Sûrelerin Mushaftaki Dizilişlerinin Hikmeti
Yahudilerin İslam Çağrısını Reddetmelerinin Sebepleri
Ayetlerde şu konular işleniyor:
Yahudilere İlişkin Kıssalar Zinciri
İsrailoğullan'na İlişkin Kıssalar Zinciri
Yahudilerle ilgili halkayı oluşturan ayetlerin ilk
üçünde;
İsrailoğullari'na İlişkin Kıssalar Zinciri
Kıble Değişikliğinin İslam Çağrısındaki Yeri
İlk Kıble Değişikliğinin Rabbani Bir İlham Sonucu
Olması İhtimali
Ayetlerde hitap müslümanlara yöneliktir.
Sabır Ve Namaz'ıa Yardım İstemek
İyilik Doğuya Ve Batıya Yönelmek Değildir
Vakıf Meselesi Ve Vasiyet Vakıf İlişkisi
Bu ayetten itibaren, umre ve hacc ile ilgili ibadi
hükümler bildiriliyor:
"İnsanlar Tek Bir Ümmetti...."
İçki, Kumar, Yetimler Ve Sadaka
İya (Kadınlardan Uzaklaşma) Yemini
Boşanmış Kadınların Çocuklarını Emzirmesi Meselesi
El Sürülmeden Boşanmış Kadının Durumu
Allah'a Borç Vermek (Karz-İ Hasen)
Talut Calut Kıssası Ve Hz. Davud
İnanç Sisteminde Zorlama Yoktur
Kurandaki Sırası : 2
Nüzul Sırası : 92
Ayet Sayısı : 286
İndiği Dönem : Medine
Bakara süresinde
çeşitli konular inceleniyor, farklı bölümlerde türlü sakıncalar ve tavırlar
sergileniyor. Bunların bir kısmı kanıtsal, bir kısmı eleştirel, bir kısmı
yasal, bir kısmı eğitseldir. Bir kısmı uyarı amaçlı, bir kısmı imani ve bir
kısmı da evrensel fenomenlere ilişkindir... Hz. Adem'in yaratılışı, meleklerin
ona secde edişleri ve iblis'in inkar edişi... Israiloğul-larının tarihinden bir
dizi olay aktarıldıktan sonra Hz. Muhammed'in çağrısına karşı takındıkları
tavır ve ahlaki yapıları irdelenerek bütün bunlarla tarihleri arasında bir bağ
kuruluyor. Ayrıca, Hz. Musa'dan sonraki tarihlerinden de kesitler sunuluyor..
Münafıklara işaret ediliyor; islam davetine karşı Yahudilerle işbirliği
yaptıkları vurgulanıyor. Kıbleye, vasiyete, oruca, Allah yolunda savaşa, aybaşı
haline, nikah aktine, boşanmaya, kocası ölmüş kadının iddetine, faize, ticari
muamelelerin yazıya geçirilmesine borçların yazılmasına ve Allah yolunda hayır
amaçlı harcamalarda bulunmaya ilişkin yasal hükümler sunuluyor. Bu yasal
hükümlerin arasına imani, ahlaki ve toplumsal öğütler, direktifler ve öğretiler
serpiştirilmiş bulunuyor. Ayrıca sûrede Medine dönemini ve müslümanların o
döneminde yaşadıkları koşulları yansıtan çeşitli tablolar, manzaralar gözler
önüne seriliyor.
Bakara sûresi
ayetlerin sayısı, genişliği ve kapladığı yer bakımından Kur'an-ı Kerim'in en
uzun süresidir. Bölümlerine ve üslubuna damgasını vurmuş Medine dönemi
atmosferi belirgindir. Bazı bölümleri arasında güçlü bir ahenk vardır; bu
bakımdan sözkonusu bölümlerin birlikte ya da peşpeşe indikleri söylenebilir.
Bazı bölümleri arasında ise, ortam açısından bir uyum yoktur, ama bu bölümlerin
konu itibariyle başka bölümlerle ahenk oluşturdukları görülür. Öyle ki, bu
bölümlerin de birbirini izleyen koşullarda indikleri söylenebilir. Bu sûrenin
bazı bölümlerinin çok sonraları hatta bazı sûrelerin ya da bazı sûrelerden
bölümlerin ardından İnmiş olmaları, aradaki akış ve konu birliğinden dolayı bu
bölümlerin başka bölümlerin arkasına yerleştirilmiş olması uzak bir ihtimal
değildir. Yine sûrenin bazı bölümleri, daha önce inmiş olmakla beraber,
sûrenin sonlarına, bazı bölümleri de daha sonra İnmiş olmakla beraber sürenin
baş taraflarına yerleştirilmiş olabilir. Bunu bölümlerin içeriklerinden ve
çeşitli ipuçlarından anlayabiliriz. Bu bakımdan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Bakara sûresinin bölümleri farklı dönemlerde indiler. Sûrenin tümü, daha
doğrusu Medine döneminde inen sûrelerin çoğu bölümlerinin inişinden sonra, bu
şekilde bir tertibe gidilmiştir.
Konuya ilişkin olarak
Zeyd b. Sabit'ten bir hadis rivayet edilir. Bu hadisi Hakim tahric etmiş,
Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir demiştir. Zeyd ise.
Peygamberimizin (s) vefatından sonra mushafın tedvini işini üstlenmiştir.
Ayrıca kendisi, Rasulullah'ın vahiy katibiydi. Zeyd der ki: Biz Kur'an'ın deri
parçalarına yazılı bölümlerini biraraya getiriyorduk. Beyhaki bu hadis üzerine
şu yorumda bulunuyor: "Belki de, inen ayetlerin Rasulullah'ın işaretiyle
ait oldukları sûrelere yazılması ve bu tarzda birleştirilmesi kastedilmiştir[1]. Bu
da, bizim Bakara sûresinin çeşitli bölümlerinin, sûresinin tamamı indikten
sonra, birbirine izleyen koşullarla ilgili bu ayetlerin sonradan
birleştirildiklerine ilişkin değerlendirmemizi pe-kiştirici bir açıklamadır.
Yeri geldikçe işaret edeceğimiz gibi, bu yargı Medine inişli bütün uzun sûreler
için geçerlidir. Çünkü Medine döneminin kendine özgü koşullan Kur'an ayetlerinin
farklı bölümler halinde tedvin edilmesini gerektiriyordu. Çünkü bölümler
değişik münasebetlerle inmiş değişik konular içeriyorlardı. Daha sonra sûreler
bu bölümlerden oluşturuldular.
Bakara sûresinin baş
tarafı ile son kısmının gerçekten başlangıç ve sonuç oldukları o kadar
belirgindir ki, bu iki bölümün sûrenin çerçevesi olmak üzere konulduklarını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bakara süresinin başındaki bölüm sürenin Medîne de
inen ilk kısmı olabileceği gibi, Kur'an'ın Medine'deki kısmının da inen ilk
bölümü olabilir. Bunu bölümün içeriğinden algılayabiliriz. Bu yüzden sûre,
iniş sırasını baz alan tertiplerde, Medine'de inen sürelerin başında gösterilmiştir.
Nitekim sadece ilk beş ayeti en önce inmiş bulunan "Atak süresi" de
Mekke döneminde inen sürelerin ilki olarak gösterilir mushaflarda.Rasulullah
(sj'tan şöyle bir hadis rivayet edilir: "Bakara sûresinin son kısmı, arşın
altındaki bir hazineden alınıp bana verildi. Bir diğer hadiste de şöyle
deniliyor: "Gökten bir Melek indi ve şöyle dedi. 'Bundan önce hiç bir
peygambere verilmemiş iki nuru sana getirmiş bulunuyorum; bundan dolayı
müjdeler olsun sana. Bu nurlardan biri Fatiha sûresi biri de Bakara sûresinin
son kısmıdır. Bu ikisinden okuduğun her harfin karşılığı mutlak sana verilecektir."[2] Bu
hadisler Bakara sûresinin bugünkü düzeninin Rasulullah (s) hayattayken gerçekleştiğine
yönelik güçlü kanıtlardır. Aynı durum bizce, değişik ortamlarda inen, değişik konular
içeren bölümlerden meydana gelen diğer Medine inişli uzun sûreler için de geçerlidir.
Tefsir bilginleri.
Bakara sûresinin faziletleri ile ilgili olarak bir çok hadis rivayet etmişlerdir
Bunlardan birinde şöyle deniyor: "Her şeyin bir üst tarafı vardır.
Kur'an'ın üst tarafı da Bakara süresidir".[3]
Bakara sûresinden sözeden bu hadis adı geçen sürenin, Rasullah'ın hayatında bir
araya getirildiğini ima eder.
Genellikle
islam alimleri. Bakara süresinin ayetlerinin sayısı ve kapladığı yer bakımından
başka sûrelerden daha büyük hacimli olmasından dolayı Fatiha'dan sonra mushafın
baş tarafına yerleştirildiği görüşündedirler. Fatiha sûresinin en başta
bulunması ise, bu anlamda Kur'an'ın girişi ve önsözü niteliğinde olmasından
kaynaklanıyor. [4]
Yeri gelmişken şu
hususu belirtelim ki, Kur'an ilimleriyle uğraşan bilginler, elimizdeki
mushaftaki sûrelerin dizilişinde en uzun olandan en kısa olanına doğru bir ölçü
gözönün-de bulundurulduğunu söylemişlerdir. Buna göre önce "uzunlar"
denilen sûreler yerleştirilmiş ardından "yüzlükler" (yani ayet
sayısı yüz civarında olan sûreler), sonra mesani tekrarlar, ardından
"Kısa süreler", onların da ardından mufassal Içok kısa} süreler
yerleştirilmiştir.Ne var ki, bu ölçüye sadece Bakara sûresi için özen
gösterilmiştir. Sözgelimi, ayet sayısı bakımından ikinci büyük sûre
"Şuara sûresi" dir. Oysa bu sûre, "Mesani" dediğimiz sürelerin
kategorisine konulmuştur. Üstelik kendisinden daha az yer kaplayan ya da
kendisinden daha az uzun olan, ayet sayısı kendisinden daha az olan bir çok
sûreden sonra yer almıştır. Ra'd, İbrahim, Hicr, Furkan, Nur, Mü'minun, Enbiya
ve Hacc sûreleri gibi. Yine bu kategorideki sürelerin sıralanışında Ra'd,
İbrahim ve Hicr sûrelerine öncelik verilmiştir. Oysa bunlardan sonra, ayet
sayısı ve kaplanan yer bakımından daha hacimli ve daha büyük birçok sûreye yer
verilmiştir. Aynı durum "uzunlar", yüzlükler mesaniler, kıssalar ve
çok kısalar kategorisine giren bir çok süre için de sözkonusudur. Biz, bugünkü
mushafın Rasulullah (s) zamanında ve onun direktifleriyle düzenlendiğine
inanıyoruz. Yani bugün elimizde olan mushaf, Kur'an bilginlerinin deyimiyle
tevkifi Inass konumunda) dır[5].
Dolayısıyla, henüz kavrayabilmiş olmamakla beraber Kur'an'daki sûrelerin bu
şekilde tertiplenişinin bir hikmetinin olduğuna inanıyoruz.Öte yandan,
sûrelerin açıkladığımız tarzda dizilişlerinin sadece Medine inişli sûreler
îellikle uzunlar, yüzlükler ve mesaniler kategorisine giren sûreler- için
geçerli olduğuna inanıyoruz. Mekke inişli sûreler için böyle bir durum
sözkonusu değildir. Çünkü Mekke sûreler arasında konu birliği vardır.
Bölümlerin birbirine benzerliği çok güçlüdür.
Mekke inişli sûreler,
davet, davetin ilkeleri, bunu destekleyen alanlar ve kanıtlamaya dönük
sahneler üzerine yoğunlaşır. Bu da bir sûrenin her hangi bir bölümünün inmesi,
ardından bu sûre tamamlanmadan bir başka sûrenin herhangi bir bölümünün inmesi
gibi bir durumu gerektirecek bir olgu değildir. Bu yargı Mekke döneminde inen
ve bölümleri arasında güçlü bir bağlantı yokmuş gibi görünen uzun sûreler için
de geçerlidir. Adı geçen sûreleri tefsir ederken, sunduğumuz kanıflar ve dikkat
çektiğimiz ipuçları bizim bu değerlendirmemizi pekiştirir niteliktedir.
Özellikle İfade tarzı ve söz dizimi bir bütünlük oluşturan uzun seçili süreler
bunun en güçlü kanıtını oluşturan örneklerdir. Gerçekten uzun ve seçili
sûrelerin kanıtsallıği; Alak süresi, muhtemelen Müzzemmil ve Müddessir sûreleri
hariç kısa ve çok kısa sûrelere göre çok daha güçlü ve vurgulayıcıdır, Bu
hususa, adı geçen sûrelerin tefsiri bağlamında dikkat çektik. Kaldı ki, Mekke
inişli sûreler, peygamberlik misyonunun Mekke devresinin sonlarında
inmişlerdir.
Medine inişli bazı
ayetlerin Mekke inişli kimi sürelere eklendiği gerçeği, bu açıdan bir çelişki
oluşturmaz. Çünkü, Müzzemmil, A'raf ve Şuara sûrelerini tefsir ederken de
işaret ettiğimiz gibi, bu ayetlerin sözkonusu sûrelere eklenişinin bir
gerekçesi ve konjonktüre! bir dayanağı vardır. Bununla beraber, yüce Allah
doğrusunu herkesten daha iyi bilir.[6]
Kur'an'ın Hz. Ebubekir
ve Osman zamanlarında tedvin edildiğine ya da bir araya getirilip mushaf
haline getirildiğine ilişkin rivayetlere gelince, bu rivayetlerde, Kur'an'ın
ilk kez tedvin ya da cem edildiği kasfedilmemiştir. Çünkü, Kur'an zaten tedvin
edilmişti, mushaf halindeydi. Rasulullah'ın ashabından bir çoğunun mushafı
vardı. Bunlar arasında İbn Me-sud ve Ka'b b. Ubey gibi İsimler zikredilir.[7] Ne
var ki, her zaman yeni ayetlerin inmesi ihtimal; bulunduğu için Mushaf açıktı.
Rasulullah (s) vefat edince geriye bir daha vahiy inmesi ihtimali kalmadı.
Bunun üzerine, Hz. Ebubekir, Ömer ve
ashabın İleri gelenleri İmamın Idevlet başkanı, halife) elinde başvuru kaynağı
olarak bîr mushafın bulunması gerektiğine karar verdiler. Çünkü eldeki mushaflar
arasında bazı farklılıklar bulunuyordu (bazısında eksiklikler vardı)- Nihayet
mushaf yazıldı. Yazılışı esnası da büyük çabalar ve emekler harcandı, eldeki
bütün mushaflar, Kur'an'dan yazılı bulunan ve korunan bütün Metinler karşılaştırıldı,
mukabele yapıldı. Böylece eldeki mushaf hazırlanmış oldu.
Ne
var ki, bu çalışmanın sorunu çözümlemediği, kısa zaman sonra ortaya çıktı.
Çünkü müslümanlar çoğalmış ve çeşitli ülkelere dağılmışlardı. Herkes mushafını
kendi eliyle yazıyordu. Bazen yazılar arasında farklılıklar oluyordu. Bunun
sonucunda, Hz Osman'ın halifeliği döneminde insanlar Kur'an'ı farklı kıraat
(okuyuş tarzı) farla okumaya başladı. Önde gelen bazı sahabeler, bu
karışıklığın giderilmesine karar verdiler. Dolayısıyla tek bir yazım kuralına
(imla) uygun yeni bir mushafın yazılması kararlaştırıldı. Hazırlanan yeni
mushafın nüshaları çoğaltılarak İslam ülkesinin eyalet başkentlerine gönderildi
ve insanlara da bu nüshalar esas alınarak yeni mushafların yazılması, yazım
farklılıkları içeren eldeki diğer mushaflarınsa yakılması emredildi. Kuşkusuz
bu Kur'an'ın çağlar boyunca korunuşunun garantisiydi. Böylece Hicr sûresin de
yer alan bir ayetin işaret ettiği mucize de gerçekleşmiş oldu: "Hiç
şüphesiz, Kur'a'nı biz indirdik; onun koruyucuları da gerçekten biziz"
(Hicr,9)[8] [9]
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adıyla
1- Elif Lam
Mim.
2- Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için
yol gösterici olan bir kitaptır.
3- Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru
kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden İnfak ederler.
4- Ve onlar, sana idirilene, senden önce
indirilenlere i-man ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar.
5- İşte
bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler
bunlardır.
Bakara sûresi
"Elif, Lam, Mim" harfleriyle başlıyor. Böyle bir girişin amacı
dinleyicilerin dikkatini bir yöne çekiverme, muhatapları uyarmadır. Nitekim
birbirinden kopuk harflerle başlayan bir çok sûrede olduğu gibi burada da
sözkonusu harflerin hemen ardından Kur'an'a işaret edilmiştir.
Diğer ayetlerin
içeriğine gelince: Kur'an-ı Kerirn'in Allah'tan korkup-sakınan, O'-nun rızasını
arzulayan, zihinleri almasa da, somut bir kanıt ortaya konulmasa da gaybe
ilişkin olarak dinledikleri gerçeklere inananlar için bir yol gösterici olduğu
açıklanıyor. Çünkü onlar Kur'an'in ve içindeki bilgilerin Allah katından
geldiğine inanırlar. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar, yüce Allah 'in
kendilerine rızık olarak verdiği malların bir kısmını hayır ve iyilik uğuruna
harcarlar, Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği kitaba inanırlar. Ondan Önceki
peygamberlere indirilen kitaplara da. Ahiret hayatına, ahirette hesaplaşmaya
ve dünyada işlenen her amelin karşılığının görüleceğine kesin olarak inanırlar.
Dolayısıyla onlar Allah'ın dosdoğru yolu üzeredirler. O'nun yol göstericiliği
altında hareket ediyorlar. İşte kurtuluşa erenler, kesinlikle onlardır.
Ayetler, salih bir
mü'minde olması gereken nitelikleri ve bu mü'minlere yönelik bir müjde, bunun
yanında sözkonusu niteliklere sahip olmayanlara yönelik bir eleştiri içeriyor.
İlk bakışta da fark edildiği gibi, peygambere inanıp tabi olanlardan övgüyle
sözedi-liyor. Bunun yanında Allah'ın kitabının, ancak iyi niyetli, Allah'tan
korkan, O'nun rızasını elde etmeyi amaçlayan kimseler için bir yol gösterici
olduğu vurgulanıyor.
Bu ayetlerin içerdiği
hususlar, Mekke inişli ayetlerde sık sık tekrarlanmıştır. Ancak bu ayetlerdeki
anlatım son derece etkili ve örgüsü de sağlam dokunmuştur. Sûrenin girişinde,
ilk ayetleri Medine'de indiği için bütün sûre Medine'de inen ilk sûre olarak
kabul edilmiştir dedik. Bu bölümün "birbirinden kopuk harflerle"
başlaması da sûrenin girişinin bu ayetler olduğunu gösteriyor, bu durumda
Medine'de inen ilk ayetler bunlardır. Allah doğrusunu daha iyi bilir.
"Ve onlar, sana
indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler" cümlesini yorumlama
bağlamında şunu diyoruz; Yüce Allah Şura sûresi 15. ayette ve Ankebut sûresi
45. ayette Peygamberimize, Allah'ın indirdiği tüm Kitaplara inandığını açıkça
duyurması yönünde bir direktif veriyor. Dolayısıyla, bu cümle, mü'minlerin
sözkonusu emre uyduklarını, bunu bir nitelik olarak benimsediklerini
vurguluyor.
Şura
sûresinin ilgili ayetini incelerken, bu direktifte teorik ifadesini bulan inanç
prensibinin, bugünkü ehl-i kitabın elinde bulunan semavi kitaplarla ilgili
olarak nasıl algılanması gerektiğine ilişkin bir açıklamada bulunduk. Bu
açıklamayı bir kez daha tekrarlama ya da ek açıklamalarda bulunma gereğini
duynıuyuroz. [10]
6- Şüphesiz
inkar edenleri uyarsan da uyarmasan da, onlar için farketmez inanmazlar.
7- Allah,
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler
vardır. Ve büyük azab onlaradır.
Bu iki ayette
kafirlerin iman etmedikleri ve uyarıların bunlar üzerinde etkili olmadığı dile
getiriliyor.
Çünkü bunların kalpleri
hakka kapalıdır. Kulaklarında gerçeği duymalarını engelleyen bir ağırlık
vardır. Gözleri de gerçeğin aydınlığını göremeyecek şekilde kördür onların. Bu
yüzden Allah'ın büyük azabını hak etmişlerdir.
Görüldüğü gibi, bu iki
ayet, kafirlerin tavırlarını ve büyüklenişlerini gerekçelendirmeye dönük bir
arasöz niteliğindedir. Ayrıca onların tutumlarıyla, Allah'tan korkup-sa-kınan
ve Kur'an'in yol göstericiliğinde hareket eden mü'minlerin tutumlarının
karşılaştırılması da amaçlanıyor. Çünkü mü'minler, hidayete erme hususunda
samimidirler. Allah'tan gerçekten korkuyorlar. Bu yüzden Kur'an'ı duyar
duymaz, gerçeği görür görmez inanırlar, tasdik ederler. Bu, kuşkusuz iyi
niyetin ve içtenliğin göstergesidir. Ama iyi niyetli olmayanların sanki
kalpleri kilitli, kulakları tıkalı ve gözleri kördür. Ne Kur'an'ı anlarlar, ne
de hakkı görüp algılarlar.
Bu iki ayetin İçeriği
de, Kur'an'ın Mekke döneminde inen kısmında sık sık yinelenmiştir. Dolayısıyla
bu ayetleri, Mekke inişli ayetlere yakın bir üslupla yorumlama gerektiği
duyduk. Çünkü Kur'an'ın ruhuna, direktiflerine ve ayetlerinin içeriğine böylesi
daha uygundur. Ayrıca kafirler için hazırlanmış büyük bir azaptan söz edildiği
ve muhatapların uyarıldığı bir yerde, bu yorum daha yerindedir. Ayrıca
"İnkar edenler" ifadesinden küfrün eyleme dönüştüğü açıkça
anlaşılıyor.Aynı açıklığı ve vurgulayıcılığı Yasin sûresinde yer alan şu
ayetlerden de algıhyo-: "Biz önlerinde bir sed, arkalannda bir sed çektik.
Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler. Kendilerini uyarsan da,
uyarmasan da, onlar için birdir; inanmazlar. Sen an:ıkre uyan ve gayb ile
Rahman olan Allah'a karşı içi titreyerek korku duyan kimse-'arırsın. İşte
böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele." (Yasin 9-11)
a
kafirler art niyetli, kötü gidişatlı ve katı kalpli kimseler, mü'minler de,
gerçeğe penayı gerçekten isteyen, Allah'a inanan ve O'ndan korkup sakınan
kimseler olarak tasvir ediliyor. [11]
8- İnsanlardan Öyleleri vardır ki: Biz Allah'a
ve ahiret gününe iman ettik derler; oysa inanmış değillerdir.
9- Allah'ı
ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve
şuurunda değildirler.
10- Kalplerinde hastalık vardır. Allah da
hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı onlar için
acı bir azap vardır.
11- Kendilerine: "Yeryüzünde fesat
çıkarmayın" denildiğinde: "Biz sadece ıslah edicileriz" derler.
12- Bilin ki; gerçekten asıl fesatçılar
bunlardır, ama şuurunda değildirler.
13- Ve
kendilerine: "İnsanların iman ettiği gibi siz de İman edin" denildiğinde:
"Düşük akıllıların[12] iman
ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki gerçekten asıl düşük
akıllılar kendileridir; ama bilmezler.
14- İman edenlerle karşılaştıkları zaman;
"iman ettik" derler. Şeytanlarıyla[13]'
başbaşa kaldıklarında ise, derler ki: "Şüphesiz sizinle beraberiz. Biz
onlarla yalnızca alay ediyoruz."
15- Asıl
Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına belli
bir süre tanır.
Ayet-i kerimelerde
münafıklardan sözediliyor, onların ayırıcı nitelikleri ve karakteristik
tavırları sergileniyor.
Ardından her türlü iyi
niyet gösterileri reddedilerek sert eleştirilere maruz bırakılıyorlar: Buna
göre onlar dilleriyle, "iman ettik derler ama kalpleri mü'min değildir.
Böyle yapmakla Allah'ı ve mü'minleri aldatmayı amaçlıyorlar. Oysa, sadece
kendilerini aldatabilirler. Çünkü Allah onların gerçek kimliklerini bilir ve
mü'minler de bu gerçeklerden habersiz değildirler.
Niyetleri kötü ve
kalpleri hastaydı. Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya kalkışmaları ve yalan
söylemeleri yüzünden iğrençlikleri ve hastalıkları arttı. Bundan dolayı da
Allah'ın elem verici azabını hakettiler. Kendilerine öğüt verildiği
bozgunculuktan, nifaktan, düzenbazlıktan, hilekarlıktan ve entrikacılıktan
vazgeçmeleri istendiği zaman bunları inkar ederler ve yapıcı salih kimseler
olduklarım iddia ederler. Fakat içinde bulundukları durum bozgunculuğun ve
yıkıcılığın ta kendisidir. Ancak içinde bulundukları çelişkinin arkında
değildirler. Onlara "gerçek mü'minler gibi siz de kalbiniz ve tavırlarınızla
i-n edin" denildiği zaman büyüklük kompleksine kapılırlar, mü'minlere dil
uzatarak ilan anlayışsızlıkla, düşük akıllılıkla suçlarlar. Alayvari bir
şekilde "biz de bu kıt akıl-gıoi mı manalım?" diye sorarlar. Oysa,
başkaları değil, bizzat kendileri beyinsizdir, yısadır. Buna rağmen gerçek
durumlarının bilincinde değildirler. Mü'minlerle § uuan zaman onlara eşlik eder
ve onları kandırmaya çalışarak "biz de mü'miniz" derler. Daha sonra,
şeytanlarıyla başbaşa kaldıklan, kendilerine çeşitli telkinlerde bulunan yalan
vaadlerle yanlarında kalmalarını sağlayan, elebaşlarıyla yalnız kaldıklan zaman
şöyle derler: "Dışarıdan görünümümüz bizim asıl niteliğimiz değildir. Biz
onlarla alay ediyoruz". Asıl Allah onlarla alay eder ve azgınlıkları
içinde körükörüne dolaşmaları için onlara belli bir süre tanır.
Bu ayetler, Medine
döneminde inen ilk ayetlerdir. Ve burada münafıklar sınıfına işaret ediliyor.
Münafıklar, İslami hareketin Medine devresinin erken dönemlerinde, hatta
Peygamberimizin (s) Medine'ye bizzat varmasından Önce ortaya çıkmış bir
gruptur. Ayetlerde "nifak" ya da "münafıklar" kelimesi
geçmese de kastedilenler onlardır. Çünkü işaret edilen nitelikler tıpa tıp
onlara uymaktadır. Amaç, Muhammedi davetin karşısında belirginleşen gruplar
silsilesini tamamlamaktır. Bunlar, doğru sözlü mü'minler burun kıvıran kafirler
ve yalancı, düzenbaz münafıklardır. Durum böyle olunca, ayetlerin Önceki
ayetler grubuyla bağlantılı olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Ayet-i kerimelerde,
münafıkların bu tarz etkili ifadelerle vasfedilmiş olmaları, bu denli şiddetli
bir eleştiriye maraz bırakılmaları, böyle bir grubun varlığının tehlikesini ve
sosyal hayattaki sarsıcı etkisini ortaya koymaktadır, Medine döneminde inen bir
çok sûrede, çeşitli şekillerde nifak hareketine, münafıklara ve İslam'a,
Peygambere (s) ve müslümanların maslahatına karşı takındıkları olumsuz
tavırlara işaret edilmiştir. Yeri geldikçe değineceğimiz gibi, oluşturdukları
tehlike son derece büyük ve sosyal hayattaki etkileri derin ve yıpratıcı
olmuştur. Bazı münafıklar Medineli, bazılan da Bedeviydiler. Fakat Medineli
münafıkların nifakları daha önemli, daha şiddetli ve daha tehlikeliydi. Tefsir
bilginleri[14] "şeytanları"
kelimesi ile yahudilerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu yorum yerinde ve
ayrıca ayetlerin içeriği ile de bağdaşmaktadır. Çünkü ayetlerden münafıkların
ayrı, şeytanlarının da ayn bir grup olduğu anlaşılıyor. Şayet kastedilenler
onların lider kadroları bile olsa, ifadeden, vasfedilenlerin yahudiler olduğu
anlaşılıyor. Nitekim Medine inişli bir çok sûrede münafıkların Özellikle
elebaşlannın İslam davetine karşı yahudilerle işbirliği içine girdiklerini
ortaya koymaktadır. Yine bu sûrelerde yahudilerin münafıklara taktik
verdikleri, hile, tuzak ve komplo kurmaları için onları sinsice yönlendirdikleri
dile getiriliyor. Aşağıya alacağımız ayetler bunun somut örnekleridir:
"Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır. Onlar
mü'mirileri bırakıp kafirleri[15]
dostlar edinirler. Kuvvet ve onura onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, bütün
kuvvet ve onur Allah'ındır" (Nisa, 138-139) "Şüphesiz kendilerine
hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri dönenleri, şeytan kışkırtmış
ve uzun emellere kaptırmıştır. İşte böyle; çünkü gerçektejı onlar, Allah'ın
indirdiğini çirkin karşılayanlara dediler ki: "Size bazı işlerde itaat
edeceğiz". Oysa Allah, sakladıkları şeyleri biliyor" (Muhammcd,
25-26).l0 Yahudiler, Medine halkı içinde münafıklar diye adlandırılan hasta
kalpli, kötü niyetler içinde, fitne kazanını kaynatacak bir imkan bulmuşlardı.
Onlarla ittifaklar çeşitli telkinlerde bulunuyor ve komplolarına, desiselerine
destek oluyorlardı, n et hareketini,
davetin liderini ve mü'minleri zor durumda bırakmak için işbirliği cinde
hareket ediyorlardı. Peygamberimiz (s) yahudileri yenilgiye uğratıncaya kadar,
"fak hareketi önemini korudu. Nihayet yahudilerin bir kısmı sürüldü, bir
kısmı ihanetlerinin bedelini canlarıyla ödedi ve bir kısmı da Suriye yolunu
tuttu. Ne var ki, nifak hareketi bir kerede ortadan kalkmadı. Çünkü münafıklık
sosyal bir karakter yansımasıdır.
Gerçi
ayetler, özel bir zaman dilimini ve Rasulullah dönemindeki münafıkların tablosunu
içeriyor, ancak ifadelerin mutlak ve genel nitelikli oluşu evrensel bir mesaj
konumunda olup münafıklara ait karakterlerin, tutum, davranış ve sözlerin
kınanmasına yöneliktir. Bu tür niteliklerse, her zaman ve mekanda bazı insanlar
tarafından sergilenebilirler. [16]
Bu hareketi ve
mensuplarını ele alan Kuran ayetlerinden ve Hz. Muhammed'in hayatına ilişkin
rivayetlerden; bu hareketin, Peygamber (s)'in Medine'ye varmasından önce, amca
çocuğu Musab'ı kendi adına ve bir davetçi olarak Medine'ye göndermesinden
itibaren boy verdiğini anlıyoruz. Medine'den bazı kimseler Musab'ın davetine
karşı çıkıyor ve buna engel olmaya çalışıyorlardı. Abdullah b. Übeyy
Medine'deki iki kabileden biri olan Hazreçlilcrin liderlerinden biriydi.
Hazre"çliler ikinci kabile Evslilerden daha kalabalık ve daha
güçlüydüler. Başta bütün Medineliler kendilerini bu iki kabileye intisab
ettiriyorlardı. Abdullah b. Übeyy bazı akrabaları üzerinde etkili oldu ve
onları nitak harekelinin içine çekti. Rasulullah'ın Evs ve Hazreç kabilesine
mensup bazı kimselerin kendisine biat etmesinin ardından Medine'ye hicret
ettiği sıralarda Hazrcçliler, Abdullah b. Übeyy'i Medine'ye kral yapmaya
hazırlanıyorlardı. Rasulullah (s) Medine ye varınca, ona biat etmiş bulunan
Evs ve Hazreç kabilelerine mensup kimseler, onu ve arkadaşlarını iyi
karşıladılar, kendilerine yardım ve destek sözü verdiler. İbn Übeyy
Peygamberimizin (s) Medine'ye hicret etmesini, krallıktan mahrum edilişinin
başlıca sebebi olarak algıladı ve bu yüzden ona kin duydu, öç almayı kafasına
koydu.[17] Rivayetlerde
bir başka etkili şahıstan söz ediliyor. "Rahip" lakaplı Ebu Amir. Bu
adam "sakiller" diye bilinen muvahhid bir gruba mensuptu.
Peygamberimizin (s) görevlendirilirinden sonra, peygamber olamamaktan dolayı
duyduğu kıskançlıkla Hristiyanlığı kabul : Peygamberimize (s) karşı derin bir
kin besledi. Bazı akrabalarını etkiledi ve Abıh b. Übeyy ve grubuyla birlikte
hareket etmelerini sağladı. Medine'de örgütlenen ™kunyanında bir de Medine
çevresinde ikamet eden Bedevi münafıklar vardı. siyeri CZ3 Iıa'î£lİ;insü!'Arabr
ad!l eserimizin "Nifak Hareketi" bölümü c.6 sn. 142-172. Ayrıca İbn
Hişam Münafıkların oynadığı sarsıcı rol, daha çok Medine münafıklarının
rolüydü. Bedevi münafıkların müslümanhği menfaate dayanıyordu. Bir menfaat
gördüklerinde Peygamberimize (s) ve ashabına yapışıyorlardı, ama bir tehlike
sezdiklerinde ufak ufak oradan sıvışıyorlardı.
Medine münafıklarının
tavırları ve hileli düzenleri daha etkili ve geniş boyutluydu. Roller ve
sonuçlar değişse de peygamberimizle Mekkeli ileri gelenler arasındaki mücadeleyi
andırıyordu. Çünkü Peygamberimiz (s) davet merkezine yerleşir yerleşmez, gücünde
ve davetinin etki alanında bir artış oldu. Artık otorite sahibi, nüfuzlu ve
saygı duyulan bir taraftı. O sırada münafıklar, kaynaşmış, belirgin bir kitle
değildiler; her zaman azınlık olarak kaldılar. Rasulullah gücünün artması .ve
İslam dairesinin genişlemesi ile ters orantılı olarak onların da etkinlikleri
azalıyordu. Akrabalarının büyük çoğunluğu samimi mü'minlerdi. Bu samimi
mü'minlerden biri de münafıkların elebaşısı Abdullah b. Übeyyin oğluydu. Bu zat
ashabın ileri gelenlerindendi ve Peygamber (s)'in izin vermesi durumunda
babasını Öldürebileceğini de göstermişti. Bunlar münafıklığı reddediyor, samimi
mü'minler olduklarına yemin ediyorlardı. İslam'ın öngördüğü farzları yerine
getiriyor, bir çok ayette anlatıldığı gibi cihad hareketine de katılıyorlardı.
Aşağıdaki ayetlerde, münafıkların bu durumuna işaret ediliyor:
"Münafıklar sana
geldikleri zaman: "Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin olarak
Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilir ki sen elbette onun elçisisin.
Allah şüphesiz münafıkların yalan söylediklerine şahitlik eder"
(Münafikun,!)
"Gerçekten sizden
olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Oysa onlar sizden değildirler.
Ancak onlar ödleri kopan bir topluluktur. Eğer onlar bir sığınak ya da kalacak
mağaralar veya girebilecekleri bir yer bulsalardı, hızla oraya yönelip
koşarlardı" (Tevbe, 56-57)
"Allah'a and
içiyorlar ki o inkar sözünü söylemediler. Oysa andolsun onlar, inkar sözünü
söylemişlerdir ve İslamlıklarından sonra inkara sapmışlardır, erişemedikleri
bir şeye yeltenmişlerdir. Oysa intikama kalkışmalarının, kendilerini Allah'ın
ve elçisinin bol ihsanından zengin kılmasından başka bir nedeni yoktu. Eğer
tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur, eğer yüz çevirirlerse Allah
onları dünyada da ahirette de acı bir azapla azaplandınr. Onlar için
yeryüzünden bir koruyucu-dost ve bir yardımcı yoktur" (Tevbe, 74).
"İnfak
ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve elçisini tanımamaları,
namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleridir"
(Tevbe, 54).
Münafıklar, İslam
davetinin ve müslümanların maslahatıyla çelişen hareketleri ancak gizlice ve
kuşkulu ortamlarda sergiliyorlardı. İslam'ın öngördüğü hareketleriyse ancak
mü'minlerle karşılaştıkları ortamlarda sergilemek zorunda kalırlardı.
Bütün bunlardan dolayı
münafıklıkla damgalandılar, Allah ve Rasulü'nün gazabına, hürün mü'minlerin
öfkesine maruz kaldılar ve Nisa sûresi 145. ayette belirtildiği gibi ateşin en
aşağı tabakasına atılmayı hakettiler.Bu kadarlık bir değerlendirmeyle yetiniyor
ve geri kalan tavır ve sözlerinin açıklamasını başka münasebetlere
bırakıyoruz. Bu sûreyi izleyen Medine inişli bir başka sûrede münafıklardan
çokça söz edilir. Orada ayrıntılı açıklamalarda bulunmayı umuyoruz.
Müfessir Hazin İbn
Abbas'a dayanarak Bakara sûresi 14. ayetin Abdullah b. Übeyy ve münafık
arkadaşları hakkında indiğini belirtir. Rivayete göre bu münafıklar bir gün bir
yere giderlerken Rasulullah'm ashabından bir grupla karşılaşırlar. Abdullah b.
Übeyy arkadaşlarına: "Bakınız, bu düşük akıllıları nasıl sizden
uzaklaştıracağım" "Merhaba! Ey doğru sözlü, Teymoğullanmn efendisi,
İslam'ın aksakallısı, Rasulullah'm mağara arkadaşı ve Rasuluilah uğruna canını
ve malını feda eden zât" der. Sonra Hz. Ömer'in elinden tutar ve şöyle
der: "Merhaba! Ey Adiy b. Ka'boğullan'nın efendisi, Allah'ın dininin
güçlü ve hakla batılı ayırıcı kılıcı, malını ve canını Allah Rasulü uğruna
feda eden kişi..." Ardından Hz. Ali'nin elini tutar ve şöyle der:
"Merhaba! Ey Rasulullah'm amcasının oğlu, damadı ve Rasulullah'tan sonra
Haşim oğullarının efendisi..." Bunun üzerine Hz. Ali ona şöyle der:
"Allah'tan kork, ey Abdullah, münafıklık etme. Çünkü münafıklar Allah'ın
yarattığı en kötü insanlardır. Bu tepki karşısında İbn Übeyy şu karşılığı
verir: "Yavaş ol, ey Ebu'l Hasan! Bu sözleri münafıklık olsun diye
söylemiyorum. Allah'a andolsun ki, bizim imanımız ve tasdikimiz sizin imanınız
ve tasdikiniz gibidir". Sonra birbirlerinden ayrılıp her bir grup yakma
gitti. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına "yaptığımı beğendiniz mi?"
diye sordu. Onlar da onu yaptığından dolayı tebrik ettiler.
Rivayetin uydurma
olduğu ilk anda anlaşılıyor. Çünkü her üç sahabeyle ilgili olarak yapılan
tanımlamalar, Rasulullah'm hatta onların vefatından sonra sözkonusu olmamış
olsa bile en azından hicretin üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra bu
niteliklerle anılır olmuşlardır. Bize öyle geliyor ki, bu rivayet sadece Hz.
Ali'nin münafıkça davranışları sezebildiğini anlatmak amacıyla uydurulmuştur.
Bunun yanında rivayet, ayetin tek başına inmiş olmasını gerektirir. Oysa
ayetin, bölümle bütünlük oluşturduğu ortadadır. Bu da, ayetlerin bir kerede
indiklerinin güçlü bir kanıtıdır.
Bizim
kanaatimize göre, ayette anlatılan durum, bütün münafıklara ilişkin genel bir
tutumdur. Bunlar, Rasulullah'm ashabı ile özellikle muhacirlerle
karşılaştıkları zaman »yle davranırlardı. Sadece kendi akrabaları yanında rahat
hareket ederlerdi. Dolayisıy-2rime, münafıklara ilişkin belirgin ve genel bir
niteliği gözler önüne seriyor. [18]
Bazı tefsir
kitaplarında "Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?"
cümlesinden hareketle, düşük akıllıların kadınlar olduğu şeklinde görüş
belirtmelerini değerlendirmek istiyoruz:Eski ve yeni bazı tefsir bilginleri[19] bu
cümlenin yorumu ile ilgili olarak, Nisa sûresinde yer alan şu ifadeye
göndermede bulunduklarını gördük: "Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı
mallarınızı düşük akıllılara vermeyin..." (Nisa, 5). Diyorlar ki: "Bu
yüzden yüce Allah kadınları ve çocukları Nisa sûresi 5. ayette düşük akıllılar
olarak nitelendirmiştir. Çünkü onların akıllan ermez ve ayirdetme yetenekleri
gelişmemiştir.Bu yorumu, Abdullah b. Mesud ve İbn Abbas'a dayandırırlar. Bunun
destekleyici mahiyette E-bu Emame kanalıyla bir hadis rivayet ederler;[20]
"Kadınlar düşük akıllıdır. Ancak üzerlerine kaim olan kocalarına itaat
edenleri başka". Bir diğer hadis de Müslim tarafından rivayet edilir:
"Ey kadınlar topluluğu, sadaka verin ve çokça istiğfar edin. Çünkü ateş ehlinin
daha çok kadınlardan oluştuğunu gördüm." Keskin görüşlü kadınlardan biri:
"Ya Rasulullah neden daha çok biz ateş ehli oluyoruz?" diye sordu.
Rasulullah ona şu cevabı verdi: "Çok lanet edersiniz, kocanıza nankörlük
edersiniz. Akıllı kimseler arasında sizden daha çok eksik akıllı ve eksik
dinli kimse görmedim".[21]
Bu hadislerle ilgili
olarak şunu söyleyebiliriz: Bakara sûresinin incelemekte olduğumuz ayetinde
geçen "süteha" kelimesi ile Nisa sûresinin ilgili ayetinde geçen
"süteha" kelimesi arasındaki münasebet son derece zayıftır. Çünkü
münafıklar Medineli akrabalarından olup samimi mü'minler arasında yer alan
bazı kimselerin, son derece akıllı, güçlü, idrakli olduklarını biliyorlardı.
Ayrıca muhacirler
arasında da akıllı, kavrayış sahibi ve liderlik yeteneğine sahip müslümanlar
tanıyorlardı. Dolayısıyla onların asıl amaçları iğnelemek ve küçümsemekti.
Yani bir bakıma mü'minlerde var olan bir gerçeği ifade etmek değildi
maksatları. Hatta eğer bununla bazı mü'minleri gerçekten (mecazen değil)
nitelemek amacını güt-müşseler de, yine de Bakara sûresinin bu ayetiyle Nisa
sûresinin ilgili ayeti arasında bu bakımdan kurulan münasebet son derece zayıf
kalıyor. İkisinin arasında bir bağ kuramıyoruz. Bu bir. İkincisi, Nisa
sûresinin ilgili ayetinde geçen "sufaha" kelimesini
"kadınlar" ve "çocuklar" olarak açıklamak, ne ayetin nassı
ile ne de ruhuyla uyuşmaktadır. Çünkü ayette geçen bu kelime mutlaktır. Ayetin
akışı ile uygun olanı, aklı ermez, ayirdetme yeteneğine sahip olmayan kadın,
erkek, çocuk... Herkesi kapsamasıdır. Biz, tefsir bilginlerinin "bu yüzden
yüce Allah kadınları ve çocukları, Nisa sûresi 5. ayette düşük akıllılar olarak
nitelendirmiştir" şeklindeki değerlendirmelerini, bu yorumu, yani Nisa
sûresinin ilgili ayette geçen "sufaha" kelimesine özellikle
"kadınlar ve çocuklar" anlamını vermelerini desteklemek için İbn
Mesud ve İbn Abbas'tan aktardıkları rivayetini yadırgıyoruz. Rivayet ettikleri
hadisler sahih olsa bile bu değerlendirmeleri haklı çıkarmazlar. Rivayetlerin
ilkini inceleyenler, bir istisna içerdiğini göreceklerdir. Yani sadece
kocalarına 7ivet edenler kastedilmiştir. Ki, çoğu zaman ve çoğu yerde
kadınların ezici çoğunluğu ından ^rum bundan ibarettir. İkinci rivayetin de
teşvik, yakındırma ve öğüt verme maçlı olduğu ortadadır. Eksik akıllılığın ve
noksan dinliliğin sırf kadınlara özgü kılınması ya da bu niteliğin tüm
kadınları kapsayacak şekilde genelleştirilmesi söz konusu değildir.
Adı geçen
müfessirlerin ve onların görüşünü paylaşan bir çok yazarın, yüksek ve saygın
bir ilmi düzeye sahip olmalarına rağmen, özellikle kadınlarla ilgili olarak
getirdikleri bu tahsis edici yorumla kesinlikle uyuşmayan bir çok ayeti gözden
kaçırdıklarını gördükçe hayretimiz biraz daha artıyor. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'de
kadınların da tıpkı erkekler gibi, hiç bir ayrım gözetilmeksizin imanî,
toplumsal, ibadî, malî, cihadla ilgili ve ahlakî her türlü yükümlülüğe ehil
olduğu defalarca vurgulanmıştır. Erkeğin işlediği amellere terettüp eden dünya
ve ahirete ilişkin her türlü sonuç, her türlü sevap ve ceza hiç bir ayrım ve
farklılık gözetilmeksizin kadınlara da terettüp eder. Aralarındaki ilişkinin
niteliği ne olursa olsun, erkeğin hiç bir müdahalesine, yöneticiliğine ya da
iznine gerek kalmaksızın kadının kendi malı üzerinde dilediği gibi tasarrufta
bulunma hakkı vardır. Kadın kendi başına alış veriş yapabilir, gayri menkul
satan alabilir, ekin ekebilir, tarlalarını biçebilir, borç alabilir, borç
verebilir, hibe edebilir, vasiyet edebilir, köle azad edebilir, miras alabilir,
miras bırakabilir, malını kiraya verebilir ya da birini ücret karşılığı
çalıştırabilir, kendi başına biriyle evlenmeye karar verebilir. Allah'ın
evrensel ayetleri ve nimetleri üzerinde düşünme, Allah'ın kitabını okuyup
anlamaya çalışma, Öğrenme ve öğretme gibi, bir erkeğin yükümlü olduğu şeylerle
bir kadın da yükümlüdür. Muttaki ve salih bir mü'min erkek için geçerli olan
övgüler, muttaki ve saliha bir mü'min kadın için de geçerlidir. Kafir, müşrik
ve münafık bir erkeğin eleştirildiği şeylerle kafir, müşrik ve münafık bir
kadın da eleştirilir. Erkeğe yönelik olarak va'dedilen dünya ve ahiret mutluluğu
ve tertemiz bir hayat, aynı şekilde kadına da va'dedilmekte-dir. Allah'ın
gazabına uğrama, dünya ve ahirette kurtuluşa ermeme gibi tehditler, erkekler
kadar kadınlar için de geçerlidir. Yine Kur'an'da, mü'min erkeklerle mü'min
kadınların birbirlerinin dostları olduğu, marufu emredip münkeri
yasakladıkları, namaz kıldıkları, zekat verdikleri, Allah'a ve Rasulüne itaat
ettikleri belirtilir. Buna karşılık olarak her iki cinse de altlarından
ırmaklar akan içinde ebediyen kalacakları Adn cennetle-nndeki güzel meskenler
ve en büyük ödül olarak da Allah'ın hoşnutluğu va'dedilir[22].
Bunun
yanında büyük bir Kur'anî gerçek daha var: Sadece erkeklere Özgü olduğuna »ışkın
bir ipucu, bir kanıt, bir gerekçe bulunmayan dünya ve dinle ilgili herhangi bir
mesele hakkında; mü'min, müslüman, müşrik, kafir ve münafık erkeklere yönelik
olan er türlü hitap aynı zamanda bu grupların kadınlarına da yöneliktir. Bu ise
ancak kadının aklî, ruhî, ahlakî vb. hususlarda tam bir yeterlilikte olduğunun
kabul edilmesi durumunda bir anlam ifade edebilir.Kur'an-ı Kerim'de ifade
edilen, erkeklerin kadınlar üzerine kaim oldukları, erkeklerin kadınlara
derece bakımından üstün kılındığı, borçlanma muamelelerinde bir erkeğin
şahitliğine karşılık iki kadının şahitliğinin Öngörülmesi, mirasta erkeğe düşen
payın yansı kadar kadına düşmesi gerektiği gibi hususlar yukarıda işaret
ettiğimiz, kadının aklî, ruhî ve ahlakî yeterliliği ile çelişmez. İleride yeri
geldikçe işaret edeceğimiz gibi, bu tür farklılıklar evlilik hayatı ve kadının
cinsel doğası ile ilgilidir. Belki de kadının mali ve medeni konularda erkeğin
iznine gerek kalmaksızın tam bir yeterliliğe sahip olduğunun vurgulanması
yukarıda da değindiğimiz gibi erkeğin kadın üzerinde "kaim" olması,
ondan bir derece üstün olmasının sadece evlilik hayatı için geçerli bir durum
olduğuna ilişkin güçlü bir kanıttır. [23]
16- İşte bunlar hidayete karşılık sapıklığı satın
almışlardır; fakat bu alış verişleri bir yarar sağlamamış; hidayeti de bulmamışlardır.
17- Bunların
örneği, ateş yakan[24] adamın
örneğine benzer; çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını giderir
ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.
18- Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan
dolayı dönmezler.
19- Ya da
bunlar, karanlıklar, gökgürültüsü ve şimşeklerle yüklü, gökten şiddetli bir
yağmur[25]'
fırtınasına tutulmuş gibidirler ki, yıldırımlanyla kulaklarını tıkarlar. Oysa
Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
20- Çakan
şimşek neredeyse gözlerini kapıverecek; önlerini her aydınlattığında yürürler,
üzerlerine karanlık basıve-rince de dikilir kalırlar[26].
Allah dileseydi, işitmelerini de görmelerini de gideriverirdi. Şüphesiz Allah,
her şeye güç yetirendir.
Yukarıda meallerini
sunduğumuz ayetlerde, münafıkların durumu somu tlaş tırıl arak ve bu bağlamda
eleştiriler yöneltilerek vasfediliyor. Bu bakımdan bu ayetleri önceki ayetlerin
bir değerlendirmesi olarak nitelendirebiliriz:
1)
Münafıklar hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu
alış-verişlerinde kâr etmemişlerdir; doğru yolu da bulamamışlardır.
2) Bu
bakımdan münafıklar, karanlıklar İçinde bir ateş tutuşturan kimseye benzerler.
Ateş etrafını henüz aydınlatmışken, Allah aydınlığını giderir ve karanlıklar
yeniden bastırır; hiç bir şey göremez olur.
3)
Münafıklar kör, sağır ve dilsizdirler; gerçeği göremez, dinleyemez ve konuşamazlar.
Gerçeğe dönmeleri ihtimali yoktur.
4)
Münafıklar bu halleriyle bir de karanlık bir gecede gök gürültülü ve şimşekli
bir yağmur fırtınasına tutulmuş kimseye benzerler. Karanlık, bu kimseyi
çepeçevre kuşatıştır; yıldırımların korkusu yüreğine dolmuş, gök gürültüsü
kulaklarını adeta sağır et-nştır. Öyle ki dehşet verici gürültüden kurtulmak
için parmaklarını kulaklarına tıkar. jek adeta onun gözlerini kapıyor. Şimşek
çaktığında, bir süre yürüme fırsatı bulu- Ama şimşeğin aydınlığı uzun sürmüyor.
Bu kimse de şaşkın bir halde yerinde kalakalıyor. Bir adım atacak mecali
kalmıyor.
5) Hiç
şüphesiz Allah dilerse onların görmelerini ve işitmelerini giderir. Çünkü
O'-gu' erseye yeter. O kafirleri
kuşatandır. O'nun kudretinden sıyrılmaları mümkün değildir. Ayetlerin temsil,
tanımlama ve eleştiri nitelikli ifadeleri derin, etkili ve hayranlık
uyandırıcıdır. Bu bağlamda Hz. Muhammed'in sunduğu mesajın, insanlara yol
gösteren bir nur olduğu vurgulanıyor. Münafıklar bu nuru, bu ışığı görüyorlar;
aydınlattığı yolda bir süre de yürüyorlar. Sonra kötü niyetlerine yenik
düşüyorlar. Dolayısıyla kafir ya da münafık olarak bu nurdan yararlanamaz hale
geliyorlar.
Tefsir bilginlerinin
çoğunluğu, "Allah onların aydınlığını giderir" ifadesini, "Allah
onların yaktığı ateşi söndürür ve hiç bir şey göremez hale getirir"
şeklinde yorumlamışlardır. Kuşkusuz bu yorum dikkate değer olduğu kadar
cümlenin motamot karşılığı olması bakımından da ilginçtir. Ancak bize öyle
geliyor ki, bir önceki paragrafta yaptığımız açıklama ayetlerin atmosferi ile
daha çok uyuşmaktadır. Yani onlar bir süre Önce görüp, ışığında yol aldıkları
nuru göremez hale gelmişlerdir. Eski karanlıklarına yeniden dönmüşlerdir.
Dolayısıyla parlayan ışık, bizce Hz. Muhammed'in sunduğu mesajdır. Yüce
Allah'ın bu ışığı söndürmesi söz konusu olamaz. Tersine bu nuru göremeyecek
duruma gelen, münafıkların kendileridir.
"Allah onların
aydınlığını giderir" ve ".. .dikseydi, işitmelerini de görmelerini de
gideriverirdi" gibi ifadeler, tıpkı "Allah zalimleri saptırır"
ve "onunla ancak fasıldan saptırır" ifadeleri gibi üslupla bağlantılı
deyimlerdir. Yoksa ayetlerde açıkça onların hidayete karşılık sapıklığı tercih
ettikleri kendi özgür iradeleriyle ışığı görmezlikten geldikleri vurgulanıyor.
Münafıkları inceleyen
bölümden Önceki ayetlerde, kafirlerle ilgili olarak söylediklerimizi bir kez
daha yineliyoruz. Dolayısıyla, münafıkların bu ayetlerin indiği sıradaki
durumları vurgulanıyor. Yani bu durumun sonuna kadar böyle sürdüğü kastedilmiyor.
Ancak nifak üzere ölenler için bu hükmün geçerli olduğunu unutmayalım. Şunu da
belirtelim ki, sonunda çoğu münafık tevbe etmiş ve örnek bir İslami hayat
yaşamıştır.
Tefsir bilginleri[27],
adetleri olduğu üzere, bu ayetleri incelerken "gök gürültüsü" ve
"yıldırım" gibi fenomenlerin mahiyetine ilişkin açıklamalar
yapmışlardır, Sağlam bir dayanağı olmayan rivayetlerle bu görüşlerini
desteklemek istemişlerdir. Ki bunların çoğu da bilimsel gerçeklerle
bağdaşmamaktadır. Zaten ayetlerin akışı içinde bu tür açıklamalara girmek de
yersizdir. Çünkü ayetlerin amacı bu değildir. Ayetler insanların bildikleri,
gözlemledikleri ve her gün karşılaştıkları fenomenleri, soyut kavramları somutlaştırma,
eleştiri ya da tanımlama amacı ile gözler Önüne sermektedir.
Dolayısıyla,
konuyu bu çerçevede tutmak bir zorunluluktur. Reşid Rıza'nın bu konuda son
derece yerinde bir ifadesi vardır:[28]
"Bunlar Kur'an'ın ilgi alanına giren konular değildir. Kur'an'da doğal
fenomenler ibret alınması, kanıt olarak kullanılması ve aklın anlayışı ve dini
güçlendirecek araştırmalara yöneltilmesi için yer alırlar. "Bu değerlendirme,
benzeri münasebetlerde vurguladığımız gibi yerindedir ve isabetli olmuştur. [29]
21 - Ey
insanlar sizi ve sizden Öncekileri yaratan Rabbİnize kulluk edin ki sakınasınız.
22- O, sizin
İçin yeryüzünü bir döşek gök yüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur indirerek
bununla sizin için çeşitli ürünlerden rızık çıkardı. Öyleyse bile bile Allah'a
eşler koşmayın.
23- Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan
şüphedeyse-niz, bu durumda siz de bunun benzeri bir sûre getirin. Ve eğer doğru
sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi'[30] çağırın.
24- Ama yapamazsanız -ki kesin olarak
yapamayacaksınız- bu durumda kafirler için hazırlanmış ve yakıtı İnsanlar ile
taşlar olan ateşten sakının.
Bu ayetlerde:
1) Tüm
insanlara bir çağrı yöneltiliyor: "Tele ve ortaksız Rabbiniz olan Allah'a
kuledin" diye. Çünkü ibadet edilmeye layık tek ilah O'dur. Böyle
yaparlarsa, O'nun abından sakınmış ve O'nun rızasını haketmiş olurlar. Çünkü
hem onları, hem de onun oncek'Icri yaratan O'dur. Yeryüzünü onlar için,
üzerinde yaşamaya ve ikamet et-yerişli biçimde bir döşek gibi yapan O'dur.
Üzerinde de göğü bir bina gibi yaratmıştir. Gökten bir su indirerek onunla
çeşitli ürünler yeşertmiştir ki, hay atlan bunlara bağlıdır.
2) Allah'la
birlikte başka tanrılar edinip bunları Allah'a eş koşmaları yasaklanmıştır.
Özellikle de en yüce ilah olduğunu ve bu tür ortak koşmalardan tenzih edilmesi
gerektiğini biliyorlarsa.
3) "Şayet, Allah'ın peygamberine indirdiği
kitaptan ve peygamberin Allah ile iletişim halinde olduğundan şüphe
ediyorlarsa, bunun gibi bir sûre getirmelidirler ve bunun için diledikleri
ortakların ve yardımcıların desteğine başvurabilirler" şeklinde bir meydan
okuma yer alıyor.
4) Ardından,
yüce Allah'ın kafirler için hazırladığı ateşten sakınmaları isteniyor. Bu
ateşin yakıtı taş ve insan olacaktır. Bundan korunmanın yolu da iman ve ilahi
mesajı tasdiktir. Şayet yukandaki meydan okumaya bir cevap vermekten aciz
olurlarsa, bu onların hiç bir zaman bunu yapamayacaklarının bir kanıtı olarak
değerlendirilir.
Hemen farkedildiği
gibi, ayetler Önceki bölüm üzerine yapılmış bir değerlendirme niteliğindedir.
Şöyle ki; Hz. Muhammed'in sunduğu hak mesaj karşısında belirginleşen üç ayrı
insan tipinden söz eden ayetlerin ardından şimdi incelemekte olduğumuz ayetlerde,
genel ve mutlak bir ifadeyle bu üç grup insanın tümüne birden inanma ve boyun
eğme çağrısı yapılıyor. Çağrının etkisini kalıcı kılmak için, evrensel
fenomenlerde somutlaşan ilahi kudretin sahneleri, bu bağlamda insanlar için
büyük menfaatlerle sonuçlanan doğal hadiseler gözler önüne seriliyor. Bu
olayların insanların hayatını kolaylaştırdıkları dile getiriliyor. Hiç
kuşkusuz, bütün bunları insanlara bahşeden yüce Allah, ibadete layık tek ve ortaksız
ilahtır. Bu arada inkar ve inadı sürdürenler de uyanhyorlar. Mekke inişli
ayetlerde göklerin ve yerin yaratılışından göğün bina edilişinden, yerin bir
döşek gibi yayılışından defalarca söz edildi. Biz de her fırsatta geniş
açıklamalarda bulunduk. Bu yüzden burada bir kez daha değerlendirmelerimizi
sunmayı yararlı görmüyoruz. Bu ve benzeri ayetlerin hedefi, dinleyicilerin
dikkatini yüce Allah'ın göklerde ve yerdeki kudretinin somut sahnelerine ve
insanlar için içerdikleri olağanüstü değerde menfaatlere çekmektir.
Kur'an'ın
benzerini getirmeye ilişkin meydan okumalar, Mekke inişli sûrelerde sık sık
yinelenen bir husustur. Bununla ikinci kezdir, İnsanların böyle bir şeyi
gerçekleştiremeyecekleri vurgulanıyor (Diğeri İsra 88. ayettir). Ama arada bir
fark vardır. İsra sûresinin ilgili ayetinde insanların Kur'an'ın bir benzerini
meydana getiremeyecekleri ifade edilirken, şu anda incelemekte olduğumuz ayette
ise onun benzeri bir sûreyi meydana getiremeyecekleri ifade ediliyor. [31]
Medine döneminin
başlarında bütün insanlara bu şekilde meydan okunması, hem de kesin bir
ifadeyle insanların Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmekten aciz
olduklannın vurgulanması, bu bakımdan Peygamberimizin (s) sunduğu mesajın
doğruluğuna, Kur'an'ın ilahi vahyin bir ürünü ve ondan kaynaklandığına ilişkin
tam güven ve sarsılmaz bir bilinç aşılamaktadır. Bunun yanında Peygamberimizin
(s) kendine duyduğu güveni de yansıtmaktadır.
Bazı
müsteşriklerin, incelemekte olduğumuz bu ayetten 39. ayete kadar olan bölümün
ifade tarzının Mekke inişli ayetlere benzediği için, bu bölümün Mekke döneminde
indiğini ileri sürdüklerini gördük. Bu görüşü destekleyecek herhangi bir
rivayete bu güne kadar rastlamadık. İçerik benzerliği, iddiayı doğrulamak için
yeterli bir kanıt sayılmaz. Kaldı ki bu ayetlerin indiği günlerde Arap
yarımadasındaki insanlann çoğu kafirdi ve böyle bir üslubu gerektirecek bir
durumdaydı. Aynca az Önce de işaret ettiğimiz gibi, bu ayetlerin Önceki
bölümlere ilişkin bir değerlendirme niteliğinde olması da böyle bir ifade
tarzını gerektirici bir olgudur. [32]
25- Ey
Muhammed, iman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için
altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu
ürünlerden her yedirildiğinde, "Bu daha önce de rızıklandığımızdır"
derler. Bu onlara dünyadakine benzer olarak sunulmuştur. Orada onlar için
tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.
Ayetin
üslubu açık ve anlaşılırdır. Hitap, Hz. Muhammed'in sunduğu hak mesaja inananlara
yöneliktir ve üslubun niteliği övgü ve müjdeleme şeklinde ön plana çıkmaktadır.
Kafirlere yöneltilen uyarının ve ahirette onlar için hazırlanan elem verici
azabın bir karşıt sahnesi gibidir. Böylece, incelemekte olduğumuz bu ayetle
önceki ayetler arasında sağlam bir bağ olduğu açıktır. [33]
"Kendilerine
rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde, "Bu daha önce de
rizık-ondığımızdır" derler. Bu, onlara dünyadakine benzer olarak
sunulmuştur".
Müfessirler[34], bu
cümlenin yorumuna ilişkin olarak İbn Abbas'tan ve başkalarından çeşitli
görüşler rivayet etmişlerdir. Bunlardan birine göre, mesele cennet meyveleriyle
ilgilidir. Bunlar renk ve biçim olarak birbirine benzerler ama tat ve lezzet
bakımından farklılık gösterirler. Bu yüzden bir kimse, herhangi bir meyveyle
karşılaştığında onu daha önce de yediğini sanır. Bir diğerine göre, konu dünya
meyveleriyle cennet meyvelerinin birbirine benzemesiyle ilgilidir. Öyle ki,
cennette birine bu meyveler sunulduğunda, onları daha Önce dünyadayken yediği
meyvelere benzetir. Müfessirler, bu ikinci görüşü değerlendirirken, cennet
meyvelerinin şekil ve isim bakımından dünya meyvelerine benzediğini ancak tat
ve lezzet bakımından farklı olduğunu söylemişlerdir. Biz ikinci görüşü tercih
ediyoruz. Çünkü ayette geçen "daha önce" deyimi, daha çok dünya ile
ilgili olarak bir anlam ifade edebilir.
Ahiret
nimetleri ile ilgili konular, içeren Mekke inişli ayetlerin çoğunda, bu değerlendirmemizi
pekiştirecek ipuçlar, vardır. Bu ayetlerde, dünyadaki birçok meyvenin, içeceğin
ve ürünlerin isimleri sıralanır; İncir, hurma, kuş eti, zencefil, kafur, misk,
sedir, yastık serilmiş döşemeler, kâse, ipek, inci...vs. gibi. Bundan da
anlıyoruz ki, vahyin inişine esas oluşturan ilahi hikmet,ahiret hayatının
niteliklerinin, nimetlerinin ve azabının, insanların dünyadaki alışık oldukları
şeyleri andırmasını öngörmüştür. Çünkü insan düşüncesi, görmediği ve
duyularına göre biçimlenen tasavvurunun çerçevesine girmeyen şeyleri anlayamaz,
algılayamaz. Nitekim, daha önce çeşitli münasebetlerle bu gerçeğe değindik. [35]
26- Şüphesiz
Allah bir sivrisineği de ondan üstün olanı da örnek vermekten çekinmez. Böylece
iman edenler, kuşkusuz bunu Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler;
inkar edenler ise, "Allah bu örnekle neyi amaçlamış?" derler. Oysa
Allah, bununla bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da hidayete erdirir. Ancak o,
fasıklardan başkasını saptırmaz.
27- Kİ bunlar Allah'ın ahdini, onu kesin olarak
onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği
şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, İşte
bunlardır.
28- Nasıl oluyor da Allah'ı inkar ediyorsunuz?
Oysa Ölü iken sizi o diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine dirilte-cektir
ve sonra O'na döndürüleceksiniz.
29- Sizin
için yerde olanların tümünü yaratan O'dur. Sonra göğe yönelİp (istiva edipj de
onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur. Ve O, her şeyi bilir.
ilk iki ayette, yüce
Allah'ın Kur'an'da, insanlar için ne kadar açık ya da basit görünürse görünsün
bir sineği yada ondan daha üstün bir şeyi Örnek vermekten çekinmediği
vurgulanıyor. Mü'minler bu örnekler üzerinde düşünürler, bunları birer gerçek
olarak algılarlar. Çünkü bunlar Allah tarafından vahyedüen gerçeklerdir. Vahiy
ise, sadece gerçeği ve hikmeti içerir. Kafırlerse, duyduklarını teyid etmek
için çevrelerine sorarlar, ma kulaklarına inanamadıklarını vurgulamak, örneğin
basitliğini anlatmak istercesine birbirlerinin gözlerine bakarlar.
Allah'ın bununla neyi
kastettiğini soruyormuş gibi yapıp alay etmek isterler. Hiç P esiz, Yüce Allah,
Kur'an-ı Kerim'in içerdiği örneklerle birçoklarını doğru yola iletir,
birçoklarını da saptırır. Ancak bu örneklerle sadece kötü niyetli iğrenç
karekterli fasiklar sapar. Bunların başlıca özellikleri kesin olarak onayladıktan
sonra Al-'lah’ın ahdini bozmaları, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri
kesmeleri ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmalarıdır. Bu özelliklere sahip olan
biri daha baştan kaybet-mıştır. hüsrana uğramıştır.Son iki ayette ıse'
kafirlere yönelik bir eleştiri yer alıyor. Ancak, Allah'ı inkar etmeye O'nun
yolundan sapmaya ilişkin bu cüretleri, istinkâri bir soru tarzında gündeme getiriliyor.
Ölüyken onlan dirilten Allah'tır; sonra onları yine öldürecek, ardından tekrar
diriltecektir. Neticede O'na döneceklerdir. Yeryüzünde olan her şeyi
yararlansınlar diye onlar için yaratan da O'dur. O, yeri yarattıktan sonra göğe
yönelmiş, onu yedi gök şeklinde düzenlemiştir. O, her şeyi bilir.
Müfcssirler[36] İbn
Abbas, İbn Mesud ve diğer bazı sahabelere ve tabiin ulemasının önde
gelenlerinden, incelemekte olduğumuz ayetler grubunun, ilk ayetinin iniş sebebi
olarak iki rivayet aktarmışlardır. Bu rivayetlerin birinde şu açıklamaya yer
veriliyor: "Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de sinek, örümcek ve karınca gibi
hayvanları Örnek verince, müşrikler veya müşriklerle birlikte yahudiler şöyle
dediler: "Allah bu tür basit şeyleri örnekle neyi murad etmiştir, hiç
şüphesiz O, bu tür şeyler örnek vermekten yücedir." İkinci rivayette ise
şöyle deniyor: "Allah münafıklara önceki iki Örneği verince, şöyle
dediler: "Allah bu tür basit şeyleri örnek vermekten yücedir".
Görüldüğü gibi ikinci
rivayet konunun akışı ile daha çok uyuşmaktadır. Ayrıca üç ayet konu ve amaç
itibariyle ilk ayetle ahenk oluşturduğuna göre, bunların birlikte indikleri
anlaşılıyor. Dolayısıyla ilk ayetin yalnız indiği şeklindeki görüş
dayanaksızdır. Bu rivayetin ışığında bu ayetlerle önceki ayetler arasındaki
bütünlük de ortaya çıkıyor. Bunların, önceki ayetlerin hemen sonrasında,
örneklere itiraz eden ve duyduklarını alay-vari bir şekilde teyid etmeye
çalışan kafirlere eleştiri; mü'minlere de örnekleri tasdik ve inançla
karşıladıkları için bir övgü olarak inmiş olmaları da muhtemeldir.
Ayetlerde ifadesini
bulan bu ilahi tepki, birçok kere vurguladığımız gibi bir gerçeği dile
getirmektedir. Şöyle ki: Kur'an-i Kerim örneklendirmelerinde ve
açıklamalarında, insanların anlayışlarını ve ifade tarzlarını esas alır. Vermek
istediği mesajı bu yolla onların zihinlerine yaklaştırmayı ve dikkatlerini
örneğin arka planındaki gerçeğe çekmeyi amaçlar.
Gruptaki son ayetin
ifade tarzı en başta, insanların çeşitli sebep ve gereçler aracılığı ile yüce
Allah'ın yeryüzünde yarattığı varlıklardan yararlandıkları realitesini
hatırlatıyor. Ardından müslümanların bu açıklamayı kabul edip, nimetlerden
yararlandıklarını itiraf ettiklerini dile getiriyor. Üçüncüsü bunun adem
oğullarına yönelik bir onurlandırma olduğu hatırlatılıyor. Çünkü yeryüzündeki
varlıklardan en çok insanlar yararlanır. Yüce Allah bütün bunları adeta sadece
onlar için yaratmıştır. Bunun yanında bu açıklama ile önceki ayette ifadesini
bulan, Yüce Allah'ın insanları öldükten sonra tekrar diriltme gücüne sahip
olduğu ve neticede bütün insanlann O'na döneceği gerçeğini pekiştirme amacı da
gozonünde bulundurulmuş olabilir. Söz konusu bu kanıtsallık, ayetin kapsamı
içindedir ve burada yüce Allah'ın ölü iken -yani henüz varlıklar aleminde yer
almamışken- insanları dirilttiği ifade ediliyor. Müfessirlerin çoğunluğunun[37] da
belirttiği gibi, Mekke döneminde inen birçok ayette vurgulandığı üzere,
müşrikler de bunu kabul ediyorlardı. Hiç kuşkusuz bütün bunlarda kafirlere
yönelik uyanlar ve mesajlar gizlidir. n [incü ayetin giriş kısmındaki istinkâri
sorunun amacı da budur.
inişli sûreler buna benzer çok sayıda örnekler
içermektedirler. Öyle anlaşılıyorki Kur’an’ın inişine esas oluşturan ilahi hikmet, münafıkların itirazlarını da
fırsat biirelek Medine döneminin henüz başında, bu tür bir örneklendirmeyi
yinelemeyi öngörmüştür.
Yine
dördüncü ayetin son kısmı, konuya ilişkin bir tür tamamlayıcı unsur ya da akış
içinde bir "ara açıklama" niteliğindedir. Daha önce yüce Allah'ın
yedi göğü yaratmış olması ile ilgili açıklayıcı değerlendirmelerimizi sunduk.
Bu açıklamaları burada bir kez daha tekrar etme gereğini duymuyoruz[38].[39]
"O,fasıklardan
başkasını saptırmaz".
Bu cümle, Kur'an'daki
maksadı net ve anlaşılır olan muhkem ifadelerdendir. Dolayısıyla, hidayet ve
sapıklığa ilişkin mutlak ifadeler içeren ayetlerin bir açıklaması olarak
değerlendirilmesi yerinde olur. Bu ifade de sapıklığın kötü niyetten, bozuk
karekterden ve kötü ahlaktan kaynaklanan bir olgu olduğu dile getiriliyor. Bu
ise, Kur'an-ı Kerim'in açık ve anlaşılır duyurulanyla uyuşmaktadır. Buna göre
ulu Allah elçileri ve kitapları aracılığı ile insanlara hem hidayet yolunu hem
de sapıklık yolunu göstermiştir. Onların öz yaratılışlarına eğri ile doğruyu
ayirdetme ve istediğini seçme yeteneğini yerleştirmiştir. Dolayısıyla kim
doğru yolu seçerse, bunu kendi lehine seçmiş olur. Kim de saparsa, bu tercihi
kendi aleyhine olur. Daha önce çeşitli münasebetlerle bu hususa değindik.
Bu cümleyi izleyen
ayette, fasıklara ilişkin güçlü bir tasvir, Allah'a ve insanlara karşı
işledikleri fısk cürmünün belirgin bir tablosu çiziliyor. Buna göre, onlar söz
verip bağlandıktan sonra Allah'ın ahdini bozarlar. Allah'ın sürdürülmesini
emrettiği akrabalık ilişkilerini keserler; iyilik etme, hayır işleme,
dayanışma ve yardımlaşma gibi yapıcı osyal faaliyetlere son verirler. Sözleri
ve davranışlarıyla yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.
Allah m ahdini, onu
kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar" cümlesi ve sonra-iaki
ifadelerle, münafıkların Allah'a ve Rasulü'ne İslam üzerine bağlılık sözünü vermen
sonra küfür ve nifak üzere bir tutum sergilemeleri kastedilmiş olması güçlü bir
aldır. Böylece kendilerine sert bir eleştiri yöneltilmiş oluyor. Çünkü bu
tutumlarıy-ar, Allah'ın ahdini bozmuş oluyorlar. Bu ise, kendileriyle
akrabaları arasında ger-ırsuz, kızgın bir ortamın doğmasına, buna bağlı olarak
bunalımlı, bozguncu ve tipler olmalarına yol açıyor. Bu nedenle bütün çabalan,
yahudilerle işbirliği için Müslümanların durumunu bozmaya, onlara zarar vermeye
yöneliktir.
Ayetin
ifade bakımından mutlak olması içeriğinin etkin ve kalıcı bir direktif olmasını
sağlıyor. Bu karakterin ve tutumun görüldüğü her ortamda kötü ve olumsuz
algılanması amaçlanıyor. [40]
30-
"Hani Rabbin, meleklere: Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var
edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve takdis
ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var
edeceksin?" dediler. Allah: "Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben
bilirim" dedi.
31- Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra
onları meleklere yöneltip: Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle
haber verin"dedi.
32- Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden
başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, herşeyi bilen, hüküm ve
hikmet sahibi olansın.
33- Allah:
"Ey Adem bunları onlara isimleriyle haber ver" dedi. O, bunlar onlara
isimleriyle haber verince de dedi ki: "Sİze demedim mi, göklerin ve yerin
gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da
ben bilirim".
34- Ve meleklere: "Adem'e secde edin"
dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise diretti ve kibirlendi, böylece kafirlerden
oldu.
35- Ve dedi
ki: "Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan neresinden
dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden
olursunuz".
36- Fakat Şeytan, oradan ikisinin ayağını
kaydırdı'[41] ve böylece onları içinde
bulundukları durumdan çıkardı. Biz de: "Kiminiz kiminize düşman olarak
inin, sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve meta
vardır" dedik.
37- Derken Adem, Rabbİnden birtakım kelimeler
aldı. Bunun üzerine Allah da tevbesinİ kabul etti. Şüphesiz O, tev-beleri
kabul edendir, esirgeyendir.
38- Dedik ki: Oradan tümünüz inin. Bundan sonra
size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku
yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
39- İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise;
onlar ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır.
Ayetler grubu,
bütünlük oluşturan iki bölümden meydana gelmektedir. İlk bölümde, ilk insan Hz.
Adem'in yaratılışı bağlamında, yüce Allah ile melekler arasında geçen diyalog
anlatılıyor. İkincisinde ise, yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmelerini
emretmesi, İblis'in bu emri dinlememesi daha sonra Adem ve eşini kandırarak
cennetten çıkmalarına sebep olması hikaye ediliyor. Ayetlerin ifade tarzı, izah
gerektirmeyecek kadar açıktır.
İkinci bölüm, bir
ölçüde A'raf vb. Mekke inişli sûrelerde anlatılan Hz. Adem ve İblis kıssasına
benzemektedir. İlk bölümse yenidir. Fakat her iki bölümün atmosfer ve içeriği,
ilk bölümün ikinci bölüm için bir mukaddime, bir hazırlık olduğunu
çağrıştırmaktadır.
Taberi'ye göre her iki
bölümün de atıf harfi olan "vâv" ile birlikte, hatırlama edatı
"iz..." ile başlaması söz konusu bölümlerin Önceki ayetlerin devamı
olduğu anlamına gelir. Çünkü önceki ayetlerde, kafirlere Allah'ın yeryüzünde
kendileri için yarattığı nimetler hatırlatılmış ve bu nimetlere nankörlük
etmeleri ağır bir dille eleştirilmişti, İncelemekte olduğumuz bu bölümde ise
yüce Allah'ın Hz. Adem'e ve soyuna bahşettiği nimetler, onian yeryüzünün
halifeleri kılması hatırlatılıyor".
İmam
Taberi'nin bu değerlendirmesi isabetlidir. Ayetlerin içeriği ve ifade tarzı da
bunu pekiştirici niteliktedir. Ayrıca bu, incelemekte olduğumuz ayetlerle
önceki ayetler arasındaki bağlantıyı da ortaya koymaktadır. [42]
"Hani Rabhin
meleklere: 'Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim' demişti."
Müfessirler[43] her
iki bölümün kapsadığı ayetlerle ilgili olarak çeşitli yorumlarda
bulunmuşlardır, Bu yorumların bir kısmı İbn Abbas gibi sahabelerin ve tabiin
ule-masımn görüşlerine dayanıyor. Bazısının kaynağı bilinmemekte, bazısı İpe
sapa gelmez ifadeler içermekte, bazısı da kendi içinde çelişkiler
barındırmaktadır. Ama çoğunun daha doğrusu tümünün sağlam bir dayanağının
varolduğu söylenemez.
Sa'd ve A'raf
sûrelerini incelerken, yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmeleri- mretmesİ
İblis'in bu emre uymaması, ardından Adem'i ve eşini kandırarak
cennet-cıkanlmalarına sebep olması ile ilgili kıssalar hakkında müfessirlerin
yorumlarından örnekler sunduk. Bu yüzden söylediklerimizi yeniden tekrarlamayı
ya da ek bilgiler unmayı veya meseleyi biraz daha detaylandırmayı zorunlu
görmüyoruz. Nitekim şimdi incelemekte olduğumuz kıssa ile ilgili olarak da adı
geçen sûrelerde, bir kezdaha tekrarına gerek duymadığımız değerlendirmelerde
bulunduk.
Ancak ayetler grubunun
ilk bölümü içeriği bakımından yenidir, ilk kez karşımıza çıkıyor. Burada yüce
Allah'ın ezelden itibaren Adem ve soyunun yeryüzüne yerleşmelerini orayı imar
etmelerini, orada halifeler olmalarını dilediği anlaşılıyor. Yani, yeryüzüne
yerleşme, Adem'in Allah'ın emrine muhalefet etmesi ve İblis'in kandırması ile
yasak ağacın meyvesinden yemesi dolayısıyla gerçekleşen beklenmedik bir durum
değildir. Hz. Adem'in yaşadığı bu süreç yeryüzüne inişin zahiri ya da yakın
sebebidir sadece.
Şunu da vurgulamakta
yarar vardır ki, bu bölümde anlatılan olay göklerin, yerin ve ikisinin
arasındaki varlıkların varedilişi, Hz. Adem'in yaratılışı, Onun ve eşinin
kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden yemelerinden dolayı cennetten
çıkarılışları kıssasını kapsayan bugünkü kitab-ı mukaddesin "Tekvin"
bölümünde geçmemektedir. "Sad" ve "A'raf sûrelerini incelerken
"Tekvin" bölümünde geçen bu kıssaya yer verdik. Ama bu demek değildir
ki, kitap ehlinin elinde bulunan kutsal metinlerin hiç birinde bu olaydan söz
edilmemektedir. Nitekim "Tekvin" bölümünde geçmediği halde Kur'an-ı
kerimde, yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmelerini emrettiği, tümünün bu
emre uyduğu ancak İblis'in bundan kaçındığı anlatılır. Öte yandan
"Tekvin"de, İblis yerine "yılan"dan söz edilir.vs...
Bu ayetler grubunun
yorumu bağlamında müfessirler[44],
yeryüzünün Ademoğullann-dan önce cinler ya da başka bir canlı türü tarafından
imar edildiğini, bunların yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kan döktüklerini,
bunun üzerine yüce Allah'ın meleklerden kurulu bir orduyu üzerlerine
göndererek nesillerini yok ettiğini anlatırlar. Bu yüzden yüce Allah,
yeryüzünde bir halife yaratmaya ilişkin kararını açıklayınca, melekler önceki
deneyimlerine dayanarak, söz konusu konuşmayı yapmışlardır. Bir diğer yorumda
ise, meleklerin bu sözünün bir çıkarsama olduğu, pratik bir gözlemin sonucu
olmadığı, dolayısıyla yeryüzünün ilk kez Hz. Adem ve soyu tarafından imar
edildiği belirtilir.
Ben yeryüzünde bir
halife var edeceğim" cümlesinin ifade ettiği anlam ile ilgili olarak
müfessirlerin yorumlarından biri şöyledir: "Yeryüzünde ikamet ederler,
orayı imar ederek kuşaklar birbirini izleyecek şekilde hayat sürdürürler."
Bir diğerine göre bu ifade (insanlar arasında hükmeden yönetici) anlamında
kullanılmıştır. Bir başkasında, sadece- Hz. Adem'in kastedildiği, bir diğerinde
de Hz. Adem ve ondan sonra gelen soyu kastedildiği belirtilmiştir.
Reşid Rıza,
incelemekte olduğumuz ayetler grubunun her İki bölümü ile ilgili olarak
isabetli yorumlarda bulunmuştur: "Halifelik olgusu ve varoluşun niteliği
ilahi meselelerdir. Nasıl ifade edilmişlerse o şekilde algılamak ve ötesini
kurcalamamak gerekir. Bu ayetlerde yüce Allah, insanın yaratılışını, bizden
önce kendilerine kitap verilenler arasında bilindiği şekliyle anlatmaktadır.
Anlamlan bizim için somut biçimler halinde sunmuştur. Hikmetleri ve sırları
münazara ve diyalog üslubuyla ifade etmiştir. Yaratılmışlara hitab etme ve
gerçeği açıklama hususunda, Kur'an'da örneğine sıkça rastladığımız ilahi bir
yöntemdir bu. Şeyh Muhammed Abduh, bu tür ayetlerin müteşabih (benzeşen)
ayetler kategorisine girdiğini dolayısyla bunları zahiri anlamlarına göre
yorumlamanın mümkün olmadığını söyler. Çünkü, karşılıklı konuşma olgusu
çerçevesinde düşündüğümüzde ya yüce Allah meleklere danışıyor -ki böyle bir
şeyin olması muhaldir-ya da yapacağı bir şeyi meleklere haber veriyor, onlar da
buna itiraz ederek aksini kanıtlamaya çalışıyorlar. Böyle bir durumsa ne yüce
Allah'ın şanına yakışır ne de dinde melekler için öngörülen konuma. Melekler,
Allah'ın kendilerine emrettiği şeye karşı çıkmazlar ve emredileni itirazsız
yapariar... Üstad Reşid Rıza, görüşünü pekiştirmek amacıyla Hocasının
değerlendirmelerini aktarmaya devam ediyor: "İslam ümmeti yüce Allah'ın
varlıklara benzemekten münezzeh olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Bu
inancı destekler nitelikte akli ve nakli kanıtlar ortaya konmuştur. Dolayısıyla
yüce Allah'ı tenzih etme, inanç sisteminin mihenk niteliğinde bir muhkem
temelidir. Kur'an ve sünnette, zahiren tenzih ilkesi ile çelişen bir ifade
görüldüğünde müslümanın önünde iki yol vardır: Birincisi, ilk kuşak (selef)
müslüman alimlerinin yolu. Yani, aklın da nakli desteklediği tenzih.
"Onun benzen gibi
birşey yoktur.,. Üstünlük ve güç sahibi olan senin Rahbin, onların
nitelendirdiklerinden yücedir". Dolayısıyla, bu tür ifadelerin gerçek
anlamını bilmeyi Allah'a bırakmak gerekir. Bu arada şunu da bilmek lazımdır
ki, yüce Allah sözlerinin içeriği bağlamında, ahlaki yapımız, pratik hayatımız
ve durumumuz açısından yararlanabileceğimiz hususları bilgilerimize sunuyor ve
aklımızın alabileceği anlamlan muhayyilemizin algılayabileceği biçimde tasvir
ediyor. İkincisi, son kuşak (halef) müslüman alimlerin yolu. Yani Tevil metodu.
Bu çizgiyi benimseyen bilginlere göre, İslam dininin ilkeleri akıl temeli
üzerinde bina edilmişlerdir. Bu yüzden İslam'ın hiç bir ilkesi makul çerçevenin
dışında değildir. Bu yüzden akıl bir şeyin varlığına kesin olarak hükmettiğinde,
nakil bunun aksini söylüyorsa aklın hükmü nakille zahiri anlamın
kastedilmediğine ilişkin güçlü bir ip ucu olarak algılanır. Dolayısıyla nakli
uygun bir anlam içinde değerlendirmek kaçınılmaz olur. Bunu da tevil metodu
ile belirlemek mümkündür. Bu tür meselelerde selefin yolunu izlemek daha
uygundur.
Üstad Reşid Riza'nın
incelemekte olduğumuz ayetler grubundan çıkardığı sonuçlar:
1) Yüce
Allah, kulunun yaratılıştaki hikmeti ve gizli sırları Özelllikle şaşkın haldeyken
sormasına razıdır. Bu soru sözlü olabileceği gibi tavırla da olabilir. Çeşitli
kaynakhrdan bilsi edinmek suretiyle Allah'a yönelmek de bir yoldur. Yüce Allah
insanların bilei edinmelerini, bilimsel araştırma, akli çıkarsama ve ilahi
ilham yoluyla olmasını önsörmüşlür. Meleklerin de insanlar tarafından
bilinmeyen bir bilgi edinme yöntemleri olabilir. Dolayısıyla meleklerin sordukları
soruyu bu çerçevede değerlendirebiliriz.
2) Yüce
Allah'ın meleklerden gizlediği sırları ve hikmetleri varsa, bunların bize gizli
kalmaları haydi haydi gereklidir. Ayrıca insanın yaratılışın tüm sırlarını ve
hikmetlerini bilmesi gerekmediği gibi böyle bir bilgiye ulaşması da mümkün
değildir. Çünkü insana bilgiden çok az bir miktar verilmiştir.
3) Allah şaşkın haldeki meleklere yol göstermiş,
sorularına cevap vermiştir. Ki boyun eğmeye ve teslim olmaya ilişkin direktif
bir kanıta dayanmış olsun. Önce, kendisinin onların bilmedikleri şeyleri
bildiğini haber vermiş, ardından Adem'e bütün isimleri öğretmiştir. Bu isimleri
melekler önerince bilgilerinin yetersizliği ortaya çıkmıştır.
4)
İnsanların kendisini yalanlamaları ve hiç bir kanıta dayanmaksızın peygamberlik
misyonunu tartışma konusu yapmaları karşısında Peygamberimiz (s) teselli
ediliyor. İnkarın dayanaksızlığı, kanıtlarınsa geçersizliği vurgulanıyor.
Yüceler alemindeki meleklerin bilmedikleri bir hususu tartışmak amacı ile
delil ve belge istedikleri somut bir örnekle dile getirildiğine göre,
insanların böyle bir tavır içinde olmaları mazur karşılanmalıdır.
Peygamberlere düşen görev de yüce Allah'ın gözde meleklere yaptığı muameleyi
insanlara karşı takınmalarıdır. Zaten bu ayetler grubuyla Önceki bölümler
arasındaki bağlantı da bu noktada ortaya çıkıyor. Konu özü itibariyle kitapla,
onda kuşkuya yer olmamasıyla; peygamberle, onun Allah'ın vahyini insanlara
duyulmasıyla, kullara yol göstermesiyle, insanların vahiy ve peygamberlik
misyonuna ilişkin ihtilaflarını çözme-siylc ilgilidir...
Buna bir şey eklemek
gerekirse o da şudur: İncelemekte olduğumuz ayetler grubunun her iki bölümünün
içeriği ve özü muhataplara öğüt vermeye ve peygamberlik misyonunu pekiştirmeye
yöneliktir. Salt vakıayı anlatmak amaçlanmam ıştır. Dolayısıyla konuyu bu
çerçevede tutmak ve içerikle ilgili tahmin ve ayrıntılara dalmamak daha uygundur.
Ayetler grubunun her
iki bölümünü göz önünüde bulundurduğumuz zaman Ademo-ğulllarına bir
hatırlatmada bulunulduğu da fark ediliyor. Ulu Allah onları onurlandırmış,
yeryüzünde insiyatif ve yetki sahibi olmak üzere seçmiştir. ".. .Ben
yeryüzünde bir halife var edeceğim" cümlesinden bunu çıkarıyoruz. Ayrıca
yüce Allah'ın meleklere insanların atası Adem'e secde etmelerini emretmesi, Adem'e
meleklerin bilemedikleri bütün isimleri öğretmesi de bu gerçeği
pekiştirmektedir. Bu da insanların şükretmelerini ve içtenlikle Allah'a kulluk
etmelerini gerektirmektedir.
ikinci
bölümün son iki ayeti bütün bunları pekiştirici niteliktedir ya da Ademoğullannın
dikkatini şu nokta üzerinde yoğunlaştırmayı amaçlamaktadır: İnsanoğlu yeryüzüne
bir sınavla karşı karşıyadır. Ulu Allah onlara elçiler göndererek doğru yolu
göstermektedir. Kim elçilerin yol göstericiliğinde hidayete ererse, kurtulur,
mutluluğa kavuşur. Kim de küfrederse, Allah'ın ayetlerini yalanlarsa helak
olur, ebedi mutsuzluğa mahkum olur. [45]
Müfessirler[46] Hz.
Adem'in tevbe etmek için Rabbinden aldığı kelimeler hakkında çeşitli rivayetler
aktarmışlardır. Bunlardan birine göre Hz. Adem'in Rabbinden aldığı kelimeler,
A'raf sûresinde onun ve eşinin lisanıyla aktarılan şu sözlerdir: "Rabbimiz
biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen gerçekten
hüsrana uğrayanlardan olacağız". Buna benzer başka rivayetler de vardır.
Rivayetlerden biri son derece gariptir. Buna göre yüce Allah Adem'e Haccın
rükünlerini öğretmiş ve Kabe'nin etrafında yedi kez tavaf etmesini, sonra iki
rekat namaz kılıp bağışlanma dilemesini emretmiştir. Bu rivayetlerin tümü
sağlam ve güvenilirdir denemez. Aslında gaybm kapsamına giren bir konu
hakkında tahminler yürütmenin de sağlayacağı bir yarar yoktur. Ulu Allah bize
Adem'e günahından tevbe etmeyi ilhat ettiğini haber veriyor o kadar.
Taha
sûresi kapsamında bu kıssayı incelerken söylediklerimizi bir kez daha
takrarlı-yoruz: Yüce Allah'ın Adem'in tevbesini kabul ettiğinden söz etmesinin
hikmeti, hristi-yanların konuya ilişkin bir iddialarını çürütmektir. Bu konuda
şaşkınlık uyandıran bir inanışları mevcuttur. Güya Hz. Adem'in işlediği hata
onun soyuna da sirayet etmiştir. Daha sonra yüce Allah Ademoğullarmı
babalarının suçundan kurtarmak için (haşa) oğu-lunu feda etmek üzere yeryüzüne
göndermiştir. [47]
40- Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi
hatırlayın ve ahdime bağlı kalın, ki ben de ahdinize bağlı kalayım. Ve yalnızca
benden korkun.
41- Yanınızda olan Tevratı doğrulayıcı olarak
indirdiğim Kur'an'a iman edin; onu İnkar edenlerin İlki siz olmayın ve
ayetlerimizi az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca benden korkun.
42- Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin.
Kaldı ki siz gerçeği biliyorsunuz.
43- Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve rüku
edenlerle birlikte siz de rüku edtn.
44- Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi
unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?
45- Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz
huşu duyanların dışındakiler için ağırdır'[48]
46- Onlar, şüphesiz Rabieriyle karşılaşacaklarını
ve yine şüphesiz O'na döneceklerini bilirler'[49].
47- Ey İsrailoğulları size bağışladığım nimetimi
ve sizi alemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
48- Ve hiç
kimsenin hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul
edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı[50]' ve
yardım görülmeyeceği bîr günden sakının.
Kur'an'ın Medine
döneminde inen kısmında ilk kez İsrai[oğullarından bu ayetlerde sözedi İm
iştir.
Bu ayetler, İsrail
oğulları ve onların İslam çağrısına karşı takındıkları tavırla ilgili uzun bir
sürecin ilk halkasını oluşturmaktadır. Münafıklarla ilgili bölüm ve bu bölümün
kapsamındaki ondördüncü ayette, Yahudilerin münafıkların şeytanları olarak
nitelendirilmesi, şimdiki bölümün, bundan önceki bölümden sonra yer almasına
ilişkin bir münasebet olarak değerlendirilebilir. Böylece bu şeytanlara,
onların tavırlarına, ahlaki yapılarına ve Medine dönemi davetinin akışı
üzerindeki etkilerine işaret etmeye bir fırsat oluşturulmuştur.
