Bütün olarak inen ilk sure olup Mekke'de inmiş; Kur'an'ın giriş kapısı
olması nedeniyle bu ismi almıştır. Fatiha kavramı, bir yere girerken açılan
ilk kısım manasına gelir. İlk açılan yer manası ile Fatiha suresi, Kur'an'ın
başlangıcını teşkil eder. Feth kökünden alınırsa fethetmek manasına gelir. Bir
savaşın sonunda herhangi bir ülkenin fethedilmesi, o savaşın sonucunu ifade
eder. Bu ismiyle Fatiha, bir eylemin sonucudur. Böylece Fatiha ismi hem
başlangıcı ve hem de sonucu ifade eder. Demek ki mucize olan Kur'an ve onun
ayetleri, bir daireyi andırmaktadır. Bu çember Fatiha süresiyle başlamakta,
dairenin çevresi tamamlanınca, yine Fatiha suresine gelinmektedir.
Fatiha, Kur'an'ın girişi olduğu için başlangıç; insanların gönüllerini
fethedip zafere ulaştırdığı için son'dai. Bu anlamıyla Fatiha suresi, Kur'an'ın
batıla karşı verdiği mücadelenin zaferini ifade etmektedir: Mücadeleye hamd
başlanıyor, zafere ulaşınca da yine hamd ediliyor. Başlangıç ve son olma
yönüyle Fatiha suresi, sadece Kur'an'ın giriş kapısı olduğunu ifade etmemekte;
-içeriği incelendiğinde görülür ki- insan gönlünün açılış kapısını da teşkil
etmektedir. Gönlün kapısı açılıp içeri girilince, oradaki şirk temizlenmekte,
böylece de zafere ulaşılmaktadır. Gönlü tedavi edip şirk mikrobundan
temizlediği için de 'son nokta' manasına gelmektedir. Yalnız Allah'a kul olmak
ve yalnız O'na sığınıp yardım dilemek, Kur'an'ın hem başlangıcı, hem de
sonudur. İşte insan gönlünün açılış kapısı da, kapanış kapısı da budur. Allah
ile başlayıp Allah ile bitirmek, yazı işi değil gönül işidir. Fatiha suresi
gönüllerin hem açılan, hem de zaferden sonra kapanan kapısıdır.
[1]
Fatiha suresinin birden fazla ismi vardır. Zemahşerî, Fahruddîn Râzî,
Kâdî ve bunları takip eden müfessirler, hem isimleri tesbit etmişler, hem de bu
isimlerin ona niçin verildiğini izah etmişlerdir.[2]
Biz de tesbit edildiği şekilde nakledeceğimiz bu isimlerin bu sureye niçin
verildiği meselesine değineceğiz.
Fatiha suresinin önemli isimlerini şu başlıklar altında toplayabiliriz:
[3]
Bu isim Fatiha şeklinde kısaltılmıştır. Kitabın başı/başlangıcı ve
girişi manalarına gelmektedir. Râzî'ye göre, sözün başı olduğu, yahut ilk inen
sure olduğu için ona bu ad verilmiştir. Aynı şekilde alemlerin rabbi,
rahman-rahim, din gününün sahibi olan Allah'a hamd ile başlayan bu sure,
açılışını hamd ile yaptığı için bu adı almıştır. İlk ayet değil de ilk sure
olması sebebiyle, ilahî bilginin başlangıcını, açılış ve girişini yaptığı için
bu ismi almıştır.
Yüce Allah vahyini insanlara sunarken, açışı hamd ile yapmış ve bunu bize
bir ilahî âdet olarak bırakmıştır. Bu sebeple her konuşmaya hamd ile başlama
usûlü, Allah tarafından konan bir ilkedir.
[4]
Allah'ı sena ettiği, Kur'an'daki bütün manayı kapsadığı için bu ismi almıştır.
Fatiha suresi sanki Kur'an'ın anasıdır, yani Kur'an ondan doğmuştur. Bu
özelliği ile Kur'an, Fatiha suresinin bir açılımıdır.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi Kur'an'ın bir manası da nur (ışık) idi.
Kur'an ışık olduğuna göre, bu ışığın doğduğu kaynak da Fatiha süresidir.
Râzî'ye göre, Kur'an dört meseleyi zihinlere yerleştirmektedir. Bunlar:
ilahiyat, ahiret, peygamberlik, kaza-kader'dir.
Demek ki Râzî'ye göre, Kur'an'in bütün hükümleri bir bakıma bu dört konuda
toplanmakta ve Kur'an'ın eğitimi de, bunları insana kazandırma amacını
gütmektedir.
İlahiyat kavramını Râzî şöyle açıyor: Fatiha suresi Allah, rab, rahman,
rahim ve mâlik sıfatlarını ele alarak başlamakta ve böylece ilahiyat konularını
gündeme getirmektedir. Allah, Fatiha suresinde kendisini temel sıfatlarıyla
anarak insanlığa kendisini tanıtmaktadır.
(Din gününün sahibi) ifadesiyle ahiret kavramı öğretilmektedir.
Kur'an'ın ahiretle ilgili bütün ayetleri, bu ayetten doğmuştur, yani
onun açıklamasıdır. Sadece Allah'a kulluk etmek, sadece O'ndan yardım dilemek,
doğru yola iletilmesini istemek kadere; nimet verdikleri ifadesi de nübüvvete
işaret etmektedir. Peygamberlik ve kader ile ilgili bütün Kur'an ayetleri de
Fatiha'dan çıkmış, ondan doğmuş olup onun bir açılımıdır.
Allah, rab, rahman, rahim ve mâlik isimleri, Allah'ın yaratıklarla
ilişkisine; bundan sonraki ayetler de kulun Allah ile ilişkisine; gazab,dâllîn
ve nimetlendirdiğin ifadeleri de kulun kulla olan ilişkisine işaret etmektedir.
Zaten Kur'an'ın bütün ayetleri, bu ilişkiler sistemini belirlemekte, çözüme kavuşturmakta
ve aydınlatmaktadır. Bütün bu çözümlerin ve oluşumların çıktığı ana kaynak
Fatiha'dır.
[5]
"Çok tekrarlanan yedi ayet" manasına gelen seb'u'l-mesânî
ifadesi şu ayette geçmektedir:
(Andolsun ki biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur'an'ı verdik).
[Hicr/87]
Kur'an'a bu isim niçin verilmiştir? Zemahşerî'ye göre, namazın her
rekatında okunduğu ve Allah'a hamdedilmesini temin ettiği için Kur'an'a bu isim
verilmiştir. Râzî'ye göre bu sure iki yönlüdür: Yansı kulun Rabbine hamdetmesi,
diğer yansı da Allah'ın kuluna ihsan etmesidir. Râzî'nin başka bu görüşü özetle
şöyledir:
Fatiha yedi ayetten meydana gelmiştir. Bir ayetini okuyan, Kur'an'ın
yedide birini okumuş olur. Tamamını okuyan ise, Kur'an'ın tümünü okumuş gibi
olur.
[6]
Salatı (Fatiha'yı) benimle kulum arasında paylaştırdım[7]
mealindeki hadîs-i kudsîden anladığımıza göre "Fatiha (namaz) suresi"
anlamına gelmektedir.
Râzî, hadîs-i kudsîde geçen salat kelimesini, Fatiha suresi ile tefsir
etmektedir. Yine Râzî'ye göre, Hz. Peygamber'in Fatiha'sız namaz olmaz hadîsinde,
Fatiha ile namaz aynîleşmektedir. Namazda Fatiha okununca, Kur'an'ın özü
okunmuş olmaktadır.
Yüce Allah, Kur'an'ın tamamını okuma fırsatı bulamayanları, Fatiha suresini
okumakla Kur'an'ın tamamını okumuş addetmektedir. İşte bu durum, pedagojik bir
yöntem içermekte, meselelerin ana noktasını bilmenin önemini öğretmektedir.
Çünkü Fatiha suresi, Kur'an'daki konuların özünü teşkil etmektedir.
[8]
Râzî'nin naklettiği bir görüşe göre vâfıye, okunurken parçalara
bölüneme-yen bir bütünü ifade etmektedir. Demek ki bölünmeyi kabul etmemesi
nedeniyle Fatiha'ya bu isim verilmiştir.
Kur'an'ın diğer surelerinden herhangi bir ayeti namazda okuyabiliriz;
ama Fatiha suresini ikiye bölüp okuyamayız.
Fatiha'ya yeterliliğinden dolayı kâfiye adı verilmiştir. Fatiha suresi,
başka surelerin yerini tutar ama, başka sureler onun yerini tutamaz. Râzî bu
görüşü rivayet ederek hadîs olduğunu söylemektedir.
Demek ki Fatiha, vâfî ismini bölünmezliğinden; kâfi ismini de yerinin
doldurulmazlığından ve tek başına yeterliliğinden almaktadır.
[9]
Temel manasına gelen bu kelime, Fatiha'nın ilk sure olmasından kaynaklanmaktadır.
İbadetlerin temeli olan namazın onunla tamamlanması ve namaz ibadetinin olmazsa
olmazını teşkil etmesinden dolayı bu ismi almıştır.
[10]
Ebû Sa'îd el-Hudrî'nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber, Fatiha
suresi, her türlü etkiye karşı şifadır[11]
buyurarak, Fatiha suresine şifa adını vermiştir.
Fatiha, manevî hastalıklara şifadır; şirk hastalığını giderdiği için
şifadır.
Fatiha suresinin şifa olma özelliği, Kur'an'ın bütününe sirayet etmiş,
böylece Kur'an bütün manevî hastalıkların şifası olmuş ve olmaktadır. Anası şifa
olanın kendisi de şifa olur.
[12]
Fatiha suresi Yüce Allah'a hamd/şükür ile başladığı için bu ismi almıştır.
Kur'an'da her sure, ismini, içinde geçen en önemli kavramdan alır. Bu usûl
takip edilirse, Fatiha'ya "Hamd suresi" denebilir. Kaldı ki, bu
surenin ilk kelimesi hamd ile başlıyor. Fatiha suresi bir açış süresidir ama,
onu açan kelime de 'hamd' kelimesidir. Fatiha Kur'an'ı açıyor, hamd da
Fatiha'yı açıyor.
[13]
Fatiha'da Allah'a yakarış vardır. O'nun yüceliğini kabul edip O'na
yönelmenin, O'na kulluğun, O'ndan yardım dilemenin kuralını; Allah'a nasıl dua
edileceğini, O'ndan bir şeyin nasıl isteneceğini öğretmektedir. Dua şekil ve
çeşitlerini veya nasıl yapılacağının usûllerini içerdiği için Fatiha suresi Dua
veya Sual adını almıştır.
[14]
Hazine manasına gelen bu kelime, Fatiha'nın bir hazine olduğunu ifade
etmektedir.
Fatiha suresinin isimlerini çoğaltan alimler de vardır. Ancak biz, bu
isimlerle yetinmeyi uygun buluyoruz. Fatiha'nın faziletini isimlerinden anlamamız
mümkündür. Kitabın ve Kur'an'ın anası olması, yeterli bir özelliktir. Ananın
üstünlüğünü anlatmaya lüzum var mı? Kur'an'ın başlangıcı ve sonu olması, onun
ne denli üstünlüğe sahip olduğuna delil teşkil etmektedir.
Onsuz namazın olmaması ve Kur'an'da 'devamlı okunan yedi ayet' olarak
anılması, üstünlüğüne işaret etmektedir.
[15]
Güvenli bir yere ve varlığa sığınma ve güvenlikte olma anlamına gelen
is-n aze kavramı, Allah'a sığınarak kurtuluşa erme anlamına gelmektedir. Güvenlik
ihtiyacının giderildiği en son ve en mükemmel makam Yüce Allah'tır. Bu nedenle,
her işe başlarken O'na sığınmak mecburiyetindeyiz.
[16]
Genelde Fatiha'nın tefsirine besmeleyle başlanır. Halbuki Kur'an okumaya
başlanırken e'ûzu çekmek farzdır. Yüce Allah'ın bu konudaki emri şudur:
(Kur'an okuduğun zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın). [Nahl/98]
Bu sebeple Kur'an okumaya başlayan insanın şeytandan Allah'a sığınması,
bir seçenek değil, bir zorunluluktur. Bu sığınmanın ifadesi şöyledir: E'ûzu
billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Manası: "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım".
Yüce Allah, Kur'an okumaya başlanırken, 'e'ûzu' çekmeyi neden farz kıldı?
Bu sorunun cevabını Hac/52'de bulabiliriz:
(Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o, bir temennide
bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de beşerî arzular katmaya kalkışmasın.
Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi
ayetlerini sağlam olarak yerleştirir). [Hac/52]
Şeytan, bütün peygamberlere gelen vahye müdahale etmeye kalkışarak
vahyin kanalına şeytanî vesveseleri katmaya çalışmıştır. Aynı şekilde, bizim
okuyacağımız Kur'an'ın anlaşılmasına, ondan alınacak hazzın duyulmasına ve
feyzinden istifade edilmesine de müdahale edebilir. İşte bu müdahaleyi
engellemek için Allah'ın yardımını dilemek gerekiyor.
Allah'tan yardım dileme şekillerinden biri de isti'aze, yani O'na
sığınmaktır. Şeytan, insanların Kur'an'a karşı olan ihdaslarını, öğrenme
niyetlerini bozabilir. Buna mani olma, insanın iradesini aşar. Onun için
Allah'a sığınmak zorunludur. Çünkü;
Şeytanın iman edip sadece Rabbine tevekkül edenler üzerinde bir hâkimiyeti
yoktur. [Nahl/99]
Demek ki 'e'ûzu' çeken insan, Allah'a karşı imanını ve O'na olan tevekkülünü
ifade etmiş olmaktadır. Onun için, 'e'ûzu' çeken insanın üzerinden şeytanın
hâkimiyeti, zorlayıcıhğı ve etkisi kalkmaktadır.
Çünkü;
(Şeytanın hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak
koşanlaradır). [Nahl/100]
Şeytan bu tip insanları etkileyebilir, ama iman edip Allah'a
dayananları etkileme imkanına sahip değildir. İsti'aze (e'ûzu), insanı
şeytanın manyetik alanının dışında tutmaktadır.
E'ûzu (isti'aze), Kur'an'da bir ayettir. E'ûzu'nun nerelerde
çekileceğini ilerde anlatacağız; ancak meselenin burada bizi ilgilendiren
kısmı, Kur'an okumaya başlayınca, şeytanın etkisinden Allah'a sığınmanın farz
olduğunu bilmektir.
[17]
(e'ûzu) kavramı, “el-avz” masdanndan türetilmiş olup himayeyi aramak,
sığınak istemek, kurtarma isteğinde bulunmak, Allah'a karşı acziyetini,
hayranlığını ilan etmek; isim olarak da sığınak, inziva köşesi, düşkün evi,
mabet manalarına gelmektedir.
Râzî bu kavramın iki önemli manası olduğunu söylemektedir: sığınmak ve
eman. Allah'ın rahmetine ve himayesine sığınmak, "Kendimi Allah'ın
lüt-funa ve rahmetine yapıştırıyorum" demektir.[18]
İsti'aze, insanın kendi gücünü yetersiz görüp Allah'a sığınması,
Allah'a güveninin sonsuz olduğunu ifade etmesi; kendisini müstağni (kendi
kendine yeterli) görmemesi erdeminin işaretidir. İnsanın kibrinin kırıldığı
yer, isti'aze duasıdır.
İsti'aze içinde geçen diğer bir kavramda, (şeytan)dır. Şe-ta-ne bağlamak,
bitiştirmek, zaptetmek, mani olmak, muhalefet edip uzaklaştırmak, haktan uzak
olmak, derin kuyu, azgın ve şerir kimse, susuzluk, pek zehirli ot manalarına
gelmektedir.
Râzî, şeytan kelimesinin iki farklı kavramdan türemiş olabileceğini, bu
ebeple de, iki ayrı manası olduğunu söylemektedir. Ona göre, ya uzaklık
-anasına gelen (şatnü) kavramından
türemiştir; ya da “Şate-yeşutu”fiilinden türetilmiş olup, "batıl
oldu" manasını ifade eden bir isimdir. Kendisinin rhme olan birçok hususu
batıl kılması bakımından şeytan olmuştur.[19]
Şeytan ya insanı Allah'tan, hakikatten, iyiden ve faydalı olandan uzaklaştırdığı,
ya da insanı kendisine bağladığı ve kontrolüne aldığı için bu ismi almıştır.
Çünkü o, insanı bir yerden uzaklaştırırken, diğer bir şeye
bağlamaktadır. Her iki davranışı yapan varlığa şeytan denmektedir. Kur'an'daki
ayetlere göre şeytanın diğer manalarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
[20]
(Cinleri öz ateşten yarattı). [Rahman/15]
(Hani biz meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik. İblis
hariç, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi). [Kehf/50]
Bu iki ayetten, şu gerçek ortaya çıkar: Şeytanların bir kısmı
cinlerdendir. Cinler de ateşten yaratılmıştır. Öyleyse, cin şeytanlarının aslı
ateştir. Onun için saldırganlığın, taassubun ve kötülüğün sembolü olmuştur.
[21]
Kur'an'da secde etmeyen şeytanın adı İblis'tir. Şeytanlar İblis'in
yardımcılarıdır; onun zürriyetindendirler:
Hani biz meleklere; 'Adem'e
secde edin' demiştik. İblis hariç onlar hemen secde ettiler. İblis
cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, Beni bırakıp da onu ve
onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşma-mnızdır. Zalimler
için bu ne fena değişmedir. [Kehf/50]
Ayette İblis'e atfedilen iki olumsuz davranış mevcuttur: Adem'e secde
etmemesi ve bu sebeple de Allah'ın emrinden çıkarak fasık olmasıdır. Ancak,
yine bu ayette, şeytana ait bir başka durum daha dikkati çekmektedir. O da
İblis'in insanlar gibi üremesi ve nesil sahibi olmasıdır. Demek ki İblis, soyundan
gelen nesilleri ve avaneleri vasıtasıyla insanları etki altına almaktadır.
[22]
Şeytan, insana duyduğu düşmanlık sebebiyle, onu Allah'tan uzaklaştırıp
batıla bağlamaya çalışmaktadır:
(Çünkü şeytan sizin
düşmanınız-dır, siz de onu düşman edinin. O, kendi taraftarlarını ancak ateş
ehlinden olmaya çağırır). [Fâtır/6]
Şeytan, insanoğluna karşı asla dostluğa dönüşmeyecek ve düşmanlık alevi
kıyamete kadar devam edecek olan bir varlıktır. Şeytan çeşitli yollarla bu
düşmanlığını eyleme dönüştürür: Şeytan düşmanlık eylemlerini, kendi yaratılışına
göre gerçekleştirme amacını güder. Kendisi ateşten yaratıldığı için, insanı
ateşe çağırır [Fâtır/6]. İsminin manası uzaklaştırmak olduğu için, insanı
Allah'ı düşünmekten, anmaktan ve namazdan uzaklaştırır [Maide/91].
[23]
Yüce Allah'ın, ahireti ve ölümden sonraki dirilmeyi inkar edenlere vereceği
cezalardan biri, zakkum ağacmın zehirli gıdasıdır. Allah, zakkum ağacını
anlatırken şeytan kelimesini kullanmaktadır:
Şimdi, ziyafet olarak,
cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz
onu zalimler için bir fitne kıldık. Zira o, cehennemin dibinde bitip yetişen
bir ağaçtır. Tomurcuklan sanki şeytanların başlan gibidir. [Saffat/62-65]
İnkar psikolojisine sahip bir insanın beynini Allah Teala, şeytanın
kafasını andıran zakkum ağacının tomurcuklarına benzetmektedir. Anlaşılan o ki
Yüce Allah şeytanın basma benzeyen tomurcuklu zakkum ağacını şeytan kafalı
insanlara yedirmekle onları cezalandıracaktır. Bu şekilde onlar da şeytan
kafalı olacaklardır. "Herkesin cezası, amellerine göre olacaktır" ilkesinden
hareket edersek, şeytan kafalı olana, şeytan kafalı ağaçla ceza verilir.
[24]
İblis cinlerdendir, ama şeytan hem cin hem de insanlardan
olabilmektedir. Cin-şeytanın ve insan şeytanının ortak özellikleri, sahte,
yaldızlı ve batıl sözleri birbirlerine fısıldamalarıdır:
(Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.
Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar). [En'âm/112]
(De ki: "İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin
ve insan şeytanlarının şerrinden, insanların Rabbine, insanların melikine ve
insanların ilahına sığınırım"). [Nâs/1-6]
Her iki ayetin eksen konusu da, hem insanlardan, hem de cinlerden şeytanların
bulunması ve görevlerinin birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayarak insanların
kalplerine vesvese vermeleridir. Şeytan bir çeşit ışın olduğu için, insanın
kalbine sızabilmektedir. İnsten olan şeytanlar da fikirleriyle insanların
gönlüne vesvese verebilmektedirler.
[25]
“Münafıklar, mü'minlerle
karşılaştıklarında, 'İman ettik' derler. Şeytanları ile başbaşa kaldıklarında
ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz' derler.”
Bakara/14.
[26]
İnsanlara karşı iki yüzlülük yapan, kalbi ile sözleri birbirini
tutmayan insanlar, benzer davranışlar sergilerler. Bu fikir ve davranışta
olanlar, belli bir kültür oluştururlar. Bu kültür geleneğinde, bu kültürü
başlatanlar reis durumundadırlar. Daha sonra onların etkisinde kalıp onlara
katılanlar, onların takipçileridir. Sonradan o münafık kültürüne girenler,
diğer insanlara karşı ikili oynarken, reislerinin tedirgin olmalarını
istemezler. Onlarla bir araya geldiklerinde, güven tazelemesi yaparlar. İşte
bu münafık kültürünün temsilcilerine şeytan denmektedir.
[27]
Şeytan insanı çağırır [İbrahim/22]; kendisine uyulmasını ister
[Nûr/21]. Şeytan neye çağırır ve niçin kendisine uyulmasını ister? Bunun cevabı
şu ayettedir:
(Çünkü o, fuhşu ve kötülüğü emreder). [Nur/21]
Demek ki şeytan, fuhşa ve kötülüğe çağıran bir varlıktır. Kendisine bağladığı
insanları fuhşa, yani edepsizliğe, ahlâksızlığa ve kötülüğe sevkeder.
Şeytan insanları kendine bağlayabilmek için önlerinden, arkalarından,
sağlarından, sollarından onlara yaklaşır. [A'raf/17]
Demek ki şeytan, insanı çepeçevre saran bir iple onu kendisine bağlamaktadır.
Zaten şeytan kelimesinin bir manası da 'bağlamak'tır. Onun içindir ki Yüce
Allah, şeytanın izinden gidilmemesini emretmektedir. [Nur/21]
İnsan ve cinden oluşan şeytanlar insanları kötü manada etkilemek için,
bir yol oluştururlar. Şeytanın adımlan, bu yolun işaretleridir.
Yüce Allah bu adımlara tâbi olunmamasını, onların takip edilmemesini
emretmektedir. Çünkü şeytanın her adımı, her atılımı, insanın beynine ve
gönlüne bir düğümdür.
[28]
îsti'aze'nin üçüncü kavramı olan racîm, taşlamak, lanet etmek, beddua
etmek, küfretmek, zemmetmek, bilmediği şey hakkında konuşmak, şüphe etmek,
gelecek hakkında tahminde bulunmak, tasavvur etmek manalarına gelmektedir.
İsim olarak 'taş' demektir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
[29]
(Dediler ki: "Ey Nuh! Bu davadan vazgeçmezsen, iyi bil ki
taşlanmışlardan olacaksın"). Şuara/116.
[30]
Bir canlıyı uzaklaştırmak veya öldürmek için atılan taş için de recm
kavramı kullanılır.
(Dediler ki: "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve
içimizde seni cidden zayıf buluyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka
taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin"). [Hud/91]
Ayette geçen leracemnâke kelimesini bütün müfessirler, "taşlayarak
öldürme" olarak manalandırmışlardır.
İslâm dininde var olduğu söylenen zina eden nikahlı kişilere uygulanan
taşlayarak öldürme cezasına da recm denmektedir. Aslında Kur'an'da böyle bir
cezalandırma şekli yoktur. İslâm öncesi toplumlarda mevcut olan taşlama
şeklindeki ceza geleneği, İslâm'da olmamasına rağmen, bir İsrailiyat uygulaması
olarak ortaya çıkmıştır. Bu şekildeki bir İsrailiyat uygulamasını İslâm'a
maletmek yanlıştır.
[31]
Bir insan bilmediği ve uzmanı olmadığı bir konuda konuşana,
"atıyorsun, saçmalıyorsun" denir. Kur'an'da da, bilmeden konuşanlar
için recm kelimesi kullanılmaktadır:
("Onlar üç kişidir; dördüncüleri köpekleridir" diyecekler;
yine "Beş kişidir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. Bilinmeyen
hakkında tahmin yürütmektedirler). [Kehf/22]
Ayette geçen (recmen bi'1-gayb) ifadesi, taş atar gibi lafı ağızdan
-bilmeden- atmak manasına gelmektedir.
[32]
(Babası, "Ey
İbrahim!" dedi. "Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer
vazgeçmezsen, sana kötü söz söylerim. Uzun bir zaman benden uzak dur"). [Meryem/46][33]
Kötü söz söylemek, taşla recmetmeye benzemektedir. Her kötü söz, bir
taştır. Kötü söz, taştan daha yaralayıcı ve etkilidir. Taş başı yarar, bedeni
yaralar; kötü söz gönlü yaralar. Birincisi geçici, ikincisi kalıcıdır.
[34]
(Andolsun ki biz, en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları
şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık).
[Mülk/5]
Alev sütunu [Hicr/18]; parlak ışık [Saffat/10]; kandil [Mülk/5].
Alev sütunu, parlak ışık ve kandil denen bu yıldızlar, gökyüzünde
burçlar arası haberleşmenin düzenini bozan, araya girip hırsızlık yapan
şeytanlar için recm kılınmıştır. Yüce Allah, o yıldızlarla, hırsız şeytanları
taşlamaktadır.
[35]
İsfehânî, (recmetü) kavramını mezar taşlan olarak manalandırmak-tadır.
Daha sonra bu mana genişleyerek, mezarın tamamını ifade etmiştir. İsfehânî bu
fikrini şu hadîse day andırmaktadır. Kabrimi taştan yapmayın.[36]
E'uzu, şeytan ve racîm kavramlarının manalarını gördük. Şimdi Kur'an'a
göre nelerden Allah'a sığınılması gerektiğini açıklayalım:
Şeytanın insanı etkilemek için tuzakları farklı farklıdır. İsti'aze
sadece şeytandan dolayı yapılmaz; şeytan olan insanlar ve tabiat olaylarından
da Allaha sığınmak gerekiyor.
Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, şeytan, peygamberleri bile etkileme
faaliyetine girişmektedir. Peygamberler bile bu konuda Allah'a sığınmak
zorundadırlar.
[37]
(Şeytan seni bir fitle etkilemeye çalışırsa, hemen Allah'a sığın.
Allah işiten ve bilendir). [A'raf/200]
Şeytan, -peygamber bile olsa- insanı fe (nezğ=fit) ile etki alanına
alabilmektedir. Bu etkileşimde, yüzde bakımından büyük bir olasılık vardır.
Nezğ kavramı, "kötüye teşvik, kışkırtma, tahrik, şeytanın gizli sözleri,
imaları" manasına gelir.
Kötüye sevketmek maksadıyla şeytanın yapmış olduğu kışkırtmalara, insanın
sadece kendi iradesiyle karşı koyabilmesi çok zordur. İnsan, ancak
kalplerdekini bilen ve her şeyi duyan Allah'a sığınmakla, bu etki alanının dışında
kalmayı başarabilir.
Ayetin sonu niçin Allah'a sığınmamız gerektiğine ışık tutmaktadır:
Çünkü Allah duyan ve bilendir.
Hz. Yusuf, şeytanın bu etkisini şöyle dile getirmektedir:
Şeytan benim ve kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, sizi çölden
Rabbim buraya getirtti. Gerçekten Rabbim dilediği şey için aldığı tedbirde çok
hoş ve lütufkâr davranır; çünkü O, her şeyi inceden inceye bilen, her yaptığım
bir hikmete göre yapandır. [Yusuf/100]
Yusuf, kardeşler arasındaki bozgunculuğu şeytanın yaptığını, onların
arasına tahrik bombasını onun koyduğunu ve bu kötü etkiyi ancak Allah'ın düzelttiğini
itiraf etmektedir. Ayrıca şeytanın bozduğu bu kardeş ilişkilerini Allah’ın
düzelteceği öğretisini vermektedir.
(Ve de ki: "Rabbim, şeytanların kötü etkilerinden sana sığınırım.
Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim!")
[Mü'minûn/97-98]
İlk ayette geçen hemezâî kavramı, şeytanın kalbe vesvese vermesi,
kötü-ıijjl şeurmesi. itmesi, sıkıştırması, birini yere vurmak, mahmuz, dürtmek,
çe-t-crrsek. çarpmak manalarına gelmektedir.
Yüce Allah, Hz. Peygamberin şeytanın sıkıştırmasına maruz kalacağını
bildiği için ona, Rabbine sığınmasını emretmektedir. Şeytan, insanı etki altına
alabilmek için ona yaklaşmaktadır. Şeytanın yaklaşmasından, yani yanında
bulunmasından da Allah'a sığınmak gerekiyor. Çünkü insan, şeytanı kendinden
uzaklaştırmaktan acizdir. Bu aczini Allah'a itiraf edip, O'na sığınıp, O'nun
yardımını istemelidir.
Hemezât ile nezğ, çok az farklarla aynı manaya gelmektedirler. Hemezât,
daha çok psikolojiktir; nezğ ise hem psikolojik, hem de sosyolojiktir. İki toplum
veya iki fert arasındaki bozuşmaları meydana getiren şeye nezğ denmektedir.
Hemezât't&n sosyolojik neticeler çıkmaz ve daha çok ferdî iken; nezğ
psikolojik oluşumlarda kalmayıp sosyal bozuşmalara intikal eden bir içerik
taşımaktadır.
Bütün gücümüzü ve imkanlarımızı seferber etsek bile, ilahî iradeye
sığınma ihtiyacındayız. Eğitimde bu yolun kullanılması da insanı başarıya
götürecektir.
Müfessirler, bu iki kavramı aynı anlamda kullanmışlar ve onlara aynı
manayı vermişlerdir. Ama nezğ'i hemezât yerine kullandıkları halde, hemezât'ı
nezğ yerine kullanmamaktadırlar. İki kavramın ortak manası vesvese'dii.
