veya zaruretsiz olarak fazladan
bir sûre okumayı terketmeyi kabul etmezler. İmran b. Husayn, Ebu Sa-id el-Hudrî
, Havvat b. Cübeyr, Mücâhid, Ebu Vail, İbn Ömer, İbn Abbas ve başkaları bu
görüştedirler. Bunlar derler ki: Fâtihatü'l-Kitab ile birlikte Kur'ân-ı
Kerim'den herhangi bir bölüm okumayanın namazı olmaz. Aralarından kimisi iki
âyet, kimisi de bir âyet ile bunu sınırlandırırken kimisi de buna sınır
getirmeyip: Fatiha ile birlikte Kur'ân'dan bir bölüm, demekle yetinmiştir.
Bütün bunlar her halükarda Fatiha ile birlikte Kur'ân-ı Kerim'den kolaya gelen
bir bölümü öğrenmeyi gerektirmektedir. Çünkü Ubade b. es-Sa-mit ile Ebu Said
el-Hudrî ve başkalarının rivayet ettikleri hadisler bunu gerektirmektedir.
(İmam Mâlik'in) el-Müdevvene adlı eserinde şöyle denilmektedir: Veki',
el-Ameş'ten, o Hayseme'den rivayetle dedi ki: Bana Ömer b. el-Hattab'ı şöyle
derken dinleyen birisi anlattı: Fâtihatü'l-Kitabı ve onunla birlikte bir miktar
Kur'ân okumayanın namazı yeterli değildir.
Mezhebimizde (Mâlikî mezhebinde) Fâtiha'dan sonra sûre okumanın hükmü
ile ilgili üç farklı görüş vardır: Sünnet, fazilet ve vacib görüşü.
[76]
Bütün gücünü harcadıktan sonra Fatiha'yı öğrenemeyen yahut Kur'ân-ı
Ke-rim'den hiçbir şey belleyemeyen veya hafızasında ondan hiçbir şey tutamayan
kimsenin Kur'ân okunması gereken yerlerde tekbir, tehlil, tahmid, teşbih,
temcid yahut la havle vela kuvvete illa billah'tan mümkün olanı söyleyerek
Allah'ı zikretmesi gerekir. Bu şekilde zikir yalnız başına namaz kılması veya
imamın gizliden okuduğu namazlarda imam ile birlikte kılması halinde
sözkonusudur. Çünkü Ebu Davud ve başkaları Abdullah b. Ebi Evfa'dan şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: Bir adam Peygamber (s.a)'ın yanına gelerek
şöyle dedi:Ben Kur'ân-ı Kerim'den herhangi birşey ezberlemek imkanını
bulamıyorum. Bana onun yerini tutacak birşeyler öğret. Hz. Peygamber: "De
ki Allah'ı teşbih ederim. Hamd yalnız Allah'ındır. O'ndan başka ilah yoktur.
Allah en büyüktür. Bütün gücümüz ve takatimiz ancak Allah'ın yardımı iledir."
Bunu soran sahabi: Ey Allah'ın rasulü, bunlar Allah için söyleyeceğim
sözlerdir. Ya kendim için ne diyeyim? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: De ki:
Allah'ım bana merhamet buyur, bana afiyet ver, beni doğru yola ilet, beni
rızıklandır."[77]
Şayet bu lafızlardan herhangi birisini de söylemekten aciz ise elinden
geldiği kadar imam ile birlikte (yani cemaatle) namaz kılmayı terketmesin.
İnşa-allah imam bu konuda onun sorumluluğunu yerine getirir. Ölüm gelinceye kadar
aralıksız olarak Fatiha'yı ve onunla birlikte bir miktar Kur'ân-ı Kerim'i öğrenmek
için bütün gayretini ortaya koymalıdır. O bu gayret içerisinde ona ölüm
gelmelidir ki Allah'a karşı beyan edebileceği bir mazeret sahibi olsun.[78]
Arap olmayanlardan yahut başka kavimlerden arapçaya dili dönmeyen
kimseye namazını kılması için anlayacağı diliyle arapça dua tercüme edilir.
Yüce Allah'ın izniyle bu onun için yeterli gelir.
[79]
Cumhurun görüşüne göre güzelce Arapça okuyabilenin Farsça okuyarak
namaz kılması yeterli değildir. Ebu Hanife der ki: Arapça okuyabilse dahi
Farsça okumak onun için yeterlidir. Çünkü maksat manayı isabet ettirmektir.
İb-nu'1-Münzir ise der ki: Hayır, bu onun için yeterli olmaz. Çünkü bu Allah'ın
emrine aykırıdır. Peygamber (s.a)'den bize gelen bilgiye de aykırıdır,
müs-lüman cemaatlerin görüşüne de aykırıdır. Bu konuda Ebu Hanife'ye muvafakat
eden bir kimsenin olduğunu da bilmiyoruz.
[80]
Kıraati bilmeyerek ve emrolunduğu şekilde namaza başlayan bir kimse
namaz esnasında kıraati öğreniverse ne yapar? Meseleyi şöyle tasarlayabiliriz:
Namaz kılan bu kişi (namazda iken) Fâtiha'yı okuyanı işitir ve mücerred bu
işitmesiyle onu ezberleyiverir. Bu durumda (namazını bozup) yeniden namaza
başlamaz. Çünkü o ana kadar kıldıklarını emrolunduğuna uygun olarak kılmıştır.
Bunu iptal etmeyi gerektirecek bir durum yoktur. Bunu İbn Sah-nun "Kitab
"ında zikretmiştir.
[81]
Bu bölüme dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
[82]
Kur'ân okuyan bir kimsenin Fatiha sûresini okuduktan sonra -Kur'ân
olanın Kur'ân olmayandan ayırd edilebilmesi için kelimesinin "nun
"harfi üzerinde sekte yaptıktan sonra "âmin" demesi sünettir.
[83]
Ana kitaplarda (temel hadis kaynaklarında) Ebu Hureyre'den Rasulullah
(s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İmam âmin dediğinde siz de
âmin deyiniz. Çünkü her kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine rastlar ise
geçmiş günahları affolunur."[84]
Bizim ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki:
Geçmiş günahların bağışlanması, bu hadis-i şerifin ihtiva ettiği şu dört şeyin
gerçekleşmesine bağlıdır.
1) İmamın âmin demesi
2) İmamın arkasında namaz
kılanların âmin demesi
3) Meleklerin âmin demesi
4) Cematin âmin demesinin
meleklerin âmin demesine denk düşmesi.
Bu denk düşme ile ilgili; duanın kabul edilmesi hakkındadır, denildiği
gibi, zaman hakkındadır, duanın -nitelik bakımından- ihlasla yapılması hakkındadır
da denilmiştir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Duanızın kabul
edileceğini bilerek Allah'a dua ediniz. Ve bilin ki Allah gafil ve başka
şeylerle oyalanan bir kalbin duasını kabul etmez."[85]
Ebu Davud, Ebu Musabbih el-Makrai'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ashab-ı kiramdan olan Ebu Züheyr en-Numeyri'nin yanında otururduk. Çok güzel bir şekilde konuşur idi. Bizden herhangi bir kimse bir duada bulundu mu: Onu âmin sözü ile bitir, derdi. Çünkü âmin bir sahifenin üzerindeki mühür gibidir. Ebu Züheyr dedi ki: Bunun neden böyle olduğunu size bildireyim mi? Bir gece Rasûlullah (s.a) ile birlikte çıkmıştım. Israrla dua eden birisinin yanından geçtik. Peygamber (s.a) onun duasını işitecek bir şekilde durdu. Sonra Peygamber (s.a): "Eğer mühürlerse duası kabul olunur" dedi. Orada bulunanlardan birisi: Ne ile mühürleyecek ey Allah'ın Peygamberi? diye sordu. Hz. Peygamber: "Âmin ile" dedi. "Çünkü o âmin ile duasını bitirirse (kabulünü) gerektirmiş olur." Peygamber (s.a)'e bu soruyu soran adam dua eden adamın yanına gitti ve ona: Ey filan, duanı mühürle (âmin diyerek bitir) ve (kabul olunacağına dair) müjde olsun, dedi.[86]
İbn Abdi'1-Berr der ki: Ebu Züheyr en-Numeyri'nin asıl adı Yahya b.
Nufeyr'dir. Peygamber (s.a)'dan: "Çekirgeleri öldürmeyiniz. Çünkü
çekirgeler Allah'ın en büyük ordusudur"[87]
hadisini rivayet etmektedir.
Vehb b. Munebbih de der ki: Âmîn dört harftir. Allah her bir harften:
"Allah'ım, âmin diyen herkes için mağfiret buyur" diyen bir melek
yaratır.
Haberde şöyle denilmiştir: "Cebrail bana Fâtihatu'l-Kitab'ı
bitirdiğim vakit âmin demeyi telkin etti ve: Bu mektubun üzerindeki mühür
gibidir, dedi." Bir diğer hadiste şöyle denilmiştir: "Âmin alemlerin
Rabbinin mührüdür. "[88]
el-Herevi der ki: Ebu Bekir dedi ki: Bu, Allah'ın kulları üzerindeki
mührüdür, demektir. Çünkü yüce Allah onun vasıtası ile onların üzerinden afet
ve musibetleri bertaraf eder. Tıpkı himaye eden ve bozulup içindekinin dışarıya
çıkmasına engel olan mektup üzerindeki mühür gibidir. Diğer bir hadiste de
şöyle denilmiştir: "Âmin cennette bir derecedir."[89]
Ebu Bekr der ki: Bunun anlamı şudur: Âmin öyle bir kelimedir ki bunu söyleyen
bu vesileyle cennette bir derece kazanır.[90]
İlim ehlinin çoğuna göre "âmin" kelimesi, dua anlamında
kullanılan bir kelime olarak "Allah'ım duamızı kabul buyur" demektir.
Bazıları da: "Âmin" yüce Allah'ın isimlerinden birisidir, demiştir.
Ca'fer b. Muhammed Mücâhid ve Hilal b. Yisaf'tan rivayet edildiği gibi İbn
Abbas da bunu Peygam-ber(s.a)'dan rivayet etmekle birlikte bu sahih bir rivayet
değildir. Bunu İb-nu'1-Arabi söylemiştir.
"Âmin"in anlamının: Böyle olsun demek olduğu da ileri
sürülmüştür. Bunu da el-Cevheri'nin görüşüdür. el-Kelbi'nin, Ebu Salih'ten,
onun İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah
(s.a)'a: Âmin ne demektir? diye sordum, o: "Rabbim yap" demektir,
dedi. Mukatil der ki:
Bu dua için bir güç ve bereketin indirilmesine bir sebeptir. Tirmizî
der ki: Âminin anlamı, "sen bizim umutlarımızı boş çıkarma"dır.[91]
"Amin" kelimesi iki şekilde söylenir. Birincisi Yasin gibi
"fail" vezninde med ile ("Âmin" şeklinde), ikincisi ise
"yemin" vezninde kasır ile ("emîn" şeklinde) söylenir.
Medli söyleyişini şair şu beyitinde kullanmıştır:
"Rabbim, ebediyyen onun sevgisini benden alma Amîn diyen bir kula
Allah rahmet buyursun." Bir başkası da şöyle demiştir:
"Âmin âmin diyorum, razı olmam, bir tanesine
Ta ki ikibin âmin diyene kadar."
Bir başka şair de kasr ile şöyle kullanmıştır:
"Ondan istekte bulununca Futhul benden uzaklaştı
Allah aramızdaki uzaklığı artırsın, emin."
Mim'in şeddeli okunması hatadır. Bunu el-Cevheri söylemiştir.
el-Hasen ve Ca'fer es-Sadık'dan şeddeli okunduğuna dair rivayet de gelmiştir.
el-Hüseyn b. el-Fadl'ın görüşü de budur. O vakit bu kelime kasdet-mek için
kullanılan den türemiş ojur. Bizler sana yönelmeyi kastediyoruz, demektir. Yüce
Allah'ın: Beyt-i haramı kast ederek gelenlere de saygısızlık etmeyin"
(el-Maide, 5/2) buyruğu da bu kökten gelir. Bunu Ebu Nasr b. Abdurrahim b.
Abdülkerim el-Kuşeyri nakletmektedir. el-Cevheri der ki: Âmin kelimesi iki
sakin harfin birarada gelmesi dolayısıyla kelimeleri gibi feth üzere mebnidir.
"Âmin dedi" ve "âmin demek" anlamında: filan kişi âmin
dedi" denilir.
[92]
İmam âmin'i söyler mi ve açıktan söyler mi konusunda ilim adamları
arasında görüş ayrılığı vardır. Şafiî ve Medinelilerin rivayetine göre, Mâli£
bu görüştedir. Kufeliler ve kimi Medineliler de: İmam âmin'i açıktan söylemez,
demişlerdir. Taberî'nin görüşü de budur. Bizim ilim adamlarımızdan İbn Habib'in
de görüşü budur. İbn Bukeyr de: İmam muhayyerdir, demiştir. İb-nu'1-Kasım'ım
İmam Mâlik'ten rivayetine göre: İmam âmin demez. Onun arkasındakiler yani ona
uyanlar âmin, der demektedir. Bu İbnu'l-Kasım'ın ve İmam Mâlik'in mezhebine
mensup Mısırlıların görüşüdür. Bunların delilleri ise Ebu Musa el-Eş'ari'nin
rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Rasûlullah (s.a) bize hutbe irad etti.
Bize sünnetlerimizi açıkladı, nasıl namaz kılacağımızı öğretti ve şöyle dedi:
"Namaz kıldığınız vakit saflarınızı doğru tutunuz. Daha sonra sizden
herhangi bir kimse imam olsun. İmam: Allahu ekber dediği vakit siz de tekbir
getiriniz. "Gazaba uğramış olanların ve sapıtanlarınkine değil"
dediğinde siz de "âmin" deyiniz. Allah sizin duanızı kabul
buyurur." dedikten sonra hadisin geri kalan kısmını da zikretti. Bunu
Müslim rivayet etmiştir.[93]
Sumeyy'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis de bunun gibidir. Bunu
da İmam Mâlik rivayet etmiştir.