Ayetlerde kitabın
İsrailoğullarına yönelik olması; onların Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a iman
etmeye davet edilmeleri, bu ayetlerin Medine inişli sûrelerde yahudiler-den söz
eden ilk ayetler olduğunu kanıtlamaktadır. Bu yüzden Kur'an'm Medine döneminde
inen ilk ayetlerden hemen sonra yer almışlardır. Daha doğrusu bu ayetlerin Önceki
ayetlerden hemen sonra inmiş oldukları da bu şekilde kanıtlanabilir. Bu
dediklerimize şunu da eklemek mümkündür: Önceki ayetler, İslami davetin Medine
döneminin başlarında belirginleşen üç tip insanın (mü'minler, müşrik kafirler
ve münafıkların) tutum ve davranışlarını ele almaktadır. Bu ayetlerde ise bir
başka grubun, ehl-i kitabın durumu, tutum ve davranışları inceleniyor.
Yahudiler Medine'de yaşayan sayıca en kalabalık, en köklü, en geniş ve nüfuzlu
dini topluluk oldukları için vahye esas oluşturan ilahi hikmet, diyalogun ekseninde
onların olmasını öngörmüştür. Bu değerlendirme ayetlerin önceki ayetlerle
bağlantılı ve onlar gibi erken dönemde indiklerine ilişkin tahminimizi de güçlendirmektedir.
Bu ayetlerde:
1) Yüce
Allah'ın İsrailoğullarına bahşettiği üstünlükler hatırlatılıyor.
2) Ahdine
bağlı kalsınlar ve gazabından sakınsınlar diye kendilerine yapılan bağışlar
gündeme getiriliyor.
3) Hz.
Peygamber'in elçiliğine, Kur'an'ın vahiy olduğuna inanmaları, namazı kılmaları,
zekatı vermeleri ve tek başlarına değil, rûkü edenlerle birlikte rûkua
gitmeleri emrediliyor.
4) Dünyanın
geçici değerlerine kanıp Kur'an'ı ve Hz.peygamberi inkar eden ilk dini grup
olmaları, hakkı eksiksiz bir şekilde bilip kavradıkları halde onu batıla
karıştırmaları ya da gizlemeleri yasaklanıyor.
5) İstinkâri
bir soru tarzında insanlara iyiliği ve salih ameli tavsiye ederken kendilerini unutmaları
eleştiriliyor. Kaldı ki, kendileri, bunun bir çelişki olduğunu da bilecek
durumdadır. Çünkü kitabı okuyorlar, dolayısıyla hakkı ve insanın yükümlülüğünü
biliyorlar.
6) Kıyamet
günü Allah'ın gazabından sakınmaları çağrısı yapılıyor. O gün hiç kim-bir
başkası için bir şey ödemeyecektir, hiç kimse hakkında şefaat kabul edilmeyecek
kimseye iltimas geçilmeyecektir. Kimseden fidye alınmayacaktır ve hiç kimse Allah'tan
başka bir yardımcı bulamayacaktır.
İncelemekte olduğumuz
ayetler grubunun beşinci ve altıncı (44-45) ayetleri, İsrailoğullarına sabır
ve namazla yardım istemelerini emretmektedir. Yamsıra, insanın doğasına a5ır
«else de hakkı kabul edip uygulamanın gerekliliğini vurgulamaktadır. Ancak bu
durum içleri ürpererek Allah'a kulluk eden, O'nun uluhiyetîni kabul eden
mü'minlere ağır gelmez. Onlar Rableri ile karşılaşacaklarına, bir gün mutlaka
O'na döneceklerine kesin olarak inanırlar. Öyle anlaşılıyor ki, müfessirler ilk
dönemlerden itibaren "O'nu inkar edenlerin ilki siz olmayın"
cümlesini izah etmede güçlük çekmişlerdir. Çünkü tarihsel realiteye
bakıldığında, Kur'an'ı ilk önce inkar edenlerin İsrailoğullan olmadıkları
görülür. Kur'an'ı ilk önce inkar edenler Kureyşlilerdi. Çünkü Kur'an'ın ilk
muhatapları onlardı. İbn Abbas'tan ve bazı tabiin ve tebeit-tabiin ulemasından
şöyle rivayet edilir:[51] Bu
cümle ile "ehî-i kitap içinde ya da yahudiler arasında inkar edenlerin
ilki siz olmayın" anlamı kastedilmiştir. Veya burada İsrailoğulları'na
eleştiri yöneltmek amaçlanmıştır. Oysa Kur'an onların yanındaki kitapla
temelden uyuşmaktadır. Ayrıca onlar, Hz. Muhammed'in peygamber olarak
görevlendirileceğini, ona Kur'an'ın indirileceğini müjdeliyorlardı. Bunu İslam
öncesi dönemde, Araplara karşı bir zafer bir üstünlük fırsatı olarak
değerlendiriyorlardı. Onun taraftarları olup Arapları yenilgiye uğratacaklarını
söylüyorlardı. Şimdi ise, durum tam tersini göstermektedir. İslami davetin
Medine devresinin ilk aşamasında daveti, inkarla ve inatla karşılıyorlar...
Bize öyle geliyor ki, bu değerlendirme yapılan yorumların en İsabetlisidir.
Rivayetin kapsamında işaret edildiği gibi, yahudilerin Hz. Peygamber'in
görevlendiririsin i müjdeledikleri ve İslam öncesinde Araplara karşı onun
emrinde birleşeceklerini söylemeleri hususuna gelince, İsrailoğulla-nnın
deneyimine ilişkin zincirin halkalarından birinde buna işaret edilmiştir. Yeri
gelince, bu hususa açıklık getireceğiz.
Ayetlerin içeriğinden
ve ifade tarzından öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber Medine'yi hicret
etmesinin hemen ardından yahudileri İslam'a davet etmiştir; ama onlar bu daveti
olumlu karşılamadıkları gibi, yeni davet hakkında insanların kafasında kuşkular
uyandırmaya insanları İslam'dan alıkoymaya çalışmışlardır; yeni mesajın
gerçekliğine, doğruluğuna ve ellerindeki Tevrat'a temelden uygunluğuna kesin
olarak inandıkları hal-man davetine karşı burun kıvırmışlardır. Ardından
İslam'a karşı, münafıklarla işbirligine gitmişlerdir. Nifak hareketini
alabildiğine istismar etmişlerdir. Bu yüzden ayetlerin kapsadığı bunca ağır
eleştiriyi uyarıyı ve sözlü sataşmayı hakemi işlerdir. Yahudilerle ilgili
ayetlerden (40-48) alınması gereken mesajlar: Ayetler grubunun asıl hedefi,
yahudilerin tutumunu açıklayıp gerekli eleştiriler yapmak olmakla beraber, her
zaman ve her mekandaki müslümanlara da birtakım evrensel mesajlar vermektedir.
Gerçeği gizlemeleri, batıla karıştırmaları, dini ve ahlaki bir günah olduğunu
bile bile, taammüden hak içerikli Kur'an'dan, İslam mesajından yüz çevirmeleri
ya da başkasına hayrı ve güzel ahlakı emrederken, kendilerinin bunun tersini
yapmaları veya Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetleri unutmaları, nankörlük
etmeleri gibi... Yahudilerin bu karakteristik özelliklerini bilip sakınmak
gerekir.
Ayetler
grubunun beşinci ve altıncı ayetlerinde son derece önemli bir direktif yer almaktadır.
Bir psikolojik tedavi şekline dikkat çekilmektedir. Şöyleki: Namaz, insanı Allah'a,
O'nu anmaya, ürpererek ve korkarak O'na kulluk etmeye; O'nun rızasını kazanmak
uğruna sabır özelliğine sahip olmaya yöneltmektedir. Bu ise ruhun huzura,
itminana kavuşmasının, insan tabiatının yumuşamasının başlıca etkenidir. Bu
anlamda ve bu mahiyette bir namaz, insanı hakkı kabul etmeye, şartlar ne olursa
olsun, aleyhteki ortam ne kadar ağır olursa olsun haktan taviz vermemeye
yöneltir. Bu psikolojik tedavi yöntemine ve namazın ruhsal etkisine Mekke
inişli birçok sûrede dikkat çekilmiştir. Bu münasebetle, biz de namazın ruhsal
itminana kavuşturucu, yatıştırıcı, huzura erdirici özelliğine dikkat çektik.
Bir çok konuda olduğu gibi, bu hususta da Kur'an'm Mekke döneminde İnen kısmı
ile, Medine döneminde inen kısmı arasında tam bir ahenk vardır. Sadece ifade
tarzında bazı farklılıklar söz konusudur. Daha önce, çeşitli münasebetlerle dikkat
çektiğimiz gibi bu farklılıklar da her iki dönemin doğasından
kaynaklanmakladır. [52]
Kur'an ayetlerinde
hitabın İsrailoğullarına yöneltilmiş olması, büyük çoğunluğu Medine ve
çevresinde yaşayan yahudilerin İsrail kökenli olduklarını, bunların sonradan Hicaz
bölgesine göç etmiş olduklarını gösterir. Buna ilişkin başka kanıtlar da var.
En'am sûresinin şu ayetini buna Örnek gösterebiliriz: "Bizden önce kitap
yalnız iki topluğa indirildi, biz İse onların okumalarından habersizlerdik"
dememeniz için"(En'qm, 156). Ayetle Araplara hitap ediliyor ve
söyleyebilecekleri bir husus gündeme getiriliyor: Önceden inen semavi
kitapların kendi dillerinden olmadığı bunları okuyanlarıma kendi ana dilleriyle
okumaları..."gibi. Bundan şu sonuç çıkıyor: Yahudiler ana dillerini
(İbranice) biliyorlardı ve kutsal kitabı bu dilden okuyorlardı. Bu yüzden Hicaz
yahudİIeri ile atalarının ahlakı ve tutumları arasında bir bağlantı
kurulmuştur. Hicaz yahudilerine de bu isimle hitap edilmesi onların birbirine
bağlı bir zincirin halkaları gibi algılandığını ortaya koymaktadır.
İncelemekte olduğumuz bu ayetleri izleyen bir uzun süreç çıkıyor karmiza
İsimleri çoğunlukla İbraniceydi. Bazısı Arap isimlerini almıştı. Ancak bunlar
da A larda oiduğu gibi babalarının ibranice olan adını da kullanıyorlardı.[53] İbn
Sa'd "Tabakalında[54]
şöyle der: "Rasulullah efendimiz Hayber'de bulunan Ebu Rah b. Ebu Hukayki
öldürmek üzere bir müfreze görevlendirdi. Müfrezenin başına da yahudi dili
İbraniceyi bilen Abdullah b. Atik'i getirdi". Bu rivayet yahudilerin hâlâ
kendi aralarında ana dillerini konuştuklarını kanıtladığı gibi onların İsrail
kökenli olduklarını da ortaya koymaktadır.
Tarihteki
gelişmelerden anladığımız kadarıyla, Hicaz Yahudileri, M.S. 70 senesinde
Romalılardan aldıkları ağır darbenin ardından miladi I. ve II. yüzyıllarda
Filistin'den göçetmişlerdi. Bunlar sözkonusu darbede canlarını
kurtarabilenlerdi. Medine ve Şam-Yesrib yolu üzerindeki Vadil'Kur'a, Hayber,
Fedek Metina ve Teyma gibi bölgelere yerleşmişlerdi. Toprak sahibi olmuş,
çeşitli ürünler elde ediyorlardı. Hurma ve üzüm baelan yetiştirmişlerdi.
Mevsimlik tarımın yanısıra ticaret, zanaat ve faizle de uğraşıyorlardı.
Yerleştikleri bu değişik bölgede kendilerini güvencede hissetmek için kaleler
ve surlar inşa etmişlerdi. Çünkü bölge Arap kabilelerinin sürekli bir
güzergahıydı. Arapçayıve Arap geleneklerini öğrenmişlerdi. Zenginlikleri
tarımsal faaliyetleri, ticari ve çeşitli sanatlarla ilgili yetenekleri dini ve
dindışı bilgileri sayesinde Araplar nezdinde saygın bir yer edinmişlerdi. Onlar
yanında nüfuz sahibi ve etkin bir güç haline gelmişlerdi. Büyük bir ihtimalle
yahudiler, kendilerini Araplara amca çocukları gibi takdim etmiş ve "siz
İsmail'in, biz de İshak'ın çocuklarıyız; her ikisi de İbrahim'in oğullarıdır"
demişlerdi. İbrahim'in çok eski dönemlerde oğlu İsmail'i bu bölgeye
getirdiğini, Kabe'nin ve Hac geleneğinin ataları İbrahim tarafından kurulup
başlatıldığını tanık göstermişlerdi. Bu sayede Arapların güvenini ve saygısını
kazanmışlardı.
Şunu da unutmamak
gerekir ki, bizim amacımız bazı Arapların onların etkisinde kalarak
yahudileşıiklerini inkar etmek değildir. Ne var ki, Hicaz'da bazı Arap
kabilelerinin yahudileştiklerini veya Medine'de yaşayan Beni Kaynuka, Beni
Nadr ve Beni Ku-reyza kabilelerinin en azından bazısının Arap kökenli
olduklarını ifade eden rivayetler, bizce sahih değildirler. Az önce işaret
ettiğimiz olaylar ve yaşanan durumlar bunu ortaya koymaktadır. Özellikle,
Medine yahudilerine "îsrailoğullan" ismiyle hitab edilmiş olması önemli
bir kanıttır.
Şu kadarı var ki,
arkeolojik bulgularla desteklenen tarihsel gerçekler, yahudiliğin M.S. V yüzyılda
Hicaz İsraillileri tarafından Yemen'e götürüldüğünü bazı Himyer kı-ralları ve
kabilelerinin bu dini benimsediklerini ortaya koymaktadır.[55]Ne
var ki, M. S. 'I yüzyıhn başlarında Habeşlilerin Yemen'i istila etmeleri ile
birlikte Yahudilik Yemen sahnesinden çekilmiştir.
Çünkü Peygamberimizin
(s) dönemine ve Raşid Halifeler zamanına ilişkin rivayetlerde, Yemen'de yahudi
varlığı ile ilgili en ufak bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ayrıca, Hz. Ömer
döneminde ehl-i kitabın Arap yarım adasının dışına çıkarılmasını konu edinen
rivayetlerde sadece Yemenideki Necran hristiyanlarmın ve Hicaz yahudilerinden
hiçbir
şekilde
bahsedilmemektedir. Bu yüzden rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eğer Yemen'de
ya-hudiler yaşasaydı, onlar da tıpkı Necran hristiyanlan ve Hicaz yahudileri
gibi bölge dışına çıkarılırlardı.[56] [57]
49- Sizi
dayanılmaz İşkencelere uğrattıklarında Firavun ailesinin elinden
kurtardığımızı hatırlayın. Onlar kadınlarınızı diri bırakıp erkek
çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbimizden büyük bir imtihan
vardı.
50- Ve sizin
için denizi ikiye yarıp sizi kurtardığımızı ve Firavunun adamlarını
gözlerinizin önünde boğduğumuzu hatırlayın.
51- Hani Musa ile kırk gece İçin sözleşmiştik.
Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı tanrı edinmiş ve böylece zalimler
olmuştunuz.
52- Bundan sonra şükredesiniz diye sizi
bağışladık.
53- Ve hidayete eresiniz diye Musa'ya Kitab'ı ve
Furkan'ı verdik'[58].
54- Hani Musa kavmine: "Ey kavmim, gerçekten
siz, buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca
yaratan gerçek ilahınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün; bu yaratıcınız
katından sizin İçin daha hayırlıdır"
demişti. Bunun üzerine
Allah tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz o tevbeleri kabul edendir,
esirgeyendir.
55- Ve demiştiniz ki: "Ey Musa, biz Allah'ı
apaçık görünceye kadar sana inanmayız." "Bunun üzerine yıldırım sizi
kendinizden almıştı. Ve siz bakıp duruyordunuz.
56- Sonra şükredesiniz diye, sizi ölümümüzden
sonra dirilttik.
57- Bulutları üzerinize gölge kıldık[59] ve
size kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiklerimizin
temizinden yiyin. Onlar bize zulmetmediler ancak kendi nefislerine
zulmettiler'[60].
58- Ve
hatırlayın, demiştik ki: Şu şehre girin ve orada istediğiniz yerde bol bol
yiyin. "Yalnızca secde ederek kapısından girerken dileğimiz
bağışlamandır''[61] deyin; biz de
hatalarınızı bağışlayalım; iyilik yapanların ecirlerini arttıracağız.
59- Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü
bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zalimlerin yaptıkları bozgunculuğa
karşılık, üzerlerine gökten İğrenc [62]bir
azap indirdik.
60- Yİne
hatırlayın; Musa, kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: "Asanı taşa
vur" demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği
yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk
yaparak karışıklık çıkarmayın[63].
61- Siz ise
şöyle demiştiniz: "Ey Musa biz bir çeşit yemeğe kazanamayacağız, Rabbine
yalvarda bize yerin bitirdiklerinden bakla[64]
acur, sarmısak[65] mercimek ve soğan çıkarsın".
O zaman Musa:"Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek
İstiyorsunuz? Öyleyse Mısır'a inin, çünkü orada kendimiz için istediğimiz
vardır" demişti. Onların üzerine horluk ve yoksulluk damgası vuruldu ve
Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları
ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi. Yine bu isyan etmelerinden ve
sınırı çiğnemelerindendi.
İsrailoğulları hakkında
inen uzun bir zincirin ikinci halkasıdır bu. Bu bakımdan şu anda incelemekte
olduğumuz ayetleri, önceki ayetler üzerine yapılmış bir değerlendirme olarak
nitelendirebiliriz. Amaç Kemen farkedildiği gibi, Medine yahudilerinin Hz.
Muhammed'in risaletini inkar edişleri, başarısızlığa uğraması yönünde türlü
entrikalar çevirişleri ile geçmişteki ataları olan İsrailoğullan arasında
ahlaki ve pratik bir ilişki kurmaktır. Bunun altında şu mesaj yatıyor.
Tarihinizi tekerrür ettirmeyin, yoksa bir kez daha kendinizi Allah'ın
tepelemesi ve öç alması ile karşı karşıya bulursunuz.
Ayetlerin dili açık ve
anlaşılırdır. Hz. Musa zamanında ve ondan sonra İsrailoğulla-nnın başından
geçen bazı olaylar anlatılarak, dinleyiciler arasında bulunan Medine
ya-hudilerine yüce Allah'ın atalarına bahşettiği bazı üstünlükler, buna karşın
atalarının inatçılıkları, ilahi mesajı ellerinin tersiyle itişleri, Allah'ın
ayetlerini inkar edişleri sonra da buzağıyı tanrı edinişleri, yola gelmemek
için ayak diretişleri, inatçılıklarını ısrarla sürdürüşleri, peygamberleri
haksız yere öldürüşleri hatırlatılıyor. Bunlara karşı yüce Allah in zillet ve
alçaklık damgasını üzerlerine vurması: Allah'ın gazabına ve azabına maruz
kalmaları dile getiriliyor.
Konu eski çağlarda
yaşamış bulunan yahudilerle ilgili olduğu halde, ayetlerde muatap zamirinin
kullanılmış olması, bu ayetlerin değerlendirme niteliğini önceki ayetlere
bağlantısını ve amaçlanan korkutucu atmosferi pekiştirmektedir. Bu arada eski
yahuerle, yeni yahudiler arasındaki ahlak, karakter ve tavır benzerliğine de
dikkat çekiliyor. Biz Kur'an'm bütünlüğü içinde bu üsluba alışığız. Benzeri
durumlarda sık sık yinelenen bir ifade tarzıdır bu. Özellikle babalarının kötü
hareketlerini olduğu gibi tekrarlayan evlatların kölü tutumları eleştirilmek
istenince, bu üsluba başvurulur. Bundan çıkan bir diğer sonuç da, bu ayetlere
muhatap olan Medine yahudilerinin eski çağlarda yaşayan İsraİİoğullanmn
soyundan geldikleridir.
Ayetlerin
atmosferinden ve kullanılan ifadelerden ayetleri dinleyen yahudilerin bildikleri
ve uyguladıkları şeylerle muhatap olduklarım anlıyoruz. Doğal olarak bu da uyarının
ve eleştirinin etkisini arttırıyor. Şunu da belirtmekte yarar görüyoruz:
Ayetlerde işaret edilen olayların çoğu o gün yahudilerin elinde bulunan eski
ahit bölümlerinde de yer almaktadır. Bugünkü ile de benzerlik oluşturmaktadır.
Bazen tıpatıp bazen de yakın mahiyetle oldukları görülmektedir.
Bize öyle geliyor ki,
daha doğrusu inanıyoruz ki, Kur'an'da anlatılanlar, ayetlere muhatap olan
yahudilerin ellerindeki eski ahitte anlatılanların aynısıydı. Çünkü böyle
olması, vahyin inişine esas oluşturan hikmete ve amaçlanan eleştiri ve azapla
tehdit etme mantığına daha uygundur. Ancak böyle olması durumunda, uyulması
zorunlu iki hüküm olmaları bir anlam ifade edebilir. Eğer Kur'an'da
anlatılanlar, eski ahitte anlatılanların aynısı olmasaydı, hiç kuşkusuz,
İsrailoğulları, anlatılanları inkar edecek, iddialara itiraz edecek, yaygara
koparacak, zihinleri bulandırmaya çalışacaklardı. Ancak bu konuda onlardan
herhangi bir şey rivayet edilmiş değildir.
Bu ayetlerde
anlatılanların bir kısmı A'raf, Taha ve Kasas gibi İsrailoğulları kıssalarını
içeren Mekke inişli sûrelerde de anlatılır. Ancak aralarında bazı üslup
farklılıkları vardır. Bir de Mekke inişli sûrelerdeki anlatımın amacı Arapları
tarihi örneklerle uyarmak iken bu ayetlerde amaç yahudileri kendi
tarihlerinden Örneklerle uyarmaktır. Aradaki bir diğer önemli fark da şudur:
Bu ayetlerdeki üslup,
Mekke inişli sûrelerde olduğu gibi kıssa niteliğinde değildir, tersine sataşma,
serzenişte bulunma niteliğindedir. Bu da ayetlerin indiği ortama uygundur.
Aynı farklılık, genel anlamda İsrailoğulları hakkında inen başka ayetlerden de
algılanmaktadır. Bu Mekke inişli ayetlerle Medine inişli ayetler arasındaki
farkı ortaya koyan önemli bir unsurdur.
Müfessirlcr bu
ayetlerin içerdiği olaylarla ve İsraİİoğullanmn kıssaları ile ilgili olarak,
siyer ve ahbar bilginlerine dayanarak çeşitli yorumlar ve şerhler
yapmışlardır.-[66] Mekke inişli sûrelerde
anlatılan İsrailoğulları, kıssaları ile ilgili olarak söylediklerini bu
ayetlerin yorumu bağlamında da tekrarlamışlardır. Bunlardan birkaç örneği biz
de sunduk. Ancak bunları tekrar etmenin ya da ayrıntılı açıklamalar yapmanın
bir yararının olduğuna inanmıyoruz. Kaldı ki, bu ayetlerin amacı kıssa
anlatmak değil, tersine muhataplara serzenişte bulunmak onlara eleştiriler
yöneltmektir.
Eleştiri ağırlıklı bu
bolüm ve arkasından gelen diğer bölümlerin, ayetlerin inişine tanık olan
yahudilerle geçmişteki yahudileri bir kategoride incelemesi münasebetiyle şu
hususu vurgulama gereğini duyuyoruz: Eski ahit yahudilerin sapmalarına ve
işledikleri türlü günahlara ilişkin çok sayıda bölüm içermektedir. Eski
ahitten, yahudilerin iğrençliklerine, ilişkin çok sayıda tabloyu
gözlemliyoruz. Bundan dolayı onlara ağır eleştirilerin, ürpertici uyarıların
ve sert hücumların yöneltildiğini görüyoruz. Bunların bir kısmı yüce Allah
tarafından Hz. Musa'ya bir kısmı da Musa'dan sonra diğer İsrailoğullan elçileri
tarafından duyurulmuşlardır. Bu bölümlerde peygamberleri öldürdükleri,
Rasulle-ri taşa tuttukları, buzağıya ve putlara taptıkları bunu sürekli
tekrarladıkları; iğrenç suçlar işledikleri vurgulanır. Bu da özü itibariyle,
incelemekte olduğumuz ayetlerin oluşturduğu atmosferle uyum oluşturmaktadır.[67]
Ayetlerde
asıl hedef, yahudileri ve tavırlarını eleştirmek olmakla beraber, geçmişte
yaşayan ve günümüz yahudileri arasında baş gösteren sapmaların, günahların
büyüklen-melerin, inkarcılığın ve küfrün kınanmasına ilişkin gelen ve sürekli
direktifler de yok değildir. Yahudilerin başına gelen azap, zillet ve
alçaklığın gerekçelerinin evrenselliği de vurgulanmaktadır. Bu aynı zamanda,
müslümanlara yönelik bir uyarıdır da. Yahudilerin deneyiminden ders almaları
istenmektedir. [68]
62- Şüphesiz
iman edenler, yahudiler, hristiyanlar ve sabi-ilerden kim Allah'a ve ahiret
gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında
ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
Ayet-i ksrimenm dili
açıktır; ne kastedildiği rahatlıkla anlaşılıyor. Önceki ayetlerle bir
bağlantısı bir ilgisi görülmemektedir. Özellikle bundan sonraki ayetlerde eski
ve yeni yahudi topluluklarının deneyimlerinin sunuluşuna devam edilmesi
aradaki bağlantı yokluğunu daha bir belirginleştirmektedir.
İmam Reşid Rıza'nın bu
ayeti önceki ayetin kapsamındaki nitelemelere ilişkin bir istisna olarak
değerlendirdiğini görüyoruz. İmam İbn Kesir'in ayete ilişkin yorumu ise
şöyledir: Yüce Allah, emirlerine muhalefet edip, yasaklarını çiğneyenlerin
durumunu açıkladıktan sonra, gelip geçmiş topluluklar içinde iyilik eden ve
Allah'a itaat edenlerin en güzel bir şekilde ödüllendirileceklerini haber
vermiştir. Bu iki yorumun dışında İsra-iloğullarına ilişkin kıssanın akışı
içinde bu ayetin yer almasına yönelik bir başka izaha rastlamadık,
Her iki imamın yorumu
da isabetli ve yerindedir. Buna göre ayet-i kerime, kıssalar zinciri içinde bir
ara söz, bir istisna konumundadır. Bu ise Kur'an'm kendine Özgü ifade tarzı
içinde alışık olduğumuz bir durumdur. A'raf sûresini incelerken de işaret
ettiğimiz gibi adı geçen sûrenin 145-146 ve 157-158 ayetleri de İsrailoğullanna
ilişkin kıssalar zinciri arasında yer alan bu kabil ayetlerdir.
. tik anda akla gelen,
ara söz ve istisnanın, konunun muhatabı olan yahudiler için olduğudur. Onlardan
sonra ilk olarak tevhid inancını paylaşan diğer gruplara işaret edilmiştir.
Bunlar mü'minler, hristiyanlar ve sabiilerdir. Amaç bütün gruplara şunu
hatırlatmaktır: Kapı herkese açıktır. Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve
salih ameller işleyen herkes için Rabbi katında bir ödül vardır. Bunlar korku
ve üzüntüden yana güvencede olacaklardır.
Kanaatimizce,
ayet-i kerime -inşaallah doğrudur- Kur'an'ı ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini
yalanlamanın gerçek anlamda Allah'a ve ahiret gününe iman etmekle ve salih
amelle çeliştiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla bu grupların kalben ve bedenen
İslam çağrısına bağlanmaları bir zorunluluktur. Çünkü İslam tek Allah'a kulluk
etmeye yönelik bir çağrıdır, ahiret gününe iman etmeyi ve salih ameller
işlemeyi öngörür. Nitekim bu gruplar içinde Kur'an'a ve Hz. Muhammed'in
peygamberliğine inanmayanlar, yine Kur'an'ın bildirdiğine göre, ahiret gününe
iman etmeyenler vardı. Bazısı Üzeyir Allah'ın oğludur diyordu, bazısı İsa'yı
bir ilah ya da Allah'ın bir sureti gibi görüyordu. Bazısı da sabülerde olduğu
gibi şaşkındı. Bunların içinde de Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkar
edenler, mesajım kabule yanaşmayanlar vardı. Hac sûresinde bu grupla ilgili
ayrıntılı açıklamalarda bulunduk, bu açıklamaları bir kez daha yinelemeyi uygun
görmüyoruz. Kıssalar zinciri, İsrailoğullan'na yönelik bir çağrıyla başlıyor.
Allah'ın, Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an'a iman etmeleri isteniyor. Çünkü
Kur'an onların ellerinde bulunan Tevrat'ı onaylamaktadır. Bu çağrının bir
diğer boyutu da, Hz. Muhammed'e inen Kur'an'ı inkar eden ilk dini grubun
kendileri olmamasına yönelik bir uyandır. Aynca Kur'an'da yer alan birçok
ayette hristiyanlar, Hz. Mesih'le ilgili çelişik ve yanlış inançlardan
vazgeçmeye, Allah'a peygamberlerine, Hz. Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmeye
çağırılmışlardır. Çeşitli münasebetlerle, buna ilişkin örneklere dikkat çektik.
Ayrıca top yekun insanlık da bu tür bir inanç sistemine bağlanmaya defalarca
davet edilmiştir. Buna ilişkin olarak da incelemekte olduğumuz ayetin satır
aralarından algılanan mesajı pekiştirici birçok örnek ifade vardır. Yine de en
doğrusunu ulu Allah bilir. [69]
63- Sizden
misak almış ve Tur'u üstünüze yükseltmiştik ve demiştik ki: Size verdiğimize
sımsıkı yapışın ve onda olanı sürekli hatırlayın, ki sakınasınız.
64- Siz ise,
bundan sonra da yüz çevirdiniz. Eğer Allah'ın üzerimizdeki fazlı ve rahmeti
olmasaydı, siz gerçekten hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
65- Andolsun sizden cumartesi günü yasağı
çiğneyenleri elbette biliyorsunuz. İşte biz, onlara: "Aşağılık maymunlar
olun" dedik.
66- Bunu hem çağdaşlarına hem sonra gelecek
olanlara ibret verici bir ceza; takva sahipleri için de bir öğüt kıldık.
Bakara sûresinde,
İsrailoğulları'm konu alan kıssalar zincirinin üçüncü halkasını oluşturuyor bu
ayetler. Bu bakımdan bir ara söz niteliğindeki 62. ayetle kopan bağlantının
yeniden kurulduğunu görüyoruz. Hitab burada da ayetleri dinlemekte olan İsrailoğullanna
yöneliktir ve atalarının sapkın tavırları gündeme getirilmeye devam ediliyor.
Muhatap çoğul zamiri kullanılıyor. Amaç, dinleyicilerle geçip gitmiş atalar
arasındaki kan bağını vurgulamaktır. Ki adı geçen sapık ataların, tutum ve
davranışlarını tekrarlamaktan sakınsınlar.
Bu halkayı oluşturan
ayetlerin de dili gayet açıktır ve maksat kolaylıkla anlaşılıyor. Ayetlerin
içeriği vahiy yoluyla indirdiği tavsiye ve talimatları kuvvetle benimseyip uygulasınlar
diye ulu Allah'ın kendilerinden aldığı misakla ilgilidir. Allah onlardan bu
tavsiye ve talimatları korumalarını, sürekli hatırlamalarım istemişti. Bu
sayede Allah'ın gazabından ve sapıklıklardan korunmuş olacaklardı. Yanısıra
geçmiş ataları içinde, cu-nartesi günü yasağını çiğneyenlerden söz ediliyor ve
bunların Allah'ın gazabına uğradıkları, onları maymunlara dönüştürdüğü ve bunun
tüm zamanlar içindeki sapıklara ibret ve mü'minler için de bir öğüt olduğu
belirtiliyor.
Ayetlerin üslubu tıpkı
önceki halkayı oluşturan ayetlerde olduğu gibi yahudilerin bildikleri ve
atalarıyla ilgili olarak haberdar oldukları gelişmelerden söz edildiğini çağrıştırmaktadır.
Hiç kuşkusuz, bunun böyle olması uyarı ve sakındırmanın daha etkili olmasını
sağlamaktadır.
Tur dağının
İsrailoğulları'nın üzerine kaldırılması ve içlerinde bazılarının cumartesi günü
yasağı ile ilgili olarak bir hileye başvurmaları A'raf sûresi kapsamında yer alan
İs-railoğullan'na ilişkin kıssalar zincirinde de gündeme getirilmiştir. Söz
konusu sûreyi incelerken her iki olaya ilişkin değerlendirmelerde bulunduk. Bu
değerlendirmeleri bir kez daha tekrarlama gereğini duymuyoruz.
"Eğer Allah'ın
üzerimizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, sîz gerçekten hüsrana uğrayanlardan
olurdunuz" cümlesini okuduğumuzda hemen aklımıza gelen, Hz.Musa zamanında
buzağıyı tanrı edinmeleri, Musa ile bu hususta tartışmaya girmeleri -kıssalar
zincirinin ikinci halkasında yer alan 52. ve 54. ayetlerde geçmektedir- ve
ardından bundan pişmanlık duyarak uzun süre istikamet üzere bir hayat
sürdürmeleri üzerine, Yüce Allah'ın tevbelerini kabul ederek kendilerini
bağışlaması gelmektedir.
Her ne kadar, kıssalar
zincirinin bu halkası İsrailoğulları ile ilgili olsa da ifadelerin geri
planında müslümanlara da birtakım kalıcı mesajlar verilmektedir. Aynı durum, önceki
halkalar için de geçerlidir. Yani, Allah'ın direktiflerine uymak bunlardan
sapmamak ve çeşitli entrikalarla hileli düzenler peşinde koşmamak gerekir. [70]
67- Hani Musa kavmine: "Allah muhakkak sizin
bir sığır kesmenizi emrediyor" demişti. "Bizi alaya mı
alıyorsun?" dediler. Musa: "Cahillerden olmaktan Allah'a
sığınırım" dedi.
68- "Rabbine adımıza yalvar da, bize
niteliklerini açıklasın" dediler. "Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek
geçkin[71]' ne
de pek genç'[72]' ikisinin arası dinçlikte[73] bir
sığır olmalıdır. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin" dedi.
69- Bu sefer dedilir ki:"Rabbine adımıza
yalvar da, bize rengini bildirsin". O, Rabbim diyor ki: "O,
bakanların içini ferahlatan sarı bir inektir"dedİ.
70- Onlar yine: Rabbine adımıza yalvar da, bize
onun niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar birbirine benzer.
İnşaallah biz doğruyu buluruz" dediler.
71- Bunun üzerine Musa, "Rabbim diyor ki: O,
yeri sür-mek[74] ve ekimi sulamak[75] için
boyunduruğa alınmayan [76]salma
ve alacası olmayan[77] bir
inektir" dedi. O zaman: "Şimdi gerçeği getirdin" dediler.
Böylece ineği kestiler a-ma neredeyse bunu yapmayacaklardı.
72- Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz ve bu konuda
birbirinize düşmüştünüz[78].
Oysa Allah gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı.
73- Bunun için de:"Ona kestiğiniz ineğin bir
parçasıyla vurun" demiştik. Böylece, Allah ölüleri diriltir ve size ayetlerini
gösterir ki akıllanasınız.
74- Bundan
sonra kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan
öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır kî yarılır,
ondan sular çıkar,öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan
habersiz değildir.
İsrailoğullarınin
serüvenini konu alan kıssalar zincirinin dördüncü halkasıdır bu. Bu halkayı
oluşturan ayetler grubunun ifadeleri de son derece açıktır. Burada bir adam
öldürme olayı ve ilahi bir mucizeden söz ediliyor. îsrailoğullan içinde bir
adam öldürülür. Kimse olayı üstlenmez. Aralarında ihtilaflar baş gösterir,
sonuçta birbirlerine düşerler. Hz. Musa Allah'ın emri uyarınca bir inek kesip
ondan bir parçayı maktulün bedenine sürmelerini ister. Bunu yaparlar ve Allah
da maktulü diriltir. Ayetlerin akışı içinde bu olay anlatılırken, yahudilerin
inatçılıkları ve döneklikleri de gözler önüne seriliyor. Bu karakteristik
özellikleri yüzünden işleri gittikçe zorlaşır. Bu durum aktarılırken eleştirel
bir üslup kullanılır. Başlangıçta herhangi bir inek kesmeleri istenmişti.
Dolayısıyla bulabildikleri herhangi bir ineği kesmeleri yeterli
olacaktı...Ayetler grubunun sonunda, Allah'ın gösterdiği mucize karşısında
kalpleri yumuşayacağma gittikçe katılaştığı, taştan bile daha sert ve duyarsız
bir hale geldiği ifade edilir. Oysa taşlar vardır, yumuşar, içinden ırmaklar
fışkırır, taşlar vardır, yarılır arasında sular sızar ve yine taşlar vardır,
Allah'ın korkusuyla yuvarlanırlar. Ve nihayet, yine eleştirel bir üsyüce
Allah'ın onların yapıp ettiklerinden habersiz olmadığı vurgulanır.
Tefsir bilginler[79] İbn
Abbas'a ve diğer bazı sahabe ve tabiin ulemasına dayanarak kıssaya ilişkin
çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bu rivayetler içerik olarak birbirlerinin
aynısıdır. Buna göre yoksul bir babanın oğlu , mirasına konmak için zengin
amcasını öldürür. Cesedini de bir başkasının kapısına koyar. Böylece konacağı
mirasın yanısııa amcasının diyetini de almayı amaçlar. Ceset bulunduktan sonra
bir kavga gürültü kopar. Neredeyse savaş çıkacaktır. Bunun üzerine yüce Allah
Hz. Musa'ya onlardan bir inek kesip etinden maktule vurmalarını istemesini
emreder. Bunu uzun süren oyalama ve ağırdan alma taktiklerinden sonra yaparlar
ve maktul dirilir. Ona katilini sorarlar. O da yeğenini gösterir ve tekrar
ölür.
Bu hikaye bugün elde
mevcut bulunan eski ahitte yer almaz. Ancak Hz. Musa döneminin tarihine ve
yaşantısına ilişkin başlıca bölüm olan tesniye kitabında, bu olayı çağrıştıran
bir kıssa bulunmaktadır. Bu kitabın yirmi birinci bölümünde faili meçhul cinayetlere
ilişkin bir hükümden söz edilir. Buna göre çifte koşulmamış ve boyunduruğa
alınmamış bir inek boğazlanır ve maktulün bulunduğu bölgede oturanlar, adamı
öldürmedikleri ve kimin öldürdüğünü görmedikleri hususunda yemin etmeye davet
edilirler.
Şu kadarı var ki, sanki
sözkonusu olayı onlar gerçekleştirmiş, ataları bu işi yapmamış gibi, hitabın
ayetlerin inişine tanık olan yahudilere hitap etmesi eleştirilerin onlara
yöneltilmesi, onların katı kalplilikle ve inatçılıkla nitelendirilmesi, böylece
onlarla geçmişteki ataları arasında tavır, karakter, ahlak ve soy birliğinin
varlığına dikkat çekilmesi bizi şu sonuca götürüyor: Bu kıssayı dinleyen
yahudiler olaydan haberdardılar ve bu o-lay bugün elimize ulaşmamış bulunan
bazı dîni metinlerde kayıtlıydı...Konuya ilişkin olarak, klasik tefsir
kaynaklarının aktardığı ayrıntılı rivayetlerin de bir parça Peygamberimizin
Medine'deki hayatından kesitler içeriyor olması da bu sonucu pekiştirici bir olgudur.
Sarı inek, ineğin
sahibi ve satın almışı, ağırlığınca altın ödenerek alınması ve maktulün
cesedine dokundurulan kısmı ile ilgili rivayetler konusuna girmek istemiyoruz.
Bunları geniş bir şekilde sunmanın bir yararının olduğuna inanmıyoruz. Çünkü,
üslubundan da anlaşıldığı gibi kıssa sırf kıssa olsun diye anlatılmıyor. Asıl
amaç yüce Allah'ın Hz. Musa aracılığı ile kendilerinden istediği şeyi yapmamak
için eski çağlarda yaşamış bulunan yahudilerin inatçılıklarını gözler önüne
sermektir. Onlar böyle yapmakla işlerini daha da zorlaştırmışlardı. Daha
doğrusu ayak direttikçe onların yükümlülüklerini arttırmıştı. Ayrıca bu kıssa
ile güdülen bir diğer amaç, onların Allah'ın ayetlerinden öğüt almayışlarım bu
olaya rağmen kalplerinin gittikçe katılaşmasını anlatmaktır. Onların bu taş
kalpliliklerini, ayetler son derece güçlü ve etkileyici bir ifade tarzıyla
tasvir etmektedir. Diğer bir ifadeyle dinleyici konumundaki yahudilerin babalan
eleştirilmek suretiyle, dinleyici konumundaki yahudilere babalarının tavrını
tekrarlamamaları mesajı veriliyor. Babalarının duyarsızlıklarından taş
yürekliliklerinden kaçınmaları uyarısında bulunuluyor.
Böylece incelemekte
olduğumuz ayetler grubunun oluşturduğu kıssa halkası ile, önceki halkalar
arasındaki hedef birliği netleşiyor.
Önceki kıssa halkalarının
ardından söylediğimizi, burada da söylüyoruz: Kıssa evrensel bir mesaj,
kuşatıcı bir direktif içermektedir. Bu ayetlere muhatap olan herkesten,
inatçılıktan, ilahi emirleri savsaklamaktan, katı kalplilikten sakınmaları
uyarısında bulunuluyor. [80]
75- Siz,
onların size inanacaklarını umuyor musunuz? Oysa onlardan bir bölümü Allah'ın
sözünü işitiyor, iyice algılayıp akıl erdirdikten sonra'[81],
bile bile değiştiriyorlardı.
76- İman edenlerle karşılaştıklarında "İman
ettik" derler; kendi başlarına kaldıkları zaman ise, derler ki:
"Allah'ın size açtıklarını,[82]
Rabbİniz katında size karşı bir belge olsun diye mi onlarla konuşuyorsunuz?
Hâlâ akıllanmayacak mısınız?"
77- Onlar, Allah'ın gizli tuttuklarını da açığa
vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?
78- Onlardan bir kısmı ümmidİr[83].
Kitabı bilmezler; bildikleri, bk sürü asılsız şeylerden'[84]
başkası değildir ve yalnızca zannederler.
79- Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle
yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "bu Allah
katından-dır" diyenlere. Artık vay elleriyle yazdıklarından dolayı onlara;
vay kazanmakta olduklarına'[85].
80- Dediler
ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki:
"Allah katından bir ahit mi aldınız? Ki Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa
Allah'a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?"
81- Hayır; kim bir kötülük işler de günahı
kendisini kuşatırsa, artık onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır.
İsrailoğullarını, konu
alan kıssalar zincirinin beşinci halkası ile karşı karşıyayız. İlk ayette
hitap, Peygamberimize (s) ve mü'minlere yöneltiliyor. Soru üslubuyla yahudilerin
inanmalarına ilişkin beklentilerinin yersizliği dile getiriliyor. Ardından
ayetlerde sözleri, davranışları ve kanıtlar karşısındaki tutumları
örneklendiriliyor ve inanmalarına ilişkin geri kalan umut kırıntılarını da
silip süpüriiyor:
1) İçlerinde Kur'an ayetlerini dinleyenler
vardı. Bunlar ayetleri iyice algıladıktan sonra, zihinleri bulandırmak,
ayetlerin muhtemel etkisini yok etmek ve Kur'an'ın vahiy menşeililiği hakkında
birtakım kuşkular uyandırmak için, ayetleri tahrif ederler.
2)
İçlerinden bir grup, mü'minlerle karşılaştığı zaman şöyle derler:
"Kur'an'da anlatılanların hak ve bizim kitabımızda anlatılanlara uygun
olduğuna inanıyoruz". Kendi kendileriyle başbaşa kaldıklarında ise,
içlerinden bir grup bu şekilde konuşanları eleştirerek siz kendi elinizdeki
Allah'ın ilmine ve kitaplarına ilişkin bilgileri müslümanlara söylemekle,
onların eline Alalh'ın katında aleyhinize kullanılabilecek kozlar veriyorsunuz.
3) İçlerinde okuma yazmasiz cahiller vardır.
Bunlar kitapta yazılanları kesin olarak bilmiyorlar. Ama yine de biliyormuş
gibi yaparak, Allah'ın kitabında olmayan şeyleri isbet ediyorlar. Ya da kendi
elleriyle bir kitap yazıyorlar, sonra da bunun Allah'ın kitabından alındığını
iddia ederek menfaat sağlamaya çalışıyorlar.
4) Allah
katında seçkin bir yere sahip olmakla övünürlerdi. Bu yüzden ateşin sadece
sayılı günlerde kendilerine dokunacağını iddia ederlerdi.
Ayetlerin akışı
içinde, kıssanın anlatımına ara verilerek uyarılar ve eleştiriler yöneltiliyor.
Bu Kur'an'ın alışık olduğumuz ifade tarzıdır: "Yazıklar olsun
onlara...Yazdıklarından, söyledikleri yalanlardan ve mesnetsiz övünmelerinden
dolayı vay hallerine. Onlar yüce Allah'ın açığa vurdukları ve gizledikleri her
şeyi bildiğini bilemeyecek kadar aptal oldukları için sapıklık
üzeredirler." "Bize ateş ancak sayılı günlerde dokunacaktır"
derken o kadar kendilerinden emindiler ki sanki Allah'tan bir söz almış gibiydiler.
Bu yüzden işledikleri günahları fazla önemsemezlerdi. Herşeye rağmen bu Allah'a
yapılmış bir iftiraydı. Çünkü O'nun koyduğu evrensel yasa ve adalet, günah
işleyen ve günahı kendisini kuşatan kimselerin ateş ehli olmalarını ve orada
sonsuza dek kalmalarını öngörür, bu tür bir günahı işleyen kim olursa olsun.
Ve yine ilahi yasalar gereği, i-man edip salih ameller işleyenler de cennet
ehlidirler ve orada sonsuza dek kalacaklardır.
Kıssalar zincirinin bu
halkasında iltifat sanatına baş vurulmuştur. Çünkü kıssalar zincirinin ilk
halkalarında hitap doğrudan yahudilere yönelik olup, eleştirilerin hedefi,
direkt onlardı ve tavırlarıyla geçmiş atalarının tavırları arasında bağlantı
kuruluyordu. Oysa bu halkada hitabın Peygamberimize (s) ve mü'minlere
yöneltildiğini görüyoruz. Amaç yahudilerin söylediklerini, yapıp ettiklerini onlara
hatırlatmak ve yahudilerin inanacaklarına ilişkin beklentilere son vermelerini
sağlamaktır. Çünkü bu sözleri söyleyen, bu işleri yapan kimselerin inanmaları
mümkün görünmemektedir.
Bu da gösteriyor ki,
yahudiler sonunda gerçek yüzlerini göstermiş, İslam çağrısı karşısındaki
onulmaz inkarcılıklarım realize etmişlerdir. [86]
Hz. Peygamber'in
onları davetinin dışında tutması, kendilerini böyle bir çağrıya muhatap
olmayacak kadar hidayet üzere bir topluluk olarak zannetmelerine dayanıyordu.
Dolayısıyla onların bir gün dinine gireceklerini ümid etmemesi gerekiyordu.
Hatta bizzat Peygamber (s)'in kendisini onlara nisbet etmesini bekleme hakkına
sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bu tür bir beklenti içinde olduklarını
Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayetten algılayabiliriz: "Sen onların
dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak
değillerdir" (Bakara, 120). "Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olmayan
hiç kimse kesin olarak cennete giremez" (Bakara, 111). "Dediler ki:
Yahudi veya hristiyan olun ki hidayete eresiniz." (Bakara, 135)[87]
Özellikle, Hz Peygamber'in kıblelerine yönelerek namaz kıldığını, kendilerine
gönderilmiş peygamber ve kitaplara inandığını Kur'an diliyle duyurduğunu ve
bunu çağrısının ayrılmaz bir parçası gibi gördüğünü ve şu ayetleri okuduğunu
gözlemleyince bu sanılan ve beklentileri daha da güçlenmişti. "İşte
Allah'ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine
uy." (En'am, 90). "Andolsun, biz Musa'ya kitabı vermiştik; böylece
sen ona kavuşmaktan kuşku içinde olma. Biz ona İsrailoğullan'na bir yol
gösterici kılmıştık ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru
yola iletip-yönelten önderler kıldık; onlar bizim ayetlerimize kesin bilgiyle
inanıyorlardı" (Secde, 23-24) "Andolsun, biz İsra-iloğullarına kitap,
hüküm ve peygamberlik verdik, onları temiz ve güzel şeylerle rızık-landırdık ve
onları alemlere üstün kıldık.." (Casiye, 16). Ama çok geçmeden bu sanıları
boşa çıktı. Gördüler ki, Hz. Peygamber insanların geneli içinde onları da davet
ediyor. Hatta kimi zaman Kur'an diliyle çağrıyı sırf onlara özgü kılıyor.
Eleştiriyor, herkesten önce koşup ilahi mesajı benimsemedikleri için sert
uyanlarda bulunuyor. Çünkü tavırları olumsuzdur, tslam çağrısını başarısız
kılmaya yöneliktir. Kıssalar zincirinin ilk halkasında -ki 40-44. ayetlerde-
işaret edildiği gibi çelişkili tavırlar sergiliyorlar. İslam çağrısını
tanımamaları, bu çağrıya öncülük edene kin beslemeleri bu yüzdendir. Peygamberimize
(s) bu şekilde kindar bir gözle bakmaları, Medine döneminin ilk günlerinden
itibaren başlamış bir durumdur.
Daha sonra Yahudiler,
insanların kendilerine sırt çevirdiklerini, Hz. Peygamberi en büyük merci ve
yol gösterici, itaat edilmesi gereken bir komutan olarak görmeye başladıklarını
farkedince haklı ya da haksız oluşuna bakmadan bunu otoritelerine yönelik büyük
bir tehlike olarak algıladılar. Ayrıcalıklarının ve çıkarlarının tehdit altında
olduğunu düşündüler. Bu yüzden, yeni bir strateji belirlemeye koyuldular. İslam
çağrısını etkisiz hale getirmek için münafıklarla, ardından müşrik Araplarla
ittifaklar kurdular.
Mekke ve Medine inişli
birçok ayetten algıladığımız kadarıyla, Peygamberimizin Yahudilerden büyük bir
destek ve yardım görmesi, herkesten önce onların koşup ona inanması
bekleniyordu. Çünkü Hz. peygamberin sunduğu yeni dinle, onların dini, temelde
birdir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de değişik münasebetlerle onun kendisinden önce
indirilen kitapları tasdik ettiği Ehli Kitab'ın yüzyüze kaldığı çeşitli
problemleri çözüme kavuşturduğu belirtilmiştir. Ehli Kitab'tan birçokları
Kur'an'ın bu özelliğini doğruladı. Aralarında İsrailoğullan'na mensup
kimselerin de olduğu gruplar, Mekke inişli ayetlerin İçerdiği birçok mesleyi
destekleyici açıklamalarda bulunarak bunlara iman ettiklerini açıkladılar. Biz
sözkonusu ayetleri incelerken bu hususlara değindik. Daha sonra müslü-manlar,
Medine'de yahudilerin İslam çağrısı karşısında yan çizmelerini, onu tanımalarını,
kendilerine engel olmalarını, bile bile gerçeği gizlemelerini, düşmanla
işbirliğine girmelerini ve kafa karıştırıcı desiseler yaymalarını gördükçe,
derinden etkilendiler. Onlar hakkında besledikleri tüm umutları suya düştü.
İşte önceki bölümlerde, bu ve bundan sonraki halkalarda, konu bu eksen
etrafında gelişmektedir.
Bu değerlendirme, yahudilerin
büyük çoğunluğu için geçerlidir. Çünkü Mekke ve Medine inişli bazı ayetlerde
içlerinde bazılarının, özellikle ilimde derinleşen bilge kişilerin,
içgüdülerini ve dinsel kinlerini bir kenara atma başarısını gösterip hak
olduğunu bildikleri Muhammedi mesaja inandıklarını ve Allah katından geldiğine
kesinkes inandıkları Kur'an'ı tasdik ettikleri dile getirilmektedir.
"Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden bir topluluk vardır ki, gece
vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar,
Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan
sakındınr ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardır" (Al-i
İm-ran 113-114). "Ancak onlardan ilimde derinleşenler ile mü'minler, sana
indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Namazı dosdoğru kılanlar,
zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inanlar; işte bunlar, biz bunlara
büyük bir ecir vereceğiz" (Nisa, 162). "Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle,
onlan lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları
yerlerden saptırırlar. Kendilerine hatırlatılan yerlerden saptırırlar,
kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında
onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme.
Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever" (Maide, 13)[88]
Mekke döneminde inen Ahkaf sûresinin şu ayeti de bu kategoride
değerlendirilebilir. "De ki: Gördünüz mü, haber verin; eğer bu Kur'an
Allah katından ise, siz de onu inkar etmişsseniz ve İsrailoğülları'ndan bir
şahid bunun bir benzerine şahitlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük
taslamışsanız bunun sonucu ne olacak? Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi
hidayete erdirmez. (Ahkaf, 10) [89]
83- Hani İsrailoğuİları'ndan, Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin, anneye babaya yakınlara, yetimlere ve yoksullara İyilikle
davranın, İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin
diye misak almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz ve hâlâ yüz
çeviriyorsunuz,
84- Hani sizden birbirinizin kanını dökmeyin,
birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın diye misak almıştık. Sonra sizler bunu
onaylamıştınız, hâlâ buna şahitlik ediyorsunuz.
85- Sonra
siz[90]
birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp çıkarıyor, günah ve
düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor'[91] ve
size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları
çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da
bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya
hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın
en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
86- İşte bunlar, ahireti verip dünya hayatını
satın alanlardır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve kendilerine yardım
ediimez.
Bakara sûresinde yer
alan İsrailoğullan ile ilgili kıssalar zincirinin beşinci halkası sunuluyor.
Burada hitap tıpkı başlangıçta olduğu gibi yeniden İsrailoğullan'na yöneltiliyor.
Çünkü bundan önce, hitabın yönü değişmişti. Şimdi yeniden doğru yoldan sapmaları
örneklendiriliyor, kendilerine sert eleştiriler yöneltilerek geçmiş atalarıyla
aralarında söz ve davranış açısından bağlantı kuruluyor.
Ayetler grubunun akışı
içinde, İsrailoğullan'nın Allah'a verdikleri sözler hatırlatılıyor ve ayetlere
muhatap olanlar bu sözleri tutmadıkları için ağır eleştirilere maruz bırakılıyorlar.
1) Yüce
Allah, îsrailoğullarf ndan sırf kendisine ibadet etmeleri, anne-babaya, akrabalara,
yetimlere ve yoksullara iyilik etmeleri, doğru söz söylemeleri, insanlarla iyi
geçinmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri hususunda söz almıştı. Onlar
da bu sözü yerine getirmeyi kabul etmişlerdi. Ancak çoğu bu sözde durmadı.
Allah'la yaptıkları sözleşmeye bağlı kalmadı.
2) Yüce Allah, dayanışma ve yardımlaşma içinde
olmaları hususunda da onlardan söz almıştı. Bu sözleşmeye göre birbirlerini
öldürmeyecek, birbirleri aleyhine yabancılarla ittifak kurmayacaklardı. Ama bu
sözlerinde de durmadılar. Birbirlerinin kanını döktüler, birbirlerini
yurtlarından sürüp çıkardılar. Sırf çekememezliklcri ve düşmanlıkları yüzünden
kendi soydaşlarına karşı yabancılarla işbirliğine gittiler. Kendilerine yasak
kılınmış bu hareketleri yaparken aynı zamanda kendi kendileriyle de çelişkiye
düşüyorlardı, Yabancıların yine onların yardımı ve desteği ile aldıkları
tutsakları fidye Ödeyerek serbest bırakıyolardı. Böyle yapmakla, kendilerine
emredilenlerin bir kısmına, yani esirlerini yabancılardan kurtarmaları
gerektiğine inandıklarını, bir kısmına da, yani birbirlerinin kanını
dökmemeleri, birbirlerini yurtlarından sürüp çıkarmamaları, birbirlerini
tutsak almamaları ve birbirlerine karşı yabancılarla ittifak kurmamaları
gerektiğine ilişkin emre de inanmadıklarını göstermiş oluyorlardı. Böyle
davrananlar, dünyada onursuzluğu, alçaklığı, ahirette de Allah'ın en şiddetli
azabını hakederler. Çünkü bu davranış, kişinin Allah'ı gözetmeksizin, ahireti
ve dehşet verici manzaralarını hatırına getirmeksizin dünya çıkarlarını her
şeyin üstünde tuttuğunu gösterir. Diğer bir ifadeyle, ahirete karşılık dünyayı
satın alanın tutumudur bu. Böyle kimselerin çarpıtıldıkları azap hafifletilmez
ve hayatlarının hiç bir döneminde yardım görmezler incelemekte olduğumuz
ayetler grubunun eleştirel özelliği ve
atmosferi, sarsıcı ve etkileyicidir. Müfessirler[92] 84.
ayetin izahı bağlamında, Yesrib (Medine) yahudilerinden Nadir ve
Kaynukaoğullarınm Hazreç kabilesinin; KureyzaoğuIIannınsa Evslüerin müttefiki
olduklarını söylemişlerdir. Hazreçlilerle Evsliler arasında, kimi zaman savaşla
biten ihtilaflar vardı. Yahudi kabileleri de müttefiklerinin yanında savaşa
katılırlardı. Dolayısıyla yahudi kabileleri birbirleriyle savaşıyor,
birbirlerini esir alıyor ve birbirlerini topraklarından sürüp çıkarıyorlardı.
Her biri Ötekisine karşı yabancılarla ittifaklar kuruyorlardı. Ama savaş hali
sona erip barış sağlanınca, yahudi esirlerin kurtarılması hususunda kendi
aralarında yardım 1 aşırlardı. Görüldüğü gibi rivayet, ayetlerin ruhuna uygun
düşüyor. Burada Medineli yahudilerin Arap toplumu içindeki sosyal ve siyasal
hayatlarından bir tablo ile karşı karşıyayiz. Bu en başta yahudilerin Arap
toplumuna entegre olduklarını, onların geleneklerini benimsediklerini
gösterir. İkincisi, Arap toplumu içindeki yahudi varlığının çok eskilere
dayandığını ortaya koymaktadır. Bir de yahudilerin yek vücut olmuş bir kitleden
ziyade, birbiriyle sürtüşen ihtilaflı bir topluluk olduğunu yansıtmaktadır.
Yahudi kabilelerinin
Arap kabileleriyle kurdukları ittifakları konu alan ayetlerin akışı içinde
İsrailoğulları'ndan söz edilmesi, sözkonusu yahudi kabilelerinin İsrail kökenli
olduklarının kanıtıdır.
Kıssalar zincirinin önceki
halkalarında, müslümanlara yönelik birtakım mesajlar verildiği gibi burada da
onlara şu mesajlar veriliyor: Yüce Allah'ın emrettiği hayırlar, iyilikler,
maruf ve güzelliklerle, yasakladığı günah, azgınlık ve düşmanlık konusunda
O'-nun ahdine bağlı kalmak gerekir. Bu konuda verdiği sözü tutmaktan sakınmak
bir zorunluluktur. Çünkü bu tutumlar iman zayıflığının, dünyanın gelip geçici
menfaatlerini tercih etmenin ve Allah'ı hesaba katmamanın kanıtlandır. Bu ise
yüce Allah'ın gazabına ve azabına uğramanın başlıca nedenidir. [93]
87-
Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik'[94].
Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'! Kudüs'le teyid
ettik. Demek size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse,
büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu
öldürecek misiniz?
88- Dediler
ki: "Bizim kalplerimiz örtülüdür"[95].
Hayır; Allah, İnkarlarından dolayı onları lanetlemiştir. Bundan dolayı pek
azı iman eder.
89-Allah
katından yanlarında olan Tevrat'ı doğrulayan bir kitap geldiği zaman, -ki
bundan önce inkar edenlere karşı fetih istiyorlardı-[96]' işte
bilip tanıdıkları gelince, onu İnkar ettiler. Artık Allah'ın laneti kafirlerin
üzerinedir.
90-
Allah'ın, kullarından dilediğine, kendi fazlından indirmesini kıskanarak ve
hakka başkaldırarak, Allah'ın indirdiklerini tanımamakla, nefislerini ne kötü
şeye karşılık sattılar. Böylelikle gazab üstüne gazaba uğradılar[97]'.
Kafirler için alçaltıcı bir azab vardır.
91- Onlara:
"Allah'ın indirdiklerine İman edin" denildiğinde: "Biz, bize
indirilene iman ederiz" derler. Ve ondan sonra olanı inkar ederler. Oysa o
yanlarındakini doğrulayan bir gerçektir. Deki: "Eğer inanıyor idiyseniz,
daha önce ne diye Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?"
92-
Andolsun, Musa size apaçık belgelerle geldi. Sonra siz onun arkasından buzağıyı
tanrı edindiniz. İşte siz böyle zalimlersiniz.
93- Hani sizden misak almış ve Tur'u üstünüze
yükseltmiştik ve "Size verdiğimize sımsıkı sarılın ve dinleyin"
demiştik. Demişlerdi ki: "Dinledik ve baş kaldırdık"[98]'.
İnkarları yüzünden buzağı tutkusu kalplerine sindirilmişti'..[99] De
ki: "İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?".
94- De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu,
başka insanların değil de, yalnızca sizin ise ve doğru sözlüyseniz, öyleyse
hemen ölümü dileyin.
95- Oysa
onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı ölümü hiç bir zaman kesin
olarak düemeyeceklerdir. Allah zalimleri bilendir.
96-
Andolsun, onları hayata karşı diğer insanlardan ve şirk koşanlardan bile daha
ihtiraslı bulursun. Her biri bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu
azabtan kurtarmaz[100].
Allah onların yapmakta olduklarını görendir.
îsrailoğulları'na
yönelik eleştiriler içeren ayetler zincirinin altıncı halkasını incelemek
üzereyiz. Bu ayetlerde, geçmiş yahudilerle Peygamberimiz (s) zamanında yaşayan
yahudiler arasında ortak pratikleri bağlamında bir ilişki kuruluyor. Amaç,
öncekilerle sonrakiler arasındaki etnik köken birliğinden kaynaklanan karakter
birliğini vurgulamaktır. Nitekim önceki ayetler grubunda da amaç buydu.
Kıssalar zincirinin bu
halkasını oluşturan bazı ayetlerde, öncekilerle sonrakilerden hikaye üslubuyla
sözediliyor. Bazısında ise muhatap çoğul zamiri kullanılıyor. Bu da üslup ve
içerik olarak ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi yahudilere dönüktür. [101]
1) Yüce
Allah, İsrailoğullan'nı doğru yola iletmek ve eğitmek için Hz. Musa'ya Tevrat'ı
verdi. Ondan sonra peşpeşe peygamberler gönderdi. Ardından Meryem oğlu isa'yı
mucizeler ve Ruhu'l Kudüs desteğinde peygamber olarak görevlendirdi. Ama onlar
-ayetlerin akışından da anlaşıldığı gibi ilk kuşak yahudiler- kendilerine Allah
tarafından görevlendirilen her peygamber geldiğinde peygamberin çağrısı
tutkulanyla uyuşmadiği için büyüklük kompleksine kapıldılar, ona karşı
çıktılar, sunduğu mesajı yalanladılar ya da onu öldürdüler.
2) Yine onlara
-ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla Peygamberimizin (s) çağdaşı
yahudiler- Kur'an ayetleri okundukça, bunlar üzerinde düşünmeye çağırıldıkça
bunları bilmemezlikten geldiler, duymamış gibi yaptılar ve dediler ki:
"Kalplerimiz örtülüdür, dediklerinizi anlayacak durumda değildir" ya
da "kalplerimiz doludur, sizin dediklerinize yer yoktur". Küfür ve
inkarı ısrarla sürdürdüler. Bu da onların inançlarının zayıflığını gösterir.
Eğer gerçek mü'minler olsalardı, ellerindeki Tevrat'a yönelik inançları sağlam
olsaydı, böyle bir tavır sergilemezlerdi. Çünkü Hz. Peygamberin kendilerine
okuduğu ayetler Tevrat'ın İçeriğiyle uyuşmaktadır. Ama onlar, yanlarındaki
Tevrat'la uyuşan ayetleri inkar ettiler. Böylece, kafirleri kuşatan Allah'ın
lanetini hakkettiler.
3) Daha önce bilgi sahibi olmakla Araplara karşı
üstünlük taslıyor, övünüyorlardı. Ama hak olduğunu ve Tevrat'la uyuştuğunu
kesin olarak bildikleri Kur'an gelince onu inkar ettiler, kabule yanaşmadılar.
Bu tavırlarının temelinde kıskançlık ve kin yatıyordu. Yüce Allah'ın lütfunu
kendi soydaşlarından olmayan bir kuluna bahşetmiş olmasını (son peygamber
olarak Hz. Muhammed'i seçmesini) çekemiyorlardı. Böylece imana karşılık küfrü
satın aldılar. Ne kötü bir alış veriştir bu. Sonunda alçaltıcı azap ve şiddetli
gazap vardır. Buna ek olarak da kafirleri kapsamına alan lanete
uğrayacaklardır.
4) Hz.
Peygamber (s) onlara: "Allah'ın indirdiği Kur'an'a inanın" dedikçe:
"Biz Allah'ın bize indirdiği kitapla yetiniyoruz. Başkasına da
ihtiyacımız yoktur" cevabını verirlerdi. Oysa Allah'ın Hz. Muhammed'e
indirdiği Kur'an, ellerindeki Tevrat'la çelişmiyordu. Dolayısıyla normal ve
mantıklı olanı Kur'an'a iman etmeleriydi. Çünkü Kur'an ve Tevrat aynı zincirin
halkaları olup, kaynakları birdi,
5) Daha önce yaşamış atalarının tutumu da bundan
farklı değildi. Musa (a) onlara apaçık belgeler getirmiş ama onlar nefislerine
zulmederek doğru yoldan sapmışlardı. Buzağıyı tanrı edinmiş ve Hz. Musa'dan
sonra Allah'ın kendilerine gönderdiği peygamberleri öldürmüşlerdi. Oysa yüce
Allah kendilerinden söz ve misak almıştı: "Allah katından gelene var
gücünüzle sarılın ve onu dinleyin" diye. Dilleri "dinledik"
demişti a-ma tavırları "baş kaldırdık" anlamına geliyordu. Çünkü
verdikleri sözün tersine davranışlar içine girmişlerdi. Buna bağlı olarak da
buzağıyı tanrı edinme duygusu kalplerine iyice sinmişti. Bu ne kötü bir
inançtır ki, övünüp durdukları iman, daha önce atalarını şimdi de kendilerini
bu tür kötü davranışlara yöneltmektedir.Son Üç ayette, yahudilere yönelik son
derece etkili bir meydan okuma ile karşılaşıyoruz:
1) Madem ki
iddia ettikleri gibi ahiret yurdu ve nimetleri bütün insanlar içinde sadece
kendilerine özgü bir ödüldür. Öyleyse bu nimetlere kavuşmak için ölümü
arzulasın-lar!
2) Ama
onlar, asla ölümü istemezler. Çünkü onlar kendi elleriyle ne tür suçlar işlediklerini
biliyorlar. İçinde bulundukları durumun azgınlık ve haksızlık diye tanımlanabileceğinin
bilincindedirler. Bu yüzden Allah katında kendilerini zalimlerin akıbetinin
beklediğini çok iyi biliyorlar. Bundan dolayı, hayata çok düşkündürler ve
ölümden de bir o kadar kaçıyorlar. Ölüm sonrasını akıllarına bile getirmek
istemiyorlar. Bu konuda müşrikleri bile geride bırakıyorlar. Hatta her biri bin
yıl yaşatılmak ister. Ama bunun onlara bir faydası olmayacaktır. Her
yaptıklarından haberdar olan Allah'ın azabından kesinlikle yakalarını
sıyıramayacaklardır. Allah yapıp ettiklerinden habersiz değildir. Her şeyi
kaydetmiştir ve uygun cezayı hazırlamıştır.
Kıssalar zincirinin bu
halkasında eleştiri ve uyarının dozu çok şiddetlidir. Hiç kuşkusuz, ifade
tarzında gözlemlediğimiz bu sertlik, anlatıldığı kadarıyla hem öncekilerin hem
de sonrakilerinin sapmaları, küfürleri, azgınlıkları, zaman zaman peygamberleri
öldürmeleri, zaman zaman büyüklük kompleksine kapılıp Allah'ın elçilerini
yalanlamaları, buzağıyı tanrı edinmeleri, sırf çekememezlikten dolayı Allah'ın
ahdini bile bile bozmaları ile bağdaşmaktadır. Onların sergiledikleri bütün bu
davranışlar, gazabı ve büyük bir azabı gerektirmektedir. Bu ifadeler, aynı
zamanda yahudilcrin Arap toplumu içindeki dinsel ve kültürel etkinliklerini ya
da etkin olmalarının beklendiğini ortaya koymaktadır. Özellikle, Kur'an'ın
Mekke'de inen kısmında başta İsrailoğulları olmak üzere ehl-i kitabın, Hz.
Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğunu, Kur'an'ın vahiy Ürünü olduğunu ve
Allah katından geldiğine tanık gösterildiğini göz önünde bulundurduğumuzda
onların ne denli etkin bir konumda olduklarını anlarız.
Müfessirler[102]
"Bundan Önce inkar edenlere karşı fetih istiyorlardı" cümlesi ile
ilgili olarak Tabiin ve Tebc-i Tabun ulemasından çeşitli açıklamalara yer
vermişlerdir. Bunlardan birine göre yahudiler Araplara karşı semavi bir kitaba
sahip olmakla, semavi bir dine mensup olmakla övünürlerdi. Övünüp durdukları
kitapla uyuşan ve hak olduğunu da bildikleri Kur'an inince onu inkar ettiler.
Bir diğerine göre, aralarındaki tartışma ya da ihtilaf şiddetlendiği zamanlarda
yahudiler Araplara: "Yakın bir zamanda Araplardan bir peygamber
gönderilecektir. Onun Özellikleri bizim kutsal metinlerimizde yazılıdır. O
gelince onunla birlik olup; sizi tıpkı Ad ve İrem halklarında olduğu gibi
öldüreceğiz." Cümleden her iki görüşü de destekleyecek sonuçlar çıkarmak
mümkündür. A'raf sûresinde yer alan bir ayette de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de, geleceği yazılı bulacakları
ümmi haber getirici olan elçiye uyarlar" (A'raf,157). Bu ayet-i kerime,
yukarıda sunduğumuz görüşlerden ikincisini destekler niteliktedir. Her
halükârda ayet, Peygamberimizin (s) onlara hak olduğunu bildikleri bir mesajı
getirdiğini, onlartnsa bunu inkar ettiklerini dile getirmektedir. Bunu izleyen
ayette ise, bu tutumlarının tek nedeninin kıskançlık ve çekememezlik olduğu, bu
yüzden ayetlerin işaret buyurduğu bu sert muameleyi hakkettikleri
belirtiliyor.
Kıssalar zincirinin bu
halkasını oluşturan ayetler, özel bir şekilde, bizim yahudilerin İslam
çağrısını reddedişlerine ilişkin açıklamalarımızı desteklemektedir. Yüce
Allah'ın kendi soylarından gelmeyen birini peygamber göndermesi ve bu
peygamberin kendilerini yeni dine davet etmesi, dolayısıyla dini
otoritelerinin ve çıkarlarının temelden sarsılması onlara ağır gelmişti.
Ayetlerde yahudilerin tutum
ve davranışları ele alınıyor olsa da içerdikleri mesaj ve direktifler
evrenseldir. Müslümanları da ilgilendirmektedir. Söz ve eylem arasındaki tutarsızlığın
yerilmesi, haktan yüz çevirme, kıskançlık, çekememezlik ve kindarlık yüzünden
hak taraftarlarına cephe almak gibi konulara değinilmektedir. Hakka tabi olma
ve marufa uygun hareket etme gibi hususlarda Allah'a verilen sözü tutmama, ahde
bağlı kalmama, azgınlığa inkarcılığa ve saldırganlığa sapma gibi
olumsuzluklardan uzak durmaya ilişkin uyarılar müslümanlar için de geçerlidir. [103]
"Meryemoğlu
İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l Kudüs'le teyid ettik".
Hz. İsa'nın Ruhu'l
Kudüs'le desteklenmesi öyle anlaşılıyor ki, sırf ona özgü bir durumdur. Onun
bu ayrıcalığına Al-i İmran ve Maide sûrelerinde de işaret edilmiştir. "Ruhu'l
Kudüs" deyimi "Nahl" sûresinde, Kur'an'ı indiren meleğin ismi
olarak geçmektedir. "De ki: "İman edenleri sağlamlaştırmak,
müslümanlara bir müjde ve hidayet olmak üzere Kur'an'ı hak olarak Rabbinden
Ruhu'l Kudüs indirmiştir" (Nahl,102). Şuara sûresinde ise, değişik bir
kalıpta kullanılmıştır: "Onu Ruhu'l Emin indirdi. Uyarıcılardan olman
için senin kalbinin üzerine indirmiştir" (Şuara, 193-194).
Biraz sonra
inceleyeceğimiz ayette belirtildiğine göre Kur'an'ı Peygamberimizin (s)
kalbinin üzerine indiren Cebrail'dir.
Müfessirler, bu
kavramla ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazısına göre,
maksud Allah'ın teyididir. Bazısına göre de "Cebrail'in teyid etmesi"
kastedilmiştir. Bir diğer görüşe göre, Allah'ın kutsal ayetlerini içeren İncil
kastedilmiştir. Başka bir görüş de yüce Allah'ın İsa (a)'nın ruhunu takdis
etmesi, arındırması kastedildiği belirtilmiştir.
Bilindiği gibi
"Ruhu'l Kudüs" kavramı, hristiyanhk teolojisinde ilahi zâtın üç esastan
(Uknum-u Selâse (üç uknum): Baba, oğul, Ruhu'l Kudüs) ya da görünümünden birini
ifade eder. Bugünkü İnciller'de bu deyimlerin üçüne de rastlamaktayız.
Kanaatimizce "Ruhu'l Kudüs" kavramı, hristiyan Araplar tarafından
kullanılıyordu ve bu kavram, İncil'in Süryanice'sinden ya da Yunanca'sından
tercüme edilmişti.
Her halükârda söz konusu
kavramın burada Kur'an'ın öngördüğü İslam inancı açısından İsa'nın olması
gereken yere konulması amacı ile kullanıldığı açıktır. Dolayısıyla bu kavramın
da kullanıldığı cümlede verilmek istenen mesaj şudur: Hz. İsa, Allah tarafından
gönderilmiş bir elçidir. İncil'de geçen ve hristiyanlann da dillerinden düşürmedikleri
"Ruhu'l Kudüs" Allah'ın onu Cebrail'le ya da katından bir kuvvetle
teyid etmesi anlamına gelir. Nitekim Allah başka peygamberleri de bu şekilde
teyid etmiştir. [104]
97- De ki:
"Cibril'e kim düşman ise, bilsin ki gerçekten Kur'an'ı Allah'ın izniyle
kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici
olarak senin kalbine indiren O'dur."
98-Her kim
Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mi-kail'e düşman İse, artık
şüphesiz Allah da kafirlerin düşmanıdır.
Yukarıda sunduğumuz iki
ayetin ilkinde, yüce Allah tarafından Peygamberimize (s) bir direktif
veriliyor: Cibril'e düşman olduğunu ilan edenleri reddetmesi ve Cibril'in
Allah'ın izniyle kendisinden önceki semavi kitapları tasdik etsin ve mü'minler
için yol gösterici ve müjde olsun diye Kur'an'ı kalbinin üzerine indiren melek
olduğunu bildirmesi emrediliyor. İkinci ayette ise uyarı nitelikli bir
açıklama yer alıyor: Allah, kendisine, peygamberlerine, meleklerine, özellikle
Cibril ve Mikail'e düşman olan kafirlerin düşmanıdır. [105]
"De ki: Cibril'e
kim düşman ise..."
Müfessirler[106] bu
iki ayetle ilgili olarak uzun değerlendirmeleri bağlamında, ifade tarzları ve
vak'aları farklı, ama özleri bir, çeşitli rivayetlere yer verirler. Bu
rivayetlerin birinde şöyle anlatılıyor: "Yahudiler Peygamberimize (s) bazı
sorular sordular ve "Eğer doğru cevaplar verirsen sana tabi olacağız"
diye de söz verdiler. Peygamberimiz (s) doğruluğunu itiraf ettikleri cevaplar verdi.
Sonra kendisine vahiy indiren meleğin adını sordular. Peygamberimiz (s)
"Cibril" cevabını verince: "O bizim düşmammızdır. Çünkü o şiddet
ve zillet indirir. Ayrıca O Buhtunnasr'ın öldürülmesini engelledi.
Buhtun-nasr'ın yaşamasının ve heykelimizi yıkmasının sebebi O'dur. Eğer onun
dışında başka bir melek sana gelseydi, biz sana tabi olurduk" dediler. Bir
rivayette ise söz konusu konuşmanın Ömer b. Hattab ile yahudilerden bir grup
arasında geçtiği belirtilir. Yahudiler derler ki: "Cibril bizim
düşmanımizdır. Zillet ve savaş indirir. Mikail ise bizim için esenlik getirir,
bereket indirir. Cibril ve Mikail birbirinin düşmanıdır. Cibril Allah'ın sağında
Mikail ise solunda durur". Hz. Ömer bu aptallıklarına şaşınr ve
"Onlar düşman olurlar mı? Tersine Allah'ın gözde melekleridir" der,
ardından aralarında geçen bu konuşmayı Peygamberimize (s) aktarır, bunun
üzerine yukarıdaki ayetler iner.
"et-Tacu'l Cami
li'1-Usuli fi Ahadis'r-Rasul" adlı eserin tefsir bölümünde, Buha-ri'nin
Enes b. Malik kanalıyla rivayet ettiği şu hadise yer verilir:[107]
Rasullullah (s) Medine'ye hicret ettiği sırada Abdullah b. Selam yanına geldi
ve ona şöyle dedi: "Sana ancak bir peygamberin bilebileceği üç soru
soracağım. Kıyametin ilk alameti nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nedir?
Çocuğun babasına ya da annesine benzemesini sağlayan nedir?"
Peygamberimiz (s) buyurdu ki: "Cibril az önce bunları bana haber
verdi" Abdullah b. Selam: "Cebrail mi?" dedi. Peygamberimiz (s):
"Evet" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Selam: "Melekler içinde
yahudilerin düşmanı O'dur" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s) şu ayeti
okudu: "Cibril'e kim düşman ise bilsin ki, gerçekten Kitab'ı senin kalbine
indiren O'dur". Sonra şöyle buyurdu: Kıyametin ilk alameti, insanların
doğudan batıya doğru sürükleyip toplanmalarını sağlayan bir ateştir. Cennet
ehlinin yiyeceği ilk yemek, balık ciğerinin artanıdır. Erkeğin suyu kadının
suyundan önce ise çocuk erkeğe benzer, tersi olursa kadına
benzer..."Abdullah b. Selam: Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilah
yoktur ve yine şahitlik ederim ki sen Allah'ın elçisisin" dedi ve şunları
ekledi: "Ya Rasulullah, yahudiler iftiracı bir topluluktur. Eğer sen
onlara benim hakkımdaki fikirlerini sormadan önce müslüman olduğumu
öğrenirlerse, bana iftira atmaktan çekinmezler. Yahudiler Rasulullah'ın yanma
geldiler, Rasulullah (s) onlara: "Abdullah'ı nasıl bilirsiniz?" diye
sordu: "En hayırlımızdır, en hayırlımızın oğludur. Efendimizdir ve
efendimizin oğludur" dediler. Rasulullah: "Abdullah müslüman olursa
ne dersiniz?" diye sordu. Onlar: "Böyle yapmaktan Allah onu
korusun" dediler. Bunun üzerine Abdullah ortaya çıktı ve: "Ben
şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın
elçisidir" dedi. Bunu duyan yahudiler: "O bizim en kötümüzdür, en
kötümüzün oğludur" diye onu yerdiler. Abdullah b. Selam: "İşte ben,
böyle demelerinden korkuyordum, ya Rasulullah" dedi.
Görüldüğü gibi ikinci
ayette, Cibril ve Mikail isimleri, birlikte, onlara düşmanlık besleyenlere
Allah'ın düşman olacağı vurgulandığı bir ifade içinde zikrediliyorlar. Rivayetlerde
ise, yahudilerin: "Cibril bizim düşmanım izdir, Mikail ise bize esenlik
verir" dedikleri zikrediliyor.
Her iki ayetin
atmosferinden, yahudilere yönelik uzun bir akışın bir parçası oluşlarından ve
ayrıca Cibril ve Mikail isimlerinin özellikle zikredilmesinden şunu anlıyoruz:
Bu iki ayet, söz konusu iki melekle ilgili olarak geçen bir konuşma esnasında
yahudilerin her ikisine ya da birine düşman olduklarını söylemeleri üzerine
inmiştir. Böylece onlara adeta şöyle denmiştir: "Madem ki Cibril'in
düşmanlarıdırlar! Şu halde kinleriyle çatlasınlar. Çünkü Kur'an'ı peygamberin
kalbine indiren O'dur. O ve Mikail, Allah katında gözde iki melektirler.
Onlara düşman olmak, tıpkı Allah'a düşman olmak gibi küfürdür. Allah'ın
düşmanlığını kazandırıcı bir nedendir.
Bununla da anlaşılıyor
ki, incelemekte olduğumuz iki ayet, kıssalar zincirinin bir parçasıdır. Olayın
kıssalar zincirinin inişi esnasında meydana gelmiş olması ve ayetlerin buna bir
cevap niteliğinde inmiş olması muhtemeldir. Bir diğer ihtimal de olayın kıssalar
zincirinin inişinden önce meydana gelmiş olması ve bu iki ayetle geçmişte
yaşanan bu diyaloga işaret edilmiş olmasıdır. Biz birinci ihtimali tercih
ediyoruz. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
Öte yandan, ilk ayetin
ifade tarzı, ilk bakışta da farkedildiği gibi Peygamberimizi (s) ve mü'minleri
destekleyici, teselli edici, konumlarını pekiştirici özellikler taşıyor.
İlk defa burada Cibril
ifadesi geçiyor ve O'nun Peygamberimizin (s) kalbine Kur'an'ı indirdiği
belirtiliyor. Bundan Önce, Şuara sûresinde "Ruhu'l Emin", Nahl sûresinde
de "Ruhu'l Kudüs" ifadeleri kullanılmıştı. Cibril kelimesi
"Cebrail"den dönüşmedir ya da Arapçalaşmış halidir. Cebrail ise
"Cebra" ve "il" sözcüklerinden türemiş bir bileşik isimdir.
"İl" sözcüğü eski İbranice'de "Allah" anlamına gelir. Buna
göre "Cebrail" ismi, "Cebrullah" yani "Allah'ın
cebri" veya "Allah'ın kuvveti" demektir. İncil'de Meryem'e
hamileliğini müjdeleyen "Allah'ın meleği" vasfı ile zikredilir. [108]Bu
ayette, isminin zikıediliş tarzı O'nun Allah katındaki makamının yüceliğini
çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımı, Peygamberimizle hanımları arasında yaşanan
gerginlik ortamında inen Tahrim sûresinde, ikinci kez adından söz edilişinden
de algılıyoruz: "Eğer sizler Allah'a tevbe ederseniz ne güzel; çünkü
kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karsı bi-ribirinize destekçi olmaya
kalkışırsanız, artık Allah onun mevlasıdır; Cibril ve mümin-lerin salih
olanları da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidir I er" (Tahrim,
4). Peygamberimizden rivayet edilen birçok hadiste, O'na vahiy getiren meleğin
Cebrail olduğu belirtilir.
"Mikal" ismi
de ilk ve son kez burada geçiyor. Bu da "Mikaü"in Arapçalaşmış ya da
dönüşmüş şeklidir. Ebu Said el-Hudri'nin rivayet ettiği bir hadiste ismi
zikredilir: "Her peygamberin gök ehlinden iki ve yer ehlinden de iki
veziri vardır. Benim gökteki vezirlerim Cebrail ve Mikail'dir. Yeryüzündeki
vezirlerim de Ebu bekir ve Ömer'dir"[109]
Rivayetlerden de güç
alarak şu değerlendirmeyi yapabiliriz: Cibril ve Mikal (Cebrail, Mikail)
isimleri yahudi ve hristiyanlar arasında iki büyük meleğin ismi olarak biliniyordu.
Araplar da onları Kur'an'ı inişinden önce bu nitelikleriyle biliyorlardı ve
yine Kur'an'ın inişinden önce bu iki ismi Arapça kalıplara uydurmuşlardı.
"O'nu (Kitab'ı) senin
kalbine indiren O'dur" ifadesi Şuara sûresinde şu şekilde geçiyor:
"O'nu Ruhul Emin indirdi. Senin kalbin üzerine uyarıcılardan olasın
diye"...Ayetleri İncelerken bu kavramı da etraflıca ele aldık.
İncelemekte olduğumuz bu ayetlerin ilkinde geçen bu ifade münasebetiyle
açıklamalarımızı bir kez daha tekrarlama gereğini duymuyoruz. Aynca
"Kıyamet" sûresini ele alırken, Peygamberimize (s) inen ilahi vahyin
boyutları hakkında da ayrıntılı açıklamalar sunduk. [110]
99- Andolsun
biz sana apaçık ayetler indirdik. Bunları, fa-sıklardan başkası İnkar etmez.
100- Ne
zaman bir ahidde bulundularsa, içlerinden bir bölümü onu bozmadı'[111] mı?
Hayır, onların çoğu iman etmezler.
101- Ne zaman onlara Allah katından yanlarındakini
doğrulayan bir elçi gelse, kitap verilenlerden birtakımı sanki bilmiyorlarmış
gibi, Allah'ın kitabını arkalarına attılar.
Grubun ilk ayetinde
bir açıklama yer alıyor ve hitap Peygamberimize (s) yöneltiliyor. "Allah
ona Kur'an ayetlerini açık ve anlaşılır olarak indirdi. Fasıklarsa Allah'a karşı
çıkıyorlar. Çünkü onların niyetleri bozuk, davranışları iğrençtir. Sadece böyle
olanlar Allah'ın ayetlerini inkar ederler. Bu ayetlerde hidayet, açık ve hak
içerikli ilahi mesaj vardır. İyi niyet sahibi ve hakkı İçtenlikle arayan bir
kimsenin bunlar karşısında burun kıvırması mümkün değildir."
İkinci ayette ise
eleştirel bir soru yöneltiliyor. Bu sorunun altında şu mesaj yatıyor:
"Bunlar ne zaman bir ahitte bulundularsa, içlerinde bir grup onu bozdu ve
görmezlikten seldi. Daha doğrusu bu onların büyük çoğunluğunun karakteristik
özelliğidir. Çünkü Allah'a yönelik inançları zayıf, inanca bağlılıkları
gevşektir. Allah adına yaptıkları ahitlere aldırış etmezler bu yüzden."
Üçüncü ayette ise, bir
vakıayı bildirmeye yönelik bir açıklama yer alıyor: "Bunlara ne zaman
Allah katından, yanlarındaki kitabı tasdik eden bir elçi geldiyse ehl-i kitabın
içinde yer alan bazı kimseler içerdiği gerçekleri bilmiyorlarmış gibi Allah'ın
kitabını görmezlikten gelip onu kulak ardı ettiler."
"Kitap
verilenlerden birtakımı Allah'ın kitabını arkalarına attılar" cümlesinde,
arkaya atılan kitabın Kur'an-ı Kerim olması kadar, bizzat onların yanında
bulunan ve onlara elçinin kendi ellerindeki kitabı tasdik etmek üzere getirdiği
kitabı tasdik etmelerini emreden ya da içinde Hz. peygamberin niteliklerini ve
mesajının mahiyetini okudukları kitapları olması da ihtimal dahilindedir.
İkinci ihtimal daha güçlüdür. Çünkü bu durumda onların aleyhlerindeki kanıtı
pekiştirilmiş olur. Bir çok tefsir bilgini de bu ihtimal üzerinde durmuştur.[112]
Müfessirlernin büyük
çoğunluğu ikinci ve üçüncü ayetlerdeki "üçüncü çoğul şahıs"
zamirlerinin yahudilere dönük olduğu kanaatindedir. Hikaye üslubuyla da onların
Hz. Peygamber ve Kur'an karşısındaki tavırları anlatılıyor.
Bu durumda ayetler,
yahudilere ilişkin kıssalar zincirinin yedinci halkasını oluşturmaktadır.
Zaten ayetlerin içeriği de genelde yahudilere ilişkin olarak dikkat çekilen nitelik
ve tavırlardan oluşmaktadır.
Grubun ilk ayeti,
Allah'ın kitabını ve elçisini tanımazlıktan gelen, inkar ve sapkınlık nitelikli
bir tavırla karşı çıkan yahudilere cevap niteliğindedir. Çünkü sapkınlardan başkasının
Allah'ın kitabına ve elçisine karşı böyle bir tavır içinde olması mümkün değildir.
Müfessirler, grubun
ikinci ayetinde, yahudilerden bir grubun bozduğu belirtilen ahit-le ilgili
olarak şu açıklamayı yaparlar: "Burada onların Allah'a verdikleri söz
kastedilmektedir. Tevrat'ın içerdiği hükümlerle amel edeceklerine, başta Hz.
Muhammed olmak üzere kendilerini Allah'a ve şeriatına davet eden bütün peygamberlere
itaat edeceklerine söz vermişlerdi. Çünkü A'raf 157. ayette de vurgulandığı
gibi, Hz. Muham-med'in özellikleri onların yanlarında yazılı bulunuyordu.
Rivayete göre Peygamberimiz (s) onlara bu ahdi hatırlattığında şu cevabı
vermişlerdi: "Allah seninle ilgili olarak bize bir şey söylememiştir,
senin hakkında bizden bir söz almamıştır".
Bu değerlendirmeler,
Kur'an'daki açıklamalarla uygunluk arzetmeleri bakımından üzerinde durmaya
değerdir.
Grubun ikinci
ayetinin, geçmiş yahudilerle, vahyin inişine tanık olan yahudiler arasında bir
bağlantı kurmaya yönelik olması ihtimali vardır. Şu mesaj verilmek isteniyor:
"Her dönemde yüce Allah yahudilerden söz almıştır. Ya da onlar Allah'a
ahit vermişlerdir. Buna rağmen içlerinde bir grup her zaman bu ahdi hiçe
saymıştır. Geçmişte böyley-diler. Şimdi de öyledirler."
Tahmin ettiğimiz gibi, bu
ihtimalin sahih olması durumuda, ayette geçen "birtakımı.,."
kelimesi, ayetin inişine tanık olmaları bakımından bütün yahudileri kapsamaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de, yahudilerle ilgili açıklamalar ışığında konuya eğildiğimiz
zaman, grubun üçüncü ayetinde geçen "birtakımı" kelimesinin, bu
ihtimali ortadan kaldırıcı bir rol oynamadığım görürüz. Ayetin inişine tanık
olan yahudilerin geneline nisbet edilen küfür ve inkar niteliklerine de bu
değerlendirme uygun düşmektedir. Bununla beraber, sözkonusu istisna ile,
içlerinde iman edip Kur'an'ı ve Peygamber'i tasdik edenlerin kastedilmiş
olması ihtimali de vardır. Yahudilerin, Hz. Peygamber'in elçiliğini inkar
etmelerinin sebeplerini incelerken, bunu pekiştirici ayetlere yer verdik. Her
şeye rağmen, grubun ikinci ayetinde yer alan "hayır onların çoğu iman
etmezler" cümlesi, Allah'ın kitabını arkalarına atanların, yahudilerin
çoğunluğunu oluşturduklarını ortaya koymaktadır. [113]
102- Ve
onlar, Süleyman'ın[114]
mülkü hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkar etmedi; ancak
şeytanlar inkar etti. Onlar insanlara sihri ve Babİl'deki İki meleğer[115]
Harut'a ve Marut'a indirileni Öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca
bir fitneyiz, sakın inkar etme" demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmez
ferdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa,
onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen
kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun
onlar, bunu satın alanın ahirette hiç bir payı olmadığını'[116]
bildiler; kendi nefisleri,[117]
karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi.
103- Eğer gerçekten iman edip sakınsalardı, Allah
katındaki sevabları gerçekten daha hayırlı olurdu; bir bilselerdi.
"Ve onlar
Süleyman'ın mülkü hakkında..." diye başlayan ayet ve onu izleyen ayet,
Israiloğullan'na ilişkin kıssalar zincirinin sekizinci halkasını
oluşturmaktadır.
Müfessirlerin büyük
çoğunluğu, ayette geçen "uydular" fiilindeki zamirin yahudile-re
dönük olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Halkayı oluşturan iki ayet,
önceki bölümlerle bağlantılıdır. Söz konusu bölümlerde yahudilerin söz, tutum
ve davranışlarının eleştiriliyor olması da bunun güçlü bir kanıtıdır.
Dolayısıyla incelemekte olduğumuz iki ayet, kıssalar zincirinin sekizinci
halkası ve yahudilerin tutumlarının sapıklıklarının anlatımının ve
eleştirilmelerinin bir devamı konumundadır. Bu iki ayette şu hususlar
inceleniyor: "Yahudiler, Allah'a verdikleri her sözü çiğnemekle Allah'ın
kitabını arkalarına atmakla, kendi ellerindeki kitabı tasdik etmek üzere
gönderildiğini bilmelerine rağmen Allah'ın elçisini inkar etmekle yetinmediler.
Tersine şeytanların Hz. Süleyman in döneminden beri anlattıkları sözlere ve
davranışlara tabi oldular. Bunlarla sihir yapmayı öğrenerek, bunun Hz.
Süleyman'dan kaynaklandığını ileri sürdüler. Dolayısıyla Hz. Süleyman'a küfür
nisbet etmiş oldular. Çünkü sihir, küfür kapsamına giren bir olgudur. Aynı
şekilde, Babil'deki iki melek Hamt ve Marufun sözlerine de uydular. Bunlar da
insanlara sihri öğretiyorlardı. Ancak: "Biz ya da bizim öğrettiklerimiz
birer sınama aracıdır" demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Mutlaka
insanları küfürden sa-kındırırlardı. Sonra yahudiler bu iki melekten bazı sihir
oyunlarını Öğrendiler. Bunlar arasında karı koca arasını bozan bilgiler de
vardı. Bu ise, öğrenenlere yarar değil, tersine zarar verirdi. Hiç kuşkusuz
zarar vermesi de Allah'ın iznine bağlıydı.
Buna göre yahudiler şeytanların
anlattıklarına ve Harut ve Marut'un sözlerine uydular. Bu ikisi İnsanları
uyarır ve bu tür bir yola girenler Allah'ın azabına müstehak olur, ahirette
O'nun rızasından yoksun kalırlar. Nefislerin karşılığında sattıkları şey ne
kötüdür. Halbuki inanıp peygamberin misyonunu tasdik etselerdi, hak içerikli
mesajı destek-leselerdi, söz ve davranışlarında Allah korkusunu esas alsalardı,
bu kendileri için daha hayırlı olacaktı. Allah'a yakın olacak, O'nun katında
büyük sevaplara kavuşacaklardı.
