FATİHA
SURESİ'NİN ÜÇÜNCÜ KISMI
"Bizi
Sırât-ı Müstakim'e Ulaştır." (Fatiha, 5)
Mutlak
Tecellfde Herhangi Bir Şeref Bulunmaz
Hidâyet
ve Dalâlet Mertebeleri
Bölüm
Nübüvvetin Sırrı, Îrşât Nübüvvet Yollarının ve Ürünlerinin Neticeleri
Bölüm
Vaat EdilenHidâyet Hakkında
Bu
Âyet Hakkında Tamamlayıcı Açıklama
Nimetin
Sureti, Ruhıı ve Sırrı
Hidâyet
Hakkında Had ve Matla' Diliyle Tamamlayıcı Açıklama
İnsan
İtidal Noktasından Nasıl Sapmıştır?
Dalâlette
Olanların Yoluna Değil." (Fatiha, 7)
Sırrı,
Dereceleri ve Sebepleri
Ehullahın
Büyüklerine Mahsus Son Hayretin
Sebepleri
"Matla"ın
Üzerindeki Lisan ile Bunların Açıklanması
"Hayret"
Konusuna Tamamlayıcı Açıklama
Bu bölüm, bu surenin son
kısmıdır ve birinci kısım Hakka, orta kısım Hak ile kul arasında müşterek
olduğu gibi, bu kısım da, kula mahsustur.
Bilinmelidir ki: Bu âyet, bir
takım meseleleri içermektedir; bunlar, âyetin zahiriyle ilgili konulardır.
Âyetin içerdiği başka bir takım meseleler daha vardır ki, bunlar da, zahirden
sonra gelen ve onun üzerinde bulunan konularla ilgilidir.
Biz, Önce zahir ile başlayıp,
daha sonra diğer bölüme geçeceğiz.
Şöyle deriz: Bu âyet, üç
kelimeden meydana gelmiştir; bu üç kelime, "bizi ulaştır/ihdina",
"sırat" ve "müstakim" lafızlarıdır. Bu üç kelimeden her
birisinin, üç zahirî, üç de bâtını mertebesi vardır, bunların hepsine -Allah'ın
izni ile- dikkat çekeceğiz.
Böylelikle sen de, Fatiha'nm
üçlü yapısını/teslis hatırla ve onun sırrını anlamaya çalış! Şayet o sırrı
müşahede edebilirsen, hayrete düşüren şeyleri müşahede edersin.
"Bizi
ulaştır/ihdina", dua ve sual kipinde bir emirdir, bu kelime,
"hidâyet"ten türetilmiştir. Hidâyet, "beyân" demektir; bu
kelimenin aslı, "Ya" iledir, harf, "emir" kipinde geldiği
için düşürülmüştür. Burada kelimenin çoğul gelmesinin nedeni, daha önce
"Ancak sana ibâdet ederiz ve senden yardım dileriz" âye-tiyle uyumlu
olması içindir; böylece, sanki bütün kullar, aralarında müşterek bir hüküm ve
birleştirici nispetler diliyle birbirleri adına konuşmaktadırlar.
Buradaki birinci hikmet,
şudur: Yaratıklar arasında, daima duası tam olarak kabul edilip, böylece
duasının hükmünün ve İbâdetinin bereketinin bütün kullara sirayet ettiği
kimseler bulunur; bu nedenle, "Cemaat rahmettir" buyrulmuştur.
Ayrıca Hz. peygamber, bizleri iki çeşit bereket ümidiyle cemaatle zikir yapmaya
ve namaza teşvik etmiştir: Bu bereketlerden birisi, duası ve namazı kabul
edilen kimsenin bereketinin namazı kabul edilmeyen ve talebine ve gayesine
göre kendisine icabet edilmeyen bütün insanlara sirayet etmesidir.
Diğer bereket ise, şudur:
Şayet cemaat içinde tilâveti ve namazı olması gerektiği gibi eda edebilen
kimse bulunmasa bile, bazen tilâvetin ve namazın kemâli, cemaatin bütününden
meydana gelebilir. Şöyle ki: Hak, tilâvet edenlerin ve namaz kılanların
işlemiş oldukları amellerin bir kısmını kabul edebilir; kabul edilen bu kısım,
makbul salih amellerden meydana gelmiş amellerdir, bu amelleri oluşturan her
parça ve cüz, cemaatten birisine aittir. İşte bu tam suret, kâmil olması
özelliğiyle, kabul edilmemiş diğer kısım ve parçalara şefaat etmek için geri
döner. Böylece makbul ibâdetin bereketi, makbul olmayan tilâvet ve namaza
sirayet eder; bu sirayet, iksirin kuvvetiyle kurşuna ve cevhere sirayet etmesi
gibidir. İksir, onun hakikatini değiştirip, yoğunlaştınr ve ehli olduğu kemâl
derecesine ulaştırır. [1]
Sırat, üzerinde yürünülen
şeydir ve sadece belirli bir başlangıç ve nihayet arasında bulunabilir. Bu
lafızda, üç lügat/okuma bulunmaktadır: "Sad/sırât" veya
"Sin/sirât" veya "Dat/dırat". Kelimenin, harf-i tarif/Elif
ve lam ile gelmesi, "ahid" ve "tarif" içindir ki, bir
kelimenin harf-i tarif takısı alması, tarifin kısımlarından birisidir, çünkü
harf-i tarif ile tarif, üç kısımdır:
Bunlardan birisi, cinsin
kendisini tarif etmesidir, bu tarif, cinsin altında bulunan fertler için sabit
olması itibarıyla değil, sadece kendisini dikkate alan tariftir.
İkincisi, cinsin altındaki
her bir fert için hakikatin sabit olması itibarı ile tariftir.
Üçüncüsü ise,
"istiğrak/kuşatma" açısından hakikati tariftir; bu tarif, hakikatin
altındaki fertler hakkında sabitliği itibarı ile tarifidir.
Böylelikle birinci tarif,
"zât tarifi", ikincisi "ahd tarifi", üçüncüsü ise
"cins-istağrakı" diye isimlendirilir.
Kesin bilgiye/tahkik göre
"ahd tarifi" olan ikinci kısım, söz konusu kısımların en kâmilidir.
Çünkü, bu tarifin, "zât tarifi"ne dönük bir yönü vardır ki, adeta, bu
yönden zât tarifinden farklı değildir; aynı durum, üçüncü kısım ile ilgili
oiarak söz konusudur. Çünkü muhatap, hitap sahibinin maksadını bilginin kendisiyle
gerçekleştiği araçlardan öğrenemediği sürece, onun neyi kast ettiğini bilemez;
binaenaleyh her tarif, o halde, zikredilen itibar ile "ahd" hükmü
taşır.
Kuşkusuz ki, Elif-lam/harf-i
tarif burada "ahd" bildirir: çünkü, bu noktada nebilerden kâmil
olanların zikredilirken buna tekrar dikkat çekilmiştir. Allah teala şöyle
buyurmaktadır: "Onlar ki, Allah onları hidâyete ulaştırmıştır, onların
hidâyetine de uyulur." (Enam, 90)
Aynı şekilde, başka yerlerde
de çoğul ve tekil olarak "tees-si/uymak"yi zikretmiştir ki, bu
"iktida etmek" demektir. Hak, kullarına peygamberinin "sirât-ı
müstakim"e ulaştırdığını belirttikten sonra, onlara -eğer Rablerini sevme
iddialarında sadık iseler- peygamberine tabi olmalarını, bunun neticesinde de
Allah'ın kendilerini seveceğini bildirmiş ve onları bu konuda ikâz etmiştir.[2]
Peygambere tabi olmak,
"iktida" demektir ki, bu da, "es-si-rât/doğru yol" üzerine
yürümekten ibarettir.
Buradaki,
"müstakim" lafzı, "sırât"ın sıfatıdır; bu bağlamda bununla
kast edilen, özel bir "istikâmet"tir ki, bu istikâmetin ve erbabının
sırrım ve de kısımlarını daha sonra zikredeceğiz. Aksi halde, her nerede bir
"sırat" var ise, o sıratın gayesi Haktır.
Bu meseleyi, -Allah'ın izni
ile- daha sonra açıklayacağız.
Şimdi de, bu âyetin içermiş
olduğu sırlardan kendi yöntemimize göre, söz etmeye başlayacağız, şöyle deriz;
Öncelikle şu bilinmelidir ki:
İman, hidâyet, takva ve benzeri sıfatların, üç mertebesi vardır: ilk mertebe,
orta mertebe ve son mertebe. Hak, aziz kitabının pekçok yerinde bunlara dikkat
çekmiş olduğu gibi, "ehl-i keşf ve'1-vücûd" olanlar da bu mertebeleri
müşahede etmiş, bunlar ile tahakkuk etmişlerdir.
Binaenaleyh bu mertebelere
işaret eden âyetler arasında şunları zikredebiliriz: "İman edip, salih
amel işleyenler, takva sahibi olup, imân eder ve salih amel işledikleri, sonra
tekrar takva sahibi olup, imân ederlerse, sonra takva sahibi olup, iyilik
yaptıkları sürece yedikleri şeylerde bir günah sahibi olmazlar. Allah, ihsan
sahiplerini sever/' (Maide, 93); "Muhakkak ki ben, tevbe eden, imân eden
ve salih amel işleyip, sonra doğruyu bulan kimse için çok
bağışlayıcıyımdır." (Taha, 82).
Şu halde bütün bunlarla
Allah, akıl sahiplerini şu noktada ikâz etmiştir: Allah'a imân ve O'nun
birliğini ikrar ettikten sonra imânda, hidâyette, takvada ve benzeri şeylerde
farklı dereceler bulunmaktadır, İşte, aşağıdaki âyetlerde de "artma"
kelimesiyle bu derecelere işaret etmiştir: "İmanları üzere imânları artsın
diye." (Fetih, 4). Ya da, Ehl-i Kehf hakkında nazil olan şu âyette de buna
işaret edilmiştir: "Onlar Rablerine inanan bir topluluk idi, biz de onların
hidâyetlerini arttırdık." (Kehf, 13)
Zahir ilim mensupları, bu
dereceleri büemeyip, bunları müşahede ve bu derecelerle tahakkuk edemedikleri
için, bu konularda başarısızlığa düşmüşler ve şunu ileri sürmüşlerdir:
"Sıfatlar mücerret mânâlardır, eksiklik ve fazlalık kabul etmezler."
Bunun neticesinde ise, tevile sapmışlar, tevilin hemen her çeşidi içinde
kaybolup gitmişlerdir.
İlimde derinleşenler ise,
şöyle demişlerdir: "Ona îmân ettik, hepsi Rabbimizin katmdandir."
(Ali Imran, 7). Bu imânın ardından işin özüne ve sırrın künhüne, sadece
"Üstün akıl sahipleri vakıf olabilir." Bu kimseleri, kabuklar
engelleyemez; onlar,, kabukları aşıp, böylelikle işlerin hakikatlerinin özüne
vakıf olurlar.
Bu rabbani tembihler d eki
sırlardan birisi de, "terahi/sonra-lık" belirten ve sonra gelen
kelimenin kendisinden öncekinden ayırt edilmesini temin eden
"sümme/sonra" edatının âyette zik-redilmesidir; böylece, perdeli
kimse şöyle diyerek seni kuşkuya düşürmesin:
İmana ait tövbenin ardından
işaret edilen hidâyet nerede kalmıştır? Sonra bu tövbe ve salih amellerin
lâzımı olan Allah'ın bildirmiş olduğu hidâyete bağlı imân nerededir? Bu
hidâyet, Hz. Peygamber'in elçi olarak gönderilmesinden sonra hak dinin İslâm
olduğunu, Hz. Peygamber'in getirdiği her şeyin hak, onun dışındaki dinlerin
hükümlerinin ortadan kaldırıhnış/mensuh veya geçersiz olduklarına inanmaktır.
Zayıf ve perdeli kimseleri
meseleye ısındırmak için zikretmiş olduğumuz âyetteki imân ve takvanın, âyetin
ortasında ve sonunda zikredilen takva ve imân karşısındaki yeri nedir? Artık
bunu düşün!
Hidâyetin üç mertebesi
vardır, bunların mukabilinde de üç "hayret" derecesi bulunmaktadır.
Bu, cehennemdeki derekelerin, cennetlerdeki derecelerin mukabili oluşuna
işaret etmektedirler ki, bu konu, "cem" ve "matla"' diliyle
konuşurken Allah'ın izniyle açıklanacaktır. [3]
Bilinmelidir ki: Sırât-ı
müstakimle ilgili "tahsis"te bir takım sırlar vardır. Bunlardan
birisi şudur: Hak, her şeyi "vücûd" ve "ilim" olarak ihata
edip, karışım, hulul, bölünme ve de celâline yakışmayan şeylerden münezzeh olan
Zâtına has beraberliğiyle her şeyle birlikte olduğu için, her yolun nihayeti ve
her sâlikin gayesi Hak olmuştur. Nitekim Allah teala, "Muhakkak ki sen
sırât-ı müstaktm'e ulaştırırsın" âyetinin ardından "Allah'ın sıratı
ki, gökte ve yerde olanların hepsi O'na aittir. Dikkat edin, işler ona
dönücüdür" (Şura, 52) âyeti ile bunu bildirmiştir.
Böylelikle Allah, her şeyin
nihayette kendisine varacağını, bütün eşyanın belirli bir "sırat"
üzerinde yürüdüğüne dikkat çekmiştir. Bu sırat, sâlikine göre ya manevî veya
mahsus bir sırattır; Hak ise, "Varış yeri ancak O'nadır" âyetinde de
ifâde ettiği gibi, onun nihai gayesidir.
Hak, bize iletmesi için
peygamberine bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki sen, sırât-ı
müstakîm'e ulaştırırsın." Binaenaleyh Allah teala, kendisine
yürüyenlerin/sair ilellah gayesi olduğu gibi, şaşıranların da
delilidir/delâletü'l-hairin.
Fakat, hiç bir
farklılığın/tef avut bulunmadığı Hakkın "mut-laklık"larmda herhangi
bir şeref yoktur. Buna örnek olarak, Hakkın mutlak hitabı, mutlak maiyeti ve
beraberliği, her şeyi ihata etmesi yönünden mutlak anlamda kendisine varma,
yaratmaya dönük hem zâtına ve hem de sıfatlarına ait mutlak teveccühünü verebiliriz.
Çünkü Allah'ın, mesela, Arş'ı veya Kalem-i a'la'yı yaratmaya teveccühü ile
karıncayı yaratmaya teveccühü arasında hem "ahadiyet-i zât"ı ve hem
de "teveccüh"ü açısından hiçbir fark yoktur.[4]
Baş gözü/basar kalb
gözü/basîret ile birleşip, her ikisinin de Zât'a mahsus ilâhî nûr ile
boyanmasıyla keskin görüş/hadidü'l-basar sahibi olan kimse, "Rahmân'm
yarattığında herhangi bir çelişki görmez." (Mülk, 4); bu kişinin, zâtı
beraberlik ve birliktelik/(her nerede olurlarsa Hakkın yaratıklarıyla beraber
olması) karşısındaki durumu da böyledir. Çünkü Hakkın, yaratıklannm en alt
mertebede bulunanı ile olan beraberliği, Zâtma has mukaddes ve kendisine layık
bir birliktelikle en şerefli ve en üstün mertebedekiyle olan birlikteliği
gibidir. Mutlak anlamda hitabının hükmü de böyledir; binaenaleyh Hak, Hz. Musa
ve dilediği kimselere hitap edip, onları hitabı ve dilediği şeylerle şereflendirdiği
gibi, "Oraya giriniz ve artık konuşmayınız" vb. âyetlerde olduğu
gibi, cehennem ehline de hitap edebilir.
Bu hitap dolayısıyla cehennem
ehli adına hiçbir şeref ve fazilet yoktur, bilakis bu, onların azabına azap
katar.
Hakkın her şeyi ihata
etmesinde de durum böyledir, çünkü Hak, her şeyi "rahmet" ve
"ilim" yönünden ihata eder. Hakkın rahmeti, burada, varlığıdır/Vücûd,
çünkü daha önce de işaret ettiğimiz gibi, eşyanın aralarındaki farklılık ve
ihtilafa rağmen müşterek oldukları tek şey, Varlıktır.
Binaenaleyh Hak, vücûdî ve
ilmî/(varlık ve ilmen kuşatma) ihatası yönünden her şeyin gayesidir. Nitekim
daha önce Hakkın ilminin, ahadiyet-i Zât/Zât'm birliği mertebesinde Zâtından
farklı ve ondan ayrı olmadığına dikkat çekmiştik, çünkü bu mertebede hiçbir
şekilde taaddüt/çoğalış yoktur.
Bununla birlikte Hak, her
şeyin gayesidir, her şey ile beraberdir; bölünen ve bölünmeyen her zerrenin ve
cüzün; ruh ve nisbet gibi her basitin zahirini ihata ettiği gibi, her şeyin
bâtınını da ihata etmiştir: çünkü fayda, umûmî değildir ve saadet şâmil
değildir; faydalar, mertebelerin birbirinden ayrılması, cihetlerin ve
nisbetlerin farklılığı, hitabın vasıtasının farklılığıyla ortaya çıkar. Ayrıca
fayda, Hakkın seninle birlikte olduğu sıfata; seni çağırdığı ve çektiği ulvî
mertebelere; seni yarattığı ve terkip ettiği şe'nlerinin suretlerinden herhangi
birisine ve herhangi bir işe; seni bulundurduğu ve yerleştirdiği hâl veya
makama; senin için değişen ve farkhlaşan makam ve hale göre ortaya çıkar.
İşte, yarışanlar bunlarda
yarışmalıdır!
Daha önce belirtmiştik ki:
Hakkın isimlerinden her birisinin
taayyünü varlıkların
a'yânından herhangi birisine bağlı olsa bile/tevakkuf, bu isim, o varlığın
gayesidir; bu ismin mertebesi, o varlığın kıblesidir, isim ise, onun mabududur.
İsimler, kendilerini tek
felek birleştirse de, hakikatleri yönünden birbirlerinden farklıdırlar. Şöyle
ki: Her isim, bir açıdan müsemmânm aynıdır ve bütün isimlerle isimlenen
"müsemmâ" birdir. Bu itibarla, bütün isimlerin bir olduğu
söylenebilir.
Aksi halde, ed-Darr ismi
en-Nafi ismiyle; el-Mu'ti, el-Mani ismiyle; el-Muntakim, el-Ğafir ismiyle;
el-Mun'im el-Latif ve el-Kâhir isimleriyle veya rahmet gazap ile nasıl ilişkili
olabilirdi ki? Gâliplik ve öncelik/sebk ile bunlardan farklı olan nispetler
nasıl ilişkide olabilirlerdi? Binaenaleyh ahadiyet-i cem/çokluğun birliği
vasıtasıyla eşyanın nitelendiği farklılık/hilaf sureti korunur; zâtı ihata ve
beraberlik sırrıyla da, zıtlar arasında ünsiyet meydana gelir.
Artık, buna dikkat et, bütün
iş Hakka dönecektir.
Açıklanması haram olan şeyi,
izhâr etmem ve bu yasağı ihlal etmem!
Hakkın, kendisinin bidayet ve
gayede ve de bu ikisinin arasında ve onlara göre ortaya çıkan
"yol/tarik"da bulunduğuna dair akıl sahiplerine yönelik ikâzlarından
birisi, Hud (a.s)'m diliyle belirttiği şu âyetidir: "Muhakkak ki ben,
benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah
onun perçeminden tutmuş olmasın." (Hud, 56)
Böylelikle Hud, Hakkın o
canlıyla birlikte yürüyen olduğuna işaret etmiştir. Bunun ardından ise şöyle
demiştir: "Benim Rab-bim, sırât-ı müstakim üzeredir." Buna göre,
yaratılmışların "kâhr/zorla" ile kendileriyle yürüyene tabi
olmalarından dolayı Hak, sırât-ı müstakim üzere bulunmaktadır. İşte bu,
"mutlak" istikâmettir ki, bunda hiçbir farklılık bulunmaz.
Daha önce de belirttiğimiz
gibi, mutlak anlamda perçemlerden tutmak veya mutlak anlamda yürümekten herhangi
bir fayda meydana gelmez.
Allah, "Muhammedi"
zevkte bu makâmm sırrına başka ve daha kâmil bir tarzda dikkat çekip, şöyle
buyurmuştur: "De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar,
Allah'a basiret üzere davet ediyoruz. Allah münezzehtir, ben de müşriklerden
değilim/' (Yusuf, 107).
Bu ifâde, bir tembihtir:
Allah'a davet -ki, davetin konusu bunda bulunmaktadır- bir açıdan müphemlik
ifâde eder. Şöyle ki: Hak, davetin sonunda taayyün etmektedir, şimdiki durumda
ise bulunmamaktadır.
"Allah'a/ilellahi davet
ediyorum" âyetinde zikredilen "İla/a" harf-i cerri, gayeye
delâlet eden ve tahdit vehmi veren bir edat olduğu için, Hak peygamberine
yakaza ve yakın ehlini bu konuda ikâz etmesini emretmiştir: Böylece Hz.
Peygamber, yakaza ve yakın ehline adeta şunu söylemiştir: Muhakkak ki, sizi
Allah'a "i'raz/başkasından yüz çevirmek" ve "ikbal/O'na yönelmek"
sureti ile davet etsem de, bu, Hakkın kendisine yönelenlerle birlikte olması
gibi, yüz çevrilen şeylerle beraber olmadığı demek değildir.
Binaenaleyh Hak, bidayette
madum/yok olmamıştır ki, gayede talep edilsin; bilakis, halkı Hakka davet
ederken ben ve bana tabi olanlar, işin gerçeğinin farkındayız. "Ben
müşriklerden değilim," yani eğer Hakka dair böyle bir şeye inanmış
olsaydım, Hakkı sınırlamış ve ondan perdelenmiş olurdum; bu durumda da, bir
müşrik olurdum.
Allah, sınırlanmaktan, sadece
belirli bir cihette taayyün etmekten veya bölünmekten münezzehtir. Ben de,
Allah'a karşı kötü zan besleyen müşriklerden değilim.
Allah'a davetin nedeni,
isimlerinin mertebelerinin farklı olmasıdır; isimlerin farklılığı ise, Allah'a
davet edilen kimsenin hâllerinin farklılığına bağlıdır. Böylece yaratıklar,
sakınma, çekinme ve kendilerine zarar getireceği beklenen şekilde Hakla
birlikte kalmak yönünden Haktan yüz çevirirler; hidâyet vermesi ve basiret
nasip etmesiyle de Hakka yönelirler. Böylece, O'na ve ikramına nail olmayı ümit
ederler.
Bunu anla ve aklında tut. [5]
Bilinmelidir ki: Sırât-ı
müstakimin üç mertebesi vardır. Birincisi, mutlak istikâmeti içeren genel
mertebedir, nitekim daha önce bu mertebeye dikkat çekmiştik.
Bu mertebeyle ortaya çıkacak
herhangi bir saadet yoktur.
Hidâyetin ikinci mertebesi,
orta mertebedir; bu mertebe, Hz. Adem'den Hz. Peygamberin peygamber olarak
gönderildiği zamana kadar gelmiş geçmiş ümmetlerin Rabbanî-hakiki şeriatlarına
mahsus hidâyettir.
Hidâyetin üçüncü mertebesi
ise, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu şeriattır; bu şeriat,
kapsayıcı ve kuşatıcı şeriattır ve iki kısımdan oluşmaktadır:
Birincisi, sadece Hz.
Peygamberin kendisine ait olan ve önceki peygamberlerde bulunmayan
hükümlerdir.
İkinci kısım ise, geçmiş
şeriatların hükümlerinden kendi şeriatında bulunan hükümlerdir.
Bu zikrettiğimiz şeydeki
istikâmet, öncelikle "itidâl"dir, sonra da bu noktada sebat
etmektir; nitekim Hz. Peygamber, kendisinden tavsiyede bulunmasını isteyen bir
sahabesine şöyle cevap vermiştir: " 'Allah'a imân ettim' de, sonra da
dosdoğru ol!"
Bu, yani gerçek itidal
haliyle bezenip, ardından bu hâl üzerinde sebat etmek, gerçekten de çok zor ve
kıymetli bir hâldir. İşte bu nedenle Hz. Peygamber, "Hud suresi ve
kardeşleri olan sureler, beni ihtiyarlattı" buyurmuş, bununla da
"Emrolundu-ğun gibi dosdoğru ol" (Hud, 112) âyetine işaret etmiştir.
Çünkü insan, yaratılışı,
zahirî ve bâtını melekeleri açısından bir takım sıfatlara, huylara, hâllere,
tabiî ve ruhanî keyfiyetlere sahiptir; bunların her birisinin de, bir ifrat ve
tefrit tarafı vardır. Vâcib olan, bunların her birisine ait "orta
yolu" bilmek, sonra da bu orta yol üzerinde sebat etmektir.
Bunun için ilâhî emirler
varit olmuş, apaçık âyetler ve hariçteki varlıklar bunun doğruluğuna şahitlik
etmiş, meşru amel ve ahlakları işlemelerinin bereketinden büyük kimseler
hakkında da bu itidal gerçekleşmiştir. Ayrıca, "Göz kaymadı, aşırılığa da
gitmedi" (Necm, 17) âyetinde olduğu gibi Hz. Peygamberi metheden
âyetlerde; veya "Onlar ki, infak ettiklerinde israf etmezler, cimri de
davranmazlar, bunun ortasında bir yol tutarlar" (Furkan, 67) âyetinde
olduğu gibi cömertlik konusunda müminleri öven âyetlerde; veya "Namazında
açıktan okuma, bütünüyle de gizleme, bu ikisinin arasında bir yol tut"
(İsra, 110) ya da "Elini boynuna bağlı tutma, bütünüyle de saçıp
savurma" (İsra, 29) âyetlerinde olduğu gibi Allah Teâla'mn Hz. Peygambere
tavsiyede bulunduğu bir' takım âyetlerde Rabbani işaretler, bu itidale dikkat
çekmiştir.
Böylece Hak, peygamberini
israf ve cimrilik arasında "orta yol" tutmaya teşvik etmektedir. Aynı
şekilde Hz. Peygamber, kendisine ruhbanlık, senelik oruç tutmak, bütün gece
namaz kılmak hakkında soru soran bir sahabesini azarladıktan sonra verdiği
cevap da, bu itidale işaret eden delillerden birisidir: "Dikkat et!
Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, zevcenin senin üzerinde hakkı vardır.
Oruç tut, iftar et, namaz kıl ve uyu."
Hz. Peygamber, aynı konuda
başka sahabelerine de şöyle demiştir: "İşte ben, bazen oruç tutarım,
bazen yerim; bazen namaz kılarım, bazen uyurum ve hanımlarıma yaklaşırım. Kim
ki benim sünnetimden yüz çevirir, o kişi benden değildir." Böylece Hz.
Peygamber, ruhanî kuvvetlerin tabiî kuvvetlere büsbütün baskın gelmesini
yasakladığı gibi, tabiat kaynaklı şehvetlere büsbütün dalmayı da
yasaklamıştır.
Hz. Peygamber, hâl ve benzeri
konularda da aynı şekilde davranmıştır. Mesela, Ömer (r.a)'ı namazda sesini
yükselterek sure okurken gördüğünde, bunun sebebini sorar. Ömer şöyle
der:-"Böylece putları kırıyorum ve şeytanları kovuyorum." Bunun
üzerine Hz. Peygamber:
-"Biraz daha sessiz
oku" der.
Hz. Peygamber, Ebu Bekir'e
gelir, onun da çok kısık bir sesle okuduğunu görür, aynı şekilde bunun sebebini
sorduğunda Ebu Bekir şöyle cevap verir:
-"Münacaat ettiğim kimse
beni işitmiştir." Hz. Peygamber, Ebu Bekir'e şöyle der:
"Sesini biraz daha
yükselt."
Böylelikle Hz. Peygamber, her
iki sahabesine de, itidali tavsiye etmiştir ki, itidal, sırât-ı müstakimin bir
özelliğidir.
Diğer huyîardaki durum da
böyledir:
Kuşkusuz
"şecaat/cesaret", korkaklık ve cüret arasında orta bir özelliktir.
Belagat ise, aşırı veciz ve
kısa anlatım ile uzun ve geniş ifâde arasındaki orta yoldur.
Bizim şeriatımız, bütün
bunları açıklamayı tekeffül etmiş ve buna riâyet etmiş; bütün hâllerde,
hükümlerde, makamlarda, korkutma ve teşviklerde; tabii sıfat ve hâllerde,
ruhanî hâllerde, iyi ve kötü huylarda itidal ölçütünü göstermiştir.
Hatta şeriatımız, kötü huylar
için bile bir takım yerler belirlemiştir ki, bunlar o yerlerde
kullanıldığında, iyi huylara dönüşürler. Bu mânâya, ilâhî bilgilendirme ve
hakikatlere dair verilen haberlerde de riâyet edilmiştir. Çünkü şeriat,
hakikatlerden bahsederken işaret ve açıklamayı birleştiren bir yol tutmuştur.
Biz de, şeriatın yoluna
uyarız ve sadece Allah'a yöneliriz. Artık bu kadar işaret ile yetiniyoruz,
çünkü geniş açıklama işi uzatır.
Daha önce tespit ettiğimiz
esasa göre, işin özeti şudur: İnsan, bütün alemin bir nüshası olduğu için,
bütün alemlerle ve mertebelerle bir ilişkisi meydana gelmiştir; hatta insanın,
her şey ile bir nisbeti bulunmaktadır. Kuşkusuz insanda, kendisini "ahseni
takvim"den ibaret olan itidal hâlinden, her yöne çeken ve her çağrıya
icabet etmesini gerektiren bir özellik vardır.
Her cezbe ve incizab/çekilme,
icabet ve çağrı, herhangi bir fayda vermez ve saadet meydana getirmez.
Bununla birlikte, Hak, daha
önce açıkladığımız gibi, her şeyin gayesi, nihayeti, her şeyle birlikte olan
ve her şeyin maksadı olunca, istenilen şey, saadetlerin kaynağına ve saadeti
meydana getiren şeylere yönelik özel yöneliş ve sülüktür; bu saadet, rızâya
neden olan, mülaim, herhangi bir elemle karışık olmayan ve ebedî bir saadettir.
Şu halde, arzusuna ulaşma
inancını veren veya gayesinin gerçekleşmesini temin eden manevî veya manevî
olmayan herhangi bir cihet veya bu cihete ve gayeye götüren sağlam, yakın,
şüphe ve engellerden salim herhangi bir yol ortaya çıkmadığı sürece insan,
"küllî âmÜ"in bulunmasından sonra nasıl talep edeceğini, tam olarak
neyi amaçladığını, buna nasıl yöneleceğini ve de hangi yolla bu maksadına
ulaşacağını bilemez. Zikrettiğimiz bu küllî âmil ise, talebe veya insana zarar
veren şeyleri uzaklaştırmak, faydalı olanları, veya dünyada-âhirette,
zâhirde-bâtında kendisine en faydalı olan şeyleri elde etmeye yöneliktir. Bu
durumda ise, durum ve hâl belirginleşip, şimdiki ve gelecek zamana nisbetle
doğru yol kendisi için aydınlan m caya kadar, yolunu şaşırır ve hayret içinde kalır.
Bunu anla, Allah hakkı söyler
ve yoluna ulaştırır. [6]
Allah, bu âyetin zahiri,
bâtını ve şimdi bitirdiğimiz bölümde de "had"di hakkındaki bir takım
sırlan zikretmemizi nasip etmiştir; şimdi ise, "matla"' dili ve
sırrının, daha sonra da "cem" dilinin gerektirdiği şekilde nasip
olduğu kadarıyla âyetin sırlarından bahsedeceğiz.
Allah mürşid'dir.
Bilinmelidir ki: Hidâyet,
dalâletin zıddıdır. Bunlardan her birisinin de, üç mertebesi vardır.
"Hayret"ten ibaret olan dalâletin özelliği,
"belirsizlik/la-taayyün"tir; taayyün ise, hidâyetin özelliğidir.
İnsanın hidâyetten önce dalâlette bulunmasmdaki sır[7],
hüviyetinin gaybi açısından zâtma ait ilâhî ve mutlak şe'n hükmünün bizzat
taayyünden önce olmasıdır; mesela, vahdetin, icmalin, müphemliğin ve
bilinmezliğin kesret, tafsil, açıklama ve ifâdeden Önce gelmesi gibi.