Sahih olan ise birincisidir, (yani imam "âmîn"i açıktan
söyler) Vail b. Hu-cr'un rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: Çünkü
Rasûlullah (s.a) "ve leddâllîn"i okuduğunda: Âmin der ve sesini
yükseltirdi. Bunu Ebu Davud[94]
ve Darakutni rivayet etmiştir. Darakutni şunu da eklemiştir: Ebu Bekr der ki:
Bu, Küfe halkının yalnız başlarına rivayet ettikleri bir sünnettir. Bu hadis ve
bundan sonraki hadis sahihtir.[95]
"Buharı de: İmamın âmin lafzını açıktan söylemesi" diye bir başlık
açmıştır.[96]
Ata der ki: "Âmin" bir duadır. İbn ez-Zübeyr ve onun
arkasından namaz kılanlar öyle bir âmin dediler ki mescidde bir ses kalabalığı
işitildi. Tirmizî der ki: Peygamber (s.a)'ın ashabından ve onlardan
sonrakilerden ilim ehlinden birçok kişi bu görüştedir. Bunlar kişinin âmini
yüksek sesle söyleyeceğini ve gizlemeyeceğini kabul ederler. Şafiî, Ahmed ve
İshak da bu görüştedir.[97]
Muvatta'da ve Buharı ile Müslim'de İbn Şihab'ın şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Rasûlullah (s.a) "âmin" derdi.[98]
İbn Mâce'nin Sünen'inde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
İnsanlar "âmin" demeyi terketti. Rasûlullah (s.a) ise "Gazaba
uğramış olanların ve sapıtanlarınkine değil" dediğinde "âmin"
derdi. Onun âmin deyişini birinci saftakiler işitir ve bu ses ile mescid
dolardı."[99]
Az önce kaydettiğimiz Ebu Musa ile Sumeyy yoluyla gelen iki hadis ise
"âmin" lafzının söyleneceği yeri göstermektedir. Bu da imamın
"veleddâllîn" demesi sırasında olur. Böylelikle imam ile cemaatin âmin
deyişleri birlikte olur ve cemaat ondan önce âmin demiş olmaz. Buna sebep ise
az önce belirttiğimiz hususlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Diğer
taraftan Peygamber efendimiz de: "İmam âmin dediği takdirde siz de
akabinde âmin deyiniz" diye buyurmuştur.[100]
İbn Nafi' de "Kitabu İbn el-Haris"de şöyle demektedir: İmama
uyan bir kimse imamın "veleddâllîn" dediğini işitmedikçe bu sözü
(âmin'i) söylemez. Eğer uzak olup da onun âmin dediğini işitmiyor ise demez.
İbn Abdus der ki: O takdirde okuma miktarını kendisine göre tesbit etmeye
çalışır ve bitirdiğine kanaat getirdiği yerde "âmin" der.
[101]
Ebu Hanifenin mezhebine mensup olanlar derler ki: Âmin'i içten söylemek
açıktan söylemekten daha iyidir. Çünkü âmin bir duadır. Yüce Allah da şöyle
buyurmuştur: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin."
(el-A'raf, 7/55) Buna delil ise, yüce Allah'ın: "İkinizin de duası kabul
olundu" (Yunus, 10/89) buyruğunun tevili ile ilgili olarak gelen
rivayettir. Burada denildiğine göre Hz. Musa dua ediyor, Hz. Harun da âmin
diyordu. O bakımdan yüce Allah her ikisine de: Dua edenler adını vermiştir.
Buna cevap: Duanın gizlenmesinin daha faziletli oluşu riyakarlığın
söz-konusu olması dolayısıyladır. Cemaat namazı ile ilgili hususlara gelince bu
cemaate katılmak zaten İslâm'ın açık bir şiarını açıktan yerine getirmektir. Ve
kulların açıktan yapması mendup olan bir hakkı izhar etmeleridir. İmamın duayı
ve sonunda âmin demeyi kapsayan Fâtiha'yı açıktan okuması teşvik edilmiştir.
Buna göre duanın açıktan yapılması sünnettir. Sünnet olan dualardan ise bu
duaya âmin demek de ona tabidir ve onun gibidir. Bu da açıkça bilinen bir
husustur.
[102]
"Âmin" kelimesi bizden önce yalnızca Musa ve Harun (ikisine
de selam olsan )'a verilmiş ve öğretilmiştir. Tirmizî el-Hakim
"Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bize
Abdu'l-Varis b. Abdüssamed anlattı, dedi ki: Bize babam anlattı. Dedi ki: Bize
Hişam b. Hassan'ın mescidinin müezzini olan Rezin anlattı, dedi ki: Bize Enes
b. Mâlik anlattı dedi ki: Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şanı yüce Allah
benim ümmetime kendilerinden önce kimseye verilmemiş üç şeyi verdi. Selam. Bu
cennet ehlinin kendi aralarındaki selamlaşmalarıdır. Meleklerin saf saf
dizilmesi (gibi namazda dizilmek) ve âmin demek. Musa ile Harun'un
söyledikleri dışında("âmin" öncekilerden kimseye verilmemiştir.) Ebu
Abdullah der ki: Bunun anlamı şudur. Musa Fir'avn'a beddua etmiş Harun da âmin
demiş idi. Şanı yüce Rabbimiz de Kitab-ı Kerim'inde Hz. Musa'nın duasını bize
zikrettiğinde: "Sizin duanız kabul olundu" (Yunus, 10/89) dediğini
bize bildirmekte ve Harun'un söylediğini zikretmemektedir. Hz. Musa: Rabbimiz,
diye dua etti. Harun (as) da "âmin" diyordu. Bu şekilde ona da dua
eden kişi adını vermiştir. Çünkü onun âmin demesini de onun dua etmesi olarak
değerlendirmiştir.
Şöyle de denilmiş bulunuyor: Âmin bu ümmete hastır. Çünkü Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur: "Yahudilerin selam ve âmin demekten dolayı sizi
kıskandıkları kadar hiçbir şeyden dolayı kıskanmamışlardır." Bunu İbn
Mâce Hammad b. Seleme'den, o Süheyl b. Ebu Salih'ten, o babasından, o Aişe
(r.an-ha)dan rivayetle Peygamber (s.a) buyurdu ki., senediyle rivayet etmiştir.[103]
Yine İbn Mâce İbn Abbas'tan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Yahudiler sizleri âmin dediğiniz için kıskandığı kadar hiçbir
şeyden dolayı kıskanmamıştır. O bakımdan çokça âmin deyiniz."[104]
Bizim ilim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki:
Kitap ehlinin bizleri kıskanma sebepleri şudur: Çünkü bunun (Fatiha
Sûresi'nin) başı Allah'a hamdetmek, O'na senada bulunmaktır. Daha sonra O'na
itaat etmek, O'na yönelmektir. Arkasından bizi dosdoğru yola iletmesi için bir
duadır. Sonra da âmin demekle birlikte onlara beddua ediyoruz.
[105]
1. Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile
2, 3, 4. Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm ve Din Günü'nün maliki
olan Allah'adır.
5. Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.
6. Hidayet eyle bizi dosdoğru yola,
7. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların
ve yolunu sapıtanlarınkine değil. (Âmîn)
Bu bölüme dair açıklamalarımızı otuzaltı başlık halinde sunacağız:
"Hamd Allah'ındır" buyruğu; Ebu Muhammed Abdu'1-Gani b. Said
el-Hafız, Ebu Hureyre ve Ebu Said el-Hudri yoluyla Peygamber (s.a)'ın şöyle
buyurduğunu nakletmektedir: "Kul 'hamd Allah'ındır' dediği vakit, Allah
da: Kulum doğru söyledi. Hamd yalnız benimdir diye buyurur." Müslim'in de
rivayetine göre Enes b. Mâlik dedi ki: Rasulullah (s.a) şöy-j İle buyurdu:
"Allah, birşey yediği zaman Allah'a hamdetmesi yahut birşey içtiği^zaman
Allah'a hamdetmesi dolayısıyla kulundan razı olur."[106]
el-Hasen der ki: Ne kadar nimet varsa, şüphesiz el-hamdülillah (hamd Allah'a
mahsustur) demek ondan daha faziletlidir.
İbn Mace, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet etmektedir.
Rasulullah(s.a) buyurdu ki: "Allah bir kula bir nimet verip de o kul
el-hamdülillah di S yecek olursa, mutlaka Allah'ın ona verdiği şey ondan
aldığından daha Uetli olur."[107]
Nevadiru'l-Usul'de Enes b. Mâlik'ten rivayete göre Rasulullah (s.a) le
buyurmuştur: "İçindeki herşeyiyle birlikte dünya, benim ümmetimden bir
^kişinin elinde bulunsa daha sonra da bu kişi el-hamdülillah diyecek olsa, buy
I el-hamdülillah hiç şüphesiz bütün bu nimetlerden daha faziletli olur.[108]
Abdullah der ki: Bize göre bunun anlamı şudur: Bir kişiye dünya verilmiş ve
daha sonra da ona bu kelime ihsan edilip onu söylemesi lütfunda bulunulmuş
ise, söylediği bu kelime bütün dünyadan daha faziletlidir. Çünkü dünya
fanidir, söylediği bu kelime ise bakidir. İşte bu kelime de "geriye kalan
kalıcı salih ameller" arasındadır. Zaten yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Geriye kalacak olan salih amellerdir ki, Rabbinin nezdinde bunlar sevapça
da hayırlıdır amelce de hayırlıdır." (el-Kehf, 18/46) Bazı rivayetlerde de
şöyle denilmiştir. Onun verdiği aldığından daha hayırlı olur.[109]
Bu ifadeye göre söylediği söz kulun verdiği olur, dünya ile de Allah'tan alınan
şeyi kastetmiş olur. Bu tedbir (işleri çekip çevirmek) hakkındadır. Yine bu
kelime kul tarafından söylenir, dünya da Allah tarafından verilir şeklinde de
açıklandığı olur. Fakat aslı itibariyle her ikisi de Allah'tandır. Dünya da
Allah'tandır, bu sözü söylemek de O'nun lütfundandır. Allah kişiye dünyayı
vermiş ve onu ihtiyaçtan kurtarmış olur, bu kelimeyi de söylemeyi lütfetmiş, bu
sebepten dolayı da ona âhirette şeref ihsan etmiş olur.
/ibn Mace'de İbn Ömer yoluyla gelen şu rivayet yer almaktadır: Rasulul-
f lalı şunu anlattı: "Allah'ın kullarından birisi, Rabbim, zatının celâline, saltanatının azametine
yakışacak şekilde sana ham ederim" dedi. Yazıcı melekler için bunu yazmak
zor geldi. Bunu nasıl yazacaklarını bilemediler. Semaya çıktılar ve şöyle
dediler: Rabbimiz, senin kulun öyle bir söz söyledi ki onu nasıl yazacağımızı
bilemi-
/ yoruz. Aziz ve celil olan Allah kulunun ne söylediğini daha iyi
bildiği halde der ki: Kulum ne dedi? Melekler: Rabbim, o şöyle dedi: Rabbim,
zatının celâline, saltanatının azametine yakışır şekilde sana hamdederim, dedi.
Yüce Allah o iki meleğe şöyle dedi: Bu sözü kulumun söylediği şekilde yazınız.
Nihayet o bana kavuşacağında o sözün karşılığını ben ona vereceğim."[110]
Müslim'de rivayet edildiğine göre Ebû Mâlik el-Eş'arî dedi ki:
Rasulul-lah(s.a) şöyle buyurdu: "Abdest almak imanın yarısıdır,
el-hamdülillah demek mizanı doldurur. Sübhanellahi vel-hamdülillahi demek de
sema ile arz arasını doldurur -yahut doldururlar.-"[111]
İlim adamları, kulun: "el-hamdülillahi rabbi'l âlemîn"
demesinin mi yoksa "la ilahe illallah" demesinin mi daha faziletli
olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim: "el-hamdülillahi
rabbi'l-âlemin" demesinin daha faziletli olacağını söylemişlerdir. Çünkü
bu hamdin kapsamı içerisinde "la ilahe illallah" diye ifade edilen
tevhid de bulunmaktadır. Buna göre kulun "elhamdülillah.." demesinde
hem tevhid hem de hamd vardır. Fakat "la ilahe illallah" demesinde
sadece tevhid sözkonusudur.
Bir başka kesim de; "la ilahe illallah" demenin daha
faziletli olacağını söylemiştir. Çünkü bu tevhid kelimesiyle, küfür ve şirk
ortadan kaldırılmaktadır. Bunun söylenmesi için insanlarla savaşılır. Çünkü
Rasulullalı (s.a): "Ben insanlarla la ilahe illallah deyinceye kadar
savaşmakla emrolundum" diye buyurmuştur.[112]
Bu görüşü İbn Atiyye tercih ederek şöyle der: Bunun daha faziletli olduğuna
hüküm veren Peygamber (s.a)'ın şu buyruğudur: "Ben ve benden önceki bütün
peygamberlerin söylediği en faziletli söz; la ilahe illallah vahdehu la şerike
leh (Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur)
sözüdür."[113]
Müslümanlar, yüce Allah'ın diğer bütün nimetlerine karşılık Mahmud
(övülmeye, hamdedilmeye değer) olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Allah'ın
lütfettiği nimetlerden birisi de imandır. Bu da imanın Allah'ın fiili ve
yaratması ile olduğunun delilidir. Buna delil de yüce Rabbimizin:
Âlemlerin rabbi" buyruğudur. Âlemler ise, bütün yaratıkları ifade
eder. Bunlardan birisi de imandır. Yoksa durum ileride de açıklanacağı üzere
Kaderiye'nin söylediği imanı insanlar yaratmamaktadır.