İncelediğimiz bu iki
ayetin ifadesi oldukça güçlü ve eleştiri yönü de o kadar etkilidir. Bundan
anlıyoruz ki, yahudiler Medine'de sihir işleriyle uğraşıyor ve bunu Hz. Süleyman'la
Harut ve Marufa nisbet ediyorlardı. Nitekim bir hadiste de A'sam isimli bir yahudi
sihirbazdan söz edilir.[118] Bu
da çıkarımımızı destekler mahiyettedir.
Bugün elde mevcut bulunan
"eski ahit" bölümlerinde sihir ve sihirbazlarla ilgili net bir
açıklamaya rastlanmaz. Ama bu yahudiierin yanında bu konuda Hz. Musa'ya dayandırılan
bilgiler bulunmuyor anlamına gelmez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa'nın,
sihri, batıl ve geçersiz bir olgu olarak tanımladığı ancak iflah olmaz
bozguncuların sihirle uğraştıklarını belirttiği ve Allah'ın onların amellerini
yapıcı kılmayacağını dile getirdiği anlatılır (Yunus, 76-82; A'raf, 118-119,
Taha, 61-69 ayetler...) Kanaatimizce bu bilgiler, ellerindeki "eski
ahit1' bölümlerinde mevcuttu. Çünkü Hz. Musa ve Firavun kıssaları ile
ilgiliydi. Kur'an-ı Kerim'de, bugünkü eski ahitte sözü edilmeyen şeyler de anlatılır.
Bunlar, bize ulaşmayan bölüm ve sahifelerde yazılıydı. Bu olay da bu kapsama
girer. Böyle olunca, sözkonusu ayetlerde yahudilere yöneltilen eleştiriler daha
bir etkinlik kazanmış olur. [119]
Seyyid Reşid Rıza
konuya şöyle bir açıklama getirir: Bazıları ayetin orijinalinde geçen
"elj-melekeyn" kelimesini "el-melikeyn" şeklinde okurlar.
Bu durumda Harut ve
Marufla iki melik (kral) kastedilmiş olur: Bazıları da "el-melekeyn"
şeklinde okur. Bu ise "iki melek" anlamına gelir.
Bu ikisi ile Hz. Davud
ve Süleyman'ın kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Bazısına göre, bunlar
vakar sahibi, saygın iki arkadaştı. Bu yüzden insanlar onları krallara ya da
meleklere benzetiyorlardı. Onları psikolojik ve ruhani ihtiyaçları için birer
önder gibi algılıyorlardı. Seyyid el-Kasımi -bir kaynak ya da isim
belirtmeksizin- der ki: "Muhakkik alimlere göre, Harut ve Marut Babil'de
takva ve yapıcılıklarıyla ün salmış iki adamın ismiydi. İnsanlara büyü
öğretiyorlardı. İnsanların onlara ilişkin iyi niyetleri o düzeye vardı ki,
sonunda onların gökten inip insanlara Allah'ın vahyini öğreten iki melek
olduklarını sandılar."
İlk kuşak müfessirler[120]
konuya ilişkin olarak özde aynı, siga ve ayrıntıda farklı çok garip, akıl almaz
rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan biri, İbn Hanbel'in Müsned'inde yer alan
hadistir. Bir de Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivayet vardır. Ancak,
Peygamberimizin sözü müdür, yoksa Ka'b el-Ahbar'ın sözü mü olduğu hususu
ihtilaflıdır. Bir diğeri de, İbn Abbas'tan rivayet edilir. Konuya ilişkin
olarak Ali b. Ebu Ta-lib'den de bir hadis rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri,
Katade ve Zühri gibi Tabiin ve Tebe-i Tabiin'den de rivayetler aktarılmıştır.
Rivayetlerin özeti şudur: Melekler Ade-moğullarının işledikleri hatalar
hususunda Allah'la konuşurlar (konuşmanın zamanı da ihtilaf konusudur. Bazısına
göre konuşma: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini, mi
yaratacaksın?" sözünün söylendiği sırada geçmiştir. Bazısına göre de bu
konuşma, Ademoğulları çoğalıp buna paralel olarak hataları da çoğalınca
gerçekleşmiştir). Yüce Allah onlara der ki: "Eğer sizi de bu sınava tabi
tutsaydım siz de onların işledikleri hataları işlerdiniz". Melekler:
"Seni tenzih ederiz" derler. Bunun üzerine Allah: "Aranızda iki
kişiyi bu sınav için seçin" der. Melekler Harut ve Marufu seçerler. Yüce
Allah, bu ikisini insanlann ihtiras ve şehevi duygularıyla sınamak üzere Babil
kentine indirir. Güzel bir kadın karşılarına çıkar -olayın gerçekleştiği yer de
ihtilaf konusudur-. Bu ikisi kadınla birleşmek isterler. Ancak kadın, putuna
secde etmeleri veya göstereceği bir kişiyi öldürmeleri ya da şarap içmeleri
durumunda bu isteklerini karşılayabileceğini söyler. Ancak melekler daha hafif
bir suçtur diye şarap içmeyi kabul ederler. Şarabı içtikten sonra sarhoş olurlar.
Hem zina ederler, hem şirk koşarlar, hem de adam öldürürler. Bunun üzerine
yüce Allah onlara dünya veya ahiret azabından birini tercih etmelerini Önerir.
Dünya azabını tercih ederler. Bunun üzerine yüce Allah, ayaklarından asılmalarını
emreder. Bundan sonra insanlar onlara gelip büyü öğrenmeye başlarlar. Onlarsa
gelenleri uyarmaktan ve "biz birer sınama aracıyız, sakın küfre
girmeyin" demekten geri durmazlar. Bir rivayette onları Babil'de hapsedip
ayaklarından asanın Hz. Süleyman olduğu belirtilir. îbn Kesir mü'minlerin anası
Hz. Ayşe'ye dayandırarak akıl almaz bir diğer rivayete de yer verir. Buna göre
Devmetul' Cendel halkından bir kadın Hz. Ai-şe'ye gelir ve kaybolan kocası geri
dönsün diye büyücü bir kocakarının yanına gittiğini anlatır. İddiaya göre
kocakarı kendisini siyah bir köpeğe bindirerek birlikte Babil'e giderler.
Oraya vardıklarında Harut ve Marufun ayaklarından asılı olduklarını görürler.
Kadın kendisine büyü öğretmelerini isler, onlarsa: "Biz birer sınama
aracıyız, sakın küfre girme, var geri dön..." derler. Ama kadın ısrar
eder. Bunun üzerine Harut ve Marut ona bazı büyü oyunlarını öğretirler. Öyle ki
kadın bir tohumu bir gün içinde eker, biçer, öğütür ve ekmek haline
getirebilir. el-Kasımi, Fahrettin er-Razi'nin ünlü tefsirinde bu tür
rivayetlerin asılsızlığını çeşitli açılardan ortaya koyduğunu, ayrıca İmam Ebu
Müslim'in bu iki meleğe sihrin inmiş olmasının mümkün olmayışını çeşitli
yönlerden kanıtlamış olduğuna işaret ettiğini vurgular. Biz bunları teker
teker sunmanın yararlı olacağını düşünmüyoruz.
Bununla beraber
Babil'de geçen Harut ve Marut kıssasının ve bunlann insanlara sihir
öğretmelerinin, ayetlerin inişine tanık olan Araplar ve yahudilerce bilinmeyen
şeyler olmadıklarını düşünüyoruz. İsimlerin (Harut-Marut) Arapça kalıplara
uygunluğu da bunu kamtlayıcı niteliktedir. Rahatlıkla bu iki kelimenin
orijinal hallerinden Arapçalaşmış olduklarım söyleyebiliriz. Ayetlerse olayı
yahudilerle ilintili olarak sunuyor. Rivayetlerde, kıssanın Hz. Peygamber
zamanında ve yaşadığı çevrede anlatılageldiğini ortaya koymaktadır.
Harut ve Marut'la ilgili
olarak aktarılan ayrıntılı açıklamaları ise ihtiyatla karşılıyoruz. Kaldı ki
ayetlerin amacı bizzat Harut ve Marut kıssasını anlatmak değildir. Asıl a-maç
eleştiri, uyarı, anlatım ve öğüt işlevini görmedir. Önemli olan bu noktalar
üzerinde yoğunlaşmaktır ve bu da yeterlidir. [121]
104- Ey iman edenler, "Raina"[122]
demeyin. "Unzurna"^ deyin ve dinleyin. Kafirler için acı bir azab
vardır.
105- Kitap ehlinden olan kafirler ve müşrikler,[123]
Rabbiniz-den üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise
dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazi c.ıril-bidir.
106- Biz
daha hayırlısını veya bir benzerini getirinceye kadar hiç bir ayeti neshetmez
veya unutturmayız.[124]
Bilmez misin ki Allah, gerçekten her şeye güç yetİrendir.
107- Yine bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve
yerin mülkü Allah'ındır. Sizin Allah'tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.
108- Yoksa
daha önce Musa'nın sorguya çekildiği gibi siz de Rasulünüzü sorguya mı çekmek
istiyorsunuz? Kim İmanı inkar ile değişirse, artık o dümdüz yoldan sapmış
olur.
109- Kitap ehlinden çoğu kendilerine gerçek apaçık
belli olduktan sonra, nefislerini kuşatan kıskançlıktan dolayı İmanınızdan
sonra sizi İnkara döndürmek arzusunu duydular. Fakat Allah'ın emri gelinceye
kadar onları bırakın ve ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.
110- Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin; önceden
kendiniz İçin hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katından
bulacaksınız. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir.
İncelemekte olduğumuz
Bakara sûresinde yer alan yahudilere ilişkin kıssalar zincirinin dokuzuncu
halkasını sunuyoruz.
Ayetlerde bir ara söz
biçiminde hitap yahudilerden mü'minlere yöneltiliyor. Bu açıdan kıssalar
zincirinin beşinci halkası ile benzerlik oluşturmaktadır. Bu ayetler grubunun
içerdiği konular, meselenin yahudilerin tutum ve sözleriyle ilgili olduğunu
açık biçimde ortaya koymaktadır. Nitekim yahudilerin kimi tutumlarına, hile ve
desiselerine ilişkin çarpıcı tablolar gözlemleyebiliriz. Ayetlerin dili gayet
açıktır.
Müfessirler[125]
grubun ilk ayeti ve bu ayette geçen "raina" ifadesi ile ilgili olarak
şu açıklamada bulunmuşlardır: Bu kelime yahudi dilinde bir küfür ifade
ediyordu. Yahudiler "riayet" ve "muraat" (gözetleme,
dinleme) kökünden gelen anlamı ile kendi dillerindeki küfür anlamım lafzi
benzerlikten de yararlanarak birbirine karıştırıyorlardı. Kelimenin kendi
dillerindeki kökü "er-raune" idi. Müslümanların normal bir hitap
şekli olarak, bu kelimeyi kullanarak Hz. Peygamber'le konuştuklarım
gördüklerinde bunu alay konusu yaparlardı. Bunun üzerine incelemekte olduğumuz
ayetler grubunun ilk ayetinde, bu tür kötü bir anlamda kullanılabilecek bu
kelimenin kullanılmaması onun yerine aynı anlamı ifade eden ancak kötü anlamda
kullanılmayacak olan "unzurna" (bize bak) kelimesinin kullanılması
emredildi. Ayetin oluşturduğu atmosferle bu rivayet arasında bir uygunluk
vardır. Nisa sûresinde yer alan bir ayette, yahudilerin "raina"
kelimesiyle Peygamber'e hitap ettikleri dillerini eğip büktükleri, böylece
küfür ve alayla ilgili amaçlarına ulaşmaya çalıştıkları belirtilir. "Kimi
yahudiler, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar ve dillerini eğip
bükerek ve dine bir kin ve hınç besleyerek: Dinledik ve karşı geldik. İşit,
işitmez olası ve Raina" derler. Eğer onlar: İşittik ve itaat ettik sen de
işit ve "Unzuma" (bizi gözet) deselerdi, elbette kendileri için daha
hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah onları küfürleri dolayısıyla
lanetlemiştir. Böylece onlar, az bir bölümü dışında inanmazlar. (Nisa, 46).
Rivayete göre Sa'd b. Muaz yahudilerin pisliklerinin dillerini eğip bükmedeki
maksatlarının farkına varır ve onlara şöyle der: "Ey Allah'ın düşmanları,
Allah'ın laneti üzerinize olsun. Nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, eğer
içinizden birinin Rasulullah'a bu şekilde hitabettiğini görürsem, boynunu
vururum" Bunun üzerine Yahudiler: Ona hitap ederken siz de aynı kelimeleri
kullanmıyor musunuz? derler.
Müfessirler[126]
grubun üçüncü ayeti (106) ile ilgili olarak da şu rivayete yer verirler:
Müşrikler veya yahudiler Peygamberimizi çekiştirirlerdi ve çeşitli sözlerle
müslümanla-nn içine kuşku tohumlarını ekmeyi amaçlarlardı: Bir şeyi emrediyor,
sonra onu yasaklıyor. Böyle peygamber olur mu? derlerdi. Dolayısıyla ayet-i
kerime de onlara bir cevap bulunmasıyla birlikte Rabbani bir direktif de
sunulmaktadır: Yüce Allah'ın bir hükmü erteleyip yerine bir başka hükmü koyması
yahut nesh ve yürürlükten kaldırma amacı ile ayetlerinden birini unutturması,
olmayacak bir şey değildir. Çünkü gökler ve yer üzerindeki egemenlik O'nun
tekelindedir. Önce de sonra da emir O'na aittir. Bir zaman bir şeyi emreder,
sonra onu nesheder veya bir başka hükümle değiştirir ya da olayların ve ortamın
seyrine göre erteler yahut unutturur. Bu son derece doğaldır. Yadsımanın
ortalığı bulandırma vesilesi olarak dile dolamanın alemi yoktur. Dinleyici ya
da ayetin ilk muhatabı olan Peygamber (s) gökler ve yer üzerindeki egemenliğin
Allah'ın elinde olduğu ve O'nun gücünün her şeye yettiğini elbette bilir. Hiç
kimse, O'nun dışında bir dost, bir yardımcı bulamaz. Ayet-i kerime bu gerçeği
pekiştirme ve vurgulama içeren soru cümlesi şeklinde sunuyor.
Ayetlerle konuya
ilişkin rivayetin örtüştüğünü söyleyebiliriz. Ancak Peygamber (s)'i diline
dolayanların yahudiler olması müşrikler olmasından daha güçlü bir ihtimaldir.
Medine'de bu düzeyde bir düşünsel ve dinsel tartışma için Peygamberimizin (s)
karşısına çıkma cesaretini gösterecek bir müşrik bulunamazdı. İnşaallah bundan
sonraki ayetlerin yorumunda bu söylediklerimizi destekleyen hususlar bulacağız.
Bize öyle geliyor ki,
bu ayetlerin indiği ortamda Peygamberimizin (s) emirleri veya Kur'an ayetleri
bağlamında değiştirme ya da erteleme anlamında nesh olayı yaşanmıştı. Bu da
çeşitli dedikodulara sebep olmuştu. Yahudiler bu gelişmeyi zihinleri
bulandırmak şüphe tohumlarını ekmek için bir fırsat olarak değerlendirmişlerdi.
Dolayısıyla ayet, bu tutum ve davranışlara bir cevap ve eleştiri
niteliğindedir. Bu arada konuya ışık tutacak belli bir olaya işaret eden
herhangi bir rivayete rastlamadığımızı da belirtelim. Ayetler zincirinin bir
sonraki halkasının son kısmında (142-150. ayetler) Mescid-i Aksa'dan Mescid-i
Haram'a yapılan kıble değişikliğinden, yahudilerin buna itiraz edişlerinden ve
zihinleri bulandırmak için çeşitli girişimlerde bulunduklarından sözediliyor.
Bu da yukarıdaki ayet-i kerime ile bu olay arasında bir bağlantı olması
ihtimalini aklımıza getiriyor. Bilemiyoruz, acaba "bir ayeti nesbetmez
veya unutturmayız..." ifadesi bu değerlendirmenin doğruluk ihtimalini
azaltır mı?! Ne var ki, Kur'an'm ifade tarzı aynca ayetin mutlak bir ifadeye
sahip olması, yukarıdaki değerlendirmenin doğruluğunu pekiştirici niteliktedir.
Bunun yanısıra, Kur'anî ilimlerde otorite sayılan bilginler, kıble değişikliği-nı
Kur'an'ın gerçekleştirdiği nesh olayları kapsamında değerlendirmişlerdir[127].
Öte yandan, Nahl
sûresini incelerken, Kur'an'da nesh konusu hakkında yeterli açıklamalarda
bulunduk. Bu açıklamaları bir kez daha tekrarlama ya da ek açıklamalarda
bulunma gereğini duymuyoruz.
Bazı müfessirler 108.
ayetin peygamberimizden kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyen
yahudilere yönelik olduğunu söylemişlerdir[128].
Bir diğer grup ise, hitabın müşriklere yönelik olduğunu belirtmiştir. Çünkü
Peygamber'den Allah'ı ve melekleri getirmesini, kendileri için nehirler
akıtmasını ve Safa tepesini altın haline getirmesini onlar istemişlerdi[129].
Bir diğer gruba göre de hitap müslümanlara yöneliktir. Çünkü bir müslüman:
"Bizim kefaretimiz de İsrailoğullanmn kefareti gibi olsa olmaz mı?"
diye sormuş, Peygamberimiz de ona şu cevabı vermiştir: Asla bunu istemeyin.
Allah'ın size verdiği, onlara verdiğinden daha hayırlıdır. Onlardan biri bir
suç işlediği zaman bunu kefareti ile birlikle kapısının üzerinde yazılı
bulurdu. Eğer kefaretini ödeseydi bu kendisi için dünyada rezil olma anlamına
geliyordu, ödemeseydi ahirette rezil olma anlamına geliyordu. Size gelince,
Allah şunu bahsetmiştir: "Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmederde,
sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici
bulur". Beş vakit namaz ve cuma namazları aralarında işlenen günahların
kefaretleridir. Kim bir iyilik yapmaya niyetlense ancak yapmazsa kendisine bir
iyiliğin sevabı yazılır. Eğer niyetlendiği iyiliği yaparsa, kendisine bu
iyiliğin on katı sevap yazılır. Allah ancak helak olacak kimseyi helak eder.
Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi[130].
Mekke inişli birçok
ayetin akışı içinde müşriklerin isteklerine yer verlidi. İlk anda aklımıza
geldiği gibi burası bir kez daha onların isteklerine işaret edilecek bir yer
değildir. Nisa sûresinin bir ayetinde de yahudilerin isteklerine işaret
edilmiştir: Ehli Kitab üzerlerine gökten bir kitap indirilmesini senden
isterler. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi. "Bize Allah'ı
açıkça göster" demişlerdi. Şu halde, burada onların isteklerinden de söz
edilmiyor. Ayetin içeriği ve atmosferi ayetin müslümanlara yönelik olması
ihtimalini güçlendirmektedir. Rivayette belirtildiği gibi Peygamberimize soru
yönelten müslümana Peygamberimizin verdiği cevaptaki ifade son derece güçlü ve
etkileyici olmakla beraber, sahih hadis kaynaklarında böyle bir rivayet yer
almamaktadır. Ayrıca, "Kim bir kötülük işler veya nefsine
zulmeder..." diye başlayan ayetin yer aldığı Nisa sûresinin yukarıdaki
ayetin indiği dönemden çok sonraları indiğini de unutmamalıyız. Öte yandan,
sözkonusu müslümanın isteği de bu kadar ağır bir eleştiriyi gerektirecek
nitelikte değildir.Söz konusu ayetin ve genel olarak grubun tüm ayetlerinin
oluşturduğu atmosferden algıladığımız kadarıyla bazı müslümanlar Peygamberimize
taciz amaçlı ya da kuşku uyandırıcı sorular yöneltiyorlardı. Ayetin imanı
küfürle değiştirenlere yönelik bir uyarı içermesi de bu yorumumuzu
desteklemektedir. 109. ayette mü'minlerin dikkati, yahudilerin kendilerine
karşı besledikleri kötü niyetlere çekiliyor. Onların birçoğu iman ettikten
sonra müslümanlann tekrar küfre dönmelerini İster. Bu müslümanlara duydukları
kinin, onulmaz öfkenin bir göstergesidir. Halbuki Peygamberimizin gerçek bir
peygamber, Kur'an'ın da Allah katından inen bir hitap olduğunu biliyorlar. Söz
konusu isteği içeren ayetten sonra böyle bir ayetin yer almış olması gösteriyor
ki yukarıdaki istek yahudilerin telkinleri sonucu dile getirilmişti.
Dolayısıyla, geçmişte yaşayan yahudilerin Musa (a)'yı taciz etmeleri ile bu
olay arasında bir bağlantı kurulmuştur. Yahudilerin karakteristik tavırlarını,
hile ve desiselerini müslümanlann zihinlerini bulandırma girişimlerini, onları
Peygamberi taciz etmeye, canını sıkacak isteklerde bulunmaya teşvik etmelerini
somutlaştıran çarpıcı bir tablo ile karşı karşıyayız.
Ayetler grubunda yer
alan 105. ayette bir diğer uyarının da yer aldığını hatırlatalım. Söz konusu
ayette müslümanlara, yahudilerin Allah tarafından hiç bir hayrın indirilmesini
istemedikleri bu konuda onlarla müşrikler arasında hiç bir fark bulunmadığı
hatırlatılıyor. Ayet-i kerimede yahudilere net bir cevap veriliyor: Bu cevap
müslümanlan da tatmin ediyor: Lütuf sahibi Allah'tır. O dilediği kimseyi
rahmetinin kapsamına alır.
Sözkonusu uyarının bir
önceki (104.) ayetle bağlantılı olması da ihtimal dahilindedir. Adı geçen
ayette müslümanlara "raina" kelimesini kullanmaları yasaklanıyordu.
Çünkü yahudiler bu kelimeyi kullanırlarken, kendi dillerinden bir sövgü
anlamına geldiğini bilerek kullanıyor ve böylece Peygamberimizle alay
ediyorlardı. Dolayısıyla üzerlerine herhangi bir hayrın indirilmesini istemeyen
yahudileri taklit etmeleri müslümanlara yakışan bir tavır değildir.
Bu uyarılardan,
yahudilerin müslümanlar üzerinde ne denli etkili oldukları sonucunu
çıkarıyoruz. Bunların çoğu Medine'li komşularıydı ve İslam öncesi müttefikleri
arasında yer alıyorlardı. Bu ayetin bir amacı da daha doğrusu öncesinde ve
sonrasında yer alan ayetlerin bir amacı da yahudilerin asıl niyetlerini, iğrenç
planlarını ortaya çıkarmak, müslümanlan onların güçlü etkilerinden kurtarmak,
Rasulullah'a ve İslama ilişkin komplolarının başarıya ulaşmasını engellemektir.
Ayetler grubu içinde
yer alan 109. ayette yahudilere üstü kapalı bir uyarı yöneltiliyor. Bu ayetin
ikinci yarısında müslümanlara hoşgörü, görmezlikten gelme, affedici olma ya da
zamanı gelinceye kadar öfkelerini yenmeleri, sabretmeleri tavsiye ediliyor. O
gün gelince, kuşkusuz yahudiler komplolarının, hile ve desiselerinin,
müslümanlara karşı besledikleri kötü niyetlerinin cezasını göreceklerdir.110.
Ayete baktığımızda ilk önce aklımıza şu husus geliyor: Mü'minlere yahudilerin
ayak oyunlarına, komplolarına aldırmamaları, canlarım sıkmamaları tavsiye
ediliyor. Onlar Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle
yükümlüdürler. Onlardan istenen budur. Önceden takdim ettikleri hayırlar,
ahiret için bir hazırlık olacaktır.
Ayetler zaman ve konu
açısından özel bir duruma işaret ediyor olmakla beraber içerdikleri Kur'ani
direktifler, önceki ayetler gibi zaman ve mekan üstü niteliktedir. Gerek
konuşma ve dinleme adabını öğretmesi, böyle bir amaç güdülmese bile kötü
anlamlara da gelebilecek kelimeler kullanmaktan sakındırması, İmandan sonra
şüpheye sebep olacak hususlara değinmeyi, fayda sağlamayacak gereksiz konulara
dalmayı yasaklaması, ya da art niyetli kimselerin zihin bulandırıcı, gevşetici,
pasivize edici telkinlerine kulak vermeyi menetmesi, ayetler grubunun içerdiği
tüm zamanları ve mekanlan kuşatan evrensel direktiflerdir. Hiç kuşkusuz kötü
niyetlilerin tüm hile ve desiselerinin gerisinde onulmaz bir kin, bir
kıskançlık, hakka karşı büyüklenme yatmaktadır. Onlar mü'minler aleyhine
komplolar kurmadıkça, içlerine şüphe tohumlan atmadıkça, kalplerinin direncini
ve kararlılığını kirmadıkça rahat etmezler. [131]
111- Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olmayan hiç
kimse kesin olarak cennete giremez. Bu onların kendi kuruntula-rıdır[132]. De
ki: Eğer doğru sözlüyseniz, kesin kanıtınızı getirin.
112- Hayır kim iyilikte bulunarak kendisini
Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar İçin korku
yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
113-
Yahudiler dediler ki: "Hrıstiyanlar bir şey üzere değillerdir";
hristiyanlar da: "Yahudiler bir şey üzere değillerdir" dediler. Oysa
onlar, Kitab'ı okuyorlar. Bilmeyenler de onların söylediklerinin benzerini
söylemişlerdi. Artık Allah kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde
aralarında hüküm verecektir.
Kıssalar zincirinin
onuncu halkası ve "Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olmayan..."
diye başlayan ayetler grubundaki ayetlerde:
1) Yahudi ve
hristiyanlarm her birinin ancak kendi dinlerine mensup olanların cennete
girecekleri, şeklindeki sözleri anlatılıyor.
2)
Peygamberimize (s) bu iddiayı ileri sürenlere meydan okuması, sözlerini kanıtlayacak
bir belge getirmelerini istemesi emrediliyor, kullanılan üsluptan böyle bir
belge getiremeyecekleri zaten anlaşılıyor.
3) Yukarıdaki iddianın bir zan, bir temenni,
nefsin bir kuruntusu olduğu vurgulanıyor.
4) Asıl
gerçeğin ne olduğu ortaya konuyor: Allah'ın rızası için çabalayanlar dolayısıyla
O'nun katında ecir ve sevap hakkedenler korku ve üzüntü duymayacaklardır. Onlar
kendilerini Allah'a teslim etmiş sırf O'na iman etmiş ve O'nun emirlerine boyun
eğmişlerdir. Her zaman takva duygusunu esas alırlar ve her işte iyiliği
gözetirler.
5) Yahudi ve hristiyanlarm yek diğeri için
söyledikleri sözlere yer veriliyor. Buna göre yahudiler kendilerini doğru yolda
biliyorlar ve hristiyanlann hak namına bir şeye dayanmalarını doğru
bulmuyorlar. Hrıstiyanlar da yahudiler hakkında böyle düşünüyorlar. Birbirleri
hakkında böyle düşünen her iki gruba da sert bir eleştiri yöneltiliyor. Çünkü
herhangi bir bilgiye sahip olmaksızın karanlıklarda bocalayan cahiller gibi
konuşuyorlar. Halbuki ellerinde Allah'ın kitabı var ve onu okuyorlar. Bu
yüzden gerçekleri bilmeleri gerekirdi, bu tür sözler sarfetmeleri yakışık
almıyor.
6) Bunun üzerine yapılan değerlendirmede, yüce
Allah'ın kıyamet günü, her iki grup arasındaki ihtilaflı meseleler hakkındaki
hükmünü bildirerek hakkı ve hak taraftarlarını destekleyeceği, buna karşın
batılı ve batıl taraftarlarını yüz üstü bırakacağı dile getiriliyor.
Müfessirler[133]
grupta yer alan üçüncü ayetin Medine'ye Peygamberimizle (s) buluşmak ve
tartışmak üzere gelen Necranlı hristiyan heyeti hakkında indiğini rivayet
eder-ler. Rivayete göre bir grup yahudi din adamı da tartışmaya şahit olur.
İşte bu tartışma esnasında gruplar birbirleri hakkında ayetin işaret ettiği
değerlendirmeleri yaparlar.
Müfessirler ilk ayetin
iniş nedeni ile ilgili herhangi bir açıklamada bulunmazlar. Rivayete baknV ık
olursa bunun da sözkonusu mecliste gruplar tarafından ortaya atılmış olması
gerekir. Çünkü'ifade tarzları farklı olsa da her iki ayetin içeriği de aynı
mevzuya ilişkindir.
Şunu da hatırlatalım
ki, Al-i imran sûresinde yer alan uzunca bir kıssada Peygamberimizle (s)
hristiyanlar arasında geçen tartışmalar anlatılır. Müfessirler bunların
Nec-ran'dan gelen hristiyan heyeti olduğunu belirtirler...Sözkonusu heyetin
gelişi Medine döneminin ortalarına rastlar. Daha doğrusu Hudeybiye
mütarekesinin sonrasına denk düşer. Yani Peygamberimizin (s) yarım adanın
içinde ve dışındaki belli başlı gruplara mektuplar yazıp elçiler gönderdiği
döneme, çünkü Hudeybiye barış antlaşması, böylesi büyük çaplı bir davet
seferberliğine imkan sağlamıştı. Yahudilerinse aşağı yukarı tamamı sözkonusu
antlaşmadan Önce Medine'nin dışına sürgün edilmişlerdi.51[134] Öte
yandan ayetlere baktığımızda yerleri ifade tarzları ve içerikleri itibariyle bu
sûrede yer alan ya-hudilere ilişkin uzunca bir kıssalar zincirinin halkası
olduğu sezilmektedir. Zaman ise Medine döneminin başlarıdır. Yani yahudİlere
yönelik eleştiri hamlesi devam ediyor. Hile ve desiseleri tutum ve davranışları
vesilesiyle de eleştiri oklarına hedef oluyorlar.
Bu nedenle Necranlı
hristiyan heyetle bu konum arasında bir bağlantı kuran rivayetlere içimiz tam
ısınmıyor. Bizce ayetler yahudİler tarafından pratik olarak sergilenen söz ve
tutumları anlatmaktadır.
Hrıstiyanlann konu ile
ilgisi ise, konumla örtüşen bir tavır içinde oluşlarının dile getirilmesi
şeklindedir. Çünkü, kendilerini Hnstiyanlık dinine nisbet edenlerin, kurtuluşa
ermiş cennet ehli olduklarını, yahudilerinse şeriatten sapmış, dolayısıyla
hakkı temsil e-den kimseler olmadıklarını sanmaları son derece doğaldır, ayrıca
eşyanın tabiatına göre de kaçınılmazdır. Sırf yahudileri konu alan ayetlerin
akışı da bu dediklerimizi pekiştirir niteliktedir. Dolayısıyla bu
değerlendirmemizin doğru olmasını umuyoruz.
111. Ayet daha Önce
etraflıca incelediğimiz 62. ayetin içerdiği anlama yakın bir anlam
içermektedir. Buna göre, Peygamberimizin (s) sözlerinde ve Kur'an ayetlerinde
ifadesini bulan çağrı, insanların Allah'a kulluk sunmaya davet edilmesi,
nefsin sadece O'-na teslim edilmesi, güzel ve salih amellerin işlenmesi esasına
dayanır. Bu çağrının muhatapları arasında yahudi ve hristiyanlar da yer alır.
Bu çağrıya olumlu tepki gösterenler, Allah'ın hoşnutluğunu elde eder, bu
bağlılıklarının ödülünü alırlar; korku ve üzüntüden yana güvencede olurlar.
Peygamber'in risaletine inanan mü'minler de bu kapsamın içindedir.
110. Ayette ifadesini bulan
yahudüerin hrıstiyanlara, hristiyanların da yahudilere bakış açılan bir
gerçeğin ifadesidir, pratikde de gözlemlemek mümkündür. Bu ayrıca Hz.
Muhammed'in mesajını pekiştirici bir unsurdur. Bunların her biri ötekisini
akılsızlıkla, batıl ve sapkın bir esasa istinad etmekle suçluyor. Bunların
içinde kendini Allah'a teslim edip salih amel işleyenler kurtuluşa erecektir.
İşte ilahi risalete olumlu karşılık verenlerin onu benimseyenlerin durumu
bundan ibarettir. Bu risalet hakka çağırmaktadır; hakla batılı, hidayetle
sapıklığı birbirinden ayırmaktadır. Her şeyi, hakkettiği yere koyar, yahudi ve
hristiy ani arın içinde bocaladıkları dinsel sorunları çözüme kavuşturur. Söz
gelimi, her iki grubun İsa (a)'ya bakışı taban tabana zıttır (birinde ifrat,
birinde de tefrit sözkosudur). Bir diğer özellikleri de Allah'ın şeriatına
aykırı hareket etmeleri, ilahi yasaları tahrif etmeleri, dosdoğru yoldan
sapmalarıdır. Halbuki, Peygamberimizin sunduğu ilahi mesaj, yol gösterici bir
ışık, doğru ve engebesiz bir yol konumundadır. Bu yolda en ufak bir zorlukla,
sapma ile asırlık ile ifrat ve tefrit ile azgınlık ile karşılanmaz. Ayet-i
kerimede ifadesini bulduğu gibi: "Böylece biz sizi, insanlara sahid ve örnek
olmanız için orta bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinize bir sahid
olsun..." (Bakara, 143) "Sana da önündeki kitapları doğrulayıcı ve
ona bir şahit gözetleyici olarak Kitabı indirdik.,." (Maide, 48).Konunun
daha net ve anlaşılır bir şekilde belirginleştiği görülmektedir. [135]
114-
Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların
yıkılmasına çaba harcayandan[136] daha
zalim kim olabilir? Onların durumu, içlerine korkarak girmekten başkası
değildir. Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette büyük bir azab vardır.
115-Doğu da
Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü orasıdır. Şüphesiz ki
Allah kuşatandır, bilendir.
İlk ayette, insanların
mescidlerde Allah'ı zikretmelerine engel olan ve buralardaki dini şiarların
ortadan kalkmasına çalışanlara sert bir eleştiri yöneltiliyor ve bu tür kimselerin
bu mescidlere ancak korkarak girebilecekleri belirtiliyor. Ne tür bir yüz
kızartıcı akibetle, karşılaşacakları, dünyada rezil olacakları, ahîrette de
büyük bir azaba çarptırılacakları hatırlatılarak dikkatleri olumsuz
tavırlarına çekiliyor.
İkinci ayette ise,
doğunun ve batının Allah'a ait olduğu belirtiliyor. Allah'a ibadet e-den, O'na
yönelen kimse, yüzünü ne yana çevirirse çevirsin O'nu bulacaktır. Çünkü yüce
Allah belli bir yönle sınırlandırılamaz. O'nun mülkü ve egemenliği geniştir,
kuşatıcıdır, eşya ve olayların gerçeğini ve gereklerini bilir.Kıssalar
zincirinin on birinci halkası ve "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin
anılmasını engelleyen..." diye başlayan ayet ve sonrası:
Bu iki ayetin her biri
ile ilgili olarak çeşitli rivayetler ve görüşler ileri sürülmüştür. Müfessirler[137] ilk
ayetin, Kudüs'teki mabedi yıkan Buhtunnasr ile ona yardımcı olan h-rıstiyanlara
yönelik bir eleştiri içerdiğini söylemişlerdir. Bir diğer görüşe göre insanlara
adı geçen mabedde eziyet eden ve içinde namaz kılmalarım engelleyen
hrıstiyanlar kastedilmiştir. Yine adı geçen mabedi yıkan Romalıların
kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur. Bir başka görüş de, Hudeybiye
antlaşmasının imzalandığı sırada, müslümanla-nn Mescid-i Haram'a girmelerine
engel olan müşriklerin kastedildiği şeklindedir. Görüldüğü gibi, ileri sürülen
bu görüş ve değerlendirmelerin bir kısmında tutarsızlıklar, münasebetsizlikler
göze çarpmaktadır. Hrısti yani arın Buhtunnasr'a yardımcı olmaları gibi. Oysa
Buhtunnasr Hz. İsa'dan altı yüzyıl Önce yaşamıştır. Hrıstiyanlann Kudüs'teki
mabedde insanlara eziyet etmeleri, içinde namaz kılınmasına engel olmaları da
tutarsız, ilgisiz bir iddiadır. Çünkü adı geçen mabed Romalılar zamanında
yıkılıp yerle bir edilmiştir. O sıralarda ise, hrıstiyanlar böyle bir şey
yapmaktan çok uzaktılar. Daha doğrusu o günlerde baskı görenler bizzat
hnstiyanlardı.
İkinci ayetle ilgili
bir rivayette ayetin kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a
dönüştürlmesini eleştiren yahudilere bir cevap olduğu belirtilir. Konuya
ilişkin bir diğer rivayette ise, müslümanların namazda diledikleri tarafa
yönelebilecekleri dile getirilir. Bu ise, Mescid-i Haram'a yönelme zorunluluğu
getirilmeden önceki bir uygulama idi. Bir başka rivayette bu ayetin karanlık
bir gecede kıblenin yönünü tam kestiremeden namaz kılan sonra da bu durumu
Rasulullah'a açan bir grup müslüman hakkında indiği ifade edilir.
Bu konuda söylenecek
fazla bir şey olmamakla beraber; bizce grubun ikinci ayetinin kıble
değişikliğini olumsuz karşılayan yahudilere bir cevap olması güçlü bir
ihtimaldir. Bu değerlendirme birinci ayet için de geçerlidir. Dolayısıyla
birinci ayet, ikinci ayetin içerdiği cevaba ilişkin eleştiri ve uyarı nitelikli
bir ön hazırlık konumundadır. Yine bu cevabın kıssalar zincirinin dokuzuncu
halkasında yer alan ve kıblenin Mescid-i Aksa yerine Mescid-i Haram olarak
belirlenmesi şeklindeki nesh olayıyla ilgili olduğu varsaydığımız 106. ayetle
de bağlantısı olduğunu düşünüyoruz.
Söz konusu iki ayetin,
yahudilerin hile ve desiselerinden, Allah'ın ayetlerini etkisiz kılışlarından,
inkarcı tutumlarından eleştirel bir dille söz eden uzun bir silsileden bağımsız
olmayışı da bu değerlendirmemizi pekiştirici bir husustur. Ayrıca biraz sonra
yer alacak 124-129 arası ayetlerde Kabe'nin önemine dikkat çekiliyor; insanlar
için bir toplanma yeri, bir güvenlik alanı ve tavaf edenler, itİkafa girenler
(ibadet için mescide kapananlar) rükû eden ve secde edenler için bir mekan
olmak üzere Allah'ın emri doğrultusunda Hz. İbrahim ve İsmail tarafından inşa
edilişinden söz ediliyor. Bu ise kıble değişikliğini gerekçelendirmeye yönelik
bir açıklamadır. Yine, kıble değişikliğine karşı olumsuz tepki gösteren,
müslümanları kıldıkları namazlar ve Hz. Peygamber hakkında kuşkuya düşürmeye
çalışan yahudileri konu edinen 141-150 arası ayetler de bu amaca yöneliktir.
Yahudiler, zihinleri bulandırmak amacı ile müslümanlara şöyle diyorlardı: O,
size bir şey emrediyor, sonra bundan vazgeçiyor. Bu bir peygamberin
yapabileceği bir şey değildir. Eğer Mescİd-i Aksa'ya yönelerek namaz kılmak bir
hata idiyse, o zaman sizin oraya yönelerek kıldığınız namazlar geçersizdir;
yok doğru bir davranış idiyse bu sefer de yüzünüzü onun yerine bir başka
tarafa çevirmeniz kılacağınız namazların geçersiz olmasına neden olacaktır[138].
Dolayısıyla yukarıdaki iki ayet, yahudilerin bu tür tutum ve davranışlarını
eleştirmeye yöneliktir. Çünkü onlar, insanları Allah'ın mescidlerinde O'nu
zikretmekten alıkoyuyor, mescidlerin içinde dini şiarların yerine getirilmesine
engel oluyorlardı. Mescid-i Haram da böyle müslümanları ona yönelmekten alıkoymak
onu yıkmakla eş anlamlıdır. Adı geçen ayetlerde vurgulanan bir diğer husus da
şudur: Allah her yerde hazırdır. O'na yöneliş sırf Mescid-i Aksa ile
sınırlandırılamaz. Aslolan her yerde hazır bulunan, Allah'a kulluk sunmaktır.
Müfessirler[139]
"Onların durumu içlerine korkarak girmekten başkası değildir" cümlesine
ilişki olarak çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. Bunlardan birine göre;
"Allah'ın mescidlerini işlevsiz hale getirenler, herkesten daha çok
müslümanların öfkesinden korkarak oralara girmek durumundadırlar. Allah'ın
heybelinden korkarak mescidlere girmeleri gerekirken, nasıl oluyor da oraları
yıkmaya cüret edebiliyorlar". Seyyid Reşid Rıza'nın tercih ettiği bir
yorumudur bu. Biz de bu yoruma katılıyoruz.
Gerçi, ayetler özel bir
duruma işaret ediyorlar; ancak evrensel mesajlar da içermektcdirlcr; Allah'a
ibadet etmek amacı ile kurulan yerlerin dokunulmazlığı yanısıra Allah'a ibadet
etme özgürlüğü, Allah'ın mescidlerinde ibadet edilmesine engel olanların,
onları yıkmaya çalışanların, işlevsiz hale getirenlerin eleştirilmesi gibi. Bu
ifade aynı zamanda İslam dininin arazdan çok öze gösterdiği ihtimama ilişkin
ufkunun genişliğini de ortaya koymaktadır. [140]
116-"Dediler
kî: "Allah oğul edindi". "O bu yakıştırmadan yücedir. Hayır,
göklerde ve yerde ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir.
117-Gökleri
ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse,
ona yalnızca "ol" der, o da hemen oluverir.
118-Bilgisizler,
dediler ki: Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi?
Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi.
Kalpleri birbirine benzedi. Biz kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri
apaçık gösterdik.
119-Şüphesİz
biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak, hak ile gönderdik. Sen cehennemin
halkında sorumlu tutulmayacaksın.
İlk iki ayette:
Eleştirel bir üslupla, "Allah oğul edindi" diyenlerin sözleri
aktarılıyor ve yüce Allah'ın bu tür yakıştırmalardan münezzeh olduğu
belirtiliyor. Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratan O'dur. Bu eşsiz bu
olağanüstü düzen içinde onları yoktan var etmiştir. Göklerde ve yerde bulunan
tüm varlıklar O'na boyun eğer. O, bir şeyin olmasına karar verdiği zaman ona
yalnızca "ol" der, o da oluverir. Böyle bir ilah çocuk edinmekten,
ortak ve eşlerden münezzehtir yücedir.
Son iki ayette ise;
1) Bazı
cahillerin "Allah bizimle konuşsun veya ondan bize bir ayet gelsin"
şeklindeki önerileri meydan okuyucu, aciz bırakıcı bir üslupla anlatılıyor.
2) Bu tür
Önerilerde bulunanlara sert eleştiriler içeren bir cevap yer alıyor. Bu önerileri
ve taciz edici tavırlarıyla onlar, kendilerinden önceki kimi sapık topluluklara
benziyorlar. Kalplerin ve ahlâki karekterlerin benzeşmesinin somut
göstergelerinden biridir bu.
3) Yüce
Allah'ın apaçık ayetlerine inanmak isteyen, Allah'a giden doğru yolu bulmakta
samimi olan kimseler için indirdiği vurgulanıyor. Allah elçisi Hz. Muhammed'i
yalnızca hakka davet eden bir müjdeci ve uyancı olarak görevlendirmiştir.
4) Bu arada Peygamberimiz de teselli ediliyor:
İğrenç tutumlu, taş kalpli, gerçeğe karşı büyüklük kompleksine kapıldıkları
için cehennemi hakkeden kimselerin imanından sorumlu olmadığı belirtiliyor.
Müfessirler[141] bu
ayetlerde kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler ve rivayetler ileri
sürmüşlerdir. Bazısı "hrıstiyanlar", bazısı "yahudiler"
bazısı da "müşrikler" kastedilmiştir demişlerdir. Aslında bu üç grup
da Allah'a çocuk isnat etmektedir. Tevbe sûresi 30. ayette yahudilerin Üzeyr'i
Allah'ın oğlu olarak gördüklerinden söz edilir: "Yahudiler: Üzeyr Allah'ın
oğludur" dediler (Tevbe, 30). Müşriklerin ve hristiyanlann Allah'a oğul
isnad edişleri ise, Mekke ve Medine inişli birçok ayette dile getirilir. Yine
Mekke ve Medine İnişli birçok ayette, müşriklerin ve yahudilerin,
Peygaberimize: "Bize mucizeler göster" diye meydan okuduklan
vurgulanır. Grubun ikinci ayetinde işaret edilen öneri de, onların bu tür
meydan okuma nitelikli isteklerinden biridir.
Ne var ki, sözkonusu
ayetlerin önceki ayetlere atfedilmiş olması, ayrıca İsrailoğulla-rının söz,
tutum ve davranışlarının konu edinildiği bir uzun silsilenin içinde yer alıyor
olmaları, bizi burada yahudilerin kastedildiği düşüncesine sevketmektedir.
Ayrıca "onlardan öncekiler..." cümlesi, Peygamberimizin zamanındaki
yahudilere yönelik bir işaret olarak değerlendirilebilir. Çünkü geçmişteki
ataları, bazen Hz. Musa'dan Allah'ı açıkça kendilerine göstermesini, bazen
Allah'ın kendileriyle konuşmasını bazen kendilerine ayetler indirilmesini
istemişlerdi. Onların bu isteklerine, İsrailoğullarına ilişkin kıssalar
zincirinde yer alan kimi ayetlerde hatırlatılmış ve eleştirme amacı ile işaret
edilmiştir. Doğru olmasını umduğumuz bu değerlendirmemize göre incelemekte
olduğumuz ayetler de, İsrailoğullan'na ilişkin kıssalar zincirinin bir
halkasını oluşturmaktadır. [142]
120-Sen
onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hrıstiyan-lar senden kesinlikle hoşnut
olacak değillerdir. De ki: "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın yoludur".
Eğer sana gelen bunca İlimden sonra onların heva ve tutkularına uyacak olursan
senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.
121-Kendilerine
verdiğimiz kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim
de onu inkar ederse, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
122-Ey
İsrailoğulları size bağışladığım nimetimi ve sizi âlemlere muhakkak üstün
kıldığımı hatırlayın.
123-Ve hiç
kimsenin hiç kimse adına bİrşey Ödeyemeyeceği hiç kimseden fidye alınmayacağı
ve hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir
günden sakının.
Ayetler grubunun
başında hitap Peygamberimize yöneliktir; dinlerine uymadığı, yollarını izlemediği
sürece yahudi ve hnstiyanların kendisinden kesinlikle hoşnut olmayacakları
vurgulanıyor. Bunun yanında Peygamberimize, asıl doğru yolun Allah'ın gösterdiği
yol olduğunu belirtmesi direktifi veriliyor. Eğer kendisine gelen hak ve
hidayet içerikli bunca bilgiden sonra onlann heva ve tutkularına uyacak olursa,
Allah onu yardımsız bırakacaktır; O'nun dışında bir dost ve yardımca da
bulamayacaktır.
İkinci ayette
kendilerine Allah tarafından kitap verilenler içinde onu gereği gibi okuyup
hakkıyla anlamaya çalışanlardan övgüyle söz ediliyor. Bu niteliğe sahip
insanlar, Allah'ın kitabının içerdiği hak esaslı mesajı tüm boyutlarıyla bilir,
onun yol göstericiliğinde hareket eder ve kesinlikle gerçekliğinden en ufak
bir kuşkuya düşmezler. Ama kendilerine kitap verilenler içinde, Allah'ın
kitabının içerdiği hakkı ve hidayeti inkar edenler, büyük bir hüsrana
uğramışlardır.
Üçüncü ve dördüncü
ayetlerde uyan ve hatırlatma nitelikli bir hitapla İsrailoğulları-na yüce
Allah'ın kendilerine bahşettiği sayısız nimetler ve bunun yanında kendilerini
tüm insanlardan üstün kılması hatırlatılıyor; ki ahiret gününün dehşetinden
korkup sakınsınlar. O gün kimsenin kimseye bir yararı dokunmayacaktır;
kimseden bedel ve fidye kabul edilmeyecektir; şefaatin bir yaran olmayacaktır
ve kimsenin kimseye yardım etmesi sözkonusu olmayacaktır.
Müfessirler[143] ilk
ayetle ilgili olarak, gerek yahudilerin gerekse hnstiyanlann kendileriyle
uzlaşmasını dinlerine tabi olmasını istediklerini bunları yapması karşılığında
kendisine inanacaklannı belirttiklerini ifade etmişlerdir. Yine müfessirlerin
belirttiğine göre gerek yahudiler gerekse hnstiyanlar kıble olarak Mescid-i
Aksa'ya yönelmeye devam etmesi durumunda kendisine iman edeceklerlerini
söylemişlerdir. Bunun üzerine yahudi ve hnstiyanlara bir cevap, Peygamberimize
(s) de bir uyarı olmak üzere yukarıdaki ayet inmiştir. Bize göre birinci
derecede yahudiler kastedilmişlerdir. Hristiyanlar-dan söz edilmiş olması
Hristiyanliklarına bağlılıklarım İfade eden tavırlarım vurgulamaya yöneliktir.
Aynı değerlendirmeyi "Dediler ki: Yahudi veya hrıstiyan olmayan hiç kimse
kesin olarak cennete giremez..." ifadesi için de yapmıştık. Çünkü
müslümanların kendi kıbleleri yerine Mescid-i Haram'a yönelmeye başlamaları
yahudilerin canını sıkmış, tepkilerine yol açmıştı. Bu yüzden Peygamber'in
mücadelesini sabote etme, zihinleri bulandırma amaçlı girişimlerde
bulunmuşlardı. Öte yandan, son iki ayette hitap sadece yahudilere
yöneltiliyor. Öteden beri sürüp gelen kıssalar zincirinin konusunu da onların
oluşturmuş olması, bizim bu yaklaşımımızı pekiştirici bir unsurdur.
İkinci ayet, açıkça
pratik bir duruma işaret ediyor. Medine'de Ehl-i Kitaba mensup bazı kimselerin
hakkın tarafını tuttuklan, Peygamber'in sunduğu mesaja iman ettikleri realitesi
gündeme getiriliyor. Ayet-i kerimenin ifadesi mutlaktır. Dolayısıyla hem yahudilerin
hem hnstiyanların hem de her iki grubun birlikte kastedilmiş olması muhtemeldir.
Bununla beraber, bizim tercihimiz yahudilerin kastedildiği yönündedir. Çünkü
ayetlerin birinci dereceden muhatabı onlardır. Nitekim, Medine'de bazı
yahudilerin Hz. Muhammed'in peygamberliğine inandıkları, birçok ayette ifade
edilmiştir. Yahudilerin,Hz. Muhammed'in sunduğu mesajı onaylamamalarının
sebeplerini irdelerken, sözkonusu ayetlere de değindik.Hz. Peygamber'in
yahudilik ya da Hrıstiyanlık dinine uymaya eğilim gösterdiği şeklinde bir
vehme kapılmak yersizdir. Çünkü ilk ayette yer alan konuya ilişkin cümlenin
kuruluş biçimi üsluptan kaynaklanan bir durumdur; değişik münasebetlerle
benzeri ifadelere yer verilmiştir. Bu tür bir ifadeyle güdülen asıl p'maç, Hz,
Peygamber'e moral, destek verme, güven duygusunu aşılama ve uyarmadır.
Yahudi ve
hrıstiyanlara uyma noktasında yapılan bu uyarının bir amacı da ayetin indiği
dönemde onların dinlerinin İslam'la uyuşan temel prensiplerinden sapmış
olmalarına dikkat çekme, dolayısıyla, diğer semavi kitaplarla uyuştuğu
belirtilen ancak bu kitaplara uyanları sapık olarak nitelendiren Kur'an'a ve
Peygamber'e gelebilecek bir tutarsızlık eleştirisinin önünü almaktır. Buna
göre zımnen şu mesaj veriliyor: Kur'an sözkonusu hitapların orijin ali eriyle
uyuşur, mensuplarının tahrif ettikleri, içine yalan yanlış sokuşturdukları
eldeki muharref kitaplarla değil.
Şu halde bu uyan son derece
önemli ve aynı zamanda evrensel bir direktif de içerir. Buna göre, Kur'an ve
sünnette somutlaşan Muhammedi risaletin berrak mesajı üzere sabit kalmak ondan
sapmamak, önceki Ehli Kitab'ın yaptığı gibi kitap ve sünneti tevil ederken heva
ve tutkulara göre hareket etmemek bir zorunluluktur. [144]
124- Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle
denemişti[145]. O da istenenleri tam
olarak yerine getirmişti. "O zaman Allah İbrahim'e: "Seni şüphesiz
insanlara İmam kılacağım" dedi. İbrahim: "Ya soyumdan olanlar?"
deyince Allah: "Zalimler benim ahdime erişemez" dedi.
125- Hani
Evi (Kabe'yi) insanlar İçin bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık'[146].
"İbrahim'in makamını' [147]namaz
yeri'[148] edinin", İbrahim ve
İsmail'e de "Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rükû ve secde
edenler İçin temizleyin" diye ahid verdik.
126- Hani
İbrahim: "Rabbİm bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve
ahiret gününe inananları ürünlerle nzıklandır" demişti de Allah:
"Sadece inananları değil inkar edeni de az bir süre yararlandırır, sonra
onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" demişti.
127- İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Kabe'nin)
sütunlarını'[149] yükselttiğinde ikisi
şöyle dua etmişti: Rabbİmiz bizden bunu kabul et. Şüphesiz sen İşiten ve
bilensin.
128- Rabbimiz, İkimizi sana teslim olmuş (müslümanlar)
kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet ver. Bize ibadet
yöntemlerini göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen tevbeleri kabul eden
ve esirgeyensin.
129-
Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı
ve hikmeti'[150] Öğretsin ve onları
arındırsın'[151]. Şüphesiz, sen güçlü ve
üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.
Bu ayetlerde:
1) Yüce
Allah'ın bir zamanlar Hz. İbrahim'e bazı direktifler verdiği ve onun da bu
direktifleri kendisinden beklendiği gibi, eksiksiz yerine getirdiği dolayısıyla
Allah'ın rızasını kazandığı, bu yüzden yüce Allah'ın ona: "Seni insanlar
için bir imam, bir önder kılacağım" dediği, Hz. İbrahim'in de bu lütfün
tüm soyunu kapsamasını dilediği, buna karşılık yüce Allah'ın: "Zalimlerin,
sapıkların, azgınların bu lütfa kavuşmaları mümkün değildir" şeklinde bir
cevap verdiği anlatılıyor.
2) Yüce
Allah'ın Kabe'yi bütün insanlar için bir toplanma yeri, bir ziyaretgâh kıldığı
vurgulanıyor. Makam-ı İbrahim'in de namaz yeri yapılmasını emrettiği
belirtiliyor.
3) Kabe'nin başlangıçta nasıl bina edildiğine
işaret ediliyor. Yüce Allah Kabe'yi bir mabed ve bulunduğu bölgeyi de bir barış
ve güvenlik bölgesi kılmış İbrahim ve İsmail'e de Kabe'yi temizlemelerini,
hazır hale getirmelerini, duvarlarını yükseltmelerini emretmiştir. Ki bütün
insanlar için bir tavaf, ibadet amacı ile mescide kapanma (itikaf), rükû ve
sücud yeri olsun. Hz. İbrahim ve İsmail verilen emri eksiksiz yerine getirip
Kabe'nin sütunlarını yükseltince hizmetlerini kabul etmesi, yapmaları gereken
ibadet şekillerini öğretmesi, bu ibadetleri yerine getirmede kendilerine
yardımcı olması ve sırf kendisine teslim olmuş (müslürnan)lardan kılması,
ayrıca soylarından da müslüman bir ümmet meydana getirmesi, içlerinde onlara Allah'ın
ayetlerini okuyacak onlara kitabı ve doğru olan her şeyi Öğretecek, onları
temizleyecek, her türlü sapıklıktan kurtaracak, onları hakka, hayra ve hidayete
iletecek bir peygamber göndermesi için Allah'a dua ederler. İçinde Kabe'nin
bulunduğu bu beldeyi (Mekke'yi) azgınlığın, zulmün ve kan dökücülü-ğün
bulunmadığı güvenli bir yer kılmasını, halkından Allah'a ve ahiret gününe iman
edenleri çeşitli ürünlerle nzıklandırmasını, rızık elde etmelerini
kolaylaştırmasını isterler.
ilk anda ayetlerin,
yahudilere ilişkin kıssalar zinciri ile ilgisi bulunmayan bağımsız bir bölüm
olduğu düşünülüyor; ne var ki, bundan sonra yer alan halkada yeniden
yahudilerin tutumlarından ve sözlerinden konu açılıyor, kendilerine eleştiriler
yöneltiliyor. Bunun ardından bir diğer halka yer ahyor ve burada da kıblenin
Kabe olarak belirlenmesi konusu işleniyor. Yine yahudilerin bu değişikliğe
karşı gösterdikleri tepki ve zihinleri bulandırma amaçlı sözleri
eleştiriliyor. Bu da incelemekte olduğumuz ayetlerin öncesinde ve sonrasında
yer alan halkalardan bağımsız olmadığını ortaya koyuyor. Şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Ayetlerde amaç, sözkonusu kıble değişikliğini
gerekçelen-dirmek, bunun haklılığını ortaya koymak, ayrıca Kabe'nin yüce Allah,
Hz. İbrahim ve İsmail ile ilgisini ortaya koymak suretiyle yahudilerin
tutumlarının yanlışlığım ortaya koymaktır. Kabe bu faziletiyle daha ilk günden
itibaren Allah'ın emriyle, insanlar için bir toplanma ibadet, tavaf, sücud ve
rüku yeri olarak bina edilmiştir.
"Zalimler benim
ahdime erişemez" ifadesinin haktan ve hidayetten sapan İsrailoğul-larıni
ve hatla birinci dereceden Rasulullah'ın çağdaşı yahudileri kapsaması ihtimali
ile birlikte bu verilerin tümü, incelemekte olduğumuz ayetlerin de
İsrailoğullarına ilişkin kıssalar zincirinin bir halkası gibi değerlendirmemizi
gerektirmektedir.
Müfcssirler[152]
tabiin ve tebe-i tabiin bilginlerine dayanarak yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i
sınadığı kelimelerle ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bunlardan birine göre; kastedilen kelimeler: Bıyıkların kısaltılması, ağzı ve
burnu su ile çalkalamak (mazmaza ve istinşak) dişleri misvaklamak, saçları
önden taramak tırnakları kesmek, etek altını temizlemek, sünnet olmak, koltuk
altı kıllarını yolmak ve büyük ve küçük haceti giderdikten sonra mahallerini
yıkamaktır. Bir başka görüş de, Hz. İbrahim'in sınava tutulduğu kelimelerin,
etek tıraşı, sünnet, koltuk altı kıllarını yolma, tırnak kesme, bıyıklan
kısaltma, cuma günü gusletme, Kabe'nin etrafında tavaf etme ve Safa ile Mer-ve
tepeleri arasında sa'y etme olduğu belirtilir. Bir diğer görüşe göre bu
kelimelerden maksat, Hz. İbrahim'in yıldızlara sonra aya, ardından güneşe
ibadet etmesi sonra bunların battıklarını görünce bu tutumunu terketmesi,
içine atıldığı ateş, hicret ve sünnettir. Taberi bu açıklamaların Rasulullah'a
dayandığı hususunun kesinlik kazanmadığı görüşündedir. Ona göre bunlar, başka
şeyler, ya da bunların bir kısmı kastedilmiş olabilir. Bu değerlendirme
doğrudur. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda söylenenler tahmin türü sözlerdir.
Tahminle yola çıkarak ayette kastedilen "kelimeleri" belirleme çabası
sonuçsuz kalır. En iyisi, bunların yüce Allah'ın dostu Hz. İbrahim'e
yönelttiği birtakım emir ve yasaklar olduğunu Hz. İbrahim'in de bunları
emredildiği biçimde yerine getirdiğini söylemektir. Buna ek olarak en fazla şu
söylenebilir: Hz. İbrahim'e yöneltilen ilahi emir ve yasaklara ilişkin
rivayetler, İslam öncesinde Arapların, beden temizliği ve dinsel ayinleri ile
ilgili adetlerinin bir çoğunu Hz. İbrahim'e dayandırdıklarını ortaya koymaktadır.
124. ayette geçen
"soyum" kelimesi ilk etapta da farkedildiği gibi Hz. İbrahim'in
^oyundan geldiğini ileri süren herkesi kapsar. Bunlar arasında îsraüoğulları
ile birlikte, öteden beri İbrahim'in soyundan geldiklerini söyleyen Hicazh ya
da Adnani Arapları da yer alır. Anladığımız kadarıyla yüce Allah'ın zalimleri
Hz. İbrahim'in duasından istisna etmesi, onun dininden, izlediği hak yoldan
sırf Allah'a teslimiyet çizgisinden sapanların kendilerini soyca Hz. İbrahim'e
nisbet etmelerinin geçersizliğini vurgulamaya yöneliktir. Bir diğer ihtimal
de, İsraİloğullan'ndan söz edilen bu kıssalar zinciri için de Pey-gamberi'mize
karşı zalimce, inkarcı ve taşkın bir tutum izleyen, buna rağmen hidayet üzere
olduklarını, insanların önderleri olduklarını iddia eden yahudilerin bu
iddalarının gerçeği yansıtmadığı sözkonusu tutumlarım sürdürdükleri müddetçe
İbrahim'in soyun-dan geldiklerini iddia etmelerinin bir anlam ifade
etmeyeceğini vurgulamaktır.
128. ayette geçen
"soyumuz" kelimesine gelince, müfessirler[153]
bununla Arapların kastedildiğini söylemişlerdir. Ayetin akışı da bu görüşü
destekler niteliktedir. Hemen ardından gelen ayette bunu pekiştirici bir
karine yer almaktadır: "İçlerinden onlara bir elçi gönder..." Daha
önce de değişik münasebetlerle değindiğimiz gibi Adnani Araplar bunu biliyor ve
öteden beri söyleyip duruyorlardı.
Müfessirler yukarıda
işaret ettiğimiz cümlenin yorumu bağlamında bir hadis rivayet etmişlerdir:
"Ben, babam İbrahim'in duası ve İsa'nın müjdesiyim".
Hiç kuşkusuz,
Rasulullah, peygamberliğinin, Hz. İbrahim'in duasından önce, ezeli ilahi
hikmetin bir gereği olduğunu biliyordu. Cümlenin içerdiği İbrahim ve İsmail peygamberlerin
duasından ve şayet sahihse hadisin anlatım biçiminden, Rasululla, Hz. İbrahim
ve İsmail arasındaki bağa dikkat çekilmek istenmiştir.
Aynı şey, 126. ayette
yer alan Hz. İbrahim'in duası için de söylenebilir. Hz. İbrahim'in yüce
Allah'ın Kabe'nin bulunduğu beldeyi güvenli kılmasını ve kolay rızık elde
etmelerini dilediği belirtiliyor. Amaç, Hz. İbrahim'le Kabe'nin bulunduğu
"Haram belde" arasındaki ilişkiyi vurgulamaktır. Belde halkına
bahsedilen bol nzıkla, bu dua arasındaki ilgiyi ön plana çıkarmaktır. Bu
değerlendirme 127. ayette anlatılan, Kabe'nin Hz. İbrahim ve İsmail tarafından
yapılması olayı için de geçerlidir.
Ayette işaret edilen
"İbrahim'in Makamı" sahih ve tercih edilen rivayetlere göre, Kabe'nin
içindeki bir yerin adıdır. Bu yer, Peygamberimizden (s) zamanından beri süregelen
tevatüri haberler vasıtasıyla biliniyordu[154].
Ayetin ifade tarzından ve akışından bu yerin Peygamberimizin gönderilişinden
önce "İbrahim'in makamı" ismiyle bilindiği anlaşılmaktadır. Sahih-i
Buhari'de yer alan bir hadiste Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir[155]: Üç
hususta yaptığım öneriler Rabbimin direktifleriyle uyuştu: Bir keresinde dedim
ki: Ya Rasulullah, İbrahim'in makamını namaz yeri edinsek..." Müfessirlere
göre[156]
"İbrahim'in makamı denilen yerde bir taş vardı ve bu taşın üzerinde bir
ayak izi bulunuyordu. Araplar, bu ayak izinin Hz. İbrahim'e ait olduğuna
inanıyorlardı. Bu inanışa göre Hz. İbrahim sözkonusu taşın üzerine çıkıp
Kabe'nin duvarlarını bina etmişti. Bu iz gecen uzun yıllar sonucu silinmişti.
Bu rivayetlerden hareketle, Arapların İslam'dan önce Hz İbrahim ve İsmail'in
Kabe'yi bina ettiklerine ilişkin haberleri dilden dile aktardıklarını, ikisi
ile Hacca özgü ibadetler ve Haram Belde'nin güvenliği arasında ilişki olduğunu,
kendilerinin de soy olarak onlardan geldiklerine inandıklarını söyleyebiliriz.
Müfessirler (bazı
rivayetlere dayanarak) 128. ayette geçen "ibadet yöntemleri" ifadesi
ile Hacca özgü Kabe'yi tavaf etme, Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etme,
Arafat vakfesi, oradan ve Müzdelifeden iniş, Arafat'tan indikten sonra şeytan
taşlama etme gibi ibadet şekillerinin kastedildiğini söylemişlerdir. Ama bu görüşlerini
sağlam bir kanıda pekiştireni em işlerdir. Bununla beraber konuya ilişkin
rivayetlerde, İslam'dan önce ve sonra uygulanan bu ibadet şekillerinin
Peygamberimizin gönderilişinden önce de, Hz. İbrahim'le ilgisinin olduğunun
bilindiği anlaşılmaktadır[157].
Bütün bu
anlatılanların Hz. Muhammed'in peygamberliğini, Kabe'nin ve bulunduğu bölgenin
faziletini vurgulamaya yönelik olduğu açıktır. Aynı zamanda Kabe'nin kıble
olaraK belirlenişi de tarihsel bir gerekçeye dayandırılıyor. Daha Önce de
dikkat çektiğimiz gibi, önceki ayetler grubu da buna yenelikti, biraz sonra
inceleyeceğimiz ayetlerde de amaç budur. Bunun yanında, kıble değişikliğinin
gerçekleştiği günlerde, derin kinlerinin ve öfkelerinin bir tezahürü olan kafa
karıştırıcı zihin bulandırıcı vesveseler yayan yahudilere de iyi bir cevap
verilmiş oluyor.
Müfessirler[158]
incelemekte olduğumuz ayetlerin akışı bağlamında, İbn-i Abbas'a, bazı Tabiin
ve Tebe-i Tabiin alimlerine, ahbar bilginlerine dayanarak Hz. İsmail'in Mekke'ye
yerleştirilişi, Hz. İbrahim'in kendisine ziyaretlerde bulunması, hacca özgü
ibadet yerleri ve yöntemleri, Kabe'nin inşa edildiği atmosfer, duvarlarında
kullanılan taşlar ve "Haceru'l-Esved"lc ile ilgili olarak uzun
açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu açıklamaların büyük kısmını, "İbrahim"
ve "Hac" sûrelerinin akışı içinde sunmuşlardır. Biz de sözkonusu iki
sûreyi incelerken, bu açıklamalardan örnekler sunduk ve gerekli değerlendirmeleri
yaptık. Bunları yeterli görüyor; tekrara ve ek açıklamalara gerek duymuyoruz.
Bunun yanında, ayetler
tüm zamanlan ve kuşakları kapsayan direktifler de içermektedir. Bu evrensel
direktiflerden biri "zalimler benim ahdime erişemez" cümlesinde somutlaşmaktadır.
Buna göre azgınlık, zorbalık, saldırganlık, Allah'ın yolundan ve şeriatından
sapma biçiminde yansıyan zulmün yüce Allah'ın hoşnutluğuna erişmesi mümkün
değildir. Allah zalim yöneticiden ve hükmünden razı olmaz, onun imamlığını onaylamaz.
Zalim için bir ahit de olmaz. Onun kendini salih ve yapıcı atalara nisbet
etmesi de bir anlam ifade etmez.
Bir diğer cihanşümul
direktif de "inkar edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin
azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" cümlesinde ifadesini
bulmaktadır. Buna göre kafirin dünya nimetlerinden yararlanması İlahi hikmete
ters düşmediği gibi bu yararlanmanın yüce Allah'ın ondan razı oluşunun bir
kanıtı olarak algılanışı da doğru değildir. SÖzkonusu direktif, Mekke inişli
sûrelerde, çeşitli münasabetlerle yenilenmiştir. Biz de yeri geldikçe buna
dikkat çektik. Kur'an'ın Mekke döneminde inen kısmı ile Medine döneminde inen
kısmının içerdiği direktifler arasındaki paralellik de bir kez daha
belirginleşmiş oldu böylece. [159]
130- Kendi nefsini aşağılık kılandan'[160]
başka İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik,
gerçekten ahirette de O salihlerdendir.
131- Rabbi
ona: "Teslim ol" dediğinde O: "Alemlerin Rab-bine teslim
oldum" demişti.
132- Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti,
Yakup da: "Oğullarım, şüphesiz
Allah sizlere bu dini seçti, sizde ancak müslüman olarak can verin" diye
vasiyette bulundu.
133- Yoksa siz, Yakup'un ölüm anında orada
şahidler miydiniz? O, oğullarına: "Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?"
dediğinde, onlar: Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın İlahı
olan tek bir ilaha ibadet edeceğiz; "bizler ona teslim olduk"
demişlerdi.
134- Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların
kazandıkları kendilerinin sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların
yaptıklarından sorumlu
değilsiniz.
135- Dediler ki: Yahudi veya hrıstiyan olun ki
hidayete eresiniz. De ki: Hayır, doğru yol Hanif olan İbrahim'in dinidir; o
müşriklerden değildi.
1) Hz. İbrahim'in dininden (milletinden) yüz
çevirenlere ağır bir eleştiri yöneltiliyor. Böyle bir eğilimin ancak aklın
bunaması nefsin zebun ve zelil olması durumunda sözkonusu olabileceği
belirtiliyor.
2) Hz. İbrahim'in Allah'a itaati, Onu ve
Hz.Yakup'un oğullarına, Allah'ın yolunu izlemelerini tavsiye edişleri
bağlamında, yüce Allah'ın dünyada Hz. İbrahim'i seçtiği, ahirette de salihler
safında olacağı, Allah'ın hoşnutluğundan yararlanacağı belirtiliyor. Çünkü
İbrahim, Rabbinin emrini yerine getirme hususunda büyük bir içtenlikle çaba
sarfetmiş; Alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oluşunu ilan etmişti. Çocuklarına
da ölene kadar bu çizgi üzerinde ve bu yolda olmalarını tavsiye etmişti.
Aynısını Hz. Yakub da yapmıştı. Ölüm döşeğindeyken çocuklarını yanına çağırmış
ve kendisinden sonra kime ibadet edeceklerini sormuştu. Onlar da kendisinden
sonra ataları Hz. İbrahim, İsmail ve Ishak'ın Rabbi olan tek ilaha ibadet
edeceklerine, O'nu tek ve ortaksız bileceklerine, ölene kadar kendilerini O'na
teslim edeceklerine söz vermişlerdi.
Dördüncü ayette ise
hem övgü, hem de uyarı nitelikli bir mesaj içeren evrensel bir gerçeğe işaret
ediliyor: Bunlar bir ümmetti. Kendi yollarını izleyerek Allah'ın huzuruna
vardılar. Kazandıkları kendilerinindir. Onlardan sonra gelip de bu Kur'an'a
mahatap olanların kazandıkları kendilerinindir. Kimse bir başkasının
yaptığından sorumlu tutulmaz. Herkes kendinden sorumludur.
Beşinci ayette,
"doğru yolu bulmak İsteyenlerin yahudi veya hristiyan olması gerektiği"
iddiasına yer veriliyor ve Peygamberimiz'den bu iddiayı: Doğru yolu bulmak isteyen
İbrahim'in dinine uysun; o kulluğu sırf Allah'a özgü kılan ve dosdoğru yol
üzere bulunan biriydi. Hiç kimseyi Allah'a ortak koşmazdı, şeklinde bir
ifadeyle reddetmesi isteniyor.
İncelemekte olduğumuz
ayetlerin akış ve konu itibariyle, önceki ayetlerin devamı niteliğinde olduğu
açıkça görülüyor; aynı amaçlan vurgulamaya yöneliktir. Öncelikle, ayetlerde
İbrahim ve Yakup peygamberden söz edilmesi bir de dördüncü ayetin metni,
ayetlerler güdülen amacın yahudilerin burnunu sürtmek, onların
tutarsızlıklarını yüzlerine vurmak olduğu mesajını vermektedir. Şu halde,
yahudilerin atalarının yolu İslam'dı. Babalar bu yolu izlemeyi oğullarına da
tavsiye ettiler. Onlar bu yoldan saptıkları sürece soy olarak kendilerini bu
atalara nisbet etmeleri kendilerine bir yarar sağlamayacaktır. Beşinci ayette
bu değerlendirmeyi destekler nitelikte, onların birtakım sözlerine yer veriliyor
ve iddialarının asılsızlığı ortaya konuyor: Buna göre; doğru yol, ne Yahudilik
ne de Hrıstiyanlıktır. Tersine, doğru yol, Hz. İbrahim'in dinidir. O, Allah'ı
tek ve ortaksız bilen bir müslümandı. Müşriklerden değildi. Onun dininin esası;
Allah'ı bir bilmek kimseyi ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmamak, O'nu evlat ve
eş şaibelerinden tenzih etmek, alemler üzerindeki rububiyetini ilan etmektir.
Nefsi O'na teslim edip bu doğrultuda amel etmektir. Ayetlerin ifadesi muhkemdir
ve derin etkilidir. Ayrıca, yahudilerin atalarının dininden saptıkları
belirtiliyor ve atalarının tavırları ve Allah'a kulluk hususundaki ihlaslı
tutumları gündeme getirilerek kendilerini onlara nispet eden yahudilere bir
mesaj veriliyor.
Dediler ki;
"Yahudi veya hristiyan olmayan hiç kimse kesin olarak cennete
giremez" ifadesine ilişkin değerlendirmemiz, kıssalar zincirinin bu
halkasında yer alan beşinci ayet için de geçerlidir. Buna göre kastedilenler,
birinci derecede yahudİlerdir; onlarla birlikte hrıstiyanlardan da söz edilmiş
olması, her iki grubu da kapsayan lisân-i halin sözlü ifadesinden başka bir şey
değildir. Çünkü bunların her biri sadece kendisinin doğru yol üzere olduğunu
iddia ediyor. Ayrıca uzun bir silsile halinde devam eden kıssalar zincirinin
eksenini yahudilerin oluşturması da bu değerlendirmeyi pekiştirici bir husustur.
[161]
136- Deyin
ki: Biz Allah'a; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına
indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman
ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırdetmeyiz ve biz O'na teslim
olmuşlarız.
137-Şayet
onlar da sizin İnandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş
olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir aykırılık içindedirler[162]'.
Onlara karşı sana Allah yeter. O, işitendir, bilendir.
138- Allah'ın boyası[163] ile
boyan; Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz yalnızca O'na
kulluk edenleriz.
139- De ki: O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz
iken, bizimle Allah hakkında tartışmalara mı giriyorsunuz? Bizim amellerimiz
bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Biz O'na gönülden bağlanmış olanlarız.
140- Yoksa siz, gerçekten İbrahim'in, İsmail'in,
İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının yahudi veya hrıstİyan olduklarını mı
söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi biliyorsunuz,
yoksa Allah mı?
Allah'tan kendisinde olan bir şehadeti gizleyenden daha zalim olan kimdir?
Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
141- Onlar,
bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin sizin
kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.
İlk beş ayette, müfred
ve cemi muhatap zamiri kullanılmıştır. Ayetlerin akışından algıladığımız
kadarıyla hitap Peygamberim iz'e ve mü'mirilere yöneliktir. Kur'an'ın inişine
esas oluşturan hikmet ve hitabet bunu gerektirmektedir. İnançlarını ilan
etmeleri; "Allah'a inanıyoruz, biz indirilen kitaba, İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a ve torunlarına, Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere
inanıyoruz, onlardan hiçbirini diğerinden ayirdetmeyiz, hiçbirini inkar
etmeyiz. Biz içtenlikle boyun eğerek sadece Allah'a teslim olanlarız"
demeleri isteniyor.
2) Bunu izleyen bir değerlendirme olarak şu mesaj
veriliyor: Eğer bu açıklama ve duyuruyu işitenler, Peygamber ve mü'minler gibi
inanacak olurlarsa, hiç kuşkusuz doğru yolu bulmuş, hakkın çizgisini izlemiş
olurlar. Mü'minlerle eşit duruma gelmiş olurlar. Eğer mesajı duyduklarında
burun kıvırıp yüz çevirecek olurlarsa bu onların inatçı muhalifler, aykırı
davrananlar olduklarının dosdoğru inanç sistemi ve hak din hususunda ayrılık
ve ihtilaf içinde olduklarının kanıtı, göstergesi olacaktır.
3) Ayetlerin akışı içinde hitap Peygamberimize
yöneltiliyor; yüz çevirmeleri, burun kıvırmaları karşısında Peygamberimize
moral destek sağlanıyor ve bu tutumlarının kendisine bir zarar veremeyeceği,
onların kötülük ve hilelerine karşı Allah'ın kendisine yeterli olduğu belirtiliyor.
4) Bu arada, Peygamberimize ve mü'minlcre şu
mesaj veriliyor: Açıkça duyurmak ve insanlara çağırmakla yükümlü olduğunuz bu
inanç sistemi, Allah'ın hak esaslı dinidir. Başka bir dinin, bir mezhebin, bir
yolun ondan daha iyi olması mümkün değildir. Çünkü bu din, her türlü şaibe ve
kuşkudan uzak bir şekilde Allah'a yönelik ihlash, katışıksız kulluğun, tam
teslimiyetin ifadesidir.
5)
Peygamberimize bir direktif veriliyor: Kendisine ve İzleyicileri olan
mü'minlere karşı inatçı tutumlarını sürdüren, çağrılarına olumsuz tepki
gösterenler sadece hepimizin Rabbi Allah'tır dedikleri halde bu karşı
çıkışlarının nedenini -eleştirel bir dille- sorması isteniyor.
6)
Peygamberimize verilen bir diğer direktif de her grubun Allah'ın huzurunda, kendi
yaptıklarından sorumlu olacağını belirtmesi ve mü'minlerin bütün
içtenlikleriyle kulluğu sırf Allah'a özgü kıldıklarını ilan etmesidir.
7) Peygamberimize, inatçı muhaliflere -eleştiri
nitelikli- bir diğer soru yöneltmesi emrediliyor: "Doğru yolu bulmak
isteyenler yahudi veya hnstİyan olsunlar" derken, İbrahim'in, İsmail'in,
îshak'ın, Yakub'un ve torunlarının yahudi veya hnstiyan olduklarını mı iddia
ediyorsunuz?"
8)
Peygamberimize yöneltilen üçüncü bir direktifte, onların ahmaklıklarını ifşa
edici bir soru sorması öngörülüyor. Bu ahmaklık, yukarıda işaret ettiğimiz
iddialarında somutlaşıyor. Oysa adı geçen peygamberler, yahudilik ve
Hrıstiyanlık adı verilen dinlerin ortaya çıkmasından önce yaşamışlardı.
Hidayetin ne olduğunu, kimlerin hidayet üzere olduğunu onlar mı bilir yoksa
Allah mı?
9) Dördüncü
bir emir olarak Peygamberimize onların bu safsatalarına kesin, susturucu
cevaplarla karşılık vermesi isteniyor. Yanında Allah'ın dinine ilişkin bir
bilgi bulunup da bunu gizleyenden daha zalim bir kimsenin olmadığını söylemesi
emrediliyor. İşte onlar bu safsatalarıyla bu cürmü işlemektedirler. Halbuki
Allah, onların yaptıklarından gafil değildir.
Altıncı ayet ise bir
önceki ayetler grubunda yer alan bir ayete benziyor. Burada bir kez daha adı
geçen peygamberlerin Allah'ın huzuruna gittikleri, kendi yollarım izledikleri,
kazandıkları onlarındır, şu anda Kur'an'ı dinleyenlerin kazandıkları da
kendilerinindir. Hiç kimse bir başkasının yaptığından sorumlu değildir. Kimse
bir başkasını sorumluluktan kurtaramaz.
islam inanç sisteminde
Allah'ın indirdiği kitaplara ve O'nun peygamberlerine yönelik bakış açısını
açıklayan, ilan eden bu ayetler etkileyici ve parlak bir ifade tarzına sahiptir.
Muhammedi risaletin temel esalarından birini içeren bu ayetlerin ifade tarzı derin,
etkili, gayrete getirici ve ürperticidir. Bir dinleyicinin egosundan,
ihtirasından, inadından, karşı çıkmaya ilişkin ön yargısından soyutlandığı,
hakkı ve hidayeti gerçekten istediği halde bu ifadelerden etkilenmemesi mümkün
değildir. Bu inancın Allah'ın bütün peygamberlerine ve bu peygamberlere
indirilen bütün suhuf ve kitaplara inanmaya ilişkin mesajla pekiştirilmesi,
ayrıca etkileyicidir. Bu noktada İslam çağrısının bütün semavi dinlerle
buluştuğu temel ön plan çıkarılıyor. Bu yüzden, semavi dinlere mensup olanlar,
İslam'a koşmalı, ayrılığı, ihtirasları, ihtilafları, problemleri ve düğümleri
bir kenara bırakmalıdır. Çünkü bağlı bulundukları dinin özü İslam'da
mündemiçtir. Ayrıca îslam, onların inandıkları kitaplara ve peygamberlere
saygıyla yaklaşmaktadır. İslam onlara, hatalarını, tutkularını,
aşırılıklarını, ifrat ve tefride kaçan değerlendirmelerini, sapmalarım, temel
ve ayrıntı niteliğindeki tahrifatlarım düzeltme imkanı bahşetmektedir. Dikkatle
incelendiği zaman, ayetlerin bu yüce hedefleri içerdikleri görülecektir.
Mekke inişli sûrelerde
ve Bakara sûresinin baş taraflarında, müslümanlann kendilerine ve
kendilerinden önceki topluluklara indirilen kitaplara ilişkin inançlarından,
İlahları ve Rableri olan Allah'ın kitab ehlinin de Rabbi ve ilahı olduğuna
inandıkları defalarca vurgulanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, ayetlerin inişine
esas oluşturan ilahi hikmet, yahudi ve hnstiyanlarla tartışıldığı, Hz.
Muhammed'in peygamberliğine inanmaları istendiği durumlarda bu inancın
vurgulanmasını ön görmüştür. Sözkonusu tekrarın, Mekke döneminde olduğu gibi
Medine döneminde de gündeme geldiğini görüyoruz. Davet sürecinde son derece
önemli bir tavırdır bu.
Şuara sûresini
incelerken, müslümanlann, Ehli Kitabın bugün ellerinde bulunan semavi
kitaplara nasıl yaklaşmaları gerektiğine ilişkin ayrıntılı açıklamalarda
bulunduk. Bunları bir kez daha yineleme gereğini duymuyoruz.îlk bakışta,
ayetlerin yahudi ve hrıstiyanlardan her bir grubun sadece kendilerinin doğru
yol üzere olduklarına ilişkin sözlerini ve bununla övünmelerini aktardıkları
anlaşılmakla beraber, daha önce de söylediğimiz gibi, birinci derece de
kastedilenler yahudi-lerdir. Hrıstiyanlardan da sözedilmesi tamamen lisân-i
hallerini kelimelere dökmekten ibarettir. 140. ayette yer alan sona buna ilişkin
bir ipucu daha doğrusu bir delil olabilir. Sözkonusu ayette sadece yahudilerin
ilk ataları olan İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarından sözedİlmiştir
çünkü. Bunun yanında sürüp gelen kıssalar zincirinin birinci dereceden
yahudiler ekseninde dönmesi de bir diğer kanıttır.
Öyle anlaşılıyor ki,
ayetin orijinalinde geçen "esbat"tan maksat, yahudi kabilelerinin
ataları konumundaki Yakub peygamberin oğullarıdır. Tekvin kitabının kırk
altıncı isha-hında belirtildiğine göre, bunların isimleri şunlardır: Bikr,
Semin, Lavi, Yahuda, Yasa-kir, Zebulun, Dan, Esber, Naftali, Yusuf ve Bünyamin. [164]
142- Bir takım beyinsiz insanlar[165]':
"Onları daha önceki kıblelerinden çeviren nedir?'[166]
diyecekler. De ki: "Doğu da Allah'ındır, batı da. O dilediğini doğru yola
yöneltir".
143- Böylece biz sizi, insanlara şahid olmanız
İçin orta'[167] bîr ümmet kıldık;
peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin üzerinde bulunduğun yönü kıble
yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden
ayırdetmek içindir. Doğrusu bu, Allah'ın hidayete ilettiklerinin dışında
kalanlar için büyük bir yüktür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir.
Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.
144- Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip
durduğunu görüyoruz. Simde elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz.
Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü
onun yönüne'[168] çevirin. Şüphesiz
kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu
elbette bilirler. Allah yaptıklarından gafil değildir.
145-
Andolsun kendilerine kitap verilenlere her ayeti getirsen, yine onlar senin
kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlardan bir kısmı,
bir kısmının kıblesine uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra
onların heva ve tutkularına uyacak olursan, o zaman gerçekten zalimlerden
olursun.
146- Kendilerine kitap verdiklerimiz onu
çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri
halde gerçeği gizlerler.
147- Gerçek Rabbinden gelendir. Şu halde sakın
kuşkuya kapılanlardan olma.
148-Herkesin
yüzünü çevirdiği'[169] bir
yön[170]
vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir
araya getirecektir. Şüphesiz, Allah her şeye güç yeti-rendir.
149- Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram
yönüne çevir. Şüphesiz bu Rabbinden olan bir haktır. Allah yaptıklarınızdan
gafil değildir.
150- Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram
yönüne çevir. Siz de her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle
ki onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı bir delilleri olmasın.
Onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım, Umulur
ki hidayete erersiniz.
151- Öyle ki kendi İçinizden size ayetlerimizi okuyacak,
sizi arındıracak size kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi
bildirecek bir elçi gönderdik.
152- Öyleyse yalnızca beni anın. Ben de sizi
anayım; ve yalnızca bana şükredin ve sakın nankörlük etmeyin.
Kıssalar zincirinin bu
halkası, kıblenin Beytu'I Mukaddes yerine Kabe olarak değiştirilmesi ile
ilgilidir. Şu hususlar işleniyor:
1) îlk
ayette bir kısım beyinsiz insanların, müslümanları, üzerinde bulundukları kıble
yani Kudüs'teki Beytü'I Mukaddes yerine, Kabe'ye yönelmeye iten sebepleri,
araştıracakları, bunu tuhaf karşılayacakları haber veriliyor. Buna karşılık,
Peygamberimize şu cevabı vermesi emrediliyor. Doğu da Allah'ındır, batı da.
Dilediğini doğru yola ileten O'dur.
2) İkinci
ayet, müslümanları tatmin etmeyi, onlara moral vermeyi hedefliyor: Yüce Allah,
yol göstericiliğiyle onları orta ve dengeli bîr ümmet kılmıştır; ifrat ve
tefritin zararlı etkilerinden uzak tutmuştur. Ki diğer milletlere göre adil
yönetici ve örnek şahid konumunda olsunlar, Peygamber de onlann üzerinde örnek
bir şahittir. Ayrıca yüce Allah, bu kıble meselesiyle onlan sınamayı
dilemiştir. Ki, imanında ve tasdikinde sabit olup Peygamber'le birlikte yeni
kıbleye dönmek suretiyle samimiyetini kanıtlayanla, kuşkular içinde kıvranıp
tereddüt edenler birbirinden ayrı ve belli olsun. Büyük bir imtihandır bu.
Ancak imanı özümsemiş, nefsi mutmain olmuş, dolayısıyla Allah'ın inayet ve
tevfikine mazhar olan kimseler böyle bir imtihanda başarı gösterebilirler. Hiç
kuşkusuz yüce Allah, müslümanlann inanç ve ibadetlerinin sevabını zayi edecek
değildir. O insanlara acıyan ve merhamet edendir. Doğal olarak, O'na iman
edenler bu acımaya ve merhamete herkesten daha çok layıktırlar.
3) Üçüncü
ayette hitap, Peygamberimize yöneltiliyor: Allah, onun yüzünü göğe çevirip
durduğunu görüyor. Kendisine razı olacağı ve içinin mutmain olacağı bir kıble
göstermesini diliyor gibiydi. Allah, onun bu dileğini kabul etti ve onu bu yeni
kıbleye yöneltti. Bu andan itibaren, nerede olursa olsun yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevirmesini emretti. Gerçekten, Mescid-i Haram kıble edinmeye bütün
mekanlardan daha fazla müstahaktır. Ehli Kitab da bunu bilir. Allah onlann
yaptıklarından gafil değildir.
4) Dördüncü
ayette hitap bir kez daha Peygamberimize yöneltiliyor. Bu sefer, Ehl-i Kitab'm
bu olay karşısındaki olumsuz tavırlarının gerçek nedeni açıklanıyor: Onların
hareketlerine ihtirasları, kinleri büyüklenme dürtüleri ve inatlan yön veriyor.
Böyle kimseler gerçeğe tabi olmazlar. Dolayısıyla istediği kadar delil ve ikna
edici belge getirsin, kıblesine yönelmeyeceklerdir. Kendi içlerinde de derin
ayrılık yaşamaktadırlar. Bu yüzden bir kısmı bir kısmının kıblesine de
yönelmez. Böyle olunca ayrıca kendisine Allah'tan bunca bilgi gelmişken, onun
da onlann kıblelerine uyması doğru bir davranış olmaz. Böyle yapması, onların
heva ve tutkularına bulaşması, haktan sapma anlamına gelir.
5) Beşinci
ve altıncı ayetler, bir diğer açıdan, Ehl-i Kitab'ın kendini beğenmişliğine,
kibrine dikkat çekmektedir; Onlar Hz. Muhammed'in gerçek peygamber olduğunu
bütün yaptıklarının hakkı temsil ettiğini, tıpkı oğullarını tanıyıp bildikleri
gibi biliyorlar. İçlerinden bir grup gerçek anlamda bildiği halde hakkı
gizlemektedir. Hak, yüce Allah'ın kendisine vahiy yoluyla bildirdiğidir.
Dolayısıyla, hakka uyma hususunda kuşkuya düşmesine tereddüt etmesine gerek
yoktur.
6) Yedinci ayette ise, insanların yöneldikleri
tarafların (kıblelerin) farklı oluşunun doğal olduğuna dikkat çekiliyor.
Herkesin yöneldiği, yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Dolayısıyla, müslümanlar,
gözlemledikleri bu yöneliş farklılığına, yön çokluğuna aldırmamaları gerekir.
Onların görevi, hayırlarda yarışmaktır. Allah'a kavuşacaklarım bilerek hayra
koşmaktır. Allah nerede olurlarsa olsunlar, yaptıklarının karşılığını vermek
üzere onlan bir araya getirecek güce sahiptir.
7) Sekizinci
ve dokuzuncu ayetlerde, önceki direktifi pekiştirmeye yönelik bir tekrar
sözkonusudur. Hitap önce Peygamberimize sonra mü'minlere yöneltiliyor: Her
zaman ve her yerde yüzlerini Mescid-i Haram tarafına çevirmeleri gerekir. Bu
direktif, yüce Allah'tan gelen bir haktır. Allah onların yaptıklarından gafil
değildir. Bu direktif ılımlı insanların yöneltebilecekleri eleştiri, ileri
sürebilecekleri kanıtları önleyici niteliktedir. Zalimlerin eleştiri ve
itirazları ise, kinden azgınlıktan ve ihtirastan kaynaklanır; müslümanlann bu
tur eleştirileri önemsememeleri, eleştiri ve itirazlarından korkmamaları, sadece
Allah'tan korkmaları gerekir. Bununla yüce Allah, üzerlerindeki nimetini tamamlamış
olur. Doğru yolu bulmaları bununla mümkündür.
8) Onuncu ve on birinci ayetler, müslümanlara
yönelik bir hitap içeriyor. Bu aynı zamanda önceki ayetler üzerine yapılmış bir
değerlendirme sayılır. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın kendilerinden bir rasul
göndermesi onlara yönelik nimetinin hidayete ermelerini isteyişinin bir
göstergesidir. Bu Rasul, onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, nefislerini ve
kalplerini her türlü kirden ve kötülükten arındırıyor. Kitap ve hikmeti
öğretiyor, daha Önce bilmedikleri şeyleri bildiriyor. Bu durumda Allah'ın üzerlerindeki
nimetlerini anmaları, bunlara şükürle karşılık vermeleri, nankörlükten
küfran-ı nimetten kaçınmaları gerekir.
Zincirin bu halkası,
öncesinde yer alan halkalardan bağımsızmış gibi görünüyor; fakat önceki
ayetlerin içerdiği Kabe, İbrahim'in dini, birinci derecede yahudiler kastedilmiş
olmak kaydıyla ehl-i kitabın inatçı tutumu ile ilgili ön hazırlıklar, bunun
ayetlerin akışı içinde tekrarlanması ve bundan dolayı birinci derecede
yahudiler kastedilmiş olmak kaydıyla Ehli Kitab'a yoğun eleştirilerin
yöneltilmiş olması bu bölümle önceki bölümler arasında bir bağlantının
olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla incelemekte olduğumuz ayetler
grubunun, Bakara sûresinde yahudilerle ilgili olarak süregelen kıssalar
silsilesinin bir halkası gibi değerlendirilmesinin alt yapısı hazırdır. Ayetle
geçen "beyinsizler" ifadesi mutlaktır, dolayısıyla hem müşrikleri
hem münafıkları hem de Ehli Kitab' ıkapsamaktadır; ancak bu ifadeyle ilgili
rivayetlerin büyük çoğunluğunda[171] ya-
hudilerin kastedildiği dile getirilmiştir. Bu da bizim görüşümüzü pekiştiren,
bu bölümle Önceki bölümler arasındaki bağlantıyı belirginleştiren bir husustur.