[38]
Nezğ ve hemezât ile birlikte Yüce Allah, insanın herhangi bir organmı
kullanmamıştır. Ama 'vesvese' ile 'göğüs' kelimesini birlikte kullanmıştır:
De ki: "İnsanların göğüslerine (kalplerine) vesvese sokan, pusuya
çekilen cin ve insan şeytanlarının şerrinden, insanların Rabbine, insanların
melikine, insanların ilahına sığınırım". [Nâs/1-6]
Şeytanın merkez üssü nefistir. Nefisten gönüle vesveselerini fırlatır
ve böylece gönlü fethetmeye çalışır. Şeytanın nefiste meydana getirdiği depremin
fay hattı, gönüle kadar uzanmaktadır. O, gönüldeki sevgi, irade, korku, iman,
saygı, sadakat, ahde vefa, haya, namus gibi güzel ahlâkın temel değerlerinin
âbidesini, depremiyle yıkmaya çalışır. Yani, vesvesesiyle gönülde depremler
meydana getirmeye gayret eder.
Cin şeytanları, bu depremi tek başına yapmaları mümkün olmadığı için,
insanlardan oluşan şeytanları da yanlarına alırlar. Onun için Allah, cin ve insan
şeytanları tabirini kullanmıştır. Şeytanlar, insan gönlünde oluşturacakları
vesvese için pusuya yatmaktadırlar. Cin şeytanları ile insan şeytanları,
insanın gönlünde belli bir noktada kesişmekte ve orada vesveseleriyle kötüden
yana büyük bir değişim meydana getirme uğraşısı vermektedirler.
İnsanın, kendi içinde bulunan bu düşmanlarla mücadele etmesi kolay değildir.
İşte Allah bunun zorluğunu bildiğinden rab, melik ve ilah sıfatlarına
sığınılmasını istemektedir. Bu sıfatlarıyla, ins ve cin şeytanlarının verdiği
vesvesenin şerrinden insanı korumaktadır. Aklın tek başına, üssü nefiste olan
ve gönüle uzanan fay hattının meydana getireceği depreme karşı koyması imkânsız
denecek kadar zordur. Aklını seferber ettikten sonra, Allah'tan yardım dilemek
kaçınılmazdır. O'nun koruyuculuğuna sığınmak, bir seçenek değil tam tersine
bir vecibedir.
Şeytanların reisi olan İblis, Hz. Âdem ile hanımına vesvese vererek
haram lokma yedirmiş ve böylece avret yerlerini açtırmıştır:
Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için onlara vesvese verdi ve "Rabbiniz size bu ağacı sırf 'melek olursunuz
veya ebedî kalanlardan olursunuz' diye yasakladı" dedi. [A'raf/20]
Yüce Allah, bu ayette, şeytanın insana verdiği vesvesenin nerelere uzandığını
ve hangi davranışlarını bozduğunu ortaya koymaktadır. Vesvese, bir taraftan
Allah'ın emrine karşı gelmek hattında çalışmakta, diğer taraftan haram lokma
yemeyi teşvik etme planım uygulamaktadır. Her iki eylemi gerçekleştiren bu
vesvese, insanın utanma duygusunu ortadan kaldırarak, avret yerlerinin
açılmasını sağlamaktadır. Böylece, ahlâkî değerlerin temeline konan en
tahripkâr dinamitin haram lokma olduğuna dikkat çekilmektedir. İşte şeytanın
vesvesesi, Allah'a asi olmaktan başlayarak, insana haram lokma ye-iirerek,
ahlâkî davranışın temeli olan utanma duygusunu dinamitlemektedir.
Bu vesvesenin tahribatından insanın tek başına kurtulması olası
değildir. Rabbine ihtiyacı vardır. Bunun için de, Allah'a sığınmalıdır.
[39]
Şeytanın çağrısında 'va'd' vardır. Zaten çağrı kavramının temel manası va’dddir.
(Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun!" dendiğinde, 'Hayır, biz
babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. Ya şeytan onları alevli
ateşin azabına çağırıyor idiyse). [Lokman/21]
Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız ifadesi, taklidi ifade
etmektedir. Geçmişin kokuşmuş, işe yaramayan ve insana kötülükten başka bir şey
getirmeyen anlayışına, inancına ve davranış biçimine uymanın neticesi cehenneme
düşmektir. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz: Taklit, insanı cehenneme götürür,
yani taklit ateştir. İşte şeytan insanı etkileyerek, Allah'ın indirdiğinden
uzaklaştırıp taklide sevketmektedir. Bu da onun cehenneme olan çağnsıdır.
Yeniyi reddeden, gelişmeye ve değişime karşı çıkan insanlar, aslında
şeytanın çağrısına uymaktadırlar. Aklın ufuklara koşan tabiatına engel olup,
geçmişin işe yaramayan faydasız bilgilerini beynine zincir olarak vuran
insanlar, aslında şeytana tapmaktadırlar. Yeniyi, değişimi ve gelişimi bir
tarafa atanlar, şeytana arkadaş olmuşlardır; o da onları ateşe götürecektir.
Cehenneme çağıran şeytan insanlara şöyle diyecek:
İş bitirilince, şeytan diyecek
ki: "Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaadetti. Ben de size vaadettim,
ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece
sizi çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni kınamayın,
kendinizi kınayın".
[İbrahim/22]
Allah, gerçeğe çağırırken, şeytan sahte olana çağırır. Onun çağrısına
icabetin sonu pişmanlık, dövünmek, nedamet ve hasrettir:
(Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle,
yayalarınla onları yaygaraya boğ. Mallarına, evlatlarına ortak ol; kendilerine
vaadlerde bulun. Şeytan, aldatmadan başka bir şey vaadet-mez). [İsra/64]
Haram yolla elde edilen maddî bir değere ve zina yoluyla sahip olunan
çocuklara şeytan ortaktır. Ayetteki, Mallarına ve çocuklarına ortak ol ifadesi,
buna işaret etmektedir. Şeytan bütün çağrı ve vaadlerini, bu aldatma planı
üzerine bina etmektedir. Allah'a sığınmadan insan bundan nasıl kurtulur?!
[40]
Şeytan, kötü olan davranışları süsleyerek insanları etkileyip o
davranışları yapmalarına sebep olmaktadır:
Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de. "Bugün
insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Şüphesiz ben de sizin
yardımcınızım" deci. Fakat iki ordu birbirini görünce, ardına döndü ve
"Ben sizden uzağım, ben sizin göremediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan
korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi. [Enfal/48]
Ayetin burada bizi ilgilendiren kısmı, şeytanın insanlara amellerini
süsleyerek güzel gösterdiği meselesidir. Sahte süs ve sahte güven, insanları
yanlış amel ve eyleme sevketmektedir. Şeytanın bu süslemesini anlayıp, ondan korunmak
çok zordur:
(Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm.
Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan
alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar). [Neml/24]
Şeytanın amelleri süslemesi, onların doğru yolu şaşırmalarına ve bir
daha onu bulamamalarına neden olmuştur. Böylece, şeytanın süslemesinin etkisinden
kurtulmanın ne kadar zor olduğu vurgulanmıştır. Bunun bir tek çaresi vardır, o
da yardım için Allah'a dua etmektir.
[41]
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fuhşu emreder. Allah ise, size
katından bir mağfiret ve bir lütuf vaadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her
şeyi bilendir. [Bakara/268]
Ayette geçen fahşa kavramı, Râzî'ye göre, hasislik, cimriliktir.
Kişiyi, fakir düşmekle korkutarak, infak etmesini, zekat vermesini, fakirin
elinden tutmasını engeller. Bu sebeple cimrilik, şeytanın emridir. Fahşa
kavramına, cimrilik ve hasislik manasını, cümlenin başındaki fakirlik
kavramından dolayı vermekteyiz. Oysaki fahşa, cinsel davranış bozukluğunu da
ifade etmektedir. Fakir düşme endişesine sevketmenin doğal sonucu cimriliktir.
O zaman aklımıza şu soru gelmektedir: Fakirlik korkusunu insanın içine saldıktan
sonra, cimriliği emretmesine ne gerek var?
Fakirlik korkusu sonradan kazanılır; ama cimrilik doğuştan gelen bir
duygudur. Yani insan, sahip olduğu şeyleri başkasına vermeme duygusunu doluştan
getirir. Onun için çocuklar oyuncaklarına sahip çıkarlar, başkalarına »ermek
istemezler. Eğer çocuklara eğitim vasıtasıyla paylaşma alışkanlığı
».^iandınlmazsa, büyüdüklerinde cimri olma ihtimalleri büyüktür.
Onun içindir ki şeytan, sonradan kazanılan fakir düşme korkusunun insanın
doğasında bulunmaması sebebiyle etkisini bu temelsiz durumun üzerine bina
etmenin geçerli olamayacağının farkındadır. Bu yüzden, insanın doğasından
gelen, malını sakınma ve koruma duygusunu kullanarak etkisini sağlam temeller
üzerine kurmaya çalışır. Böylece iki yönden insanın iç alemini abluka altına
alır; bir taraftan insanın içine fakirlik korkusunu salar, diğer taraftan
cimriliği emreder.
[42]
Şeytanın insanı etkileme yollarından biri de, yapılması gereken eylemleri
unutturmasıdır. Yüce Allah, şeytanın bu etkinliğini şöyle dile getirmektedir:
(Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı
unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki, şeytanın
yandaşları hep kayıptadır). [Mücadele/19]
Allah'ı anmak, hatırlamak ve düşünmek, insanın en asîl ibadetlerinden
biridir. İnsanın beyni, gönlü ve duygu aleminin müştereken hareket ettiği bu
ibadet şekli, kökleri insanda, dalları ise göklerde olan bir ibadettir.
Şeytanın en büyük başarısı, insana Allah'ı anmayı unutturmasıdır. Çünkü o
biliyor ki, insan Allah'ı unutursa, Allah da onu unutacaktır. Hatta kendisini
kendisine unutturacaktır. [Haşr/19]
Allah'ın ayetlerine hakaret edenlere karşı takınılacak tavrı, şeytanın
unutturma ihtimali vardır. Peygamber bile bundan müstağni değildir:
Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar
başka bir konuya geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana
unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma!
[En'âm/68]
Keh/63'te Musa'nın fetasına şeytanın unutturması hatırlatılmaktadır.
Peygambere bile unutturabilen şeytanın bu faaliyetinden, Allah'ın yardımını almadan,
O'na sığınmadan kurtulmak mümkün olmadığından Allah, kovulmuş şeytandan
kendisine sığınmamızı istemektedir.
[43]
Yukarıda belirtildiği gibi şeytanın etkilerinden Allah'a sığınmak
gerekiyor. Acaba sadece şeytandan mı Allah'a sığınılması gerekir, yoksa
kendilerinden Allah'a sığınılması gereken başka şeyler de var mıdır?
[44]
Cehalet şeytandan daha etkilidir; çünkü cahil insan, hem cehaletin kötü
etkisi altındadır; hem de şeytanın etki alanı içinde olduğunun farkında
değildir:
Musa kavmine: 'Allah bir sığır kesmenizi emrediyor' demişti de,
'Bizimle alay mı ediyorsun?!' demişlerdi. O da, 'Câhillerden olmaktan Allah'a
sığınırım' demişti. [Bakara/67]
Bir peygamber cehaletten Allah'a sığınmaktadır, cehaletin
tahribatından, Allah'ın yardımı olmadan kurtulmak mümkün değildir, cehalet
düşmanı dost, dostu düşman, gerçeği sahte, sahteyi gerçek, iyiyi kötü, kötüyü
iyi, doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterir, cehalet, insanın önünü karanlığa
boğduğu için insanın adım atmasını engeller.
[45]
Bilmediği bir şeyi Allah'tan istemek çok kötü bir davranıştır. Oğlunu
kurtarmasını isteyen Nuh'a Allah, bilmediği bir şeyi kendisinden istemesi
halinde cahillerden olacağını bildirince Nuh Allah'a sığınarak şöyle dua eder:
(Nuh dedi ki: "Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi
istemekten sana sığınırım"). [Hud/47]
İnsan Allah'tan bir istekte bulunurken, o meselenin fayda ve zararını
bilmiyorsa, isteğinde hata yapabilir. Allah'tan bir şey istemek de bilgiye
dayanmalı, bilginin rehberliğinde olmalıdır.
[46]
(Evinde bulunduğu kadm, onun nefsinden murat almak istedi. Kapılan
iyice kapattı. Ve 'Haydi gel!' dedi. Yusuf da, "Bu işi yapmaktan Allah'a
sığınırım. Zira, kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu
ki: Zalimler iflah olmaz" dedi). [Yusuf/23]
Hz. Yusuf, kendisine yapılan zina teklifinden ötürü Allah'a
sığınmıştır. Kendisine bütün imkânları hazırlayan Aziz'e ihanet etmek istemedi;
istememekle de kalmayıp, bu teklife karşı durmak için Allah'ın yardımını
dileyerek, O'na sığındı. Cinsel içgüdünün önünde durup, iffetini korumak
zordur. Akıl, mantık, bilgi ve irade ister. İman ve iffet duygularının bir
araya gelmesini zo-runlu kılar. Bütün bu alt yapıya rağmen, insan yine de bu
içgüdünün etkisini kıramayabilir. İşte o zaman, Allah'a sığınmak gerekli
olmaktadır. İnsanın Allah'a sığınması ile ilahî iradenin kesiştiği yerde,
cinsel içgüdünün disiplini sağlanmış olacak ve bu kötü fiili yapmaktan uzak
kalınacaktır.
[47]
Tesadüfen tanımadığı bir erkekle karşı karşıya kalan bir kadının
yapacağı şey Allah'a sığınmaktır. Cebrail Hz. Meryem'e erkek suretinde
görününce Meryem hemen Allah'a sığındı:
("Senden, Rahman'a sığınırım" dedi). [Meryem/18)
Yüce Allah erkeklerden Hz. Yusuf u, kadınlardan da Hz. Meryem'i Allah'a
sığınma konusunda örnek olarak vermektedir.
[48]
Kibirli insanlar, şeytanla ortak yönü olan insanlardır. Varlıklar
arasında ilk günahı işleyen şeytan, kibirinden dolayı bu günahı işlemiştir.
İnsanların şeytana en yakın olanları, kibirli olanlarıdır. Bu insanlardan
Allah'a sığınmak gerekir:
(Musa da, 'Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de sizin
de Rabbinize sığınırım' dedi). [Mü'min/27]
Ahiret gününe inanmayan kibirli insanın kötülüğünden korunmanın zorluğunu,
Hz. Musa da itiraf etmektedir. Bir peygamber olduğu halde Hz. Musa, ahirete
inanmayan kibirli adamdan Allah'a sığınmıştır. Zira bu tip insanların ne
yapacaklarını kestirmek mümkün değildir.
[49]
Her ne olursa olsun insan, suç işleyenden başkasını cezalandırmaktan Allah'a
sığınmalıdır. Kur'an bunun bir örneğini şöyle ifade etmektedir:
(Dedi ki: "Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını
alıkoymaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimlerden
oluruz"). [Yusuf/79]
Birisi, suç işleyen kimse yerine kendisinin cezalandırılmasını istese
bile, suçludan başkasını cezalandırmak zulüm olur.
Kimsesiz, güçsüz ve zavallı insanlar, çoğu zaman iftiraya uğrayarak başkalannın
işlediği suçların bedelini ödemişlerdir. Bu sosyal yarayı iyileştirmenin yolu,
Allah'a sığınacak kadar imana sahip olmaktır. Dünyada hiç bir davranış,
başkasının suçunu birine atmak gibi zalimane bir davranış kadar şeytanı memnun
edemez. Bu tip insanların şerrinden, Allah'a sığınmaktan başka çıkar yol
yoktur?
[50]
Tahrim/6 ayetine göre, eğitim faaliyetinin bir görevi de korumaktır.
Eğitim faaliyetinin temel direkleri olan aile ve okul, çocukların iyi
yetişmesi ve çeşitli olumsuz etkilerin altında kalmamaları için koruyucu
faaliyetlerini yerine getirmelidirler. Aile ve okulun, bütün gayretlerine
rağmen başarılı olamayacakları bir alan vardır; o da şeytanın etkisidir. İşte
burada yardımını celbetmek için Allah'a sığınmak gerekir. Yüce Allah, Hz.
Meryem'in annesini bu duruma örnek olarak göstermektedir:
(Ve ona Meryem ismini verdim. Lanetlenmiş şeytana karşı onu ve soyunu
korumanı diliyorum). [Âl-i İmran/36]
Hz. Meryem'in annesinin bu duası, eğitimin önemli metodlanndan biri
olarak eğitim faaliyetinde yerini almıştır. Bu örnek, dua ve isti'azenin eğitimdeki
önemini göstermektedir. Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed, çocukları ve torunları
için aynı duayı yapmışlardır. İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadîse göre Hz.
Peygamber, torunları Hasan ve Hüseyin için şöyle dua ederek isti' azede
bulunmuştur:
Sizi, her şeytan ve zehirli hayvandan ve kem gözlerden, Allah'ın tam
kelimelerine havale ediyorum. Atam İbrahim, oğullan İsmail ve İshak için bu
kelimelerle isti'aze yapardı.[51]
Bu hadîste, Hz. İbrahim'in, çocukları için Allah'a sığınma (isti'aze)
konusunda başlattığı geleneği Hz. Muhammed'in sürdürdüğüne şahit oluyoruz.
Aile efradını şeytandan koruması için Allah'a sığınmak gerekiyor. Baba,
peygamber bile olsa, çocuklarını belalardan koruyamaz. Eğitimde ailenin gücü
sınırlıdır. Bunu ortadan kaldırmanın yolu, ilahî yardımı devreye sokmak için
isti'azede bulunmaktır.
[52]
İnsana zararı dokunan ve dokunacak olan bütün yaratıkların şerrinden
Allah'a sığınmak gerekir: bu (Yaratıkların kötülüklerinden felakın rabbine sığın!)
[Felak/2]
Hz. Peygamber de, bu ayetin tefsirine konu olacak şekilde şöyle demiştir:
“Yarattığın, var ettiğin ve
vücut verdiğin şeylerin şerrinden zatına sığınırım.”[53]
Bazan insanoğlu, Allah'ın yarattığı bir maddeyi, insanı mahvedecek hale
getirebilmektedir. Maddenin, parçalandığında insanı mahvedecek olan çekirdeğindeki
düzeni dışarıdan müdahale ile bozarak patlatan insan, o küçücük varlığı zararlı
hale getirmektedir.
İnsanlar, güzelim tabiatı kirleterek dengesini bozmakta ve böylece onu
insana zararlı hale getirmektedirler. İnsan, insanın kurdu olmaya çoktan
başlamıştır.
Meyvenin içindeki kurdun oluşumunu göremiyoruz; insanın iç aleminde
oluşan kurtların şerrinden Allah'ın yardımı olmadan kurtulmak neredeyse
imkansızdır. Yaratıklar alemini ihya etmek için yaratılan insan, o yaratıklara
zarar vermemelidir.
[54]
Muavvezeteyn olarak anılan
surelerden biri olan
Felak/3 ayeti, (Basan zifiri
karanlığın şerrinden, (tan yerinin Rabbine sığın!) şeklindedir. Zifiri
karardıkta ne vardır da ondan Allah'a sığınmak gerekiyor?
Basan zifiri karanlık şunu ifade etmektedir:
Kötülüklerin çoğu gece gerçekleştirilir. Şeytan gece vakti daha etkili bir
şekilde faaliyete geçer. İçkinin içilmesi, zina ve savaşların ilan edilmesi,
hep gece vakti olmuş ve olmaktadır.
Gündüz vakti çok az kişi içki içer veya zina eder. Savaşlar da
genellikle gece ilan edilir.
Diğer taraftan, Allah'ın belaları daha çok geceleyin, sabaha karşı
gelir. Allah'ın, tabiat olaylarını kullanarak insanları cezalandırması,
genellikle gece olmuştur. Kur'an'a göre bu, genel bir ilahî kuraldır:
(Azap yurtlarına indiğinde, uyarılanların sabahı ne kötü olur).
[Saffat/177]
(Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü). [Hud/81]
Basan zifiri karanlık ifadesi, insan nefsinin
beyni ve gönlü örtmesidir. Akıl güneşinin ve imanın önünü bulut gibi kapatıp,
insan davranışlarının bu güçlerle olan bağını koparması ve onların ışığından
istifade etmesini engellemesidir. Aklın ve düşünce ışığının kaybolması, iman
nurunun gönülde batması, nefis dumanının oraları istila etmiş olmasından
kaynaklanır. Basan zifiri karanlık nefsin, insanın iç alemindeki ışığı
söndürmesini ifade etmektedir. İnsanın iç alemindeki, yani psikolojik
yapısındaki böyle menfî bir oluşumun engellenebilmesi için, ilahî yardım
şarttır. Felak suresinde, Hz. Peygamber'in bile bundan istisna edilmediği
görülmektedir. Çünkü emrin ilk muhatabı odur. Bu ve buna benzer pek çok ayette,
insanların yaptıkları yanlış işlerin göğe yükseleceği, oradan bela olarak
tekrar onların başına -gece vakti- döneceği ifade edilmektedir. Böylesi
belaların başa gelmesinden Allah'a sığınmak gerekir. İnsanların birbirlerine
olan düşmanlık duygulan, gece vakti birbirlerine tuzak kurmaya kadar varabilir.
İlgili ayetlerden, bu tuzakların gerçekleştirildiği gecelerden, Allah'ın
yardımını dilemek suretiyle O'na sığınmanın zorunluluğu anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber bu konuda Allah'a şöyle sığınmaktadır:
Ey Rahman! Hayırlarla gelen
hariç, gece ve gündüz gelenlerin şerrinden, yere inen ve ondan çıkanın
şerrinden, göğe yükselenin ve ondan inenin şerrinden, kendisinden hiçbir günahkarla
itaatkarın vazgeçemeyeceği tam olan kelimelerine ve kerîm olan zatına
sığınırım.[55]
Hz. Peygamber'in bu hadîsi, -bir bakıma- Felak/3 ayetini tefsir etmektedir.
Zifiri karanlığın şerrinden korunmak, insan gücünün ötesinde bir çaba
gerektirebilir. Bunu da ancak Allah temin edebilir.
[56]
Sihirbazlar iplere okuyarak düğüm yaparlar. Onların bu etkinlikleri
insan-ıra zarar verir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
(Düğümlere üfürüp büyü yapanların şerrinden Allah'a sığın!) [Felak/4]
Hz. Musa döneminde zirveye ulaşan sihir uygulamaları, Kur'an'ın
geldi-: dönemlerde de revaçtaydı. Yüce
Allah öncelikle Hz. Peygamber'den, bu r ahirlerden kendisine sığınılmasını
istemiştir.
Düğümlere üfürmek ifadesinden başka mana çıkartmak mümkün müdür?
Yazdıkları kitaplarla gençlerin beynine ve gönlüne düğüm atan, onların gönül
ve zihin boyutunu bu düğümlerle çalışmaz hale getirenler, bu ifadenin kapsamına
girmez mi? Yanlış felsefe ve yanlış bilgilerle insanların anlayış kapasitelerini
ve manevî hayatlarını düğümleyenlerin, o sihirbazlardan farkları var mıdır?
Bize göre insanların düşüncelerine ipotek koyan, düşünce özgürlüklerini
ellerinden alan, gönüllerinde deprem meydana getiren fikirleri üretenler,
günümüzün sihirbazlarıdır. Bunların şerrinden Allah'a sığınmak gerekiyor.
[57]
(Haset edenin şerrinden Rabbine sığın!) [Felak/5]
Haset, başkasında olan nimetin ondan alınıp kendisine verilmesini istemek
manasına gelmektedir. Aslında haset, psikolojik bir duygudur. Başkalarının
sahip olduğu çeşitli nimetlere karşı akılcı bakamamaktan dolayı, nefsin dikenli
isteklerinin kabarmasından ibarettir. Kökleri nefiste olan haset ağacı, sosyal
hayata dal budak salınca, insan ilişkilerini yakıp küle çevirmektedir. Hasetçi,
haset saikiyle entrikalar, hileler ve düzenler tertip eder. Bu da haset
duygusunun sosyalleşmesiyle sonuçlanır.
Gıptanın kıskançlığa, kıskançlığın çekememezliğe, çekememezliğin hasede
dönüşmesi, insanlar arası ilişkinin yanıp kül olmasına sebep olabilir. Ateşin
odunu yakıp kül etmesi gibi, haset de insanın amellerini yakıp kül eder. Haset
edenin hile ve düzenlerinden kurtulmak, insan gücünü aşan bir yapıya sahiptir.
Hasedin yangınını ancak ilahî müdahale ile söndürebileceğimiz için, Felak suresinin
sonu böyle bitmektedir.
[58]
Şeytanın insanı etkilemek için nezğ, hemezât ve vesvesi'yi kullandığı
ayetlerde görülmektedir.
Birbirine yakın manalar taşıyan bu kavramların geçtiği ayetler
şunlardır:
(Şeytandan gelen bir fit seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın.
Çünkü O, işiten ve bilendir). [A'raf/200]
(Ve dedi ki: "Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından sana
sığınırım"). [Mü'minûn/97]
"Cin ve insan şeytanlarından meydana gelen, pusuya çekilen ve
insanların göğsüne vesvese verenin şerrinden, insanların Rabbine, melikine ve
ilahına sığınırım" de! [Nas/6]
Birinci ayette fit, ikinci ayette hemezât ve üçüncü ayette vesvese
kullanılmıştır. Bunlar insanı, kurtulamayacağı bir etki altına almaktadırlar.
Özellikle bu etkilerin merkez üssü, insanın nefsi olduğu için, insanın gücü
onlara karşı yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizlik, onda bir ihtiyaç meydana
getirmektedir. Bu yetersizliği dolduracak ve bu ihtiyacı giderecek olan
Allah'tır. Bu sebeple O'na sığınmaktan başka çare yoktur.
Yüce Allah, isti'azeyi, insan için faydalı olacağından dolayı
emretmiştir. O halde, isti'azenin (Allah'a sığınmanın) eğitim açısından
faydalan nelerdir?
1. Allah'a sığınmak, insanın
kendisini müstağni hissetmesini engeller:
Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. [Alak/6-7]
Cahil insan kendini yeterli görür. Kur'an dilinde buna kendini müstağni
görmek diyoruz. İnsanın kendini yeterli görmesi, bir azgınlıktır. İnsanı
azgın-laştıran, kendini müstağni (kendini kendine yeterli) görmesidir.
Kendini müstağni gören, Allah'a ihtiyacı olmadığını gizli de olsa ifade
etmiş olmaktadır. İşte 'isti'aze', insana ihtiyaç sahibi olduğunu ve bundan dolayı
da acz içerisinde bulunduğunu itiraf sadedinde emredilmiş ahlâkî ve insanî bir
ilkedir. Allah'a muhtaç olduğu bilinci, insanın takvasını oluşturmakla, bu
bilincin dilden dökülüşü de isti'aze olmaktadır. Allah'ın huzurunda ihtiyaç
sahibi olduğunu, çeşitli zararlara karşı konulamayacağını itiraf etmek, Allah'a
yaklaşmanın önemli bir basamağını teşkil etmektedir.
Kendini müstağni görme gibi, insanı şirke ve azgınlığa iten bir
duygunun kalpten çı-ijnlmasının yolu; bilginin insana verdiği alçakgönüllülük,
eksikliğini görebilme ve ih-z} aç sahibi olduğunu hissederek bu duygulan
Allah'a isti'aze ile itiraf etmektir. İnsan, \lak suresinin ilk ayetlerinde
geçen, yaratıldığı ilk maddeyi düşünürse, nereden geldi-irjn şuuruna
varacaktır. Nereden yaratıldığını bilen insan kendisini kendisine yeterli
îrremez. Çünkü o bilir ki, herkes ve her şeyden müstağni olan tek varlık
Allah'tır.
2. Müstağnilik duygusunu
terkederek Allah'a sığınmak.
tsti"azenin birinci basamağının insana sağladığı eğitim
etkinliğinden son-ı insanın yapacağı şey, Allah'a yönelmek, ihtiyaçlannı O'na
sunmak ve O'na kaçmaktır:
(Hepiniz Allah'a yönelin). [Rum/31]
(Allah'a kaçın). [Zariyat/50]
Din eğitiminin en önemli amaç ve görevlerinden biri, insanı sadece ve
sadece Allah'a yöneltmektir. İnsan düşünce itibariyle Allah'a yöneldiğini,
isti'aze ile ifade etmektedir. Sorunlarını ve ihtiyaçlarını Allah'a açmak,
O'nun katına sunmak, O'na yönelişinin ve kaçışının isbatıdır.
3.
Kendi kendini eğitme.
İsti'aze, insanın kendine yöneldiğinin, kendini hissettiğinin ve
kendini anladığının işaretidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Artık insan kendi nefsinin gözlemcisidir. [Kıyamet/14]
Bu ayetle Allah, insanın kendi iç alemini gözleyebileceğini
söylemektedir. Psikoloji dilinde buna "iç gözlem metodu" denmektedir.
İç gözlem yapmayan insan, kendi aczini anlayıp bir sığınak aramaz. İsti'aze bu
sığınağı aramak olduğuna göre, insan onunla kendi kendini anlayabilir,
duyabilir ve gözleyebilir.
Kendini gözleyebilen insan, takva derecesine ulaşmış demektir. Bu
seviyesiyle o, içinde kopan fırtınaların yönünü, ağırlığını ve kaynağını
anlayacak durumdadır:
(Eğer şeytanın fitlemesi
seni dürterse, hemen Allah'a sığm. Çünkü O, işitendir, bilendir, takvaya
erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünüp
hemen gerçeği görürler). [A'raf/200-201]
Şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınma, takvaya ermektir; takvaya eren
insana da Allah, içindeki oluşumların rahmani mi şeytanî mi olduğunu anlama
yetisini vermektedir.
Bu iki ayetten çıkan netice, bu yorumu yapmamıza imkan vermektedir.
Birinci ayetten, şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınmanın bir emir olduğunu
öğreniyoruz. İkinci ayette de takva ile basiretin ilişkisini görüyoruz.
Takva-basiret ikilisinin arasına ise Allah, düşünme'yı koymaktadır.
Basiret sahibi (gönül gözü açık) olan, diğer bir ifadeyle kendi kendini
gözleyebilen insan, içindeki fırtınaların kaynağını anlar; çünkü o, takva derecesine
çıkmıştır. Demek ki isti'aze öyle bir okuldur ki, orada en önemli insanî
değerler olan düşünmek ve basîret öğretilip, takvaya ulaşılmaktadır. İsti'aze
ile Allah'a sığınan insana Allah düşünmeyi, kendini gözlemeyi ve bunlarla
takvaya ermeyi nasip etmektedir. İsti'aze kapısından o üniversiteye girenler,
bu değerleri alıp mezun olmaktadırlar.