[114]
"Hamd"in arap dilindeki anlamı eksiksiz övgü,
"sena"dır. Bunun başına gelen elif ve lam C-ı tarif) bütün hamd
türlerini kapsaması içindir. Şanı yüce Allah bütün hamdleri hak edendir. Çünkü
en güzel isimler ve en yüce sıfatlar onundur, "el-hamd" lafzı şairin
şu sözlerinde cem'i kıllet (azlık bildiren çoğul) lafzı ile çoğul yapılmıştır:
"En açık şekilde hamdedilip övülene tahsis ettim
Sözlerimin en faziletlisini ve hamdlerimin en üstününü."
Hamd'ın zıddı zem (yermek)dir. Övülen kimseye "hamîd" ve
"mahmud" denilir. "Tahmid" ifadesi "hamd" den
daha beliğdir. Ayrıca "hamd" şükürden daha kapsamlı ve geniştir.
"Muhammed" ise övülmeye değer özellikleri çokça olan kimse demektir.
Şair der ki:
"Şanlı, şerefli, kavminin efendisi,
son derece cömert ve çokça övülmeye değer özellikleri olana...."
Rasûlullah (s.a)'a da bu isim verilmiştir. Şair der ki:
"Onu tebcil etmek için kendi isminden ona bir isim türetti. Arşın
sahibi olan (Allah) Mahmud'dur. İşte bu da Muhammed'dir." Mahmede (övülmeye
değer husus), yerilmeye değer hususun anlamını ifade eden
"mezemme"nin zıddıdır. Kişi hamdettiği takdirde onun hakkında: Adam
hamdetti, denilir. Hamdedildiği görülen
kimse için de kişi der. Mesela: "Filan yere vardım ve oranın övülecek bir
yer olduğunu gördüm" demek gibi. Yani orayı övülmeye değer ve uygun bir
yer olarak gördüm demektir. Bu ifadeleri; orada kalıp yaşamayı veya orada
hayvanlar için bulunan otlakları beğendiğimiz takdirde kullanınz. Eşyayı çokça
öven ve özelliklerinden daha fazla
şeylere sahip olduklarını ileri süren kimse için de"Humede" denilir.
Ateşin alevinin çıkardığı ses için de "hame-detu'n-nar" tabiri
kullanılır.
[115]
Ebu Cafer et-Taberi ile Ebu'l-Abbas el-Müberred, hamd ile şükürün aynı
anlamda olduğunu söylemişlerse de bu görüş pek kabule değer bir görüş değildir.
Ayrıca Ebu Abdurrahmân es-Sülemi de "el-Hakaik" adlı eserinde bunu
Cafer es-Sadık ve İbn Ata'nın görüşü olarak da nakletmektedir. İbn Ata der ki:
Hamd'in anlamı Allah'a şükretmektir. Çünkü onun bize zatına ham-detmeyi
öğretmesi dolayısıyla O, bize bu alandaki lütfunu hatırlatmaktadır. Taberi de
bu iki kelimenin aynı anlama geldiğini delil göstermek için kişinin: şükür
olmak üzere Allah'a hamdolsun" demesinin doğru olacağını delil göstermiştir.
İbn Atiyye de der ki: Gerçekte bu onun kabul ettiğinin zıddına delildir. Çünkü
kişi ayrıca şükür olmak üzere" demekle "hamd'i" tahsis etmiş
olur. Bu nimetlerden herhangi bir nimete bir hamd ifade eder.
Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Şükür hamdden daha geneldir. Çünkü
şükür hem dil ile hem organlarla hem de kalp ile olur. Hamd ise sadece dil ile
olur.
Hamd'in daha genel kapsamlı olduğu da söylenmiştir. Çünkü hamd, hem
şükür manasını hem övmek anlamını kapsamaktadır. Bu ise şükürden daha geneldir.
Hamd, şükür yerine kullanılabildiği halde şükür hamd yerine kullanılamamaktadır.
İbn Abbas'ın da şöyle dediği kaydedilmektedir: el-ham-dülillah şükreden
herkesin kullandığı bir sözdür. Adem (as) da aksırdığı vakit
"el-hamdülillah" demiştir. Yüce Allah da Hz. Nuh'a şöyle demesini emretmiştir:
"Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun, de."
(el-Mu'minun, 23/28) İbrahim (a.s) da şöyle demiştir: "Bana ihtiyarlığıma
rağmen İsmail'i ve îshak'ı bağışlayan Allah'a hamdolsun." (İbrahim, 14/39)
Hz. Davud ile Hz. Süleyman kıssasında da yüce Allah bize şunu bildirmektedir:
"İkisi dedi ki: Bizi pek çok mümin kullarına üstün kılan Allah'a
hamdolsun." (en-Neml, 27/15) Yüce Allah Peygamberi Muhammed (s.a)'e de
şöyle emretmektedir: "Evlat edinmeyen o Allah'a hamdolsun, de."
(el-İsra, 17-111) Cennet ehli de şöyle diyeceklerdir: "Bizden üzüntüyü
gideren Allah'a hamdolsun." (Fatır, 35/34); "Ve dualarının sonu da
el-hamdülillahi rabbi âlemin (Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun, veya: Bütün hamdler
âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur) demeleridir." (Yunus, 10/10). Buna
göre "el-hamdilillah" şükreden herkesin söylediği sözdür.
Derim ki: Doğrusu şudur: Hamd, önceden bir ihsan sözkonusu olmaksızın
nitelikleriyle övülmeye değer olana yapılan bir senadır, övgüdür. Şükür ise,
bağışladığı ihsana (iyiliğe, güzelliğe) karşılık şükredilen kimseye yapılan
bir senadır. İşte bu noktadan hareketle ilim adamlarımız şöyle demiştir: Buna
göre hamd şükürden daha kapsamlıdır. Çünkü hamd hem sena, hem tahmid (yani
hamdetmek) hem de şükür bakında kullanılır. Karşılık olarak yapılan (şükür),
özel bir hali ifade eder. Ve sana iyilik yapana karşı bir mükafattır. O
bakımdan âyet-i kerimede kullanılan hamd, daha genel bir mana ifade ediyor.
Çünkü şükürden geniş bir anlamı kapsamaktadır.
Hamd'in rıza anlamına geldiğinden de sözedilmektedir. Mesela: yani; ben
onu sınadım ve beğendim, denilir. Yüce Allah'ın: "Ma-kam-ı Mahmud"
(el-İsra, 17/79) buyruğunda da geçen "mahmud" kelimesi ise (övülmeye
değer anlamına değil de) beğenilen ve hoşnud olunan makam demektir. Hz.
Peygamber de buyruğu: "Sidiğin çıkış yerini yıkamanızı sizin için uygun
ve yerinde görürüm"[116]
anlamındadır.
Yüce Allah'ın: "el-hamdülillah" buyruğu ile ilgili olarak
Cafer es-Sachk'ın şöyle dediği de zikredilmektedir: Şanı yüce Allah'ı kendi
zatını nitelendirdiği şekilde sıfatlarıyla öven kimse Allah'a lıamdetmiş olur.
Çünkü "hamd" kelimesi, "h, m, d" harflerinden meydana
gelmiştir. Ha, vahdaniyyetten, mim, mülkten, dal ise deymumiyyetten
(devamlılıktan, bekadan) gelmektedir. Yüce Allah'ı vahdaniyeti, deymumiyeti ve
mülküyle tanıyıp bilen bir kimse gereği gibi tanımış olur. İşte
"el-hamdülillah"ın hakikati de budur.
Şakik b. İbrahim de "el-hamdülillah"in tefsirinde şunları
söylemektedir: Allah'a hamdetmek üç şekilde olur: Birincisi, Allah sana birşey
verdiği takdirde o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır. İkincisi, sana
verdiği şeye razı olmandır. Üçüncüsü ise onun ihsan ettiği güç senin vücudunda
kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O'na isyan etmemektir. İşte bunlar
hamdetmenin şartlarıdır.
[117]
Şanı yüce Allah "hamd" ile kendi zatını övüp sena etmiş ve
Kitab-ı Kerimi zatına hamd ile başlatmıştır. Bu hususta kendisinden başkasına
izin vermemiştir. Aksine Kitab-ı Kerim'inde ve yüce Peygamberinin dili üzere
kendilerini bu şekilde övmelerini yasaklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
"O halde kendinizi övmeyin (temize çıkarmayın). O, takva sahibi olanları,
en iyi bilendir." (en-Necm, 53/32) Hz. Peygamber de: "Övücülerin
yüzlerine toprak saçınız."[118]
diye buyurmaktadır. Bunu el-Mikdad rivayet etmiştir. İleride yüce Allah'ın
izniyle en-Nisa sûresinde (49- âyetin tefsiri yapılırken) insanların
kendilerini övmeye dair açıklamalar gelecektir.
Buna göre "el-hamdülillahi rabbi'l-âlemin (hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır)"
buyruğunun anlamı şudur: Âlemlerden hiçbir kimse bana hamdet-meden önce ben
kendi zatımı hamd etmiş (övmüş) bulunuyorum. Ezelden beri benim kendime
hamdedişim herhangi bir sebebe bağlı değildir. Fakat insanların, yaratıkların
bana hamdetmelerinin birtakım sebeplerle yapılma şaibesi vardır. İlim
adamlarımız der ki: O bakımdan kendisine kemal ihsan edilmemiş yaratıklardan
herhangi bir kimsenin menfaatleri çekmek ve nefsine gelecek zararları bertaraf
etmek için kendisine hamdetmesi (övmesi) çirkin görülmüştür.
Şöyle de denilmiştir: Şanı yüce Allah kullarının kendisini hamdetmekten
aciz olduklarını bildiğinden dolayı ezelde kendi zatını kendi zatı ile ve kendi
zatı için hamdetmiştir. O bakımdan onun kulları bu konuda bütün güçlerini
ortaya koyacak olsalar dahi O'na hamdetmekten aciz kalırlar. Peygamber
efendimizin: "Ben sana yapılması gereken bütün övgüleri sayıp
dökemem"[119]
buyruğu ile bu konudaki aczini nasıl ortaya koyduğuna dikkat edelim. Şair de
şöyle demiştir:
"Bir iyilik sebebiyle biz sana senada bulunsak dahi Sen bizim
övdüğümüz gibi ve hatta övdüğümüzün de çok üstündesin." Şöyle de
denilmiştir: Yüce Allah kullarına nimetlerinin çokluğunu onların ise gereği
gibi kendisine hamdedebilmekten acizliklerini bildiğinden dolayı - lütuf ve
minnetin ağırlığını üzerlerinden kaldırdığı için sahip oldukları nimetlerden
daha rahat ve huzurlu bir şekilde faydalanabilsinler diye -onlar yerine kendi
zatını ezelde hamdetmiş, övmüştür.
[120]
Yedi kıraat imamı ve insanların cumhuru
el-hamdülillah" buyruğundaki "dal" harfinin ref edilmesi
(du şeklinde ötreli okunması) üzerinde icma etmişlerdir. Süfyan b. Uyeyne ve
Ru'be b. el-Accac'dan "dal" harfinin üstünlü okunması ile
"el-hamdelillahi" şeklinde okudukları da rivayet edilmiştir. Bu ise,
bir fiilin takdir edilmesi anlamına gelir, "el-hamdülillah" ifadesinde
"dal" harfinin ötreli okunması, mübteda ve haberdir de denilmiştir.
Haber olması ise, bir mana ifade etmesini gerektirir. Bunun ifade ettiği mana
nedir? Bunun cevabı şudur: Sibeveyh der ki: Kişi (dal harfini) ötreli okuyarak
"el-hamdülillah" dediği takdirde Allah'a hamd ettim, ifadesinin
ihtiva ettiği manaya benzer bir söz söylemiş olur. Şu kadar var ki
"el-hamdü" diyerek "dal" harfini ötreli okuyan kimse hem
kendisinin hem de bütün yaratıkların yüce Allah'a hamdettiğini haber
vermektedir, "el-hamde" şeklinde "dal" harfini üstünlü
okuyan bir kimse ise, yalnız kendisinin ham-dinin Allah'a olduğunu haber
vermektedir.
Sibeveyh'ten başkaları ise şöyle demiştir: Bu şekilde yüce Allah'ın
affına ve mağfiretine sığınmak, O'nu tazim etmek, şanını şerefini yüceltmek
için söylenir. Böyle bir ifade ise haber kipinin anlamından farklıdır. Ondan
çok dilekte bulunmak anlamı vardır. Nitekim hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmuş-tur: "Her kim beni anmakla uğraşırken bana talepte bulunmak
fırsatını bulmayacak olursa ona dilekte bulunanlara verdiklerimden daha üstün
olanlarını veririm."[121]
Şöyle de denilmiştir: Şanı yüce Allah'ın kendi zatını övüp senada bulunması,
bunu kullarına öğretmek içindir. Buna göre "el-hamdülillah"ın manası:
"el-hamdülillah deyiniz" şeklinde olur. Taberî der ki:
"el-hamdülillah" şanı yüce Allah'ın kendisine yaptığı bir sena ve
övgüdür. Ayrıca bunun kapsamı içerisinde kullarına kendisine övgüde
bulunmalarını emretmektedir. Adeta: el-hamdülillah deyiniz, demiş gibi olur.
İşte (bundan sonra gelecek olan): "Yalnız sana.... deyiniz" buyruğu
da bu şekilde açıklanır. Bu sözün zahirinin açıkça ifade ettiği şeyleri Arap
dilinde hazfetmek (zikretmemek) türünden bir söyleyiştir. Şairin şu sözlerinde
olduğu gibi:
"Ben biliyorum ki, toprak olacağım
Develer hızlı yürüdüğünde yürüyemez (olacağım)
Soranlar kime (kabir) kazıdınız? diye soracaklar
Cevap verenler onlara: Vezirî diyecekler."