147. ayette, Ehli
Kitab'ın Hz. Peygamber'in gerçekten peygamber olduğunu emrettiği şeylerin hak
ve Rabbani vahiy ürünü olduğunu bildikleri gerçeği vurgulanmış olabilir.
Nitekim ayetle ilgili açıklamamızda bu ihtimale işaret ettik. Bir diğer
ihtimalde onların Kabe'nin kıble olarak tayin edilişinin hakka dayalı bir
uygulama olduğunu bildiklerinin vurgulanmış olmasıdır. Müfessirler, ayete
ilişkin yorumlarında her iki ihtimale de yer vermişlerdir. Biz açıklama
kısmındaki değerlendirmeyi şundan dolayı tercih ettik: Bir kere ayet mutlaktır.
Ayrıca sözkonusu yorum geneldir ve her iki ihtimali de içerecek niteliktedir.
Ayette, önceki ayetlerde sözkonusu edilen Ehli Kitab grubunun kimliğine ilişkin
açık bir ipucu bulunmamaktadır.'Müfessirler, hem yahudilerin hem de
hnstiyan-lann kastedildiğine ilişkin ihtimali daha güçlü bulmuşlardır. Bazıları[172]
yahudilerin kastedildiği görüşündedir. Ayetlerin oluşturduğu atmosfer, bölümün
öncesi ve sonrası, ayrıca cumhur ulemanın kıble değişikliğine karşı çıkan
beyinsizlerin yahudiler olduğunda görüş birliği içinde olmaları, ayrıca
kıssalar zincirinin birinci dereceden yahudiler ekseninde gelişmesi, yukarıda
işaret ettiğimiz tercihi güçlendirmektedir.
Bazı müfessirler[173]
şöyle rivayet ederler: Rasulullah Cebrail'e dedi ki: Yüce Allah'ın beni
yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini istiyorum. Cebrail şu
cevabı verdi: Ben de senin gibi bir kulum. Sense Rabbin katında benden daha
saygın bir konumdasın. Rabbine dua et, O'ndan dile. Cebrail göğe yükseldi.
Peygamberimiz, Cebrail Rabbi katından dileğinin kabul edildiğine ilişkin bir
haber getirir diye onun arkasından göğe bakakaldi. Çok geçmeden Cebrail bu
ayetleri getirdi. Diğer bazı müfessirler[174] Hasan,
Ebu Ali'yi Herime gibi alimlere dayanarak Peygamberimizin yüce Allah'ın kendisini
kıble olarak Kabe'ye döndürmesi için çok dua ettiğini ve Allah'ın onun duasını
kabul ederek bu ayetleri indirdiğini rivayet etmişlerdir. Buhari ve Tirmizi [175]Berra
kanalıyla şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz Medine'ye hicret edince on altı
veya on yedi ay boyunca Kudüs'teki Beytü'I mukaddese yönelerek namaz kıldı[176].
Ama o Kabe'ye yönelerek namaz kılmayı istiyordu. Bunun üzerine yüce Allah, şu
ayeti indirdi: "Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip durduğunu
görüyoruz. Şimdi elbette seni hosnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü
Mescid-i Haram yönüne çevir".
Bunun üzerine
Peygamberimiz Kabe'ye yöneldi. Onunla birlikte bir adam da ikindi namazını
kıldı. Sonra bu adam, Ensar'dan bir grubun yanına gitti. Bunlar Kudüs'e dönmüş
namaz kılıyorlardı ve rüku halinde bulunuyorlardı. Adam Rasulullah'ın Kabe'ye
dönerek namaz kıldığına şahid olduğunu söyleyince hepsi birlikte rüku
halindeyken Kabe'ye yöneldiler.
Ayetlerin oluşturduğu
atmosfere yukarıda geçen hadisler işaret eder gibidir. Bölümün "istikbal
edatı" ile başlaması, yahudilerin zihin bulandırıcı, kuşku uyandırıcı girişimlerinin
beklendiğini göstermektedir. Bu durum, ilk etapta da fark edildiği gibi, ayetler
grubunun kanıtlar, gerekçeler, vurgular ve kalpleri tatmin edici duyurular
içermesini açıklamaktadır. Bununla yahudilerin kıble değişiminin ardından
eleştirilere, zihin bulandırıcı kuşkular yaymaya yeltendikleri ihtimalini
geçersiz kılmayı amaçlanıyoruz. Grubun "istikbal edatı" ile başlaması
ayrıca "birtakım beyinsiz insanlar..." diye başlayan ayetin
"biz senin yüzünü..." diye başlayan ayetten önce yer almış olması
buna engel oluşturmaz. Çünkü ayetler sağlam bir bütünlük oluşturuyor.
Tabresi'nin rivayetine
göre Peygamberimiz Mekke'deyken Kabe'ye dönerek namaz kılıyordu. Medine'ye
hicret edince yüzünü Mescid-i Aksa'ya döndürdü. Amaç müslü-manlarla puta tapma
esasına dayalı ibadetlerini Kabe'ye dönerek icra eden müşrikleri birbirinden
ayırmaktı. Yahudiler bundan memnun kaldılar. Peygamberimizin ve müslü-manların
kendi kıblelerine dönerek namaz kılmalarını, kendilerinin doğru yol üzere olduklarının
bir itirafı ve Peygamber (s)'le müslümanlann hidayetlerinin asıl kaynağının
kendi hidayetleri olduğunun göstergesi olarak değerlendirdiler. Zcmahşeri,
Peygamberimizin Medine'ye gelirken, yahudilerin kalbini İslam'a ısındırmak
amacı ile Kabe yerine Mescid-i Aksa'ya dönerek namaz kılmaya başladığını
rivayet eder.
Bu iki rivayetin sahih
olmamasını gerektiren bir neden yoktur. Aynca rivayetler birbirleri ile de
çelişmiyorlar. Peygamberimizin Mescid-i Aksa'ya yönelmesi, her iki se-bebten
dolayı da olması muhtemeldir. Yahudiler ona ve müslümanlara karşı reddedici,
çalışmalarını sabote edici ve zihinleri bulandırıcı bir işe girince sonra ona
ve müslümanlara karşı kibirlenmeye, büyüklük taslamaya kalkışınca, bu durum
hem Peygamberimize, hem de müslümanlara ağır geldi. Bu yüzden Peygaberimizin
kalbinde kıble değişikliğine ilişkin bir arzu uyandı. Öte yandan yahudiler de
can sıkıcı davranışlarını arttırarak devam ettiriyorlardı. Bu yüzden
Peygamberimiz kıble değişikliğini öngören bir Rabbani vahyin inişinin
beklentisi içindeydi. Üçüncü ayetle birlikte işaret ettiğimiz rivayetler bu
değerlendirmeyi genel olarak destekler mahiyettedir. Buna ilaveten şunu da
söyleyebiliriz: Peygamberimizin yahudilerden yana canı sıkılınca ayrıca iman
edeceklerine ilişkin ümidini de yitirince onların kıblelerine yönelerek namaz
kılmasının Araplara yönelik davetinin etkisini azaltıcı rol oynadığını gördü.
Tekrar ilk kıblesine yönelmesi Arapların kalbini İslam'a ısındıracaktı. O
Arapların derinden bağlı bulundukları, saygı besledikleri Allah'ın evi Kabe'nin
Araplar arasında birlikteliğin sembolü olduğunu biliyordu. Araplar topluca
Kabe'ye hac ziyaretinde bulunuyor ve hac mevsimine özgü ibadetleri ortaklaşa
icra ediyorlardı. Bütün bu olgular, Peygamberimizin yüce Allah'tan yüzünü kıble
olarak Kabe'ye döndürmesi temennisinde bulunmasında etkili olmuştur."
"Öyle ki insanların size karşı bir delilleri olmasın" (Bakara, 150)
cümlesi ile bu yorum arasında bir bağlantı kurulabilir.
İmam Buhari[177]
"Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir" ifadesi ile ilgili olarak
şöyle der:
"Bazı
müslümanlar: Ya Rasulullah, Kudüs'e yönelerek namaz kılıp da ölen kardeşlerimizin
durumu ne olacaktır? diye sordular, bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti
indirdi. Yine bu olayla ilgili olarak tefsir bilgileri[178]
şöyle rivayet ederler: Yahudiler müslümanlara dediler ki: Kudüs'e dönerek
kıldığınız namazlardan haber verin. Eğer bu hareketiniz doğruysa, şu anda
doğrudan dönmüş bulunuyorsunuz. Yanlış idiyse, uzun bir süre yanlış bir şekilde
Allah'a ibadet etmiş oluyorsunuz. O zaman ölenleriniz yanlış üzere Ölmüşlerdir.
Bu rivayetle hadis
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü sözkonusu soruyu gelip Rasu-lullah'a soran
müslümanlann bunu yahudilerin kuşku uyandırma amaçlı telkinlerinin etkisinde
kalarak sormuş olmaları mümkündür.
Yahudiler kıble
değişikliği ile yedikleri manevi darbenin etkisiyle eleştiri, kuşku uyandırma
amaçlı telkinlerle zehir saçmaya başladılar.
Taberi "Senin
üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde
gerisin geri dönenlerden ayırdetmek içindir. Doğrusu bu Allah'ın hidayete ilettiklerinin
dışında kalanlar için büyük bir yüktür" ifadesiyle ilgili olarak şöyle
der: Kıble değişikliği nedeniyle bazı müslümanlar irtidat ettiler ve birçok
münafık da iki yüzlülüğünü ortaya koyarak şöyle dediler: "Muhammed'e
neler oluyor, bir o yana, bir bu yana döndürüyor yüzümüzü?". Müşrikler de:
"Muhammed ne yapacağını şaşırdı" dediler. Müslümanlar ise:
"Önceki namazlarımız boşa gitti" diye hayıflandılar. Böylece kıble
değişikliği bir sınama aracı oldu ve mü'minlerin ihlasım ortaya koydu.
Şunu da belirtelim ki;
sınama, eski kıble ile ilgiliydi, yeni kıble ile değil. Ayetin ifade tarzından
algıladığımız kadanyla, müslümanlar Kudüs'e yönelerek namaz kılmaktan bir parça
rahatsızlık duyuyorlardı. Yüce Allah kıble değişikliğine ilişkin emrini indirince,
vahyin inişine esas oluşturan hikmet, ayetteki ifadelerin bir uyarı niteliğinde
yer almasını öngördü. Müslümanlann bu rahatsızlıklarının sebebi, yahudilerin
kendi kıblelerine yönelinmesini bir övünç vesilesi gibi algılamaları olabilir.
Eski zamanlardan beri, Hac yerleri olan bu mekanın kıbleleri olmasını arzu
ediyorlardı. [179]
Bu noktada, kıble
değişikliğinin islam çağrısı ve İslam tarihi bağlamında icra ettiği rolün
önemine İşaret etmemiz bir zorunluluktur. Tabir yerindeyse, bu olaydan sonra,
İslam çağrısı bağımsız bîr kişilik kazanmıştır. Mescİd-i Aksa'ya dönüp namaz
kılma, belli oranda, Ehli Kitab kişiliği ekseninde, ufkunda kaynaşmaya,
karışmaya yol açıyordu çünkü. Kabe'nin kutsallığı ölümsüzleşmiş oldu. Yeni
dinsel hayatlarında da, yarımadanın dört bir yanındaki Arapların en güçlü, en
saygın ve en gerekli kıblegâhları oldu, tıpkı önceki dinsel hayatlarında
olduğu gibi. Ayrıca farklı renklere, farklı ırklara ve farklı memleketlere
sahip tüm müslümanların da kıblesi ve manevi birliklerinin sembolü oldu. Bu
aynı zamanda Hac ve Kabe ekseninde gerçekleştirilen özel ibadet şekillerinin
korunacağının bir ifadesiydi. Nitekim bu ibadetler, her türlü puta tapıcılık
şaibesinden ve görüntüsünden arındırıldıktan sonra İslam'ın esaslarından biri
olarak benimsendi. [180]
Kıble değişikliği
bağlamında bir diğer önemli sorun baş göstermektedir. Şöyle ki: Rivayetlerde
"Allah imanımızı boşa çıkaracak değildir" cümlesinin mü'minlerin
endişelerini gidermeye dönük olduğundan söz ediliyor. Çünkü, daha önce ölen
yakınlarının işledikleri ibadetlerin boşa gitmiş olmasından endişe
duyuyorlardı. Öte yandan yahudiler de onların bu endişelerini kamçılayacak
şekilde "Eğer siz Mescid-i Aksa'ya yönelmekle bir hata işliyor idiyseniz,
bu demektir ki, geçmişte işlediğiniz ibadetler boşa gitmiştir. Yok eğer
"Mescid-i Aksa'ya yönelmeniz doğru idi" diyorsanız, bu durumda bundan
sonraki ibadetleriniz boşa gidecektir" diyorlardı. Ayetin ifade tarzından
da bu anlaşılı- . yor ve aynı zamanda mü'minlerin dikkati şu gerçeğe çekiliyor.
"Sizin daha önce yöneldiğiniz kıble, bir sınama aracıydı". Bu
demektir ki, ayet-i kerime, kıble değişikliği gerçekleştikten sonra inmiştir.
Aynı değerlendirme 142. ayet için de geçerlidir. Çünkü rivayetlerde, bu
ayetin, yahudilerin kıble değişikliğinin nedenlerini soruşturmalarının, bu
bağlamda müslümanlann zihinlerini bulandıracak kuşkular yaymalarının ardından
indiği belirtilir. Dolayısıyla iki ihtimal var: Ya bu iki ayet, kıble
değişikliğinin ardından inmiştir. Bu nedenle bölümü oluşturan ayetler arasında
düzenleme açısından bir takdim ve tehir sözkonusudur. Ya da bütün ayetler,
kıble değişikliğinden sonra inmişlerdir. Dolayısıyla yahudilerin eleştirilerine
cevap vermek, zihin bulandırıcı desiselerini etkisiz hale getirmek, Hz.
Peygamber ve müslümanlann endişelerini gidermek, inançlarım pekiştirmek ve
kıble değişikliğinin gerekçelerini anlatmak amaçlanmıştır.
106. ayetten sonraki
ayetlerin akışını göz önünde bulundurduğumuzda, bu ikinci ihtimali tercih
etmek durumunda kalıyoruz. Bu akışın kapsamında yer alan ayetlerin, kıble
değişikliği ile, bu değişikliğin gerekçelerini gözler önüne serme ile ve
yahudilerin eleştirilerine cevap verip beyinsizliklerini ortaya koyma ile
ilintili olduğuna ilişkin düşüncemizi daha önce belirtmiştik.
Eğer bu
değerlendirmemiz isabetli ise bu durumda başlangıçta Kıble değişikliğinin Kur'an'da
yer almayan ilahi bir ilham sonucu gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Söz konusu
değişikliğin Peygamberimizin (s) öğle ya da ikindi namazını kıldığı sırada
gerçekleştiğini ifade eden rivayet de bu görüşü pekiştirici niteliktedir.
Gördüğümüz kadarıyla bu görüşle daha önce sunduğumuz ve Buhari'nin Berra'dan
rivayet ettiği hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü kıble değişikliği namaz
esnasında Peygamberimize ilham edilmiş, ardından Kur'an ayeti inmiş olabilir.
Buhari'nin İbn-İ Abbas'tan rivayet ettiği hadiste "Allah, imanınızı boşa
çıkaracak değildir" cümlesinin mü'minlerin endişelerine dönük olması ile
ilgili durum, ayrıca müslümanlann geçmişteki ibadetleri hususunda birtakım
endişelere kapılmaları da kıble değişikliğinden sonra sözkonusu olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de
Peygaberimize önceden bazı ilham edilen işaretleri sonradan pekiştirmek ve
gerekçelendirmek üzere ayetler indiğine ilişkin birçok örnek vardır. Bunun en
belirgin örneklerinden biri Bedir savaşı ve bu savaşı değerlendirmek üzere inen
ayetlerde yer alan şu ifadedir: "Hani Allah, iki topluluktan birinin
muhakkak sizin olacağını va'detmişti" (Enfal, 7). Bedir savaşının
değerlendirmesi niteliğindeki Enfal sûresinin tefsiri kapsamında
açıklayacağımız gibi böyle bir vaad Kur'an'da yer almamaktadır. Bir diğer örnek
de Peygamberimizin Kabe'ye Hudeybiye barışı ile sonuçlanan bir ziyarete karar
vermesidir. Çünkü bu karara işaret eden ve gerekçelerini sunan Fetih sûresi Hudeybiye
barışından sonra inmiştir[181].[182]
"Böylece biz
sizi, insanlara örnek olmanız için orta ümmet kıldık..." Müfessirler[183]
bazı rivayetlere de dayanarak bu ayetin, Kıyamet gününde gerçekleşecek bir
duruma işaret ettiğini söylemişlerdir. O gün Peygamberimiz müslümanlar hakkında
şahitlikte bulunacak ve Allah'ın mesajını onlara ilettiğini söyleyecek,
müslümanlar da bu mesajın kendilerine iletildiğini doğrulayacak sonu diğer
insanlara ulaştırdıklarım söyleyeceklerdir. Ayet-i kerime bu ihtimali
dışlamıyor; ancak bize öyle geliyor ki ayetin ifade tarzı ve atmosferi Allah'ın
İslam davetine gösterdiği özeni anlatmayı vurgulamaya yöneliktir. Bu davet
izleyicilerine birtakım sorumluluklar yüklemektedir. Onları dünya milletleri
arasında önemli bir güç merkezi haline getirmektedir. Ayette vurgulanmak
istenen budur. İslam ümmetinin "orta ümmet" olma özelliği adaleti
gözeticiliği, fazileti, insanlığa örnek oluşturacak bir adil yönetim merkezi
konumunda oluşu, İslam mesajının esasını oluşturan temellere, prensiplere,
stratejilere ve direktiflere dayanmaktadır. Bu özelliğiyle İslam çeşitli
dinlerin Allah inancı ile bağlantılı olarak yaşadığı sorunları, açmazları,
ihtilafları ve çelişkileri çözüme kavuşturmuştur. Bu özelliğiyle İslam,
insanlığın önüne geniş ufuklar açmıştır. Hiçbirşey insanı hak, adalet sınırları
içinde, günahtan, hayasızlıktan ve münkerden uzak bir şekilde hareket etmekten
alıkoyamaz halgelmiştir. Bu özelliğiyle İslam insanı eşyanın tabiatı ile
evrensel kozmik sistem ile ifrat ve tefritten, aşırılıktan uzak akıl ve
mantığın gerekleri ile buluşturmuş, barıştırmış, uz-laştırmıştır. Bu
özelliğiyle İslam, bütün zamanlara ve mekanlara uygundur. Evrenselliğe ve ölümsüzlüğe
adaydır. Bir çok ayette İslam'ın bu niteliğine işaret edilmiştir. Bunlardan
biri de Fetih süresindeki şu ayettir: "Ki o, elçisini hidayetle ve hak din
ile diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah
yeter" (Fetih, 28).
"...Elçi sizin
üzerinize sahİd olsun. Siz de İnsanlar üzerine şahidler olasınız..." cümlesini
içeren Hac sûresinin son ayeti ile ilgili açıklamamızda, burada Arapların
kastedildiğini söylemiştik. Kanıt olarak da ayette ki, Araplara ataları
İbrahim'le aralarındaki kan bağına işaret edilmiş olmasını göstermiştik.
İncelemekte olduğumuz ayetler grubunda yer alan 151. ayetin içerdiği
"Öyle ki size, kendimizden bir elçi gönderdik" cümlesi. 143. Ayette
yer alan "Böylece biz sizi insanlara şahid olmanız İçin orta bir ümmet
kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahid olsun" cümlesi ile Arapların
kastedildiğinin kanıtıdır.
Hac sûresinin ilgili
ayetini tefsir ederken, bunun Önemine ve kapsamına işaret ettik. Söz konusu
değerlendirmemizi bir kez daha yenileme gereğini duymuyoruz. [184]
"Öyle kî kendi
içinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak size Kitap ve Hikmeti
öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik".
Ayet-i kerime yüce
Allah'ın Peygamberimize tabileri ile ilgili olarak yüklediği görevi
açıklamakta ve etkileyici bir ifade tarzıyla bu görevin Önemine dikkat
çekmektedir. Buna göre yüce Allah Peygamberimize, tabilerine ayetlerini
okumasını, kitabın içeriğini anlamalarım sağlamasını, nefislerini ve kalplerini
arındırmasını, eğitim, yol göstericiliği ve sünneti ile örnek olmasını
emretmiştir. Davranışları, tasarrufları ve diğer işleri bağlamında doğru, hak
ve hayır niteliğine haiz olanı yani hikmeti öğretmesi direktifini vermiştir.
Bu ifade, sözkonusu
hususların tümünün Peygamberimizden öğrenilmesine, onun öğretisi doğrultusunda
hareket edilmesine ilişkin imani bir yükümlülük de içermektedir. Buna göre
peygamberden öğrenilmesi gereken bu öğretiler, onun risaletinin ayrılmaz
parçalandır. Mü'minler, bu çizgiden sapmamak durumundadır.
Bunun gerekliliğini
açık bir dille vurgulayan birçok ayet vardır. Bunlardan biri Al-i imran
sûresinde yer alan şu ayettir: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana
uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır,
esirgeyendir." (Al-i imran, 31) Bir diğer örnek Nisa sûresinde yer alan şu
ayettir: "Kim Rasule" ilaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiş
olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine koruyucu
göndermedik" (Nisa, 80). Bir de Haşr sûresinde yer alan şu ayet örnek
verilebilir:"Rasuf size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakmdırısa
artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli
olandır" (Haşr, 7)
Müslümanlara, üzerinde
ihtilafa düştükleri meselelerin çözümü için Allah'a ve Ra-sulüne başvurmaları
emredilmiştir: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve
sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık
onu Allah'a ve elçisine döndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız.
Bu hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir" (Nisa,59). Bu bağlamda yüce
Allah'ı Kur'an-ı Kerim temsil etmektedir. Peygamberimizi de hem hayatında hem
de ölümünden sonra, sözlü ve fiili sünneti temsil etmektedir.
Güvenilir ravilerin
aktardıkları sahih hadisler bu gün elimizde bulunan müsnedlerde bir araya
getirilmiştir. Bu arada çeşitli sebeplerle Peygamberimize mal edilen uydurma
hadislere de dikkat çekilmiştir. Sahih hadisler içeren sünenlerde çeşitli
alanlara ilişkin göz kamaştırıcı öğretiler, telkinler, yo] gösterici
açıklamalar, hikmetli sözler yer almaktadır. Bunlar genel olarak Kur'an'ın
içerdiği prensipler, direktifler, açıklamalar ve stratejilerle de
uyuşmaktadır.
Bu tavsiye ve
direktifleri direkt Peygamberimizden alan kuşak içinde birçok erkek ve kadın
ahlâk, akıl, takva, cihad, ufuk genişliği, adalet ve iyilik bakımından kemal
zirvelerine ulaştılar. Tarih içinde eşine rastlanmayan ideal şahsiyetler
haline geldiler. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Mekke ve Medine inişli
birçok ayette Allah'ın övgüsüne mazhar oldular.
Kur'an'da ve sahih
sünnette ifadesini bulan öğretiler uyarınca hareket eden her müs-lüman kuşak ve
müslüman toplumun bu düzeye ulaşması doğaldır,
[185]
153- Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım
dileyin. Gerçekten Allah sabredenlerle beraberdir.
154- Ve
sakın Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin; hayır onlar
diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.
155- Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir
parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle İmtihan edeceğiz. Sabır
gösterenleri müjdele.
156- Onlara bir musibet isabet ettiğinde derler
ki: Biz Allah'a aİtiz ve şüphesiz O'na dönücüleriz,
157-
Rabierİnden bağışlanma ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de
bunlardır.
1)
Müslümanlar başlarına gelebilecek musibetlere karşı sabır ve namazla yardım dilemeye
teşvik ediliyorlar.
2) Yüce
Allah'ın sabredenlerle beraber olduğu, onlara yardım ettiği, onlara destek
olduğu vurgulanarak mü'minlerin endişeleri gideriliyor.
3) Allah yolunda öldürülenlere"ölüler"
dememeleri hususunda uyanlıyorlar. Yaşadıkları hayatın mahiyetini
kavrayamazlarsa da, Allah yolunda Öldürülenlerin diri oldukları vurgulanıyor.
4) Yüce
Allah'ın korku, açlık, mal ve can zayiatı gibi musibetlerle kendilerini sınava
tâbi tutacağı belirtilerek, Peygamberimizden sabredenleri müjdelemesi
isteniyor. Bunlar sınama esnasında kararlılık gösterirler, musibetlere karşı
sabrederler, bütün işlerin akibetinin Allah'a bağlı olduğunu ilan ederek O'nun
gerçek Rableri olduğunu ifade ederler. Dönüş O'nadır, mülkün egemenliği O'nun
elindedir. Karşılaştıkları her musibet anında bu bilince sahip olduklarını
ortaya koyarlar. Bundan dolayı yüce Allah onların bağışlanma ve merhameti
hakketttiklerini, ilahi berekete kavuşacaklarını, Allah'ın yol göstericiliği
ile hidayet üzere olduklarım vurguluyor.
İçeriklerine, bakacak
olursak ayetlerin yeni ve bağımsız bir bölüm oluşturdukları görülecektir; konu
itibariyle önceki ayetlerin akışı ile bir bağlantıları sözkonusu değildir.
Sûrenin giriş kısmında açıkladığımız gibi bu husus Bakara sûresinde ve Medine
inişli öteki uzun sûrelerde yinelenmiştir. Bununla beraber, bu bölümün
müslümanlara tıitab eden, Allah'a şükretmelerini, nankörlük etmemelerini
emreden, Allah'ın nimetlerinin tamamlanacağı va'dinde bulunan ayetler
grubundan hemen sonra yer almasının bir hikmeti vardır. Eğer bu varsayımımız
doğruysa -ki biz doğru olmasını umuyoruz- budurumda, Medine inişli sûrelerin
düzenleniş yönteminin bir Örneği ayet grublannın bir münasebetle peşpeşe
sıralanıştan yani ile karşı karşıyayızdır. Ama bu varsayım, incelemekte
olduğumuz grubun Önceki ayetler grubundan hemen sonra inmiş olması ve Peygamberimizin
emriyle buraya yerleştirilmiş olması ihtimalini ortadan kaldırmaz. [186]
"Ey iman edenler,
sabırla ve namazla yardım dileyin..." (153-157) Müfessirler[187]
yukarıdaki ayetlerin Bedir ve Uhud şehidlerinden dolayı müslümanla-rın içine
düştükleri üzüntülü halini gidermek, onları teselli etmek amacı ile indiklerini
söylemişlerdir. Ayetlerin akışından onların gerçekten bazı arkadaşlarını şehid
veren müslümanları teselli etmek, morallerini düzeltmek üzere indikleri
anlaşılmaktadır. Ancak müslümanlann Bedir savaşında zafer kazandıklarını,
Allah'ın yardımıyla büyük bir sevinç yaşadıklarını, ayrıca adı geçen savaşla
ilgili gelişmelerin Enfal sûresinde ele alındığını öte yandan Uhud Savaşı bu
savaş sonrasında müslümanlann çektikleri acı veren gelişmelerin Al-i İmran
sûresinde incelendiğini göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu ayetlerin
sözkonusu iki savaştan biri ile ilgili olmasına ilişkin ihtimal hakkında
tered-düte düşmemiz gündeme geliyor. Bize öyle geliyor ki, bu ayetler,
Hicret'ten hemen sonra ve Bedir savaşından Önce, mü'minlerle Kureyşliler
arasında meydaria gelen bir çatışmada bazı müslümanların şehid düşmeleri
üzerine inmişlerdir[188]. Az
sonra ele alacağımız gibi Bakara sûresinde bu olaylara değinen ayetler yer
almaktadır.
Ayetler henüz hicret
etmiş bulunan ilk mü'minleri teselli edici bir işlev görmelerinin yamsira bütün
zamanlan kuşatıcı evrensel mesajlar da içermektedir.
Buna göre, müslümanlar
her an için, Allah yolunda çeşitli zorluklarla, musibetlerle, meşakkatlerle,
cana ve mala yönelik zaiyatlarla, yoksullukla, korku ve açlıkla karşılaşabileceklerinin
bilinci içinde olmalıdırlar. Allah onların omuzlarına İslam davasını yüklemiştir,
İslam sancağını kendilerine teslim etmiştir. Bütün insanlan sırf Allah'a kulluk
etmeye güzel ahlaka, hakkı desteklemeye ve batılla savaşmaya, zulmü,
azgınlığı, haksızlığı bertaraf etmeye, marufu emredip münkeri yasaklamaya,
gizli açık her türlü hayasızlıktan uzak durmaya, iyilik yapmaya, şefkatli
olmaya, dayanışmaya, eşitliğe, özgürlüğe ve kardeşliğe davet etmekle
yükümlüdürler. Bu önemli misyonu yerine getirirlerken, başlarına gelen
musibetleri hoşnutlukla, iç huzuruyla ve sabırla karşılamak durumundadırlar.
Çünkü Allah, sabır gösterenlerle beraberdir: onlara yardım eder. Böyle bir
zorluk karşısında Allah'a ibadet ederek, O'nu zikrederek, kendilerini görüp gözettiğini
düşünerek, herhâlukârda kendilerini O'na teslim ederek yardım istemelidirler.
Bu onlara manevi bir kuvvet kazandıracaktır; tahammül güçlerini arttıracaktır.
İç huzura ermelerine yardımcı olup Allah'ın hoşnutluğuna, rahmetine,
bereketine, bağışlamasına ve hidayetine mazhar olmalarını sağlayacaktır. Bu
yüzden böylesine yüce bir amaç uğruna öldürüleni "Ölü" sanmalan doğru
olmaz. Tersine Allah yolunda öldürülenler diridirler. Ama yaşadıkları hayatın
mahiyetini, niteliğini kavrayamazlar.
Allah yolunda
Öldürülenlerin yaşadıkları hayatın mahiyetine gelince en iyisi Kur'an'ın
açmadığı bir meseleye girmemek, ne bir eksik ne bir fazla Kur'an'da anlatılanlarla
yetinmektir. Üstelik Kur'an ayeti, insanların bu hayatı kavramalannın mümkün
olmadığım dile getirmektedir. Bununla beraber, Kur'amn ifade tarzında enteresan
bir işaret vardır: Allah yolunda şehid düşene "ölü" demek doğru
değildir. Çünkü normal bir şekilde ölen bir kimsenin hayatla bağlantısı kesilir
ve bu yüzden ona "ölü" denir. Oysa Allah yolunda şehid olanlar,
sürekli olarak gayb âleminde, Allah'ın hoşnutluğundan ve bağışlanılan
yararlanırlar. Bunun yanında geride kalanlar nezdinde de iyilikle hatırlanırlar.
Hiç kuşkusuz bunlar insanı Allah yolunda mücadele etmeye, hak mesajı yüceltmeye,
zulme ve azgınlığa savaş açmaya teşvik eden, motive eden etkileyici olgulardır.
Ayetlerin sabır ve
sabredenlere ilişkin ifadesi güçlü ve etkileyicidir. Mekke inişli sûreleri
incelerken, çeşitli münasebetlerle vurguladığımız bir gerçeği pekiştirici
niteliktedir. Demiştik ki: Kur'an-ı Kerim, mü'min ruhlara sabır meziyetini
yerleştirmek, mü'minleri sabır göstermeye teşvik etmek, çeşitli zaaflardan
kaynaklanan endişelerini giderip iç huzura ermelerini sağlamak, Allah yolunda
hak mesaj uğrunda eziyetlere tahammül gösterecek karekterde olmalarını manevi
zeminim oluşturmak hususunda büyük özen gösterir. Böylece diğer birçok konuda
olduğu gibi bu konuda da Mekke inişli ayetlerle Medine inişli ayetlerin
paralellikleri belirginleşmiş oluyor. [189]
158-
Şüphesiz "Safa" ile "Merve"[190]Allah'ın
işaretlerin-dendir. Böylece kim Kabe'yi hacceder veya Umre yapar-sa[191]
artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur'[192].
Kim de gönülden bir hayır yaparsa karşılığını alır. Şüphesiz Allah, şükrün
karşılığını verendir, bilendir.
Ayet-i kerime Safa ile
Merve arasındaki sa'yin Allah'a sunulan ibadetler kapsamında bir şiar olduğunu
ve hac mevsiminde veya başka bir zamanda Umre amacı ile bir kimsenin bu iki
tepeyi tavaf etmesinin bir sakıncasının olmadığını vurgulamaktadır. Allah
gönülden hayır işleyenlerin, ibadet, şiar ve hayır amel hususunda istenenden
fazlasını yapanın karşılığını eksiksiz verir. O, insanların niyetlerini ve
maksatlarını bilir. [193]
"Şüphesiz, Safa
ile Merve Allah'ın ݧaretlerindendir..,"
Müfessirler[194]
Safa ve Merve tepelerinin cahiliye döneminde tavaf edilen kutsal yerler
arasında yer aldıklarını söylerler. Bunlardan birinin Üzerinde "İsaf
diğerinin üzerinde de "Naile" isimli bir put bulunuyordu. Araplar bu
putların yanında kurbanlar adıyor, tavafları esnasında bu putlara el
sürüyorlardı. Bazı müslümanlar, müşriklerin bu davranışlarından dolayı
sözkonusu iki tepeyi tavaf etmenin sakıncalı olacağını düşünüyordu. Bir kısmı
gidip bunun hükmünü Rasulullah'tan sorunca da yukarıdaki ayet nazil oldu. Bir
diğer rivayette[195]
Medinelilerin Hac için "Müşellel" adı verilen bir yerden tehlile
başladıkları ve Safa ile Merve tepelerini tavaf etmenin kendilerine vacip
olmadığına inandıkları belirtilir. Bİr başka rivayette[196] ise
Tihamelilerin Safa ve Merve tepelerini tavaf etmediklerinden söz edilir. Bunun
üzerine, Safa ve Merve tepelerini tavaf etmenin Allah'a yönelik ibadetin
işaretlerinden olduğunu vurgulamak üzere yukarıdaki ayetin indiği ifade edilir.
Ayetin ifade tarzından
algıladığımız kadarıyla amaç; insanları bu iki tepeyi tavaf etmeye teşvik
etmek ve bunları tavaf etmenin bir sakıncasının olmadığını vurgulamaktır.
Ayet-i kerimenin İslam'dan sonra sorulmuş bir soru ya da sözkonusu iki tepeyi
tavaf etmekten kaçınanların çıkması üzerine inmiş olması da ihtimal
dahilindedir. Yine ayet-i kerimenin ifade tarzından algıladığımız kadarıyla
Safa ve Merve tepelerini tavaf etmek, Arapların çoğu nazarında hac ve umrenin
temel uygulamaları arasında yer alıyordu. Müfessirler konuya ilişkin birçok
rivayet aktarmışlardır. Bunlara göre Safa ve Merve tepelerini tavaf etmenin
öncesi, İsmail ve annesinin Mekke vadisine yerleştirilmelerine dayanıyor. Bebek
İsmail susayınca annnesi Safa ve Merve tepeleri arasında yavrusu için su
aramaya başlar. Sonunda Allah zemzem suyunu çıkarır. Tercih edilen görüşe göre
bu olay[197] Araplar arasında dilden
dile dolaşıyordu. Ve yine bu söylencenin arka planında Safa ve Merve tepelerini
tavaf etmenin İbrahim ve İsmail peygambere dayandığını vurgulama amacı yattığı
da anlaşılmaktadır.
Şayet Hac sûresinde
hac ve umre ibadetlerini içeren ayetlerin Medine inişli olduklarına ilişkin
görüş doğru ise bu demektir ki, yukarıdaki ayet, hac ve umre menasikini ele
alan İlk ayetlerdir. Maide sûresinde de benzeri ayetler bulunmaktadır. Al-i
İmran sûresinde yer alan bir ayette ise imkan bulan herkese hacca gitmenin
farz olduğu belirtilmektedir. Bu ayetlerin tümü Mekke'nin fethinden önce
inmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, müslümanlar arasında mevsimi gelince hacca
giden ya da hac zamanının dışında Mekke'ye gidip umre yapan kimseler vardı.
İncelemekte olduğumuz
ayetle ilgili rivayetlerin birinde[198]
sözkonusu ayetin Hicretin altıncı yılında gerçekleşen Hudeybiye barış
antlaşmasına binaen Peygamberimizin ve müslümanlann Hicretin yedinci yılında
Mekke'nin fethinden önce Mekke'yi ziyaret etmeleri esnasında indiği
belirtilir; ancak ayetin bulunduğu yer, bu rivayeti doğrulama-maktadır. Çünkü
ayetin, Medine döneminin başlarında indiği anlaşılmaktadır. Putperestlik
alametlerini barındırıyor diye, Safa ve Merve tepelerini tavaf etmekten kaçınan
bir müslümanın sorusu üzerine indiği böylece anlaşılmaktadır.
Tıpkı önceki ayetlerde
olduğu gibi bu ayette de hitabın müslümanlara yönelik olması ayetin buraya
yerleştirilmesinin nedeni olabilir. Bir diğer nedeni de ayetin kendisinden
önceki ayetlerden hemen sonra inmiş olması ihtimalidir.
Hac sûresini
incelerken cahiliye döneminde bilinen ve uygulanan hac ibadet ve işaretlerinin
olduğu gibi İslamda da sürdürülmesinin hikmetini açıkladık; bu yüzden oradaki
açıklamamızı yineleme ya da ek açıklamalarda bulunma gereğini duymuyoruz. [199]
159-
Gerçekten apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitapta
açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lanet eder,
hem de bütün lanet ediciler.
160- Ancak
tevbe edenler, kendilerini düzeltenler ve indirileni açıklayanlara gelince;
artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim,
esirgeyenim.
161 -
Şüphesiz inkar edip kafir olarak ölenler, Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti bunların üzerinedir.
162- Onda
süresiz kalacaklardır, onlardan azab hafifletilmez ve onlar gözetilmezler.
Ayetlerde, Allah'ın
indirdiği apaçık belgeler ve peygamberlerine vahiy yoluyla indirdiği
kitaplarının içerdiği yol gösterici kanıtlan gizleyenlere yönelik oldukça sert
ifadelerle hücum ediliyor. Ancak bu tür davranışlarından tevbe edenler,
hatalarını telafi edenler bu kapsamın dışında tutuluyorlar: Allah onların
tevbelerini kabul eder. Ayetlerin açık ve net ifadeler içerdiği
gözlemlenmektedir.
Ayetlerin ayrı bir
bölüm oluşturdukları görülmektedir. Müfessirler nüzul sebebi ile ilgili
herhangi bir rivayete yer vermezler. Sadece İbn-i Abbas'a ve başkalarına dayanarak
bu ayetlerin yahudi bilginler hakkında indiğini söylemişlerdir[200].
Bir diğer grup da bu ayetlerin yahudi ve hristiyan bilginleri hakkında indiğini
ileri sürmüştür; kitaplarında peygamberimizin nitelikleri ile ilgili bilgileri
gizleyen ve onun risaletini inkar eden onlardır.
Konu itibariyle doğru
bir görüştür. Çünkü Ehli Kitab içinde kinlerini ve çıkarlarını yenemeyen bazı
kimseler Peygamberimizin sunduğu mesaja karşı çıkmışlardır. Oysa
Peygamberimizin vasıflarını, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de okuyorlardı,
getirdiği kitabın kendisinden Önceki kitapları ve peygamberleri doğruladığını
tıpkı diğer ilahi dinler gibi insanları hakka çağırdığını biliyorlardı. Onun
getirdiği kitabın ellerindeki kutsal kitapların tahrif edilmiş kısımlarını
düzelttiğini de görüyorlardı. Daha önce çeşitli münasebetlerle değindiğimiz
gibi kinlerinden soyutlanan, kişisel çıkarlarından vazgeçebilen birçok Ehli
Kitab bilgini, Peygamberimize ve onun sunduğu hak içerikli mesaja inanmıştır.
İnanmayanları da yukandakine benzer hücumları hakketmiştir. Ne varki biz bu
ayetlerin Özellikle yahudiler hakkında indiğini düşünüyoruz. Kıble
değişikliğini konu alan ayetler grubu, önceki ayetler grubundan ayrı olarak
oğullarını tanır gibi tanıdıkları gerçeği gizleyen yahudilere sert eleştiriler
yöneltiyordu. Dolayısıyla eleştiriye hedef olan konunun aynılığı bizim
değerlendirmemizi destekler mahiyettedir. Bu ayetlerden az sonra yemesi
yasaklanan hayvanları konu alan ayetler yer alacaktır ve bir kere daha Allah'ın
kitabındaki ayetleri gizleyenlere ağır eleştiriler içeren bir hücum
yöneltilecektir. Buradan sözkonusu iki ayet grubu arasında bir bağlantı olduğu
sonucu çıkarılabilir.
Bir diğer ihtimal de
bu ayetlerin Safa ve Merve tepelerinin tavaf edilmesine ilişkin ayetlerden
hemen sonra inmesi ve şimdiki yerine yerleştirilmiş olmasıdır.
Bu ayetler, daha önce
defalarca vurguladığımız bir gerçeği pekiştiriyor: Kafirlere yönelik bu tür
sert saldırılar katı kalplilikle, kör ve basiretsizlikle, imansızlıkla nitelemeler,
o anki pratik durumlarını yansıtmaktadır ve bu değerlendirme, ölene kadar bu niteliklerini
sürdürenler için geçerlidir.
İncelemekte olduğumuz
bu ayetler grubu evrensel bir mesaj içermektedir: Bir alim, Allah'ın dinine
ilişkin olarak sahip bulunduğu bir bilgiyi ve bir başkasının hidayetine sebep
olabilecek bir açıklamayı gizlerse, laneti hakeder. Daha sonra Allah'tan korkup
tevbe ederse, yüce Allah onun tevbesini kabul eder. Ayetlerin içeriğinden ve
ruhundan algıladığımız kadanyla Allah'ın dinine ilişkin bilgileri gizlemek,
örtbas etmek küfürdür. [201]
163- Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O'ndan başka
ilah yoktur; O, Rahmandır, Rahimdir.
164- Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında
gece ile gündüzün ardarda gelişinde, İnsanlara yararlı şeyler ile denizde
yüzen gemilerde,Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra
dirilttiği suda her canlıyı orada üretip yaymasında, rüzgarları estirmesinde,
gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir
topluluk için gerçekten ayetler vardır.
Her iki ayet de açık
ve anlaşılır ifadelere sahiptir. Tüm varlıkları kuşatan evrensel rahmet
niteliğine sahip ulu Allah'ın birliğini vurgulamaya dönüktürler; tekliğinin ve
birliğinin kanıtlarını içermektedirler; göklerde ve yerde yürürlükte olan
evrensel yasalar sisteminin buyruğuna boyun eğmesine layık tek ilah olduğunu
vurgulamaktadırlar. Ayetlerin bu amaçla sunduğu evrensel fenomenler, göz
kamaştırıcı ayetler, dinleyicilerin dikkatini çekmektedir. Ki bunların bir
çoğundan büyük çıkarlar sağlamaktadırlar; ancak akıl sahipleri bu inceliği
kavrayabilir.
İçerik ve amaç
bağlamında, bu iki ayetin benzerleri, birçok Mekke inişli sûrede yer almıştır.
Benzerlerini incelerken yeterli açıklamalarda bulunduk. Bu açıklamaları bir kez
daha tekrarlamanın yararlı olacağını düşünmüyoruz.
Müfessirler[202] ilk
ayetin, müşriklerin Allah'ın vasfedilmesine ilişkin talepleri, ikinci ayetin de
birinci ayette yer alan açıklamanın kanıtlanmasına ilişkin istekleri üzerine indiğini
söylemişlerdir. Mekke inişli birçok ayette, müşriklerin Allah'ın varlığına,
varlık-lann yaratıcısı, yönlendiricisi olduğuna, rızkın, zarar ve yararın O'nun
elinde olduğuna inandıkları anlatılır. Dolayısıyla, sözü edilen rivayetlerde
bulunmuş olmaları ihtimal dahilinde değildir. Üstelik ayetlerin ifade tarzı,
sözkonusu rivayetlerin çoğu ile de bağdaşmamaktadır. Bize öyle geliyor ki, bu
iki ayet, önceki ayetler üzerine yapılmış bir değerlendirme niteliğindedir.
Çünkü önceki ayetlerde Allah'ın indirdiği apaçık belgeleri gizleyenler,
küfürde ısrar edenler ateşle uyarıldılar; Allah'ın meleklerin ve bütün
insanların lanetini hakettikleri vurgulandı. Dolayısıyla bu iki ayet, Allah'ın
varlığına ve büyüklüğüne ilişkin evrensel kanıtları açıklamak ve bu ayetleri
inkar etmenin ne büyük bir sapıklık ve beyinsizlik örneği olduğunu ifade etmek
üzere inmişlerdir.
Bununla beraber, bu
değerlendirmemiz bu iki ayetin, bazı insanların Allah'a ortaklar koştuklarını
ifade eden bir sonraki ayetlerin girişi niteliğinde olmaları ihtimalini ortadan
kaldırmaz.Bir diğer ihtimal de bu iki ayetin ve sonraki ayetlerin, ayn bir
bölüm oluşturmaları ve Peygamberimizin emriyle sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş
olmalarıdır. [203]
165- İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını "eş
ve ortak" tutanlar vardır ki, onlar bunları, Allah'ı sever gibi severler,
i-man edenlerin İse Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba
uğrayacakları zaman muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve
Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.
166- Öyle ki
o gün kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp
kaçmışlardır. Artık onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar'[204]' da
parçalanıp kopmuştur.
167- O zaman uyanlar derler ki: Eğer bize bir kere
daha dünyaya dönme fırsatı verilseydi muhakkak şimdi onların bizden
uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşırdık. "Böylece Allah onlara
bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak
değildirler.
1) Allah'a birtakım ortaklar ve eşler koşan, bu
düzmece ilahlara Allah'a tapar gibi tapan, Allah'ı sever gibi seven bazı
insanlara eleştirel nitelikte işaret ediliyor.
2) Bu arada
sırf Allah'a ibadet eden, bütün sevgilerini O'na yönelten mü'mİnlerden övgüyle
söz ediliyor..
3) İleride zalim müşriklerin karşılaşacakları
akıbete dikkat çekilerek, bu durumda olanlar uyanhyorlar. Kıyamet günü azabı
gördükleri zaman bütün kuvvetin tümüyle Allah'a ait olduğuna kesin olarak
inanacaklardır. O gün liderler, önderler tabilerinden, izleyicilerinden
uzaklaşacaklar; onları birbirine bağlayan tüm bağlar kopanlacaktir. Liderlerin
izleyicileri, tabileri konumunda olanlar, bu durumlarından büyük pişmanlık duyacaklardır
ve şimdi liderlerinin kendilerinden uzaklaştıkları gibi onlardan uzaklaşmak
için bir kez daha dünyaya dönmeyi temenni edeceklerdir. Böylece tümü
sapıklıklarından, kötü davranışlarından dolayı onulmaz bir hasret çekeceklerdir.
Ateşten çıkmaları sözkonusu olmayacaktır.
Ayetlerin içeriği ve
ifade tarzı Önceki iki ayetin bu ayetler açısından ön hazırlık ve önsöz olması
ihtimalini güçlendirmektedir. Dolayısıyla birliğinin ve büyüklüğünün kanıtları
tüm evrende gözlemlenebildiği halde, başkalannı Allah'a ortak koşanların beyinsizlikleri,
aptallıkları çarpıcı bir şekilde gözler Önüne serilmiş oluyor.
166. ve 167. Ayetlerin
çizdikleri tablo, son derece etkileyicidir. Aynı tablo, Mekke inişli birçok
sûrede yer alır. Öyle anlaşılıyor ki, bu tablo ile diğer sûrelerde ne
amaçlan-mışsa, burada da aynısı amaçlanmıştır: Yani iş işten geçmeden, son
pişmanlığın fayda vermediği an gelip çatmadan, ezici çoğunluğu oluşturan
uyrukların, izleyicilerin, tabile-rin akıllarını başlarına devşirmelerini
sağlamaktır. [205]
168- Ey
insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz'[206]
olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o sizin İçin apaçık bir
düşmandır.
169- O size
yalnızca kötülüğü çirkinliği, hayasızlığı[207] ve
Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
170- Ne
zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: Hayır
biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz[208]
şeye uyarız" derler. Peki ama ataları birşey düşünmeyen, doğru yolu
bulamayan kimseler olsalarda mı?
171- İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan
başka birşey İşitmeyip haykıranın[209]
Örneği gibidir. Oniar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl
erdiremezler.
172- Ey iman edenler size rızık olarak
verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin ve yalnızca O'na kulluk ediyorsanız,
Allah'a şükredin.
173- O size ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve
Allah'tan başkası adına kesilmiş olanı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim
kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak'[210] ve
haddi aşmamak[211]' şartıyla yiyebilir, ona
bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
Yukarıda sunduğumuz
ayetlerde hitap bir konu ile ilgili olarak, üç değişik gruba yöneliktir. Önce,
bütün insanlara hitap ediliyor. Yüce Allah'ın yeryüzünde temiz olan her şeyi
kendilerine helal kıldığı vurgulanıyor, dolayısıyla bunları yemeleri isteniyor.
Şeytanın vesvesesine ve aldatmacalarına uyup haddi aşmamalıdırlar. Çünkü
şeytan onların düşmanıdır; ancak kötü, zararlı ve çirkin şeyleri telkin eder.
Bir de hakikatini ve kanıtını bilmedikleri şeyler söylemek suretiyle Allah'a
iftira etmelerini tavsiye eder.
Ardından kafirlere,
eleştirel bir üslupla hitap ediliyor: Bunlara "Allah'ın indirdiği ayetlere
uyun, Allah katından inen hükümlerin çizdiği sınırları aşmayın" denildiği
zaman: "Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz geleneğe uymayı tercih
ederiz" diye cevap verirler. Bunun üzerine ataları bir bilgiye bir mantığa
ve hidayete dayanmıyor olsalar da mı bu tutumlarını sürdürecekler?"
şeklinde bir soru ile içinde bulundukları durum tasvir ediliyor. Sonra bu
durumları, çobanın sesini duyan ama ne dediğini anlamayan hayvanların durumuna
benzetiliyor. Şu halde onlar sağırdırlar; işitemezler. Dilsizdirler; konuşamazlar.
Kördürler; göremezler.
Son olarak hitap
mü'minlere yöneltiliyor. Yüce Allah'ın kendilerine nzık olarak verdiği temiz
ve helal yiyeceklerden yemeleri, O'nun nimetine şükürle karşılık vermeleri ve
O'nun belirlediği sınırlan gözetmeleri istenerek bunun gerçek imanın sırf
Allah'a boyun eğmenin belirtisi olduğu vurgulanıyor. Bunun yanısıra,
kendilerine haram kılınan yiyeceklerde açıklanıyor. Leş, kan, domuz eti ve
boğazlanırken üzerinde Allah'tan başkasının adı anılan hayvanın haram olduğu
dile getiriliyor. Ama zor durumda kalıp bunlardan yemek mecburiyetinde kalanlar
istisna tutuluyorlar. Böyle kimseler zaruret sınırlarını aşmadıkça ve
taşkınlık niyetine taşmadıkça günah işlemiş sayılmazlar. Allah bu tür
durumlarda bağışlayıcıdır, merhametlidir.
Ayetler bağımsız bir
bölüm gibi görünüyor; ancak bu bölümden önceki ayetlerin sahip oldukları
Allah'ın dinine ilişkin bilgileri gözleyenlere yönelik eleştiriler ve lanet
içermesi; arkasından gelen bölümün de Allah'ın indirdiği ayetleri gizleyenlere
ve ellerindeki Allah'ın kitapları hususunda birbirleriyle çekişen, ihtilafa
düşen Ehli Kitab'a yönelik eleştiriler içermesi, bu bölümle Öncesinde ve
sonrasında yer alan bölümler arasında bir bağlantının olduğunu söylememizi
kolaylaştırıyor.
Bazı müfessirler[212]
168. ayetin adanmış hayvanların etini yemeyen Araplar, 170. ayetin de bazı
yahudİler [213]hakkında indiğini
söylemişlerdir. Ayetlerin tümü arasındaki uyumu gözönünde bulundurduğumuz
zaman, tümünün aynı olay hakkında indiklerini düşünüyoruz. Olay da 170. ayette
anlatılanlardır. Mesele genel anlamda kafir Arapların kimi hayvansal yiyeceklere
ilişkin gelenekleriyle ilgilidir. Ayetlerden anladığımız kadarıyla
Peygamberimizle bu kafirler arasında yüz yüze bir tartışma yaşanmıştır. Buna
göre ilk ayet sahneye giriş niteliğindedir. 172. ve 173. ayetlerde ise
mü'minlere yönelik bir değerlendirme yapılıyor. Bağlı olmaları gereken sınırlar
belirleniyor. Bu bölümdeki ayetlere benzer ayetler En'am ve Nahl sûrelerinde de
yer almıştır. En'am 134 ve 135. ayetlerde Peygamberimizle müşrik kafirler
arasında yaşanan bir tartışma canlandırılıyor. Nahl 112-117. ayetlerde ise
hitap mü'minlere yöneliktir; bir bilgiye dayanmaksızın şu helaldir, şu haramdır
demelerini yasaklıyor ve Allah'a karşı yalan söyleyenleri uyarıyor. Öyle
anlaşılıyor ki, böyle bir sahne, Peygamberimizle kafirler arasında da yaşanmıştır.
Bu münasebetle yüce Allah, yukarıdaki ayetleri indirmiştir. Yahudilerin, sahnede
kışkırtıcı bir rol üstlenmesi de uzak bir ihtimal değildir. Biraz sonra ele
alacağımız ayetlerde ve bir önceki bölümü oluşturan ayetlerde buna ilişkin
ipuçları yakalamak mümkündür. Dolayısıyla yahudilerin Kur'an'da yer alan
yasaklara tanıklık etmeleri istenmiş olabilir. Çünkü aynı şeyler onlann
dinlerinde de haramdır. Ama öyle anlaşılıyor ki, yahudiler şahitlik
etmemişlerdir. İlginç bir diğer husus da En'am ve Nahl sûrelerin-deki ilgili
bölümlerin her ikisinin de yahudilere haram kılınan yiyeceklerin zikredildiği
bölümlerden sonra yer almış olmalarıdır. Adı geçen sûreleri incelerken, bu
hususu ayrıntılı biçimde ele aldık.
En'am ve Nahl
sûrelerini tefsir ederken, bu bağlamda ilgili ayetlerin kapsadığı önemli
direktifleri evrensel mesajları irdeleme ve değerlendirme imkanım bulduk; bunları
bir kez daha tekrarlama gereğini duymuyoruz. Bu noktada 171. ayetin kafirlere
ilişkin olarak çizdiği tabloya, duydukları sesleri anlamayan hayvanlara
benzetilişlerine, hak, akıl ve yapıcılık namına herhangi bir dayanağı
bulunmayan ataların mirasına sıkı sıkıya sarılmalarından dolayı maruz
kaldıkları eleştiriye dikkat çekmek istiyoruz. Bu tablo, bu tasvir ve bu
eleştiri son derece etkileyici, evrensel mesajlar vermektedir. Sırf eskidir
diye batıl geleneklere sarılmanın, yeni olanın içerdiği hakkı ve yol
göstericiliği görememenin yanlışlığını çarpıcı ve somut bir örnekle gözler
önüne sermektedir.
Bu tablo Mekke inişli
birçok sûrede olduğu gibi Medine inişli başka sûrelerde de canlandırılmışım Bu
şekilde sık sık tekrarlanmasının hikmeti en başta bu tür davranışlann ve
rçünasebetlerin gündeme gelmesi; ikincisi, konunun arzettiği önemdir. İslam çağrısının
geniş ufukluluğunu ve her gün yenilenebilen canlılığını yansıtmaktadır. İslamın
öngördüğü ve izleyicilerine telkin ettiği hedef haktır, ıslah ve hidayettir.
İslam eski veya yeni oluşuna bakmadan akla ve mantığa uygun olanları benimser. [214]
174-
Allah'ın İndirdiği kitaptan bir şeyi göz ardı edip saklayanlar ve onunla
değeri az bir şeyi satın alanlar, onların karınlarına ateşten başka birşey
koymuyorlar. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve
onlar için acı bir azap vardır.
175- Onlar
hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın almışlardır.
Ateşe karşı ne kadar dayanıklı-dırlar[215].
176- Bu Allah'ın kitabı şüphesiz hak olarak
indirmesidir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise uzak bir ayrılık
içindedirler[216]'.
Ayetlerin ifadeleri
açık ve anlaşılırdır. Yüce Allah'ın indirdiği kitaplarındaki gerçekleri
gizleyenlere yönelik sert eleştiriler içermektedirler. Onlar bu karşıtlıkları
ile, ayrılıkları ile haktan uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Çünkü
Allah'ın hak yolu, ayrılığa, çekişmeye ve sürtüşmeye tahammül etmez.
Müfessirler ayetlerin
Peygamberimizin Tevrat'ta yazılı niteliklerini inkar eden ya-hudi din adamları
hakkında indiğini söylemişlerdir. Bize öyle geliyor ki, bu ayetler önceki
bölümden bağımsız değildir. Ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla bazı
ya-hudi din adamları Kur'anın bildirdiği haramların hak olduğuna şahitlik
etmeye çağırılmış ama onlar kanıttan daha sağlam ve inandırıcı olmaya yönelik
bu çağrıya uyup şahitlikte bulunmamışlardır. Dolayısıyla kitaplarındaki hakkı
gizleyerek müşrik kafirlerden yana tavır koymuşlardır. Oysa kendi kitapları, bu
hususta Kur'an'ı onaylamaktadır. Onlar bu gerçeği gizlemek suretiyle, Kur'an
mesajını etkisiz hale getirmeyi, zihinleri bulandırmayı amaçlamışlardı. Bu
yüzden yukarıdaki eleştirileri ve ürkütücü uyanları hak-ettiler.159-162.
Ayetler bağlamında işaret ettiğimiz mesajlar ve evrensel direktifler, bu
ayetler için de hem daha güçlü ve daha etkileyici bir şekilde geçerlidir.
Ayetler üzerinde durup düşünüldüğünde bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır. [217]
177-Yüzlerinizi
doğuya ve batıya çevirmeniz İyilik'[218] değildir.
Ama iyilik, Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden;
mala olan sevgisine rağmen'[219],
onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve
kölelere'[220] veren; namazı dosdoğru
kılan, zekatı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler ile
zorda, hastalıkta'[221] ve savaşın
kızıştığı zaman-larda'[222]
sabredenlerin davranışıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve muttaki olanlar da
bunlardır.
Ayetler açık ve
anlaşılır bir ifade tarzına sahiptir. Kitap doğrudan muhatap olan dinleyicilere
yöneliktir; ayetlerin akışından anladığımız kadarıyla bunlar da mü'minlerdir.
Deniliyor ki: İyilik; yüzlerin doğuya veya batıya çevirilmesi değildir, asıl
iyilik, ayette de zikredildiği gibi, Allah'a ahiret gününe, meleklere, Allah'ın
kitaplarına ve peygamberlerine inanmak ve malı çeşitli ihtiyaç sahibi gruplara
dağıtmak, namazı dosdoğru kılmak, zekat vermek, ahitlere bağlı kalmak, savaş
meydanındaki ve sair zamanlardaki zorluklara, meşakkatlere ve musibetlere karşı
sabır göstermektir. Bu niteliklere sahip olanlar, muttaki-sadıklar
(doğrular)dir.
Müfessirlernden[223]
bazıları sahabelerden ve tabiinden bazılarına dayanarak bu ayetlerin yahudiler
ve hrıstiyanlar hakkında indiğini söylemişlerdir. Çünkü yüzlerini doğuya ve
batıya çeviren ve Mescid-i Aksa veya Mescid-i haram'a dönerek namaz kılan
müslü-manların zihinlerini bulandırmaya çalışanlar onlardı. Bazı müfessirler[224] ise
tabiin ulemasından bazısına dayanarak, bu ayetlerin özellikle yahudiler
hakkında indiğini söylemişlerdir. İkinci rivayet daha dikkate değerdir. Çünkü
konuya ilişkin olarak elimize ulaşan rivayetlerde sadece yahudilerin kıble
değişikliğinden dolayı çeşitli dedikodular yaydıklarından, zihinleri
bulandırmaya çalıştıklarından söz edilmektedir.Bu ayeti izleyen ayetlerde yeni
konular ele alınıyor. Dolayısıyla birinci derecede yahudiler ekseninde gelişen
önceki bölümlerle bir bağlantıları sözkonusu değildir. Önceki bölümlerde sadece
153-158. ayetlerde, mü'minlerin inançlarının pekiştirilmesi amaçlanmıştı,
yamsıra Safa ve Merve tepeleri arasındaki tavaf ele alınmıştı. Bu nedenle
incelemekte olduğumuz ayet-i kerime 4O.ayetten itibaren başlayan uzun bir
silsilenin sonu niteliğindedir. Bu kıssalar zincirinin çeşitli halkalarında
yahudilerin İslam çağrısına karşı takındıkları olumsuz tavırları zihin
bulandırma amaçlı girişimleri ele alınmış, ilk kuşak yahudileriyle son kuşak
yahudileri arasındaki tavır ve tutum benzerliğine dikkat çekilmişti. Bu da yaklaşık
olarak Bakara sûresinin üçte birini oluşturmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu
kıssalar zincirinde Medine döneminin başlarında Peygamberimizle yahudiler
arasındaki mücadele aşamalarından birine ilişkin tabloları izleme imkanını
bulduk. Tartışma, münazara, eleştiri ve uyarı ağırlıklı bir aşamadır bu.
Ayetlerin ve kıssaların akışından, yahudilerin İslam çağırsına karşı güçlü bir
karşı propaganda kampanyasını yürüttükleri anlaşılmaktadır, Bu arada Kur'an-ı
Kerim'in bu tür girişimleri boşa çıkarmasını kurdukları tuzakları başlarına
geçirmesini, Arap dünyasında yahudilerin yararlandıkları kültürel, dini,
siyasi ve mali güç odaklarım darmadağın edişini ibretle izledik. Bundan sonra
inen sûrelerde, buna benzer tabloları görmek mümkündür. Son derece tehlikeli ve
düşmanca girişimleri tasvir eden tablolar da gündeme getirilmektedir. Bunlar
neticesinde savaşlar meydana gelmiş ve Allah peygamberini ve mü'minleri onlara
karşı galip getirmiştir. Bunu izleyen süreçte Medine yahudilerden temizlenmiş,
Medine döneminin altıncı yılının sonuna doğru yahudilerin diğer bölgelerdeki
güçleri de kırılmıştır. İleri de yeri geldikçe bu gelişmelere de temas
edeceğiz. [225]
"Yüzlerinizi
doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir..."
İncelemekte olduğumuz
bu ayet-i kerime, Kur'an'm kuşatıcı, kapsamlı bölümlerinden birini
oluşturmaktadır. Son derece etkileyici ve güçlü bir ifade tarzıyla İslam çağrısının
imani, sosyolojik ve ahlaki hedeflerini vurgulamaktadır. Kuşkusuz bu hedeflerin
büyük çoğunluğu veya tamamı çeşitli Üsluplarla, Kur'anın Mekke'de inen kısmında
da dile getirilmiştir. Bu da Mekke inişli ayetlerle, Medine inişli ayetler
arasındaki uyumun bir Örneğidir. Bu ayette, Özellikle bir hususun altı
çiziliyor. Buna göre İslam çağırışının öz ve gerçek hedefi araz ve biçim
değildir; İslam çağrısının asıl hedefi, imanda doğruluk, amelde samimiyet,
Allah'a ve insanlara karşı olan yükümlülükleri içtenlikle yerine getirme, ahde
vefa, zorluklara karşı sabır, cihadda metanet, mal ve can hususunda öz verili
davranmadır. İşte İslam çağrısının canlılığı, büyüklüğü, evrenselliği ve
ölümsüzlüğü, kalıcılığı buradan kaynaklanmaktadır. [226]
178- Ey İman edenler, Öldürülenler hakkında size
kısas[227] yazıldı'[228].
Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin lehine,
maktulün kardeşi tarafından bağışlanırsa artık yapılması gereken örfe uymak ve
maktulün velisine güzellikle diyet ödemektir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve
bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem
verici bir azab vardır.
179- Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat
vardır. Umulur ki sakınırsınız.
Her iki ayette, hİtab
müslümanlara yöneliktir. İlk ayette aralarında baş gösteren adam öldürme
olaylarında kısas hükmünün bir zorunlu farz olarak uygulanması gerektiği dile
getiriliyor. Buna göre özgür maktule karşılık özgür katili, köle maktule
karşılık köle katili ve dişi maktüleye karşılık dişi katileyi öldürmek gerekir.
Bu arada maktulün
velisi tarafından gelebilecek bir bağışlamanın geçerli olduğu vurgulanıyor.
Böyle durumlarda nasıl davranılacağı gösteriliyor. Şayet maktulün velisi katili
bağışlarsa, yapılacak şey hakka ve iyilik ölçülerine riayet etmektir. Katilin
yakınları Örfe uygun olarak diyet ödemek durumundadırlar. Yanısıra bu
uygulamanın yüce Allah'ın müslümanlara yönelik rahmetini yansıtan bir
hafifletme olduğu belirtiliyor. Böyle bir uygulamayı istismar edip, başkalarına
tecavüz edenlere de sert bir uyan yöneltiliyor, ikinci ayette ise; kısas
hükmünün hikmeti açıklanıyor. Kisasm toplum için hayat demek olduğu
vurgulanıyor. Çünkü Allah'tan sakınmanın zulümden, haksızlıktan ve kan dökmeden
kaçınmanın en etkili, en caydırıcı yaptırımıdır kısas. Ayetin sonunda akıl
sahiplerine hitabediliyor. Çünkü akıl sahipleri bu hükmün hikmetini
kavrayabilir, gereklerini pratikte uygulayabilirler.
Her iki ayet aynı bir
bölüm olarak çıkıyor karşımıza; önceki bölümlerle bir ilgileri farkedilmiyor.
Dolayısıyla iki ayetin önceki bölümden hemen sonra inmiş olmaları ve
Peygamberimizin emriyle buraya yerleştirilmiş olmaları ihtimali son derece
güçlüdür. [229]
"Ey iman edenler
size kısas yazıldı..."
İncelemekte olduğumuz
ayetlerin iniş sebepleri ile ilgili olarak birçok rivayet aktarılmıştır. Bu
rivayetlerden birine göre cahiliye döneminde iki Arap kabilesi arasında kan
davası güdülüyordu. Bu kabilelerden daha güçlü olanı, düşmanlarının Öldürdüğü
bir köleye karşılık, özgür bir insanı, Öldürdüğü bir kadına karşılık bir
erkeği, öldürdüğü bir özgür insana karşılık iki özgür insanı öldürmeye and içmişti.
Kendi tarafından yaralananlar için de normalden bir kat fazla diyet istiyordu.
Daha sonra her iki kabile de müs-lüman olunca Peygamberimizi aralarında hakem
tayin ettiler. Bunun üzerine sözkonusu iki ayet indi. Bir diğer rivayete göre
cahiliye döneminde Arap toplumu, çeşitli sınıflara bölünmüştü. Şerefliler,
kısasta aşın gidiyor, daha az şerefli ve daha zayıf sınıflara göre kat kat
fazla diyet alıyorlardı. Bazı Arap kabileleri bu uygulamayı Peygamberimize açtılar.
Bunun üzerine yukarıdaki ayetler indi. Bir diğer rivayete göre yahudiler kısas
uygularlardı; şeriatlarında katilin bağışlanması hükmü yoktu. Hristiyanlarsa,
kısas hükmünü uygulamazlardı. Bu iki ayet, İslam'ın orta yolu ön gören hükmünü
açıklamak üzere inmiştir.
Konuya ilişkin
rivayetlerden birine göre, Arap kabilelerinden birine mensup bir adam bir başka
kabileden bir köle tarafından öldürülünce, karşılığında köleyi öldürmeye razı
olmazlardı, mutlaka efendiyi Öldürmeyi isterlerdi. Başka kabilelerden bir
kadın, kendi kabilelerinden bir adamı öldürdüğünde kadını öldürmez, onun yerine
kabilesinden bir adamı Öldürürlerdi[230].
İlk ayetin içeriği
Araplarla ilgili olarak aktarılan iki durumdan birisi hakkında inmiş olması
ihtimalini güçlendiriyor. Özellikle son rivayette kan davasının halli için
Rasulul-lah'a başvurulmasına ilişkin olarak yapılan açıklamalar, bu
değerlendirmeyi pekiştirici niteliktedir.
Özel bir durumla
ilgili oluşlarını göz ardı etmemekle beraber iki ayetin akışından genel bir
yasama benzeri tüm durumlarda uygulanan bir hüküm olarak indikleri anlaşılmaktadır.
Eğitsel ve yasama nitelikli ayetlerin çoğu için aynı durum geçerlidir.
ilk kez bu iki ayette,
hayati meselelere ilişkin yasama ve kanun koyma özelliği ön plana çıkıyor. Bu
Medine dönemine özgü bir durumdur. Bu tür meselelerle ilgili olarak Mekke
inişli ayetlerde yer alan emir ve yasaklar daha çok teşvik, öğüt, azar, uyarı
ve eleştiri niteliğindeydi. Nedeni ise, açıktır. Müslümanlar, Mekke'de azınlık
konumun-daydılar. Kanun koymaya, yasal hükümler uygulamaya imkan yoktu. Medine
döneminde durum değişti. Orada müslümanlann sayısı arttı. Aralarında hayati
meselelerle ilgili sürtüşme ve çekişme vakıalarında da bir artış gözlendi.
Peygamberimiz (s) bu ortamda hem başkan hem komutan hem de yargıç konumundaydı.
Hayat dal budak salmış, konjonktüre uygun olarak yasalar koymak zorunlu hale
gelmişti. İhtiyaçlara cevap vermek, fetva sormalar, bilgi edinmeler ve
başvurular üzerine sorunları çözücü hükümler bildirmek kaçınılmazdı.
Burada önemli bir
hususa dikkat çekmek gerekir. Medine döneminde hayatın çeşitli meseleleri ile
ilgili olarak inen birçok yasama nitelikli ayetlerin içerdiği hükümler daha
önce Mekke döneminde emir, nehiy, azar, teşvik uyarı ve müjdeleme şeklinde
inmiştir. İsra, En'am ve Furkan sûrelerinde, haksız yere adam Öldürmeden
sakındırma, maktulün velisine kısas hakkını tanıma ile ilgili ifadeleri buna
örnek gösterebiliriz. Hz. Peygamber ve Kur'an'a karşı duydukları onulmaz kinin
etkisiyle: "İslam'ın iki döneminin daveti ve hedefleri arasında çelişki
vardır" diyenlere verilmiş bir cevaptır bu. Dolayısıyla Medine döneminde
başvurulan yöntem, Mekke inişli ayetlerde ifadesini bulan ilke ve hükümlerin
pratikte uygulanması şeklindedir. Hiç kuşkusuz bunda da bütünüyle hikmet, hak,
doğruluk ve hayatın gerekleri gözetilmiştir. Aynı zamanda bu, iki dönemde inen
Kur'an ayetleri arasında tam bir uyum olduğunu gösteren somut bir örnektir.
Müfessirler
incelemekte olduğumuz bu iki ayetin açıklaması bağlamında, taammüden adam
öldürmenin hükmü hakkında çeşitli görüşler sunmuşlardır. Bu mesele fıkıh
bilginlerinin alanına girmektedir. Onlar da Kur'an ayetlerine ve
Peygamberimizin hadislerine dayanarak değişik izahlarda bulunmuşlardır. Burası
fıkhı ayrıntılara girmenin, konuyu detaylandirmanın yeri değildir. Fakat biz
yine de meseleyi özetlemeye çalışalım: İslam şeriatının ön gördüğü hüküm, başta
incelediğimiz En'am ve İsra sûrelerinin (151-33) ayetleri ve Buhari, Müslim,
Tirmizi ve Ebu Davud tarafından rivayet edilen şu hadise dayanmaktadır:
"Allah'tan başka ilah olmadığına ve Benim Allah'ın elçisi olduğuma
şahitlik eden müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç durumda helal olur: Bir
cana karşılık olmak, evliyken zina etmek ve dinden dönüp cemaati terketmek[231].
Bir diğer hadiste ise şöyle buyuruluyor: Bütün müslümanlann kanı eşittir[232].
Buna göre, özgür müslüman bir kadına karşılık, özgür müslüman bir erkeği
öldürmek caiz olduğu gibi bunun tersi de caizdir. Müslüman bir köleye ve
müslüman bir cariyeye karşılık hür bir müslüman erkek ve hür bir müslüman
kadın öldürülebilir. Bir zımmiye ve bir anlaşmalıya karşılık bir müslümanın
Öldürülmesi, ayrıca bir kişiye karşılık bir topluluğun öldürülmesi hususu
ihtilaflıdır. Bununla beraber çoğu fıkıhçı olumlu görüş belirtmiştir.
Burada incelemekte
olduğumuz ayetlerden ilkinin hükmünde bir değişikliğe gidildiği göze
çarpmaktadır. Nitekim bazı müfessirler[233]
"cana can" ifadesini içeren "Maide 45" ayetinin
incelediğimiz iki ayetten ilkini değiştirdiğini ya da neshettiğini söylemişlerdir.
Maide sûresinin ilgili
ayetinde yüce Allah'ın Tevrat'ta, İsrailoğulları'na kısas hükmünü öngördüğü
anlatılmaktadır: "Biz onda, onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz,
buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık da kısas vardır. Ama
kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir. Kim Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar, zalim olanlardır" (Maide 45). Bunu
izleyen ayetlerden algıladığımız kadarıyla bu ayetin içerdiği hükümler,
müslümanlar için geçerli bir şeriat değildir. "Bizden öncekilerin
şeriatı, bizim için de geçerlidir" teorisini kabul etmek mümkün değildir.
Yeri geldikçe izah edeceğimiz gibi bunu sözkonusu ayetlerden çıkarıyoruz.
Anladığımız kadarıyla,
incelemekte olduğumuz ayetlerin ilki, belli şekillerde ortaya çıkmış bir kan
davası sorununu çözüme kavuşturmak üzere inmiştir. Bu aynı zamanda benzeri her
sorunun için, çözümleyici bir yasamadır. İkinci ayet ise bir açıdan yasamanın
hikmetini kapsıyor, bir diğer açıdan da hüküm nitelikli genel bir ilkeyi
vurguluyor. Kastedilen hikmet kısastaki yararların açıklanmasıdır. Bu da son
derece etkileyici bir ifadeyle dile getirilmiştir: "Kısasta sizin için
hayat vardır". Genel hüküm nitelikli ilke ise şudur: "Taammüden adam
öldürme suçunu kısash cezalandırma..." Bu bakımdan ilk ayetin hükmünde bir
değişikliğe gidilmiştir. Yani mutlak ve genel bir yasama şekline sokulmuştur.
Yukarıda sunduğumuz hadiseler de bu değerlendirmeyi pekiştirici niteliktedir.
Hiç kuşkusuz kısasla,
katili bağışlama ilkeleri arasında bir çelişki yoktur. Çünkü katili bağışlama,
maktulün velisine bağlı özel bir durumdur. Buradaki hüküm nitelikli ilke tümden
devre dışı bırakılıyor değildir. Tersine hüküm diyet ve bedelle yer
değiştiriyor.
Ayetlerin ilkinde,
bağışlama durumuna değinilirken oldukça etkileyici bir mesaj veriliyor: Allah
eğer adam öldürmede bağışlamaya izin vermişse, bu O'nun rahmetini yansıtan bir
cezayı hafifletmedir. Müslümanların bu ruhsatı, istismar etmeleri kötüye
kullanmaları doğru değildir. Gerekeni hak ve iyilik çerçevesinde yerine
getirmekle yükümlüdürler. Öte yandan bağışlamanın mubah olduğuna ilişkin
ifadenin gönül okşayıcı nitelikte oluşu, olayların doğal seyriyle uyum içinde
hareket etme, insanlann değişik ortamlardaki farklı durumlarını gözetme ile
ilgili bir mesaj vermektedir. Hiç kuşkusuz ibretle üzerinde durulması gereken
bir husustur bu. [234]
180- Sizden
birinize ölüm gelip çattığı zaman[235]',
eğer geride bir hayır'[236]
bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya maruf bir tarzda vasiyette
bulunması Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir hak olarak size yazıldı.
181- Bundan böyle kim onu. işittikten sonra
değiştirirse, günahı elbette onu değşitirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah,
işitendir, bilendir.
182- Bunun yanında, kim vasiyet edenin haksızlığa
eğilim göstereceğinden'[237] ya
da günaha gireceğinden korkup da ikisinin arasını bulup düzeltirse, artık ona
günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
Ayetlerde, ölümü
yaklaşan her müslümanın şayet çok miktarda mal bırakıyorsa, anne babaya ve
akrabalara vasiyette bulunmasının farz olduğu ifade ediliyor. Bu arada hiç
kimseye haksızlık etme eğilimi göstermeksizin adalette uygun bir şekilde
vasiyette bulunulmasının gereğine dikkat çekiliyor. Vasiyet edenin sözlerini
saptıran, değiştiren, gizleyen ya da çarpıtan kimselere de sert uyarılar
yöneltiliyor. Vasiyetle ilgili kimselerin arasının düzeltilmesine ilişkin bir
teşvik ifadesi de yer alıyor. Bir müslüman vasiyet edenin haksızlığa eğilimli
olduğunu günah ya da zulüm işlemek üzere olduğunu gördüğü zaman yapıcı bir
tavırla buna engel olmalıdır.
Bu ayetler de tıpkı
önceki ayetler gibi yasama üslubuna sahip yeni ve ayrı bir bölüm
niteliğindedir. Görebildiğimiz kadanyla müfessirler ayetlerin nüzul sebepleri
ile ilgili olarak herhangi bir rivayet aktarmış değildirler. Ayetlerin
akışından algıladığımız kadanyla, babalar ve bazı akrabalar için mirasta belli
ve karara bağlanmış bir pay tesbit edilmiş değildi. Bu yüzden sözkonusu
kişiler haksızlığa ve mirastan yoksun bırakılma muamelelerine maruz
kalabiliyorlardı. Dolayısıyla, bu ayetler de bu tür bir münasebet üzerine
inmiş olabilirler. Bize öyle geliyor ki bu ayetler, Nisa süresindeki mirasla
ilgili ayetlerden önce inmişlerdir. Çünkü Nisa sûresinin ilgili ayetlerinde,
babaların kardeşlerin ve kızların mirastaki paylari belirlenmiştir. Burada
vahyin aşamalı inişine ilişkin bir tablo ile karşı karşıyayız.
Bu bölümün kısasla
ilgili bölümden hemen sonra inmiş olması ve buraya yerleştirilmiş olması
ihtimal dahilindedir. Bir diğer ihtimal de benzer yasal gerekçelerle birbirlerini
izleyecek şekilde yerleştirilmiş olmalarıdır. [238]
Müfessirler farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir[239].
Peygamberimizin ashabına ve tabiin ulemasına dayanarak, ayetlerin neshi
bağlamında değişik görüşler benimsenmiştir. Bazı bilginlere göre, Nisa
sûresinin ilgili ayetleri ve Peygamberimizin "Allah her hak sahibine
hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur"[240]
hadisi bu ayetleri neshctmiştir. Diğer bazı bilginlerse ayetlerin
neshedilmediklerini, hükümlerinin geçerli olduğunu söylemişlerdir. Bir gruba
göre vârislere ilişkin ayetlerle Peygamberimizin konuya ilişkin hadisi, sadece
vârisler içinde iki gruba ilişkin vasiyet hükmünü neshetmişlir, diğer
akrabalarla ilgili vasiyet hükmü yürürlüktedir. Görüldüğü gibi bu sonuncu görüş
daha dikkate değerdir. Varislerle ilgili ayetlerin inişinden sonra da vasiyet
hükmünün devam ettiğini gösteren sağlam ipuçlarından biri bu ayetlerde, ölünün
vasiyetinin yerine getirilmesinin, borçlarının ödenmesinin, mirasın
paylaşımından önce bir zorunluluk olduğuna ilişkin uyanların sık sık
yinelenmesidir. Nitekim birçok akrabalar vardır ki, kimi zaman mirastan pay
alamazlar. Ölünün erkek çocuklarının ve babasının olması durumunda kardeşle,
ölünün amcalarının bulunması durumunda torunlar ve baba ve oğul gibi yakın
akrabalann bulunması durumunda amcalar, halalar, dayılar ve teyzeler mirastan
yoksun kalırlar.Bu bakımdan ilk ayetin ifadesi oldukça etkileyicidir; öyle ki
vasiyet Allah'tan korkanlar üzerinde yerine getirilmesi gereken farz bir görev
olarak öngörülüyor.
Buharı, Müslim,
Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadiste şöyle bu-yuruluyor:
"Torunda vasiyet edeceği bir şey varsa, müslüman bir kişinin vasiyetini
yaz-maksızın iki gece üst üste sabahlaması doğru değildir[241].
Tabrasi ilgili
ayetleri tefsir ederken, bu bağlamda şöyle bir hadise yer verir: "Kim
vasiyet etmeden ölürse, cahiliye üzere ölmüştür". Bir diğer hadiste ise
şöyle buyurulu-yor: "Kim vasiyet etmeden ölürse, cahiliye üzere
ölmüştür". Bir diğer hadiste ise şöyle buyuruluyor: "Kim ölüm anında
güzel bir vasiyette bulunmazsa, kişiliğinde ve aklında noksanlık vardır".
Hz. Ali'den şöyle bir hadis rivayet edilir: "Ölüm döşeğindeyken ya-kınlan
için vasiyette bulunmayan kimse, amellerini günahla neticelendirmiş olur".
Taberi, Tabiin
ulemasından Dahhak'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Ölüm döşeğin-deyken
yakınları için vasiyette bulunmayan kimse, amellerini günahla neticelendirmiş
olur". Ardından şunu dediğini aktarır: Şayet vasiyet edeceği akrabaları
yoksa müslüman fakirler için vasiyette bulunsun.
Bu ifadeler, son
derece etkileyicidir. Servetin dağılımını, sırf vârislerin ellerinde birikmemesini
öngörmekte ve insanlar iyilik yapmaya akrabalara iyi davranmaya teşvik
edilmektedir.
Ayet-i kerimenin ön
gördüğü bu yükümlüğün sınır ile ilgili olarak birçok hadisi rivayet edilmiş,
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan biri de beş sahih müsned yazarı
tarafından rivayet edilmiş şu meşhur hadisti: Sa'd b. Ebi Vakkas Peygamberimize
şöyle der: "Benim malım çoktur. İki kızımdan başka da mirasçım yoktur.
Bütün malımı başkalarına vasiyet edeyim mi?" Peygamberimiz:
"Hayır" der. Sa'd: "Üçte ikisini?" der. Peygamberimiz:
"Hayır", cevabını verir. Sa'd: "Üçte birini vasiyet edeyim
mi?" diye sorar. Peygamberimiz: "Evet. O bile çoktur. Senin
mirasçılarını zengin olarak bırakman, başkalarına el açan yoksullar olarak
bırakmandan daha hayırlıdır" cevabını verir[242].
Müslim, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayet ettiği bir diğer hadiste şöyle
buyuruluyor: "Adamın biri ölmek üzereyken altı kölesini azat etti. Bundan
başka da malı yoktu. Peygamberimiz, köleleri yanma çağırdı. Üç eşit gruba
ayırarak aralarında kura çekti ve sadece iki tanesini azad etti. Adama da ağır
sözler söyledi[243]. Bu
da gösteriyor ki, Peygamberimiz sadece malın üçte birini vasiyet edilmesine
izin vermiştir. Bu hadisten, kölelerin mal olarak algılandığını ve Peygamberimizin
köle azad edilmesine karşı çıkmadığını anlıyoruz. O, bu konuda en güzel ve
ideal örnektir. Ayrıca ona inen Kur'an'da çeşitli münasebetlerle, köle azad
edilmesini teşvik eder. Dolayısıyla bu hadisteki mesaj, adamın vârislerine
acıma bağlamında değerlendirilmelidir. Öte yandan Rasulullah ashabından ve
tabiinden çeşitli görüşler rivayet edilmiştir. Bu rivayetlerden birine göre Hz.
Ali hasta yatağında olan amcazadelerinden birini ziyarete gider. Adam:
"Bütün malımı vasiyet etmek istiyorum" der. Hz. Ali :"Hayır
vasiyet etme. Çünkü senin vasiyet edecek kadar malın yoktur, der. Adamın
malının değeri yedi yüz veya dokuz yüz dinar arasındaydı. Bir diğer rivayete
göre adamın biri dört yüz dinar değerinde olan tüm malını sadaka olarak
vasiyet etmek ister. Hz. Aişe: "Bunda bir fazilet görmüyorum" der.
Öyle anlaşılıyor ki, adam bu konuda Hz. Aişe'den fetva istemiştir.
Bir rivayete göre
Tabiin ulemasından Katade "eğer geride bir hayır bırakmışsa"
cümlesini "bin dirhem ve yukarısı" şeklinde yorumlamıştır[244]. Bu
da demektir ki, ayetin orjinalinde geçen "hayır" kelimesinden maksat,
çok maldır. Yani, geride bırakılan maİ, yasal varislerin payı karşılandıktan
sonra muhtaç ve yoksullara da bir miktar verilebilecek oranda olmalıdır. Son
derece hikmetli bir değerlendirmedir bu. Buna göre, vasiyet edenin vasiyet
etmek durumunda olduğu mal, geride bıraktığı malın üçte biri oranını
aş-mamahdır. Peygamberimizden rivayet edilen ikinci hadis müslümanlann
emirlerinin ve kadılarının malın üçte birinden fazlasının vasiyet edilmesine
engel olmaya yetkili olduklarını ifade etmektedir.
İkinci ayette,
vasiyeti değiştirenlere ya da uygulanmasına engel olanlara yönelik bir uyarı
yer almaktadır. Çünkü bu tutum, kazanılmış hakkı inkar ve hayra ve iyiliğe
engel olma anlamına gelir. Mal sahibinin malını vermek istediği kişiye malın
ulaşmasını engellemek demektir.
Üçüncü ayetin
akışından ve oluşturduğu atmosferden, vasiyet edenin yasal mirasçılarına zarar
vermesinin, bazısına ayrıcalıklı davranmasının engellenmek istendiği anlaşılmaktadır.
Kuşkusuz, bunda da derin bir hikmet ve hak prensibi öngörülmüştür. Tefsir
bilginleri[245] şunları örnek
vermişlerdir: Babanın, oğullarından birinin çocuğuna, babası hayattayken
vasiyet etmesi ya da kadının kızlarından birinin kocasına vasiyette bulunması.
Çünkü her iki durumda da mal torunun babasına ya da annesine dönecektir. Oysa
her ikisi de yasal varislerdir. Onlar için ayrıca vasiyette bulunmak caiz
değildir.
Taberi, zarar amaçlı
vasiyetin caiz olmadığına ilişkin olarak İbn Abbas'tan bir görüş rivayet eder.
Ayrıca Katade'den emir sahibinin zarar amaçlı vasiyete müdahale edip hak ve
adalet sınırlarına çekebileceğine ilişkin bir görüş aktarır. Nitekim ikinci
ayetin son fıkrası, zarar vermeyi amaçlayan ya da böyle yapmasından
kuşkulanılan kişinin vasiyetine müdahale edip ıslah etmeyi teşvik edici
niteliktedir. Hiç kuşkusuz, bunun altında da derin bir hikmet yatmaktadır.
Çünkü bu sayede zarara engel olunmuş ve yararlı, hayırlı olanın gerçekleşmesine
imkan sağlanmış olur. Tefsir bilginleri, emir sahiplerine verilen bu yetkinin,
vasiyette bulunanın ölümünden sonra da geçerli olduğunu söylemişlerdir. Bu
değerlendirme yerindedir. Nitekim "ona bir günah yoktur" cümlesi de
bunu pekiştirmektedir. Çünkü ikinci ayette, vasiyeti değiştiren aracılara
yöneltilen uyarının ıslah amaçh müdahaleler için geçerli olmadığını ifade
etmektedir. Burada İslam çağırışının Kur'an ve sünnetin asıl hedefi olan hayır
ve ıslah gözönünde bulundurulmuştur.
Üçüncü ayetin ifadesi,
yapabilecek durumdaki her müslüman gibi, müslümanlann emir sahiplerini de
kapsayacak niteliktedir. Burada da ıslaha tanınan alanın genişliği; eziyet,
zarar ve haksızlık amaçlı girişimlerin önünün tıkanmasına verilen önem ön plana
çıkmaktadır. [246]
Bu konuyla bir şekilde
ilintili olan bir diğer mesele vardır. Vakıf meselesi... Bize öyle geliyor ki,
vakıf, vakfedenin hayatında uygulamaya konulan ve ölümünden sonra da
geçerliliği bulunan bir tür vasiyettir. Nitekim bazı hadisler özel olarak bu
tür hayırları teşvik etmişlerdir. Beş müsnedin yazarları, İbn Ömer'den şöyle
rivayet etmişlerdir: Ömer'in payına Hayber'den bir arazi parçası düştü. Bu
konuda gidip Rasulullah'ın görüşünü sordu ve dedi ki: "Ya Rasulullah,
bana Hayber arazisinden bir miktar ganimet olarak verildi. Ondan daha değerli
bir malımın olduğunu sanmıyorum. Ne yapmamı emredersiniz?" Peygamberimiz
buyurdu ki: "İstersen mülkiyetini elinde bulundurmak üzere sadaka olarak
verebilirsin". Bunun üzerine Ömer "Arazinin mülkiyeti, satılamaz, satın
alınmaz, miras bırakılmaz ve hibe edilemez; geliri ise, fakirlere, akrabalara,
kölelere, Allah yolunda cihad edenlere yolculara, misafirlere aittir. Bunun
İdaresini üstlenen kişi, maruf ölçülerinde gelirinden yararlanabilir ve çıkar
elde etmeksizin bir dostuna yedire-bilir" diye sadaka olarak bağışladı[247].
Bize Öyle geliyor ki, peygamberimizin Ömer'e yönelik bu direktifini, vasiyetle
ilgili açıklamalarımız çerçevesinde ele alınmalıdır. Dolayısıyla, bir kimsenin
sahip bulunduğu az miktardaki bir malı bu şekilde vakfetmesi, yasal varislerini
zor durumda bırakması caiz değildir. Bir malı vakfedenin vakfettiği bu malın
miktarı, servetinin üçte biri miktarını açmamalıdır. Aynca malını vakfederken,
yasal varislerine zarar vermeyi, haksızlık etmeyi de amaçlamam alıdır.
Bilindiği gibi, ismen
hayır amaçlı ama gerçekte zürriyetin kullanımına yönelik vakıf şekilleri de
vardır. Kişi bu amaçla vakfettiği bir malı kendi zürriyetinin ve akrabalarının
kullanımına özgü kılar, Zürriyeti ortadan kalkınca da, hayır amaçlı olarak
kullanılmasını vasiyet eder. Ya da işin doğru ve meşru olması için bazı hayır
işlerinde kullanılmasını öngörür. Bu tür vakıf Örneklerinde, mirasla ilgili
ayetlerin öngördüğü dağıtım çerçevesinde olmamaları, bazı varislerin mirastan
yoksun bırakılmalarına, bazılarına ayrıcalıklı davramlmamasına yönelik
olmamaları şart koşulur. Bu tür bir vakıf, bizim görüşümüze göre sakıncalıdır.
Müslümanların emiri pozisyommundaki kişi buna izin vermemelidir. Doğrusunu yüce
Allah herkesten daha iyi bilir. [248]
183- Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı
gibi oruç size de yazıldı. Umulur ki sakınırsınız.
184- Oruç sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta
ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Zor
dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır. Kim
gönülden bir hayır ya-parsa[249] bu
da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız--eğer bilirseniz- sizin için daha
hayırlıdır.
185- Ramazan, insanları için hidayet olan ve doğru
yolu ve hak ile batılı birbirinden ayıran apaçık belgeleri kapsayan Kur'an'ın
indirildiği aydır. Öyleyse sizden kim bu ayda mukim olursa[250]
artık oruç tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler
sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu
kolaylık sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı
büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz.
186- Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak
ki Ben onlara pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap
veririm. Öyleyse onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler.
Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.
187- Oruç
gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak[251]
size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah,
gerçekten sizin, nefislerinize İhanet etmekte'[252]
olduğunuzu bildi, tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara
yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecr vakti, sizce beyaz
iplik siyah İplikten ayırd edilinceye kadar[253]
yiyin, için sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikafta olduğunuz
zamanlarda kadınlara yaklaşmayın'[254].
Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara yanaşmayın. İşte Allah, insanlara
ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar.
Yukarıda sunduğumuz
ayetler, orucun farz kılmışı, sınırlan, faydaları ve oruç ibadetine özgü
ruhsatlan ifade eden bilgiler içermektedir. İfadeler açık ve anlaşılırdır. Yasama
nitelikli yeni bir bölüm görünümündedir. Bu yüzden, yasama nitelikli vasiyet
bölümünden sonra inmiş olması ve hemen sonrasına yerleştirilmiş olması ihtimal
dahilindedir. Ya da, her iki bölümün "yasama" bağlamında benzerlik
arzetmeleri, ardarda yerleştirilmelerinin gerekçesi olmuştur. Nitekim, önceki
ayetler için böyle bir durum sözko-nusuydu.
Oruç, nefsin annması
uğruna bedenin çeşitli ihtiyaçlanndan yoksun bırakılması esasına dayalı ruhsal
egzersizlerden oluşan bir ibadet şeklidir. Bu ibadet, eski çağlardan beri,
çeşitli şekillerde uygulana gelmiştir. Yahudilere ve hristiyanlara farz
kılınmıştır. İlk ayetle buna işaret ediliyor. Kitap Ehli olmayan birçok
toplulukta da oruç ibadeti bilinmektedir. Hiç kuşkusuz, psikolojik egzersizler
yönü ağır basan bu ibadet biçimi, özünde birtakım mesajlar, meziyetler ve
faziletler banndırmaktadır. Bir kere oruç tutanlar, hiç bir denetim, sorgulanma
endişesi sözkonusu olmaksızın gönüllü olarak kendilerini mahrumiyete
katlanmaya alıştırmaktadırlar. Tek denetleyici oruçlunun imanı ve vicdanıdır.