4. Temizlemek
Sığınmanın bu görevini Râzî şu şekilde açıklamaktadır.
Yüce Allah Kur'an'a tam anlamıyla temizlenmiş olanlardan başkası el süremez [Vakıa/79] buyurmuştur. Kalp Allah'tan başkası ile ilgilenince, dil de Allah'tan başka şeyleri söyleyip durunca, kalp ve dilde bir nevi kir meydana gelir. Bundan dolayı temizlik yapmak gerekir. Kul (e'ûzu billahi) deyince, bu temizlik meydana gelmiş olur.[59]
Râzî bizim de katıldığımız bir görüşle, Vakıa/97'deki kirliliğin, kalp
kirliliği olduğunu söylemiş, onun abdestsizlik olmadığını ifade etmiştir.
Oradaki temizlenenlerden kasıt, e'ûzu çekip gönül kirini temizleyenlerdir.
Gönlünü sahte putlardan temizleyip Allah'a sığınan insan, Kur'an'a
dokunabilir. Demek ki Kur'an'a dokunmanın şartı abdest değil, e'ûzu çekmektir.
Kur'an'a dokunmak için abdestin şart olduğuna dair Kur'an'da bir hüküm yoktur;
ama onu okumaya başlarken e'ûzü çekmenin farz olduğu hükmü Kur'an'da yer
almaktadır.[60]
İsti'aze (e'ûzü çekmek), kalp kirini ve -Râzî'nin dediği gibi- dilin
kirini temizler. İnsanlar dedikodu, gıybet ve yalan konuşmalarla hem dillerin,
hem de gönüllerini kirletirler. "Bunları temizlemeden Kur'an'a
dokunmayın" diyen Allah, bunları temizlemenin yolu olarak da isti'azeyi
göstermektedir.
5. Allah'a sığınma, çocuğu
şeytanın şerrinden korur.
İsti'azenin diğer bir etkinliği de, isti'aze ile çocuğun şeytandan
korunması için Allah'ın yardımını dilemek, çocuğu Allah'ın korumasına havale
etmektir.Hz. Meryem'in annesi bu hususta güzel bir örnektir; o, Ben onu ve
zürriini. kovulmuş şeytandan sana havale ediyorum derken, e'ûzü fiilini
kulmıştır. Demek ki anne-baba, çocuklarını şeytanın şerrinden koruması için
Allaha sığınarak dua etmelidir.
İnsanın eğitimde bütün imkanları seferber ettikten sonra meseleyi
Allah'a havale etmesi, Kur'an'ın öngördüğü önemli bir metodtur. Böylece
isti'azenin en ufak meselelerden başlayıp, eğitim faaliyetine kadar uzanan pek
çok faydasının bulunduğunu anlaşılmıştır.
[61]
1. Rahman-rahim olan Allah'ın
adıyla.
Besmele, Kur'an'ın ayetlerinden biridir. Fatiha suresinin ilk ayetini
teşkil etmektedir. Hz. Nûh da (bismillahi) ifadesini kullanmıştır:
(Nûh dedi ki: "Gemiye
binin; onun gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim, çok
bağışlayan ve çok acıyandır"). [Hud/41]
[62]
Bu ayet bize, kainattaki olayların Allah'ın ismi ile hareket ettiğinin
kanununu göstermektedir. Geminin gitmesi ve durması; işlerimizin yürümesi, çözümlenmesi
ve yol almasının Allah'ın ismi ile olduğuna işaret eden bu ayet, işlerin
durulmasının da O'nun sayesinde olduğuna dikkat çekmektedir. Bu takdirde
ayetteki ism kavramı, Allah'ın iradesini ve kudretini ifade eder ve neden
besmele ile başladığımızın da bilincini kazandırır.
İsti'aze ile Allah'a sığınıyor, besmele ile de O'ndan işlerimizi
yürütmesini istemiş oluyoruz. Böylece 'besmele', Allah'ın yardımını eyleme
dönüştüren ifadenin adıdır. Ama Hz. Nuh hangi kelimelerle besmeleyi ifade
etmiştir? Bize göre, onun ifadesini Yüce Allah levh-i mahfuzda Kur'an diline
çevirerek bize göndermiştir. Daha sonra besmeleyi, yani “Bismillahi’r-Rahmani’r-Rahim”
ayetini Hz. Süleyman Hüdhüd kuşuyla Belkıs'a gönderdiği mektupta kullanmıştır:
(Mektup Süleyman'dandır. Rahman-rahim Allah'ın adıyla). [Neml/30]
Hz. Süleyman da, mektubuna iki devletin arasındaki ilişkileri Allah'ın
yürütmesi bakımından, Hz. Nuh gibi besmele ile başlamıştır. Hz. Nuh, Geminin
gitmesi ve durması Allah'ın adıyladır demiş, Hz. Süleyman ise iki devletin
arasındaki işlerin yürümesinin Allah'ın adıyla olacağına işaret etmiştir. Hz.
Süleyman besmelenin ardından, (Bana baş kaldırmayın, teslimiyetle bana gelin)
[Neml/31] demiştir.
Demek ki onların teslim olmaları da olmamaları da Allah'ın kudretiyle
olacaktı.
Hz. Nuh ve Hz. Süleyman'la ilgili ayetlerden hareketle şu değerlendirmeyi
yapabiliriz: Tabiat olayları da, sosyal olaylar da Allah'ın adıyla yürür; kul
ister, Allah yaratır. Demek ki, besmele, kulun iradesi ile ilahî iradenin kesiştiği
noktaya işaret etmektedir.
Daha sonra besmele, Hz. Peygamber'e indirildi. Hira mağarasında gelen
Alak suresinin ilk beş ayetinin ilkinde yer aldı:
(Yaratan Rabbinin adıyla oku!) [Alak/1]
Okumaya besmele ile başlama emri, Kur'an'da ilk defa bu ayette yer almaktadır.
Nahl/98 ayeti, Kur'an okumaya e'ûzu (isti'aze) ile, Alak/1 ayeti ise besmele
ile başlamanın zorunlu olduğunu göstermektedir.
Üç peygamberle ilgili besmeleden şu anlamlan çıkartmak mümkündür: Hz.
Nuh'un besmelesi, tabiat olayları ile; Hz. Süleyman'ınla sosyal olaylarla; Hz.
Muhammed'inki ise, öğretim faaliyetiyle ilgilidir. Böylece, okumanın, yani öğretim
faaliyetinin verimli yürümesinin Allah'ın adıyla olacağı, bütün bu faaliyetlerin
Allah'ın adıyla yürüyeceği gerçeği insanlığın hayatına sokulmuştur.
Besmele ile bir işe başlayan insan, işini verimli, olumlu ve faydalı
bir şekilde ancak Allah'ın yürüteceğini itiraf etmekte ve bunu bir dua şekline
dönüştürmektedir. Demek ki besmele her şeye hareket veren bir güçtür, ya da o
gücün bütün hareketleri kontrol etmesidir. İnsanın ağzından dökülen o harf ve
kelimeler, ilahî iradeyi ve gücü; tabiat, sosyal ve öğretim olaylarıyla
birleştirmektedir. Önemli olan, besmelenin ağızdan dökülürken gönülden
gelmesidir.
[63]
Besmelenin başındaki (be) harfi, ile manasının yanısıra sığınma manasına
da gelir. "Başkası adına" bir işi yapmayı ifade eder. Be harfinin
anlamıyla ilgili Elmalılı Hamdi Yazır şu tesbitleri yapmaktadır:
Besmele'nin yapısını oluşturan kelimelerin odak noktasını (be) harfi
teşkil etmektedir. Bu harf sayesinde biz Allah'a ulaşırız. Bütün varlıkların gelişmesinin
başlangıç noktası ve varlıkların tek isteği olan rahman ve Rahîm
Allah'ın ismini, kalbimizde niyet ettiğimiz, ama henüz pratiğe
geçirmediğimiz işimize bağlayacak olan en özlü ve kısa söz, bu (be) harfidir.
İsteklerimizi yapmakta ne kadar serbest olursak olalım, yaptıklarımızın
tam sebebi olmadığımız bir gerçektir. Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zincirinde
ilk sının teşkil etmemektedir. Onların akışı içinde bir değişim ânını
oluşturmaktadır. Onun içindir ki, bütün isteklerimizin aksamadan ve sıkıntısız
olarak meydana geldiğini görmüyoruz. Demek ki başarılarımız, her şeyin ilk
sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin bereketine bağlıdır. Bu bereket,
başlangıçta rahman olan Allah'a, sonunda da Rahîm olan Allah'a bağlıdır.
Bilsek de bilmesek de bu, oran, ciddiyet, ilişki, bağlantı ve bütünlük arzeden
genel bir kanundur. Bu kanunun ortaya çıkması, varlığın sebebidir. İşte
besmeledeki (be), bu kanunu ifade eden
başlangıç harfidir.
(be) harfinin asıl manası,
yapıştırmak'tır. Karıştırma ve beraberlik, yardım dileme, pekiştirmek ve yemin
gibi birçok manası daha vardır. Müfessir-îer besmeledeki bu harf veya kelimenin
manasının, ayrıca, beraberlik veya yardım dileme anlamına geldiğini de
söylemişlerdir.
O zaman aklımıza bir soru geliyor: Bu harf neyi neye bağlıyor? Cevap
olarak denebilir ki; insanın yapmaya niyet ettiği herhangi bir işi Allah'a bağlamaktadır,
ya da kişi, o iş için Allah'tan yardım dilemektedir. Mesela Kur'an okumaya
başlayan bir insan, okuyuşunu Allah'a bağlıyor, O'ndan yardım di-ivor ve o işi
O'nun adına yaptığmı itiraf etmiş oluyor. Böylece yapılan okuna eyleminin
yürütülme işini Allah'a havale etmiş olmaktadır.
Bu duruma başka bir örnek verebiliriz: Hz. Peygamber'e Hira mağarasında.
(Rabbinin ismi ile oku) denmiştir. Cebrail okuma işini Allah'a bağlamıştır,
yani Allah'ın müdahalesiyle okuma faaliyetinin yürütüleceğini günceme
getirmiştir. Böylece (be) harfi, bir önceki niyet edilen eyleme bağlı olrak iş
görmekte ve o eylemi Allah'a bağlayarak O'ndan yardım dilenmesi gerektiği
öğretilmektedir.
[64]
(ism) kavramı, bir varlığın zihinde beliren işaret ve alametidir.
Ayrıca r»; başına bir mana ifade eden kelimeye de 'isim' denmektedir. Dış
alemde zihinde o varlığın gerçekleşen manasına da 'müsemma' denmektedir. İsm kavramının
yücelik manasına gelen sümuv veya damgalamak manasına vesm kelimelerinden
türediğini söyleyenler de vardır.
Bu manalardan birincisini şöyle açabiliriz: Yücelik manasına gelen ism,
anılınca insanı yüceltmektedir. Allah'ın isimlerini anmak/zikretmek, insanı
Allah'a yüceltmektedir. Allah için yücelik manasına gelen ism, varlıklar için
tanınma alametidir. Demek ki ism kavramı varlıklar için farklı bir mana ifade
etmektedir.
[65]
(rahman-rahim) isimlerini,
Fatiha/3'te ele alacağız. Ancak burada şunu ifade edelim ki, insan işini
Allah'a havale ederken, onu, rahman-rahim Allah'a bıraktığını söylemektedir.
Her iki isim de rahmet manasım taşıdığına göre Allah kullarının işlerini
'rahmet' sıfatlarıyla yürütmekte, onlara o sıfatlarla yaklaşmaktadır. İşlerin
başında (er-rahman), sonunda da (er-rahim) sıfatlarıyla muamele etmektedir.
Yüce Allah, işini kendisine bırakan ya da Allah adıyla işine başlayan insana
rahmetle muamele etmektedir.
Yüce Allah'ın rahman ve rahim sıfatları bize eğitimde önemli ipuçları
vermektedir. Aynı zamanda bu iki kavram Kur'an ahlâkının iki anahtar terimdir.
Yüce Allah merhamet sıfatından insanlara da bir cüz verdiği için, Kur'an ahlâkı
ile ahlâklanacak kişiler, eğitimciler, ana babalar, halkın, öğrencilerin ve çocukların
meselelerini merhamet dairesi içinde ele almalı ve çözümlemelidirler.
Yukandakilerin aşağıdakilere reva görecekleri muamelenin başı ve sonu merhamet
olmalıdır. Siyasetin, eğitimin ve iş hayatının temelleri merhamet üzerine kurulmalıdır.
[66]
2. Hamd, alemlerin rabbi
Allah'a mahsustur.
Fatiha suresinin besmele ile başladığına kani olduğumuzdan, hamd kavramı
ile başlayan bu ayeti ikinci ayet olarak ele aldık.
Bu ayetin özünü meydana getiren üç temel kavram şunladır: hamd, rab ve
alemler.
(elhamdulillâhi=hamd Allah'a
aittir). Hamd lügatte medhetmek, sena etmek, tebcil etmek, şükretmek manalarına
gelir.
Hamd kavramına müfessirler, birbirine çok yakın manalar vermişlerdir.
En geniş izahı Fahruddîn Râzî yapmıştır; en derli toplu manayı ise İsfehânî
vermiştir.
Zemahşerî, hamd ile medh'in kardeş olduğunu ifade etmektedir. İsfehânî
ise, sena manasını öne almaktadır. Hamd, medh'e göre daha özel; şükr'e göre ise
daha geniştir. Fahruddîn Râzî, medh'in iyilikten hem önce hem de sonra
olabileceğine, ama hamd'in sadece iyilikten sonra olacağına dikkat çekmektedir.
Medh canlı cansız her şeye yapılır, onun için medh, hamd'den daha geniştir.
Medh'in bir kısmının Peygamber tarafından yasaklandığını söyleyen Râzî, şu
hadîsi delil olarak getirmektedir:
Meddahların yüzlerine toprak
saçın![67]
İsfehânî'ye göre şükür, nimet karşılığıdır. Her şükür hamd'dir, ama her
hamd şükür değildir. Her hamd medhtir, ama her medh hamd değildir. Fakat Râzî,
daha farklı bir mukayese yapmaktadır: Hamd, nimetin sana veya başkasına
ulaşmasını kapsar. Şükür ise sadece sana ulaşan nimete mahsustur.[68]
Müfessirlerin tamamı, hamd'in şükür'den daha geniş, daha üstün ve daha
derin olduğunu söylemektedirler. Şükür şahsî nimet için yapıldığı halde, hamd
bütün varlıklara Allah'ın verdiği nimetten dolayı yapılmaktadır. Hamd
ibadetinde ferdin gönlü bütün kainatı kapsar haldedir. Kişi kendine verilen
nimetten dolayı şükrederek bütün bir varlık aleminin tasavvuruna ialar ve o
zaman da hamdeder. Dar düşünen şükreder, geniş düşünen ise -.amdeder.
Şükür ile hamd ibadetleri, insana, kişisel düşünceden evrensel
düşünceye î-çişin eğitimini vermektedir. Şükür, hamd'e nisbetle bir nokta,
deryaya nis-rede bir damla olarak kalmaktadır. Böylece hamd, damlada deryayı
görebi ufkunu vermektedir.
Besmeleden sonra hamd ile başlayan diğer sureleri ele alırsak, hamdin evrensel boyutu ortaya çıkar. (ehamdulillâhi) ifadesinden sonra ayet şöyle devam etmektedir: [69]
(Alemlerin rabbi). Allah'ın alemlerin rabbi olması nedeniyle layık olduğu ortaya çıkmaktadır. "Alemlerin rabbi" ifadesini, rab ve alemler şeklinde ayrı ayrı ele alarak inceleyebiliriz: [70]
(rab) kavramı r ve b harflerinden meydana gelmiştir. Bu harflerin
biraraya gelmesi, şu manaları ifade eder:
1. Bir şeyin ıslahı ve bunun
devamını temin etmek,
2. Bir şeye sarılmak ve ona
devam etmek,
3. Bir şeyi bir şeye eklemek.[71]
R harfini b harfine vurmakla, devamlılık ve eklemek anlamı meydana gelmektedir.
Aslında kelimenin anlamı ıslahat (düzeltmek), sarılmak ve eklemektir.
Düzeltmek, sarılmak ve eklemek manalanyla bu kavram, eğitim manasını
içermektedir. Eğitim faaliyetinin olduğu yerde düzelme, benimseme ve gelişme
vardır. Sarılma benimsemeyi, ekleme de gelişmeyi ifade etmektedir.
(rabbe) fiili sözlükte hakim
olmak, sahip olmak, kontrol etmek, besleyip büyütmek, yetiştirmek manalarına
gelir.
Bazıları terbiye kelimesini raö'den türetmektedir. Reba fiilinin masdan
terbi-ye'dir, ama rab kelimesinin masdan terbiye değildir. Reba 'artış'
manasına geldiği için, faize riba denmektedir. Rab ile riba, 'artma' manasında
buluşmaktadır. Onun için 'terbiye'nin ra&'den geldiğini söylemektedirler.
Şimdi Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığına bakalım:
[72]
Halik (yaratıcı) sıfatı, Allah'ın rab sıfatı içinde yer almaktadır.
"Alemlerin rabbi" ifadesinin birincil manası, "alemlerin
yaratanı"dır. Rab kelimesinin yaratma manasına geldiği -Hz. Yusuf un
lisanından- şöyle dile getirilmektedir:
(Rabbim! Bana iktidar bahşettin
ve hadiselerin tevilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan!) [Yusuf/101]
Burada rab kavramının içine (faftr=yaratıcı) sıfatını koymuştur. Şu
ayetler de bu anlamdadır:
(Firavun, 'Rabbiniz kim ey Musa' dedi. Musa da, 'Rabbimiz herşeyi
yaratan ve sonra da hidayet edendir' dedi). [Taha/49-50]
Ayetlerden anlaşılacağı gibi Firavun rabb'm ne anlama geldiğini sormuş,
Hz. Musa da Rabbi tanımlarken; "Her şeyi yaratan ve doğru yolu
gösteren" demiştir. Böylece rab kelimesinin içine hâlıklık (yaratıcılık)
sıfatını da koymuştur. Hidayet eden, yani doğru yolu gösteren demekle de,
rabbin eğiticilik manasına işaret etmiştir.
Firavun'un bu sorusu şu ayette de geçmektedir:
(Firavun dedi ki: "Alemlerin rabbi dediğin de nedir?" Musa
cevap verdi: "Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişilerseniz, göklerin,
yerin ve arasındakilerin rabbidir"). [Şuara/23-24]
Daha sonra Hz. Musa, Allah'ın kendilerinin ve evvelki atalarının, doğunun,
batının ve arasındakilerin rabbi olduğunu söylemiştir. Görülüyor ki bu
ayetlerdeki rab kelimesi, 'yaratan' anlamına gelmektedir.
Rab dendiğinde -ilk önce- göklerin, yerin, doğunun, batının,
arasındakilerin ve insanların yaratanı akla gelmelidir. Onun için Fatiha/2'deki
(rab-bi'1-alemin) ifadesi, "alemlerin yaratanı" şeklinde
anlaşılabilir. Fakat rab kelimesinin manası bundan ibaret değildir.
[73]
Yüce Allah'ın hidayet etmesi/doğru yola iletmesi, rab sıfatının
kapsamına girmektedir. 'Yaratıcı' sıfatı ile 'hidayet edici' sıfatı, rab
sıfatından doğmakladır. Rab sıfatı, her ikisini de kapsayacak kadar geniş bir
faaliyet alanına sahiptir. Hidayet etme ile rablığın ilişkisini şu şekilde
ifade etmek mümkün-:ur: Allah sadece yaratma kalmayıp aynı zamanda
yarattıklarına yolunu ve izifesini de
göstermekte; onları asla başıboş bırakmamaktadır. Daha açık ifade ile Allah iki
tür varlık yaratmıştır: Akıl sahibi olan varlık ve akılan yoksun olan
varlıklar. Akıl sahibi varlıkları, akıllarını, düşünme ve ye-c-eklerini
kullanma kabiliyeti vermek suretiyle hür ve irade sahibi kılmış; l ve iradenin
yanlış yolda kullanılabileceğinden ötürü de onlara kitaplar
t peygamberler vasıtasıyla hidayet yolunu da göstermiştir. Akıl
vermeyip -esul tutmadığı varlıklara da vazifesini gösterip öğretmiştir. Bu
nedenle fâ- sıfatı içerisinde hem
yaratma, hem de yol gösterme anlamı vardır.
Bütün varlıkları yaratan Allah, kimilerine vazifesini, kimilerine de
gide-jzrt. doğru yolu göstermiştir, ki buna hidayet denmektedir. Bu ise,
eğitimin .. "Lendisidir. Bu durumda Fatiha/2'deki "Alemlerin
rabbi" ifadesine "alem-c-r nıdayet eden" manasına vermemiz
mümkündür. Onun içindir ki Hz. Musa Taha/50'de, yaratma faaliyetinden sonra
-Rabb için- (Sonra hidayet edendir) demiştir. Böylece rab sıfatının iki anlamı
ortaya çıkmaktadır: yaratmak ve hidayet etmek.
[74]
Rab kavramının diğer bir anlamı da ilah 'tır.[75]
(Ve size, 'Melekleri ve peygamberleri rabler (ilahlar) edinin' diye de
emretmez. Siz müslü-man olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?")
[Âl-i İmran/80]
Buradaki ilah manasına gelen rab, sebeplerin sebebi, kulların
ihtiyaçlarını gideren anlamını ifade etmektedir.
[76]
Rab kavramı insana izafe edildiği zaman sahip, efendi manalarına gelmektedir.
Allah'a izafe edilince, sahip (mâlik) manasını kazanmaktadır. Şu ayette sahip
ve efendi manalarına gelmektedir:
(Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: "Beni efendinin
yanında an!" Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla
birkaç sene daha zindanda kaldı). [Yusuf/42]
Bu ayette rab kelimesi, iki defa geçmekte ve ikisinde de siyasî erki
elinde bulunduran kişi, sahip ve efendi anlamına gelmektedir.
O zaman Fatiha/2'deki "Alemlerin rabbi" ifadesine,
"Alemlerin sahibi" manasını verebiliriz. İsfehânî de, Yusuf/23'deki
rab kelimesini, melik anlamına almıştır.
[77]
Rab kelimesi rabbâniyyûn şeklinde kullanılınca, çeşitli manalara
gelmektedir:
(Hiçbir insanın Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden
sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun!' demesi mümkün değildir.
Bilakis şöyle der: 'Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz kitap uyarınca rabbaniler
olun!") [Âl-i İmran/79]
Ayette geçen rabbaniler kavramı, Rabbe/Allah'a mensup insanlar
demektir. Bir insan nasıl Rabbe mensup olabilir? Ayet, bunun, bilgi ile, okunan
ve öğrenilen kitap sayesinde, eğitim ve öğretimle gerçekleşeceğini
söylemektedir. Kitabı öğrenen ve tatbik eden insan, gelişerek Rabbe mensup
hale gelir.
Demek ki rab, yavaş yavaş gelişip, kemale ulaşmak veya ulaştırmak manasına
da gelmektedir. Bilgi ile insanın ulaşacağı, nihaî olgunluk seviyesini ifade
etmektedir. Hem o seviyeye giden gelişmenin, hem de seviyenin kendisi
olmaktadır. Başka bir ifadeyle rab, hem eğitim-öğretim faaliyetinin kendisini,
hem de Allah'a mensubiyetin doruk noktasını ifade etmektedir.
Rabbâniyyûn ve ribbiyyûn kavramları aynı manada olmakla beraber, birincisi
ilim adamları, ikincisi ise Allah'ın erleri anlamını ifade etmektedir.
Rabbâniyyûn kavramını İsfehânî şöyle açıklamaktadır:
Allah'a mensup din ve ilim adamları manasına gelen bu kişiler, ilmi,
hakim gibi geliştiren kimselerdir. Bunun anlamı, onlar bilgi ile nefislerini
terbiye edip geliştirirler. Rabbani olan kişi, nefsini bilgi ile terbiye ederek
geliştirdiği için ilmi, ilmi geliştirdiği için de şahsiyetini geliştirmiş
olur.[78]
Râzî pek çok kişinin rabbâniyyûn kavramı hakkındaki görüşlerini nakletmektedir:
Sîbeveyh, Allah'ı bilmek ve o'na devamlı itaat etmek; Müberret,
insanlara ilim öğretip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse;
İbn Zeyd "insanları eğitip yetiştiren; Ebû Ubeyde, öğrenen, öğrendiği ile
amel eden, hayır yollarını başkalarına öğretmekle meşgul olan manalarına
almaktadırlar.[79]
Bütün bu görüşlerle İsfehânî'nin görüşünü bir araya getirirsek, bir eğitim
ve öğretim faaliyetiyle karşı karşıya kaldığımızı anlamakta gecikmeyiz.
İsfehânî, kavramı eğitimin psikolojik boyutuna göre manalandırırken, iiğerleri
öğrenmek ve başkalarına öğretmek şeklinde yorumlayarak, onun -osyolojik
boyutunu gündeme getirmişlerdir. Çünkü îsfehânî, rabbâniyyûn 'kavramımı
açıklarken, onu, dışarıdan bilgiyi alıp kendi nefsini, yani şahsi-. etini
onunla geliştirip, oradan tekrar bilgiyi dışa vuran adam olarak gör--ektedir.
Diğerleri ise, bu kavrama, bilginin bu içselleşmiş halinden daha çok,
öğrenme, öğretme ve itaat etme anlamlarını yüklemektedirler. Hepsinin ortak
noktası, öğrenmek, öğretmek, geliştirmek manalarına yer vermiş olmalarıdır.
Rab kavramının içinde, öğretmek, eğitmek ve geliştirmek anlamlan vardır.
Bütün bunların bilgi ile olacağı gerçeği de ifade edilmiş olmaktadır. Rab
kavramının eğitim ve öğretim manası ele alınınca, şu soruyu sormamız gerekiyor:
İnsan, kendi şahsiyetini ve bilgiyi ne ile geliştirir? Bu sorunun cevabını şu
ayette bulmaktayız:
(Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler
olun). [Âl-i İmran/79]
Bu ayet, insanların, öğretim ve tedriat denen eğitimle gelişip rabbe
mensup kimseler olabileceğine işaret etmektedir. Gerçek vahiy olan Kur'an'ı
iyice öğrenip, tetkik edip, ondaki sırlan açıklamak ve başkalanna öğretmekle,
hem ferdin hem de toplumun gelişimi temin edilmiş olacaktır. Genelde bu ayet,
daha çok eğitimin öğretim boyutunu gündeme getirirken, şu ayet eğitim boyutuna
dikkat çekmektedir:
(Rabbâniyyûn ve ahbâr, onlan günah olan sözleri söylemekten ve haram
yemekten men etselerdi ya! İşledikleri fiiller ne kötüdür). [Maide/63]
Bu sefer de, rabbânîler'in, toplumu yalan ve haram lokma yemekten menetmeleri,
uyarmalan ve eğitmeleri, bu kavrama mana olarak yüklenmektedir. Bu faaliyet
ise, eğitimin alanına girmektedir.
Hz. Yusuf rab kavramına şu manayı yüklemektedir:
(Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olaylann yorumunu öğrettin).
[Yusuf/101]
Demek ki rab, iktidar veren ve sosyal olaylann yorumunu öğretendir.
Böylece rab kelimesinin siyasî ve öğretim boyutu ortaya çıkmış olmaktadır. Yüce
Allah, rablık sıfatı gereği Hz. Yusuf u yetiştirirken, ona sosyal olgula-nn ve
olaylann yorumunun nasıl yapılacağını öğretti. Bu bir öğretim faaliyetidir.
Bu üç manadan hareketle Fatiha/2'deki (rabbi'l-alemin) ifadesine
"Alemleri yaratan, yol gösteren ve öğretip eğiten" şeklinde mana verebiliriz.
[80]
Rab kavramının özünde yer alan diğer bir mana da arka çıkmak, sahip olmak
manalarına gelen veli'dii. Veli kavramının sözlük manalarından hareketle rab
isminin sırlarını açabiliriz: "Yanında olmak, yakın olmak, bitişik olmak,
takip etmek, dost olmak, terbiye etmek, idare etmek, yola getirmek, yardım etmek,
desteklemek, korumak, Allah'a yakın olmak, aziz adam" manalarına gelmektedir.
Hz. Yusuf bu manaları, veli kelimesiyle rab sıfatına yüklemektedir:
(Ya Rab! Sen dünyada da ahirette de benim sahi-bimsin). [Yusuf/101]
Bütün bu manaları Hz. Yusuf, veli kavramı ile Rabbe bağlamakta ve onun
anlamının ne olduğunu göstermektedir.
Peki sahip çıkmak ne ile olacaktır? Bu sorunun cevabını da yine Hz.
Yusuf vermektedir:
(Beni müslüman olarak yaşat ve öldür ve beni sâ-lihler arasına kat).
[Yusuf/101]
Müslüman olarak yaşatmak ve öldürmek, salihlerle beraber olmasını temin
etmek velîiliğin gereği olduğu gibi, rablığın da işlevleri arasındadır.
'Eğitmek' manasıyla rab, yukarıdaki işlevleri bir insana temin etmekle ona
sahip çıkmış olmaktadır. Bir insanın müslüman olarak yaşayıp ölmesini ve
hayatı boyunca iyi insanlar arasında yer almasını sağlamaktan daha iyi sahip
çıkma olur mu? Hz. Yusuf Allah'a Sen benim velimsin derken, O'ndan bu
isteklerde bulunmaktadır.
Yusuf/101 ayetini dikkate alırsak şöyle bir durum ortaya çıkar: Rab,
iktidar veren, yaratan ve insanı müslüman olarak yaşatan ve iyilerin arasına
koyup, sahip çıkan velidir. O zaman tekrar Fatiha/2'deki
"rabbi'l-alemin" ifadeline dönersek, ibareye "Alemleri yaratan,
yol gösteren, öğretip eğiten ve sahıp çıkan" manasını verebiliriz.
[81]
Şeref manasına gelen izzet kavramı, rab sıfatının içinde vardır
(Senin şeref sahibi Rabbin, onların verdikleri sıfatlardan uzaktır).
[Saffat/180]
Aslında eğitim insanların ruhlarını zenginleştirip şekillendirerek,
kafala-"3. bilgi, gönüllerine sevgi aşılayarak onlara şeref vermektedir.