Kitabın başlangıcında
açıklanmış olan yaratılış ve başlangıç hakkındaki ifâdelerimizi hatırla!
"Allah var idi, O'nunla beraber başka bir şey yok idi." Herhangi bir
isim, sıfat, hâl ve hükmün Hak ile beraber bulunmadığı makamın taayyün-i evvel
makamından önce oluşunu hatırla! Taayyün-i evvel, kitabm başında işaret
ettiğimiz ve daha sonra değineceğimiz üzere, Gay-bm anahtarlarmı
açıklayan/muayyin "ahadiyet-i cem" makamına aittir.
Aynı şekilde, ahadiyet-i cem
makamının, "şeriat" ve "hakikat" te sabit olan Amâî
varlıktan önce olmasını da hatırla! Bu mertebenin diliyle "Ben bir gizli
hazine idim, bilinmezdim, bilinmek istedim" denilmiştir. "Nûn"a
ait sırrın, "Kalem"e ait emirden önce olmasını; Kalem'in Levh'den
önce gelmesini; Ke-lime'nin, Arş'a ait vahdaniyet özelliğindeki hüküm ve emrin,
ilk tafsîli-sûrî emirden önce gelmesini hatırla! Bu emir, "iki kadem/ayak"
hükmüyle zahir olmuştur.
Bunun ardından, ilâhî emrin, umûmî
olarak bilinen, özel olarak da idrâk edilen "tertip" ile Adem'de
nasıl sona erdiğini, zür-riyetinin zerreler gibi Adem'in vahdetinin suretinde
nasıl toplanıp, bir araya geldiğini gör! Adem, silsilenin suretinin sonuncusu,
mânâsının ilkidir. "Sizi bir tek nefisten yarattı ve ondan zevcesini
yarattı. O ikisinden de pek çok kadın ve erkek meydana getirdi." (Nisa,
1) Böylelikle Adem'in zürriyeti, Adem'deki icmâlî ve izafî gaybda mündemiç ve
gizli olmalarından sonra, Hakkın kendilerini ortaya çıkartması ve yayması/neşr
ile zuhur etmişlerdir. Bunun sonucunda ise, her birisi kendi nefsinden ve
başkalarından O'nun katında perdeli haldeki şeyleri görmüş, birbirlerine ait
hükümler, kesinlik, eksiklik, baskınlık ve mağlubiyet ile birleşmiştir.
Bunu anla ve düşün!
Binaenaleyh, vahdet, icmal ve
az önce "öncelik" vasfıyla nitelediğim şeylerin bâtmhğı vardır;
kesretin ise zuhuru ve açıklığı vardır. İnsanın, suret üzere yaratılması takdir
edilip, o, bir "nüsha" ve "gölge" olarak zuhur edince, onun
nüshası, kendi aslına tabi olan asılların sureti üzerinde meydana gelmiştir;
böylelikle onun dalâleti, kuşkusuz, hidâyetinden önce olmuştur.
Nitekim Allah, nüshaların en
kâmili, ilâhî ve beşerî kemâl ile zuhur ve tahakkuk açısından insanların en
tamamı olan Hz. Peygamber hakkında şöyle buyurmuştur: "Seni şaşırmış
buldu, hidâyete ulaştırdı." (Duha, 7) Yani sen, Öyle bir halde bulunuyordun
ki, kendin için doğru ve öncelikli olan şeyleri bilmiyor-
dun; bunun üzerine Allah,
doğru ve öncelikle olan şeyi sana bildirmiş, belirgin hâle getirmiş ve sana
bilmediğin şeyleri öğretmiştir.
Böylelikle sen, hidâyet ve
diğer mertebelerde kemâle erdin, hidâyetle doldun, sonunda coştun, hidâyete
ulaştırdın ve kemâle erdirdin; feyiz, senden başkalarına yayıldı. Böylece,
benim iyiliğim/ilâhî hayır senin vasıtanla, seninki de benim vasıtamla kainata
ulaştı.
Binaenaleyh insanı yaratıp,
ona iki yol gösteren Allah münezzehtir. Sonra Allah, insan için düzgün ve
mutedil yolu seçmiş, ona bilmediği şeyleri öğretmiştir. Şu halde Allah'ın,
insan üzerindeki ihsanı çok büyüktür.
Ey kardeşim! Cezbeler ve
çağrılar, muhabbet diliyle, her yönden ve taraftan insanı çekerler, bunun
nedeni, insanın her şeyin sevgilisi olmasıdır; ayrıca, her şeyin kendisiyle
boyanmış olduğu rubûbiyet hükmü açısından da, insanı davet ederler.
Daiye-ler/dürtü, cezbe ve münâsebetlere göre, icabet ve karşılık vermek için
ortaya çıkar. İnsan, sevdiği ve meylettiği şeyin kuludur. Her makam, hâl ve
diğer şeylerde itidal, orta yoldur; itidalden meyleden kişi, sapıtır/inhiraf.
Bütünü veya çoğu yönüyle azlığa meyleden kimse, itidalden uzaklaşır.
İnsanın içinde bulunduğu veya
uğradığı ve merkezinde "heyulanı" vasıflı olarak sebat ettiği bütün
makamların dairesinin tarafları onun hakkında eşit ise, o kişi, "Her şeye
yaratılışını verir ve ona hidâyet eder" özelliğiyle kendi şe'nlerinde
Rabbına tabi olan "adam"dır. Bu kişi bulunduğu makamda, hükümlerin ve
şekillerin kayıtlarından kurtulmuştur, her cezbeye ve çağrıya hakkını ve sadece
kendisinden olan payını verir. O, kendisinden ortaya çıkan diğer kısımlar ile
ise, hiçbir vasıf, belirli bir hâl veya hüküm veya isim olmaksızın, asıl
mutlakhğı ve basitliği üzerinde bakidir.
Ayetteki "hidâyet
eder", açıklamak ve ortaya çıkartmak demektir. Nitekim kâmil Şeyh şöyle
demiştir:
O tutuşunca, ben de
tutuşurum, neşelenince ben de neşelenirim Onu, aşık olduğunda kalbim takip eder
Bunu anla ve
"viche/kıble"nin sırrından, "Ancak sana ibâdet ederiz"
âyetinin sırrından "cem" diliyle bahsederken, bu bölümde ifâde
ettiğimiz şeyleri hatırla!
Ayrıca, daha önceki
açıklamalarımızı da hatırla! Umulur ki işaret olunan şeyi anlarsın. [8]
İtidalin ilâhî-gaybî bir
mertebesi vardır. Bu mertebe, manevî suret ve gaybî hey'etten ibarettir. Bu
heyet ve suret, Zât'a ait aslî isimler arasında "Amâ" mertebesinde
"ahadi-yet-i cem" hükmüyle gerçekleşen ezelî içtimadan meydana
gelmiş, bu içtimaa taalluk etmiştir. "Amâ" mertebesi, Kalem-i a'la'nm
ve ulvî/müheyyeme ruhların kendisiyle zuhur ettiği birinci nikah mertebesidir;
bu mertebe, aynı zamanda Um-mü'1-kitap'tır.
Kimin ki,
"hakîkat/ayn"inin mertebesi, burada taayyün edip, isimlerin ve
"a'yân"m hükümleri kendisine uygun bir şekilde teveccüh ederse, bu
kişinin ruhanî makamı, sıfatlar, fiiller ve ruhuna mahsus ruhanî hâlleri
yönünden "mutedil" olur; bu teveccühler, o kişi hakkında mutedil
olarak düzenlenmiştir. Bununla birlikte buların hiç birisinin hükmü, diğer
isimlerde yok olmaz, fakat asıl suret üzere farklılıkları devam eder. Gerçi,
unsurî mizaçta olduğu gibi, bu hükümlerin bir kısmı diğerlerine baskın
olabilirler.
Bu mertebede bu kişinin
unsurlarmın/ustukussat birleşimi de, bedenin yaratılışı hâlinde itidalle uyumlu
bir halde gerçekleşir. Böylelikle bu kişi, zikredilen bu aslî ve gaybî itidal
ile, ruhanî ve tabiî-misâlî itidalleri birleştirir; böylece onun hâlleri,
fiiller ve tasavvurları, itidal ve istikâmet üzere gerçekleşir. Bu fiiller ve
eserler, yok olucu/zail veya belirli bir müddet devam eden şeyler olabileceği
gibi, sürekli olan şeyler de olabilir.
Her şey, bu kişiden, mutedil
olarak sâdır olur. Binaenaleyh bu kişi, Rabbından gelişinden/seyr nün rabbihi
ve dönüşünde,doğru yol üzerinde, razı olunmuş bir geliş ile ve mutedil
tavır-.larla, müstakim bir yol yürür; bu kişi, gerçekte/nefsü'1-emr Allah
katında da razı olunmuştur.
Ahadiyet-i cem makamındaki
kemâl noktası olan bu merke-zi-orta noktadan sapan kimseye gelince: bu kişinin
leh ve aleyhindeki hüküm, mertebesinin bu noktaya olan yakınlığına ve
uzaklığına göre değişir. Bazılarının mertebesi, bu orta noktaya yakın,
bazılarınınki ise daha yakındır; bazılarının mertebesi bu noktadan uzak,
bazılarınki ise daha uzaktır.
Şeytanlara ait olan "tam
sapma" ile, isimlere ait ve kemâl özelliğindeki bu ilâhî itidal arasında
saadet ve şekavet mensuplarının mertebeleri belirlenir. Buna göre tabiî
itidal, farklı mertebelerine göre zahirî saadetin ve mahsus nimetin sahibidir;
bu itidal, hidâyet mertebelerinin ilkine ve cennet ehlinin geneline mahsustur.
Ruhanî itidal ise, Rabbma
göre ikinci mertebede hidâyetin bâtınının sahibidir. Bu itidal, "Ebrâr"a
aittir.
Velilerden ruhanî hükümlerin
kendisine galip gelen kimseler ise, "İlliyyin"dedir; bunlara örnek
olarak, Kadîb Ulban el-Mev-silî[9] ve
benzerlerini verebiliriz.
İlâhî isimlere mahsus
gaybî-itidâlin mensupları -ki onların hepsi, "mukarreb/yakmlaşmiş"
kimselerdir-, "ehl-i tesnîm" ve gaybm anahtarlarının bekçileridir;
onlara, aşağıda zikredeceğimiz kâmil hidâyet mertebelerinin üçüncü mertebesi
tahsis edilmiştir.
Zikredilen zahir ve bâtın
hidâyetin mensupları, çeşitli kısımlara ayrılır ki, bu kısımların sayısı,
tabiî ve ruhanî itidal mertebelerinin sayılan üzerinde bulunan velilerin
sayısı kadardır. Bu mertebeler, bu kısımların asılları yönünden üç yüz
civarındadırlar; fakat asılların dayandığı ana kısımlar yönünden ise bu mertebeler,
dokuzu geçmez.
Bunlardan bazıları, melek
veya beşerî resulleri vasıtasıyla Hakkın kelâmını kendi nefsinde veya
başkasında işitmekle hidâyete erer; bu kimselerin durumu, Sidre-i münteha'da
"Mescid-i Aksa"'yı geçemez.
Fakat, bunların arasında
büyük farklar vardır; çünkü bunların arasında öyle kimseler vardır ki, onların
durumu birinci semayı ve üzerine varid olan ilâhî hitabı veya kendisine gelen
melek elçiyi geçemez; bazıları vardır ki, onların durumu/emr, ikinci semaya
mahsustur; bazıları vardır ki, onların durumu, üçüncü semaya mahsustur.
Böylelikle, Sidre-i müntehâda zikredilen mescide kadar yükselir. Bu mescidin
üzerinde, herhangi bir tek-lifî/şerî hüküm veya kulun orada zorla/kâhir kulluk
edeceği belirli bir yol yoktur.
Bunlardan bazıları ise,
Hakkın fiillerinin sûretleriyle hidâyete ererler. Bu fiiller, afak ve enrüsi
âyetlerden ibarettir.
Bazıları, resullerin ve
gerçek anlamda tabi olunan kimselerin veya herhangi bir akü kaynaklı
idari-hüküm koyucunun fiilleriyle hidâyete ererler; bu kimsenin ortaya koyduğu
hüküm, resullerin ortaya koymuş oldukları şeylerle uyumludur. Fakat bu
hükümlerin koyan kimse, bunları kendiliğinden ortaya koymuş, başkaları da bu
hükümleri beğendikleri için ve taklit ederek ona uymuşlardır.[10]
Bazıları ise, değişik
çeşitlerine rağmen, Hakkın izni ile hidâyet bulmuştur. Allah, şu âyetle bu
makama işaret etmiştir: "Allah imân sahiplerini ihtilaf ettikleri şeyde
izni ile hakka hidâyet etmiştir." (Zümer, 3).
Bazıları da, imânı sayesinde
hidâyete ulaşmıştır, nitekim Allah teâla şöyle buyurmaktadır: "İman edip,
salih amel işleyenleri Rableri imânları ölçüsünde hidâyet eder."
Bazıları ise, zikredilen
şeylerin toplamı ile veya bir kısmı ile hidâyete erer. Bu bağlamda Allah teala
şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki ben tevbe
eden, imân eden ve salih amel işleyip, sonra hidâyet bulanlar için çok
bağışlayıcıyım."
Bununla beraber, zikredilen
bu hidâyet kısımlarının mensupları, çeşitli alt kısımlara ayrılır, bunu anla!
Bunlardan bazıları, Hakkın
sadece bazı isimleri yönünden hidâyete ulaşır.
Bazısı, Hakkın bütün isimleri
açısından hidâyete ulaşır.
Bazısı, bütün diğer isini ve
sıfatları birleştiren özel mertebesi yönünden hidâyete ulaşırlar.
Bazıları, sadece Hak ile
hidâyete ererîer. Bu hidâyet, herhangi bir kayıt açısından; veya herhangi bir
sıfattan, isimden, şe'n-den, veya belirli bir mazhârdaki tecellîden veya harf
ve ses ile kontrol altına alınmış/munzabit hitaptan veya işlenmiş bir amelden
veya gösterilmiş bir gayretten veya verilmiş veya kazanılmış bir ilimden
meydana gelmiş belirli bir nispet açısından gerçekleşmez; ya da bu hidâyet, var
olan sebep ve vasıtalara bağlı değildir. Sadece Hakkı" şöylece bilmiştir
ki: Her şeyin sureti ile sûretlenmek, her hâl ile hallenmek, bütün
mertebelerin ve de bütün vakit ve zamanlardaki hüküm sahiplerinin hükmüyle
boyanmak, Hakkın hakikatinin bir gereğidir.
Binaenaleyh Hak, bu
sûretin/(her şeyin sureti) kendi mertebesinin/hazret suretine
benzerliğini/mudahî gördüğünde, ulû-hiyetin dayandığı mutlak zâtının
tecellîgâhı olarak onu seçmiştir; ulûhiyet, bütün isim ve sıfatları
birleştiren mertebedir. Böylelikle Hak, bu tecellîgâhda o hakikatin
gerektirdiği şekilde te-rellî etmiştir. Bunun neticesinde ise, her şey, Rabbmın
ilminde ezelde taayyünü açısından, bu ilim ile kendi hakîkatini/ayn bilmiş,
her şey her şeye görünmüş, bizzat bu şey ile her şey hakkında hüküm
verilmiştir. Ayrıca, hakikatlerin suretleri Yaratıcılarının ilminde
bulundukları hâl üzere bununla korunmuşlardır; bu koruma, bu suretlerin söz
konusu tecellîgâhm aynasında farklı-laşmayışlan yönünden gerçekleşir.
Eğer bu tecellîgâh olmasaydı,
Hakkın ondaki tecellîsi vasıtasıyla tecellî eden ile tecellîgâh arasında
eşyanın suretleri zuhur etmeyecekti. [11]
İnsanların hidâyet ve
hidâyete ulaşma/ihtida mertebelerin-deki kısımlarından kısmen bahsettik, şimdi
de istikâmetin kısımlarını zikredeceğiz:
Bilinmelidir ki: İnsanlar,
istikâmette yedi kısma ayrılırlar: Sözü, fiili ve kalbi ile istikâmette
olanlar; kalbi ve fiili ile istikâmet üzere olanlar. Bu iki gurup, kurtuluşa
erenlerdir, fakat birinci sınıf daha üstündür.
Üçüncü kısım, fiili ve sözü
ile istikâmette kalbi ile istikâmet üzere olmayanlardır; bu kişinin,
başkasından dolayı menfaat edinebileceği umulur.
Dördüncüsü, fiili olmaksızın
sadece sözü ve kalbi ile müstakim olan kişidir.
Beşincisi, fiili ve kalbi
olmadan sadece sözü ile istikâmette olan kimsedir.
Altıncısı, fiili ve sözü
olmaksızın sadece kalbi ile istikâmette olan kimsedir.
Yedincisi ise, kalbi ve sözü
olmadan, sadece fiiliyle istikâmette olan kimsedir; işte bunlar,
birbirlerinden üstün olsalar bile, lehlerine değil aleyhlerinde olan
kimselerdir.
Burada "sözde
istikâmet" ile kast edilen, bu eylem bu gibi şeyleri kapsadığı için,
gıybet, söz taşıyıcılığı ve bunlara benzeyen şeyleri terk etmek değildir;
sözdeki istikâmet ile kast edilen, sözü ile başkalarını sırât-ı müstakime irşat
etmektir. Bazen bu, irşat edilenden soyut olarak bulunabilir; bu durumu, bir
örnekle açıklayacağız:
Mesela, bir insan namaz
hakkında bilgi edinir ve bu bilgiyi tam olarak idrâk eder. Bunun ardından,
namazla ilgili bu bilgisini başkasına Öğretir. İşte bu kimse, sözünde
istikâmet üzeredir. Sonra namazın vakti gelir ve zahirî rükünlerine riâyet
ederek bilgisine göre namazını kılar. Bu durumda ise, "fiilinde istikâmet
üzeredir". Bunun ardından ise, Allah'ın bu namazdan muradının, kulun
kalbinin namaz esnasında Hak ile hazır olması olduğunu öğrenir ve kalbini Hak
ile hazır eder.
îşte bu kişi, kalbi ile
istikâmet üzeredir.
Diğer kısımları da buna
kıyaslarsan, Allah'ın izni ile doğruyu bulursun.
Bunu öğrendiğinde, şöyle
deriz: Meşru özel yollar içerisinde en doğru yol, sîretinden nakledildiği
tarzda, Hz. Peygamber'in söz-fiil ve hâl olarak üzerinde bulunduğu yoldur; bu
yol, kâmil kişinin Hz. Peygamberi taklit ederek veya marifet ve müşahede ile
elde ettikleri yoldur. İşte bu yol, mutedil "orta hâl"dir.
İnsanlar, bu halde çeşitli
mertebeler içinde bulunurlar. Her bir mertebe sahibinin, bir veya daha fazla
alâmeti vardır ki, bunlar, o kişinin Hz. Peygambere tabi olmasının ve ona
mensubiyetinin doğruluğuna delâlet eder. Bu mensubiyet, ya şerî-dinî bir
yakınlık veya hâl ve ilimde Hz. Peygambere varislik cihetinden ruhanî yakınlık
dolayısıyla gerçekleşir. Hz. Peygambere vâris olmak ise, ya zevk veya bilgi
kaynağı veya bütün ilimleri içermeyi ve kuşatmayı gerektiren kemâl
mertebesinde gerçekleşir.
Bu alâmetler, hem perdeli
kimselerde ve hem de bilgi sahiplerinde bulunur.
Kâmillerin ve
"Efrad"m altındaki kimseye nisbetle ilâhî meselelerde hidâyetin
alâmetleri, vücûdî/varlık çokluğun nefyi ve çeşitli hükümlerinin baki
kalmasıyla birlikte kesrette bir olan Hakkı müşahede etmektir/kesreti vahdeti
görmek; bunun yanında, bu müşahedeye gerekli olan marifetin de bulunması gerekir.
Bu marifet, nisbet ve izafetlerin ortaya çıkışın ve de hüküm açısından yegane
varlık olan ve kendisinde hiç bir şekilde çokluğun bulunmadığı Hakka dönüş
sebeplerinin bilinmesidir.
Bu hâlin mensupları, bu halde
çeşitli derecelerde bulunmaktadırlar. Bu dereceler, müşahede, marifet ve
velayette; ittibamn sırrını, "muvafakat" ve "iktida"
yönünden bunun hükmünü bilmede; vakitli ve vakitsiz amellerin neticelerinde
ortaya çıkarlar. Bu ameller, "tabi"ye ve de "muvafık"a
nispetle sâdır olurlar.
Keşf ve marifet ehli olmayan
mümin ve müslümanlar hakkında da orta yol üzere istikâmet, çeşitli derece ve
mertebelere ayrılır.
Binaenaleyh, onlardan
zikredilen bu zevke en çok imân edenleri, ittibada en titizi, bu konuyla
ilgili söz konusu hususları en doğru şekilde tasavvur edebilen kimseler, ilk
tabakaya en yakın olanlardır.
Onlar, "îhlas" suresinde
ve "Onun benzeri gibi yoktur" âyetinde dikkat çekilen tenzih ile,
"Rabbımız dünya semasına her gece iner", "Allah, Adn Cennetinde
kendisine mahsus bir köşkte kalır", Hakkın kıyamet gününde çeşitli
suretlere gireceği, yedinci kat gökte bulunan meleklerle birlikte ineceği,
"fasıl" ve "kaza" Arş'ı üzerinde istiva edeceği, saitlerin
kendisini işiteceği ve kelâmını açık olarak duyacakları, Hak ile onların
arasında hiç bir tercümanın bulunmayacağı gibi "teşbih" ifâde eden
rivayetleri birleştirirler. Bütün bunlar, Hakkın kendisinden haber verdiği
gibi ve celâline yaraşır tarzda "zâhirlik" mertebesinde sabittir.
Çünkü, "tenzih" "el-Bâtm" ismiyle ilişkili olduğu gibi,
bütün bunlar da ez-Zâhir isminin şe'nlerindendir.
"Hüviyet" olarak
isimlendirilen Hakkın hakikati, zahiri ve bâtını birleştirir. Nitekim Allah, şu
âyetle buna dikkat çekmiştir: "O evveldir, âhirdir, zahirdir ve
bâtındır." Buna göre "hüviyet makamı", evvellik ve âhirlik,
zâhirlik ve bâtmlık arasında ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Hak, işaret ettiğimiz
bu konuya bizim için farz kıldığı Beyt-i Makdis'in ardından Kabe'ye yönelmeyi emrettiği
şu âyetinde de dikkat çekmiştir: "De ki: Doğu ve batı Allah'ındır.
Dilediğini sırât-ı müstakime ulaştırır." Yani Hak, doğu ve batı arasında
bulunan sırât-ı müstakime dilediklerini ulaştırır; çünkü bunun ardından
"Biz sizi orta bir ümmet olarak yarattık" âyeti gelmektedir. Nitekim,
aynı şekilde sizin kıblenizi de doğu ile batı arasında orta bir yerde
belirledik.
Doğu, zuhurun, batı da
bâtmlığın, "vasat/orta" ise, açıkladığımız gibi "hüviyef'in
sahibi olunca, bu durumda vasat mertebesinde bulunan kimse, itidal ve tam
istikâmetin sahibi olmuştur. Allah Teâla'nm "Nereye dönerseniz Allah'ın
vechi oradadır" âyetine gelince: bu âyet, Hakkın ihatasına, zâtı maiyetine
ve mutlakhğınm sırrına dikkat çekmektedir. Bu âyetin hükmü, kıblenin ne
tarafta olduğunu bilmeyen şaşkınlarda ortaya çıktığı gibi, doğu veya batı
tarafından kıbleye yönelenlerde de ortaya çıkar. Sanki bunlardan birisi,
gayesi kıbleye batı cihetinden yönelmek olsa bile, batıya; diğeri ise, kıbleye
doğu yönünden yönelmek niyetinde olsa bile batıya yönelmektedir. Bineği
üzerinde namaza kılan kimse de böyledir. Çünkü o da, bineğinin onu götürdüğü
yere göre namaz kılar. Nitekim, Hz. Feygamber'in böyle namaz kıldığı sabittir.
Kabe'nin içinde namaz kılan kimse de, belirli bir cihet tespit etmez.
Aynı şekilde, cihetlerin
kökenini müşahede edip, onlardan neredeliğin ve mekânın bulunmadığı mertebeye
terakki eden kimsenin durumu da böyledir. Bu kişi, hakîkate/ayn ulaşmış, bütün
cihetlerin, oluşun, makamların, hâllerin, mekânların boyunduruğundan
kurtulmuştur. Artık o kişinin kıblesi, bütün kıbleler, bütün din ve mezhep
mensuplarının cihetleri hâline gelmiştir. Binaenaleyh o, sülük etmez, aksine
ibraz ettiği şeyleri izhâr eder, ona onunla sülük edilir ve dönüş onadır.
Tekrar konumuza dönüp, şöyle
deriz: Daha önce zikrettiğimiz bu gurubun altında, tabilik ve imânda tam olan
tenzihçi gurup/taife-i münezzihe bulunmaktadır; bunlar, sıfatlan tatil etmezler
ve tevil edilecek şeyler hakkında da kesin hüküm vermezler.
Bunların altında ise,
Zahirîler vardır; bunlar, ne teşbih ederler ve ne de hüküm verirler.
Bunlardan her bir gurup,
çeşitli kısımlara ayrılır; her bir gurup arasında da inanç dereceleri olduğu
gibi, her derecenin de bir ehli vardır.
Şu halde, bu ifâde ettiğimiz
hususları öğrenip, îslâmi fırkaların hâlini araştıran kimse, onların hâlini
Öğrenir. Ayrıca, bunlar-, dan, dikkat çektiğimiz en yakın fırkaya en uzak olan
fırka hangisidir, bunu bilir. İki taraf arasındaki fırkaların neler olduğunu,
ulvî tabakaya bu fırkaların yakınlık ve uzaklık derecelerini bilir.
Şayet sözü uzatmaya neden
olmasaydı, bunları kısaca zikreder, onların metot ve yöntemlerini gösterirdim;
fakat gayemiz, kısa ve özlü anlatımdır. Binaenaleyh bu zikrettiğimiz şeylerde,
akıl sahipleri için yeterli bilgiler mevcuttur.
Allah, mürşiddir. [12]
Bilinmelidir ki: Kevnî
hakikatlere, ilâhî isimlere, ulvî ruhlara, felekî cisimlere/ecram-ı felekiyye,
tabiî dönüşmelere/istihalat-i tabiiyye, tekvini hâllere ve bütün vücûdî
ge-lişmelere/tatavvurat-ı vücûdiyye nispetle aslî-zâtî seyir, devridir.
Buna göre isimlerin seyri,
eserlerinin ve hükümlerinin kabiliyetlerde zuhur etmesiyle gerçekleşir.
Hakikatlerin seyri, türlü
mazhârlarda zuhurlarının çeşitlenmesine bağlıdır.
Ruhların seyri, Hakkın
teveccühünden yardım almak/istim-dad ve başka bir şekilde de yardım etmek için
yönelmekle gerçekleşir; ayrıca bu sülük, sürekli tazim ve arzu içinde
bulunarak, kendilerine mahsus zatî ibâdetlerini ifaya bağlıdır.
Tabiatın seyri, kendisinden
meydana gelen her hangi bir şeye her şeyin hüküm ve sıfatım kazandırmak ile
gerçekleşir.
Husûsî seyir ise,
"vasat/orta" noktasından olur, buna iki çizgi çıkar. Bunlardan
doğrusal olan çizgi, en kısa çizgidir; buna göre bu kısa, orta noktaya en yakın
olanıdır.
Binaenaleyh, şeriatta
belirtilen ve ona yönelmekle saadetin elde edilebileceği Hakka en yakın yol,
daha önce dikkat çektiğimiz "sırât-ı müstakîm'"dir.
Nitekim daha önce, küllî
mertebeler, hâller ve övülmüş yüce ahlaklardaki itidal ve adaletin nasıl
olduğunu belirtmiştim; bunların hükümlerine, eserlerine, vakte bağlı olan ve
olmayan neti-
çelerine, bunlardan zahir ve
bâtın olanlara dikkatini çekmiştim. Hidâyet mertebelerini ve yüce, orta ve daha
aşağı derecelerdeki mensupları; fiil, söz ve kalb açısından insanların
istikâmetteki hâllerim açıklamıştım.
İşte, şimdi de, bunların
hepsini "İslâm"'dan ibaret olan ilk "reşâd" mertebesinden
başlayarak, daha sonra imân, daha sonra da sâliklerin ilk makamı olan tevbe
olmak üzere, sâliklerin son makamına kadar veciz ve Özet bir şekilde
zikredeceğim. Böylece, iş nizâma kavuşur, işlerin başlangıcı ve sonlan,
ilkeleri ve neticeleri arasında ortaya çıkan "silsile" birbirine
bağlanır. Bunun ardından ise, hidâyetlerin tarzlarını getiren ve kemâllerin
gayelerine delâlet eden "nübüvvet" sırlarına dikkatini çekeceğim.
Son olarak da, -Allah'ın izniyle- istikâmet, eğrilik, ilkeler/mebâdi, gayeler
ve bütün bunlara ait sırları belirteceğim. Şöyle deriz ki:
Şeriat olarak ortaya konulmuş
olan özel yolda/ husûsî sırat "Reşâd" mertebelerinin ilki
"İslâm"dır. İslâm, tevhidin küllî mertebesinin hükmüne ve herkesin
kendisine istinat ve boyun eğdiğinin bilincinde olduğu Yaratıcı Allah'a boyun
eğmeye/in-kiyat mücmel olarak dikkat çeker. İslâm'ın, bir takım feri hüküm ve
hâlleri vardır; insanın bu hâllerle bezenip, bu hükümlere boyun eğmesi, onun
İslâm'ın mertebelerinde ve derecelerindeki seyrinden ibarettir.
Böylece insan, İslâm
mertebesinden imân dairesine geçer.
İnsanın, imâna ait hâl ve
hükümlerle olan ilişkisi de aynı şekildedir. Böylece, daha önce zikretmiş
olduğumuz ve hakkında "irfan", "keşif" ve
"müşahede" ehlini takip eder dediğimiz taifenin hâline ulaşır.
İmana mahsus kemâl
derecelerinin kaynağı, "tevbe" makamıdır. Binaenaleyh tevbe
makamındaki "orta", "mutedil" ve "müstakim yol",
doğruluğa /sıdk mâni kuşkulardan halis bir hâl ile bezenmek ve Hakka dönme
niyetinde iradeli olmaktır. Böylece tevbe, kendisine zarar verecek her şeyden
temizlenir, hükmü sabit ve makbul hâle gelir.
Bunun ardından ise, Allah'ın
kullarının tövbesini kabul ettiğini, günahlarını bağışladığını ve kullarının
yaptıkları işleri bildiğini özel olarak tasdik etmek gerekir. Nitekim, Allah
telâlarım "Sizin yaptıklarınızı bilir" âyeti, işaret edilen bu imâna
dikkat çekmektedir. Çünkü imân, bilindiği gibi, "tasdik"ten
ibarettir.
Buna göre, Allah'ın
insanların yaptıkları işleri bildiğine dair ihbarını tasdik eden kimse, onun
kerih gördüğü şeylere cüret edemez, çünkü, insan Hakka karşı zayıftır.
Bunu şöyle bir örnekle
açıklayabiliriz: İnsan, üzerinde egemenlik sahibi olan kendisi gibi bir
yaratılmış, herhangi bir şeyi yasaklasa ve o da, bu kimsenin o işi sevmediğini
bilse; sonra, bu işi yapabilme gücü elde etse ve bu konuda çok büyük bir arzu
ve kendisinde takat bulsa; bununla birlikte, bu işi yasaklayan o güçlü kimseyi
görüyor ve işitiyor olsa, bu durumda o insan, asla bu işi işlemeye cüret
edemez. Bu işi yapmaya dair arzusu, son haddine ulaşsa dahi bunu yapamaz.
Üstelik, başına bir bela gelmeyeceğinden emin olsa bile, sadece yasaklayan
kimseye karşı beslediği haya duygusu kendisini bu işi yapmaktan engeller.
Peki, ya böyle bir emniyeti
yok ise, nasıl hareket edecektir?
İmanın bu tarzı, sadece
Allah'a, kitaplarına ve resullerine olan icmâlî imân değildir, bilakis bu imân,
özel bir imândır. Ayrıca bu özel imân, Hakkın, resullerinin ve seçkin-kâmil
kullarının kaderin hükümleriyle ilgili bildirdikleri en büyük faydalardan
birisi, ya da zikrettiğimiz imân ile tahakkuk ettikten sonra kadere imân
etmektir.