Öte yandan oruç bir ruhsal annma yöntemidir. Ruhu ve iradeyi güçlendirir,
tutkuları frenler, ihtiraslara, şehevi arzulara gem vurur. Gönüllü olarak bu
yoksunluğu göze alanlara, yoksul insanlann durumunu hatırlatır, karşılaştırma
yapmalanna imkan sağlar. Dolayısıyla kişiyi, duygusallaştınr, iyiliğe, ihsana
ve yardım severliğe teşvik eder. Oruç, insanın Allah'a ve insanlara yönelik tüm
yükümlülüklerini en uygun biçimde kapsayan İslami bir ibadet şeklidir, desek
mübalağa etmiş olmayız. Allah'ın feyzine, yardımına ve ruhaniyetine ulaşmak
için nefsi arındırır, şehevi arzulann baskısından kurtanr.
Orucun fazileti ve
adabı ile ilgili olarak Peygamberimizden birçok hadis rivayet edilmiştir. Bu
hadislerden birinde şöyle buyuruluyor: "Yüce Allah Ramazan ayında oruç
tutmanızı farz kıldı. Ben de geceleri kalkıp ibadet etmenizi sünnet olarak Ön
gördüm. Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramazan ayında gündüzün oruç
tutsa, geceleri de ibadet için kalksa, anasından doğduğu gün gibi günahlardan
sıyrılır[255]. Kutsi kabul edilen bir
diğer hadiste şöyle deniyor: "(Allah buyuruyor ki:) Her amel, ademoğlu
içindir. Oruçsa benim içindir. Onun karşılığını da Ben vereceğim". Oruç
kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün, kansıyla cinsel ilişkiye girmesin, bağınp
çağırmasın. Eğer biri ona söver veya dövüşmek isterse "Ben oruçluyum"
desin. Muhammed'in nefsini elinde tutan Allah'a andolsun ki, oruçlunun ağız
kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlu için iki sevinç
vardır. İftar edince sevinir, bir de Rabbine kavuştuğunda orucundan dolayı
sevinir[256]. Bir başka hadiste şöyle
deniyor: "Ebu Emame der ki: Rasulullah'a: Bana bir şey emret ki, ondan
dolayı Allah beni yararlandırsın" dedim. Buyurdu ki: Oruç tutmanı emrederim.
O eşsiz bir ibadettir[257].
Başka bir hadiste Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet ediliyor: Sana hayrın
kapılarını göstereyim mi: "Oruç kalkandır. Sadaka, tıpkı suyun ateşi
söndürmesi gibi hataları söndürür. Kişinin gece karanlığında kıldığı namaz
salihlerin şiarıdır"[258] Bir
diğer rivayette ise, şöyle buyuruluyor: "Üç kişinin duası geri dönmez:
İftar edene kadar oruçlunun. Adil yöneticinin ve mazlumun. Allah bunların
dualarını bulutların üzerine çıkarır. Gök kapılarını açar. Sonra ulu Allah der
ki: İzzetime andolsun ki, bir süre sonra bile olsa, sana mutlaka yardım
edeceğim"[259].
Oruç ayetleri ile ilgili olarak müfessirler değişik görüşler ileri sürmüş,
fıkıhçılar farklı çıkarsamalarda bulunmuş ve hadisçiler çok sayıda hadis
rivayet etmişlerdir. Bu da İslam'ın bir rüknü olarak orucun ne kadar önemli
olduğunu göstermektedir. Burada ayrıntılı ve uzun açıklamalara girecek
değiliz. Kendi yorum ve değerlendirmelerimizle birlikte konuya ilişkin olarak
şu özet açıkalamayi sunmakla yetiniyoruz:
1) Tefsir
bilginleri[260] "sizden Öncekilere
yazıldığı gibi" cümlesi ile ilgili olarak şöyle demişlerdir: Ramazan
ayında oruç tutmak, Ehl-i Kitap'a da farz kılınmıştı. Bu uygulama Hz.
İbrahim'e kadar dayanır. Eskiden oruç, iftar sonrası uyku ile başlar, ertesi
gün yatsı vaktine kadar sürerdi. Bu onlara ağır geldi. Bu yüzden orucun şeklini
değiştirdiler. "Bu söylenenlerin sağlam bir dayanağı yoktur. Bizce,
ifadeden maksat, benzerliği vurgulamaktır. Yahudi ve hnstiyanlann belli oruç
tutma, zamanlan vardı. İşte müslümanla-ra oruç ibadetinin farz kılınışı
bağlamında, buna da işaret etme gereği duyulmuştur.
2) "Oruç sayılı günlerdir" ifadesi ile
ilgili olarak şöyle demişlerdir: Önceleri oruç, her ayın üç gününde tutulmak
üzere farz kılınmıştı. Ehli Kitab'a da bu şekilde farz kılınmıştı. Önceleri
Peygamberimiz ve mü'minler, bu uygulamayı gönüllü olarak yerine getiriyorlardı.
Sonra farz kılındı. Ardından da Ramazan orucunun farz kılınışı ile birlikte
neshcdildi. Bir diğer yorumda ise, "sayılı günler" ifadesi ile
"Ramazan ayı" kastedilmiştir. "Ramazan ayı ki Kur'an onda
indirilmiştir" ifadesi "sayılı günler" ifadesinin açıklayıcı
bedelidir, neshedicisi değil, denilmiştir. Bizce bu son yorum daha isabetlidir.
184. ayetteki "kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler
sayısınca başka günlerde tutsun" ifadesi, yorumu pekiştirici bir
karinedir. Çünkü "sayılı günler"in belli ve bilinen günler olduğunu
ifade etmektedir.
3) "Zor dayanabilenlerin üzerinde fidye
vardır" ifadesi ile ilgili olarak şu görüşleri ileri sürülmüştür:
a)
"Yutikunehu" ifadesinden önce mahzuf bir "la" vardır. Çünkü
ifade oruç tutmama ruhsatının ve fidye vermenin hikmetini açıklamaya
yöneliktir.
b)
"Yutikunehu: "Güç dayanabilenler" ifadesi "zorlukla ve
meşakkatle dayanabilenler" demektir. Bununla da yaşlılar ve tedavi
olmaları mümkün olmayan hastalar kastedilmiştir. Bazıları hamile ve emzikli
kadınların da takatsiz düşmekten korkmaları durumunda bu ruhsattan yararlanabileceklerini
söylemişlerdir.
c) Oruç
başlangıçta tercihe bırakılmış bir farzdı. Dileyen oruç tutar, dileyen tutmaz,
ama yoksullara yemek yedirirdi. Bununla beraber yüce Allah, oruç tutmalarının
tutmamalarından daha hayırlı olacağına dikkat çekmişti, bu uygulama, 185.
ayetin içerdiği hükümlerle neshedildi. Bu ayette, oruç tutmama ruhsatını
sınırlandırmış ve Ramazan ayında mukim olan herkesin oruç tutması hükmünü
getirmiştir. Hasla ve yolculara da daha sonra kaza etmek şartıyla oruç tutmama
ruhsatı verilmiştir. Seleme b. Ekva'dan şöyle rivayet edilir: "Zor
dayanabilenlerin üzerinde fidye vardır" cümlesini içeren ayet inince,
bazılarımız oruç tutmayıp yerine fidye vermeyi istediğinde, bunu yapardı. Bu
uygulama bir sonraki ayet inene kadar devam etti. "Sizden kim bu aya şahid
olursa artık onu tutsun". Böylece yukarıdaki ayetin hükmü neshedildi[261].
Bununla beraber bazı müfessirler, bu ayetin önceki ayeti neshettiğine ilişkin
görüşü doğru bulmuyorlar ve diyorlar ki: "Zor dayanabilenlerin üzerinde
bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır" ifadesinin içerdiği hüküm,
kalıcıdır. Bu görüşü destekler nitelikte, bir de hadis rivayet ederler: İbn
Abbas der ki: "Bu ayet neshcdilmiş değildir. Bu yaşlılara, takatsiz
düşmekten korkan hamile ve emzikli kadınlara ve tedavisi olmayan hastalara
verilmiş bir ruhsattır"[262] İbn
Abbas'a dayandırılan bir diğer rivayette[263] ise
şöyle deniyor. Fidye verme sadece oruç tutmaya güç yetiremeyen yaşlılara ve
tedavisi olmayan hastalara özgü bir ruhsattır. Bize göre bu değerlendirme
doğrudur. Hamile ve emzikli kadınlar geçici bir hastalığa yakalanmış hastalar
hükmündedir. Takatsiz düşeceklerinden endişe ederlerse, oruç tutmayabilirler.
Daha sonra gerekçeleri ortadan kalkınca, tutamadıkları günler sayısınca kaza
ederler.
Görüldüğü gibi ayet-i kerime,
bir yandan da muteber fidyeden fazlasını vermeye teşvik ediyor. Buna göre
fidyenin alt limiti bir yoksulu doyurmadır. Hiç kuşkusuz bu uygulama sürekli
yoksullara iyilikte bulunmayı tavsiye eden Kur'an mesajı ile örtüş-mektedir.
Ulemanın çoğunluğu, yoksula verilecek yiyeceğin, oruç tutan kimsenin ailesine
yedirdiği bir günlük yiyecek oranında olduğu görüşündedir.
İlk bakışta da
farkedildiği gibi "oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" ifadesi,
bütün müslümanlara yöneliktir. Demek isteniyor ki, ruhsat ancak kendi
koşullarında değerlendirilir ve oruç her zaman için güç yetirenler için
ruhsattan daha hayırlıdır.
4) Bazı
müfessirler[264] "Sizden kim bu aya
şahid olursa onu tutsun" ifadesini "Sizden kim hilâli görürse oruç
tutsun" şeklinde yorumlamışlardır. Ne var ki, ulemanın çoğunluğu
ifadenin: "Sizden kim oruç ayında mukim olursa, oruç tutması farz
olur" anlamına geldiği görüşündedir. Zaten hemen sonra gelen cümle de bu
değerlendirmeyi pe-kiştirici niteliktedir: "Kim hasta ya da yolculukta
olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun"...
Bu arada her yıl
dünyanın her tarafındaki bütün müslümanları meşgul eden "ru'yet-i
hilâl" meselesine değinelim: "Peygamberimizden rivayet edilen bir
hadiste şöyle buyu-ruluyor: Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın ve hilâli
görmedikçe bayram etmeyin. Eğer hava bulutluysa takdirinizi kullanın.
"Buhari'de yer alan rivayette şöyle deniyor: "Eğer hava bulutluysa,
Şa'ban ayını otuza tamamlayın". Bir başka rivayette: "Eğer hava bulutluysa
otuz gün oruç tutunuz"[265].
Bir rivayete göre Mekke emiri bir gün hutbeye çıkar ve şöyle der:
"Rasulullah bize şu tavsiyede bulundu: Hilâli görünce oruç tutunuz. Eğer
göremezseniz iki adil şahidin şahitliğiyle oruç tutmaya başlayınız[266].
İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadiste şöyle Duyuruluyor: İnsanlar hilâli
gözetlemeye çıkmışlardı. Gidip Rasulullah'a hilâli gördüğümü haber verdim.
Bunun üzerine Rasulullah oruç tutmaya başladı ve halka da oruç tutmalarını
emretti. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Bir Bedevi, Rasulullah'ın
yanma geldi ve "Ben Hilâl'i gördüm" dedi. Peygamberimiz: "Sen
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik
ediyor musun?" diye sordu. Adam: Evet, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz
Bilâl'i insanlara oruç tutmalarını söylemek üzere görevlendirdi.
Bu rivayetlerin
oluşturduğu atmosferden Ramazan ayının girdiğinden ve bittiğinden kesin olarak
emin olma durumunun kastedildiği anlaşılıyor. Bize öyle geliyor ki, bu rivayetlerde,
ayın doğuş yerleri itibariyle birbirlerine yakın ve eşit konumda bulunan ülkelerde
yaşayan müslümanların, bir ülkede hilâlin görüldüğünün tesbit edilmesi ile birlikte
oruca başlamalarını ve bayram yapmalarını engelleyici bir durum sözkonusu değildir.
Bir kişinin şahitliği ile oruç tutabilirler. Aynı şekilde sağlam bilimsel
verilere dayanan astronomik hesaplar ya da rasathaneler de teleskopla yapılan
gözlemler sonucu hilâlin tesbit edilişine dayanarak Ramazan orucuna başlamanın
ve bayram yapmanın bir sakıncası yoktur. Böyle bir yaklaşım, müslümanların
özden çok şekle önem vermeleri sonucu her yıl yaşadıkları karışıklığa son
verir ve bütün İslam ülkeleri birlikte oruca başlar, birlikte bayram eder.
Gerçekten astronomi bilimi dikkat ve tesbit bakımından büyük gelişmeler
kaydetmiştir. Telsiz, telefon gibi kitle iletişim araçları, bir göz açıp kapama
anı gibi kısa bir sürede ülkelerin birbirleriyle iletişim kurmalarını mümkün
kılmıştır. Daha önce bunların hiç biri yoktu. Kur'an'm direktiflerinden ve
ilkelerinden, müslümanların çıkarına olan, hayatlarını kolaylaştırıcı olan,
zorluk ve engel çıkarmayan araç ve gereçlerin rahatlıkla kullanılabilecekleri
anlaşılmaktadır. Şu anda incelemekte olduğumuz ayette de konumuza ışık tutacak
son derece önemli bir mesaj verilmektedir: Allah müslümanlara kolaylık diliyor,
onlara zorluk dilemiyor..." Allah'ın onlardan istediği oruç tutmakla
yükümlü oldukları ayı tamamlamaları, Allah'ı zikretmeleri ve O'na ibadet
etmeleridir. Bu onların doğruluğa, hayra ve salaha erişmelerini sağlayacaktır.
5) Tefsir
bilginleri "oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl
kılındı" ifadesi ile ilgüi olarak değişik görüşler ileri sürmüşlerdir: 1)
Oruç gece, yatsı zamanı başlardı (uyku saati). Bir müslüman uyuduktan sonra
şafaktan önce bile olsa, uyandığında eşi ile cinsel ilişkiye giremez, herhangi
bir şey yiyip içemezdi. Bir kimse iftarını açmadan uyuya kalırsa, şafaktan
önce uyansa bile orucu bozamazdı. Bu uygulama, müslümanların kendi
içtihadlarına dayanıyordu Daha sonra yüce Allah, onlara yönelik bir şefkat
göstergesi olarak yukarıdaki ayeti indirdi ve onların kendi kendilerine haram
kıldığı şeyleri helâl kıldı. 2) Bu uygulama Peygamberimizin direktiflerine
dayanıyordu. Başta Ömer b. Hattab olmak üzere bazı müslümanlar, uyuyup
geceleyin şafaktan önce uyandıktan sonra eşleriyle ilişkiye giriyor, bazı
şeyler yiyip içiyorlardı. Daha sonra günah korkusuyla ve pişmanlık duygusuyla
Peygamberimize başvurdular. Peygamberimiz bu davranışlarından dolayı onları
azarladı. Bunun üzerine bağışlama, tevbe ve hafifletme içeren bu ayet indi. 3) Bu
ayet, tek başına inmiş değildir. Orucun farz kılınışı bağlamında yüce Allah,
müslümanlara, oruç gecesinde şafak sökünceye kadar eşleriyle ilişkiye
girmelerinin yiyip içmelerinin helâl olduğunu bildiriyor. Çünkü Allah, eğer
bunları helâl kılmayacak olursa, onların nefislerine ihanet edeceklerini
biliyordu. Buharİ'nin rivayet ettiği bir hadiste"' şöyle deniyor:
"Kays b. Sırma oruçlu olduğu bir günde iftar vakti karısından yiyecek bir
şeylerin olup olmadığım sorar. Kadın: "Şimdi gidip komşulardan senin için
bir şeyler isteyeceğim" der. Kadın gidince, Kays uykuya yenik düşer. Kadın
döndüğünde kocasının uyumuş olduğunu görür ve "zavallı adam" der.
Ertesi gün öğlen vakti açlıktan bayılır. Başından geçenleri Peygamberimize
anlatınca yukarıdaki ayet iner". Bir diğer hadiste"[267]
şöyle deniyor: "Oruç ayında insanlar yatsı namazını kıldıktan sonra
yemek, içmek, cinsel ilişkiye girmek haram olurdu. Bazı adamlar, yatsı namazını
kılmış oldukları halde eşleriyle ilişkiye girerlerdi ama iftar etmezlerdi.
Bunun üzerine yüce Allah bir kolaylık olsun diye bu ayeti indirdi".
Ayette geçen
"el-an: şimdi, artık" deyimi ve "tevbenizi kabul etti ve sizi
bağışladı" cümlesi yukarıda sunduğumuz paragraftaki değerlendirmeyi
destekleyici rol oynuyor. Bu durumda şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Söz konusu
ayet, içinde yer aldığı ayetler grubundan bir süre sonra ve ayrı olarak inmiş,
sonra aralarındaki konu birliği münasebetiyle grubun içine yerleştirilmiştir.
b) Tefsir
bilginleri "mescidlerde itikafta olduğunuz zamanlarda kadınlarınıza yaklaşmayın"
ifadesi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmışlardır: Ramazan ayının tümünde veya
bazı günlerinde mescidlerde itikafa girmeyi (kendini ibadete vermeyi) adayan
bazı müslümanlar, geceleyin mescidden çıkıyor, eşleriyle ilişkiye giriyor, ardından
gusledip mescide dönüyorlardı. İşte bu ayette böyle bir uygulama menediliyor.
"Konuya ilişkin, bir başka görüşe rastlamadık. Bize öyle geli; ot ki, bazı
müslümanlar, Peygamberimizin, oruç gecesinde uyuduktan sonra, fecr öncesinde
bile olsa getirdiği yeme, içme ve cinsel ilişki yasağına uymadıkları gibi
bazıları da itikaf sünneti ile ilgili olarak belirlediği kurallara da
uymuyordu. Ayet-i kerime bu davranışları yasaklıyor.
Bu noktada bir
meseleye değinmeden geçemeyeceğiz: Bazı müfessirler oruçluyken cinsel ilişkiye
girmeksizin karı kocanın bedensel temaslarım, oynaşmalarını da tıpkı cinsel
ilişki gibi yasağın kapsamında değerlendirmişlerdir. Bir kısım müfessirler,
öpüşmeyi ve sarılmayı da yasak olarak nitem işlerdir. Diğer bir kısmı ise
bunların tümünü mubah saymıştır. Delil olarak da beş müsned yazarının Hz.
Aişe'den rivayet ettiği şu hadisi göstermişlerdir: "Rasulullah oruçluyken
eşini öper, onunla oynaşırdı. O hepinizden daha çok ihtiyaçlarına, arzularına
hakimdi.[268] Rivayet edilen bir diğer
hadiste[269] şöyle deniyor: Adamın
biri, oruçluyken kadınlarla oynaşmayı sordu, Peygamberimiz ona izin verdi. Bir
başkası da izin istedi ama Peygamberimiz ona izin vermedi. Önceki adam yaşlı,
öbürü ise gençti.
Anladığımız kadarıyla
meselenin özü, arzulara hakim olmadır. Bununla beraber oynaşma ve sevişme
hususunda bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kendinde böyle bir güç ve dirayet
göremeyen bir kimse açısından aslolan öpüşme ve oynaşmanın menedilmesidir. Daha
doğrusu, her durumda men daha evladır, bir ihtiyati tedbir olarak. Çünkü
alimlerin ortak görüşüne (icma) göre, uyanıkken oynaşma sebebiyle boşalmanın
gerçekleşmesi orucu bozar.
7) Tefsir
bilginleri "Ramazan ayı ki, Kur'an onda indirilmiştir" ifadesi ilgili
olarak şöyle demişlerdir: Kur'an, Ramazan ayında veya son günlerinde topluca
dünya semasına indirilmiştir. Sonra buradan peyderpey Peygamberimize
indirilmiştir. İşte bu ifadede kastedilen budur". Bu değerlendirme lam
olarak insanın içine sinmiyor. Ayrıca sağlam bir dayanağı da yoktur. Böyle
olmasının bir hikmeti de belirginleşmiş değildir.
Kadir sûresi ve Duban
sûresinin ilk ayetleri bağlamında da benzeri görüşler ortaya konmuştur. Söz
konusu iki sûreyi incelerken, yeterli açıklamalarda bulunduk. Aşağı yukarı
ittifakla kabul edilen bir diğer değerlendirme ise Buhari'nin Hz, Aişe'den
rivayet ettiği bir hadisle de desteklenmektedir. Biz bu hadisi Alak sûresinin
tefsiri bağlamında sunduk. Orada deniyor ki: "Alak sûresinin ilk beş
ayeti, Ramazan ayının son gecelerinden birine denk gelen Kadir gecesinde
Peygamberimize indirilmiştir" "Kadir sûresini incelerken, bu hususu
da işaret etmiştik. Bize öyle geliyor ki, şu anda incelediğimiz ayette,
kastedilen budur. Amaç, Ramazan ayının bereketine ve faziletine dikkat
çekmektir. Çünkü İslam açısından son derece önemli olan büyük hadiselerin çoğu
bu ayda gerçekleşmiştir ve hemen bütünü de İslam açısından hayırlı sonuçlar
vermiştir. Bunların başında Peygamberimize peygamberliğin tebliği, Rabbani
vahyin kendisine ulaşması ve Kur'an'm ilk ayetlerini ahşi gelmektedir. Ki bu
ayetleri içeren Kur'an yoJ göstericidir, apaçık belgelerden ibarettir ve hak üe
batılı, eğri ile doğruyu birbirinden ayıran Fur-kan'dır.
Anladığımız kadarıyla
müslümanlara bu mübarek ayda oruç tutmanın farz kılınışı, bir açıdan adı geçen
bu büyük hadise ile ilintilidir. Kur'an'ın inişine esas oluşturan ilahi hikmet,
Ramazan ayı orucunun kendilerine farz kılınışını ön görmüştür ki, Ramazan, sırf
Allah'a kulluk sunmaya özgü kıldıkları bir ay olsun. Allah'ın dilediği bir
zamana kadar yeryüzünün doğusunda ve batısında bulunan bütün müslümanlar bu
yükümlülüğü yerine getirsin. Bu davranışın altında. Allah'ın rahmetine ve
nimetine şükretme olgusu yatmaktadır.
Yeri gelmişken, bir
kez daha bir hususa işaret etmek istiyoruz, Kadir sûresini tefsiri bağlamında
da söylemiştik: Peygamberimiz kendisine vahiy inmeden Önce, Ramazan ayında Hira
dağındaki bir mağarada itikafa girerdi. Ramazan ayında itikafa girmek, yani
kendini yoğun biçimde ibadete vermek, çok önceden Mekke'deki bazı mistik ve muttaki
şahsiyetlerin sürdürdükleri bir gelenekti[270].
Buradan hareketle şunu rahatikla söyleyebiliriz: Çok detaylıca ve
derinlemesine bilinmese bile, Araplar nezdinde Ramazan ayının bir özelliği
vardı. Bundan dolayı Rabbani hikmet Kur'an'ın ve ilk vahyin özellikle bu ayda
inişini ön gördü. Sonra da müslümanlara bu ayda oruç tutmaları emredildi.
8) Bilginler
"Kullarım beni sana soracak olursa..." ayeti ile ilgili olarak
değişik görüşler ileri sürmüşlerdir:
1) Bu ayet,
Peygamberimize "Allah nerededir?" diye soran bir ashabın sorusu üzerine
inmiştir.
2) Bir adam
Peygamberimize şöyle demiştir: "Rabbimiz yakın mıdır yoksa uzak mıdır?
O'na fısıldayarak mı seslenelim yoksa yüksek sesle bağıralım mı?" Bunun
üzerine bu ayet inmiştir.
3) Bir adam,
Peygamberimize: "Günün hangi saati Allah'a dua etmek için uygundur?"
diye sormuş, bunun üzerine yukarıdaki ayet inmiştir. Bu rivayetler, sağlam
dayanaklardan yoksundur. Bize öyle geliyor ki, bu ayet önceki ayetlerden
tamamen kopuk değildir. Tersine bir ara cümle ve uyan niteliğindedir. Buna göre
yüce Allah, müslümanlara oruç ibadetini farz kılmıştır. O'nun bu buyruğuna
olumlu karşılık vermeleri ve O'na inanmaları gerekir. Böyle yapmaları kendi
hayırlarınadır, doğru erişmeleri bu şekilde mümkün olun Ayrıca dua
ettiklerinde, Allah'ın kendilerine yakın olduğunu kesin olarak bilmelidirler.
O onların dualarına icabet eder. Her halükârda müs-lümanların bazı psikolojik
sorunlarının ele alındığı anlaşılıyor. Bu sayede, Allah'ın fazlını, yardımını
ummaları duygusu pekiştirilmiş, O'nun kendileri için kolaylık dilediği vurgulanmıştır.
Her zaman ve her yerde yapılan dualara karşılık verdiği kesin bir dille ifade
edilmiştir. Tefsir bilginleri ve hadis imamları, bu ayetlerin açıklaması
bağlamında birçok hadis rivayet etmişlerdir. Genelde, bu değerlendirmeyi
pekiştirici hadislerdir bunlar. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Yüce
Allah, elini açıp kendisine dua eden bir kulunu boş çevirmekten haya
eder". Bir diğerinde şöyle buyuruluyor: "Hiç bir müslü-man yoktur ki,
günah ve akrabalık bağlarını koparmaya yönelik olmayan bir duada bulunsun,
yüce Allah ona şu üç şeyden birini vermesin: "Duasını hemen kabul edip
istediğini vermek... Ya da istediğini ahirette bir mükafat olmak üzere
bekletmek. Veya bu isteğine denk düşen bir kötülüğü ondan savmak". Konuya
ilişkin olarak rivayet edilen bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor:
"Yeryüzünde el açıp Allah'a dua eden hiç bir müslü-man adam yoktur ki,
Allah İstediğini vermesin veya istediğine denk bir kötülüğü ondan savmasın.
Yeter ki duası günah işlemeye ve akrabalık bağlarını koparmaya yönelik olmasın.
"Biriniz acele edip dua ettim ama duam kabul olunmadı" demediği
sürece duası kabul olunur. "Allah'tan lütfunu dileyin. Çünkü Allah,
kendisinden istenmesini sever. İbadetlerin en faziletlisi, sıkıntı anında bir
çıkış yolunun kurtuluşu beklemektir". "Kabul olunacağından emin
olarak Allah'a dua edin. Biliniz ki, Allah gafil kalbin duasını kabut etmez[271].
9) Tefsir
bilginleri "Onlar sizin örtüleriniz siz de onlara örtüsünüz"
ifadesini şöyle yorumlamışlardır. Burada karı-kocanm her zaman birbirlerine çok
yakın ve içli dışlı olduklarına bu durumda kendilerine hakim olmalarının zor
olduğuna işaret ediliyor. Bu oruç gecesinde karı kocaya verilen iznin
gerekçesidir. Bu değerlendirme doğru olabilir. Bununla beraber biz burada karı
koca ilişkisinin niteliğinde olması gereken duygusallık, saflık, sevgi ve
kaynaşma boyutuna da işaret edildiği kanaatindeyiz. Karı, koca bir şahıs, bir
ruh ve bir kalp gibi olmak durumundadırlar. Bu mesajı birçok ayetten algılayabiliriz.
Bunlara yeri geldikçe temas ettik. Bu hususta Rum 21 ve A'raf 189 ayetlerini örnek
gösterebiliriz.
Şimdi yukarıda
tefsirini sunduğumuz ayetlerin pratize edilişlerine ilişkin bazı kurallar
vardır. Bunların kaynağı da Peygamberimizin sünnetidir. Şimdi bu kuralları
Özetleyerek sunuyoruz:
1) Aybaşı
halinde ve lohusalık döneminde kadınların oruç tutmamalarına izin verilmiştir.
Ama daha sonra tutamadıkları günler sayısınca kaza etmeleri gerekir[272].
2) Hamile ve
emzikli kadına oruç tutmama izni verilmiştir. Daha önce de işaret ettiğimiz
gibi bu durumda olan kadınlar fidye mi verecekler yoksa tutamadıkları oruçları
kaza mı edecekler? konusu ihtilaflıdır[273].
3)
Müslümanlar, hastalık veya aybaşı hali, hamilelik ve çocuk emzirme gibi
hastalık hükmünde olan hususlar ve yolculuk sebebiyle tutmadıkları oruçları
dilerlerse peşpeşe, dilerlerse aralıklı olarak kaza edebilirler[274].
4)
Peygamberimizin hadislerinde oruç tutmama ruhsatına konu olan hastalığın sınırına
ve seferiliğin mesafesine ilişkin herhangi bir açıklayıcı bilgiye
rastlayanıadik. Tefsir bilginlerinin hastalıkla İlgili olarak söyledikleri
şudur: "Nefsin zarar göreceği ve hastalığın artacağı zannınm galip
gelmesi[275]. Seferin miktarına
gelince: Bazı mezhep imamları seksen (80) fersah, bazısı on altı (16) fersah,
bazısı da yirmi beş (25) fersahlık bir yolculuğu Öngörmüştür. Bir fersah,
yaklaşık olarak, bir buçuk saatlik bir zamanda katedilir[276].
Öyle anlaşılıyor ki,
yolcuya ve geçici bir hastalığa yakalanan kimseye -bu arada aybaşı halindeki
veya lohusa ya da emzikli yahut hamile kadına- tanınan oruç tutmama ruhsatının
gerekçesi, zorluk ve meşakkattir. Bunu Kur'an'm mesajından algılayabiliriz.
Kur'an, yüce Allah'ın hiç bir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemediğini tersine
insanlara kolaylık dilediğini, onları zora sokmak istemediğini bildirir.
Rivayete göre, Peygamberimiz döneminde, müslümanlar sefere çıktıklarında
kimisi oruç tutar, kimisi de oruç tutmazdı. Bundan dolayı da kimse kimseyi
kınamazdı. Hastalar da yapabil ir lerse oruç tutar, güç yetiremezlerse
tutmazlardı. Yani, mesele oruç tutmakla yükümlü müslü-manın takdirine
bırakılmıştır. Belirleyici olan, onun dindeki samimiyeti, Rabbinin buyrukları
karşısındaki ihlasıdır. Sonuçta oruç, kişisel bir ibadettir. Allah'tan ve
bizzat oruçlunun kendisinden başka, kimse denetleyicilik pozisyonunda değildir.
Konuya ilişkin Kur'an ayeti mutlaktır. Bu da Kur'an'ın geneline hakim olan
ilahi hikmete uygundur. Kur'an herkesi ilgilendiren meselelerin sınırlarının
ve şekillerinin belirlenmesini, kişilerin kendi koşullarına, mekana ve zamana
bırakır. Konu, bugün dahi taşıma ve yolculuk araç ve gereçlerinin gelişmiş
olması bağlamında güncelliğini korumaktadır. Aynı durum, tıb alanındaki
gelişmeye paralel olarak hastalık olgusu için de geçerlidir. Çünkü araçların ve
koşulların değişmesiyle kriterler ve durumlar da değişir. Ama Kur'ani ilke her
zaman geçerlidir. Hüküm mercii her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur'an'ın ilkeleridir.
Kur'an ilkelerinin gücü, olağanüstü etkileyiciliği ve ölümsüzlüğü buradan gelir.
5) Oruca
dayanabilmek için sahur yemeğini yemek gerekir. Peygamberimiz buyuruyor ki:
"Size sahur yemeğini tavsiye ederim. Sahur yemeği mübarektir[277].
6) Yatsıdan
sonra Teravih namazını kılmak. Bu namazın rekat sayısı hakkında farklı
rivayetler aktarılmıştır. Meşhur ve mütevatir rivayetlere göre rekat sayısı
yirmidir. İkişer rekat kılınır. Peygamberimizin bu namazı ısrarlı biçimde
tavsiye etmediği hatta şöyle dediği rivayet edilir: Bu namazın size farz
kılınmasından korktum. Öyle olsaydı, ona güç yetirem ezdiniz[278].
7) Kişi
unutarak bir şey yer, içerse orucu bozulmaz. Böyle bir durumda orucunu tamamlaması
gerekir. Peygamberimizin de buyurduğu gibi, kişinin unutarak yiyip içmesi yüce
Allah'ın kendisine bahşettiği bir rızıktır[279].
8) İstemeden
kusmak orucu bozmaz. Bilinçli bir şekil de kişinin kusmaya çalışması orucu bozar.
Bu orucun kaza edilmesi gerekir[280].
9) Bir
kimsenin gündüz vakti ihtilam olması veya geceden cünup olarak sabahlaması
orucu bozmaz[281].
10)
Peygamberimizden rivayet edilen bazı hadislerde kan aldırmanın orucu bozduğu bazısında
ise aksi belirtiliyor[282].
11) Peygamberimizden rivayet edilen bazı
hadislerde, göze sürme çekmenin orucu bozmadığı belirtiliyor[283].
12)
Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste mazmaza ve istinşakta (ağza ve buruna
su alma) aşırıya gitmeden sakındırılıyor. Bunun bir ihtiyati tedbir olduğu
açıktır[284].
13) Reşid Rıza göz yaşı ve şırınga ile ilgili
olarak İmam İbn Teymiye'den özet bir açıklama sunar. Burada deniyor ki: Bazısı
göz yaşı ve şırınganın orucu bozduğunu, bazısı ise aksini savunuyor. Bu
ikisinin orucu bozmadıklarına ilişkin görüş daha isabetlidir. Çünkü Peygamber
efendimizden bunları meneden bir hadis rivayet edilmiş değildir. Üstelik
bunların besleyici özellikleri yoktur. Öyle olsaydı, yasak olan bir temele dayanarak,
kıyas yoluyla bunların da yasaklığına hükmedilirdi. Reşid Rıza sö'zkonusu şırıngayı
şarj nitelikli olduğuna işaret eder. Bu arada, besleyici şırınganın orucu
bozduğunu belirtir. Fakat adeleden ve damardan yapılan tedavi amaçlı şırıngaya
değinmez. İmam İbn Teymiye'nin bu çıkarsamasının isabetli olduğunu düşünüyoruz.
Ayrıca bizce adele ve damardan yapılan tedavi amaçlı şırınga öncelikli olarak,
orucu bozan şeyler arasında yer aldığı kanaatindeyiz.
14)
Peygamberimizden rivayet edilen bir hadisle kesintisiz oruç yani iftar
etmeksizin üstüste iki gün veya daha fazla oruç tutma, yasaklanıyor[285].
15) Gündüz
vakti cinsel ilişkiye girme orucu bozduğu gibi kefareti de yani iki ay üst üste
oruç tutmayı gerektirir. Eğer buna güç yetirilmezse bir köle azad etmek yoksa
altmış yoksul doyurmak gerekir[286].
16)
Peygamberimiz Ramazan ve Kurban bayramı günleri İle teşrik günleri oruç tutmayı
yasaklamıştır[287].
17) Şüphe
günü yani Ramazandan mı yoksa Şaban ayından mı olduğu kestirilmeyen (hilâl
tesbit edilmediği için) günde oruç tutmayı yasaklamıştır[288].
18) Peygamber efendimiz, Ramazan ayının dışında
da -oruç tutulması yasak olan günler hariç- nafile oruç tutmak suretiyle
Allah'a kulluk sunmayı teşvik etmiştir. Recep, Şaban ve Muharrem aylarında ya
da bu ayların bazı günlerinde oruç tutulmasını tavsiye etmiştir. Özellikle
Aşura Günü, Şabanın ortasına denk gelen gün ve Ramazan bayramını izleyen Şevval
ayının ilk altı günü, Zilhiccenin ilk dokuz günü, her ayın üç günü -bir rivayette
her ayın on üç, on dört ve on beşinci günü- oruç tutulmasını sıkı sıkıya
tavsiye etmiştir. Her gün ara vermeden oruç tutmayı nehyetmiştir. Bu konuda
soru soran veya bu şekilde oruç tutmak isteyen birine şunu söylemiştir: Oruç
tut ve bazı günler de tutma. Çünkü bedenin senin üzerinde hakkı vardır, eşinin
üzerinde hakkı vardır, gözünün üzerinde hakkı vardır"[289].
Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulu-yor: Gönüllü oruç
tutan, nefsinin emini veya emiridir. Dilerse oruç tutar, dilerse iftar eder[290].
19)
Peygamberimiz Ramazan ayının son on gününde mescitte itikafa girerdi ve zorunlu
ihtiyaçları dışında mescitten çıkmazdı. Beşeri ihtiyaçları dışında evine
girmezdi. Ashabı da onu izledi. Böylece bilinen adabıyla itikaf, müstahap bir
sünnete dönüştü[291].[292]
188-
Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla İnsanların
mallarından bir bölümünü'[293] yemeniz
için onları hakimlere aktarmayın.
Ayet-i kerimede hitap
müslümanlara yöneliktir. Birbirlerinin mallarını haksızlıkla yemeleri ya da
başkalarının mallarının bir bölümünü yemek için haksız yere, bile bile
yöneticilere peşkeş çekmeleri yasaklanıyor ve bunun ne büyük bir günah olduğu
vurgulanıyor.
Ayet-i kerimenin
yasama nitelikli yeni bir bölüm olduğu açıktır. Ayetin akışından hitabın
mü'minlere yönelik olduğu anlaşılıyor. Ancak ifadenin mutlak oluşu, kalıcı bir
bir direktif ve bütün insanları kuşatan evrensel bir mesaj içerdiğini
vurgulamaktadır. Bu bölüm, kronolojik olarak oruç bölümünden hemen sonra indiği
için buraya yerleştirilmiş olabilir. Her iki bölümün yasama nitelikli oluşu da
bu tertibe esas oluşturmuş olabilir.
Tefsir bilginleri[294] bu
ayetin, bir müslümanm, arazisini gasbeden bir başka müslü-mani Peygamberimize
şikayet etmesi üzerine indiğini söylemişlerdir. Peygamberimiz davacıdan
iddiasını belgelemesini, davalıdan da yemin etmesini istemiştir. Adam yemin
etmek üzereyken Peygamberimiz şu açıklamayı yapmıştır: Eğer bu adam kendisine
ait olmayan bu araziyi haksız yere almak için yemin edecekse, muhakkak ki
Allah'la karşılaştığı gün, yüce Allah'ın kendisinden yüz çevirdiğini
görecektir. Hİç kuşkusuz ben bir insanım. Siz aralarınızdaki sorunların çözümünü
bana havale ediyorsunuz. Biriniz daha etkili ve inandırıcı bir dil
kullanabilir, başkasına göre kanıtını daha etkileyici bir tarzda sunabilir[295].
Ben de ondan duyduğum açıklamalara dayanarak lehinde karar verebilirim.
Dolayısıyla kardeşinin hakkını ona aktarmış olabilirim. Böyle bir durumda sakın
ola ki, kardeşinin hakkını almaya. Ben ona, sadece bîr parça ateşe hükmetmiş
olurum. İsterse bu sorumluluğu yüklensin, isterse hakkı hemen sahibine iade
etsin[296]. Bunun üzerine davalı
yemin etmekten vazgeçti ve arazisini asıl sahibine iade etti. Çok geçmeden bu
ayet indi. Bu hadisin başka bir münasebetle varid olduğu da söylenmiştir. Hangi
neden-ie olursa olsun, ayet-i kerimenin içeriğinden tasvir ettiği duruma benzer
bir olay münasebetiyle indiği anlaşılmaktadır. İfade tarzı genel tutulmuştur
ki, ayetin içerdiği mesaj ya da direktif, bütün zamanlardaki müslümanlar için
bir yol gösterici olsun, yasaklanan bu suçu işlemelerine engel oluştursun.
Ayet-i kerimede yalan
şahitlik, yalancılık, sûreti-i haktan görüneni batıl delil, kandırma amaçlı
iddia, bile bile hakkı batıl, batılı da hak göstermeye yönelik söz cambazlığı
yasaklanmıştır. Ayet-i kerimenin içerdiği direktif ve yasaklayıcı ifade son
derece etkileyicidir. Aynı zamanda Kur'an'ın hakkı egemen kılmaya, yerleştirmeye,
insanlar arasında adaleti yaymaya, batılı, haksızlığı, düzenbazlığı ve
yalancılığı bertaraf etmeye ilişkin genel misyonu ile de örtüşmektedir. Aynı
etkiyi Peygamberimizin konuya ilişkin hadisinden de anlıyoruz. Böylece Kur'ani
direktifle, nebevi uyarı, her zaman olduğu gibi bir kez daha örtüşmüştür.
Bazı müfessirler
"hakimlere aktarmaym" ifadesini rüşvet şeklinde yorumlamışlardır.
Aslında bu anlam, ayetin genelinden algılanabilir. Bu ifadenin özel olarak
işaret etmesi ya da etmemesi sonucu değiştirmiyor. Burada da Kur'anî direktifle
nebevi telkin arasındaki örtüşmenin örneğiyle karşı karşıyayiz. Ebu Davud,
Ahmed ve Tirmizi, Ebu Hurey-re kanalıyla Peygamberimizin şöyle dediğini rivayet
ederler: "Yüce Allah hükümde rüşvet verenle alanı lanetlemiştir[297].[298]
189- Sana
hilâlleri'[299] sorarlar. De ki: O,
insanlar ve Hac için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik, evlere arkalarından gelmeniz
değildir ama iyilik sakınanın tutumudur. Evlere kapılarından girin. Allah'tan
sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Ayet-i kerimede;
1) Peygamberimize hilallerle ilgili olarak
yöneltilen bir sorudan söz ediliyor.
2)
Peygamberimizden bu soruyu şu şekilde cevaplandırması isteniyor: Hilaller, insanların
vakitlerini düzenlemelerine, günleri hesap etmelerine yarar. Ayrıca hac mevsiminin
belirlenmesine yardımcı olur.
3) Soruyu
yöneltenlerin veya dinleyicilerin dikkati bir hususa çekiliyor: "Evlere arkalarından
gelmek, Allah'a yaklaştırıcı gerçek iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah korkusudur,
Allah'ın belirlediği sınırlara uyup gözetmedir". Mesele böylece açıklığa
kavuşturulduktan sonra şu direktif veriliyor: Evlere kapılarından gelin ve
Allah'tan korkup sakının. Ki kurtuluşa ve mutluluğa erişesiniz.
Ayet-i kerime, yeni
bir bölüm niteliğindedir. Yasama özelliği ise belirgindir. Önceki ayetten hemen
sonra indiği için buraya yerleştirilmiş olması ihtimal dahilindedir. Bir dİ-ger
ihtimal de, aralarındaki ortak özellik olan "yasama" niteliği
dolayısıyla peşpeşe ter-tib edilmeleridir.
Tefsir bilginleri[300]
ayetin ilk bölümünün, ayın çeşitli biçimler almasının hikmetine ve sırnna
ilişkin bir soru üzerine indiğini, ikinci bölünıününse eski Hac geleneklerinden
birine ilişkin hükmün sorulması üzerine indiğini söylemişlerdir. Şöyle ki:
Araplar ya da Medineliler, Hacca niyet edip bu amaçla ihrama girdiklerinde, bir
çatı altında gölgelen-meyi kendilerine haram ederlerdi. Evlerine birşey için
girmek zorunda kaldıkları zaman, evin çatısı kendilerine gölge yapmasın diye
kapılarından girmezlerdi. Evin tavanına çıkar oradan kendilerini aşağıya
sarkitırlardı veya bir duvarı delerek içeri girerlerdi.
Ayetin iniş sebebi ile
İlgili olarak aktarılan bu iki rivayetin sahih olmaları ihtimal dahilindedir.
Şu kadar var ki; biz, iki meselenin benzer bir ortamda ya da birbirine yakın
koşullarda Peygamberimize arzedüdiğini ve bu olayın ayetin inişinin arefesine
rastgel-diğinî, ayetin bu nedenle indiğini düşünüyoruz. İki soru arasındaki
münasebet benzerliği de bu değerlendirmemizi destekler niteliktedir.
"Hilaller
hakkındaki soru" bağlamında aklımıza bir fikir geliyor. Eğer rivayette belirtildiği
gibi soruyu soran kişi gerçekten ayın şekilden sekile girişinin sırrını ve buna
egemen olan evrensel yasaları öğrenmek istemişse, kuşku yok ki, Kur'an'ın
verdiği cevap gerçekten hekimânedir, yerindedir. Adam, evrensel bir fenomenin
sırrını soruyor, cevapta ise insanlara faydalı olan hususa ve bunun hikmetine
dikkat çekiliyor. Şayet aklımıza gelen bu fikir isabetliyse, buradan şu sonuca
varırız: Kur'an faydalı ve hikmetli anlaşılabileni açıklamaya Önem verir,
açıklanmasına gerek olmayanı ve herhangi bir amaca ulaştırmayan evrensel
yasalar sisteminden olağanüstülükleri açıklama gereği duymaz.
Ayetin İkinci
bölümünde sözkonusu geleneğin iptal edilişi gündeme getiriliyor. Çünkü, gereksiz
meşakkatlere sebep olduğu gibi bir yararı da yoktur. Ayet, bu anlamsız geleneğin
iyilik olmadığını da dile getiriyor. Aslolan Allah korkusudur. Gerçek iyiliğin
ve kurtuluşun aracı byÖur.
Kuşkusuz bu
değerlendirme Hac sûresi tefsiri bağlamında yaptığımız açıklamalarla da
örtüşmektedir. Haccın eskiden kalma geleneklerinden bazılarının aynen korunmasının
hikmetine değinirken demiştik ki: Çirkin veya anlamsız olan adetler ortadan
kaldırıldı. Geride kalanlar da putperestlik ve şirk şaibelerinden arındırıldı.
Böylece anlamsız bir
geleneğe son veren ayetin bu bölümünün satır aralarında, bir yandan yasamanın
hikmeti algılanırken, bir yandan da tüm zamanları kuşatan bir mesaj
algılanıyor. Buna göre; özde ve gerçek iyilik, Aİlah katında takvadır, Allah'ın
koyduğu sınırlara uymadır, şekil, araz ve görüntü değil. Birçok ayetten
Özellikle Bakara 177. ayetten bu mesajı algılamak mümkündür. [301]
190- Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda
savaşın, aşın gitmeyin. Elbette Allah aşın gidenleri sevmez.
191- Onları bulduğunuz yerde[302]
öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten
beterdir. Onlar size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında
onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin
cezası işte böyledir.
192-Onlar
savaşa son verirlerse; şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
193-Fitne
kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse artık zulüm yapanlardan
başkasına karşı düşmanlık yoktur.
194-Haram
ay, haram aya karşılıktır; hürmetler de[303]
karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona
saldırın. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup
sakınanlarla beraberdir. 195-Allah
yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik
edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.
1)
Müslümanlar, kendileriyle savaşa girmiş olanlara karşı Allah yolunda
savaşmaları emrediliyor.
2) Savaşta aşırı gitmeleri ve haksızlığı
kendilerinin başlatması yasaklanıyor. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.
3)
Kendilerine savaş açmış olanlarla, karşılaştıkları herhangi bir yerde
savaşmaları, onların kendilerini çıkarmaları gibi kendilerinin de onları
yurtlarından çıkarmaları direktifi veriliyor.
4) Fitnenin adam Öldürmeden daha ağır bir suç
olduğu vurgulanıyor. Bu ifadeden, fitne çıkaranlara savaş açmanın mubah olduğu
sonucu çıkıyor.
5)
Kendilerine savaş açanlarla Mescid-i Haram mıntıkasında savaşmaları yasaklanıyor.
Ancak onlar bu mıntıkada savaşacak ulurlarsa, kendileri de kafirlere bir ceza
vermek üzere bu mıntıkada savaşabilirler. Çünkü Öncelikle kafirler, Mescid-i
Haram'in kutsallığını çiğnemiş olurlar.
6) Kafirlerin savaştan vazgeçmeleri durumunda
müslümanların da vazgeçmesi isteniyor. Çünkü Allah tevbe edeni, yaptığından
pişmanlık duyup vazgeçeni affeder, rahmeti sınırsızdır.
7) Müslümanlara bir diğer direktif veriliyor:
Fitne ortadan kalkıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla
savaşın.
8) Kafirler tutumlarını değiştirecek olurlarsa,
müslümanların savaşa son vermeleri gerekir.
9) Bundan
sonra sadece haddi aşan, zalimlere karşı savaş başlatabilecekleri hatırlatılıyor.
10) Müslümanların kendilerine yöneltilen bir
saldırıya aynıyla karşılık vermelerine izin veriliyor. Eğer haram ayda veya
kutsal mekanlarda kendilerine bir saldırı vaki olursa aynı zaman ve mekanda
yapılan saldırıya misliyle karşılık verebilirler. "Hürmetler
karşılıklıdır" cümlesinin ifade ettiği anlam budur. Bu durumda dahi, her
zamanki gibi Allah'tan korkup sakınmaları haddi aşmamaları gerekir. Çünkü
Allah, korkup sakman-lar(müttakiler)Ia beraberdir, onların yapıp ettiklerini
gözetir.
11) Allah
yolunda mali harcamada bulunmaları, düşmana karşı hazırlıklı olmaları, iyilik
yapmaları, bu hususta tedbiri elden bırakmamaları emrediliyor. Çünkü bu hususta
işlenecek en küçük hata, helak olmaları demektir. Son olarak yüce Allah'ın
iyilik yapanlarla beraber olduğu onları desteklediği vurgulanıyor. [304]
"Sizinle
savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın......" (190-195) Ayetler yeni bir
bölüm oluşturuyor. Bu bölümün yasama özelliği ise son derece be-lireindir.
Bölümün sûrenin bu yerine yerleştirilmiş olması, ya önceki bölümden hemen sonra
inmiş olmasından ya da aralarındaki "yasama nitelikli oluş"
benzerliğinden dolayıdır.
Tefsir bilginleri bu
ayetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bu
rivayetlerden birine göre bu ayetler ya da bir kısmı Hudeybiyc barışı üzerine
inmiştir. Bu sırada Peygamberimiz müslümanlara savaşmamalarını emretmişti.
Sonra kafirler ya da içlerinden bazıları, saldırılar, savaş girişimleri
düzenlediler. Bir diğer rivayete göre bu ayetler veya bir kısmı bir müslümanın
bir kafiri haram ayda öldürmesi üzerine inmiştir. Bir başka rivayette, bu
ayetlerin, hicretten sonra, kafirlerin saldırılarına karşı kendilerini savunma
izni isteyen müslümanların bu isteklerini Peygamberimize iletmeleri üzerine
indiği belirtiliyor. Bilindiği gibi Peygamberimiz Mekke'de müslümanlara
sabretmelerini, savaştan kaçınmalarını emrediyordu. Bir diğerine göre bu ayetler
savaşla ilgili hükümler, direktifler içeren ilk ayetlerdir[305]. Bu
arada, yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, Hacc sûresi 39-41 ayetlerini
incelerken, sözkonusu ayetlerin savaşla ilgili emirler içeren ilk ayetler
olduğunu ifade eden bir rivayete yer vermiştik.
Yukarıda sunduğumuz
ilk rivayetin sahih olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hudey-biye barışı
Hicretin altıncı yılında imzalanmıştı ve Fetih sûresinde ele alınmıştır. Onunla
ilgili konular içeren ayetlerin bu sûreye yerleştirilmesinin de belirgin bir
hikmeti yoktur. İkinci rivayet ise, haram ayda gerçekleşen savaşı konu alan
başka ayetlerin tefsiri bağlamında incelenmiştir. Az sonra konuya ilişkin
değerlendirmelerimize yer vereceğiz. Biz üçüncü rivayeti tercih ediyoruz. Aynı
şekilde ayetlerin bir kerede indiklerini düşünüyoruz. Müslümanlardan
kendilerine savaş açıldığı durumlarda kendilerini savunmaları isteniyor ama
belli sınırlar çerçevesinde ve belli bir çizgi doğrultusunda. Eğer Hacc sûresi,
39-41. ayetlerin Medine inişli olduklarına ilişkin rivayet sahihse, savaştan
söz etme önceliği bakımından o ayetlerle bu ayetler arasında bir çelişki
yoktur demektir. Çünkü Hacc sûresi ilgili ayetleri açıkça savaş izninden
sözetmiyor. Sadece bir hazırlık ve müslümanların savaşmalarını gerekçelendirme
niteliğindedir. Çünkü zulme uğrayanlar, haksızlık edilenler onlardı. Nitekim,
bu hususa ilgili ayetlerin tefsiri bağlamında açıklık getirdik.
Bununla beraber biz,
incelemekte olduğumuz bu ayetlerle önceki ayetler grubu ve biraz sonra
inceleyeceğimiz hac ibadetine Özgü açıklamalar içeren bölüm arasında bir
bağlantı olduğunu düşünüyoruz. Orada hac mesimine özgü gelenekler hakkında
ayrıntılı açıklamalar sunuluyor, bu arada haram aylar ve Mescid-i Haram
mıntıkasının dokunulmazlığı gündeme getiriliyor. Dolayısıyla bazı müslümanlann
hilalden ve evlere arkalarından girmekten soru sordukları gibi haram ay içinde
ve Mescid-i Haram mıntıkasında savaşmanın hükmü ile ilgili olarak
Peygamberimize bir soru yöneltmiş olmaları ihtimal dahilindedir. Şu halde,
ayet-i kerimeler, yöneltilmiş bu soruya cevap niteliğindedir. İncelemekte
olduğumuz bu ayetlerin hac mevsimine özgü geleneklerin konu edildiği iki
ayetler grubunun ortasında yer alması da bu değerlendirmeyi pekiştirici bir
husustur.
Sebep ve gerekçe ne
olursa olsun, ayetlerin atmosferi ve akışı, müslümanlara Allah yolunda
savaşmaları emrini içeren ilk ayetler olduğunu çağrıştırmaktadır. Aynı zamanda
bu ayetler, konuya ilişkin olarak son derece önemli yasal kurallar da
içermektedir. Bunlar, İslami cihadın özü ve ilkelerinin ruhu olarak algılana
gelmiştir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
1)
Müslümanlar sadece kendileriyle savaşanlarla savaşmak durumundadırlar.
2) Düşmanca
ya da saldırgan bir tutum sergilemeyen birine karşı ilk önce kendilerinin
savaşa başlamaları caiz değildir.
3) Düşmanlık ve saldırganlık tavrı yerini
müslümanlığa ya da barışa terkettiği durumlarda müslümanlann savaşa son
vermeleri zorunludur.
4) Müslümanlar, kayıtsız ve şartsız olarak
kendilerine yapılan bir saldırıya misliyle karşılık verme hakkına sahiptirler.
Hiç bir gelenek ya da değerlendirme bu hakkı ortadan kaldırmaz. Ancak
verilecek karşılığın da yapılan saldırıdan nitelik ve nicelik olarak fazla
aşırı olmaması gerekir.
5) Müslümanlann güç birliği yapmaları, bütün
güçlerini düşmana karşı teyakkuzda bulundurmaları gerekir. Çünkü bu durum,
herhangi bir kötü niyetin fiilayata dökülmesi açısından caydırıcı olur. İhmal
ise tehlikeye ve felakete davetiye çıkarır.
6)
Kafirlerin müslümanlara karşı yürüttükleri dinden döndürme amaçlı baskılar, eziyetler,
İslam'ın tebliğ edilişini engellemeleri, davet özgürlüğünü ortadan
kaldırmaları, müslümanlar açısından savaş sebebidir. Bu tür bir tavır içinde
olan kafirlerle savaşmak İslami bir yükümlülüktür ki, dinden döndürme amaçlı
baskılar (fitne) ortadan kalksın ve egemenlik (din) bütünüyle Allah'ın elinde,
dünya düzeni, O'nun kontrolünde olsun.
Bunlar, hak ve adalet
açısından doruk sayılacak ilkelerdir. Gelişmelerin ve eşyanın doğasına da uygun
olur. Bu açıdan İslam şeriatı bir onurluluk abidesi ve ölümsüzlük örneğidir.
İslam cihadla ilgili olarak kendisine atılan her türlü çamurdan, iftiradan
beridir. Dinde zorlama yoktur. İnsanları İslam'a sokmak için savaşmaz
müslümanlar, kendilerine saldırılmadıkça saldırmazlar. Bu gerçek gün gibi
ortadadır. İftiracılar ise iftiralarıyla kalırlar.
Bu noktada Şura sûresi
39-43. ayetlerini hatırlatmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu ayetlerde,
mazluma yardım, saldırıya misliyle karşılık verme ve haksız saldırganlara
anladıkları dilden cevap verme olgularına ilişkin genel nitelikli gerekçelere
yer veriliyor. Bu hatırlatmayı yaparken amacımız, incelediğimiz ayetlerden
çıkarsanan ilkelerle sözkonusu ayetlerin içerdiği gerekçeler arasındaki
paralelliği vurgulamaktır. Aynı paralellik Mekke inişli ayetlerle Medine inişli
ayetlerin içerdikleri ilkeler için de öz ve temel açısından geçerlidir.
Kur'an'ın öngördüğü bütün hedeflerin ifade ettiği bütün ilkelerin
karakteristik özelliğidir bu. Cihadla ilgili olarak, Mekki sûrelerin içerdiği
ilkelerle Medeni sûrelerin içerdiği ilkeler arasında çelişki olduğunu iddia
eden iftiracılara verilmiş bir cevaptır bu aynı zamanda.
Ayetlerin sık sık
haksızlıktan sakındırma, Allah'tan korkmayı hatırlatma ve haddi aşmama
uyarısında bulunmalan, üzerinde durulmaya değer bir husustur. Kuşkusuz, bu
uyarılar, maslahatın ön planda tutulduğunu gösteriyor. Misliyle mukabelede
bulunma ilkesinin mahiyetini açıklayıcı rol oynuyor. İlk önce saldırıya
geçenlere düşmanlık yolunu seçenlere karşı benzeri bir tutum sergilenebilir,
demek isteniyor. Bütün bunlar yukarıda sıraladığımız prensipleri pekiştiriyor.
Hak ve adalet düşüncesini belli bir koruma altına alıyor, saldırganlığın,
haksızlığın önüne geçiyor. Kur'an'ın Mekke ve Medine inişli ayetlerinde bu
gerçeğin her münasebette vurgulandığını görüyoruz. Özellikle savaş ortamında
bu tür uyarıların önemi yadsınamaz. Burada İslam mesajının etkinliğini ve
evrensel boyutlarını gözlemleme imkanını buluyoruz.
Aynı şekilde son iki
ayetin ifade tarzı ve içeriği dikkate değerdir. Burada her zaman ve her
mekandaki müslümanalara yönelik son derece etkili ve evrensel bir direktifle
karşı karşıya bulunuyoruz. Buna göre müslümanlar her zaman için her türlü
düşmanlığa karşılık verebileceklerini, her türlü saldırıyı bertaraf
edebileceklerini fiilen göstermeleri lazımdır. Bu evrensel direktife uymaları
halinde caydırıcı oludur. Güçler arenasında sayg' görürler. Dostlarına güven,
düşmanlanna korku verirler. İnanç özgürlüğünü sağlamış olurlar. Cihadın farz
kılınışının İslam'ın temel bir rüknü olarak ön görülüşünün altında yatan anlam
budur.
Tefsir bilginleri[306]
bazı Tabiin ulemasına dayanarak "sizinle savaşanlar" ifadesi ile
savaşabilecek durumda olanlar kastedilmiştir. Sadece kadınlar,yaşhlar, çocuklar
ve din adamları bu genelliğin dışındadır. Bazısı ise İbn Abbas'ın "size
barış Önerenler ve savaştan vazgeçenler[307]
sözüne dayanarak, bunları da istisnanın kapsamına almışlardır. Ibn Abbas'tan
aktanlan bu görüşün isabetli olduğu açıktır. Çünkü ayet-i kerimenin ifade
tarzı sadece savaşamayacak durumda olanları kapsamaktan daha geniş bir
çerçeveye işaret etmektedir. Onlarla birlikte, müslümanlara banş öneren
müslümanlara karşı yürüttükleri savaşa son veren herkesi kapsamaktadır.
Nisa sûresinde yer
alan bir ayet, yukarıdaki değerlendirmeyi destekler niteliktedir: "Ancak
sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle,
hem kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler
dokunulmazdırlar. Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır böylece sizinle
çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barışı size
önerirlerse artık Allah sizin için onların aleyhinde bir yol kırmamıştır"
(Nisa, 90). Bu ayeti okuduğumuzda, zihnimizde şöyle bir sahne canlanıyor:
Müslümanlara düşmanlık besleyen bir kafirler topluluğu vardır. Bunlar
müslümanlarla savaşıyorlar. İçlerinden bazıları da savaştan çekiliyor ne
müslü-manlarla ne de kavimleriyle savaşıyorlar. Ve bunlar müslümanlara barış
önermektedirler...
Bazı müfessirler[308]
Tabiin ulemasına dayanarak ayetlerde geçen "fitne" kelimesinin
"şirk" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Yine bu alimlere göre
"eğer vazgeçerlerse" ifadesi "eğer şirkten vazgeçerlerse"
anlamına gelir. Buna göre ayetler müslümanlarla savaşanlara karşı, onlar
müslümanlığı kabul edip şirk tamamen ortadan kalkana kadar savaşmayı emretmektedirler.
Ayetlerin akışı ile oluşan atmosfer bunun yanında ayetlerin içerikleri, bu
değerlendirmeyi doğrulayıcı, destekleyici nitelikte değildir. Çünkü ayetler
müslümanlara, kendilerine savaş açanlara karşı savaşmalarını, hiçbir şekilde
haksızlık etmemelerini, haram ayda veya Mescid-i Haram mıntıkasında savaşa
girişmemelerini a-ma bir şekilde saldırıya uğrayacak olurlarsa, kendilerinin de
saldırıya misliyle ve aynı ortamda karşılık vermelerini ve kesinlikle bu sınırı
aşmamalarını emretmektedir. Diğer bir ifadeyle bu ayetlerde, düşman
müslümanlığı kabul edinceye kadar savaşı sürdürmeye ilişkin bir direktif yer
almamaktadır.
Bu değerlendirmeyi,
birçok ayetle ve birçok rivayetle desteklemek mümkündür. Peygamberimizin
müşriklerle barış yaptığı bunlar arasında kendisine savaş açanların da
bulunduğu bilinmektedir. Nisa sûresinde yer alan ve biraz önce işaret ettiğimiz
ayeti buna örnek gösterebiliriz. Ayrıca Tevbe sûresinde yer alan şu ayetler de
değerlendirmemizi destekler niteliktedir: "Ancak müşriklerden kendileriyle
antlaşma imzaladıklarınızdan bir şeyi eksiltmeyenler başka; artık
antlaşmalarını, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz, Allah muttaki
olanları sever" (Tevbe, 4). "Mescid-i Haram yanında kendileriyle
anlaştıklarınız dışında. Onlar size karşı doğru bir tutum takındıkça, siz de
onlara karşı doğru bir tutum takının. Şüphesiz, Allah muttaki olanları
sever" (Tevbe, 7). Hu-deybiye barışı gibi bir örnek vardır ki, kimse bunun
gerçekleştiğinden kuşku duymamaktadır. Bu anılaşma Peygamberimizle ona karşı
savaş halinde olan Kureyşliler arasında imzalanmıştır.
Ayetlerin akışı ile
oluşan atmosferden algıladığımız kadarıyla "fitne kalmayıncaya ve din
bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" cümlesini şöyle anlamak
gerekir: Allah'ın dinine davet özgürlüğünü ve bu davete icabet edenlerin can
güvenliğini elde edinceye kadar onlarla savaşın. Bundan sonra gelen "eğer
vazgeçerlerse" cümlesi ise müşriklerin, düşmanlığa, saldırganlığa son
vermeleri, insanlarla Allah'ın dininin arasından çekilmeleri, müslü m anların
dini özgürlüklerini kısıtlamaya kalkışmamaları anlamını ifade etmektedir.
Bu değerlendirmemiz
193. ayette geçen "eğer vazgeçerlerse" cümlesi için geçerlidir. 192.
ayette geçen aynı cümlenin "eğer müslüman olurlarsa" anlamında
kullanılmış olması mümkündür. Bunun gerekçesi de hemen sonra gelen şu cümledir:
"Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir". Ayetleri bir bütün
olarak düşündüğümüzde, bir cümleye yüklediğimiz bu iki anlam arasında bir
çelişki olduğuna ilişkin düşünceye katılmıyoruz. Çünkü şöyle bir yorum
getirmek mümkündür: "Ayetler müslümanlara, kendilerine karşı savaşanlarla
onlar müslüman oluncaya veya saldırgan ve düşmanca tutumlarından vazgeçinceye,
müslümanlarla barış imzalayıncaya kadar savaşın" Enfal sûresinde yer alan
bazı ayetlerde her iki duruma da işaret eden İfadeler bulunmaktadır: "O
inkar edenlere de ki: Eğer vazgeçerlerse geçmişte yaptıkları şeyler
bağışlanacaktır. Ama yine dönecek olurlarsa, önceki toplumlara uygulanan
sünnet, muhakkak onların başından da geçmiş olacaktır. Fitne kalmayıncaya ve
dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek
olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir. Geri dönerlerse, bilin ki
gerçekten Allah, sizin mevlanızdır. O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır
(Enfal; 38-40). Yukarıdaki ayetler, Bedir savaşından sonra inmişlerdir. O
sırada, müslümanlarla Kureyşli kafirler arasındaki savaş hali devam ediyordu.
Nihayet Peygamberimizle onlar arasında Hudeybiye barışı imzalandı (Hicri
altıncı yılda) ve savaş hali sona erdi. Eğer ayetlerde, müşrikler müslüman
oluncaya kadar onlarla savaşma emredilmiş olsaydı, hiç kuşkusuz Hudeybiye
barışı imzalanmazdı.
Şu hususda son derece
ilginçtir ki, "fitne" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli anlamlarda
kullanılmış ama açıktan şirk anlamında kullanıldığı, ya da şirke delalet ettiği
görülmemiştir. Öte yandan müslümanları dinlerinden dönmeye zorlama anlamında
kullanıldığı görülmektedir: "Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle mü'min
kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar sonra tevbe etmeyenler; işte onlar için
cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlaradır" (Buruc, 10)."Sonra
gerçekten Rabbin işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenleri, ardından ci-had
edip sabredenlerin destekçisidir. Şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra da gerçekten
bağışlayandır, esirgeyedir" (Nahl, 110). Bize göre incelemekte olduğumuz
ayetlerde de aynı anlam kastedilmiştir ve 191 ayetteki "Fitne, öldürmekten
beterdir" cümlesi de açıklığa kavuşmaktadır. Yani müslümanları dinlerinden
dönmeye zorlamak, adam öldürmekten ve savaşmaktan daha ağır bir suçtur, savaş
sebeplerinin başında gelir. Sırf tartışmanın seyri bağlamında, ayet-i kerimenin
düşmanlarla savaşmayı, onlar şirkten vazgeçip müslüman oluncaya kadar, bu
savaşı sürdürmeyi emrettiğini kabul etsek, bu ancak müslümanlarla savaş
halindeki düşmanlar ve müslümanların kendileri aleyhine olan şartları ileri
sürmelerini hakkedenSer için geçerli olabilir. Bütün müşrikler müslü-man
oluncaya kadar onlarla savaşmanın emredilmiş olması mümkün değildir. Peygamberimizin
(s) pratik sünneti bu gerçeği kesin olarak gözler önüne sermektedir.
Tefsir bilginleri'[309]
diyorlar ki: Bu ayetlerde vurgulanan şartlar ve sınırlandırmalar, Tevbe
sûresinde yer alan bazı ayetlerin inmesi ile birlikte neshedilmişlerdir. Adı
geçen ayetlerde, Tevbe edinceye, namaz kılıp zekat verinceye kadar müşriklerle
savaşılması emredilmektedir; "Haram aylar sıyrılıp bitince müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit
yerlerini kesip tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse
yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir" (Tevbe;
5). "Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık
onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için ayetleri böyle
birer birer açıklarız" (Tevbe; 11). Bu iki ayetin akışı sonucu oluşan
atmosferden algıladığımız kadarıyla, burada Peygamberimizle barış imzalayıp
sonra bu antlaşmayı çiğneyerek ihanet edenler kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah
onlarla savaşmamanın şartlarını belirlemiştir. Onlarsa antlaşmayı bozmak
suretiyle, gerekli yaptırım haketmişlerdir. Tefsir bilginleri, Tevbe sûresi 36.
ayette geçen "Müşriklerle topluca savaşın" cümlesini, yukarıdaki değerlendirmelerini
pekiştirici bir ifade olarak öne sürüyorlar. Oysa bu cümlenin bir de
bütünleyici cümlesi vardır ve bu şekilde anlaşılmasını önlemektedir:
"Onların sizlerle topluca savaşması gibi". Nitekim şu ayeti-i kerime
bizim yorumumuzu destekler mahiyettedir: "Allah, sizinle din konusunda
savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara İyilik yapmanızdan ve
onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları
sever" (Mümfchîne; 8). Bu ayet-i kerime, yukarıdaki yorumumuzu
pekiştirmekle kalmıyor, müslümanlarla barış yapan, tarafsız davranan kafir ve
müşriklere iyilik etmeyi onlara karşı adaletli davranmayı teşvik ediyor. Son
derece önemli ve üzerinde durulması gereken bir diğer husus da şudur:
Peygamberimizin barış öneren, tarafsız davranan veya savaş meydanından çekilen
müşriklerle savaşılmasını emrettiği; barış önerisini reddettiği ya da savaş
esnasında eman dileyen birinin emanını kabul etmediği konusunda herhangi bir
haber rivayet edilmemiştir. Peygamberimizin hayatında gerçekleşen savaşları ve
cihad konusunu inceleyenler[310]
göreceklerdir ki: Peygamberimiz herhangi bir toplulukla çatışmaya girmişse,
üzerlerine sefer düzenlcmişse ya da öncü birlikler salmışsa, mutlaka bir
saldırıya karşılık vermek veya bir saldırının öcünü almak yahut bir eziyeti
bertaraf etmek, haince bir tutumu (anlaşmayı bozmak gibi) cezalandırmak,
azgınlaşıp toplumu rahatsız edenleri yola getirmek, dökülen müslüman kanlarının
intikamını almak, davet özgürlüğünü temin etmek, davete icabet edenlerin can
güvenliklerini sağlamak, ahit bozan tarafı cezalandırmak, düşmana destek
olanlara, müslümanlar aleyhine komplolar kuranlara hadlerini bildirmek şeklinde
olmuştur. Eğer bütün kafirlerle veya bütün müşriklerle savaşmak Kur'an'da ya da
sünnette ön görülen İslami bir prensip olsaydı, Peygamberimizin içinde
bulunduğu duruma, konuma ve zamana bakmaksızın bütün kafirlerle, bütün
müşriklerle savaşması gerekirdi. Böylesine top yekûn bir savaş, ne
Peygamberimiz zamanında ne de Raşid halifeler zamanında gerçekleşmiştir.Peygamberimizden
rivayet edilen uzunca bir hadiste şöyle Duyuruluyor: "Peygamberimiz bir
orduya ya da müfrezeye birini komutan tayin edip sefere gönderirken, ona
Özellikle Allah'tan korkup sakınmasını ve emrindeki müslümanlara iyi
davranmasını tavsiye ederdi, sonra şöyle derdi: Allah yolunda Allah'ın adıyla
savaşın. Allah'ı inkar edenlerle savaşın, savaşın ama aşırı gitmeyin, hainlik
etmeyin, öldürdüğünüz düşmanın organlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin.
Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman, onları şu üç şeyden birine çağır: Üç
şeyden birini kabul ederlerse, onlardan vazgeç. Önce onları İslam'a çağır.
Olumlu cevap verirlerse, kabul et; onlardan vazgeç. Sonra onlan yurtlarını
bırakıp muhacirlerin yurduna hicret etmeye çağır. Eğer bunu yapacak olurlarsa,
muhacirlerin sahip oldukları tüm haklar ve yükümlülükler onlar için de
geçerlidir. Eğer hicret etmeye yanaşmazlarsa, onlara şunu haber ver: Onlar
müslüman Bedeviler konumundadır; mü'minler için geçerli olan Allah'ın hükümleri
kendileri için de geçerlidir. Müslümanlarla birlikte cihad etmezlerse
ganimetten pay alamazlar. Eğer bunu da reddederlerse, onları cizye vermeye
davet et. Olumlu cevap verdiklerinde, kabul et. Onlardan vazgeç. Eğer bunu da
reddederlerse, Allah'tan yardım dileyerek onlarla savaş. Bir kaleyi kuşattığın
zaman, içindekiler sende Allah'ın ve Rasulünün zimmetini isterlerse, bunu
kabul etme; ancak onlara kendi zimmetini ve arkadaşlarının zimmetini ver. Çünkü
sizin kendi zimmetinizi korumanız, Allah'ın ve Rasulünün zimmetini korumanızdan
daha kolaydır. Bir kaleyi kuşatma altına aldığın zaman, halk, senden
kendilerini Allah'ın hükmüne indirmeni isterlerse, bu isteklerini kabul etme.
Ama onları kendi hükmüne indir. Çünkü Allah'ın hükmüne isabet edip etmediğini
bilemezsin[311]. Bu hadiste geçen
"müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman" ifadesi dikkat çekicidir.
Bu ifadenin, incelemekte olduğumuz ayetlerden çıkarsadığımız "savaş ancak
savaşan düşmana karşı yapılır" sonucuyla örtüştüğünü görüyoruz.
Kafinin sûresini
incelerken, konuya ilişkin olarak ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Adı geçen
sûrenin İslam'ın "inanç" ve "din edinme" özgürlüğüne
ilişkin yaklaşımını yansıttığını vurguladık. Bu kadannı söylemeyi yeterli
buluyoruz. [312]
Mescid-i Haram'ın
dokunulmazlığı ve güvenli bölge oluşu, Mekke inişli birçok ayette işlenmesi
yanısıra, Bakara sûresinin bazı ayetlerinde de ele alınmıştır. Bu olguya ilişkin
olarak geniş açıklamalarda bulunduk; bunları bir kez daha yineleme gereği duymuyoruz.
Ancak "haram
ay" kavramı ile ilk kez bu ayette karşılaşıyoruz. Öncelikle şunu söyleyelim
ki: "Haram" kelimesi, "Kabe" ile ilintili olarak ne anlam
ifade ediyorsa "ay" açısından da aynı anlamı, yani dokunulmazlığı,
kutsallığı güvenliliği savaşma yasağını ifade ediyor. Bu ifadenin geçtiği ve
diğer Medine inişli sûrelerde yer alan başka ayetlerde de aynı anlamın esas
alındığını unutmamalıyız. "Haram ay" kavramı dört kameri Arap ayı
için kullanılır. Bu ayların sayısı, Tevbe sûresinde zikredilmiştir:
"Gerçek şu'ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı
günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte
dosdoğru olan din budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin..."
(Tevbe; 36). Sözkonusu ayların isimleri, kesintiye uğramayan tevatür ve
geleneğe göre, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb'tir. Bunların ilk üçü İslam
öncesi dönemde Araplar nezdinde hac aylarıydı. Dokunulmazlıkları, kutsallıkları
ve savaş yasağı bununla ilgilidir. Bu aylarda bir tür dini barış ilan edilirdi.
Böylece Araplar uzak-yakın bölgelerden, yarımadanın muhtelif yerlerinden,
Arapların yerleştiği Şam, Mezopotamya ve Irak gibi komşu memleketlerden
güvenlik içinde Mekke'ye gelebiliyor, hac görevlerini eda ediyor, bu ibadet
mevsimine tanık olabiliyorlardı. Sonra da korkusuzca, en ufak bir zorlukla
karşılaşmadan, huzur içinde memleketlerine dönebiliyorlardı. Recep ayma
gelince, güvenilir Arap rivayetlerinden anladığımız kadarıyla, bu ay hicaz
halkı için dinsel bir özellik taşıyordu. Bu rivayetlerden sözkonusu ayın
"Mudar Recebi" adıyla da anıldığını öğreniyoruz. Haram ayların,
Araplar açısından dini, sosyal ve ekonomik önem arzettiğinden kuşku yoktur. Bu
nedenle ayetlerden ve rivayetlerden[313]
anladığımız kadarıyla, Araplar bu ayların dokunulmazlıklarına büyük önem veriyorlardı,
bu ayların kutsal huzurunu bozmamaya özen gösteriyorlardı. Bu aylarda, kan
döküyor diye avlanmayı bile yasaklamışlardı... Haram aylar girince, insanlar,
kendilerini kapsamlı bir güven ortamının içinde buluyorlardı; kavgasız,
savaşsız ve korkusuz... Hiç kuşkusuz işin içinde dinsel motivasyon olmasaydı,
böylesi bir sosyal olguyu gerçekleştirmek mümkün olamazdı. Kur'an-ı Kerim Ğt
bu ayların dokunulmazlığını kutsallığını onaylamıştır; insanlara sağladığı
büyük yararlara işaret etmiştir. Yukarıda sunduğumuz Tevbe, 36. ayeti buna
örnek gösterebiliriz. Aşağıdaki ayetler de aynı anlamı pekiştiriri
niteliktedir: "Allah, Beyt-i Haram Kabe'yi insanlar için bir kıyam evi
kıldı; Haram ayı, Kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da..." (Maide;
97) "Ey iman edenler, Allah'ın şiarlarına, haram olan ay'a, kurbanlık
hayvanlara, onlardaki gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk
isteyerek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktınız
mı artık avlanabilirsiniz... "(Maide, 2). Burada, yapıcı ve yararlı
geleneklerin İslamdan sonra da korunmasına ilişkin genel temayülün bir örneğini
görüyoruz. Bu aylarda ancak herhangi bir saldırıyı püskürtmek, bir haksızlığı,
zulmü bertaraf etmek ve İslam'a davet özgürlüğünü garanti altına almak amacına
yönelik olması koşuluyla savaşa izin verilmiştir. [314]
196- Hac ve
Umre'yi'[315] Allah İçin tamamlayın.
Eğer kuşa-tılırsanız[316]
artık size kolay gelen'[317]
kurbanı' [318]gönderin. Kurban yerine'[319]
varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Kim sizden hasta ise veya başından
şikayeti varsa, onun ya oruç ya sadaka veya kurban olarak'[320]
fidye vermesi gerekir. Güvenliğe kavuşursanız, hacca kadar umre ile
yarar-lanmak'isteyene[321],
kolayına gelen bir kurbanı kesmek vardır. Bulamayana da, haccda üç gün,
döndüğünüzde yedi gün olmak üzere, bunlar tamıtamına on gün oruç vardır. Bu,
ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir[322]. Allah'tan
korkun ve bilin ki Allah muhakkak cezası pek çetin olandır.
1)
Müslümanlar, Allah'a kulluk sunma, O'na yakın olma niyetiyle hac ve umre yükümlülüğünü
yerine getirmelidirler. Bunlara ilişkin ibadetleri, ayinleri tamamlamalıdırlar.
2) Bir
müslüman bu dini görevini yerine getirmek amacı ile evinden çıktıktan sonra,
yolda kuşatılırsa ve üstesinden gelemeyeceği sebeplerden dolayı Kabe'ye
ulaşamazsa, kolayına gelen kurbanı Allah'a sunması yeterlidir. Kurbanlar
boğazlanacakları yere ulaşmadıkça başını tıraş etmemesi gerekir. Çünkü başı
tıraş etmek, ihramdan çıkışın belirtisidir. Bu ise ancak kurbanların
boğazlanmasından sonra olabilir. Hasta ya da başından şikayetçi olanlara
ihramdan çıkma ruhsatı verilmiştir. Hastalığı arttırıcı şeylere karşı koruyucu
ve tedavi edici önlemler alabilir. Basıdan şikayetçi olanlar, bu şikayetlerine
son vermek amacıyla, başlarını tıraş edebilir, elbise giyebilir, başlarını örtebilir,
koku sürünebilirler. Ama bu ruhsata karşılık olarak fidye Ödemek
durumundadırlar. Oruç tutmak veya sadaka vermek ya da bir kurban kesmek
gibi...Güvenliği sağlayıcı sebepler yaygınlaşıp müslümanlar Mescid-i Haram'a
ulaştığında hac ve umre arasındaki dönemde özgürce yararlananlar (Mescid-i
Haram mıntıkasına ihramlı girip umre ziyaretini gerçekleştirenler). Yani
Kabe'nin etrafını tavaf edip Safa ve Merve arasında sa'y ettikten sonra
ihramlarından çıkarak ihramlılar için yasak olan şeyleri yapanlar, büyük hac ve
vakfe vaktine kadar eşleriyle cinsel ilişki kurmak, koku sürünmek, süslenmek ve
normal elbiseler giymek gibi özgürlüklerden istifade edenler, bu ruhsat
münasebetiyle yararlandıkları şeylere karşılık olarak Allah'a bir kurban
sunmakla yükümlüdürler. Bu Mescid-i Haram mıntıkasında ikamet etmeyenler için
geçerli olan bir durumdur. Eğer Kurban kesmeye güçleri yetmiyorsa, on gün oruç
tutmaları gerekir; bunun üç gün hacc-da, yedi gün de evlerine döndükten sonra
tutulmalıdır.
Ayet-i kerime
insanları Allah'tan korkup sakınmaya çağıran bir ifadeyle son buluyor. Eğer
O'nun koyduğu sınırları aşıp, itaatinde kusur edecek olurlarsa şiddetli cezalandırmasına
maruz kalacakları uyarısında bulunuyor. [323]
"Haca ve Umreyi
Allah İçin tamamlayın..."
Önceki ayetlerde
olduğu gibi, bu ayette de yasama niteliği belirgindir. Bu ayetle önceki
ayetler arasında bir şekilde konu bağlantısı olduğunu düşünüyoruz. Tefsir
bilginleri, bu ayetin Hudeybiye barışının imzalandığı yıl indiğini
söylemişlerdir. Peygamberimiz (s) Kabe'yi ziyaret etmek maksadıyla Medine'den
ayrılmış ama Mekkcliler onları engellemişlerdi. Sonunda görüşmeler barışla
neticelenmiş ve Kabe ziyareti bir sonraki yıla ertelenmişti.
Ayet-i kerimenin hac
ibadetine özgü ayinler bağlamında değişik ve mutlak hükümler içerdiği
görülmektedir. Arkasından gelen ayetlerde de hac ibadeti ile ilgili hükümlere
yer veriliyor. Bundan önceki ayetlerde de İslam öncesi hac ibadeti kapsamındaki
bazı geleneklere işaret edilmiş ve bunların bir kısmının yeni dönemde geçerli
olmadığı vurgulanmıştı. Bundan dolayı, ayetin inişiyle ilgili rivayetin sahih
olmasını kuşkulu buluyoruz. Bizce ayet-i kerime, Hudeybiye barışından uzunca
bir süre önce inmiştir. Nüzulün gerekçesi; hac ve umreye ilişkin çeşitli
hükümleri bildirmektir. Ayet-i kerimenin kendisinden önceki ve sonraki
ayetlerle oluşturduğu bu paralellikten hareketle, 189-203. ayetlerinin bir
defada ya da peşpeşe inen bir ayetler silsilesi olduğunu söyleyebiliriz.
Eğer bu
değerlendirmemiz doğruysa, -inşaallah karineler doğruluğunu göstermektedir- bu
demektir ki, hac ve umre ibadetleri, Hudeybiye barışının imzalanmasından önce
farz kılınmış ve müslümanlara açıklanmıştı. Bu arada bazı müslümanlar fetihten
Önce Mekke'ye gitme imkanını buluyor, hac ve umre ibadetini eda edebiliyorlardı.
Daha önce, tefsirini sunduğumuz, Safa ve Merve tepeleri arasındaki şöyle
ilgili ayet, bu ihtimalin doğruluğuna ilişkin bir karine olarak
değerlendirilebilir. "Eğer kuşaührsanız" cümlesi ise, bu durumda,
hac ve umre ibadetini yerine getirmek isteyen bazı müslümanların şiddetli bir
hastalık veya müslüm an farla Mekkeliler arasındaki bir savaş dolayısıyla engellenmeleri
ihtimaline işaret etmektedir.
Rivayete göre[324]
Peygamberimizin Hudeybiye barışının imzalandığı yıl, müslüman-larla birlikte umre
ibadetini eda etmesi (yukarıda değindiğimiz gibi) Mekkeliler tarafından
engellenince, kurbanını Hudeybiye'de boğazlamış ve ihramdan çıkmıştır. Yani başını
tıraş etmiş, normal elbiselerini giymiştir. Müslümanlara da böyle yapmalarını
emretmiştir. Bu sağlam rivayetin ışığında ayete baktığımızda "başlarınızı
tıraş etmeyiniz" diye başlayan ifadenin ayetin baş tarafında vurgulanan
anlamı bütünlemekten çok bir başka duruma göndermede bulunma niteliğinde
olduğunu görüyoruz. Çünkü engelleme, düşman korkusundan veya öldürülme savaşma
ve tutsak edilme tehlikesinden kaynaklanıyorsa, kurbanlığın yerine varması da
engellenir doğal olarak. Oysa "kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı
tıraş etmeyin" cümlesi, kurban yerine yani Kabe'ye ulaşıp orada
boğazlanmadıkça, başı tıraş etmek suretiyle ihramdan çıkmayı yasaklayıcı
niteliktedir. Bu değerlendirme, şayet doğruysa, bu durumda ayetin ilk bölümü
engellenme durumuna ilişkin bir hükmü içeriyor. Buna göre kurbanlar
müslümanların bulundukları yerde boğazlanacaklardır. Ayetin geri kalan kısmı
ise, engelin sözkonusu olmadığı güvenli durumlarla ilgili değişik hükümler
içermektedir.
İhramlıyken başları
tıraş etmemek ve sünnetin ön gördüğü biçimde dikişli elbise giymek, koku
sürünmek, süslenmek, cinsel ilişkiye girmek gibi yasak uygulamalar aynı şekilde
hac döneminde ve umre ziyaretinde Allah'a kurbanlar sunmak gibi ibadet şekilleri,
ayetlerin ve konuya ilişkin rivayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla
İslam öncesi dönemde de uygulanıyordu. İslam bazı ruhsatlar ve
kolaylaştırmalarla birlikte bu uygulamaları olduğu gibi korudu. Bu durum
Kur'an'ın genel mesajına da uygundur. Kur'an'm bildirdiği gibi Allah
müslümanlar için kolaylık diler, zorluk dilemez. Ancak kaldırabilecekleri yükü
yükler onlara.
İncelemekte olduğumuz
ayet-i kerimeye baktığımızda, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Hac menasiki
bağlamında aslolan hacc ile umreyi birlikte yapmaktır. Tam Arafat vakfesi ve
hac ile umre vakitleri arasındaki zaman diliminden yararlanma İslam'ın
getirdiği değişiklikler ya da kolaylıkladır. Hacc ile umre arasındaki zaman
diliminden yararlananlar için kefaret ön görülmüş olması buna ilişkin bir
ipucu ya da kanıt olarak değerlendirilebilir. Tefsir bilginlerinin
yorumladıkları gibi Mescid-İ Haram mıntıkasında ikamet etmeyip de bu ruhsattan
yararlananlar için kefaretin gerekli olması, Mescid-i Haram mıntıkasına ihramlı
olarak girmeleri gerekenlerin, bu mıntıkada ikamet etmeyenler olmasından
kaynaklanmaktadır. Bunlar umre ve hacc arasındaki zaman diliminden yararlandıkları
zaman, kefaret ödemekle yükümlüdürler. Mescid-i Haram mıntıkasında ikamet
edenlerse ancak Arafat vakfesi zamanı girdiğinde ihram giymekle yükümlüdürler.
Vakfe zamanı, ihram giyer, umrenin rükünlerini ederler. Sonra Arafat'ta vakte
yaparlar. Ardından oradan dönüp tavaf ve sa'y rükünlerini eda edip ihramdan
çıkarlar. Bundan Önce ihrama girmeyebilirler ve bunun için kefaret ödemeleri de
gerekmez.
"Haccı ve umreyi
Allah için tamamlayın" cümlesi, bunların farz olduğunu gösterir. Al-i
imran sûresi 97. ayette yer alan: "Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i
haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır" cümlesi buna ilişkin
bir diğer nass niteliğindedir. Aynı zamanda farzliğını daha açık ve daha güçlü
bir şekilde vurgulamaktadır. Sadece güç yetiremeyenleri bu kapsamın dışında
tutuluyor. Bu arada, güç yetirmenin boyutu tartışma ve ihtilaf konusudur. Bir
rivayete göre güç yetirmekten maksat yol yiyeceği ve binektir. Bir diğerine
göre sağlıklı ve yolculuğa dayanabilir olmaktır. Bir başkasına göre, bedensel
ve mali yeterlilik kastedilmektedir. Kişi yolculuğun zorluklarına katlanabilir
bir bedensel yapıda olmanın yanısıra, haccedebilmesi için gerekli olan mala da
sahip olmalıdır. Bu arada hac için ayırdığı malın, nafakasını vermekle yükümlü
olduğu kimselerin ihtiyacından ve varsa borcundan arta kalan bir miktar olmak
durumundadır[325]. Ulemanın çoğunluğu bu
görüştedir. Ancak "nafakasını vermekle yükümlü olduğu kimselerin
ihtiyacından fazla" cümlesinin ifade ettiği durumun bir zamanla sınırlı olmadığını
belirtelim. Bu ifadenin kapsamına hacca gidecek kişinin, kâr etmekte olan ve
süreklilik arzeden bu kârı ile nafakasını vermekle yükümlü olduğu kimselerin
ihtiyacını gideren bir sermayesinin olması gerektiği hususu da girer.
Bir insanın ömründe
bir kere hacca gitmesi farzdır. Bir rivayete göre[326]
müslümanlar Peygamberimize haccın her yıl farz olup olmadığını sormuşlar,
Peygamberimiz bu soruya cevap vermemiş, soru bir kez daha takrarlamnca:
"Hayır. Eğer 'evet' deseydim, her yıl hacca gitmeniz gerecekti. Fakat bunu
yapamazdınız" cevabını vermiştir.
Hacc ve Umre zamanında
Allah'a sunulması gereken kurbanlar deve, sığır, koyun ve keçilerden seçilir.
Bunların tümü "En'am" ismi altında toplanırlar. Deve ve sığırlar için
aynca "bedene" adı da kullanılır. Bunların bir tanesini, bir rivayete
göre yedi kişi, bir rivayete[327]
göre de on kişi kurban olarak sunabilir.
Hastalık veya
başındaki bir rahatsızlıktan dolayı ihramda ön görülen ruhsata başvurmak
zorunda kalanların vermek zorunda oldukları kefarete gelince, müfessirler bazı
sahabelere ve tabiin ulemasına [328]dayanarak,
bunun üç gün oruç veya altı yoksulu bir gün boyunca doyurmak yahut bir koyun
kesip etini yoksullara dağıtmak şeklinde belirlemişlerdir.
Müslüman hacının
"ihramh" ismini aİmasını sağlayan İhrama girme durumu, normal
giysileri çıkarıp dikişsiz giysiler giymek, başı Örtmemek, topukları dışarıda
bırakan bir nalın giymekten ibarettir. Dışarıdan gelenler, Mescid-i Haram
mıntıkasına girmeden bu kıyafete bürünmekle yükümlüdürler. Kabe'yi bu şekilde
tavaf etmek, Safa ile Merve tepeleri arasındaki sa'yi bu kıyafetle
gerçekleştirmek ve bu sırada sakıncalı olan şeylerden (yukarıda bunlara
değindik) kaçınmak zorundadırlar. Bütün bunlar Kabe'ye gösterilen saygının, hac
menasikine verilen önemin göstergesidir. Rivayetlerden bu uygulamanın da İslam
öncesi dönemden kalma olduğunu Öğreniyoruz. Bu tarzda, Kabe'nin etrafını tavaf
etmek, Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y yapmak "umre" olarak
isimlendirilmiştir. Umre hac mevsimi dışındaki zamanlarda da
gerçekleştirilebilir. Bu tür zamanlarda yapılan umre ziyaretleri farz değil,
nafiledir. Hacc mevsiminde ise, eda edilmesi zorunlu bir rükündür. "Haccı
ve umreyi Allah için tamamlayın" cümlesinden bunu anlıyoruz. Haccın
ikinci rüknü ise, Zilhicce ayının dokuzuncu günü akşama kadar Arafat'ta vakfe
yapmaktır. Buna "haccu'l ekber: en büyük hacc" denir. Bazı hacılar,
takvayı esas alarak (az önce işaret ettiğimiz) tarzda hareket ederler. Yani,
umre ile haccı bitiştirerek gerçekleştirirler. Bunlar İhramh hallerini
sürdürürler ve Arafat vakfesine kadar, sakıncalı şeylerden kaçınmaya devam
ederler. Sonra oradan Mekke'ye dönüp Kabe'yi tavaf eder ve Safa ile Merve
tepeleri arasında sa'y yaparlar ve ihramdan çıkarlar. Yani saçlarını tıraş eder
veya kısaltırlar. Normal elbiselerini giyip daha önce sakıncalı olan şeyleri
yapmaya başlarlar. Bazıları ise umre ile hacc arasındaki zaman diliminden
(Arafat vakfesi) yararlanırlar. Bunlar şayet Mescid-i Haram mıntıkasında
ikamet etmiyorlarsa (yukarıda açıkladığımız şekliyle) kefaret vermekle
yükümlüdürler. Sonra Zilhicce ayının dokuzuncu günü bir kez daha iharama girip
bu şekilde Arafat'a çıkarlar, orada vakfe yaparlar. Ertesi gün Mekke'ye döner,
tavaf ve sa'yi tamamlayıp ihramdan çıkarlar.
Tefsir bilginleri[329]
A'raf sûresinde yer alan: "Ey Ademoğullan, her mescid yanında
ziynetlerinizi takının" (A'raf, 31) ayeti ile ilgili olarak, bazı
rivayetlerden de yola çıkarak şöyle demişlerdir: İslamdan önce Araplar, normal
elbiseleriyle Kabe'yi tavaf etmekten, Safa ile Merve tepeleri arasında sayy
yapmaktan kaçınırlardı. Bu elbiseler üzerle-rindeyken günah işlemekten
endişeleniyorlardı. Bu yüzden bazı Kabe hizmetlilerinden peştemal türü örtüler
kiralıyorlardı. Bunlara "mcaziru'I ahmisiye" denirdi. Kabe bekçilerine,
hizmetlilerine "hums" dendiği için bu adı veriyorladi. Bunları
bulamayanlar ya da kiralayacak parası olmayanlar da Kabe'yi çıplak bir halde
tavaf ederlerdi. Çünkü normal elbiseleriyle tavaf edenler bunları atmak
zorundaydılar. Elbiselerini atmak istemedikleri için de çıplak tavaf
ediyorlardı. İslam'dan sonra icra edilen ihram geleneğinin bunun değişik bir
şekli ya da onunla bağlantılı olması güçlü bir ihtimaldir. Allah doğrusunu
herkesten daha iyi bilir. [330]
197- Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca
niyet ederse'[331] hac esnasında kadına
yaklaşmak'[332]', günah sayılan
davranışlara'[333] yönelmek, kavga etmek'[334]'
yoktur. Hayır İşlerden neyi yaparsanız, Allah onu bilir. Ahiret için azık
toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri, yalnız
benden korkun.
