1. Hamd, Âlemlerin Rabbi Olan Allah'adır.
4. (Rabbim), Yalnız Sana İbadet Eder, Yalnız Senden
Yardım Dileriz.
6-7. Nimet Verdiğin Kimselerin Yoluna. Gazaba
Uğrayanların Ve Sapmışların Yoluna Değil.
Allah'ın Nimet Vediği Kimseler
Gazaba Uğrayanlar Ve Sapmış Olanlar:
A. Allah İle Kul Arasında Aracılık:
C. Müslümanlar Arası Bölünme Ve İhtilaf:
Kur'an Mealleri Ve Protestanlaşma İddiası
Prof. Dr. M. Sait
Şimşek
M. SAİT ŞİMŞEK 1951
yılında Mardin'de doğdu. 1968 yılında Diyarbakır İmam-Hatip Lisesini, 1973
yılında Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdi. 1977 yılında Konya Yüksek
islam Enstitüsüne Arapça Araştırma Görevlisi olarak girdi.
1984 yılında Tefsir
anabilim dalında Doktor, 1987 yılında aynı anabilim dalında Doçent, 1994
yılında da Profesör oldu. Halen Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde
Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır.
Arapçadan birçok
tercümesinin yanısıra değişik dergilerde makaleleri yayınlandı.
Eserleri:
1. Günümüz
Tefsir Problemleri
2. Kur'an'ın
Anlaşılmasında İki Mesele
3. Kur'an
Kıssalarına Giriş
4. imam
Malik (biyografi)
5. İbnu
Teymiyye (biyografi)[1]
Fatiha, namazın her
rekâtında tekrar edilen bir sûredir. Gerek bu önemi, gerek sûrenin faziletine
dair rivayetler sebebiyle sadece Fatiha sûresini konu alan müstakil eserler
yazılmıştır. Hatta sûreyi müstakil olarak ele almayan müfessirler de diğer
sûrelere nazaran bu sûreye daha geniş y-er vermişlerdir.
Namaz kılan kişinin,
namazda okunması zorunlu olan Fatiha sûresinin anlamını bilmesi gerektiğini
şahsen çeşitli vesilelerle yıllardır gündeme getirmekteyim. Günde beş vakit
namaz kılan bir kimsenin namazının her rekâtında tekrar ettiği Fatiha
sûresinin anlamım bilmemesi gerçekten izahı mümkün olmayan bir durumdur. Bu
nedenle sûrenin, halkın da rahatlıkla anlayabileceği bir tefsirini yazmayı
düşünüyordum.
Geçen Ramazan ayında
Türkçe namaz konusunun yoğun bir şekilde gündeme getirilmesi söz-konusu
düşüncemi bir an önce eyleme sokmama neden oldu.
Çalışmamda akademik
meselelere derinlemesine dalmadan herkesin anlayabileceği bir üs-
lûp ve dil kullanmaya
gayret ettim. Ümit ederim bu çalışmamla 'anlayarak namaz kılma' işine bir
katkıda bulunmuş olurum.
M. Sait Şimşek
6 Mart 1998 KONYA[2]
Fatiha sûresi Mekke'de
bir bütün halinde indirilmiştir. Çünkü Mekke'de namaz farz kılınmıştır ve
Fatiha'sız namazın olamayacağını Peygamber (s.a.v.) buyurmaktadır. Rivayetler
de Mekke'de indirildiğini bildirmektedir. Medine'de indirildiğine dair bir
rivayet varsa da, bu rivayet sahih değildir.
Bazı müfessirler
Medine'de indirildiğini bildiren rivayeti gözönünde bulundurarak rivayetler
arasında uzlaşma sağlansın diye bir kere Mekke'de, bir kere de Medine'de
indirildiğini söylemektedirler. Başka bazı sûreler hakkında da bu tür iddialar
ileri sürülmüştür. Tabi bu iddialar, konuyla ilgili rivayetleri uzlaştırma
uğruna yapılmaktadır. Halbuki iki kere indirilmiş olsalardı, i-ki kere
Mushafta yer almaları gerekirdi. Nitekim benzeri lafızlarla tekrar indirilmiş
olan âyetler Mushafta tekraren yer almaktadırlar.
Hem bir sûrenin iki
kere indirilmesinde ne gibi bir fazilet var ki?Kur'an'dan her indirilen, Allah
tarafından Peygamber (s.a.v.)e ezberletiliyor bunun yanında kâtipler tarafından
yazılıyordu da. Kur'an'm korunması, Allah'ın himayesine alınmış bir husustur-
Eğer unutma sözkonusu değilse, tekrar indirilme ihtiyacı da yoktur demektir.
Özellikle Fatiha sûresi namazın her rekâtında tekrar edildiğine göre diğer
müslümanlar tarafından unutulması da sözkonusu değildir.
Bir sûrenin Mekke'de
veya Medine'de indirildiğinin bilinmesi bazı açılardan önemlidir. Hatta Mekke
veya Medine'de kaçıncı yılda ve hangi sûreden sonra indirildiğinin bilinmesinde
de birtakım faydalar vardır. Bu durum:
a. Kur'an'm
indiriliş kronolojisini ve müslü-manlarm Kur'an'a verdikleri önemi,
b. İslamm topluma
kabul ettirilmesinde takip edilen aşamaları,
c. Müslüman
toplumun eğitilme kadamele-rini gözler önüne serer.
Çünkü İslam evrensel
bir dindir. Başka toplumlarda yayılması hatta daha önce müslüman olup İslâmdan
uzaklaşmış ve tekrar İslama dönmek isteyen toplumlara yeniden hakim olması her
zaman için sözkonusudur. İslamın ilk dönemde takip ettiği süreç, sonraki
dönemler için de bir örnektir.
d. Ayrıca
İslamm önceliklerini tespit etme bakımından da Mekke'de ve Medine'de indirilen
sûreleri bilmenin yararı vardır. Örneğin Fatiha sûresinin, Mekke'de ilk
dönemlerde indirilmiş olması, Fatiha sûresinde vurgulanan konuların önceliğine
de işaret etmektedir. Bu sûrede en çok vurgulanan konu, tevhid akidesidir.
Tevhid, dinde temel bir konudur ve diğer konulara önceliği vardır. Sûrede
ayrıca Allah'ın rahmetinin kuşatı-cılığı, insanın bu dünya hayatında
yaptıklarının karşılığını âhirette göreceği, sadece Allah'a kulluk edip
yardımın sadece kendisinden isteneceği, doğru yola ulaştırması için Allah'a dua
edilmesi ve hak yolunda olanlar örnek alınarak bu yoldan sapmış olanların
peşinden gidilmemesi gerektiği konuları yer almaktadır. Sûrede yer alan bu konular
önceliği olan konulardır.
[3]
Kaynağı itibariyle
Kur*an'ın bir bölümü diğerinden üstün ya da faziletli değildir. Çünkü o-nun
tamamı Allah kelamıdır. Ancak kimi zamanlarda ya da hayatımızın genelinde bir
sûreye, diğer bir sûreden daha fazla ihtiyaç duyarız. Bazı sûreler diğer
sûrelere nazaran hayatımızın daha önemli bir yönüne hitap ederler. Bu nedenle o
sûreler bizim açımızdan daha önemli bir konuma otururlar. Bu duruma göre bir
sûrenin fazileti, bizim ona duyduğumuz ihtiyaçla yani o sûrenin anlattıklarıyla
ilgilidir. İşte bu sebeple bir sûre, başka sûrelere nazaran hayatımızın daha
önemli bir yönüne hitap ediyor ve bize rehberliği daha fazla ise, o sûre daha
faziletlidir demektir. Bu anlamıyla Fatiha sûresi, Kur'an'm en faziletli
sûrelerin-dendir. Hatta en faziletlisidir, denilebilir. Namazın her rekâtında
tekrar edilmesi, bu öneminden dolayıdır.
Hicr süresindeki:
'Yemin olsun ki biz sana tekrarlanan yedi ve bu büyük Kur'an'ı verdik"[4]
ayetiyle bu sûreye işaret edilmektedir. Ayette Kur'an'la birlikte bu sûrenin
ayrıca zikredilmesi, onun önemine işarettir.
Buhârî'nin naklettiği
bir hadiste Fatiha sûresinden bahisle şöyle denilmektedir:
"Peygamber
(s.a.v.), Ebu Said b. el-Mual-la'ya şöyle dedi: 'Sana öyle bir sûre öğreteceğim
ki o, Kur'an'daki sûrelerin en büyüğüdür. Bu sûre, elhamdu lillahi
Rabbi't-âlemin diye başlayan Fatiha süresidir. O, tekrarlanan yedi ve bana
verilen yüce Kur'an'dır."
[5]
Yukarıda da
değindiğimiz gibi sûrenin bu fazilet ve üstünlüğü, kaynağı itibariyle değil, anlattıkları
ve bizim bu anlatılanlara duyduğumuz ihtiyaç ile hayatımızda bu anlatılanların
rehberliğindeki önem itibariyledir. Nitekim müfessirler bu sûrenin, Kur'an'ın
bir nevi özeti olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü sûre ilk
âyetlerinde tevhid konusunun bir özetini, ardından gelen âyetlerde ibadeti ve
son kısmında ise, iyilerle dinden sapmışları sözkonusu ederek bir bakıma
Kur'an'daki kıssaların bir özetini vermektedir. Ancak buradaki özet sadece bir
işaret anlamındadır. Yoksa, Kur'an'm diğer kısımları indirilmemiş olsaydı, bu
özet yeterliydi anlamında değil.
Bu arada bazı
tefsirlerde nakledilen ve Ha-san-ı Basrî'ye nisbet edilen bir rivayete değinmek
istiyoruz. Sözkonusu rivayette Kur'an'm Fatiha sûresinde, Fatiha sûresinin
Besmele'de, Besme-le'nin ise başındaki "bâ" harfinde özetlendiği
anlatılmaktadır. Buna göre "bâ" harfi Kur'an'm özetinin özetinin
özeti olmaktadır. Özellikle hurûfîli-ğe kaçan eserlerde buna benzer pek çok
görüş vardır. Ne yazık ki bu tür esrarengizlikler bazen ciddî kitaplarda bile
yer almaktadır. Böyle sözlerle Kur'an'ın övüldüğü ve dinin daha da
kutsallaş-tınldığı zannedilmektedir. Yine buna benzer olarak bazı eserlerde
"Kur'an'ın her bir kelimesinin hatta her bir harfinin yüzbinlerce anlam
taşıdığı" iddia edilmektedir. Bu gibi iddiaları ileri sürenler bununla
Kur'an'a hizmet ettiklerini ve Kur'an'ı övdüklerini zannederler. Oysa bu tür ifade
ve iddiaların Kur'an'a hiçbir hizmeti yoktur, olsa olsa dini esrarengizliklere
boğup hayattan uzaklaştırmaya hizmet ederler.
Din
sadece entellektüellere değil, toplumun her kesimine hitap eder. Bu nedenle
indirilmiş dinî metinler genellikle anlaşılır ve sade metinlerdir. Kur'an-ı
Kerim de böyledir. Nitekim birçok âyette anlaşılarak öğüt alınması için
kolaylaştırıldığı ifade edilmektedir.
[6]
Bir rivayette
Peygamber (s.a.v.) Fatiha sûresinin ikiye bölündüğünü; ilk bölümünde Allah'ın
övüldüğünü, ikincisinde ise kulun Rabb'in-den isteklerinin sıralandığını ifade
etmektedir. Bu ikinci bölümde kul Allah'a dua etmektedir. D-ua ise, müminin
manevi silahıdır.
"De
ki: Duanız olmazsa, Rabb'im size ne diye değer versin."
[7]
Kur'an'ın başında yer
alması sebebiyle "Fatiha" diye isimlendirilen sûrenin başka isimleri
de vardır. Sözkonusu isimlerin tamamı sûrenin önemine işaret etmektedir.
[8]
Şeytanın insanoğluna
düşmanlığı, insanoğlunun yaratılmasıyla başlar. O, Hz. Adem'in yaratılışına
ve insanın yeryüzünde halife oluşuna karşı çıkmış, Allah tarafından Hz. Adem'e
secde etmesi emredildiği halde bu sebeple Adem'e secde etmemiştir. Bu olaydan
sonra artık onun görevi insanları aldatmak, onları doğru yoldan saptırmaya
çalışmaktır. Adem'e secde etmemesi üzerine Allah'ın rahmetinden koyulmuştur.
Rahmetten kovulmasının gerçek nedeni kendisidir. Allah'ın emrine o muhalefet
etmiştir. Ama o, buna sebep olarak Adem'i görmüş ve bu yüzden insanı hak yoldan
saptırma görevine talip olmuştur. Allah, bu talebini kabul etmiştir. Çünkü
Adem'in ve dolayısıyla bütün insanların yaratılışı imtihan edilmeleri sebebiyle
idi. Kur'an-ı Kerim'de olay şöyle ifade edilmektedir:
"Sizi yarattık,
sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: 'Adem'e secde edin' dedik; hepsi
secde ettiler, yalnız iblis etmedi, o secde edenlerden olmadı. (Allah)
buyurdu: 'Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis):
'Ben, dedi, ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.'
(Allah) buyurdu: 'Öyle ise oradan in, orada büyüklük taslamak senin had-din
değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın.
(İblis) dedi: '(Bari)
bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar süre ver.'
(Allah) buyurdu:
'Haydi sen süre verilmişlerdensin.'
'Öyle
ise, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak)
için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden,
arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını
şükreden-lerden bulmayacaksın.'[9]
Bu son âyette dile
getirilen sözleriyle şeytan insanları saptırmak için her yola başvuracağını
ifade etmektedir. O, fısıldamak, vehim ve hayaller ekmek suretiyle insanı
saptırmaya çalışır. O halde şetandan sığınılması gereken şeylerin başında
"dosdoğru yol" olan Kur'an'ın okunduğu an gelmektedir.
Bu
nedenle yüce Allah Nahl sûresinde: "Kur'an okuduğun zaman kovulmuş
şeytandan Allah'a sığın"[10]
buyurmaktadır.
Bazı âlimler bu âyete
dayanarak Kur'an okumaya başlarken kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmak
vaciptir, demişlerdir. Bazıları ise buradaki emrin nedb ifade ettiğini;
kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınmanın vacip olmayıp hoş bir davranış
olduğunu söylerler. Namazda bunu yapmanın vacip olup olmadığında ihtilaf
edilmiştir. Ebû Hanife'ye göre namazın ilk rikâtında isti-âze'nin okunması
gerekir. Diğer rekâtlardaki Kur'an kıraati birinci rekâtın devamı olduğu için
istiâze getirmeye gerek yoktur.
Istiâze, kötülükten
korunmak için bir şeye sığınmak anlamındadır. O, Kur'an'dan bir âyet değildir.
Hz. Peygamber'den gelen rivayetlerin en kuvvetlisine göre sözleri: "Eûzu
billah mineşşay-tani'r-racîm" şeklindedir.
Eûzu, sığınırım
anlamındadır.
Arap dilinde şeytan,
cin olsun, insan olsun, hayvan olsun azgın ve zararlı olan herşeye denir.
Allah'ın dergahından kovulmuş olması ve zarar vermesi nedeniyle İblis'e şeytan
denilmiştir.
er-Racîm ise,
taşlanmış, kovulmuş anlamındadır.
Buna göre istiâze:
"Dinim konusunda şeytanın bana zarar vermesinden ve beni haktan alıkoymasından
Allah'a sığınırım" demektir.
[11]
Sûre başlarındaki
besmelelerin birer âyet olup olmadıklarında da ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler
onların birer âyet olduklarını söylerken bazıları âyet olmadıklarını
söylemişlerdir. Ayet olduklarını söyleyenlerin bir kısmı, herbirinin, o sûrenin
âyeti olduğunu, diğer bir kısmı ise, kendi başına müstakil bir âyet olduğunu ve
her sûrenin başında müstakil olarak indiğini söylemektedir.
Sûre
başlarındaki besmelelerin âyet olmadıkları varsayılsa bile bilindiği gibi Nemi
sûresinde bir âyetin bir parçası "bismillahirrahmanirra-him"
şeklindedir.
[12] Ancak sahabenin Kur'an
dışı hiçbir şeyi Kur'an'a yazmadıkları gozönünde bulundurulduğunda sûre
başlarındaki besmelelerin ya o sûrenin bir âyeti veya sûre başlarında müstakil
olarak yazılan bir âyet oldukları fikri tercihe şayandır.
Buna
göre Kur'an-ı Kerim, "Rahman ve Ra-hîm olan Allah'ın adıyla"
başlamaktadır. Rahmet Peygamberi'ne[13] gelen
vahyin rahmetle başlaması gayet tabiîdir.
Sûre başlarındaki
besmelelerin o sûrenin birer âyeti olduğunu söyleyenlere göre o, Fatiha sûresinin
de bir âyetidir.
[14]
Kök harflerinin
elif-lam M'dan mı vav-lam, elif, hâ mı, yoksa lam-elif-hâ mı olduğunda ihtilaf
edilmiştir. Ancak elif-lam-hâ kök harflerinden tü-retildiği, yani ilâh
kelimesinden geldiği görüşü yaygındır. "Allah" kelimesi sadece Allah
hakkında kullanılırken "ilah" kelimesi hem Allah ve hem de Allah
dışında diğer tapınılan varlıklar hakkında kullanılmaktadır.
Abdullah İbnu Abbas'a
göre, herşeye ilah olan ve bütün yaratıkların kendisine taptığı, anlamındadır.
Peygamberlerin
dine davet ederken yaptıkları ilk iş, Allah'ı gerçeği üzere tanıtmak olmuştur.
Her ne kadar Allah'a iman, insanlarda fıtrî olup Allah'ın varlığını inkâr eden
hemen hemen yok ise de, Allah'ı gerçeği üzere tanıma, ancak peygamberlerin
getirdikleri vahiyle mümkün olmaktadır. Bununla birlikte peygamberlerin düzelterek
yerleştirdikleri bu inanç da bir müddet sonra bozulmaya yüztutmuştur:
"Allah'ı şanına yaraşır biçimde tanıyamadılar."
[15]
Yüce Allah,
kendisinden başka ilahlar edinenlerin düşüncelerini bize anlatmaktadır. Bu
konuda pekçok âyet vardır:
"Kendilerine
destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler."
[16]
"Belki
kendilerine yardım edilir dîye Allah'tan başka ilahlar edindiler."
[17]
Bu
iki âyetten anlaşılıyor ki müşrikler, kendileri için ilâhlar edinirken
bunların kendilerinin dostları, musibet ve sıkıntı anlarında kendilerinin
koruyucuları olduklarına ve himayelerine girdikleri takdirde korkulardan ve
felaketlerden güvenlik içerisinde olacaklarına inanıyorlardı.
[18] Musibet gelip çattığında bu ilahların onlara
herhangi bir yardımları olmadığı halde Allah'a ortak koşmaya da devam
ediyorlardı:
"Rabbinin
emri geldiği zaman, Allah'tan başka yalvardıkları ilahları, kendilerine hiçbir
yarar sağlamadı ve onların ziyanlarını arttırmaktan başka bir işe
yaramadı."
[19]
Bu konuda yine şöyle
buyurulmaktadır:
"Allah'tan
başka kendilerine dua ettikleri, hiçbir şey yaratamazlar, zaten kendileri
yaratılmaktadırlar. Onlar ölüdürler, diri değildirler. Ne zaman
dirileceklerini de bilmezler."
[20]
Ayette geçen
"onlar ölüdürler" sözünden, edindikleri ilâhlar arasında ölmüş
kimselerin de bulunduğunu anlıyoruz. Ancak onlar bu ölülerin kendilerini
duyduklarına inanıyorlardı.
Müfessir Mevdûdî bu
hususa dikkat çektikten sonra şöyle demektedir:
"Okuyucunun
burada dua kavramını ve kisinin bir ilâhtan yardım isteme konumunu iyi anlaması
gerekir. Örneğin kişi susayıp hizmetçisinden kendisine su isteyecek olsa ya da
hastalanıp kendisini tedavi etmesi için doktor çağıracak olsa, hizmetçisinden
bu isteği ya da doktordan isteği dua" kavramının çerçevesine girmez. Bu
sebeple de o kimseye hizmetçiyi ya da doktoru ilâh edindi denilemez. Burada
adamın yaptığı, sebep ve illetler kuralının çerçevesi içerisinde olan bir
davranıştır. Ama hizmetçi veya doktor yerine bunu bir veli ya da puttan
isteyecek olsa, bu, sıkıntının giderilmesi için bir duadır ve o veli ya da
putu ilâh edinmiş olur. O, kendisinden yüzlerce mil uzakta kabrinde yatan bir
veliden istemektedir. O velinin kendisini duyup gördüğüne ve sebepler âlemine
bir hakimiyetinin bulunduğuna; suyu kendisine getirecek ve hastalıktan
kendisine şifa verecek güçte olduğuna inanıyor, demektir."
[21]
Müşrikler, herhangi
bir nedenle ilâhlarını kızdırmaktan korkuyor ve bunun kendilerine felaket
getireceğine inanıyorlardı.
Kur'an-ı
Kerim, kişinin kendi hevasını ilâh edinmesinden de sözetmektedir.
[22]
Kişinin kendi hevasını
ilâh edinmesi, yukarıda sözkonusu ettiğimiz dua meselesi ya da ilâh olarak
edindiklerinin tabiatüstü güçlere sahip oldukları düşüncesinin dışında bir
olaydır ve onlara benzememektedir. Buradaki ilâh edinme, kişinin kendi hevasını
ya da ilâh edindiği kimsenin emrini her türlü emrin ve bu arada Allah'ın
emrinin üstünde görmesidir. Bu sebeple kişinin, İslâmî hükümleri kastederek:
"Gökten gelen yahut on-dört asır önce çöl bedevilerine çekidüzen vermek
üzere gelen emir ve yasaklar beni bağlamaz" vs. gibi sözler sarfetmesi,
kendi hevasmı ilâh edinmesi anlamındadır. Ya da kişi, İslâmî hükümlere karşın
bu yetkiyi hangi kişi veya kuruma tanıyorsa, onu ilah ediniyor, demektir.
Besmelede adıyla
başladığımız Allah, herşe-yi yaratan, gücü ve bilgisi için bir sınır bulunmayan,
hertürlü eksikliklerden münezzeh, her varlık kendisine ihtiyaç duyduğu halde
kendisi hiçbir varlığa ihtiyaç duymayandır.
Peygamber (s.a.v.):
"Kendisine besmeleyle başlanılmayan her önemli iş, bereketsizdir." buyurmaktadır.
[23]
İşe başlarken insanın
hissettikleri, olaya bakışı, azmi ve o iş hakkındaki umutları önemli şeylerdir.
Allah'ın Rahman ve
Rahim olduğunu anarak işe başlayan kişinin gözünde zor iş kolaylaşır. Kişinin,
Allah'ın rahmetinin kendisiyle birlikte olduğunu hissetmesinden daha büyük bir
destek olamaz. Yer ve göklerin mülkü Allah'ındır, O'nun mülkünde O'nun Rahman
ve Rahîm olduğunu anarak işe koyulmak, bir anlamda o işe başlama konusunda
Allah'tan izin almakla birlikte O'nun yardım ve desteğini de istemektir.