Yani: Kendisi için kabir kazdığımız kişi (şair) Veziridir,
diyeceklerdir. Burada bu ifadelerin söylenmeyişi kullanılan sözlerden bunun
açıkça anlaşılması dolayısıyladır. Bunun benzerleri pek çoktur.
İbn Ebi Able'den ikinci harfi birincisine tabi kılmak ve lafızlar
arasında tecanüs (uygunluk) olsun diye dal ve lam harflerinin ötreli okunuşu
ile: "el-hamdülullahi" şeklinde bir söyleyişle rivayet edilmiştir.
Arapların dilinde böyle bir tecanüs çokça kullanılan birşeydir. Mesela, sana
geliyorum" kelimesi ile ve o dağdan inmekte iken," söyleyişleri de bu
türdendir. Şair der ki:
"Oynat bacaklarını annen seni kaybedesice"
Burada "nun" harfi kendisinden sonra gelen hemzenin ötreli
okunuşu sebebiyle ötreli okunmuştur. Mekkeliler de ardarda" (el-Enfal,
8/97 buyruğunda yer alan ra harfini mime uydurarak ötreli olarak okumuşlardır.
kelimesinde yer alan "kaf" harfinin ötreli okunuşu da böyledir. Yine
araplar kelimesinde hemzeyi lam'a uydurarak esreli okumuşlardır. en-Numan b.
Beşir'e ait olduğu belirtilen (ve avlamak kasdıyla bir kurdun peşine takılmış
bir kartalın durumunu anlatan) şu beyitte de durum böyledir:
"Havada takip ederek giden bu (kartalın) vay anasına
Şu yerde olup da takip edilen kişi gibi de olmasın"
Burada asıl şeklindeki söyleyiştir. Ancak birinci Lam hazfedilmiş ve
esreden sonra hemzenin ötreli okunuşu ağır bulunduğundan dolayı bunu (yani
esreyi) Lam'a aktarmış, sonra da gelen Mim'i de Lam gibi (yani esreli)
okumuştur.
el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ile Zeyd b. Ali'den birincisini ikincisine
uydurmak suretiyle "el-hamdilillahi" şeklinde okudukları rivayet
edilmiştir.
[122]
Yüce Allah'ın: Âlemlerin Rabbi" onların mâliki, sahibi demektir.
Herhangi bir şeye mâlik olan herkes o şeyin rabbidir. Çünkü "er-Rab",
el-mâlik demektir. es-Sihah adlı sözlükde şöyle denilmektedir: Rab, yüce Allah'ın
isimlerindendir. Başkası hakkında ancak izafet ile kullanılabilir. Araplar
cahiliyye döneminde bu kelimeyi hükümdar hakkında kullanmışlardır. Haris b.
Hillize der ki:
"O rabdır ve tanık olandır
Hiyareyn gününe ve sınama dediğin de odur."
Rab, efendi anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Beni rabbinin
nezdinde an" (Yusuf, 12/42) buyruğundaki rab bu anlamdadır. Hadis-i
şerifte de: "Cariyenin rabbesini doğurması"[123]
ifadesinin anlamı hanımefendisini doğurması-dır. Biz bunu
"et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz.
Rab, aynı zamanda ıslah edip düzelten, işleri çekip çeviren, düzelten
ve yöneten anlamına da gelir. el-Herevi ve başkaları der ki: Birşeyi düzeltip
tamamlayan kişi için: tabirleri kullanılır.
O şeyi ıslah edip tamamlayan kimse için de O, onun
rabbidir denilir.
"Rabbaniler"e bu adın veriliş sebebi onların kitapların
gereğini yerine getirmeleridir. Hadis-i şerifte de denilmektedir. Yani,
"senin onun üzerinde yerine getireceğin ve gereği gibi ıslah edeceğin bir
nimetin var mıdır?"
[124]
Rab, aynı zamamda mabud anlamındadır. Şairin şu sözü böyledir:
"Tepesine erkek tilkinin işediği rab mı olur?
Üzerine tilkilerin işediği kimse andolsun, zelil olur."
Birşeyi çoğaltıp büyütmek hakkında da bu kökten onu
büyüttü" tabiri kullanılır. Bunu da en-Nehhas kaydetmiştir.
es-Sıhah'ta. da şöyle denilmiştir filan kişi çocuğunu terbiye etti, büyüttü,
denilir. "el-Merbub" da rabbi tarafından beslenip büyütülen kimse
demektir.
[125]
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu yüce Allah'ın en büyük adıdır. Çünkü
dua edenler bu ismi kullanarak çokça dua ederler. Kur'ân-ı Kerim'de bunu da
dikkatle tesbit edebiliriz. Mesela Al-i İmran sûresinin sonlarında, İbrahim
sûresinde ve diğer sûrelerdeki dualar böyledir. Bütün bunlar, rabb ile mer-bub
(rableri tarafından yaratılan yaratıklar) arasındaki bu tür bir niteliği belirten
bir ilişkiyi göstermektedir. Ayrıca bu kelime, her durumda şefkat, merhamet ve
rabbe olan ihtiyacı da ifade etmektedir.
Bu ismin (rab adının) türediği kökün ne olduğu hakkında farklı görüşler
ortaya çıkmıştır. Bunun "terbiye"den türediği söylenmiştir. Şanı yüce
Allah bütün yaratıklarının işlerini çekip çeviren ve onları terbiye edendir.
Yüce Allah'ın: Himayenizde bulunan üvey kızlarınız" (en-Nisa, 4/23)
buyruğundaki "rebaib" kelimesi de buradan gelmektedir. Bu şekilde
hanımın kızı olan üvey kızlara "rabibe" (rebaib'in tekili) denilmesi
kocanın bu üvey kızını terbiye
etmesinden dolayıdır.
Şanı yüce Allah da yaratıklarının işlerini çekip çevirdiğinden ve
onları terbiye ettiğinden dolayı bu kelime yüce Allah'ın fiil sıfatı olur.
Mâlik ve efendi anlamına ise "rab", zat sıfatı olur.
[126]
"Rab" kelimesinin başına elif ve lam getirilerek
"er-Rab" denildiği takdirde sadece yüce Allah kastedilmiş olur. Çünkü
buradaki "elif, lam" ahd içindir. Eğer "elif, lam"
kaldırılacak olursa yüce Allah için de kulları için de ortak olarak
kullanılır. Mesela "Allah, kulların rabbidir" denildiği gibi
"Zeyd evin rabbi (sahibi)dir" denilir. Şanı yüce olan Allah bu durumda
rabler rabbidir. Mâlike de memlûke de (mülk sahibine de sahibi olduğu mülke de)
mâliktir. Onu da yaratan ve ona da rızık veren O'dur. O'nun dışında kalan
bütün "rabler" ise yaratıcı ve rızık verici değildir. Her mülk
edinilen daha önce öyle olmadığı halde o da başkasının mülkiyeti altına
verilir ve bu mülk onun elinden alınır. Diğer taraftan mâlik kişi birtakım
şeylere mâlik olduğu halde başka birçok şeye de mâlik olamaz. Şanı yüce
Allah'ın sıfatı ise bütün bu hususlardan farklıdır. İşte yaratanın niteliği
ile mahlukatın niteliği arasındaki fark buradadır.
[127]
Yüce Allah'ın: "el-âlemîn" buyruğu ile ilgili olarak te'vil
ehli (tefsirciler) pek çok farklı görüşler ortaya atmışlardır. Katade der ki:
"el-âlemûn" kelimesi "âlem" kelimesinin çoğuludur. Yüce
Allah'ın dışında bulunan her varlığı ifade eder. Bu kelimenin kendi lafzından
tekili yoktur. (Belli bir kalabalığı ifade eden): Raht ve kavm kelimeleri gibi.
Her çağın insanları bir âlemdir, de denilmiştir. Bu görüş el-Huseyn b.
el-Fadl'a aittir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âlemler
arasından erkeklere gidersiniz ha!" (eş-Şuara, 26/165) Burada yer alan
"âlemler"den kasıt insanlardır. el-Accâc da der ki:
"Hindif (kabilesi) bu âlemin tepesidir." Cerir b. el-Hatafî
de der ki:
"Bütün insanlık O'nun iyilikte bulunmasını istiyor ve O yücedir.
Ve bütün âlemler onun bakımı altında olurlar."
İbn Abbas der ki: "Âlemler" cinler ve insanlar demektir.
Delili ise yüce Allah'ın: "Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye..."
(el-Furkan, 25/1) buyruğudur. Hz. Peygamber ise, hayvanlara uyarıcı olmamıştır.
el-Ferra ve Ebu Ubeyde der ki: Âlem aklı eren kimseleri ifade eder. Bunlar
da dört ayrı ümmet (topluluk)tirler: İnsanlar, cinler, melekler ve şeytanlar.
O bakımdan aklı ermeyen hayvanlara âlem, denilmez. Çünkü bu şekilde çoğul
(el-âlemûn ve el-âlemîn) sadece aklı eren varlıklar için kullanılır.
el-A'şâ der ki:
"Ben âlemler arasında onlar gibisini işitmedim."
Zeyd b. Eşlem de der ki: Âlemler kendilerine rızık verilen kimselerdir.
Amr b. el-A'la'nın: Bunlar ruhanî (yani ruh sahibi) varlıklardır sözü de buna
yakındır. Yine İbn Abbas'ın şu sözünün anlamı da budur: (Âlem) ruh sahibi ve
yeryüzünde hareket eden her varlıktır.
Vehb b. Münebbih de der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın onsekizbin tane
âlemi vardır ve dünya da bu âlemlerden bir tanesidir. Ebu Said el-Hudri de der
ki: Yüce Allah'ın kırkbin âlemi vardır. Doğusundan batısına kadar dünya tek
bir âlemdir.
Mukatil der ki: Âlemler seksen bin tanedir. Kırkbin tanesi karada
kırkbin tanesi de denizdedir.
er-Rabî b. Enes de Ebu'l-Âliye'den şöyle dediğini rivayet etmektedir.
Cinler bir âlemdir, insanlar bir âlemdir. Bunların dışında yeryüzünün dört bucağı
vardır. Bu bucaklardan her birisinde bin beşyüz âlem vardır. Ve Allah bunları
ibadeti için yaratmıştır.
Derim ki: Bu konudaki birinci görüş bütün bu görüşlerin en sahih olanıdır.
Çünkü her türlü yaratığı ve varlığı kapsar. Buna delil ise yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Fir'avn dedi ki: Âlemlerin Rabbi nedir? (Musa) dedi ki: Göklerin,
yerin ve onların arasında olanların Rabbidir." (eş-Şuara, 26/23-24) Diğer
taraftan bu kelime "âlem ve alâmef'den türemiştir. Çünkü âlem ve alâmet
kendisini varedenin delilidir. ez-Zeccac da böyle demiştir: Âlem yüce Allah'ın
dünya ve âhirette yarattığı herşeydir. el-Halil der ki: Âlem, alamet vema'lem:
Birşeye delalet eden demektir. Âlem de kendisini yaratanın ve işlerini
düzenleyenin varlığına delalet etmektedir. Bu ise açıkça anlaşılan bir durumdur.
Nakledildiğine göre adamın birisi Cüneyd'in önünde "el-hamdülillah"
demiş ona: Yüce Allah'ın buyurduğu gibi sen de onu tamamlayarak bir de
"rabbi'l-âlemin" de, diye cevap vermiş. Adam: Peki âlemîn dediğin
kimdir ki hak ile birlikte bunlar da zikredilsin? Cüneyd ona şu cevabı verdi:
Sen öyle söyle kardeşim. Çünkü sonradan yaratılan birşey artık kadim ile
birlikte zikredilecek olursa bunun herhangi bir izi kalmaz.[128]
"Rab" kelimesinin (esreli okuyuştan ayrı olarak) ref edilmesi
(yani "rab-bu" şeklinde okunması) da caizdir, nasb edilmesi (rabbe
şeklinde okuması) da caizdir. Nasb halinde okunursa, övgü ifade eder, ref
halinde okunursa, önceki ifadelerle ilişkisi olmaksızın: "O âlemlerin
Rabbidir" anlamına gelir.[129]
Rahman, Rahim": Yüce Allah "âlemlerin rabbi" olmakla
kendi zatını'nitelendirdikten sonra "Rahman, Rahîm" olmakla da
kendisini nitelendirmektedir. "Âlemlerin rabbi" olmakla
nitelendirilmesinde korkutma anlamı bulunduğundan dolayı hemen akabinde
"rahman rahîm" ile nitelendirmiştir. Çünkü bu da (korkutmanın aksi olan)
teşvik ihtiva etmektedir. Böylelikle yüce Allah hem kendisinden korkmayı hem
de nimetlerine ümit beslemeyi ifade eden niteliklerini bir arada zikretmiş
olur. Bu O'na itaatte daha çok yardımcı olsun, isyandan daha çok uzaklaştırıcı
olsun diye böyle gelmiştir. Tıpkı yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Kullarıma haber ver ki: Ben gerçekten mağfireti bol ve rahîm olanım.
Benim azabım da elbette en acıklı azaptır." (el-Hicr, 15/49-50); "(O
yüce Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı şiddetli olan ve
nimeti geniş olandır." (el-Mü'min, 40/3)
Müslim'in Sahih'inde yer alan Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre
Rasu-lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Eğer mü'min Allah katında bulunan
cezanın ne olduğunu bilse hiçbir kimse onun cennetini ummaz. Eğer kafir de
Allah katındaki rahmeti bilse hiç kimse onun cennetinden ümit kesmez."[130]
Bu iki ismin ne tür anlamlar ihtiva ettiği ile ilgili açıklamalar daha önceden
geçtiğinden dolayı burada tekrarlamaya gerek yoktur.[131]
"Din gününün mâliki" Muhammed b. es-Semeyka burada yer alan
( Jüu) kelimesini (mâlike) şeklinde nasblı olarak okumuştur. Bu kelimenin dört
söyleyiş şekli vardır. ile (Melik'in hafifle-tilmişi olarak ) şeklinde ve şeklinde. Şair şöyle demiştir:
"Ve bizim ünlü nice uzun günlerimiz vardır
O günlerde hükümdara itaat etmeyip karşı geldik."