Allah'a "alemlerin rabbi" demek, O'nun, alemleri yaratmakla, eğitip
öğretmekle, sahip çıkmakla onlara şeref verdiğini ifade etmektir. Çünkü insanı
bilgilendirip doğru davranışa yönlendirmekle, ona şeref vermiş olmaktadır.
Demek ki eğitici manasıyla rab, insanları eğiterek onlara kendi şerefinden
vermektir. İzzetin tamamı Allah'a aittir, O'ndan şeref almak isteyenler, doğru
bilgiye sahip olmalı ve iyi eylemler üretmelidirler. [Fâtır/10]
[82]
Bilindiği gibi cezalandırmak, affetmek ve merhamet etmek gibi eylemler, eğitimin temel öğeleridir. Bunların olmadığı yerde eğitimden bahsedilemez.
(Senin affı bol olan Rabbin merhamet sahibidir. Şayet yaptıkları
yüzünden onları sorgulayacak olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat kendilerine
tanınmış bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak
bulamayacaklardır). [Kehf/58]
Bu ayet bize Rabbin, affedici ve merhamet sahibi olduğunu ifade etmektedir.
Allah'ın Rablık sıfatıyla ahlâklanan eğitimciler, affedici ve merhamet sahibi
olmalıdırlar. Affedici ve merhamet sahibi olamayan eğitimciler, Allah'ın
ahlâkı ile ahlâklanmış sayılamazlar.
Affetmek ile merhamet bir araya gelince ne olmaktadır? Ayetin devamında
bunu bulmaktayız: Yapılan yanlış davranışlardan dolayı hemen cezalandırmamak,
değişme ihtimalini bekleyerek, onlara bir mühmet tanımak.
İnsanların pek çoğu değişimi hemen yapamazlar; onların ancak belli bir
süreçte değişme ihtimâlleri vardır. Eğitim biliminde buna "beklenti içinde
olma süreci" denmektedir. Rab, insanların bu özelliği nedeniyle, affedici
yönüyle onları hemen cezalandırmamakta, merhamet özelliği ile onlara değişmeleri
için mühlet tanımaktadır.
[83]
Daha önce velilik manasıyla rab kelimesine, sahip çıkma ve koruma
manasını vermiştik. Demek ki eğitici manasına gelen rab, eğitim faaliyetini,
'koruyuculuğu' ile icra etmektedir.
Şu ayeti bu manada değerlendirebiliriz:
(Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktu. Ancak ahirete
inananı şüphe edenden ayırt edip bilelim diye, şeytana bu fırsatı verdik.
Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır). [Sebe/21]
Bilindiği gibi, bir eğitimin eğitim faaliyeti olabilmesi için, sonuçta
bir imtihanın bulunması gerekir. İmtihan olmayan bir yerde, yapılan eğitimden
faydalananların veya faydalanmayanların ayırdedilmesi mümkün değildir. İlâhî
eğitimde şeytan, bir imtihan vesilesidir. Bu vesileler belli sorulara muhatap
olmakla gerçekleşmektedir. İşte bu soruların cevaplandırılması şarttır.
Bazen bu soruyu Allah, ahirete inanan ile şüphe edeni tesbit etmekte,
yani ayırmakta kullanmaktadır. Bu imtihanı uygularken Yüce Allah, rububiyet
sıfatı gereği koruyuculuk özelliğini kullanmaktadır. İşte Allah, yaptığı
imti-nânda başarılı olmaları için insanları şeytanın etkisinde kalmaktan
korumakta; koruyuculuk sıfatı ile onlara sahip çıkmaktadır. Bu manada ise
"alemlerin -abbi", alemlerin koruyucusu olmaktadır.
[84]
Serkeşlik yapan evlat, döner dolaşır neticede yine anne ve babasının
yanına jıu. Bu kapı reddeden ve içeri almayan bir kapı değildir. Teşbihte hata
olmaz-ni. rablık kapısı da, ne kadar serkeşlik yaparsa yapsın, insanın dönüp
varacağı erdir. O kapı ümitsizlik kapısı ve reddeden kapı değildir:
(Ve şüphesiz son varış yeri Rabbinedir). [Necm/42]
(Doğrusu güldüren de, ağlatan da O'dur). [Necm/42]
(Öldüren de, dirilten de O'dur). [Necm/44]
Eğitimci, başvurulan makamı ifade etmektedir. Kul, derdini eğiticisi
olan ;-idinin kapısında anlatacak, sorunlarını ona sunacak, gülüşünü de onun
kapısında yapacaktır. Rab, ağlayanların dertleriyle, gülenlerin mutluluğu ile
ilgilenmektedir. O'nun kapısı, hem ağlama hem de gülme kapısıdır.
Alemlerin rabbi" ifadesi; "alemlerin vardığı son nokta"
şeklinde ifade erılir. (Rabbaniler olun)
ifadesi, "Rabb'e varın, O'na ulaşın, O'nu . son nokta olarak bilip, O'nu
hedef ve amaç edinin!" anlamına gelir.
[85]
Yüce Allah alemler kavramıyla neyi kasdetmektedir? Alem bir bütündür. Bu
bütünün parçalan alemler'dir. Bu durumda ibare "Bütün alemlerin ve parçalarından
her birinin yegane Rabbi" anlamına gelmektedir. Kur'an, rabbu'l-avalim demiyor,
rabbu'l-alemin diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları üstün olarak
yarattığına dikkatleri çekiyor. Çünkü (alemûn), (alemin) gibi sağlam çoğullar,
akıllı varlıklara ait olduğundan dolayı bunun meali: "Bütün alemlerin ve
bütün parçalarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıllı varlıklar aleminin
yegane rabbi" demektir.[86]
Zemahşerî, "Alem'den kasıt, melekler, cinler ve insanlar
alemidir"[87] demektedir.
Zemahşerî'nin bu tesbitinden hareketle şu açıklamayı yapabiliriz: Alem,
yapıcısına/yaratıcısına işaret eden bir alettir. Yüce Allah, birliğinin bilinmesi
için göklerin ve yerin melekutunu önümüze koymaktadır. Mesela:
(Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve
ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra
hangi söze inanacaklar?) [A'raf/185]
Tüm mahlukat, göklerin ve yerin idarecisine işaret etmektedir. Canlıların
her çeşidi, bir alem olarak isimlendirilir. İnsanlar alemi, su alemi, ateş
alemi gibi. Melekler, cinler, insanlar ve diğerleri birer alem olarak bilinebilirler.
Alemler'den kasıt, 'insanlar' da olabilir. Çünkü her biri bir alem olarak
yaratılmıştır. Alem ikidir: Birincisi felek ve içindeki her şey, büyük alem;
ikincisi, alem heyetinde yaratılan insanın meydana getirdiği küçük alemdir.[88]
Özet olarak alem, Allah'tan başka her varlıktır. Allah'ın dışındaki her
şeyin alem olarak kabul edilmesinin nedeni, onların Allah'ın varlığına işaret
etmiş olmalarıdır.[89]
Müfessirler alem hakkında benzer izahlar yapmaktadırlar. Ancak, bize göre
bu açıklamalar 'alemîn' kavramı için yeterli değildir. Meseleyi Kur'an'ın
ışığında değerlendirdiğimizde bu durum açıkça görülecektir.
[90]
Göklerin ve yerin rabbi demek, onlan yaratan ve idare eden demetir.
Alemlerin rabbi de, yaratan, idare eden ve terbiye eden demektir. Yüce Allah'ın
fizikî alemle olan ilişkisi ile insan ve cinler alemi ile olan ilişkisi farklıdır.
İrade vermediği fizikî alemle, irade verdiği insan ve cin alemiyle münâsebetleri
tabii ki farklı olacaktır. Bu nedenle şu ayetteki "alemler" kavramı
insanları ifade etmektedir:
(Hamd göklerin rabbi, yerin rabbi, alemlerin rabbi olan Allah'a
mahsustur). [Casiye/36]
Bu ayette Yüce Allah gökleri ve yeri özel olarak ifade etmiş, onlan
ayrı alemler olarak belirlemiştir. Ayetin sonunda yer alan "alemîn"
kavramını ayrıca ifade etmiştir. Bundan da kasıt, bu iki alemin dışında kalan,
eğitilmeye ve sahip çıkılmaya elverişli olan insanlardır.
Diğer ayetler ise şöyledir:
(Andolsun ki biz, İsrailoğullan'na kitap, hüküm ve peygamberlik verdik.
Onlan güzel nzıkla besledik ve onlan alemlere üstün kıldık). [Casiye/16]
Ey İsrailoğullan! Size verdiğim nimetimi ve sizi bütün alemlere üstün
kıldığımı hatırlayın. [Bakara/47]
Her iki ayette İsrailoğullan'nın "alemlere üstün kılındığı"
anlatılmaktadır. O ayetlerdeki alemler'âen kasıt, gökler ve yer dediğimiz
fizikî alem olabilir mi? İnsanlardan bir kısmının, göklerden ve yerden üstün
olması mümkün müdür ve böyle bir mukayese mantıkî midir? Demek ki bu
ayetlerdeki üstünlük, insanlara karşı olan üstünlüktür. O zaman her iki
ayetteki alemler kelimesiyle de insanlar kasdedilmektedir.
İsrailoğullan'na kitabın verilmesi, iktidar sahibi olmalarını;
içlerinden peygamber gelmiş olması da, onlann kendi dönemlerindeki toplumlara,
yani insanlara üstünlük sağlamalarını temin etmiştir. Peygamberlik, kutsal
kitap ve siyasî erki elinde bulundurmak, tabii olarak bir farklılık temin
edecektir. Ama ya üstünlük, gökler ve yer alemlerine değil, kendi zamanlanndaki
insanlaradır. Bir toplumun içinden yetişen büyük insanlar, o toplumu
diğerlerinden üstün -.ale getirir. Ayette yer alan kitap bilgiyi, hüküm siyasî
iktidan, nebi nübüvvet -müessesesini; helal nzık da karakter sağlamlığını
temsil etmektedir. Kitabı öne almasının sebebi, olmazsa olmazı teşkil ettiği
içindir. Çünkü bilgi olmazsa, yani kitap olmazsa, siyasî iktidar olmaz; kitap
olmazsa, peygamberlik olmaz; bilgi olmazsa, helal ile haramı ayırma olmaz.
İşte bütün bunları bilgi meydana getirmekte ve üstünlüğü de o temin
etmektedir. Bütün bu oluşumlar, insanlar arasında cereyan ettiği için,
ayetlerin sonunda gelen alemin kavramının insanlar manasına gelmekte olduğu
açıkça ortaya çıkmaktadır.
Başka bir ayette aynı konu benzer bir şekilde ele alınmaktadır:
(Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Allah'ın
size olan nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi
hükümdarlar yaptı. Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi").
[Maide/20]
Ayetin sonunda yer alan (alemlerden hiç kimseye) ifadesindeki 'kimse'
kavramı, canlı bir varlığa işaret etmektedir. O zaman alemin kelimesine,
'insanlar' manası verilmesi gerekir. "Alemlerden hiçbir kimseye"
ibaresi, "insanlardan hiçbirine" demektir.
(Andolsun ki biz, İsrailoğullan'na bir bilgiye dayanarak, alemlerin
üstünde bir imtiyaz verdik). [Duhan/32]
Bu ayette de alemin kelimesi, insanlar manasına gelmektedir. Her
insanın bir alem olduğu gerçeğinden hareket etmek gerekir. Biyolojik ve
psikolojik yapısıyla tek bir insan, başlı başına bir alemdir. Birçok insan da
alemler olmaktadır.
(Muhakkak ki Allah, Âdem'i, Nuh'u; İbrahim ailesini, Imran ailesini,
bütün alemlere üstün kılmıştır). [Âl-i Imran/33]
Peygamber ve ailelerinin alemlerden seçilmesi, insanların içinden
seçilmesi demektir. Bu ayette de alemin kelimesi, insanlar manasına
gelmektedir.
Alemin ifadesinin insanlar anlamına geldiğini isbat eden diğer bir ayet
şudur:
("Biz seni alemlerin işine karışmaktan men etmemiş miydik?"
dediler). [Hicr/70]
Bu konuşma Lut kavmi ile, Hz. Lut arasında geçmiştir. Hz. Lut, insanların
dışındaki herhangi bir alemin işine mi karışıyordu? Onun işi insanları doğru
yola çağırmak olduğuna göre, ancak insanların işine karışmış oluyordu. Ayetin
sonunda yer alan alemin kelimesinin, el-alemîn (başkaları) manasına geldiği
açıktır. Bu durumda ayete şöyle mana verebiliriz:
Biz seni başka insanların işine karışmaktan men etmedik mi?
Bütün bu delillerden hareket ederek Fatiha/2'deki (rabbi'l-alemîn)
ifadesine, "İnsanları yaratan, besleyip büyüten ve terbiye eden"
manası verebiliriz. Şimdi alemin kelimesinin niçin insanlar kelimesinin yerine
kullanıldığına bakalım: İlahî kelamdaki bu tercih (rtas=insanlar) kelimesiyle f alemin)
kelimesi arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Nâs (insanlar), henüz
bilinçlenmemiş, müstakil şahsiyetler halinde bağımsızlaşmamış, yığın halinde
bir kitledir. İnsanlara alemin (alemler) dendiği zaman, o insanların hep
birlikte bir mensubiyet duygusu etrafında, kişilik ve bağımsızlıklarını
kazanarak bir sosyal grup meydana getirmiş oldukları ifade edilmektedir. Yüce
Allah'ın şuuruna varmış, O'nun etrafında bütünleşmiş, varlığına ve birisine
delil teşkil edecek bilgi ve bilinç durumuna ulaşmışlar demektir. Bu -•edenle
nas'm 'halk', alem'in de 'millet' anlamına geldiği söylenebilir.
Biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel yapısı ile insan bir bütün
teşkil eder e bu durumu ile o, alemlerin bütünü olan bir alemi sembolize eder.
Düşünce rakımından, aklım kullanma açısından, kendi ayaklan üstünde durma
özelli-rnden ve kendi kendine karar verme yeteneğini kazanmış olması bakımından
-lt tek insan, başlı başına bir alemdir. Şöyle bir soru sorulabilir: Bir kişi
nasıl alem olur? Buna delil olarak, Hz. İbrahim'in tek başına bir ümmet olması
ir: cevabını verebiliriz. Bu husustaki ayet şöyledir:
(Gerçekten İbrahim, Allah'a yönelen, Allah'a itaat eden bir ümmet idi).
[Nahl/120]
Ayette, Hz. İbrahim ümmet olarak nitelendirilmektedir. Hz. İbrahim bir
ıe peygamber olduğu, yani orada tek başına bir sosyal grup oluşturduğu er.
burada ümmefm manası, millettir. Demek ki, kavmini temsilen kendire ümmet
(millet); veya tek bir insan olarak bir sistem meydana getirdiği ie ona alem
sıfatı izafe edilmektedir.
[91]
Himd. sadece insanların Rabbine mi olur? Kendi dışında kalan bütün var.
O yaratmadı mı? Onları yaratıp, görevlerini O belirlemedi mi?
Fatiha suresinden başka dört sure daha 'hamd' ile başlamaktadır. O
sure-ıri -jind'den sonra gelen ifadeler, bize alemin kavramının, Allah'ın
dışında varlıkları kapsamına aldığını göstermektedir. İlgili ayetler şunlardır:
(Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı var eden Allah'a
mahsustur). [En'âm/1]
Bu ayetteki yaratma fiili, Fatiha/2'deki (rab) sıfatının kainatla olan
ilişkisini ifade etmektedir. Ayette dört büyük alem sayılmaktadır. Gökler, yer,
karanlıklar ve ışık. Bütün bunlar kendi hallerinde bağımsız alemlerdir. Bu
alemler de, Fatiha/2'de yer alan alemin kavramının içeriğini oluşturmaktadır.
Hamd Allah'adır ki: İnsanları kendi tarafından çetin bir azap ile ikaz
etmek, iyi iş ve davranışta bulunan müminlere, içinde ebedî kalacakları güzel
bir ecir bulunduğunu müjdelemek ve 'Allah evlat edindi' diyenleri uyarmak
için, kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dosdoğru kitabı indirdi. [Kehf/1-4]
Bir önceki ayet, rab kavramının yaratma boyutuna işaret ederken, bu
ayet eğitim boyutuna dikkat çekmektedir. Böylece rab sıfatının eğitici yönünün
ne anlama geldiğini açmaktadır.
Yanlış fikir beyan edenleri ikaz etmek ve hak edenleri ödüllendirmek gibi
faaliyetler, eğitim kavramının içeriğini oluşturmaktadır. Farklı davranışlar,
insanlar aleminde olmaktadır. Cinler de bu gruba dahildirler, ceza, ödül ve
doğru bilgi vermek, eğitim faaliyetinin ta kendisidir. Eğitici, doğru bilgi vermeli,
yanlış iş yapanları uyarmalı ve iyi iş yapanları da ödüllendirmelidir.
(Hamd, göklerde ve yerde
bulunanların hepsinin sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mahsustur.
O, hikmet sahibidir, her şeyden haberi olandır). [Sebe/1]
Ayetlerin ilki fizikî alemlere, ikincisi akıl sahibi varlıklara,
üçüncüsü hem fizikî, hem de diğer varlıklara işaret etmektedir. Hakîm ve habîr
olması, Allah'ın bütün alemlere sahip olduğunun göstergesidir. Böylece bu
sıfatlarıyla Allah, hem dünyada, hem de ahirette hamde layık olan tek
varlıktır.
(Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı
elçiler yapan Allah'a mahsustur. O, yaratmada dilediği artırmayı yapar.
Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir). [Fâtır/1]
Gökleri, yeri ve melekleri yaratmasını (fâtır) kavramıyla ifade etmektedir. Fâtır'm
jiû (hâlık) sıfatından bir farklılığı vardır. Halk şeklindeki yaratma,
psikolojik özellikleri vermeyi, bütün varlıklara görevlerini bildirme şeklindeki
yaratmayı da ifade etmektedir. Hâlık sıfatı, varolan maddelerden bir araya
getirip yaratmayı ifade ederken, fâtır sıfatı ilk yaratmayı ifade etmektedir.
Böylece rab sıfatının içinde, hem yoktan yaratma, yani ilk yaratılış
sıfatı olan fâtır ve hem de var olan şeylerden başka varlıklar yaratma eylemi
olan hâlık sıfatı yer almaktadır.
Bu dört ayeti Fatiha/2 ayetine götürürsek, Alemlerin rabbi olan
ifadesinin içini doldurmuş oluruz. İnsanları, gökleri, yeri, karanlıkları,
ışığı, melekleri ve cinleri yaratan; kimini besleyip büyüten, sahip çıkan,
terbiye eden, kimini muhafaza edip görevlerinin devamını bir sistem üzere
sürdüren, insanları eğitirken onlara kitap gönderen, yanlış yapanları uyarıp
cezalandıran, iyi davrananları ödüllendiren Rabbe hamdetmek veya hamdi O'n ait
kılmak, Kur'an'ın insana yüklediği en önemli görevler arasında yer almaktadır.
Bu görevlerden şu ilkeleri tesbit etmek mümkündür: Hamd şeklindeki övgü
Yüce Allah'a yapılır. Ancak, insan yaratılışı gereği yaptığı başarılı bir iş ve
davranıştan dolayı takdir edilmeyi ister. İnsanlardan da bir şeyler yapan ve
üretenler, yani insanlığın medeniyetine, hayatına bir zenginlik katanlar ve getirenler
takdir edilmeli ve ödüllendirilmelidirler. Bu takdir edilme duygusu, ?nlan
motive edecek, itekleyecek ve daha ileri ve büyük başarıları yakalamalarına
vesile olacaktır. Ödülsüz eğitim, donuk, başarısız, verimsiz ve bereketiz
kalmaya mahkumdur. Başarıyı ödüllendirmek, başarının canıdır. İleri gi-2en
milletler, başarıya karşı haset etmeyen ve onu ödüllendirenlerdir. Alan m
yaptıklarının farkına varıp, o işlerin yüceliğini anlayıp Allah'a hamdet-- ek
bir ibadet olduğu gibi başarılı olan insanları övgü ve ödülle mükafatlandırmak
da, hem Allah'ın emri ve hem de eğitimin doğasının gereği olmaktadır Bu
anlamda hamd, insana izafeten kullanıldığında, takdir ve ödüllendir e anlamına
gelmektedir.
Onun içindir ki Yüce Allah, yapmadığı işten dolayı övülmeyi isteyenleri
kınamakta ve onlara büyük ceza vereceğini söylemektedir:
(Sanma ki ettiklerine sevinen, yapmadıklanyla övünmek isteyenler, evet
zanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır. Onlar için elem verici bir azap
vardır). [Âl-i İmran/188]
"Yapmadıklanyla övülmeyi istemek", elem verici azabın
gelmesine neden olmaktadır. Bu ayetin anlamını farklı düşünürsek şöyle bir
ifade çıkacaktır: Yaptığı övgüye değer bir iş ve davranıştan dolayı kişiyi
takdir etmek ve ödüllendirmek onun için övgü olmaktadır. Demek ki yapılan
olumlu şeylerden dolayı takdir şeklinde övülmeyi istemek insanın tabiatı ve
dinin gereğidir.
[92]
3. Rahman-rahim'dir O.
Dahman-rahim kavramlarının kökü ra-hi-me fiilidir. Bu kelimeden rahmet,
merhamet, rahman ve rahim kavramları türemiştir.
(ra-hi-me) merhamet, inayet, lütuf, rahmet, şefkat, rikkat sahibi olmak,
cezasını hafifletmek, cezasını affetmek, salıvermek, esirgemek, kıya-mamak manalarına
gelir. Bir kimseye (rahimekellâhu) demek, "Allah sana merhamet
etsin" demektir. Bu kavramın diğer bir manası da, insanların birbirlerine
karşı anlayış göstermeleri, birbirini sevmeleri ve birbirine saygı
duymalarıdır.
(rahm) ise, döl yatağı, akrabalık, hısımlık, birbirine benzerlik,
(rahmet) ise, acıma, rikkat, şefkat, insan anlayışı, duygusallığı, şefkati ve
merhameti demektir. Bu durumda (rahim) merhametli, şefkatli, acıyıcı; (rahman)
da çok çok merhametli anlamlarına gelmektedirler. (rahman), sadece Allah'a ait
merhameti ifade etmektedir.
İsfehânî, rahmet, rahim ve rahman kavramlarının manasını ve aralarındaki
ilişkiyi şöyle anlatmaktadır: Rahmet, merhamet olunana iyiliği gerekli kılan
bir kalp yumuşaklığıdır. Rahmet, ihsandan soyutlanmış sadece kalp yumuşaklığı
için kullanıldığı gibi, rikkatten ayrı tek başına iyiliği de ifade etmektedir.
Mesela, (Allah falana merhamet eylesin) derken, iyilik Allah'a isnad
olunmuştur. Bu ifadeden sadece iyilik/ihsan murad edilmiştir, kalp yumuşaklığı
değil. Başka bir ifadeyle iyilik, Allah'a isnad edilir, ama kalp yumuşaklığı
edilmez. Allah'tan olan rahmete, lütuf ve ihsan denir. İnsanlar için ise
rahmet, kalp yumuşaklığı ve şefkat manasına gelmektedir. Hz. Peygamber şöyle
demiştir:
Allah merhameti, yani sıla-i rahimi yaratınca, ona şöyle dedi: 'Ben
rahmanım, sen de rahimsin. İsmini benim ismimden türettim. Sıla-i rahim yapana,
ben de sıla-i rahim yaparım. Sıla-i rahimi kesenin ben de neslini keserim'.
Demek ki rahmet, iki ana manayı kapsamına almaktadır: Kalp yumuşaklığı[93]
ve ihsan. Rikkati (kalp yumuşaklığını) Allah, insanın yaratılışına koymuş,
ihsanı da kendine özgü kılmıştır. Bundan dolayı, rahman ismi sadece Allah'a,
rahim ise başkasına da isnad edilebilir.
Şimdi Kur'an'a göre, rahman ve rahim isimlerinin ne anlama geldiğini
açıklayabiliriz:
Ra-hi-me kavramının çeşitli anlamlan bulunmaktadır. Buna göre:
[94]
(Bir de onları her türlü kötülüklerden koru. O gün sen kimi
kötülüklerden korursan, muhakkak ki ona merhamet etmiş olursun. Bu en büyük
kurtuluştur). [Mü'min/9]
Melekler, insanlar için Allah'a yalvaracaklardır. Bu yalvarışın üçüncü
basa-—.iğini yukarıdaki ayette görmekteyiz. Melekler, Allah'ın insanları
kötülükler-jen korumasını, O'nun rahmet edici özelliğine bağlamaktadırlar.
Kötülüklerden arnmak, aynı zamanda insanlar için büyük kurtuluştur. İnsanı koruyup
kurtulu-erdirme faaliyeti, Kur'an'da, rahmetine mazhar etme manasını ifade
etmektez Böylece kötülüklerden koruma da merhametin kapsamına girmektedir.
[95]
Bu anlamda ra-hi-me kavramı, psikolojik bir özellik taşımaktadır. Allah
:t.nit.û acıyınca, onun iç sıkıntısını giderir. Bu da kulu için büyük bir ihsan
(Eğer onlara acıyıp, içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik).
[Mü'minûn/75]
Yüce Allah'ın kuluna acımasını, merhametinin özünü teşkil etmektedir.
[96]
(rahmet) şeklinde kullanıldığı zaman bu kavram, şu anlamlara
gelmektedir:
[97]
İnsanların birbirine yumuşak davranması, Allah'ın rahmetinin bir gereği
olmaktadır:
(O vakit Allah'tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın). [Âl-i
İmran/159]
İnsanların yumuşaklık özelliğini kazanmaları büyük bir erdemdir. Onun
sosyal manada en büyük ürünü, toparlayıcı ve birleştirici olmasıdır.
[98]
(Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: "Selam size!
Rabbiniz merhamet etmeyi kendine yazdı, yani özgü kıldı"). [En'âm/54]
Ayette geçen Allah'ın nefsi ifadesi Allah'ın zatı manasına, yazdı
ifadesi de kullarına rahmet etmeyi kendisine görev ve ilke edindi anlamına
gelmektedir.
Bu rahmetin gereği olarak Allah ne yaptığının cevabını, bir üstteki
ayetin devamında bulmaktayız:
(Gerçek şu ki: Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra
ardından tevbe edip de kendini ıslah ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan,
çok acıyandır). [En'âm/54]
Demek ki 'affetmek' ve 'acımak' sıfatlan Allah'ın rahmetinin bir gereği
olup tevbe edip kendini düzeltmeye karar veren insanı affedip esirgemek, Allah'ın
rahmetinin eseridir.
[99]
(Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve ayetlerimizi
yalanlayıp iman etmeyenlerin kökünü kestik). [A'raf/72]
Rahmet denen değeri meydana getiren özlerden biri, belayı ortadan kaldırmak
veya belanın içinden çekip çıkarmaktır. Cezayı hak edenlerle etmeyenleri
ayırıp, hak edene yakışan muamelede bulunmaktır.
[100]
İnsanların yaptıklarından dolayı başlarına bazı sıkıntılar gelir. Bu
sıkıntılar, tabiat kanunları gereği olabileceği gibi, sosyal ve psikolojik
nedenlerden dolayı da olabilir. Deprem, kıtlık, salgın hastalık, sosyal
hayattaki ilişkilerin bozulması gibi olaylar, insanlara büyük sıkıntılar
verebilir. Yüce Allah bu sıkıntının ardından, o insanlara esenlik, yani
ferahlık verir. İşte sıkıntının kalkıp peşinden esenliğin gelmesine,
"rahmet" denmektedir. Buna şu ayeti örnek olarak verebiliriz:
(Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet
tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında onların bir tuzağı
vardır). [Yunus/21]
[101]
Yüce Allah'ın insanları bilgilendirmesi, onlara rehber ve şifa olacak
bilgiyi göndermesi bir rahmettir. Kur'an kendini bir rahmet olarak
tanımlamaktadır:
(Ey insanlar! SizeRabbi-nizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifa,
mü'minler için bir rehber ve rahmet gelmiştir). [Yunus/57]
Bu ayette Kur'an'ın dört önemli özelliği sıralanmıştır: öğüt, şifa,
rehber ve rahmet. Konumuz rahmet olduğu için ayetteki rahmet kavramı üzerinde
duracağız.
Ayetteki rahmet, ilahî bilginin insanın ruhunu aydınlatan nurudur,
cehalet bulutlarının kararttığı gönül ekranını temizleyip aydınlatan ve aklın
önünden cehalet perdesini kaldıran bilginin ışığını temsil etmektedir. Bu bilgi
insanları kemâle erdirmekte, yüceltmekte ve inceltmektedir. Bu özelliği ile
rahmet idini almaktadır. Yağmur bir rahmettir. Suyun yeryüzüne bir değişim,
yeşillik ve bereket getirdiği gibi, ilahî bilgi de insanların gönüllerine ve
sosyal ha-. ata aynı değişimi, aynı bereketi ve aynı gelişimi temin etmektedir;
ki bu da rahmettir.
Bilgi, ferdin ve toplumun hayatına bir farklılık getirmekte, onu
zenginleştirmekte ve problemlerini çözmektedir. Ferahlık, zenginleşme ve çözüm,
aslında rahmetin hücre yapısını teşkil etmektedirler. İnsanları
bilgilendirdikçe, onlara ilahî rahmetin içine sokuyoruz demektir. İnsana
ferahlık, yani sevinç :etıren bilgi, rahmetin ta kendisidir. Bu konuda Allah
şöyle buyurur:
(De ki: "Allah'ın lütfü ve
rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplayıp
durduklarından daha değerlidir). [Yunus/58]
Ayet, ilahî lütuf ve rahmetin, yani ilahî bilginin, dünyevî olan maddî
değerlerden daha üstün olduğuna işaret etmektedir. Kur'an denen ilahî bilginin
üstünde başka bir değerin olması mümkün değildir. Onu öğrenip ona sahip
olmakla, insan sevinmeli ve ferahlık duymalıdır. Çünkü o bilgi, insan ruhunun
sevinci, ferahlığı, saadeti ve rahatlığıdır. Nerede sevinç, ferahlık, mutluluk
ve rahatlık varsa, orada ilahî rahmet var demektir.
[102]
Ana-babanın çocuklarına karşı gösterdikleri şefkatin adı rahmettir.