Böylece kişi, "bu işi yaparken onu Allah'ın izniyle yapıyorum ve şayet
Allah bana bu gücü vermeseydi, ben bu işi yapamazdım" demekte, o işi
başarma konusunda da Allah'ın yardımının kendisiyle birlikte olduğunu
hissetmektedir.
Allah'ın Rahman ve
Rahim, olduğunu anarak işe başlamak, hayata olumlu bir bakıştır. Kur'an'ın,
Allah'ın Rahman ve Rahim olduğunu anmakla başlaması, dinî anlatımda takip
edilecek üslûbun nasıl olması gerektiği konusunda da bir bilgi vermektedir.
Dinî anlatımın
korkutma temeli mi yoksa sevgi temeli üzerine mi kurulu olması gerektiği, hatta
dinin bizatihi kendisinin korkudan mı yoksa sevgiden mi kaynaklandığı zaman
zaman tartışma konusu yapılmaktadır.
Bir nazariyeye göre insanoğlu
tabiatta birtakım zorluklarla karşılaşmış, üstesinden gelemediği varlıkla nn
tanrı olduğunu sanmış, yanıla yanıla Tann'ya ulaşmıştır. Mesela ateşin herşeyi
yaktığını görmüş ve buradan hareketle onun tanrı olduğunu sanmış, ateşin suyla
söndürüldüğünü görünce de onun tanrı olamayacağını anlamıştır vs. Bu nazariyeye
göre dinin kaynağı korkudur. İnsanoğlu korkusunu dinleştirmiştir. Dinin sevgiden
kaynaklandığını söyleyenler ise, genelde insanı ve evreni tanrının -bir
parçası olarak gören felsefî akımlardır.
Bunun sonucu olarak
dine çağıranların bir kısmı korkutmayı esas alırken bir kısmı da sevgiyi dile
getirmeyi esas almışlardır.
İnsanlığın yanıla
yanıla tevhidi bulduğu nazariyesine katılmak mümkün değildir. Biz biliyoruz
ki her peygamber Tevhid inancıyla gelmiştir. Ama aradan bir müddet geçtikten
sonra o peygambere iman edenler ya da onların torunları zamanla tekrar şirke
kaymışlardır. Eğer iddia edildiği gibi bu alanda insanlık sürekli bir gelişme içerisinde
olsaydı, peygamberlerin Tevhid inancını yaymalarından sonra insanlar tekrar
şirke dönmezlerdi.
Sürekli sevgiyi
gündeme getiren ve evrenin Tanrının bir parçası ya da insanın, Tanrı'nm bir
cüz'ü olduğunu ileri süren nazariyeye gelince buna da katılmak mümkün
değildir. Eğer insan gerçekten Tanrı'nın bir parçası olsaydı, Tanrıyı unutup
O'na ortaklar koşması düşünülemezdi. Yaratan ile yaratılan birbirlerinin
aynısı olamazlar. Tanrı ayrıdır, yaratıkları ayrıdır.
Sevgiyi sürekli
gündeme getirenlerin öne sürdükleri hususlardan biri de mümin-kâfîr ayırımı
yapmaksızın herkesin sevilmesi gerektiğidir. Buna dinî bir kılıf da giydirir ve
"yaratılanı sev yaratandan ötürü" tekerlemesini sık sık tekrar
ederler. Bu iddiayı ileri sürenlerin sevgi iddiasında samimi olup olmadıkları
bir tarafa gerçekten dinin sevgi anlayışı bu mudur? Ayrıca böyle bir şey mümkün
müdür?
"Allah'a
ve ahiret gününe inanan bir topluluğun babalan, oğulları, kardeşleri, yahut
akrabaları da olsa Allah'a ve Elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini
göremezsin. "[24]
Sevgi dostluktan da
öte birşeydir. Eğer dostluk yapılamıyorsa sevgi de olmaz. Yüce Allah yine
şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Allah'a
ve Rasule itaat edin.' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah kâfirleri
sevmez."
[25].
Başka
âyetlerde Allah'ın zalimleri[26] müte-kebbirleri[27] günahkâr
hainleri[28] israf edenleri[29]
haddi aşanları[30] fesat çıkaranları[31]
sevmediği belirtilmektedir. Allah'ın sevmediklerini mümin de sevemez. Müminin
kalbi çöp sepeti değildir ki ayırım yapmaksızın herkesi içine alsın. Ancak
sevgi ile iyi ve yumuşak davranmayı, âdil olmayı biribirine karıştırmamak
gerekir. Mümin kişi kâfire de iyi davranır, onun hakkını yemez; herkese karşı
âdildir.
Dinî anlatımın ya da
dine çağrının sevgi veya korkutma temeli üzere kurulu oluşunu, dinin kaynağı
ile irtibatlandırmak da tutarlı değildir. En azından bunun tümden dinin
kaynağıyla ilgili olduğunu söyleyemeyiz. Bu, kişinin din konusundaki birikimi,
deneyimi ve karakteriyle ilgili bir durumdur.
İslama göre dinin
kaynağı Allah'tır; O'nun gönderdiği vahiydir. Hz. Adem, Allah'tan birtakım
talimatlar alarak dünya hayatına başlamıştır.
[32]
Böylece insanlık dünya hayatına Tevhid inancıyla başlamış olmaktadır. Dinlerin
bozulması ve Tevhid inancından uzaklaşarak şirke düşme sonradan ortaya çıkmış
birşeydir.
Din
anlatımında sevginin mi; korkutmanın mı esas olacağı konusuna gelince, islam
dini sevgi ve müjdelemeyi öne çıkarmakla birlikte korkutma unsurunu da
kullanmaktadır. Bir işe başlarken "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
başlanılmasının istenmesi, sevgi ve müjdelemenin öne çıkarıldığını
göstermektedir. Yine yüce Allah: "Rahmetim her şeyi kapsamıştır"[33] buyurmaktadır.
Bir hadiste de "Rahmetim
gazabımı geçmiştir"[34]
denilmektedir.
Ayrıca
peygamberlerin müjdeleyeci ve uyarıcı olarak gönderildiklerini bildiren
âyetlerin ikisi hariç[35]
tamamında
müjdeleyici oluşları, uyarıcı oluşlarından önce zikredilmektedir.
[36]
Peygamberlerin
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderildiklerini bildiren âyetler, dinî anlatımın
hem sevdirme ve hem de korkutmanın yalnız başına olamayacağını gösterir.
Yüce Allah inancın,
inanan kişi ile Allah arasında güçlü bir sevgi bağını oluşturduğuna dikkat
çeker:
"İnsanlardan
kimi, Allah'tan başkadarını Allah'a) eş tutar, Allah'ı sever gibi onları
severler. İnananlar ise en çok Allah'ı severler."
[37]
Başka bir âyette Allah
ile kul arasında karşılıklı sevgi bağının oluşması için O'nun Peygam-ber'ine
tabi olmanın gerekliliği anlatılır:
"De
ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın."
[38]
Bu anlamda yine şöyle
buyurulmaktadır:
"Ey inananlar,
sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir kavim getirecek
ki (O) onları sever, Onlar da O'nu severler.
[39]
Kuşkusuz Kur'an, insan
eğitiminde örnek alınacak bir kitaptır. Onun anlatımında karşılıklı anlatım
esastır. Cennetin nimetlerini anlatmasının ardından cehennem azabının
şiddetini anlatır. Müminlerin mükâfatlarını anlattıysa ardından
inanmayanların uğrayacakları cezaları sıralar. Müminlerden sözedecekse
ardından müşrikleri ve bunun da ardından Ehl-i Kitabı anlatır. Yerine göre
şunu veya diğerini öne alır ama bunları peşpeşe sıralar. Böylece hem insan
eğitiminde dengeli bir şahsiyetin oluşumunu sağlar ve hem de bilgilendirirken
karşılaştırma yapılması imkânım verir.
"Rahman"
sıfatı Allah'tan başkası için kullanılmaz. Bunun bir sonucu olarak Rahman sıfatının
Rahîm sıfatıyla bir arada kullanılması da yalnızca Allah'a aittir. Bu iki sıfat
rahmetin anlam ve alanlarının tamamını kapsamaktadır.
O halde Besmele ile
başlayan kişi, bütün kapsam ve genişliğiyle Allah'ın rahmetini istemektedir.
Müfessirlerin
büyüklerinden Taberî (öl. 310 h.) besmeleyle ilgili şöyle bir değerlendirmede
bulunmaktadır:
"Yüce Allah,
güzel isimlerini anmakla işe başlama edebini Peygaberine ve Peygamberi vasıtasıyla
da bütün insanlara Öğretmiştir. Besmelenin başındaki "bâ" harfi,
kendisinden önce bir fiilin varlığını gerektirir. Bu fiil mahzuftur. Kişi,
neyi yapmaya azmediyorsa besmelenin başında o fiil var gibidir. Mesela kişi bir
sûreyi okumaya başlamadan besmeleyi söylediğinde bunun anlamı: "Rahman ve
Rahim, olan Allah'ın adıyla şu sûreyi okuyorum" demektedir. Kalkmadan önce
besmeleyi söylediğinde bunun anlamı: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
kalkıyorum" demektir vs.
[40]
Ardarda zikredilen
"Rahman" ve "Rahim" kelimelerinin ne anlamda
kullanıldıklarına dair farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler her
iki kelimenin aynı anlamda olduğunu ve ikincisinin, birincisinin anlamını
pekiştirdiğini söylerler. Bazıları, "Rahman" kelimesinin, Allah'ın
dünya hayatındaki rahmetini ifade ettiğini ve bu nedenle kelimenin inananlarla
birlikte inanmayanlara Allah'ın rahmetini içerdiğini, "Rahim"
lafzının ise âhirete yönelik olduğunu ve muhatabının sadece inananlar olduğunu
söylemektedirler.
Çağımız
müfessirlerinden Muhammed Ab-duh bu iki kelime hakkında şöyle bir değerlendirmede
bulunmaktadır:
"Rahman lafzı
Allah'ın kendisinden bilfiil rahmet eserlerinin ortaya çıktığına delalet eder.
Mânâsı da, nimet ve ihsanları bol bol vermektir.
Rahîm lafzı ise Rahman
lafzının menşeine ve bu sıfatların sabit ve zorunlu olduğuna delalet eder.
Bu manada bu iki
vasıftan biri diğerinden bağımsız kalamaz. İkincisi de birinciyi onaylamaz.
Şayet bir Arap, Allah'ın Rahman sıfatını duyarsa bundan, Allah'ın fiilî olarak
nimetler verdiğini anlar. Hiçbir zaman Rahmet sıfatının devamlı ve zarurî
olduğunu düşünmez.. Çünkü fiil eğer sürekli ve sabit bir sıfatın eseri değilse
kesilebilir. Çoğunlukla Rahim lafzını duyduğunda Allah'ı razı edecek ve O'na
layık olacak şekilde itikadını tamamlar. "[41]
1. Hamd
âlemlerin Rabbi olan Allah'adır.
2. O,
Rahman'dır, Rahîm'dir.
3. O, din
gününün sahibidir.
4. (Rabbim),
yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.
5. Bizi
doğru yola ilet.
6. Nimet
verdiğin kimselerin yoluna.
7. Gazaba
uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.
[42]
Allah'a hamdetmek,
fazilet ve üstünlüğünden dolayı O'nu övmektir. Hamd, şükretmekten daha
geneldir. Çünkü şükretmek, belli bir iyiliğe karşı takdir duygularını dile
getirmektir. Allah'ın üzerimizdeki nimetleri öyle sürekli ve sınırsızdır ki bu,
ancak hamd ile ifade edilir. Bizi yaratan ve yaşatan O'dur. Hatta başkaları
vasıtasıyla bize ulaşan nimet ve iyiliklerin temelinde de O vardır. O
dilemediği takdirde hiçkimse bize bir iyilikte bulunamaz. Öyleyse O'na hamdimiz
de sürekli olmalıdır. Hamdimiz, bize verdiği nimetlere denk olmasa da, bu
hamdimizden dolayı yüce Allah bize ayrı mükâfatlar vermektedir.
Allah'a hamdeden kişi
bununla Tevhid inancını da dile getirmiş olur. Çünkü Allah'a hemdeden kişi,
bütün nimetlerin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın herşeyin sahibi ve hakimi
olduğunu da kabul ediyor demektir. Nitekim hamdte-ki tevhid inancı,
"âlemlerin Rabbi" ifadesiyle pekişmektedir. O halde bu âyet aynı
zamanda tevhidin de bir ifadesidir.
Hamdeden
mümin gönlünde bir ferahlık duyar. Çünkü o, yaratıcısının kendisine verdiği
nimetlerin biiincindedir ve bu nimetler karşısında şükretmektedir. Yukarıda da
ifade ettiğimiz gibi kişinin şükretmesi, Allah'ın kendisine verdiği nimetlere
denk değildir ama kulun elinden gelen budur ve o da görevini yerine getirme
çabası içerisindedir. Yüce Allah, Peygamberine sıkıntılı anlarında
hamdetmesini öğütlemektedir: "And olsun ki, söyledikleri şeylerden
gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamdederek an, secde edenlerden ol ve
ölünceye kadar Rabbine kulluk et"
[43]
Sıkıntı gibi görünen
birşey haddizatında insanın iyiliğine de olabilir. Çünkü bizler sadece
olayların görünen kısmını biliyoruz, oysa işin bir de görünmeyen arkaplanı var
ki onu görme imkânımız olsaydı belki sıkıntı olarak algıladığımız şeyin,
bizim için hayırlı olduğunu anlayabilirdik. Yüce Allah kullarına zulmetmez.
Kehf sûresinde anlatılan Hz. Musa'nın Salih Kul ile yaptığı yolculukta
anlatılan olaylar bu konuda bize bir açılım getirmektedir. Burada Hz. Mûsâ
olayların arkaplanı konusunda eğitilmektedir. Bu yolculukta o Salih Kul bir
gemiyi delmekte, bir çocuğu öldürmekte, kendilerini misafir etmeyen ve
kendilerine bir yiyecek de vermeyen bir kasabada yıkılmaya yüztutmuş duvarı
hiçbir karşılık almadan onarmaktadır. Bu olayların her birinde Hz. Mûsâ feveran
etmekte; yapılana karşı çıkmaktadır. Üçüncü olaydan sonra seyahat sonbulmakta
ve Allah'ın emriyle bu şekilde davranan o Salih Kul, karşılaşılan olayların gerekçelerini
şöyle açıklamaktadır:
"O (yaraladığım)
gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların
ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı.
Çocuğa gelince, onun
anası babası mümin insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından
(isyanıyla onları şerre sürüklemesinden, yahut onların imanına kendi azgınlık
ve inkârını bulaştırmasından veya onları da kendisi gibi azgınlığa ve küfre
sürüklemesinden) korktuk. istedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha
temiz, daha merhametli (ana babasına iyilik e-den) birini versin.
Duvar ise şehirde iki
yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir
kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler de
Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar.
Bunları ben
kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."
[44]
Kuşkusuz Hz. Musa'yı
eğitmek üzere yapılan bu yolculukla ilgili olarak anlatılan bu olaylar bizim
de ibret alacağımız şeylerdir. Kur'an'da bunların yer almasının nedeni de
budur. Değilse Kur'an'da bu kıssanın yer almasının bir anlamı olmazdı.
Kısacası mümin kişi,
nimetle karşılaştığında da, bir sıkıntıyla karşılaştığında da Rabbine
hamdeder.
Fatiha sûresi, namazın
ayrılmaz bir parçasıdır. Hamd ile başlayan bu sûre namazla bütün-leşince,
hamdetmek fiilî olarak somutlaşmakta; namaz kılan kişi Allah'ın huzuruna
durmak, rukûa ve sucuda gitmekle hamdini fiilen dile getirmektedir.
[45]
"Rab"
kelimesi, sahip, yönetici, terbiye eden, İslah eden gibi anlamlarda kullanılır.
Kelime yalnız başına ve "el" takısı ile "er-Rab" şekli
sadece Allah hakkında kullanılmaktadır. Başkası hakkında ise, ancak isim
tamlaması şekliyle kullanılabilir. Bu da mutlak rablığın Allah'a ait olduğunu
gösterir.
"Alemin"
kelimesi ise, kimi dilcilere göre Allah dışındaki bütün varlıklara
kullanılırken bazı dilcilere göre sadece akıl sahibi varlıklar hakkında
kullanılmaktadır. Bu ikincilerin görüşüne göre insanlar, melekler ve cinler bu
kelimenin kapsamı içerisine girmektedir.
Yüce Allah kullarını
yetiştirme ve eğitme işinde kimi kanunlarını zorunlu, kimisni de ihtiyarî
kılmıştır. Zorunlu olanlar evrene hakim kıldığı kanunlarıdır. Kimse çocuk
olarak kalma ya da yaşlanmama gücüne sahip değildir. İhtiyarî olanları ise,
yüce Allah'ın emir ve yasaklarıdır. Kul dilerse bunlara uyar, dilerse uymaz.
Ancak uyduğunda da uymadığında da karşılığını âhirette mutlaka görecektir. İşte
ihtiyarî konularda Rabbin emirlerine uyan, Rubûbiyet tevhidini gerçekleştirmiş
olur.
Allah'ın, yaratan,
yağmuru yağdıran, evrene düzen veren yani evrene hakim tabiat kanunlarını
düzenleyen olduğunda mümin-kâflr herkes müttefiktir. Allah'ın varlığım tümden
inkâr eden bir topluluk insanlık tarihinde ve günümüzde hemen hemen yok
gibidir.
İmandan
sapma, genellikle insanların ihtiyaçlarını giderme ve yardımlarına koşma konusunda
peygamberleri, melekleri, evliya veya cinleri Allah'a ortak kılma şeklinde
veya sosyal hayatı düzenleme yetkisini Allah dışında kişi veya kurumlara verme
şeklinde olur. Çünkü bu iki husus ibadet yani kulluk kapsamına girmektedir ve
böyle davranan kişi Allah'a ibadet konusunda şirk koşmuş olur. Bu sebeple yüce
Allah, peygamberlerinin niçin gönderildiğini belirtirken şöyle buyurmaktadır:
"And olsun ki her ümmete: Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının'
diyen peygamberler göndermişizdir.'[46] Kur'an-ı
Ke-rim'den anlaşıldığı kadarıyla peygamberler direkt olarak Allah'ın varlığının
delilleri üzerinde durmamış, Allah'a ortak koşma konusunu ele almış; tevhidin
(Allah'ı birlemenin) delillerini anlatmışlardır.
Şeytan da Allah'ın
varlığını kabul ediyordu. "Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri
güne kadar ertele[47].
"Rabbim! Beni
saptırdığın için andolsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim;
hâlis kıldığın kulların hariç hepsini saptıracağım[48] şeklindeki
sözleri bunun delilidir. Onun Allah'ın rahmetinden kovulması, yeryüzüne kimin
hakim olması konusunda Allah'ın verdiği karara karşı çıkması nedeniyle olmuştu.
Aynı şekilde müşrik olarak nitelenen ca-hiliye dönemi Arapları da rızık
verenin, yağmuru yağdıranın ve Öldüren ile diriltenin Allah olduğunu kabul
ediyorlardı. Nitekim bu durum Kur'an-ı Kerim de de dile getirilmektedir:
"(Ey Muhammed),
de ki: 'Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi
kimdir? Diriyi Ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi
düzenleyen kimdir?' Onlar: 'Allah'tır' diyeceklerdir. 'O halde O'na karşı
gelmekten sakınmaz mısınız?' de. işte gerçek Rab-biniz Allah budur. Öyleyse nasıl
olup da döndürülüyorsunuz. "[49]
O halde müşrikler,
Allah'ın varlığını inkâr etmiyor, ibadetlerinde O'na ortak koşuyorlardı.
Nakledilen bir rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Husayn el-Huzâi'ye: "Ey
Husayn, kaç kişiye ibadet ediyorsun? diye sormuş, Husayn: Yedi kişiye;
bunların altısı yerde biri de göktedir, karşılığını vermiştir. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) : Peki arzularının yerine getirilmesi ile korku anlarında
kime yöneliyorsun? diye sormuş, o da: O zaman göktekinden istiyorum,
demiştir."
Bu husus Kur’an
ayetlerinde de dile getirilmektedir:
"Denizde size bir
sıkıntı (boğulma korkusu) dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvar-dıklarınız
kaybolur. (Artık o zaman Allah'tan başka kimseden yardım istemezsiniz. Çünkü
O'ndan başka sizi kurtaracak kimse yoktur.) Fakat (O) sizi kurtarıp karaya
çıkarınca yine (Allah'ı bir tanımaktan) yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan
nankördür.
[50]
Nitekim
Firavun da boğulmakla yüzyüze geldiğinde: "Gerçekten israil oğullarının
inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım"[51] Yüce
Allah yine şöyle buyurmaktadır:
"İnsana bir
darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, yahut otururken ya da ayakta bize
yalvarır; ama biz onun darlığını giderdiğimizde sanki kendisine dokunan
darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere
yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir.
[52]
O halde önemli olan
yalnız sıkıntılı anlarda değil sair zamanlarda da Allah'ı tanıyıp O'na ibadet
etmek ve bu ibadete ortak koşmamaktır.
Netice olarak Allah'ın
"Rab" olduğunu kabul eden kişi, insanların eğitilip İslah edilmeleri
ve sosyal hayatlarının düzenlenmesinde O'nun emirlerinin üstünde herhangi bir
emri kabul etmeyen kişidir. Allah'ın izin ve emri olmaksızın yaratılmış
birinin emir ve düzenlemelerini benimseyerek onlara uymak o kişiyi 'rab'
edinmektir. Velev-ki o kimse bir din büyüğü olsun. Yüce Allah bunu şöyle ifade
etmektedir:
"Onlar Allah'ı
bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul
ettiler. Oysa tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlar di. Ondan
başka tanrı yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir,"
[53]
Müfessır Râzî, bu
âyetin tefsirinde şöyle demektedir:
"Müfessirlerin
çoğu şu görüştedir: Buradaki 'rabler'den maksat, rab edindikleri bu kimselerin
âlemlerin ilâhları olduklarına inanmaları değildir. Bilakis kastedilen, rab
edindikleri kimselerin emir ve yasaklarına uymalarıdır.
Nakledilir ki, Adiy b.
Hatem -ki hristiyan i-di- Peygamber (s.a.v.)in yanına gitmişti ve o sırada
Peygamber (s.a.v.) Berâe (Tevbe) sûresini okuyordu. Adiy diyor ki: Rasûlüllah
bu âyete geldiğinde, 'biz onlara ibadet etmiyoruz ki' dedim. Rasûlüllah:
'Allah'ın helal kıldığını, (rahipler) haram kıldıklarında siz de haram kabul
etmiyor musunuz, Allah'ın haram kıldığını onlar helal saydıklarında siz de
helal kabul etmiyor musunuz?' dedi. 'Evet, öyledir' dedim. İşte bu, onlara
ibadet etmektir' buyurdu.
er-RabV dedi ki:
İsrailoğullannda rubûbiye-tin nasıl olduğunu Ebu'l-Aliye'ye sordum. Dedi ki:
Herhalde Allah'ın kitabında din âlimlerinin görüşlerine aykırı şeyler gördüler
de, alimlerinin görüşlerini aldılar, Allah'ın Kitabındaki hükmü ise
reddettiler.