198- Rabbinizden gelecek bir lütuf ve keremi
aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat'taki vakfeden ayrılıp akın
ettiğinizde'[335] Meş'ar-ı Harem'de'[336]
Allah'ı anın, Allah'ı size gösterdiği şekilde anın. Her ne kadar O'nun göstermesinden
önce yanlış gidenlerden idiyseniz de.
199- Sonra
İnsanların sel gibi akın ettiği yerden siz de akın edin. Allah'tan mağfiret
isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir.
200- Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı
andığınız gibi yahut ondan daha şiddetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan
öyleleri var ki: Ey Rabbimiz; "bize dünyada ver" derler. Böyle
isteyenlerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
201- Onlardan bir kısmı da "Ey Rabbimiz, bize
dünyada bir iyilik, ahirette de bir iyilik ver. Bizi ateş azabından koru"
derler.
202- İşte onlar için kazandıklarından büyük bir
nasip vardır. Şüphesiz Allah'ın hesaba çekmesi sür'atlidir.
203- Sayılı
günlerde Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip dönmek isterse, üzerine
günah yoktur. Kim geri kalırsa, o zaman da kötülükten sakınan için günah
yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzuruna toplanacaksınız.
Ayetlerde hac
ibadetlerine ve bu ibadetlerin gerçekleştirildiği mevsime ilişkin yasama
nitelikle açıklamalara yer verilmektedir.
l)Hac
ibadetinin belli aylarda gerçekleştirildiği vurgulanmıştır. Hac ibadetini eda
etmeye karar vermiş bir kimsenin, bu kararından sonra sözkonusu belli aylar
içinde cinsel ilişkiye girmemesi, günah nitelikli bir davranışta bulunmaması ve
kavga etmemesi gerekir. Yüce Allah'ın insanlarca işlenen her hayırlı işi
bildiğine dikkat çekiliyor. Bundan dolayı Allah'tan korkup sakınmaları
emrediliyor. Çünkü takva bir insanın edinebileceği en hayırlı azık
niteliğindedir. İlk ayetin sonunda hitap, temiz ve özlü akıl sahiplerine
yöneltiliyor. Sanki, Allah'ın tavsiyelerinin hikmetini ve takvanın Önemini
ancak temiz akıl sahiplerinin kavrayabileceği ima ediliyor.
2)
Müslümanlara, hac mevsiminde, hac aylarında ticaret yapmak suretiyle Allah'ın
fazl ve keremini aramalarının bir sakıncasının olmadığı hatırlatılıyor. Daha
önce büyük bir sapıklık içindeyken, yüce Allah'ın kendilerini doğru yola
iletmiş olmasının karşılığı olarak Arafat'tan akın ettikten sonra Meş'ar-i
Haram (Müzdelife)'nin yanında Allah'ı anmaları, O'na şükranlarını sunmaları
emrediliyor. Bu arada herkesle birlikte, Meş'ar-i Haram'dan akın etmeleri ve
esirgeyip bağışlayan Allah'tan mağfiret dilemeleri isteniyor. Hac mevsimine
özgü ibadetleri tamamladıktan sonra, babalarım anar gibi yahut ondan daha
fazla Allah'ı anmaları gerektiği dile getiriliyor. Bu arada böyle bir ortamda
bazı insanların sırf dünyevi arzularının gerçekleşmesini Allah'tan
dilediklerine dikkat çekiliyor. Bu tür insanlar, ahirette Allah'ın rahmetinden
pay alamazlar. Bazi insanlarda hem dünyada hem ahirette hayırlara ulaşmayı ve
ateşin azabından korunmayı dilerler. Bunlar dünyada işledikleri salih amellerin
faydasını görürler. Karşılığını Allah'tan eksiksiz alırlar. Allah hesaplan
çabuk ve noksansız görür. Herkesin hakkını tam ve zamanında verir;
geciktirmez.
3) Sayılı ve
belli günlerde Allah'ı anmalarına ilişkin olarak müslümanlara bir diğer
direktif veriliyor. Sayılı günlerin sonra ermesi hususunda acele edip de bunlan
iki gün olarak eda etmenin ya da geciktirerek daha fazla yapmanın bir
sakıncasının olmadığına işaret ediliyor, Yeterki kişinin Allah'ın rızasına ve
takvaya aykırı bir amacı olmasın. Müslümanların herhâlukârda Allah'tan korkup
sakınmaları gerekir. Bu arada eninde sonunda Allah'ın huzurunda toplanacakları
hatırlatılarak buna hazırlıklı olmaları gerektiği dile getiriliyor. [337]
"Hac bilinen
aylardadır......" (197-203).
Bu ayetler grubunun
hac ibadetlerine ilişkin bölümün bir anlamda bütünleyicisi olduğu açıktır.
Tefsir bilginleri tabiin ulemasına[338]
dayanarak çeşitli rivayetler ve görüşler aktarmışlardır. Buna göre ayetler
grubunun ilkinde isim vermeden sadece "belli aylar" diye
nitelendirilen hac aylan Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Bu rivayetlerin
bir kısmına göre de hac ayları Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin ilk on günüdür.
Bu görüşleri saygıyla karşılamamıza rağmen, bu ayların arasına haram ay
olmayan Şevvalin alınmasının buna karşın bir haram ay olan Muharrem ayının
alınmamasının hikmetini kavrayabilmiş değiliz. İslam fıkhına göre Şevval
ayında hac için yola çıkmak ve bu ayda hac amacı ile ihram giymek şart
değildir.
Mekke'ye hac amacı ile
gitmek İsteyen bir kimsenin Şevval ayından önce veya sonra (Zilhiccenin
dokuzuncu gününe kadar) umre veya haccı birleştirmek ya da yararlanmak
(temettü) amacı ile ihrama girmesinin herhangi bir sakıncası yoktur. Zilhiccenin
dokuzuncu günü ise haccın İkinci rüknü yani Arafat vakfesi İçin belirlenmiş tek
gündür. Görüldüğü gibi Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylan haram aylar ilan
edilmişlerdir. Çünkü bu üç ay hacıların Mekke'ye gelmeleri, hac ibadetini
tamamladıktan sonra memleketlerine dönmeleri için yeterli bir süredir.
Mekke'den uzak bölgelerden gelenleri düşünürsek bunun iyi bir tesbit olduğunu
anlanz. Bu süre aynı zamanda kutsal bir barış ve huzur ortamıdır; hacılar güven
içinde ibadetlerini yerine getirsinler ve yurtlarına dönsünler diye.
Dolayısıyla "bilinen aylar" ifadesi ile bu üç haram ayın
kastedildiğini düşünüyoruz. Hacılardan bu ayların kutsallığı ile bağdaşmayan
cinsel ilişki, günah, kavga ve düşmanlık gibi tutum ve davranışların
terkedilmesinin istenmesi de bu yüzdendir.
Tefsir bilginlerinin
büyük çoğunluğu ayetin orjinalinde geçen "rafas" kelimesinin cinsel
ilişki ve ona götüren baştan çıkarıcı söz ve davranışlar anlamında
kullanıldığını söylemişlerdir. Şunu da eklemişlerdir; cinsel ilişki yasağı ihramlılık
hali ile sınırlıdır. Umre ile hacc arasındaki boşluktan yararlanan bir kimsenin
bu esnada cinsel ilişkiye girmesinin bir sakıncası yoktur. Bize öyle geliyor ki
"cinsel ilişki" anlamına alınan "er-refes" kavramının günah
ve kavga ile birlikte mutlak olarak hac aylarının -ki biz bunların üç haram ay
olduğunu söyledik- yasaklan arasında zikredilmesi "rafas" kavramının
her türlü çirkin söz ve davranış anlamına alınmasının daha isabetli olduğunu
göstermektedir.
Tefsir bilginleri
"azık topla" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede
bulunmuşlardır: Bazı Araplar hacca yanlarına yiyecek ve azık almadan
geliyorlardı. Sadaka ve kurban etleriylc karınlarını doyurmayı düşünüyorlardı.
Bu arada büyük zorluklar ve sıkıntılarla yüzyüze kalıyorlardı. Bundan dolayı
bütün müslümanlara, yanlarına yiyeceklerini alarak hacca gelmeleri emredildi.
Bu ifadenin de yer aldığı cümlenin akışından algıladığımız kadarıyla bu hayır
amelleri arttırmaya, hayırlarla azıklanmaya, özellikle hac aylarında çirkin
hayasızlıklardan uzak durmaya yönelik bir teşviktir. Çünkü ifadeden önce
"hayır" kelimesi, sonrasında da en hayırlı azığın takva olduğunu,
Allah'tan korkup sakınmanın gerekliliğini vurgulayan bir ifade yer alıyor.
Tefsir bilginlerinin
büyük çoğunluğuna göre "Rabbinizden gelecek bir lütuf ve keremi aramanızda
size herhangi bir günah yoktur" cümlesi hacılann nzık temin etmeye yönelik
girişimlerde bulunmalarının hac mevsiminde ticaret yapmalarının herhangi bir sakıncasının
olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Bu açıklamanın cinsel ilişki (ya da her
türlü çirkin söz ve davranış) günah ve kavga yasağından sonra yer alması
ilginçtir. Sanki ticaret ve kazancın yasak kavramının kapsamına girmediği
anlatılmak isteniyor.
İslamdan önce hac
mevsiminda üç genel panayır kurulurdu. Bunlardan biri Mekke'nin dışında
"Ukaz" adı verilen yerde kurulurdu ve Zilkade ayının yirmi günü boyunca
açık olurdu. İkincisi ise "el-Mecenne" denilen yerde kurulur ve on
sekiz gün devam ederdi. Üçüncüsü ise, "Zülmecaz" denilen yerde
kurulur ve Arafat vakfesi ve bayram günleri boyunca açık olurdu[339].
Müslümanlar, hac ibadetlerinin geçersiz olmasından korktukları için bu
panayırlara katılmaktan ticari faaliyetlerde bulunmaktan kaçınıyorlardı. Bunun
üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti indirerek, onlann bu endişelerini giderdi.
Buharı, Müslim ve
Nesai'nin İbn Abbas kanalıyla rivayet ettikleri bir hadiste şöyle deniyor:
"İnsanlar, önceleri Mina, Arafat, Zülmecaz'da ve bütün hac mevsimlerinde
alış veriş yapıyorlardı. Daha sonra haramdır endişesiyle ticaretten kaçındılar.
Bunun üzerine yüce Allah '(Hac mevsiminde) Rabbinizden gelecek bir lütuf ve
keremi aramanızda size herhangi bir günah yoktur [340]ayetini
indirdi".
İslam'ın öngördüğü bu
ruhsatta müslümanların maslahatının gözetildiği açıktır. Ayrıca ibadete özgü
bir mevsimde bile, engin bir ufka sahip olduğunu gösteren İslam'ın bakış
açısını da gözlemliyoruz. Buna göre insanlar hayati önem taşıyan, yaşamanın temel
ihtiyaçlarını ve çıkarlannı gözardı etmemelidir. Özellikle hac mevsimi
insanların güven ve huzur içinde ihtiyaçlarını gidermek maslahatlarına uygun
kazananlarda bulunmak için büyük bir fırsattır. Bunun evrensel bir direktif
olduğu açıktır.
Arafat, küçük kum
tepecikleri ve kayalarla çevrili geniş ve yassı bir dağın adıdır. Zilhicce
ayının dokuzuncu günü hacılar orada toplanırlar. Tevbe sûresinin bir ayetinde o
günkü toplantının "hacc-ı ekber: en büyük hac"[341]
olarak nitelendirildiğini görüyoruz. Hacılar o gün Arafat'ta vakfeye durmadıkça
hacı olamazlar. Tevbe sûresinin işaret ettiğimiz ayetinden ayrıca incelemekte
oluduğumuz ayetlerden algıladığımız kadarıyla, Zilhicce'nin dokuzuncu gününde
Arafat'ta vakfe yapmak, İslam öncesi dönemde de hac ibadetlerinin başhcaları
arasında yer alıyordu. Son derece yüksek idealler ve mesajlar ifade ettiği için
İslam'da da olduğu gibi korundu. Çünkü o gün insanlar yüksekçe bir tepenin
üzerinde, bembeyaz giysiler içinde üzerlerinde en ufak bir kir bulunmadığı
halde, her türlü çirkinlikten dünya meşgalelerinden uzak bulunurlar. Orada
herkes eşittir. Başkanla izleyici, efendiyle köle, zenginle fakir, siyahla
beyaz, sarıyla kızılderili arasında en ufak bir fark yoktur. Herkes, dünya ile
ihtiraslanyla dünyanın farklılıklanyla, meşga-leleriyle ve sorunlarıyla
bağlarını koparmış olur. Allah'ın ululuğunu, Rububiyetini kalplerinin
derinliklerinde hissederler. O'na yalvarırlar, ululuğunu haykırırlar. Sabahtan
akşama kadar tüm içtenlikleriyle kulluğu O'na sunarlar. Ruhaniliğin doruğa
çıktığı bir andır bu. İnsana duygu yüklü bir maneviyat egemen olur, oradan
yüceler aleminin sonsuz ufuklarına pervaz olur.
Bu arada Arafat
vakfesinin ıstılahı bir tabir olduğunu belirtelim. İslam fıkhına göre hacıların
o gün Arafat'ta ayakta durmaları ya da oturmaları ile ilgili bir şartı ön
görmez. Tek şartı hacıların orada ihram içinde olmalarıdır.
"Meş'ar-i
Haram" Arafat'la Mina arasındaki bir yerin adıdır. Hacılar Arafat'tan akın
ettikleri zaman burada dururlar. Bayram gecesini orada geçirirler. Sabaha kadar
tehlil ve tekbir getirirler. Sonra oradan Mina'ya akın ederler. İsmine
bakarsak, adı geçen yerin dinsel bir saygınlığa sahip olduğunu anlarız. Tercih
edilen görüşe göre bunun da İslam öncesi hac gelenekleriyle bir ilgisi vardır.
Buraya Müzdelife de deniliyor. Sebir dağının eteğinde bulunur. İslam öncesi
dönemde Arapların bu dağın üzerinde bazı putlarının bulunması bunu ziyaret
için adı geçen dağa gidiyor olmaları muhtemeldir. İslam bu gelenekten kalma
Müzdelife veya Meş'ar-ı Haram vakfesini olduğu gibi korudu. Müslümanlara orada
Allah'ı zikretmelerini emretti. Dolayısıyla putperestliğin icra edildiği bir
mekanı tek ve ortaksiz Allah'ın anıldığı kutsal bir mekana dönüştürdü.
Bir rivayete göre[342]"sonra
insanların akın ettiği yerden siz de akın edin" ifadesi ile şu olaya
işaret edilmiştir: Kureyşliler ya da "Hums" adı verilenler Arafat
yerine Müzde-life'de vakfe yaparlardı. Bunu kendilerine bahşedilmiş bir imtiyaz
olarak algılarlardı. Rivayetin tam oturmadığı görülüyor. Çünkü ayet-i kerime,
Müzdelife'den akın etmeyle ilgilidir. Bundan da anlaşılıyor ki, insanlar hep
birlikte Arafat'ta vakfe yapıyor, sonra da oradan birlikte akın edip
geliyorlardı. Nitekim Tefsir bilgini Hazin rivayetle ayeti bağdaştırmak için
ayet-i kerimede bir takdim-tehir uygulamasının olduğunu söylemiştir. Oysa cümle
insanların Müzdelife'den akın ediş bağlamında ve diğer dini ibadetler hususunda
müslümanlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaktır. Doğru ve isabetli
olduğunu umduğumuz bu değerlendirmemize göre ayet-i kerime İslam kardeşliğini
pekiştirmeye, müslümanlar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya
yöneliktir. Dolayısıyla evrensel bir mesaj içermektedir.
Tefsir bilginleri[343]
incelemekte olduğumuz bölümün son ayeti ile ilgili olarak "sayılı
günler" ifadesi ile "bayram ve teşrik" günlerinin kastedildiğini
söylemişlerdir. O günlerde eda edilmesi emredilen zikirden maksat da adı geçen
günlerde kılınan her namazın ardından tekbirler getirip Allah'ı ululamaktır.
Hacılar bu günlerde Mina'dan akın ederek şeytan taşlamaya giderler. Kırk dokuz
adet küçük taşı Mekke'ye yakın üç yerde, üç bayram günü içinde tekbirler ve tehlillerle
atmak durumundadırlar. Bazı hacılar Mina'dan dönüş için acele ettiklerinden
taşları iki gün içinde atmayı tercih ederlerdi. Diğer bazıları ise üçüncü
günün sonuna kadar beklemeyi tercih ederlerdi. Bundan dolayı müslümanlar
arasında ihtilaf çıktı. Ayet-i kerime bir ruhsat getirerek tercihi insanlara
bıraktı. Niyetleri iyi olduğu ve Allah'ın rızasını gözettikleri sürece zorunlu
hallerine göre hareket edebilirler. Bu ruhsat evrensel bir mesaj içermektedir.
Dolayısıyla, Kur'an'ın genel misyonuyla da örtüşmektedir. İslam'ın öngördüğü
yükümlülüklerde önemli olan Özdür. Yani takva ve iyi niyettir, şekil değil.
Tefsir bilginleri[344]
"Babalarınızı andığınız gibi yahut ondan daha şiddetli bir şekilde Allah'ı
anın" ifadesiyle ilgili olarak şöyle demişlerdir: Cahiliye döneminde
hacılar, bayram günleri Mina'da oturumlar düzenleyerek orada şiirler okuyor,
atalarıyla övünüyorlardı. Ayet-i kerime müslümanları daha hayırlı bir işe yani
Allah'ı zikretmeye yöneltti: Hayrı O'ndan dilemeleri gerektiğini vurguladı.
"İnsanlardan
öyleleri var ki: Ey Rabbimiz bize dünyada ver" derler. Böyle isteyenlerin
ahiretten hiç nasibi yoktur" cümlesinin bölümdeki tüm ayetlerin Mekke
fethinden önce dolayısıyla müşriklerin Peygamberimiz ve ashabının Mekke'ye
girişlerinin engellemelerinden önce indiğinin bir karinesi olarak
değerlendirilebilir. Dolayısıyla şu husus ortaya çıkıyor: Bazı müslümanlar o
sıralar Mekke'ye gidebiliyor, hac mevsimini izleme dolayısıyla müşriklerle
birlikte hac ibadetini eda etme imkanını buluyordu. Aynı karineyi şu ifadeden
de algılayabiliyoruz: "Eğer kuşatilırsamz, size kolay gelen kurbanı gönderin".
Nitekim Peygamberimiz de aynı şeyi yapmıştır. Hudeybiye günü o ve arkadaşlarının
Mekke'ye girişleri engellenince, kurbanlarını Hudeybiye'de boğazladılar.
Bununla beraber izah
etmeye çalıştığımız cümle ahirete önem vermeyen dünyayı en büyük ya da tek
hedef haline getiren insanlara yönelik genel bir eleştiri niteliğindedir. Bunu
izleyen cümlede, dua ederken, istekte bulunurken dünya ve ahiret arasında bir
denge gözetenlerden övgüyle sözedilmesi de İslam davetinin evrensel bir yönünü
yansıtmaktadır. İslam'ın geniş ufkuna, kişiliğe önem verişine, beşerin
çıkarıyla uyuşmasına, eşyanın tabiatına uygunluğuna dikkat çekmektedir. İslam,
insanları dünyadan el etek çekmeye davet etmez. Dünyanın güzellikleri ve
iyilikleri, temiz nimetleri müslümanlara mubahtır. Ancak normal sınırlar içinde
kalmak, iyi niyet sahibi olmak ve pis ve iğrenç şeylerden kaçınmak gerekir.
Yüce Allah müslümanlara dünya ve ahiret hayırlarını istemelerini emretmiştir.
Bu direktifin Kur'an-ı Kerim'de değişik üsluplarla tekrarlandığını gördük.
Buhari ve Müslim'in[345]
Enes'ten aktardıklarına göre Peygamberimiz en çok Şöyle dua ederdi:
"Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ve ahirette iyilik ver. Bizi
ateşin azabından koru". Müslim ve Tirmizi[346]
şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz bir adamı hasta yatağında ziyaret
etti. Adamın sesi çıkmıyordu, bir kuş yavrusu gibiydi. Adama dedi ki: Dua
ediyor musun? Ya da bîr şeyi isterken hangi ifadeleri kullanıyorsun? Adam:
Diyorum ki: "Allah'ım ahiretteki akıbetim neyse, onu dünyada bana
ver" dedi. Peygamberimiz: "Sübhanallah, buna gücün yetmez" dedi.
Ardından şunu buyurdu: Allah'ım! Bize dünyada güzellik ve ahirette güzellik
ver. Bizi ateşin azabından koru" desene. "Peygamberimiz dua etti,
adam hastalıktan kurtuldu".
Hiç kuşkusuz bu dua
Peygamberimizin dilinden aktarılan duaların en kapsamlısı-dır[347].
Çünkü "dünya iyiliği" ifadesi, bol rızık, başarı, güvenlik, barış,
sağlık, İzzet, onur, dayanışma, iyilik, merhamet, ahlâki ve sosyal fazilet gibi
içinde hayır bulunan bütün dünyevi maslahatları kapsamasının yamsıra, günah,
hastalık, meşakkat, zorluk, onursuzluk, zillet ve bedbahtlık gibi nahoş
şeylerden korunmayı da kapsamına alır. "Ahiret iyiliği" deyimi ise
Allah'ın hoşnutluğu takva ve güzel akıbet gibi hayırları içerir.
Tefsir bilginleri'[348]
şeytan taşlama yerleri ile ilgili olarak İbn Abbas'tan naklen şöyle derler:
"Hz. İbrahim gördüğü bir rüyayı Rabbani bir ilham olarak değerlendirip bu
direktif uyarınca oğlu İsmail'i kurban etmek için harekete geçince (bu kıssa
Saffat sûresinde yer alır). Şeytan onu bu kararından vazgeçirmek için
Mina'daki birinci cemre'de karşısına çıktı. Hz. İbrahim yedi çakıl taşını
fırlatarak onu kovdu. Sonra yoluna devam etti. Bu sefer şeytan, ikinci cemrede
karşısına çıktı. Hz. İbrahim yerden topladığı yedi tane çakıl taşını atarak onu
kovaladı ve yoluna devam etti. Şeytan son kez üçüncü cemrede karşısına çıktı.
Hz. İbrahim burada da ona yedi tane çakıl taşını atarak onu oradan
uzaklaştırdı.
Rivayetin durumu her
ne olursa olsun, şurası açıktır ki, Araplar İslam'dan önce de bu geleneği
yaşatıyor ve şeytanı taşlarken Allah'ı tekbir ediyorlardı ve bu gelenek bu
şekliyle İslam ibadet manzumesinde de korunmuştur. (Rivayeti bir ipucu gibi
değerlendirirsek eğer kesin demesek bile) Arapların hac mevsimine özgü tüm
ibadetlerde olduğu gibi şeytan taşlamayı da Hz. İbrahim'e nisbet ettiklerine
ilişkin bir ihtimal sözkonusu-dur. [349]
204-İnsanlardan
öylesi vardır ki, dünya hayatına iiişkin sözleri senin hoşuna gider ve
kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır'[350]'.
205-O, iş
başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye'[351]
çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.
206-Ona:
"Allah'tan kork" denildiğinde büyüklük gururu onu günaha sürükler'[352]',
kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.
207-İnsanlardan
öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını aramak amacı ile nefsini satar[353].
Allah kullarına karşı şefkatli olandır.
Bu ayetlerde iki grup
insanın profili çiziliyor. Biri olduğundan farklı bir görünüm sergiliyor; son
derece ihlash görünüyor, bunu yeminlerle pekiştiriyor. Ki muhatabı kendisinden
hoşlansın. Oldukça inandırıcıdır da. Oysa kendisi düşmanlık ve husumette son
derece ileridir. Fırsatını bulduğunda Allah'ın rızasına muhalif olarak zulüm ve
bozgunculukta sınır tanımaz. Kendisine Öğüt verildiğinde, yaptığının kötülük
ve günah olduğu söylendiğinde, bunlardan vazgeçip Allah'tan korkması gerektiği
hatırlatıldığında öfkelenir, azgın nefsini tatmin için günah ve zulmünü
arttırır. Takvaya davet edilmiş olmaktan dolayı büyüklük kompleksine kapılır.
Bu tip insanların varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir barınak ve ne
kötü bir yataktır. İkinci grubu oluşturanlar, Allah yolunda her türlü eziyete
katlanırlar. Allah'ın rızasını elde etmek için gerekirse canlarını feda
etmekten kaçınmazlar.
Ayetler grubunun
sonunda, yüce Allah'ın kullarına karşı şefkatli ve merhametli olduğu belirtiliyor.
Tefsir bilginleri[354] bu
ifadeyi ikinci grupla bağlantılı olarak değerlendirmişlerdir. Yani "bu
grubu oluşturan insanlann Allah katında hakettikleri şefkat, rahmet ve iyi
ödüle işaret ediliyor" demişlerdir. Hiç kuşkusuz, bu değerlendirme yerindedir,
isabetlidir. [355]
"İnsanlardan
öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri hoşuna gider..."
Görüldüğü gibi ayetler
yeni bir bölüm oluşturmaktadır. Biraz sonra izah edeceğimiz gibi bir sonraki
ayetler grubuyla da aralarında bir bağlantı vardır.
Tefsir bilginlerinin[356]
aktardıkları rivayetlere göre ayetler grubunun birinci kısmı, müşriklerin ileri
gelenlerinden biri olan Ahnes b. Şurayk hakkında inmiştir. Bu adam Medine'ye
gelir ve Peygamberimizin sohbetine katılır. Peygamberi sevdiğine ve müslü-man
olmak istediğine yemin eder. Fakat daha sonra yemini bozar. Husumet duyduğu bir
insanın ekinini yakar, koyunlarını ve sığırlarını sırf zarar vermek için
boğazlar. Bir diğer rivayete göre de[357], bu
ayetler bazı münafıklar hakkında inmiştir. Bunlar bir müfreze çatışmasında
müşrikler tarafından kuşatılan ve büyük bir çoğunluğu şehit düşen
müslü-manların başına gelen bu musibetten dolayı sevinmişlerdir[358].
Bir diğer rivayete göre[359]
ayetler grubunun ikinci kısmı malını vererek kendini Mekkelilerden kurtaran
Süheyb-i Rumi hakkında inmiştir.
Her halükârda, incelemekte
olduğumuz ayetler grubunun bir hedefi, münafıklarla samimi müslümanları,
onların birtakım olaylar karşısındaki tavırlarını karşılaştırmaktır. Ayetlerin
inişinden hemen önce bir münafıkla bir samimi müslümanın başından geçen i-ki
olaydan dolayı sergilenen iki zıt tutuma da işaret edilmiş olabilir. Birinin
eleştiriye birinin de övgüye mazhar edilmiş olması muhtemeldir.
Ayetlerin ifade tarzı
mutlaktır. Dolayısıyla her zaman ve her ortamda karşılaşılabilecek bu iki tip
insanla ilgili evrensel bir kriter ve mesaj niteliğindedir.
Özellikle münafık
insan tipinin ahlâki yapısı ve karakteristik Özelliklerine ilişkin tanımlamalar
son derece etkileyicidir. Hamle sarsıcı niteliktedir. Bu tür insanlar
genellikle zarar verme ve kötülük bakımından çok şiddetli olurlar. Gerek
bireysel ve gerekse toplumsal alandaki davranışlarının bozguncu özelliği
toplum yapısında derin yaralar açar. [360]
208- Ey iman
edenler, hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam'a}[361]
girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.
209- Size
apaçık belgeler- geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki Allah,
gerçekten üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ayetlerde;
1)
Mü'minlere bir çağrı yapılıyor: Mensub olduğunuz İslam'a bağlılığınızı sürdürün
ve kendinizi tamamen Allah'a teslim edin. O'nun bütün emirlerine itaat edin.
2) Yine
mü'minlere bir uyanda bulunuluyor: "Şeytana tabi olmayın. Onun yolunu
izlemeyin". Ardından değişmeyen bir gerçeğe dikkatleri çekiliyor:
"Şeytan sizin en amansız düşmanınızdır. Bu yüzden size zarar verecek, sizi
günaha sokacak şeyleri telkin etmekten başka bir şey yapması düşünülemez.
3) Allah'ın
ayetleri ve apaçık belgeleri geldikten sonra, hak yoldan sapmaları durumunda
başlarına kötü şeylerin geleceği hatırlatılıyor. Çünkü Allah, üstün iradelidir,
sapıkları cezalandıracak güce sahiptir. Hüküm ve hikmet sahibidir ancak
hikmetli ve doğru şeyleri emreder, her yaptığı yerindedir.
Bu iki ayetin iniş
sebebi ile ilgili olarak değişik rivayetler aktarılmıştır[362]. Bu
rivayetlerden birine göre ayetler Peygamberimize iman eden, öte yandan hâlâ
Tevrat'ın hükümlerine bağlılıklarını sürdüren, Tevrat okuyan yahudi mü'minler
hakkında inmiştir. Bir diğerine göre ayetlerin iniş sebebi, müslüman görünen
ama kalben inanmayan münafıkların tavırlarıdır. Bir başka rivayette, îslam
hükümlerine ve direktiflerine bağlılık hususunda gevşeklik gösteren kimi
müslümanlann bu tutumlarının ayetlerin inişine sebep oluşturduğu ifade edilir.
Ayetlerin akışı ve ifade tarzı, bir ölçüde üçüncü rivayetin dile getirdiği
durumu çağrıştırmaktadır. Burada vurgulanan durumun önceki ayetlerin kapsamında
işaret edilen münafık ve samimi müslümanın nitelikleriyle de bir ilintisi bulunabilir.
Dolayısıyla incelemekte olduğumuz ayetlerde, Allah'a içtenlikle, ihlasla kulluk
sunmanın ancak münafıkların ve bozguncuların izledikleri şeytanın vesveselerine
kulak vermemenin gereği vurgulanmıştır.
Şayet bu çıkarsamamız
doğruysa, bu durumda iki ayetin önceki ayetlerden hemen sonra yer verilen
değerlendirme nitelikli bir açıklama olduğu anlaşılıyor.
Ayetler her ne kadar
Özel bir durumla ilgili olarak inmişlerse de bütün zamanları kuşatan evrensel
bir mesaj niteliğindedir. Her konuda kendini Allah'a teslim etmenin, O'-na
içtenlikle, ihlasla inanmanın, bu dosdoğru yoldan sapmamanın, müslümanlar
arasında karışıklığa, ayrılığa ve sıkıntıya yol açacak dedikodu ve desiselere
kulak vermemenin gerekliliğini vurgulamaktadır. [363]
210- Onlar
bulut[364] gölgeleri[365]'
içinde Allah'ın meleklerle onlara gelmesini ve emrinin gerçekleşmesini mi
gözlüyorlar? Oysa bütün işler Allah'a döner.
211-
İsraüoğullarr'na sor, onlara nice açık ayetler verdik. Kendisine geldikten
sonra kim Allah'ın nimetini[366]
değiştirirse, bilsin ki şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli olandır.
Ayetlerde;
1)
"Konunun muhatabı durumundaki kimseler, yoksa Allah'ın ve meleklerin bir
bulut parçası içinde nazil olup kendileriyle aracısız konuşmaları beklentisi
içinde midirler?" şeklinde istinkari ve eleştiri ağırlıklı bir soru
yöneltiliyor.
2) Ardından
şu uyanda bulunuluyor: Böyle bir olayın gerçekleşmesi Allah'ın verdiği kararın
ve azabın yürürlüğe girmesi demektir. Her şeyin, her gelişmenin baştan sona
kadar bağlı olduğu adetullah'ın bir gereğidir bu.
3) Peygamberimize bir direktif yöneltiliyor ve
İsrailoğulları'ndan kendilerine Allah'ın indirdiği ayetleri, apaçık delilleri
sorup şahitlik etmelerini istemesi emrediliyor.
4) Allah'ın
indirdiği ayetlerin varlığında somutlaşan nimetlerini ve bunların apaçık
maksatlarını değiştirenlere de sert bir uyan yöneltiliyor. Allah, güçlüdür, öç
alması şiddetlidir. Böylesine büyük bir günaha yeltenenleri sert biçimde
cezalandırır.
Bu İki ayetin iniş
sebebi hakkında açıklamalar içeren herhangi bir rivayete rastlaya-madik. Ancak
"gözlüyorlar" ifadesindeki zamirin Allah'a teslim olma, O'na tam
olarak itaat etme hususunda tereddüt gösteren, bu çizgiden sapan ve önceki iki
ayetin içerdiği uyarıya muhatap olan kimselerin kastedildiğini düşünüyoruz.
Buna dayanarak iki ayetin, önceki iki ayete ilişkin bir değerlendirme ve
konunun devamı niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. Bundan önceki iki ayetin,
kendilerinden önceki ayetlerle bir şekilde ilintili olduklarına ilişkin bir
tahmin yürütmüştük. Dolayısıyla incelemekte olduğumuz iki ayet, silsilenin bir
halkası ya da 204. ayetten itibaren başlayan yeni bölümün bir parçası
niteliğindedir.
Ayetlerin üslubu,
meleklerin nüzuluna ilişkin taleple ilgili olarak açıklamadan ziyade
eleştiriye yönelik olmasına rağmen, Kureyşli müşriklerden, sırf Rasulullah'ı
zor durumda bırakmak için böyle bir talebin geldiğini düşünüyoruz. Nitekim bir
ayette buna işaret edilmektedir; "Bize kavuşmayı ummayanîar dediler kî:
Bize meleklerin indirilmesi ya da Rahbimizi görmemiz gerekmez miydi?..."
(Furkan; 21). Aynı şekilde, bundan önce geçen birçok ayette kafirlerin
Peygamber (s)'i doğrulamak üzere meleklerin inmesini istediklerine ilişkin
açıklamalara yer verilmiştir[367].
Belki de konuya ilişkin olarak Israiloğullanndan şahitlikte bulunmalarının
istenmesi, atalarının başından geçen bir olayın hatırlatılmasına yöneliktir.
Bakara, 55. ayette anlatıldığına göre İsrailoğulları Musa'ya: "Allah'ı
açıkça görmedikçe İnanmayız" demişler ve bunun ardından hemen yıldırım
onları çarpmıştı. Şahitliğe başvurma olayının bir diğer yönü de,
İsrailoğulları'nın Allah'ın ayetlerini tahrif etmelerine, değiştirmelerine,
bundan dolayı yüce Allah'ın onları cezalandırmasına göndermede bulunmasıdır.
İsrailoğulları'nın bu tür davranışlarına Bakara sûresinin yanısıra, birçok
sûrede işaret edilmiştir. Bazı mü'minlerin veya mü'min gibi görünenlerin
Peygamberimizin tebliğ ettiği mesajın tümüne içtenlikle ina-namamaları,
tereddüt geçirmeleri, Allah'a ihlasla teslim olamamaları olayının içinde
ya-hudilerin parmağının olması uzak bir ihtimal değildir. Peygamberimizden
Allah'ın meleklerle birlikte buluttan gölgeler içinde gelmesini istemek gibi
mucize taleplerinin içinde de yabudilerin parmağı vardır. Amaçlan, zihinleri
bulandırmak ve mesajın etkisini yok etmektir. Bundan dolayı ayetlerin inişine
esas oluşturan ilahi hikmet, atalarının başından geçen olayları da çağrıştıran
bir ifade tarzıyla onların tanıklığına başvurmayı Öngörmüştür. Dolayısıyla,
ayetlerin içerdiği uyarı onlara da yöneliktir.
Ayetler her ne kadar
zaman ve konu itibariyle özel bir durumla ilgili iseler de, büyüklük taslama,
düzenbazlık, mucize isteme, Allah'ın ayetlerinin varlığında somutlaşan hak
yoldan sapma türü davranışlara ilişkin zaman ve mekan üstü evrensel bir mesaj
niteliğine sahiptir. [368]
212- İnkar
edenlere dünya hayatı çekici kılındı. Oniar, i-man edenlerden kimileriyle alay
ederler. Oysa korkup sakınanıar Kıyamet gunu onların üstündedir. Allah,
dıledıgıne hesapsız rızık verir.
Ayet-i kerime,
kafirlerin kendilerini dünya hayatına ve onun çekici süslerine kaptırmalarına,
zenginlik ve bol nimet sağlayan dünyevi sebeplerin peşine takılma ve elde ettikleri
maddi zenginlikten dolayı müslümanlarla alay etmelerine, onları küçümsemelerine
işaret ediyor. Ardından şunu ekliyor: Mü'minlerin arasındaki muttakiler Kıyamet
günü onlardan üstün olacaklardır. Dilediğine hesapsız rizık veren Allah
katında onurlandırıl acakl ardır.
Tefsir bilginleri[369] bu
ayetin Kureyş kabilesinin bazı önderleri hakkında indiğine ilişkin ifadeler
içeren rivayetler aktarmışlardır. Bu önderler büyük servetlere sahiptiler. Bu
yüzden yoksul mü'minlerle alay ediyor ve ''eğer bunlar Allah'ın dinine bağlı
insanlar olsaydı, hiç şüphesiz Allah onlara bol rızık verirdi"
diyorlardı. Yine bazı rivayetlere göre benzeri gerekçelerle bu ayet, münafık ya
da yahudi liderler hakkında inmiştir. Bize göre bu ayet de önceki ayetlerin
devamıdır ve bağımsız bir ayet olarak inmemiştir. Çünkü kafirler, münafıklar,
Allah'ın emirlerinden sapanlar, O'nun ayetlerini ve nimetlerini asıl maksadının
dışına yoranlar, ayet-i kerimenin işaret ettiği tutumu, bir açıdan şeytanın
vesveseleri ve çekici kılması ile bir diğer açıdan da dünyevi güçlerine ve
zenginliklerine güvenerek sergiliyorlardı. Kureyşli veya yahudi ya da münafık
inkarcı liderlerin bu düşünceyi kalplerinden geçirmiş olmaları da muhtemeldir.
Çünkü onların kalpleri bu tür duygularla dopdoludur.
"Korkup
sakinanalar (muttakiler)" cümlesi bulunduğu yer itibariyle, son derece
etkileyici ve mesaj niteliği bulunan bir ifadedir. Özellikle önceki ayetlerin
bazı inananların veya müslüman gibi görünenlerin zikzaklarını, tereddütlerim ve
tam teslim olamayışlarını ele aldığını düşünürsek, ifadenin ne kadar yerinde
ve etkileyici olduğunu anlarız. Çünkü "iman ettik" diyen herkes,
Allah katındaki onur verici ödüllere kavuşmaz. Ancak iman edenlerin içindeki
muttakiler, yani ihlaslı, işlerini ve nefislerini Allah'a teslim eden ve bundan
sonra da tereddüt etmeyen Allah'ın emir ve yasaklarına uyma hususunda büyüklük
kompleksine kapılıp burun kıvırmayan kimseler, bu ödülleri hakederler. Kuşkusuz
bu tüm zamanları aşan, evrensel bir mesajdır. [370]
213-İnsanlar
tek bir ümmetti'[371]'.
Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde
İnsanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek
üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra,
birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler;
o kitap verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah iman edenleri, hakkında
ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi İzniyle eriştirdi. Allah kimi dilerse onu
doğru yola yöneltir.
Bazı tefsir bilginleri[372]ayetin
ilk bölümünde, hazfedilmiş bir ifadenin bulunduğunu söylemiş ve mahzuf ifadeyi
şöyle takdir etmişlerdir: "İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra ihtilafa
düştüler. Allah peygamberler gönderdi..." Daha önce tefsirini sunduğumuz
Yunus sûresinde yer alan yukarıdaki görüşü ve takdiri destekler niteliktedir:
"İnsanlar, tek bir ümmetten başka birşey değildi; sonra ihtilafa düştüler.
Eğer Rabhinden geçmemiş bir söz olsaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda
mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu." (Yunus, 19)
Yine tefsir bilginleri[373],
insanların üzerinde birleştikleri o tek ümmetin de Allah'ın yaratma konumu olan
fıtrat ve hak din olduğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirme, kuşku yok ki üzerinde
durmaya değer ve doğrudur. Daha Önce tefsirini sunduğumuz Rum sûresinde yer
alan bir ayet, bu değerlendirmeyi destekler içeriğe sahiptir: "Öyleyse sen
yüzünü Allah'ı birleyen olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları
bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması için hiç bir değiştirme yoktur.
İşte dimdik ayakta duran din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler."
(Rum, 30)Yukarıda sunduğumuz bu isabetli ve değerli görüşlerin ışığında konuyu
ele alacak olursak: İnsanlar, peygamberlerin gönderilmeye başlamalarından önce,
Allah'ın insanları üzerinde yarattığı yaratılış kanununa (fıtrata) bağlı tek
bir ümmetti. Tek Allah'a inanan bir topluluktu. Sonra ihtilafa düştüler.
Anlaşmazlıklar baş gösterdi. Bunun üzerine Allah onlara peygamberler gönderdi,
onları hakka ve doğru yola davet etti. Peygamberlerle birlikte kitaplar
indirdi. Bu kitaplar, apaçık hak yolunu gösteriyor, aralarında baş gösteren
ihtilafların çözüm yöntemlerini sunuyorlardı. Daha sonra, kendilerine kitap
verilenler, kitabın açıklamalarını öğrenenler, sırf aralarındaki kıskançlık ve
haktan sapma eğiliminden dolayı, bu kitapların yorumu hususunda ihtilafa
düştüler. Kitapları ihtiraslarına ve maddi Çıkarlarına uygun olarak
yorumladılar. Bu arada yüce Allah, niyetleri iyi ve kalpleri saf olanları,
nefislerini Allah'a teslim edenleri ve kendilerine gelen kitaba, her türlü
inadı ve kıskançlık duygusunu bir kenara bırakarak iman edenleri, insanların
saptıkları, tanımadıkları hakka yöneltti. Hiç kuşkusuz bu, dilediği kimseleri
dosdoğru yola ileten ulu Allah'ın temiz kalpli, iyiniyetli kullarına
bahşettiği büyük bir nimettir, sınırsız bir rahmettir.
Ayetin iniş sebebi ile
ilgili olarak herhangi bir rivayete rastlamadık. Bu ayetin önceki ayetlerle
bağlantılı, önceki ayetlerin devamı ve onların bir değerlendi mı esi niteliğinde
olduğunu düşünüyoruz. Ayet-i kerime, milletlerin ihtilaf gerekçelerini
kendilerine gönderilen kitapların tevili hususunda anlaşmazlığa düşüşlerini
hatırlatıyor. Bu arada yüce Allah'ın, iman edenleri Hz. Muhammed'in risaletine
yönelttiğinden, anlaşmazlık konusu olan meseleler hususunde gerçeği
gösterdiğinden söz ediliyor. Bu arada, önceki milletlerin düştükleri duruma
düşmemeleri uyarısında da bulunuluyor. Önceki ayetlerde işaret edildiği gibi,
bazılarının Allah'ın kitabından sapmalarından, tam bir içtenlikle inanmamış
olmalarından, kendilerini Allah'a teslim edememiş olmalarından ders almaları
gerektiği vurgulanıyor.
Ayetin üslubu, genel
açıklama tarzındadır ve insanoğlunun karakteristik bir özelliğine, hak
hususunda ihtilafa düşmesine işaret ediyor. Bu eski dönemlerden beri tanık olduğumuz
bir beşeri özelliktir. Genelde ihtiras ve tutkular itici güç olagelmiştir.
Ayet-i kerime, özel olarak yahudi ve hrıstiyanların çekişmelerine, görüş
ayrılığına düşmelerine ve farklı yorumların peşine düşerek hak ve hidayet
dairesinden, Allah'ın kitabının çerçevesinden çıkışlarına işaret ediyor. Hz
Muhammed'in sunduğu mesajın ve Kur'an'ın içerdiği apaçık gerçeğe sırt
çevirişlerine dikkat çekiyor. Oysa Kur'an'ın içerdiği prensipler aracılığı ile
hakkı batıldan ayırdetmek ve herşeye gerçek değerini vermek mümkündür.
Allah'ın Hz. Muhammed aracılığı ile sunduğu hak içerikli mesaja iman eden
hidayete tabi olan, dolayısıyla orta ve dengeli bir ümmeti olma özelliğini hak
eden mü'minlerden övgüyle söz ediliyor.
Ayet-i kerime güçlü ve
sağlam bir ifadeye sahiptir. Hakkın tek ve değişmez olduğunu, niyetler temiz
ve salih olduğu sürece hakkın anlaşmazlıklara ve çekişmelere neden olmayacağını
etkileyici bir tarzda vurguluyor.
Tutkularının ve ihtiraslarının
etkisiyle, hakka bağlanmaktan kaçınan, özellikle hak içerikli mesaja ilişkin
somut bilgiler edindikten sonra ihtilafa düşenlere, sert eleştiriler
yöneltiliyor. Bu arada, ayet-i kerimede, hakkı gördükleri yerde benimseyen ve
tabî olan iyi niyetli ve yapıcı kimselerden övgüyle sözedildiğini belirtelim.
Hiç kuşkusuz bu da üzerinde durulması gereken bir mesaj niteliğindedir.
Yukarıda işaret
ettiğimiz "Yunus" ve "Rum" sûrelerindeki ilgili ayetlere
ilişkin açıklamalanınızın bu ayetle de doğrudan bağlantısı sözkonusudur.
Bunları bir kez daha yineleme gereğini duymuyoruz. Konuyu daha detaylı bir
şekilde kavramak için adı geçen ayetlerin tefsirine başvurulabilir. [374]
214-
"Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk
çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle;
"Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın
yardımı pek yakındır".
Ayet-i kerime,
mü'minlere yönelik reddedici bir soru ile başlıyor. "Sizden önceki mü'min
toplulukların başına gelen musibetleri, zorluklan, eziyetleri ve meşakketleri
yaşamadan, sırf müslüman olmakla cenneti hak edeceğinizi mî sandınız?"
Sizden Önceki mü'minler, karşılaştıkları tehlikeler yüzünden Öylesine sarılmış,
o kadar büyük eziyetlere duçar kalmışlardı ki, sonunda hem onlar hem de
peygamberleri Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? diyerek Allah'a
sığınmışlardı." Soruyu izleyen ifade ise, yüreklere su serpen cinstendir.
Evet. Allah'ın yardımı yakındır.Bazı tefsir bilginleri, bu son cümlenin,
"Allah'ın yardımı ne zaman?" diye soran önceki topluluklara verilmiş
teselli amaçlı bir cevap olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazısı ise, ayetteki
istinkari soruya muhatap olan mü'minlere verilmiş bir cevap olduğuna ilişkin
görüşü savunmuşlardır. Diğer bazı müfessirler ise, bunun ayet-i kerimede
vasfedilen ortama benzer her koşulda, mü'minleri teselli edici, yüreklerine su
serpici genel ve mutlak bir cevap olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin
her biri, üzerinde durmaya değerdir ve ihtimal dahilindedir.
Tefsir bilginleri[375]
ayetin iniş sebebi hakkında çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan
birinde anlatıldığına göre, ayet-i kerime, Kureyşlilerin, diğer müttefik
gruplarla birlikte Medine üzerine yürüdükleri sıralarda inmiştir. Bu olay
tarihte Hendek Vakıa'sı olarak bilinir ve bu sırada mü'minler büyük sarsıntılar
geçirmiş, dayanılmaz maddi-ma-nevi baskılara maruz kalmışlardı. Gelişmeler
Ahzab sûresinde şu şekilde anlatılır: "Ey i-man edenler, Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece biz de
onlann üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah
yaptıklarınızı görendir. Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan
gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançere gelin dayanmıştı ve siz Allah
hakkında birtakım zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada iman edenler, sınanmış ve
şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı." 'Ahzab; 9-11)... Bu
rivayetlerden birine göre, ayet-i kerime,müslümanların Uhud Savaşı'nda
uğradıkları yenilgi üzerine inmiştir. Bu savaşın ayrıntılı bir değerlendirmesi
Al-i Tnıran sûresinde yapılır. Bir diğerine göre, ayetin İniş sebebi
muhacirlerin yaşadıkları zorluk ve yoksunluklardır. İlk iki rivayet, ayetin
indiği ortamı yansıtmaktan uzaktırlar. Sûrenin akışı içindeki yeri de bunun bir
kanıtıdır. Kaldı ki Hendek ve Uhud vakaları Al-i İmran ve Ahzab sûrelerinde ele
alınmıştır. Dolayısıyla, üçüncü rivayet, ayetin indiği atmosferi yansıtma bakımından
daha yakın bir ihtimaldir.Ayetlerin akışını gözlemlediğimiz zaman aklımıza
başka ihtimaller de geliyor. Sözgelimi, ayet-i kerime önceki ayetler
zinciriyle bağlantılı olabilir. Bu durumda ayet, bir değerlendirme ve uyarı
niteliğini kazanır. Mü'minleri zorluklara dayanmaya, karşılarına çıkan
musibetlere katlanmaya, kendilerine gelen hak içerikli mesaja sıkı sıkıya
bağlanmaya, eziyetler ne kadar ağır olursa olsun haktan ödün vermemeye teşvik
ediyor. Allah'ın hoşnutluğunun ancak emek vererek, çaba sarfederek, eziyetlere
sabır göstererek ve kendini tamemen Allah'a teslim ederek elde edilebileceğini
ilan ediyor. Ayet-i kerime, hicretin birinci ve ikinci yılında, Bedir
savaşından önce peygamberimizin (s) bizzat komuta ettiği veya donatıp sefere
gönderdiği küçük çaplı müfreze çatışmalarında şehid düşen bazı muhacirlerin yol
açtığı Üzüntü üzerine de inmiş olabilir. Biz Bakara sûresinin 152-156
ayetlerini incelerken bu tür olaylara işaret etmiştik. Sözkonusu ayetlerde,
müslümanlara şu uyanlarda bulunuyor: "Biraz korku, biraz açlık, mallardan,
canlardan ve ürünlerden bir miktar azalma ile sınanacaksınız. Bu yüzden
sabretmelisiniz..." zaten biraz sonra da gelen ayetlerde muhacirlerle
müşrikler arasında cereyan eden bir savaş anlatılıyor. Bu da yukarıdaki değerlendirmeyi
pekiştirici rol oynuyor. İlk iki ihtimalin ya da üçüncü rivayetin doğru olması
durumunda ayet-i kerime, biraz sonra gelecek bölümün hazırlığı niteliğinde bir
ayn bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Buna göre, ayetin şimdiki yerinde olması,
önceki ayetlerde müslümanlara hitap edilmiş olması nedeniyledir ya da Önceki
ayetlerden hemen sonra indiği için şimdiki yerine yerleştirilmiştir.
Her halükârda ayet-i
kerime, mü'minlerin ileride karşılaşacaklan zorluklan haber veriyor.
Nefislerini sabra ve katlanmaya alıştırmalarını istiyor. Bu arada aynı şeyin önceki
topluluklarla onlara gelen peygamberlerin de başından geçtiğine dikkat çekiyor.
Sonunda Allah'ın yardımının mutlaka geldiğini haber veriyor. Bu arada Allah'ın
yardımının ancak sabır ve fedakarlıkla kazanılabileceği hatırlatılıyor. Bütün
bunlar, belli bir zaman dilimiyle, belli bir ortamla sınırlandırılanı ayacak
psikolojik direktifler ve moral takviyesi sağlayan öğütlerdir. Mü'minc sürekli
bir şekilde moral ve güven empoze e-den, kurumuz bir kaynaktır. Benzeri uyarı
ve Öğütler, değişik münasebetlerle dinleyicilerin dikkatine sunulmuştur. [376]
216-
"Savaş hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı. Olur ki hoşunuza
gitmeyen bir şey, sizin İçin hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin
için bir serdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz".
"Savaş hoşunuza
gitmediği halde üzerinize yazıldı..."
Ayet-i kerime güçlü
bir ifade tarzına sahiptir. Ayetin iniş sebebine ilişkin herhangi bir rivayete
rastlayamadık. Görebildiğimiz kadarıyla ayet, yasama nitelikli yeni bir bölüm
özelliğine sahiptir. Bu ayetin buraya yerleştirilmiş olmasının sebebi, önceki
ayetten hemen sonra inmesi ya da aralarındaki hitap ve yasama benzerliği
olabilir.
Ayet-i kerime, cihadın
müslümanlara farz olduğunu vurgulama bakımından açık bir ifadeye sahiptir. Eğer
birtakım sınırlandırmalar ve şartlar içermiyorsa bu, müslümanla-nn savaş
hususunda hiç bir sınır, hiç bir şart tanımadıkları anlamına gelmez. Çünkü savaşta
uyulacak sınırları ve şartları belirleyen birçok ayet vardır. Bunların bir
kısmını daha önce inceledik, bir kısmını da daha sonra inceleyeceğiz.
İslam ulemasının
çoğunluğu, bu yükümlülüğü yerine getirecek yeterli sayıda kişi bulunduğu sürece
cihadın farz-ı kifaye olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Ulemanın bu
değerlendirmesi doğru ve başka ayetlerin içerikleriyle de bağdaşmaktadır. Söz
gelimi, bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: "Mü'minlerden özür
olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler
eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre
derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak
Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır"
(Nisa; 95). Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor: "Mü'min-lerin tümünün
Öne fırlayıp çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup
çıktığında bir grup da dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri
kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için geride kalabilir. Umulur ki
onlar da kaçınıp sakınırlar" (Tevbe; 122)
Buradan şu sonucu
çıkarabiliriz: Cihadın amacına ulaşması için gerekli olan yeterli sayı, düşmanı
püskürtmek, caydırmak ve ezmek için gereken sayıdır. Eğer fiilen savaşmakta
olanlar, bu sonuca ulaşmak için yeterli gelmiyorlarsa, savaşabilecek durumda
olan bir müslümanın 'savaşan kimseler vardır1 gerekçesiyle savaştan kaçınması
caiz değildir. Böyle bir durumda savaştan geri kalanlar, İslam'ın temel
farzlarından birinde kusur işleme sorumluluğu ve günahı altına girerler.
Ayetin
ifadesi psikolojik sorunları çözmeye ve savaş emri bağlamında rahatlatıcı direktifler,
izahlar getirmeye yöneliktir. Buna göre savaş, gencide insana ağır gelmesine
rağmen bir zorunluluktur. İslam'ın Ön gördüğü sınırlar ve şartlar çerçevesinde
savaş bazen kaçınılmaz olur. Birçok açıdan da genel hayırlara vesile
olmaktadır. Ayetin hicretin hemen başlarında -sonraki ayetlerin akışından
çıkarsadığımiz kadarıyla-, hicretin birinci yılında inmiş olabileceğini
düşünüyoruz. Bu dönemde inmiş olması da bu tür psikolojik bir yaklaşımın
hikmetini ön plana çıkarmaktadır. Çünkü müslümanlar henüz bir azınlık
durumundaydılar. İlahi hikmet, savaş çağrısına rağmen olumlu karşılık
vermelerini öngörmüştür ki, düşmanın yüreğine korku salsınlar, düşman onların
kararlı olduğunu ve hiç bir saldırıyı karşılıksız bırakmayacağını
anlasın.Müslümanlara savaş düzenini bizzat Peygamberimiz aldırır, halkı savaşa
katılmaya teşvik ederdi. Hulafa-i Raşid'in de aynı tutumu sürdürmüştür.
Dolayısıyla, savaş düzenini aldırmanın genel seferberlik ilan etmenin,
müslümanlann emirinin, sultanının yetkisinde olduğunu söyleyebiliriz. [377]
217- Sana
haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük bir
günahtır. Ancak Allah katında, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu İnkar etmek,
Mescİd-İ Haram'a'[378]
engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük bir günahtır. Fitne, katilden
beterdir. Eğer güç yetİ-rirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar
sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kafir olarak
ölürse artık onların bütün işledikleri dünyada da, ahİrette de boşa çıkmıştır
ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır.
218-
Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte
onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
1)
Peygamberimize "Haram ayda savaşmak caiz midir?" şeklinde yöneltilen
bir soruya yer veriliyor ve şu cevabı vermesi dikte ediliyor: Haram ayda
savaşmak, Allah katında büyük bir suçtur; ancak Allah'ın yolundan alıkoymak,
İslam çağrısını engellemek, Allah'ı inkar etmek, insanların Mescid-i Haram'ı
ziyaret etmelerini önlemek, halkını türlü eziyetlerle oradan çıkarmak Allah
katında haram ayda savaşmaktan daha ağır bir suçtur. Fitne yani zor kullanarak,
işkenceye başvurarak müslümanlan dinlerinden dönmeye zorlamak da Allah
katında, haram ayda savaşmaktan daha büyük bir günah sayılır. Bunların tümünü
kafirler, haram aylarda içinde yapıyorlardı.
2) Hitap
mü'minlere yöneltilerek bir hususa dikkatleri çekiliyor: Kafirler ellerinden
gelse, onları dinlerinden döndürmek için hiç bir fedakârlıktan kaçınmazlar.
Savaşmaktan, her türlü eziyeti uygulamaktan geri durmazlar.
3)
Kafirlerin baskısından etkilenip dininden dönen ve kafir olarak ölenlere bir
tehdit savruluyor. Yüce Allah, böylclerinin işlediği bütün hayırlı amelleri
boşa çıkarır. Akibet-leri, sonsuza dek ateşte kalmaktır.
ikinci
ayette, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimselerden övgüyle
söz ediliyor. Bunlar bütün eylemlerinde sadece Allah'ın rahmetini umarlar.
Allah onların umutlarını gerçekleştirecek ve işlemeleri mümkün olan bazı küçük
günahları af-tedecekir. Çünkü bağışlayan ve esirgeyendir. [379]
"Sana havam olan
ayı, onda savaşmayı sorarlar..."
Tefsir bilginleri[380] ilk
ayetin (217) zihinleri bulandırma amaçlı bir propaganda üzerine indiğini
söylemişlerdir. Mekke kafirleri, Rasulullah'ın Abdullah b. Cahş komutasında
donatıp devriye amacıyla gönderdiği, bu arada Kureyşe ait bir kervana da el
koymasını istediği müfreze ile kervandakiler arasında çıkan çatışmayı bazı
adamlarının öldürülmesini, bazılarının da esir alınmasını ve kervanına el
konulmasını dillerine dolamışlardı. İddialarına göre, olay Recep ayının
başında geçiyordu ve bir haram ay olan Recep'te savaşmak Araplar nezdinde ağır
bir suçtu. Kafirler bunu istismar ettiler. "Mu-hammed ve arkadaşları haram
ayı tanımıyorlar" diye dedikodular çıkardılar. Nitekim Peygamberimiz de
müfrezedekileri azarladı ve "Ben size haram ayda savaşın emrini
vermedim" dedi. Abdullah ve arkadaşları zor durumda kaldılar ve günah
işlemiş olmaktan korktular. Bunun üzerine yüce Allah bir hüküm ve çıkış yolu
içeren bu ayeti indirdi.
Rivayet sağlamdır. En
eski siyer kitaplarında yer alır. Bütün eski tefsir ve tarih kitaplarında
zikredilir. Ayetin oluşturduğu atmosfere ve ortama da uygundur. Biz ikinci
ayetin (218) bir yandan değerlendirme işlevini görmek, bir yanda da müfrezede
görev alanları savunmak üzere indiğini düşünüyoruz. Çünkü onlar, her ne
yaptılarsa, Allah yolunda cihad etmek, O'nun rahmetine ve hoşnutluğuna kavuşmak
için yaptılar. Dolayısıyla onlar kınanmak ve azarlanmaktan çok övgüye
layıktırlar.
Bazı müslümanlarm,
kafirlerin maksatlı propagandalarından etkilendikleri anlaşılıyor. Bu yüzden
ayetlerin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, ilk ayetin gerekli uyarı ve
tehditleri içermesini; ikinci ayetin de müfrezede görev alan mücahidlcrin
övülmesine ayrılmasını öngörmüştür.
İncelediğimiz bu iki
ayet önceki ayetle bağlantılıdır. Dolayısıyla üç ayetin birlikte inmiş olmaları
da ihtimal dahilindedir. Bu durumda savaşın farz kilınıdiğını İfade eden ilk
ayet, bir hazırlık ve giriş işlevini görmüş olur. Bizim tercihimiz de bu
yöndedir. Bunun yanında sözkonusu ayetin tek başına inmiş olması ve aradaki
içerik benzerliğinden ardarda konulmuş olması da muhtemeldir.
İncelediğimiz
ayetlerin ikincisi, Kurcyş kafirlerine yönelik yıkıcı ve etkileyici bir cevap
niteliğindedir. Propagandalarını boşa çıkarmaktadır. Onlar müslümanlan
kınayacak, eleştirecek en son insanlardır. Çünkü yaptıkları ortadadır.
Müslümanlar Mekke'de bulu-nuyorlarken, onlara karşı her türlü işkenceyi,
baskıyı, hem de haram ayda uygulamakta bir beis görmüyorlardı. Şimdi kalkmışlar
da, haram ayda kan döktüler diye, Rasulullah ve arkadaşlarını yalan yanlış
propagandalanyla karalamaya çalışıyorlar.
İkinci ayetin
akışından algıladığımız kadarıyla müfreze sadece muhacirlerden oluşuyordu. Bu
çıkarsama, Rasulullah Bedir savaşından Önce donatıp bizzat komuta ettiği ve bir
arkadaşının komutasında devriye görevine çıkardığı tüm müfreze hareketleriyle
ilgili rivayetlerle de örtüşmektedir. Bu ise Bedir savaşından Önce devriye
görevine çıkarılan son müfrezedir[381]. Şu
halde, Ensar ancak Bedir savaşına ve savaşın açık bir ifadeyle tüm müslümanlara
farz kılınmasından sonra, çatışmalara katılmışlardır. Bundan önce Peygamberimiz
onları savaşmaya zorlamıyordu. Çünkü aralarındaki ittifak sözleşmesi,
memleketlerini birlikte savunmayı öngörüyordu. Ancak muhacirlerle akrabaları
Kureyş-lilerin çatışması bir gerekçeye dayanıyordu.
İncelediğimiz ayetler
konjonktürel özellikler taşımakla birlikte, bütün zamanları aşan ahlaki öğütler
ve sosyal direktifler içermektedir:
1) Tebliğ
özgürlüğünü savunmak, haksızlık ve saldırıya karşı koymak, saldırganlarla
savaşmak, her zaman ve her yerde meşrudur, reel gerekçelere dayanmaktadır.
Düşmanın İşkenceci, baskıcı ve acımasız nitelikte olması da karşı saldırıyı
daha bir haklı kılmaktadır.
2) Bazı
insanlar kendi günahlarını büyük zararlara yol açan eziyetlerini ve kötü muamelelerini
unutma eğilimine sahiptirler. Ama karşısındakinin en küçük bir hatasını koca
bir cürüm, büyük bir cinayet gibi göstermekten en ufak bir sıkılma, arlanma
duymazlar. Bu yüzden gerçek mücrimlerin günahlarını görmezlikten gelip bu tip
insanların çığırtkanlığına kanarak masumları suçluymuş gibi değerlendirmemek
lazımdır.
3) Bazı
tipler şekle önem verirler ve şekil adına özü ve cevheri feda ederler. Oysa
asıl Önem verilmesi gereken şekil değildir, özdür.
4) Bir işte insanların maksadına ve niyetine bakmak lazımdır. Bazı
insanlar iyi niyetle, hayrı gerçekleştirmek amacıyla ve bir görevi yerine
getirmek maksadıyla örfe ve geleneklere aykırı bir iş yapmışlarsa, onları
kınamamah, bilakis onları memnun etmeli ve kusurlarını görmezlikten gelmeli. [382]
219- Sana
içkiyi'[383]' ve kumarı'[384]'
sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır.
Ama günahları yararlarından daha büyüktür. "Ve sana neyi in-fak
edeceklerini sorariar. De ki: İhtiyaçtan arta kalanı'[385]'.
Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.
220- Hem
dünya konusunda, hem ahiret konusunda. Ve sana yetimleri sorarlar De ki: Onları
ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin
kardeşleri-nizdİr. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden ayırdeder. Eğer Allah
dileseydi size güçlük çıkarırdı'[386]'.
Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir
Ayetlerde;
Peygamberimize yöneltilen, çeşitli konulara ilişkin bazı sorulara ve bu
soruların cevaplarına yer veriliyor:
1) İçki ve
kumarın hükmü sorulmuştur. Buna şu cevabın verilmesi istenmiştir: Bu ikisinde büyük
günahlar vardır. Aynı zamanda insanlara bazı yararlan da vardır. Ancak
günahları yararlarından daha büyüktür.
2)
"Sadaka vermesi gerekenler neyi vermekle yükümlüdürler?" şeklinde bir
soru yöneltilmiş ve bu soruya şu cevabın verilmesi ön görülmüştür. İnsanlar
ihtiyaçlarından arta kalan mallarını sadaka olarak verebilirler.
3) Yetimlere
karşı takınılacak tavra ilişkin olarak yöneltilen bir soruya şu cevabın
verilmesi emredilmiştir: Onlann yaranna ve ıslahına dönük davranışlar içinde
olmak gerekir. Yetimlerle iç içe olmanın hiç bir sakıncası yoktur. Çünkü onlar
soruyu soranların kardeşleridir.
İncelediğimiz
ayetlerin ilki, bir uyarıyla son buluyor: Allah ayetlerini kendilerini
kurtuluşa ulaştıracak, mutlu kılacak, dünya ve ahiret saadetine erdirecek şeyler
üzerinde düşünsünler diye müslümanlar için açıklamaktadır. İkinci ayetin
sonunda ise şöyle bir uyan yer alıyor; Allah insanların niyetlerini ve gizli
sırlarını bilir. Bozgunuyla salihi, yıkıcıyla yapıcıyı birbirinden ayırdeder.
O insanlar için kolaylık diler. Dileseydi, zorlukla üstesinden gelebilecekleri,
büyük meşakkatler çekecekleri hükümler indirirdi. Çünkü O üstün iradelidir, her
şeye güç yetİrendir, hüküm ve hikmet sahibidir, doğru ve hikmetli olanı
emreder.
İlk
ayetin sonundaki uyarının aynı ayetin içeriğiyle, ikinci ayetin sonundaki
uyarının da bu ayetin içeriğiyle ilgili olması ihtimal dahilindedir. Bir diğer
ihtimal de uyarıların her iki ayette yer alan cevaplarla ilgili olmalarıdır. [387]
"Sana içkiyi ve
kumarı sorarlar......"
İncelediğimiz ayetler
(219-220) yasama nitelikli yeni bir bölümü oluşturmaktadır. Sûrenin burasına
yerleştirilmiş olmaları, ya önceki ayetlerden sonra inmiş olmalarından ya da
aralarındaki yasama benzerliğinden dolayıdır.
Tefsir bilginleri ilk
ayette yer alan ilk soruyu Ömer b. Hattab'ın sorduğunu söylemişlerdir, Ömer
yüce Allah'tan içkiyle ilgili sadra şifa bir açıklama indirmesini istemişti.
Tefsir bilginlerinin aktardıkları bir diğer rivayete göre bazı müslümanlar
Rasulnl-lah'ın yanına gelmiş ve ona şöyle demişlerdir: "İçki ve kumar
hakkında bize fetva ver". Yine bu rivayetlere göre, ikinci soruyu soran
kişi Muaz b. Cebel ve bir arkadaşıydı. Bunlar Rasulullah'a gelerek: Bizim
kölelerimiz ve ailelerimiz vardır. Bunlardan hangisine infak edelim?
demişlerdi. Üçüncü soru ise bazı yetim vasileri tarafından sorulmuştu ve Isra
ve En'am sûrelerinde yetimlerin mallarına yaklaşılmamasına ilişkin ifadeler yer
alınca, yanında yetim bulunanlar, onun mallarını, yiyecek ve içeceklerini kendi
mallarından, yiyecek ve içeceklerinden ayırdılar. Fakat bu durum onlara ağır
geldi.
Bir ve uyumlu bir
akışın kapsamında birtakım soru ve cevapların kaynaşmış bir şekilde sunulmuş
olması, bu meselelerin müslümanlarca, Medine döneminde gündeme getirildiğini
ve ayetlerin de bu meseleleri çözmek amacıyla bir kerede indiğini göstermektedir.
Tefsir bilginleri[388]
içkinin yararlarını, insanda meydana getirdiği keyif hali, üreticinin elde
ettiği kâr ve meyve üreticisinin kazancı şeklinde sıralamışlardır. Kumarın
yaran ise, kazanan kişinin elde ettiği maldır.
Her halükârda, sorulu
cevaplı ifade tarzı, kumar ve içki alışkanlığının Peygamberimiz döneminde son
derece yaygın olduğunu göstermektedir. Bu alışkanlığın toplumun ekonomik ve
sosyal hayatı üzerinde büyük etkisi vardır. Öyle anlaşılıyor ki, içki ve kumarın
yararlarına yönelik işaretle, bu duruma göndermede bulunulmuştur. Yoksa amaç,
içki ve kumarın yararlı olduğunu, sakıncalarının bulunmadığını vurgulamak
değildir.
Ayet-i kerimede yer
alan içki ve kumara ilişkin bu soru-cevap, konuyla ilgili bir ilk adımdır. Bunu
işi sıkıya alan başka adımlar izlemiştir. Daha sonra da kesin olarak haram
kılınmıştır. İleride tefsirini sunacağımız "Nisa" ve
"Maide" sûrelerinde bu hususa daha ayrıntılı bir şekilde değineceğiz.
Adı geçen sûreler, içki ve kumar yasağına yönelik adımlar içermektedir.
Ayet-i kerimede, içki
ve kumarın hükmü ile ilgili olarak verilen cevapta bunlarla alakadar olmanın
hoşnutlukla karşılanmadığını sezinliyoruz. Önce bunlarda günah olduğundan söz
ediliyor. Ardından günahın büyüklüğüne işaret ediliyor. Günahın niteliği biraz
daha belirginleştiriliyor ve yararlarından daha büyük olduğu dile getiriliyor.
Bu ise bizim içki ve kumarın yararından söz edilmiş olması, realiteye işaret
içindir, yararını onaylamak değil, şeklindeki değerlendirmemizi
pekiştirmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, ilk adımda cevabın bu kadarla sınırlı
tutulması yukarıda işaret ettiğimiz realiteyle ilgili bir durumdur. İlahi
hikmet, tedrici ve aşamalı bir yasaklama sürecini öngörmüştür. Müslümanların
ve İslam'ın durumu böyle bir yasağı kaldıracak kıvama geldiğinde son adım
atılarak meseleye nokta konmuştur.
Ayetin akışı içinde
yöneltilen ikinci sorunun cevabında, sadakaların ancak ihtiyaç fazlası maldan
verilmesi durumunda isabetli olacağı dile getiriliyor. Aynı zamanda "ihtiyaçtan
arta kalan" ifadesi evrensel bir direktif ve ilke niteliğindedir. Buna
göre bir müslüman ihtiyacından fazla olan malını, muhtaç olanlara infak etmek
durumundadır. Müslümanlar arası dayanışmanın gerekliliğini bundan daha güçlü ve
etkili bir şekilde anlatmak mümkün değildir. Aynı zamanda şunu da bilmeliyiz ki
"ihtiyaçtan arta kalan" miktar, nisab miktarı bir mala sahip bir
müslümanm vermekle yükümlü olduğu zekatın dışındadır. Tefsir bilginleri bu
ifadenin tefsiri bağlamında bir hadis-i şerif rivayet etmişlerdir: Rasulullah
bir adama şöyle dedi: "Önce kendinden başka ve kendine infak et.
Birşey artarsa, ailene
harca. Yine de artarsa akrabalarına ver. Akrabalarına verdikten sonra da elinde
ihtiyaç fazlası malın kalırsa, bu şekilde infak etmeye devam et. Önünde,
sağında, solunda (bir rivayete göre[389]
"başkalarına") olanlara dağıt". Bu son cümle "bu şekilde
infak etemeye devam et" ifadesinin açıklamasıdır. Buharı ve Müslim'de yer
alan bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Ey Ademoğlu eğer ihtiyacından
fazla olan malını harcarsan, bu senin için hayırlı olur, yanında tutarsan senin
için kötü olur. Ancak ihtiyaçlarını karşılayabilecek malı biriktirmenden dolayı
kınanmazsm. En yakınından başlayarak infak et. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır"[390].
Üçüncü
cevapta, uyarı ve sıkıştırmanın dozu biraz daha arttırılmakla birlikte,
müslü-manlar için büyük sıkıntılara yol açan bazı uygulamalarda hafifletmeye
gidiliyor. Çünkü yetimlerle onların yasal vasileri arasındaki kaynaşma ve
kanşma yasağı kelimenin tam anlamıyla sıkıntıdır, meşakkattir, Allah, insanlar
için bunu istemez. İşin özü yetimleri için yararlı, ıslah edici, yapıcı
uygulamalar istenmektedir. Şunu bilmelidirler ki, yüce Allah, onların
niyetlerini bilir, ıslah edici ile bozguncuyu, yapıcıyla yıkıcıyı birbirinden
ayırdeder. [391]
221-Müşrik
kadınları, iman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir cariye -hoşunuza
gitse de- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman
edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir köle, -hoşunuza gitse de-müşrik bir
erkekten daha hayırlıdır. Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle
cennete ve mağfirete çağırır. O insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki, öğüt
alıp düşünürler.
1)
Müslümanlara, müşrik kadınlarla evlenmelerinin ve kızlarını müşrik erkeklerle
nikahlamalarının yasak olduğu bildiriliyor.
2)
Karşılaştırma yöntemini esas alan bir uyarıyla bir müslüman için mü'min bir
cariyenin -insanın hoşuna giden meziyetleri ve nitelikleri olsa da- hür müşrik
bir kadından daha hayırlı, daha olumlu; mü'min bir kölenin de -insanın hoşan
giden meziyetleri ve
nitelikleri olsa da-
hür müşrik bir erkekten daha hayırlı daha olumlu olduğu bildiriliyor.
3) Gerekçe olarak da şu husus ileri sürülüyor; Müşrikler tutum ve
davranışlarıyla ateşe davet etmektedirler. Bu yüzden onlarla ilişki kurmak,
onlarla nikahlanmak doğru olmaz. Allah ise, emir ve yasaklanyla sadece cennete
ve bağışlanmaya davet etmektedir. Ayetlerini insanlar İçin açıklar ki, belki
yapmaları, uymaları ve kaçınmaları gereken şeyler üzerinde düşünürler. [392]
"Müşrik kadınları
iman edinceye kadar nikahlamayın..."
Ayet-i kerime, yasama
amaçlı yeni bir bölüm niteliğindedir. Önceki bölümlerin ardından yer alması ya
nitelik benzerliğinden ya da nüzul sıralamasından kaynaklanmaktadır. Ayetin
iniş sebebiyle ilgili olarak iki rivayet aktarılmıştır[393]. Bu
rivayetlerden birine göre, bir müslüman, müşrik bir kadından hoşlanır ve
onunla evlenmek için Peygam-berimiz'den izin ister. İkinci rivayete göre, Abdullah
b. Revaha zenci bir cariyesine tokat atar. Sonra yaptığından pişmanlık duyarak
Peygamberimize durumunu açıklar. Peygamberimiz ona cariyeyi sorar. O da onun
namaz kıldığını, oruç tuttuğunu, Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik ettiğini söyler. Peygamberimiz: "O
mü'min bir kadındıf'der. Bunun üzerine Abdullah b. Revaha onu azad edeceğine ve
onunla evleneceğine yemin eder. Nitekim sözünü yerine getirir de. Ancak bazı
insanlar onu ayıplayarak: "Cariyesiylc evlendi" demeye başlarlar. Bu
tür insanlar soylarını gözeterek müşrik kadınlarla evlenmeyi istiyorlardı.
Bazı tefsir bilginleri[394] bu
ayetin, aralarında Ehli Kitab da olmak üzere müslüman olmayan tüm toplulukları
kapsadığını söylemişlerdir. Çünkü yahudilerin Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu
söylemeleri[395], hristiyanların da
İsa'yı böyle değerlendirmeleri onları müşrikler kategorisine sokmuştur. Bu
görüşü savunanlar, aycl-i kerimenin, Maide sûresinde yer alan ve müslümanlara
Ehli Kitab'tan özgür kadınlarla evlenmelerini helal kılan ayetle
neshcdildiğini, müşriklerle müslümanlar arasındaki evlilik yasağına ilişkin
hükmünse devam ettiğini söylemişlerdir. Bugün size temiz olan şeyler helâl
kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helaldir.
Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kitap verilenlerden özgür
ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinme-[396]tekrarlanmıştır
misler olarak -onlara
ücretlerini verdiğiniz takdirde- size helal kılındı" (Maide, 5).Bize öyle
geliyor ki, ayet-i kerime müslüman Araplarla müşrik Araplar arasındaki
evlilikler üzerine inmiştir. Çünkü aralarındaki akrabalık bağlan, beşeri
münasebetler ve kız alıp vermeler, Hicretin ilk yıllarına kadar devam ediyordu
ve bu tür ilişkilere her iki tarafça özen gösteriliyordu. Hatta diyebiliriz ki,
bu tür ilişkiler Hicretten epey zaman sonraya kadar devam etmiştir. Biz bu
sonucu, Kur'an'ın en son inen sûrelerinden biri olan Tevbe süresindeki bir
ayetten çıkarıyoruz. Sözkonusu ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey
iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi veliler edinmeyin..." (Tevbe, 23). Mücadele süresindeki bir
ayette de şöyle buyuruluyor: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir
kavim bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine baş kaldıran kimselerle bir sevgi bağı
kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri,
isterse kendi aşiretleri olsun..."(Mücadele, 22)[397].
İncelemekte olduğumuz
ayet-i kerime, bir soruyu cevaplamak ya da tefsir bilginlerinin rivayet ettiği
türden bir olayı değerlendirmek üzere inmiş olabilir. Ne var ki, ayet-i kerime
genel ve mutlak bir ifade tarzına sahiptir. Dolayısıyla evrensel ve kalıcı bir
yasa hükmünü içermektedir. Yasama nitelikli diğer tüm cevaplar için de bu kural
geçerlidir. Ayet-i kerimenin Ehl-i Kitap kadınlarını da kapsaması hususuna
gelince, tefsir bilginlerinin az önce sunduğumuz konuya ilişkin
değerlendirmeleri yerindedir. Daha sonra Ehl-i Kitap kadınlarıyla evlenmenin
helal olduğuna ilişkin ayetin (Maide, 5) iniş sebebi, incelediğimiz ayetin,
müslümanlar tarafından, Ehl-i Kitap kadınlarını da kapsadığı şeklinde
algılanması olabilir.
Mümtehine sûresinde
yer alan bir ayetten, bazı muhacir müslümanların nikahlan altında kafir
kadınların bulunduğu ve bunların Mekke'de kaldıkları yine bazı müslüman
kadınların kafirlerle nikahlı oldukları ve bu durumun Hudeybiye barışından
sonraki dönemde inen Mümtehine sûresinin inişine kadar devam ettiği
anlaşılmaktadır: "Ey iman edenler, mü'min kadınlar hicret ederek size
geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi
bilendir. Şayet mü'min kadınlar olduklarını bilip öğrenirseniz, artık sakın
onları kafirlere geri çevirmeyin. Ne bunlar onlara helâldir ne onlar bunlara
helâldir. Onlara ücretlerini verdiğiniz takdirde onları nikahlamanızda size bir
güçlük yoktur. Kafir kadınların ismetlerini
(nikahlarını) tutmayın......" (Mümtehine;
10) Ayet-i kerime.
Mü'min kadınların geri çevirilmemesini emrediyor. Çünkü mü'min kadınlar
kafirlere helal değildir. Mü'minlere de kafir kadınları nikahlarında
tutmamaları emrediliyor. Rivayet edildiğine göre, Peygamberimizin kızı Zeyneb,
Mekke'de uzun bir süre Ebu'l-'As'ın nikahı altında kalmıştır. Ebu'l'As ise
henüz İman etmemişti. Nitekim Ebu'l'As Bedir Savaşı'na katılmış ve bu savaşta
müslümanlara esir düşmüştü. Zeyneb gerdanlığını göndererek kocasını esaretten
kurtarmıştı. Daha sonra kocasını terkederek Medine'ye hicret etmişti. Ama onu
hala kocası olarak görüyordu. Nitekim bir diğer çatışmada bir kez daha
müslümanlara esir düşmüş ve Medine'ye getirilmişti. Adam eşi Zeyneb'den eman
dilemiş o da eman vermişti. Peygamberimiz de kızı Zeyneb'in emanı-nı onaylamış
ancak ona şu uyanda bulunmuştu: "Onu kendine yaklaştırma, çünkü o sana
helal değildir". Ebu'l'As bu olaydan sonra Mekke'ye gitmiş, birtakım
ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra Medine'ye gelerek iman etmişti. Zeyneb de
yeni bir nikah akdine gerek kalmadan onu eşi olma özelliğini sürdürmüştü'[398].
Bütün bunlardan
hareketle şu sonuca varıyoruz: Ayet-i kerime yeni evliliklerle ilgili olarak
inmiştir. Kur'an bu ayetin inişinden sonra da Mümtehine sûresinin inişine
kadar, müslümanlarla müşrikler arasında var olan evliliklerden söz etmemiştir.
Ayet-i
kerimenin bir gerekçelendirme, yasamanın hikmetini ortaya koyma niteliğinde
olduğu görülüyor. İkna ve açıklamayı hedef alan Kur'an'in başvurduğu bir ifade
yöntemidir bu. Mü'min cariyeyle hür müşrik kadının ve mü'min köleyle hür müşrik
erkeğin bu şekilde karşılaştırılmış olması, Kur'an'ın evrensel
değerlendirmesini yansıtmaktadır. îsla-mın mü'min köle ve cariyelere verdiği
değeri onur verici üstün konumu göstermektedir. Ayrıca Kur'an müslümanlan, her
fırsatta köle ve cariye azat etmeye teşvik etmiş, bu iş için zekatta bir fon
ayrılmasını öngörmüştür. Köle azat edilmesi için gerekli ortamı sağlamayı,
zekat toplayıp dağıtmakla yükümlü olan jslam devletinin asli görevleri arasında
değerlendirmiştir. Aynı zamanda savaş tutsaklarının köleleştirilmeden serbest
bırakılmaları yetkisi de rnü'minlerin emirine verilmiştir. Hiç kuşkusuz, bu da
köleliğin başlıca kaynağının kurumasına yönelik son derece önemli bir adımdır.
Burada şu hususu da vurgulamak gerekir: Mü'min köle ve mü'min cariyeden maksat,
köleyken İslam'a girenlerdir. Yoksa, müslüman bir erkekle müslüman bir kadın
hiç bir şekilde köleleştirile-mezler. Kafir bir esir, rnü'minlerin emin
aralından akibeti belirlenmeden önce müslüman olursa, Özgürlüğüne kavuşmuş
olur. [399]
222- Sana
kadınların aybaşı halini sorarlar. De ki: "O, bîr rahatsızlıktır[400]'.
Aybaşı halinde kadınlardan ayrılın ve temizlenmelerine kadar onlara
yaklaşmayın. Temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin.
Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever".
223-
Kadınlarınız sizin tarlantzdır[401]; tarlanıza
dilediğiniz gibi varın. Kendiniz İçin takdim edin. Allah'tan korkup sakının ve
bilin ki elbette O'na kavuşucusunuz. İman edenlere müjde ver.
"Sana kadınların
aybaşı halini sorarlar,.."
İlk ayette; kadınların
"aybaşı hali" ile ilgili olarak Rasulullah'a yöneltilen bir soruya
yer veriliyor. Ardından cevap olarak, "aybaşı hali"nin bir eziyet
olduğunu söylemesi, bu sırada kadınlardan ayrılmanın ve temizleninceye kadar
cinsel anlamda onlara yaklaşmamanın gerektiğini söylemesi emrediliyor. Buna
göre kadınlar "aybaşı hali"nden temizlenince onlara cinsel anlamda
yaklaşmak mubah olur. Bu arada Allah'ın emirlerine bağlı kalıp tevbe
edenlerden, pislik ve necasetten uzak duran temiz insanlardan övgüyle söz
ediliyor ve Allah'ın bu tür insanları sevdiği belirtiliyor. Tefsir
bilginlerinin büyük çoğunluğu aybaşı halinde kadınlardan ayrılma ve onlara
yaklaşmama emrinin, sadece cinsel ilişkiyle sınırlı olduğunu söylemişledir.
Her iki ayetin akışı da bu çıkarsamayı pekiş-tirici niteliktedir.
ikinci ayette,
müslümanlara yönelik bir açıklama yer alıyor: "Kadınlarınız sizin
tor-lalannızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi varın"... Ardından bazı
öğütlere sıra geliyor... Müslümanların Allah'ı gözetmeleri ve her işte takvayı
gözönünde bulundurmalan ve bir gün O'nun huzuruna çıkacaklannı akıllarından
çıkarmamalan gerektiği vurgulanıyor.Sonunda Peygamberimize bir direktif
veriliyor: "Sözkonusu öğütlere uyan gerçek mü'mİnlere, güzel akibetlere
kavuşacaklarını müjdele!" diye.
Sahabeden ve tabiinden
bazılarına dayandırılan kimi rivayetlerde ve bir kısım müc-tehid imamlara[402] ait
görüşlerde "tadarınıza dilediğiniz gibi varın" cümlesinin kadınlarla
anüs yoluyla cinsel ilişki kurmanın mubah olduğunu ifade ettiği dile getirilir.
Ne var ki, sahabe ve tabiine dayandırılan rivayetler güvenilir rivayet
zincirlerinden yoksundur. Kaldı ki, Peygamberimizden ve sahabeden aktarılan
başka sözler vardır[403] ve
bunların rivayet zincirleri de "hasen"dir. Sözkonusu rivayetlerde bu
tür bir ilişkinin haram olduğu belirtiliyor. Söz gelimi Huzeyme el-Hutami'nin
rivayet ettiği hadiste şöyle deniyor: Rasulullah buyurdu ki: "Haya edin.
Hiç şüphesiz Allah, hakkı söylemekten haya etmez. Kadınlara arkalarından
yaklaşmayın". Bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Yüce Allah erkeklerle
ilişki kuran veya kadınlarla anüs yoluyla cinsel ilişkiye giren erkeğin yüzüne
bakmaz". Bir başka hadiste şöyle buyuruluyor: "Aybaşı halinde ya da
anüs yoluyla kadınlarla cinsel ilişkiye giren ya da kehanette bulunan hiç
şüphesiz Muhammcd'e indirileni inkar etmiştir". İbn-i Abbas'lan şöyle
rivayet edilir: "Bir adam ona kadınlarla anüs yoluyla cinsel ilişkiye
girmenin hükmünü sordu o da şu cevabı verdi: "Sen bana küfrü mü
soruyorsun?" Tefsir bilginleri yukarıdaki cümlenin, vajinadan olmak koşuluyla
her türlü cinsel yöntem ve fantazinin mübahlığını anlattığı hususunda görüş
birliği içindedirler. Cinsel ilişkinin doğal yolu vajinadır. Ve evlilikte asıl
amaç üremedir, üreme de ancak vajina yoluyla kurulan cinsel ilişkiyle
mümkündür. Kadının tarlaya benzetilişi ile anlatılmak istenen budur."
Doğrusu da budur.
Tefsir bilginleri
yahudilerin "aybaşı hali" ve aybaşı halindeki kadınlarla ilgili
olarak katı bir tutum içinde olduklarını rivayet ederler. Aybaşı halindeki
kadınla her türlü teması keserlerdi. Beraber yiyip içmez, aynı yatağı ve aynı
yiyecek kabını paylaşmazlardı[404].
Yahudiler Araplar üzerinde özellikle Medineliler üzerinde büyük bir etkiye
sahiptiler. Medineliler de onlar gibi "aybaşı hali" ile ilgili
olarak son derece katı bir tutum içindeydiler. Bu yüzden bazı müslümanlar, yüce
Allah'ın İslam şeriatındaki hükmünü öğrenmek istediler ve bu amaçla gidip
Rasulullah'a soru yönelttiler. Tefsir bilginlerinin dediğine göre, sorunun bir
diğer amacı da aybaşı halinde ve normal zamanlarda kadınlarla anüs yoluyla
cinsel ilişkiye girmenin hükmünü ayrıca kadınlarla ilişki kurarken herhangi bir
yönteme uymanın zorunlu olup olmadığını öğrenmektir. Çünkü yahudiler klasik
ilişki tarzının dışında bir yonlemi uygulamazlardı. Medincli Araplar da onlar
gibi yaparlardı. Yanı sıra tefsir bilginleri, sorunun gerekçesine ilişkin bazı
rivayetler de aktarmışlardır[405].
Herhâlükârda ilk
ayetin, kadınların "aybaşı hali"ne ilişkin bir sorunun cevabı niteliğinde
olduğu açıkça ortadadır. Tefsir bilginleri aybaşı halindeki kadınlara
yaklaşmama, onlardan ayrılma emrinin sadece cinsel ilişkiyle sınırlı olduğuna
ilişkin değerlendirmelerini kanıtlama bağlamında birçok hadis ve görüş
nakletmişlerdir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai'nin rivayet ettiği bir
hadiste şöyle deniyor: "Yahudiler aybaşı halindeki kadınlarıyla birlikte
yemek yemez ve onlarla birarada oturmazlardı. Sahabeler bu durumu
Peygamberimize sordular. Bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti indirdi.
Peygamberimiz şu cevabı verdi: "Cinsel ilişki hariç her şeyi
yapabilirsiniz". Peygamberimizin bu sözünü duyan yahudiler: "Bu adam
bizim yaptığımız her şeye muhalefet ediyor" dediler[406].
Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Ben ve Rasulullah cünüpken aynı
kaptan yıkanırdık. Aybaşı halinde olduğum sıralarda üzerime bir örtü örtmemi emreder,
sonra da benimle oynaşırdı. Mescidde itikafta bulunduğu sıralarda, başını benim
odama uzatır ve ben de aybaşı halindeyken onun başını yıkardım"[407].
Yine Hz. Ai-şe'den şöyle rivayet edilir: "Ben aybaşı halindeyken et suyu
kaynatır ve Peygamberimize sunardım. Ağzımı koyduğum yere koyar ve ordan
içerdi. Bir kaptan su içerdim, o da benim ağzımı koyduğum yere ağzım koyarak
aynı kaptan su içerdi"[408].
Hz. Aişe bir diğer rivayette şöyle diyor: "Ben ve Rasulullah aynı örtünün
altına girer ve yatardık. Benim aybaşı halinden kaynaklanan kanamam olurdu.
Eğer benden ona bir şey bulaşacak olsa, bulaştığı yeri yıkar ve böylece
namazını kılardı"[409].
Fıkıh
bilginleri "temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara
gidin" ifadesi hakkında değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları
aybaşı kanaması kesildikten sonra kadın yıkanmadıkça kocasının ona yaklaşmasını
uygun görmemiştir. Bazısı ise bundan bir sakınca görmemiş ve
"temizlenme" ifadesinin kanın kesilmesi durumunu kapsadığını
söylemişlerdir. [410]
224- Bir de
yeminlerinizi bahane ederek; iyilik yapmanız, sakınmanız ve insanların arasını
düzeltmenize Allah'ı engel [411]
kılmayın. Allah İşitendir, bilendir.
225- Allah
sizi, yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, boş, amaçsız sözlerden[412]
dolayı sorumlu tutmaz; fakat kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu
tutar. Allah bağışlayandır, yumuşak davranandır.
İlk
ayette, miislümanlara yönelik bir yasaklama yer alıyor. Allah adına yaptıkları
yeminleri bahane ederek iyilik yapmaktan, insanların arasını bulmaktan ve
Allah'ın emrettiği takvaya yönelik davranışlardan kaçınmamaları isteniyor.
Çünkü Allah, sözlerini işitir ve gerçek niyetlerini bilir. İkinci ayette de,
yine müslümanlara yönelik bir direktif yer alıyor: Yüce Allah, herhangi bir
amaç gutmeksizin, günah işleme kastı taşımaksızın yaptıkları yeminlerden dolayı
onları sorumlu tutmaz. Kalplerinin bu tür yeminleri hayra engel, olumlu ya da
olumsuz işlere yönelikmiş gibi algılamaması şarttır. Sadece, onlan bile bile
işledikleri günahlardan dolayı sorumlu tutar. O, bağışlayıcıdır, tevbe
edenlerin günahını affeder. Yumuşak davranır, çabuk öfkelenmez, hemen
cezalandırma yönüne gitmez. İyi niyetlilere hatasını anlama fırsatını verir. [413]
".. Yeminlerinizi
bahane ederek Allah' ı engel kılmayın..."
Yukarıda sunduğumuz
ayetler, yasama nitelikli yeni bir bölüm oluşturmaktadır. Sûrenin bu kısmına
yerleştirilmiş olmaları ya önceki ayetlerle aralarındaki içerik ve nitelik
benzerliğinden ya da onlardan sonra inmiş olmalarından dolayıdır. Bazı tefsir
bilginleri[414] ilk ayetin Abdullh b.
Revaha hakkında inmiş olduğunu söyler. Rivayete göre, Abdullah kızkardeşinin
kocasının evine gitmemeye, onunla konuşmamaya, onunla eşinin arasını bulmamaya
yemin etmişti. Diğer bazı tefsir bilginleri ise ayetin Ebubekir hakkında indiğini
söylemişlerdi[415]. Rivayete göre Hz.
Ebubekir Hz. Aişe'ye yönelik iftira kampanyasına adı kansan bir akrabasına
yardım etmemeye yemin etmişti.
Anladığımız kadarıyla,
ikinci ayet, ilk ayetin içerdiği yasağı gerekçelendirmeye yada bir müslümanm
içtiği bir yemini bahane ederek, hayır işlememe, insanların arasım bulmama ve
takva gereği davranışları yapmama eğilimlerine çözüm getirici bir fetva niteliğindedir.
Ayetlerin akışı
yukarıda aktardığımız rivayetlerin her ikisi ile de uyuşabilir. Ne var ki, Hz.
Ebubekir'in sözkonusu yemini, Medine döneminin ortalarında gündeme gelmiştir.
Nitekim Nur sûresinin bir ayetinde meseleye şu şekilde işaret edilir:
"Sizden faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah
yolunda hicret edenlere birşey vermemeye yemin etmesinler affetsinler ve hoş
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır,
esirgeyendir" (Nur, 22). Bu ayet-i kerime, Hz. Aişe'ye yönelik iftira
kampanyası üzerine inen ayetler zincirinin kapsamında yer alır.
Bundan sonraki iki
ayette ise, kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlere işaret ediliyor. Bu da
incelediğimiz ayetlerle, onları izleyen İki ayet arasında bir bağıntı olduğunu
akla getiriyor.