Yüce Allah, ana-babanın şefkatine karşılık, çocuklarından da aynı muameleyi onlara
göstermelerini istemektedir:
(Ana babana rahmetten oluşan tevazu kanatlarını ger). [İsra/24]
Ayette cenah (kanat) kavramı kullanılmak suretiyle bir benzetme
yapılmaktadır; şöyle ki: Kuş, yavrularını nasıl kanatlarının altına alır ve onları
himaye ederse siz de ana-babanıza, onları kanatlarınız altına almak ve himaye
etmek suretiyle şefkat gösterin; merhamet edin.
Ayette geçen rahmet kavramını, şefkat manasına alabiliriz. Bu durumda
ayet: "Şefkatten oluşan tevazu kanatlarını ger" anlamına gelmektedir.
İdarecilerin halka, iş verenlerin işçilere, öğretmenlerin öğrencilere,
çocukların an-ne-babalanna şefkatle muamele ettiği bir toplum, ilahî merhamet
ve lütfü celbeden[103]
(Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik). [Enbiya/107]
Hz. Peygamber rahmettir, ama rahman değildir. Bir insan olması sebebiyle
Yüce Allah Hz. Peygamber'e rahman değil, rahmet sıfatını vermiştir.
Rahmaniyetin bir parçası olan rahmet, insana izafe edilebildiği için, Hz.
Pey-gamber'in rahmet olduğu bildirilmiştir.
Yukarıda, alem kavramının kainatın bütününü ifade ettiğini söylemiştik.
Burada ise alemler kavramı Hz. Peygamberle birlikte kullanılarak, onun alemlere
rahmet olduğu belirtilmektedir. Peki Hz. Peygamber hangi alemlere rahmettir?
"Allah alemlerin rabbi'dir" ifadesindeki alemin kelimesi,
daha farklı bir mana kazanmaktadır. "Hz. Muhammed alemlere rahmettir"
ifadesinde ise, alem'e daha dar bir mana yüklenmektedir. Burada alemler ibaresi
'insanlar' ile 'cinler'i kapsıyor; dolayısıyla Hz. Peygamber'in akıl, irade ve
sorumluluk taşıyan varlıklara rahmet olduğunu ifade ediyor olabilir. Hz.
Peygamber'in rahmetinin nerelerde tezahür ettiğinin; veya işlevini nasıl
gerçekleştirdiğinin cevabını şu ayette bulabiliriz:
(Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden
arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten resul
gönderdik). [Barara/151]
Yağmur rahmettir, çünkü temizleyicidir. Peygamber de rahmet olduğu için
insanların gönüllerini temizlemektedir. Bu ayet, Hz. Peygamber'in rahmet olmasını,
rahmet olma işlevini izah etmektedir. O, insana bilmediklerini öğreterek
cehalet bulutunu temizlemekte, kitabı ve hikmeti öğreterek de ruhlarını arındırmaktadır.
Bilgiyi insanların gönlüne yağmur damlaları gibi indirerek oradaki manevî
kirleri temizlemektedir. Bu da onun rahmet olma özelliğinin tezahürüdür.
Hz. Peygamber affedici olduğu ve insanlara Allah'tan af dilediği için
de rahmettir:
(Şu halde onları affet; bağışlanmaları için Allah'a dua et). [Âl-i
İmran/159]
Affedici olmak büyük bir erdem, ama başkasının affı için dua etmek daha
da ?ü> ük bir erdemdir. Bu iki erdem bir araya gelince rahmet meydana
gelmektedir.
Hz. Peygamber insanların düştüğü sapıklıktan kurtuluş yolu
bulamadıkla-- bir dönemde, onlara hakikatin yolunu gösterdi, Allah katında
ödüllendirilmenin yollarını tanıttı, helal ve haram kavramlannı öğretti;
taklidin, inat ve kibrin kötülüklerini ve tahribatını gösterdi. İyinin ne olduğunu,
doğruya nasıl ulaşılacağını, hak kavramının yollarına nasıl girileceğini ve
hakkın bayrağının nasıl ayakta tutulacağını öğretti; akılla gönlü birleştirdi, aklı
en büyük delarak öne çıkararak bilginin uğruna neler yapılacağım gösterdi.
Bütün bunlar Hz. Peygamber'in maddî ve manevî bir rahmet olduğunun
tezahürleridir.
Hz. Peygamber rahmettir; çünkü onun bulunduğu yerde, Allah halkı toplu
halde helak etmez:
(Halbuki sen onlann içindeyken
Allah, onlara azap edecek değildir. Onlar affedilmeleri için dua ederken de
Allah onlara azap edici değildir). [Enfal/33]
Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin dönemlerindeki halkın tamamını
helak etmiştir. Bu kanunu, Hz. Muhammed'in rahmet olması nedeniyle
kaldırmıştır. Peygamber olması nedeniyle toplu helakin kaldırılması, onun
rahmet olduğunun en önemli delilidir.
İnsanların problemlerini çözdüğü, müjdelediği, uyardığı, Allah'a
Allah'ın izniyle çağırdığı ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderildiğinden
[Ahzab/45-46] dolayı da Hz. Peygamber bir rahmettir.
[104]
Rahmet Allah'a izafe edilince af şeklinde tercüme edilebilir:
(De ki: "Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O,
çok bağışlayan ve çok esirgeyendir"). [Zümer/53]
Aleyhine haddi aşmak, günah işlemek demektedir. Günahkârlık psikolojisi
içinde olan insanın en önemli özelliği, affedilip edilmeyeceğini kestirememesi
ve bu nedenle de ümitsizliğe düşmesidir. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin
ifadesindeki rahmet kavramı af yerine kullanılmıştır. Af, günahları temizlemesi
sebebiyle yağmuru andırdığı için Allah ona rahmet ismini vermiştir.
[105]
İlahî rahmet bir kurtuluştur. Mü'minler, kâfirlerin belasından Allah'ın
rahmeti sayesinde kurtulabilirler:
(Bizi rahmetinle o kâfir kavimdenn kurtar). [Yunus/86]
Hz. Musa'nın toplumu, dualarında kurtuluş ile rahmeti bir araya
getirmiş, kâfirler topluluğunun zulmünden ancak ilahî rahmet sayesinde
kurtulabileceklerinin bilincini sergilemişlerdir. Baskıdan, zulümden ve
entrikalardan kurtulma bir rahmettir. Bu, rahmetin sosyal manasıdır.
[106]
İnsanların çok azı şeytanın etkisi altında kalmadan hayatını
sürdürebilir.
Şeytan, -etkilemeye gücü yetmediği- bu kimselere muhles (şeytanın
şerrinden kurtulmuş) adını vermektedir.[107]
İhlas sahibi kimseleri etki alanına alamayacağını itiraf eden şeytan,
insanların çoğunu etkileyeceğini de Allah'a karşı ifade etmiştir.
Bu durumda Yüce Allah, fazlı ve rahmeti gereği ihlas sahibi kişi ve
diğerlerini şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu konudaki ayet şöyledir:
Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Halbuki
onu, Peygamber'e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların
arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size
lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz.
[Nisa/83]
Bu ayetten şu çıkıyor; yanlış haber yaymak, işi uzmanına danışmamak bir
şeytan işidir. Bunu yapanlar da şeytana tâbi olmaktadırlar. Yüce Allah'ın lütuf
ve rahmeti devreye girerek insanları şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu
mana, ra-hi-me ile rahmeti bir araya getiren öz anlam olmaktadır. Rahmet
kavramı, bu manayı rahime'den emmektedir.
Yumuşaklık, azaptan korumak, ferahlık, ilahî vahiy, şefkat,
peygamberlik, af. kurtuluş, şeytana karşı koruma manalanyla rahmet, 'rahman'
kavramının mana örgüsünü meydana getirmektedir.
[108]
Yukarıda ra-hi-me ve rahmet kavramlarına verdiğimiz manaların hepsi, rahman
isminin özünde vardır. Yukarıda değindiğimiz anlamların dışındaki iığer
anlamlan şöyledir:
[109]
Yüce Allah, rahman isminin gereği olarak yaratır. Kainat, Rahman'ın
yaratmasıdır:
(Rahman'ın yaratışında hiçbir bozukluk göremezsin). [Mülk/3]
Bu manasıyla rahman, 'rab' sıfatına bağlanmaktadır; çünkü rab kelirnesinin manalarından biri de
'yaratmak'tır.[110]
Öğretme eylemiyle Rahman ismi, rab sıfatına bağlanmaktadır:
(Rahman, Kur'an'ı öğretti; insanı yarattı, ona beyanı öğretti).
[Rahman/1-4]
[111]
Bakara/254 ayeti ve aşağıda zikredeceğimiz ayetlerden anlaşılacağı
üzere alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmadığı o günde, -kimse
konuşamayacak-sadece Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseler
konuşabilecektir:
(O gün, Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden
başkasının şefaati fayda sağlamaz). [Taha/109]
(Rahman'ın izin verdiklerinden başkaları konuşamaz, konuşan da doğruyu
söyler). [Nebe/38]
Bu iki ayet Bakara/254 ayetinin istisnasını belirlemektedir. Zira
Bakara/254 ayetindeki "şefaatin olmadığı" ifadesi, Taha ve Nebe
suresinin, Kendilerine izin verilenler hariç ifadeleriyle tahsis edilmiştir.
Buna göre, Rahman'ın izin verdikleri mahşerde konuşacak veya şefaat edecektir.
Bu izin verme işi, Allah'ın rahman sıfatının gereğdir.
[112]
İman edip birbirine karşı iyi davranışta bulunanlar, rahman ismini
harekete geçirmekte ve ondan sevgi alıp dönmektedirler:
(îman edip, iyi davranışta bulunanlara gelince, onlar için rahman bir
sevgi yaratacaktır). [Meryem/96]
Yaratmak, öğretmek, izin vermek ve sevgi koymak gibi faaliyetler, ihsan
manasına gelen rahman kelimesinin anlamlandır. Bu eylemler ihsan kavramının
manalarını da kapsamaktadır.
[113]
Rahman ve rahim kavramları aynı kökten gelmelerine rağmen, ifade ettikleri
eylem bakımından aralarında fark vardır. Daha sonra izah edeceğimiz bu
farklılıkları ortaya koyabilmek için, burada rahim sıfatının ne anlama geldiğini
açıklamak istiyoruz.
[114]
Çocuğun yaratıldığı döl yatağına rahim denir. Çoğulu (erham)dır.
Aşağıdaki ayetlerde erham (rahimler) kelimesi, çocuğun yaratıldığı döl yatağı için
kullanılmıştır:
(Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Allah'tır). [Âl-i
İmran/6]
(De ki: "Allah onların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki
dişinin rahimlerde bulunan yavrularını mı haram (Her dişinin neye gebe kalacağını,
rahimlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. Onun katında her şey
ölçü iledir). [Ra'd/8]
Çocuğun yaratıldığı döl yatağına niçin rahim denmiştir? İnsan
yavrusunun döllendikten sonra hayatını sürdürebileceğ, normal sıcaklıkta ve o
dönem için en uygun beslenme ortamı olduğu için ona rahim denmiştir. Anne
rahmi, çocuğu bütün etkilerden korur, ona sağlıklı bir ortam hazırlar.
Merhamet de, insanlara annenin rahmi gibi sosyal ve psikolojik bir ortam
hazırlar. Merhamet, ferdin ruhsal yapısını ve toplumsal hayatı dış etkilerden
korur. Bu yönüyle anne rahminin işlevlerini görür. İnsanlığı yeniden
dölleyeceksek, rahmet ve merhamet denen sosyal hayatın döl yatağında yaşatıp
doğurmak zorunluluğu vardır. İnsanın insan olma şeklini Yüce Allah bize anne
rahminde vermektedir. İnsanlar da, insan olma olgunluğunu merhamet denen sıcak
alaka ve yakınlıkta elde edeceklerdir. Çocuğun anneye en yakın olduğu yere
rahim dendiği gibi, insanın insana en yakın olduğu değer de merhamettir.
Allah'ı kula en yakın yapan sıfatlardan ikisi de rahman ve rahirridİT. Annenin
rahmi gibi bizleri merhamet besleyecek ve insan olarak yenileyecektir. Anne
rahmi çocuğu sarmaş dolaş eder. Rahmet ve merhamet de insanların sarmaş dolaş
olmasını ister. İlahî rahmetin kapsayıcılığını dikkate alırsak, rahmet ve
merhametin bu özelliği ortaya çıkmış olacaktır.
[115]
Kökü rahmet olan rahim kavramını, "sevgi bağı" manasına gelen
(erham) kelimesi anlamına da alabiliriz:
(Allah'ın kitabına göre, akrabalar birbirlerine daha uygundur.
Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir). [Enfal/75]
(İktidarı ele geçirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık
bağlanın kesmeye mi çalışacaksınız?) [Muhammed/22]
Bu ayetlerde, rahim'in çoğulu olan erham kelimesi, akrabalık bağlan
anlamına gelmektedir. Biz buna kısaca, "sevgi bağları" diyebiliriz.
Merhameti yaşatırsak birlik ve beraberliği de yaşatmış oluruz. Merhametin olmadığı
yerde insanları birbirine bağlayacak güçlü bağlar bulamaz ve oluşturamazsınız.
Rahmet ve merhametiyle Yüce Allah, kullarına ne kadar güçlü bağlarla muamele
ettiğini ifade etmektedir. İşte bu bağlar, bu sıcaklık, bu kuşatıcılık ve bu
koruyuculuk, Allah'a hamdedilmesini gerekli kılmaktadır.
[116]
Rahim kelimesi, ra-hi-me ile rahmet kavramlannın manalannı kapsamına
almaktadır. Rahman, bütün varlıklan kapsamına alırken ve işin başlangıcını
ilgilendirirken, rahim daha çok işin sonunu ilgilendirmektedir.
Rahman'm bu dünyada, rahim'in ahirette işlerliği devam etmekte ve edecektir.
Yukanda belirttiğimiz gibi, ahirette konuşmaya ve şefaat etmeye izni Rahman
verecektir. (Allah mü'mirilere karşı çok merhametlidir) [Ahzab/43] ayetinin
kapsamına, ahiretle birlikte dünya da girmektedir.
Rahim ismi, rahman'a göre daha dar anlamlı olmasına rağmen, beşere de
atfedilmektedir:
(Andolsun ki kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere karşı çok
şefkatlidir, çok merhametlidir). [Tevbe/128]
Rahim sıfatı bu ayette, Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. Peygamber
rahman olamaz, ama rahim olabilir. Rahman'ın rahmeti bir şarta bağlı değil
iken, rahim'in rahmeti şarta bağlı olarak gerçekleşir.[117]
Kullannın bütün ihtiyaçlarım karşılamak ve bunu hiçbir şarta bağlı
kılmadan yapmak, rahman'ın rahmetidir. İmanı ve günahkann tevbe ve istiğfar
etmesini şart koşarak rahmet etmek de, O'nun rahim olmasının gereğidir. Onun
için rahim sıfatı tek başına kullanılmaz, çeşitli sıfatlarla birlikte
kullanılır. Fatiha'da rahmaridan, başka ayetlerde ise gafur sıfatından sonra
gelmesi gibi.
Rahman'ın rahmeti yüce nimetler, rahim'in rahmeti ise nimetlerin
incelikleriyle ilgilidir, rahman'ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir.
Rahim'in ise kullanılış alanı genel, ilgi alanı özeldir. İşte Allah böyle
katmerlenmiş bir rahmet sıfatıyla vasıflanmıştır. Bu vasıflar, insanlardan
ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu
koymak için yeterlidir.[118]
Rahman; varlıklara hem eşit muamelede bulunur hem de rızkını, yani rahmetini
genel olarak verir. Kullarının psikolojik durum ve davranışlarına bakmadan
muamelede bulunur. Ama rahim olma yönüyle, nimetlerinin daha özel yönleriyle
ilgilenir, merhametinin daha küçük hücrelerini gündeme getirir ve bazı
özellikler arar.
Tüm varlıklara yaratılış gayelerine göre kabiliyetler veren, insanlara
rahme-tiyle yardım eden rahman'a karşı insanın görevi, O'na iman ve tevekkül
etmektir.
Hamd, Allah'a mahsustur. Peki nasıl bir Allah'a? Alemlerin rabbi,
rah-man-rahim olan Allah'a. Yaratan, besleyip büyüten ve eğiten, rahmet ve şefkati
çok olan Allah'a hamd edilmelidir. Yüce Allah, varlık alemi ile, özellikle
insanlarla ilişkisini bu isimleriyle anlatmaktadır. Yaratır ama başıboş bırakmaz.
Rahmetini merhametiyle beraber onlara ihsan eder ve onlara öyle muamelede
bulunur.
Yüce Allah rahmanlığını, kainatın ahenk içinde işleyen kanunları ile
gös-lermekte ve insana öğretmektedir:
O ki, birbiriyle ahenk içinde işleyen yedi göğü yaratmıştır. Rahman'ın
yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir
bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; göz aciz ve
bitkin halde sana dönecektir. [Mülk/3-4]
Yüce Allah varlıklar alemi ile rab, rahman ve rahim sıfatlanyle ilişki
kuarken, terbiye ve gelişmeyi rububiyyet sıfatına yüklemiş, rahmeti
rahmaniyete. merhameti de rahimiyyete tahsis etmiştir. İnsan şahsiyetinin
gelişip do-
jm noktasına ulaşabilmesi için Allah'ın terbiyesi, rahmet ve merhameti
şarttır. Eğitilmemiş, rahmet ve merhamet edilmemiş insanın olgunlaşması ve gelişmesi
mümkün değildir.
Bu ayetler insanlık alemine şu gerçekleri sunmaktadır: İnsanın en çok
ihtiyaç duyduğu veya temel ihtiyaçlarından en önde gelenleri terbiye, rahmet
ve merhamettir. Rahmet ve merhamete dayanmayan eğitim, övgüye layık değildir.
Hal böyleyken, rahmetsiz ve merhametsiz bir dünya oluşmakta ve eğitimde bu
değerler bertaraf edilmektedir. Rahmetsiz ve merhametsiz bir dünya, kaba,
ruhsuz, sevdasız, taşlaşmış ve saldırganlaşmış bir dünyadır.
Artık Fatiha suresinin bu ayetleri, dudaklarımızdan davranışlara,
gönüllere ve hayata inmelidir. Terbiye, rahmet ve merhametin olmadığı
toplumlarda, mutluluğu ve kurtuluşu aramak hayalden başka bir şey değildir.
Rahmet ve merhametin olduğu yerde, aç insanların iniltisi olmaz, yalnız
kalanların feryat sesi duyulmaz, yetimlerin çaresizliğinden eser kalmaz. Zira
böyle bir toplumda insanlar, Allah'ın rahman ve rahim sıfatlarından
gıdalan-mış, Allah'ın rahmet ve merhamet iplerini yeryüzüne indirmiş ve
yeryüzünü bir cennete çevirmişlerdir. Bu insanları Allah da övecektir. Onun
içindir ki, Fatiha suresinin ilk ayetleri, rububiyyet, rahmaniyyet ve
rahimiyyet sıfatları ile açılmakta, besmele bu isimlerle başlamaktadır.
Rahmet ve merhametiyle varlıklara muamele eden Allah'ın bu uygulamasını,
insanlar yeryüzünde barındırmaz olmuştur. Zulüm, kahır, hakkaniyetsiz-lik,
merhametsizlik yeryüzünde kol gezmektedir. Merhametin çiçeklerine hasret
kalınmıştır. İnsanlar, tanrı edindikleri heva ve heveslerine, rahmet ve
merhameti kurban etmişler, etmeye de devam etmektedirler.
Merhameti, nefis tanrısına kurban edenlere Allah hayat hakkı tanımayacaktır.
Nefis tanrısının istediği en büyük kurban merhamettir.
Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır:
(Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekatı verenlere ve
ayetlerimize inananlara yazacağım). [A'raf/156]
Zekatı verenler ifadesinden kasıt, fakirlerin elinden tutan fedakâr
insanlardır. Fedakar insanlar merhamet doludur. Sakınanlar da, takvayı ifade
etmektedir. Kendini koruyan insan, Allah'ın rahmetine hak kazanmaktadır.
Nefsin hazcı isteklerine aldırış etmeden, yanlıştan, kötüden, çirkinden,
faydasızdan,
suç işlemekten, isyandan ve şeytandan kendini koruyan insanlar,
Allah'ın rahmetini yeryüzüne indirmektedirler.
Ayetlerimize inananlar ifadesinden Allah'ın vahyini kabul eden, inkar
psikolojisine düşmeyen insanlar kastedilmektedir.
Yüce Allah, yukarıdaki ayette üç grup insana rahmetini yazmakta, yani
onlara rahmetini farz kıldığım beyan etmektedir. Bu üç grup insanın yanında
olmayan insanlar, Allah'ın rahmetini daraltmaktadırlar, günahkâr olmalarının
esas sebebi de budur. İnsanların elinden tutmayan, kötüden sakınmayan ve doğru
iman etmeyen insanlar, ilahî rahmete sırtlarını dönmektedirler. İşte insanlar
esas günahı, ilahî rahmeti daraltmalanyla işlemiş olmaktadırlar.
Yüce Allah'ın insanlara vahiy göndermesi, peygamber görevlendirmesi, onları
azaptan koruması, mutluluk vermesi, şefkat dağıtması, affetmesi, şeytana tâbi
olmalarını engellemesi, yaratması, öğretmesi, şefaat için izin vermesi, merhamet
etmesi, rahman ve rahim sıfatlarının gereği olmakta ve onların manalarını
doldurmaktadırlar. Yukarıda saydığımız mana ve eylemler, Allah'tan kullarına
doğru olmakta ve insanların birbirlerine karşı tavırlarını belirlemektedir.
[119]
4. Allah, din gününün
sahibidir.
Fatiha suresinin bu ayetinde iki kavram yer almaktadır: mâlik ve din
günü.
[120]
Mâlik kavramı, me-le-ke'den türemiş olup elde etmek, idaresini ele
almak, ıkalamak, ele geçirmek, sahip
olmak, hâkim olmak, kontrol etmek, idareci omak, idare etmek, saltanat sürmek,
güç ve otorite uygulamak, hakimiyeti elde etmek, güç sahibi olmak, düşüncesine ve
davranışlarına hâkim olmak, duygularına sahip olmak, nefsin insanı meşgul
etmesi, insanın kendini kontrol altına alması, itidalini korumak, gözyaşlarını
durdurmak manalarına gelmektedir.
Mülk olarak kullanılınca, "kanun, hüküm, saltanat, devir, en
yüksek otori-c güç. krallık, hükümdarlık, mal sahipliği, mülkiyet hakkı"
anlamlarını ifade etmektedir. Milk mal, mülk, emlak, köle, servet, zenginlik,
para manasına gelmektedir. Melek melek demektir. Meleke, karakter hususiyeti,
doğal mizaç, istidat, kabiliyet, temayül, Allah vergisi, ihsan, kuvvet, üstün
yetenek, hüner demektir.
Melekût ülke, hükümranlık, imparatorluk, krallık, saltanat, egemenlik
anlamlarını ifade etmektedir. Melekûtî, ilahî ve göksel demektir. Melâk veya
milak temel, esas, dayanak, kaide demektir.
Şimdi bu manaların Kur'an'dan nasıl ve hangi ayetlerde geçtiğini inceleyebiliriz.
[121]
Ey Rabbim! Güçten bana nasibimi verdin ve bana olayların yorumunu da
öğrettin). [Yusuf/101]
(Dediler ki: "Biz sana olan vaadimizden, kendi kudret ve
irademizle dönmedik"). [Taha/87]
(Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve
yerin güç ve kanunlarını gös-teriyorduk). [En'âm/75]
(De ki: "Gücün gerçek sahibi olan Allahım! Sen gücü dilediğine verirsin
ve gücü dilediğinden geri alırsın; dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın,
her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kadirsin").
[Âl-i İmran/26]
Bu üç ayette mülk, melekut, melki olarak geçen bu kavram, 'güç' ve
'kanun' manalarına gelmektedir. Güç ile beraber kanun manası, En'âm/75'te yer
almaktadır. İlahî güç/kudret manasına geldiği gibi, beşerî gücü de ifade
etmektedir. Fakat beşerî güç, Allah'ın gücünden gelmektedir.
Âl-i İmran/26'da ise, gücü kimin verdiği ve aldığının bilincini
vermektedir. Taha/87'de ise, insan gücünü aşan şeylerin olabileceğini; insan
kudretinin her şeye yetemeyeceğini, yaptığı bazı şeylerin arkasında kendi
gücünün olamayacağını görmekteyiz.
[122]
(Göklerin ve yerin idaresine, Allah'ın yarattığı her şeye ve
ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'andan sonra
hangi söze inanacaklar?) [A'raf/185]
(Eğer biliyorsanız, her şeyin idaresi kendisinin elinde olan, kendisi
her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan kimdir? diye sor).
[Mü'minûn/88]
Yüce Allah buradaki melekût kavramı ile, göklerin, yerin ve ikisi
arasındaki her şeyin idaresini ifade etmektedir. Allah kendi mülkiyetinde olanı
idare etmektedir. İdare ederken kendi kanunlarını yürütmektedir. Böylece
melekût kavramı, idare, kanun ve mülkiyeti ifade etmektedir. Bunlardan öne
çıkan mana "yönetim erki"dir.
[123]
Yüce Allah "siyasî erki" iki kısıma ayırmaktadır. Allah'a ait
"siyasî erk", insana ait "siyasî erk". Allah'a ait siyasî
erki şöyle belirtmektedir:
Yoksa onların hükümranlıktan bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı,
insanlara bir çekirdek filizi bile vermezlerdi. [Nisa/53]
Siyasî erk, devletle birlikte vardır. Devletin en önemli görevlerinden
biri, ekonomik hayatı adil bir şekilde yönetmektir. Mutlak siyasî erk,
insanların elinde olsaydı, insanlara bir çekirdek bile vermezlerdi. Allah'ın
mâliklik sıfatı, rızkın eşit olarak varlıklara sunulmasını gerekli kılmaktadır:
O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. "Ol" dediği gün her
şey oluverir. Onun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de hükümranlık
O'nun-dur. Gizli ve açık olanı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.
[En'âm/73]
Sûra üflendiği günde hükümranlık O'nundur ifadesi, Fatiha/4'te geçen
Din gününün sahibi O'dur cümlesinin karşılığıdır. Kıyametin kopuşunda ve
ahirette mahşerin kuruluşunda mutlak iktidar sahibi Allah'tır. Mutlak manada
siyasî erk hususunda Allah'ın ortağı yoktur. Bu hakikati ifade eden ayet
şöyledir:
(Allah'ın hakimiyette ortağı yoktur). [İsra/111]
Varlıklar alemini yönetmekte Allah'ın yardımcıya ihtiyacı yoktur.
Beşerî iktidar da, O'nun hâkimiyeti içinde cereyan etmektedir. Siyasî erki
elinde bulundurmak, hüküm vermek, suçluyu ve suçsuzu ayırmak demektir. Hükmünü
icra edemeyen, suçlu ile suçsuzu ayırıp, suçluya ceza, iyi işler yapana ödül
veremeyen, siyasî erke sahip değil demektir. Yüce Allah, Hac/56'da, siyasî
erkin içini bu faaliyetlerle doldurmaktadır:
(O gün, iktidar Allah'ındır. İnsanlar arasında hüküm verir. İman edip,
iyi davranışlarda bulunanlar na'îm cenneti içindedirler). [Hac/56]
Siyasî erk, ekonomik gücü elinde bulunduran, ekonomiyi idare eden ve
varlıkların istifadesine sunan güçtür:
Mülk Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine taptıklarınız bir çekirdek
kabuğuna bile sahip değiller). [Fâtır/13]
Bu ayette me-le-ke kelimesi, hem mülk yani iktidar kalıbı ile, hem de
yem-liku (sahip olma) şekliyle yer almaktadır. Böylece iktidarın, ekonomik güce
sahip olmakla gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.
İnsanların taptıkları sahte tanrılar bir çekirdeğe bile sahip
olmadıkları için Tanrı olmaya (mutlak siyasî erki ellerinde bulundurmaya) layık
değillerdir. Mutlak manada siyasî erk, yüceliktir ve güçtür:
Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her
şeye gücü yeter. [Mülk/l]
Bu ayette yüceler yücesi olması ve her şeye gücünün yetmesi ile siyasî
erki elinde bulundurmak özellikleri yan yana gelmiştir. Hüküm vermek, suçluları
cezalandırmak, iyi iş üretenleri ödüllendirmek, bütün ekonomik değerlere sahip
olmak ve bu ekonomik değerleri dağıtmak, siyasî erki başkası ile paylaşmamak,
mutlak iktidarın anlamını vermektedir.
İktidarı/siyasî erki elinde bulundurmak çok cazip bir değerdir. İlk
insanın ayağını kaydırıp şeytana aldanmasını temin eden de budur. İşte o zaman
beşerî manada siyasî erk ortaya çıkmaktadır. İlgili ayet şöyledir:
(Derken şeytan Âdem'in aklını karıştırıp, "Ey Âdem!" dedi,
"Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmeyen bir saltanatı göstereyim
mi?") [Taha/120]
Ayette geçen mülk kavramı, siyasî erk/saltanat; başka bir ifadeyle
hükümranlık manasına gelmektedir. Şeytanın aldatmadaki başarısı, bu siyasî
erkin ebedî olacağını söylemesinden kaynaklanmaktadır. Sonsuz/tükenmeyen iktidar
Allah'a ait olduğu halde, Âdem böyle bir iktiadara sahip olabileceğini düşünmekle,
şeytanın aldatma alanına girmiş oldu. Ama bu ayet şunu da ifade etmektedir:
Siyasî hükümranlık fikri, ilk insanla beraber başlamıştır. Beşerî alanda mülk
kavramını ilk defa İblis kullanmıştır.
Beşerî iktidar, Allah tarafından verilen bir lütuftur. Bir toplumun
bağımsız bir devlet kurması ve siyasî erkini ilan etmiş olması, ilahî bir
ihsan olmaktadır. Yüce Allah bu siyasî erk gücünü bir topluma veya bir ferde
ya da bir grup insana verirken, bazı değerlerin o toplumda oluşmasını da
istemektedir:
(Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset
mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna Kitab'ı, hikmeti verdik ve onlara büyük bir
hükümranlık bahşettik). [Nisa/54]
Ayetlerden şu çıkarımları yapmamız mümkündür: Siyasî erki vermeden önce
Allah insanları eğitime tâbi tutmakta yani onlara kitabı ve hikmeti öğretmekte,
sonra da öğrenenlere büyük bir hükümranlık lütfetmektedir. Böylece beşerî
iktidarın temellerinin altında ilahî bilgi ve hikmetin yattığını, başka bir
ifade ile bilgisi olmayana siyasî erkin verilemeyeceğini belirtmiş olmaktadır.