Bir diğeri de şöyle demiştir:
"Melikin pay ettiğine kani ol. Çünkü o İnsan tabiatlarını en iyi
bilen, onları aramızda pay etmiştir." Nafi'den kelimesinin sonundaki esreyi
açık bir şekilde ( şeklinde harekeleri pekiştirenlerin söyleyişine uygun olarak
okumuştur. Bu, el-Mehdevi'nin ve başkalarının sözkonusu ettiği ve arapların
kullandıkları bir şivedir.
[132]
İlim adamları "melik" okuyuşunun mu yoksa "mâlik"
okuyuşunun mu daha beliğ olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Her
iki okuyuş şekli de Peygamber (s.a)'den ve Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'den
rivayet edilmiştir. Bu iki okuyuşu da Tirmizî zikretmektedir.[133]
"Melik" söyleyişinin "mâlik" söyleyişinden daha kapsamlı
ve beliğ olduğu söylenmiştir. Çünkü her melik, mâliktir fakat her mâlik, melik
değildir. Diğer taraftan melik (hükümdar, mutlak yöneticO'in emri sahip olduğu
mülkiyetindeki şeyler hususunda ve mâlik hakkında geçerlidir. O kadar ki mâlik
(mülke sahip olan kişi) melikin yönetim emri dışında tasarrufta bulunamaz. Bu,
Ebu Ubeyde ve el-Müberred'in görüşüdür.
"Mâlik" kelimesinin daha beliğ olduğu da söylenmiştir. Çünkü
mâlik (mülk edinen, mülk sahibi) insanlara da başkalarına da sahip olur. O
bakımdan mâlikin tasarrufu daha ileri derecede ve daha büyüktür. Çünkü
şeriatın kanunlarını yürütmek onun işidir. Ayrıca mülk edinmek gibi ek bir
özelliğe de sahiptir.
Ebu Ali der ki: Ebu Bekr es-Serrac'in "melik" okuyuşunu
tercih eden birisinden naklettiğine göre şanı yüce Allah "âlemlerin
Rabbi" buyruğu ile zaten herşeyin mutlak mâliki olmakla kendisini
nitelendirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla "mâlik" şeklindeki okuyuşun
bir faydası yoktur, çünkü bu bir tekrar olur. Ebu Ali de der ki: Ancak böyle
bir açıklamanın delil olma özelliği yoktur. Çünkü yüce Allah'ın Kitab-ı
Keriminde bu şekilde birtakım buyruklar yer almıştır. Önce genel olan bir
husus zikredilir, daha sonra özel bir husustan söz edilir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "O öyle Allah'tır ki yaratandır, yoktan var
edendir ve her bir yaratığa suret ve şekil verendir." (el-Haşr, 59/24).
Yaratan bütün bunları kapsar. Suret veren olduğundan ayrıca söz edilmesi
sanata ve hikmetin varlığına dikkat çekmek özelliği dolayısıyladır. Nitekim
yüce Allah Bakara sûresinin baş tarafında: "Onlar gayba inanırlar"
(el-Ba-kara, 2/3) diye buyurduktan sonra "âhirete de kesinlikle
inanırlar" (el-Ba-kara, 2/4) diye buyurmaktadır. Halbuki gayb hem âhireti
hem onun dışındaki diğer gaybları da kapsamaktadır. Özellikle sözkonusu
edilmesi ise azameti ve ona inanmanın farz olduğuna dikkat çekmek, diğer
taraftan da onu inkar eden kafirlerin kanaatlerini reddetmek içindir. Ayrıca
yüce Allah: "er-Rah-mân, er-Rahîm" diye buyurmuştur. Burada yüce
Allah önce genel anlam ifade eden "er-Rahmân"ı zikretmiş ondan sonra
ise "er-Rahîm"i zikretmiştir. Çünkü yüce Allah'ın şu buyruğunda bu,
sadece mü'minlere tahsis edilmiştir: "Ve o mü'minlere karşı
rahimdir." (el-Ahzab, 33/43)
Ebu Hatim der ki: "Mâlik" yaratanı övmek hususunda
"melik"den daha beliğdir. Yaratıkları övmek hususunda ise melik
kelimesi "mâlik"den daha beliğdir. Aralarındaki fark da şudur:
Yaratıklardan "mâlik" olan kişi "melik (hükümdar)"
olmayabilir. Şanı yüce Allah ise "mâlik" olduğuna göre aynı zamamda
"melik"tir de.
Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabi bu görüşü tercih etmiş ve bunu üç şekilde
açıklamıştır:
1- Bu kelime özele de genele
de izafe edebilir ve: Evin, yerin, elbisenin mâliki, dediğin gibi, mâlikler
mâliki de denilebilir.
2- Az olsun çok olsun, mâlik
hakkında kullanılır. -Bu iki görüşü dikkatle incelediğiniz takdirde tek bir
görüşü temsil ettiklerini görürsünüz.
3- Mâlikü'1-Mülk (mülkün
sahibi) denildiği halde melikü'1-mülk denilmez. İbnu'l-Hassar der ki: Bunun
böyle olmasının sebebi "mâlik" ile anlatılmak
istenenin mâlik oluşa, mülkiyete delalet etmektir. Bu ise,
"mülk"ü ihtiva etmez. "Melik" ise, her ikisini bir arada
ihtiva ettiğinden dolayı bunun mübalağalı bir mana ifade etmesi daha uygundur.
Aynı zamanda bu, kemal anlamını da ifade eder. Bu bakımdan melikin,
kendisinden daha aşağıdakiler üzerinde haklan vardır. Nitekim yüce Allah,
İsrailoğullarına talepleri üzerine melik olarak gönderilen Talut hakkında
şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir.
İlimce de vücutça da ona bir üstünlük vermiştir." (el-Bakara, 2/242) İşte
bundan dolayı Hz. Peygamber de:
"İmamlık Kureyş'tedir (yani imamlar Kureyş'ten olur)"[134] diye buyurmuştur. Kureyş ise, arap kabilelerinin en faziletlisidir, araplar da acemlerden daha faziletli ve şereflidir.[135] Diğer taraftan bu kelime (melik) iktidar ve ihtiyar (seçim ve tercihte bulunabilme) anlamlarını da ihtiva etmektedir. Bunlar ise melik hakkında zorunlu şeylerdir. Eğer melik, iktidar sahibi, istediğini seçip tercih edebilen, hüküm ve emri geçerli ve yürürlüğe girmeyen birisi olursa düşmanı onu baskısı altına alır, başkası ona galip gelir, yönetimi altındakiler de onu küçük ve hakir görür. Yine bu kelime, egemenlik altında tutmak, emretmek, yasaklamak, vadetmek ve tehdid etmek anlamlarını da kapsamaktadır. Hz. Süleyman'ın şu sözlerine dikkat edelim: "Ben neden hüdhüdü göremiyorum? Yoksa o gaiplerden mi oldu? Ben onu elbette ya şiddetli bir azap ile azaplandırırımyahut muhakkak onu kestiririm...." (en-Neml, 27/20-21) Ve daha bunun gibi "mâlik" kelimesinin ihtiva etmediği oldukça hayret verici hususlar ve şerefli manalar "melik" kelimesinde vardır.
Derim ki: Kimisi de "mâlik" kelimesinin daha beliğ olduğuna
dair fazladan bir harf ihtiva etmesini delil göstermiştir. Bu kelimeyi bu
şekilde okuyan bir kimse, "melik" diye okuyandan on hasene fazla
alır. Derim ki: Bu, kelimenin şekline baktığımız takdirde böyledir. Manasına
baktığımız vakit bunu ifade etmez. Diğer taraftan "melik" şeklindeki
okuyuş da sabit olmuştur ve bu kelimede "mâlik" kelimesinde
bulunmayan -açıkladığımız şekilde- geniş bir anlam vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[136]
Herhangi bir kimsenin böyle bir isim ile kendisini adlandırması ve Allah'tan
başka kimseye böyle denilmesi caiz değildir. Buharı ve Müslim, Ebu Hurey-re'den
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Allah
Kıyamet gününde yeryüzünü avucuna alır. Semayı da sağında dürüp katlar. Sonra
da: Ben melikim, yeryüzünün hükümdarları nerede? der."[137]
Yine Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Allah katında isimlerin en hakir olanı kendisine "hükümdarlar hükümdarı
(melikü'l-emlâk)" adını veren kişidir."[138]
Müslim, şunu da eklemektedir: "Aziz ve celil olan Allah'tan başka mâlik
yoktur." Süfyan, (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) der ki:
"Mesela, şehinşah demek böyledir." Ahmed b. Hanbel de der ki:
"Ben Amr eş-Şeybani'ye hadis-i şerifte yer alan en hakir" kelimesinin
anlamını sordum, o bana: "En aşağılık, en zelil demektir dedi."[139]
Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah
(s.a) buyurdu ki: "Kıyamet gününde Allah'ın en çok gazap edeceği, en adi
ve hakir göreceği kişi (dünyada iken) "melikler meliki" diye
adlandırılan kimsedir. Halbuki yüce Allah'tan başka melik yoktur."[140]
İbnu'l-Hassar der ki: İşte "meliki yevmid-din" ile
"mâliku'1-mulk" de böyledir. Bu isimlerin bütün yaratıklar hakkında
kulanılmasının haram kılındığı hususunda görüş ayrılığı olmamalıdır. Tıpkı
melikü'l-emlak demenin haram kılınması gibi. "Mâlik" ile
"melik" olmakla nitelendirilmeye gelince;
[141]
Bunların ifade ettiği anlama nitelik olarak sahip olanların (bunlarla)
nitelendirilmesi caizdir. Şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak
Allah sizin için Talut'u hükümdar (melik) olarak göndermiştir."
(el-Bakara, 2/247) Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden
birtakım kimselerin bana Allah yolunda bu denizde tahtları üzerinde melikler
olarak veya tahtlar üzerindeki melikler gibi yolculuk yapıp gaza edecekleri
gösterildi."[142]
Din günü henüz var edilmediği halde nasıl olur da yüce Allah "din
gününün mâliki" diye buyurarak henüz varetmediği bir şeye mâlik olmakla
kendi zatını nitelendirmiştir? diye sorulsa şu cevap verilir:
Birinci açıklama şekli: Şunu bil ki "mâlik", dan ism-i faildir.
Arap dilinde ism-i fail ise, bazan kendisinden sonrakine izafe edilir. Bu durumda
gelecek ifade eden fiil anlamındadır. Böyle bir ifade doğru, yanlış-sız, aklen
anlaşılabilir bir ifadedir. Mesela, bir kimse: Bu yarın Zeyd'i vurucudur"
dediği takdirde, Zeyd'i vuracaktır demek olur. Yine: Bu gelecek sene
Beytullahı hac edendir" dediğimiz takdirde bunun anlamı: Gelecek sene hac
edecektir; demektir. Nitekim fiilin, henüz o işi işlemediği halde kendisine
izafe edildiği de görülen bir husustur. Bununla gelecekte o fiili yapacağı
anlatılmak istenmiştir. İşte yüce Allah'ın da "din gününün mâliki"
buyruğu da bu şekilde, gelecek hakkında te'vil edilip açıklanır. Yani o din
gününe mâlik olacaktır. Yahut meydana geldiği takdirde din gününe mâlik
olacaktır, anlamındadır.
İkinci bir açıklama şekli: Mâlik kelimesi, kudrete raci kabul edilerek
açıklanır. Yani o din gününde kadir olacaktır. Veya din gününü varetmeye,
meydana getirmeye kadirdir. Çünkü birşeyin mâliki demek, o şeyde tasarruf eden
ve ona güç yetiren demektir. Aziz ve celil Allah da her şeyin mâlikidir ve
kendi iradesine göre o şeyleri evirip çevirir. Mülkiyeti altında bulunan hiçbir
şey O'nun iradesine, tasarrufuna karşı çıkamaz.
Ancak birinci açıklama şekli arap diline daha uygundur ve daha yerindedir.
Bunu Ebu'l-Kasım ez-Zeccacî söylemiştir.
Üçüncü bir açıklama şekli: Eğer: O hem din gününün hem de başka şeylerin
mâliki olduğu halde ne diye özellikle din gününü zikretmiştir? denilecek
olursa şu cevap verilir: Çünkü dünyada onlar mülkiyet hususunda (yüce Allah
ile) anlaşmazlık içerisinde idiler. Firavun, Nemrut ve başkaları gibi. O gün
mülkünde hiç kimse onunla çekişemeyecek, karşı çıkamayacaktır. Hepsi O'na
boyun eğmiş olacaktır. Nitekim yüce Allah: "Bugün mülk kimindir?"
(el-Mu'min, 40/16) diye buyuracak, bütün yaratıklar O'na: "Gücü herşeye
yeten (kahhar) bir ve tek Allah'ındır" (el-Mu'min, 40/17) diye cevap
vereceklerdir. Bundan dolayı da burada yüce Allah: "din gününün
mâliki" diye buyurmuştur. Yani o günde O'ndan başka hüküm verecek yargıç,
O'ndan başka amellerin karşılığını verecek kimse olmayacaktır. O her türlü
eksiklikten münezzehtir ve O'ndan başka ilah yoktur.
[143]
Şanı yüce Allah "melik" olmakla nitelendirildiği takdirde bu,
O'nun zatî
sıfatlarından birisi olur. Şayet "mâlik" olmakla
nitelendirilir ise, bu da onun
fiilî sıfatlarından olur.