Nitekim Allah teala şöyle
buyurmuştur: "Size, yeryüzünde ve nefislerinizde isabet eden her bir
musibet, biz onu icra etmeden önce ancak bir kitapta yazılmıştır. Kuşkusuz ki
bu, Allah'a göre çok kolay bir iştir. Böylece elde ettiklerinizden
se-vinmeyip, kaçırdığınız şeylerden dolayı da üzüntü çekmeyesi-niz."
(Yusuf, 87).
Hz. Peygamber de şöyle
buyurmaktadır: "Ruhu'l-Kuds benim "rav'"ımda bir nefestir. Hiç
bir kimse, rızkını tamamlamadan ölmeyecektir. Binaenaleyh Allah'tan sakınınız
ve ondan isteyiniz." Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur:
"Müslüman kulun imânı, Allah katında bulunan şeyleri, insanların
ellerindeki şeylerden daha güvenli bulmadığı sürece, kemâle ermez." Başka
bir sahîh hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Kişi, kendisi için istediği
şeyi, mümin kardeşi için de istemedikçe, imânı kemâle ermez."
Bu anlama gelen başka pek çok
hadis bulunmaktadır. Kul, peygamberinin ve Rabbının mîzâmyla kendi imânını
Ölçmelidir, böylece imânından neyi elde edip ermediğini öğrenmiş olur.
Hükmüne işaret ettiğimiz bu
makbul tevbe ile tahakkuk ettikten sonraki mutedil-orta, ve doğru/müstakim
yol, "inabe" ehlinin özelliği olan ihlas sıfatıyla salih amel
işlemeye sebat etmek, bunun ardından ise, amel-i salih ile ulvî mertebelere
yükselmektir. Nitekim Allah teala şöyle buyurmaktadır: "Güzel kelime ona
çıkar." Yani temiz ruhlar ve salih amel, Hakka ulaşır. Binaenaleyh insan,
imânı, tövbesi ve salih amelleriyle birlikte, mutluluk üstüne mutluluk,
kendisine en yaraşır olan emel ve sözlerin peşinde koşar. Böylece, takva sahibi
olur, imânın hakkından onun hakikatine ulaşır.
Hz. Peygamber, bir hadisinde
sahabesi Haris'in dikkatini bu imâna çekmiştir. Hz. Peygamber:
-"Haris! Bugün nasıl
sabahladın?" diye sormuş. Haris: -"Gerçek/hak bir mü'min olarak
sabahladım", demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber;
-Her hakkın bir hakikati
vardır, imânının hakikati nedir? diye sormuştur. O da;
-Nefsimi dünyadan azat ettim,
artık bana göre dünyanın taşı ve altını birdir," diye cevap vermiştir.
Bunun ardından da şöyle eklemiştir:
-Rabbimin Arş'ını açık bir
şekilde görüyorum. Sanki cennet ehli cennette nimetleniyor, cehennem ehli
ateşte azap çekiyor." Bu cevap üzerine Hz. Peygamber: -Bildin, böyle devam
et!" buyurmuştur.
İşte bu, imân derecelerinin
sonuncusu, ihsan derecelerinin ise ilkidir.
Sonra kul, terakki eder ve
farzları tam olarak ve hakkıyla ifa, Allah'a yönelik himmetini cem-i himmet,
Allah için yaptığı işlerde kalbini hazır/huzur kıldıktan sonra, nafileleri
arttırır; bununla birlikte, vâcib ve gerekli vazifelerine nispetle de eksikliğini
görür. Bunun ardından, Hz. Peygamberin daha çok sevdiği nafileleri artırır;
nafile ibâdetlerin Hz. Peygambere çok sevimli gelmesinin nedeni, Allah'ın
onları çok sevmiş olmasıdır. Böylece kul, Allah ve resulünün sevgisi onda
bulunduğu ve kalbin en iyi cilası olduğu için, nafile ibâdetlere girişir ve
onlara sarılır.
Kalb, bütün bu zikrettiğimiz
şeylerin etrafında döndüğü merkezdir.
Bütün bunların nihayeti ise,
Hakkın peygamberinin diliyle bildirmiş olduğu şu makamdır: "Kulum bana
nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder, ta ki onu severim. Onu sevdiğimde
ise, onun işitmesi ve görmesi olurum."
İşte bu, velayet makamıdır.
Bunun ardında ise, nihayetsiz Özel velayetler bulunmaktadır. Bu velayetlerin
sonsuz olmasının nedeni, kemâlde nihayetin olmayışıdır. Üstelik, "Ben
onun işitmesi ve görmesi olurum" mertebesi ile ve defalarca zikrettiğimiz
ve biraz sonra tekrar zikredeceğimiz "ahadiyet-i cem" makamının sahibinin
mertebesi arasında pek çok mertebe vardır. Buna göre, kemâlin ötesinde bulunan
dereceler ne kadar olabilir ki?
Binaenaleyh "Ben onun
işitmesi ve görmesi olurum" mertebesi ile kemâl mertebesi arasında
nübüvvet mertebesi, sonra risale t mertebesi, sonra özel bir ümmete nisbetle
sınırlı hilafet mertebesi, sonra umûmî risâlet, sonra umûmî hilafet bulunmaktadır.
Ayrıca, "cem"deki kemâl, bunun ardından da Rabbınm hâlifesi olan
insân-ı kâmil'in kâmil vekalet ve naipliğini içeren kemâl gelir. Bu naiplik,
Rabbmın onu hâlifesi yaptığı bütün şeylerde geçerlidir. Bunun yanı sıra, kulun
zâtına ve hâllerine mahsus şeyler de bunun içine girer.
Her nebi ve veli resul
değildir, bununla birlikte her resul, aynı zamanda nebi ve velidir. Risâleti
kılıç ile birleşen herkes, hâlifedir; resul olarak gönderilen herkesin durumu
ise, böyle değildir. Risâleti umûmî olan resulün -şayet kendisine risâletinin
ar-dnıdan hilafet de verilmişse- hilafeti de umûmîdir. Kemâl ile tahakkuk eden
herkes, bütün makam ve hâllerin üzerinde bulunur. Hakkın bir kimseyi hâlifesi
edinip, o kimsenin Hak'ta "ayn" olarak fâni, hüküm olarak baki
kalmasının ötesinde hiç kimsenin ulaşabileceği bir hedef yoktur; bununla
birlikte söz konusu kişi "mutlaklık/temahhuz" ve "teşkik"
özelliklerini birleştirir.
İnsân-ı kâmil'in hâllerinden,
yaşayışından ve alâmetlerinden herhangi bir şey öğrenmek isteyen kimse,
Miftahu'l-gaybi'l-cent ve tafsiluhû isimli eserimize ve onda bu ve benzeri
konulara dikkat çeken açıklamalarımıza müracaat etmelidir.
Kuşkusuz ki, ben bu kitaba bu
sırların bir kısmım özetle zikrettim. Eğer bu gibi cevherlere muttali olmak
istersen, bu kitabı incele, sözün sonunu başına bağla, eserde yayılmış
nükteleri ve açıklanmak istenmiş kapalı sırları bir araya getir. Bu durumda,
garîb sırları müşahede edersin, teemmül sahibinin "tekrar" olduğunu
zannettiği şeylerin böyle olmadığını görürsün. Bu gibi durumlarda bir defada
tam olarak açıklayamadığım şeyleri, başka bir ifâdeyle tekrar edip,
birincisinden farklı bir isim ile isimlendirdim; böylece, bu şey hakkında daha
önce bilinmeyen başka bir bilgi vermiş oldum. Bu konuda da, Rabbimin ve benden
önceki kâmillerin yöntemine uydum.
Binaenaleyh sen de, bu
ifâdeleri birleştir, aklmda tut, tatmin ol ve basiretli davran!
Allah, hâdidir ve doğruyu
gösterendir. [13]
Bilinmelidir ki: Nübüvvetin
bir sureti, bir de ruhu vardır. Bunlardan her birisinin de, bir hükmü ve
semeresi vardır.
Buna göre nübüvvetin Sureti,
teşridir.
Teşri, üç kısma ayrılır:
Birisi, zorunlu kısımdır. Bu kısım, kendisi için tespit ettiği bir şeriat ile
Allah'a ibâdet eden herkese mahsustur. O kişi, bu şeriat üzere sülük eder,
Rabbma bu şeriat açısından ibâdet eder. Şeriat, tarikattır/yol.
İkinci kısım, belirli bir
gurubu irşat için gönderilen resullere ait şeriattır. Buna göre bu durumdaki
resulün nübüvvetinin hükmü, insanlar için bağlayıcıdır; çünkü resul ve elçi
gönderildiği kimseler, kendisi için tayin edilen şeriatta ortaktırlar. Fakat
bu resulün şeriatının durumu, umûmî değildir.
Üçüncü kısım ise, Hz.
Peygamber Efendimizin risâletidir, çünkü onun risâleti, vahyin bütün
çeşitlerini ve her suretteki şeriatı kapsayan bir risâlettir. Onun şeriatının
durumu, kuşatıcıdır, | umûmîdir, süreklidir ve belirli bir sonu yoktur.
Hz. Peygamberin şeriatının
hükmü, sadece ve sadece kainatın ve zamanın düzeni bozulduğunda ortadan
kalkar. Bu düzenin bozulmasının bir tezahürü, Güneşin batıdan doğmasıdır; bu 4
ise, "ibret" ve "delil" olarak yeterlidir.[14]
Sonra şöyle deriz:
Nübüvvetin, tam olarak eseri ortaya çıkartan aslı açısından, şeriatımızda
küllî bir hükmü vardır. Bu küllî hüküm, beş fer'î ile ortaya çıkar. Bu ferler,
tertipleri ve mükelleflerin üzerine sirayetleri itibarıyla, vücûb, mendupluk,
sakındırma/ha tr7 kerahet ve ibahadır/mubahhk. Bunların mükelleflerin üzerine
sirayeti, onların hâlleri, fiilleri, anlayışları, vakitleri, yaratılışları ve
akıllarının aşinalığı ve ünsiyeti, kendisinden ayrılmalarının mümkün olmadığı
şekilde tabiatlarının ülfetine göredir.
Nübüvvet suretinin hükmü,
alemin nizâmının korunması ve suretleri açısından varlıkların saadetlerinin
bulunduğu yere sülük ve terakki için onların maslahatlarını gözetmektir,
nitekim daha önce bunu belirtmiştik. Ayrıca, tabiî vasıflar arasmda itidali
yerleştirmek, ifrat ve tefritten sakınarak bedenî alet ve kuvvetleri uygun ve
gerekli yerlerde kullanmak, bu noktadaki ilâhî itidal mizanını gözetmekle
tasarruf etmek, bu mîzânın gereğiyle amel etmek, ebedî diyar olan âhirette
tabiî-mahsus nimeti elde etmek, bedenin bütün kuvvetleriyle ilâhî ve mukaddes
ruha boyun eğmesini sağlamak için cüz'î istidadın elde edilmesidir; böylece
beden bütün kuvvetleriyle, ilâhî-mukaddes ruhun sıfat ve hükmüyle ve bunların
gerektirdiği ilâhî işler ve ruhanî faydalarla boyanır.
Nübüvvetin ruhu,
kurbiyettir/Hakka yakınlık; semeresi, safa ve tam olarak temizlenmek, bunun
ardından ise, sahih anlamda "muhazat/paralelliksin meydana gelmesidir; bu
muhazat. Hakkı bilmeyi, O'nu müşahede etmeyi, O'ndan bilgi almayı ve haber
vermeyi gerektirir. Ayrıca bu, şeriata uyan sâliğin ruhu ile nebinin ruhu ve
ona gelip, vahiy ve ulvî bilgileri ilka eden ruhlar arasındaki gaybî
münâsebeti/ilişki ihya eder. Bu ulvî bilgilerin ve vahyin eseri, ruhunu
güçlendirdiği ve temizlediği, vahiy ve ilka melekleri ile aynı makama girmede
ortak olduğunda bu mertebeye ulaşmış kimsenin üzerinde gözükür. Bu makam, vahiy
melekleri arasında bölünen ve melek vasıtasıyla ulaşacağı kimselere vasıl olan
mutlak vahyin tenezzül ettiği makamdır. Bunun yanı sıra o, ilâhî ismin hükmü
altına girmede de meleklerle ortaktır; bu ilâhî isim, elçinin gönderildiği
ümmet üzerinde
olduğu gibi, melek ve bu
ümmete gelmesi itibarıyla resulün üzerinde de egemendir.
Eğer resul asrının kâmili
olursa -mesela peygamberimiz gibi-bu durumda onda başka bir şart daha
bulunmalıdır. Bu da, onun "ahadiyet-i cem" mertebesinde vücûb ve
imkân mertebeleri için bir aynaya dönüşmesidir.
Nitekim, daha önce bundan
bahsetmiştik.
Şayet, resulün risâleti
"cüzî" ise, onun risâleti iki ilâhî isimden zuhur etmiş ve meydana
gelmiştir. Bunlardan birisi, el-Hâ-dî ismidir; diğer isim ise, peygamberin
hâline, ilmine, şeriatına ve yöntemine göre belirlenir.
Bütün resuller arasında
risâletinin bütün isim ve mertebeleri kuşatıp, hepsinin hükümlerini içeren
"Allah" isminden sâdır olan yegane Peygamber, Hz. Peygamberimizdir.
Binaenaleyh Peygamberimiz, kendisinin de işaret ettiği üzere, Allah'ın kulu ve
resulüdür.
Ruhu açısından nübüvvetin
hükmü, Allah'tan, O'nun isim ve sıfatlarından haber vermek, O'na ve O'nun
katındaki şeylere yönlendirmek suretiyle istidatları ikâzdan ibarettir.
Ayrıca nübüvvet, nefislerin
hâllerini, ruhanî saadetleri, manevî lezzetleri bildirir; vahiy ve gerçek keşif
yoluyla Hakkın bildirmesi olmaksızın ümmetin kendi akıllarınca bilemeyecekleri
şeylere yükselmeleri için himmetlere yardım eder. Böylece, nefislerdeki himmetler,
o şeyleri aramaya yönelirler; onları kendi inançlarına göre elde etmeye ve
Hakka kalb ve bedenleriyle birlikte nasıl teveccüh edeceklerini bilmeye önem
verirler; burada bedenlerin de zikredilmesi, hükümleriyle bezendiklerinde
bedenlerin kalplere tabi olması itibarıyladır. Ayrıca onlar, Hakka yapılan zâti
ibâdeti; vakte, mekâna ve hâle bağlı olan "hükmî" ibâdeti bilmek,
sülük ve benzeri şeylerle "cem" hâlinde en sağlam, en doğru, en yakın
yol ve en iyi tarz üzere teveccühü öğrenmeye önem verirler.
Onlar, bu yolun yolcularının
ve seçkin kâmillerin Hakka dair verdikleri ilim, hakîkat, esrar ve hikmetleri
anlarlar; bunlar, yaratıkların sadece akıllarıyla idrâk ve tammada aciz
kaldıkları hususlardır.
Ayrıca: Nübüvvetin ruhu,
yaratıkları Hakka yönlendirmek için irşadı bildirmektir; bu teveccüh, en doğru
ve sağlam yol' ve en güzel tarz üzere kemâli elde etmeyi gerektirir. Bu yol,
zararı gizli ve bilinmeyen engeller ile, faydası gizli sebepleri birleştiren
bir yoldur. Böylece, ihtiyaç duyulan belirli her iyi şeyi aramak, saadetleri
elde etmek için ondan yararlanmak, en güzel ve kolay şekilde kemâl ile tahakkuk
etmek, engelleyici işlerden yüz çevirmek ve hükümleri insana ulaşan herhangi
bir zararı ortadan kaldırmak mümkün hâle gelir.
Nübüvvet, zarar ve menfaate
tabi olan işaret ettiğimiz neticelerin bilgisini; bunlardan, sonlu olanları ve
herhangi bir müddet ile sınırlı olmayıp, hakkında "sona erer" hükmü
verilemeyenleri; gidişatı güzelleştirmek ve Hakkın dışındaki her şeye karşı zahit
davranmakla huyları ıslah etmeyi öğretir.
Bütün bunların gayesi, Hakkı
kâmil anlamda bilmek, O'nu zâtı olarak müşahede etmek, O'ndan bilgi almak,
kendisine ilka edilecek veya emredilecek veya bildirilecek şeyleri kabul etmek
için sürekli hazır olmaktır.
Kul, bunları kabul ederken
hiçbir itiraz veya tereddüt veya ihmal göstermez veya geri kalmasına neden
olacak yorumlama ve tevile kalkışmaz; daima, her şeyde öncelikli ve acil
olanlara riâyet eder. Bunu ise, öncelikle niyetiyle, ikinci olarak ise kalb
aynasını ve hakikatini temizlemekle yapar. Bu temizleme, bütün bu şeylerin,
hatta her şeyin aynada kendisiyle zuhur etmesini ve ortaya çıkmasını sağlar.
Başka bir ifâdeyle insan vasıtasıyla her şey, Hakkın ilminde ezelde bulunduğu
mutlak ve kâmil iyilikle alemde zuhur eder. Söz konusu iyilik, ilâhî ve zâtı
tertiple çelişen herhangi bir engel olmaksızın, o şey için zâtı ve ezelî
olarak sabittir.
Bu engeli, muhatabın/kabil
mahallinin kiri veya istidat eksikliğinden meydana gelmiş olan bir eğrilik
veya aynanın yapısında ortaya çıkan ve aynanın kendisine yansıyan şeyleri kötü
kabul etmesine neden olan bozukluk icap ettirmiş olabilir. Aynanın eksik
kabulü, kendisine yansıyan bütün şeylerin Hakkın nefsinde O'nun
bir sıfatı veya huyu veya
ilmi veya ilâhî bir ismi olarak bulundukları durumdan farklılaşmasından
ibarettir; ya da bu şey, Hakkın herhangi bir sıfatı veya fiili veya herhangi
bir varlık olabilir.
Bütün bunların varacağı yer,
bu kemâl ile tahakkuk ettikten sonra, Allah'ta fânî olmayı gerektirecek şekilde
kâmillik derecelerine dalmaktan ibarettir. Bu fânilik, kulun, Rabbinin zâtına
mahsus gaybmda tam olarak fânî olmasını ve Hakkın o kul adına bütün ilâhî ve
kevnî mertebelerde zuhur etmesini gerektirir. Hak, bu mertebelerde insan oluşu
açısından insana nisbet edilen bütün hâl, emir, fiil ve vasıflarla ve bu kul
açısından Rabbine nispet edilen ilâhî kemâl ile zuhur eder.
Basiret sahiplerinin
çoğunluğu, Hakkın kulu adına bu özelliklerle zuhur etmesini ve mertebelerde
onun yerine kâim olmasını, hilafetin ismi, hükmü ve hâli zannetmişlerdir.
Halbuki gerçekte
durum,,,Allah katında ve elde edilmesi çok zor olan bu müşahedenin sahiplerine
göre, bunun tam tersidir. Bu hâli elde edip, kendisi ile her şey arasındaki
nispî ilişkiyi gören; bütün kainatın kendisine nisbetinin, kuvvet ve aletlerine
mensup olduğu uzuvlarının bedenine olan nisbeti gibi olduğunu öğrendiği bir
mertebeye ulaşan; Allah'a sefer makamını geçip, O'ndan halkına ulaşan ve
Allah'taki seferi ne belirli bir süre ve sona ulaşmadan baki kalan; sonra da
Hakkı kendi işinde mutlak vekili benimseyen kişi, bu durumda şöyle der:
"Ya Rabbi! Sen,
yolculukta refikim, ailemde halifemsin. Rab-bim! Sen, sana olan seferimde benim
dayanağımsm. Sen, kendimin ve her şeyin bedelisin! Sen, bana özel olarak izafe
edilmiş olan ve bana hâlife olduğun zât, sıfat, fiil ve diğer özelliklerimde
ne güzel vekilsin! Bütün bunlar ve beni aleme hâlifen yapman açısından bana
izafe ettiğin her şey, kuşatıcı, umûmî ve ihata edici bir izafettir. Artık
sen, dilediğin şeylerle kâim ve dilediğin gibi benimle kâim ol! Sen, bizim ve
senden başka her şeyin yerine bize yetersin. Hamd, alemlerin rabbı Allah'a
aittir." [15]
Bilinmelidir ki: Yoldaki
istikâmet ve eğrilik, amaçlanan gayelere göre ortaya çıkar. Gayeler, ulaşılan
yerlerin ve nispî kemâllerin alemleridir. Bu nispî kemâller, "makam", "menzil" ve
"derece" diye isimlendirilirler.
Bunlar, yani gayeler,
başlangıçlar ile taayyün ederler; başlangıçlar ve gayeler arasında yollar
ortaya çıkar. Bu yollar, hakikatte, kendisinden seyr-i sülüğün başladığı
bidayet mertebesinin hükümleridir. Seyir, sâliğin, başlangıç ve gayelere mahsus
hâller ve hükümlerle bezenmesinden ibarettir. Sâlik, bu hâl ve hükümleri ya
kendisine çeker veya kendisinden uzaklaştırır, ya benimser veya terk eder.
Binaenaleyh sâliğin herhangi bir hükmün ardından başka bir hüküm ile
boyanması, bir halden başka bir hâle intikal etmesi, onun Allah yolunda sülük
etmesi ve yürümesinden ibarettir. Bununla birlikte salik, irâdesini
birleştirmeli, bütün himmetini teveccühünün kıblesi ve arzusunun gayesi olan
matlubuna yöneltmeli ve de talep ve niyeti, hiç bir kesinti ve kopukluk olmadan
teveccühüyle birleşmelidir.
Böylelikle, kendisine uygun
bütün hâl ve hükümler ile beze-nir, onların hakkını ifa eder.
Binaenaleyh sâlik, maksadının
kıblesi olan gayeye ulaştığında, bu hâl ve hükümler, sâlikin kendileriyle
bezenmesi ve onlara göre şekillenmesi açısından yerine getirilmişlerdir. Bunun
ardından sâlik, başka bir işe girişir ve böylece bu sâlikin –kim olursa olsun-
ehli olduğu gerçek kemâle ulaşıncaya kadar de-
\ vam eder.
Sonra şöyle deriz:
Başlangıçlar, teveccühlerin öncelikleriyle ortaya çıkarlar.
Teveccühleri ise, talebe ve
yollarda sülüğe neden olan sebep-ler/bais belirler.
Yollar, her şeyi sebepleri
harekete geçiren tarif vecihlerine göre tanımlar.
Sebepler, sahibinin
irâdesinin hükmüne göre ortaya çıkarlar; çünkü herkesin sebebi, o kimsenin
irâdesinin hükümleridir.
İradenin özelliği, ilimde
mertebesi ve sureti belirlenmiş olan şeyi izhâr etmektir.
İlim, gerçekte, Hakkın Zâtına
ait nurudur; kendilerine ve Hakkın dilediği seçkinlerine nisbetle kâmillerin
ilmi ise, Hakkın ilminin bir parçasıdır.
Şöyle ki: Bütün eşyayı sadece
Allah ile bilen kimsenin, Allah'ın ilminden bir nasibi vardır, çünkü o,
Allah'ın kendisine bildirmeyi dilediği şeyleri Allah'ı bildiği bilgiyle
bilmiştir. Buna, Kur'an-ı Kerim'de şöyle işaret edilmiştir: "Onlar, O'nım
ilminden ancak dilediğini ihata edebilirler." Hadiste ise, şöyle işaret
edilmiştir: "Artık benimle işitir, benimle görür, benim ile anlar."
Biraz önce
"ihtida"nm sırrıyla ilgili ifâde ettiğim şeyleri düşün ve anla! O
ifâdemi, küllî-ulvî ve ezelî bir şekilde hatırla! Eşyanın, kendi ilminde
taayyünleri itibarıyla Hak'tan meydana gelişlerini düşün! Sonra bunların irâde
ile zuhur edişlerini düşün! Son olarak da "Bütün işlerin sonu Allah'a
varır" âyetini aklında tut!
Terakki et, bak ve tenzih et!
Asla konuşma ve şu âyet üzerinde tefekkür et: "O, evveldir, âhirdir,
zahirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir." Böyle yaparsan, -Allah'ın izni
ile- daha fazla şeyler öğrenirsin.
Tekrar bu devri-küllî kaideye
dönüyoruz: Baisler, daha önce açıkladığımız gibi, ilim ile dairenin sonuna
kadar ulaştıkları gibi, aynı şekilde bazılarına nispetle de onun anlayışına,
idrâkine veya tezekkürüne veya kendi irâdesi veya irâdesinin dışında meydana
gelen "huzûr"una göre ortaya çıkarlar.
Huzur, hangi tarzda olursa
olsun, malûmun ortaya çıkmasını talepten/istida ibarettir. Malûm, zâtına ait
her hangi bir hâline göre alimin nefsini kendi ilminde taakkuî etmesinin ve
zâtını bunlar, yani hâlleri açısından ortaya çıkartmak istemesinin
suretleridir.
Tezekkür, şuur, huzur ve
anlayış, davet edenlerin/dua t davet ettikleri şeye yönelmenin sebebi, icabet
özelliğinin yaratıcısıdırlar. Cezbenin kuvveti ve davetin tesiri, çağrı
sahibinden, çağrılanda ve cezbe sahibinden, cezb edilende bulunan şeye göredir.
İcabet ve çekilme/incizab
kimde bir özellik olarak bulunuyorsa, bunlar, çağrı sahibi ile o kişinin
arasındaki münâsebetin ve şuurun kuvvetine; müşterekliği ve birliği temin eden
özelliklerin, farklılığa neden olan özelliklere baskın olmasına göredir.
Bütün bunların neticesi,
bütün cüzleri kemâle erdirmek, ferleri asıllarına ilhak etmektir. Böylelikle,
varlıktaki fertlerden her birisi, bütünün suretiyle/sûretü'1-cem', hükmüyle ve
özelliğiyle tahakkuk eder ve zahir olur. Bunun neticesi ise, zikredilen yorumla,
ferlerin asıllara dönüşmesi/sayrûret; Bir'in kendi zâtının hâllerinin
çeşitlenmelerinde "şahıs", "nev", "cins",
"fasıl" olarak zuhur etmesi, farkhlık/temeyyüz ve değişiklik sürekli
ve daima baki kalmakla birlikte başkalarının varlığının/ay nü 1-ağ-yar ortadan
kalkmasıdır.
İşte bu, farz kılman
"La-ilahe illallah/Allah'tan başka ilah yoktur "' ifâdesinin
sırrıdır.
Bu ifâdelerimden, neredeyse,
hiç bir şey anlamadığını zannediyorum! '
Sonra şöyle deriz: Zikredilen
huzur, ilini ile baislerin suretlerini tanımlar ve belirler; bu huzurun hükmü
ise, bilinen şeyin ortaya çıkartılmasıdır ve malûmun/bilinen ortaya
çıkartılması/istida, huzurdan sonraya kalmaz; burada ilim, ister huzurun gerçekleşmesi
hâlinde bilinene/malûm taalluk etsin, ister o, bundan önce bilmiyor olsun
aynıdır; fakat, o şeyin gaflet hâlinde veya ondan başka bir şeye geçmekle
mülahaza edilmesi, mümkün değildir. Çünkü hem huzurun ve hem de gaybetin
hükümleri, umûmî değildir; aksine, insanın bütün hâllerde herhangi bir şey ile
huzuru ve herhangi bir şeyden gafil olması gerekir. Gafletin hükmü, sadece
nispî ve izafetle ortaya çıkar.
Mebâdi ve gayelerdeki durum
da böyledir. Bunlar, daha önce belirttiğimiz gibi, niyet sahiplerinin niyetine
ve de seyr-i sülük edenlerin sülüklerine neden olan sebeplere göre ortaya çıkarlar.
Binaenaleyh, her gaye, bu gayenin bidayeti olduğu başka bir gayenin
başlangıcıdır.
Şu halde, herhangi bir hedef
belirleyip, ona yönelen bütün niyet sahiplerine nispetle en doğru yoldur; bu
yol, en sağlam, en sahih, şüphe ve afetlerden en salim, hedeflenen herhangi bir
gayeye en yakın yoldur. Bu şekilde olmayan bütün yollar, niyet sahibine göre,
zikredilen yola nispetle eğri ve istikâmetten uzak yollardır.
Artık, istikâmet ve
eğriliğin, maksatlar ile ortaya çıktığı görülmüştür. Şu halde, başkalarında
olduğu gibi bunlardaki emir de, nisbet ve izafetlere racidir, bunu anla!
Aslî hakikatleri, yüce ve
ulvî sırları, muntazam ve veciz ibarelerde, son derece ince ima ve işaretlerde
özetle açıkladım.
Allah, mürşiddir. [16]
Bu fasıl, "İhdina/bizi
ulaştır" âyetinde bulunan duanın sırrına ve kâmillerin dışındaki
insanların sülük, vukuf, sükûn, zuhur ve bâtınlık hâlinde bulunmaları gereken
en şerefli hâlleri içermektedir: [17]
Öncelikle duanın sırrı ile
başlayıp şöyle deriz: Bu suredeki "Bizi ulaştir/ihdina", kuldan bir
talep ve duadır. Sual ve dua, bazen zahir lisanı, yani suret ile olur, bazen
ruh lisanı, bazen hâl, bazen makam lisanıyla olur; bazen ise, gayb
mertebesindeki zâ-tî-küllî ve aynî istidat lisanı ile olur. Bu istidadın hükmü,
tafsilleri olan cüzî varlıkların istidadı cihetinden sirayet eder.
Dua ve talebe icabetin de
çeşitli tarzları vardır: Talep edilen şeyde ve tam olarak onun zâtına hiç bir
gecikme ve tehir olmadan Hakkın icabeti; talep anında bir bedel ile icabet;
"Lebbeyk/buyurunuz" veya bunun yerini alacak bir kelime ile icabet
etmek gibi.
Zikredilen dua lisanlarından
birisiyle dua edenden sâdır olan bütün dua ve taleplerin mukabilinde bir icabet
bulunur; bu icabet, dua sahibinin ilmine ve inancına göre dua lisanının dayandığı
mertebenin aslındandır. Bu dua sahibi, bu icabeti bu lisan yönünden davet
etmektedir ve o da dua esnasında dua sahibine hâkim vasıf ve hâl ile ortaya
çıkar.
Bu konuda tasavvurun
şahinliği ve huzurun/istihdar genişliğinin büyük bir tesiri vardır. Nitekim
Hz. Peygamber, bunu dikkate almış ve Hz. Ali'yi de bu konuda teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber, Ali'ye "Allah'ım, beni hidâyete ulaştır ve bana yol
göster" duasını öğrettiğinde şöyle demiştir: "Hidâyetin ile yol
hidâyetini zikret ve yol göstermekle de okun hedefine gitmesini düşün."
Böylelikle Hz. Peygamber, Hz.
Ali'ye dua esnasında bu iki şeyi aklında tutmasını/istihdar emretmiştir.
Bunu anlarsan, Hakkın
resullerin, kâmillerin ve benzerleri gibi seçkinlerin dualarına icabet
etmesinin pek çok sırrına muttali olursun; ayrıca, talep ve yakarışta
tasavvurun ve hâlin düzgün oluşunun icabet için güçlü bir şart olduğunu
anlarsın.
Bu ifâdemizi teyit eden
haberlerden birisi de, Peygamberimizin uzun bir hadisteki şu sözüdür:
"Eğer Allah'ı hakkıyla bilseydiniz, duanızla dağlar hareket ederdi."
Böylece Hz. Peygamber, zikrettiğimiz meseleye dikkat çekmiştir; çünkü bir şeyi
en iyi bilen kimse, onu en sahîh olarak tasavvur eden kimsedir ki, nitekim daha
önce buna işaret etmiştik.
Bunun izahı şudur: Bir insan,
kendisinden bir şey talep ettiği varlığı, daha önceden sahip olduğu veya dua esnasında
hazır olan ilim ve müşahedesi dolayısıyla sahîh tasavvur etse; özellikle bu
varlığın kendisine duayı emredip, kulun duasına icabet edeceğini taahhüt
ettikten sonra olmak üzere onunla konuşsa ve dua etse; bu kimsenin duasına
Hakkın icabet edeceğinde hiç bir kuşku yoktur. Falancayı çağırmayı kastettiğini
zannedip, başkasını aklına getiren ve başkasına yönelen, sonra da karşılık
bulamayan kimse, sadece ve sadece kendisini kınamalıdır. Çünkü o, duayı
emreden ve icabete kadir olana dua etmemiştir. O, sadece zihninde hazır bulunan
ve o esnada kendisine hâkim olan hâl ile tasavvurlarının unsurlarından inşa
ettiği bir şeye dua etmiştir.