Hocamız, efendimiz,
muhakkik ve mücte-hidlerin sonuncusu (Allah kendisinden razı olsun) dedi ki:
'Fakihlerin mukallitlerinden bir grupla karşılaştım, onlara bazı konularla
ilgili Allah'ın Kitabından birçok âyet okudum. Ayetler, mezhep-lerindeki
görüşlere aykırıydı. Ne o ayetleri kabul ettiler, ne de onlara ilgi
gösterdiler; şaşkınlık içerisinde bana bakıyorlardı. Demek istiyorlardı ki: Bu
âyetlerin zahirleri geçmişimizden gelen görüşlere aykırıdır. Geçmişimizden
gelen görüşlere aykırı düşen bu âyetlerin zahirleriyle nasıl amel edebiliriz
ki. Hakkıyla düşünecek olursan, bu hastalığın, dünya ehlinin pek çoğunda yaygın
bir şekilde bulunduğunu görürsün.'
Din bilginlerine
itaatleri sebebiyle yüce Allah niçin onları kâfirler sınıfına sokuyor ki. Eğer
bu doğru olsaydı, o zaman Haricîlerin iddia ettikleri gibi şeytana itaat eden
fasık'ın da kâfir sayılması gerekmez mi? denilecek olursa cevap olarak deriz
ki:
Fasık kişi her ne
kadar şeytanın çağrısına icabet ediyorsa da, şeytanı yüceltmiyor, bilakis ona
lanet okuyor ve onu küçümsüyor. Oysa bunlar, din alimlerinin, Allah'ın
kitabına aykırı sözlerini kabul ediyor ve onları yüceltiyorlar. Böylece
aralarındaki fark ortaya çıkmış oluyor.
Buradaki
"Rubûbiyet'in tefsirine dair ikinci bir görüş şudur:
Cahillerle Haşevîler
şeyh ve liderlerini yüceltme konusunda aşırıya kaçtıklarında hulul ve ittihad
görüşüne meyledebilirler. Bu durumda şayet şeyhleri dünya ehlinden biri olup
dinden uzak ise, durumun aynen iddia ve inandıkları şekilde olduğunu onlara
empoze edebilir. Nitekim bizzat kendim dinden uzak bu tür müfterilerden biriyle
karşılaştım; tabilerinden, kendisine secde etmelerini istiyor ve onlara, benim
kullanırısınız diyor; onlara hulul ve ittihad'a dair bazı şeyler anlatıyordu.
Belki de etbaından ahmak olanlarla başba-şa kaldıklarında, ilah olduğunu bile
iddia ediyordur. Bu ümmet içerisinde böyleleri varsa, geçmiş ümmetlerde Allah
bilir daha neler neler söylenmiştir."
[54]
Elmalılı da âyetin
tefsirinde şöyle demektedir:
"Hahamlarını
(Yahudiler) ve ruhbanlarını (Hıristiyanlar) Allah dışında rabler edindiler. Allah'ın
emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi
oldular, onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara
taptılar, Allah'ın emrine, kitabın görüşüne, hakkın icabına açıktan açığa
aykırı olan hususlarda Allah'a isyan ettiler de onların arzularına ve
emirlerine itaat ettiler. Allah'ın yasakladığı şeyleri onların emriyle helal
gördüler. Allah'ın yapmayın dediği şeyleri yaptılar, yapın dediğini yapmadılar
da bunun hilafına onların yasaklamalarını dinlediler. Eğer hahamlarla
papazlar, Allah'ın emirlerini hedef edinerek ilâhî metinlerden ne
kastedildiğini ortaya çıkarma çabası içerisinde olsalardı, ilmî ve meşru bir
tavır olurdu, halbuki bunlara tabi olanlar, onları direkt olarak hüküm ortaya
koyan ve yasama yetkisine sahip kimseler olarak gördüler. Böylece onları rabler
edindiler. Onların heva ve arzularına uydular. Nitekim bu âyetin manası
hakkında meşhur Hatimi Tat'nin oğlu Adiy demiştir ki: Rasulallah'a geldim boynumda
altundan bir haç vardı -ki Adiy o zaman henüz hristiyan idi- Resulüllah, Berae
sûresini okuyordu. 'Ya Adiy şu boynundaki putu at' buyurdu, ben de attım.
'Hahamlarını ve rahiplerini Allah dışında rabler edindiler' âyetine geldiğinde
'ya Rasulüllah onlara ibadet etmezlerdi', dedim. Aleyhissalatu vesselam buyurdu
ki: 'Allanın helal kıldığını yasaklıyorlardı, siz de onu yasak tanımıyor
muydunuz, Allah'ın yasak kıldığına helal diyorlardı ve siz de bunu helal
saymıyor muyudu-nuz?' Ben de: 'Evet' dedim. 'İşte o, onlara ibadet etmektir'
buyurdu."
[55]
Şehit müfessir Seyyid
Kutub da âyeti tefsir ederken, önceki müfessirlerden benzeri nakiller yaptıktan
sonra şöyle demektedir:
"Ne demek
istediği apaçık olan Kur'an nas-sıyla ve kesin tefsir olarak kabul edilen
Peygamber (s.a.v.)in tefsiriyle önceki ve sonraki müfessir-lerin
tefsirlerinden açıkça ortaya çıkan, inanç ve din konusunda önemli gerçekleri
özetlemek istiyoruz:
"İbadetin,
yasalara itaat etmek demek olduğu Kur'an'ın nassı ve Peygamber (s.a.v.)in
tefsiriyle sabittir. Çünkü ne yahudiler ve ne de hıristi-yanîar, Hanlıklarına
inanma ya da dinî ayinleri kendilerine yapma anlamında din alimlerini rabler
ediniyor değillerdi. Bununla birlikte bu âyette müşrik olduklarına, müteakip
âyette ise kâfir olduklarına hükmediliyor. Böyle olduklarına hükmedilmesi,
salt koydukları yasalara kabul ederek bu yasalara itaat ederek onlara tabi
olmaları nedeniyledir."
[56]
Besmele Fatiha
sûresinden ise, Allah'ın Rahman ve Rahim oluşu ikinci defa tekrarlanmış
olmaktadır. Besemele'yi açıklarken Allah'ın rahmetini bütün yönleriyle
kapsayan bu iki sıfatın O'nun rahmetinin herşeyi kapsadığına ve gazabının
önünde gittiğine delalet ettiklerine değinmiştik.
Burada siyak
içerisinde "Rahman ve Ra-him'in kazandığı bir anlama dikkat çekmek isteriz.
"Rab" kelimesinin anlamlarından birinin "terbiye edici, eğitici"
olduğuna dikkat çekmiştik. Ku-şusuz yüce Allah'ın insanları eğitmesinde de
O'-nun Rahman ve Rahim oluşunun Önemli bir etkisi vardır. Kullarının dünya ve
âhiret mutluluğuna kavuşmaları için peygamberler göndermesi, kullarına olan
merhametinin bir sonucudur. Genelde dinin âhiret mutluluğunu sağladığına dikkat
çekilir ama dünya mutluluğunu sağladığına pek dikkat çekilmez. Oysa din,
âhirette olduğu gibi dünya hayatında mutluluk getirir. Peygamberimizden
bahisle yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"(Ey
Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
[57]
"Din günü",
âhirette hesap verme günüdür. Ahirete ve orada hesap vermeye iman etmek, dünya
hayatına da derin etkileri olan bir inançtır. Kişinin, bu dünya hayatında yaptıklarının
âhirette hesabını vereceğine iman etmesi kadar davranışları üzerinde etkisi
olan başka birşey yoktur. Kişi bu inançla ancak süfli arzularının baskısından
kurtulabilir.
Burada bir noktaya
değinmek gerekir: Allah'a hesap verme anlayışı, korkutan ve cezalandıran bir
Allah'a iman etme şeklinde algılanmamalıdır. Çünkü hesap sonucunda ceza görmek
sözkonusu olduğu gibi büyük mükâfatlara kavuşmak da sözkonusudur. Dünya hayatı
bir imtihandır ve bu dünya hayatında kişi ne ekmişse, âhi-rette onu biçecektir.
Sahih din anlayışında Allah sevgisi ile Allah'tan korkma dengelenmiştir. Mümin,
büyük bir sevgi ile Allah'ı sever, ancak azabından da korkar ve bu azaptan
korunmaya çalışır. Bu dengeyi yakalamayanlar sahih bir inanca kavuşamazlar.
Cennete girmek de,
cehenneme girmek de kişinin elindedir. Cennet de kişinin işlediklerinin bir
sonucudur, cehennem de:
"Herkes kendi
kazandığına bağlıdır."
[58]
"Allah kimseye
gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına,
kötülük de kendi zararınadır."
[59]
Kur'an'ı kerim,
cennete girenlerin cennete girmelerinin, cehenneme, girenlerin de cehenneme
girmelerinin, kendi amellerinin bir sonucu olduğunu özenle vurgular. Çoğu
zaman vaizler, cennete girmenin, amellerimizin bir karşılığı olmadığını, bizi
cennete götürecek olanın amellerimiz değil, Allah'ın lûtfu ve merhameti
olduğunu söylerler. Allah'ın lütuf ve merhameti elbette küçümsenecek şeyler
değildir. Ancak aslolan kişinin kendi amelidir. Zaten Allah'ın lütuf ve
merhametini istemek de bir ameldir. Bununla birlikte cennetin yolu, sahih bir
iman ve Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmektir.
Kuşkusuz Allah, bütün
günlerin sahibi ve hakimidir. Hatta bu dünya hayatında da insan yaptıklarının
bir kısmının karşılıklarıyla karşılaşmaktadır. Din, sadece âhiret mutluluğunu
elde etmeyi sağlamaz, dünyada da insanları mutlu eder. Dünyanın mümin kişi
için bir zindan olduğu anlayışı yaygındır. Eğer bununla, mümin kişinin âhirette
elde edeceği mükâfat ve nimetler yanında dünya hayatında karşılaştığı mükâfat
ve nimetlerin çok sönük kaldığı anlatılmak isteniyorsa doğrudur. Ama mümin
kişinin, inanmayanlara nazaran dünyada hep sıkıntı çekeceği anlatılmak
isteniyorsa doğru değildir. Bilakis din, dünyada da mutluluk nedenidir.
Herşeyden önce inançlı kişi, içinde huzur ve mutluluk duyar. İnanan toplumda
adalet vardır. Haksızlıklar-asgarî düzeye indirilmiştir. İnanan toplumun
fertleri birbirlerini sever ve birbirlerinin yardımına koşarlar. Karşılaşılan
zorluk ve problemlere karşı elbirliği ederek karşı koyarlar. Günümüz insanın
çektiği sıkıntıların başında yalnızlık duygusu gelmektedir. Halbuki inanan bir
toplum canlı bir organizma gibidir. Kişi kendisini içinde yaşadığı toplumun bir
parçası olarak hisseder. İnsanı yalnızlık duygusundan kurtaran şey, kişinin
kendisini toplum fertleriyle sıkı bir bağla bağlı olduğunu hissetmesidir.
Sebep-sonuç ilişkisine
takılan ve bunun üzerinde bir gücün bulunduğunu hesaba katmayanlar Allah'ın,
dünya-ahiret bütün zamanların hakimi olduğunun farkına varamazlar. Halbuki
Allah sonuçların hakimi olduğu gibi sebeplerin de hakimidir. O, dünya
hayatında insanı serbest bırakmıştır. Bu durum, O'nun bu dünyadaki sahiplik ve
hakimiyetinin herkes tarafından görülmesini engelleyebilir. Halbuki hesap verme
günü bütün perdeler ortadan kalkacaktır.
Yüce Allah sûrenin
başında Rahman ve RaJ him olduğunu belirtmekle kalblerimizi coşku sevgiyle
doldurak kendisine yöneltiyor. Ne var insanlar her zaman sevginin
yönlendirmesiylı yönlenmiyorlar. İnsan eğitiminde sevdirmemi yanında cezalandırmanın
da yeri vardır. Yüce lan "din gününün sahibi olduğunu" hatırlatmakla^
azap ve cezasını da hatırlatmış oluyor. Allah'ındı merhameti bol olduğu gibi
azabı da çetindir.
[60]
İbadet,
son derece sevgi ve o derecede boyun eğip itaat etmeyi ifade eder. Sözkonusu
itaat öyle' bir itaattir ki kişi kime ibadet ediyorsa onun emir ve yasaklarına
tam olarak teslim olur; emir ve yasaklarına karşı gelmez ve onun emir ve
yasaklarını her türlü emir ve yasağın üstünde tutar. Arap dilinde köle
anlamına gelen "abd" kelimesi de aynı köktendir. Buna göre Allah'a
ibadet, Allah'ın sevdiği sözlerin, zahir ve bâtın amellerin tamamını
kapsamaktadır. Bu sebeple müfessirler ibadet ederiz anlamına gelen "na'budu"
kelimesini açıklarken: "Emir ve yasaklarını hakim kılar; kabul ederek ve
isteyerek onlara itaat ederiz" anlamını vermişlerdir.
[61]
"Sana"
anlamına gelen "iyyâke" kelimesinin "ibadet ederiz"
anlamına gelen "na'budu" kelimesinden sonra getirilmesi, ibadetin
sadece Allah'a yapıldığını ifade etmek içindir. Yüce Allah başka bir ayette de
şöyle buyurmaktadır: "Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi
buyurmuştur."
[62] Buna göre "yalnız
sana ibadet ederiz" diyen kişi, Allah sevgisi ile başka herhangi bir şeyin
sevgisi çatıştığında Allah sevgisini başka herhangi birinden korkma ile Allah
korkusu çatıştığında Allah'tan korkmayı tercih edeceğini, Allah'a itaat ile
başkasına itaat çatıştığında da Allah'a itaat etmeyi tercih edeceğini; hatta
başkasını ancak Allah için seveceğini ve başkasına da ancak Allah'ın emri
sebebiyle itaat edeceğini söylemektedir. Yine bu sözü söyleyen kişi, Allah'ın
emirlerini kabul ederek ve severek yerine getireceğini, yasaklarından da aynı
şekilde uzak duracağını ifade etmektedir.
"Yalnız Allah'tan
yardım dilemeye" gelince, burada da "iyyâke" kelimesinin, yardım
dileriz anlamına gelen "nesteîn" kelimesinden önce zikredilmesi,
yardımın sadece Allah'tan olduğu ve sadece O'ndan isteneceğini ifade etmek
içindir.
"Allah sana
sıkıntı verirse, O'ndan başkası o sıkıntıyı gideremez. Sana bir iyilik verirse
başkası onu engelleyemez. O, kullarının üstünde yegane tasarruf sahibidir.[63]
"De ki: Allah'ın
dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim."
[64]
Başkasının yardımı,
hatta kişinin kendi kendisine yardımı bile Allah'ın iznine bağlıdır.
O halde başkasından
bir yardım dileyen kişi, o kimsenin kendisine yardım edebilmesinin Allah'ın
iznine bağlı olduğunu bilmelidir.
Bir de başkasının
yardım konusunda aracılık bile yapamayacağı durumlar vardır. Bunlar,
yaratılmış birini aşan hususlardır. Bu gibi şeylerin Allah'tan başka birinden
istenmesi, o kimseyi Allah'ın makamına yükseltme anlamı taşımaktadır. Gaybı
bileceğinden hareketle gıyabında birinden yardım istemek böyledir. Gaybın
sadece Allah tarafından bilindiği müteaddit âyette dile getirilmektedir:
"Gaybın
anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir."
[65]
"De ki: Gaybı
bilmek Allah'a mahsustur."
[66]
"Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir."
[67]
"De ki: Göklerde
ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur. Ne zaman diriltileceklerini de
bilmezler,"
[68]
Peygamber bile gayb
bilgisine sahip değildir:
"De ki: Size
Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size ben meleğim
de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.'[69]
"De ki: Allah'ın
dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim...
Gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana herhangi bir kötülük de
gelmezdi."
[70]
Yartılmışlardan
hiçkimse gaybı bilmediğine göre mesele Allah'ın gaybı herhangi bir kimseye
bildirip bildirmeyeceği ve bildirdiği takdirde kimlere bildireceğidir. Yüce
Allah bu konuya da Kur'an-ı Kerim'de değinmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah size gaybı
bildirecek değildir; fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçip, ona gaybı
bildirir."
[71]
"Gaybı bilen
Allah, gaybını kimseye açıklamaz. Acak peygamberlerden bildirmek istedikleri
bunun dışındadır."[72]
Ayetlerde de açıkça
bildirdirildiği üzere yüce Allah peygamberlerden başka kimseye gaybı bildirmeyeceğini
Kur'an'da haber vermektedir. Kuşkusuz peygamberlere bildirilen gayb da sınırsız
değildir. Allah, dilediği peygambere dilediği gayb bilgisini verir.
Gayb meselesini misal
olarak seçmemizin sebebi, Kur'an'da konu çok açık bir şekilde ifade edildiği
halde kimi çevrelerde çeşitli gerekçeler ileri sürülerek gayb bilgisinin
peygamberler dışında bazı kimselere verildiğinin din adına iddia edilmesidir.
Kimi, yüce Allah'ın gaybın tamamını sevgili peygamberinden gizli tutmasının
mümkün olmadığını, hatta Peygamber efendimizin kıyametin ne zaman kopacağını
bildiğini, ancak tavazu-undan dolayı bunu bilmediğini söylediğini, hatta
Peygamber'in hizmetçileri durumunda olan evliyanın da kıyametin ne zaman
kopacağını bildiklerini; çünkü hizmetçilerin, efendilerinin sırlarına vakıf
olduklarını ileri sürmektedir. Aslında bu iddiaları ileri sürenlerin açıkça
ifade edemedikleri, kendilerinin de kıyametin ne zaman kopacağını bilenlerden
olduklarını söylemek ve çevreleri üzerinde hegemonya kurmaktır. Nice tavazuda
tekebbür ve nice dinî görüntü çabasında sahtekârlık vardır.
Gaybın ne olduğuna
gelince, Kur'an-ı Kerim Arap diliyle indirilmiştir ve Arap dilinde
"gayb" kelimesi ne anlama geliyorsa Kur'an'da geçen gayb kelimesiyle
o şey kastedilmektedir. Buna göre gayb, geçmiş ve gelecek ile kişinin beş duyu
ile ulaşamadığı halihazırdır. Gelecek, bütün yaratılmışlar için bilinmezdir.
Geçmiş ve içinde yaşanılan ana gelince, ilim yollan sayılabilen hususlarla
bilinenler dışında kalanlar gayb kapsamı içerisindedir.
Günümüz müslürrianları
arasında yaygın kanaatlerden biri de, ölülerin insanların yardımına
koştuklarıdır. Buna gerekçe olarak da şunlar ileri sürülmektedir: İnsan ruh ve
bedenden meydana gelmektedir; ruh ilahîdir, beden ise maddî olup dünyevîdir.
Bu sebeple de süflî âleme aittir. Süflî âleme ait olan beden, ruh için bir
kafes mesabesindedir. Ruh kafesten kurtulduktan sonra özgürlüğüne kavuşur,
daha önce beceremediği birçok şeyi yapabilecek güce kavuşur. Bu inancı ileri
süren mezarperestler bir de şöyle bir hadis uydurmuşlardır: "Bir sıkıntı
ile karşılaşırsanız mezardakilerden yardım isteyiniz"
Öncelikle insanın
cesed-ruh şeklinde bir ayırıma tabi tutulması ve bu ayırım sonucunda yapılan bu
değerlendirme üzerinde duralım.
İnsanı ruh ve beden
şeklinde ayırıp her birini diğerinden bağımsız hatta biribirleriyle çatışan
birer varlık olarak değerlendirmek, ruhçu felsefenin uzantılarmdandır.
İslam da insanın ruh
ve bedenden oluştuğunu kabul eder. Ne var ki insanın bir kimlik/kişilik sahibi
olması, ruh-beden birlikteliğine bağlıdır. Ne ruh yalnız başına bir kimliğe
sahiptir ve ne de beden. Kimlik birleşmeleriyle ortaya çıkar. Ayrıca ruh da
yaratılmıştır, beden de. Bu dünya hayatında birlikte yaptıkları amellerin
karşılığını ahiret-te birlikte göreceklerdir.
Kaldı ki ruh eğer ayrı
bir kimliğe sahip olsaydı bile ruhtan yardım istemek yine mümkün olmazdı.
Yardım sadece Allah'tan istenir ve Allah'tan yardım istenirken başkası araya
konulamaz:
"Yüzünü,
doğruya yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta tapanlardan olma; sana fayda da
zarar da veremeyecek, Allah'tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz
zalimlerden olursun. Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası
gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini engelleyecek yoktur. Onu
kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.'[73]
"Allah sana bir
sıkıntı verirse, O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik verirse başkası onu
engelleyemez. "[74]
Ayetin orjinalinde
geçen "hidayet", 'yol gösterme,
kılavuzluk'anlamındadır.
Kur’an’ın basından
başlayarak okuyan kim- Allah'tan ük isteği hidayettir. Bu site ardından
verilmektedir: Hidayeti an' denilmektedir. Dosdoğru yol Fafciha suresinden
sonra gelen Bakara suresi şöyle başlamaktadır:
Mim"
Bu doğruluğu şüphe götür- ozobından kendilerini sakınanlara yol gösteren
Kitab'tır.
[75]
Kur’an’ın tamamım dikkatlice okumayanlar bakı§aÇısıyla kaderci bir anlayışa kahı°Syetin'
ki§inin hiçbir etkisi olmadan tarafindan
takdir edildiğini zan-
Allah'a inanan her
mü'min lnİn her türlü badenin üstünde oldu n dilemesinin önünde hiçbir engel!maîaCağın kesin olarak inanır İnsan da da Mlah'a
muhtaçtırlar. Yaratıl-?den kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur, heosi de'
yararlandığı şeylerin de veren OMur tarafindftn ylmıştır. Hidayeti hidayeti dileyen
bir kimseye Allah va ve onu sapıklıkta kalmaya zorlar mı, ya aa hidayeti bulmak
istemeyeni Allah zorla hi-" surukler mi? Daha açık bir ifade ile yüce Allah
kulları arasında ayırım yaparak kimilerini kayırır ve kimilerini cezalandırmak
için başka şeylere yönlendirir mi?
Allah'ın dilemesinin
önünde hiçbir engel olamayacağına kesin olarak inanan mümin, durup dururken
Allah'ın kulları arasında bir ayırım yapmadığına; O'nun âdil olduğuna da kesin
olarak inanır.
"Kim
yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir.
Rabbin, kullara karşı zalim değildir."
[76]
"Bu, yaptığınızın
karşılığıdır. Yoksa Allah kullara asla zulmetmez."
[77]
"Melekler, inkâr
edenlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, 'yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle
yaptığınızın karşılığıdır' diyerek canlarını alırken bir görseydin! Yoksa Allah
kullara asla zulmetmez.