[144]
Gün kelimesi tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin batışına kadar
olan vakittir. Bu kelime Kıyametin başlangıcı ile cennet ve cehennemliklerin
her birisinin yerlerine varacakları vakte kadarki zaman için istiare yoluyla
kullanılmıştır. "Gün" kelimesi onun kısa bir anı hakkında da
kullanılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bugün sizin için
dininizi tamamladım" (el-Maide, 5/3) Gün anlamına gelen "yevm"
kelimesinin çoğulu "eyyam" şeklinde gelir. Bunun aslı şeklindedir
daha sonra "ya" ile "vav" id-ğam edilerek "eyyam"
şeklinde olmuştur.
Bazan sıkıntılı vakitler hakkında da "yevm" tabirini
kullandıkları da olur. sıkıntılı bir gün, denildiği gibi, sıkıntılı,
kapkaranlık bir gece" de denilir. Nitekim recez vezninde şair şöyle
demiştir:
"O, yaman günde savaş arkadaşım olarak o ne iyidir!"
Burada geçen kelimesi, kelimesinden kalb edilmiştir. Vav'ı sona alınıp
mim'i öne getirilmiş, daha sonra vav harfi ya harfine dönüştürülmüştür.
Nitekim kova, kelimesinin çoğulunu yaparken derler.
[145]
Amellere verilen karşılık ve ameller dolayısıyla hesaba çekmek
demektir. İbn Abbas, İbn Mesud, İbn Cureyc, Katade ve başkaları böyle
söylemiştir. Bu Peygamber (s.a)'den de rivayet edilmiş bir açıklama şeklidir.
Bu açıklamanın doğruluğuna yüce Allah'ın şu buyrukları da delildir: "O
günde Allah onlara eksiksiz olarak hesaplarını (dinehum) kendilerine
vererecektir." (en-Nur, 24/25); "Bugün her bir nefse kazandığının
karşılığı verilecektir." (el-Mu'min, 40/17); "Bugünde
işleyegeldiğiniz amellerinizle size karşılık verilecektir." (el-Casiye,
45/28); "Gerçekten biz mi cezalandırılacağız (medînûn)?" (es-Sâffât,
37/53) Yani hesaba çekilip amellerimizin karşılığı mı verilecektir; anlamındadır.
Lebid de der ki:
"Ektiğini bir gün biçeceksin ve muhakkak
Bir gün kişi ne işlediyse onunla hesaba çekilecektir."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Bize yardım ettiklerinde biz de onlara yardım ederiz
Onlar bize karşılığı verilecek birşey nasıl verdilerse biz de onlara itaat
ederiz."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Ve kesin olarak şunu bil ki mülkün yok olacaktır Şunu da bil ki
sen ne yaparsan ona göre karşılık göreceksin." Dilciler der ki: Ona
karşılık verdim anlamında: " Onun yaptığına uygun olarak ona karşılık verdim"
denilir.
Şanı yüce Allah'ın bir sıfatı olarak "ed-Deyyan" karşılık
veren anlamındadır. Hadis-i şerifte de:Akıllı olan kişi kendi nefsine
hükmederek itaat ettirendir.[146]
diye buyurulmaktadır.
"Din"in yargı ve hüküm anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu aynı
zamanda İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Tarafe'nin şu beyitinde yer alan
"din" kelimesi bu anlamdadır:
"Ömrüne andolsun (kardeşim) Ma'bedin yük develeri Etrafında
otlanacak bol ot bulunan kuyular üzerinde
Mudar'dan senin dinine (hükmüne) karşı savaş açmış değildir."
"Din" kelimesinin bu üç anlamı da birbirine yakındır. Din aynı
zamanda itaat anlamına da gelir. Amr b. Külsûm'ün şu beyiti de bu anlamdadır:
"Ve bizim ünlü nice uzun günlerimiz vardır O günlerde hükümdara
itaat etmeyip karşı geldik."
Buna göre "din" kelimesi müşterek (değişik manalar hakkında
kullanılan) ortak bir lafızdır. Bunu da aşağıdaki paragrafta ele alacağız.
[147]
Sa'leb dedi ki: Kişi itaat ettiği takdirde ( Ob ) kullanıldığı gibi,
isyan etmesi halinde de bu kelime kullanılır, güçlü ve üstün olduğu vakit de
zelil olduğu vakit de başkasını kahrettiği zaman da bu kelime kullanılır. Buna
göre bu kelime zıt anlamlılardandır.
"Din" adet ve durum hakkında da kullanılır. Şairin şu
mısraında olduğu
gibi:
"Ve ondan önce Ümmü'l-Huveyris'ten gelen dinin (adetin ve durumun)
gibi." el-Musakkib de devesinden sözederken şöyle demektedir:
"Onun için yükünü bağlamak üzere örtümü yere serince der ki:
Ebediyyen onun dini (âdeti) ve benim dinim (âdetim) böyle mi olacak?" Din,
hükümdarın yaşayışı ve gidişi anlamına da gelir. Züheyr der ki:
"Eğer Esedoğullarma ait Cevv (denilen) bir yerde konaklarsan
Amr'ın dininde ve ikimizin arasında Fedek bulunursa. . ." Burada
kastettiği, Amr'ın itaati altında demektir.
el-Lihiyani'den nakledildiğine göre din hastalık anlamına da gelir.
Buna delil olmak üzere de şu mısrayı gösterir:
"Selmadan dolayı ey kalbinin hastalığı;
(kalbin, istemeye istemeye) itaat altına alınmıştır."
[148]
Burada üslubu çeşitlendirmek için gaibe hitaptan muhataba geçiş yapılmıştır.
Çünkü sûrenin başından itibaren buraya kadar şanı yüce Allah'a dair haber
verilmekte ve O'na sena edilmektedir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da
durum böyledir: "Ve Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiş-tir."
(el-İnsan, 76/21) diye buyurduktan sonra: "İşte bu hiç şüphesiz sizin için
bir mükafattır." (el-İnsan, 76/22) diye buyurmaktadır. Şu buyrukta da bu
şeklin aksini görüyoruz: "Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman
gemiler de onları güzel bir rüzgar ile götürdüklerinde..." (Yunus, 10/22)
Bu şekildeki anlatıma dair açıklamalar da bu âyetlerin tefsirinde yeri gelince
yapılacaktır.
"İbadet ederiz"in anlamı "itaat ederiz"dir. İbadet
itaat ve zilletle boyun eğmek demektir. Gidip gelenler için rahat bir şekilde
yapılmış olan yol hakkında da denilir. Bunu el-Herevi söylemiştir.
İbadetle mükellef olan kimsenin bu sözleri söylemesi Allah'ın
rububiyye-tini ikrar ve yüce Allah'a ibadeti de tahkiktir. Çünkü başka insanlar
O'nun dışında kalan birtakım putlara ve başka şeylere ibadet etmektedirler.
"Ve yalnız senden yardım dileriz", yani yardımı, desteği ve
başarıyı senden istiyoruz.
Sülemi, "Hakaik" adlı eserinde: Muhammed b. Abdullah b.
Şâzân'ı şöyle derken dinledim: Ebu Hafs el-Ferğânî'yi şöyle derken dinledim:
Her kim: "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz"in
anlamını ikrar eder ve kabul ederse o Cebriyyecilikten de Kaderiyecilikten de
uzak kalmış olur.
[149]
Şayet mef'ul "İyyâke: Yalnız sana" lafızları) niçin fiilin
(Na'budu ve nes-tein: İbadet ederiz, yardım dileriz) lafızlarından önce
gelmiştir? denilecek olursa, şu cevap verilir: Önemi dolayısıyla böyle
olmuştur. Araplar önemli olanı öne alırlar. Anlatıldığına göre bedevi bir arap
diğerine sövmüş, kendisine sövülen ona iltifat etmemiş, bu sefer söven kişi
iltifat etmeyene seni kastediyorum" demiş, öteki de (aynı şekilde mef'ulu
öne alarak): Ben de senden yüzçeviriyorum" diye cevap vererek her ikisi
de daha çok önem verdikleri kelimeyi öne almışlardır. Diğer taraftan ibadet
eden ile ibadet lafızları, kendisine ibadet edilen ma'buddan önce zikredilmesin
diye böyle olmuştur. O bakımdan fiilin mef ulden önce getirilerek: (ı'h.v.-jj
i1jl«i) şeklindeki kullanım caiz olmadığı gibi şeklindeki bir kullanım da caiz
değildir. Bunun yerine Kur'an'ın lafzı ne şekilde ise ona uymak gerekir.
el-Accac der ki:
"Yalnız sana dua ederim, kabul et, yalvarıp yakarmamı Günahlarımı
bağışla ve gümüşümü (malımı) çoğalt." Şairin:
"Sana doğru (yürüdü bu dişi deve) senin yanına varıncaya
kadar." Şeklindeki ifadesi ise şaz olup ona kıyas edilerek söz söylenemez.
"Iyyâke (yalnız sana)" lafzının tekrarlanış sebebi ise "yalnız
Sana ibadet
ederiz", "başkasından yardım dileriz" gibi bir mananın
vehmedilmemesi
içindir.
[150]
Kıraat imamları ile ilim adamlarının cumhuru her iki yerdeki
"iyyake" lafzının "ya" harfini şeddeli olarak
okumuşlardır. Amr b. Fâid ise, hemzeyi es-reli "yâ" harfini de
şeddesiz olarak "iyâke" şeklinde okumuştur. Çünkü o, ya'nın şeddeli okunuşu
ağır olduğundan ve ondan önce de esre bulunduğundan dolayı ya'yı şeddeli
okumayı hoş görmemiştir. Şu kadar var ki bu, kabul görmemiş bir okuyuş
şeklidir. Çünkü o takdirde anlam: "Senin güneşine veya ışığına ibadet
ederiz" gibi bir hal alır. Çünkü ifadesi "güneşin ışığı"
anlamına gelir. Bazen baştaki hemze üstün olarak da (eyâtu) şeklinde de
okunabilir. Şair der ki:
"Diş etleri müstesna güneş güzelleştirdi, beyazlattı onu(n
dişlerini) Ve üstüne saçıldı, ayrıca ağzına sürme alıp ısırmadı (dişleri karannadı)."
Ayın etrafındaki hale ne ise "iyâf'ın da güneş için o olduğu da söylenmiştir.
el-Fadl er-Rukaşi (hemzeyi üstünlü okuyarak) "eyyâke"
şeklinde okumuştur. Bu yaygın bir söyleyiştir. Ebu Sevvar el-Ğanevi de her iki
yerde de "hiy-yâke" şeklinde okumuştur. Bu da bir şivedir. Şair der
ki:
"Sakın o işten, çünkü gidişleri geniş olursa, Fakat dönüşleri
senin için dar olur.
[151]
Ve yalnız Senden yardım dileriz" buyruğu cümlenin cümleye
atfedilmesidir. Yahya b. Vessab ile el-A'meş, ilk "nun" harfini
esre-li okuyarak "nistein" şeklinde okumuşlardır. Temim, Esed, Kays
ve Rabia'nın şivesi böyledir. Bu kelimenin (yardım diledi) anlamınadan
geldiğini göstermek için vasıl eliflerinin esreli okunuşu gibi "nun"
harfi de esreli okunmuştur, kelimesinin aslı şeklindedir. "Vav"
harfinin harekesi ayn'a kalb edilerek "ya" halini almıştır. (Nesteinu
olmuştur)
Mastarı şeklindedir. Aslı ise dır. Vav'ın harekesi ayn'a intikal edince
bu sefer vav, elife dönüştü. İki sakin bir araya gelmeyeceğinden dolayı ve
fazla olduğu için ikinci elif hazfedildi. Birinci elifin hazfedil-diği de
söylenmiştir. Çünkü birincisi mana içindir. Bunun yerine geçmek üzere de ha
(yuvarlak t) gelmiştir.
[152]
Bizi dosdoğru yola ilet."
Bu buyruk, rabbe kulluk edenin rabbine yaptığı bir duası ve bir niyazıdır.
Anlamı şudur: Bize dosdoğru yolu göster ve ona yönelt. Sana yakın olmaya
ulaştıran hidâyetinin yolunu göster. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce
Allah, duanın belkemiğini ve özünü bu sûreye koymuştur. Bu duanın yarısında en
kapsamlı şekliyle hamd -ü sena vardır. Diğer yarısında ise ihtiyaçların temeli
yer almaktadır. O bakımdan bu sûrede bulunan duayı dua edenin yapacağı en
faziletli dua kılmıştır. Çünkü bu sözleri âlemlerin Rabbi Allah söylemiştir.
Sen O'na bizzat kendisinin söylemiş olduğu kelamı ile dua ediyorsun. Hadis-i
şerifte de: "Allah katında duadan daha şerefli hiçbir şey yoktur."[153] diye buyurulmuştur.
Bu duanın anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Sünnetlere uymak suretiyle
farzlarını eda etmeye bizleri ilet.
Hidâyetin asıl anlamının meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:
Şüphesiz biz, sana yöneldik" (el-A'raf, 7/156) buyruğu da bu anlamdadır.
Peygamber (s.a) de hastalığı esnasında iki kişi arasında sağa sola meyi ede
ede çıkmış idi."[154]
"Hediyye" kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü hediye birisinin
mülkiyetinden ötekinin mülkiyetine meyletmektedir. Harem-i şerife götürülen
hayvana ad olan "hedy" de buradan gelmektedir. Buna göre bu duanın
anlamı şöyle olur: Sen bizim kalplerimizi hakka döndür.
Fudayl b. Iyad dedi ki: "Dosdoğru yol (sırat-ı müstakim) hac
yoludur. Bu ise özel bir anlamdır. Anlamın genel olması daha uygundur.
Muhammed b. el-Hanefiyye, yüce Allah'ın: "Bizi dosdoğru yola
ilet" buyruğu hakkında der ki: Bu şanı yüce Allah'ın kullardan başkasını
asla kabul etmediği Allah'ın dinidir.