Kuşkusuz ki, bu insanın
talebi, hiç bir netice vermez. Eğer netice verirse, bunun nedeni, Rabbma
beslediği hüsnü zannmm ve ilâhî beraberliğin şefaati, Hakkın her şeyi ihata
etmesidir; çünkü Hakkın özelliği, bütün tasavvurlar, tasavvur edilen şeyler ve
tasavvur sahipleriyle beraber olmaktır.
Şu halde, hakkında hata
yaptığı hükmü verilen teveccüh sahibi, bir açıdan isabet etmiştir. Buna göre
bu kişi, hata yapan müçtehit gibidir. Hata yapan müçtehit, bütünüyle mahrum kalmaz,
ödüllendirilir.
Bunu bil ve bu bölümde
zikretmiş olduğumuz şeyi hatırlarsan, Allah'ın izni ile doğruyu bulursun. [18]
Kuşkusuz ki, varlığında
senin için bir dayanak/müstened vardır ve bu, özellikle kendisine istinadın
açısından olmak üzere, senden daha değerlidir; çünkü ilk mertebe, fail ve
müstağni, ikinci mertebe ise, fakr/ihtiyaç ve infial/edilgenlik özelliğine sahiptir.
Bu dayanağına
yönelişlerinin en şereflisi; ona doğru yürüyü-şün/seyr ve kendisine
yakınlaşmak, ondan ilim veya müşahede veya mekân ve temkin yönünden pay elde
etmek niyetiyle ona teveccüh edişin açısından en şerefli hâlin, onu kalbinle
amaçlamandır.
Kalb, sendeki en şerefli ve
bütün organlarının tabi olduğu organdır.
Senin, bu asla dönük işbu
teveccühün, belirli bir nisbet veya ilmi veya şuhûdî veya itikadı herhangi bir
itibar açısından değil, mücmel ve mutlak bir teveccühle gerçekleşir. Zikredilen
itibarlar, "cem" veya "fark" veya her ikisinin suretiyle
birlikte, tenzih ve teşbih veya bunlara tabi benzer şeyler gibi nefy ve ispatın
feri olan itibarlardan herhangi bir şeyin nefyini veya ispatını gerektirler.
Bir tek nisbet, bunun dışındadır; bu nispet olmaksızın, hiçbir seyir, teveccüh,
ümit ve talep geçerli değildir. Bu nispet, senin O'na, O'nun da sana taalluk
etmesidir. Başka bir ifâdeyle bu tek nispet, senin ilminde veya O'na dair
inancında taayyünü açısından Hakkın seni, senin Hakkı taakkul etmendir.
Bu nisbet, diğer itibarlar
gibi, ortadan kalkarsa, ne sülük, ne istinat ve ne de başka bir şey olabilir.
Zannetme ki, bu hâl sadece perdeli kimselere nisbetledir, bilakis bu durum,
müşahede sahibi arif hakkında da böyledir. Çünkü arif, marifet ve müşahedenin
son derecesine ulaşsa bile, kendisiyle birlikte bir tek itibar kalır. Bu
itibar, "ayn/haricî" olarak değil, ilmi olarak taaddüdü korur. Eğer,
bu tek itibar olmasa idi, ne şahidin ve ne de meşhûdun/Hak mertebesi sabit
olur; ne şuhud, ne seyir, ne talep, ne başlangıç, ne bitiş, ne yol, ne
ihtiyaç, ne tahsil, ne umut, ne vuslat, ne açıklama, ne rüşt, ne de irşâd eden,
ne sapık, ne hidâyet eden ve ne de başka herhangi bir şey mevcut olurdu.
Arif bazen bu kalan nispeti
Hakkın gözüyle görür. Arifin bu nispeti Hakkın gözüyle görmesi, kendi açısından
veya kendi gözüyle veya kendi mertebesine göre değil, Hak açısındandır. Böylece
arif, geride kalan bu nisbeti görmenin, tevhidin tecridine zarar vermediği
hükmünü verir. Bazen, müşahedenin egemenliğinin güçlü olmasından dolayı bu
nispeti göremez veya tecellînin gücü, o nispeti idrâkini engeller. Fakat arifin
o nispeti idrâk edemeyişi, gerçekte, onun bulunmasına mâni değildir. Çünkü herhangi
bir şeyi bilmemek, o şeyin olmamasını gerektirmez.6
Bu durum sabit olup,
insanın Haktan farklı ve ona muhtaç oluşunu gerektiren nisbetin -ki, isterse bu
nispet, sadece taayyün ile insanın Haktan farklılaşmasının taakkul nispeti
farz edilsin- zorunlu oluşu bilindikten sonra, kul, bütün himmetini Hakta
toplamalıdır/cem-i himmet. Ayrıca, Hakka dönük teveccühünü, zanlarm,
inançların, ilimlerin, müşahedelerin veya Haktan kendisine veya başkasına
tecellî eden veya diğer insanların
6 Burada Konevî, sülüğün
nihayetini betimlerken vahdet-i vücûd mensuplarına yöneltilen bir eleştiriyi
zımnen çok açık bir üsiupla çürütmektedir: Acaba, vücûdun bir olduğunu
söylemek, mutlak anlamda her şeyin Tanrı olduğu kaba bir panteizm olarak mı
görülmeiidir? Konevî, burada açık bir şekilde bunu reddetmektedir. Konevî'nin
görüşleri sadece burada zikrettikleriyle sınırlı değildir, özellikle
Miftahu'I-gayb'-da iik tahkik kaidesi olarak zikrettiği görüşleri zâten bunun
esasım ve çerçevesini belirmektedir. Buna göre, hakikatler sabittir ve her şey
zâtı gereği iktizâ ettiği şeyleri iktizâ ederler.
mahrum bırakılıp, sadece
kendisine tahsis edilen şeylerden temizlemelidir.
Kul, teveccühünü zikredilen
tarzda halis kıldıktan sonra, bâtınında diğer vücûdî-ilâhî, esmaî, kevnî ve
imkânı mertebelerin itibarlarım taakkulden yüz çevirmekle, O'nun mertebesine
yönelmelidir/mukabele. Bu yüz çevirme, bütün bu zikredilenlerin herhangi
birisinin tesirinde kalmadan ve ona bağlanmadan hür kalarak dua eden bir
kimsenin yüz çevirmesidir; sadece, Hakkın "ayn"ı açısından değil,
hakikati açısından insan ile Hak arasında bulunan bu belirli nispet bunların
dışındadır. Bu durumda insan, Hakkın şerefinin kendi üzerinde sabit olması,,
onu ve onda bulunan şeyleri ihata etmesi yönünden O'na teveccüh etmiş olur.
Bu teveccüh, Hakkın
kendisine dair ilminin en kâmil, en ulvî ve onlara nispetle ilk ve en
layık/evla mertebelerinde kendisini bildiği tarz üzere, isim ve sıfatlardan
münezzeh, "heyulanı" vasıftaki bir teveccühtür. Hakkın kendisine
dair bu bilgisi, daha önce de belirttiğimiz gibi, herhangi bir kayıt, ıtlak,
tenzih, teşbih veya bunların nefyi ya da Bunların birleşiminde münhasır değildir.
Kulun bu teveccühü, bu tecellîden de halis olmuş ve en büyük tecellîleri bile
kabul eden temiz bir kalb ile gerçekleşir.
İnsanın, bu halis ve
tecellîye teşvik eden teveccühü, onun ilminin ve irâdesinin bütün ilgilerini
ortadan kaldırır. Binaenaleyh, zikredilen bu teveccühün dışında herhangi bir
malûm veya irâde edilen şey veya hâl veya sıfat geride kalmaz; bu teveccüh,
küllî ve her çeşit taayyünden münezzehtir.
İlâhî veya kevnî herhangi
bir şey taayyün ederse, insan ona bağlıdır ve -kendi açısından değil- onun
açısından ona tabidir; öyle ki, ne zaman bundan yüz çevirse, zikredilen
mutlak-heyu-lânî özellikle önceki tam boşluk/ferağ hâline dönmüş olur. Hatta
insan, kendisi için taayyün eden şeye tabi olduğu vakit, insanın kendi varlık
nüshasından o şeye mukabil ve benzer bir şey/emr de taayyün eder. Buna göre bu
şeyin/emr, insandan taayyün eden şeye nispeti, taayyünün taayyün edene/müteayyin
nispeti gibidir.
Buna göre, taayyüne
açıklandığı gibi kendi benzeri bir taayyün ile mukabele edildiğinde, uygun
karşılık ve tam adalet zuhür eder; insandan taayyün eden şeyin dışında kalan
zâtına a şeyler ise, mutlaklığı üzere bakidirler. Bu şeyler hakkında, her hangi
bir sıfat veya isim veya keyfiyet veya alâmet veya taayyün veya resim yoktur.
Nitekim aynı durum Hak için söz konusudur; çünkü Hakkın zâtından, ulûhiyet
alanına -ki ulûhiyet Hakkın mertebesidir- nisbetîe, ancak varlıkların/a'yân
istidatlarının davet ettikleri şeyler zuhur edebilir. Söz konusu a'yân, Haktan
yayılan Vücûd/Vücûd-ı münbâsit ile vasıflanmışlardır.
Hak, bu a'yânin gerektirip
Hakkın onlara göre ve kendileriyle taayyün ettiği şeylerin dışında, Zâtına has
gaybî mutlaklığı üzere bakidir; bu mutlaklik, herhangi bir sıfat veya hüküm
veya hâl veya mertebe veya resim ile sınırlanmaktan münezzehtir.
Bunu anla! Ve Rabbinden
O'nun sureti üzere olabilmen ve suretiyle zuhur edebilmen için bu makamı sana
hal olarak nasip etmesini talep et!
Allah'a seyr eden
sâliklerin ve sırât-ı müstakim üzere yürüyenlerin intikal ettikleri bütün
hâller, zikredilen bu mutlak hâlin hükmüdür. Sâlikler, "tesir" veya
"teessür" olarak, bu hâllerde bir halden bir hâle ve bir hükümden
başka bir hükme intikal ederler; nitekim, farklı ve çeşitli renkler,
kendilerinin aslı olan mutlak külli renge racidirler.
Şu halde, misâl sadedinde
zikrettiğimiz bu mutlak rengin kendi hakikatine mahsus kemâle doğru seyri, onun
çeşitlenmesi, detaylaşması, meydana gelmesi ve ulaşması yönünden renklerdir;
bütün bunların kemâli ise, birleşerek ve birbirlerine kavuşarak tekrar asıl
renge dönmeleridir.
İşaret ettiğim hususa
dikkat et ve bunu daha Önceki benzerlerine ekle! Bu durumda nihai sırlan ve
özel sırât-ı müstakim üzere yürümenin keyfiyetini öğrenirsin; bu, en üst
nihayet mertebesiyle bitişiktir. Burası, saadetlerin kaynağı, ilâhî isimlerin
ve sıfatların çıkış yeridir.
Allah, doğruyu söyler ve
dilediklerini sırât-ı müstakimine ulaştırır. [19]
Bu âyette, umûmî ve özel
nimet açıklanması, gazap ve dalâletin mânâları; bu Özelliklerin erbabının
mertebeleri bulunmaktadır. Öncelikle, bu âyetin zahirînin çağrıştırdığı
mânâlarla başlayacağız. Bunun ardından, adetimiz üzere, -Allah'ın izniyle-
âyetin zahirinden bâtına ve onun ötesine geçeceğiz.
ilinmelidir ki:
"Kendilerine nimet verdiklerinin yolu", gönülleri acziyete düşürmek
babından, zikredilen sırât-ı müstakimi tarif etmektedir. "Sırat"
kelimesini, dilbilgisi gereğince yeterli Ölçüde açıklamıştık, bu açıklamaları
burada tekrar etmemize gerek yoktur. "Onlar ki/Ellezîne" ifâdesi hakkında
Allah'ın takdir ettiği açıklamaları yapacağız.
Şöyle deriz: Cümle,
nekredir. Marife bir cümle, nekre bir cümleyle ancak "Ellezi" ve
bunun gibi ism-i mevsuller vasıtasıyla tavsif edilebilir. "Ellezi"
kelimesinin aslı, "Elleziyyu"dur; sık kullanım ve tedavül
dolayısıyla kelimenin "Yadsının şeddesi hazf edilmiş, sonra aşama aşama
diğer "Ya" da hazf edilmiş, "Ellezi" hâline gelmiştir.
Sonra kesre hazf olmuş, "Ellez" olmuştur. Bazıları ise,
"Zaî" harfini de hazfetmiş, geriye sadece fiilin kendisi olan şeddeli
"Lam" harfi kalmıştır. Diğer "Lam" ise, marifelik bildiren
"Lam"dır. Mesela, "Zeyd ellezi kame/Zeyd ki, o kalktı" veya
"el-
Kâim" denildiğinde,
anlam aynıdır. Buna göre "el-Kâim" kelimesindeki "Lam",
"Ellezi" ism-i mevsulunün yerini almaktadır.
"Ellezîne"
kelimesindeki "Ya" ve "Nun" harfleri, çoğul takısı
değillerdir, aksine bunlar, delâleti arttırmak içindir. Şöyle ki,
"çoğul" veya "tekil" böylece nitelenen şeyde eşit olduğu
sabittir. Ayrıca, "Ellezîne" kelimesindeki "Ya" ve
"Nun" harfleri, çoğulluk ifâde etmiş olsalardı, bu gibi durumlarda
adet olduğu üzere, bu kelimede hazf edilmiş olan aslî "Ya" harfi
çoğul yapılırken iade edilirdi; ayrıca kelime, mebni değil, murab olurdu. Kuşkusuz
ki "Ellezîne" kelimesi, mebnîdir. Şu halde bu da, bizim ifâde
ettiğimiz görüşün doğru olduğuna delâlet eder.
Bu âyetin kısımları ise,
manevî-Rabbanî suallere verilmiş cevaplar gibidir.
Adeta, kul "Bizi
sırât'a ulaştır" dediğinde, rubûbiyet lisanı şöyle der:
-"Hangi sırât'ı/yol
istiyorsun? Çünkü sıratlar pek çoktur ve hepsi de bana aittir.
Bunun üzerine ubudiyet
lisanı şöyle der:
-"Bunların içinden
"müstakim" olan sıratı istiyorum."
Rubûbiyet lisanı ise, şöyle
cevap verir:
-Bütün yollar/sıratlar
müstakimdir. Çünkü ben, bütün yolların gayesiyim. Bütün yollarda yürüyen
kimseler, nihayette bana ulaşacaklardır. O halde, sen talebinde bunlardan
hangisini istiyorsun?"
Bunun üzerine ubudiyet
lisanı şöyle der:
-Bütün bunların arasından
kendilerine nimet verdiklerinin yolunu istiyorum."
Rubûbiyet lisanı, şöyle
der:
-Ben, kime nimet vermedim
ki? Varlıkta, benim rahmetimin kuşatmadığı ve nimetimin kapsamadığı bir şey var
mıdır?"
Ubudiyet lisanı şöyle
karşılık verir:
-Bildim ki, senin rahmetin
kuşatıcı ve tamdır; nimetin, her şeye ulaşmakta ve her şeyi şâmildir. Fakat
ben, sadece ve sadece zahir ve bâtın nimetlerini verdiğin kimselerin yolunu
talep ediyorum; onlara verdiğin nimet, gazâb ve gazabın sıkıntısından, dalâlet
ve onun şaibesinden temizdir. Çünkü, nimet hidâyet nimetleriyle çevrelenmiş
olarak bana gönderilmediği sürece, gazâ-bm belalarından salim olmak, beni
tatmin etmez. Bu nimet, çöl-lerdeki şaşkınlık sıkıntısından ve de kuşku, şüphe
ve ifsat vartalarından halis olmalıdır. Yoksa, aynı anda bâtınım sükuna engel
kuşkuların hücumlarıyla ve zan ve şüphelerin taşlamalarıyla yaralı iken,
zahirimin nimetlendirilmesinde ne fayda vardır ki?"
Şu ha]de, şaşkm kimsenin yarından
umduğu şeyleri bırak ki, bu durumda Hz. Peygamberin Rabbinden haber verdiği şey
tahakkuk eder. Hz. Peygamber, Allah telâlanm şöyle buyurduğunu bildirmiştir:
"Bunlar kuluma aittir. Kulum, her istediğini elde edecektir."
Şu halde nasıl istenileceğini
bilirsen, Allah'm ihsanından umulacak şeyleri de elde edersin! [20]
Bilinmelidir ki: Nimetin,
işaret ettiğimiz aslının bir sureti, bir ruhu ve bir de sırrı vardır.
Binaenaleyh nimetin asimin sureti, islâm ve boyun eğmek; ruhu imân ve ihsan;
sırrı ise, tevhit ve kesin imândır.
Buna göre İslâm'ın hükmü,
dünyanın zahirine; İmanın hükmü dünyanın ve zahir yaratılışın bâtınına taalluk
eder. İhsan ise, "Berzah" mertebesi ve o aleme ait yaratılışla
ilgilidir. Nitekim Cebrail'in, "İhsan nedir?" diye sorduğunda Hz.
Peygamber'in verdiği "Allah'ı görür gibi ibâdet etmendir" cevabında
buna işaret edilmiştir. İşte bu, berzah alemine ait "müşahede" ve
"istihdar"dır.
Tevhidin ve yakının sırrı
ise, âhirete mahsustur.
Bu veciz ve değerli kelimelere
sığdırdığım sırlara dikkat edersen, bunlarda pek çok şey bulunduğunu
öğrenirsin!
Allah, mürşiddir.
Ayrıca Hak, kendisinden bu
âyette istenilen nimeti verdiğimselere şu âyetiyle dikkat çekmiştir:
"Allah'a ve resulüne itaat eden kimse, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
nebiler, sıd-dıklar, şehidler ve salihler ile beraberdir." (Nisa, 69).
Bunun ardından ise, şöyle
buyurur: "Bu Allah'ın fazlıdır. Allah alim olarak kafidir."
Şu halde bu dört mertebe,
altında bulunan sairlerin mertebelerinin tür ve cinsleri gibidir.
"Salah" ise, sonuncu türdür.
Sonra: Hak, burada özetle
ifâde ettiği şeyleri, başka bir yerde genişçe açıklamıştır. Burada,
peygamberini dostu Halil İbrahim'den başlayarak isimlerini saydığı bu taifenin
kâmillerine uymaya teşvik amacıyla Hz. İbrahim'i zikrettikten sonra şöyle
buyurmuştur: "Ona İshak'ı ve Yakub'u verdik. Her birisine hidâyet ettik.
Daha önce de Nuh'a hidâyet etmiştik. Onun zürri-yetinden ise, Davud, Süleyman,
Yusuf, Musa ve Harun'a hidâyet ettik, işte, ihsan sahiplerini bu şekilde
ödüllendiririz." (Enam, 84) Başka bir âyette ise şöyle buyurmaktadır:
"Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas. Hepsi de salihlerden idiler." (Enam,
85) Sonra şöyle buyurmuştur: "İsmail, Elyesaa, Yunus, Lut: Bunların
hepsini de alemlerden üstün kıldık." (Enam, 86).
Sonra da bunları
birleştirici ve kuşatıcı bir kısım zikrederek şöyle buyurmuştur: "Onların
atalarından, zürriyetlerinden-ve kardeşlerinden seçtiğimiz kimseler vardır ve
onlan sirât-ı müstakime hidâyet ettik." ((Enam, 87) Ardından da şöyle
buyurmuştur: "İşte bu, Allah'ın hidâyetidir. Kullarından dilediğini onunla
hidâyete ulaştırır. Şayet şirk koşarlarsa, işledikleri amelleri silinir."
(Enam, 88) Sonra şöyle buyurmuştur: "Onlar, kendilerine kitap, hüküm ve
nübüvvet verdiğimiz kimselerdir." (Enam, 89) Sonra, şöyle buyurmuştur:
"İşte onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Onların rehberliğine
uy.!" (Enam, 90)
Hak, söz konusu nebileri
burada üç âyete taksim etmiş, birinci taifeyi "ihsan", ikincisini
"salah", üçüncüsünü de hepsinin müşterek olduğu genel özellikle
nitelemiştir. Bunun yegane sebebi, nübüvvette ortak olmakla birlikte bu
peygamberlerin çeşitli tabakalarda bulunduklarına işarettir. Bunun ardından
Hak, dördüncü tabakayı, bu üç ve öteki tabakaların hükümlerinin bir bileşimi
yapmıştır.
Artık, sen de hâlini
derleyip, daha önce dikkatini çektiğimiz hususları hatırlamalısın! "İşte
onlar resullerdir, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık" (Bakara, 253)
âyetini aklında tut. Bununla birlikte resuller, herhangi bir ayrımın
bulunmadığı risâlette müşterektirler. Allah teala şöyle buyurmaktadır:
"Resullerinden hiçbirisini ayırt etmeyiz." (Bakara, 285)
Yukarıda zikredilen dört
mertebeye dikkat et ki, bunlar, nübüvvet, sıddıkhk, şehâdet ve salahtır. Bu
durumda, Allah'ın izni ile, Kur'an'm işaret ve sırlarının pek çoğunu
Öğrenirsin. Binaenaleyh bu âyetler, âyetle kast edilen anlam açısından
"Bizi si-rât-ı müstakime ulaştır, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna"
(Fatiha, 7) âyetini açıklamaktadırlar.
"Kendilerine gazâb
edilenler", Şeriatın bildirdiğine göre Yahudiler,
"dalâlettekiler" ise, Hıristiyanlardır. Hz. Peygamber, Kur'an'daki
muhtemel herhangi bir ifâdeyi belirlediğinde, bu durumda hiçbir şekilde başka
bir yoruma gidilemez, bunu böylece bilmek gerekir.
Allah, bu âyetin zahiriyle
ilgili olarak Nahiv meseleleri ve Kur'an'daki dînî sırlarından bir kısmını
açıklamayı nasip etmiştir. Bunun yanmda, ansızın gelip, gizlenmesi ve
engellenmesi mümkün olmayan âyetin içerdiği bazı önemli sırları zikretmeyi de
nasip etmiştir. Şimdi ise, âyet hakkında "bâtm" diliyle açıklamalara
başlayacağız; gerçi, "sırat" hakkında daha önce yaptığımız
açıklamalarla yetineceğiz. Şöyle deriz:
Bilinmelidir ki: Haktan
kullarına ulaşan nimetler, iki türlüdür: zatî ve esmaî nimetler. Zâtı
nimetler, eşyanın Haktan, hakikatleri açısından talep ettikleri şeylerdir.
Eşya, bunları gayb mertebesindeki küllî istidatlarının lisanlanyla talep
ederler ki, bunlar, zâtların lisanlarıdır. Bu taleplere hemen icabet edilir,
bunların geciktirilmesi ve örtülmesi söz konusu değildir. Aksine, istenilen
şeydeki talep gibi, bu da zatî bir icabettir.
Bu nimetler, asıl
açısından, tek nimettir; bunların çoğalması, her hakikatin mertebesinde ve ona
göre nitelik kazanması ve çeşitlenmesi açısındandır.
Esmaî nimetler ise, çeşitli
kısımlara ayrılır: Bunların bir kısmı, nimet meydana getiren nimetlerdir. Bu
kısma örnek olarak, bedene ait uzuvları, melekeleri ve araçları verebiliriz;
manevî ve mahsus özellik ve hâller de bu kısma girerler. Bütün bunlar, cüzî
varlık istidatlarının suretleridir. Şu halde insanın muhtaç ve kemâle erme
ihtiyacında olmasına nispetle, bunların her birisi ve bu kemâli sağlamaya neden
olan sebepler, nimet veya nimetlerdir. Bunların hepsi, Hakkın zâtma mahsus
inayeti ve gayb mertebesindeki küîlî istidat ile, kâmiller hakkında onlarm
"kemâl" ile tahakkuk etmelerini; diğerlerine nispetle ise, kendilerine
layık ve ehil oldukları kemâli meydana getirirler.
Bahsettiğim bu emir ve
makamla ilgili olarak bunu pekiştiren şey, Haktan el-Hâdî ismi açısından ulaşan
"tevfik" nimetidir. Bu nimet iki kısmıdır: Birincisi, ilme mahsustur;
insanın bâtını, ruhu ve ruhanî amelleri buna aittir. İkinci kısım ise, amelle
ilgilidir; insanın zahiri ve zahirinin ]evâzımı da buna aittir.
Buna göre ilme ve bâtmî
ibâdete mahsus tevfik nimeti, kutsi müşahedeleri, mukaddes ve ulvî hâlleri,
ruhanî lezzetleri, Hakkın ihsanından kaynaklanan mülahazaları, imâna ait
nurları, rabbani riyasetleri, insanı aciz bırakan kuşkulardan ve saptırıcı
şüphelerden kurtulmanın ve salim olmanın lezzetini meydana getirir.
Çünkü kuşkular, doğru yolu
arayan kimseyi yanılttığında, çeşitli görüşler, hevesler, değişik ve farklı
inançlar onu çektiğinde, o kimse, en şiddetli ruhani azaba maruz kalır,
şeytandan kaynaklanan hayalî arzu ve kuruntuların egemenliği altmda yok olur
gider. Bu farklı inançlar, kararlılık ve ciddiyet içinde Hakka yönelmiş
kimselerin azimlerini parçalar, tefekkür sahiplerinin ve tereddüde düşenlerin
kalplerini kuşkulara düşürür.
Şu halde, böyle bir kimse
için ve ona nispetle kesin ilme dayanan bir "nur"dan daha büyük hiç
bir nimet olamaz; bu nûr, o kimseye işin gerçeğini gösterir, bu kötülüğün içine
düşmekten onu kurtarır. İşte bu, hiçbir afiyetin benzeyeni ey eceği ruhanî bir
afiyettir. Çünkü, özellikle hastalığın akabinde geleni olmak üzere, cismanî
afiyette insan hakkım takdir edemeyeceği bir tat bulur.
Peki, ruhanî afiyetin
değeri hiç takdir edilebilir mi?
Ruhanî afiyet, cismanî
afiyete nispetle daha üstün, daha sabit, daha sürekli ve aslî ve hakikî
itidale daha yakın ve daha güçlüdür; gayb ve şehâdet aleminde saadete, ancak
ruhanî afiyet ile ulaşılır.
Amele ve insanın zahirine
ait nimetlerin diğer kısmı ise, cennet mertebelerini, cismanî lezzetleri,
nefsânî-tabiî fayda ve rahatları dünyada karışık, âhirette ise saf olarak
meydana getir. Nitekim Hak teala, şu âyetiyle buna işaret etmiştir: "De
ki: Kulları için çıkardığı zinet ve nzıkları yasaklayan kimdir? De ki: Onlar
dünya hayâtında imân sahiplerine aittir. Ahirette ise halis olarak onlara
aittir." (Araf, 32) Yani bu nimetler, dünya hayâtında elemler, sıkıntılar
ve hastalıklarla karışmış olarak imân sahiplerine aittirler; âhirette ise
şüphelerden arınmış, temiz ve saf olarak onlara ait olacaklardır.
Bunun için Hak, kullarım
irşat etmiş ve onlara, kendilerini sı-rât-ı müstakime ulaştırmasını Hak'tan
talep etmelerini bildirmiştir. Sırât-ı müstakim, gazâb sıkıntısından ve
dalâlet mihnetinden arınmış nimetin verildiği kimselerin yoludur.
Şu halde bu kimselerin
makamlarının lisanı şöyle der: "Ey Rabbımız! Senin şâmil ve umûmî olan ilk
rahmânlığm bizlerin yaratılışını gerektirmiştir. İlk rahîmliğin ise, bu vücûdî
özellikleri bize tahsis etmiştir. -Onlar, bununla Besmele'de bulunan
"er-Rahmân ve er-Rahîm" isimlerini kast etmektedirler.- Bu özellikler,
bizim her birimize mahsustur; bunların hepsi, senin Zâtına mahsus nimetin ve
ihsanından kaynaklanan rahmetinden gelir."
"İkinci rahmânhğın ise
-ki bu rahmeti, kereminden dolayı kendine vâcib kılmışsmdır-, el-Hâdî isminin
hükmünün umumîliği cihetinden biz müminler topluluğunu kuşatmıştır. Nitekim
buna şöyle işaret etmektesin: "Rabbımz, kendi nefsi üzerine rahmeti
yazmıştır." (Enam, 54)
Eğer, imân, emrine boyun
eğmek, hükmüne teslim olmak, tevhidini ikrar etmek nimetiyle bizleri
kuşatırsan, her birimiz seni zikretmek, sana övgüde bulunmak, seni tazim
etmek, sana tevekkül etmek ve senin rabhğmı kabul ettikten sonra sadece sana
ibâdet etmeye yöneliriz; ayrıca, acizlik özelliğini ve varlık noksanlığını
izhâr etmek suretiyle senden yardım talep ederiz."
"Sonra, ikinci
rahîmliğini el-Hâdî isminin özel bir hükmüyle bize tahsis ettin; bu, hidâyet
ve sülük tarzlarının en şerefli olanlarını, en doğru, mutedil ve salim yol
üzere talep etmeyi gerektirmektedir. Biz de, sevdiğin kâmil kullarına bahş
ettiğin nimetlerle nasiplenmeyi ve onları elde etmeyi istilzam ettiği için
bunu senden talep ettik. Bu nimeti, kendileriyle birlikte yolların en düzgünü
ve doğrusu, en yakın ve salim olanı üzerinde yürüdüğünde kâmil kullarına bahş
etmiştin. Böylece onlar, yürürken kullandıkları asalarını, sende fânî olmaları
hasebiyle atmışlar, seni bilip, müşahede ettikten sonra ihsanının bolluğunu,
nimetlerinin en şereflisini, karışım kusurundan ve tükenme telaşından halis
saf ikramlarını elde etmişlerdir. Karışım/meze kusuru ve tükenme telaşı, fesat
ehline verilmiş nimetlerin özelliğidir. Onlar, zahir olarak kendilerine gazap
edilenler, bâtın olarak ise doğru yoldan sapanlardır."
"Ey Rabbimiz! Bizim
duamızı kabul eyle, resullerine vaat ettiğin şeyleri bizlere de bahş eyle!
Kıyamet gününde bizleri mahzun eyleme! Kuşkusuz ki sen, vaadinden
caymazsm." [21]
Bilinmelidir ki:
Temyiz/ayrım ilme, tevhit/birleştirme ise vücûda aittir. Bu demek değildir ki,
ilim, temeyyüz etmemiş olduğu halde malûma/bilinen şey temyiz özelliği kazandırır;
bilakis bunun anlamı, malûmun idrâklerden gizli olan temeyyüzünü ortaya
çıkartır demektir. Çünkü ilim nurdur, nurun özelliği ise, "keşf/ortaya
çıkartmak"tır.
Binaenaleyh nûr, gerçekte
sabit olan ayrılıkları ortaya çıkartır. Varlığın/vücûd tevhidi, burada, ezelde
"Muvahhad/Hak"m ilminde temeyyüz eden hakikatlerin üzerine
yayılmasından ibarettir; böylece Vücûd, o hakikatlerin çokluğunu birleştirir:
çünkü vücûd, hepsinin arasındaki müşterek ölçüdür ve bundan dolayı da bu
hakikatlerden her birisine, kendi basit ve bir olan zâtıyla münasiptir.
Bu anlaşılınca,
bilinmelidir ki: Hidâyet, ilmin hükümlerinden birisidir. Çünkü hidâyetin
özelliği, sadece düzgünü eğriden, doğruyu yanlıştan, zararlıyı faydalıdan, bir
menfaat temini veya zararı ortadan kaldırmak için istenilen iki şeyden veya iki
vesileden öncelikli ve acil olanı ayırt etmekten ibarettir. Bu vesilelerden
birisi, belirlenmiş gayeler ve talep esnasında talep sahibinde ortaya çıkmış
veya kendisin görmediği ve kaçırmış olduğu amaçlara nispetle tercih edilir.
Hidâyete mensup işaret
edilen bu belirleme, daha önce de açıklandığı üzere, bir çeşit temyizdir. Şu
halde "Sirât-ı müsta-kîm'e bizi ulaştır" ifadesiyle birlikte
zikredilen nimet ve bunun ardından "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna"
ifâdesine tabi olan tarif, itidal ve isabet nimeti ve bunların neticesidir.