[78]
İnsanda üç çeşit
hidayet vardır. Bunlardan birincisi içgüdüdür. Hayatının ilk safhasında sadece
içgüdüler ona kılavuzluk eder. İkinci safhada beş duyu devreye girer. Ancak
içgüdü hidayeti de devam eder ve içgüdü yanıldığında duyuların hidayeti onları
düzeltir. Bu iki çeşit hidayet hayvanlarda da vardır. Üçüncü hidayet ise,
muhakeme yani akıl hidayetidir. Akıl, içgüdülerle duyuların yanılgılarını düzeltir
ve onlara hakemlik yapar. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran bu hidayete sahip
olmasıdır. Acaba akıl hidayeti yanıldığında hangi hidayet insana kılavuzluk
eder. Çünkü akıl insana kılavuzluk ederken ilk iki hidayetin topladıkları
malzameyi kullanır. Bu sebeple eksik malzame her zaman için sözkonusu olabilir
ve akıl hidayeti yanılabilir. Ayrıca insan sevgi, kin ve nefret gibi duyulara
da sahiptir ve aklın muhakemesine bunlar olumsuz etkilerde bulunabilirler.
İşte bu sırada yanılmaz ve mutlak doğru olan hidayet gündeme gelir ki o da
VAHÎYdir. Fatiha sûresinde kulun Allah'tan istediği hidayet işte budur.
Ayette sözkonusu edilen doğru
yol (sıratı müstakim) hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya uluştıran yol
ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler aynı yola davet etmişlerdir. Bu
nedenle sözkonusu edilen yol ile kastedilenin, Muhammed (s.a.v.)in yolu
olduğunu söyleyenler de elbetteki isabet etmişlerdir. Bazı nıüfessirler bununla
Kur'an'm, bazıları İslamm kastedildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslam da,
Kur'an da Hz. Muhammed'in ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu
nedenle bu görüşlerin tamamı arasında bir ihtilaf sözkonusu değildir.
[79]
Fatiha'nın, bir bütün
olarak sûre halinde indirilen ilk sûre olduğuna dikkat çekmiştik. Yani Fatiha
sûresi indirildiğinde henüz Kur'an-ı Ke-rim'in çok büyük bir çoğunluğu
indirilmemişti. Bu nedenle bazı müfessirler, "Allah'ın kendilerine nimet
verdiği kimseler" ifadesiyle önceki peygamberlerin kastedildiğini
söylerler. Allah'tan bu yola hidayeti isteyenler müslümanlar olduğuna göre, bu
yolun, kendilerinden önceki peygamberlerin yolu olduğunda bir sakınca yoktur,
hatta akla iik gelen de budur. Ancak burada şu hususa da dikkat çekmemiz
gerekir ki, bütün peygamberlerin yolu birdir ve bu sebeple de Peygamberimizin
yolu da aynı yoldur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de peygamberimize hitaben şöyle
buyurulmaktadır:
"İşte o
peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna
uy."
[80]
Burada üç sınıf
insandan sözedilmektedir:
a. Allah'ın
nimet verdiği kimseler
b. Gazaba
uğramış olanlar
c. Sapmış
olanlar.
[81]
İbnu Abbas ve
müfessirlerden pek çoğu Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerin peygamberler,
sıddîkler, şühedâ ve salihler olduğunu söylemiş ve bu görüşlerini şu âyetlere
dayandırmışlardır:
"Kendilerine
verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için daha iyi olurdu. O zaman onlara
kendi katımızdan büyük bir ecir verir ve onları doğru yola eriştirirdik. Kim
Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği
peygamberlerle, sıddîkler, şühedâ ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi
arkadaştırlar.
[82]
Bazı müfessirler
burada kastedilenlerin, İs-railoğullarının iman edenleri olduklarını söylerken
bazıları bunların Peygamberimizin ashabı olduklarını söylemektedir.
Müfessir İbnu
Atiyye'nin de belirttiği gibi bütün bu görüşler haddizatında aynı şeyi anlatmaktadır.
[83]
Bazıları da bunların
sadece peygamberler olduklarım söylemişlerdir.
Peygamberliğin
insanoğluna verilen nimetlerin en büyüğü olduğunda şüphe yoktur. Çünkü
insanlar ancak onun sayesinde dünya ve âhiret mutluluğuna erişebilirler. Ayrıca
peygamberlikle şereflenenler diğer müminler için de Örnektirler. Ancak yukarıda
ifade ettiğimiz gibi bu ayetler insanları üç sınıfa ayrılmaktadır ve Allah'ın
kendilerine nimet verdiklerinin dışında kalanlar, gazaba uğramışlarla
sapanlardır. Peygamberler dışında kalanların tamamı, bu son iki sınıf
olmadığına göre peygamberlerin yolundan gidenler de nimete erişenler sınıfından
olmalılar.
Mümin kişi, Allah'ın
kendilerine nimet verdiği kimselerin yani Peygamberlerin yolundan gidenlerin
bir ferdi olduğunu kalbinin derinliklerinde hisseder ve günlük hayatında da
onlarla beraberliğini devam ettirir. Ancak bu, onun diğer insanlarla tüm
ilişkileri kesmesi anlamına gelmez. Diğer insanlarla da iyi ilişkilen
içerisinde olmaya devam eder. Çünkü din evrenseldir ve daima o dine
inanmayanlara da açıktır.
[84]
İbnu Mes'ud, İbnu
Abbas, Mücahid, Süddî ve İbnu Zeyd gazaba uğramış olanların yahudiler, sapıtmış
olanların ise hristiyanlar olduğunu söylemişlerdir. Hatta Peygamber
(s.a.v.)den de bu anlamda bir rivayet nakledilmektedir.
[85]
Bu görüşte olan
müfessirler gazaba uğramış olanların yahudiler olduğuna dair şu âyetleri de
delil olarak zikreder.
"Nerede
bulunsalar, onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur. Meğer ki Allah'tan ve diğer
insanlardan yardım göreler. Allah'ın gazabına uğradılar ve üzerlerine
miskinlik damgası vuruldu. Böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr
ediyorlar, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı ve onlar isyan etmişlerdi,
haddi aşıyorlardı."
[86]
"De ki: Allah
katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi?
Allah kime lanet ve gazabederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana
kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış
olanlardır.
[87]
Bu görüşte olan
müfessirler derler ki bu ayetler yahudiler hakkında inmişlerdir.
Sapmış olanların
Hristiyanlar olduğuna delil olarak da şu âyeti zikrederler:
"Haksız olarak
dininizde taşkınlık etmeyin. Daha Önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan
ayrılan bir milletin heveslerine uymayın."
[88]
Konuyla ilgili
Peygamber (s.a.v.)den nakledilen rivayet sahih derecesine ulaşmamıştır.
Tir-mizî hasen-ğarib bir rivayet olduğunu söylemektedir. Bizce kastedilen
bizatihi Yahudiler ya da Hıristiyanlar değildir. Bilakis Yahudilerin sapmaları
genelde Allah'ın gazabını, Hristiyanların sapmaları da genelde sapıklığı
gerektirmektedir. Nitekim müslümanlar beş vakit kıldıkları namazın her
rekâtında bu âyeti okumaktadırlar ve tarih boyunca da müslümanlardan ne
Hıristiyanlığa geçen vardır ve ne de Yahudiliğe. Zaten Yahudiler başka
milletlerin dinlerine girmesini de istemezler. Oysa namazın her rekâtında
müslüman bu sözleri tekrar ettiğine göre her an için Allah'ın gazabına uğrama
ve sapma tehlikesiyle karşı karşıya olmalıdır. Ayrıca Hıristiyan olup Allah'ın
gazabını hakkeden olduğu gibi aksi de sözkonusu-dur. Belki de gazaba
uğramışların Yahudiler olduğunun söylenmesi, bilerek ve kasdî sapmanın daha
çok Yahudilerde vukubulmuş olmasındandır.
Nitelikleri ne olursa
olsun gerek Yahudilerin ve gerek Hıristiyanların sapmalarını bilmekte yarar
vardır. Aslında sadece bu iki din mensuplarının değil, diğer din ve
milletlerin sapmalarını bilmekte de yarar vardır. Çünkü ne de olsa bütün
insanlar başta tevhid üzere idiler ve dinden sapma sonradan ortaya çıkmıştır.
Aynı sapmalar ileride müslümanlar için de sözkonusu olmayacak olsaydı,
Kur'an-ı Kerim'de bunlara yer verilmezdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim bir tarih
kitabı değildir ki sırf tarihî bilgi olsun diye bunlardan sözetsin.
Nakledilen bir hadiste
şöyle denilmektedir:
Peygamber
(s.a.v.) bir çizgi çizdi ve bu, Allah'ın yoludur, buyurdu. Ardından bu
çizginin sağına ve soluna çizgiler çizdi ve: Bunlar da farklı yollardır,
bunların her birinin başında bir şeytan bulunur ve o yola çağırır, buyurdu.
Ardından da şu âyeti okudu: "Şüphesiz bu, benim dosdoğru yo-lumdur. Buna
uyun. (Başka) yollara uymayın. Çünkü o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır,
işte sakınmanız için Allah size bunları emretti."
[89]
Ancak biz burada
Kur'an-ı Kerim'de anlatılanlardan yararlanarak sadece Yahudilerle Hris-tiyanların
sapmalarına dair örnekler vermekle yetineceğiz. Aşağıda göreceğimiz gibi
Yahudilerin sapmalanyla Hıristiyanların sapmaları, biribirlerinin aksi
istikamette sapmalardır.
[90]
Hak yoldan sapmış
yahudilere göre Yahudilik İsrailoğullanna özel bir dindir. Başka milletlerin
bu dine girmesi kabul edilmez. Bunun bir sonucu olarak Yahudiler, kendilerini
Allah'ın seçkin ve özel bir kavmi olarak görürler. Diğer milletler adeta
kendilerine hizmet etsinler diye yaratılmışlardır ve hiçbir zaman onların
seviyesine ulaşamazlar.
Allah'ın
kendilerini üstün ırk olarak yarattığına inanmalarına karşın tahrif edilmiş
olan Tevrat'ta Allah, yer yer insan şeklinde nitelenmektedir. Örneğin
Tevrat'ın Tekvin bölümünde Allah'ın, günün serinliğinde bahçede dolaştığı,
yasak ağaçtan yediğinden dolayı saklanan Adem'in nerede saklandığını bilmediği,
Adem yasak ağaçtan yediğini haber verinceye kadar bundan haberi olmadığı,
Adem'in yasak ağaçtan yediğini haber alınca da Adem'i yarattığına pişman
olduğu anlatılmaktadır[91].
Yine elimizdeki
Tevrat'a göre Allah'ın İsrailoğullarının atası olan Hz. Yakub'la uzun süren bir
güreş yaptığından bahsedilmektedir[92].
Hemen hemen Tevrat'ın
her bölümünde Allah'a kurban olarak takdim edilen kızartılmış etten
sözedilmekte ve Allah'ın güzel etten hoşlandığı anlatılmaktadır.
Ancak burada gayemiz
bu tür şeyleri sıralamak değildir. Bizim burada anlatmak istediğimiz sapmış
yahudilikte Allah'ın gerçeği üzere değil, zaman zaman bir insanmış gibi
nitelenmesidir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim
de onların Allah'ın emirlerine pek aldırmadıklarını, hoşlarına gitmediğinde
Hz. Musa'ya: "Git Rabbinle birlikte siz savaşın" dediklerini haber
vermektedir.[93]
Yahudi sapmasında
Peygamberler de hakkettikleri makamın aşağısına indirilmektedirler. Nitekim
Kur'an-ı Kerim aralarında işi, haksız yere peygamberleri Öldürmeye kadar
götürenlerin var olduğunu haber vermektedir.
Yahudi sapmasında dinî
emirler tevil edilmek suretiyle işlevsiz hale getirilir ve azaltılırlar.
Kendilerine yasak
kılman içyağı yasağını,
[94] yine cumartesi çalışma
yasağını[95] deldikleri bilinmektedir.
Nakledildiğine göre
yahudiler, içyağını erittikten sonra satıyor, böylece yasağı deliyorlardı.
Cumartesi yasağını
nasıl deldiklerine dair de birtakım rivayetler nakledilmektedir. Rivayetlerde
anlatılanlar aynı espiriyi taşımakla birlikte zikredilen olaylar farklıdır.
Bunlardan ikisini aktarmakla yetineceğiz.
İbnu A66as'tan
nakledilen bir rivayete göre: Yüce Allah tıpkı müslümanlara farz kıldığı gibi
cuma gününü yahudilere farz kılmıştı. Ama onlar muhalefet ederek cumartesi
gününü yücelttiler. Bunun üzerine Allah onları cumartesi günüyle imtihan etti
ve sair günler onlara helal kıldığı şeyleri cumartesi günü haram kıldı. Medyen
şehrindi olanlarına cumartesi günü balık avlanmasını ve yenmesini haram
kıldı. Ama cumartesi günü balıklar deniz kıyısına akın akın geliyor ve ertesi
gün çekip gidiyorlardı. Uzun müddet böyle geçti. Nihayet biri cumartesi günü
gizlice bir balık yakaladı ve balığı bir iple bir kazığa bağlayarak denize
saldı. Ertesi gün gelip balığını denizden çıkardı ve yedi. Böylece cumartesi
avlanmamış oluyordu. Bu işi her hafta tekrarlamaya koyuldu. Nihayet diğerleri
de adamın yaptığının farkına vardılar ve onlar da onun gibi yapmaya başladılar.
Bu rivayete göre
cumartesi çalışma yasağı bu şekilde delinmişti.
İkinci rivayete göre
ise, cumartesi balık akın edince, deniz kenarlarına çukurlar kazdılar ve
cumartesi günü bu çukurlara giden kanalları açıyorlardı. Pazar günü ise,
çukurlara dolan balıkları topluyorlardı. Alimleri buna karşı çıktıklarında
da, biz cumartesi avlanmıyoruz ki, biz pazar günü avlanıyoruz, diyorlardı.
[96]
Bakara sûresinde
kesmeleri emredilen ineği kesmemek için ne bahaneler peşinde koştukları uzunca
anlatılmaktadır.
Netice olarak emirleri
yorumlayarak azaltma yahudi sapmasının belirgin özelliklerinden-dir.
Yahudi sapması
materyalist bir sapmadır. Olaylara maddeci bir yaklaşımları vardır. Yahudilerin
maddeye düşkünlükleri de bilinmektedir. Nitekim bu eğilim Hz. Mûsâ döneminde de
kendini göstermişti. Hz. Musa'dan Allah'ı açıkça göstermedikçe kendisine
inanmayacaklarını söylemişlerdi.
[97] Yine
bir şehrin fethi kendilerine müyesser kılındığında dinî geleneğin bir gereği
olarak şehrin kapısında secde etmeleri ve Allah'tan günahlarının
bağışlanmasını istemek anlamına gelen "hıtta" demeleri emredildiğinde
onlar, içlerindeki ganimet hırsıyla buğday anlamına gelen "hınta"
demişlerdi.[98]
Yahudilerin dinden
sapmalarını maddeler halinde Özetleyecek olursak:
a. Allah'ı hakkıyla takdir edememiş ve O'nu haşa
bir insan konumuna indirgemişlerdir.
b.
Peygamberlere gereken değeri vermemiş, onları alelade bir insan olarak
görmüşler, hatta haksız yere peygamberleri öldürmüşlerdir.
c. Din
âlimlerini alay konusu yapmışlardır.
d. Dinî emir ve yasakları menfaatleri doğrultusunda
yorumlayarak onları eksiltme yönüne gitmişlerdir.
e. Dinî
emirleri tahrif ederken bilerek bunu yapmışlardır.
f. Yahudi
sapması, materyalist bir sapmadır.
Yahudilerin tarih
içerisinde sergiledikleri başka sapmalar da vardır. Ancak biz burada önemli
sapmalara işaret etmeye çalıştık. Namaz kılan her müslüman namazının her
rekatında zimnen "Allah'ım, beni bu sapmalardan uzak tut" demektedir.
[99]
Hıristiyan sapmasının
genelde yahudi sapmasının aksi istikamette bir sapma olduğuna dikkat
çekmiştik.
Hıristiyanlar,
yâhudilerin aksine Hz. İsa'yı peygamberlik makamından ilâhlık makamına
yükseltmişlerdir. Aynı şekilde din alimlerini de olduğundan fazla yüceltir,
Papanın direkt olarak Allah'la irtibat kurduğuna; kilisenin din adına
yürürlükteki kimi emir ve yasakları kaldırma, aynı şekilde yürürlükte olmayan
yeni yasalar koyma yetkisine sahip olduğuna inanırlar. Azizlerin mezarlarını
ziyaret eder ve onlardan istimdat ederler. Kur'an-ı Kerim onların Hz. İsa'yı
ilâh makamına yükselttiklerini haber vermektedir.
Yine
yahudi sapmasının aksine hıristiyan sapmasında dinî emirleri çoğaltma
mevcuttur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de ruhbanlığın kendilerine emredilmediğini,
fakat kendilerinin bunu icat ettikleri belirtilmektedir.
[100]
Yahudi sapması
materyalist bir sapma idi, hıristiyan sapması aksine ruhçu bir sapmadır.
Hıristiyan sapmasını
maddeler halinde ifade edecek olursak:
a. Bir
peygamber olan Hz. İsa'yı ilahhk makamına yükseltmişlerdir.
b. Din
âlimlerini zaman zaman peygamberlik makamına yükseltmişlerdir.
c. Dinî emirleri
çoğaltmışlardır.
d.
Hıristiyanların sapması genelde ruhçu bir sapmadır.
e. Yahudi
sapmasının aksine hıristiyan sapmasında kasdîlik yani bilerek sapma sözkonusu
değildir. Bu sapmada muhakemesini kullanmama, bilinçsizlik vardır.
Burada hedefimiz Yahudilerin
ya da Hıristiyanların sapmalarını bütünüyle sıralamak değildir. Anahatlarıyla
sapmalarını dile getirmeye çalıştık. Bu arada şunu da belirtelim ki aynı sapmalar
müslümanlar için de sözkonusudur. Zaten bunların Kur'an'da zikredilmesinin
nedeni de müslümaiîlann bunlardan ibret almaları ve o tür sapmalardan uzak
durmalarıdır. Nitekim peygamber (s.a.v.) de bir hadisinde bu hususa dikkat
çekmekte ve öncekiler neleri yapmışsa sizler de aynı şeyleri yapacaksınız,
hatta onlar iş olsun diye keler deliğine girmişlerse siz de onu deneyeceksiniz,
buyurmaktadır.
Fatiha suresinin
namazın her rekâtında tekrar edilmesi de müslümanların her an için bu tür
sapmalarla karşı karşıya kalabileceklerini anlatır. Çünkü her an için böyle
bir tehlike sözkonusu olmasaydı, müslümanın 'Ta Rabbi beni gazaba
uğramışlardan ve sapmışlardan eyleme" şeklinde dua etmesinin bir anlamı
olmazdı.
Yukarıda da
değindiğimiz gibi tek tek her yahudi Yahudi sapması; tek tek her hıristiyan da
Hıristiyan sapması içerisindedir demek istemiyoruz. Bazen bir yahudi
Hıristiyan sapması, bir hıristiyan da Yahudi sapması içerisinde olabilir. Biz
burada bu iki din mensubu toplulukların din kitaplarında yaptıkları tahrifleri
ve tarih içerisinde çizdikleri genel seyri anahatlarıyla incelemeye çalıştık.
Müslümanların içinde
bulundukları ve onları bekleyen sapmalar nelerdir? Bu konuyu ileride ele
alacağız. Burada şu kadarını söyleyelim ki, test ederek kontrol altına
alamadığımız bir din anlayışı, bu tür sapmalardan emniyet içerisinde olamaz.
Dinî anlayışımızı test etmenin yolu ise, Kur'an ve sahih sünnetin ışığında onu
revizyondan geçirmekle mümkün olur. Bunu fert olarak yapamıyorsak, bilen
kimselere sormalı ve sorduğumuz kimselerin bize verdikleri cevapların hangi
âyet veya hadise dayandığını da öğrenmeliyiz.
Haddizatında Allah'ın
gazaba geldiği kimselerle sapanlardan/dâllînden olmamayı istemek, dinden her
türlü sapmadan uzak durmayı istemektir. Çünkü geçmişteki her türlü sapma,
müs-lüman için de sözkonusudur.
Konumuza son vermeden
önce günümüzde müslümarlar arasında yaygın olan dinden sapmalara ve sapma
yollarına dikkat çekmekte yarar vardır. Burada da ayrıntılara dalmadan konuyu
anahatlarıyla incelemeye çalışacağız.
[101]
Biz burada genel
olarak günümüz müslü-manları arasında yaygın olan ve Kur'an-ı Ke-rim'in dikkat
çektiği sapmaları anahatlarıyla incelemeye gayret edeceğiz.
[102]
Bazı çevreler, nasıl
büyük devlet adamlarının, sultan ve kralların huzuruna onların itibar
ettikleri bir aracı olmaksızın çıkılamıyor ve onlardan bir işin yerine
getirilmesi istenemiyorsa, Allah'ın huzuruna da Allah'ın sevdiği bir kulunu
aracı kılmadan çıkılamaz ve Allah'tan yardım is-tenilemez iddiasını ileri
sürerler.
Böyle bir kıyas
temelinden bozuktur. Şöyle ki:
Bir idarecinin
huzuruna aracısız çıkılamıyorsa bu, o idarecinin büyüklüğünü değil, olsa olsa
zalimliğini gösterir. Çünkü o, idaresi altında bulunanlar arasında ayırım
yapmakta, ksndi nez-dinde kimilerini kimilerinden üstün görmektedir. Oysa
Allah, zalim olmaktan münezzehtir. Kulları arasında ayırım yapmaz. Kendisine
yönelen her kulunu kabul eder:
"Kullarım sana,
beni sorduklarında (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua
edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime
uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulmaları mümkün olsun."
[103]
Yeryüzünde
putperestlik salih kimselere duyulan sevgi ve saygının aşırı boyutlara ulaşmasından
doğmuştur. Nakledilir ki, putperestlik ilk olarak Uz. Nuh kavmi arasında ortaya
çıkmıştır. Put olarak tapınılan Suva', Yağûs, Yaûk ve Nesr salih kişiler
idiler. Onların peşinden giden tabileri vardı. Bu kişiler öldüklerinde,
peşlerinden gidenler dediler ki: Onların heykellerini yapalım ki onları
hatırlayalım. Onları hatırlamamız, bizi ibadet etmeye daha teşvik edici bir
etken olacaktır. Bu gaye ile onların heykellerini yaptılar. İbadete teşvik
edici bir etken olarak görülen bu heykeller zamanla putl aştırılmış ve onlara
ibadet edilmeye başlanılmıştır. Müşrik Arapların hatta diğer putperest
milletlerin taptıkları putlar da genellikle toplumlarına iyi hizmetlerde
bulunmuş kimselerdir.
Kuşkusuz bu salih
kimselerin zamanla Allah'a ortak koşulmaları, sadece heykellerinin yapılmış
olmasıyla izah edilemez. Önemli olan o salih kimseler karşısında zamanla
takınılmış olan tavırdır. Onların yağmur yağdırdıklarına, insanları Allah'a
yaklaştırdıklarına inanılması ve bu gibi konularda Allah nezdinde aracı
olduklarına inanılmasıdır.