Aynı şekilde kitap, hikmet ve siyasî iktidara sahip olanlara haset edilmemesi
gerektiği bu ifadeden anlaşılmaktadır. Çünkü bilginin getireceği siyasî erke
haset edilemez ve edilmemelidir.
Bilgi'nin, beşerî-siyasî erki elde etme konusundaki veya Allah'ın onu
bir lütuf olarak insana sunmasındaki önemini şu ayette görüyoruz:
Peygamberleri onlara, "Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar
olarak gönderdi" dedi. Bunun üzerine, "Biz hükümdarlığa daha layık
olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkanlar da
verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?" dediler. "Allah onu sizin
üzerinize seçti. İlimde ve bedende
ona üstünlük verdi. Allah siyasî erkini istediğine verir. Allah her
şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi. [Bakara/247]
Ayet, peygamberlik müessesesi ile saltanatı ayırmaktadır. Peygamber,
Tâ-lût'a Allah tarafından iktidar verildiğini söylerken, kendi görevi ile
Tâlût'un görevini ayırmak ve alanlarını belirlemiş oluyordu.
Ayette "siyasî erk" anlamında hem melik hem de mülk
kullanılmaktadır. Tâlût'a hükümranlığı layık görmeyenler, onun geniş bir
ekonomik güce sahip olmadığını söylerken, Peygamber onun bilgi değerine ve
bedenî güce sahip oluşuna dikkat çekiyordu. Böylece Allah Tâlût'u siyasî erk
için seçerken hangi değerleri dikkate aldığına işaret etmektedir. Ayette geçen
cism kavramı, "beden" demektir. Beden ise burada, bilgiyi eylem
haline geçirecek kabiliyeti ve bildiğini tatbikata koyma gücünü göstermetedir.
Demek ki siyasî erk, bilgiyi pratiğe geçirme gücüne sahip olana verilmelidir.
Beşerî hükümranlığın bir şartı hikmet ise, diğeri de güzel konuşmaktır.
Hatiplik de iktidar sahibi olmanın önemli bir şartı ve gücüdür.
(Onun hükümranlığını
kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik). [Sâd/20]
Ayette bahsedilen kişi, Hz. Davud'dur. O, siyasî erk ile peygamberliği
aynı insanda toplayan bir kişiliğe sahiptir. Yüce Allah onun iktidarını iki
şeyle kuvvetlendirdiğini söylemektedir. Bunlar hikmet ve güzel konuşmaktır. Bildiğini
güzel bir şekilde ifade etmek suretiyle halkı aydınlatmak, ikna etmek ve
doyurmak, siyasî erkin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
Beşerî-siyasî erkin ferdî boyutu olduğu kadar, toplumsal boyutu da vardır.
Toplumsal hükümranlık Hz. Musa'nın dilinden şöyle ifade edilmektedir:
Ey kavmim! Bugün yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir.
[Gâ-fır/29]
Bu ayet, Hz. Musa'nın toplumuna yeryüzünde hükümranlık verildiğini ifade
etmektedir. Böylece bir toplumun, yeryüzünde yaşayan diğer toplumlara karşı
hükümranlık elde edebileceğine de işaret edilmiş olmaktadır.
[124]
(Kral dedi ki) [Yusuf/50] ayetinde olduğu gibi melik, 'kral' manasına
gelmektedir.
Ayetlerde melik ve mülk şeklinde yer alan bu kavram, kral manasına da
gelmekte ve beşerî anlamda 'kralı' ifade etmektedir.
Kur'an, peygamber isimleriyle, Meryem ve Zeyd'in ismi hariç özel
isimlere ver vermemekte; kasdettiği kişinin sıfatını kullanmaktadır. Mesela,
firavun'un özel ismini kullanmayıp "büyük evde oturan" manasına gelen
firavun sıfatını kullanması gibi. Aynı şekilde kralların ismini kullanmayarak,
onları melik sıfatıyla zikretmektedir. Evrensel olması bakımından böyle bir
yolu izlemektedir.
Melik kavramı, 'hükümdar' manasına Allah için de kullanılmaktadır. Allah
için kullanıldığında "krallar kralı", beşer için kullanıldığında
"kral" diye tercüme edilebilir.[125]
Mâlik kavramı, bazen mülk ile beraber kullanılmaktadır:
(De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım!) [Âl-i İmran/26]
Buradaki mülk, hem 'kainat', hem de 'iktidar' manasına gelmektedir. Mâlik
de 'sahib' demektir. "Kainatın sahibi" denilebileceği gibi,
"iktidarın sahibi" de denebilir. Fakat birinci mana uzak bir ihtimal
olarak gözükmektedir. Çünkü ayetin devamında bu 'mülk'ün verilebilir bir şey
olduğunda bahsedilmektedir. Kainak verilemeyeceğine göre, mülk'ten kasıt
'iktidar' veya 'ekonomik değer' olabilir:
\&%ffi&5\&£<&tâiJ^tfö$(Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü
dilediğinden geri alırsın). [Âl-i İmran/26] ifadesi, mülk'ün insana verilebilir
bir değer olduğunu göstermektedir. İnsana verilen ya maldır (ekonomik değerdir)
veya iktidardır.
Yüce Allah, bütün ekonomik değer dediğimiz rızkın sahibidir. Onu istediğine
verir, istediğinden alır. Bir toplumun içinden bir ferde veya toplumlar
arasından istediği bir millete siyasî erki verir, istediğinden geri alır. Bu
veriş ve geri alışı belirleyecek olan şey, insanın çalışması ve ona layık
olmasıdır. Çalışmayan ve layık olmayandan alır, çalışana ve layık olana verir. Onun
için Allah, mâlike'l-mülk'tür.
"Sahip olma" manasına gelen mâlik'hk, Kur'an'da, insan için
de söz konusu edilmektedir:
Görmüyorlar mı? Biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok
hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır. [Yasin/71]
Ancak, Allah insan için yaratıyor, insan da ona sahip oluyor. İnsanın
sa-hipliliği geçici ve izafî olup süresiz değildir. Mutlak sahiplik Allah'a
aittir.
[126]
Sahip olmak manasına gelen -i-tt£ (mâlik), bir meleğin özel ismi olarak
Kur'an'da yer almaktadır:
("Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!" diye seslenirler.
Mâlik de, "Siz böyle kalacaksınız!" der). [Zuhruf/77]
Bazı melekler, görevlendirildikleri işle isimlendirilirler. Mesela:
(melekü'1-mevt), ölüm meleği manasına gelmektedir. İnsanların canını
almakla görevlendirilen meleğe verilen isimdir:
De ki: "Size vekil kılman ölüm meleği canınızı alacak, sonra
Rabbinize döndürüleceksiniz".
Demek ki melek, bu varlıkların genel adı olup, bunların içinde -i-»ş£ (Mâlik) denen bir melek de vardır.
[127]
Meleke kelimesi, memlûk şeklinde gelince, idare edilen manasını ifade
etmekte ve kölenin sıfatı olmaktadır.
(Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile
katımızdan kendisine verdiğimiz güzel nzıktan gizli ve açık olarak harcayan
bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?) [Nahl/75]
Ayetteki (abden memlûken) ifadesi, başkasının hakimiyeti altında olan
köle manasına gelmektedir. Aynı kavramdan hem idareci, iktidar sahibi ve hem de
idare edilen, iradesi olmayan köle anlamı çıkmaktadır.
Bazen Yüce Allah, cariye ve köleyi, sağ ellerinizin sahip olduğu
kimseler diye tanımlamaktadır: Jiî^ıÜöJs^ (Sağ ellerinin sahip olduklarına)
[Nahl/71] ibaresi, köle olarak çalıştırılan 'işçiler' manasını ifade etmektedir.
"Sahip olma" manasıyla melek, bir varlığın sosyal statüsünü
belirleyen bir sıfat olmaktadır. Böylece melek kavramı, siyasî gücü elinde
bulunduran kral manasını ifade ettiği gibi, hiçbir siyasî gücü olmayan sosyal
bir sınıfın da sıfatı olmaktadır. Bu anlamlarıyla da, insanlar arasında sosyal
statüyü belirleyen sosyolojik bir terim olarak işlev görmektedir.
[128]
Me-le-ke kavramının bir de psikolojik manası vardır. İnsanın kendine sahip
çıkması, kendi iç aleminde iktidar kurması, beyin, gönül ve nefis arasında
dengeli bir siyaset yürütmesi manasına da gelmektedir. Zararlı olanı defetmek,
faydalı olanı kazanmak gibi çok önemli bir siyaseti gerçekleştirmek, meleke
kavramıyla ifade edilmektedir. İnsan, kendi içinde uyguladığı bu iktidarı,
başkaları için de uygulayabilir. O zaman kavram, sosyolojik bir mana kazanmış
olacaktır:
(De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir
fayda veya zarar verecek güce sahip değilim"). [A'raf/188]
Ayette geçen Nefsime sahip değilim ifadesi, insanın kendini fayda ve zarar
bakımından idare etmesi ve kendine sahip çıkması demektir. Psikolojik siyaset
ve idare, zarardan ve nefsin arzularından uzak durmak, faydalı olanı elde
edebilmektir. Bu manada Hz. Musa, Maide/25'te sadece kendine ve kardeşine
sahip çıktığını söylerken meleke kavramını kullanmıştır.
Bir memleketi idare etmek, kendi nefsini idare etmeye benzer. Her iki
faaliyet için Allah meleke kavramını kullanmaktadır.
Kalbe, bedenin milakı denmektedir. Milak aynı zamanda evliliktir. Koca
melike benzetilmektedir. Diğerleri ona tâbi olduğu için deve ve koyun sürüsünün
önünde gidene de milak denmektedir.[129]
Her üç alanda meleke'nin kazandığı mana, idareyi ifade etmektedir.
Varlıkların faydasına kanunlar koymak, emir ve yasaklar vasıtasıyla
onların ilişkilerini düzenlemek, beşerî münasebetlerin nizamını ve hakları
çiğneyenlere uyarıda bulunmak, dengeli hayat yaşayanların gönlünü alacak
ödüller koymak, mutlak mâlikliğin tasarrufudur. Mülk, milk, mâlik ve meleke
kelimeleri idare, tasarruf ve kuvvetle ilgilidirler. Bunları Allah açısından
ele alınca, varlıkların var olma ve hayatlarını devam ettirmek konusunda
tasarruf sahibi olmak, onları idare etmek, onların ihtiyaçlarını karşılamak,
sosyal hayatın. düzenini bozanları cezalandırmak, iman edip iyi iş üretenleri
ödüllendirmek konusundaki iktidarı ifade etmektedir.
Mutlak manada, Yüce Allah'ın bu tasarrufunu yeryüzüne yansıtan insanlara
da 'melik' denmektedir. Kendine sahip olmak, halkın düzenini sağlamak, bu düzen
için kanunlar koymak, ceza ve ödül mekanizmasını iyi çalıştırmak, yanlış
yapanları uyarmak, beşerî mâlikiyetin tasarrufudur. İnsanların bu faaliyetleri
yerine getirebilmesi için Allah, insanın içine bir şeye sahip olma duygusunu
doğuştan yerleştirmiştir. Böylece insanın psikolojisini, sahip olma duygusuyla
bezemiş ve onu Allah'ın mâlikiyet sıfatını yeryüzüne yansıtması için
hazırlamıştır.
Yüce Allah'ın kainatı ve varlıklar alemini nasıl idare ettiğinin
bilgisine sahip olmak, insanlar aleminin nasıl yönetileceğine vakıf olmak demektir.
Bu bilgi, insanın mâlikiyet özelliğini derin bir yeterlilikle sosyal hayata
yansıtmış olacaktır.
[130]
Din kavramı, deyn kelimesinden türemiş olup borç almak, borçlanmak,
minnettar olmak, bir hissin tesiri altında olmak, boyun eğmek, hüküm vermek
gibi manalarının yanısıra takdir-i ilahî ve kıyametteki mahkeme anlamlarına da
gelen bu kavram, aynı zamanda Allah'ın bir sıfatıdır.
İddia etmek, itiraf etmek, imanı ikrar etmek anlamlarında din, 'takva'
demektir.
Ayrıca sahip olmak, itaat etmek, ceza veya mükafaat vermek, din edinmek,
millet, âdet, siret, durum, ibadet, hukuk, saltanat, idare, yağan yağmur,
tevhid manaları da vardır.
Bir hissin tesiri altında kalmak anlamıyla, insanın psikolojik
yapısıyla; borçlanmak anlamıyla, ekonomik hayatla; iman etmek manasıyla, Allah
ile; yağan yağmur anlamıyla da tabiat kanunlarıyla ilgili olan din kavramı,
âdet ve durum manasıyla da toplumsal hayatı ilgilendirmektedir.
Din kavramının Kur'an'daki manalarını şu şekilde sıralayabiliriz:
[131]
Buna "yaratılış kanunu" da diyebiliriz. Bu anlamıyla, şu
ayette yer almaktadır:
(O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine. Allah'ın insanları üzerine
yaratmış olduğu tabiat kanununa (fıtratına) çevir. Allah'ın yaratışında
değişme bulunmaz. Dosdoğru din de budur. Fakat insanların çoğu bilmezler).
[Rum/30]
Yüce Allah bu ayetle önemli ve evrensel bir eğitim ilkesini ortaya koymaktadır.
İnsanları eğitirken, onların yaratılış kanununa dikkat etmek zorundayız.
"Yüzünü çevir" ifadesi, "Dikkat et!" demektir. Allah'ın
insanları yarattığı tabiat kanunu denen dine dikkat etmenin değişmeyen bir
eğitim ilkesi olduğunu yine ayet söylemektedir.
Bu ayette din kavramı, tabiat kanunu (fıtrat) anlamında kullanılmıştır.
Fıtrat kanunu, bütün insanların müşterek özellilerinin adıdır. Tabiat kanunu,
aslî ve ilk yaratılışı ifade etmektedir. İnsanın tabiatını değiştirip, başka
bir tabiatta insan yaratmak mümkün değildir. İşte bu noktada din ile yaratılış
kanunu birleşmektedir. Yüce Allah insana varlıklara karşı bir eğilim duygusu
vermiştir. Bütün insanlarda bu duygu kanun olarak vardır. Aynı şekilde din bu
eğilimin iman halinde aşkın bir varlığa bağlanmasını da ifade etmektedir.
Kur'anî deyimle bu yüce varlık Allah Teala'dır. Yaratan ile yaratılan arasındaki
ilişki de bir tabiat kanunudur: tıpkı doğuranla doğurulan arasındaki ilişkinin
inkar edilemeyen kanunu gibi.
Bu manada dinin varlığını kimse inkar edemez; çünkü tabiat kanunlarını
inkar etmek gibi büyük bir hata işlemiş olur. İki hidrojen atomunun bir oksijen
atomu ile birleşmesi sonucunda suyun meydana geleceğini inkar etmek mümkün
müdür? Var olan ölümlü varlığın bir yaratıcısı olduğu gerçeği de aynı kanun
kadar geçerli ve sağlamdır. İnsanın yaratılışını belirleyen ruh-be-den
ilişkisi, hücrelerin, organların bir bütün halinde çalışmalarındaki bağların
varlığı, aynen Allah ile kendi arasındaki ilişkilerin tabiatına benzemektedir.
Onun içindir ki, tabiat kanunu din, din de tabiat kanunu olmaktadır.
[132]
Şu ayette din, borç ve borçlanmak manasında geçmektedir:
(Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız
vakit, onu yazın"). [Bakara/282] Borçlanmayı kayıt altına alma inkılabını
yapan Kur'an, borcu din, dini de borç yapmıştır. Nisa/l 1-12'de de borç
manasında din kavramının değişik bir kalıbı kullanılmaktadır.
Borçlanmak, iktisadî hayatın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Borç
vermek, hayırlı bir iştir. Borç almak da kaçınılmaz bir kanunun sorumluluğunu
yüklenmektir. Borcunu ödemek o kadar önemlidir ki, din ile aynı manayı
paylaşmaktadır. Borcunu ödemek bir hakkın ödenmesi demektir. Dinin bir manası
da Allah'a olan borcunu ödemenin kurallarıdır. Allah'a olan borcu ödemekle,
kula olan borcu ödemek aynı derecede önem kazandığı için din kavramıyla ifade
edilmektedirler.
Kul hakkı da bir borçtur. Yüce Allah dine tabiat kanunu ve borç
manaları vermekle kul hakkını dini ile aynı derecede değerli tutmaktadır. Kul
hakkını çiğnemek, hem günah hem de ayıptır. Onun içindir ki kul hakkı, dinin
ana unsurunu teşkil etmekte ve dine bizzat adını vermektedir. Kul hakkına
riayet etmeyen, dine de riayet etmemiş olur.
[133]
Din kavramı; hukuk, âdet manasında Kur'an'da yer almaktadır:
Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya
başladı, sonra da onu, kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yusuf a böyle
bir tedbir öğrettik, yoksa kralın kanununa (dinine) göre kardeşini
alıkoyamayacaktı. [Yusuf/76]
Ayette geçen din kavramı, kanun, hukuk manalarını ifade etmektedir. Bütün
ilahî dinler birtakım hukuk kuralları içerirler. Yüce Allah din göndermekle,
insanlara nasıl kanun yapılacağını öğretmiştir. Hukukun üstünlüğünü ve kanun
koymayı insanlara Yüce Allah'ın öğrettiğini Şura/l 3'ten de öğrenmekteyiz.
Kanun yapmayı öğrenen insanın, hukuk prensiplerine uygun düştüğü
sürece, yaptığı kanunları, Allah'ın geçerli saydığını Kur'an'dan öğrenmekteyiz.
Mesela, İslâm'ın olmadığı dönemde kıyılan nikahları Allah geçerli kabul
etmektedir. Hz. Peygamber'in 25 yaşında kıydığı nikah İslâm döneminde
yenilenmemiştir. Diğer taraftan, Tebbet suresinde "Ebû Leheb'in karısı",
Tahrim suresinde "Firavun'un karısı" ifadeleri, kâfir olmalarına rağmen,
nikahlarının Allah tarafından kabul edildiğini göstermektedir. Demek ki
nikah/evlilik evrensel bir olgu ve akiddir. Nikahın şartlan da evrenseldir.
[134]
Din kavramı, Kur'an'da karşılık (ceza ve mükafaat) anlamında pek çok ayette
geçmektedir. Her gün beş vakit namazda okuduğumuz ve tefsirini yaptığımız
Fatiha/4 ayeti şöyledir:
Ceza ve mükafaat gününün sahibidir. [Fatiha/4]
Ayette geçen din kavramı, ceza ve mükafaatı ifade etmektedir. İyi ve
kötü davranışların değerlendirileceği ve hükme bağlanacağı güne bu ad verilmektedir.
Sorgulama ve hesap günü demektir. Dünyada haksızlığa uğrayan ve hakkını
alamayanların ve yanlış davrananların karşılıklarının verileceği zamana din
günü ismini veren Allah, bu ifadesiyle insanları yanlış davranışlardan
caydırmayı istemektedir. Bunu bir misalle daha iyi anlatabiliriz: Cehennemin
varlık sebebi, insanları günah ve yanlış davranıştan caydırmaktır. Buna rağmen
caymayanlara da cehennemin ateşi gösterilir. İlahî hukukun uygulandığı o güne,
"ceza ve mükafaat" günü denmektedir. Bu, din kavramıyla gün kelimesinin
bir araya gelmesi ile oluşan bir ifadedir.
Mearic/26'da ceza ve mükafaat gününe inananlar ele alınırken,
Müddes-sir/46'da ise bu ceza gününü inkar edenlerden bahsedilmektedir:
(Ceza gününün doğruluğuna inananlar). [Mearic/26]
(Ceza gününü de yalan sayıyorduk). [Müddessir/46]
Her iki ayet de şunu ifade etmektedir: Din gününe (ceza gününe) inanmak,
Kur'an'ın önemli bir iman ilkesidir. İslâm dini, din gününe inanmayı şart
koşmaktadır. O güne inanmayanlar, yine o günde pişman olacaklar ve bu
inançsızlıklarını orada itiraf edeceklerdir. Çünkü ceza gününde, hesap verip
inkarlarının karşılığını göreceklerdir.
Ceza ve mükafaat gününün en önemli vasfı hakkında İnfitar suresinde
şöyle buyuruluyor:
(Ceza günü nedir bilir misin? Nedir acaba ceza günü? O gün hiçbir
kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah'a kalmıştır). [İnfitar/17-19]
Demek ki o gün, kimsenin kimseye bir faydasının dokunamayacağı ve hüküm
sahibinin Yüce Allah olacağı bir gündür. Bu bize şunu ifade ediyor: Hukukî
meselelerde tarafsızlık şarttır. Hukukun karşısında fertler eşit muameleye
tâbi tutulmalıdırlar. Suç ferdîdir. Başkasının suçunu diğerleri çekemez. Hukuk
vanıltılmamalıdır.
Hukuk karşısında, fertlerin statüsü gözönünde bulundurulamaz. Suçların
cezalandırılmadığı ve başarıların ödüllendirilmediği toplumlar medenî olamazlar.
Böyle bir toplum aşiret toplumudur. Halbuki İslâm medeniyet dinidir.
Medenî toplumlar hukukun hakim olduğu toplumlardır. Medenî insan, hukuka
göre davranan insan demektir. 'Medenî' kavramı, dinden gelen bir kavramdır.
'Şehir' anlamına gelen medine, hukukun uygulandığı yer demektir. Böyle bir
yerde yaşayan insanlar da medenîdirler.
Onun için Peygamberimiz, Arabistan'daki 'Yesrib' şehrinin adını 'Medine'
olarak değiştirmiştir. İslâm dininin her şeyden önce bir hukuk dini olduğunu
ve hukuk toplumunun da medenî bir toplum olması gerektiğini vurgulamak için
Resulullah, Yesrib'in adını Medine yapmıştır. Daha açık bir ifade ile, Hz.
Peygamber, farklı inanç ve dinlere mensup olan insanları müşterek bir hukukla
idare etme zaruretini görmüş ve bir anayasa yapmak suretiyle de bunu tatbik sahasına
koymuştur.
[135]
Kur'an-ı Kerîm'de geçen millet kavramına, İslâm alimleri din manasını
vermişlerdir. Millet kelimesi, aslında yol demektir. Dirim anlamlarından biri
de yol'dur. Demek ki millet ile din, 'yol' anlamında bir araya gelmektedirler. Allah
şöyle buyurmaktadır:
Sen onların milletine tâbi olmadıkça, yahudi ve hristiyanlar asla
senden razı olmayacaklardır. De ki: "Dosdoğru yol Allah'ın yoludur".
Sana gelen ilimden sonra sen onların arzusuna uyacak olursan, Allah'tan sana ne
bir dost ne de bir yardımcı vardır. [Bakara/120]
Ayette üç kavramı bir arada görmekteyiz: millet, hidayet ve heva
(arzu). Bu kavramlardan hidayet 'millet'i, heva da hidayetin zıttı olan 'yol'u
tanımlamaktadır. Millet genel manada dini/yolu ifade ederken, hidayet özel
manada doğru olan "dinin yolunu" ifade etmektedir. Heva ise, insana
sapık yolu çizen arzuların tümünü ifade etmektedir.
En'âm suresinde millet ile din bir araya gelmektedir:
(Deki: "Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı
birleyen İbrahim'in milletine iletti. O, ortak koşanlardan değildir").
[En'âm/161]
Ayette hidayet, doğru yol, doğru din ve millet kavramları bir örgü
meydana getirmektedir. Hidayet kavramı yüklem olarak kullanılırken, diğerleri
cümlenin tümleci olmaktadırlar. Ama bu kavramlar birbirlerini
manalandır-maktadırlar. Doğru yol 'doğru din' demek, doğru din de 'millet-i
İbrahim' demektir. Hepsinin ortak anlamı 'doğru yol'dur.
Demek ki din, doğru yolun kendisi olduğu gibi, aynı zamanda o doğru
yolu da açıklamaktadır. Din, Allah tarafından konduğu için, objektif bir
kaynaktan gelmektedir. O aynı zamanda, tüm insanlığa evrensel değerleri öğretme
ve yaşatmayı amaçladığı için doğru yolun kendisi olmaktadır. Bu doğru yolun
bilinmesi, onun bilgisine sahip olunması önemli şartlardan biridir.
İnsanı Allah'a götüren, insanların gönüllerini birbirine; ferdi ise
kendi içine bağlayan yol manasında doğru din, akıl, bilgi ve sevgi ile
örülmüştür. Bunun dışındaki yollar tefrika yollandır.
Din denen doğru yolun kilometre taşları, haklarla belirlenmiştir.
Maide/151-153 ayetleri, dinin oluşturduğu doğru yolun ne olduğunu anlatmaktadır.
Allah hakkı, ana baba hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı, hayat hakkı, yetîm
hakkı, ekonomik haklar, adalet gibi haklar, doğru yolu meydana getirmektedir.
Kadın haklan ve kendini savunma hakkı gibi önemli haklan da buna ilave edersek,
doğru yol denen dinin ne kadar önemli temeller üzerine kurulduğu ve Allah
tarafından gönderildiği daha iyi anlaşılmış olacaktır.
[136]
İş manasına da gelen emr, bu manasıyla din'i ifade etmektedir. Zaten dinin
kendisi, bir iş, amel, eylem ve hüküm demektir. Kur'an'da 'emir'le ilgili
yüzlerce ayet vardır. Bu emirler, dinin kendisini oluşturmaktadırlar. Hüküm
manasına gelen emr, aynı zamanda din anlamında kullanılmaktadır. Şu ayette
olduğu gibi:
(Fakat onlar din konusunda aralannda parçalara aynldılar, ama hepsi
bize döneceklerdir"). [Enbiya/93]
Burada emr, 'din' manasına gelmektedir.
Din, bir hükümler demetidir. Kullannm mutluluğa ulaşması için Allah'ın
göndermiş olduğu emir ve yasaklann bütünü, dini meydana getirmektedir. Hükmü
olmayan bir fikirler topluluğuna din denemez.
[137]
Din’in bir manası da boyun eğmek, hükmü altına girmek, teslim olmaktır.
islâm ile din bu anlamda buluşmakta, başka bir ifadeyle aynı manayı paylaşmaktadırlar.
Diğer taraftan barış, güven ve rahmet dediğimiz İslâm'ın manalan da, dinin
kendi yapısında vardır. "Din niçin vardır?" sorusunu cevaplandırırken
barış, güven, rahmet ve teslimiyet için vardır, cevabını vermemiz gerekiyor.
Kur'an-ı Kerîm, Allah katında hak din İslâm'dır diyerek, din ile
İslâm'ı birleştirmiş ve dinin adını İslâm koymuştur. Demek ki, dinimizin adı
barış, güven, teslimiyet ve rahmettir. Bunlara inanmayan ve bunları hayatına
geçirmeyen insan doğru dinden bahsedemez.
İnsanlığı mutluluğa götüren bütün değerlerin kaynağında, Hz. Âdem'e gelen
tevhid dini vardır. Mutlak tevhid dininin adı İslâm'dır. Demek ki İslâm dini,
sadece Kur'an'ın getirdiği din değildir; Hz. İsa'nın, Musa'nın, Davud'un, Yusuf
un, Süleyman'ın, Nuh'un vb. hepsinin kutsal kitabı, İslâm dininin sürecinin
safhalarını oluşturmuştur.
Allah, din gününün sahibidir ayetini bir bütün olarak ele alıp
açıklarsak şunları tesbit etmemiz mümkündür:
Din günü ifadesiyle, ahiretteki ceza ve mükafaat ânı kasdedilmektedir.
Oradaki dinin sahibi Allah olduğu gibi, bu dünyadaki dinin sahibi de
Allah'tır:
(Gözünüzü açın, gerçek ve temiz din Allah'ındır). [Zümer/3]
(Göklerde, yerde ne varsa O'nundur. Din de sadece O'nundur. O halde
Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?) [Nahl/52]
Dini Allah koyar; insan din alanına giremez. Arınmış dine sadece Allah
sahip olabilir:
(Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?) [Âl-i İmran/83]
Yaratılışında yer alan inanç duygusu, insanı, tatmin için bir arayış
içine iter. Onu tatmin edecek olan güç dindir. Gerçek din, insanı Allah'ın
dostluğuna götüren dindir. Benliğini Allah'a teslim ederek işlerini iyi
yapanlar, tevhid inancına; dolayısıyla da, mükemmel olan dine sahiptirler. Bu
da bir bakıma, Allah'ın dostluğunu kazanmak demektir:
(İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a ve İbrahim'in Allah'ı bir
tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i
dost edinmiştir). [Nisa/125]
Doğru din, insanları Allah'ın dostu yaptığı gibi, Allah'a teslim olmak,
mükemmel iş üretmek ve tevhid inancına sahip olmak da, toplumsal birlik bakımından
dostluğu yakalamak demektir.
Hesap, ceza ve mükafaat anlamlarıyla din, insanın sorumluluk duygusunu
geliştirme ve onu eylemlere yansıtma gibi bir işleve sahiptir. Bu işlevini de,
insanın psikolojik yapısına ve sosyal hayata, barış ve güveni getirmek
suretiyle yerine getirmiş olacaktır. Dinin hükümranlık ve itaat manalarının
gereği de budur. İnsanlar arasındaki çekişme, kavga ve ayrılıkları kaldırıp,
yerine, barış ve karşılıklı güveni getirmekle yükümlü olan din, yaratıcı gücün
varlığını hissettirme, insan adına bütün güzellikleri geliştirme amacını gütmektedir.
Tabiat kanunlarının meydana getirdiği ahenk, denge ve sanatın belli bir
oranda fert ve toplumun hayatına yansımasını sağlamak için var olan din, insanı
içten ve dıştan sarmalayan gücü temsil etmektedir. Bu dünyada yapılan bir
davranışın ahirete uzantısı varsa, o eylem dinin içine girmektedir. Âhirette insana
sorumluluk getirmeyen ve bir ödül verilmesini sağlamayan eylemler, dinin içine
girmemektedir. Âhirette ceza ve mükafaat getirmeyen davranışları dinden kabul
edemeyiz ve zâten din de onları içine almamaktadır. Böylece bu dünyada neye ve
hangi oluşumlara din diyeceğimiz ortaya çıkmış olmaktadır.