Nitekim daha önce bunu
açıklamıştık ve Allah nasip ederse daha sonra bu açıklamalarımızı
tamamlayacağız.
İsabet, ilmin ürünü olduğu
gibi, farklı tarzlarına göre hata da cehaletin ürünüdür; şu halde burada asıl
olan ilimdir. Fakat, herhangi bir şeye izafe kaydından mutlak ve mücerret
hüviyeti açısmdan ilim hakkında hiçbir hüküm verilemez. İlmin, genel anlamda
izafesi yönünden ise, bir takım hükümler ilme eklenir. Bu hükümler, iki hükümde
sınırlıdır.
Bunlardan birisi, ilmin
Hakka izafesi yönünden kendisi için sabit olan hükümlerdir. Hakka izafe
edilmesi açısından ilmin, kıdem, ihata vb. gibi çeşitli vasıfları vardır.
İkincisi ise, ilmin mümkün
varlıklara izafesi yönünden kendisi için sabit olan hükümlerdir.
Buna göre Hakkın ilmi
cihetinden mümkünlere mahsus kül-lî nimet, Hakkın kulunun lehine olan şeyleri
mutlak anlamda tercih etmesidir. Hak, kulun kendisiyle bezendiği bütün hâllerde
veya yerleştiği veya uğradığı bütün makamlarda veya nefsinin kendisiyle zuhur
ettiği her neş'et veya bu neş'etin taayyün ettiği her mertebe/mevtin, onunla
sınırlanması açısından kendisini kuşatan ve dairesi içine girmiş olduğu her
zaman ve mekânda yerleşen bir varlık olması hasebiyle yerleştiği her mekânda kulu
için en hayırlı olanı seçmiştir.
Bütün bunların ilki ve
başlangıcı, ilâhî irâdenin mevcudun Hakkın ilminde ezelde sabit olan
seçümişliğini/tahsis" izhârına taalluk etmesinden kaynaklanmaktadır.
Bunun ardından ise, ilâhî kudret hükmünün, kendisini vücûdî tabakalarda ibraz
etmek için ona bitişmesi, ilâhî ve kevnî mertebelerde onu yürüt-mesidir. Onun,
uğradığı her alem ve mertebede bir sureti vardır. Bu suret, bu alem ve mertebe
açısından kendisine münasiptir. Ayrıca, uğramış olduğu bu alem ve mertebelere
göre kendisine
özgü bir hâli, bunlardan
aldığı ve nimetler arasında sayılan bir emaneti vardır.
Mevcudun zâtı ve esınaî
nimetlerden olan payı ise, onların istidatlarına göre değişir. Ayrıca bu pay,
kendisinin güzel yaratılış, tesviye, tadilden olan payı ve de suretinin
şekillendirilmesi esnasında hiç bir sebebe bağlı olmayan zâtı muhabbet
dolayısıyla kendisine gösterilen ihtimama göre değişir.
Şu halde, Hakkın tesviye ve
tadilini doğrudan yapıp, iki mukaddes elini onun için bir araya getirdiği,
sonra da nefesi ile ona kendi ruhundan üflediği -ki bu üfleme, onun bütün
isimleri bilmesini, bütün meleklerin kendisine secde etmesini ve kainatta
kendisi adına niyabet mertebesine onu yerleştirmesini gerektirmiştir- kimse
ile, sadece bir eli veya dilediği bir şey vasıtası ile yarattığı kimse arasında
ne kadar da fark vardır!
Hakkın bir eliyle veya
herhangi bir vasıtayla yarattığı varlık, kendisine naib olarak seçilen varlığın
kabul ettiği tesviye ve tadil/düzgün yaratma hükümlerini kabul etmemiştir. Bu
varlığa ruh üfleyen melek, Hakkın izniyle üfler. Nitekim bu konu şeriatta
Peygamber efendimiz tarafından şöylece belirtilmiştir: "Herhangi birinizin
yaratılışı annesinin karnında kırk gün 'nutfe' olarak gerçekleşir. Sonra kırk
gün 'alaka', sonra kırk gün 'mudga' olarak bulunur. Sonra ona melek gönderilir
ve kendisine ruh üflemesi emr edilir. Melek, ona ruh üfler ve der ki: 'Ya
Rabbi! Bu erkek mi olacak, dişi mi? Şaki mi olacak, sa-id mi? Rızkı ne
kadardır? Eceli ne kadardır? Ameli nedir?' Bunun üzerine Hak yazdırır, melek
de yazar."
Bu durumdaki varlık ile şu
âyette belirtilen varlık arasında ne kadar da fark vardır! "Onu tesviye
ettiğimde ve kendisine ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanınız."
(Hicr, 29) Bunların arasında ne büyük fark vardır!
Burada Hak, herhangi bir
ihtimali ortadan kaldıran tekil birinci şahıs zamiriyle ruh üfleme işini
bizzat kendisine izafe etmiştir. Bu nedenle, kendisine secde etmeyi kabul
etmeyen kibirli cezalandırılmış, Hak onu lanetlemiş ve hüsrana uğratmıştır.
Ona şöyle demiştir: "İki elim ile yarattığıma seni secde etmekten ne men
etmiştir?" (Sad, 75).
Hz. Peygamber, pek çok
ifadesiyle bu durumu tekit etmiştir. Bunlardan birisi şudur: "Allah Adem'i
kendi sureti üzerine yaratmıştır." Başka bir rivayette ise, "Allah
Adem'i Rahmân'm sureti üzerine yaratmıştır" buyurmaktadır. Zayıf akıl
sahiplerinin ve şeriatın ve hakikatin sırlarını bilmeyen kimselerin meyledeceği
ihtimalleri ortadan kaldıran sahih bir hadiste ise Hz. Peygamber, bir savaş
esnasında sahabelerine şöyle tavsiyede bulunmuştur: "Kurbanı keserken,
kesim işini güzelce yapın. Birisini öldürdüğünüzde, güzelce öldürünüz. İnsanın
yüzüne vurmaktan sakınınız, çünkü Allah, Adem'i kendi sureti üzerine
yaratmıştır." [22]
Hz. Peygamber, bu anlamdaki
bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Allah hilafeti için birisini yaratacağı
zaman, iki eli ile alnını mesheder." Böylece Hz. Peygamber, Hakkın ona karşı
olan özel ilgisine ve onun özelliğine dikkat çekmiştir. Başka bir sahih hadiste
ise şöyle buyurmuştur: "Hakkın doğrudan yarattığı şeyler dörttür:"
Ardından, bunları açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Allah, Cennet-i Adn'i
kendi eliyle yaratmıştır; Tevrat'ı kendi eliyle yazmış, Tuba ağacını kendi
eliyle dikmiştir. Allah, Adem'i ise iki eli ile yaratmıştır." Başka bir
hadiste ise, "İnsan yaratılan en acaib varlıktır" buyurmuştur. [23]
İnsan, ilâhî irâdenin onu
—ilâhî ilimde sabit olması nispeti itibarıyla değil,— zâhirlik nispeti
açısından ilim mertebesinden çıkartıp, ilâhî kudrete teslim edinceye; bunun
ardından, Akl-ı Evvel'den ibaret olan Kalem-i alâ makamında; sonra Nefsî-Lev-hî
makamda; sonra cisimlerde hükmünün zuhuru itibarıyla Tabiat mertebesinde;
sonra cihetleri belirleyen Arş'da; sonra Rahim isminin istiva ettiği kerim
"Kürsf'de; sonra yedi semada; sonra unsurlarda; sonra
müvelledatta/cemadat-nebatat-hayva-nat tayin edip, "cem" suretinin
özelliğiyle istikrara kavuşuncaya kadar bütün yaratılış/istîdâ' mertebelerinde
bulunmaya/mübaşir devam eder. İnsanın "cem" suretinin özelliğiyle
istikrara kavuşması, bütün yaratılış mertebelerinin hükümlerinin hakkını ifa
ettikten sonra gerçekleşir. Bu mübaşeret, ilmî icap ile zatî muhabbete tabi
inayet ve meşiyete tabidir.
Böylelikle, insana ya tam
oiarak ihtimam gösterilir veya fazla bir değer verilmez. Nitekim Hz. Peygamber,
her iki duruma da dikkat çekmiştir: Hz. Peygamber, Sa'd b. Muaz"m
cenazesinde şöyle demiştir: "Rahmân'm Arş'ı Saad b. Muaz'm ölümüyle titremiştir."
Başka bir hadisinde ise, ölümün iyi insanları, ardından onlara benzeyenleri
ortadan kaldırdığını belirtikten sonra, bir gurup hakkında şöyle demiştir:
"Ta ki, hurma veya ekin posası gibi bir topluluk geride kalır. Allah,
onlara değer vermez."
Ölümünden dolayı Rahmân'm
Arş'mın titrediği kimse nerede, Allah'ın kendilerine hiç bir değer vermediği
kimseler nerede!
Şu halde, işin sonucunda
durum nasılsa, başlangıçta da öyledir, hatta sonuç, başlangıcın aynıdır.
Tekrar, konumuza dönüp,
açıklama sadedinde olduğumuz meseleyi tamamlamak için şöyle deriz:
İnsan, uğradığı bütün alem
ve hazretlerde/mertebe bekler. Bu alemin ve mertebenin mensupları, ona ihtimam
gösterir, kendisine hizmet ve yardımda bulunmaya, öncelikle kendisini iyi
karşılamaya, ikinci olarak da onun adını yaymaya/müşayaa büyük özen gösterirler.
Bu durum, bu alem mensuplarının insanda idrâk ettikleri inayet alâmetine ve
hususiyet izine göredir.
İnsan, uğramış olduğu bütün
ulvî alemler dolayısıyla, bir engele veya manevî sapmaya maruz kalır. Bunun
nedeni, bu mertebeler sayesinde hükmünün kendisine ulaştığı ruhların ve feleklerin
bazı kuvvetlerinin diğer özelliklerine baskınlığıdır. Böylece insan, itidal
hükmünün gerektirdiği durumdan sapar veya uzaklaşır. Bu itidal, cem
özelliğinde, vasatî ve rabbani itidaldir ve Hakkın naibi olarak seçilmiş
kimsenin özelliğidir. İnsan, bu şekilde diğer mertebeleri geçer.
İnsan özellikle maden
mertebesinden nebatlar mertebesine girmesi
olmak üzere,
müvelledat/cemadat-nebatat-hayvanat alemine girdiğinde, şayet inayet
kendisine eşlik etmezse, Hak iyi yardımı, gözetmesi ve riâyet ve korumasıyla
onunla beraber olmazsa, onun hakkında korkulur; bu durumda o, pek çok afetle
karşı karşıyadır, çünkü insan, nebat alemine girdiğinden sonra korunmaz ve
kendisine özen gösterilmez ise, her şeyi içermesinden kaynaklanan bir takım
münâsebetler sayesinde kötü bitkilere çekilir; bu bitkileri, hayvan bile yemez
veya ebeveynden herhangi birisinin o bitkiyi yemesi mümkün olmaz. Bu kötü
bitki fasit olur ve ondan unsurlar alemine çıkar. Başka bir sefer girmesine
yardım edilip, izin verilinceye kadar unsurlar aleminde şaşkın ve aciz bir
halde kalır.
Sonra, yenilebilir ve
besleyici bir bitkiye girdikten ve onunla birleştikten sonra, ona unsurlardan
şiddetli bir soğuk veya aşırı bir sıcak veya fazlaca rutubet veya fazla ıslaklık
gibi herhangi bir afet arız olabilir. Böylece bu afet, onu telef eder ve tekrar
bir girişe başlamak için çıkar. İşte böylece, Allah'ın takdir edip, dilediği
kadar defalarca sürebilir.
Sonra insan, Hakkın koruma
ve riâyetiyle veya muhtaçlığının gerektirdiği başka bir nimet ile
zikrettiğimiz şeylerde selâmet elde ettiği oranda, herhangi bir bitkinin
suretinde kemâle erebiîir. Fakat, bir hayvan onu yer ve anne baba o hayvanı
her- . hangi bir engel dolayısıyla yeme imkanı bulamaz; veya bir en-ge], bu bitkiyi
alıp yemeye engel olabilir. Bunun nedeni ise, bu bitkinin Allah'ın ilminde o
kişinin anne babası olması takdir edilen kimselerin rızkı olmamasıdır.
Bütün bu zikrettiklerimiz
bir araya gelir de, ilâhî ilimde o kişinin anne babası olmaları takdir edilen
kimseler o bitkiyi yerîer ve bu bitki önce mide suyuna, sonra kana, sonra
meniye dönüş-se bile, bazen meniden oluşmasını gerektirecek tarzın dışında
ortaya çıkabilir; şu halde o, anne ve babaya ulaştıktan sonra da, koruma,
gözetme gibi ilâhî nimetlere muhtaçtır.
İnsan, rahimde taayyün
ettiğinde ise, bulunduğu mertebeleri geçmiş, rahimde yerleşmiş, -Cumhur'un
şeriat yönünden bildi-ğ1 tarza ve hem de zahir hikmete göre- orada takdir
edilmiş olur. "U kez de o, başka bir orumaya, yardıma ve gözetmeye ihtiyaç
"uyar ki, bu sayede iyi beslenip rahimden ayrılması, uygun ve münasip bir
vakitte gerçekleşebilir. Çünkü, meninin rahme düşmesi ve de çocuğun anneden
ayrılması esnasında zaman ve mekân hükmünün zahirî ve bâtmî olarak insanın
meydana gelişinde büyük bir katkısı vardır.
Bu bağlamda, meninin rahme
düşmesiyle ilgili zaman ve mekân hükümleri, insanın bâtmî hâllerinin pek
çoğuna şahitlik eder; doğum haliyle ilgili zaman ve mekan hükümleri ise, insanın
zahir hâllerinin büyük çoğunluğuna şahittir. Hakkın katma ve insanın ulaşmak
isteyip, kendisiyle kemâle ermek istediği şeye dair sülüğe başlangıcının
sırrı, zahir ve bâtını birleştiren emre işarettir.
İşin özü şudur:
Zikrettiğimiz bütün bu mertebelerde insan, takdir edilen yaratılışı açısından,
özetle değindiğimiz ve akılların kendi başlarına idrâk edemeyecekleri bir
takım afetlerle kar-Ş1 karşıyadır. İnsanın takdir edilmiş yaratılışına, Hz.
Peygamber "Allah, ruhları cesetlerden* binlerce sene Önce
yaratmıştır" ve
Allah, Adem'in sırtını
sıvazlamış, böylece onun zürriyetini de tohumlar gibi izhâr etmiştir"
hâdisleriyle işaret ettiği gibi, biz de, "Eşyanın suretlerinin, ilâhî
Kalem'in yazmasıyla Levh-i mahfuzdaki taayyünleri, onların ruhanî ve cismani
taayyünlerinden Öncedir" ifâdemizle bu yaratılışa işaret etmiştik.
Şu halde, Hakkın gaybmdan
haricî/aynî varlık alanına sudur edişinden itibaren seyri ahadiyet özelliğinde
olan ve hakîkat ve rûhânîyeti yönünden herhangi bir alemde veya bir mertebede/hazret
engellenmeyip, üzerinden perde kaldırıldığında geçeği bütün mertebeleri
hatırlayan kimse ile perdelerinin kesifleş-rnesine ve çoğalmasına, bunun yanı
sıra sıkıntı ve afetler içinde dolaşmasına neden olan söz konusu mertebelere
girişi ve çıkışı engellenen ve tekrarlanan kimseyle karşılaştırılabilir mi?
Önceki kişinin kat ettiği mertebeleri hatırlaması bağlamında, "Elest"
nüsâkını hatırlayıp hatırlamadığı kendisine sorulduğunda,
Sanki o, şimdi de
kıdağımdadır" diye cevap verir, bazıları ise bundan daha fazla şeyler
söyleyebilir.
Allah, ikinci şahsın
durumuna düşmekten bizleri korsun!
Şöyle deriz ki: İnsanın
doğumundan, hatta rahimde yerleştiği andan Rabbinin bilgisiyle ve
müşâhedesiyle tahakkuk edip, rüşt ve ibâdet vesilelerini tam olarak elde
edinceye kadar; hatta ilâhî müjdeyle son nefesini/hüsn-i hatime verinceye veya
bazı kullara nispetle de Allah'ın dilediği herhangi bir vakte kadar maruz
kaldığı sıkıntı ve elemler, akıllı kimselere hiç bir zarar veremez. Bu sıkıntı
ve elemler, bazı kullar için ise Cennete girinceye kadar devam eder.
Nitekim şöyle bir ifâde rivayet
edilmiştir. "Sırat köprüsünü geçinceye kadar emin olma.!"
Bütün hallerde, makamlarda,
zamanlarda, mekanlarda, uğra-nan/istîda' alemlerde ya da Allah'ın insanın
topraktan, balçıktan, meniden, sonra kandan, sonra et parçasından sonra kemik
ve etten yaratılışı süresince zikretmiş olduğu istikrar aşamalarında Allah'ın
insan üzerinde pek çok nimeti vardır; söz konusu mertebeler, dünyevî
yaratılışa, sonra berzah alemine, sonra haşır, sonra cennet yaratılışına kadar
varır. Nitekim, bu nimetlerin zamanlı olanlarını açıklamıştık.
Buna göre, zamanlı
nimetler, insanın büründüğü/telebbüs her hal ve yaratılışın levazımı olan
şeylerdir. İnsan, sonra bu hal ve yaratılıştan/neş'et uğradığı alemlerde,
mertebelerde ve aşamalarda soyutlanır.
Zamanlı olmayan sürekli
nimetler arasında şunları zikredebiliriz: Koruma nimeti, inayet nimeti, riâyet
nimeti, zatî amelleri kabul nimeti; zâtı müşahedenin gereği olan sahîh marifet
nimeti; hoşnutluk ve kabul nimeti; değiştirme, telafi ve inşa nimeti;
tecellîyle hallenmek nimeti; her anda halk-ı cedidi/yeniden yaratma göstermek
nimeti; bütün bunlarda ve başka şeylere güzelce eşlik etme nimeti; insanın
zâtında, özelliklerinde ve levazımında ve de ehli kılındığı kemâl mertebesine
ulaşmak için muhtaç olduğu şeyde yardım nimeti; teyfik ve hidâyet nimeti -ki
bunlar, dosta yakın, düşmanın haliyle çelişir-; afiyet nimeti ve bütün işlerde
uygun sebepleri hazırlama nimeti.
En ulvî ve en şerefli
nimet, ardında hiç bir perdenin bulunmadığı Hakkın zâtını müşahede etmek
nimetidir; bu müşahedeyle birlikte Hakka dair tam marifet ve en yetkin tarzda
bir "huzur" bulunmalıdır ki, bununla Hak dünyada, âhirette ve
berzahta kâmil kullarından razı olduğu gibi, onlar da Haktan razı olmuşlardır.
Buna göre, "Nimet
verdiklerinin yoluna" âyetinin belirttiğimiz hususu anlayan kimseye göre
anlamı, işaret ettiğimiz husustur.
İlâhî nimetlere mazhâr olan
ilk varlık, Kalem-i a'la'dır. Ka-lem-i alâ, tedvin ve tasvir aleminin ilkidir.
Gerçi "muheyye-mûn", mertebe açısından daha üstündürler, fakat
onların kendileri hakkında herhangi bir şuurları olmadığı bir yana, nimet ve
lezzete dair şuurları yoktur.
Varlıkların bu nimete son
mazhâr olanı, İsa b. Meryem'dir. Çünkü Hz. İsa, kendisinden sonra kıyamete
kadar "halife tu İlah" gelmeyecek kimsedir. Hz. İsa'nın ve kendisi
ile olan müminlerin yeryüzünden göçmesinden sonra ne bir veli, ne de bir kâmil
mümin yeryüzünde kalmaz. Nitekim, Hz. Peygamber şunu haber vermiştir:
"Kıyamet yeryüzünde 'Allah, Allah' diyen bir mümin bulundukça kopmaz.
Kıyamet, ancak kötü insanlar üzerine kopar."
Burada açıkladığımız
meseleyi anlayan kimsenin ''Nimet verdiklerinin yoluna" âyetini okurken,
Kalem-i alâ, Hz. İsa ve bunların arasında bulunup, saydığımız ve özetle işaret
ve ima ettiğimiz ilâhî nimetlere nail olan kimseleri aklına getirmesi gerekir.
Bu durumda o, ilâhî nimetlerden hiçbirisini kaçırmaz. Çünkü ilâhî nimetlerin
mensupları, zikredilen kısımlarda ve bunların arasında bulunan kimselerle
sınırlıdır. Bu kişi, özellikle de, peygamberinin diliyle Allah'ın "İşte
bunlar kulum içindir, kuluma dilediği verilecektir" ifâdesini aklında
tutup, tam imânıyla Rabbım tasdik ederse bu durumda Hak, ona özel keremiyle ve
daha önce de belirtildiği gibi kulun kendisine dair inancına göre muamele
eder; kul, Rabbının kendisinden verdiği haberde, duaya icabet edeceğine dair
vaadinde, kulunun kendisine dair zannı üzerinde olduğu hususunda Rabbım tasdik
eder. Binaenaleyh Hak, sözü ve vaadi doğru olan, cömert ve ihsan sahibidir. [24]
Bilinmelidir ki: Nimet ve
azap, rızâ ve gazabın neticesidir; bunlardan her birisinin üç mertebesi vardır.
Daha Önce de, belirttiğimiz gibi, bütün sıfatlar da bu şekildedir.
Gazabın ilk derecesi,
mahrumiyeti ve ilmî yardımın kesilmesini gerektirir; ilmî yardımın kesilmesi,
cehaletin, arzunun, nefsin, şeytanın ve de insana egemen olan kötü huy ve
hâllerin tasallutuna neden olur. Fakat bütün bunlar, Allah katında belirli bir
vakit ile sınırlıdırlar, dünyada ise hayâtı sait olarak sona eren kimselerin
son nefesinden önceki nefesine kadar sürer. Nitekim bu durum, şeriat ve tahkik
yönünden sabittir; ister bu zikrettiğimiz şeylerin saltanatı bâtını olsun,
isterse de zahirî olsun, durum aynıdır.
İkinci mertebe ise,
zikredilen hükmün burada bâtını, âhirette ise bir müddet zahirî olarak sirayet
etmesini gerektirir; ya da bu hüküm, cehenneme girme ve şefaat kapısının açılma
vaktine kadar uzanır. Söz konusu hüküm, şefaatçilerin şefaatlerinin hükmünün
bitip, Erhamu'r-rahîmîn'in/Merhametlilerin en merhametlisi hükmünün zuhur
etmesiyle sona erer.
Bu mertebede başka bir hâl
daha vardır ki, b hal, gazabın zahirinin burada sadece zahirde sirayet
etmesini gerektirir; peygamber ve ehlullah'a sıkıntıların gönderilmesinin
kaynağı, bu çeşit gazaptır. Bu durum, bu yaratılışın hükmünün sona ermesiyle
nihayete erer. Nitekim Hz. Peygamber, ölüm yatağında Hz. Fatma'ya şöyle
demiştir: "Artık bugünden sonra babana hiçbir sıkıntı yoktur." Bu
hükümde rahmet, gizlidir ve öncesinde bu rahmetin zahiri azaptır.
Bu çeşit azap, temizlenmeye
ve ancak -esaslarına dikkat çekilen- bu sıkıntılar sayesinde ulaşılabileceği
takdir edilmiş nimetlere yükselmeye neden olur.
Bunun üzerinde ise, çok
önemli ve değerli bir sır vardır ki, bu sırrı zevk yoluyla bilen kimse
tanımıyorum; Allah'ın izni ile, bu sırrı belirteceğim:
Şöyle ki: Ehlullahtan olan
nebiler, velilerin kâmilleri ve bazı kemâl Özelliklerinde onlara ortak olan
kimseler, diğer insanlardan öncelikle dairenin genişliği, ruhun cevherliğinin
temizliği/safa ve istiap ile -ki istiap, kuşatıcıhğın bir gereğidir- ayrılırlar.
Nitekim, ahadiyet-i cem mertebesinin sırrı ve bunun insana tahsis edilmesi
meselesinde buna işaret etmiştim; ki insan, iki mertebenin berzahı ve
aynasıdır.
Hakkın mertebesi/hazret,
bütün isim ve sıfatları kapsar, hatta o, bütün nisbet ve izafetlerin
kaynağıdır. Gazâb da, ana sıfatlardan birisidir. Sıfatlar arasında gerçekleşen
ilk değerli komşuluk, gazâb ve rahmet arasında gerçekleşmiştir. Binaenaleyh,
bütün olarak Hakkın mertebesinin suretiyle zuhur edip, zâtı o mertebe için
kâmil bir ayna hâline gelen kimsede, bu mertebenin ve imkân mertebesinin
içermiş olduğu her şeyin tam olarak zuhur etmesi gerekir. Bu mertebenin
içerdiği şeylerin en önemlilerinden birisi de, zikrettiğimiz şey, yani gazap
sıfatıdır.
Binaenaleyh vakıa, malûm
olduğu tarzda gerçekleşmiştir. Eğer rahmet gazabı geçmemiş olsaydı, durum daha
şiddetli olurdu. Buna göre, söz konusu kâmillerin rahmet, nimet, azamet ve
celâlden olan nasipleri, diğer insanlardan kıyaslanamayacak derecede fazla
olduğu gibi, diğer sıfatlarda da durum böyledir; fakat bu ikinci kısım, sadece
dünya hayâtında geçerlidir. Çünkü bu alem, noksanlık ve elemleri vb.
gerektiren "imkân" mertebesinin hükümleriyle zuhur ermiştir.
Kemâl mertebesine
ulaştıktan sonra bu alemden intikal esnasında rahmetin gazaba baskınlığı,
ondan önce gelişi ve de kuşatıcı ve birleştirici bu alem vasıtasıyla kazanılan
kemâlin neticesi ortaya çıkar. Bu kâmillerden aşağı mertebelerde bulunan insanların
hükmü ise, kâmillerin mertebelerine yakınlıkları ve uzaklıklarına göre
değişir.
Hz. Peygamber, buna dikkat
çekmiş ve şöyle buyurmuştur: "Biz nebiler topluluğu dünyada insanların en
çok belaya uğ-rayanlarıyızdir." Bu hadiste, sonra nebilere benzeyenler,
sonra onlara benzeyenler ifâdesi de yer almaktadır.
Başka bir rivayet
zinciriyle gelen hadiste ise, dünyada bela açısından insanların en şiddetlisi
nebiler, sonra veliler, sonra sa-lihler, sonra onlara benzeyenlerdir
buyrulmaktadır.
Nimet ve saadet tarafında
da durum bu şekildedir. "Alemlere rahmet" diye gönderilen kimse,
gazabın hükümranlığından dolayı azabın umumîliğini gerektiren şiddetli
vakitlerde kendisini halkın zayıfları için feda etmiştir. Ayrıca, Hz.
Peygamber, Küsûf namazında iken Cehennemi gördüğünde bu sırra bu zevkin
mensubu kimselerin dikkatini çekmiştir.
Hz. Peygamber, Cehennemi
gördüğünde, elbisesi ve eliyle yüzünü Cehennem ateşinden korumaya çalışmış,
bulunduğu mekandan geriye gelmiş ve yakarışla şöyle demiştir: "Allah'ım!
Ben onların içinde iken, onlara azap etmeyeceğini vaat etmemiş miydin? Etmemiş
miydin? Etmemiş miydin?" Hz. Peygamber, Cehennem kendisinden
perdeleninceye kadar bu niyâzma devam etmiştir; bu ifadesiyle de, "Allah,
sen onların içinde iken, onlara azap etmeyecektir; onlar tövbe ettikleri
sürece, Allah onlara azap etmeyecektir" (Enfal, 33) âyetini kast
etmiştir.
Gazabın üçüncü mertebesi
ise, özel bir guruba nispetle, teyit ve hükmünün kıyamet günü kemâle ulaşmasını
gerektirir. Nitekim, Hz. Peygamberin bize şu ifadesiyle aktardığı kadarıyla,
peygamberler bundan söz etmişlerdir: "Allah bugün daha Önce hiç kızmadığı
şekilde gazâb etmiştir ve bundan sonra da bu şekilde gazâb etmeyecektir."
Ben de, bu gazabın kemâlini
bir müjdeyi gerektirecek şekilde müşahede ettim; insanlar bu müjdeyi
bilselerdi, hiç kimse Allah'ın rahmetinden ümit kesmezdi.
Şayet, insanların
peygamberlere müracaat edip, ardından bütün peygamberlerin Hz. Peygambere
başvurmasının sırrını; Hz. Peygamber'in şefaat kapısını açmasının sırrını;
Rabbimizin gelişinin sırrını; "el-Cebbar, ayağını Cehennem'in üzerine
koyar ve onun unsurları birbirlerine sığınıp, 'yeter, yeter' derler' "
ifâdesinin sırrını; dört secdenin sırrını; her defada ateşten neyin çıktığını;
bu geliş ve gidişin mâhiyetini; Hz. Peygamber'in Cehen-nem'de kalan son kişiyi
de şefaatiyle çıkartması için kendisine geldiğinde Cehennem'in bekçisi Mâlik'in
ona "Ey Muhammedi Rabbmm gazabına hiç bir şey bırakmadın" deyişi;
Allah Teala'nm "Melekler şefaat etmiştir, peygamberler şefaat etmişlerdir,
müminler de şefaat etmişlerdir, geride sadece Erhamü'r-ra-himîn/merhametlilerin
en merhametlisi kalmıştır" deyişinin sırrını; Allah Teala'nm Hz.
Peygamber'in "Allah'tan başka ilah yoktur" diyen kimselere şefaat
ettiği vakit "Bu sana ait değildir" -ki bu, yukarıda aktarılan
"Melekler şefaat etmiştir..." hadisinde zikredilmiştir- demesinin
sırrını vb. kısaca zikredilip, remizle işaret edilen sırlan açıklamak ve İfşa
etmek caiz olsaydı, hiç kuşkusuz, akılları ve lübleri hayrete düşüren
gerçekler ortaya çıkardı; fakat mesele, halin mütercimi bir insanın söylediği
gibidir:
Bilinen her şeyin
açıklanması doğru değildir
İstediğin her ceylan
pınarından da susuzluğunu gideremezsin
Bilinmelidir ki: İlâhî
gazabın hükmü, sol tutuşun/kabza[25]
mertebesinin kemâle ermesidir, çünkü Hakkın her iki mukaddes eli de mübarek
sağ el olsa bile, bunlardan her birisinin diğerinden farklı bir hükmü vardır.
Buna göre, "yeryüzü bütünü ile kıyamet gününde onun kabzasıdır ve gökler
de sağ eliyle dürülmüştür." (Zümer, 67).
Genel anlamda saitlerin
mensup olduğu birinci el, belirtildiği gibi, rahmet ve müjdenin sahibidir;
diğer el ise, kahır, gazâb ve bunların levazımının sahibidir. Bu iki elden her
birisinin bir saltanatı ve yetkisi vardır ki, bunun hükmü, imkân ölçüsünde
kulluğun şartlarını yerine getirip, rubûbiyetin haklarını ifa eden saitlerde;
işaret ettiğimiz itidal yollarından sapan, azgın ve asi şakilerde ortaya çıkar.
Bu şakiler, ulûhiyetin haklarında ifrata kaçmışlar ve sahip olmadıkları şeyleri
kendi vehimlerine göre nefislerine izafe etmişlerdir.
Onların bu hükümlerden
nihai payları, gerçek insân-ı kâmil'in suretine benzeyen beşeri suretin
zahirinin tavassutu vasıtasıyla kendilerine ulaşan şeydir; ayrıca bu pay,
birleş tiricilik nispetinin şefaati ve de bu dünyada hükmü zuhur eden rahmetin
umûmîli-ğiyle gerçekleşen müşterek miktara göre kendilerine ulaşır. Nitekim,
daha önce bunların sırlarını açıklamıştık, onları hatırlayınız!
Binaenaleyh, bu şakiler,
işin mâhiyetini bilemeyince aklanmışlar, iddiada bulunmuşlar, cüret
göstermişler, şirk koşmuşlar ve gerçek anlamda ulûhiyeti, ulûhiyet hükümlerinin
kısmen gözüktüğü somut bir surete izafe etme hatasını işlemişlerdir. Hiç
kuşkusuz ki onlar, bu eylemleriyle ilâhî gazabın hükümlerinin kendilerine
ulaşmasına ve onun oklarının hedefi haline gelmelerine zemin hazırlamışlardır.