İdareciler nezdinde
yapılan aracılığın etkili olabilmesi şu hususlardan kaynaklanmaktadır:
a. Aracılık
yapan kişinin vakti zamanında nezdinde aracılık yaptığı kimseye bir iyiliği dokunmuştur.
İdareci minnet duygusuyla o kişinin aracılığını kabul eder.
b. İdareci
şu veya bu nedenlerle aracılık yapan kişiden çekinmektedir. Bu nedenle
aracının aracılığı etkili olmaktadır.
c. Kim için
aracılık yapılıyorsa, idareci o kimseyi tanımamaktadır. Aracı olan kimse idareciye
o tanımadığı kimsenin meziyetlerini anlatır. Böylece o kimseyi idareciye
tanıtmış olur.
d. İdareci,
aracı olan kimseyi son derece sevmektedir ve bundan dolayı aracılığını kabul
etmektedir.
Belki bu son maddede
anlatılanlar meşru bir aracılık gibi görünmektedir. Ne var ki yüce Allah'ın,
kendisine yönelerek dua edene merhamet ve sevgisi aracı olan kimsenin merhamet
ve sevgisinden çok daha fazladır. O halde bu durumda da Allah katında aracıya
ihtiyaç yoktur.
Özellikle hazır
olmayan kişinin ya da ölmüş birinin aracı yapılması kişiyi inanç bakımından
şirke bile götürebilir. Çünkü ölülere duyurmanın mümkün olmadığı Kur'an'da açık
bir şekilde dile getirilmektedir:
"Sen
ölülelere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı
işittiremezsin."
[104]
Hazır olmayan kimsenin
çağrıyı duyması da mümkün değildir. Hazır olmayan kişiye seslenmek ve o
kişinin bu çağrıyı duyacağına inanmak, o kişiye gücünün dışındaki bir yetkiyi
vermek anlamına gelir. Kuşkusuz herşeyi duyan ve bilen sadece yüce Allah'tır.
Eğer aracılık şeklinde
ifade edilecekse diri kimsenin duasını almak hem Peygamber (s.a.v.) zamanında
ve hem de sahabe döneminde uygulanan bir durum idi. Bu nedenle yaşayanların duasını
almak, din açısından sakıncalı bir durum değildir.
[105]
Dinin belli birtakım
alanlara hasredilmesi günümüz müslümanları arasında yaygın bir hal almıştır.
Kimine göre din Allah ile kul arasında bir kurumdur ve dünya işlerine
karışmamalıdır. Hatta dinî cemaatlerde bile dini bölme müşahede edilmektedir.
Bunlardan kimine göre din, nefsi İslah etmektir. Bu anlayışa şartlanmış
olanlar bir ömür boyu kendi nefîsleriyle mücadele ederler. Bir türlü diğer
hususlara sıra gelmez. Kimine göre din, iman davasıdır, İslamm diğer
hususlarla ilgili emirleri önemli değildir; olsa da olur, olmasa da olur
kabilinden şeylerdir. Kimine göre ise din, siyasî bir mukavemet aracıdır. Bu kesime
göre de ahlâk, ibadet gibi hususlar bilahare sözkonusu olacak şeylerdir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Yoksa siz
Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların
cezası dünya hayatında ancak alçaklık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba
itilmektir."
[106]
Yine şöyle
buyurmaktadır:
"Ey iman edenler,
İslama bir bütün olarak girin, sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o,
apaçık düşmanınızdır."
[107]
Yani Islamın kimi emir ve yasaklarını alıp kimi emir ve yasaklarını al-mazhk
etmeyin; onun bütün emirlerine sarılın.
Kur'an'ı bölerek bir
kısmını kabul edip bir kısmını reddedenlerin azaba çarptırılacaklarını da yüce
Allah haber vermektedir:
"Nitekim biz,
(Kur'an'ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur'an'ı bölüp ayıranlardır.
[108]
Dinin bölünmesi
vakalarından biri de evrensel olan dinin millîleştirilmesidir. Evrensel olan
İslam dininin "Türk İslamı", "Arap İslamı", "İran
İslamı" şeklinde tanıtılması sözkonusu ettiğimiz hususun
tezahürlerindendir.
Yüce Allah Kur'an-ı
Kerim'de dinin bölünmesine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:
"Dinlerini parça
parça edip, grup grup olanlar var ya (Ey Muhammed) senin onlarla hiçbir
ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara
yaptıklarını haber verecektir."
[109]
Bazen Kur'an'ın bir
kısmının alınıp bir kısmının terkedilmesi ve bazen de başka sebeplerle
müslümanlar fırkalara ve hatta biribiriyle çatışan gruplara ayrılmışlardır.
Oysa Allah onlardan bir ve beraber olmalarını istemektedir:
"Hep birlikte
Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın, Allah'ın size olan nimetini
hatırlayın."
[110]
"Kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte
bunlar için büyük bir azap vardır."
[111]
Her iki âyette de
müslümanlar arası bölünmenin temelinde Kur'an'a sarılmama ve ondan
yüzçevirmenin yattığına işaret vardır. Birinci ayette geçen "Allah'ın
tpfnden maksat Kur'an'dır. Müslümanlar Kur'an'a sarıldıkları takdirde
parçalanmazlar. Yine ikinci âyette söz-konusu edilen "apaçık
deliller"den maksat da Kur'an-ı Kerimdir ve âyette apaçık deliller geldikten
sonra ayrılığa düşülmemesi gerektiği anlatılmaktadır.
Bugün müslümanlar
arasında bir bölünme ve parçalanmanın varlığı inkâr edilemez bir vakıadır.
Hatta sadece dine lakayt olan kesimlerde değil, dinî faaliyet ve hizmet
içerisinde olanlar arasında da bir parçalanma sözkonusudur. Bunun nedeni dinî
grup ve cemaatlerin islâmî anlayışlarını direkt olarak Kur'an'a dayandırmam
alandır. Halbuki din anlayışının Kur'an'a dayandırılması, ihtilaf çıktığında
da bunun Kur'an ve Peygamber'in sahih Sünnetine götürülerek çözüme bağlanması
gerekir:
"Ey iman edenler,
Allah'a itaat edin. Pey-gamber'e ve sizden olan ulülemre de itaat edin. Eğer
bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhiret gününe gerçekten
inanıyorsanız-onu Allah'a ve Rasûlüne götürün; bu hem daha hayırlı, hem de
netice bakımından daha güzeldir."
[112]
Burada naklettiğimiz
âyetler ve Kur'an'da yer alan daha pek çok âyet, müslümanların buluşma ve
bütünleşme adreslerini de göstermektedir: Bu adres Kur'an'dan başkası
değildir. Birleşme adresi ne herhangi bir mezhep, ne herhangi bir tarikat, ne
de herhangi bir grup veya kliktir. Bir müslüman şu veya bu mezhebe, şu veya bu
tarikata, şu veya bu gruba mensup olabilir, ama eğitiminde Kur'an'ı esas
almadıkça ve Kur'an-ı Kerimi mezhep, tarikat veya grubunun önüne çıkarıp onu
öncelemedikçe ne doğrudürüst bir müslüman olabilir, ne de müslümanların
birliğinden sözedilebüir.
Her tarikat veya grup
mensupları kendi şeyh veya üstadlarının İslamı daha iyi anladığında, Kur'an'ı
daha iyi bildiğinde ve hatasız olduğunda İsrar ederek başka bir ihtiyaçlarının
bulunmadığına inanacak olur ve bundan asla taviz vermezlerse birleşmeleri
mümkün değildir. Kaldı ki Kur'an ve Sünnet üzere olmadıktan sonra birleşmelerinin
bir anlamı da olmaz.
[113]
Cehaletin iki temel
sebebi vardır: Bilgisizlik ve muhakemesizlik yani aklı kullanmamak. Aklı kullanmak
için birtakım ön bilgilere ihtiyaç vardır ama bilgi ve malumat sahibi olmak
yalnız başına kişiyi cahil olmaktan kurtarmaz.
Günümüz müslümanlarmm
sağlıklı ve yeterli bir dinî bilgiye sahip olduklarını ne yazık ki
söyleyemiyoruz. Okuma-yazma oranının çoğalmasına, bilgi ve iletişim
vasıtalarının yaygınlaşmasına rağmen din konusundaki bilgi gerileme göstermektedir.
Hatta günümüzde din konusundaki kargaşanın en önemli sebebi dinî bilgi
alanındaki geriliktir. Nice samimi insan din konusundaki bilgisizliği nedeniyle
sapık yollara sürüklenmektedir.
Kur'an-ı Kerim,
yüzlerce âyetinde insanları akletmeye, âyetleri üzerinde düşünmeye davet ettiği
halde özellikle dinî konular üzerinde düşünmek yasakmış gibi bir anlayış
hakimdir.
Yüce Allah bilgisizlik
ve akletmemenin cehennem ehlinin iki temel Özelliği olduğuna dikkat
çekmektedir:
"Dediler ki: Eğer
söz dinleseydik veya akletseydik şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık.[114]
Cehaletin bu iki
sebebini ortadan kaldırmadıkça dinî sapmanın önüne geçmek mümkün değildir.
[115]
Bilgi edinmemek ve
akletmemek her konuda körükörüne bir taklidi doğurmuştur. Yüzlerce âyette
Kur'an-ı Kerim, akh kullanmaya teşvik etmektedir. İslamm ilk dönemlerinde bu
teşvik müslümanlar üzerinde etkili olmuştur. Ne var ki zamanla bu teşvikin
etkileri azalmış ve nihayet fikrî donuklaşma ortaya çıkmıştır. Artık fikir
üretmek, geçmişte fikir üretmiş olan âlimlere karşı gelmek anlamında
algılanmaya başlanmıştır.
Peygamberlere karşı
gelenlerin başında körü körüne atalarını taklit eden ve onları kutsayıp
yüceltenler olmuştur:
"Onlara:
'Allah'ın indirdiğine uyun' dense 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza
uyarız' derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan
kimseler olsalar da mı (atalarınınyoluna uyacaklar)?" [116]
Dinden sapma konusuna
son vermeden önce İslam'ın ruh ve beden ilişkisine bakışı ve özellikle ruh
konusundaki görüşüne değinmekte yarar görüyoruz. Çünkü günümüz din anlayışında
ruhçu sapmanın önemli etkileri vardır.
[117]
Yüce Allah Adem'i
topraktan yaratmıştır. Toprak çamur haline getirilmiş, şekillendirilmiş,
fırınlanmış ve ardından ruh üfürülmüştür. O halde insan, temel maddesi toprak
olan beden ve ruhtan meydana gelmektedir. Ne ruh yalnız başına ye ne de beden
yalnız başına insanı temsil eder. İnsan, bu ikisinin toplamıdır. Bununla birlikte
kimi felsefî bakışlar ruhu, kimisi de bedeni üstün tutmuşlardır. Ruhu önceleyen
bakışaçıları ruhçu, bedeni önceleyen bakışaçıları ise maddecidir. Yukarıda da
değindiğimiz gibi Yahudi sapması maddeciliğe, Hıristiyan sapması ise ruhçuluğa
meyyaldir. Orta yol olan İslam her ki bakışaçısını bir sapma olarak
görmektedir. Bununla birlikte günümüzde ruhçu sapmanın özellikle dinî emirleri
yerine getirme çabası içerisinde olan dindar müs-lümanlar arasında yaygın
olduğunu söyleyebiliriz.
Bu sapma değişik
kesimlerde değişik şekillerde tezahür etmektedir. "Beden ruh için bir kafes
mesabesindedir. Beden kafesinde mahpus olan ruh, aslı özlemekte, bu kafesten
bir an önce kurtulmak istemektedir. Kafesten kurtulan ruh özgürlüğüne
kavuşur. Bu nedenle kişi öldükten sonra ruhun tasarruf alanı ve gücü artar.
Ölmüş kimselerin ve özellikle evliyanın ölümlerinden sonra daha etkili
olmalarının sebebi budur." gibi söylemler ruhçu sapmanın tazahürleri
arasındadır.
Ruhun bir bedenden
başka bir bedene göçü demek olan reenkarnasyon inancı da ruhçu sapmanın bir
sonucudur. Buna göre ruh, aslından kopmuş ve dünya hayatında bir denemeye ya da
cezalandırmaya tabi tutulmaktadır. Kişinin amelinin kötü olması veya başka bir
sebepten dolayı olgunlaşamayan ruh, o kişinin ölümünden sonra başka bir insan
bedenine girer ve olgunlaşma serüvenini devam ettirir. Olgunlaşıp Nirvana'ya
ulaşabilme niteliğini kazanıncaya kadar ruhun bir bedenden başka bir bedene
göçü devam eder. Tasavvuftaki "fena fillah" mertebesi ruhun olgunlaşıp
Nirvanay'la bütünleşmesinin karşılığıdır.
"Ruhun aslını
özlemesi ve aslına dönmesi" düşüncesi, ruhun aslının Allah olduğu
fikrinden kaynaklanmaktadır. Bu düşünceye göre ruh ezelî ve ebedîdir. Allah'tan
kopup dünyaya gelmiştir ve bu nedenle de aslına dönme özlemi içerisindedir.
Oysa İslama göre ruh, aynen beden gibi yaratılmıştır. İnsan, ancak ruh ve
bedenin bir araya gelmesiyle meydana gelir. Ayrı ayrı herbiri bir anlam ifade
etmez. İnsanın aslı ne bedendir ve ne df? yalnız başına ruhtur.
"İslam madde ve
ruha eşit şekilde mi muamele eder, yoksa ruh maddeden daha mı önemlidir?"
sorusuna Muhammed Hamidullah şöyle cevap vermektedir:
"İnsan beden ve
ruhtan oluştuğu için her ikisini de nazara almamız gerekir. Bedenimizin
selameti için yeriz, içeriz ve uyuruz. Dengeyi sağlanı ak için ruhumuz için de
birşeyler yapmamız gerekir. Bu yüzden, Allah ve Rasulüllah (s.a.v.) namaz
kılmamızı, oruç tutmamızı, sadaka vermemizi ve hacca gitmemizi emretmektedir.
Her iki yönümüz -beden ve ruh- nazara alınmıştır. Bu ikisi arasındaki oranı
bilmiyorum. Bütün bildiğim, yirmidört saatten en az yirmidört dakikayı ruhumuz
için beş vakit namaza harcamamız istenmektedir. Geriye kalan zaman bize
bırakılmıştır. Onu istediğimiz gibi geçirebiliriz. Bedenimize, ruhumuza veya
her ikisine birden ağırlık verebiliriz. Bu bizim kendi şahsî tercihimize
kalmıştır. Şeriat tarafından hiçbir kural getirilmemiştir. Sadece beş vakit
namaz emredilmiş ve gerisi bizim kararımıza terkedilmiştir.[118] İnsan
ruh ve beden birlikte ligiyle dünyaya gelir ve her ikisinin birlikteliğiyle bu
dünya hayatını tamamlar. Birlikte amel ederler ve amellerinin karşılığını
âhirette birlikte görürler.
Ölüm, ruh ile bedenin
birbirlerinden ayrılmaları hadisesidir. Her ikisi de yok olmazlar, mahşere
kadar ayrı yerlerde beklerler. Bu arada aralarında ne gibi bir iletişim ve
bağlantı vardır, onu bilemiyoruz. Çünkü bu mesele gayb âlemine aittir ve gayb
âlemine dair bilgimiz sınırlıdır; bu konudaki bilgimiz ancak Allah'ın bize
haber verdiği kadardır. Kabre konulan bedenin birtakım değişimlere uğradığını
biliyoruz, ancak bu arada ruhun ne gibi bir değişime uğradığını bilemiyoruz.
Bildiğimiz, ruhun ameline göre bir yerlerde bekletildiğidir.
Görüldüğü gibi İslam,
insanın ruh ve bedenden oluştuğunu söylerken ikisini birbirinden ayırmak
üzere bu tespiti yapmamaktadır. İkisini bütünleştirmek üzere bir ayırım
yapılmaktadır. Amel, ruh ve bedenin birlikteliğiyle yapılır, amelin karşılığı
olan ceza veya mükâfat da her ikisi içindir.
Fatiha konusunu
bitirmeden önce bir konuya değinmekte yarar vardır:
Dinlerin zamanla
safiyetlerinin bozulmasıyla dinî ibadet ve kavramlara koyu bir şekilcilik
hakim olur. Din adına yapılan bir şeyin nedeni üzerinde durulmaz, Kutsayıcı ve
esrarengiz bir atmosfer dinî kavram ve kuralları çevreler. Bu durum özellikle
dualarda kendini gösterir. Gerek Kur'an-ı Kerim'deki ve gerek Peygamber
(s.a.v.)in duaları dikkatle incelendiğinde duada içtenlik ve duanın sebebi ile
duada anlatılanlar arasında sıkı bir bağın mevcut olduğu görülecektir. Dinî sapmanın
hakim olduğu dönemde ise, yapılan dua ile duada istenen arasındaki bağın
gözardı edildiğini görürüz. Bu bağlamda Fatiha'nın mesela ölüler için ve
mezarlıkta okunmasını misal olarak zikredebiliriz. Bu sözlerle Fatiha'nm
birtakım duaları içermediğini söylemek istemiyoruz. Ancak Fati-ha'nın içerdiği
dua, yaşayanlar içindir, ölüler için değil. Ayrıca mezarlarda Fatiha okunması,
Peygamber (s.a.v.)in mezarlarda okuduğu duanın unutulmasına da. neden
olmuştur. Kaldı ki Peygamber (s.a.v.)in okuduğu dua okunmasa veya bilinmiyorsa
kişinin oracıkta hissettiklerini duasında dile getirmesi bile makama daha
uygundur. Çünkü Fatiha sûresinde mezardakine yönelik hiçbir ifade mevcut
değildir.
Dua yapılırken, duanın
nedeni ile yapılan d-ua arasında bir bağın bulunduğuna dikkat çekmiştik. Buna
örnek olsun diye Peygamber (s.a.v.)in mezarlığın yanından geçerken veya mezarlığı
ziyaret ederken yaptığı dualardan birini örnek verelim:
"Esenlik
içerisinde olun ey müminler diyarı! Siz bizden önce göçüp gittiniz, biz de size
geleceğiz. Allah bizim günahlarımızı da, sizin günahlarınızı da
bağışlasın."
[119]
Alimler, Kur'an
okunmayan namazın geçerli olmayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Bu
görüşlerine dayanak olarak Müzzemmil sûresinin yirminci âyetinde geçen
"Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" ifadesini delil getirmişlerdir.
Bu hart ve Müslim'in de naklettikleri bir hadiste hatalı namaz kılan birine
Peygamber (s.a.v.) namazın nasıl kılacağını öğretmekte ve öğrettiği hususlar
arasında "Kur'an'dan okuyabileceğini oku" dediği ifade edilmektedir.
Sözkonusu
âyet ile naklettiğimiz rivayette Kur'an'dan neyin okunucağı belirtilmediğinden
bazı âlimler namazda asgarî olarak uzunca bir âyet ya da üç âyetin okunmasının
yeterli olduğunu söylemişlerdir. Ancak çoğunluk "Fatiha'sız namazın
olamayacağını" bildiren bir rivayet
[120] ile "Fatihas'ız kılınacak namazın eksik
olduğunu" bildiren bir rivayete[121]
dayanarak Kur'an'dan okunması gerekenin Fatiha sûresi olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bu görüşte olanlar da Fatiha sûresinin her rekâtta mı yoksa bir veya iki
rekâtta mı okunmasının farz olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Netice olarak
ihtilaf Fatiha sûresinin okunmasının farz olup olmamasındadır. Aslında uygulama
hep Fatiha sûresinin okunması şeklinde olagelmiştir. Bu konudaki farklı
görüşler fıkıh kitaplarında ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
Bizim burada üzerinde
durmak istediğimiz namazın ve bu arada namazda okunan Fatiha sûresinin
Türkçeleştirilmesi ve namazın Türkçe kılınması meselesidir.
Namazın Türkçe
kılınması fikri, uluslaşma projesi çerçevesinde Cumhuriyetin ilk dönemlerinde;
1932 yılı Ramazan ayında ileri sürülmüş fakat revaç bulmamıştı. O sıralarda
Peygamberimizin Türk asıllı olduğu ve milli bir din icat etmenin gerekliliği
devletin ileri gelenleri tarafından dile getirilmiş, Kur'an sûrelerinin
mealleri değişik mûsikî makamlarıyla İstanbul camilerinde okunmuştur. Ancak
halkın gösterdiği tepki ve bu tepkinin giderek büyüyeceğinden endişe edilerek
bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Bu arada namazın Türkçeleştirilmesi istenmiş,
1926 yılı yine Ramazan ayında Göztepe'de Mehmed Cemaleddin adında bir imam
namazı Türkçe kıldırmış, fakat dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi
adı-geçen şahsı imamlık görevinden azletmiştir. Kur'an'ın ve namazın
Türkçeleştirilmesi başarısızlığa uğuramıştır ama o sırada Ezanın Türkçe
okutulmasıyla yetinilmiştir. Türkçe ezan uygulaması, devlet baskısı ile
(1932-1950) yıllan arasında onsekiz yıl sürmüştü. Buna rağmen müslüman halk bu
uygulamayı içine sindirememiş, çok partili döneme geçilerek uygulamanın
ortadan kalkması bayram havası içerisinde karşılanmıştı.
Gariptir ama Türkçe
ezan ve Türkçe namazı savunanların önemli bir kısmı, hatta tamamına yakını
namaz kılmayanlar arasındandı. Aynı durum günümüz için de sözkonusudur. Ne var
ki bu görüşün kabul görmemesi, onu savunanların namaz kılmamalanyla ilgili
değildir. Eğer dinî delillerle desteklenebilir bir tarafı olsaydı, kuşkusuz
namaz kılanların bir kesiminde kabul görürdü.
Cumhuriyetin
kuruluşunun ilk yıllarında uluslaşma çerçevesinde ileri sürülen ve başarısızlıkla
sonuçlanan namaz ve ezanın türkçelesürümesi, bugün de aynı gayeyle ileri
sürülmektedir. Son yıllarda ortaya atılan ve bazı dinî cemaatler tarafından da
seslendirilen "Türk İslâmı" tezi de uluslaşma projesi çabalarının bir
sonucudur. İlk deneyimde başarısızlığa uğrayan namazın türkçe-leştirilmesi
tezini ileri sürenleri cesaretlendiren "Türk İslamı" tezinin
günümüzde bazı dinî cemaatler tarafından benimsenmiş olmasıdır.
Namazın Türkçe
kılınması düşüncesi, salt siyasî endişelerle ortaya atılmış olsa da bu görüş
sahipleri kendilerince birtakım dinî deliller de ileri sürmektedirler. Zaten
burada bizi ilgilendiren de meselenin dinî ve ilmî boyutudur.
İddia sahiplerinin
ileri sürdükleri delilleri şöylece maddeleyebiliriz:
a. Hanefî
mezhebinin kurucusu Ebû Hanife'nin, Arapçadan başka dil ile namaz kılınmasını
caiz görmesi.
b. Peygamber
(s.a.v.)'in Kur'an'dan hiçbir şey bilmediğini söyleyen birine tehlil, tahmid
(Allah'ı anan ve öven dualar) vs. ile namaz kılabileceğin? söylemesi.
c. Peygamber
(s.a.v.)in Kur'an'dan bazı kelimeleri talaffuz edemeyen kimselere bu kelimelerin
eşanlamlarını kullanmak suretiyle Kur'an okumalarına izin verdiğine dair
rivayetler.
d. Selman-ı
Farisî'nin Fatiha sûresini Farsça'ya tercüme ettiğine dair riayet.
e. Arap olmayan
müsîümanların günde beş vakit namaz kıldıkları fakat namazda okuduklarının
anlamını bilmemeleri.