Borç manasıyla din, kulun Allah'a olan borcunu, kulun kula olan borcunu
ve dinin topluma olan borcunu ifade eden ve bunları yerine getirmekle yükümlü
olan bir müessesedir. Din, insamn borçlu olduğu alanı belirlemekte ve
kendisinin de bu borçlan yerine getirme eğitimini vermekle borçlu olduğunu
söylemektedir. Var olması ve varlığını devam ettirmesi sebebiyle insan, bazılarına
borçludur. Onun borçlarının neler olduğunu ve bu borçlan nasıl ödeyeceğini ona
öğreten okulun adı dindir. Din denen ilahî okul, insana borçla-nm nasıl
ödeyeceğini ve ahiretteki ceza ve mükafaatın bu öğretiyi yerine getirmenin
üzerine oturduğunu öğretir. Borçlann yerine getirilmesinin yüklediği
sorumluluk, dinin bu dünyaya yönelik olan boyutunu; sorumluluklann yerine
getirilmemesi veya getirilmesiyle meydana gelecek olan ceza ve mükafaat da,
ahirete yönelik olan boyutunu oluşturmaktadır.
İşte Allah dinin ahiretteki nihaî karşılıklarının sahibi olduğu gibi,
bu dünyadaki yaptırımlarının da sahibidir. O'ndan başkası din koyamaz ve kimse
de dini O'ndan başkasına bağlayamaz. İnsan düşüncesi ve uygulamaları, din alanının
dışında bir kültür oluşturup devam ederken, din alanı bakir, saf, halis ve
temiz olarak Allah'a ait kalır. İnsanlar din alanından alır, ferdî ve sosyal
boyuta götürür; ama sosyal boyuttan alıp din alanına koyamaz. Dışarıdan güneşe
ışık verilemez, ama güneş dışarıya ışık verir. Onun gibi din dışarıya, yani
insan hayatına ışık verir, bilgi verir; ama dışarıdan bilgi almaz.
[138]
5. Yalnız sana kulluk eder;
yalnız senden yardım dileriz.
Hamd alemlerin rabbi, rahman-rahim ve din gününün sahibi olan Allah'a
mahsustur. Rab, rahman, rahim ve mâlik sıfatlarının kainatla ve içindeki beşerî
alemle olan ilişkilerinin başlangıçta doğurduğu borcun karşılığı, hamdet-mektir.
Hamd sadece Allah'a ait olduğu gibi, kulluk/ibadet de O'na aittir.
Demek ki Fatiha/l-3'deki sıfatların önünde hamd, arkasında ibadet ve
yardım dileme yer almaktadır. Allah yaratan, besleyip büyüten, rahmet ve
merhamet edip sahip çıkan bir varlık olması hasebiyle hamde, ibadete ve sadece
kendisinden yardım talep edilmesine layıktır. Hamdedilmek, kulluğun sadece
O'na tahsis edilmesi ve sadece O'ndan yardım ve destek beklenilmesi O'nun
hakkıdır.
Şimdi 5. ayette geçen kavramların analizini yaparak şu sonuçlara varmamız
mümkündür:
(Sadece sana kulluk ederiz).
Fahruddîn Râzî ve Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetin Allah'a nasıl hamdedileceğini öğrettiğini söylemektedirler. "Sadece Allah'a kulluk etmek ve sadece O'ndan yardım dilemek, Allah'a hamdetmektir" diyen bu alimler, ayeti ayetle tefsir etmişlerdir. Onların tefsirine katılmamak mümkün değildir.
Bize göre 'kulluk' kavramının içi, 'hamd' ile doldurulmaktadır. Rab,
rahman, rahim ve mâlik sıfatlarına sahip olan Allah, hamdedilmeye, yani ibadet
edilmeye layık bir varlıktır. Yaratma, eğitme, rahmet, merhamet ve sahip çıkma
sıfatlarıyla insanlar alemi ile ilişki kuran Allah, şirk koşulmadan ibadet
edilmeye layık bir hüviyete sahiptir.
“İyyake: sadece sana” ibaresi hasr ifade eder. Başka bir deyişle (Ve
sadece senden yardım dileriz) ifadesine denk düşmekte ve Allah'tan başka
varlıkların tapınma bakımından kutsallığını dışlamaktadır. Cümlenin başına
gelmesinin sebebi, kulluktan önce sahte tanrıları dışlamanın zorunlu olduğunu
göstermektir.
[139]
(na'budu) kelimesinin kökü (abede)dir. İbadet, ubudiyyet, âbid ve ma
'bûd kelimeleri de ondan türemiştir.
Emrini tutmak, ibadet etmek, tapınmak, çok muhterem tutmak, perestiş
etmek, köle etmek, esir etmek, boyun eğdirmek, tâbi kılmak, hükmü altına almak,
ıslah etmek, tekamül ettirmek, ilerletmek, işe yarar hale getirmek, muteber
hale getirmek, kendini vermek manalarına gelmektedir.
[140]
('abede) kavramının Kur'an'da
çeşitli manaları olup bunları şöyle sıralayabiliriz:
[141]
(Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım).
[Zariyat/56]
Hâzin bu ayette geçen (liya'budûni) kelimesine, (liya'rifûnî=beni
bilsinler) manasını vermektedir. Çünkü Allah, cin ve insanları yaratmasaydı,
O'nun varlığı bilinmeyecekti.
Böylece Hâzin, Allah'a ibadeti bilgiye dayandırmakta veya bilgi ile
kulluğu ay-nîleştirmektedir. Ona göre kulluk, bilmek demektir.
Muhammed Esed de aynı fikri savunmaktadır. Ona göre, bütün akıl sahibi
varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah'ın varlığını tanımaları
ve bundan dolayı kendi var oluşlarını bilinçli olarak O'nun iradesi ve planı
ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır.
Işıe bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki, Kur'an'ın
"kulluk" :urak tanımladığı şeye derin anlamını verir.[142]
îbn Abbas'a göre Kur'an'da ibadet kavramı, birlemek anlamına gelmektedir.[143]
Tevhid inancı olmadan (Allah birlenmeden) kulluk yerine getirilemez. Nesefî de
İbn Abbas'ın görüşünü naklederek, tevhid ile abd kavrammı birleştirmektedir.
Hâzin ile Nesefî'nin görüşlerini bir araya getirirsek şöyle bir sonuca
varabiliriz: Bilgiden kalkan ve tevhidde konaklayarak insanı Allah'a
yaklaştıran gönül oluşumuna, kulluk denmektedir. Demek ki kulluk için bir-mek,
birlemek için de bilmek gerekiyor.[144]
Ibn Abbas (ya'budu) kelimesine (yutî'u) manasını vermektedir. Kulluk
yapabilmek için itaat şarttır. İtaat edilmeyen varlığa kulluk edilmiş olmaz.
Demek ki insanlar ve cinler, Allah'ı bilmek, birlemek ve itaat etmek
için yaratılmışlardır. Bilgi, insanının uğruna yaratıldığı bir değerdir. Var
olmanın temelinde sadece Allah'a ibadet etmek vardır. Bilgisiz, tevhidsiz
ibadetin bir şeye yaramayacağı da bir gerçektir.
[145]
(abede), dini Allah'a has kılarak yapüıdığında ibadet, Allah dışında
bir varlığa yapıldığında ise 'şirk' olduğu için tapınmak'ta. Fatiha/5'teki
(iyyâke na'budu=yakaz sana ibadet ederiz) ifadesi, başka ayetlerde şöyle
geçmektedir:
(Allah size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir).
[Yusuf/40]
(Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi emretti). [İsra/23]
Fatiha/5'te başa gelen (İyyake=sadece sana) ifadesi, bu iki ayette
istisnadan sonra gelmektedir. Mana ağırlığı ve tahsisin vurgusu bakımından
aralarında hiçbir fark yoktur. Yusuf/40 ve İsra/23'te Allah emrederken,
Fatiha/5'te kul kendisi ifade etmektedir. Her üç ayetteki ifadenin amacı,
şirki dışarıda bırakıp, şirksiz bir ibadetin yapılmasıdır.
Şirkten uzak bir kulluk veya ibadet nasıl yapılabilir? Bu sorunun
cevabını şu ayetlerle verebiliriz:
(De ki: "Bana, dini Allah'a halis kılarak O'na ibadet etmem
emrolundu"). [Zümer/11]
(De ki: "Ben dinimde ihlas ile ancak Allah'a ibadet ederim").'[Zümer/14]
Şirkten uzak bir ibadet, dini Allah'a tahsis ederek, yani dininde ihlâs
sahibi olarak yapılan ibadettir. Bu ayetler, Fatiha/5'teki (iyyâke=sadece sana) demenin neyi ifade
ettiğini açıklamatadır. Sadece sana demek; dini Allah'a tahsis ederek ve ihlas
sahibi olarak demektir.
Bu tarz bir ibadet, tevhid inancının eyleme dönüşmesi, tek tanrı
inancının davranışlara yansımasıdır. Bütün davranışlarında Allah'ın yanında
olduğunu hissetmesi ve O'na yönelmesidir. Kulluğu güzelleştiren de bu tarz olan
yöneliştir. İbadetteki ihlas ve dini Allah'a tahsis etme olgunluğu, sadece
Allah'a yönelme ile doruk noktasına çıkmaktadır. Kulluğun bu güzelliğini Allah
şöyle ifade etmektedir:
(Biz Davud'a Süleyman'ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu. Doğrusu
o, daima Allah'a yönelirdi). [Sâd/30]
Dini Allah'a tahsis ederek ve sadece Allah'a yönelerek yapılan ibadet,
şirki dışlayan ve insanı şirkten uzak tutan bir ibadet olmaktadır. Allah, dini
Allah'a has kılarak ibadet etmesini Hz. Peygamber'e niçin emretmiştir? İnsanın
başka varlıklara ibadet etme ihtimali var mıdır? İnsanlar şeytana, putlara ve
kendi nefislerine tapınabilirler mi?
(Ey Âdemoğullan! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir
düşmamnızdır, demedim mi? Bana kulluk ediniz, doğru yol budur demedim mi?)
[Yasin/60-61]
Bu ayetlerin birincisi, şeytana tapılma ihtimaline karşı insanları
uyarmaktadır. Bu uyarısını, şeytanın insanların düşmanı oduğu gerçeğine
dayandırarak yapmaktadır. Doğru yolun sadece Allah'a ibadet etmek olduğu
bilincini de vermektedir. Ayetlerin birincisi şirki yasaklıyor, ikincisi doğru
tapınmanın bilgisini veriyor. Ayrıca olumsuzdan olumluya giden bir metodla,
tapınmanın eğitimi veriliyor. Hem şeytana hem de Allah'a tapınmanın
imkânsızlığının bilinci kazandırılıyor. Bu bilinç verilmeden, Yalnız sana
ibadet ederiz ifadesinin gündeme gelmesi mümkün değildir.
(Heva ve hevesini tanrı edineni gördün mü?) [Casiye/23]
Bu ayete göre insan, kendi nefsini/ nevasını tanrı edinebilmektedir.
İnsan aklını ve gönlünü nefsinin emrine verirse, nefsini tanrı edinmiş olur.
Demek ki sınırsız arzu ve hevesler, insanın içindeki psikolojik yönelişi tam
bir denetim altına alabilir. Böyle bir denetim altında, bütün eylemlerimizi
nefsin emirlerine göre yaparsak, nefsi tanrı edinmiş oluruz. Nefsin kullan,
beyin, gönül ve davranışlardır. Şirkin kökleri, insanın nefsinden
beslenmektedir. Terkedilmesi ve farkına varılması en zor olan şirk, nefsin
tanrı haline gelmesidir.
Onun içindir ki kul (iyyâke na'budu=yalmz sana kulluk ederiz) derken,
nefsini tanrı edinmekten de sıyrılmış olmaktadır. Kendi benliğini tanrı
edinmekten sıynlamayan insan bu ifadeyi kullanamaz. Şeytan ve kendi nefsinin
dışında kalan canlı ve cansız varlıklara, yani putlara tapınma ihtimâli de
vardır. Bu hususta pek çok ayet vardır:
("Putlara tapıyoruz ve
onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler). [Şu'ara/71]
(İbrahim'in şöyle dediğini hatırla: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl,
beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut"). [İbrahim/35]
İnsan tabiattan herhangi bir varlığı tanrı edindiği gibi, kendi eliyle
yaptığına taptığı da olmuştur. Bazen tabiat olaylarının zararından korunmak
bazen de faydasını elde etmek için onlara tapınma yolunu seçmiştir.
Allah, tarihte insanların yaşadıkları şirkin çeşitlerini ve tonlarını
bize anlatarak, şirkin kötülüğüne karşı bilincimizi açmakta ve tevhid inancı
için gönlümüzde bir yer oluşturmaktadır. Çünkü şirkten temizlenmeyen gönüle
tevhid inancının girip yerleşmesi imkansızdır. Böylece Allah, eğitime eskimeyen
bir metod kazandırarak, yanlışlardan temizlenmeyen bir beyin ve gönüle,
doğrulan kazandırmanın ve yerleştirmenin imkansızlığına dikkat çekmiştir. Bir
demirin pasını silmeden oraya boya sürülürse, o boya tutmayacak ve kısa
zamanda içindeki pası kusacaktır. İnsanın gönlündeki şirk pasını silmeden oraya
tevhid inancının boyasını sürmek kalıcı olmayacaktır. Zamanla o pas kendini
dışa vurup, boyayı yok edecektir. İşte bu gerçeğe dikkat ederek hareket etmek,
din eğitiminin ana metodlarından biri olmalıdır.
[146]
(Yalnız senden yardım
dileriz).
Yalnız Allah'a kulluk ediyor olmanın, ifadesi veya isbatı, yalnız
O'ndan yardım dilemektir. Sadece Allah'a kulluk ettiklerini söyledikleri halde,
insanlardan, türbelerden, mezarlardan ve diğer tabiat varlıklarından yardım
dileyenler vardır. Bu durum, tevhid inancının gönüle yerleşmediğini, gönlün
şirkten tam temizlenmediğini göstermektedir.
İsti'âne kavramı, yardım manasına gelen (avn) kelimesinden türemiştir.
Bu kalıptan alınınca, "yardım dilemek" manasını ifade etmektedir.
İyyâ-ke nesta'în (yalnız senden yardım dileriz) ifadesi, tevhid inancının
sağlam olduğunu ve gönüle tam anlamıyla yerleştiğini isbat etmektedir.
Varlıkları yaratıp terbiye eden, onlara rahmet ve merhamet eden ve
sahip çıkan varlık, yardım istenmeye layıktır. Bu sıfatlara sahip olmayan diğer
varlıklardan yardım istenmez, istenirse şirke düşülmüş olur. Yalnız Allah'a
kulluk etmek ve yalnız O'ndan yardım dilemek, hamdin içindeki manayı doldurmaktadır.
Allah'ı bilmek ve birlemek, O'na itaat ve ibadet etmek ve yalnız O'ndan yardım
dilemek, hamd ibadetinin içeriğini teşkil etmektedir.
[147]
6. Bizi doğru yola ilet.
Allah'a hamdedip, kulluğunu O'na tahsis eden ve sadece O'ndan yardım
dileyen insan, dua vasıtasıyla Rabb'inden bir şeyler isteme fırsatını
yakalamış demektir. Fatiha/6'daki dua, Allah'tan nasıl yardım istenileceğini
öğretmektedir.
Ayette iki kavrama yer verilmektedir. Bunlardan birisi hidayet diğeri
de sırât-ı müstakim olgusudur. Sırat-ı müstakim (doğru yol) kavramı da iki
kelimeden teşekkül etmiştir: yol ve istikamet. Şimdi bu iki kavramı
inceleyebiliriz:
[148]
Yüce Allah'ın vahiy ve peygamberler göndermesi, yol meselesinin insan hayatı için ne kadar önemli olduğunu ifade etmektedir. İlahî vahiy, insana doğru yolu bildirmek bakımından çok önemli görevler yerine getirmiş ve getirmektedir.
İnsanın hayatını devam ettireceği ve kendini uyduracağı kuralları içine
alan yol kavramı, insanın kendini en iyi bir şekilde ifade etmesinin sürecidir.
Dinî, felsefî ve ideolojik bütün sistemlerin insan için yollar oluşturduğunu
dikkate alırsak, insanın çok karmaşık bir alanla karşı karşıya kaldığını
söyleyebiliriz. Yolunu ve yönünü bulmak, insanlığı yoran bir faaliyet olmuş ve
olmaya devam etmektedir. Kur'an, insanların bu yorgunluğunu gidermek,
zorluklarını kolaylaştırmak, karmaşık buldukları bu alanı sade bir hale
getirmek için 'yol' kavramını çeşitli şekillerde ve detaylı bir biçimde ele
almış ve insanları derinlemesine bilgilendirmeye çalışmıştır. Sırat, sebîl,
tarîk, millet ve şeriat gibi kelimeler, yol anlamını ifade ettiği için söz
konusu edilmiştir.
Fatiha/6'daki sırât-ı müstakim, adaletin yolu/denge yolu, düz, geniş,
sapma ve eğim bulunmayan yol demektir. Kur'an, sırat kavramını fizikî
manasından alarak, ona insanlık hayatı için son derece önemli olan manevî
manalar yüklemiştir. Sırât-ı müstakim (doğru yol), Allah ile kul arasmmdaki en
kestirme yoldur. Bu tanım, tamamen manevî nitelikli bir tanımdır. İnsan ile
insan arasındaki manevî oluşumların meydana getirdiği çizgi de bu yolun içine
girmektedir. Demek ki Kur'an'daki "doğru yol" kavramının içeriğinde,
Allah ile kul; kul ile kulun arasındaki dengeli ilişkiler yer almaktadır.
İnsanın gönlünden ve beyninden çıkan, sosyal hayatı kapsayan, oradan Allah'a
uzanan bu yol, aslında uzun görünse de doğru olması sebebiyle en kısa yolu
temsil etmektedir.
Bu yol insanın, Allah'ın buyruğu doğrultusunda ilerlemesine mâni olmaya
çalışan tüm engelleri aşmasına imkan veren kuralların bütününden meydana
gelmektedir. Önemli olan bu kuralların doğru olmasıdır. Bu nedenledir ki
Kur'an, sırat kelimesine müstakim sıfatını ilave etmiştir. Dosdoğru, ölçülü,
kıvamında, uygun ve adil olma manasıyla müstakim kelimesi, "yolun" niteliğini
belirlemektedir. Daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli, daha faydalı olanı ve
daha mutluluk vereni yakalamak ve onları elde etmenin normlarını belirlemek
için insanlığın sarfettiği gayret küçümsenemez. Ama bu gayretlerin olumlu
neticeye ulaşması, kimi zaman insanın iradesini aşar.
Bazen insanlık sahte, kötü ve çıkmaz yollara girmiş ve bu yollarda ümit
etmediği çileler çekmiştir. Yanlış inanç, batıl fikir ve şeytanın oluşturduğu
bu tefrika yolları, insanlığın hayatına kara bulutlar getirmiş, lekeler sürmüş
ve karanlıklar bırakmıştır. Bu yollar insanlığın hürriyetine, hür atılımına ve
gelişimine zincir vurmakla meşgul olmuştur. Yüce Allah'ın "doğru
yol" öğretisi,
?o sıkıntılı anlarda imdada yetişmiş ve insanlığın önünü açmıştır.
Kur'an'da-ıj doğru yol, bu sıkıntılardan bir çıkıştır.
Kainatta varlıklar arasındaki denge; insanın iç alemini oluşturan,
beyin, gönül ve nefis arasındaki denge ve bunların arasındaki ölçülü hareket,
dikkat edilmesi ve korunması gereken bir yoldur. Adalet, ölçü ve denge, doğru
yolun temellerini oluşturmaktadırlar. İtidal, mizan ve hak kavramı üzerinde derinlemesine
duran Kur'an, "doğru yol"un ne olduğunu bunlarla anlatmış ve örgüsünü
bunlarla örmüştür. Bu örgü yapısıyla "doğru yol", dinin tümünü içine
almaktadır. Kur'an'a göre, doğru yolun üzerinde oturduğu denge, tevhid inancı
olmadan sağlanamaz. Tevhid inancı, Allah ile kâinat arasındaki ilişkilerin
bütünlüğünü oluşturmaktadır.
Sümerler'de nig.si.sa. kelimesi adalet; di.ku. da hüküm vermek manasına
gelirdi. Çift sürerken yolundan çıkmış olan öküzü boynuzundan tutup yürümesi
gereken yola koyarken si.sa. denirdi. Bu kelime Akkadca'da maş'arum, simdatum
kavramlarıyla ifade edilmekteydi. Bunlar, "hukukî olan doğru yol"
anlamlarına gelmektedir Arapça'da şeriat veya hikmet, bu anlamlan ifade
etmektedir. Yunan-ca'daki cosmos, logos, Arapça'daki şeriat manasına
gelmektedir. Cosmos ve logos, "ahenkle ve doğru olarak düzenlenmiş
sistem" manasını ifade etmetedir. Hatta Hindliler'deki rta ve
Çinliler'deki tao kelimeleri de aynı anlamı taşımaktadır. İngilizce'deki
street, Almanca'daki strasse ve Latince'deki strata kelimeleri, yol manasına
gelmektedir. Sırat ile strata kelimelerinin başındaki se harfi ve telaffuzlanndaki
yakınlık, bunların insanlığın müşterek tarihinden gelen kelimeler olduklarını
göstermektedir.
İnsanı amacına kısa yoldan ulaştıran metoda da 'yol' denmektedir. Amaç
doğru ise ona ulaştıran yol da doğru yol olacaktır. Yanlış amaca götüren metoda,
yani yola "doğru yol" denmesi mümkün değildir. Bu açıdan Kur'an'ın
gündeme getirdiği ve Fatiha'da insanın dua ile Allah'tan iletmesini istediği
doğru yol, maddî yol olmaktan ziyade, manevî yolu ifade etmektedir. Aklî, imanî
ve amelî açıdan doğru yolu insanın hayatına dahil etmektedir. İman, ibadet ve
davranışların bütünü, ahlâkî doğru yolu oluşturmaktadır.
"Doğru yol" bazen, düşülen yanlış yoldan; belalardan,
olumsuzluklardan, sosyal ve ferdî çözümsüzlüklerden çıkış yolu da olabilir:
(Kim Allah'tan korkarsa, ona bir çıkış yolu verir). [Talak/2]
Ayetteki mahreç (çıkış yolu) kelimesi, sıkıntıları, sosyal problemleri
geride
bırakma, onları çözme ve onlardan kurtulma manasına gelir. Demek ki
sırât-ı müstakim (doğru yol), bir çıkış, bir kurtuluş, bir çözüm ve bir hedefe
ulaşma yoludur. Bu anlamda sırât-ı müstakim, bir hukuk yolu, yani hakların
yoludur:
(Biz hepiniz için bir hukuk ve bir yol belirledik). [Maide/48]
Ayette önce hukuk, sonra yol (minhac) kavramının gelmesi manidardır.
Doğru yola hukuktan geçilmektedir. Hukuksuz doğru yol olamaz.
Sadece insanlar arasındaki hukukun yol manası yoktur; aynı zamanda tabiat
kanunları da yolu ifade etmektedir. Tabiattaki düzeni, ahengi ve dengeyi
sağlayan tüm kanunlar, doğru yol manasına geldiği gibi, insanlar arasındaki
ilişkilerde denge, itidal, ahenk ve düzen sağlayan kanun ve kuralların tümü
"doğru yol"dur. Bu sosyal değer ve hukuk kuralları arasında tam bir
bütünlük ve uyum olmalıdır. İnsan ile Allah arasında hiçbir engel tanımayan,
insanı doğrudan Allah ile yüz yüze getiren yoldur.
Kur'an'da (sırâta'l-mustakîm=doğnı yol) anlamına gelen başka ifadeler
de vardır.
(sırâtıllah=Allah'm yolu) ifadesi şu ayette geçmektedir:
(Şüphesiz ki sen, doğru bir yol göstermektesin. O yol, göklerin ve
yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Bütün işler sonunda Allah'a döner).
[Şura/52-53]
Hz. Peygamber'in gösterdiği yol, Allah'ın yoludur. Din adına hiç
kimsenin Allah'ın yolundan başka bir yol göstermesi mümkün değildir. Böylece bu
iki ayet şunu neticeye bağlamaktadır: Sırât-ı müstakim (doğru yol), Allah'ın
yolundan başkası değildir.
{sırâten seviyyâ=tesviye edilmiş, doğru yol) ibaresi de şu ayette
geçmektedir:
Babacığım! hakikaten sana gelmemiş olan bir ilim bana geldi. Öyleyse
bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. [Meryem/43]
Ayetteki (seviyyâ) kelimesi, düz, doğru ve tesviye edilmiş anlamına
gelmektedir. Bir bakıma (müstakim) kelimesiyle eş anlamlıdır. Demek ki, Hz.
İbrahim ile Hz. Muhammed'in gösterdikleri yol, doğru yoldur, yani Allah'ın
yoludur.
(Dînen kayyimen=dosdoğru din)
De ki: "Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı
birleyen İbrahim'in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi".
[En'âm/161]
Bu ayette eşit manalı üç kavram bir araya gelmiştir: doğru yol, doğru
din ve millet kavramlarının birbirine ne kadar yakın mana taşıdıkları bu ayetle
isbatlanmış olmaktadır. Sırât-ı müstakim (doğru yol), doğru dindir. Doğru yol
ve doğru din, Hz. İbrahim'in milletidir. Böylece millet ve doğru din, doğru yol
anlamına gelmektedir. Fahruddîn Râzî şöyle diyor: "Sırât-ı müstakîm, din
demektir. Zira hak aslında bir tektir ve her yönde üzerinde ittifak edilendir".[149]
Bu izahtan şöyle bir netice ortaya çıkıyor: Doğru yol, üzerinde ittifak edilen
tek gerçeği ifade etmektedir. Şimdi, sırât-ı müstakîm, yani doğru yolu çeşitli
manalanyla ele alabiliriz.
[150]
Fizikî manada sırat hat, çizgi, hiza, meslek, çare, nizam, düzen,
tertip, vasıta, tedbir, hareket tarzı, usûl, suret, minval, gidiş, tutum ve
tavır, sistem, maksat, çıkış yolu, çıkar yol, hal çaresi, yol, tarîk, râh,
patika yol ve cadde[151]
manalarına gelmektedir.
Lügat manasıyla müstakîm de, türevleriyle beraber "kalkmak, ayakta
durmak, düzelmek, terazinin dilinin ortaya gelmesi, destek, düz, doğru, dosdoğru
çizgi[152]
anlamlarını ifade etmektedir. Hiçbir yerinde eğrilik ve meyil bulunmayan,
dümdüz ve pürüzsüz[153]
manalarına da gelmektedir.
Sırat ile müstakîm kavramlarını bir araya getirip tamlama yaparsak, şu
manalar ortaya çıkar: Doğru yol, doğru çizgi, meyili olmayan dümdüz yol,
düzelten yol, insanı ayağa kaldıran yol, doğru tavır ve tutum, doğru sistem,
doğru maksat, doğru çare, doğru usûl, doğru nizam, doğru vasıta ve doğru
tedbir.
[154]
Psikolojik manasıyla sırat âdet, ayin ve meslek demektir. Herkesin bir
karakteri vardır. Ferdî farklar psikolojisine göre, insanlar kendi
karakterlerine ^öre bir yol tutarlar, bir iş yaparlar ve bir meslek edinirler.
Bu durumu onlara yaptıran, psikolojik yapılardır. İnsanların tuttukları yollar,
onların psikolojisini ifade etmektedir.
Psikolojik bakımdan müstakim kavramı özne olarak alınınca, devam ve
sebat etti, idaresini üzerine aldı, yerleşti, düzeltti, hüküm beyan edip
uygulama alanına koydu, eğrisini düzeltti, değer ve fiyat koydu, düzeldi,
doğruldu, sorumluluğunu yüklendi; masdar olarak müsabakadan galip çıkmak,
ahlâkî, dînî ve sosyal kurallar bakımından insanı ayakta tutan her türlü yol ve
yöntem demektir.[155]
İffetli, namuslu, hile ve irtikabı olmayan anlamlarına gelen müstakim
kavramı, sırat ile bir araya gelince,[156]
psikolojik ve ahlâkî bir içeriğe kavuşmaktadır. Böylece sırât-ı müstakim
tamlaması, iffetin yolu, namusun yolu, hile olmayan yol, doğru idare ve doğru
hüküm anlamlarını ifade etmektedir. Ayrıca, ferdî farklar psikolojisine uygun
olarak, edinilen meslek ve tutulan yol demektir. Başka bir ifadeyle sırât-ı
müstakim, insanın yaratılış kanununu ifade etmektedir. Fıtrat kanunu, Allah'ın
kanunudur ve insanı yanıltmadığı için doğru yol özelliği taşır.
Bu manasıyla sırât-ı müstakim, kulluğun yoludur.
(Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk
edin, İşte bu, doğru yoldur). [Âl-i Imran/51]
Demek ki Allah'a kulluk, doğru yoldur. Allah'a boyun eğmek, O'na
inanmak ve ibadet etmek sırât-ı müstakim olduğuna göre, dinin psikolojik
temellerini de, bu durumlar oluşturmaktadır. Ayrıca sırât-ı müstakim, "din
yolu" manasına gelmektedir. Dinin de temelini kulluk oluşturduğu için
sırât-ı müstakim "kulluk yolu" olmaktadır. Sırât-ı müstakîm iffetin,
namusun ve doğru düşüncenin yoludur. Bu manayı şu ayet ifade etmektedir:
(Onlar, sözün en temizine yöneltilmişlerdir, yani övgüye layık olan
Allah'ın yoluna iletilmişlerdir). [Hac/24]
Bu ayet, "Allah'ın yolu" ifadesiyle "en temiz" olan
şeyi aynîleştirmektedir. Ne bakımdan "en temiz" olduğunun cevabı da,
müstakîm kelimesinin psikolojik manasında yer alan "iffet ve namus"tur.
Hac/23'e bakarsak, insana cenneti kazandıran şeylerin yoludur diyebiliriz.
Psikolojik manada namusu (utanma ve ar duygusunu), ahlâk bakımından da temiz
davranışı ifade etmektedir.
Psikolojik manasından hareket edersek sırât-ı müstakim, doğru inancın yoludur.
Bu manayı şu ayetlerden çıkarmaktayız:
(Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun. Ahirete inanmayanlar ise,
ısrarla yoldan çıkmaktadırlar). [Mü'minûn/73-74]
Hz. Peygamber insanları doğru yola (sırât-ı müstakime) çağırdığı halde,
bazıları bu yoldan çıkmaktadır. Yoldan çıkanlar kimlerdir? Ahirete inanmayanlar...
İman nedir? Psikolojik bir olgudur. Demek ki, iman doğru yolun ta kendisidir.
İman etmeyen kimse doğru yoldan çıktığına göre, iman edenin yolu, doğru yol
olmaktadır.