Asım b. el-Ahvel de Ebu'l-Aliye'den şunları nakletmektedir:
"Dosdoğru yol" Rasûlullah (s.a) ile ondan sonra gelen iki arkadaşı
(Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer)dir. Asım dedi ki: Ben el-Hasen'e: Ebu'l-Aliye:
"Dosdoğru yol" Rasûlullah (s.a) ve iki arkadaşıdır diyor, sen ne
dersin, diye sordum.. O da: Doğru söyledi ve gerçekten samimi bir şekilde bunu
dile getirdi, dedi.
[155]
Sırat kelimesinin arapçada asıl anlamı yol demektir. Âmir b. et-Tufeyl
şöyle der: "Onların topraklarını atlılarla doldurduk, o kadar ki Onları
yoldan da daha zelil halde bıraktık." Bir başka şair şöyle demektedir:
"Mü'minlerin emiri bir yol üzeredir ki Dosdoğrudur o, gelen yollar
eğilip büküldüğünde." Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Ve o açık seçik yoldan alıkoydu."
en-Nekkaş'ın naklettiğine göre sırat Rumcada yol demekmiş. Ancak İbn
Atiyye, bu oldukça zayıftır demiştir. Bu kelime yutmak anlamına gelen ve dan
türeyen (sad harfi yerine) sin harfi ile şeklinde de okunmuştur. Yani sanki yol
kendisini takip edeni yutuyormuş gibi bir anlam ifade eder. Aynı şekilde
"sırat" sad ile "z" arasında bir sesle de okunduğu gibi
safi bir "z" ile de okunmuştur. Ancak aslolan sin'dir.
Seleme, el-Ferra'dan şöyle dediğini nakletmektedir:
"ez-Zirat" kelimesi, Uz-re, Kelb ve Benu Kaynlıların bir şivesidir.
Bunlar mesela, "asdak" diyecek yerde "ezdak" derler. Yine
bunlar "esd" diyecek yerde "ezd" derler. Yine bunlar
"lesaka bihi" ifadesinde (sad yerine sin harfini kullanarak) leseka
bihi derler.
kelimesinin son harfinin fethalı (nasb ile) okunması ikinci me-ful
olduğundan dolayıdır. Çünkü hidâyetten türeyen fiil harfi cer ile birlikte
ikinci mefule de geçişli olur. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
Onları cehennemin yoluna götürün." (es-Saffat, 37/23) (Tefsiri yapılan) bu
âyette olduğu gibi harf-i cersiz olarak da iki mefule geçiş yapabilir.
Âyetteki "dosdoğru" kelimesi, yol'un sıfatıdır. Bu ise
eğriliği ve sapması olmayan demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:
"Ve şüphesiz ki bu Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyunuz."
(el-En'am, 6/153) Bunun aslı şeklindedir. Vav harfinin harekesi kafa alındı,
kaf harfi de kendisinden önceki harfin esreli olması sebebiyle ya'ya dönüştü.
[156]
"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna":
Buradaki sırat (yol), birinci "sırat"dan, birşeyin birşeyden
bedel olması şeklinde bir bedeldir. Senin: Bana Zeyd -yani baban- geldi demen
gibi. Anlamı ise: Bizim hidâyetimizi sürekli kıl, demektir. Çünkü insan, bazen
doğru yola iletilir, sonra da bu doğruluk yolu üzere olması sona
erdirilebilir.
Bu âyet-i kerimede sözü geçen sırat'ın (yolun) bir başkası olduğu da
söylenmiştir. Bunun anlamı ise, yüce Allah'ı gereği gibi bilip tanımak, onun
buyruklarını anlamaktır. Bu açıklamayı Cafer b. Muhammed yapmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'in kullanışında Kimseler" kelimesi her üç durumda
da (ref, nasb ve cer hallerinde de) değişmez. Huzeylliler, ref halinde derler.
Kimi arap kabileleri de derken, kimisi de demektedir. Buna dair açıklama
ileride gelecektir.
Kendilerine" kelimesi, on şekilde söylenebilir. Bunların çoğu ile
de okunmuştur. (Bu okuma şekillerinin ilk altısı kıraat imamlarından nakledilmiş
olmakla birlikte sonraki dört okuyuş araplardan nakledilmiş olup kıraat
imamlarından rivayet edilmemiştir. ) He harfini ötreli, mim harfini cezim-li
okuyarak şeklinde; he harfini esreli mim harfini sakin şeklinde; he harfi
esreli, mim harfi esreli ve esreden sonra da ya harfini getirmek suretiyle
(şeklinde, he harfi esreli, mim ötreli ve ötreden sonra da bir vav eklemek
suretiyle şeklinde; he harfi ve mim harfi ötreli, ayrıca mimden sonra da vav
getirmek suretiyle şeklinde. Diğer taraftan vav eklemeksizin he ve mim
harflerini ötreli okuyarak şeklinde. Bu altı okuyuş kıraat imamlarından
nakledilmiştir. Bundan sonraki dört okuyuş şekli ise araplardan nakledilmekle
birlikte kıraat imamlarından nakledilmiş değildir: He harfi ötreli, mim esreli
ve mimden sonra ya harfi getirmek suretiyle şeklinde. Bunu Hasan-ı Basri araplardan
nak-letmiştir. Ha harfi ötreli ya harfi eklemeksizin mim harfi esreli olarak
şeklinde; he harfi esreli vav eklemeksizin mim harfi ötreli şeklinde; ha ve
mim harfleri esreli ve mimden sonra ya getirmeksizin şeklinde. Bütün bu okuyuş
şekilleri doğrudur. Bu açıklamaları İbnu'1-Enbâ-rî yapmıştır.
[157]
Ömer b. el-Hattab ve İbn ez-Zübeyr (r.ahnuma) âyetin bu kısmını (sırat
kelimesinden sonra "men" ekleyerek):
şeklinde okumuşlardır.
"Kendilerine nimet verilenlerin kimler oldukları hususunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Ancak müfessirlerin büyük çoğunluğu der ki: Burada
peygamberlerin sıddîklann, şehidlerin ve salihlerin yolu kastedilmiştir. Bu görüşlerini
de yüce Allah'ın şu buyruğundan çıkartmışlardır: "Kim Allah'a ve
Peygambere itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle,
sıddîklarla, şehidlerle, salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi, ne güzel
arkadaşdırlar." (en-Nisa, 4/69) Âyet-i kerime bunların dosdoğru yol üzere
olduklarını göstermektedir. Fatiha süresindeki âyette de kastedilen işte
budur. Bu hususta ileri sürülen bütün görüşler dönüp dolaşıp buraya gelir. O
bakımdan konu ile ilgili ileri sürülmüş görüşleri tek tek sıralamanın anlamı
yoktur. Yardımı Allah'tan talep ederiz.
[158]
Bu âyet-i kerime Kaderiye, Mu'tezile ve İmamiye'nin görüşlerini
reddetmektedir. Çünkü bunlar insanın - ister itaat olsun ister masiyet olsun -
fiillerinin kendisinden sadır olması için iradesinin yeterli olduğuna inanmaktadırlar.
Çünkü onlara göre insan kendi fiillerini yaratır. Fiillerin kendisinden sadır
olabilmesi için Rabbine ayrıca ihtiyacı yoktur. Yüce Allah ise bu âyet-i
kerimede onları yalanlamaktadır. Çünkü insanlar Allah'tan dosdoğru yola
iletilmelerim istemişlerdir. Eğer iş onlara kalmış ve seçim, Rablerine
ihtiyaçları olmaksazın kendi ellerinde bulunan birşey olsaydı, doğru yola
iletilmelerini rablerinden istemezler, her namazda bu dileklerini
tekrarlamazlardı. Yine hoşlarına gitmeyen şeylerin bertaraf edilmesi için
yalvarıp yakarmalan da böyledir. Hoşa gitmeyen şey ise şu sözlerinde dile
getirdikleri ve doğru yola iletilmeye aykırı olan hususlardır:
"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve
yolunu sapıtanlarınkine değil." Ondan kendilerini nimet verdiği
kimselerin yoluna iletmesini istedikleri gibi, kendilerini saptırmamasını da
istemişlerdir. Nitekim rablerine şöyle dua ederler: "Rabbimiz bizi doğru
yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma..." (Âl-i İmran, 3/8)
[159]
"...Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil."
"Gazaba uğrayanlar" ile "sapıtanlar"ın kimler
oldukları hususunda farklı görüşler vardır. Cumhur, gazaba uğrayanların
yahudiler, sapıtanalann da hı-ristiyanlar olduğu kanaatindedir. Nitekim
Peygamber (s.a)'dan Adiyy b. Ha-tim'in İslam'a girişini anlatan hadis-i şerifte
bu şekilde açıklanmaktadır. Bunu Ebu Davud et-Tayalisi Müsned'inde, Tirmizî de
eZ-Camt'inde zikretmiştir.[160]
Bu tefsirin doğruluğuna yüce Allah'ın yahudiler hakkındaki: "... ve Allah'tan
gelen bir gazaba uğratıldılar" (el-Bakara, 2/61); "Ve Allah onlara
karşı gazap lanmış..." (el-Feth, 48/6) diye buyurmuş olması ile
hıristiyanlar hakkında da: "Bundan önce onlar sapıklığa düşmüş, birçok
kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmişlerdir." (el-Maide,
5/7) buyrukları da bu tefsire delil teşkil etmektedir.
Gazaba uğrayanların müşrikler, sapıtanlann da münafıklar; "gazaba
uğrayanların bu sûreyi namazda okumayı farz kabul etmeyenler,
"sapıtanlar"ın da bunu okumanın bereketinden mahrum kalanlar
oldukları da söylenmiştir. Bunu es-Sülemi "Hakaik"inde el-Maverdi de
Tefsir'inde zikretmiş ise de bunun doğrulukla ilgisi yoktur. el-Maverdi der ki:
Bu reddedilen bir açıklama şeklidir. Çünkü kendisi hakkında haberlerin
çatıştığı rivayetlerin karşı karşıya geldiği ve görüş ayrılıklarının yaygın
olduğu herhangi bir husus hakkında böyle bir hükmün verilmesi caiz değildir.
"Gazaba uğrayanlar" ile bid'atlere uyanların,
"sapıtanlar" ile hidâyet yolundan uzak kalanların kastedildiği de
söylenmiştir.
Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Peygamber (s.a)'nın açıklaması ise
daha önceliklidir, daha yücedir, daha güzeldir.
kendilerine" buyruğu ref mahallindedir. Çünkü bunun anlamı
"kendilerine gazab edilmiş" şeklindedir.
Gazab; şiddet, katılık demektir. Sert tabiatlı kişi için denilir. Yine bu kelime katılığı sebebiyle
oldukça zarar verici, gaddar yılan hakkında kullanılır. kelimesi ise, üstüste
katlanan deve derisinden bir parça demektir. Sertliği sebebiyle bu ad verilmiştir.
Yüce Allah'ın sıfatı olarak "gazab"m anlamı cezalandırma
iradesidir. Bu zati bir sıfattır. Çünkü yüce Allah'ın iradesi zatının
sıfatlarındandır. Veya bizzat cezanın kendisi anlamına da gelir. Nitekim:
"Şüphesiz sadaka Rabbin gazabını söndürür"[161] buyruğunda "gazap" bu anlamadır.
Burada ise fiilî sıfatlardandır.
[162]
"Sapıtanlarınkine değil" buyruğunda geçen "dalal"
Arapçada doğru yoldan, hak yoldan uzaklaşmak gitmek demektir. Su süte karışıp
kaybolduğunda denilir. Yüce Allah'ın: Biz yerde kaybolduğumuz vakit.."
(es-Secde, 32-10) buyruğunda bu anlamı ifade etmektedir. Yani biz ölüp de
kaybolur ve toprak olsak da mı (diriltileceğiz)? demektir. Şair der ki:
"Niye sormazsın, bu diyar sana haber versin Kaybedilen o kabilenin
nereye gittiğini?
kelimesi suyun vadide evirip çevirdiği dümdüz taş demektir. Aynı şekilde dağda bulunup da
rengi dağın renginden farklı kaya parçası hakkında da denilir. Şair şöyle
demektedir:
"Yahut bir dağdaki farklı renkten bir kaya parçası, fakat her
ikisi de himaye edemedi."
[163]
Ömer b. el-Hattab ile Ubey b. Ka'b, şeklinde (aleyhim'den sonra ve
ğayridd-âllîn diyerek) okumuşlardır. Yine her ikisinden "gayr"
kelimelerini esreli ve üstünlü olarak okudukları da rivayet edilmiştir.
Esreli okunursa den veya deki he ve mim'den bedel olur. Yahut m sıfatı
olur. Bu kelime ise marifedir. Marife olan kelimeler ise, nekre
(belirtisiz)lerle, nekreler de marifelerle nitelendirilmezler. Ancak da maksat
farklı olduğundan dolayı umumidir. Buna göre kullandığımız bu ifade: Ben senin
gibi birisinin yanından geçecek ve ona ikramda bulunacağım" demeye
benzer. Yahut da kelimesi artık aralarında ortada birşeyin bulunmadığı iki şey
arasında olduğundan dolayı marife olur. Senin: Hayatta olan ölüden başka
birşeydir, duran hareket edenden başka birşeydir, ayakta bulunan oturandan
başka bir şeydir, demene benzer. Görüldüğü gibi bu konuda birincisi
el-Farisi'nin ikincisi ez-Ze-mahşeri'nin olmak üzere iki görüş vardır.
kelimesinin ra harfinin fethah okunması da iki şekildedir. Ya den
haldir veya kelimesindeki ha ile mim'den
haldir. Bu durumda şöyle demiş gibi oluruz: Kendilerine nimet verdiğin fakat
üzerlerine gazap edilmemiş olanlannkine. Ya da istisna olduğu için
nasbedilmiştir. Şöyle denilmiş gibi olur: Ancak kendilerine gazap edilmiş
olanlannkine değil, Demek istiyorum ki fiili ile üstün okunması da caizdir. Bu
şekilde bir açıklama el-Halil'den nakledlmiştir.