Bu nedenle Hak, el-Hakem ve el-Adl isimleri açısından, ulûhiyetinin hakkını
onlardan talep edip, ulûhiyetin haklarıyla onların arasında hakemlik yapar;
neticede de, ulûhiyetin haklarını ihlal eden, onun sırrını bilemeyip, kadrini
takdir edemeyene insanlara ulûhiyeti adına gazap eder.
Eğer ilâhî rahmet gazabı
geçmemiş ve zâtî-imtinanî rahmet ile gazaba baskın gelmemiş olsaydı, zikredilen
durumdaki kişinin cezası geciktirilmezdi; söz konusu zâtî-imtinânî rahmet, iki
eli birleştiren yöne mahsustur.
Bununla birlikte, babamız
Adem'in Hakka muhalefetinin zımnında olsa bile, ulûhiyet hükümlerine
haksızlık/cevr etmekten bütünüyle salim olan hiç kimse de yoktur. Çünkü o
esnada Adem'den farklı olmadığımız için, o, bizim ile birlikte günah işlemiş
ve bunun neticesinde pişmanlık duymuştur; aynı şekilde, Rabbinden kelimeler
telakki edip, cevherliğinin ve kuşatıcıhğı-nm kemâli sayesinde üstün makamına
geri dönmüştür.
Şu halde her insanın
Adem'in eyleminden bir payı vardır; herkes bu günahın neticesini -kendisine
itina gösterilirse- bu dünyada sıkıntı ve kederlerle, âhirette ise "Sizden
her biriniz ona varacaktır" (Meryem, 71) âyetinin hükmüyle görecektir;
kendisine itina gösterilmeyen kimsenin durumu ise, daha önce belirttiğimiz
gibidir.
Zulüm ve haksızlığın
yaygınlığına Hak, şu âyeti ile işaret etmiştir: "Eğer Allah insanları işledikleri
amellerle cezalandır-saydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." (Kehf,
58)
Fakat, alemin suretlerini
ihata eden "Arş'ta istiva eden" er-Rahman ismi yönünden umûmî
rahmetin egemen olması, Suretin (Rahman'm) şefaati, fiilin asıl ve fail
yönünden birliği, buna engel olmuştur. Böylelikle, el-Hakem ve el-Adl
isimlerinin saltanatı, kıyamet gününe tehir edilmiştir; o gün, ortaya
çıkartma/keşf, ayıklama/fasıl ve de genel ve açık hüküm verme günüdür. Orada
emir, bütünü ile halk/cuhmur için zuhur eder. Bunun için Allah şöyle
buyurmuştur: "Din gününün sahibidir/mâlik."
O gün, cezalandırma
günüdür.
Bu günün sırrı şudur:
el-Hakem ve el-Adl isimlerinin saltanatı, dünya aleminde zuhur etmiş olsaydı,
bu durumda hiç kimse bir başkasına haksızlık yapamaz ve buna yeltenemez,
Allah'a ve kullara iftira edemezdi ve insanlar hiç kuşkusuz, tek bir ümmet
olurlardı. Bu durumda ise, iki kabzanın/tutuş mertebesi kemâle ermemiş,
gazâb-rahmet, isim ve sıfatlar ve onların lâzımları arasındaki komşuluk ortaya
çıkmamış olurdu; böylelikle ne hoş görü, ne af, ne sabır ve ne de günahın
iyilikle değiştirilmesi söz konusu olurdu.
Bu durumda "Şunlara ve
şunlara Rabbmın ikramından mühlet veririz, senin Rabbmın ikramı engellenmiş
değildir" (İsra, 20) âyeti ne olacaktı? Binaenaleyh umumi rahmet, her şeyi
kuşatan ikramı gerektirir ki, hiç şüphesiz vakıa da böyle gerçekleşmiştir.
Böylelikle hüküm/kelime tahakkuk etmiş, cezalandırma helâl olmuş ve gazabın
hükmü zuhur etmişs sonra da rahmet gazaba galip gelmiştir.
Bilinmelidir ki: Kâmiller
üzerine zuhur eden gazabın hükmü, bu kabildendir. Bu gazap, ulûhiyet hakkını
ifadaki kusur ve onu belirli bir surete sınırlamak sebebiyle gerçekleşir;
ulûhiyeti belirli bir surete tahsis etmek ise, onun ihata ve genişliğiyle
çelişir. Buna göre sözü edilen kâmiller, ulûhiyetin adil ve dengeli bazı
tezahürlerini, onun itidalini ve kemâllerinin sırlarını kötü bir şekilde kabul
etmek nedeniyle meydana gelen sapmış ve bozulmuş tezahürlerine karşı
savunurlar; yoksa onlar, kul olmaları itibarıyla kendileri adına kızmazlar.
Nitekim, Hz. Peygamber Efendimiz'd en gelen bir rivayete göre, o hiç bir zaman
kendisi için kızmazdı; Allah için kızdığında ise, hiçbir şey öfkesini
dindiremezdi.
Gerçekte, sözü edilen
kâmillerin mutlak anlamda öfkelenmelerinin nedeni, daha önce de belirttiğimiz
gibi, Hakkın ve isim ve sıfatlarının tecellîgâhları olmaları nedeniyle O'nun
gazabının kendilerinde ortaya çıkmış olmasıdır; yoksa onlar, sıradan insanlar
gibi öfkelenmezler. Nitekim Şeriat da, Ylz. Ebu Bekir'in, Suheyb, Bilal, Selman
ve diğer dokuz sahabenin yanlarına uğradığında Ebu Süfyan'a tepki göstermeleri
kıssasında bu olguya şahitlik etmiştir.
Sözü geçen sahabeler, Ebu
Süfyan'a şöyle demişlerdir:
-Artık Allah'ın kılıçlan
düşmanlarının boyunlarından geri alınmaz.
Bunun üzerine Ebu Bekir,
onlara şöyle çıkışın iş tır:
-Siz bunu Kureyş'in-büyüğü
ve önderi için söylüyorsunuz.
Bu haber, Hz. Peygamber'e
ulaştığı vakit şöyle buyurmuştur:
-"Muhtemelen onları
kızdırdın ey Ebu Bekir! Eğer onları kız-dırdıysan, Rabbmı kızdırmış
oldun."
Ebu Bekir onlara dönüp,
şöyle demiştir:
-"Ey kardeşlerim!
Benim için mağfiret dileyiniz." Onlar da:
-Allah seni bağışlasın,
kardeşimiz" diye karşılık vermişlerdir. Ebu Bekir:
-Ben sizi kızdırdım mı?
dediğinde: -Hayır! Kızdırmadın" diye karşılık vermişlerdir. Burada, Hak
kızdığında kızan, razı olduğunda razı olan kimselerden söz etmekteyiz; hatta
onların gazap ve rızâları, Hakkın gazap ve rızâsının ta kendisidir.
Sıradan insanların gazabı
ise, tabiî bir olaydan ve kızan kişinin amaç ve mizacına aykırı bir fiilden
ortaya çıkan bir haldir. Aynı şekilde, Ehlullah'm diğer ilâhî sıfatlar ile
ilişkisi de, sıradan insanların/cumhur bu sıfatlarla ilişkisi gibi değildir; bu
sıfatların onlara nisbet edilmeleri de, sıradan insanlara nisbet edilmelerine
benzemez.
Hakka, kâmillere ve
onlardan aşağı derecede bulunan insan-lara nispet edilmeleri itibarıyla rahmet
ve gazâb sıfatları arasın-da ince farklar vardır; bu farkları, fiilin ve failin
birliğinin sırrını, rahmetin öne geç meşini n/sebka t sırrını ve sebebini,
ayrıca geçilen ve mağlup olan gazâbm mâhiyetini bilen kimse anlayabilir.
Bu farkların bazı
sırlarına, misâl ve ibare Örtülerinin altında kısmen işaret edeceğim, artık sen
de idrâkini keskinleştirip, himmetini birleştirsen -Allah'ın izni ile- maksadı
idrâk edersin.
Bilinmelidir ki: Gazabın
özü/bâtın, gazaba ve kızılan şe-ye/mağdub-i aleyh taalluk eden bir rahmettir.
Gazap ise, gazabı ve hükmünü kızdığı şeye yansıtmak suretiyle, nefsinin saltanatının
tam olarak ortaya çıkmayışı sebebiyle hissetmiş olduğu darlığı/dayyik feraha
çıkartır; gazâbm nimete ulaşması, saltanatının tam olarak ortaya çıkmasına
bağlıdır ve lezzeti de onda gerçekleşir. Söz konusu saltanatın ortaya
çıkamayışı ise, ya bir muhalifin/münazi' varlığı ya da işin/emr güçlüğüdür; bu
iş-ten/emr, gazâbm iktidarı için yetkin bir zemin olması ya da sayesinde
yapılmak istenilen şeye hakkıyla karşılık verecek uygun bir vasıta olması ya da
emirlerin onun vasıtasıyla ve kendisinde infazı için uygun bir araç olması
beklenir.
Gazâbm, Örneğin, bir takım
ölçüleri ve yöntemleri/sünnet vardır; bununla birlikte, kadir olunsa bile,
bunların göz ardı edilmeleri mümkün değildir. Çünkü, herhangi bir cüzî amaca
ulaşmak veya bizzat amaçlanan işin dışında diğerinden farklı özel bir işi
tamamlamak için bu ölçüler ve yöntemler göz ardı edilseydi, bu durum, esaslı ve
küllî bir fesada; ya da, bizzat veya dolaylı olarak amaçlanan asıl işin yok
olmasına neden olur-
du. Bu durumda, en uygun
olanı gözetmek ve en mühimi tercih etmek gerekmiştir. Böylelikle, Varlık ayakta
durmuş/kâim ve her mevcudun durumu nizâma kavuşmuştur.
Bu meselenin açıklanması
uzun sürer, bu kısa ifâdelerimizde akıl sahipleri için yeterli ve kafi bilgi
vardır.
Gazâbm muhâtabı/mağdub-ı
aleyh yönünden işin sırrı ise, üç kısma ayrılır: temizleme, koruma/vikaye ve
tamamlama/tekmil.
Korumaya örnek olarak,
kangren olmuş insanın durumunu
verebiliriz. -Allah'tan
buna ve her türlü hastalığa karşı afiyet ve sağlık diliyoruz.- Kangren insanın
herhangi bir uzvunda ortaya çıkıp, doktor da hastanın babası veya yakın arkadaşı
veya bir dostu olsa, bu durumda doktor, hastayı çok sevse dahi, kangrenli uzuv
tedavi edilemeyecek bir durumda ise, onu kesmek zorundadır. Böylece doktor,
görünürde bir eza vermektedir ve fakat ezaya maruz kalan kişinin çektiği
sıkıntıya da ortaktır. Uzvun istidadı imkân vermediği için, bu esnada tedavi
ile uzvu kesmemek bağdaşmaz.
Bu bağlamda şu kutsi hadisi
hatırlamalıyız: "Mümin kulumun canını kabz ederken tereddüt ettiğim gibi
hiç bir şeyde tereddüt etmedim. Mümin kulum Ölümü kerih görür, ben ise onun
gelmesini isterim ve bundan da kurtulamaz."
Baba, maslahatını gözetmek
için, oğluna kızar; bununla birlikte o, kendi iç dünyasında kızgın değildir,
sadece gazap özelliğiyle gözükmüştür, çocuk da babasının gerçekte kızgın
olduğunu zannetmiştir, halbuki durum farklıdır. Çocuğun babasının kızgın
olduğunu zannetmesinin nedeni, genel anlamda kızgınlığa delâlet eden bir eseri
babasında görmüş olmasıdır, halbuki durum, gerçekte/nefsü'1-emr farklıdır.
Babanın kızgın görünmesi, çocuğun idrâkinin eksikliğinden kaynaklanmıştır;
başka bir neden ise, çocuğun, herhangi bir öğretme, zorlama, terbiye ve
destekleme olmadan tek başına kendi maslahatlarını gözetecek durumda
olmayışıdır.
Şayet çocuk istenilen
kemâli tek başına gerçekleştirme gücünde olsa idi,, baba o şekilde gözükmezdi
ve çocuk da babası hakkında öyle bir zanda bulunmazdı; aksine, babası ondan
soyutlan-sa bile, gazap özelliğiyle zuhur etmesindeki gayesini anlardı.
Gazabın muhatabı yönünden
ikinci gayesi olan temizlemeyi ise, şöyle örneklendirebiliriz: Herhangi bir
maslahat için kurşun veya bakır ile karışmış bir altını düşünelim, altının,
bunlar olmadan bulunması mümkün değildir. Nitekim bu durum, bütün madenlerin
bulunmasının şart koşulduğu bazı rûhânî tılsımlarda böyledir; öyle ki, bu
madenlerden bir tanesi eksik kalsa, maksat gerçekleşmez. Sonra da, bu
madenlerin birleşmesinden hedeflenen sürenin sona erdiğini ve gayenin
gerçekleştiğini veya bunun hükmünün sona erdiğini ve de altının kendisine
karışan diğer cins madenlerden ayrılacağını farz edelim. Bu durumda ateşin
güçlü bir ateşe atılması gerekir, böylece ateş diğer madenlerden ayrışır,
kendisine ait kemâli ortaya çıkar, bizatihi altın için talep edilmeyen, altın
ile amaçlanan bir gayeden dolayı talep edilmiş ve kendisine bitişmiş unsurlar
giderilir.
Buna örnek olarak, aslı su
olan ve tekrar aslına dönen gül suyunu verebiliriz. Fakat gül suyu, kokusu ve
tesirli ve istenilen nitelikleri artmış olarak aslına dönmüştür; o, bu
özellikleri başka bir cinse bitişmekle elde etmiştir ki, bunlar, daha önce
suda bulunmuyorlardı.
Gıdada da durum böyledir.
İnsan onu alır ve kendisine katar. Binaenaleyh, tabiat ondan gereken şeyleri
süzdüğü vakit, gıdadan geride kalan posayı atar, çünkü onda herhangi bir fayda
yoktur. Allah Teala, şu âyetiyle buna işaret etmiştir: "Ki Allah pisi
temizden ayırsın ve pis olanı üst üste koyup, hepsini bir yığın haline getirsin
ve topunu cehenneme koysun. İşte bunlar, hüsran içinde kalanlardır."
(Enfal, 37)
Allah Teala, başka bir
bağlamda ise daha geniş ve açık bir şekilde şunu belirtmiştir: "Allah
gökten bir su indirir de vadiler kendi miktarmca sel oldu; sel de yüzüne çıkan
bir köpük yüklendi. Bir zinet veya eşya yapmak için ateşte üzerini körükledikleri
madenlerden de onun gibi bir köpük meydana gelir. İşte Allah hak ile batılı
böyle çarpıştırır. Fakat köpük atılır gider. İnsanlara faydası olan ise, yerde
kalır. İşte Allah, böyle misâller verir. Rablerİnin emirlerine uyanlara daha güzeli
vardır. O'na uymayanlar ise, yeryüzünde olanların tamamı ve bunların bir katı
da kendilerinin olsa, hepsini kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. İşte onlar!
Hesabın kötüsü onlar içindir; varacakları yer de cehennemdir; o ne kötü
yataktır." (Ra'd, 17-18)
Artık bu âyetleri düşün, bu
âyetlerde hem gazap kabzasının ve hem de rızâ ve rahmet kabzasının muhatapları
hakkında çok önemli ve yararlı ikâzlar vardır.
Gayesi tamamlamak/tekmil
olan gazaba ise, kötülüklerin iyiliklere çevrilmesinden bahsederken şu ifâdede
buna işaret edilmiştir: "Daha önce yaptığım hayır karşılığında müslüman
oldum." Ayrıca, iki elin hükmünü birleştirmek, gazapta gizli bulunan
rahmeti ortaya çıkartmak, kadir olmakla birlikte tatlının zevkini çıkarmadaki
kahır, dışarıdan bir zorlayıcı olmadan sabrın kemâlini izhâr da, bu kapsama
girmektedir.
Bu açıklamalarımızı anla ve
yücel! Çünkü bu şekilde yükse-lirsen -ki şimdi dönme değil yükselme vaktidir-
ilimde, alimde ve malûmda hüküm sahibi olan kader sırrını idrâk edersin.
Bu mertebenin üzerine çıkan
kimse ise, fiillerde, isimlerde, sıfatlarda ve hallerdeki izafetlerin yanlışlıklarını
görür.
Bu mertebenin de üzerine
çıkan kimse, cemal-ı mutlakı müşahede eder; cemal-ı mutlak, hiç bir çirkinin,
hatanın, değerlinin, noksanın, sapmanın bulunmadığı güzelliktir.
Bu mertebeyi de aşarsa,
görür ki: Cevr ve adalet, zulüm ve hi-lim, yerine getirilmiş haklar, eksiklik,
ihmal, ihanet, ciddiyet, tazim, gizlemek, açıklama; bütün bunlar, "vechî
bulut"[26]un nuru ile tutuşmuşlardır
ve ahadiyet vasfmdaki zât hazretinin alanında yok olmuşlardır.
Bunun da üzerine çıkarsa,
artık susar, hiç bir şey açıklamaz, dilsiz olur, konuşamaz, kör olur, bakamaz,
fânî olur, ortaya çıkamaz.
Şayet iade edilirse, bütün
vasıflarla zuhur eder. Bütün harfleri ihata eden kapsayıcı manâ olur; hiç bir
şey kendisine güç gelmez, hiç bir bilgi ve inkâr ona yabancı değildir. [27]
Gazap mertebelerini
-Allah'ın ihsanı ile- zikredip, hükümlerini dile getirdikten sonra, önceki
konuyu tamamlamaya dönüp, rızânın nimetten faydalanmaya neden olan
mertebelerini saymaya başlayacağız. Böylelikle, son sözümüz rızâyla ilgili
olacaktır; çünkü rızâ, daha sonra açıklayacağımız gibi, saitlerdeki hükmü
yönünden ilâhî hallerin sonuncusudur.
Şöyle deriz:
Bütün nimetleri meydana
getiren ve onlardan faydalanmaya neden olan rızâ mertebeleri üç kısımdır:
Birinci rızânın hükmü, Hakkın yaratıklarının iyiliğini/salah dilemesi yönünden
onlardan razı olmasıdır; Hakkın onların iyiliğini istemesi, yaratma fiiliyle
onlara yönelmesine/teveccüh ve ilâhî ihsandan olan paylarına bağlıdır.
İkinci kısım rızâ ise,
Hakkın bütün müminlerden razı olmasıdır.
Üçüncü kısım ise,
müminlerin seçkinlerinden ve de peygamber ve velilerden razı olmasıdır.
Bu rızâ, iki kısma ayrılır:
birisi, özel/has kısım, ikincisi ise, daha özel/ehas kısım.
Buna göre, özel kısım rızâ,
peygamber ve velilere mahsustur. İkincisi ise, Allah'ın şu âyeti ile tespit
ettiği rızâdır: "Seçtiği bir elçiden başka; çünkü onun önünden ve ardından
gözetleyici dizer." (Cin, 27) Böylece bu rızânın, bütün peygamber ve
elçilere ait olmayan özel bir rızâ olduğunu anladık, çünkü âyetteki
delâlet, bütün
peygamberleri içermemektedir. Bununla birlikte Allah, bütün peygamberlerinden
razı olmuştur; çünkü Allah, müminlerden razı olduğunu bize bildirmiştir. Buna
göre Allah'ın veli kullarından razı olması daha önceliklidir, peygamberlerden/nebiler
ise hiç kuşkusuz razı olmuştur. Peki, resullerden razı olmaması hiç
düşünülebilir mi?
Böylece, Allah
"men/ism-i mevsul" edatını tahsis ettiği için, karineyle burada
sözünü ettiği rızânın özel bir rızâ olduğunu anladık; bu rızâ, hiç kuşkusuz,
resullerin sonuncusu (sav.) hakkında sabit olan rızâdır, çünkü o, âhirette
saitlerde hâkim olan son ilâhî sıfattır. Böylelikle, sonuncu peygambere nihai
ikramın muhabbet ve kemâl olması daha uygun olmuştur.
Rrzâ'nm Haktan saitler
adına gerçekleşen küllî ikramların sonuncusu olması meselesine gelince:
bundaki delil daha önce belirtilen açıklamalarda açıkça ortaya çıkmıştır:
Kuşkusuz ki Allah, cennette kullarına tecellî edip, onlara hitap ettiğinde,
ikramda bulunduğunda, onlara lütuf gösterdiğinde, onları selamlayıp,
nimetlerini saydığında,, şöyle sorar:
-Başka ne istiyorsunuz?
Bunun üzerine saitler,
arzulayacak bir vesile bulamayınca, Allah şöyle der:
-Sizin adınıza tek nimetim
kalmıştır.
Saitler, hayrete düşer ve
bu son nimetin ne olduğunu sorarlar. Bu soruya cevap olarak Allah, işin
sonunda şöyle der:
-"Bu son nimet sizden
razı olmamdır. Binaenaleyh size hiç bir zaman kızmayacağım."
Böylelikle saitler, hiç
kimsenin takdir edemeyeceği ölçüde büyük bir lezzet ve rahata kavuşurlar. Bunun
neticesinde ise, Allah Teala sairlere yönelik nimetlerini "rızâ" ile
bitirmiştir; Hakkı görmek bütün nimetlerin ruhu olduğu gibi, aynı şekilde
saitle-rin nimetlerinin kemâle ermesi de, söz konusu rızâya bağlıdır.
Bilinmelidir ki: Nimet,
dört kısımdır: Hissî nimet, hayalî ni- met, rûhânî nimet, dördüncüsü ise,
insana mahsus olan ve bütün bunların toplamından ibaret olan kısımdır. Bu
nimet, zâti kemâlden dolayı ilâhî neşedir ki, bunun hükmü, zahire, bâtına ve
zikredilen diğer şeylere sirayet eder.
Elemlerin mertebeleri de,
zikredilen üç kısımdan ibarettir. Bu üç kısım, hissî, rûhânî ve misâli itidalin
mukabilinde bulunmaktadırlar. Dördüncü rızâya mukabil olan şey ise, her çeşit
elemi, bıkkınlığı ve üç mertebedeki ve tabii cisimlerde sapmayı/inhiraf meydana
getiren gazap sıfatıdır; bu sapma, her mertebede farklı şekillerde
gerçekleşir.
Genel anlamda nimet
mertebelerinin en kâmili, daha önce dikkat çektiğimiz şekilde Hakkı görmektir;
bu, görenin halk, görülenin ise Hak olması şeklinde gerçekleşir, bunun yanı
sıra görmeyi temin den de Haktır.[28] Bu
leziz görüşün üzerinde hiç bir nimet tasavvur edilemez.
Bu müşahedelerin dışında
ise, ya bunların altında olan mertebeler vardır veya fânî kılan ve kendisiyle
birlikte lezzet bulunmayan nimetler vardır. Hz. Peygamber, bir duasında bu
duruma işaret etmiştir. "Allah'ım! Beni daimi, ebedî ve sermedi olarak
senin kerim yüzüne bakmanın lezzetiyle nzıklandır." Burada Hz. Peygamber,
"senin kerim yüzüne bakmakla nzıklandır" dememiştir.
Üstünlük ve nimet, ilimde
bulunur, şu halde ilim olmadan sadece görmek, tatmin etmez.
hakikate bakan nice kişi
vardır ki,
Hakikat ona görünür, o da
görür, fakat neyi gördüğünü bilemez Bilginlerin şu ifâdesini hatırlamak
gerekir: Lezzet ve nimet, mülaim oluşu yönünden mülaimi idrâk etmekten
ibarettir. Buna göre, idrâkin bulunmadığı yerde, ne bir nimetten ve ne de nimetten
faydalanandan söz edilebilir. Çünkü mal, mevki, iştahla yenen yiyecek, nefis
manzara ve benzeri nimetler, idrâk sahibine göre bunlardan her birisindeki
kemâl hükümlerinin idrâki yönünden nimet sayılırlar ve bunlardan yararlanmak
mümkün olur.
Binaenaleyh, lezzet, ondan
faydalanmak ve bunun çeşitliliği, bu kemâle yakınlığa ve idrâkin şahinliğine
göre değişir. Buna göre, idrâk sahibine münasip hükümleri cihetinden kemâl ne
derece güçlü idrâk edilirse, lezzet de o oranda gerçekleşir ve idrâk sahibi
açısından bu işe nimet ismi verilebilir.[29]
Kemâl İle tahakkuk edip,
kemâlin hükümlerinin bir membaı haline gelen kimse, nimetlerin de kaynağı
haline gelir. Ayrıca o kişi, nimetlenenlerin herhangi bir nimetten faydalanmalarının
sebebi olur; çünkü o, nimetin kaynağı ve lezzetin kendisidir. Çünkü o, her
şeyin aslıdır, böylelikle onun hükmüyle, bizzat kendinde topladığı sıfat ve
haller dilediği vakit ve dilediği şeyde zuhur ederler.
Bizzat bu kişi ise, lezzet
sahiplerinin lezzetlendikleri her şeyden lezzet alır, bununla birlikte ona,
hiç kimsenin ortak olmadığı başka bir lezzet de tahsis edilmiştir. Bu özel
lezzet, kendi kemâlini ve bu esnadaki haline mülaim oluşu yönünden mertebesinin
içerdiği şeyleri ortaya çıkartmak isteğiyle /istida nimete' nail olmasıdır.
Bunu anla, bu, gerçekten de
çok zor bir meseledir!
Dünya hayatındaki nimette
bu hal sahibinin bir alt mertebesinde,
tabii istekleri ve nefsânî arzulan Hakkın kendisine dair arzusuna ve
ilmine uygun olan kimseler bulunur; bununla birlikte o, pek çok vaktinde bunu
mülahaza eder.
Burada "pek çok
vaktinde" dememin nedeni, bu durumun bütün hallerde sürmesinin imkânsız
olmasıdır.
Bunun bir benzeri veya
ondan biraz aşağı mertebede ise, irâdesinin zihninde meydana getirdiği şeyleri
his alemine çıkartma gücüne sahip kimseler bulunur; bu güç, onunla zuhur etmede
değil, kemâlin gerçekleşmesinde şarttır.
Bu mertebenin bir önceki
mertebenin altında kabul edilmesinin nedeni, bu gücün sahibinin başka bir
takım yönlerden yorgunluğa maruz kalmasıdır; ki bu yorgunluk, zihindekini
harice çıkartma eyleminin ayrılmaz bir şartıdır.
İnsanların dünya hayâtında
en fazla elem çekenleri, Hakkın hariçte zuhur etmelerini takdir etmediği
şehvani kuruntuların kendisinde çokça bulunduğu kimselerdir; bununla birlikte,
arzuladığı pek çok şeyde kişinin azmi kırılır ve meşakkatli bir hayât sürer.
Allah, bu durumdan bizleri
korusun! [30]
ilinmelidir ki: İnsanın
hâlleri alanındaki nimetleri ve bu nimetlerden faydalanmaya neden olması
itibarıyla rızânın üç mertebesi vardır, nitekim Hakkın katında da rızânın
durumu böyledir.
Buna göre, buradaki rızâ
derecelerinin ilki, bâtını yönünden insanın kendi aklından ve de aklının neden
olduğu amel ve hâllerinden razı olmasıdır. Bu genel bir şeydir, bunun husûsî
olanı ise, müminin söylediği şu ifâdedir: "Allah'tan Rab olarak razıyım,
din olarak islâm'dan ve Hz. Muhammed'den de peygamber olarak razı oldum."
Bu birinci kısmın ikinci
tarzını ise, kulun zahiri yönden Rab-bmdan razı olması teşkil eder. Kul, Rabbmm
kendisi için belirlediği ve hayâtı boyunca yaşadığı amel ve hallerin suretleri
nedeniyle Tazı olmuştur; kul bu hal ve amelleri yaşarken, hiç bir sıkıntı ve
duraksamaya uğramaz; yoksa bunun anlamı, herhangi bir temenni ve arzusu
kalmadan tatmin bulur ve susar demek değildir, çünkü bu tarz rızâ, ikinci
mertebenin hükümlerinden birisidir Burada, meslek ve sanat erbabı vb. gibi
insanların çoğunluğunun yaşadığı hali kastediyorum.
Rızânın ikinci mertebesi
ise, imân kuvvetine bağlıdır ve Hakkın mertebesinden töhmeti kaldırmayla
ilgilidir. Bu töhmet, dünya hayâtında rızik ve diğer takdir edilmiş olaylar
hakkında Hakkın haber verdiği ve vaat ettiği şeylerle ilgilidir; bu olaylar ile
insan yüz yüze gelecektir ve bunların açıklanması Kitap ve sünnette çokça
tekrarlanmıştır ki, bu ifâdelerin bir Özeti şu âyette bulunur:
"Yeryüzünde veya nefislerinizde gerçekleşen bir musibet yoktur ki, Biz onu
uygulamaya koymadan önce bir Kitap'ta yazılı olmasın. Şüphesiz ki, bu Allah'a
göre kolaydır. Şunun için ki: Kaybettiğinize üzülmeyesiniz ve Allah'ın size
verdiğine de güvenmeyesiniz." (Hadid, 22-23)
Çünkü: Allah'ın insana
bizzat insanın kendisinden daha merhametli, onun menfaatlerini daha iyi bilen,
onları insan adına daha iyi gözeten olduğunu ve insanın sırlarını,
inceliklerini gördüğünü bilen; Allah'ın kendisine karşı iyi tutumunu ve
başkalarım mahrum ettiği insanın üzerindeki sayısız nimetini gören kimse,
Allah'tan ve kendisine karşı muamelesinden razı olur.
Eğer, bu insanın tabiatı
karşılaştığı şeylerden rahatsız olsa, bu durum, rızâya zarar vermez; burada
dikkate alınacak şey, kutsi nefsidir, çünkü rızâ, tabiatın bir sıfatı değildir.
Bu ikinci mertebenin
mensubu olan bir insanın en yetkin hâli, nefsinde veya herhangi işteki
irâdesini bu hal veya meseledeki şeriat hükmüne tabi kılmaktır; insan, ister
kendi ihtiyarıyla bir hale burunsun ve isterse de buna zorlanmış olsun, içinde
bulunduğu her halde kendisiyle kâim olan bir irâdeye sahiptir. Bu durumda o,
şeriatın irâde ettiği ve razı olduğu şeyden, kendisi için kendisi ve başkası
hakkında da razı olmuştur; çünkü o, şeriatın belirleyip, caiz gördüğünün
dışında herhangi bir konuda belirÜ bir gaye ve amaç taşımaksızın, şeriatın bir
meseledeki özel iradesiyle vasıflanmıştır.
İşte bu, rızâ makamının
mensuplarının bildiği bir haldir. Çünkü büyük sûfîler arasında rızânın ehli
olup, onun hikmetlerini tadan, sırlarını bilen ve hâlleri ile bezenen kimseler
vardır. Bu konuda, genel-meşru ölçüler ve bu özelliğe sahip kimseler arasında
bilinen özel kıstaslar itibarıyla delil ve şahitler, pek çoktur, bunları
aktarmaya gerek duymuyoruz. Çünkü amacımız, açıklamak değil, özetlemek ve
değinmektir.
Bu iki mertebeden her
birisinin çeşitli dereceleri içerdiği de bilinmelidir. Ayrıca, her derecenin de
bir ehli vardır. Her iki mertebe arasında da, pek çok derece bulunur, bunların
da erbabı vardır.
Bu kitapta ve başka
eserlerimizde bu kabilden zikrettiğimiz her hususta durum aynıdır. Biz,
efradını cami sınırlı esasları zikretmekle yetiniyoruz; bunlardan meydana
gelen detaylardan ise, sarf-ı nazar ettik, çünkü özetlemeyi arzuladık.
Eğer idrâklerde kusur
bulunmasa idi, ifâde arasında, maksadın dışındaki ilaveler mesabesinde olan bu
tembihlere gerek duymazdım.
Sonra şöyle deriz: Ubudiyet
mertebesinde rızânın en yüksek mertebesi, kulun hiçbir gaye ve belirli bir
talep veya ümit taşımadan Hak ile olmasıdır/musahabe. Ayrıca kişinin Hak ile
beraberliğinin nedeni/illet, onun kemâlini bilmesi veya Hakkın bildirmesi veya
onu müşahede etmesi olmamalıdır. Bilakis bu, sadece zâtı bir sohbettir; bunun
hiçbir sebebi ortaya çıkmaz.