Hz. Peygamber, sırât-ı müstakîm'in psikolojik temellerini ve bu temellerin
ahlâkî davranıştaki etkilerini beyan ederken istikamet kavramını kullanmaktadır:
İnsanoğlu her sabah kalktığında organları kendisine şöyle der:
"Bizim hakkımızda Allah'tan kork, eğer sen doğru olursan, biz de doğru
oluruz. Eğer sen doğruluktan çıkar ve yanlışa düşersen, biz de yanlışa
düşeriz".[157]
Bir insanın kalbi doğru olmayınca, imanı da doğru olmaz. Sözü doğru
olmayanın kalbi de doğru değildir.
[158]
Ahlâkî davranışların temelinde, insan aklının, gönlünün ve nefsinin
olduğu, bu hadîslerden anlaşılmaktadır. İnsanın psikolojik yapısındaki niyet,
düşünce, inanç, duygular ve istekler, onun ahlâkî bakımdan istikametinin
belirleyici etkenleri olmaktadır. Davranışlanndaki istikametin, psikolojik
istikamete dayandığını söyleyen Hz. Peygamber, doğru yolun başlangıç ve çıkış
noktasını vermiştir.
Sırât-ı müstakîm kavramında yer alan istikamet, insanın iç alemi ile
davranışları arasındaki uyum, denge ve tutarlılığı ifade etmektedir. İlahî
değerlendirmeye tâbi tutulacak olan da, sözün davranışlarla uyum halinde
olmasıdır. Bu konudaki ayet şöyledir:
("Rab-bimiz Allah'tır" deyip sonra istikamette olanların
üzerine melekler iner; "Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle
sevinin!" diye). [Fussilet/30]
Rabbim Allah'tır sözü, psikolojik boyutu olan bir ifadedir. Bu inanç
ifadesi, insanın istikametini temin ediyorsa, iman ile davranış arasında bir
uyum ve tutarlılık var demektir. Bu inanç olmadan, insanın istikamette olması
çok zordur.
[159]
Yüce Allah, Kur'an'da sırât-ı müstakîırii (doğru yolu) anlatırken, onu
hukukî işlevleri bakımından ele almakta ve o kavramın içini haklar sistemiyle
doldurmaktadır.
Doğru yolu oluşturan haklar nelerdir? Yüce Allah bunları En'âm/151-153
ayetlerinde sıralamaktadır:
a) Allah hakkı: O'na şirk
koşmamak,
b)
Ana baba hakkı: Onlara
iyilik etmek,
c)
Çocuk hakkı: Onları açlık
korkusu ile öldürmemek,
d) Toplumun hakkı: Ahlâkî
değerleri muhafaza etmek,
e)
Hayat hakkı: Haksız yere
hiçbir cana kıymamak,
f) Yetim hakkı: Buluğ çağına
ulaşıncaya kadar yetimlerin malına iyi bir şekilde yaklaşmak,
g) Tüketici hakkı: Ölçü ve
tartıda adil olmak,
h) Hukukun hakkı, yani hukuku
yanıltmamak: Şahitlikte, -suçlu akraba bile olsa- adil olmak,
i) Allah hakkı: Allah'a
verilen sözü yerine getirmek.
153. ayette bu hakların neyi oluşturduğu ifade edilmektedir:
(Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Bu yola uyun; başka yollara
uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınasımz diye
bunları emretti).
En'âm/151 aklı kullanmak; En'âm/152 düşünmek; En'âm/153 ise sakınmak/takva
gibi önemli psikolojik oluşumlarla bitmektedir. Akıl, düşünmek ve takva gibi
değerlerin yanında, haklar ve sırât-ı müstakim (dosdoğru yol) yer almaktadır.
Yüce Allah'ın saydığı bu hakların üzerinde aklı yormak, düşünmek ve onları
çiğnemekten sakınmak, doğru yolu oluşturmaktadır.
Demek ki doğru yol hakların, aklın, düşüncenin ve takvanın yoludur.
Fatiha/6'da yapılan Bize doğru yolu göster şeklindeki dua ile sırât-ı
müsta-kîm'in, haklara saygının, aklın, düşünce ve takvanın yolu olduğu
anlaşılmaktadır.
[160]
Yüce Allah'tan doğru yola iletilmeyi istemenin başka bir anlamı, gönlün
İslâm'a açılmasıdır. Bu ilahî bir eğitim faaliyetidir. Bu faaliyet şu ayette belirtilmektedir:
(Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslâm'a açar).
[En'âm/125]
126. ayette ise bunun "Allah'ın doğru yolu" olduğu
söylenmektedir. Demek ki, Allah'ın doğru yolu, insanın gönlünü İslâm'a açan
eğitim faaliyetinden geçmektedir. Gönlün İslâm'a açılması ise, Allah'ın ışığı
ile aydınlanmaktır. [Zümer/22]
Kısaca formüle edersek şöyle diyebiliriz: Allah'ın insanın gönlünü
İslâm'a açması ve onu kendi nuru ile aydınlatması faaliyeti, eğitim anlamıyla,
sırât-ı müstakîmdir. Bu yol, Allah katındaki selam yurduna ve Allah'ın
dostluğuna kadar uzanmaktadır.
En'âm/125'teki islâm ile 127'deki selâm kelimeleri, -esas manası barış
olan- silm kelimesinden türemiştir. İslâm ve selâm kelimelerinin ortak manası,
barış ve güven'dir. Allah'ın insanın gönlünü İslâm'a açması, "barışa ve
güvene" açması demektir.
Barış ve güvene açılan gönlün içini ilahî nur doldurur. Doğru yol
(sırât-ı müstakim), barış, güven ve ilahî nurun yoludur.
Barışın, güvenin ve ilahî nurun yolundan giden kimse, neticede Allah'ın
dostluğunu kazanır.
Fatiha/6'daki Bizi doğru yola ilet duası, barışı, güveni, ilahî nuru ve
Allah'ın dostluğunu hedeflemektedir.
Nerede barış ve güven varsa, orada ilahî ışık ve dostluk vardır.
Yüce Allah'ın insanların gönüllerini İslâm'a, yani barışa, güvene
açması ve onları kendi nuru ile aydınlatması, bir eğitim faaliyetidir. Bu
faaliyetin sonunda insanlar barış ve güven yurdunu ve Allah'ın dostluğunu
kazanmaktadırlar.
Sırât-ı müstakîm'in bir eğitim yolu olduğu şu ayette de görülmektedir:
(Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü
yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, 0, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz
Rabbim dosdoğru yoldadır). [Hud/56]
Yüce Allah'ın bütün yürüyen varlıkların perçeminden tutmuş olması, onlarla
ilgilenmesini, onları tevhide çağırmasını, tevhide inanmalarını teşvik etmesini
ifade etmektedir. 'Perçem', kafa ile ilgili bir kavramdır. Canlıların
perçeminden tutmak, onların beynini bir araya getirip tevhidi aşılamak demektir.
İşte Allah'ın bu uygulaması, O'nun doğru yol üzerinde olduğunu göstermektedir.
Eğitimde doğru yol üzerinde olmak demek, insanların beyinle-riyle ilgilenmek
demektir. Demek ki eğitimde 'ilgi göstermek', en doğru metoddur. Perçemden
tutmak demek, insanın beynini öne doğru yönlendirmek, rehberlik etmek ve
insanın önünü açmak demektir. Perçeminden tutmak, beyni istikbâle doğru
ısrarla yönlendirmek, istikbale bağlı kılmak, geleceğin tutkusunu ona aşılama
demektir. Perçemden tutulursa, insan yıkılmaz, ama kafasının gerisindeki
saçlardan tutup çekilirse yıkılır. İnsanın beyni geçmişe takılırsa, o insan
yıkılır; istikbale takılırsa yıkılmaz ve hızlanır.
[161]
7. Kendilerini
nimetlendirdiğin insanların yoluna; gazaba uğramışların ve sapıkların yoluna
değil!
Bu ayet, 6. ayetteki sırât-ı müstakîm'in açılımıdır. Nimetlendirilenlerin
yoluna derken, gazaba uğrayanlar ve sapıkları dışlamaktadır. Allah'ın gazabına
uğrayanların da, sapıkların da bir yolu vardır; ama çıkmaz bir yol.
Yine bu ayet, "doğru yol"un eğitimle ilgili boyutunu
belirlemektedir. Allah'tan doğru yol isteyenlerin, o yolun ne olduğu ve ne
olması gerektiğinin bilincinde olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah böylece
"doğru yol" konusunda insanı bilinçlendirdiğini isbat etmektedir.
Eğitimin ana amaçlarından biri, neyin doğru yol ve neyin sapık yol olduğunu öğretmek
ve bu bilinci insana kazandırmaktır. Böylece bu ayet, geçmişteki insanların
başından geçen hayat tecrübesinin gelecek nesiller için bir bilgi kaynağı ve
eğitim kanunu olacağı gerçeğini de vurgulamaktadır.
Ayette geçen kavramları ve temsil ettikleri olguları açtığımızda karşılaşacaklanmızdan birisi, (kendilerine nimet verilen kimseler)dir:
(Allah ve Resulü'ne itaat edenler, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
kimseler, peygamberler, sıddîklar, şehidler ve iyi kimselerle beraberdir. Onlar
ne iyi arkadaştır). [Nisa/69]
Fatiha/6-7'de geçen doğru yol, bu insanların yoludur. Yüce Allah,
onlara bu vasıflan vermiş ve bu kalitede insan olma imkânını onlara tanımış ve
böylece onları nimetlendirmiştir. Doğru yola iletmek, doğru yolu göstermek gibi,
hidayetin özünü oluşturan bir ilahî eğitimin etkinliğinde yer alan nimet
kelimesi, ne anlama gelmektedir?
Nimet kelimesi, fiil olarak alınınca, refah içinde yaşamak, kolay bir
hayata başlamak, gailesiz, meşakkatsiz bir hayata girmek, zevk almak, mutlu ve
memnun olmak, keyif içinde olmak, sükunet ve güven hissetmek manalarına gelir.
İsim olarak ise "kolay, rahat, huzurlu ve iyi hayat, tatlılık,
letafet, saadet, ikbal, refah, felah, mutluluk, zevk" anlamlarını ifade
etmektedir.
Ni'am, en'um veya na'mât kalıplarında ise, hayır, fayda, inayet,
şükran, iyilik, himmet, teveccüh, himaye, armağan, şefkat demektir.
(nimetal-lah) ibaresi, Allah'ın lütfü, ihsanı, inayeti manasını ifade
etmektedir. Maddî anlamıyla "servet ve zenginlik" demektir. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
(Allah'ın nimetlerini sayamazsınız). [İbrahim/34]
Elmalılı Hamdi Yazır, nimetin, yumuşaklık manasına gelen nü'ûmeften geldiğini
söylemektedir. O zaman Fatiha/7'deki nimet, "güzel ahlâk" anlamını
ifade etmektedir. Râzî ise, bunu dinin dayandığı "iman nimeti" olarak
yorumlamıştır.
Elmalılı Hamdi Yazır nimeti, önce dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma
ayırmaktadır.
[162]
Allah vergisi olan ve yaratılıştan getirdiğimiz nimetler: Bu nimetler
ruh ve bedenle alakalıdırlar. Ruhun bedene girmesiyle akıl ve zekanın meydana
gelmesi; bunlarla ilgili olan anlayış, düşünce, konuşma ve duygulardır. Bedenle
ilgili olanlar ise, vücudun tüm organlarıdır.
Nefsi terbiye edip temizleme, ilim ve marifet, üstün ahlâk, cömertlik,
yiğitlik, doğruluk, onur sahibi olmak, mal ve servet kazanmak bu nimetlerin
arasında sayılabilir.
[163]
Dünyada ifrat ve tefritten uzak yaşayan insanların, ahirette cennetle
ödül-lendirümesidir. Orada sonsuz bir huzur ve sükunet içinde olmaktır.[164]
Nisa/ 69'daki nimet kavramı neyi ifade ediyor? Allah, rahman sıfatı
gereği, bütün yarattıklarına ve emek sarfeden, çalışan, gayret gösteren
herkese nimet vermektedir. Peygamberlere, sıddîklara, şehitlere ve iyi
kimselere verilen nimet, dünyevî nimetlerden farklı olsa gerektir.
Bir insana peygamberlik vermek, ona bahşedilen en büyük nimettir.
Birine sıddîklık, birine şehitlik ve diğerine de iyilik vermek, onlara ihsan
edilen en üstün ilahî nimettir. Demek ki bu insanların diğerlerinden farklı
bir nimete ulaşmaları, bu vasıflarla donatılmalarını temin eden ruh
olgunluğudur.
Allah'ın, sırât-ı müstakim (doğru yol)a ulaştırdığı insanlar,
peygamberlere, sıddîklara, şehitlere ve iyi insanlara arkadaş olacaklardır. O
zaman sırât-ı müstakimin farklı bir manası daha ortaya çıkmaktadır.
İnsanlığın en üst seviyesine ulaşan dört grup insana arkadaş olmak,
sırât-ı müstakime girmektir. Bu insanların yoluna girmek ve onlarla arkadaş
olmak, Allah'ın bir lütfudur. Onun için Nisa/70'te Bu Allah'ın bir lütfudur
ifadesi yer almaktadır.
Fatiha/7'de geçen Allah'ın nimetlendirdiği kişilerin yolu ifadesi,
peygamberlerin, sıddîklann, şehit ve iyi insanların yolu olmaktadır. Allah'a
ve Pey-gamber'e itaat etmek, insanın Allah tarafından sırât-ı müstakime
konulmasına yeterli olmaktadır.
Diğer taraftan "iyi arkadaş" [Nisa/69] ibaresiyle, çok önemli
bir sosyoloji ve eğitim kanununa dikkat çekilmiştir. Böylece insanların içinde
bulundukları gruba göre davranışta bulunacakları, grup psikolojisinin fert
üzerindeki etkinliği ve ferdin iradesinin grup iradesi içinde kaybolup
gideceği gerçeği vurgulanmıştır. İyi arkadaş grubu, insana güzellikler
kazandırır; kötü arkadaş grubu ise insanı kötülüklere iter.
Bu bağlamda "doğru yol"un bir tanımı da iyi arkadaş grubu
içinde olmaktır. Eğitimin yapacağı en önemli rehberlik, insanlar için iyi
arkadaş grubu oluşturmaktır. Bu konunun önemi şu ayette vurgulanmaktadır:
(Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun).
[Tevbe/119]
Yüce Allah bu ayette iki emir vermektedir: Allah'tan sakınmak ve doğru
insanlarla beraber olmak/onlarla arkadaşlık etmek. İyi insanlarla beraber oturup
kalkmak bir tercih değil, farzdır.
Gazaba uğramışların yoluna değil. Allah'ın yolu olan "sırât-ı
müstakim" tek yoldur. Bunun dışındaki yollara "doğru yol"
denemez.
Yüce Allah, Fatiha/7'de iki ayrı yoldan bahsetmektedir.
[165]
Bu yolun nasıl bir yol olduğunu anlatabilmek için, kimlerin gazaba uğrayacağının
bilinmesi gerekiyor. Bu insanların yaptıkları ameller, onları gazaba
götürmektedir. Allah'ın gazabına götüren yol kötü bir yol olduğu için, onu
oluşturan ameller de o nisbette kötüdür.
Kur'an'a göre bu ameller şunlardır:
İnsan öldürmek [Nisa/93]; şirk koşmak, münafıklık, inanan insanlara
kötülük etmek [Fetih/6]; değerli olanı bırakıp âdi olanı almak [Bakara/61];
Allah'ın peygamberlik verdiği kimseyi kıskanıp peygamberliği ona layık
görmemek, kutsal kitaba inanmamak [Bakara/90]; isyan edip haddi aşarak,
Allah'ın ayetlerini inkar etmek ve peygamberleri öldürmek; tevhid inancını
reddetmek ve taklit bataklığına düşmek [A'raf/70-71]; savaştan kaçmak
[Enfal/5-6]; kalbini küfre açmak ve imandan sonra küfre düşmek [Nahl/106];
haram yemek ve nankörlük etmek [Taha/81].
İşte bütün bu olumsuz eylemler, Allah'ın gazabına giden yolu
oluşturmaktadır.
Geçmişte pek çok fert ve toplumlar bu yoldan geçmiş olduğu için, tecrübe
edilmiş bir yoldur.
Allah bunların amellerini anlatarak, geçmiş toplumların yaptıklarından
ibret alınmasını istemektedir. Böyle bir yöntem, eğitimin en önde gelen
metod-lanndan biridir.
Geçmiş toplumların yaşadığı problemlerden hareket ederek yaşanan zamana
ve geleceğe ışık tutmak, eğitimin esasım oluşturmaktadır.
[166]
(Sapmışların yoluna değil).
Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde, sapıkların kimler olduğu anlatılmakta ve
onların inanç ve davranışları sıralanmaktadır:
İmanı verip küfrü alan [Bakara/108]; Allah'a şirk koşan [Nisa/116];
Allah'ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve ahireti inkar eden [Nisa/136];
Allah'a ve Resulü'ne asi olan [Ahzab/36]; Allah'ın ve müslümanlann düşmanını
dost edinen [Mümtehine/1]; başkasının hevasına uyan [En'âm/56]; Allah'ı inkar
eden ve O'nun yolunu engelleyen [Nisa/167]; sapık topluluğa uyan ve din
hakkında haddi aşan [Maide/77]; nefsini tanrı edinen [Casiye/23]; Allah'ın
verdiği misali an-lamamazlıktan gelen [Bakara/26]; inandıktan sonra kâfirliğe
düşüp, inkarda daha da ileriye giden ve tevbesi kabul edilmeyen [Âl-i
İmran/90]; Allah'ın rahmetinden ümidini kesen [Hicr/56]; nefsine mağlup olan
[Mü'minûn/106]; kalp, göz, kulak gibi duyu organlarını yerli yerinde
kullanmayan [A'raf/179]; meşru olmayan cinsel istekte bulunan [Yusuf/30];
dünyayı ahirete tercih eden; Allah'ın yolunu engelleyen ve o yolun eğriliğini
isteyen [İbrahim/3]; zulmeden [Meryem/38]; Allah'ı anmaya karşı kalbi katılaşan
[Zümer/22]; kıyametten şüphede olan [Şura/18]; Allah'ın peygamberine uymayan
[Ahkaf/32]; peygamberleri yalanlayıp, Allah'ın hiçbir şey indirmediğini
söyleyenler [Mülk/9].
Allah'ın gazabına uğrayanlar ile sapıtan insanların müşterek
özelliklere sahip oldukları bu ayetlerden anlaşılmaktadır.
Kişi, gazaba uğrayan ve dalâlete düşen insanların yolunu dışarıda
bırakıp Allah'tan doğru yola iletilmeyi isterken, bütün bu yanlış
davranışlardan da sıyrılmak istemektedir. Gazaba uğrayanları sırf
hristiyanlara, sapanları da ya-hudilere izafe etmek yanlış olur. Her inanışta
olanların arasında bu tip insanlar vardır. Gazaba uğramayı ve sapkınlığı,
belli bir inanç grubuna has kılmak, taraflı bir yargı olur.
[167]
Fatiha suresinin namazın her rekatında okunması ve onun Kur'an'm anası
olma vasfını kazanması nereden gelmektedir? Bu sorunun cevabını Fahruddîn
Râzî'nin, Fatiha'nın eğitim açısından etkinliğine yüklediği manadan yola
çıkarak verebiliriz. Bazı ilavelerle onun görüşünü sunmaya çalışacağız.
1. (elhamdülillah) diyen
insan, sahip olduğu nimetle yetinerek daha çok kazanma hırsını frenler. Çünkü
hamd, şükrü de içine almaktadır. Hamd ve şükür, kişinin yeterlilik duyduğunu
ifade etmekte ve onu harekete geçirmektedir.
2.
(rabbi'l-alemîn) diyen
insan, elde edemediklerine karşı hır-
sim ve elde ettiklerine karşı cimriliğini disipline etmiş olur. Böylece
şehvet ve lezzetlerin peşinden koşmanın belası da ondan uzaklaşmış olur. Çünkü
her şeyi yaratan, besleyip büyüten ve terbiye edenin Allah olduğunu söyleyecek
kadar asil bir ruha sahip olan insan, hırslı ve cimri olamaz. Kendini aşağılayacak
şehvetin peşinden koşamaz.
3. (Rahman, rahim ve mâliki
yevmi'd-dîn) diyen insan, bu bilinciyle gazab ve öfkesini yenmiş olur. Yüce
Allah'ın, rahman sıfatı gereği çalışana vereceğini bilen insan, başkasına
çeşitli nimetlerden dolayı haset etmez. Başkalarına sahip oldukları nimetlerden
dolayı haset etmeyeceğinden, düşmanlık duygulan da beslemez. Çünkü bu insan
bilir ki, Allah rahmetini layık olanlara verir. Rahîm diyen insan, Allah'ın
merhametinin farkındadır. İnsanlara karşı daima merhametli davranır. Merhamet
onun ahlâkî erdemlerinden biri haline gelir, Başka bir ifadeyle, Allah'ın
merhamet sıfatını anan insan, kendi merhamet duygusunu kabartıp dalgalandırmış
olur. Allah'ın rahmeti ve merhameti onun ruhuna yansımış olur.
4.
(İyyâke na'budu=yaliniz sana
ibadet ederiz) demekle de kibrini ortadan kaldırır ve böylece şirkten kurtulmuş
olur. Gönlündeki şirk tortularını bu ifadeyle fırlatıp atar. Böylece gönlünü
gizli ve aşikâr şirkten temizlemiş olur. Allah'ın huzurunda acizliğini ve O'na
karşı kulluğunu ifade etmekle kendi gururunu, yani kibrini ayaklar altına
almış olur. Çünkü kibir, Allah'a kulluk yolunu tıkamakta, insanın kendi kendine
tapmasına sebep olmaktadır.
5. (Ve iyyâke nesta'în=ve
yalnız senden yardım dileriz).
Sadece Allah'a sığınan ve yardım dileyen kimse, kendini yetersiz gördüğü
için, kendini beğenme psikolojisinden kurtulmuş olur. Kibir ve kendini beğenme
gibi olumsuz duygulardan sıyrılan insan, Allah'tan bekleyeceği şeyler için dua
etmeye yönelir.
6.
(Ihdina's-sırâta'l-mustakîm=Bizi doğru yola ilet).
Dikkat edilirse, kişi sadece kendini düşünme yerine, başkalarını da düşünmekte ve duasına diğer insanları da katmaktadır. Bu tarz bir dua, insana bencilce davranmamanın erdemini vermekte ve öğretmektedir. Kendisi için yaptığı duaya başkalarını da katma eylemi, kâmil insan olmanın üst basamaklarına tırmanmanın göstergesi olmanın yanısıra, ferdî şuurun sosyal şuura dönüşümünün de ifadesi olmaktadır. Başkalarının iyiliğini düşünmek, din eğitimi ile sağlanmak istenen önemli bir gelişmişlik düzeyidir. İnsanları, sadece kendilerini düşünen fertler olmaktan çıkarıp, onların sosyal şuura katılan bireyler olmalarını temin etmek, eğitim açısından önemli bir basandır. Bu tip bir bilinç, insanın gönlünden şeytanı çıkarıp, oraya insanı koyma gücünün elde edildiğinin göstergesi olmaktadır. Şeytanı gönlünden çıkarıp, oraya insan sevgisini koyma erdemi, Fatiha suresinin pedagojik etkinliğine işaret etmektedir.
7. (Kendilerini
nimetlendirdiklerinin yoluna).
Fatiha suresinin bu ayetini duaya dönüştüren insan, hangi insan tipini
örnek alması gerektiği bilincini kazanmış demektir.
Bu ifade, eğitimin gelişigüzel yapılmadığının, amacının belli olduğunun
bir göstergesidir. Fatiha'yı iyi anlayan insan, model insanların kimler olacağının
farkındadır. O model insanlar, ilahî eğitimden geçmiş, belli sıfatlar kazanmış
ve Allah katında belli bir yere gelmişlerdir. Eğitimde örnek alma ve örnek
edinme olguları çok önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle gençlerin kimleri
model aldıkları bilinirse, o toplumun değer anlayışı, gelişmişliği ve manevî
olgunluğu iyice tesbit edilebilir.
8. (Gazaba uğrayan ve
sapıtmışlann yoluna değil).
Bu ifade, müslüman bir insanın, olumsuz ve çıkmaz olan yolların neler
olduğunu bildiğini göstermektedir. Hayatın olumsuz yönlerini insana anlatmak,
tanıtmak ve bu bilinci kazandırmak, eğitimin en başta gelen görevlerinden
biridir. Allah'ın kimlere gazap ettiğini ve kimlerin sapık yola düştüğünü
bilen bir insan, bilinçli ve ahlâkî davranışı kazanmanın büyük bir yüzdesini
halletmiş demektir. Bu bilinç olmadan, ahlâkî davranış, tesadüfîlikten
kurtulamaz. Sosyal ahlâk da, tesa-düfî davranışlar üzerine oturamaz ve sürekliliğini
sağlayamaz.
Fatiha suresi bu pedagojik etkinliği ile ummu'l-Kur'an (Kur'an'ın
anası) olmaya hak kazanmıştır. Sanki Kuf'an'm diğer ayetleri ondan doğup bağımsızlıklarını
kazanmışlardır. Bir bakıma, bütün Kur'an/tüm ayetler, Fatiha suresinin açılımıdır.
[168]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/65.
[2] Zemahşerî, Keşşaf, 1/23-24;
Fahruddîn Râzî, Tefsîr-i Kebîr, trc. Suat Yıldırım ve arkadaşları, s. 245-251;
Kâdî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vtl (Mecmau't-Tefâsîr), İstanbul ts.
1/16-17; Elmalık M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul ts., s. 27-29.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/66.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/66.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/66-67.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/67.
[7] Müslim,Salat, 38.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/67-68.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/68.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/68.
[11] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'an, 9.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/68-69.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/69.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/69.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/69.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/69.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/70-71.
[18] Razi, age, І/188.
[19] Razi, age,
ІІ/88.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/71-72
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/72.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/72.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/72-73.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/73.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/73-74.
[26] İsfehânî, ayetteki şeyâtîn
kavramına, insanlar ve cinlerden olan arkadaşlar manasını vermiştir. Hâzin
reisleri, Râzî münafıkların önde gelenleri olduğunu söylemektedir.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/74.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/74-75.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/75.
[30] İsfehânî, Hâzin, İbn Abbâs,
Nesefi, ayette geçen mercûmîn kelimesine "öldürülmüşlerden"; Kâ-Ji.
"Uğursuzluğa uğrayan ve dövülenlerden" manalarını vermişlerdir.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/75.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/75-76.
[33] Hz. İbrahim'in babası, seni
"recmederim" derken, taşla öldürmeyi mi kasdetmiştir? İsfehânî,
"kötü söz söyleme"; Nesefi, "taşla öldürme"; "Kâdî,
"kötü söz söyleme"; Hâzin "kötü söz söyleme" İbn Abbâs da
"kötü söz söyleme" manasını vermişlerdir.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/76.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/76.
[36] İsfehânî. el-Müfredâtfi
Garîbi'l-Kur'ân, Beyrut, ts, s. 190.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/76-77.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/77-78.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/78-79.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/79-80.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/80-81.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/81-82.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/82.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/82.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/82-83.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/83.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/83-84.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/84.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/84.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/84-85.
[51] Ebû Dâvud, Sünen, 20.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/85.
[53] Mâlik, Muvatta,
ІІ/234.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/86.
[55] Malik, Muvatta 11/233.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/86-87.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/87-88.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/88.
[59] Fahruddin Râzi, age, 1/124.
[60] Bkz. Nahl/98.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/88-92.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/93.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/93-94.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/94-95.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/95-96.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/96.
[67] Müslim, Zühd, 69.
[68] Bu izahlar için bkz.
Zemahşerî. age. 1/46: Fahruddîn Râzî. age. 1/306-307: Kâdî Beydâvî, age, 1/25;
Hâzin, a.g.e., Nesefî de aynı açıklamaları yapmıştır.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/96-97.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/97.
[71] İbn Fâris, Mekâyisu'l-Luga.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/98.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/98-99.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/99-100
[75] Âl-i İmran/80; İsfehânî,
Müfredat'ta bu manayı vermektedir.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/100.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/100.
[78] İsfehânî. age, s. 184.
[79] Razi. age, VI/424-425.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/100-102.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/103.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/103-104.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/104.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/104-105.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/105.
[86] Elmalılı Hamdi Yazır, age,
1/76.
[87] Zemahşerî, age, 1/53.
[88] İsfehânî, age, s. 344-345.
[89] Râzî, age, 1/319.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/105-106.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/107-109.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/109-112.
[93] İsfehani, age, 191.
[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/112-113.
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/113.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/113.
[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/113-114.
[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/114.
[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/114.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/114
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/114-115.
[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/115-116.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/116.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/116-118.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/118.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/118.
[107] Sad/82-83.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/118-119.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/119.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/19.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/119-120.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/120.
[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/120.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/120.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/120-121.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/121-122.
[117] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
1/52.
[118] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
1/54.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/122-125.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/125.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/125-126.
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/126.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/126-127.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/127-130.
[125] Taha/114; Mü'minûn/116;
Haşr/23; Cuma/l; Kamer/55'te de geçmektedir.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/130-131.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/131-132.
[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/132.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/132.
[129] İsfehani, age, s.473
[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/133-134.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/134.
[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/134-135.
[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/135-136.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/136.
[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/136-138.
[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/138-139.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/139.
[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/139-142.
[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/142-143.
[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/143.
[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/143.
[142] Muhammed Esed, Kur'ân
Mesajı, III/1072, 38. dipnot.143.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/143-144.
[143] Nesefî, Zariyat/56 ayetini
bu şekilde tefsir etmektedir.
[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/144.
[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/144.
[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/144-147.
[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/147.
[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/147.
[149] Fahruddîn Râzî, age,
VIII/548.
[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/147-151.
[151] Şemseddîn Sami, Kâmûs-i
Türkî, sırat maddesi; Karl von Steuverwald, a.y.m.
[152] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab,
Kâ-me md.
[153] Fahruddîn Râzî, age, V/356.
[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/151.
[155] İbn Manzûr, age, kâ-me md.
[156] Şemseddîn Sâmî, age,
müstakîm md.
[157] Ahmed b. Hanbel, 3/96.
[158] Ahmed b. Hanbel, 3/96.
[159] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/151-154.
[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/154.
[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/155-156.
[162] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/156-157.
[163] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/157.
[164] Elmalı Hamdi Yazır, age,
1/127-128.
[165] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/157-159.
[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/159.
[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/159-160.
[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/160-162