[164]
Yüce Allah'ın: sapıtanlarınkine değil" buyruğunda yer alan
Değil" buyruğu hakkında farklı görüşler vardır. Bunun zaid olduğu
söylenmiştir. Taberi'nin görüşü budur. "Seni secde etmekten alıkoyan
nedir?" (el-A'raf, 7/12) buyruğunda olduğu gibi.
Bunun te'kid için geldiği de söylenmiştir. Böylelikle "sapıtanlar"
kelimesinin kimseler" kelimesine atfedilmiş olduğu zannedilmesin. Bunu da
Mekkî ve el-Mehdevi nakletmiştir. Kufiler de der ki: Burada yer alan
kelimesi anlamındadır. Bu da Hz. Ömer ve
Ubey'in kıraatidir. Az önce buna da temas edildi.
[165]
Sapıtanlar" kelimesinin aslı, şeklindedir. Burada birinci lam'ın
harekesi hazfedildikten sonra iki lam birbirine idgam edildi. Böylelikle
birisi elifin uzatması diğeri de idğam edilen lam olmak üzere iki sakin bir
araya gelmiş oldu. Eyyub es-Sahtiyani ise (dat harfinden sonraki elifi.)
uzatmasız hemze'li olarak şeklinde okumuştur. Sanki bu okuyuş ile iki sakini
bir arada telaffuz etmekten kaçınmak istemiş gibidir ki bu da bir şivedir. Ebu
Zeyd der ki: Ben Amr b. Ubeyd'i yüce Allah'ın: "O günde hiçbir insana ve
hiçbir cinne günahı hakkında sorulmayacaktır." (er-Rah-mân, 55/39)
buyruğunu: şeklinde okuduğunu duymuştum. Ben araplardan şeklinde telaffuz
ettiklerini işitinceye kadar lahin yaptığını zannettim. Ebu'1-Feth der ki:
Küseyyir'in aşağıdaki mısraı bu söyleyişe göredir:
"Mızrakların uçları taze kanla ala boyandığı zaman..."
Burada Fatiha sûresinin tefsiri sona ermektedir. Hamd ve minnet yalnız
Allah'a mahsustur.
(53 akara süresi (Medine'de Nazil Olmuştur 286 Âyettir)
[166]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/329.
[2] Tirmizl, Tefsir 15. sûre 4.
hadis
[3] Muvatta, Salât 37.
[4] Buhârî, Tefsir, 1. sûre 1.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/329-330.
[6] Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn
258; Ebû Dâvûd, Vitr 17, Bııhârî'de bu hadisi tesbit edemedik.
[7] Muvatta, Hacc 246.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/330-332.
[9] Mevzu (uydurma) bir hadis
olduğu söylenmiştir. Şevkânî, Irakî ile İbn Hacer'in mevzu olmadığını
söylemekle birlikte, mevzu olma ihtimalini daha kuvvetli görmektedir.
eş-Şevkânî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, 297-8.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/332.
[11] Müslim, Salât 38; Muvatta,
Salat 39.
[12] Tirmizî, Tefsir 15. sûre 3.
hd. ; Dâriml, Fednilu'l-Kur'ân 12.
[13] Buharı, Tefsir 1, sûre 1.
[14] Dâriml, Fednilu'l-Kur'ân
12'de: Abdülmelik b. Uıneyr'den ve: uzehire karşı" yerine; "...
hnstalığn knrşı..." şeklinde.
[15] Buhârî, İcnre 16; Müslim,
Selâm 65.
[16] Dârakutnî, I, 322;
Müstedrek, I, 238.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/332-335.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/335.
[18] Nesâl, İftitâh 26.
[19] Bk. el-Hicr, 15/87 nin
tefsiri.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/335-336.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/336.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/337.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/337.
[24] Tirmizî, Salât 69, 115;
Nesâî, İftitâh 24; Müsned, II, 428; Dârimî, Salât 36. Ayrıca bk. Dâ-rakutnî, I,
321 v.d.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/337-338.
[26] Müslim, Salâtu'l-müsâfirin
248; Nesâî, İftitâh 25.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/339-340.
[28] Tirmizî, Snlât 65; A^esâî,
İftitnh 18; İbn Mâce, İknme 1; Dârimi, Salnt 33 Cde bu duayı gece namazında
okuduğu kaydı ile); Müsned, III, 50 (de aynı kayıt ile) ve 69.
[29] Müslim, Salatu'l-müsâfirin
201; Tirmizî, Deavât 32; Nesâi, İftitnh 17.
[30] Bk. el-En'nm, 6/162. âyet 3.
başlık.
[31] Buhârî, Ezan 89; Müslim,
Mesâcid 147.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/340-341.
[33] Hanefi mezhebinde namazda
farz olan kıraat miktarı budur. Muayyen olarak Fatiha'nın okunması farz değil,
vacibtir. (Meselâ bk. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-lhtiyar, Kahire,
tarihsiz, I, 56).
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/341-342.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/342.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/342.
[37] Ebû Dâvûd, Salât 132-133;
Tirmizt, Salât 116; Muvatta, Salât 44; İbn Mâce, İkame 13; Müsned, II, 240;
Dârakutnt, I, 320.
[38] Müslim, Salât 63; İbn Mâce,
İkame 13; Müsned, II, 376; D&rakutni, I, 327, 328.
[39] Müsned, III, 339; Dârakutnî,
I, 323 - Zayıf olduğunu kaydederek -
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/342-343.
[41] Hadisin kaynakları için bk.
2. Başlık.
[42] Müslim, Salât 38; Tirmizî,
Tefsir 1. sûre 1. hd.; Ebû Dâvûd, Salât 131-132; İbn Mâce, Salât 11;
[43] Ebû Dâvûd, Salât 131-132.
[44] Bk. Tirmizî, Salât 69 ve
115.
[45] Sened tahvili alâmeti.
[46] İbn Mâce, İkametu's-Salât
12.
[47] Buharı, Ezan 95, 122; Eyman
15; Müslim, Salât 45; Tirmizî, Salât 110; Nesaî, İftitah 7, Tatbik 15, Sehv 67; İbn Mâce, İkame 72.
[48] Ebû Dâvûd, Salât 131-132
(824. hadis).
[49] Tirmizî, Salât 115.
[50] Darakutni, I, 318, 319, 320
[51] Bk. ez-Zehebî,
Mizânu'l-Î'tidâl, no: 8995.
[52] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhid,
XI, 46.
[53] Dârakutnî, I, 317.
[54] Hadisin buraya kadarki
bölümü: Ebû Dâvûd, Salât 32; Tirmizî, Salât 39'da.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/343-345.
[56] Müslim, Salât 63.
[57] Darakutni, I, 326.
[58] Ebû Hanife'nin hadis
rivayetinde zayıf olmadığını belirten Hadis Ricali otoritelerinin kanaati için
bk. Ebu't-Tayyib Muhammed Âbâdî, et-Tâ'lîku'l-Muğni, Ale'd-Dûrakutnî, I, 323
v.d., el-Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdat, Ebû Hanife bölümü.
[59] Dârakutnl, I, 325.
[60] Muvatta', Salât 38.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/345-347.
[62] Bk. Bu bölüm, 9. Bnşlık.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/348.
[64] Hanefi mezhebinde namnzdn
kıraatte farz olan, mutlak olarak yani -Fatiha dahil- belli bir sûrenin tayini
sözkonusu olmaksızın, Kur'ân okumaktır. Ancak Fâtiha'nın okunması vacib,
okunmasının terki ise tahrimen mekruhtur. Bkz. el-İhtiyar I, 56 v.d.
[65] Ebû Dâvûd, Salât 131, 132;
818. hadis.
[66] Buhârî, Ezan, 122, Eyman,
15; Müslim, Salât, 45; Tirmizî, Salât 110...
[67] Müslim, Salât 34, 35, 36.
[68] Müslim, Salât 37.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/348-349.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/349-350.
[71] Buharı, Ezan 107, 109, 110;
Müslim, Salât 154; Ebû Dâvûd, Salât 124-125; Nesaî, İftitâh58.
[72] Müslim, Salât 155.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/350-351.
[74] Müslim, Salât 45.
[75] Buharı, Ezan 104.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/351-352.
[77] Ebû Dâvûd, Salât 832; Nesâî,
İftitah 32(de ilk bölümü); Dârakutnî, I, 313-314.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/352.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/352.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/352.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/352-353.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/353.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/355.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/355.
[84] Buhârî, Ezan 111, 113,
Tefsir 1. sûre 2; Müslim, Salât 72; Ebû Dâvûd, Salât 168; Tir-mizl, Mevâkît 71;
Nesât, İftitâh 33, 34; İbn Mâceh, İkame 14; Muvatta, Nida 44-47 v.s...
[85] Tirmizî, Deavât 65.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/355.
[86] Ebû Dâvûd, Salât 167-168.
[87] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid,
IV, 39; "zayıftır" kaydıyla.
[88] İbnü'1-Esîr, en-Nihâye,
Beyrut 1399/1979, I, 72.
[89] İbnü'1-Esîr, aynı yer.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/355-356.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/356-357.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/357.
[93] Müslim, Salât 62; Nesâî,
İmame 38, Tatbik 23, 101, Sehv 44.
[94] Ebû Dâvûd, Salât 167-168;
Tirmizî, Salât 70.
[95] Dârakutnî, I, 334.
[96] Buhârî, Ezan 111.
[97] Tirmizî, Salât 70.
[98] Muvatta, Salât 44; Buhârî,
Ezan 111; Müslim, Salât 72.
[99] İbn Mâce, İkame 14.
[100] Buhârî, Ezan 111, 113;
Deavât 4; Müslim, Salât 72; Ebû Dâvûd, Salât 168; Tirmizî, Salat 70-71...
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/357-359.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/359.
[103] İbn Mâce, İkâme 14.
[104] Aynı yer.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/359-360.
[106] Müslim, Zikr 89.
[107] İbnMâce, Edeb 55.
[108] Süyûtî, İbn Asâkir'in bunu
Enes bin Mâlik'ten rivayet ettiğini zikreder. es-Sirâcu'l-Mü-nir, III, 195.
[109] Ne'vâdiru'l-Usûl, II, 72.
[110] İbn Mâce, Edeb 55. Bu
hadisten sonra Kurtubî, hadiste geçen ve uağır geldi" anlamına gelip
"nasıl yazacaklarını bilemezler" diye tercüme edilen kelimeye dair
iki-üç satırlık bir açıklamada bulunmaktadır. Konu ile doğrudan ilgisi
olmadığından ayrıca aktarmadık.
[111] Müslim, Tahâre 1.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/361-363.
[112] Buhârî, İman 17, Salât
28..., Müslim, İman 32; Ebû Dâvûd, Zekat 1... ve diğer hadis kitapları...
[113] Tirmizl, Deavât 122;
Muvatta, Kur'ân 32, Hacc 246.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/363.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/363.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/363-364.
[116] tbnü'1-Esîr, en-Nihâye (I,
433)'de îbn Abbas'tan rivayet edildiğini kaydetmektedir.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/364-366.
[118] Müslim, Zühd69.
[119] Müslim, Snlât 222; Ebû Dâvûd,
Salât 148, Vitr 5; Tirmizî, Deavât 111; Müsned, VI, 58 v.s....
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/366-367.
[121] Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân
25; "Her kim Kıır'ân okumak ve beni anlamakla..." şeklinde.
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/367-368.
[123] Buhârî, İman 37, Tefsir 31.
sûre 2; Müslim, İman 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tir-
mizi, İman 4; Nesâî, İman 5, 6.
[124] Müslim, Birr 38.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/369.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/369-370.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/370.
[128] Yani sonradan yaratılmış
olmanın kadimliğe bir zararı olmaz, zira hadis olanı yani sonradan yaratılanı
vareden o kadimdir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/370-372.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/372.
[130] Müslim, Tevbe 23; Tirmizî,
Deavât 99; Müsned,
II,
334, 397, 484.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/372.
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/373.
[133] Tirmizî, Kıraat 1.
[134] Bk. Buharı, Ahkâm 2;
Tirmizî, Fiten 49; Müsned, III, 129, 183; IV, 421.
[135] Üstünlük ve şerefin Allah
nezdinde takva esasına göre olduğu unutulmamalıdır.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/373-375.
[137] Buhârî, Rikak 44; Müslim,
Sıfatıı'l-münafikin 23.
[138] Buhârî, Edeb 114; Müslim,
Âdâb.
[139] Müslim, Âdâb 20.
[140] Müslim, Âdâb21.
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/375-376.
[142] Buhârl, Cihâd 3; Müslim,
İmare 160.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/376.
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/376-377.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/377.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/377.
[146] İbn Mâce, Zühd 31; Mecduddin
İbnu'1-Esir, en-Nihâye'de (I, 148) "hesaba çekendir" anlamının daha
zayıf bir açıklama şekli olduğuna dikkat çekmektedir.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/378-379.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/379.
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/379-380.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/380-381.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/381.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/381-382.
[153] Tirmizî, Deavât 1; İbn Mâce,
Duâ 1; Müsned, II, 362.
[154] Meselâ, Buhârî, Ezan 67, 68;
Müslim, Salât 95.
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/382.
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/383.
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/384.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/384-385.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/385.
[160] Tirmizî, Tefsir 1. sûre 1 ve
2. Iındisler; Ahmed Abdurrnhınnn el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd... (et-Tayâlisî'nin
Müsned'inin bablarn göre tertibi), Beyrut, 1372/1400, II, 151.
[161] Tirmizl, Zekât 28.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/385-386.
[163] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/386-387.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/387.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/387-388.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/388.