Namazın Türkçe
kılınması gerektiğini savunanların her biri bu delillerin hepsini belki
kul-lanmıyordur ama biz hepsini bir taraf olarak kabul edip görüşlerini bir
bütün halinde aktarmaya çalıştık. Şimdi de ileri sürülen bu delilleri tek tek
ele alarak inceleyelim ve ileri sürülen bu delillerin, iddiaya delil olup
olamayacaklarını görelim.
Gerçekten ileri
sürdükleri gibi diğer bütün mezhep imam ve müctehidlerinin aksine Ebû Hanife,
Farsça namaz kılınmasını caiz görmektedir. Hanefî ftkhıyla ilgili bazı
kaynaklarda bunun kerahatle birlikte caiz olduğu zikredilirken bazılarında bu
kayıt bulunmamaktadır. Bazı kaynaklar ise onun bu görüşten vazgeçtiğini haber
vermektedir.
Hanefî alimlerin bir
kısmı mezhep imamlarının görüşünü kabul etmemiş, bazıları ise, bu görüşü
sonuna kadar savunmuş hatta bazı şartlarla (Kur'an'ın da ifadelerine uyan ve
tahrif edilmemiş Tevrat ve İncilden oldukları kanaatinde olunan metinlerden
olması gibi) Tevrat ve İncil ile namaz kılmanın bile caiz olduğunu ileri
sürmüşlerdir. E-bû Hanife'den sonra mezhebin en büyük imamlarından kabul
edilen Ebu Yusuf ve Muhamrned Hanefi alimler arasında orta bir yol takip ederek
Arapça bilmeyen kişinin, Arapçayı belleyinceye kadar geçici bir süre için başka
dilde namaz kılabileceğini söylemişlerdir.
Ebû Hanife, bu görüşe
varırken delili neydi? Bu konuda kendi ağzından herhangi bir kaynakta bir
nakil bulunmamaktadır. Ancak görüşünü savunan ya da reddedenler birtakım
tahmin ve değerlendirmelerde bulunmaktadırlar. Hanefî âlimlerden bu görüşü
savunanlardan Kâsânî'nin (öl. 587 h.) ifadesine göre Ebû Hanife şu görüştedir:
Aslolan Kur'an'ın ihtiva ettiği ibretler, öğütler, iyiliği teşvik,
kütlüklerden sakındırma ve Allah'ı ta'zimdir. Bunlara delalet eden herhangi
bir lafız Kur'an'dır. Kur'an, bu gibi hususlara delalet eden Arapça lafızlarla
sınırlı değildir. Önemli olan anlamdır, lafız değil.[122]
Ebû Hanife'nin
gerekçesini bu şekilde tespit eden Hanefî mezhebine bağlı âlimler, daha önce
belirttiğimiz gibi, birtakım şartlarla hatta Tevrat ve İncil ile de namaz
kılınabileceğini iddia etmişlerdir.
Yine Hanefi alimlerden
Sarahsi'ye (öl. 483/1090) göre Ebû Hanife'nin böyle bir görüşü ileri sürmesinin
temelinde yatan husus, Kur'an-ı Kerimin icazına (mucize oluşuna) dair
görüşüdür. Ona göre Özellikle Arap dilini bilmeyen için Kur'an'ın icazı,
lafzında değil, anlamındadır. Namaz mu'ciz olan ile kılınır.
[123]
Yukarda görüşünü
naklettiğimiz Kâsânî'ye (öl. 587 h.) göre ise, mesele i'câz yönüyle ilgili
değildir. Kur'an'm ne olduğuyla ilgilidir- "Kur'an ise, kelamın hakikati
olan sıfattır. Arapça lafızlar dışında bu sıfatı kastederek Kur'an yaratılmış
değildir, diyoruz."
[124] Kelamın hakikati olan
sıfat Arapça lafızlarla dile getirildiği gibi Farsça lafızlarla da dile
getirilebilir.
[125]
Kimine göre Ebû
Hanife, "O, evvelkilerin kitaplarında da vardır*[126]
âyetine dayanıyordu. Buna göre Kur'an-ı Kerim, evvelki kitaplarda da vardır ve
bu kitaplar Arapça indirilmiş değillerdir. Öyle ise, Kur'an denilirken anlamın
kendisi kastedilmektedir.
Hanefî alimlerin
bazılarına göre ise, Ebu Hanife'nin dayanağı Selman-ı Farisîden nakledilen
rivayettir.
Gerekçe ne olursa
olsun Ebû Hanife'nin böyle bir görüşünün olduğunu bizzat Hanefî kaynakları
belirtmektedir.[127]
Tekrar belirtelim ki
gerekçelendirmeler sonraki alimlere aittir. Ebu Hanife'nin kendisinden içtihadının
gerekçesi nakledilmiş değildir. Bu nedenle gerekçeleri uzun boylu
değerlendirme ihtiyacı duymuyoruz. Gerekçelerin bir kısmı aşağıdaki anlatım
içerisinde dolaylı olarak değerlendirilmiş olacaktır. Burada sadece Kur'an'm
evvelkilerin kitaplarında olduğunu beyan eden ayetle ilgili gerekçelendirme
üzerinde duracağız:
Bu âyetle Kur'an'da
anlatılanların tamamının evvelkilerin kitaplarında yer aldığı anlamını
çıkarmak mümkün değildir. Kur'an'ın önemli bir kısmı Peygamber (s.a.v.)den,
yaptığı savaşlardan ve iniş döneminde vukubulmuş olaylardan sözet-mektedir.
Bunların öncekilerin kitaplarında yer alması düşünülemez. Elbette Kur'an'ın anlattıklarının
bir kısmı önceki kitaplarda yer almaktadır. Ancak Kur'an'ın bir kısmı yer
alıyor diye onlara Kur'an denilmemektedir ve namazda okunması gereken
Kur'an'dır. Kur'an ise, ileride de göreceğimiz gibi lafız ve manadır. Onun
lafızları ise Arapçadır. Kaldı ki bu ayette kastedilen, Kur'an'ın evvelkilerin
kitaplarında zikredilmiş olmasıdır, yoksa Kur'an'da anlatılanlar evvelkilerin
kitaplarında anlatılmış olduğu değil. Ayrıca Ebu Hanife'nin, "Kur'an"
sözcüğüyle Kur'an'ın manasının kastedildiğini söylediğine dair elimizde hiçbir
delil yoktur.
Kuşkusuz Ebu Hanife
büyük bir müctehid-dir. Ancak muctehid, dinin kaynağı veya delili olmadığı
gibi yanılmaktan masum da değildir. Yaptığı ictihadlar Kur'an ve Sünnet
çerçevesinde değerlendirilir. Bizzat Ebu Hanife'nin kendisi de bunu
istemektedir. Hemen hemen bütün mucte-hidler, görüşleri Kur'an ve hadislere
aykırı olduğu takdirde kendi ictihadlanyla amel edilmemesi gerektiğini
belirtmişlerdir. Her içtihadı bu çerçevede değerlendirmeliyiz. Özellikle bir
müctehidin içtihadı eğer diğer müctehidlerin ictihadlarına aykırı ise bu
konuda daha hassas davranılması gerekir. Çünkü muctehid ne kadar büyük bir
müc-tehid olursa olsun yanılabilir. Hiçbir müctehidin içtihadı dinin delili ya
da kaynağı değildir.
O halde meseleyi
Kur'an ve Sünnet'in ışığında değerlendirmeliyiz:
"Kur'an'dan
kolayınıza geleni okuyun"[128]
âyetiyle namazda Kur'an'ın okunması emredilmektedir. Ayet, İslamın ilk
dönemlerinde kılınan gece namazıyla ilgilidir. Ayetin siyak ve sibakı bunu
açıkça ortaya koymaktadır. Yani namazda Kur'an okunması bizzat Kur'an'da
emredilmekte-dir. Bu husus Kur'an'da ifade edildiği gibi hadislerde de dile
getirilmektedir.
O halde mesele,
Kur'an'm başka dildeki bir çevirisine/mealine "Kur'an" denililip
demlemeyeceğinde düğümlenmektedir.
Hangi dilden yapılırsa
yapılsın tercümenin, aslın aynı olmadığı bu işle uğraşanlarca bilinen bir
gerçektir. Buna göre hiçbir Kur'an meali, orji-nalinin aynı değildir. Kaldı ki
Kur'an'ı başka dillere tercüme edenlerin tamamı, müslümam da, müslüman
olmayanı da bunun zorluğuna dikkat çekmişlerdir. Ayrıca Kur'an, anlamıyla
olduğu gibi lafızlanyla da ilâhîdir. Allah tarafından Arapça olarak
indirilmiştir. Bu husus birçok âyette ifade edilmektedir:
"Biz
onu Arapça bir hüküm olarak indirdik"[129]
"Biz onu Arapça
bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık
ki korunsunlar."
[130]
"Korunanlar için
bunu, pürüzsüz Arapça bir Kur'an olarak (indirdik)."
[131]
"Bilen bir toplum
için âyetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır."
[132]"Biz
sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik ki kentlerin anası (Mekkejyi ve
çevresinde bulunanları uyarasın."
[133]
"Biz, düşünüp
anlamanız için onu Arapça bir Kur'an yaptık."
[134]
"Ondan Önce de
önder ve rahmet olarak Mû-sâ'nın kitabı vardır. Bu da (şirk ile), kendilerine
yazık edenleri uyarmak, güzel davrananları müjdelemek için, Arap diliyle
indirilmiş; (kendinden önceki Kitab'ı) doğrulayan bir kitaptır."
[135]
Görüldüğü gibi
âyetlerde Kur'an'ın Arapça olarak indirildiği anlatılmaktadır. O halde Kur'an,
hem mana ve hem de lafız olarak indirilmiştir.
Acaba, "düşünüp
anlamanız için onu Arapça bir Kur'an yaptık" âyeti Türklerin
Kur'an'ları-nın da, namazlarının da Türkçe olmasını gerektirmiyor mu?
Haddizatında bu âyet
de Kur'an'an Arapça olduğunu vurgulamaktadır. Elbette Kur'an'ı anlamak isteyip
Arapça bilmeyenler, meallerinden onu okuyabilirler. Ne var ki okudukları
"Kur'an" değil, "Kur'an'ın meâli"div. Namazda ise,
Kur'an'ın kendisinin okunması istenmektedir. Bu âyet olsa olsa, Kur'an'ın
meâllendirilmesi ve böylece Arapça bilmeyenlerin bu mealleri okumalarının
gerektiğini anlatır.
Kur'an'ın
"kelamullah"[136]
olarak nitelendirilmesi de onun manasıyla birlikte lafızlarının Allah'a ait
olduğunu gösterir.
"Kelâm"
sözcüğüyle lafız dışında yalnız başına mana kastedilmez. Anlamı olmayan
seslere gürültü denilir, kelam değil. O halde kelam, anlam ifade eden
lafızdır. Mutezile'nin ortaya çıkmasından sonra Kur'an'ın mahluk olup olmadığı
meselesi İslâm âleminde sonu gelmeyen tartışmalara neden olmuştu. Mutezile Kur'an'ın
mahluk yani yaratılmış olduğunu söylüyor, Ehl-i Sünnet ise yaratılmadığını
söylüyordu. Hatta bu yüzden mutezilîlerin yönetim üzerinde etkili oldukları
dönemde görüşlerinden dolayı Ahmed b. Hanbel ve benzeri Ehl-i Sünnet âlimlerine
işkence yapılmıştı. Konuyla ilgili tartışma uzun sürdü. Nihayet bir ara
formül bulundu ve "kelâm"ın "nefsi" ve nutkt olmak üzere
ikiye ayrıldığı, talaffuz edilmezden önceki hali olan nefsi kelâmın yaratılmış
olmadığı, lafızlara dökülmesi anlamında olan nut-kl kelâmın yaratılmış olduğu
ileri sürülerek bu tartışmaya son verilmek istendi. Kelâmın mana için
kullanılışı bu nedenle ileri sürüldü. Bu ayırımın tutarlı olup olmadığı ve
lafızlara dökülmemiş olan mana'ya kelâmı nefsi denilip denilmeyeceği meselesi
bir tarafa kelâm sözcüğü mutlak olarak zikre dil diğinde 'lafızlara dökülen'
anlamındadır. Mananın "kelam" diye isimlendirilme sinin hiçbir
dayanağı yoktur. Hangi Arapça sözlüğe bakarsanız bakınız "kelam"a,
"mana" karşılığını veren bir sözlük bulamazsınız. Kur'an'ın hiçbir
âyetinde bu kelime ile mana kastedilmiş değildir. "Kelamul-lah"
terkibini içeren şu ayet size bu konuda ışık tutmaktadır:
"Eğer
müşriklerden biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki,
Allah'ın kelamını işitsin"[137]
İşitilmeye medar olan,
yalnız başına mana değil lafizdır. Elbette Allah'ın kelamı, içi boş lağv
anlamında lafızlar değil, anlamı olan lafızlardır. Eğer kelam ile sadece mana
kastedilmiş olsaydı "Allah'ın kelamını işitsin" denilmez
"Allah'ın kelamını öğrensin veya bilsin vs." denilirdi ve o zaman
ancak sadece mananın kastedilmiş olabileceği belki söylenebilirdi.
Peygamber (s.a.v.)e
vahiy geldiğinde, gelen vahyi unutmamak için hemen dilini depreştirerek tekrara
koyulduğu anlatılmaktadır. Sözkonusu âyette şöyle buyurulm aktadır:
"(Ey Muhammed),
onu hemen okumak için dilini depretme. O'nu (senin kalbinde) toplamak ve (sana)
okumak bize düşer. O halde sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman, onun okunuşunu takip
et. Sonra onu okumak da bize düşer."
[138]
Eğer Peygamberdin
kalbine sadece anlam iniyor olmuş olsaydı, Peygamber ne diye dilini depretsin
ki. O zaman tam bir sükûnet içerisinde gelen manaya konsantre olmaya çalışırdı.
Dilin depretilmesi, gelen vahyin lafızlarıyia geldiğini gösterir. Peygamber
(s.a.v.), gelen lafızları tekrar ediyor, bunları ezberlemeye çalışıyordu.
Netkim bizler de bir metni ya da sözü ezberlemeye çalıştığımızda onu dilimizle
de tekrar ederiz.
Tarih boyunca
Kur'an'ın i'câzı (mucize oluşu) konusunda eser verenler, lafızlarının i'cazım
gündeme getirmişlerdir. Hatta bazı âlimler Kur'an'ın on sûresine benzer
getirilmesini içeren meydan okumayla ilgili Hûd süresindeki âyette geçen "
mu fter ey ât: uydurulmuş"[139]
sözcüğüyle Kur'an'm lafızlarının yani sözdiziminin kastedildiğine dikkat
çekmişlerdir. Bu görüşlerinde tamamen haklıdırlar. Çünkü iftira, anlamı doğru
olmayan sözdür. O halde on sûreye benzer getirilmesi konusunda meydan okunan
bu âyette "muf-tereyâf sözcüğüyle anlatılmak istenen şudur: Velev ki
anlamları doğru ve tutarlı olmasın sözdizi-mi bakımından Kur'an'ın sözdizimine
benzer on sûre getirin. Kur'an'ın lafızlarıyla da mu'ciz olması, lafızlarının
da ilâhî oluşu nedeniyledir.
Hakka ve Tekvîr
sûrelerinde geçen "O (Kur'an), elbette değerli bir elçinin sözüdür"[140] âyetinde
geçen "elçinin sözü" ifadesinden Kur'an'ın lafızlarının Peygamber'e
ya da Cebrail'e ait olduğunu söyleyenler olmuştur.
Ayetler bağlamı
içerisinde incelendiğinde "Hakka" sûresinde geçen "elçi"
sözüyle Peygamber (s.a.v.), "Tekvîr" sûresinde de Cebrail kastedilmektedir.
Eğer âyetlerde geçen "sözü" kelime-, siyle lafız (sözdizimi)
kastedilmiş olsaydı, anlamları Allah tarafından olan Kur'an'ın sözleri yani
lafızları hem Peygamber'e ve hem de Cebrail'e ait olduğu söylenmiş olurdu ki bu
bir çelişkidir. Çünkü manaları lafızlara döken ya Peygamber'dir veya
Cebrail'dir, ikisidir, denilemez. O halde elçinin sözü ifadesi ile kastedilen,
Allah'tan gelen manaların lafız kalıplarına dökülmesi değildir. Dikkat
edilirse âyetlerde Cebrail için de, Peygamber için de "elçi"
nitelemesi yapılmakta; "melek sözü" ya da "Muhammed'in
sözü" denilmemekte, "elçinin sözü" denilmektedir. Elçi,
kendisini elçi olarak tayin eden kimsenin sözlerini başkasına ulaştıran
kişidir. Elçinin görevi, aktarmaktan ibarettir. Elçide aranan vasıf ise, onun
güvenilir biri olmasıdır. Zaten her iki âyette Cebrail'in ve Peygam-ber'in
güvenilirlikleri vurgulanmaktadır. Bu sözleri size aktaran bu iki elçi,
güvenilir elçilerdir; Allah'ın sözlerini olduğu gibi size aktarıyorlar, onlara
güvenin denilmektedir.
[141] Allah katından insanlara
ulaşıncaya kadar Kur'an'ı taşıyan iki elçi bulunmaktadır: Cebrail ve Peygamber.
Kur'an'm Allah'tan, olduğu gibi bize aktarıldığından emin olmamız için bu iki
elçinin güvenilir olmaları gerekiyordu. Sözkonusu âyetlerde de bu durum ifade
edilmektedir. Nitekim Müddessir sûresinde Kur'an'm bir beşerin sözü (kavli)
olduğu iddiası reddedilmektedir.
[142]
Netice olarak Kur'an-ı
Kerim mana olarak da, lafız olarak da Allah tarafmdandır. Kur'an'm hem mana ve
hem de lafızları Allah'a ait olduğuna göre başka bir dile çevirildiğinde o
çeviri "Kur'an" diye isimlendirilemez.
Selman'ı
Farisi'nin Fatiha sûresini Farsça'ya tercüme ettiğine dair rivayete gelince,
her-şeyden önce rivayet sahih değildir. Ayrıca konuyla ilgili rivayetler de
farklıdır. Bir rivayette Sel-man'm sadece Besmeleyi tercüme ettiğini söylerken,
bir rivayette Kur'an'dan bir miktarı tercüme ettiği ifade edilmekte, birisinde
ise Fatiha sûresini tercüme ettiği anlatılmaktadır.
[143] Bununla birlikte sözkonusu rivayetler sadece
Hanefî fıkıh kitaplarıyla tarih kitaplarında zikredilmektedir. E-bu
Hatıife'nin Fansça namaza cevaz vermesi nedeniyle sırf mezhep gayretkeşliğiyle
uydurulmuş olmaları muhtemeldir. Kaldı ki Fatiha'nın Fans-ça'ya tercüme edilmiş
olması, namaz kılan İran'lı mü s lüm ani arın namazlarında okudukları Fatiha'nın
anlamını bilmeleri için olduğu da söylenebilir ki, bunun için tercüme
edildiğini söylemek çok daha makuldür.
Mazur kimselere
verilen ruhsatları konu alan üçüncü ve dördüncü maddelerdeki delillerine
gelince, bunlar de başka dilde namaz kılınmasının caiz olduğuna delil olarak
getirilemezler. Sözkonusu delillerde, Kur'an'dan hiçbir şey bilmeyen birine
Peygamber (s.a.v.)in tehlil ve tah-mid getirerek yani birtakım dualar yaparak
namaz kılmasını öğütlemesine dair rivayet ile yine Peygamber (s.a.v.)in bazı
âyetlerde geçen bazı kelimeleri talaffuz edemeyen kimselere bu kelimelerin
eşanlamlılarını okumalarını tavsiye ettiği rivayetler zikredilmekte idi.
Sözkonusu rivayetler nihayet özrü bulunan kimselere verilmiş ruhsatları ifade
ederler. Bu tür ruhsatlar herkes hakkında genel-geçer kurallar olarak ileri
sürülemez.
Namaz kılan kişinin
namazında okuduklarının anlamını bilmesi gerektiği meselesine gelince, biz de
aynı kanaatteyiz. Ancak kişinin namazda ne dediğini anlamasının tek yolu
kişinin kendi diliyle namaz kılması değildir. Namazda Kur'an'dan okunacak
zorunlu miktar, Fatiha süresidir. Bu sûre ise, sadece yedi cümleden ibarettir.
Tekbirleri ve diğer okunan duaları, hatta kısa bir zammı sûreyi ilave etseniz
ancak yirmi cümle uzunluğunda olur ki kültür seviyesi ne olursa olsun her
müslüman bu yirmi cümlenin anlamını öğrenebilir. Ayrıca her müslüman, islâm
âleminin bir üyesidir. Müslümanlararası ortak dil ise, Kur'an'm dili olması
nedeniyle Arapçadır. Böylece Arap olmayan her müslüman çok asgarî düzeyde de
olsa Arap dilini öğrenmiş olacaktır.
Ebu Hanife'nin, başka
dil ile namaz kılmayı caiz görmesinde, namaz kılan kişinin namazda
okuduklarının anlamını bilmesi gerektiği düşüncesi de yatmaktadır. Nitekim
Şafuler de her müs-lümanın belli bir düzeyde Arapça bilmesini dinî bir emir
olarak görürler. Bu düzey, kişinin günlük ibadetinde kullandığı Arapçayı
bilmesi şeklinde belirlenmiştir. Böylece Şafnler de namaz kılan kimsenin
namazında okuduklarının anlamını bilmesini şart koşmuş oluyorlar.
Türkçe namaza karşı
çıkarken anlamı bilmeyi önemsemeyen hatta neredeyse okunanların anlamını
bilmeyi namazın huşu ve tedebbür ile kılınmasına engel olacağım ileri sürenler
de vardır. Bu bağlamda bazı âyetlerin anlamları da gündeme getirilmekte,
namazda bu âyetlerin nesi düşünülecek? denilmektedir. Mesela mudayene âyetini
okuyan kişi, bu âyetin anlamını bilecek olursa, kafası çek ve senede takılır,
dünyalık şeylere dalar.
Böylece Türkçe namaz
yanlışına karşı çıkılırken başka bir yanlışın içine düşülmektedir.
Bu misali baz alacak
olursak bu görüş sahipleri üç nokta da hata içerisindedirler:
a. Bu görüş
sahipleri ya Kur'an'ın üslûbundan habersizler ya da onun bu yönü üzerinde
dur-106
mamı şiardır. Kur'an-ı
Kerim, salt bilgilendirme üslûbunu kullanmaz. Bir ayette hukukla ilgili bir
kuralı anlatıyor olsa da eğitici bir üslûp kullanır. O hukuk kuralının yamsıra
o kuralın yararları ve alınacak ibretleri de birlikte zikreder. Böylece
okuyucuyu o kural konusunda düşünmeye sevke-der.
b. Bu gibi
misalleri zikredenler dünya hayatının
tamamını dinin alanı dışında düşünüyor olmalılar. Oysa Kur'an'da dünya hayatına
dair zikredilen kurallar sadece dünyevî değil, aynı zamanda dinî kurallardır.