Her halükârda
incelediğimiz bu iki ayet, mutlak anlamda yeminlere ilişkin Kur'ani direktifler
içermektedir. Bu ayetlerde önemli prensipler yer almaktadır. Buna göre, yeminleri
bahane ederek, hayır işlememek, insanların arasını bulmamak, takvanın gereği
olan davranışlardan kaçınmak caiz değildir. Kişi kendisinden sadır olmuş bir
yeminden hareketle hayır işlenmesini engelleyemez, yemini bahane ederek günah
işlemeye yclte-nemez, başkasına zarar verici davranışlar içine giremez.
Ardından yüce Allah'ın ancak insanları bilinçli olarak işledikleri bir günahtan
dolayı sorumlu tutacağı, böyle olmayan yeminleri, sorumluluk gerektirmeyen
"boş sözler" olduğu vurgulanıyor. Birinci direktiften, hayra engel
ya da günah işleme bağlamında yeminlere bağlı kalmanın caiz olmadığı sonucu
çıkıyor. Maide sûresinde yer alan bir ayette, yeminin kefaretine işaret ediliyor.
Herhangi bir müslümanm bir şey yapmaya ya da yapmamaya yemin etmesi, sonra
şartların onu bu yeminini bozmaya zorlaması durumunda ne yapması lazım geldiği
şu şekilde açıklanıyor: "Allah sizi yeminlerinizdeki rastgele
söylemelerinizden, boş sözlerden dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle
bağladığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun kefareti,
ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da
onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bulamayan için üç
gün oruç vardır. Bu, yemin ettiğinizde bozduğunuz yeminlerinizin kefaretidir.
Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki
şükredersiniz" (Maide, 89). Görüldüğü gibi bu ayet, incelediğimiz
ayetlerin kapsadığı Kur'ani direktifin tamamlayıcısı niteliğine sahiptir. Bu
ayet zühd ve takva adına hayatın güzelliklerinden uzaklaşmaya yemin edenler
hakkında inmiştir. Bundan önceki ayette de Allah'ın helal kıldığı şeyleri
haram kılma girişimleri yasaklanmış ve bu tür yeminlerden vazgeçip kefaret
ödemeleri emredilmiştir.
Tefsir bilginleri
konuya ilişkin olarak birçok hadis rivayet etmişlerdir. Bunlardan birine göre
Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, bir hususta yemin eder de, sonra
ondan daha hayırlısını görürse, yeminini bozup kefaret ödesin ve o hayırlı işi
yapsın". Bir diğer rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah'a andolsun ki ben -şayet Allah dilerse- bir şey için yemin ederim,
sonra ondan daha hayırlısını gördüğümde, yeminimi bozup daha hayırlısını
yaparım. Başka bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Ademoğlunun güç
yetiremediği konularda ne adak, ne yemin olur. Ne de Allah'a isyan ve akrabalık
bağlarını kesme hususunda. Kim bir şey için yemin ederse, sonra ondan daha hayırlı
bir şey gördüğünde, yeminini bozsun ve o hayırlısını yapsın. Yeminini
terketmesi onun kefaretidir"[416].
Ayette
geçen "urdaten" kelimesinin yorumu bağlamında farklı bir görüş ileri
sürülmüştür[417]. Buna göre cümle boş ve
amaçsız sözlerle Allah adına yemin etmeyi, insanları kandırmak, yalan söylemek
için yemin etmeyi ve doğru bile olsa çokça yemin etmeyi yasaklamaya yöneliktir.
Bu değerlendirme üzerinde durmaya değer olmakla beraber, önceki değerlendirme
daha çok insanın içine siniyor. Ayrıca ayetin akışı da bunu pekiştiriyor.
Zaten ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. [418]
226-
Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler'[419]'
için dört ay bekleme'[420]'
süresi vardır. Eğer dönerlerse[421]'
şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
227- Eğer boşamada'[422]'
kararlı davranırsa, boşanırlar. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
Yukarıda
sunduğumuz iki ayette, "iyla" ile ilgili yasa nitelikli direktifler
ve prensipler yer almaktadır. Buna göre eşleriyle cinsel ilişkiye girmemeye
yemin (iyla) edenlerin bu yeminlerini dört aydan fazla sürdürmeleri doğru
değildir. Ya yeminlerinden vazgeçip eşlerine dönsünler ki yüce Allah
bağışlayandır, esirgeyendir, tevbeleri kabul eder, kullarına merhametle muamele
gösterir. Ya da eşlerini boşamaya karar versinler. Hiç şüphesiz yüce Allah
onların sözlerini İşitir, niyetlerini bilir. [423]
"Kadınlarına
yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay bekleme vardır...' Bu iki ayet, yasama
nitelikli yeni bir bölüm oluşturmaktadır. Öte yandan boşanmayla ilgili uzun
bir bölümün de başlangıcı sayılır. Sûrenin tertibi içindeki yerleri, içerik
benzerliğinden dolayı olabildiği gibi iniş sırasından dolayı da olabilir.
Ayetlerin iniş
sebebiyle ilgili olarak herhangi bir rivayete rastlayanı ad ık. Bize öyle
geliyor ki, müslümanlar arasında kadınlara yaklaşmamaya yemin etme olayı
cereyan etmiş ve bunun hükmü Rasulullah'a sorulmuş, bunun üzerine yukarıdaki
ayetler inmiştir. Yukarıdaki iki ayetin önceki ayetlerle aralarında bir bağıntı
olduğunu söylemiştik. Gerekçe olarak da kocanın karısına yaklaşmamaya yemin
etmesinin yapıcılığa ve takvaya aykırı olmasını iler sürmüştük. Eğer bu
değerlendirmemiz doğruysa bu demektir ki, yasama nitelikli bölümün
başlangıcını önceki iki ayet oluşturmaktadır. Biraz sonra değineceğimiz gibi
uzun bir bölümle karşı karşıyayız demektir bu.
Kocanın karısına
yaklaşmamaya yemin etmesi (iyla) islam öncesi bir Arap geleneğidir. Kocalar ya
kızgınlık yahut nefret ya da başka bir gerekçeyle (mallarına el koymak, bir
başkasıyla evlenmesine engel olmak, kendi başına hareket etmesinin önüne geçmek
gibi, kadınlarına yaklaşmamağa yemin ederlerdi. Bazen kadının çok kız çocuğu
doğurması da böyle bir sonuca yol açabilirdi. Bunu yaptıkları zaman kadın evde
bir hizmetçi ve dadı gibi kalır çocukların bakımını üstlenirdi. Bu şekilde
cinsel ilişkiye girmemeye yemin ettikleri kadınlar, ne eş ne de boşanmış
sayılırlardı. İncelemekte olduğumuz bu i-ki ayet, meseleyi hak ölçüleri içinde
ele alıyor ve hakka uygun çözüm yolunu öneriyor. Buna göre koca intikam almak
için, karısı hakkında gönlünün istediği tasarrufta bulunamaz. Onun zarara
uğraması pahasına kendisi için yarar sağlayacak uygulamaları içinde bulunması
doğru değildir. Koca kadına zarar vermek ve ondan intikam almak için bu tur bir
yemine başvuramaz. Olsa olsa istemeden, aniden böyle bir yemini ağzından kaçırabilir.
Bu yemini de en fazla dört ay sürdürebilir. Eğer, zarar vermek amacıyla bu şekilde
yemin ederse, yapacağı tek şey kadının Özgürlüğünü vermek, boşamak suretiyle
zarara uğramasına engel olmaktır. Bu ikinci çözüm için, kocanın tekrar
birleşmeyi istememesi belirleyicidir. İncelediğimiz iki ayetten ve önceki iki
ayetten algıladığımız budur. Çünkü ayetler arasında bir uyum ve bağıntı
olduğunu düşünüyoruz. Bir kez daha Kur'an'ın sık sık vurguladığı evrensel bir
ilkeyle karış karşıya bulunuyoruz: Kadının haklan korunmalı, zarara
uğratılmamalı, zulmedilmemeli ve haklan gasbedilmefnelidir.
Tefsir bilginleri[424]
sahabelere ve tabiin ulemasına dayanarak bazı hadisler ve görüşler rivayet
etmişlerdir. Buna göre kadın kocasından kendini tekrar eşliğe kabul etmesini ya
da boşamasını isteme hakkına sahiptir. Kocası bu isteklere olumlu karşılık
vermezse kadın meseleyi hakime götürebilir. Hakim dört aylık sürenin bitimiden
önce kocadan kansını geri almasını ister. Koca bunu kabul etmezse, karısını
boşamak durumundadır. Yeni bir nikaha gerek duymaksızın üç aybaşı hali içinde
temizlendikten sonra karısını tekrar geri alabilir. Kadının hamile olması
durumunda üç aybaşı halinden temizlenme süresi esas alınır. Fıkıh bilginleri,
dört aylık süre dolduğu halde kansını geri almayan kocanın durumuyla ilgili
olarak iki değişik görüş ileri sürmüşlerdir. Bazılarının görüşüne göre böyle
bir durumda kadın kocasından bir kere (ric'i talak) boşanmış olur. Diğer görüşü
savunanlara göre kadın kocasından nihai olarak boşanmış (talak-ı bain: geri
dön-mesiz boşama) olur. Bu iki boşama arasında şu fark vardır. Bain talakla
boşanan eşler, tekrar birleşmek isterlerse, yeni bir nikah akti ve mihir
gerekli olur. Koca karısına dönmek isterse, onun onayını almak ve haklarım
vermelidir. Ayrıca kadının tekrar kocasına dönmesi için başkasıyla evlenmesi
şartı aranmaz.
Görüldüğü gibi
ayetler, kansı ile dört ay veya daha az bir süre için cinsel ilişkiye girmemeye
yemin edenlerle ilgili değildir. Aksine ayetler süre belirtmeksizin ya da dört
aydan fazla bir süre için kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler hakkındadır.
Bunu ayetlerin akışından algılamak mümkündür.
Yeminini
bozan ve dört ayın bitiminden Önce ya da daha az bir süre tayin etmişse, bu
sürenin bitiminden önce eşine dönen kocanın kefaret ödeyip ödememesi hususunda
farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazısı kefareti gerekli görürken, bazısı
gerekli görmemiştir. Bu görüş ayrılığının sebebi ise farklı hadislerin rivayet
edilmiş olmasıdır[425].[426]
228-
Boşanmış kadınlar üç aybaşı hali'[427]'
kendilerini gözetlerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın
kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz. Kocaları
da bu arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler.
Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde
haklan vardır. Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklan, bir derece fazladır.
Allah azizdir, hakimdir.
229- Boşama
iki defadır. Bundan sonra kadını ya iyilikle tutmak ya da güzelce salık vermek
lazımdır. Onlara verdiklerinizden birşey geri almanız, size helal değildir.
Şayet erkek veya kadın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa
başka. Eğer erkek ve kadının, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından
korkarsanız, o zaman kadini verdiği fidyede ikisine de günah yoktur. İşte
bunlar Allah'ın sınırlarıdır, sakın bunları aşmayın. Kimler Allah'ın
sınırlarını aşarsa iste onlar zalimlerdir.
230- Erkek
yine boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan kendisine
hela! olmaz. O adam da bunu boşarsa, Allah'ın sınırları içinde duracaklarına
inandıkları takdirde tekrar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah
yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları bilen bir toplum için
açıklamaktadır.
231-
Kadınları boşadığınız zaman, bekleme sürelerini bitirdiler mi ya onları
iyilikle tutun ya da iyilikle bırakın; haklarına tecavüz edip zarar vermek için[428]
onları yanınızda tutmayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın
ayetlerini eğlence yerine koymayın; Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt
vermek için kitab ve hikmetten size indirdiklerini düşünün, Allah'tan korkun ve
bilin ki, Allah her şeyi bilir.
232- Kadınları
boşadığınız zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi, kendi aralarında güzelce
anlaştıkları takdirde, kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın[429]. Bu
içinizden Allah'a ve ahiret gününe İnanan kimseye verilen öğüttür. Bu sizin
için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
"Boşanmış
kadınlar üç aybaşı hali kendilerini gözetlerler..."
Görüldüğü gibi, önceki
ayette sözkonusu edilen boşanma hükümlerine, bu ayetlerde yeniden değiniliyor.
Ayetlerin dili gayet sade ve anlaşılırdır. Öğüt ve uyarı amaçlı ayetlerde
rastladığımız bir ifade tarzına tanık oluyoruz. Bu da vahyin inişine esas
oluşturan ilahi hikmetin aile hayatına ve kadın haklarına verdiği büyük önemi
ortaya koymaktadır. İlahi hayat sisteminde aile kurumunun esasını, haklara
saygı, karşılıklı hoşnutluk, uyuşma ve yapıcılık oluşturmaktadır.
Ayetlerin metnine,
oluşturduğu atmosfere ve akışına İlişkin bazı ayrıntılı açıklamaları,
hükümleri ve değerlendirmeleri aşağıya alıyoruz:
1) İlk
ayette, boşanma kadınlara emredilen üç aybaşı halini kapsayan kendini gözlem
altında tutma uygulaması, ayetin atmosferinden ve metninden algıladığımız kadarıyla
bir açıdan kadının hamile olup olmadığının anlaşılmasına, bir diğer açıdan da
karısını boşayan erkeğe bu süre içinde tekrar karısını geri alma fırsatını
vermeye yöneliktir. Ayette geçen "kur'u" kelimesinin "aybaşı
hali"nden temizlenme anlamına geldiğini söyleyenlerin yanında "aybaşı
hali" anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur[430]. Bu
iki değerlendirme arasındaki fark şudur: Eğer kelime "aybaşı
hali"nden temizlenme anlamını ifade ediyorsa, koca karısını üçüncü aybaşı
hali sona ermeden önce geri alabilir. Yok eğer "aybaşı hali" anlamına
geliyorsa, kadının üçüncü aybaşı haline girmesi, eski kocasına geri dönememesi
anlamına gelir. Çünkü süre tamamlanmıştır.
"Aybaşı
hali"ne fıkıh literatüründe "iddet" denir. Kur'an-ı Kerim'de
Talak sûresinde bu kavramı kullanmıştır. Adı geçen sûrede üç değişik doğal
durumla bağlantılı olarak "iddel" süresinin açıklanışı tamamlanmış
oluyor. Bu durumlar; hamilelik, yaşlılıktan dolayı kadının aybaşı halini
görememesi ve bir başka sebepten dolayı kadının aybaşı halini görememesidir. Bu
sonucu şu ayet-i kerimeden çıkarıyoruz: "Yaşlılıklarından ötürü adetten
kesilen kadınlarınızın bekleme süresinden şüphe ederseniz, bilin ki onların
bekleme süresi üç aydır. Henüz adet görmeyenler de böyledir. Gebe olanların
bekleme süresi, yüklerini bırakmalarına kadardır. Kim Allah'tan korkarsa ona
işinde bir kolaylık yaratır" (Talak, 4)
Tefsir bilginleri[431]
sahabilere ve Tabiin ulemasına dayanarak bazı hadisler ve görüşler rivayet
etmişlerdir. Buna göre boşanmış veya terkedilmiş cariye eğer adet görüyorsa,
onun iddeti iki aybaşı halidir. Şayet adetten kesilmişse iddeti bir buçuk
aydır. Konuya ilişkin olarak Ömer b. Hattab (r)'ın şöyle dediği rivayet edilir:
"Köle iki kere evlenir ve iki talakla boşanır, cariyenin boşanma sonrası
iddeti ise, iki aybaşı halidir"[432].
Eğer bu rivayet sahihse bunun sünnetten kaynaklandığı tercih edilir. Kur'an'ın
açıklık getirmediği cariyenin iddetini, sünnet açıklamış demektir. İbn-i
Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste[433],
Peygamberimizin bir kadının nikahının hal yoluyla feshedilmesini ve bir aybaşı
hali iddet beklemesini emrettiği belirtilir. Fıkıh bilginleri[434]
buna dayanarak, rahmin boş olduğunun anlaşılması İçin bir aybaşı halinin
yeterli olduğunu, İddetin üç aybaşı olarak belirlenmesinin, karı kocanın tekrar
birleşmesine dönük bir zaman uzatma olduğunu söylemişlerdir. Bu
değerlendirmenin isabetli olduğu açıktır. Cariyenin iddetinin hür bir kadının
iddetinin yansı olmasının sosyal durumdan kaynaklandığı açıktır. Nitekim zina
suçunda da cariye için öngörülen ceza, hür bir kadın için öngörülen cezanın
yarısıdır: "İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeğe gücü yetmeyen
kimse, elleriniz altında bulunan inanmış cariyelerinizden alsın. Allah sizin
imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz. Öyleyse iffetli
yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla,
sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini de güzelce verin. Evlendikten
sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı uygulanır.
Bu içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için
daha iyidir. Allah bağışlayan esirgeyendir" (Nisa, 25). Cariyenin
iddetinin, hür kadının iddetinin yarısı olarak belirlenmesinde, Kur'an'ın bu
hükmü ölçü alınmış olabilir. Üç sayısının tam sayı olarak ikiye bölünmesi
mümkün olmadığı için de cariyenin iki aybaşı hali beklemesi öngörülmüştür.
2) Ayet-i
kerime, kocaya karısının iddeti esnasında, yeni bir nikah aktine gerek kalmaksızın,
onu tekrar geri alma hakkını tanımıştır. Ancak ayette yer alan: "Barışmak
isterlerse" cümlesi kadının geri alınışının barış ve uyuşma amacı ile
gerçekleşmesinden kesin olarak emin olunmasını zorunlu kılmaktadır. Yine
buradan hareketle anlıyoruz ki, boşanmış kadın, kocasının, kendisini bu niyetle
geri aldığında emin olmazsa, tekrar ona dönmeyebilir. 232. Ayetin bu
değerlendirmeyi pekiştirdiğini görüyoruz. Çünkü sözko-nusu ayette boşanmış
kadınların, sırf eziyet olsun, zarara uğrasın diye geri alınmaları
yasaklanıyor. Böyle davrananlar, Allah'ın ayetleriyle alay eden, onları kötü
amaçlı olarak yorumlayan kimselerle bir tutuluyorlar. Tefsir bilginlerinden
el-Kasımî, barışmak ve uzlaşmak niyetiyle olmadıkça, kadının geri alınışının
haram olduğunu söylemiştir ve buna adı geçen ayeti kanıt olarak göstermiştir.
Şu anda incelemekte olduğumuz ayette yer alan "kadınların da erkekler
üzerinde haklan vardır" cümlesi de bu çıkarsamayı pe-kiştirici
niteliktedir. Nasıl ki, erkek, iddet sona erip kadın döndüğünde onu almama, boşama
hakkına ve özgürlüğüne sahipse, kadın da, kocasının kendisini barışmak ve uzlaşmak
niyetiyle geri aldığından emin değilse, bu beraberliği kabul etmeme hakkına ve
özgürlüğüne sahiptir.
Kadına verilen bu hak
ve Özgürlük, aynı ayette yer alan "erkeklerin, kadınlar üzerindeki
hakları, bir derece fazladır" cümlesiyle çelişmez. Çünkü ifadenin
akışından algıladığımız kadarıyla, aile hayatıyla ilgili bir duruma işaret
ediliyor. Sözkonusu derecede erkeğin aile içinde yönetici ve itaat edilen
pozisyonda olmasıdır, Erkeğin kadına verdiği mihir, aynca evlilik boyunca
geçimini sağlaması, bir derece üstünlüğün somut gerekçeleridir. Nisa sûresinde
yer alan bir ayette, bu realiteye işaret edilmiştir: "Allah, insanları
birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harcadıkları için erkekler, kadınlar
üzerinde yöneticidirler" (Nisa, 34). Aynı değerlendirme, İbn Abbas'a da
nisbet edilir[435]'. Erkeğin boşanma
hakkına ve kadına göre daha fazla oranda evlenme hakkına sahip olması, bu
derecenin bir göstergesi olabilir. Ayetin tefsiri bağlamında Seyyid Reşid Rıza
şöyle der: Evlilik hayatı, sosyal bir hayattır. Her toplumun bir başkanının
olması kaçınılmazdır. Çünkü bir toplumu oluşturan bireylerin görüşlerinin,
arzularının eğilimlerinin farklı olması bir zorunluluktur. Ancak, bir liderin
bulunması ve ihtilafların çözümü için ona başvurulması ile sözkonusu topluluk
yapıcı bir çizgide hareket edebilir. Aksi takdirde her ferd, diğerinin aleyhine
çalışacaktır. Dolayısıyla birliği sağlayan kulp kopacak ve düzen bozulacaktır.
Ailede erkeğin lider olması daha uygundur. Çünkü erkek maslahatı daha iyi
bilir. Kararları uygulama gücüne ve maddi imkanlara daha çok sahiptir. Reşid
Rıza'nın bu değerlendirmesi isabetlidir. "Allah, insanları birbirinden
üstün kılmıştır" ifadesini de açıklayıcı niteliktedir.
3) "Erkeklerin
kadınlar üzerinde bulunan haklan gibi kadınların da erkekler üzerinde haklan
vardır" cümlesi, boşanmış kadının kocasına dönmeyi reddetme hakkına sahip
olduğunu ifade etmekten çok daha kapsamlıdır. Buna göre itaat, emanet, iffet,
samimiyet, güzel muamele, saygı, güven, onurlandırma, iyilik, rahat ettirme,
mizacını gözetme, çıkarını koruma, tek başına üstesinden gelemediği
ihtiyaçlarını gidermede yardımcı olma gibi erkeğin kadından beklediği şeylere,
kadın da erkekten bekleme hakkına sahiptir. Erkek, bu temele dayalı olarak
kadını hayat ortağı olarak görmelidir. Kapsamlı ve geniş bir ortaklıktır bu.
Bunlar kocanın karısının üzerindeki haklan olduğu kadar kadının da kocasının
üzerindeki haklarıdır. Ayette geçen "maruf kelimesi, bu bağlamda son derece
anlamlıdır. Çünkü bu kelime, karşılıklı olarak tanınan lehte ve aleyhteki haklar
anlamını ifade eder. Bu haklan belli bir zamanla kıyaslayarak belirlemek doğru
değildir. Bilakis, sosyal hayatın değişmesine ve gelişmesine paralel olarak
bunları da geliştirmek mümkündür. Kan koca arasındaki haklar bağlamında tek
Ölçü, helalin haram, haramın da helal kılınmamasıdır.
Tefsir bilginlerinden
Hazin konuyla ilgili olarak şöyle der: "Çünkü evliliğin taraflar için
öngördüğü haklar eşlerden her birinin diğerinin lehinde ve aleyhinde olan
haklarını ve çıkarlarını gözetmekle yükümlüdür". Taberi şöyle der;
"Bu cümle, çok şey ifade e-den derin ve geniş anlamlı bir ifadedir".
Reşid Rıza, cümlenin tefsiri bağlamında şu açıklamada bulunur: Bu ifade erkeğe
bir kriter veriyor. Her meselede ve her durumda eşine karşı göstereceği
muameleyi onunla ölçsün diye. Hakların karşılıklı olduğunu, eşlerin eşit
haklara sahip olduklarını bildiriyor. Kadın kocası için ne yapıyorsa koca da
karısı için aynısını yapmakla yükümlüdür. Bu davranışlar biçim olarak aynı
olmayabilirler; ama öz olarak aynıdırlar. Karı koca haklar ve hareketler
bağlamında denktirlcr. Kişilik, duygu, bilinç ve akıl bağlamında da. Yani, her
biri, noksansız bir insandır, aklı vardır; maslahatı ile ilgili fikirler üretir.
Kalbi vardır; kişiliğiyle bağdaşan, kendisini sevindiren şeylerden hoşlanır,
kişiliğiyle bağdaşmayan, hoşnut olmadığı şeylerden tiksinir. İki cinsten
birinin diğerine tahakküm etmesi adaletle bağdaşmaz. Eşler birbirlerine saygı
göstermedikçe, birbirlerinin haklarını gözetmedikçe evlilik hayatında mutluluğu
yakalamak mümkün olmaz".
4) İkinci
ayette, boşanmış kadının kocasına tekrar dönebileceği boşanma sayısı belirleniyor.
Bu meseleyle ilgili olarak "boşama iki defadır" cümlesi son derece
önemlidir. Peygamberimizin sünnetinden ve sahabenin uygulamasından bize
aktarılan bilgilere göre[436],
karısını boşamak isteyen bir adam, onu geri dönmeli (ric'i talak) olarak bir
defa boşardı. Sonra iddeti esnasında karısını tekrar geri alırdı. Bundan sonra
ilk boşanmanın sebepleri ortadan kalkamayacak olursa, onu ikinci kez ve geri
dönmeli olarak boşardı. İddeti esnasında tekrar geri alırdı. Yine de boşanma
sebepleri ortadan kalkmamışsa, üçüncü kez boşardı. Bu üçüncüsünde artık boşanma
kesin olurdu ve kadın bir başkasıyla evlenip boşanmadıkça kocasına helal
olmazdı. Burada vahye esas oluşturan hikmetin, kan kocaya birbirlerine dönme ve
uzlaşma fırsatı tanıdığı açıktır. Üçüncü kez boşanma gerçekleştiği zaman, bunun
anlamı, karşılıklı hoşnutluk ve uyuşma artık imkansız denecek kadar zordur.
Arlık kan kocanın birbirlerinden ayrılmaları zorunlu hale gelmiştir. Bu her
İkisinin de yararınadır. Boşanmaya ilişkin şer'i hükmün bu iarzda düzenlenmiş
olması, son derece hikmetli ve isabetlidir.
Ebu Davud İbn Ömer
kanalıyla Peygamberimizin şöyle dediğini rivayet eder: "Allah'ın en
sevmediği helal boşanmadır"[437]. Bu
hadis ayetin içerdiği sakındırıcı ifadeleri, boşanmayı zorlaştırıcı önerileri
açıklayıcı niteliktedir. Boşanmanın miibah olmakla beraber, pek de hoşlanılan
bir durum olmadığı mesajı veriliyor. Burada ehven-i serin tercihi
sözkonusudur. Büyük serse iyi geçinmenin, uyuşmanın zorlaştığı, karşılıklı
olarak hakların çiğnendiği bir ortamda aile hayatını bir kaos gibi saracak olan
mutsuzluk, bedbahtlık, bela, ayrılık, sıkıntı ve dayanılmaz manevi acılardır.
Bunların bir taraftan ya da her ikisinden kaynaklanıyor olması sonucu
değiştirmez. Buna dayanarak şunu söylemek mümkündür: Ayetlerin ruhuyla,
akışıyla bağdaşan sonuç şudur: Buna dayanarak her boşama yemini, ayrılığı
gerektirmez. Öfke anında veya kavga esnasında ya da cebir ve zorlama sonucu
gerçekleşen boşamaları uygulamak gerekmez.
Tefsir bilginleri[438]
bazı sahabelere ve Tabiin ulemasına dayanarak çeşitli görüşler aktarmışlardır.
Buna göre boşanmış kadının hamileliği kocaya karısını geri alması için tanınan
süreyi, doğuma kadar uzatır.
"...Allah'ın
kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz"
cümlesi ile hamileliği gizlemek suretiyle kadının kocasına dönüşünü
engellemenin önüne geçilmek isteniyor. Talak sûresinde yer alan ilgili ayet de
bunu pekişlirici niteliktedir: "Kadınlarınızdan arlık adetten kesilmiş
olanlarla henüz adet görmemiş bulunanların iddetleri, -eğer şüpheye düşecek
olursanız- üç aydır. Hamile kadınların bekleme süresi ise, yüklerin bırakmaları
ile biter" (Talak, 4)
5) Geri
dönmesİz (talak-ı bain) boşanmanın bir kerede ya da üç boşama sözüyle gerçekleşmesi
hususunda iki görüş ileri sürülmüştür. Bazıları bu şekilde boşamayı caiz görürken,
bazısı caiz görmez. Her grubun da dayandığı hadisler ve sahabe uygulamasına
ilişkin rivayetler vardır. Ayetlerin akışı böyle bir uygulamayı onaylamaz
niteliktedir. Rivayete göre Hz. Ömer oğlunun karısını boşamasıyla ilgili olarak
Rasulullah'a konuyu açar, o da ona şu tavsiyede bulunur: Oğluna söyle karısını
evine alsın ve temizlenene kadar yanında tutsun. Tekrar aybaşı halini görüp
temizlensin. Eğer dilerse onu yanında tutsun. Dilerse cinsel ilişkiye girmeden
boşasın. İşte Allah'ın kadınların boşanması için emrettiği iddet budur"[439]Bu
hadis, yukarıdaki çıkarımımızı destekler mahiyettedir.
Talak süresindeki şu
ayet de güçlü bir kanıttır: "Ey Peygamber, kadınları boşadığı-nız zaman,
iddetleri süresinde boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah'tan korkun. Onları
evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasmlar; ancak açık çirkin bir hayasızlık
göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın
sınırlarını çiğnerse. gerçekte o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Sen bilmezsin;
olabilir ki Allah, bunun arkasından bir iş oluşturur. Sonra sürelerine ulaştıkları
zaman, artık onları maruf üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın.
İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahid tutun, Şa-hidliği Allah için
dosdoğru yerine getirin. İşte bununla Allah'a ve ahîret gününe iman edenlere
öğüt verilir" (Talak; 1-2). Anladığımız kadarıyla, boşanmış kadının evden
çıkarılmamasının emredilmesi, geri dönüşe geniş zaman tanımaya ve iddet
esnasında uzlaşmayı kolaylaştırmaya yöneliktir.
Rivayete göre Rukane
b. Abdu Yezid, Rasulullahın yanına gelerek şöyle der: Karımı geri dönmesiz
olarak boşadım. Ondan istediğimi bir kerede söyledim. Rasulullah: "Allah'a
yemin eder misin?" diye sordu. Rukane: "Allah'a yemin ederim"
dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Ne kastetmişsen o olmuştur"[440]
dedi. Bu hadis bir kerede üç boşamanın hem de geri dönmesiz olarak
gerçekleşebileceğine kanıt oluşturabilir. Bunun için de kişinin yemin edip bunu
kastettiğini ikrar etmesi lazım gelir. Çünkü, boşama sonrası geri dönüşün
hikmeti, taraflara uzlaşma ve karşılıklı rıza imkanını tanımaktır. Kocanın kesin
ayrılıkta kararlı olması, uzlaşma ve rızanın güç olduğunu ortaya koyar. Bu
durumda Kur'an'ın şu hükmü devreye girer: "Ya iyilikte tutmak, ya da
güzelce salıvermek..."
Tefsir bilginleri[441] îbn
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah, Ebııbekir ve Ömer'in
hilafetinin ilk iki senesinde üç boşama, birer birer yapılırdı. Sonra Ömer:
"İnsanlar
temkinli davranmaları gereken bir hususta acele davranıyorlar. Bu aceleci
davranışlarını aleyhlerine onaylarsak bunun önüne geçebiliriz1' dedi ve üç
talakın bir kerede gerçekleşeceğini ilan etti.
Eğer bu rivayet
sahihse, Rukane'nin hadisiyle bağdaşmaktadır. Bu durumda denebilir ki, Hz.
Ömer'in onayladığı tek boşamalar, kesin olarak eşinden ayrılmaya kararlı
olanlar için geçerlidir. Koca bunu kastetmediğini söylerse, sözüne İtibar
edilir ve boşaması, bir kerelik geri dönmeli (ric'i talak) boşama kabul
edilir. Burada şunu söylemek mümkündür; İncelemekle olduğumuz ayetlerle
"Talak" süresindeki ayetleri birlikte düşündüğümüz zaman, ilk
boşamadan sonra, bir kez daha boşama olursa bunun kesinlik kazanacağı sonucu
çıkıyor karşımıza. Yukarıda İbn Ömer'in boşanmasıyla ilgili olarak sunduğumuz
hadis de bu çıkarsamayı destekler mahiyettedir.
6) "Ya
iyilikle tutmak ya da güzelce salıvermek..." cümlesi hem 229. ayette, hem
23İ. ayette tekrarlanmaktadır. Bu ifade de, evlilik ilişkisinin dayanması
gereken temele ilişkin olarak derin boyutlu ve kapsamlı bir ilke dile
getirilmektedir. "Ya iyilikle (maruf) tutmak ya da güzellikle (ihsan)
salıvermek..." Yüce Allah insanı bir nefisten yarattı, eşini de ondan
varetti. Eşler birbirleriyle sevgi ve merhamet esasları üzere huzura kavuşsunlar.
Sevgi ve merhamet taşıyan hak ve yükümlülükler olduğu genel kabul gören (örf)
muamele ve davranışlarla birlikte yaşasınlar. Bu olumlu ilkenin pratizc edilişi
güçlenince, bu sefer olumsuzu temsil eden ilke devreye girer: Güzellikle
salıvermek...Yani zarar vermeden, eziyet etmeden ve ezmeden
güzellikle,ayrılmak...
- Buradan hareketle şu
sonuca varıyoruz; Kur'an'in bu cümlesinde ifadesini bulan iki ilkeye eşlerin
muhalefet etmesi, Allah katında büyük bir günah sayılır. Sûrenin 231. ayeti,
bunu gerçekten etkileyici bir üslupla ifade etmektedir. Çünkü ister evlilik
halinde ister geri dönmeli boşamalar sonrasında gerçekleşen geri dönüş halinde "iyilikle
tutma ya da güzellikle salıverme" ilkesine göre hareket etmemek, kocanın
Allah'ın ayctleriyle oynadığı, çeşitli hilelerle onların yaptırım gücünden
kurtulmağa çalıştığı, onları alaya aldığı anlamına gelir (bu tür bir cürümden
Allah'a sığınırız). Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Bu tür bir muameleye
maruz kalan kadın, meseleyi yargıya intikal ettirebilir. Kocasının hakka
uydurulmasını s ağlayabilir. Hakim bu durumda iki ilkeden birini gerçekleştirir
ve kadını eziyetlere, baskılara ve saldırılara karşı koruma altına alır. Nisa
süresindeki şu ayet bu çıkarsamayı destekler mahiyettedir: "Karı kocanın
aralarının açılmasından korkarsamz, bu durumda, erkeğin ailesinden bir hakem,
kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar arayı düzeltmek isterlerse,
Allah da aralarında basan sağlar. Şüphesiz Allah bilendir, haberdar
olandır" (Nisa, 35). Ayetin akışından kitabın Rasuiullaha ya da
müslümanlar arasında yetkili birine yönelik olduğu anlaşılıyor... Gerek bu
ayet ve gerekse Nisa süresindeki şu ayetler: "Eğer bir kadın, kocasının
huysuzluğundan veya ondan yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, barış ile
aralarını bulup düzeltmekte ikisi için sakınca yoktur. Barış daha hayırlıdır.
Nefisler ise kiskançlığa ve bencil tutkulara hazır kılınmıştır. Eğer iyilik yapar
ve sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Kadınlar
arasında adaleti sağlamaya -ne kadar özen gösterseniz de- güç yetiremezsinİz.
Öyleyse büsbütün birine eğilim gösterip de Öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın.
Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah bağışlayandır,
esirgeyendir. Eğer ikisi ayrılacak olurlarsa, Allah her birini bol
nimetlerinden rızıklandırır. Allah'ın rahmeti geniştir, hüküm ve hikmet
sahibidir" (Nisa; 128-130). Hakimin kan kocanın arasını bulmak ve ancak
uzlaşma umudu kalmaması durumunda ayrılığa karar vermekle yükümlü olduğunu
göstermektedir. Ancak bu yetki, kadını polis marifetiyle kocasının yanına
dönmeye zorlama derecesine vardırılmamasi gerektiğine inanıyoruz. Kadın
kocasının kötü muamelesinden ve zarar verici davranışlarından şikayet
ediyorsa, "itaat evi"dir, diye onu kocasının evine göndermek doğru
bir davranış değildir. Böyle bir tutum Kur'an'm ruhuna terstir.
7) 230. ayet
kocanın, boşama ya da geri dönüş aşamasında daha önce karısına verdiği bir
malı geri almaya yeltenmesinin doğru bir davranış olmadığını vurguluyor. Diğer
bir ifadeyle, boşamayı kadının malına el koymak için bir araç olarak kullanmak
yasaktır. Çünkü bu tutum: "İyilikle tutmak ya da güzellikle
salıvermek" ifadesinin içerdiği ilkelerle çelişmektedir. Bununla beraber,
ayet-i kerime, bir kadının, adı geçen ilkelere uymayan ve meselenin hakime
intikal ettirilmesini de istemeyen -bu şekilde karısının malına el koymak
isteyen- kocasına bir miktar mal vererek özgürlüğünü elde etmesine imkan
tanımaktadır. Ayette bu konuya yönelik ifade oldukça etkileyici bir üsluba
sahiptir; "Şayet erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında durmayacaklarından
korkarlarsa başka. Eğer erkek ve kadının, Allah'ın sınırlarında
duramayacaklarından korkarsamz, o zaman kadının fidye vermesinde ikisi için de
günah yoktur" İslam fıkhında bu uygulamaya "Hal" denir.
Rasulullah zamanında, bu tür bir olayın yaşandığı rivayet edilir: Rivayete göre
Sabit b. Kays'ın karısı, Rasulullah'a gelerek kocasını şikayet eder. -Ravilcr
şikayetin sebebi hakkında farklı şeyler söylerler. Birine göre, kadın onun
dininden ve ahlakından razı olduğu halde biçimini beğenmiyordu. Bir diğerine
göre Sabit kadını dövüyordu. Kadın vücudundaki darp izlerini Rasulullah'a
göstermiştir- ve adamın kendisini boşamasını sağlamasını ister. Peygamberimiz
adamla konuşur. Adam şunu söyler: "Ben ona bir hurma bahçesini vermiştim.
Onu bana geri versin, ben de onu boşayayım". Kadın bunu kabul eder, adam
da kendisini boşar[442].
Ayet-i kerime, açıkça
şunu ortaya koyuyor: Sözkonusu ruhsat, karı kocanın Allah'ın belirlediği
sınırlara uymamaları birbirlerinin haklarını gözetmeyeceklerinden korkulduğu
durumlar için geçerlidir. Tefsir bilginleri bunu ayrılık, geçimsizlik olarak
yorumlamışlardır. Eakat ayetin anlamı bundan daha geniştir. Zarar vermeyi,
sıkıntıya sokmayı, dövmeyi, aşağılamayı, müzmin hastalığı, iktidarsızlığı,
çirkinliği ve nefreti de kapsar.
Tefsir bilginleri[443]
Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet ederler: Bir kötülük sözkonusu
olmaksızın bir kadın kocasından kendisini boşamasını İsterse, ona cennetin
kokusu haram olur". Buradan şu sonucu çıkarıyoruz. Kadınların şikayetleri
için ileri derecede bir eziyet hali sözkonusu olmalıdır. O zaman 230. ayette
kendilerine tanınan "hal" hakkının yürürlüğe konulmasını
isteyebilirler.
Ulemanın çoğunluğu
"hal"in boşama değil, fesh olduğu görüşündedir[444].
Dolayısıyla "hal"den sonra koca, karısını yeni bir mihir ve nikah
aktiyle geri alabilir. Bunun için karı kocanın Allah'ın belirlediği sınırları
gözeteceklerinden kesin olarak emin olmaları ve karşılıklı rıza içinde olmaları
gerekir. Bu durumda yeni bir nikah sözkonusudur. Dolayısıyla, daha önce
gündeme gelen, şer'i kuralların tümü yerine gelmiş olur.
Zemahşeri "eğer
erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında duramayacak!arından korkar-sanız"
ifadesinde hitabın hakimlere imamlara yönelik olduğunu söyler. Bu değerlendirmenin
isabetli olduğu açıktır. Çünkü meselenin yargı yoluyla çözüme kavuşturulması
sağlıklı bir değerlendirme açısından daha uygundur. Rivayette işaret edilen
olay da bunu destekler mahiyettedir. Sabit'in karısı, meselesini aynı zamanda
müslümanlarm kadısı konumunda olan Rasulullah'a intikal ettirmiştir. O da karı
koca arasında ara buluculuk yapmış ve meseleyi çözüme kavuşturmuştur.
Bir kere daha söylüyoruz:
Gerek bu cümle ve gerekse Nisa sûresi 35. ayette yer alan karı kocanın
aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem,
kadının da ailesinden bir hakem gönderin" cümlesi, imamlara ve hakimlere
boşanma ve evlilik meselesini, koşullarını ve haklarını düzenlemek üzere
müdahale etme yetkisini tanımaktadır. Ta ki başı boşluk yaşanmasın, mesele
suistimal edilmesin, haksızlığa, yanlışlığa, eziyete, dolayısıyla aile
kurumunun çöküşüne fırsat verilmesin.
Bazı fıkıh imamlarının
belirttiğine göre kadının kocasından ayrılmasının bir diğer imkanı da vardır.
Kadının boşanma yetkisini istemesi, erkeğin de bunu kabul etmesi. Bu durumdaki
kadına "mufavvide" (yetki devralmış) denir[445].
Tirmizi'nin rivayet
ettiği bir hadiste[446] bu
olayın Peygamberimiz zamanında ve "senin işin senin elindedir"
lafzıyla gerçekleştiği belirtilir. Hammak b. Zeyd'in şöyle dediği rivayet
edilir. "Eyyub'e dedim ki: Hasan'ın dışında, bir adamın karısına
"senin işin, senin elindedir" demesinin üç talak anlamına geldiğini
söyleyen birini duydun mu? Dedi ki: Hayır. Ancak Katade Benu Semer mevalisinin
çoğundan, onlar da Ebu Seleme'den, O da Ebu Hureyre'den Peygamberimizin bu
lafzı üç talak saydığını duymuştur. Bu hadise göre boşanma hakkını elinde
bulunduran kadının boşanması "geri dönmesiz" olur. Çünkü bu onun
isteğini gösterir. Daha önce yer verdiğimiz Rukane hadisinde gördüğümüz gibi,
bu konularda kadının isteğini önemsemek gerekir.
8) 230.
Ayelin başındaki "eğer boşarsa" ifadesindeki "zamir"
karısını birinci ve ikinci kere boşayan eski kocaya dönüktür. Buna göre
ifadeden şu anlamı çıkarmak gerekir: Adam karısını üçüncü kere de boşarsa,
ayette işaret edildiği gibi kadın bir başkasıyla evlenmedikçe ona helal olmaz.
Aynı ayetin içinde ikinci kez geçen "onu boşarsa" ifadesindeki
"zamir"se, kadının yeni kocasına dönüktür. Böylece ayet-i kerime,
üçüncü boşamanın ardından kan kocaya birleşme için bir kapı daha bırakıyor.
Ayrılık deneyiminden gerekli dersleri çıkardıları, bundan sonra karşılıklı
rıza ve uyum içinde hareket edecekleri anlaşılırsa, Allah'ın sınırlarını
gözeteceklerinden kuşku duymazlarsa, birleşmeleri için bir engel yoktur.
Ayetlerin metin ve akış itibariyle vurgulamak istedikleri de budur.
Sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz: Boşanmış kadının bir başka erkekle evlenmesinin ardından karı
kocanın tekrar bir araya gelmesi ile gerçekleşen nikah akti, yeni bir akit
olması hasebiyle, şeriatın öngördüğü hak ve şartların avdet etmesini sağlar.
Bu münasebetle, hülle
evliliğine ilişkin bazı açıklamalar yapma gereğini duyuyoruz: Ayetin akışından,
deneme ve düşünme fırsatı vermeyi amaçladığı anlaşılıyor. Oysa
"hülle" evliliği bu amacın gerçekleşmesini sağlayıcı mahiyette
değildir. Tersine şeriata, Kur'ana ve hikmetine karşı bir lür hileye
başvurulduğu açıktır. Peygamberimizin hülle yapana ve yaptırana lanet elliği
rivayet edilir[447].
Bazı imamlar, hülle nikahını mekruh, bazısı haram, bazısı da caiz olarak
nitelemiştir. Caiz görenler, nassın zahirine dayanmaktadırlar. Çünkü hülle
evliliği anlaşmalı bir evlilik olmakla beraber, akitle mihirle gerçekleşen seri
bir evliliktir. Sonunda şeriata uygun bir boşanmayla neticelenir. Öyle
anlaşılıyor ki, bu lür evliliği caiz görenler, bu sonuncu ayetlerin akışından
çıkarıyorlar. Çünkü ayetlerde evlilik bağını sürdürmeye, saygınlığını korumaya
teşvik ediliyor. Kan kocanın aynılıktan gerekli dersleri çıkarıp tekrar
birleşmeleri isteniyor. Ayetlerde hedeflenen budur. Üzerinde durulmaya değer
bir görüş olmakla beraber gönül hülle nikahının mekruh daha doğrusu haram
oluşuna meylediyor. Çünkü her ne amaçla olursa olsun, çirkin bir hile
görüntüsünü vermektedir. Nesai, Peygamberimizden şöyle rivayet eder[448]:
Rümeysa Rasulullah'ın yanına geldi ve kendisine el sürmüyor (cinsel anlamda)
diye kocasını şikayet etti. Çok geçmeden kocası geldi ve "yalan söylüyor,
ya Rasulul-lah, ona el sürüyor -bir rivayette "onu deri gibi
silkeliyor". Ama o, eski kocasına dönmek istiyor"... dedi. Bunun
üzerine Rasulullah: "Sen adamın tadına varmadığın sürece bu sana helal
olmaz..." buyurdu. İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir[449]:
Rasulullaha "hülle" evliliği soruldu. Buyurdu ki: Hayır. Ancak isteğe
bağlı evlilik vardır. Bir oradan bir oraya nöbetleşe evlilik olmaz. Allah'ın
kitabı ile alay edip sonra kadının tadına bakmak doğru değildir". Bir
adam ibn-i Ömer'in yanına geldi, ona karısını üç talakla boşayan, sonra
aralarında bir istişare olmaksızın, boşanmış kadını adamın kardeşi nikahlayıp kardeşine
helal olsun diye boşarsa, bu caiz midir? diye sordu. İbn Ömer: Hayır, dedi.
Ancak istekli bir evlilik olabilir. Biz Rasulullah zamanında "hülle"
nikahını hayasızlık sayardık, dedi[450].
Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Bana hülle yapan ve yaptıranlar
getirilirse onları recm ederim"[451].
9) 232.
Ayette bir diğer direktif yer alıyor. Burada kadının ailesinin onun kocasına
dönüşüne engellemeleri yasaklanıyor. Kan koca arasında göz önünde
bulundurulması gereken şer'i hudutlara riayet edip karşılıklı hoşnutluk içinde
bir arada olacaklarına akıllan yatarsa, kadının akrabalarının buna engel
olmaları doğru değildir. Kan-kocanın birleşmesine yardımcı olmalarının hem
kendileri hem de onlar için daha temiz daha olumlu olacağı vurgulanıyor. Bütün
seri hükümlerde olduğu gibi burada da büyük bir hikmet göz önünde
bulundurulmuştur.
İmdi
ayetlerden anladığımız kadarıyla boşanma, İslam'dan önce de bilinen bir uygulamaydı.
Koca çoğu zaman karısının haklarını ve elindeki nikah bağını kötüye kullanıyordu.
Mesela kendisinden nefret ettiği halde veya o kendisinden hoşlanmadığı halde,
onu nikahının altında tutuyordu. Bununla kadının mallarına el koymayı, onu
zarara uğratmayı amaçlıyordu. Kadının akrabaları da kadın üzerindeki velayet
yetkilerini kötüye kullanıyorlardı. Çıkarlar ve arzuları neyi ön görüyorsa,
kadın hakkında ona uygun bir karar alıyorlardı. Bundan dolayı ayet-i kerime, bu
meseleyi çeşitli açılardan hakka adalete ve hikmete uygun olarak düzenledi.
Bunu yaparken de aile binasını, evlilik bağını, aile hayatını özellikle kadının
haklarını korumaya büyük özen gösterdi. [452]
233-
Anneler, çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için- tam iki yıl
emzirirler. Onların uygun biçimde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun
babasına aittir. Herkes ancak gücü ölçüsünde bir şeyle yükümlü tutulur. Ne
anne çocuğu yüzünden ne de çocuğun aid olduğu baba, çocuğu yüzünden zarara
sokulmasın. Mirasçının da aynı şeyi yapması gerekir. Eğer anne baba anlaşarak
çocuğu sütten kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı süt
annesi tutup emzirtmek isterseniz verdiğiniz ücreti güzelce verdikten sonra
yine üzerinize bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah,
yaptığınız her şeyi görmektedir.
Görüldüğü
gibi ayet-i kerime Önceki konuyla bağlantılıdır ve boşama hükmü ile ilgili
açıklamaların devamı niteliğindedir. Ayetin akışı "anneler" sözü ile
boşanmış kadınların kastedilmiş olmasını gerektirir. Ayet-i kerime dikkatle
incelendiğinde bunun kastedildiği anlaşılır. [453]
"Anneler,
çocuklarım (...) emzirirler..."
Ayet-i kerime,
boşanmış kadınlar ve çocuklarıyla ilgili birtakım hukuki kurallar ve
direktifler içermektedir:
1) Anne baba
birlikte emzirmenin tamamlanmasına karar verirlerse, boşanmış anneler
çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Çünkü eksiksiz bir emzirmenin normal süresi
budur.
2) Emzirme
süresi boyunca baba, annenin geçimini geleneğe ve emsal uygulamalara uygun
olarak üstlenir. Ancak kimseye gücünün üstünde bir yükümlülük verilemez.
3) Baba
çocuğu dolayısıyla anneye, anne de çocuğu dolayısıyla babaya bilerek zarar
vermeye kalkışmamalı, hileli davranışlar içine girmemelidir.
4) Emzirme
esnasında çocuğun babası ölecek olursa, annenin nafakasını babanın mirasçıları
ödemekle yükümlüdürler ve anneyi zarara uğratmaları yasaktır.
5) Anne baba birbirlerine danışıp anlaşarak
çocuğu iki yılın tamamlanmasından önce sütten kesebilirler.
6) Anne baba
isterlerse çocuğu süt anne tutup emzirtebilirler. Ancak baba, annenin çocuğunu
emzirdiği süre boyunca ücretini ve süt annenin de emzirmeye başladığı andan
itibaren hakkını, geleneğe ve emsal uygulamalara uygun olarak ödemek zorundadır.
Ayet-i kerime, anne ve
babalarla birlikte tüm dinleyicilere yönelik bir buyrukla son buluyor.
Allah'tan korkup sakınmaları O'nun belirlediği sınırlara riayet etmeleri isteniyor.
Çünkü Allah, yaptıkları her şeyden haberdardır. Amellerinin gerekçelerini ve
hedeflerini bilir. Bu hukuki kurallarda ve direktiflerde hak, adalet ve hikmet
unsurları son derece belirgindir.
Bazı tefsir bilginleri[454]
ayetin, emzirme ve süresi, bu esnada anne ve babanın görevleri, ayrıca babanın
Ölümü halinde mirasçıların görevleri, sonra çocuk için süt anne tutma durumu
ile ilgili olarak içerdiği hükümlerin boşanmış, boşanmamiş tüm anneleri
kapsadığını söylemişlerdir. Hiç kuşkusuz bu yabana atılacak bir değerlendirme
değildir. Özellikle ayette "anneler" ifadesinin mutlak oluşu bunu
pekiştirici bir unsurdur.
Bazı fıkıh bilginleri
bu ayetten hareketle, zorunlu haller hariç annenin çocuğunu emzirmek zorunda
olmadığını söylemişlerdir[455].
Bizim kanaatimize göre "çocuklarını em-zirirler" ifadesi, zorunluluk
bildirir niteliktedir. Dolayısıyla bu ayet, adı geçen çıkarsamayı
gerekçelendirm emektedir.
Bazı
tefsir bilginleri iki yılın tamamlanmasından önce çocuğun sütten kesilmesiyle
ilgili "danışarak" ifadesinden, "deneyimli insanlara danışmak
suretiyle" anlamını çıkarmışlardır[456]. Bu
da dikkate değer bir görüştür. Ama bu anne babanın konuyla ilgili olarak
birbirleriyle de istişare etmelerine engel değildir. Şayet tefsir bilginlerinin
bu çıkarsamaları doğruysa bu demektir ki, Kur'an, bunun gibi sağlık
meselelerinde uzmanlarına danışmayı ve onların görüşleri doğrultusunda tavır
almayı zorunlu kılmaktadır. Kuşku yok ki, bunu da dikkate değer bir direktif
olarak algılayabiliriz. [457]
234-
İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları'[458]
eşleri'[459] dört ay on gün
kendilerini gözetlerler[460]'.
Sürelerini bitirince artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir
günah yoktur. Allah yaptıklarınızı haber alır.
235- Böyle
kadınlara evlenme isteğinizi üsîü kapalı biçimde bildirmenizden'[461]
yahut İçinizde tutmanızdan' [462]dolayı
size bir günah yoktur. Allah sizin onları anacağınızı bilmektedir. Sakın iyi
söz söylemeniz dışında, onlarla bir gizli buluşmaya sözleşmeyin'[463] ve
farz olan bekleme süresi dolmadan nikah bağını bağlamaya kalkmayın[464]' ve
bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. O'ndan sakının ve yine bilin ki, Allah
bağışlayandır, halimdir.
"İçinizden
ölenlerin geriye bıraktıkları eşler dört ay on gün kendilerini
gözetlerler."
Yukarıda sunduğumuz
iki ayette, kocası ölmüş kadınlarla ilgili bazı hukuki kurallar ve hükümler
bildiriliyor:
1) Böyle bir kadın, kocasının ölümünün ardından
dört ay on gün bekleyip kendini gözlem altında tutmalıdır.
2) Bu
sürenin bitiminden sonra kadının örfe ve güzel ahlaka uygun olarak aldığı herhangi
bir karardan dolayı ne kadının velileri ne de kadının kendisi için bir günah
yoktur. Allah insanların niyetlerini ve yapıp ettiklerini bilir, onlardan
haberdardır.
3) Bu
şekilde dul kalmış bir kadınla evlenmek isteyenin bu süre içinde evlilik isteğini
üstü kapalı olarak kadına hissettirmesinin veya böyle bir isteği içinden
geçirmesinin sakıncası yoktur. Çünkü yüce Allah bunun doğal ve makul bir şey
olduğunu bilir. Ancak adam konuya ilişkin sözlerinden konuşmasında ciddiyetini
korumalı ve örfü gözetmelidir. İnsan vakarına ve hayaya yakışmayan müstehcen
ve tahrik edici ifadeler kullanmaktan kaçınmalıdır. Kadının iddeti dolmadan,
nikah kıymaya yeltenmemelidir. Allah, insanların neler yapıp ettiklerini ve
içlerinden geçirdikleri niyetlerini bilir. Bu yüzden, insanların Allah'tan
korkup sakınmaları ve tutum ve davranışlarında onu gözetmeleri gerekir. Bununla
beraber, Allah bağışlayıcıdır, halimdir, iyi niyetlileri, istemeyerek sınırı
aşanları hoşgörür. Zor olanı, üstesinden gelinemeyeni emretmez.
Gerçi ayetler önceki
bölümde olduğu gibi boşanma ile ilgili hukuki kuralları içermi-yorlar; ancak
genel olarak boşanma çerçevesinde mütalaa edilebilecek hükümler içeri-yorlar.
Dolayısıyla, sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları, ya iniş sıralaması ya
da içerik ve hukuksal benzerlik sebebiyledir.
Tefsir bilginleri[465]
sahabe ve tabiin ulemasından bazı görüşler aktarmışlardır. Buna göre
incelediğimiz bu ayetlerin ilki, yine bu sûrede yer alan 240. ayeti
neshetmiştir. Az sonra da göreceğimiz gibi kadın kocası ölünce bir köşeye
çekilir, en kötü elbiselerini giyer, koku veya başka bir şey sürünmezdi ve bu
durumunu bir yıl boyunca sürdürürdü[466]. Bu
ayetin inişiyle birlikte kadının matem süresi bir yıldan dört ay on güne
indirilmiş oldu. Buhari, Abdullah b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder[467]
"Osman b. Affan'a dedim ki: Bakara sûresi 234. ayeti, 240. ayeti
neshetmiştir. Neden onu mushafa yazıyorsun? Bana şu cevabı verdi: Ey
kardeşimin oğlu, Kur'andaki hiç bir şeyin yerini değişti-remem". Yine Ebu
Davud'un İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre 234. ayette sözkonu-su 'edilen
"iddet" hükmü ile 240. ayet neshedilmiştir. Bu rivayetlere rağmen
240. ayet muhkemdir. 240. ayetin yorumunda açıklık getireceğiz gibi her iki
ayet de muhkem hüküm içermektedir.
Tefsir bilginlerini
belirttiklerine göre 240. ayette sözü edilen süre, matem için belirlenen bir
süredir. Konuya ilişkin olarak bir hadis rivayet edilir: "Allah'a ve
ahiret gününe inanan bir kadının bir ölünün ardından üç günden fazla yas
tutması helal olmaz. Ancak kadın, kocasının ardından dör ay on gün yas
tutar"[468]. Hiç kuşkusuz rahmin
arınması için gerekli olan süre de bunun içindedir. Çünkü dört ay on gün ana
rahminin boş olduğunun anlaşılması için gerekli olan süreden uzun bir
zamandır. Yas tutma süresi sona erince ve kadının hamile olmadığı da
anlaşılınca artık yeniden evlenmesi mümkün olabilir. Şunu da vurgulayalım ki,
hamile dul kadın, iddetin bitiminden önce doğum yaparsa, sürenin sonuna kadar
kendini gözlem altında tutmalıdır. Çünkü dört ay on günlük süre yas için
öngörülen iddetür. Rivayete göre[469]
Ümmü Seleme şöyle demiştir: "Esle-milerden Sebia adlı kadın kocasının
ölümünden bir kaç gece sonra hayız görmeye başladı. Bunu Peygamberimize açınca
evlenmesini emretti".
Talak sûresinde
boşanmış hamile kadının iddeti, kadının doğumu ile sınırlandırılmıştır:
"Gebe olanların bekleme süresi yüklerini bırakmalarına kadardır"
(Talak, 4). Dolayısıyla Peygamberimiz bu ayetin hükmünü dul kadını da
kapsayacak şekilde genel-leştirmiştir. İncelediğimiz ayette kesin bir izah
getirilmediği için Peygamberimizin uygulaması bütünleyici ve uygulaması
zorunlu bir hüküm olarak algılanmalıdır. Ayrıca Kur'an'ın genel mesajına uygun
bir kolaylaştırma hafifletme de görüyoruz.
Dul kadının iddeti
esnasında koku sürmesi, süslenmesi ve evinden çıkması hususunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Bazısı bunlar yüce Allah'ın dul kadınlar için öngördüğü
matemin gerekleridir, diye karşı çıkarken, bazısı da "ayette sadece dul
kadının kendini gözlem altında tutmasından ve iddetin sonuna kadar
evlenmemesinden söz ediliyor, dolayısıyla kocası ölmüş bir kadın iddeti
esnasında bu sayılanların dışında her şeyi yapabilir" diyerek karşı bir
görüş ileri sürmüşlerdir. Ne var ki, elimize ulaşan birçok hadiste, birinci
görüşü pekiştiren açıklamalar yer almaktadır. Ümmü Seleme'nin şöyle dediği
rivayet edilir: "Rasulullah buyurdu ki: Kocası ölmüş kadın renkli elbise
giymesin, endamlı yürümesin, zinetlerini takmasın, kına yakmasın, sürme
çekmesin ve koku sürmesin"[470].
Ümmü Atiye'den şöyle rivayet edilir: "Üç günden fazla yas tutmanız yasaklanırdı.
Ancak birinizin kocasının ölmesi durumunda dört ay on gün süreyle yas tutardık.
Bu süre içinde sürme çekmez, koku sürmez ve renkli elbiseler giymezdik. Sadece
ipleri boyalı bir hırkayla üzerimizi örterdik. Ancak herhangi birimiz aybaşı
halinden temizlenip yıkandığı zaman bir parça kafur sürmesine ruhsat
verilirdi"[471].
Tefsir bilginleri
içinde sadece Zemahşeri "sizin için bjr günah yoktur" cümlesindeki
zamirin, dul kadının velilerinden çok hakimlere dönük olduğunu söylenmiştir.
Ona göre, bu ifade hakimlere, dul kadınların tutmakla yükümlü oldukları yasın
hükümlerini ihlal etmelerine engel olma hakkını vermektedir.
Bazıları bu ifadeden
ve sonrasında yer alan cümleden hareketle şu çıkarsamada bulunmuşlardır[472].
Dul kadın, yas müddeti sona erince kendi başına evlenme kararını verebilir.
Yanısıra ahlaka ve örfe aykin olmamak koşuluyla normal bir şekilde
süslenebilir, koku sürebilir. Bazıları, bakirelerde olduğu gibi, dul kadınlarla
ilgili olarak da velilerin onları evlendirme yetkisine sahip olduğunu
söylemişlerdir[473].
Bizce ilk görüş daha isabetlidir. Çünkü Kur'an nassı açık ve kesindir.
Kocası veya yatağına
giriyorsa efendisi ölen cariyenin tutacağı yasın süresi ile ilgili olarak
farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazısına göre cariyenin tutacağı yasın
süresi hür bir kadının tutacağı yasın süresinin yarısı kadardır. Bazısı ise
onun tutacağı yasın da hür kadınlannki kadar olacağını söylemişlerdir[474].
İlk görüş cariyenin toplumsal statüsüne daha uygundur. Nitekim bu statüden
dolayı boşanma iddeti ve zina cezası yarı yarıya inmiştir. Daha önce bu hususa
açıklık getirmiştik.
Kocası ölen kadını
iddeti, şayet hamileyse hamileliği boyunca geçiminin kocasının terekesinden
karşılanmasının ne şekilde olacağı hususunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Bazıları biraz sonra inceleyeceğimiz 240. ayete dayanarak bunun bir tür borç olduğunu
ve terekeden karşılanması gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşlerini
pekiştirmek için de boşanmış kadınlara iddetleri boyunca barınma, nafaka ve
geçinme hakkı tanıyan Talak sûresi 6. ayeti kanıt olarak ileri sürmüşlerdir:
"Boşadığınız kadınları gücünüz âl-ÇÜsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde
oturtun ve onları sıkıştırıp evden çıkmaya zorlamak için kendilerine zarar
vermeye kalkışmayın. Şayet gebe iseler, yüklerini bira-kıncaya kadar onların
geçimini sağlayın" (Talak, 6). Bazıları ise bunun dul kadına kocasının
terekesinden pay öngören hüküm ile birlikte neshedildiğini söylemişlerdir[475].
Öte yandan bazı tefsir
bilginleri[476] şu değerlendirmede
bulunmuşlardır: Bir kadının kocası kendisiyle cinsel ilişkiye girmeden ölmüşse,
kadın yüce Allah'ın öngördüğü matem süresini tamamlamakla yükümlüdür. Mihrini
eksiksiz almak ve kocasının mirasından yararlanmak hakkına da sahiptir. Bu
görüşlerini pekiştirmek için de şu hadisi kanıt olarak ileri sürerler: "Bu
konuda İbn Mes'ud'a bir soru sorulur. Şu cevabı verir: Ben görüşümü
söylüyorum. Eğer doğruysa Allah'tandır. Yanlışsa benden ve şeytandır. Allah ve
Rasulu bundan beridir. Bana göre böyle bir kadın mihrini eksiksiz alır. (Hiç
bir noksanlığa meydan verilmez) kocasının Ölümünden sonra yas tutar ve
mirastan payını alır". İbn Mes'ud bunları söylerken Ma'kal b. Yesar
el-Eşcai kalktı ve şöyle dedi: "Rasulul-lah'ın Bervak b. Vaşik hakkında
aynen böyle hükmettiğine şahit oldum. "Bunun üzerine
İbn
Mes'ud çok sevindi". Bu değerlendirmenin isabetli olduğu açıktır. Çünkü
boşanmayla, cinsel ilişkiye girmeden ölme arasında büyük fark vardır. [477]
236- Kendilerine e! sürmediğiniz, mehirlerini
tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda sizin için bir sakınca yoktur.
Onları yararlandırın[478] zengin
olan kendi gücü, darda olan kendi gücü oranında maruf bir şekilde
yararlandırsın. Bu iyilik edenler üzerinde bir haktır.
237- Eğer onlara mehir tesbit eder de, el sürmeden
boşar-sanız, bu durumda -kendileri veya nikah bağı elinde olanın bağışlaması
hariç- tesbit ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Sizin bağışlamanız takvaya
daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı
görendir.
Bu İki ayette kan koca
arasında cinsel ilişki yaşanmadan meydana gelen boşanmaya ilişkin hükümlere yer
verilmektedir. Buna göre erkek, cinsel ilişkiye girmeden eşini bo-şayabilir.
Bunun bir sakıncası yoktur. Şayet boşanma, kadın için belli bir mehir tesbit
edilmeden Önce olmuşsa, buna karşılık olarak uygun bir ödemede bulunmak gerekir.
Artık adamın mali gücü bu noktada belirleyicidir. Örf ve emsal olaylar baz
alınarak bir miktar tesbit edilir. Bu iyilik yapanların yerine getirmekle
yükümlü oldukları bir haktır.
Yani
davranışlarında iyilik etmeyi esas alanların. Şayet boşanma mehir tesbitinden
sonra olmuşsa, kadın tesbit edilen mehrin yansım almayı hakeder. Kadınların
veya nikah akdini ellerinde bulunduran velilerin bu haklarından vazgeçmeleri
başka. Kuşkusuz, karşılıklı olarak haklarda indirime gitmek, takvaya ve
Allah'ın rızasına daha uygundur. İnsanlar birbirlerine karşı iyi ilişkiler
kurmayı, hoşgörülü olmayı ve faziletler kazanmayı akıllarından çıkarmamalıdır.
Yüce Allah onların yaptıklarını görür. Şu halde O'nun rızasına ve takvaya uygun
davranışlar içinde olmaları gerekir. [479]
"Kendilerine el
sürmediğiniz, kadınları boşamanızda bir sakınca yoktur..."
İki ayet, akış
itibariyle birbirine bağlıdır. Müfessirlerden Hazin'in bildirdiğine göre
ayetlerin ilki Ensar'dan bir adam hakkında inmiştir. Bu adam
Cuneyfeoğullan'ndan bir kadınla evlenmiş, kadının mehrini de tesbit etmeksizin
cinsel ilişkiye girmeden boşa-mıştı. Rivayetin sahih olmaması için hiç bir
neden yok. Bu durumda ikinci ayette, beraberinde ve mehri belirlenmiş olduğu
halde böyle bir muameleye maruz kalmış kadına ilişkin hükümleri açıklamak üzere
inmiştir. Sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları ya içerik uygunluğundan ya
da iniş sıralamasından dolayıdır.
Ayetlerin takvaya,
ihsana, hoşgörüye ve bazılarının fazilet önceliğini unutmamaya teşvik etmeleri
dikkat çekicidir. Bu bakımdan önceki ayetlerle bir uyum arzetmekte ve aynı
amacı taşımaktadır. Her iki durumla ilgili olmak üzere müslümanlara görev ve yükümlülükleri
hatırlatılmaktadır. Bunlar da genellikle insan nefsine ağır gelen hususlardır.
Cinsel ilişkiden önce
kadını boşamak için herhangi bir şartın ileri sürülmemiş olması erkeğin hiç bir
gerekçe olmadan tamamen keyfi olarak kadını boşamasının bir sakıncasının
olmadığı anlamına gelmez. Çünkü ayetlerin genel havasından müslümanlan bağlayan
bir kriter sezinliyoruz. Müslümanın bu tür durumlarda amacı eziyet etmek, zarar
vermek ve kadının başına çoraplar örmek olmamalıdır. Aslolan hak ve adalete
uygun hareket etmektir. Bir müslüman, Rasululah'ın şu sözünü unutmamalıdır:
"Allah katında en sevimsiz helal, kadın boşamaktır".
"Veya nikah bağı
elinde olanın bağışlaması" ifadesinde kimlerin kastedildiği hususunda
farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları sahabe ve tabiin ulemasından
aktarılan görüşlere dayanarak kastedilenin "koca" oduğunu
söylemişlerdir. Bazıları ise "kadının velisi"nin kastedilmiş olmasını
daha güçlü bir ihtimal olarak öngörmüşlerdir. Ancak genellikle ilk görüşü
savunanlar taraftar bulmuşlardır. Ayetin akışı ve ruhu da bu görüşü
desteklemektedir. Çünkü kadının velisi, nikah akdi hususunda tam bir yetkiye
sahip değildir. Çünkü velinin kocaya karşı kadın adına velayet yetkisini
kullanması kadının özellikle buluğ çağına ermiş kadının onayına bağlıdır. Nisa
sûresinde yer alan birçok ayette belirtildiği gibi mehrini almak ve dilediği
gibi kullanmak kadının hakkıdır: "Kadınlara mehirlerini gönülden
isteyerek verin, fakat onlar gönül hosluğuyla size ondan bir şeyi bağışlarlarsa
onu da afiyetle, iç huzuruyla yiyin" (Nisa;4). Bakara sûresi 229. ayette
de buna yönelik güçlü bir karine vardır. Hatta şu anda tefsirini sunduğumuz
ayette geçen "kendileri bağışlarsa" ifadesi de bunun kanıtıdır.
Çünkü ifadede boşanmış kadınlar kastediliyor. Bu da Kur'an'ın bu konu da
kadına tam ve bağımsız bir yetki ve hak verdiğini gösterir. Bu durumda
"kendileri veya nikah bağı elinde olanın bağışlaması hariç" cümlesi
kadının kendisi için öngörülen mehrin yarısından vazgeçmesi ve kocanın da mehri
tam olarak vermesi ihtimallerini ön görmektedir. Bu değerlendirmeyi her iki
tarafın birbirlerine karşı iyi davranmalarını ön gören ifadelerden de
çıkarsamak mümkündür.
Buradan hareketle
fıkıh bilginleri[480] şu
çıkarsamada bulunmuşlardır: "Mehrin tayininden önce nikah akdinin
kıyılması caizdir. Cinsel ilişkiden sonra, karı koca arasında mehrin miktarı
hususunda bir anlaşmazlık çıkarsa, kadına emsallerinin aldığı mehrin miktarı
kadar bir mehir ödemek gerekir". Bu çıkarsama isabetli ve yerindedir. Yine
fıkıh bilginlerine göre mehrin tayin edilmediği durumlarda kadına verilmesi ön
görülen bedel, müstahap değil, vaciptir. Bu da gerçeği yansıtan bir
değerlendirmedir ve emir si-gasıyla tavsiyede bulunan ayetin akışına uygundur.
İbn-i Kesir'e göre "boşanma yetkisini elinde bulunduran kadın"
kendini boşadiğı zaman kocası tarafından yararlandırılmayı haketmez. İbn-i
Kesir'in bu görüşü üzerinde durmaya değerdir.
"Yararlandırma"mn
miktarında da bilginler arasında görüş ayrılıkları baş göstermiştir. Bazıları
yararlandırmanın alt limitini bir parça giysi, bir yaprak ya da bir hizmetçi
olarak tesbit etmişler ve buna ilişkin sahabe ve tabiin ulemasından
değerlendirmeler aktarmışlardır. Bu bağlamda rivayet edilen bir hadiste
Peygamberimizin cinsel ilişkiye girmeden eşini boşayan bir sahabeye, kadını bir
başlık ile dahi olsa, yararlandırmasını emrettiği belirtilir. Bazıları
"yararlandırma"nın miktarının emsal mehrin yansı olduğunu
söylemişlerdir. Bu değerlendirmelerinde normal mehrin tesbitine esas oluşturan
anlayışı baz almışlardır. Bir diğer gruba göre "yararlandırına"nın
miktarı hususunda anlaşmazlık baş gösterdiğinde kadının miktarını tesbiti için
hakime başvurma hakkı vardır. Bazılarına göre tam mehir sadece cinsel ilişkinin
olması ile kadın açısından kazanılmış bir hak olmaz, tersine gerçek bir halvet
(başbaşa kalma) -cinsel ilişki olmasa bile- ile de tam mehir gündeme gelir.
Çünkü cinsel ilişki olmaksızın halvete girilmesinin ardından gerçekleşen boşama
cinsel ilişki sonrası boşama gibi değerlendirilir. Bununla beraber ayetin
akışından tam mehrin cinsel ilişki şartına bağlı olduğunu algılıyoruz. Çünkü
"el sürme" ifadesinin başka bir anlama çekilmesi ihtimal dahilinde
değildir. Nitekim, rivayete göre Peygamberimiz Umeyme binti Şurahbil ile
evlenmiş ve kadının yanına girip ona yaklaşmak istediğinde kadın onu
istemiyormuş gibi davranmıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz Ebu Usayde kadının
İhtiyaçlarını gidermesini ve üzerine iki yeşil elbise giydirmesini emretmiştir.
Bunun anlamı şudur: Peygamberimiz onu halvetten sonra ama cinsel ilişkiye
girmeden boşamıştır. Sonra da onu yararlandırın ıştır. Bu da tam mehrin cinsel
ilişki şartına bağlı olduğunu söyleyenlerin görüşünü desteklemektedir[481].
Ahzab
sûresinde yer alan bir ayet, cinsel ilişkiden önce boşanan kadına ilişkin hükümlerin
bütünleyicisi konumundadır: "Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp
sonra onlara dokunmadan bozarsanız, bu durumda sizin için üzerlerine
sayacağınız bir iddet yoktur. Artık onları yararlandırın ve güzel bir salma
tarzıyla onları salı verin" (Ahzab, 49). Bu ayet-i kerime cinsel ilişkiye
girilmeden önce boşanan kadının boşanma sonrası iddetten muaf olduğunu ifade
etmektedir. Çünkü boşanma sonrası iddet, rahmin boş olup olmadığının
anlaşılmasına ve kadının tekrar kocasına dönme imkanının sağlanmasına
yöneliktir. Bu durum da ise her iki husus da sözkonusu değildir. Boşanmış kadın,
tamamen serbest olarak evlenme hakkına sahiptir. [482]
238- Namazları ve orta namazını koruyun ve Allah'a
gönülden boyun eğiciler olarak namaza durun.
239- Eğer korkarsanız, yaya veya binekte iken
kılın. Güvenliğe girdiğinizde ise yine Allah'ı bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği
gibi zikredin.
Ayetlerde
hitap müslümanlara yöneliktir. Namazları özellikle de "orta namazı"nı
korumaları, vakitlerinde kılmaları emrediliyor. Namaz kılarlarken sırf Allah'a
gönülden boyun eğiciler olarak kıyam etmeleri isteniyor. Korku ve tehlike
anında bile namazı ter-ketmemeleri gerektiği vurgulanıyor. Bu tür olağanüstü
durumlarda, şayet binek sırtında iseler orada, şayet yaya iseler, yürüyerek
namazı eda etmelerinin mümkün olduğu belirtiliyor. Çünkü ibadet etmek
suretiyle Allah'ı zikretmeleri O'nun hakkını eda etmeleri onların görevidir.
Güvenlikte ve korkulu hallerde bu görevi mutlaka yerine getirmekle
yükümlüdürler. Çünkü onlara bilmediklerini öğreten Allah'tır. Allah'ı anmaları
O'na şükretmeleri gerekir bu yüzden. [483]
Bu iki ayet, başlı
başına bir bölüm niteliğindedir. Kendisinden önceki ve sonraki ayetlerden
tamamen bağımsızdır. Zeyd b. Sabit'ten rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz
Hecİr denilen yerde öğle namazım kılıyordu. Ashaba en ağır gelen namaz buydu.
Bu yüzden Peygamberimizin arkasında bir veya iki sıra saf tutulmuştu. Bunu
gören Peygamberimiz: "Namaza gelmeyenlere sert bir ceza vermek
istedim" dedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler inerek her şartta ve
ortamda namazları vakitlerinde kılmaya teşvik etti. Ayetlerin bundan önceki
ayetlerden sonra indikleri için Peygamberimiz tarafından sûrenin bu kısmına
yerleştirilmiş olmaları muhtemeldir. Aralarında bir konu benzerliği olmasa
bile Kur'an'da bu tertibin örnekleri çoktur.
"Orta
namazı" ile ilgili olarak birçok görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden
birine göre: "Orta namazı" öğle namazıdır, çünkü öğle vakti, günün
ortasıdır. Bu görüş Zey-d'in aktardığı hadisle de örtüşmektedir. Bazılarına
göre "sabah namazı" kastedilmiştir. Çünkü "sabah" vakti, gündüz
kılman Öğle ve ikindi namazları ile, gece kılınan akşam ve yatsı namazlarının
ortasında yer alır. Üstelik sabah namazı, diğer bütün namazlardan daha ağır
gelir insana. Bir görüşe göre de "ikindi namazı" kastedilmiştir.
Tefsir bilginleri bu görüşlerin her biri ile ilgili olarak peygamberimizden ve
ashabtan aktarılan sözlere yer vermişlerdir. Sabah namazının kastedildiğini
esas alan görüş, çeşitli kanallardan İbn Abbas'a dayandırılan bir rivayeti
kendine kanıt olarak benimsemiştir. Öğle namazının kastedildiğini savunan
görüşün taraftarları Zeyd b. Sabit'in sözlerini esas almışlardır. Şu kadarı var
ki, bu ifadeyle "ikindi namazı"nın kastedilmiş olmasına ilişkin
görüşün dayandığı hadisler daha güçlüdür. "Beş müsned"in yazarları,
Hz. Ali'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz, Hendek savaşı esnasında
ikindi namazını kastederek "orta namazını kaçırmamıza neden oldular.
Allah evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun, dedi. Sonra ikindi namazını
akşam ile yatsı namazları arasında kıldı"[484].
Tirmizi, Abdullah b. Mesud kanalıyla Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Orta namazı, ikindi namazıdır"[485].
Yine Tirmizi, Hz. Aişe'nin kölesi Ebu Yunus'tan şöyle rivayet eder: "Aişe
kendisine bir mushaf yazmamı emretti ve şöyle dedi: "Namazları ve orta
namazını koruyun" ayetine geldiğin zaman bana bildir. Ben mushafı yazıp
adı geçen ayete geldiğimde ona haber verdim. Bana şunları yazdırdı:
"Namazları ve orta namazı olan ikindi namazını koruyun" ve
"bunu Rasulullah'tan duydum" dedi[486].
Buhari ve Nesai'nin rivayet ettikleri bir hadiste şöyle deniyor: Peygamberimiz
buyurdu ki: "İkindi namazını kılmayan bir kimse malını ve ailesini
yitirmiş gibidir"[487].
Demek oluyor ki, ulemanın Çoğunluğu, orta namazı ile ikindi namazının
kastedildiği görüşündedir. Zemahşeri bu ayeti tefsir ederken bir rivayete yer
verir. Buna göre, Peygamberimiz ikindi namazından sonra ashabı ile otururdu.
Ashab etrafında halka oluşturur, öğütlerini ve sözlerini dinlerlerdi. Zaman
zaman kendi aralarında müzakere eder, olayları değerlendirirlerdi. Bu rivayeti
göz Önünde bulundurduğumuzda, ayette özel olarak işaret edilenin bu namaz olduğu
sonucu çıkıyor, Çünkü bu namaza katılmak birçok yönden faydalı oluyordu. [488]
240-
İçinizde ölüp de geride eşler bırakanlar, evlerinden çıkarılmaksızın bir yıla
kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyeti[489]
bıraksınlar. Ama onlar kendiliklerinden çıkarlarsa artık onların maruf olarak
kendileri için yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah güçlü ve
üstün olandır. Hüküm ve hikmet sahibidir.
Ayet,
ölüm döşeğinde bulunan kocalara hitap ediyor. Geride bıraktıkları karılarının
bir yıllık geçimini sağlayacak bir vasiyette bulunmalarını ve bu süre içinde
evlerinden çıkanlmamalannı vasiyet etmelerini öngörmektedir. Ancak dilerlerse
evlerinden çıkabileceklerine ilişkin bir kolaylık da getiriyor. Bu şekilde
karar aldıkları zaman kadınların velileri açısından bir sakınca yoktur. Yeter
ki kadınlar ne yapıp ediyorlarsa maruf ve genel ahlak kuralları içinde yapıp
etsinler. Allah üstün iradelidir. O'na itaat etmek gerekir. Her yaptığı
hikmetlidir, yerindedir. Ancak hayır ve maslahat öngören emirler verir. [490]
"içinizde ölüp de
geride eşler bırakanlar, evlerinden çıkarılmaksızın, bir yıla kadar
yararlanmaları için eşlerine vasiyet bıraksınlar..."
Ayet-i kerime, yasama
nitelikli bir bölüm oluşturmaktadır. Bundan önceki iki ayetten önce yer alan
bölümlerle aynı kategoriye girer. Müfessirlerden Hazin'in rivayetine göre bu
ayet, babası, karısı ve çocuklarıyla birlikte Medine'ye hicret eden Taifli bir
adamın karısı hakkında inmiştir. Adam bir süre sonra Öldüğünde ailesinin durumu
Peygamberimize haber verilir, bunun üzerine yukarıdaki ayet iner. Bu rivayetin
sahih olmaması İçin hiç bir neden yoktur. Çünkü ister vasiyet olsun, ister
olmasın, ayetin kadın için bir yıllık nafaka ve evden çıkarılmama hakkını
öngördüğünü ifade etmektedir. Bazı müfes-sirler[491] bir
yıllık sürenin bitiminden önce kadının evinden çıkmasının nafaka ve barınma
hakkını kaybetmesine neden olacağını söylemişlerdir. Kadının evden çıkması, bu
haktan vazgeçmek amacına yönelikse, sözkonusu değerlendirme yerindedir. Yok
eğer, kadın geçici olarak bir ihtiyacını gidermek için evden çıkıyorsa, ayet-i
kerimeden algıladığımız kadarıyla, bunun eve dönüş hakkını ve nafakasını
yitirmesine gerekçe olması sözkonusu değildir.
Müfessirlerin
çoğunluğuna göre[492] bu
ayetin içerdiği hüküm, sûrenin 234. ve 235. ayetlerinin içerdiği hükümlerin
inişiyle birlikte yürürlükten kaldırılmıştır (neshedilmiş-tir). Buna kanıt
olarak da sahabe ve tabiin ulemasının değerlendirmelerini ileri sürmüşlerdir.
Sözkonusu iki ayetin tefsiri bağlamında Abdullah b. Zübeyr ile Osman b. Affan
arasında geçen bir diyaloga yer verdik. Orada 240. ayetin yukarıdaki ayetlerin
inişiyle birlikte neshedilmiş olduğu halde neden sûreye alındığı soruluyordu.
Hz. Osman'ın verdiği cevapta, adı geçen iki ayetin bu ayeti neshettiğine
ilişkin değerlendirmeyi onayladığı biçiminde yorumlanacak bir ifade geçmiyor.
el-Kasım, tabiin uleması içinde Tefsir sahasında ön plana çıkmış Mücahid'e
dayanarak bu ayetin de tıpkı 234. ayet gibi muhkem olduğunu söylemiştir. Buna
göre ilk ayet, dul kadının dört ay on gün süreyle kocasının ardından kendini
gözlem altında tutacağını ifade etmektedir. İkinci ayetse, "şayet dilerse
kadın kocasının evinde bir yıl kalabilir ve bu süre içinde kocasının
terekesinden geçimini sağlar" demektedir. Bunun yanında her ne zaman
dilerse, evden çıkabilir ve kendisi ile ilgili, maruf ve genel ahlak
kurallarına uygun kararlar verebilir. Bu değerlendirme bizce isabetlidir,
tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi kadının bir yıl süreyle matem tutması
kastedilmiş olmaması koşuluyla... 234 ve 235. ayetlerin tefsiri bağlamında yer
verdiğimiz Zeyneb binti Ümmü Seleme hadisinde belirtildiği gibi cahiliye
döneminde kocası ölen kadın bir yıl boyunca yas tutardı. Yine bu ayetlerin
tefsiri bağlamında belirttiğimiz gibi Peygamberimiz kocası Ölen kadının dört ay
on günden fazla yas tutmasını yasaklamıştır.
Müfessirler,
işaret ettiğimiz iki ayetle ilgili değerlendirmelerini, bu ayetle ilgili olarak
da yinelemişlerdir. Buna göre dul kadına, yas boyunca nafaka öngören hüküm, kadına
kocasının mirasından pay veren ayetin inişiyle birlikte neshedilmiştir. Kadın
bundan Önce, kocasının mirasından pay alamazdı. Sözkonusu hüküm, mirasçılarla
ilgili ayetlerin inişinden önce yürürlükteydi.
[493]
241- Boşanan kadınların maruf bir tarzda
yaralanmaları vardır. Bu sakınanlar üzerinde bir haktır.
242- İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki
akıl erdire-sİniz.
Yukarıda sunduğumuz
iki ayette, boşanmış kadınların örf, gelenek ve emsal uygulamalar çerçevesinde
yararlandın İm a, bedel alma hakkına sahip oldukları vurgulanmaktadır.
Yanısıra bu hakkı gözetmenin, Allah'ın gazabından korkup rızasını arzu edenler
için bir görev olduğu belirtilmektedir. Bu arada yüce Allah'ın ayetlerini,
mü'minler yapmaları gerekenleri Öğrensinler, dolayısıyla akletsinler ve onların
doğrultusunda hareket etsinler diye indirdiği açıklanmaktadır.
Bazı müfessirler[494]' bu
iki ayetin bazı müslümanlann 236. ayetin sonunda yer alan "Bu iyilik
erdenler üzerinde bir haktır" ifadesini yanlış yorumlamalar! üzerine
indiğini söylemişlerdir. Yani bir zorunluluk yok. İsterlerse yararlandırırlar.
Yoksa kadına bir şey vermeleri zorunlu değildir, biçiminde algılamışlardır.
Rivayetin sahih olması muhtemeldir. İki ayetin buraya yerleştirilmiş olmaları,
içerik yakınlığı ve uygunluğu dolayısıyla-dır. Bu tertipde iniş sırası da esas
alınmış olabilir. Dolayısıyla iki ayet, boşanmış ya da dul kalmış kadınlara
ilişkin hukuki kuralları içeren bölümlerin sonu niteliğindedir. Söz konusu iki
meseleyle ilgili bölümlerin ifade tarzıyla paralellik oluşturmaktadır. Orada
olduğu gibi burada da amaç kadını korumak ve haklarını garanti altına almaktır.
Öyle anlaşılıyor ki,
vacip olduğu vurgulanan "yararlandırma" cinsel ilişkiden önce boşanıp
da mehri tesbit edilmeyen kadınlar için geçerlidir. Çünkü 236. ayette
"yararlandırma" onlar için farz kılınmıştır. Cinsel ilişkiden sonra
boşanan ya da mehirleri tesbit edilmiş olup da cinsel ilişkiden önce boşanan
kadınlara gelince, bunlardan ilk gruba girenler için mehrin tamamını vermek
gerekir, İkinci gruptakiler de en azından tesbit edilen mehrin yarısını
alırlar. Öte yandan müfessirler, tabiin ulemasından[495]
bazı görüşler aktarmışlardır: Buna göre, ayetteki ifadenin mutlak oluşu söz
konusu "yararlandır-ma"nın cinsel ilişkiye girilsin, girilmesin,
mehri tesbit edilsin, edilmesin bütün boşanmış kadınlar için geçerli bir
haktır. "Ahzab" sûresinin bir ayetinde şöyle buyuruluyor:
"Ey
peygamber, eşlerine söyle: Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü çekiciliğini
istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi
salıvereyim" (Ahzab, 28). Ayet-i kerime işaret ettiğimiz değerlendirmeyi
pekiştirici niteliktedir. Burada bütün mesele boşanmış kadına iyilik yapmak,
ona şefkatli davranmaktır. Önceki hukuki kurallarda da bunun esas alındığını
bizzat gözlemledik. [496]
243-
Binlerce kişinin ölüm korkusuyla yurtlarından çıktıkların görmedin mi? Allah
onlara: "Ölün" dedi, sonra da onları diriltti. Şüphesiz Allah,
İnsanlara karşı fazi sahibidir.
Ancak, insanların
çoğunluğu şükretmez.
244- Allah
yolunda savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
245- Allah'a
karşılığını çok arttırma İle kat kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan
kimdir? Allah daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz.
Ayetlerde, sayıları
binleri bulan ve ölüm korkusuyla yurtlarından kaçan ama kaçışları kendilerine
bir yarar sağlamayan bir topluluğun kıssası anlatılıyor. Allah onları hep
birlikte öldürüyor, sonra da kudretinin ve lutfunun somut kanıtlarını görsünler
diye tekrar diriltiyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah, insanlara karşı büyük lütuf
sahibidir. Buna rağmen insanların çoğu O'na şükretmezler.
Kıssanın
sonunda müslümanlara Allah yolunda savaşmayı emreden bir değerlendirme yer
alıyor. Yüce Allah'ın yaptıkları her şeyi işittiği, her şeyi bildiği gerçeğine
dikkatleri çekiliyor. Bu arada Allah'a güzel borç vermeye teşvik ediliyorlar.
Allah yolunda hayır amaçlı harcamada bulunmaya ilişkin bir teşviktir bu. Böyle
davrananlardan övgüyle söz ediliyor; yüce Allah'ın bunun karşılğıni kat kat
arttırarak vereceği müjdesi ile de moral destek sağlanıyor. Rızkı genişletmenin
ve daraltmanın Allah'ın elinde olduğu, insanların sonunda O'na dönecekleri
belirtiliyor. Dolayısıyla, Allah yolunda harcamada bulunmalarının ne kadar
yararlı bir amel olduğu vurgulanıyor. [497]
"Binlerce kişinin
ölüm korkusuyla yurtlarından çıktıklarını görmedin mi?..."
Ayetler yeni bir bölüm
oluşturuyor. Bundan önceki ayetlerden hemen sonra indikleri için tertipte bu
şekilde yer almış olmaları ihtimal dahilindedir. Biraz sonra izah edeceğimiz
gibi bölümün ilk ayetiyle son iki ayeti arasında bir bağlantı olduğu
muhakkaktır. Ayetleri bir bölüm olarak sunmamızın gerekçesi de hiç kuşkusuz
aralarındaki bu bağlantıdır.
Müfessirlerin[498]
belirttiğine göre bölümün son ayetinin iniş sebebi, Peygamberimizin bir
mecliste söylediği şu sözdür: "Kim hayır amaçlı harcamada bulunursa,
cennette ona yaptığı barcamanını iki misli verilecektir. Bunun üzerine
Ensar'dan Ebu Dehdah şöyle der: Ya Rasulullah benim iki bahçem var. Bunlardan
birini Allah yolunda infak edersem, cennette bunun iki misli bana verilir mi?
Rasulullah: "Evet" der. Ebu Dehdah: Peki Ümmü Dehdah ve çocuklar da
benimle beraber olacaklar mı? diye sorar. Rasulullah: 'Evet' cevabını
verir".
Bu cevap üzerine Ebu
Dehdah bahçelerinin en güzelini Allah yolunda infak eder. Ve bu ayet-i kerime
iner. Ama bundan önceki iki ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak herhangi bir
rivayete rastlayamadık. Bizim kanaatimize göre üç ayet birlikte uyumlu ve
birbiriyle bağlantılı bir bölüm niteliğindedir. Bölümün ilk ayeti, ölümden
kaçmanın, insanı ölümden koruyamayacağını anlatmaya yönelik bir kıssa
içeriyor. İkinci ayette ise, müslü-manlara savaş emri veriliyor; bu emrin arka
planında da, ölüm korkusuyla savaşmaktan kaçınmamaları uyarısı yer alıyor.
Üçüncü ayette ise, Allah yolunda infak etme çağrısı dile getiriliyor. Bu ise,
cihadın maddi finans kaynağıdır. Ayetler arasındaki bu konu ve amaç birliği,
Ebu Dehdah kıssasının sahih olmasına engel değildir. Ancak kıssanın, üç ayetin
inişinden sonra gerçekleşmiş olması, ayetin ruhuna daha uygun ve daha kuvvetli
bir ihtimaldir. Dolayısıyla Ebu Dehdah'a teşvik ve müjdeleyici ifadeler içeren
ayetle cevap verilmiştir.
Müfessirlerin[499]
aktardıkları rivayetlere göre bölümün ilk ayetinde anlatılan kıssa eski
dönemlerde İsrailoğullannın başından geçmiştir. O sıralar kentte veba salgını
baş gösterir. Kent ahalisinden binlercesi, ölüm korkusuyla kenti terkeder. Yüce
Allah, geride kalanlara ibret olsun diye, onları veba dışındaki bir sebeple
öldürür. Sonra Peygamber Hazakil için bir mucize ve aynı zamanda ibret ve
öğütün bütünleyicisi olsun diye onların çürümüş kemiklerini yeniden biraraya
getirip diriltir. Yine müfessirlerin[500]
aktardıklan rivayetler arasında şöyle bir açıklamaya yer verilir: Burada
kendilerine savaş emri verilen bir topluluğun kıssası anlatılıyor. Ama onlar
korktular ve savaştan kaçtılar. Bunun üzerine yüce Allah, savaş dışında bir
başka sebepten dolayı ölümü onların başına musallat etti. Sonra neler olduğunu
bilsinler ve ölümün sırf savaşa bağlı olmadığım kesin olarak anlasınlar diye
onları yeniden diriltti.
Bu arada şunu
belirtelim ki, Tevrat'ın Hazakil'in kehanetlerini anlatan otuz yedinci
bölümünde şöyle deniyor: "Rab onu kemik dolu bir vadinin ortasına koydu.
Sonra yüce Allah bu kemikleri birbirlerine yaklaştırdı. Sonra kemiklere sinir
ve et giydirdi. Sonra içlerinde ruh kıpırdamaya başladı. Ardından büyük bir
ordu ayağa kalkmış oldu. Bu Örnek şunun içindi: Allah İsrailoğullannı sürgünden
kurtarmaya ve bir tür ölüm demek olan yurtlarından uzaklaşmışlığın ardından
onlan diriltemeye kadirdir".
Kıssa her ne zaman ve
kimlerin başından geçmişse geçsin, önemli olan husus şudur: Bölümün ikinci
ayetinde, müslümanlara Allah yolunda savaşmaları emrediliyor. Üçüncü ayette
ise, Allah yolunda infak etmeye yönelik bir teşvik yer alıyor. Bu demektir ki,
ilk ayetteki kıssa, yukarıdaki emrin uygulanışına yönelik bir psikolojik ön
hazırlık niteliğindedir. Tercihe şayan değerlendirme şudur: Muhataplara bu
kıssa dinletümiştir ki, düşünüp kavrasınlar ve bu olay onlar için bir ibret
dersi olsun. Savaş için hazırlansınlar, Ölümden korkmadan savaş için mali
harcamada bulunsunlar. İkinci rivayet, ayetlerle ör-tüşmekte ve ayetlerin
içeriği ve hedefiyle bağdaşmaktadır. Ayrıca Peygamberimiz bazı müslümanları
savaşmaya ve savaş için maddi harcamada bulunmaya teşvik etmiş olabilir. Bir
kısım müslümanın tereddüt geçirmiş olması, korkuya kapılması da ihtimal dahilindedir.