Bu kişi, alemde veya
nefsinde gerçekleşen her şeyi, adeta kendi muradı diye görür ve kabul eder;
böylece her şeyden lezzet alır ve her şeyi kabul, rızâ ve neşe ile karşılar.
Binaenaleyh, bu hale sahip
olan kimse, ebedî nimet içindedir; bu kişi, zillete maruz kalmaz, kahır ve
gazaba uğramaz ki, bu sayede elemler ona ulaşabilsin.
Bu makam zor bir makam
olduğu için, bunu tadanlar çok azdır.
Bunun da, iki sebebi
vardır:
Birincisi, bizatihi bu makamın
zorluğudur. Çünkü, bütün işlerinde Hakka muvafakat edecek kişinin bulunması
nadirdir. Böyle bir kişi, Hakkın her yaptığı işten adeta kendisi yapıyormuş
gibi veya bu fiil belirli bir amaç ile kendisi için seçilmişçe" sine veya
açıklanması mümkün olmayan başka bir şekilde, mesrur olmalıdır.
İkinci sebep ise, bu makamı
elde etme yolunun bilinmemesı-dir. İnsan, bir tek nefes bile herhangi bir şeye
yönelmiş talepten hali değildir ve talep, insanın hakikatinin ayrılmaz bir
şartıdır. Bu durumda insan, talebinin konusunu sadece bir yönden belirlenmiş
meçhul bir şey yapar. Bu belirli yön, talebinin konusunun Hakkın alemde ve
nefsinde veya kendi dışındaki bir şeyde meydana getirmek istediği bir şey
olmasıdır. Buna göre kişinin gördüğü, işittiği veya kendisinde bulduğu veya
başkasının ona karşı işlediği her şey, bu bilmediği gayenin ta kendisi olur.
Vuku, onu belirlenmiş yapmıştır. Böylece kişi, talip olmasının hakikatini ifa
etmiş olmaktadır; o, kendisinden veya kendisinde veya başkasına veya
başkasından meydana gelen her şeyden lezzet duyar.
Eğer bu olay, bir değişme
gerektirirse -ki bu, Hakkın o kişinin değişmesini istemesinden ibarettir-, bu
durumda o, gerçekleşen şeyi talep etmektedir ve değişen de, gerçekleşendir;
kişi, gerçekleşen şeyde kahra maruz kalmış veya gazaba uğramış bir halde
bulunmaz; aksine o, değişmenin yaratıcısında lezzet aldığı gibi, değişmesinde
de lezzet almaktadır.
Bu makama ulaşmada
açıkladığımızın dışında başka bir yol yoktur.
Şeyh'ten (r.a) sonra bu
makama yaklaşmış sadece bir tek şeyh gördüm. Bu şeyh ile, bir defa Mescid-i
Aksa'da, bir defa da başka bir yerde buluştum. Bu şeyh, karşılaştığım şeyhlerin
en büyüklerinden birisiydi ve pek çok akıl sahibinin kabul edemeyeceği garip
hakikatleri ondan öğrendim. Onun İle sohbet ettim ve bereketinden kendimde ve
zevkimde garip sırlar müşahede ettim. [31]
Bu cümlenin tefsiri
hakkında zahir, bâtın ve diğer dillerle pek çok sırra dikkat çeken Önemli
nükteler zikrettik. Şimdi de -Allah'ın izni ile- bu sırların hepsini
zikredeceğiz. Şöyle deriz:
Bu âyetin zahiriyle ilgili
diğer sırlara gelince: Bu cümle,. "Kendilerine gazap ettiklerinin yoluna
değil" âyetine atıftır; buna göre buradaki istisna,
"la-ğayr/değil" istisna edatına tabidir. Burada açıklanması zorunlu
olan şey, dalâlet ve mensuplarının mertebe ve hükümlerinin tespit edilmesidir.
Öncelikle, konuyu idrâklere yakınlaştıracak küllî ve yararlı bir girişi takdim
etmekle başlayacağız, sonra, tafsile geçeceğiz:
Bilinmelidir ki: Hakkın
kulunu saptırması/idlal, onu yasakladığı şeylerden korumaması, emrettiği
vazifeleri yerine getirmesini veya yasakladığı şeylerden geri durmasını temin
edecek hususlarda ona yardım etmeyişidir.
Hakkın kendisine izafe
edip, pek çok akü sahibinin tenzih niyetiyle Hakka izafe edilmesinde hayrete
düştükleri saptırma, istihza/alay, mekir/tuzak, hile, aldatma gibi şeyler,
ferin aslının ismiyle isimlendirilmesi kabilinden olan hususlardır. Çünkü, örneğin,
kulun aldatması ve alay etmesi, zikredilen şeyi meydana getiren asıl ve
öncelikli olandır. "Mekir" ve "istihza" diye isinv-
lendirilip, pek çok
kimsenin kemâllerini bilmediği vasıflar, "Onların vasıflandırmalarım
cezalandıracağız" (Enam, 137) âyetinin sırrı nedeniyle bu hüküm ile
taayyün eder ve ortaya çıkarlar.
Allah, mürşiddir. [32]
Sonra bilinmelidir ki:
Bundan önce "dalâlef'in "hayret" demek olduğuna ve daha önce
dikkat çektiğimiz özellikler gibi onun da üç mertebesi bulunduğuna işaret
etmiştik.
Buna göre ilk mertebe,
insanların genelinden ibaret olan bidayet mensuplarına mahsustur.
İkinci mertebenin hükmü
ise, keşif ve perdeli kimselerden olan "ortadakiler"de ortaya çıkar.
Üçüncü mertebenin hükmü
ise, muhakkiklerin büyüklerine mahsustur.
İlk-genel hayretin sebebi,
insanın bizatihi fakir/muhtaç ve talip olmasıdır; binaenaleyh insan,
belirttiğimiz bu zatî muhtaçlığından dolayı aldığı her nefeste talepten geri
durmaz. Bu talep, gerçekte/nefsü'1-emr, talep sahibinin gayesinden ibaret olan
kemâle taalluk etmektedir. Bu talebin, bir takım ferleri vardır ki, bunlar,
bizatihi gaye olmayan başka bir takım şeylere taalluk etmektedirler. Buna
örnek olarak, herhangi bir cüzî menfaatin elde edilmesi veya benzeri bir
zararın uzaklaştırılması için vaktin belirlemiş olduğu yemek ve içeceklerle
ilgili talebi verebiliriz.
Gayeler, himmetlerle,
maksatlarla, çekici ve davet edici münâsebetlerle ve daha önce yeterli Ölçüde
zikretmiş olduğumuz hususlarla ortaya çıkarlar.
Binaenaleyh insan, tercih
edeceği bir yön, arzulayacağı bir gaye, bağlanacağı herhangi bir mezhep veya
itikat belirmediği sürece, şaşkınlık ve hayret içinde kalakalır; çünkü insan,
ne-Şet/yaratılış, hâli ve içinde bulunduğu pek çok durum cihetinden
sınırlıdır. Şu halde o, istinat edeceği, nefsini bağlayacağı Ve ona güveneceği
herhangi bir şeye yönelmekten müstağni kalamaz.
İnsanın, ilgilendiği sanat,
meslek ve meşguliyetleri ndeki durumu da böyledir. Şu halde münâsebet, işitme
veya görme yoluyla aşina olduğu bir takım hükümler vasıtasıyla kendisini çekerse,
insan, kendisine münasip mertebelere yönelir.
İnsanın kendisinden ortaya
çıkan amillere/baisler nispetle de durumu böyledir; çünkü baisler, iç
konuşmalarıdır ve bunlarla hitap edilen kimseyi, bu baisin dayandığı asla
çağırırlar. İşte bu, Hakkın çeşitli vahiyleri ve de resul ve nebi göndermesi
vasıtasıyla belirlediği şekilde ferlerine ayrılan dinlerin, mezheplerin,
yolların ortaya çıkmasının nedenidir; nebi ve resullerin hepsi, gerçek anlamda
uyulan kimselerdir.
Şu halde hayret, daha önce
hidâyetten söz ederken zikrettiğimiz ve -Allah nasip ederse- tekrar
zikredeceğimiz gibi, önceliklidir ve hükmü geneldir.
Onu, yani bu birinci
hayreti izale eden ilk şey, tercih edilen gayenin ortaya çıkması/taayyün, sonra
buna ulaştıracak yolun bilinmesi, sonra eldeki vesilenin bilinmesi, sonra
amacın elde edilmesine vasıta olacak şeylerin bilinmesi, sonra engellerin ve
bunların nasıl izale edileceğinin bilinmesidir; binaenaleyh bu hususlar
belirginleştiğinde, bu ilk hayret ortadan kalkar.
Bunun ardından,
zikrettiğimiz bu hususlar insan için belir-ginleşip, talebe giriştikten ve gaye
ve doğru olduğunu gördüğü herhangi bir şeyi tercih ettikten sonra insanın hali,
iki şıklıdır: ya talep ettiği bu şey, onu dehşete düşürür; artık, daha
fazlasını talep edebileceği bir imkânı kalmaz. Nitekim, genellikle itikat ve
mezhep mensuplarının durumu böyledir. Ya da, insanda belirli bir sahiv/şuur
kalır. Böylece, o kimsenin -pek çok kimse gibi belirli bir hâl ve özel bir işe
yönelmiş olmakla birlikte-, bazen bir şeyler araştırdığı ve incelediği görülür.
Belki de, bu araştırmasının neticesinde daha önce idrâk ettiği halden daha
yetkin ve elde etmek istediği veya ettiği şeyden değerli bir hâl bulacaktır.
Bu kimse, kendisini
rahatsız eden ve uyaran bir şey bulduğunda, ikinci makam dairesine intikal
eder. Bu makamdaki hâli de, birinci makamdaki hâli gibidir. Şöyle ki: Bu yeni
makamdaki durumu da, iki şıklıdır: ya, elde ettiği ve meylettiği her şeyde,
mutmaindir ve dinginliğe kavuşmuştur, daha fazla bir şey pesinde koşmaz; ya da,
tatmin olmasını engelleyen bir şeyler onda kalmıştır. Özellikle de, bu makamın
mensuhu-Oİan orta sınıfta-kilerin, guruplara ayrılmış ve hizipler-eDÖlünmüş
olduklarım gördüğünde tatminsizliği artar: Bunlardan her bir gurup, kendisi ve
takipçilerinin doğru, diğerlerinin ise dalâlette olduklarını düşünür.
Bu kişi ise, bütün bu
gurupların bilgi kaynaklarının ve dayanaklarının herhangi bir esasa
dayanmadığını, bunların inançlarında ihtimallerin bulunduğunu ve bir takım
çelişkilerin ortaya çıktığım görür. Bunun neticesinde ise, bu ve benzeri zıt
konularda hata veya doğru, hak veya batıl, sapkınlık veya hidâyet, iyi veya
kötü, zarar veya menfaat kavramlarıyla hüküm vermenin, nispî ve izafî olduğunu
idrâk eder. Böylelikle o, hayrete düşer ve bu itikatlardan hangisinin gerçekte
daha doğru olduğunu, hangi mezhebin, yolun, hâlin ve amelin daha uygun ve
yararlı olduğunu bilemez.
Bu kişi, bazı itikat ve
mezhep mensuplarının dayandıkları herhangi bir makamın hükmü işin sonunda
kendisine hâkim oluncaya kadar hayrette kalmaya devam eder. Böylelikle, o makamın
sırrından dolayı, ona meyleder, onda mutmain olur, sükunete erer. Ya da, ilâhî
inayet sayesinde veya hem inayet ve hem de talebindeki doğruluğu, niyetindeki
ciddiyeti ve talebinde sarf ettiği gayreti ile bu makamın perdesi yırtılır;
böylelikle bu kişi, keşif ehli hâline gelir.
Bu kişinin bu yeni makamın
başlangıcındaki durumu, daha önceki makâmlardaki durumuyla aynıdır. Şöyle ki:
Ulvî konuşmaları
işittiğinde, değerli müşahedelere/iyân nail olduğunda, Hakkın kendisine karşı
iyi muamelesini ve insanların pek çoğunun kaçırmış olduğu şeyleri elde
ettiğini gördüğünde, acaba bütün bunlar veya bir kısmı onu
tatmin/köleleştirirler iîii edecek midir? Ya da onda talep ve şuurun izi
kalabilir mi?
Böylelikle bu kişi, durur
ve Allah telâlanm şu âyetine bakar: 'Hiç bir insan, Allah ile bir vahiy veya
perde ardından veya kendisine bir elçi gönderip, izniyle dilediklerini vahy
etmesi-nır> dışında konuşamaz. Muhakkak ki Allah, alim ve hâkimdir."
(Şura, 51) Ayrıca, bu gibi ilâhî ikâzlara ve nebevi ve kâmil işaretlere bakar. Şu
halde, perde ile ulaşılan veya vasıtayla beliren her şeyde, kuşkusuz ki, perde
ve vasıtanın bir hükmü bulunmaktadır. Buna göre taayyün eden veya ulaşılan bu
şey, artık aslî temizliği ve ulvî mutlaklığı üzerinde değildir, bu nedenle de
ona ihtimal sirayet eder; özellikle de vaktin, mertebenin ve içinde bulunduğu
makamın sırrı, muhataba hâkim olan hâl ve vasfın sırrı bilindiğinde, bu gerçek
daha iyi idrâk edilir. Bütün bunların, muhatap için ortaya çıkan ve ona ulaşan
şeyde bir eseri vardır.
Bunun neticesinde ise kişi,
özellikle Hz. Peygamber'in bazı hadislerini hatırladığında, mutmain olmaz. Bu
bağlamda bir iki örnek olarak, şunları zikredebiliriz:
Hz. Peygamber, rüzgarı her
gördüğünde, rengi değişir, eve girip çıkar, endişelenirdi. Bunun nedenini soran
bir sahabeye şöyle cevap vermiştir: "Belki de bu rüzgar, Ad kavminin söylemiş
olduğu gibidir: 'Derken onu vadilerine doğru gelen bir bulut halinde
gördüklerinde: 'Bu bize yağmur yağdıracak ufukta beliren bir buluttur' dediler.
O ise 'Hayır, o, sizin çabuk gelmesini istediğiniz şeydir; içinde acıklı bir
azap bulunan bir rüzgardır. Rabbımn emriyle her şeyi yerle bir eder' dedi."
(Ahkaf, 24)
Hz. Peygamber, askerlerinin
içinde Bedir savaşı gecesinde, şöyle demiştir: "Allah'ım, bu topluluğu
helak edersen, yeryüzünde sana ibâdet edecek kimse kalmaz."
Cebrail, uykusunda Hz.
Aişe'nin ipek elbiseli suretini getirip, üç kere "Bu senin eşindir"
demiştir. Üçüncünün ardından ise, Hz. Peygamber "Allah, takdir etmişse, o
gerçekleşir" buyurmuş ve kesin bir hüküm vermemiştir.
Bunun yanı srra Hz.
Peygamber, şöyle buyurmuştur: "Arz bana sunuldu: Ben de, onun doğu ve
batılarını gördüm. Ümmetimin mülkü, bana sunulan yere kadar ulaşacaktır."
Hz. Peygamber'in âhir
zamanda gelecek Mehdİ'nin habercile-ri/talai' olan on İranlı süvari hakkındaki
ifâdesi ve yemini de bu kabildendir: "Allah'a yemin olsun ki, ben onların
hepsinin isin1" lerini, babalarının isimlerini, kabilelerini, aşiretlerini
ve atlannm renklerini biliyorum." Böylece Hz. Peygamber, herhangi bir
şahsın suretine, aüna, ismine, ve nesebine yaratılmadan yaklaşık altı yüz küsur
yıl Önce muttali olmuş,[33]
fakat kesin olarak belirtmemiş, aksine başka bir şeyin gerçekletmesinden
korkmuştur.
Çünkü Hz. Peygamber, Allah
Teâla'nm dilediği şeyleri imha ve dilediği şeyleri sabit kıldığını biliyordu.[34]
Ayrıca, zât mertebesinin hükmünü de
bilmekteydi; bu mertebenin neyi gerektireceği ve gaybmın künhünden taayyün
edip, izhâr edeceği şeyin ne olacağı da bilinmez. Hakkın, özellikle
risâletlerinin mazhâr-lan ve de isim ve sıfat mertebelerinin hükümlerinin
taşıyıcısı olan kimselerin aracılığıyla bildirdiği haberler hakkında da hüküm
verilemez. "De ki: Ben türedi bir resul değilim. Rabbimin bana ve size ne
yapacağını da bilmiyorum." (Ahkaf, 9)
Bu ifâde, Hakkın izhâr
ettiği ve bildirdiği şeylerde sınırlı olmadığını belirten ilâhî bir ikâz ve
uyandır.
"Beni Rabbim terbiye
etmiştir, ne güzel de terbiye etmiştir!" Kuşkusuz ki, Hz. Peygamber,
bahsedildiği gibidir.
Şimdi, tekrar orta
seviyedeki sülük sahibinin hâlini ve onun ;j hayretinin açıklanması
konusuna dönüyoruz:
işaret edilen insan,
zikrettiğimiz mertebe, hâl ve hayret hu-1 kümlerini aştıktan sonra, açıklamış
olduğumuz meseleyi düşün-\ düğünde, keşfine ve hâlinin üstünlüğüne rağmen
hayrette kalır. Çünkü o, daha önce de belirttiğimiz gibi, üzerinde bulunan kimseleri
görür ve anlar ki: elde ettiği şey, kâmillerin elde ettikleri mukaddes
ikramların artıklarıdır. Bunun üzerine şöyle der: Şayet, benim ve benim gibi
kimselerin elde ettikleri şey, bizâtihî itminan meydana getirmiş olsaydı,
bizden daha üstün olan kimseler, bu hâl sayesinde daha üstün ve daha liyakatli
olurlardı.
Böylece, gördüğü ve elde
ettiği şeyin kendisini tatmin etmeyişi, içinde bulunduğu hâlin daha gerekli,
daha üstün ve faziletli olduğuna delâlet eder. Bunun ardından, elde ettiği
şeyin değerini bilmekle birlikte, onunla yetinmediği ve ona meyletmediği
görülür. Bu durum, özellikle, genel anlamda bu zevk ve keşifte kendisine eşlik
eden ve ortak olan kimselerin birbirlerinin zevkini küçümsediklerini ve
zevklerine karşı çıktıklarını gördüğünde, daha aşikar olur; buna örnek olarak,
Hz. Musa ve Hızır kıssasını verebiliriz.
Herkes, Allah ile ve
Allah'ın öğretmiş olduğu şeylerle delil getirir. Adalet, sabittir ve Hak
sözünde en doğru olandır. Herkesin doğrudan bir payı vardır; fakat her ilim
sahibinin üzerinde de bir ilim sahibi bulunur.[35]
"Herkese bir hüküm ve
ilim verdik"
Şu halde her tümseğin
üzerinde başka bir tümsek vardır; artık sen de durma ve yürü! Çünkü yol, elde
edilenin ötesinde bulunur. Vakıa da, görüldüğü gibidir: "Sa>ah vakti
kavim hamd eder."
Vesselam!
Böylece bilinmiş oldu ki:
Bütün yaratılmışlar, Hakkın isim ve sıfatlarının mazhârlarıdır; her ismin ve
sıfatın da, bir takım tecellîleri, ilimleri, hükümleri ve eserleri vardır.
Bunlar, ismin dairesinde ve hükmü ve tasarrufunun altında bulunan varlıklarda
zuhur ederler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, varlıklardan her bir sınıf,
belirli bir isim cihetinden Hakka dayanır ve Haktan bil-si alır; söz konusu
isim, o varlığın sultanıdır.
İsimler, mütekabil ve
farklı olup, bunun yanı sıra bunların hükümleri, zevkleri, eserleri, hâlleri de
aynı şekilde olunca, -keşfi henüz kemâle ermemiş olsa bile- akıl sahibi şunu
idrâk eder: Buradaki farklılığın sebebi, asıldaki ihtilaftır. Binaenaleyh bunlar,
taayyünde yaratıklara tabidirler, yaratıklar ise, hüküm ve halde onlara
tabidirler. Her isim, daha önce açıkladığımız gibi, bir açıdan müsemmânın/Zât
aynı, bir açıdan da ondan farklı ise, isimlerin hükümleri de iki
yönlü/zü-vecheyn olmaktadır:
Şu halde, akide mensuplarından
perdeli olanlar üzerine ismin müsemmâdan farklı olduğu yön egemen olmuştur.
Sınırlı zevk mensuplarına
ise, ismin müsemmâ ile aynı/ittihat olduğu yön egemen olmuştur; bununla
birlikte bu ismin mertebesinin gerektirdiği temyiz ve tahsis bakidir.
Büyükler ise, zâtı tecellî
ve ahadiyet-i cem mertebesinin hükmü sayesinde, ihata ve biri eştirme/cem
özelliğine sahiptirler. Şu halde onlar, herhangi bir zevk ile veya itikat ile
sınırlı değillerdir; onlar, bütün zevk sahiplerinin zevklerini, bütün itikat
sahiplerinin itikatlarını ikrar ederler. Bütün bu zevk ve itikatlardaki
doğruluk ve nispî hata yönünü bilirler. Bu bilgi, zâtı tecellî sayesinde
gerçekleşir; bu tecellî, bir açıdan bütün inanılan şeyle-n/rnutekat aynıdır,
öte yandan, muvafık ve muhalif hükümIerle zuhur eder. Böylece bu insanların
ilimlerinin ve müşahedelerinin hükmü, bütün hâl ve makamlara sirayet eder.
Büyükler, bütün yaratıklar
arasında müşterek olan işin aslım bilirler.
Vesselam! [36]
Bilinmelidir ki: İnsan,
bütün bu zikrettiğimiz mertebeleri aşıp Hak onu kendisi için seçip/istihlas,
kutsi ahadiyet-i cem mertebesine uygun hâle getirdiğinde/istislah, öğrendiği
şeylerden birisi, isim ve sıfatların hükümlerinin küllileridir. Bu isim ve
sıfatlar, aleme veya Hakka izafe edilmiş ve iki hükmü kabul eden isim ve
sıfatlardır.
Buna göre, işaret edilen
öğrenmeyle müşahede ettiği şeylerden birisi, ilâhî kemâldir. Bu kemâl, bütün
isim, sıfat ve hâlleri kuşatır. Nitekim daha önce buna işaret ettiğimiz gibi, biraz
sonra -Allah'ın izni ile- bu meseleyi tekrar öğrenecek veya anlayacaksın.
Böylece, iyiliği görülen ve
gizli kalan bütün sıfatların Hakka ait olduğunu görür; bütün bunlar Hakka
racidirler. Bu sıfatlar, Hakka ait olmaları yönünden, iyidirler ve hükümleri
de umûmîdir, hiç kimse bunların ihatasının dışında değildir; çünkü Hak, zâtıyla
her şeyi ihata ettiği gibi, aynı şekilde sıfatlarıyla da ihata eder.
Bahsedilen bu özellik, yani
hayret, söz konusu ilâhî sıfatlardan birisidir. Hakikat, nübüvvet diliyle ilâhî
mertebede bu hayretin aslına Hakkın şu ifadesiyle dikkat çekmiştir:
"Mümin kulumun ruhunu kabz ederken tereddüt ettiğim gibi hiç bir şeyde
tereddüt etmedim." Bu kutsi hadisi daha önce de zikretmiştim. Böylece
Hak, bize pek çok tereddüdünün bulunduğunu, bunların en güçlüsünün ise, mümin
kulunun canını alırken duyduğu tereddüt olduğunu bildirmiştir.
Bundan dolayı
"saptırma/idlal", "Dilediğini saptırır ve dilediğine hidâyet
eder" âyetiyle Hakka izafe edilmiş ve Hak bununla isimlendirilmiştir.
Bu ve benzeri şeylerin
genel hikmetini şöyle açıklayabiliriz:
Daha önce ifâde ettiğimiz
gibi hidâyet, dalâlet ve benzen mütekabil sıfatlar, nispî ve izafî olarak
sabittirler. Buna gÖr,e her sapkın gurup, muhalif fırkaya nispetle sapkındır.
Şu halde dalâlet hükmü, herkese bu nispî yönden verilmektedir.
İnsanların pek çok şey
hakkındaki hükümleri ise, zanlarma ve tasavvurlarına bağlıdır; halbuki onlar,
"Zan doğrudan bir şey ifâde etmez" (Yunus, 36) hükmünü de bilirler,
özellikle de Allah'a dair zan, hiç bir bilgi ifâde etmez. Çünkü Hakkı ihata
mümkün olmadığı için, her hüküm sahibinin Allah hakkındaki nihai hükmü, Haktan
kendisine göre ortaya çıkan şey olmuştur; bu taayyün eden şey de, o kimseye
göre taayyün etmiştir, yoksa bizatihi Hakka göre değildir.
Haktan taayyün etmemiş
şey/gayr-ı müteavyin ise, taayyün eden şeyden/müteayyin daha büyük ve ulvîdir;
çünkü sınırsızın/mutlak sınırlıya /mukayyet nispeti, sonsuzun sonluya nispeti
gibidir. Hatta, Haktan idrâklerimize taayyün eden şey ile, Hakkın üzerinde
bulunmuş olduğu genişlik, izzet, azamet ve mutlaklık hiç bir şekilde
kıyaslanamaz.
Sonra: Haktan taayyün eden
şey, bu taayyünü kabul eden kimsenin hâline, istidadının ve mertebesinin
hükmüne göre taayyün ettiğine göre, şu bilinir ki: Hakkın sırrından bilinen
miktar, kendiliğinde bulunmuş olduğu hale veya Hakkın kendisini bilmesine
nispetle bilinmiş değildir; aksine bu şey, onu bilenin istidadına ve durumuna
göre bilinmiştir.
Maksadı karşılamaya yeterli
ve hakikatin bulunduğu hâl üzere istidat sahibinde zuhurunu gerekli kılacak
herhangi bir istidat bulunmadığı için, bu durumda, hiç bir ilim olamaz; şayet
herhangi bir ilim yok ise, asla hidâyet de olamaz. Bu noktada herhangi bir
hidâyetin varlığından söz edilirse, bu, ancak nispî ve izafî var olabilir.
Nitekim yaratıkların en
kâmili Hz. Peygamber'e Rabbmı görüp görmediği sorulduğunda "Nûrânî olarak
onu gördüm" buvurmuştur. Böylece de, acizlik ve eksikliğe işaret etmiştir.
Bir duasında ise, şöyle demiştir: "Ben sana layık olan övgüyü ifadan
acizim." Yani, ben sende bulunan her şeye ulaşamam. Böylece Hz.
Peygamber, Hakkın bütün işlerine muttali olmadaki acizliğini itiraf
etmiştirAllah teala bu konuda şöyle uyurmuşfür:""ÂHah, kendisinden
sizi sakındırır." (Ali İmran, 30); "Size ilimden çok az bir şey
verilmiştir." (Isra, 85) Az olan ilmin durumu bu ise, bütün akıl
sahiplerine göre, ilim kabul edilmeyen şeyin durumu ne olabilir ki? Bundan
dolayı insanlar, Allah'ın zâtı hakkındaki bilgiyle uğraşmaktan engellenmiş,
özellikle de son nefeslerinde olmak üzere Hakka karşı hüsnü zan beslemeleri
tavsiye edilmiştir.
Herhangi bir varlığın
hakikatine en yakın şey, o şeyin ruhudur. Hz. İsa ve Hakka yakınlığa mazhâr
olan kâmiller, Allah'ın ve resullerinin bildirdiği üzere, Allah'ın ruhudurlar;
bununla birlikte Hz. İsa, "Sen benim nefsimde olanı bilirsin ve ben senin
nefsindekini bilemem. Çünkü sen, gayblan çok iyi bilirsin" (Maide, 116)
demiştir. Hâl böyle iken, bu ve değindiğimiz veya çok açık olduğu için
zikretmeden geçtiğimiz benzeri pek çok delilden, Hakkın nefsinde bulunan
şeylere muttali olmanın imkânsızlığını Öğrendik.
Şu halde, Hakka dair elde
ettiğimiz bilgi, Hakkın kendisi hakkında bize verdiği bilgiden bizim onu
taklidimizle elde edilmiştir; aynı şekilde zahirî veya bâtını herhangi bir
kuvvetimizle veya her ikisiyle birlikte müşahede ettiğimiz şeylerde ise, biz,
sadece ve sadece kuvvet ve hislerimizi taklit ederiz.
İşin nihayeti, Hakkm bizim
işitmemiz, görmemiz ve aklımız olmasıdır; aslında bu da, maksadın
gerçekleşmesini sağlamaz. Çünkü Hakkın bizimle birlikte olması ve bizim
vasıflarımızın yerini alıp, bizimle kâim olması, daha önce açıkladığımız gibi
O'na göre değil, bize göredir. Aksi halde, Hakkın kulun işitmesi/ görmesi ve
aklı olması, Hakkın üzerinde bulunduğu tarzda meydana gelmesi ve zahir olması
gerekirdi; böylelikle kul, Hakkın görmüş ve işitmiş olduğu her şeyi görmüş ve
işitmiş olacağı gibi, aynı zamanda Hakkın aklettiği her şeyi de, Hak gibi,
akle-debili gerekirdi.
Bunların arasında hatta
bütün bunlardan daha önemli olanı ise, Hakkın zâtını kendiliğinde bulunduğu
tarz üzere akletmesi, aynı şekilde onu görmesi, kelâmını işitmesi, başkalarının
kelâmını da aynı şekilde işitmesidir. Bu ise, zikrettiğimiz mertebeye ulaşıp,
en ulvî mertebeler ve en şerefli derecelerle tahakkuk eden kimselerde bile
gerçekleşmemiş bir haldir. Şu halde, bunların aşağısmdaki mertebelerde bulunan
kimseler için böyle bir halin gerçekleşmesi mümkün olabilir mi?
O halde, herkesin Allah'a
ve O'nun dilediklerine dair hayretten bir nasibi vardır.
Bu bağlamda, sadece
Allah'ın bilmiş olduğu beş bilinmeze dair şu âyeti hatırla! "Onları
Allah'tan başkası bilemez/' (Enam, 59); "De ki: Göklerde ve yerde olanı
Allah bilir." (Hü-curat, 16); "Şayet ben gaybı bilmiş olsaydım, daha
fazla hayır işlerdim." (Araf, 188); "Şayet Allah dileseydi, onların
hepsini hidâyette toplardı. Artık sen de cahillerden olma." (Enam, 35);
"De ki: Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahy edilen
şeye tabi olurum." (Ahkaf, 9).
Bu gibi, pek çok âyeti
hatırlayınız.
Allah doğruyu söyler ve
dilediklerini sırât-ı müstakime ulaştırır. [37]
Bilinmelidir ki: Daha önce
insanın bizatihi muhtaç olduğunu, farkında olduğu veya almadığı yönlerden daima
Rabbinden bir şeyler talep ettiğini ve ona yönelmiş olduğunu belirtmiştik; özellikle,
Allah yolunun mensupları, böyledir, çünkü onlar, zât, fiil ve hâl ile Haktan
talep ederler.
Şu halde bunlardan
birisine, herhangi bir cihetle sınırlanmış zahirî bir viche/kıble veya özünde
makul olan bâtını bir kıble belirdiğinde; ya da Hakkı talebi -şayet Hak
taliplerinden olduğunu iddia ediyorsa- herhangi bir alimin ilmine veya bir
kimsenin itikadına veya birisinin müşahedesine göre; veya belirli bir itibar
veya belirli veya belirsiz bir durum açısından sınırlanmış-sa, bu kimse,
nefsinin gayesini bildiği ve "fetih"te görüş sahibi kimselerden
birisidir. Ayrıca bu kişi, dikkat çekilen hayretin [hükmü kendisinde
zayıfladığı kimselerden birisidir; ya da söz [konusu hayret, bu kişinin benimsediği
veya terk ettiği veya seçtiği veya tercih ettiği yönden neredeyse yok
olmuştur.
"Alem" olması
itibarıyla alemde, hatta bütün hayırların kaynağı ve amaçların elde
edilmesinin sebebi olması yönüyle Hakkın katında bile herhangi bir arzusu
kalmayan kişinin hali, Hak-ka/es-sefer ilellah, Hakta/es-sefer fillah ve
Haktan/cs-sefer mi-nellah olan seferleri birleştirir. Bu kişi, isim ve
sıfatların mertebelerini, bunlara izafe edilen hüküm, eser ve tecellîleri ve
bunlarm levazımı olan nispet ve izafetleri aşar. Böylelikle Hak, kendisine
ilimlere, idrâklere, akidelere, müşahedelere, haberlere, vasıflara ve
zikrettiğimiz diğer şeylere göre herhangi bir manevî veya zahir ve bâtın
yönünden mahsus bir cihette taayyün etmez.