Mesela sözkonusu edilen mudayene âyetinde borcu yazmak, bu konuda şahit tutmak
zikredilmektedir ki buna riayet etmek aynı zamanda dinî bir emri yerine
getirmektir. Namazında bu âyeti okuyup anlayan kişi bu sıralarda borç almış
veya borç vermiş ama ayette emredilenleri yerine getirmemişse bunu hemen yerine
getirecektir. Bunun din açısından bir sakıncası mı var? Bilakis bu takdirde
namaz da işlevini yerine getirmekte, kişiyi kötülüklerden ve olumsuz şeylerden
alıkoymaktadır.
c. Kur'an'da
sözkonusu edilen hususlarla ilgili olarak " bunlar bilinse de olur,
bilinmese de olur" yaklaşımı, o gibi şeylerin Kur'an'da yer almasının
zimnen gereksiz olduğunu söylemek anlamına gelir ki inanan hiç bir kimse
bilerek böyle bir iddiada bulunamaz. Kuşkusuz Kur'an'ın öncelikleri vardır,
ama lüzumsuzu yoktur.
Dikkat edilirse
Arapçadan başka dille namaz kılınması meselesi, geçmişte namazda okunanların
anlamlarının bilinmesi ve bir problemi çözme şeklindeydi. Amaç tamamen dinî idi
ve dinî bir probleme çözüm aranıyordu. Oysa günmüzde bu meseleyi gündeme
getirenler siyasî bir hedef peşindedirler. Hedef, dinin ulusallaştırüması ve
Türk milletinin, İslam ümmetinin bir parçası olmaktan çıkarılmasıdır. İşin
garip tarafı da, dinin siyasal ve sosyal yonününün olmadığını/olmaması
gerektiğini savunanların bu görüşü ileri sürmeleridir.
Bazı ibadetlerin şekil
ve muhtevası belirlenmiştir. Peygamber (s.a.v.) bu tür belirlenmiş ibadetleri
ayrıntılarıyla ümmetine öğretmiş, herhangi bir boşluk bırakmamıştır. Namaz da
Peygamber tarafından ayrıntılarına varıncaya kadar öğretilmiş ve bizzat
kendisi tarafından halkın huzurunda uygulanmıştır. O (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız onu öylece kılın." O halde
namaz, Peygamber (s.a.v.) tarafından şekli belirlenmiş bir ibadettir.
Peygamber (s.a.v.)
kendi döneminde Arap olmayanları da İslam'a davet etmiş ve az da olsa Arap
olmayanlar arasında îslamı kabul edenler olmuştu. Buna rağmen Peygamber ne
ezanın ve ne de namazın Arapça dışında başka bir dille yerine
getirilebileceğini söylememiştir. O dönemde Arap olmayanlardan İslama girenler
olmasaydı bile Peygamber elbetteki gelecekte bu dini kabul edenler arasında
Arap olmayanların olacağını biliyordu. Nitekim çevredeki hükümdarlara mektuplar
yazarak onları İslama davet etmiştir. O halde başka dil ile namaz kılmak mümkün
olsaydı Peygamber (s.a.v.) bu konuda bir açıklamada bulunurdu.
Fahruddin er-Râzî,
Kur'an tercümesinin namazda caiz olamayacağına dair onbeş delil zikretmektedir.
Bu delillerden bazılarını özet olarak 108
nakledelim:
a. Peygamber
(s.a.v.) namazda Allah tarafından Arap diliyle indirilmiş Kur'an'ı okuyordu ve
hayatı boyunca buna devam etti. Yüce Allah'ın "Peygamber'e tabi
olunuz" emri gereğince bizim de Peygamber gibi davranmamız gerekir.
b. Raşid
halifeler Arapça Kur'an ile namaz kıldılar. Peygamber (s.a.v.)in, Râşid halifelerin
gittiği yoldan gidiniz emrine göre bizim de onlara uymamız gerekir.
c. Peygamber
(s.a.v.) de> sahabenin tamamı da Arapça Kur'an okudular. Öyle ise bizim de
bunu yapmamız gerekir. Çünkü kurtuluşa erecek olan fırka, onların yolundan
giden fırkadır. Nitekim kurtuluşa erecek olan fırkanın bu olduğunu Peygamber
haber vermektedir.
d. Namazda
Kur'an okunması emredilmek-tedir. Başka dille okunan, Kur'an değildir. Çünkü
Kur'an'ı Arapça olarak indirdiğini yüce Allah'ın kendisi bildirmektedir. Yine
yüce Allah, Kur'an'ın bir benzerinin getirilmesi konusunda meydan okunmaktadır.
Kur'an'ın başka bir dille yapılmış olan tercümesi orjinal şekli olan Arapça
Kur'an'ın ya kendisi veya benzeridir yahut kendisi veya benzeri değildir.
Kur'an'ın aynısı olmadığı kesindir. Haddizatında benzeri de değildir. Çünkü
benzeri olmuş olsaydı, o çeviriyi yapan kişi, Kur'an'ın bir benzerini getirmiş
sayılırdı. Bunu iddia etmek, Allah'ı yalanlamak olur. Çünkü Allah, "benzerini getiremezler" demektedir.
O halde Kur'an'ın çevirisi,
Kur'an'ın aynısı olmadığı gibi, benzeri de değildir. Bu nedenle de Kur'an'ın
çevirisini okuyan, Kur'an okumuş olmaz.
109
e. Peygamber
(s.a.v.) Kur'an'ın yedi harf üzere indirildiğini belirtmektedir. Eğer Kur'an'ın
diğer dillere yapılan çevirileri de Kur'an olmuş olsaydı, sayı yediyi kat kat
katlardı.
f. Eğer
namazda Kur'an'ın çevirisini okunmak caiz olmuş olsaydı, Peygamber (s.a.v.)
İranlı olan Selman'a farsça, Rum asıllı olan Suhayb'a Rumca ve Habeşli olan
Bilal'e de Habeş diliyle namaz kılmalarına izin verirdi. Eğer böyle birşey caiz
olmuş olsaydı, bunun caiz olduğu insanlar arasında yaygın olurdu.[144]
Kimileri ferdî kılınan
namazlarda kişinin kendi diliyle, camilerde cemaatle kılman namazlarda ise
Arapça olarak okunması gerektiğini ileri sürmektedirler. Böylece kendilerince
iki tarafı da memnun eden orta bir yol takip ettikleri imajını vermeye
çalışıyorlar. Ancak böyle bir ayırımın mantıkî hiçbir dayanağı yoktur.
Herşeyden önce cemaatle namazın tercih edildiği hem Kur'an ve hem de Sünnetle
sabittir. Ayrıca cuma ve bayram namazlarının cemaatle kılınması zorunluluğu da
vardır. Bu iddiayı ileri sürenler kadınların da camiye gitmelerini
savunduklarına göre -ki biz de kadınların cami cemaatine katılmalarından yanayız-
herkes devamlı olmasa da zaman zaman cemaatle namaz kılacaktır. Türkçe namazın
savunmasında, hem kişinin namazında okuduklarını anlaması gerektiğini
söyleyerek bunu esas alacaksınız ve hem de bazen anlamadan namaz kılsın
diyeceksiniz. Bunun mantığı yoktur. Bunun çözüm yolu yalnız başına kıldığında
da kişinin Arapça olarak namaz kılması ve namazda okuduklarının anlamını
bilmesidir.
Namazın Türkçe
kılınmasını savunanlar salt siyasî hedefler peşinde oldukları halde iddialarını
meşru göstermek için namazda kişinin ne okuduğunu bilmesi gerektiğini gerekçe
olarak zikrederler. İleri sürdükleri bu gerekçeye katılmamak mümkün değildir.
Gerçekten günde beş kez Allah'ın huzurunda duran bir kimsenin ne dediğini
bilmemesi yadırganacak bir durumdur. Ancak bunun tek çaresi kişinin kendi
diliyle namaz kılması mıdır? İmam Ebâ Yusuf ve İmam Muhammed'in de
belirttikleri gibi geçici bir süre için bunu bir çare olarak görebiliriz. Ne de
olsa yüce Allah gücümüzün yetmediğinden dolayı bizi sorgulamaz.
Yukarıda da dikkat
çektiğimiz gibi namaz günde beş vakit tekrar edilen bir ibadettir ve namazın
her rekâtında tekrar edilen Fatiha sûresi yedi cümleden ibarettir. Buna namazda
kullanılan diğer cümlelerle kısa bir zammı sûreyi ilave etseniz yirmi-yirmibeş
cümle eder ki kültür seviyesi ne olursa olsun her müslüman bunların anlamını
bir veya iki günde öğrenebilir. Eğer namaz kılanların önemli bir kesimi namazda
ne okuduklarının anlamını bilmiyorsa, bilmelerinin gerektiğine dair bir
bilgiye sahip olmamalarmdandır. Bunun gerekliliği hocalar tarafından
kendilerine anlatılmamıştır. Mesele halkın acizliğinden değil, hocaların
sorumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Zaten belli bir dönemden sonra Kur'an'ın
anlaşılmaya çalışılması bir cüretkârlık olarak görülmeye ya da gösterilmeye
çalışılmıştır.
Gerek ezanın ve gerek
namazın Arapça olması dinî bir vecibe olduğu halde bunların Türkçe olmasını
savunanlar, günümüze kadar uygulamanın Arapça olarak gelmesini Arap
emperyalizminin bir sonucu şeklinde takdim ederek millî duyguları okşamayı da
ihmal etmezler. Halbuki, yönetim şekline ve kimi uygulamalarına katılmaz-sak
da Arabistan Krallığının, Kur'an'ın hemen hemen bütün dünya dillerindeki
meallerini hazırlatıp hacılara dağıttığı bilinmektedir. Acaba namazın Arapça
kılınmasını Arap emperyalizmine bağlayanlar kaç Türkçe Kur'an meali alıp dağıtmışlardır.
Kuşkusuz dini öğrenmek
sadece namazda okunanlarla sınırlı değildir. İsteyen Kur'an'ın Türkçe mealini
sair zamanlarda okuyabilir. Hatta Arapça bilmeyen her müslüman kendi diliyle
Kur'an'ın mealini okumalıdır. Şahsen yıllardır buna teşvik ediyor ve bunun
gerekliliğini anlatıyorum. Elbette Kur'an'ı daha iyi anlamak, Arapça bilmeyi
gerektirir. Ama bu imkâna sahip olmayanlar mutlaka mealini okumalıdırlar.
Kur'an'ın Türkçe mealinin okunması aynı zamanda bir ibadettir de.
Sonuç olarak Kur'an-ı
Kerim, hem lafız, hem de mana cihetiyle Allah tarafındandır. Bu nedenle başka
dile yapılmış çevirileri "Kur'an" diye isimlendirilemez. Namazda
ise, Kur'an'ın okunması emredildiğine göre namaz başka bir dil ile ,icra
edilemez. Peygamber (s.a.v.) de namazı Arapça olarak icra etmiştir ve bizlere:
"Nasıl namaz kılıyorsam öylece kılın" emrini vermiştir. Kur'an'ı
Arapçasmdan anlamayanlar namaz dışında meal okuyarak bilgi boşluklarını
doldurmaya çalışmalılar. Meal okuyan kişi de, meal okuduğunun ve meallerin ne
de olsa asıl olmadıklarının bilincinde olmalıdır. Namazda okunması zorunlu olan
sadece Fatiha süresidir ve bu sûre yedi cümleden ibarettir. Zorunlu olmayan
fakat namazın mükemmilliğiyle ilgili olarak okunan diğer dua ve zammı sûreyi
ilâve edecek olursak yedi cümle yirmi-yirmibeş cümleye ulaşır ki her nıüslüman
bunların anlamlarını rahatlıkla öğrenebilir.
[145]
Hıristiyanlık
tarihinde Protestanlığın gerçekleştirdiği önemli değişimlerden sonra İslam
âleminde din adına değişim isteyenler çoğu zaman protestan olmakla itham
edilmişlerdir. Vakıa dinlerin tarih içerisinde takip ettikleri seyir ve ortaya
çıkan mezhepler açısından birtakım benzerlikler de sözkonusudur. Bunun yanında
değişim taraftarları arasında Protestanlığın öncüsü kabul edilen Luter'e
özenenlerin bulunmadığını da söyleyemeyiz. Nitekim ülkemizde Cumhuriyetin ilk
yıllarında Kur'an'm ve namazın Türkçeleş-tirilmesini savunanlar, "İslâm'ın
da bir Luter'e ihtiyacı olduğunu" sık sık dile getirmiş; İslam dininin
reforma tabi tutulması gerektiğini; çağdaş hayata uyum sağlaması için bunun bir
zorunluluk halini aldığını ısrarlı bir şekilde iddia etmiş; reform istekleri,
Peygamber (s.a.v.) döneminden günümüze kadar günde beş defa tekrar edilen namaza
kadar uzanmış ve namazın türkçe kılınması, hıristiyan kiliselerinde olduğu
gibi camilere masa ve sıraların konulması istenmiştir. Kimi değişimciler
Luter'e Özeniyor olsa bile her değişim isteyen ve geleneği eleştireni protestan
olmakla itham etme hakkına sahip değiliz.
Biz burada özellikle
Kur'an'a ve Asr-ı Saadet dönemi İslam anlayışına dönüşü savunanların
Protestanlıkla bir ilgilerinin olup olmadığını irdelemeye çalışacağız. Bu
konuda sağlıklı bir sonuca varmak için de Protestanlık hakkında özet bilgi
verelim:
Protestanlık,
Hıristiyanlığın Önemli bir mezhebi olan Katolikliğe bir başkaldırı şeklinde
ortaya çıkmıştır. Katolikliğe göre:
a. Dinî
hükümleri öğretme; İncil'i anlama ve yorumlama yetkisi sadece din adamlarına
aittir.
b. En yüksek
ruhanî lider konumunda olan Papa yanılmazdır.
c. Anadili
ne olursa olsun her hıristiyanın ibadet dili Latince'dir,
d.
Katolikliğin önemli bir Özelliği ise, oluşmuş geleneklerin kabul edilmesi ve
bunun din olarak algılanmasıdır.
Başlangıçta Katolik
olan Martin Luter (1483-1546) Roma'ya yaptığı bir seyatte gördüklerinden
hoşnut olmamıştı. Papa X. Leon'nnn büyük paralar karşılığında Endüljans
vermesi ve Endüljans karşılığında Almanya'da halktan önemli miktarda para
toplanması bardağı taşıran son damla olmuştu. Bunun üzerine Luter, Papa ve
Katolik kilisesine başkaldırdı. Ona göre hıristi-yanları içinde bulundukları
olumsuz durumdan kurtarmak için reforme ihtiyaç vardı. Buna göre:
a.
Hıristiyanların içinde bulundukları olumsuzluklardan kurtulmalarının yolu,
İncil Hıristiyanlığına dönmektir. Kilise ve din adamları hıris-tiyanlığın
safiyetini bozmuşlardır ve bu bozulma ancak ilk dönem hıristiya'nlığına
dönmekle düzel-116
tilebilir.
b. İncil'i
anlama ve yorumlama din adamlarının tekelinde değildir, her hıristiyan bu hakka
sahiptir. Her millet ibadet ve ayinlerini kendi dilinde yapmalıdır. Ayrıca
İncil başka dillere çevril-meli, böylece halk, din adamlarının tahakkümünden
kurtarılmalıdır. Bu anlayıştan hareketle Lu-ter, İncil'i Almancaya çevirmiştir.
c. Papa
yegane otorite olmadığı gibi yanıl-maz da değildir. Hıristiyanlığı bilen herkes
otoritedir.
d. Gelenek
din değildir.
Luter'in şu
sıraladığımız maddelerin dışında da birtakım itirazları vardır. Ancak burada
bizi yukarıda sıraladığımız maddeler ilgilendirmektedir.
Böylece Luter Katolik
kilisesinin anlayış ve geleneklerine savaş açmış oluyordu. Bu nedenle kurduğu
mezhebe, "Protestan" ismi verildi. Bu kelime ile "başkaldıran,
itiraz eden" kastedilmektedir.
Luter'in bu
düşünceleri kısa bir müddet içerisinde Avrupa'nın diğer ülkelerinde de
etkisini gösterdi. Zaten Papalıktan genel bir rahatsızlık vardı ve diğer
ülkelerde de gidişattan memnun olmayan din adamları vardı. Kuşkusuz bu düşünceler,
Avrupa ülkelerinin sosyal hayatları üzerinde de etkili olacaktı. Hür düşüncenin,
kapitalizmin ve uluslaşma fikirlerinin yayılmasında Protastan-lığın önemli
etkileri vardır. Hatta sekülerleşme eğiliminde de Protestanlığın önemli bir
etkisinin olduğu söylenebilir.
Luter'in İncil
hıristiyanlığma dönüş düşüncesi ile İslam âleminde "Öze Dönüş Hareketimi
Yani Asr-ı Saadet dönemindeki İslam anlayışına dönüşü savunanların ileri
sürdükleri görüşler arasında kimi benzerlikler bulunmaktadır. Nitekim aradaki
bu benzerliklerden dolayı "Öze Dönüş Hareketi"ni Protestanlıkla itham
edenler de vardır. Gerçekten bu anlayış mensupları tıpkı pro-testanlıkta
olduğu gibi Kur'an'ın anlaşılıp yorumlanmasının kimsenin tekelinde olmadığını,
herkesin anlayarak Kur'an okuması gerektiğini ileri sürmekte ve kimi
geleneklere karşı çıkmaktadırlar. Bu arada Luter'in İncil'i Almanca'ya tercüme
etmesi ile meal okunmasını isteyenler arasında da bir benzerlik sözkonusudur.
Önemli olan, aradaki
şeklî birtakım benzerliklerden çok Protestanlığın Avrupa toplumunda sebep
olduğu sonuçların aynıyla İslam toplumunda ortaya çıkıp çıkmayacağıdır. Çünkü
Protestanlık, bir bakıma hıristiyan âleminde dinden soğumayı beraberinde
getirmiş, uluslaşmanın yaygınlaşmasına neden olmuştu. Herkesin Kur'an'ı (meal)
okuması, onu anlama çabası içerisine girmesi ister istemez ulema sınıfının
otoritesini sarsacak, hatta ulema sınıfı belki de ortadan kalkacaktır. Herkesin
Kur'an'ı anlama işine girişmesi bir bölünmenin ve dinî çözülmenin nedeni
olabilir mi?
Namazın Türkçe
kılınması iddiasının bilhassa namaz kılan ve dinî emirlere bağlı kesimlerde
doğurduğu olumsuz etki, sözkonusu iddia sahiplerini harekete geçirmiş
görünmektedir. Bundan yararlanarak bu iddia sahipleri: "Kur'an ve Sünnet'e
dönüş düşüncesinin asıl hedefi ortaya çıkmıştır" yollu
imalarda*bulunmaktadırlar.
Kur'an ve Sünnet'e
dönüş düşüncesi ile Protestanlık düşencesi arasında şeklî birtakım benzerliklerin
bulunduğu doğrudur. Çünkü Luter de, ilk dönem hıristiyanlığını savunuyordu,
Kur'an ve Sünnet'e dönüşü savunanlar da ilk dönem müslümanlığını
savunmaktadırlar. Yani her iki düşüncede de, dinin ilk dönemine dönüş, zaman
içerisinde dinî kültüre bulaşan yabancı unsur ve gelenekleri ayıklama
sözkonusudur. Aradaki bu benzerlik aynı sonuçların ortaya çıkmasını sağlar mı?
Bizce şeklî birtakım
benzerliklerin bulunması, aynı sonuçların doğmasına yeterli neden değildir.
Çünkü;
Kendilerine dönülmek
istenen kaynaklar farklıdır. İncil'e dönmek isteyen bir hıristiyan, birçok
İncil ile karşılacaktır. Hıristiyanlar arasında resmen kabul edilmiş dört
İncil'in yanısıra daha pek çok İncil bulunmaktadır. Hz. İsa'ya indirilmiş
olan İncil'i bulamayacaktır. Halbuki bir müslüman Kur'an ve Sünnet'e döndüğünde
tahrife uğramamış tek bir Kitab'a ve onun açıklaması durumunda olan Sünnet'le
karşılaşacakatır. Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indiği günkü
orjinalliğini muhafaza etmektedir. Hiçbir değişikliğe uğramamıştır.
Ancak Sünnet için aynı
şeyi söyleyemiyoruz. Sünnet'e dönülürken tıpkı İncillerde olduğu gibi birtakım
problemlerin çıkması kaçınılmazdır. Nitekim bunun emarelerini günümüzde de
müşahede ediyoruz. Ne var ki müslümanlann bu durumu aşmaları mümkündür.
İncilllerdeki kimi farklılıklarla karşılaşan hıristiyan için çıkmaza girmek
bir bakıma kaçınılmazdır. Çünkü ortada başka sağlam bir ölçüt yoktur. Oysa
Sünnet; kaynaklarında karşılaşılan çelişki ve olumsuzlukları tashih edip
düzeltmek mümkündür. Çünkü Sünnet, ne de olsa Kur'an'ın açıklaması
durumundadır. Bu nedenle Kur'an ile çelişmesi durumunda Kur"an'a göre
tashih edilerek düzeltilmesi mümkündür.
Yaşanan her din
zamanla yozlaşır; gerek yapılan yorumlarla, gerek yabancı kültürlerin
bu-laşmasıyla safiyetini yitirir. Eğer o dinin temel kaynakları tahrife
uğramamış ise, o kaynaklara dönmek suretiyle sonradan o dine bulaşmış yabancı
unsurlar ayıklanabilir. Elbette bu ayıklama sürecinde geçmişin birikiminden de
yararlanılacaktır. Geçmişte üretilen fikirlerden, Kur'an ve Sünnet'e aykırı
olmayanlar olduğu gibi devam ettirilecek, daha sonra ortaya çıkmış sapmalar
tespit edilerek atılacaktır.
Kur'an ve Sünnet'e
dönüşün din anlayışında birtakım tefrikalara neden olacağı iddiası da tamamen
bir vehimden ibarettir. Herşeyden önce din anlayışında bir ittifak zaten mevcut
değildir. Sözkonusu ihtilafın ortadan kaldırılması için de Kur'an ve Sünnet'e
dönmenin dışında bir yol mevcut değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de, müslümanlar
arasında ihtilaf ortaya çıktığında ihtilafın çözümü için meselenin Allah'a ve
Rasûlü'ne götürülmesini emretmektedir:
"Herhangi
bir-şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız-
onu Allah'a ve Rasûle götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha
güzeldir."
[146]
Kaldı ki Kur'an ve
Sünnet üzere olmadıktan sonra birlik olmanın da bir anlamı yoktur.
İslam'da
"Kurumlaşmış Din Adamı" sınıfı yoktur. Elbette dinî metinleri
yorumlamak belli bir bilgi birikimi ve yeteneği gerektirir. Ne var ki bilgi
birikimi, hıristiyanlıkta olduğu gibi kilise mensubu olmayı gerektirmez.
İslamın ilk asırlarında yetişmiş müctehidlerin hiçbiri nizamîleşmiş bir eğitim
kurumundan yetişmiş değildir. Buna ilâve olarak, İslam eğitim-öğretim tarihini
tetkik edenler, nizamîleşmiş eğitim kurumlarının oluşmasından sonra deha
çapında âlimlerin pek de yetişmediğini bilirler. Planh-proğramlı eğitim kurumları
daha çok vasat bilginler yetiştirirler. Bu nedenle müctehidliğe dair birtakım
şartlar ileri sürenler, sadece bilgi birikimini şart koşarlar, şu veya bu
kurumdan mezun olmayı değil.
İslam'da dinî
metinleri yorumlamayı düzenleyen ya da şu veya bu kimseye bunu yasaklayan bir
kurum da mevcut değildir. Birileri, dinî metinleri yorumlarken cehaletinden ya
da kötü niyetinden dolayı saptırıcı yorumlarda bulunacak olursa, müslüman
alimler, emri bi'l-ma'ruf nehyi ani'l-münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak)
sorumluluklarını yerine getirir, eleştirileriyle müslümanlara rehberlik
ederler. Dinî metinleri yorumlamak da, yorumlara eleştiriler yapmak da yapay
düzenlemelerle değil, doğal bir şekilde yürütülür. Yorumlarında isabet edenler
bu tabiî seleksiyon çerçevesinde sivrilir ve kabul görürler. Kuşkusuz bunun
için halk kesiminin de belli bir bilgi birikimine sahip olmaları gerekir. Kişi
avam tabakasından olsa da onun müslüman olması belli bir seviyede olmasını
gerektirir. Belli bir seviye ve birikime sahip olmayanlar daima aldatılmaya
mahkûmdurlar. Kur'an-ı Kerim, Ehl-i Kitap'tan sözederken şu âyetlerde buna
işaret etmektedir:
"Onların
içinde öyle ümmiler var ki, Kitab bilmezler, bütün bildikleri birtakım
kuruntulardır (yahut bilgileri kulaktan dolmadır).; onlar sadece zan içinde
bulunurlar. Vay haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya
satmak için: 'Bu Allah katındandır,' derler."
[147]
Toplumun bir kesimi
eğer Kitap bilgileri kuruntudan ibaret olup sadece kulaktan dolma şeyler ise,
maddi birtakım çıkarlar elde etmek için o kesimi Allah adına aldatacak; Allah o
şekilde buyurmadığı halde "Allah bu şekilde buyuruyor" diyecek
birileri çıkar. İşte bu nedenle Kur'an'-dan bilgilenme toplumun bütün
kesimlerine yayılmahdır. Ancak böyle bir toplum din adına aldatılma kapılarını
kapatmış olur.
Luter'in İncil'i
Almancaya çevirmesiyle Kur'an meali arasında ilgi kurma meselesine gelince;
Kur'an'ın başka dillere tercüme edilmesi Is-lâmın ilk dönemlerine rastlar.
Kaynaklar, Tabiîn döneminde Basra camilerinde Kur'an-ı Kerimi vaazlarına esas
alan ve Kur'an'ı önce Arapça tefsir edip, ardından Farsça'ya çevirerek tefsir
eden vaizlerden sözetmektedir. Hatta sonraki dönemlerde Kur'an'ı esas alarak
önce Arapça tefsir eden, ardından Farsça ve Türkçe mealini vererek tefsir eden
vaizler de vardı. Kur'an'ın yazılı meal çalışmaları da çok eskilere
dayanmaktadır. İlk asırlarda Kur'an ile toplum hayatı içice idi. Camilerde
ilim halkalarında hadis, tefsir gibi dersler veriliyordu. Bilindiği gibi
camilerin temel özelliklerinden biri, herkese açık olmalarıdır. Bu nedenle ders
halkaları , ilim öğrencilerinin yanısıra halk tabakasına da açıktı ve halktan
ilgi duyanlar bu ilim meclislerinde anlatılanları dinlerlerdi. Dinî ilimler
konusunda ayırım yaparak bazı konuların sadece ilim adamlarının yanında
konuşulabileceği, halkın yanında konuşulmaması gerektiği anlayışı İmam Gazâlî
(öl. 505 hicrî) ile başlar.
İtiraf etmek gerekir
ki Gazâlî halka yönelik eserler de yazmıştır. Ancak o, konular arasında ayırım
yapmış, kimi konuların sadece havassın alanına girdiğini ileri sürmüştür. Halka
yönelik kitaplarıyla halk arasında, ilmî çevrelere yönelik kitaplarıyla da ilim
çevreleri arasında kabul görmüştür. Onun bu etkinliği İslam düşünce hayatı
açısından birtakım dönüm noktaları oluşturmuştur. Bizim burada sözkonusu
ettiğimiz Kur'an-ı Kerim olduğundan meseleyi bu açıdan değerlendireceğiz.
Gazâlî, Kur'an-ı
Kerim'in bütün ilimleri kapsadığını, herbir kelimesinin yüzbinlerce anlam
taşıdığını; geçmişte ortaya çıkmış ve kaybolmuş, henüz o dönemde ortaya
çıkmamış ilimlerin de Kur'an-ı Kerimde varolduğunu ileri sürmüştür. Örneğin
"Allah'ın şifa verdiğini" bildiren âyet-i kerimeyi anlamak için tıp
ilmini bilmek gerektiğini ve bu âyetin tıp ilminin tamamını içerdiğini iddia
etmiştir. Onun bu anlayışı Kur'an-ı esrarengiz bir ortama itmiş ve zamanla
Kur'an toplumdan uzaklaşmıştır. Katolik kilisesine hakim olan anlayış İslam
âlemine de hakim olmaya başlamıştır. Zamanla Kur'an-ı Kerim anlaşılmak için
değil, Ölülere sevap göndermek için okunmaya başlanmıştır. Kimilerine göre
Kur'an'ı anlamaya çalışmak bir bakıma haddi aşmak, Ehl-i Sünnet çizgisinin
dışına çıkmaktır vs.
Nihayet yakın
zamanlarda Kur'an'a yönelme yeniden başladı. Arapçayı bilmeyenler mealini
okumaya başladılar. İnsanlar uzun zaman Kur'an'ı anlamaktan uzak kalmışlardı.
Kur'an meallerinin yaygınlaşması bazı kesimleri rahatsız etti. Meal okuyanların
bir kesimi de idaolojik bir yapıya büründü ve her ideolojide olduğu gibi birtakım
aşırılıklar sergilenmeye başlandı. Kur'an'm kendisi Peygamber (s.a.v.)i örnek
olarak gösterdiği ve Peygamber'e itaat edilerek ona tabi olunmasını istediği
halde kimi meal okuyucuları, Pey-gamber'i âdeta Kur'an'ı bize getiren postacı
konumuna oturttular. Hadisleri bütünüyle reddedenler oldu. Peygamber eğer bu
konuma oturtulduy-sa artık geçmiş âlimlerin ne Önemi vardı. Bu kesim
tarafından gelenek de bütünüyle reddedildi hatta alay konusu yapılmaya
başlandı. Bu durum Kur'an'a yönelmeyi bir an için sekteye uğrattıysa da, uzun
sürmedi.
İncil'in Almanca'ya
tercüme edilmesinin Avrupa'da ulusalcı anlayışın yaygmlaşmasini sağladığı
söylenir. Kuşkusuz ulusalcılığın yayılmasında gregane etken olmadığı gibi en
etkili faktör olduğu da söylenemez. Dinî bir kitabın anlaşılması; anlaşılarak
okunması, olsa olsa o kitaba inananların kardeşlik bağlarını arttırır.
Protestanlığın bu konudaki etkisi, sadece ibadet dilinin millîleşmesiyle
açıklanabilir.
Toplumun bölünmesi
meselesine gelince, bunu sadece dinde birtakım farklı anlayışların ortaya
çıkmasıyla izah edemeyiz, Dinin gerçek anlayışından sapılmış ve bu anlayışlara
sahip olanlar her türlü delile kapalı, kör bir taklit içerisine düşmüşlerse
işte o zaman farklı anlayışlar toplumda bölücülüğe neden olur. Çünkü kör bir
taklide saplanmış olanlar başkalarının düşüncelerine tahammül edemezler.
Böyle bir taklit içerisinde olanların birleşmeleri de mümkün değildir.
Delillere ve tartışmaya açık olan farklı anlayışlar ise, toplumun bölünmesine
neden olmadıkları gibi topluma canlılık da kazandırırlar.
Bizde de bazıları
ulusalcı bir yaklaşımla Kur'an mealinin yayılmasını savunuyor olabilirler.
Ancak bunların kaçı gerçekten Kur'an'm mealini okumaktadır ki. Onları bu
söyleme sürükleyen Kur'an meallerinin davalarına ne kadar hizmet edeceğinden
çok Araplara olan nefretleridir. Zaten bu gibi duygulara kapılanlar, mantıklı
ve tutarlı insanlar değiller ki neyin kendilerine ne kadar yarayabileceğini
ölçüp tartabilsinler.
Bazıları, anlaşılması
zor birkaç âyeti seçerek mevcut meallerde farklı meal şekillerini gösterir ve
bunun Kur'an'a duyulan saygıyı ortadan kaldıracağını; dinde bir bölünmenin
sebebi olabileceğini ileri sürerler. Haddizatında bu şekildeki âyetlerin
sayısı çok azdır. Ayrıca müfessirlerin bile bu âyetleri farklı şekillerde
anladıkları da bir vakıadır. Bu anlamlardan biri seçilerek meal yapılmış
olması, o âyeti belli bir çerçeveye hapsetmek anlamına geldiği söylenebilir.
Kuşkusuz mealden Kur'an okumanın bu tür sakıncaları vardır.
Bu nedenle mealinden
okuyan ve Arapçayı bilmediğinden dolayı elindeki meali test edemeyen kişi, meal
okuduğunun farkında olmalıdır. Ne de olsa ayetler, meal yapanın süzgecinden geçmiştir
ve elbette o meal yapanın izlerini taşır. Ancak bu durumun doğurabileceği kimi
sıkıntılar abartılarak insanlarla Kur'an arasında aşılmaz bir duvarın örülmesi
doğru değildir. Bu, hata yapabilirsin diye ilim tahsiline engel olmaya;
arızalı mal üretilebilir diye imalat yapmamaya, kaza yapılabilir diye araba
sürmemeye benzer. İnsanların tümden cahil kalmaları mı, yoksa kimi eksiklerle
birlikte ilim tahsil etmeleri mi daha iyidir? Büyük âlim ve müfessirler bile
bazı âyetleri farklı anlamışlardır. Yapılacak şey, bilimsel eleştiri anlayışının
yaygınlaştırılmışıdır. İşte o zaman, söz-konusu edilen eksiklikler çok asgari
bir duruma inmiş olur.
Bütün bunlara rağmen
arzumuz, Kur'an'ı Arapçasmdan anlayanların çoğalması ve bu kimselerin, Arapça
bilmeyenlere rehberlik etmeleridir. Elbette Kur'an'ı Arapçasmdan okuyup anlamak
daha ufuk açıcıdır ve arzu edilen de budur.
Ayrıca gerek telif ve
gerek tercüme birçok Türkçe tefsir vardır. Meal okuyanlar, mealle yetinmemeli
bu tefsirlere de müracaat etmeliler.
Kur'an
okumaktan maksat, Kur'an'ı anlamak ve anladığıyla amel etmektir, lafız olarak
okumak değildir.
[148]
Kur'an ilimlerine dair
dört ciltlik bir eser yazan Zerkeşî (51.794 h.) anlamadan ve anladıkları
üzerinde düşünmeyen Kur'an okumanın mekruh olduğuna dair bir başlık açarak
şöyle demektedir:
"Üzerinde
düşünmeksizin Kur'an okumak mekruhtur. İbnu Ömer'in: 'Kur'an'ı üç günden daha
az bir zamanda okuyan fıkhetmemiş (Kur'an'ı anlamamış) olur' sözü buna
yorumlanmıştır. Gecesini Kur'an okumakla geçirdiğini söyleyen birine: 'Şiir
okur gibi süratli bir şekilde mi?' şeklindeki sözü de buna yorumlanmıştır.
Yine Haricîlerle ilgili olarak Peygamber (s.a.v.)in şu sözü de buna
yorumlanmıştır: 'Kur'an okurlar a-ma boğazlarından aşağıya inmez.' Yani
Kur'an'm lafızlarını güzel okur ama anlamını öğrenmeyi terkederler."
[149]
Sadece Kur'an'ı
yüzünden okuyanlar değil, onu baştan sonu ezberleyen hafızların bile büyük
çoğunluğu, okuduklarının anlamını bilmemektedir. Müfessir Kurtubî (öl. 671
h.), ezberlediklerinin anlamını bilmeyen hafızlar hakkında şöyle demektedir:
"Kur'an'ı
ezbere bildiği halde ne okuduğunu anlamayan hafızın bu durumu ne kadar da çirkindir.
Anlamadığı birşeyle amel etmesi nasıl mümkün olsun ki? Bir kimseye okuduğu şeyin
ne demek istediği kendisine sorulduğunda bunu bilmemesi gerçekten yadırganacak
bir şeydir."
[150]
Sonuç olarak Kur'an'm
anlaşılarak okunması bizzat Kur'an'm bir emridir ve bunun protes-tanlaşma ile
bir ilgisi yoktur. Aradaki şeklî birtakim benzerliklere bakılarak "Öze
Dönüş Hareketinin protestanlığın doğurduğu sonuçları doğuracağını söylemek
her iki dinin yani Hıristiyanlık ile İslâmiyetin temel kaynaklarını
tanımamaktan kaynaklanmaktadır.
[151]
[1] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 1.
[2] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 7-8.
[3] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 11-13.
[4] 15 /Hicr 87.
[5] Buhârî, Fazailu'l-Kur'an 9.
[6] Bk. 54 /Kamer 17, 22, 32; 19 /Meryem 97; 44 /Duhan 58.
[7] 25 /Furkan 77.
[8] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 15-18.
[9] 7/A'raf 11-17.
[10] 16 /Nahl 98.
[11] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 19-21.
[12] 37 /Nemi 30.
[13] Tirmizî, Daavât 118.
[14] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 23-24.
[15] 6/En'am91.
[16] 19/Meryem 81.
[17] 36 /Yâsîn 74.
[18] Mevdûdi, el-Mustalahatu'1-Erb'a fî'1-Kur'an,
Kuveyt-1971,s.l5-16.
[19] 11 /Hûd 101.
[20] 16 /Nahl 20-22.
[21] Mevdûdî, a.g.e., s.19.
[22] 25 /Furkan 43; 45 /Casiye 23.
[23] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 24-27.
[24] 58 /Mücadele 22.
[25] 3/Aluîmran32.
[26] 3/Alu İmran 57.
[27] 4/Nisâ 36
[28] 4/Nisa 36.
[29] 6/En'aml41.
[30] 5/Maide 78.
[31] 28 /Kasas 77.
[32] 2 /Bakara 37.
[33] 7/A'rafl56.
[34] Buhâri, Tevhid 55; Müslim, Tevbe 14-16; İbnu Mâce,
Zühd 35.
[35] 7/A'rafl88; Il/Hûd2.
[36] Mesela bk. 2 /Bakara 119; 5 /Maide 19; 17 /İsrâ 105;
25 /Furkan 56; 33 /Ahzâb 45; 41 /Fussilet 4; 48/Feth 8.
[37] 2/Bakara 165.
[38] 3/Aluİmran31.
[39] 4/Maide 54.
[40] Taberî, Câmiu'l-Beyân an Te'vili Ayi'l-Kur'an,
Beyrut-1988,1.50.
[41] Muhammed Abduh- M. Reşid Rıza, Kur"an Okumaya Giriş,
-çev, Yusuf Aydın- İstanbul-1976, s.35.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları:
27-34.
[42] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 35.
[43] 15/Hicr 97-99.
[44] 18 /Kehf 79-82. 38
[45] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 36-39.
[46] 16 /Nahl 36
[47] 15 /Hicr 36.
[48] 15 /Hicr 39-40.
[49] 10/Yûnus 31-32.
[50] 17/İsrâ67.
[51] 10 /Yunus 90.
[52] 10 /Yunus 12.
[53] 9/Tevbe31.
[54] Râzî, et-Tefsîru'1-Kebîr, Tahran-tarihsiz, XVI. 37. 44
[55] Elmalık M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
İstanbul-1979, IV.2511-2512, (Sadeleştirerek).
[56] Seyyid Kutub, Fî Zilali'l-Kur'an, Beyrut-1971, IV.203.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan
Yayınları: 39-46.
[57] 21/Enbiyâ 107.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan
Yayınları: 46-47.
[58] 52/Tûr21.
[59] 2/Bakara 286.
[60] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 47-50.
[61] îbnu Atiyye, Ebu Muhammed Abduhak,
el-Muharraru'I-Vecîz fî tefsiri 1-Kitabi'I-Azîz, tarihsiz, I. 118
[62] 17/İsrâ23
[63] 6/En'aml7-18.
[64] 10 Yunus 49.
[65] 6 /En'am 59.
[66] 10 /Yunus 20.
[67] Il/Hûdl23.
[68] 27 /Nemi 65.
[69] 6 /En'am 50.
[70] 7 /A'raf 188.
[71] 3/Aluîmran 179.
[72] 72/Cin 26-27.
[73] 10/Yunus 105-107.
[74] 6/En'am 17.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan
Yayınları: 50-55.
[75] 2/Bakara 1-2. 56
[76] 41/Fuşsilet46.
[77] 3/Aluîmranl82.
[78] 8/Enfal50-51.
[79] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 56-58.
[80] 6 /En'am 90.
[81] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 58-59.
[82] 4 /Nisa 66-69.
[83] İbnu Atİyye, el-Muharrarul-Vecîz, I. 126. 60.
[84] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 59-60.
[85] îbnu Atiyye, a.g.e., I. 129.
[86] 3/Aluîmranll2.
[87] 5 /Maide 60.
[88] 5/Maide77.
[89] /En'am 153.
[90] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 60-63.
[91] Tekvin 2.
[92] Tekvin 32/22-32.
[93] 5 /Maide 24.
[94] 6/En'aml46.
[95] 2 /Bakara 65.
[96] Taberî, I. 330-331.
[97] 2/Bakara 55.
[98] bk. 2 /Bakara 58.
[99] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 65-69.
[100] 57/Hadid 27.
[101] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 71-73.
[102] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 75.
[103] 2/Bakara 186. 76
[104] 27 /Nemi 80.
[105] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 75-78.
[106] 2 /Bakara 85.
[107] 2 /Bakara 208.
[108] 15/Hicr 90-91.
[109] 6/En'aml59.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan
Yayınları: 78-79.
[110] 3 /Alu İmrân 103.
[111] 3 /Alu İmrân 105.
[112] 9/Nisa 59.
[113] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 79-81.
[114] 67 /Mülk 10.
[115] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 81-82.
[116] 2 /Bakara 170.
[117] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 82-83.
[118] Muhammed Hamidullah, İslamın Doğuşu, -çev. Murat
Çiftkaya- İstanbul-1977, s.177-178.
[119] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 85-89.
[120] Buhâri, Ezan ; Müslim Salât.
[121] Müslim, Salat; Ebû Dâvud, Salât.
[122] Kâsânî, Bedâiu's-Sanâi' fî Tertîbi'ş-Şerâi', Beyrut-1986,
1.112.
[123] Sarahsî, el-Mabsût, İstanbul-1982-83,1. 37.
[124] Kâsânî bu sözleriyle Kelam ehlinin "kelam-ı nefsî" dedikleri lafız
kalıplarına dökülmemiş Kur'an'ın Allah katındaki anlamım kasdetmektedir.
[125] Kâsânî, Bedaiu's-Sanai', Beyrut-1986.1.112-113
[126] 26 /Şuarâ 196.
[127] Günümüzde Ebû Hanife'nin bu içtihadının siyasî bir
yö-; nünün olduğunu iddia edenler de
oldu. Şöyle ki:
O dönemde İran'da İslâmı kabul eden büyük topluluklar vardı. Bunlar
Arapça namaz kılacaklarını bilmiyorlardı. Emevî iktidarı bunu fırsat bilerek
sırf onlardan cizye alabilmek için onların İslama girdiklerini kabul etmiyordu.
Ebu Hanife, onları Emevîlerin bu zulmünden kurtarmak gayesiyle Farsça namaz
kılabileceklerini söyledi. Bu ictihadda bulunurken gaye bu idi.
Böyle bir değerlendirme
bize makul gelmemektedir. Bir defa cizye yılda bir alınan bir vergidir. Yani o
sırada cizye alınmışsa, İslama girdiklerim iddia edenlerin önünde bir yıl
vardır. Bu bir yıl zarfında namazlarını Arapça olarak kılmayı öğrenme imkânları
vardı. Ayrıca İslam'a giren cizye vermez ama öşür ve zekât ödemek zorundadır.
Ayrıca devlet öşür ve zekât dışında vergi alabilir. Ayrıca İran, Hz. Ömer
döneminde islam diniyle karşılaşmıştı. İranlıların İslam'ı kabul etmeleri Ebu
Hanife'nin döneminden çok öncedir. O dönemde İslam'a girmeye devam edenler
olmuşsa da çevrede İslamı bilen, namaz kılan çok insan vardır. İslama yeni
girenlerin bunlardan nasıl namaz kılacaklarını öğrenmeleri pekâlâ mümkündür.
Eğer Emeyîler, İslamı kabul ettiklerini söyleyen kimselere sırf cizye almak
için İslamı kabul etmemiş olduklarını ileri sürüyor idilerse, Arapça'dan başka
dil ile namaz kılanları müslüman saymamaya devam ederlerdi.
Kanaatimce tarihçilerin Emevîler hakkında her söylediklerine de
inanmamak gerekir. Çünkü ilk dönem tarihçilerinin önemli bir kesimi Abbasîler
döneminde yaşamışlardır ve bunların önemli bir kesimi Abbasî taraftarıdır.
[128] 73 /Müzzemmil 20.
[129] 13/Ra'd37
[130] 20/Tâhâll3.
[131] 39/Zümer28.
[132] 41/Fussilet3
[133] 42/Şûra 7
[134] 43/Zuhruf3.
[135] 46/Ahkaf 12.
[136] 9/tevbe 6.
[137] 9/Tevbe6.
[138] 75/Kıyame 16-19. 102
[139] bk. 11/Hûd 13.
[140] 69 /Hakka 40; 81 /Tekvir 19.
[141] Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Konya-1997,
s. 15-16.
[142] bk. 74 /Müddessir 25.
[143] Abdulcelil Abdurrahim, Luğatu'l-Kur'ani'I-Kerim,
Amman-1981, s.561.
[144] Râzî, et-Tefsîru'1-Kebîr, fahran-tarihsiz, 1.209-212.
[145] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 91-113.
[146] 4 /Nisa 59. 120.
[147] 2 /Bakara 78-79.
[148] Kurtubî, el-Cami' li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz,
1.437.
[149] Zerkeşî, Bedruddin Muhammed b. Abdillah; el-Burhan fî
Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz, 1.455
[150] a.k., I. 21.
[151] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe
Namaz, Beyan Yayınları: 115-128.