Çünkü o, Hakkın izzet ve
celâlinin farkındadır ve Hakkın bütün bunlarda veya bunların herhangi
birisinde sınırlı olmayacağını da bilir; ayrıca, onun himmeti, daha önce
zikredilen makam sahiplerinin durdukları herhangi bir mertebede kalmaz ve o
mertebede tatmin olmaz -gerçi sözü edilen insanlar da, Hak üzeredirler ve Hak
için, Hakta ve Hak ile vakıf olmuşlardır.- Bu kişi ise, aslî-ulvî fıtratı
sayesinde hiç bir tereddüde kapılmadan varlığında kendisinin bir dayanağı
olduğunu bilir ve bunun kendisi olmadığını da idrâk eder; kalbiyle ve bedeniyle,
ona paralel ve karşısında olarak bu asla yönelir. Bu yönelme, kişide bulunan
en ulvî unsur/ecelM ma fih ile hatta kişinin bütün varlı-ğıyla/bi-küllîyetihî
gerçekleşir. Rabbma teveccüh esnasındaki huzuru ise, Rabbmın kendisini
başkasında bildiği tarza göre değil, kendisini kendisinde bildiği tarza
göredir.
İşte bu kişinin hâli,
Hakka/es-sefer ileîlah, Hakta/es-sefer fil-lah ve Haktan/es-sefer minellah olan
seferleri birleştirir; çünkü o, ne nefsi için, ne nefsi ile, ne de nefsinde
veya Allah tarafından verilmiş ilimlerine veya mürekkep-basit ilimlerine göre
sefer etmektedir.
Bu hâl, son hayret
mensuplarının ilk hâlidir. Ehlullahm büyükleri, bu hâli temenni ederler ve
bunu aşamazlar; aksine, dünya da âhirette ve berzah aleminde sürekli bu halde
yükselirler. Onların, zahirde veya bâtında belirlenmiş özel bir kıbleleri yoktur,
çünkü, kendisiyle zahir ve bâtınlarında sınırlı kalıp, böylelikle başka
taleplerden ayrılmalarına neden olacak Hakkın herhangi bir mertebesi/rütbe
onlarda taayyün etmiş değildir; aksine, Hak kendilerini bütün gizli ve açık
cihetlerden kuşatmış olduğunu onlara bildirmiş, kendilerine kendisinden
tecellî etmiştir. Bu tecellî, herhangi bir şeyde veya cihette veya isimde veya
mertebede değildir. Böylelikle onlar, O'nu müşahede etmekle, çöllere düşmüşler,
bunun neticesinde ise, Hakka dair hayretleri, Haktan, Hak ile ve Hakta
gerçekleşmiştir. [38]
Bu ek, bir öncekinden daha
mühim, meselenin ferini ve aslını daha iyi açıklar:
Bilinmelidir ki:
Mutlak vücûd/Vücûd-ı Malız,
mâhiyeti açısından, görülemez, taayyün etmez ve herhangi bir renkle boyanmaz.
Mümkünlerin a'yânı ise -ister isimlerin aynı oldukları söylensin, ister
isimlerden başka oldukları ileri sürülsün- mücerret a'yân olmaları itibarıyla
herhangi bir idrâkin konusu olmazlar, sadece zihinde tasavvur edilebilirler.
Bunların zihindeki taayyünleri ise, arızîdir, çünkü bu taayyün, onların Hakkın
ilmindeki ezelî taayyünleri değildir. Mümkün hakikatlerin Hakkın ilmindeki
taayyünleri ise, Hakkın sabitliği gibi, ezelî ve ebedîdir, zihnî taayyün ise,
tasavvur sahibinin zihnine arız olmuştur.
Bu ikinci taayyünün
nihayeti ise, andırma/muhakat yönünden diğerine benzemesidir; benzerlik de,
benzetmeyi yapanın tasavvuruna, onun gücüne ve zihnine tabidir; yoksa bu,
tasavvur edilen hakikatlerin Hakkın nefsindeki taayyünlerine nispetle mâhiyetleri
üzere bulundukları hâle göre değildir. Şu halde hiç bir yaratık, mâhiyetleri
üzere mümkün hakîkatleri/a'yân idrâk edemez; hiç kimse, Vücûdu veya Hakkın zâtını
nispet ve izafetlerin hükümlerinden mücerret olmaları yönünden idrâk edemez.
Ortada, bir veya iki idrâk
sahibine/müdrik ait ve bir veya birden fazla idrâk objesine taalluk eden bir
idrâkin veya idrâklerin bulunduğunda herhangi bir kuşkumuz yoktur. Şu halde, idrâk
edilen şey nedir? Onu kim idrâk etmektedir? Daha önce açıkladığımız ve
belirttiğimiz üzere, mâhiyeti üzere idrâki mümkün olmayandan başka bir şey
yoktur.
Şayet idrâkin konusu,
nispetler ise -ki bu idrâk, onların ma-dum şeyler olmaları açısındandır-
bunları idrâk eden kimsenin ve bunlarla idrâk ettiği şeyin kendileri gibi madum
bir şey olması gerekir. Çünkü bir şey, başka bir şeyi kendisinden farklı oluşu
yönünden idrâk edemez ve bu açıdan o şeyde müessir olamaz.
Bu durum, kâmillere göre,
tereddütsüz bir olgudur ve bunu savunmaya gerek yoktur. Daha önce de
belirtildiği üzere, sadece bir Vücûd vardır ve bundan, kendisine izafe edilip,
isim, sıfat ve hâî diye isimlendirilen şeyler ortaya çıkar.
Bütün bunlar ise, basit
mânâlardır, kendilikleriyle kâim değillerdir. Bunlarm hükümleri de, sadece
Vücûd ile zuhur edebilir. Vücûd ise, şarttır, müessir değildir. Vücûd böyle
olmakla birlikte, kendiliğiyle taayyün etmez ki, idrâk edilebilsin; şayet Vücûd
taayyün etmiş olsaydı, onu idrâk eden kimse, bu durumda Vücûd'dan başka ve
sadece Vücûd ile varlığı olan bir şey olurdu. Vücûd ise, bizatihi taayyün
etmemiştir/gayr-ı müteayyin, aksine, Vücûd'un kendisiyle zuhur ettiği ve onun
aynası olacak bir şeyin bulunması gerekir.
Onun, yani Vücûd'un
vazifesi, sadece izhâr etmekten ibarettir. İzhar, nûr olması açısından Vücûd'a
mahsustur, nûr ise, idrâki mümkün kılar, fakat kendisi idrâk edilmez. Şu halde
o, tek başına zuhur edemez, nerede kaldı ki izhâr edebilsin? Çünkü izhâr, nûr
ile kendisini kabul edip, zuhûruyla ortaya çıkan şey arasında gerçekleşen
birleşmeye/içtima bağlıdır; bu şey, bir sebepten dolayı iştigal veya
benzerlik/muhazat ve intiba/yansıma diye ifâde edilir.
Binaenaleyh zuhur, bu
durumda, "cem' /birleşme" nispetine bağlıdır, cem' ise, bir nispet
veya başka bir ifâdeyle bir hâldir. Şu halde, kendi başına kâim, müstakil ve
sabit olmayan bir şeyden, kendisiyle kâim bir şey nasıl meydana gelebilir de,
onun hakkm-da sabitlik hükmü verilir?
Nasıl olur da, başlangıçta
kendisiyle kâim olmayan bir şey, ikinci durumda kendisiyle kâim bir şeye
bölünüp, görülür hâle gelir; veya kendisiyle ve başkasıyla kâim bir şeye
bölünüp, böylece "gören" diye isimlendirilir; veya kendisiyle kâim
olmayan şeye bölünebilir. Buradaki durum da, önceki durum gibidir.
Vücûd, zikredilen bütün bu
kısımların aynısıdır. Böylece o, görür-görülmez, bölünür-bölünmez,
bağımsızdır-değildir, birleşir, bununla birlikte çoğalmaz ve başkalaşmaz;
ayn'min/hakîkat varlığı olmayan çokluk/cem' ile zuhur eder, bununla birlikte
kendisiliğiyle zuhuru imkânsızdır, ayrıca cem', Vücûd'un zâti bir sıfatıdır. Şu
halde cem', tek hâldir; bunun hükmüyle gerçekleşen birleşmeler/ietimaat ise,
bir tek hakikatin çeşitli hâllerdir.
Vahdet/birlik, ancak
mukâbiliyle tasavvur edilebilir; vahdetin mukabili ise, çokluğun/kesret
mânâsıdır. Kesret ise yoktur, çünkü ortada sadece türlerine ayrılmış/mütenevvi'
bir tek şey vardır. Şu halde, cem'/çokluk ve vahdet/birlik nerede kalmıştır;
bunlar, takdirî olarak bulunurlar. Çünkü idrâk edilen şey/müdrek, ancak çok
olandır/kesir[39]; farklılığı talep esnasında
çokluktan ayrılan-şey/mümeyyez şey ve onun hakkında verilen hüküm eerçekte
değil, farazi olarak ve bazı zihinlerde so-mutlaşmaşıatibarıyla sabittir.
Acaba bu şey, bu faraziye
ve şahıstan sarf-ı nazar edersek, gerçekte takdir edildiği gibi midir, değil
midir, ya da, hakkında önceden verilen hüküm gibi midir, değil midir? Bu başka
bir meseledir. Hatta, gerçekte o şey, kesinlikle takdir edildiği gibi değildir;
çünkü bütün bu hükümler, geçicidir, mahkûm-i aley-h'in bizatihi gerektirdiği
şey ise, ezelî olarak sabittir, bunun nedeni de, başka bir şey değil, bizzat
kendisidir.[40]
Bütün bu hükümler ve hâller
sabittir; bunlar, idrâk ve hislerine nispetle bütün idrâk sahiplerinin
idrâkine münasiptirler.[41]
Şu halde bir şey, mâhiyeti
üzere bulunduğu durumda, asla idrâk edilemez ve ona ulaşılamaz.
Sonra şöyle deriz:
"Alim/bilen" diye isimlendirilen şey, Hak için bir mazruf değildir:
çünkü böyle bîr şey imkânsızdır.
Alim, Hak için bir zarf da
olamaz: çünkü "Allah var idi ve O'nunla beraber başka bir şey yoktu."
Alim, mutlak anlamda yok
olan, sonra da varlık hâline gelmiş bir şey de değildir: çünkü böyle olsaydı,
hakikatlerin dönüşmesi gerekirdi ki, bu, imkânsızdır.
Şu halde, idrâk eden ve
idrâk edilen kimdir? Bütün bu zikrettiklerimize göre alim kimdir, Hak kimdir?
Alim, ilim ve malûm kimdir?
Nispetler, daha önce
belirttiğimiz gibi, madum şeyler-dir/umûr-ı ademiyye, bunların, sadece
zihinlerde varlıkları vardır. Zihinler ve sahipleri ise, yok idiler, sonradan
var olmuşlardır. Her şey nispetlerden var olmuşsa, daha önce de belirtildiği
gibi, bu durumda mevcut madumdan zuhur etmiş olmalıdır; Vücûd'dan zahir olmuş
iseler, Vücûd'dan vücûdu olmayan bir şeyin zuhur etmesi mümkün değildir. Ayrıca
daha önce de belirttiğimiz gibi, sırf "vücûd" olması yönünden
Vücûd'un herhangi bir eseri de yoktur: çünkü o, birdir/vahid, mutlak anlamda
bir olan ise, herhangi bir şeyi meydana getiremez. Vücûd, kendisine zıt olan
şeye de münasip değildir, dolayısıyla kendisine zıt olan bir şey, onunla
irtibatlı da olamaz. Vücûdu olmayan şey ise, Vücûd'un zıddıdır. Şu halde durum
nasıl olacak?
Vücûd'dan, vücûdun aynı da,
zahir olamaz: çünkü bu/elde-kinin üretilmesinden ibaret olur/tahsilü'1-hasıl.
Şayet Vücûd'dan vücûdun aynı, fakat mevcut olandan farklı bir tarzda zahir
olsa, bu durumda Vücûd'un dışında zorlayıcı bir nedenin bulunması gerekirdi:
çünkü, bu farklılığın nedeni Vücûd'un kendisi ise, ezelî ve ebedî olarak onunla
birlikte olması gerekir. Bunun nedeninin/mucib başka bir vücûdun olması da
mümkün değildir: çünkü bu durumda daha önce açıklamış olduğumuz bir takım fasit
durumlar ortaya çıkardı. Ayrıca, bu zorlayıcı nedenin madum bir nispet olması
da mümkün değildir: çünkü bu, madunum vücûdda tesirini gerektirirdi.
Ayrıca bu, zuhur eden her
şeyin ya vücûdu olmayan bir şeye veya bir araya gelmeleri şartıyla vücûd ve
nispete istinat etmesini gerektirirdi. Vücûd ve nispetin birleşmesi geçici
ise, bundan sayısız zararlar doğardı: çünkü bunların birleşmesini gerektiren
şey, ya bunlardan birisi veya her ikisi veya üçüncü bir şeydir.
Şayet bu birleşmeyi
gerektiren şey Vücûd ise, zorunlu olarak, başlangıçta bunu gerektirmediği halde
daha sonra madum nispetle birleşmesini gerektiren bir yönün Vücûd'da bulunması
gerekirdi; bunda ise, gerçekleşmesi imkânsız durumlar vardır ki, bunları
tekrarlamaya gerek yoktur.
Bu birleşrrteyi gerektiren
şey "nispet" ise, varlığı/vücûd olmayan bir şeyin, varlıkta bir eser
ve hüküm meydana getirmesi ve bütün mevcutların zuhurunun sebebi olması gibi
bir takım imkânsız şeyler söz konusu olurdu; bununla birlikte bizatihi birleşmenin
varlığı yoktur, aksine o, daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, nispettir.
Şayet, bu birleşmenin
nedeni her ikisinin dışında üçüncü bir durum/emir olursa, soru tekrarlanır:
çünkü bu üçüncü şey, ya bir vücûd veya nispettir; bundan ise, daha önce ifâde
ettiğimiz s°nuçlar meydana gelirdi.
Durum, zikredilen bu üç
tarzın dışında değildir. Şu halde mesele nasıl izah edilecektir? Bunun
neticesinde ise, "hayret" or-taya çıkar.
ilâhî haberlere baş
vurursak, bunlardaki izah da, daha önce açıklandığı gibidir: çünkü ilâhî
haberlerin de, idrâk vasıtalarına tabi olması gerekir; idrâk vasıtaları ise,
mevsufa tabi vasıflardır. Mevsuf ise, henüz mâhiyeti ortaya çıkmış bir şey
değildir. Şu halde, kendisine tabi olan ve ondan çıkan şey hakkında ne diyebiliriz
ki?
Bütün bunlara rağmen,
idrâkler, zuhurlarının çeşitlenmesi yönünden çoğalmış idrâk nesneleri veya
farklı idrâk objeleri üzerinde hüküm sahibidirler ve onlara ilişirler. Bu
bağlamda, bir lezzet vardır ki, bu lezzet, mülaim olan şeyin idrâk edilmesinin
ifadesidir; bir elem vardır ki, o da, mülaim olmayan şeyin ifadesidir; ayrıca
karanlık, nûr, hüzün, mutluluk vardır. Binaenaleyh bütün bunlar, mevcuttur;
halbuki burada ne kül vardır, ne cüz vardır ve ne de zaman-mekan vardır. Peki,
bu durumda ilim nedir? Mâhiyeti, hüviyeti ve niteliği nedir?
Zannetme ki, bu babtaki
hayretin sebebi idrâkteki bir eksikliktir; ya da bunun sebebi, buradaki
açıkhğa/cela ve istidaya engel bir eksikliktir: aksine bu hayret, marifete,
müşahedeye, bütün varlıkların sırrını görmeye ve vücûdun
birliğini/ahadiyye-tü'1-vücûd gerçek anlamda idrâke/ıttıla tam olarak
ulaştıktan sonra hükmü ortaya çıkan bir hayrettir.
Fakat, sınırlanan kimse,
darlığından dolayı durur ve sülük edemez/sa re.
Bu kimse, müşahede ettiği
şeyin hükmü altında ezilir, böylelikle sapıtır /inhiraf ve şaşakalır/mare
Genişleyen kimse ise,
kuşatır ve keşf eder
Böylelikle ihata eder, devr
eder ve hayrete düşer.
Hayret etmezse, aksine
yürür ve hareket ederse, şaşar ve yürümez.
Bu kişi, Rabbınm zâtının
gaybmı vatan edinir; Hak ile ve Hak'ta fânî olduktan sonra, Hakkın
işleriyle/şuûn ve Hakka göre halden hale girer/tenevvu'.
Burası ne güzel varış
yeridir!
Burası, seyir makamıdır.
Ey düşünen kişi! Belki de,
az önce hayretin sırrı hakkındaki açıklamamı yadırgamış olabilirsin! Çünkü
senin anlayışın, bunun sırrını idrâk edemez. Bu konuda da, ben değilim ama,
sen mazursun: Ben, bu gibi şeyleri sana anlatıyorum ve senden ve insanlardan
bunları anlamasını, karmaşık ifâdelerin arasından maksadı süzmesini bekliyorum!
Şu var ki: Ben, Rabbimin
tasarruflarının bir aracı ve O'nun için bir aynayım. Binaenaleyh o, benimle
zuhur eder ve dilediği işlerini izhâr eder, dilediği burhanlarını açıklar.
Binaenaleyh ben de, ilâhî
irâde altında ezilmişim, hür değilim, mecburum. İşte şimdi, bir örnekle bu
mübarek mertebeden senin ve senin gibi kimselerin seviyesine iniyorum! Kulağını
bana ver, aklını ve idrâkini bana yoğunlaştır.
Allah, mürşiddir.
Bilinmelidir ki: Bu kelâmı
düşünen kimse -ister kelâmcılarm
görüşlerini benimseyen,
isterse de sözde akılcıların/en-Nazza-rü'1-mütefelsifîn görüşlerini
benimseyenlerden olsun- şu konuda hiç bir tereddüt taşımaz: İçinde bulunduğu
cisimler aleminde idrâk ettiği her şey, cevher-arazdan veya heyula-sûretten
oluşur. Buna göre cevher, ancak araz ile zuhur eder; araz ise, cevherle var
olabiÜr^Aym şekilde, heyula suret ile mevcut olabildiği gibi, suret de,
heyüiav ile zuhur edebilir. Ortada taayyün eden cismin makuUuğu, herhangi bir
mânâdan ibarettir: bunda, üç boyutun farz edilmesi mümkündür; bu üç boyut,
uzam/tul, genişlik/araz ve d erinliktir/umk.
Mücerret heyula, ehl-i
nazara göre, aklen bölünme kabul etmez; suret de öyledir. Bununla birlikte
suret heyulaya girmekle, her ikisi birden cisim hâline gelirler ve bölünme kabul
ederler. böylece li-zâtihî bölünmeyi kabul etmeyen bir şey, bölünmüştür;
bununla birlikte, sadece birleşme meydana gelmiştir, bu ise, uığ nispetler gibi sadece bir nispettir.
Bir takım şeylerin
kendisinden meydana geldiği Tabiat rnü-cerret bir mânâdan ibarettir; bu mânâ,
dört hakikati içermektedir: bunlar, hararet/sıcaklık, bumdet/soğukluk,
rutubet/yaşlık ve yabusettir/kuruluk. Tabiat, zâtıyla bu dört şeye de uygundur/münasip;
hatta Tabiat, birbirlerine zıt olsalar bile, bu dört şeyin aynıdır. Bununla
birlikte o, yani Tabiat, mâhiyeti yönünden zikredilen dört unsuru içeren bir
mânâ olmakla birlikte, bu ve ifâde edilen her şey, mücerret mânâlardır:
bunlardan herhangi bir şeyin tek basma zuhur etmesi ve vücûd olmaksızın idrâk
edilmesi mümkün değildir. Çünkü bütün bunların varlığı da, sırf vücûd oluşu
yönünden kendiliğiyle taayyün etmez ve mâhiyeti yönünden/min-haysü hüve zuhur
etmez ki, idrâk edilebilsin.
Şu halde, bu mânâların bir
araya gelmesi, bunların zuhur etmesinin ve idrâk edilmelerini gerektirir. Bir
araya gelme/icti-ma', kendiliğinde herhangi bir varlığı olmayan bir nispet veya
hâldir.
Acaba, idrâkin taalluk
ettiği başka bir şey var mıdır? Bu şeyin mâhiyeti nedir? Keyfiyeti nedir?
İşte bu suretin -ki, idrâk
ettiğin her şeyi onun cihetinden idrâk edebilirsin- zikredilen ve özellikleri
belirtilen esaslardan/usul meydana gelmiştir. Bunların en önemlisi ise,
Tabiattır.
Şu halde suretler,
Tabiat'tan zuhur etmişlerdir.
Tabiattan zuhur eden
şeyleri incelediğinde, hiç bir şeyin Ta-bat üzerinde zait olmadığını görürsün.
Her ne kadar zuhur eden şey, tabiattan farklı bir şey değilse de, tabiat,
küllîliğinin makulluğu yönünden zuhur eden şeyin aynı değildir. Tabiat,
kendisinden ortaya çıkan şeyle artmaz, eksilmez ve farklılaş-maz: ortada başka
bir şey yoktur ki, ondan tabiat farklılaşsm, çünkü tabiattan zuhur eden şey,
onun herhangi bir parçasıdır, ondan başka değildir.
Bu, son derece açık bir
gerçektir.
Bedenini/suret idare
ettiğini zannettiğin ruhuna gelince: "ruh" diye isimlendirilen her
şeye dair konuşma daha geniş ve daha uzundur; ruhun sırrı da7 daha kapalı ve
daha problemlidir.
Rabbımn mâhiyetinden soru
sorma! Kuşkusuz ki, bu konuda soru sormak, yasaklanmış ve bunun imkânsız olduğu
belirtilmiştir.
Artık uzatma, yürü ve
yürümede kullandığın asanı at! "Akşamdan sonra ayıp kalmaz."
Allah'a yemin olsun ki!
Dikkatini çektiğim hususta kendine çeki düzen verir, daha önce ifâde edilen
şeyleri aklında tutar ve bu ve daha bunu takip eden bölümleri de onlara
eklersen, son derece garip gerçekleri görür, akıl sahiplerini şaşırtan sırlarrı
öğrenirsin. [42]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 353-354.
[2] "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki,
Allah da sizi sevsin." (Ali Imran, 31)
[3] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 354-357.
[4] Bu mesele, Konevî'nin düşüncesinde son derece önemli
bir konudur. Bunu en iyi özetleyen ifâde, Konevî'nin örnek babında zikretmiş
olduğu, Allah'ın bir karıncayı yaratmaya teveccüh etmesiyle, alemi ya da
insanî yaratmaya dönük teveccühü arasında hiç bir fark yoktur, düşüncesidir:
çünkü yaratılış tecellîsi yönünden her birisine ulaşan şey aynıdır.
Burada önemli mesele, şayet
tecellîde herhangi bir üstünlük veya farklılık bulunmuyorsa, bu durumda alemde
gözlemlediğimiz çeşiklilik ve östünlükler nasıl ortaya çıkmaktadır. Başka bir
ifâdeyle tek ve her yönüyle eşit olan bir tecellîden nasıl oluyor da, bu derece
farklı ve çeşitli şeyler nasıl meydana gelmiştir. Bu soruya belki iki şekilde
cevap verilebilir: Bunlardan birisi, bu çokluğa farklı bir mebde bulmaktır.
İkincisi -i ise, bu çokluk ve
çeşitliliği bir yanılgı olarak değerlendirmek de mümkün olabilir. Konevî, her
iki yaklaşımı da dikkate alarak bu meseleyi ilk ilkesiyle uyumlu bir şekilde
çözmeye çalışır.
Buna göre, alemde
gözlemlediğimiz çokluk ve çeşitliliğin bir yönü gerçekten de bir yanılgıdır. Bu
yanılgı, çeşitli nedenlerden kaynaklanmak-; tadır ki, bunların ön önemlisi,
özellikle alemdeki "şer" probleminde ortaya çıkan herkesin kendi
varlığını ve mertebesini esas sayıp, diğer varlıkları ve olayları buna göre
değerlendirmesidir, ikincisi ise, bu çokluğa ve çeşitliliğe başka bir kaynak
aramaktır. Nitekim, bazı kadim gelenekler alemdeki kötülük ve çokluğun
kaynağını Tanrı'nm ve ezeîi ilkenin dışında aramışlar, ve madde, ya da ezeli
karanlık gibi çeşitli ilkeler ileri sürmüşlerdir. Konevî de, buna farklı bir
kaynak bulmaya çalışır, fakat burada Konevî'nin önünde gerçekten de çok Önemli
bir sorun vardır: Bir yandan Tanrı'nm mutlak birliği ve vahdetine tam bir
inanç, bunun yanında alemdeki bu çokluğu izah etme teşebbüsü.
Konevî, alem ve alemdeki
çokluk ve çeşitlilik için Tann'nın yanında ikinci bir mebde mesabesinde bir
ilke fikrini kabul edemezdi; o, ikinci ilah ya da mebde fikrini benimseyenleri
şiddetle eleştirir. Konevî'nin bulduğu çözüm, isimler ve sıfatlar görüşünde
düğümlenen bir mebde anlayışıdır. Buna göre, alemdeki çokluk ve kesretin
kaynağı Tanrı'nm sıfatlarıdır. Bunlar arasındaki farklılık ve üstünlük ise,
sıfatların maz-hârlan olan alemdeki olayların ve çokluğun nedenidir.
[5] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 358-362.
[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 363-366.
[7] "Seni dalalatte buldu, sana hidâyet etti".
(Duha suresi, 3)
[8] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 367-370.
[9] Bkz. Nefehatü'I-Üns, s. 733 (Haz. Süleyman
Uludağ-Mustafa Kara). Cami'nin bu sûfî hakkında anlattığı olaya göre bu şahsı
başka bir vesileyle İbnü'l-Arabî de zikretmektedir. Muhtemelen Konevî'nin burada
bu ismi zikretmesi Şeyhinin eserlerinden mülhemdir.
[10] Burada Konevî'nin sözünü ettiği şey, daha geniş bir
şekilde îbnü'I-Arabî tarafından ele alman "nevamis-i hikemiyye"dir.
Nevamis-i hikemiyye, hikmetli kanunlar demektir ve bunlar herhangi bir dini
kaynağa bağlı olmasa bile, toplumun ve fertlerin fayda ve maslahatları
gözetilerek ortaya konulmuş kurallardır. İbnü'l-Arabî, bunlara uymanın da adeta
dine uymak gibi gerekli olduğunu belirtir. (Bkz. Fusûsıı'l-Hikem, Yakub
Fassı.)
[11] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 371-374.
[12] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 375-379.
[13] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 380-385.
[14] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 386.
[15] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 387-390.
[16] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 391-394.
[17] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 395.
[18] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 395-397.
[19] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 398-401.
[20] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 402-404.
[21] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık:
404-409.
[22] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 410-413.
[23] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 413.
[24] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 413-418.
[25] "Hakkın iki tutuşu/kabza vardır" hadisine
telmih yapmaktadır.
[26] Konevî, "Allah Teala'nın yetmiş küsur nurdan
perdesi vardır, şayet onları açsa idi her şey yanardı" hadisine işaret
etmektedir.
[27] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 419-430.
[28] Kast edilen, Hakkı Hak ile görmektir.
[29] Burada Konevî, sadece cennette değil, aynı zamanda
sülüklerinde Hakkı müşahede eden kimselerin Hak karşısındaki durumlarını ve bu
müşahedenin keyfiyetini açıklamaktadır. Buna göre, Hakkı müşahede edenier, Hak
üe onu müşahede etmektedirler.
[30] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 431-435.
[31] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 436-439.
[32] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 440-441.
[33] Konevî'nin Mehdi'nin müjdecilerinin geliş tarihi
olarak zikrettiği Hicretten altı yüz küsur yıl sonrası, yaklaşık olarak kendi
devrine tekabül etmektedir. Gerçi Konevî'nin özel bir Mehdi Risalesi vardır,
fakat şimdilik burada belirteceğimiz husus, Konevfnin Moğol istilasını bir
kıyamet vakti olarak gördüğüdür. Muhtemelen Mehdi'nin habercilerinin bu tarihte
ortaya çıktığını kabul etmesi, Moğol istilasını Mehdi öncesinin karanlık ve
zalim devresi olarak görmesinden kaynaklanmıştır.
Bu bağlamda, Konevî'nin iki
ifâdesini aktaracağız. Bunlardan birisi, Konevî'nin "Vasiyet-name"sinde,
talebelerine vasiyet ettiği şu cümlesidir: "Kim Mehdj'ye ulaşırsa, ona
benim selamımı söylesin/'
İkinci bir ifâdesi ise, bir
hadisi yorumlarken zikrettiği bir rüyasıyla ilgilidir. Burada, Konevî
Moğolların Bağdat'ı işgal etmelerinden duyduğu derin üzüntüyü dile getirir:
"Bağdat Moğollar tarafından işgal edildiği zaman bir sabah uykusu, rüyamda
Hz. Peygamberi tabutta kefenlenmiş olarak gördüm. İnsanlar onu tabuta
bağlıyorlardı, başı açıktı, saçı neredeyse yere değecekti. Onlara: -"Ne
yapıyorsunuz" dediğimde:
-"O, ölmüştür, onu
taşıyıp defnetmek istiyoruz" dediler. Kalbimde, Hz. Peygamber'in ölmediği
hissi doğdu. Onlara: -"Yüzü ölü bir insanın yüzüne benzemiyor, durum
aydmlanmcaya kadar sabredin" dedim.
Ağzına ve burnuna yaklaştım.
Zayıf bir nefes aldığım gördüm. Onlara bağırdım ve Hz. Peygamberi
defnetmelerine mâni oldum.
Korku ve dehşet içinde
uyandım. Daha önceden karşılaştığım sayısız tecrübeler vasıtasıyla gördüğüm
rüyanın anlamını kavradım. Bu, İslam aleminde büyük bir hâdisenin gerçekleşeceğinin
sembolüydü, Moğolların Bağdat'a yöneldikleri haberi ulaşınca, onların Bağdat'ı
zaptettiklerini an-'adırn. Rüyamı gördüğüm tarihi kaydettim. Olaya şahit olmuş
eli kalem tutan pek çok kimse, Bağdat'ın aynı tarihte işgal edildiğini haber
verdi. Böylece, rüyam benim tabir ettiğim şekilde ortaya çıkmış oldu."
[34] Allah dilediğini siler ve dilediğini olduğu gibi
bırakır. Ana kitap o'nun katmdadir." (Ra'd, 39)
[35] Hz. Musa'ya hitap eden bir âyette "Her ilim
sahibinin üzerinde bir alim vardır" buyrulmaktadır.
[36] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 441-448.
[37] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 449-452.
[38] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 453-454.
[39] Çünkü her yönden bir ve basit olan, idrâkin konusu olamaz.
Konevf ye göre, bir ve basit olan idrâkin konusu olamayacağı gibi, bir ve basit
olandan, bu itibarla herhangi bir ürün ve netice de ortaya çıkmaz.
[40] Konevî, tekrar "Tahkik" kaidelerinin ilki
olarak zikrettiği ve bütün sitemin esasını tekil eden hükümlerin sürekliliği
meselesine dönmektedir. Buna göre, herhangi bir şey, li-zâtihî bir özelliğe
sahip ise, veya bir hükmü gerektiriyorsa, zâtı devam ettiği sürece o şeyi
gerektirmeye devam eder.
Herhangi bir şart veya
daha fazla şartla o hükmü gerektiriyorsa, o şartlar devam ettiği sürece o hükmü
gerektirecektir. Bunu Konevî, hakikatlerin ve hükümlerinin sürekliliği diye
isimlendirir (Miftahü'l-gayb.).
[41] Hükümler ile idrâk vasıtaları arasındaki bu
münâsebetler, idrâki mümkün kılmaktadır. Çünkü, arada münâsebet olmadığı sürece
bir şeyin başka bir şeyi idrâk etmesi mümkün değildir (Konevf,
Miftahü'l-gmjb'da bir ke olarak bunu zikreder.).
[42] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 455-463.