Bundan dolayı ilahi hikmet bölümün ilk ayetinde ibret verici bir kıssaya göndermede
bulunmayı, ikinci ve üçüncü ayette de savaş ve infak emrini vermeyi Öngörmüş
olabilir. Siyer ravileri, Bedir savaşından önce, Peygamberimizin çeşitli
müfrezeler sefere gönderdiğinden, bazısına bizzat kendisinin komuta ettiğinden
sözederlcr. Bedir savaşı ise, Bakara sûresinden sonra inen Enfal sûresinde
değerlendirilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu ayetlerdeki teşvik edici
ifadeler, Bedir savaşından önce gerçekleşen bu tür seferler bağlanımda gündeme
gelmiştir. Bu ayetlerden sonra uzun bir bölüm yer alıyor. Bölümün içerdiği
kıssada İsrailoğullannın peygamberlerinden kendilerine bir kral tayin etmesinin
bu kralın komutası altında düşmanlarla savaşmak istedikleri anlatılıyor. Ama
bir çoğu savaşı kendi üzerine bir yükümlülük olarak aldıktan sonra bu sözünden
dönmüştür. Bizim kanaatimize göre tıpkı incelemekte olduğumuz bölümün ilk
ayetinin içerdiği kıssada olduğu gibi bu uzun kıssa da, incelediğimiz bölümün
ikinci ve üçüncü ayetinin içerdiği savaş ve savaşa maddi finans sağlamaya
yönelik infak emirlerini pekiştirmeye yöneliktir. Medine inişli birçok sûrede
bazı müslümanlann, cihad çağrısı karşısında tereddüt geçirdiklerinden söz
edilir. Bu da değerlendirmemizi destekleyici bir husustur. Söz gelimi Nisa
sûresinde şöyle Duyuruluyor: "Kendilerine: "Elinizi savaştan çekin,
namazı kılın, zekatı verin" denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine
yazıldığında onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi -hatta daha
da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: Rabbimiz ne diye savaşı
üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?"dediler.
De ki: Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz
bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş
şatolarda olsanız bile"[501](Nisa,
77-78)
Hiç
kuşkusuz incelediğimiz ayetler, cihad ve Allah yolunda infak bağlamında telkin,
öğüt ve psikolojik hazırlık işlevini görüyorlar. Bunların geçerliliği ve
etkinliği süreklidir. Bu tür direktif ve öğütler birçok ayette dile
getirilmiştir. Bunların bir kısmını inceleme imkanını bulduk, bir kısmını da
ileride inceleyeceğiz. [502]
246- Musa'dan sonra Israiloğullan'mn önde
gelenlerini görmedin mi? Hani, peygamberlerinden birine: "Bize bir melik
gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. O: "Ya üzerinize savaş
yazıldığı halde savaşmayacak olursanız?" demişti. "Bize ne oluyor ki
Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan
uzaklaştırıldık" demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı zaman az bir
kısmı hariç yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.
247- Onlara
peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u[503]
melik olarak gönderdi". Onlar: "Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak
sahibiyken ve ona bir mal bolluğu verilmemişken, nasıl bizi yönetmek üzere
hükümdarlık onun olabilir?" dediler. O şöyle demişti: Doğrusu Allah size
onu seçti ve onun bilgi ve bedeni gücünü'[504]
arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah rahmet ve gücü geniş
olandır, bilendir.
248-
Peygamberleri onlara şöyle dedi: Onun hükümdarlığının belgesi size Tabut'un[505]'
gelmesi olacaktır ki, onda Rab-bİnizden bir güven ve huzur'[506]'
ile Musa ailesinden ve Harun ailesinden arta kalanlar var; onu melekler taşır.
Eğer inanmışsanız, bunda şüphesiz sizin için bir delil vardır.
249- Talut,
orduyla birlikte ayrıldığında[507]'
dedi ki: Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse
artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hariç- onu tadmazsa'[508]'
bendendir. Küçük bir kısmı hariç hepsi sudan içti. O kendisiyle beraber iman
edenlerle ırmağı geçince onlar: "Bu gün Calut'a ve ordusuna karşı koyacak
gücümüz yok" dediler. O zaman muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar'[509]'
şöyle dediler: Nice küçük topluluk daha çok olan bir topluluğa Allah'ın
izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.
250- Onlar,
Calut ve ordusuna karşı meydana çıktıklarında dediler ki: Rabbimiz, üzerimize
sabır yağdır, ayaklarımızı-sabit kıl ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım
et.
251- Böylece
onları, Allah'ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davut Calut'u öldürdü. Allah da
ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah'ın, insanların
bir kısmı ile bir kısmını engellemesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada
uğrardı. Ancak Ailah, alemlere karşı büyük fazi ve ihsan sahibidir.
252- İşte
bunlar, Allah'ın ayetleridir; onları sana bir hak olarak okuyoruz. Sen de
gönderilen elçilerdensin.
"Musa'dan sonra
İsrailoğullannın önde gelenlerini görmedin mi?.,." (246-252)
Ayetler yeni bir bölüm
oluşturuyor. İçeriği ise İsrailoğullannın Hz. Musa'dan sonraki eski
tarihleriyle ilgilidir. İfadeler açık ve anlaşılırdır. Bölümün son iki ayeti,
sunulan kıssanın bir değerlendirmesi niteliğindedir. îlkinde savunma savaşının
olağanlığı ve zorunluluğu dile getiriliyor. Eğer ulu Allah saldırıya uğrayana
kendini savunma duygusunu vermeseydi, dolayısıyla insanların bir kısmını diğer
bir kısmıyla engellemeseydi, bozgunculuk her tarafı saracak ve azgın şer güçler
yeryüzüne egemen olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu yüce Allah'ın kullarına yönelik
bir lutfudur, İnsanları yönlendirişinin ve fıtratın, yaratılış yasasının
altındaki hikmetin somut bir ifadesidir. Değerlendirme nitelikli ayetlerin ikincisinde
ise hitap Peygamberimize yöneltilerek kendisinin Allah tarafından gönderilen
bir elçi olduğu ve Allah'ın ayetlerini hikmet ve genel maslahat uyarınca,
hakka dayalı olarak kendisine indirdiği vurgulanıyor.
Bu bölümün iniş
sebebiyle ilgili bir rivayete rastlayamadık. Daha önce de değindiğimiz gibi bu
ayetler önceki ayetlerde müslümanlara yöneltilen savaş ve infak emrini
pe-kiştirici bir işlev görüyor. Allah yolunda cihad ve cihad esnasında direnci
yitirmeme bağlamında son derece önemli telkinler ve psikolojik uyanlar yer
alıyor. Tereddüt geçirenlere, meşru komutanın direktiflerini dinlemeyenlere ve
korkaklara sert eleştiriler yöneltiliyor. İçtenlikle inanan ve savaşın
zorluklarına karşı sabredenlerden övgüyle söz ediliyor, ulu Allah'ın onları desteklediği
vurgulanıyor. Bu durumlarda asıl önemli olanın ıhlas, sabır, Allah'a, O'nun
yardımına ve O'nunla buluşmaya kesin olarak inanma olduğu vurgulanıyor. Çokluk
değil. Buna göre sabredenler, ihlasla cihad edenler ve Allah'a kesin olarak
inananlar, sayılan ne kadar az olursa olsun, mutlaka zafere ulaşacaklardır.
Ayetlerde bazı
belirgin noktalar vardır ki, biz bunların hatırlatma, öğüt, pekiştirme ve
telkin niteliğindeki ifadelerin Özünü oluşturduğuna inanıyoruz.
İsrailoğullan'mn, başkalarının saldırısına uğaramaları nedeniyle, başlangıçta
savaşa istekli olmaları...Peygamberlerinin onların bu istekliliklerinin gerçek
olup olmamasından kuşku duyması... Allah'ın seçimine, kralın emirlerine karşı
çıkmaları ve bu seçimin gerçekliğini test etmek için delil
istemeleri...Düşmanı gözlerinde büyütmeleri...Düşmanla karşılaşmaktan
kaçmaları... Yüce Allah'ın savaşa ilişkin bir ön hazırlık olarak, ırmağın
suyundan içmelerini yasaklamak suretiyle kendilerini sınamasına muhalefet
etmeleri, bu stratejiden sapmaları... İhlaslı mü'minlerin sabretmeleri ve
sonunda zafere ulaşmaları gibi.
Kıssanın akışı içinde
belirginleşen bu noktalar, önceki ayetlerin tefsiri bağlamında işaret
ettiğimiz, bazı müslümanların Peygamberimizin cihad çağrısına olumlu karşılık
verme hususunda tereddüt geçirdikleri, korkuya kapıldıkları gerçeğini
pekiştirmektedir. O zaman da söylediğimiz gibi bu bölümün akışı, hatırlatma,
örneklendirme, Öğüt verme, Milaslıları övme ve zaaf içinde olanları
eleştirme,amacına yöneliktir.
Öğüdün ve moral
desteğin etkisini arttırıcı bir husus da, bölümün içeriği ile indiği sırada
-daha Önce de işaret ettiğimiz gibi- müslümanların özellikle Bedir savaşına
kadar savaşa ilişkin teşviklere muhatap olan muhacirlerin içinde bulunduğu
koşulların benzerliği ve yakınlığıdır. Şöyle ki, Hz. Musa'dan sonra, yahudiler
çeşitli baskılara ve düşman saldırısına uğramışlardı. Bu durum onları savaş
istemeye zorlamıştı. Fakat fiilen savaşmak durumunda kalınca, büyük çoğunluğu
geri dönmüştü. Muhacirler de böyle bir durumla karşı karşıyaydilar.
Dolayısıyla, yahudilerden ibret almaları, gerekli dersleri çıkarmaları ve çoğu
yahudinin yaptığı gibi savaştan kaçmamaları gerekirdi.
Bölümün sonunda yer
alan değerlendirme nitelikli iki ayetin bu anlamla sıkı bir bağlantısı vardır.
Buna göre Peygamberimizin çağrısını yaptığı ve Kur'an'ın farz kıldığı cİ-had,
kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü, saldırı ve haksızlığa karşı konulmayacak
olursa, kötülük ve bozgunculuk kontrolden çıkıp yeryüzünü kaplayacaktır. Yüce
Allah, mü'min kullarının böyle bir durum içinde olmasından hoşnut değildir. Bu
yüzden zulüm ve saldırganlığı bertaraf etme amacına yönelik olarak cihad emrini
vermiştir. Kuşku yok ki, bu emrin altında sosyolojik bir hikmet ve tüm zamanlan
kuşatıcı bir direktif yatmaktadır.
Ayetlerin inişine esas
oluşturan ilahi hikmetin aktarmayı uygun gördüğü, İsrailoğul-lari ile
peygamberleri arasındaki diyalog oldukça ilginçtir. Burada şu gerçeğe dikkat çekiliyor:
Bilgi ve bedensel güce sahip bir kimse, büyük servet sahibi bir kimseden daha
çok melikliğe ve komutanlığa layıktır.
Buraya kadar
anlatılanlardan şunu anlıyoruz: Asıl amaç kıssanın anlatımı değildir. Bu yüzden
ayetlerin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, ibret, öğüt alınmasını, örnek
edinilmesini amaçlayan bir Özet sunuyor.
Bu kıssa Tevrat'ın
"Kadılar" ve I. Samuel ve II. Samuel bölümlerinde ayrıntılı olarak
anlatılmıştır. Kur'an'da sunulan bu özet, adı geçen bölümlerde anlatılanlarla
kimi zaman aynilik, kimi zaman da farklılık arzetmektedİr. Kanaatimize göre
yahudilerin Öteden beri anlattıkları ve bu arada Araplara da öğrettikleri
bilgiler Kur'an'ın sunduğu Özetle Örtüşmektedir. Tevrat'ta Hz. Musa sonrasına
ilişkin tarihi bölümlerde ve bugün yahudiler arasında anlatıla gelen haberler
arasında çelişkili bölümler yer alıyor. "Günlerin haberleri"
bölümleriyle "krallar" bölümlerini karşılaştırdığımızda bu da
Kur'an'ın sunduğu özetle paralellik arzedip de sonra da kaybolan kısımların
olmaması için hiç bir neden yoktur. Bizim inancımız bu yöndedir.
Kıssa ile ilgili
olarak Tevrat'ta anlatılanların özeti şudur: İsrailoğulları, Hz. Musa ve
Yuşa'dan sonra, Güney Filistin'den Filistinli düşmanların, kuzeyden
Kenanilerin, Irak tarafından Asurlularm, Şam tarafından Aramilerin,
Mısırlıların ve Ürdün'ün doğusuna düşen devletlerin saldırısına uğradılar. Daha
sonra, Filistinlilere karşı ağır bir yenilgi aldılar. Filistinliler
ülkelerinin büyük kısmını ve kentlerini işgal ettiler. Dini emanetlerini
sakladıkları Tabuta da el koydular. Bundan önce komutanların önderliğinde
savaşıyor ve "kadılar" adı verilen bu şahısların komutasında zaferden
zafere koşuyorlardı. Bu yüzden peygamberleri Samuel'den kendilerine bir kral
tayin etmesini istediler. Samuel onlara Talut'u kral olarak tayin etti. Çünkü
aralarında en uzun boylu olanı Taluttu. Böylece Filistinlilerle savaşmaya
başladılar. Zafer bazen onların, bazen de düşmanlarının oluyordu. Daha sona
Filistinliler, ilahi bazı musibetlere duçar oldular. Bunun neticesinde,
sürücüsü2 iki öküzün çektiği Tabutu İsrailoğulları'na geri vermek zorunda
kaldılar. Sonra düşmanla bir kez daha karşı karşıya geldiler. Calut öne çıkıp
kendilerine meydan okudu. Ama onlar korkuya kapıldılar. Fakat genç bir
delikanlı olan Davud er meydanına çıktı ve sapanıyla bir taş fırlatarak Calut'u
Öldürdü. Bu olay üzerine İsrailoğulları savaşı kazandılar. Talut canı ve
saltanatı açısından Davud'dan endişelendi. Onu ölümüne kadar kendinden
uzaklaştırdı. Öldükten sonra da İsrailoğullan, onun yerine Davud'u kral
yaptılar.
Tefsir
kitaplarında isim vererek veya vermeyerek tarih bilginlerine dayalı olarak ayrıntılı
rivayetlere yer verilir[510].
Bunlarda belirgin farklılıklar vardır. Bu da gösteriyor ki, raviler ve
müfessirier, Tevrat'taki bölümlerden haberdar değilmiş. Bu rivayetler ve ayrıntılı
anlatımlar, bir yandan da şunu ortaya koymaktadır: Kur'an'da Özet olarak işaret
edilen İsrailoğulları'na ilişkin kıssalar, Peygamberimiz zamanında Arap ve
İslam toplumu arasında yaygın bir şekilde biliniyorlardı. Bu da Kur'an'daki
anlatımın hedeflediği Öğüt ve ibret alınmasını biraz daha pekiştirici bir
unsurdur. [511]
253- İşte bu
elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle
konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler
verdik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah dile-şeydi,
kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra onların peşinden gelenler,
birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı,
kimi inkar etti. Allah di-leseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah
dilediğini yapandır.
'işte bu elçiler; bir
kısmım bir kısmına üstün kıldık..."
Ayetin ifadesi
açıktır. Önceki ayetlerden sonra değerlendirme ve gerekçeli açıklama nitelikli
bir ara söz işlevini görüyor. Dolayısıyla önceki bölümün içeriğiyle
bağlantılıdır. Buna göre yüce Allah elçilerini ayetleri ve açık belgeleriyle
gönderir. İnsanların bunların tümüne inanmaları ve ihtilafa düşmemeleri
gerekir. Aralarında çekişme, savaş olmamalı, yeryüzüne bozgunculuk ve kin
yayılmamalıdır. Fakat ilahi irade, insanların birbirinden çeşitli bakımlardan
üstün olan ihtiyari kabiliyetlere sahip olmalarını öngörmüştür. Bunun doğal
bir sonucu olarak, insanların bir kısmı kafir, bir kısmı da mü'min olur. Kimisi
pis, kimisi de temiz olur. Aralarında ihtilaf ve savaşların olması da doğaldır.
Doğal olan bir diğer husus da saldırıya uğrayan kimselerin, maruz kaldıkları
saldırı ve eziyetleri bertaraf etmek için kendilerini savunmaya
çağrılmalarıdır. Bir kısım insanla bir diğer kısım insanların engellenmesi
sonucu dengenin oluşması için kaçınılmaz bir olgudur bu. Yüce Allah insanların
farklı ve değişik türlere ayrılmamış olmalarını sağlayabilirdi. Ama O'nun
hikmeti, insanların zorla değil, isteklerine bağlı olarak tercihte bulunmalarını
öngörmüştür. İşte bunca çeşitliliğini farklılığın, değişikliğini ihtilafın ve
savaşın nedeni budur.
Ayetin ruhundan ve
Kur'an'ın genel atmosferinden çıkarsadığımız bu değerlendirme ışığında ayete baktığımızda son derece önemli
bir direktif ve sosyal gerekçeli bir açıklama içerdiğini görürüz.
"Onlardan
Allah'ın kendileriyle konuştuğu kimseler vardır" cümlesinde, ima yoluyla
Hz. Musa'ya ve ayetin devamında açıkça adı zikredilerek Hz. İsa'ya işaret
edilmiş olması, öncelikle Kur'an'ın ibret ve hatırlatma olsun diye,
İsrailoğullannın tarihinden bir kesitin özetini sunmuş olmasından dolayıdır.
Bir diğer neden de gerek Peygamberimiz zamanında, gerekse ondan Önce yahudiler
arasında, yahudilerle hristiyanlar arasında, sonra hristiyanların kendi
aralarında meydana gelen ihtilaflar, çekişmeler, kargaşa ve savaşlardır. Eski
tarihlere ilişkin rivayetlerde bu hususla ilgili ayrıntılı açıklamalara yer
verilir[512]. Mekke ve Medine inişli
birçok ayette, aralarındaki ihtilaflara, çekişmelere ve saldırılara işaret
edilmiştir. Bunların bir kısmını inceleme imkanını bulduk, bir kısmını da
ileride inceleyeceğiz.
Müfessirler[513]
"derecelerle yükselttiği kimseler vardır" ifadesiyle ilgili olarak,
Peygamberimizin üstünlüğüne ve diğer peygamberlere göre daha yüksek bir
dereceye sahip olduğuna işaret edildiğini söylemişlerdir.
Bu bağlamda Hazin,
"bütün peygamberlere ayrı ayrı verilen mucizeler, bütün olarak
Peygamberimize verilmiştir" dedikten sonra, Peygamberimizin mucizelerini
konu alan rivayetlere işaret ederek en büyük ve en belirgin mucizesinin Kur'an
olduğunu söyler. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir diğer hadiste şöyle
deniyor: "Birçok hususta diğer peygamberlerden üstün kılındım: İlahi
mesajların tümünü içeren bir kitap bana verildi. Heybetim düşmanlarım üzerinde
etkili kılındı. Savaşta ganimet almam helal kılındı. Yeryüzü benim için temiz
bir mescid kılındı. Bütün alemlere elçi olarak gönderildim. Benimle birlikte
peygamberlik son buldu." îbn Kesir, Peygamberimizin üstünlüğü ile ilgili
hadislerle Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis
arasında bir çelişki olup olmadığını ele almıştır. "Bir müslümanla bir
yahudi tartıştılar. Yahudi yemin edeceği sırada Musa'ya, alemlerin üzerinde
seçen Allah'a andolsun ki hayır., dedi. Müslüman elini kaldırdı ve yüzüne bir
tokat vurarak: Ey pis adam Muhammed'den de mi üstündür? dedi. Yahudi
Peygamberimizin yanına gelerek müslümanı şikayet etti. Bunun üzerine Rasulullah
şöyle buyurdu: Beni peygamberlerden üstün tutmayın. İnsanlar Kıyamet günü
ölecekler ve ilk uyanan ben olacağım da Musa'yı arşın direğine tutunmuş olarak
bulacağım. Bilmiyorum benden önce mi uyanmıştır, yoksa Tur'un yıkılışına
karşılık olarak mı böyle ödüllendirilmiştir? Beni peygamberlerden üstün
tutmayınız". Başka bir rivayette Peygamberler arasında üstünlük İddiasında
bulunmayınız. Ardından İbn Kesir bu durumun çeşitli açılardan izah edilebileceğini
belirterek şöyle demiştir: Öncelikle bunun, peygamberler arası üstünlüğün
bilinmesinden önce olması ihtimali vardır. Bu yorum tartışmalıdır. İkincisi,
Peygamberimiz bu sözü tevazu gereği söylemiştir. Üçüncüsü, çekişmeye,
zıtlaşmaya yolaçabilecek hususlarda üstünlük iddiasında bulunmayı
yasaklamıştır. Dördüncüsü, asabiyet duygusuyla üstünlük iddiasında bulunmaya
karşı çıkmıştır.
Hz. Muhammed'in
erişilmez üstünlüklerine, Allah katında yüksek derecelere sahip olduğuna yüce
Allah'ın onu çeşitli meziyetlerle diğer peygamberlerden üstün kıldığına ilişkin
olarak kesin ve derin bir inanca, sahip olmakla beraber, bu ayetteki ifadenin
mut-iak ve genel olduğunu düşünüyoruz, isra süresindeki şu ayet gibi:
"Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilir. Andolsun, biz
peygamberlerin bir kısmım bir kısmına üstün kıldık ve Davud'a da Zebur
verdik." (İsra, 55). Ne Peygamberimizden ne de onun ashabından,
incelediğimiz ayetteki ifadenin Peygamberimizle ilgili olduğuna ilişkin güvenilir,
sağlam rivayetler mecut değildir.
Öte
yandan incelediğimiz bu ayetlerde ycralan övgü nitelikli bu ifadenin aynısı, Bakara
sûresinin İsrail oğullarına ilişkin kıssalar zinciri kapsamındaki bir ayette,
Hz İsa ile bağıntılı olarak geçmektedir. Sözkonusu ayetle ilgili olarak yeterli
açıklamada bulunduğumuza inanıyor ve tekrara gerek duymuyoruz. [514]
254- Ey iman
edenler, hiç bir alış-verişin, hiç bir dostlu-ğun[515] ve
hiç bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak
verdiklerimizden infak edin. Kafirler.. Onlar zalimlerdir.
Ayet-i
kerimenin ifadesi açık ve anlaşılırdır. Gördüğümüz kadarıyla sûrenin akışından
kopuk değildir. Hatta tekrar bölümün başına dönüldüğünde ve İsrail oğullarının
hayatından bir kesiti yansıtan bölümden önceki İki ayetin içerdiği savaş ve infak'a
ilişkin çağrı ile bir bağlantı kurulduğunu söyleyebiliriz. Ayet, güçlü ve
etkileyici bir teşvik niteliğindedir. Bazı müfessirler[516]
zekatla İlgili olduğunu söylemişlerdir. Bizim kanaatimize göre, ayetin
içerdiği teşvik geneldir; farz nitelikli zekatla birlikte, çeşitli uygulamaları
bulunan gönüllü bağışlan, sadakaları da kapsamaktadır. "Size rızık olarak
verdiklerimiz" ifadesi, infak edebilecek durumdaki kimselerin ellerindeki
malların, Allah'ın bahşettiği kimselerin ellerindeki malların, Allah'ın bahşettiği
rızık olduğuna dikkat çekmeye yöneliktir. Şu halde, bu durumda olan kimseler,
Allah'ın emirlerine uymak ve Allah'ın kendilerine rızık olarak bahşettiği
malların bir kısmını hayır amaçlı olarak harcamakla yükümlüdürler.
"Kafirler., onlar zalimlerdir." ifadesinin, ahiretteki akibetle
ilgili olması, yani kafirlerin küfre düşmekle nefislerine zulmettiklerini
dolayısıyla kendilerini Allah'ın uhrevi azabına duçar ettiklerini açıklamaya
dönük olması muhtemeldir. Cihad ve mali harcamaya ilişkin çağrıyı gerekçelendirmeye
dönük olması da ihtimal dahilindedir. Şöyle ki kafirler, saldırgan ve düşmanca
tutumlarıyla zulmeden kimselerdir. Dolayısıyla onlara karşı cihad başlatmak bir
görevdir. [517]
255- Allah..
O'ndan başka İlah yoktur, diridir, Kâimdir'[518]'.
O'nu uyuklama'[519] ve
uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun
katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekİni ve arkalanndakini bilir.
Onlar ise dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayıp
kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp, kuşatmıştır.
Onların korunması O'na güç gelmezdi[520] O,
pek yücedir, pek büyüktür.
Bu ayet, yüce Allah'ın
tek ve ortaksızlığı, sıfatlarının noksansızliğı, kuşatıcılığı ve kudretinin
vurgulanması ile ilgili en kapsamlı, en etkileyici Kur'an ayetlerinden birisidir.
Ayetin ifadesi açıktır. Önceki ayetlerle bağlantılı olması da ihtimal
dahilindedir. Buna göre, dilediğini yapma yetkisine sahip olan yüce Allah
uluhiyette tek ve ortaksızdır. Büyük ve kusursuz sıfatlara sahiptir. Ayetin
kendisinden sonraki ayetlerle bağlantılı olması da muhtemeldir. Buna göre,
inanılması gereken tek ilah yüce Allah'tır. O'nun dı-Şinda bir takım insanların
kulluk sundukları düzmece ilahları inkar etmek gerekir. İşte tek ve ortaksız
ilah olan yüce Allah, bu sıfatlara sahiptir. Aynı şekilde ayetin hem öncesi,
hem sonrası ile bağlantılı olması da mümkündür. Ayetler ister bir kerede ister
peşpe-şe inmiş olsun, ister içerik benzerliğinden dolayı bu şekilde
sıralandırılmış olsun, ayetlerin akışı birbiriyle bağlantılıdır. Bu
İhtimalleri, ayetin ifade biçiminden ve içeriğinden olduğu kadar, önceki ve
sonraki ayetlerden de sezinliyoruz.
Bu
ayet, ' Ayete'1-Kürsi' olarak bilinir. Faziletiyle ilgili olarak bir çok hadis
rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Rasulullah
buyurdu ki: Her şeyin bir tepesi vardır. Kur'an'ın tepesi de Bakara süresidir.
Onda baştacı olan bir ayet vardır: "Ayete' 1-Kürsi".[521]
Übey b. Ka'b kanalıyla rivayet edilen bir hadiste şöyle deniyor:
"Rasulullah buyurdu ki: Ey Ebu Munzir, Allah'ın kitabında hangi ayetin
senin katında büyük olduğunu biliyor musun? dedim ki: Ayete'1-Kürsi. Bunun
üzerine Rasulullah göğsüme elini vurarak şöyle dedi: Bu ilim sana mübarek
olsun, Ey Ebu Munzir "Ebu Z-er'in rivayet ettiği bir hadiste de şöyle
deniyor: Dedim ki: Ya Rasulullah, sana indirilenler içinde hangisi senin
katında daha büyüktür? Buyurdu ki: Ayete'l-Kürsi: Allah, O'n-dan başka ilah
yoktur. Diridir. Kaimdir[522].Kürsi
ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür[523]
Aynı yorum ve değerlendirme çeşitliliği 'Arş', 'levh' ve 'kalem' olguları
içinde sözkonusu olmuştur. Bunlar arasında, maddi tasvirlere de yer verilmiştir
ki, oldukça garip ve yüce Allah'ın sıfatlarının münezzehliğiyle bağdaşmayan
değerlendirmelerdir. Ayrıca, Rasulullah efendimizden rivayet edilen sağlam ve
güvenilir hadislerle de uymamaktadır. Bu görüş ve değerlendirmeler içinde en
isabetlisi ve Allah'ın sıfatlarıyla uyuşanı şudur: Kelime mecaz anlamında
kullanılmıştır. Maksat yüce Allah'ın mülkünün ve saltanatının azametini açıklamaktır.
Doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
[524]
256- Dinde
zorlama yoktur. Şüphesiz doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim
Tağut'u[525] tanımayıp Allah'a
inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah
işitendir, bilendir.
257- Allah,
iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin
velileri ise tağuttur. Onları . nurdan
karanlıklara çıkarırlar, işte onlar, ateşin halkıdırlar, orda süresiz
kalacaklardır.
"Dinde zorlama
yoktur."
Bu iki ayette, dinde
zorlama ve baskının olmadığına ilişkin olarak insanlara bir duyuruda
bulunuluyor. Çünkü doğruluk eğrilikten ve hidayet sapıklıktan kesin olarak ayrılmıştır.
Yüce Allah'ın indirdiği apaçık ayetler sayesinde hak ile batıl iyice
belirginleşmiştir. Dolayısıyla imanı seçen, doğruluk yolunu tutan ve Tağutu
inkar eden kimse, kendini kurtarmıştır; sağlam bir kulpa sarılmıştır ki, bunun
kopması yoktur. Allah insanların bütün söylediklerini işitir, onların
niyetlerini ve amellerini bilir. Değerlendirme
amaçlı bir açıklama
olarak da şöyle buyuruluyor: Allah kendisine inananların velisidir, onlara
yardım eder. Karanlıklardan nura çıkarır. Tağut ise, kafirlerin dostudur.
Onları karanlıklara doğru sürükler, nurdan uzaklaştırır. İşte bunlar ateş
halkıdır, orada sonsuza kadar kalmayı hak etmişlerdir.
Bir rivayete göre ilk
ayet, Ensardan bir adam hakkında inmiştir. Bu adamın zenci bir kölesi vardı,
onu müslüman olmaya zorluyordu. Durum Rasulullah'a bildirildi. Ardından ayet
indi. Başka rivayetler ve görüşler de aktarılmıştır. Bunlardan birinde söylendiğine
göre, Ensar kadınları, erkek çocuk doğururlarsa uzun ömürlü olsunlar diye
onları Yahudi ve Hıristiyanlara katmayı adarlardı. Bu türden adanmış bir çok
çocuk vardı. Babaları onları müslüman olmaya zorladılar. Durum Peygamberimize
haber verilince de sözkonusu ayet indi. Bir diğer rivayette belirtildiğine göre
Ensardan bir adamın iki oğlu vardı, bunlar Şam'lı bir tüccardan etkilenerek
hristiyan olmuş ve Şam'a göç etmişlerdi. Adam oğullarını tekrar İslama
döndürmek için peşlerinden gitmek istedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi.
Buna ek olarak şunu söyleyelim ki: bazı müfessirler ayetin ehl-i kitap
hakkında indiğini söylemiştir. Bazısının görüşü ayetin bütün insanlarla ilgili
olduğu, daha sonra müşriklerle bağlantılı hükmü neshettiği, dolayısıyla onlar
açısından ya müslüman olmak ya da öldürülmekten başka seçenek olmadığı, Ehli
Kitab'la ilgili geçerlili-ğinse devam ettiği şeklindedir[526].
Rivayet edilen bu
münasebetlerden birinin gerçekleşmesini ve ayetin bunun üzerine inmiş olmasını
uzak bir ihtimal görmüyoruz. Ancak ikinci ayetin birinci ayetle uyumlu ve onun
bütünleyicisi olduğu görülüyor. Bu yüzden iki ayetin birlikte indiğini düşünüyoruz.
Yine ayetlerin ifade biçimine ve etkileyici üsluplarına bakıldığında anlam ve
hedef olarak bireysel bir münasebetten daha genel ve kapsamlı oldukları
görülecektir. Ayetler, Kur'an'ın vurguladığı din özgürlüğü ve İslam'ın çağrısı
bağlamında evrensel bir ilke içeriyor. Kur'an, bu ilkeyi çeşitli üsluplarla
dile getirmiştir. Burada ise, daha açık, daha net ve daha etkileyici bir
üslupla vurgulamıştır. Şayet bu rivayetler içinde herhangi birisi sahihse,
işaret edilen olay, bu derece etkileyici ve evrensel bir ilkeyi içeren
ayetlerin inişine sebep olmuştur. Ki mesele, genel ve özel nitelikli her
konumla ilgili olarak açık ve net bir biçimde algılansın. Bütün Ehl-i Kitab'la
ya da bütün insanlarla ilgili olarak indiklerine ilişkin değerlendirmelerin,
ayetlerin üslubundan sezinlendiğini düşünüyoruz. Ancak bu değerlendirmeyi
yapanların, bir rivayeti aktardıklarını göremiyoruz. Ayetin hükmünün
müşriklerle ilgili olarak neshedildiği şeklindeki görüşün, ayetin üslubundan
çıkarsanmasına ihtimal veremiyoruz. Genel anlamda Kur'an'ın mesajından da
böyle bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bakara sûresinin 190-194 ayetleri ve
Kafinin sûresi tefsiri bağlamında söylediğimiz gibi, Peygamberimizin hayatında
da buna ilişkin bir ipucuna rastlanıyor. Bu da gösteriyor ki, ayetin hükmü
kesin ve evrenseldir. Ayet muhkemdir.Dikkatle bakıldığında iki ayetle, önceki
ayetlerin akışı arasında bir bağıntı farkedile-cektir. Şayet rivayetlerde
işaret edilen iniş sebebi sahihse ve ayetler bir defada inmişler-se, sûrenin bu
kısmına yerleştirilmiş olmaları, genel akışla uyum oluşturmalarından dolayıdır.
Bu bakımdan önceki ayetin akışı ile ilgili olarak söylediklerimiz bunlar için
de geçerlidir.
Aslında ayetlerin her
biri tam bir cümle görünümündedir. Birinde, Kur'an'ın ve İslam'ın temel bir
ilkesi vurgulanıyor. Bu ilkenin Medine inişli bir sûrenin kapsamında, özellikle
Müslümanlara savaş ve İnfak emrinin yöneltildiği ayetlerin akışı içinde gündeme
getirilmiş olması son derece anlamlıdır. Bu da ilkenin evrenselliğini ve muhkemliği-ni
ortaya koyar.
"Şüphesiz
doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır" ifadesinden sonra, artık kim
ta-ğutu inkar edip Allah'a inanırsa ifadesine yer verilmiş olması insanların
akıl, irade ve seçim özgürlüğüne sahip oldukları, bu özellikleri sayesinde
doğru ile eğriyi, hidayetle sapıklığı ayırabilecekleri bunun ardından yapılan
iman veya küfür seçiminin kişinin hanesine yazılacağı sorumluluğun ona ait
olacağı mesajını taşımaktadır.
Kur'an'da
dile getirilen birçok açıklamayla da bağdaşmaktadır bu değerlendirme. Bunun
birçok Örneğini gördük. Bu aynı zamanda ayetlerde işaret edilen inanç özgürlüğü
ilkesini de pekiştiriri bir değerlendirmedir. [527]
258- Allah,
kendisine mülk verdi diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya[528]
gireni görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim diriltir ve öldürür"
demişti; o da: "Ben de öldürür ve diriltirim" demişti. O zaman
İbrahim: "Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan
getir" deyince o inkarcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler
topluluğunu hidayete erdirmez.
Ayet-i kerimede uyarı
ve hatırlatma amacına yönelik olarak, Allah tarafından kendisine bahşedilen
mülk ve saltanattan dolayı büyüklük kompleksine kapılarak Rabbi konusunda Hz.
İbrahim'le tartışmaya giren kralın kıssasına işaret ediliyor. Hz İbrahim:
"Benim Rabbim, diriltir ve Öldürür" deyince o da büyük bir
küstahlıkla: "Bende aynısını yaparım. Dilediğimi öldürürüm, böylece ölür,
Dilediğimi de affederim. O da dirilmiş olur" cevabını vermişti. Bunun
üzerine Hz İbrahim, onun demogoji yapamayacağı bir kanıt göstermişti: Hiç
şüphesiz yüce Allah, güneşi doğudan getirir. Hadi sen de onu batıdan getir. Bu
meydan okuma karşısında kafir kral ne yapacağını şaşırır vaziyette afallayıp
kalmıştı. Ayetin sonunda yüce Allah'ın zalimler topluluğunu yani, zulüm ve sapıklık
karakteristik özellikleri haline gelmiş kimseleri hidayete erdirmediği şeklinde
bir açıklama yer alıyor.
Müfessirlerin
çoğunluğu[529] bu ayette sözü edilen
tartışmanın Hz İbrahim'le Babil kralı Nemrut arasında geçtiği görüşündedir. Hz
ibrahim'in putperestliği reddettiğini, tek ve ortaksız Allah'a iman ettiğini,
O'na teslim olduğunu ilan etmesinin ardından bu tartışma gündeme gelmiştir.
Müfessirler bu görüşlerini tabiin ve sonraki kuşağa mensup tarihçilere
dayandırılıyorlar. Bu kıssa da Hz. İbrahim'le ilgili diğer birçok kıssa gibi
Tev-ratın "Tekvin" bölümünde yer almaz. Ama bu sözkonusu kıssanın
yahudilerin yanında bulunan başka kitaplarda yer almış olmasına engel değildir.
Benzeri münasebetlerde vurguladığımız gibi bizim tercihimiz de bu yöndedir. Bu
durumda Kur'an'ın muhatabı konumundaki Arapların da bu kıssaya muhatap
oldukları anlaşılıyor.
Kıssanın yüce Allah'ın
sıfatlarının ve azametinin vurgulanmasından, doğruluğun eğrilikten kesin
olarak ayrıldığının belirtilmesinden sonra anlatılması, uyarı ve öğüt amacına
yönelik olduğunu gösteriyor. Kur'an'da yer alan kıssaların temel özelliği
budur. Sanki şu demek isteniyor; Eğer bazı insanlar, Peygamberin tek ve
ortaksız Allah'a kulluk sunmaya ilişkin çağrısına karşı burun kıvırıyorlarsa,
büyüklük kompleksine kapılıp inatçılık ediyorlarsa ve kanıtlar ne kadar kesin
ve açık olursa olsun doğruluğu görme-mezlikten geliyorlarsa geçmişte de bazı
kimseler benzeri bir çağrı karşısında benzeri bir tavır sergilemişti. Ayetin
son kısmı bu değerlendirmeyi güçlendiriyor. Çünkü zalimlere sert ve ağır
eleştiriler yöneltiliyor. Bundan şu sonuç çıkıyor: Hak çizgisinden sapan zalimlerin
hidayete eremeyişlerinin sebebi, kendilerine egemen olan iğrençliktir. Çirkefe,
zulme ve sapıklığa iyice batmış olmalarıdır. Bu da onların Allah'ın hidayetine
ve nuruna kavuşmalarını engellemektedir. Ayetin bu bölümünde aynı zamanda
Peygamberimizin teselli edilmesi de kastedilmiş olabilir. Çünkü o da,
zalimlerin ve azgınların benzeri serkeşlikleri, inatçılıkları ve büyüklük
kompleksleriyle karşı karşıyaydı. Ayetin indiği sıralarda bizce Medine
döneminin başlarıydı, Arapların ve ileri gelenlerinin çoğu bu tutum
içindeydiler.
Müfessirler[530]
sözkonusu tartışmayla ilgili olarak, bir çok açıklamalara, şerh ve haşiyelere
yer vermişlerdir. Bu açıklamaların birinde Hz İbrahim'i ateşe atanın bir kral
olduğu belirtilir. Şerh ve haşiyeler genellikle tabiin ve sonraki kuşağa
mensup siyer ve tarih bilginlerine dayandırılır. Bizim öteden beri izlediğimiz
metod uyarınca bunların kaynağının da yahudilerden etkilenen Arap toplumunda
dilden dile aktarılan kıssalar olabilir. Kıssanın amacını aşacağı için
sözkonusu haşiye ve şerhlere yer vermeye gerek görmüyoruz. [531]
259- Ya da
altı üstüne gelmiş ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini görmedin mi? Demişti
ki: Allah burasını ölümünden sora nasıl diriltecekmiş? Bunun üzerine Allah,
onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti ve ona dedi ki: "Ne kadar
kaldın? O: Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi Allah ona: "Hayır
yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış'[532]';
eşeğine de bir bak; bunu yapmamız seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir.
Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz'[533] sonra
da onlara et giydiriyoruz?" dedi. O, kendisine bunlar apaçık belli olduktan
sonra dedi ki: Artık şimdi biliyorum ki gerçekten Allah her şeye güç
yetirendir.
"Ya da altı
üstüne gelmiş, ıssız duran bir §ehre uğrayan gibisini gördün mü?"
Ayet-i kerimede uyan
ya da hatırlatma amacı ile ikinci bir kıssaya işaret ediliyor. Altı üstüne
gelmiş ıssız bir kente uğrayan bir adamın kıssasıdır bu. Kentin bu harap halini
görünce, "Allah bu kenti yeniden nasıl diriltecek?" diye düşünmesinin
bir ifadesi olarak kendi kendine sorar. Bunun üzerine yüce Allah onu yüz yıl
Ölü bırakır, sonra diriltir ve ona ne kadar kaldın? diye sorar. O uyuduğunu
sanarak: Bir gün veya bir günden daha az kaldım şeklinde cevap verir. Allah
ona: Hayır, tam yüz yıl kaldın der. Bu uzun sure boyunca yiyeceğin ve içeceğin
bozulmadığını göreceksin. Oysa eşeğin ölmüş ve ondan geriye çürümüş kemiklerden
başka bir şey kalmamıştır, şimdi kemiklerinin bir araya gelmesini emredeceğim,
sonra onlara et giydireceğim, ardından canlanacaktır. Bu senin ve diğer
insanlar için Allah'ın kudretinin, sizin imkansız gördüğünüz şeyleri yapabileceğinin
kanıtı olacaktır. Bunun üzerine" adam yüce Allah'ın herşeye güç
yetirdiğine ikna olur, bu gücü itiraf ettiğini ilan eder.
Müfessirler[534] bu
kişinin, İsrailoğuUlanna gönderilen peygamberlerden biri olduğunu söylemişlerdir.
Ancak adının "Üzeyir" veya "Ermiya" olduğu hususunda farklı
görüşler İleri sürmüşlerdir. Müfessirlerin değerlendirmelerine göre, olay
İsraüoğullarının felakete uğradıkları, parçalandıkları dönemlerin birinde
meydana gelmiştir. Konuyla ilgili olarak son derece şaşırtıcı açıklamalarda
bulunmuşlardır. Bunları uzun uzadıya anlatma gereğini duymuyoruz. Çünkü
kıssanın amacına da uygun düşmemektedir. Bu açıklamaların kaynağı da siyer ve
ahbar bilginleridir. Bu da gösteriyor ki, kıssa yahudi-ler kanalıyla Araplara
ulaşmış ve onlar arasında dilden dile aktarılıyordu. Ayetin öğüt ve hatırlatma
nitelikli ifade tarzı da bu değerlendirmeyi destekler mahiyettedir.
Ayetin üslubundan ve
içeriğinden anladığımız kadarıyla sözkonusu adam mü'mindi ve Allah'ın vahyına ve
hitabına mazhar olacak niteliklere sahipti. Ayette işaret edilen soruyu
içindeki karamsarlık ve imkansız görme duygusundan dolayı sormuştu.
Eski Ahit'in
bölümlerinde İsrailoğullan'nın üzerine inen bir çok felaketlere ilişkin çeşitli
haberlere yer verilir. Birçok peygamberin ismi geçer. Bu peygamberler, ümmetlerinin
sapıklıkları, dini ve ahlaki kuralları tanımamaları yüzünden başlarına gelen
musibetlerden dolayı gözyaşları dökmüş ve ümmetlerinin affedilmesi için
Allah'a yalvarmışlardır. Yine bu bölümlerde yüce Allah'ın İsrailoğullarını
affedişinden, müjdeleyişinden içinde bulundukları olumsuz durumdan
kurtarışından sözedilir. Bunlardan biri de Ermi-ya'dır. "Eski Ahit"te
onun adına iki bölüm vardır. "Ermiya'nm Kehanetleri" ve "Ermi-ya'nın
Öngörüleri" diye. Ermiya Kudüs'ün ve Mabed'in yıkılışına, İsrail
oğullarının Ba-bil Kralı Buhtannasr tarafından Babil'e sürgün edilişlerine
tanık olmuştur. Yine bu peygamberlerden biri de 'Hazakil'dir. Eski ahitin
bölümleri arasında "Hazakil'in Kehanetleri" adı altında bir bölüm yer
alır. Bu bölümde Ermiya bölümlerindeki gelişmelere benzer gelişmeler anlatılır.
O da tutsak edilip Babil'e sürgün edilenler arasında yer alır. Tutsaklığın ve
sürgünlüğün acılarını çekmiştir. Şunu da belirtelim ki günümüzde Yahudilerin
elinde bulunan Tevrat'ın bölümleri arasında bu ayetin içerdiği kıssadaki
olaylara harfiyen uyan açıklamalar bulunmamaktadır. Ama bu kıssanın daha önce
yahudilerin elindeki Tevrat bölümleri arasında yer alıp da daha sonra koybolmuş
olma ihtimalini ortadan kaldırmaz.
Önceki kıssadan sonra
bu kıssanın anlatılmış olması, insanların Allah'a karşı çeşitli tutumlar İçinde
olduklarını örneklendirmeye dönük olduğunu çağrıştırmaktadır. Şöyle ki: Kafir
kral Allah'ı ve kudretini inkar etmiştir.
O kadar ki, kendini
Allah'a denk kabul edecek kadar ileri gitmiştir. Büyüklük kompleksine kapılmış,
haddini aşmıştır, şu halde o, pis bir zalimdir. Bu adam ise somut delili görür
görmez Allah'ın kudretini itiraf etmiştir. Çünkü o gerçeği arayan, iyi niyetli
samimi bir kimseydi. Dolayısıyla ayet, sûrenin akışıyla bütünlük arzediyor.
Önceki iki ayette aynı akış içinde hatırlatma örneklendirme, öğüt ve teselli
verme amacıyla sunulmuşlardır. Kur'an'ın sunduğu kanıtlar, dinleyiciler
üzerinde etkili olmuştur. Çünkü onların bildikleri, tanık oldukları realiteden
örnekler vermiştir.
Bu
kıssanın manevi işaretlerle ve remzi ifadelerle yorumlanması istenmiştir. Biz
bu tür bir izah ve yorum tarzından yana değiliz. Bunun bir yararının olduğuna
da inanmıyoruz. Çünkü, ayetlerin akışından ve tabiin ve sonraki kuşağa mensup
ulemanın aktardığı rivayetlerin ifade tarzından kıssanın dinleyicilerin
bilmedikleri bir olaydan söz etmediğini anlıyoruz. Dolayısıyla dinleyicÜerce
bilinen bu kıssa hatırlatma, Örneklendirme ve öğüt verme amacı ile
sunulmuştur. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir. [535]
260- Hani
İbrahim: Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster demişti. Allah Ona:
İnanmıyor musun? deyince, "Hayır İnandım, ancak kalbimin tatmin olması
için" dedi. Öyleyse dört kuş tut. Onları kendine alıştır[536]
sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak sonra da
onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki şüphesiz Allah üstün ve güçlü
olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Hani İbrahim: "Rabbim, bana ölüleri
nasıl diriltiğini göster" demişti...
Bu ayette, üçüncü bir
kıssaya yönelik uyan, ya da hatırlatma amaçlı bir işaret yer alıyor. Şöyle ki:
Hz İbrahim Ölüleri tekrar nasıl dirilttiğini Rabbin'den sorar. Yüce Ai-lah,
yoksa kudretine inanmadığı için mi böyle bir istekte bulunduğunu sorar. Ama Hz.
İbrahim gözleme dayalı bir itimana ulaşmak için böyle bir arzuda bulunduğunu
belirtir. Bunun üzerine yüce Allah, dört kuş tutmasını, onlan boğazlayıp
parçalamasını ve parçalan değişik dağların tepelerine bırakmasını, sonra onlan
çağırmasını emreder ve böyle yapması durumunda kuşların kendisine geleceğini
belirtir. Kıssada Hz İbrahim'e yöneltiliyor ve yüce Allah'ın üstün iradeli
olduğunu herşeye gücünün yettiğini hüküm ve hikmet sahibi olduğunu, bütün
fiilerinin doğru ve uygun olduğunu isteniyor.
Gerçi ayette sonuçla
ilgili bir açıklama yer almıyor ama üslubundan Hz. İbrahim'in emredilenleri
yaptığını ve parçaların birleşip kendisine canlı olarak geri döndüğünü Allah'ın
kudretiyle koşup geldiğini anlıyoruz.
Taberi'nin İbn-i
Cüreyc'den rivayet ettiğine göre, Hz. İbrahim bir yolda giderken, ölmüş bir
merkebin cesedine rastlar. Kuşlar ve yırtıcı hayvanlar cesedi parçalamış, geride
iskeleti kalmıştır. Yırtıcı hayvanlar ve kuşlar oradan uzaklaşınca, Hz. İbrahim
orada durur ve manzarayı hayretle seyreder. Sonra der ki: "Rabbim, bu
etleri yırtıcı hayvanların ve kuşların karınlarından toplayacağını biliyorum.
Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster".
Bu rivayet, olsa olsa
Hz. İbrahim'in böyle bir soru sormasının nedeni olabilecek durumlara ilişkin
bir varsayım olabilir. Ne Peygamberimizden ne de bir başkasından böyle bir söz
aktarılmış değildir.
Görüldüğü gibi ayet-i
kerime sûrenin akışıyla bütünlük oluşturmaktadır. Sunuluş gayesi, yüce
Allah'ın ölüleri diriltme gücüne sahip olduğunu bir somut örnekle izah etmektir.
Bir diğer husus da, iyi niyetli ve temiz kalpli kimselerin Allah'a ve kudretine
karşı takındıkları tavra ilişkin bir sahneyi canlandırmaktır.
Müfessirler[537] bu
kıssayla ilgili olarak da uzun ve şaşırtıcı açıklamalarda bulunmuşlardır.
Siyer ve ahbar ulemasına dayandırılan bu açıklamaları birer birer sunma
gereğini duymuyoruz. Çünkü kıssanın sunuluşu ile güdülen amaçla
bağdaşmamaktadır. Bununla beraber açıklamalar, kıssanın Peygamberimiz zamanında
ve çevresinde anlatıldığını göstermektedir. Kıssa bu üslupla vahyedilmiştir ki,
tıpkı önceki iki kıssa gibi öğüt alınsın ve bir somut ömek gibi algılansın.
"Tekvin" bölümünün on beşinci bölümünde anlatılan bir kıssa bir
ölçüde ayetteki kıssayla benzerlik oluşturmaktadır. Söz konusu kıssada yüce
Allah, İbrahim'e soyundan bir mirasçı bahşedeceğini haber verir. Hz. İbrahim
bunu garipser. En azından bu olay, kıssanın toplumda bilindiğini gösterir. Her
ne kadar Kur'an'daki kıssayla aralarında tıpa tıp bir benzerlik olmasa da bizim
kanaatimize göre, Kur'an'da yer alan kıssa, o gün için yahûdiler ve onlardan
etkilenen Araplar arasında biliniyordu.
Her halükârda kıssa,
Allah'ın peygamberlerinden birinin, Allah'ın kudretini gözle görmeye ilişkin
arzusunun somutlaştığı tavrı yansıtmaktadır. İnandığı halde, yüce Allah, onun
bu isteğini yerine getiriyor ki, inancı artarak pekişsin. Kıssanın vahyedilişi,
Önceki kıssalarda olduğu gibi öğüt ve ibret alınmaya yöneliktir.
Biz, üç kıssanın
ardarda indiklerini ve bu nedenle sûrenin bütünü içinde peşpeşe dizildiklerini
düşünüyoruz. Hatta, bir kerede inmiş olmalarını da ihtimal dahilinde görüyoruz.
Böyle olunca, önceki iki ayet, 256-257. ayetleri üzerine bir değerlendirme
işlevini yerine getirmiş olurlar.
Bu ve bundan önceki
kıssa, kötü niyetten, düzenbazlıktan, inkarcılıktan ve büyüklük kompleksinden
kaynaklanmadığı sürece, daha fazla mutmain olmaya Allah'ın ayetlerini daha iyi
kavramaya, azametinin ve kudretinin göstergelerini somut bir şekilde gözlemlemeye
yönelik arzunun normal olduğunu ortaya koymaktadır. Bîr mü'minin böyle bîr şeyi
arzulamasını engelleyecek bir şey yoktur. Böyle bir arzunun varlığı, mü'minin
Allah ve gücü hakkında kuşkuya düştüğüne ilişkin bir gösterge veya kanıt
olarak değerlendirilemez. Çünkü şüphe ile iman bir arada olamazlar. Bütün olan
şey şudur: Mü'minin gaybi yakinini, gözleme dayalı yakine dönüştürecek bir
gelişmeyi görmek istemesi son derece normaldir. Buhari ve Müslim'in rivayet
ettikleri bir hadiste şöyle deniyor: "Biz İbrahim'den daha fazla şüphe
etme hakkına sahibiz. Hani O: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster" demişti de Allah: "Yoksa inanmıyor musun?" deyince:
"Hayır inanıyorum, ancak kalbimin tatmin olması için cevabını
vermişti".
Müfessirlerin
belirttiğine göre Peygamberimiz bazı insanların Hz. İbrahim'in Allah'ın kudretinden
şüphe ettiğini sandıklarını görünce bu sözü söylemiştir. Ayrıca hadisi de
şüpheyi reddedici yönde yorumlamışlardır. Bu yoruma göre Peygamberimiz şunu
demek istemiştir: "Biz şüphe etmediğimize göre İbrahim'in şüphe etmesi söz
konusu olamaz[538].[539]
261- Mallarını Allah yolunda infak edenlerin
örneği yedi başak bitiren, her bir başaktan yüz tane bulunan bir tek tanenin
örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah ihsanı bol olandır,
bilendir.
262-
Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden
başa kakmayan'[540] ve
eziyet vermeyenlerin[541]
ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun
olmayacaklardır.
263- Güzel
bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.
Allah hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.
264- Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe
inanma-yıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet
ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde
toprak bulunan bir kayanın'[542]
durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur[543] düştü
mü, onu çırılçıplak[544]
bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç bir şeye'[545] güç
yetiremezler. Allah kafirler topluluğuna hidayet vermez.
265-Yalnızca
Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip güçlendirmek için
mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur
aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin'[546]
örneğine benzer ki, ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çişin-ti'[547] vardır.
Allah yaptıklarınızı görendir.
266- Hangi biriniz ister ki, altından ırmaklar
akan hurmalardan, üzümlerden bir bahçesi olsun, İçinde kendisinin olan bütün
ürünler de bulunsun; fakat kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, üstelik zayıf ve
küçük çocukları olsun böyle bir durumdayken ona ateşli bir kasırga'[548]
isabet etsin de yanıversin. İşte Allah size ayetleri böyle açıklar ki,
düşüne-sİniz.
267- Ey iman edenler kazandıklarınızın iyi
olanından'[549] ve sizin için yerden
bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız'[550]
bayağı'[551] şeyleri vermeye
kalkışmayın'[552] ve bilin ki, şüphesiz
Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır.
268- Şeytan sizi fakirlikle korkutuyor ve size
çirkin hayasızlığı emrediyor. Allah İse size kendisinden bağışlama ve bol
ihsan vadediyor. Allah rahmetiyle geniş olandır, bilendir.
269- Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz
kendisine 298 hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl
sahiplerinden başkası Öğüt alıp düşünmez.
270- Her neyi nafaka olarak infak eder ve adak
olarak neyi adarsanız, muhakkak Allah onu bilir, zulmedenlerin yardımcıları
yoktur.
271- Sadakaları açıkta verirseniz ne iyi; fakat
gizleyip fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. O günahlarınızdan
bir kısmını bağışlar. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.
272- Onların hidayete ermesi, senin üzerinde bir
yükümlülük değildir. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak
her ne infak ederseniz, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah'ın hoşnutluğunu
istemekten başka bir amaçla infak etmezsiniz. Hayırdan her ne infak ederseniz
-haksızlığa uğratılmaksızın- size eksiksizce ödenecektir.
273- Sadakalar kendilerini Allah yolunda adayan'[553]
fakirler İçindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler.
İffetlerinden dolayı[554]
bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip'[555]'
insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu
bilir.
274- Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve
açık infak ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku
yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
"Mallanın Allah
yolunda infak edenler..."Ayetlerde;
1) Mallarını
Allah yolunda infak edenlerin durumu bir örnekle somutlaş-tırılıyor. Buna göre
onlar her bir başakta yüz tane bulunan yedi başak veren bir ürün ekip böylece
büyük bir verim elde eden çiftçilere benzerler. Örneği izleyen değerlendirme
cümlesi ise teşvik niteliklidir; Yüce Allah, dilediğine salih amellerinin karşılığını
fazlından kat kat verir. O'nun lutfu boldur. İnsanlann amellerini ve
niyetlerini bilir.
2) Matlarını Allah yolunda infak edip de
ardından başa kakmayan, bağışta bulundukları kimselerin gururunu
incitmeyenlerden övgüyle söz ediliyor. Söz, işaret veya davranışla onları
rencide etmeyenler övgüyü haketmişlerdir. Onlar, Allah katında büyük bir ödül
kazanacaklardır. O'nun katında korku veya üzüntü verecek bir durumla karşılaşmayacaklardır.
3) Başa kakma ve bağışta bulunulanın gururunu
incitme yasaklanıyor. Ardından şu gerçeğe dikkat çekiliyor: Sadakaya muhtaç
durumda olanlara güzel söz söylemek, ba-ğışta bulunurken sevgi ve şefkat
göstermek, başa kakmaktan, onların gururlarını incitmekten daha hayırlıdır.
Allah'ın bu türden sadakalara ihtiyacı yoktur. O halimdir, sadaka verirken başa
kakan, sadaka verdiği kimsenin gururunu rencide eden, böylece gazabını
hakedenleri cezalandırma hususunda acele etmez.
4) Bu tür
bir davranışın yasaklanışına yönelik ikinci uyarı ise, bunun sadakanın sevabını
geçersiz kıldığının vurgulanmasıdir. Bu tür davranışların mü'minlerden sadır olması
yakışık almaz. Bunu yapsa yapsa, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, insanlara
gösteriş için malını harcayan bir kimse yapar. Bu türden sadakalar, altında
sert bir kaya bulunan az toprağa benzer. Üzerine ne kadar yağmur yağarsa yağsın
ürün vermeye elverişli değildir. Çünkü yağmurdan sonra, toprak sele karışır
gider, sert ve dümdüz bir kaya meydana çıkar. Bunların infak ettikleri
şeylerden bir yarar sağlamaları mümkün değildir. Çünkü bu davranış Allah'a
yakınlaşma, O'nun rızasını, katındaki hayırları kazanma duygusuyla
sergilenmemiştİr. Onlar, kötü niyetli, iğrenç tıynetti inkarcılardır. Onların
Allah'ın hidayetine ve hoşnutluğuna erişmeleri mümkün değildir.
5) Allah'ın
rızasını elde etmek için içtenlikle ve samimiyetle, hayır amaçlı harcamada
bulunanların Örneği şudur: Verimli ve güzel bir bahçe. Bu bahçe iyi ürünler
yetiştirir. İster sağnak şeklinde yağsın, ister hafif bir çisinti olsun, yağan
her türlü yağmur ürünlerinin kat kat artmasına yol açar.
6)
Somutlaştırma amaçlı bir soruya yer veriliyor: Hangi biriniz ister ki,
hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, bu bahçe iyi ve bol ürün versin.
İçinden gürül gürül sular aksm. Sonra ateşli bir kasırga, bir sam yeli essin ve
bu bahçeyi yakıp küle çevirsin, aynı zamanda kendisi de ömrünün sonuna gelmiş
olsun, bozulanı düzeltme imkanına sahip olmasın, üstelik bahçeyi yeniden
onarmaları mümkün olmayan zayıf ve küçük çocukları da bulunsun? Bu örnekte,
gösteriş amaçlı başa kakmalı ve rencide edici infak, yakıcı, kavurucu rüzgara
benzetilmiştir. O da infakın ecrini silip süpürür. Ayrıca insanı Allah katında
güç durumda bırakır ve telafisi de mümkün olmaz.
7)
Müslümanlara yönelik bir direktife yer veriliyor. Sahip oldukları malların ve
kazancın en iyi kısmından sadaka vermelerinin gerekliliği vurgulanıyor. Ancak
ucuz bir fiyatla üstelik istemeye istemeye ve gözünü kapatarak alabilecekleri
bayağı şeyleri infak etmeye yeltenmemeleri hususunda uyarılıyorlar. Bu arada
yüce Allah'ın bu tür sadakalara ihtiyacının olmadığı ancak güzel ameliyle
övgüyü hakedenleri de övdüğü belirtiliyor. Sahip oldukları malların Allah
tarafından kendilerine nzık olarak verildiğine yönelik hatırlatma amaçlı bir
işaretle meselenin önemine parmak basılıyor. Dolayısıyla müslümanlar
kolaylarına geldiği kadarıyla kazançlarından, topraktan elde ettikleri üründen
Allah yolunda gönül hoşnutluğuyla infak etmekle yükümlüdürler.
8) Cimrilik
etmek ya da bayağı ve kötü şeyleri infak etmek ancak şeytanın telkinlerinin
bir sonucu olabilir. Çünkü insanları fakirlikle korkutan böylece infak
etmelerine engel olan odur. O kötülükten, hayasızlıktan ve günahtan başkasını
telkin etmez. Oysa yüce Allah insanları riyasız ve başa kakmasız infak etmeye
çağırırken, aslında onları harcadıkları maldan daha hayırlısına çağırmaktadır.
Rahmet ve bağışlama vadetmekte-dir. Kendilerine yönelik fazlını arttıracağını
vurgulamaktadır. Hiç kuşkusuz, O'nun lutfu boldur. O, insanların hangi
niyetleri taşıdıklarının ne tür davranışlar içinde olduklarını bilir.
9) Olguları
gereği gibi kavrayanlardan övgüyle söz ediliyor ve bunun yüce Allah'ın dilediği
kimselere, bahşettiği "hikmet" olduğu belirtiliyor. Kime hikmet
verilmişse kuşku yok ki, ona çok hayır verilmiştir. Fakat aydınlık bir akla ve
duyarlı bir kalbe sahip olanlar hikmeti elde eder, ondan yararlanabilirler.
10) Yüce
Allah insanların hayır, iyilik ve kurban amacıyla yaptıkları harcamaları ve
kendilerini bağladıkları adakları bilir. Fakat suçlu zalimler ve kötü
tıynettiler Allah katında bir yardımcı bulamazlar. Kur'an ifadesi, insanları
infak ve adaklar hususunda iyi niyete, sadakaları ve kişinin kendini bağladığı
adakları yerine getirmeye ve cimrilik etmemeye teşvik eder gibidir.
11) Sadakalann her halükârda bir fazilet, hayır
ve ibadet olduklarına işaret ediliyor. İster açıktan, ister gizlice muhtaçlara
ulaştırsınlar, sonuç itibariyle fark etmez. Bu arada, infakı gizlice yapmanın
daha hayırlı olduğu belirtiliyor. Yüce Allah'ın ki insanların niyetlerini ve
amellerin bildiği vurgulanıyor. Gerçek ve ihlaslı mü'minlerin günahlannı örter,
sürçmelerini hoş görür.
12)
Peygamberimize veya mutlak olarak dinleyiciye bir hitap yöneltiliyor; bütün insanları
hidayet erdirmekle yükümlü olmadığı insanları hidayete erdirme yetkisinin Allah'a
ait olduğu belirtiliyor. Hitabın yönü müslümanlara çeviriliyor ve şu gerçeğe
dikkatleri çekiliyor: Ne infak, ederlerse kendi yararlarına olacaktır. Yeter
kî, Allah'ın rızasını gözetsinler. Allah, ecirlerini eksiksiz verecektir.
13) Bu
arada, Allah yolunda faaliyet gösterdikleri için nzik edinme ve mal kazanma
imkanına sahip olmayan ayrıca yüzsüzlük edip kimseden bir şey istemeyen
müslüman fakirlerin durumuyla ilgilenmeleri gerektiği dile getiriliyor. Bunlara
yardım etmek, in-fakta bulunmak daha büyük ve daha gerekli bir yükümlülüktür.
Allah bu tür kişilere infak eden insanları bilir ve Ödüllerini eksiksiz verir.
14) Son olarak her ortamda ve her koşulda gece
gündüz, gizli açık mallarım Allah yolunda İnfak edenlerden söz ediliyor ve
ecirlerinin Allah katında olduğu, korkmalarına ve mahzun olmalarına gerek
olmadığı belirtiliyor.
Allah yolunda infak,
fakirlere hayır amaçlı yardımda bulunmak ve bu davranışın faziletleri,
müstehaplan, mekruhları, adap ve şartlarıyla ilgili direktif ve uyarılar içeren
bu ayetler, son derece etkileyici bir bölüm oluşturuyor.
Müfessirler, bölümün
bazı ayetleriyle ilgili olarak çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bu
rivayetlerin birinde 261. ayetin Tebük seferinin maddi finansmanı amacına
yönelik olarak servetlerinin büyük kısmını bağışlayan Osman b. Affan ve
Abdurrahman b. Avf hakkında indiği dile getirilir. Bir diğerinde 267. ayetin
kötü hurmalar getirip bunu o yıl-ki zekatları olarak sunan veya yoksullar yesin
diye mescidin bir yerine asan bir topluluk hakkında indiği belirtilir. Bir
başkasında 272. ayetin ehl-i kitaptan, yahudilerden veya müşriklerden yoksul
olan bazı kimselere sadaka vermeyen ya da onlara sadaka vermekten hoşnut
olmayan bazı müslümanlar hakkında indiği söyleniyor. Yine bu rivayetlerin
birinde belirtildiğine göre 273. ayet suffa ehli hakkında inmiştir. Bunlar
gariban ve yoksul müslümanlardı. Rasulullah mescidinde yatıp kalkıyorlardı.
Müslümanların bağışla-nyla geçiniyorlardı. Rasulullah'ın düzenlediği her sefere
katılırlardı ve insanlardan bir şey istemekten de haya ederlerdi. Bir rivayete
göre de 274. ayet, Ali b. Ebu Talip hakkında inmiştir. Hz. Ali'nin dört
dirhemi vardı. Birini gündüz, birini gece, birini gizli ve birini de açıktan
infak etmişti[556].
İlk rivayetle ilgili
olarak şunu söyleyebiliriz: Tebük seferi, Medine döneminin sonlarında
düzenlenmiştir. Bu ayetlerde Bakara sûresinde yer aldıklarına göre Medine döneminin
başlarında inmişlerdir. Son rivayetse, kişilerin gece gündüz gizli ve açıktan
sürekli olarak bağışladıkları mallardan söz eden ayetlerin akışıyla
uyuşmamaktadır. Ama ikinci ve üçüncü rivayet, ayetlerin akışıyla örtüşüyor.
Dolayısıyla sahih olabilirler.
Ne var ki, biz
ayetlerin birbiriyle uyumlu, bütünlük arzeden birbiriyle bağlantılı bir bölüm
olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla ayetlerin bir kerede indiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. Yine bizim kanaatimize göre, bu bölümde yeniden başa dönülüyor
ve Allah yolunda savaş ve infak yükümlülüğünü içeren önceki bölümün giriş
kısmıyla bağlantı kuruluyor. Dolayısıyla bu iki bölüm arasında yer alan
ayetler, somutlaştırma, öğüt verme ve değerlendirme amaçlı ara söz
niteliğindedir. Kur'an'ın bütünü açısından alışık olduğumuz bir üsluptur bu.
Ancak bu durum söz konusu bölümlerin tümünün bir kerede inmiş olmasını
gerektirmez. Peydcr pey ya da belli aralıklarla parça parça inmiş olmaları
daha sonra aralarındaki münasebet ve yakınlıktan dolayı sûrenin akışının bu
kısmına yerleştirilmiş olmaları muhtemeldir. Rivayetlerin bazısında özellikle
ikinci ve üçüncü rivayette işaret edilen gelişmelerin meydana gelmemiş olması
için hiç bir neden yoktur. Bu olaylar, ayetlerin indiği ortamda yaşanmış
olabilir ve bunlara uyarı ve öğüt amacıyla işaret edilmiş olabilir.
Bölümü oluşturan
ayetler son derece etkileyici telkinler, hayranlık uyandırıcı öğütler ve bu
alanda zirve sayılacak direktifler içermektedir. Başka hiç bir düşünce
sisteminde bu zirveye ulaşılması mümkün değildir. Evet, Kur'an'ın bu Ölümsüz
direktif ve telkinlerini şöyle sıralayabiliriz: Başa kakma ve rencide edici
davranışlar içinde bulunmanın yasaklanışı. Güzel bir sözün, eziyet verici bir
sadakadan üstün tutulması. Bayağı şeylerden değil, helal ve güzel şeylerden
infak edilmesinin gerekli olduğunun vurgulanması. Elde ettikleri rızkın Allah'a
ait olduğunun dile getirilmesi. Mal Allah'ındır; O, infak ettikleri şeylerin
helal ve güzel mi yoksa bayağı şeylerden mi olduğunu bilir. Dolayısıyla helal
ve güzel şeylerden infak etmeleri kendileri açısından daha iyidir. Nerede ve
hangi ortamda olursa olsun, Allah yolunda ve fakirlere yardım amacıyla infakın
teşvik edilmesi. Sadaka verilen kişinin etnik kökenine ve dinine bakmamak
gerekir. Çünkü sadaka, ancak Allah rızası için verilir. İnsanları doğru yola
iletme yetkisi yüce Allah'a aittir. Dolayısıyla bir fakirin sırf dini ayrıdır
diye, mahrum bırakılması doğru değildir. Gizli yapılan bağışların daha üstün
olduklarının vurgulanması. Böylesi, sırf Allah rızası için olmak bakımından
daha uygundur. Ayrıca sadaka verilenin onurunu da rencide etmez. Sadaka
vermekten kaçınmanın şeytanın vesvesesi olduğunun belirtilmesi. Şeytan, mal
sahiplerini fakirlikle korkutur. Oysa yüce Allah sadaka verenlere bağışlanma ve
bol lu-tuf va'dediyor. Yüzsüzlük edip insanlardan bir şey istemeyen veya Allah
yolunda ve müslümanların maslahatı uğrunda kendini adayan fakirlere gereken
ilgiyi göstermek, onların geçimlerini garanti altına almak gerektiğinin
vurgulanması...Allah'ın tavsiyelerine uygun hareket etmenin derin bir hikmet
olduğunun vurgulanması. Aydınlık akıl sahipleri ve kalpleri duyarlı olanlar bu
uyarıları dikkate alıp, onlara uygun hareket etmekle yükümlüdürler. Bu
ilkelerden sapanların kendilerine zulmedenler olduklarının dile getirilmesi.
Allah böylclcrinc yardım etmez. Son olarak yüce Allah'ın müslümanın Allah
yolunda yaptığı harcamanın kat kat arttıracağına ilişkin teşvik edici va'di...
Müfessirler
bu ayetlerin açıklaması bağlamında bir çok hadis rivayet etmişlerdir. Bu
hadisler de başka açıdan etkileyici direktifler içermekte ve bunlar Kur'an
direktifleri ve telkinleriyle paralellik oluşturmaktadır. Bir yandan da
Kur'an'da değinilmeyen hususlara açıklık getirilmektedir. Bu hadislerin
birinde insanlardan bir şeyler istemesi helal olan insanın kim olabileceği
belirtiliyor: "Şu üç kişinin dışında kalanların dilenmesi, insanlardan
birşeyler istemesi helal olmaz: Bir adam, diyet ödemek zorunda kalır, bu yüzden
insanlardan yardım ister. İhtiyacını giderince de istemekten vazgeçer. Bir
adamın başına bir musibet gelir, malı telef olur. Bu yüzden normal bir geçinme
düzeyine erişene kadar insanlardan ister. Bir adam herhangi bir nedenle yoksul
düşer ve halkından deneyimli üç kişi "falan adam yoksul düşmüştür",
dese bu adam normal bir geçinme düzeyine erişene kadar insanlardan
İsteyebilir. Bu üç durumun dışında dilenmek, haramdır. Bu durumda kişi, haram
mal yemiş olur"[557].
Aynı konuya ilişkin olarak rivayet edilen bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor:
"Yeterince malı olduğu halde insanlardan isteyen bir kimse, kıyamet günü
dilenişi yüzünde bir tırmalama (veya yırtık ya da ısırık izi) olarak göründüğü
halde getirilir. Orada hazır bulunanlar: "Ya Rasulullah, yeterli malın
miktarı ne kadardır?" diye sordular. Buyurdu ki: "Elli dirhem ve ona
denk miktarda altın[558].
Üçüncü bir hadisle, Rasulullah şöyle buyuruyor: "Dilenme ancak şu üç kişi
için helaldir: Şiddetli bir yoksulluğa duçar olan. Ağır bir borcun altına giren
ve kan diyeti vermek zorunda olan kimse"[559].
Bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Hiç şüphesiz Müslüman olan,
kendisine yeterince nzık verilen ve yüce Allah tarafından kendisine verilenle
yetinme kanaati verilen kimse kurtuldu[560].
Bir başka hadiste şöyle buyuruluyor: "Nefsimi elinde tutan Allah'a
andolsun ki, birinizin ipini alıp odun sırtlaması, bir adamdan istemesinden,
isteğinin karşılanıp veya reddedilmesinden daha hayırlıdır[561].
Hakim b. Hazam'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyuruluyor: Rasulullah'tan
bir şeyler istedim, bana verdi. Sonra tekrar istedim yine verdi. Bir kez daha
istedim, bu seferde istediğimi verdi, ardından şunu söyledi: Ey Hakim şu mal,
yeşildir ve tatlıdır. Kim onu nefis cömertliğiyle alsa bereketlenir. Kim de onu
nefis tamahıyla alsa bu mal bereketli olmaz. Tıpkı ne yese doymaz bir insan
gibi olur. Veren el, alan elden hayırlıdır"[562].
Hz. Ebube-kir'in kızı Esma'dan şöyle rivayet edilir: "Rasulullah, bana
dedi ki: "İnfak et, ama verdiğini sayma; sana verilenler de sayılır.
Cimrilik etme; sana da cimrilik edilir[563].[564]
275- Faiz'[565]
yiyenler ancak şeytan çarpmış[566]
olanın kaikışı gibi kalkarlar. Bu onların: "Alım satım da ancak faiz gibidir"
demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır.
Kime Rabbinden bir öğüt gelir de faize bir son verirse, artık geçmişi
kendisine, işi de Allah'a aittir. Kim faize geri dönerse artık onlar ateşin
halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.
276- Allah, faizi yok eder[567]'
de, sadakaları arttırır. Allah, günahkâr kafirlerin hiç birini sevmez.
277- İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı
dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin
katırdadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
278- Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve eğer inanmışsa-nız
faizden arta kalanı bırakın.
279- Şayet böyle yapmazsanız, Allah'a ve Rasulü'ne
karşı savaş açtığınızı bilin[568]'.
Eğer tevbe ederseniz'[569]
artık sermayeleriniz sizindir. Böylece ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme
uğratılmış olursunuz.
280- Eğer borçlu zorluk içindeyse ona elverişli
bir zamana kadar[570]'
süre verin[571]. Borcu sadaka olarak
bağışlamanız İse, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.
281- Allah'a döneceğiniz günden sakının. Sonra
herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.
Bu ayetlerde;
1) Faiz alan
ve faiz yiyen kimseleri uyarma ve davranışlarının iğrençliğini sergileme
amacına yönelik bir örnek veriliyor. Bunlar kıyamet günü kabirlerinden
kalktıkları zaman bir saralı gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Bunun nedeni
faizi helal saymaları ve o-nun da alış veriş gibi olduğunu ileri sürmeleridir.
Oysa Allah alış verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır.
2) Bu ayetin inişinden önce faize bulaşanlara,
faizle alış veriş edenlere bir uyarıda bulunuluyor. Buna göre bu uyandan
gerekli dersi çıkarıp Allah'ın emri doğrultusunda faize son verenlerin eskiden
aldıkları kendilerinde kalacak ve işleri Allah'a havale edilecektir. Bu
uyarıya rağmen faizden vazgeçmeyenler ebediyen ateşte kalmayı hakede-ceklerdir.
Çünkü bu davranışları haramı helal sayma anlamına gelir.
3) Faiz ve
sadakanın gerçek mahiyetine ilişkin olarak ilahi bir duyuru yer alıyor. Allah
faizle elde edilen geliri siler, faizli mala bereket vermez. Beri tarafta bir
kısmı sadaka olarak verilen mal gelişir, büyür, sadaka verenlerin ecirleri de
katlanarak artar. Allah, haramları helal sayan, günah işleyen kafirleri sevmez.
4) Namazı dosdoğru kılan, mallarının zekatını
veren, haramı helal saymayan, günah işlemeyen salih mü'minlerden övgüyle sözediliyor.
Bu anlam şu cümlelerin kapsamındadır:
"İman edip güzel amellerde bulunanlar..." "Şüphesiz onların ecirleri Rablerinin
kalındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır".
5)
Mü'minlere yönelik bir hitap yer alıyor: Allah'tan korkup sakınmaya O'nun emir
ve yasaklarını çiğnememeye davet ediliyorlar. Şayet gerçek mü'minler iseler
insanlarda bulunan faiz borçlarından vazgeçmeleri sadece sermayelerini almakla
yetinmeleri isteniyor. Ardından çok sert bir ültimatom veriliyor: Eğer tevbe
edip faizli alış verişe son vermeyecek olurlarsa, bu davranışları Allah'a ve
Rasulü'ne savaş açmak anlamına gelir veya Allah ve Rasulü'nün kendilerine
savaş açmasının gerekçesi olur.
6) Yine
mü'minlere yönelik olarak bir diğer emir veriliyor: Zor durumdaki borçluya,
düzlüğe çıkana kadar süre tanımaları, sıkıştırmamaları gerekir. Hatta zor
durumda olan borçludaki alacaklarından vazgeçip sadaka olarak bağışlamalarının
daha hayırlı olacağı dile getiriliyor.
7) Allah'ın huzuruna çıkacakları bir günün musibetlerinden
dehşet verici olaylarından sakınmaları isteniyor. O gün herkes hakettiğini
eksiksizce ve haksızlığa uğratilmak-sızın alacaktır. Ayetin içerdiği anlamdan
çıkan sonuca göre söz konusu günün dehşetinden sakınmanın yolu, Allah'ın
emirlerine uyup yasaklarına riayet etmektir.
Ayetler, faiz meselesi
ve faizin haram kılınışı ile ilgili bir bütünlük arzediyor. Bununla beraber
önceki bölümle bir bağlantısının olduğu da sezinleniyor; özellikle zor durumda
olanların borçlarının bağışlanması, onlara sadaka verilmesi ile ilgili teşvik
edici ifadeler noktasında. Bir de yüce Allah'ın faizi yok ettiği, sadaka
verenlerin mallarım ise arttırıp çoğalttığı noktasında bir bağlantı
kurulabilir. İncelediğimiz bu ayetler bir kerede inmiş olabilir. Sûrenin bu
kısmına yerleştirilmiş olmaları ya önceki bölümden sonra inmiş olmalarından ya
da aralarındaki içerik yakınlığından kaynaklanan bir durumdur.
Şunu da hatırlatalım
ki, Rum sûresinde geçen bir ayette faizle zekat arasında bir karşılaştırma
yapılıyor ve faizin kötülüğüne ve zekatın iyiliğine, yararlılığına vurgu yapılıyor:
"İnsanların mallarından artsın diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz.
Ama Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekat ise, iste kat kat arttıranlar
onlardır" (Rum, 39). Dolayısıyla Kur'an'm ifade tarzı arasındaki uygunluğu
gözlemleyebiliriz. Bu ayeti de, incelediğimiz bölümle önceki bölüm arasındaki
bağlantının bir tanığı olarak değerlendirebiliriz.
Müfessirler[572]
ayetin Abbas b. Abdulmuttalib ve Halid b. Velid'in ya da Muğire-oğullan'ndan
bir adamın müslüman olmadan önce Sakif kabilesinden bazı kimselere faizle
verdikleri borçlarını faiziyle birlikte istemeleri ve sorunun Peygamberimize
götürülmesi üzerine indiğini rivayet etmişlerdir. Yine bu rivayetlere göre
281. ayet, Kur'an'ın inen son ayetidir. Dediklerine göre cahiliye döneminde bir
adam bir başkasına belli bir süre için borç verip de belirlenen süre sonunda
borçlu borcunu veremeyecek olsaydı, belli bir fazlalık karşılığında süre
uzatılırdı. İşte faiz budur.
Kanaatimize göre
ayetler üslup ve içerik olarak birbiriyle uyumlu tam bir bölüm görünümündedir.
Bu yüzden ayetlerin bir kerede indiklerini düşünüyoruz. Ama İslam'dan önce
faizle borç para veren bazı müslümanların zor durumdaki borçlularını
sıkıştırmaları üzerine bu ayetlerin inmiş olması da ihtimal dahilindedir.
Gödüğümüz kadarıyla
bölümün son ayetiyle hemen öncesindeki ayet arasında güçlü bir bağ ve uyum
vardır. Bu yüzden, bölümün son ayetinin tek başına ve Kur'an'ın son ayeti
olarak indiğine ilişkin rivayeti ihtiyatla karşılıyoruz. Bizim
değerlendirmemize göre sözkonusu ayet de bölümün diğer ayetleriyle birlikte
inmiştir. Şayet adı geçen ayetin, Kur'an'ın inen son ayeti olduğuna ilişkin
rivayetin aslı varsa, bu durumun bölümün tümü için geçerli olması söz konusu
olur. Buhari konuya ilişkin olarak İbn Abbas'tan bir hadis rivayet eder[573];
"Peygamberimize inen son ayet, faiz ayetidir. "İbn Kesir, Hz.
Ömer'den şöyle rivayet eder[574]:
"En son olarak faiz ayeti inmiştir". (Bir diğer rivayette)
"Kur'an'ın en son inen ayeti, faiz ayetidir. Rasulullah vefat etti ve bu
ayeti bize tefsir etmedi. Bu yüzden "faizden vazgeçin, faizle ilgisi
bulunmayan alış verişlere yönelin" veya "faizden ve şüpheden
vazgeçin". Bu iki rivayeti göz önünde bulundurarak [575].
ayete kadarki faiz bölümünün Peygamberimizin son dönemlerinde ve bir kerede
indiklerini söyleyebiliriz. Peygamberimizin Veda Haccı'nda şöyle buyurduğu
rivayet edi-lir28': "Faizin her çeşidi ayağımın altındadır. Ancak
sermayeleriniz sizindir. Ne zulmeder ne de zulme uğratılırsınız. Allah faizin
olmamasına hükmetti. Abbas b. Abdulmutta-lib'in aldığı faiz bütünüyle
ayaklarımın altındadır". Bu hadisten da aynı sonucu çıkarabiliriz. Çünkü
Abbas, Mekke fethinden Önce iman etmiş ardından Medine'ye hicret etmiştir.
Eğer bu ayetler Veda Haccı'ndan önce inmiş olsalardı, Hz. Abbas için vazgeçilmesi
gereken bir faizden söz edilmezdi. Çünkü onun Allah'ın bu kesin emrine uymasından
başka bir şey beklenemez.
Bununla beraber,
ileride de yeri geldikçe değineceğimiz gibi Kur'an'ın inen son ayeti olarak
başka ayetlere işaret eden birçok rivayet yer alır kaynaklarda.
incelediğimiz
ayetlerin ifade biçimi faizin haram kılmışı bağlamında kesin ve serttir.
Müfessirler cahiliye dönemindeki faiz uygulamasının tanımı ile ilgili olarak
söylediklerinin yamsıra Peygamberimizden ashabından ve tabiin ulemasından
hadisler, rivayetler ve görüşler aktarmışlardır[576].
Bunların bir kısmı, sahih hadis kaynaklarında da geçmektedir. Bu
değerlendirmeler İslam'ın faize getirdiği tanımla ilgili bir fikir vermektedir.
Buna göre faiz; ölçü, tartı ve tür olarak aynı olan bir malı karşılıksız olarak
verdiğinden fazla almaktır. Muamelenin peşin ve veresiye şeklinde olması
farketmez. Bir adam bir başkasına altın, gümüş, buğday ya da hurma verse, sonra
altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday ve
hurmaya karşılık hurma ama tür veya ölçü olarak fazla alsa işte bu fazlalık
ayetlerin haram kıldığı faizdir; ödeme belli bir süre sonra olsa da. Tür, ölçü
ve tartı açısından tam eşitlik gözetildikten sonra, altına karşılık altın, gümüşe
karşılık gümüş ve buğdaya karşılık buğday almanın hiç bir sakıncası yoktur.
Bir adam bir başkasına altın verse karşılığında da gümüş veya arpa ya da hurma
alsa yahut arpa verip karşılığında buğday alsa, ama tartı, ölçü ve tür olarak
fazla alsa, bu aldığı kârdır, helâldir. Çünkü yapılan iş, peşin veya veresiye
şeklinde de olsa, neticede alış veriştir. Fıkıh bilginleri peşin muamelelerde
uygulanan faiz türüne "riba et-tefadul" (arttırma faizi), borç
şeklindeki faiz muameleline de "riba en-nesie" (erteleme faizi) derler.
Ubade b. Samit kanalıyla rivayet edilen ve sünenlerde yer alan bir hadiste
Rasulul-lah'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Altın altına, gümüş gümüşe
ve buğday buğdaya, arpa arpaya, hurma hurmaya, tuz tuza karşılıktır; eşit, denk
ve başa baş bir şekilde. Bu türlerde değişiklik olunca, dilediğiniz gibi alış
veriş edebilirsiniz. Ama arttıran veya arttırmasını isteyen faizle muamele
etmiş olur. Alanla veren bu hususta eşit sorumluluk taşımaktadırlar[577].
Ayetlerin akışından
anladığımız kadanyla insanlar, Rasulullah zamanında arttırmayı (faiz anlamında)
kâr gibi görüyürlardı. Tür ve ölçü açısından eşitliğin olup olmamasını
önemsemiyorlardı. Bu tür bir muameleyi alış veriş olarak değerlendiriyorlardı.
Ama bu ayetler iki uygulama arasındaki farka dikkat çekti. Çünkü değişik türden
olan iki mal üzerinde yapılan alış veriş esnasında bir miktar arttırarak almak,
emeğin, vaktin, malın ve meşguliyetin karşılığıdır. Oysa denk türlerin,
malların ve miktarların el değiştirmesinde fazladan bir miktar almak,
karşılığı bulunmayan bir arttırmadır.
Yine ayetlerin
ruhundan anladığımız kadarıyla faiz muamelesinin uygulanışında ihtiyacın ve
ekonomik zorlukların büyük etkisi vardı. Faizin el değiştirmesi, alış veriş ve
ticaret şeklinde olmuyordu. Yani adam geçinmek için bir mala, özel hayatında
bir eşyaya ihtiyaç duyardı. Bu ihtiyacını gidermek amacıyla belli bir süre
sonra geri iade etmek ama bir miktar da fazladan vermek üzere borç alırdı.
Rivayetlerde belirtildiğine göre borçlunun ekonomik zorluklar içinde olmasından
dolayı bazen faiz katlanarak arttırdı. Kimi zaman borçlunun elinde ve avucunda
olan her şey faize giderdi. Al-i İmran süresindeki şu ayet, buna işaret
etmektedir: "Ey iman edenler faizi kat kat arttırılmış olarak yemeyin. Ve
Allah' tan sakının, umulur ki kurtulursunuz" (Al-i İmran; 130).
Eğer incelediğimiz bu
ayetlerin, Kur'an'in inen son ayetleri olduğuna ilişkin görüşler sahihse -ki
sunduğumuz rivayetler, bu değerlendirmeyi pekiştirmektedir- bu durumda Al-i
İmran sûresinin bu ayeti, kat kat arttırılmış faizi yeme yasağına giden bir ilk
adım olarak inmiştir. Sonra incelediğimiz bu ayetler, faizi kesin olarak haram
kılmak üzere inmişlerdir. Kur'an'ın yasama yöntemi, şer'i hükümler koyma üslubu
budur. Vahyin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, köklü ve toplum hayatında
büyük etkisi bulunan gelenekleri kaldırma bağlamında aşamalı bir metodun
izlenmesini öngörmüştür. Bu sû-renîn değişik yerlerinde yeri geldikçe işaret
ettiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim içki ve kuma-nn haram kılmışında da aynı yöntemi izlemiştir.
Çünkü her iki uygulamanın da toplum hayatı üzerinde derin ve güçlü bir etkisi
vardı.
Yukarıda işaret
ettiğimiz Al-i İmran sûresinin ilgili ayetinin faizle Ügili seri hükme ilişkin
bir ilk adım olduğunu söylememiz gerçeğin ifadesidir; ancak faizin kötülüğünün,
ondan kaçınılması gerektiğinin ilk işaretleri, Mekke inişli Rum sûresinin şu
ayetinde verilmiştir: "İnsanların mallarından artsın diye verdiğiniz
faiz, Allah katında artmaz. A-ma Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekat
ise, iste kat kat arttıranlar onlardır" (Rum; 39). Böylece Meke inişli
ayetlerle, Medine inişli ayetlerin içerdikleri direktif ve telkinlerin uyumu bu
meselede de kendini göstermiştir. Bir farkla; her dönemde inen ayetler,
meseleleri kendi dönemlerinin üslubuna uygun olarak ele almışlardır.
İncelemekte olduğumuz
ayetler, faizin iğrençliğini ve haram oluşunu vurgulamanın yanısıra, iyilik,
hoşgörü ve müslümanlar arası dayanışma, yardımlaşma duygusunu da teşvik
etmektedir. Bir adam sıkıntıya düştüğü zaman, kendisini bu sıkıntıdan
kurtaracak bir şeye muhtaç olduğu zaman, gidip durumu iyi olan kardeşinden
gönül rahatlığıyla, karşılık veya fazladan bir miktar vermeden, alabilmelidir.
Bir adam bir şekilde borçlandıktan sonra, eğer durumu da iyi değilse,
alacaklıdan şefkat, merhamet ve süre genişliği görmelidir. Bedel ya da fazladan
ödeme altına girmemelidir. Eğer borçlunun sıkıntısı had safhada ise, alacaklı
Allah rızası için alacağını sadaka olarak bağışlama erdemliliğini
göstermelidir. Kuşkusuz, bunlar tüm zamanlan kuşatan evrensel direktif ve
telkinlerdir.
Büyük maddi
sıkıntıları içinde olan muhtaçların oluşturduğu manzara, faizci-tefeci-lerin
onları sıkıştırmaları, sömürmeleri, böylesi zor zamanlarda faizin yol açtığı
yıkım, toplumsal felaket, neden olduğu kin ve nefret, bundan dolayı borçluların
içine düştüğü onur kırıcı, alçaltıcı durum, yaşanan bunalımlar her zaman
izdirap veren, büyük çöküntülere meydan veren acı manzaralardır. Faizin egemen
olduğu toplulukta yüzler asık ve bunalımlı olur. Faizin yol açtığı bu
manzaraları önlemek bağlamında ilahi hikmet kesin ve derin etkili bir üslup
seçmiştir. Bu üslupta iyilik, şefkat, yardımlaşma, hoşgörü ve sadaka amacı
belirgindir. Yani, müslümanlar arasında güçlü, köklü ve etkili bir sosyal dayanışma
öngörülüyor.
Müfessirlerin vurguladıkları
hususlar arasında şu da vardır: Faizle uğraşmak çalışma hayatını ekonomik
canlılığı ve ticari potansiyeli zayıflatır. Çünkü faizin özelliği, tıpkı kumar
gibi kolay elde edilen bir kazanç olmasıdır. Hiç kuşkusuz bu da az önce işaret
ettiğimiz değerlendirmelere eklenmesi gereken ilgi çekici bir husustur.
Tevrat'ın bazı
bölümlerinden anladığımız kadarıyla, Musevi şeriat, İsrailoğullannm
birbirlerine faiz alıp vermelerini yasaklamıştır[578].
Anladığımız kadarıyla bu uygulama, İsrailoğullanmn eski dönemlerinde
geçerliydi. O zamanlar kapalı bir toplum görünü-mündeydiler. Başkalarıyla
ilişkileri genellikle düşmanlık esası üzerine ve kopuktu. Sonraki dönemlerde,
şeriatlarının ruhuna muhalefet ettiler ve büyük oranlarda faiz uygulamalarına
bulaştılar. Bu yüzden şu ayetteki eleştiriyi hakketttiler: "Ondan
nehyediidikleri halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere
yemeleri..." (Nisa; 161). Arap zenginleri de faizle iş görüyorlardı.
Benzeri yıkım manzaralarını, Arap toplumunun dışındaki yerleşim birimlerinde
de görmek mümkündü. Şüphesiz İslam şeriatı, faizi haram kılarken, insana
yakışan bütün ırkları ve renkleri kucaklayan, açık bir toplum kurmayı
hedeflemiştir.
Peygamberimizden
faizden kaçınmayı, faizle iş görmekten uzak durmayı öğütleyen, uyaran birçok
hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri, Müslim, Ebu Davud ve Tirmi-zi'nin
Cabir'den rivayet ettikleri şu hadistir: "Rasulullah faiz yiyeni,
yedireni, yazanı ve şahid olanı lanetledi ve "hepsi de birdir"
dedi"[579]. Berra'nın Azib'den
rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Faiz yetmiş iki çeşittir.
En azı, insanın kendi annesiyle zina etmesi kadar ağır bir suçtur...[580]
İbn Abbas'ın rivayet
ettiği bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Rasulullah buyurdu ki: Kim bir
hakkı gasbeden bir zalime teşvik edici mahiyette destek olursa, şüphesiz Allah'ın
ve Rasulullah'ın zimmetinden çıkmıştır. Kim faizden bir dirhem yese, o otuz üç
kere zina etmek kadar ağır bir suç işlemiştir. Kimin eti, haram kazançtan
oluşmuşsa, ateş onun için en uygun karşılıktır"[581].
Kur'an ayetlerinin ve
hadislerin ruhundan ayrıca, kat kat arttınlan faizin yol açtığı felaket ve
yıkım manzaralarından anladığımız kadarıyla, faiz bu yıkımlardan, felaketlerden,
insanların belini büken katlanarak artış temayülünden dolayı haram kılınmıştır.
Bugün
müslümanlar, bunların tümünü yaşamaktadırlar. Zenginlerin yoksul çiftçilerin
emeğini, alın terini sömürdüklerine şahit oluyoruz. Yüz lira borç veriyorlar
bir yıl sonra veya bir hasad dönemi sonunda yüz otuz, yüz kırk ve yüz elli lira
alıyorlar. Faiz bu çiftçilerin bütün arazilerini, gelirlerini ve sürülerini
ellerinden alır. Onur kinci bir duruma düşmelerine neden olur. Babalarımızdan
bunun gibi bir çok yaşanmış olay dinledik. Ülkemizde ve diğer Arap ülkelerinde
duyduk gördük. Faizciler, bazı cahil şeyhler bulup, uygulamalarını güya haram
faizin çerçevesinden çıkarmak amacına yönelik olarak onlardan fetva alırlar.
Dolayısıyla borç senedinde yazılı olan meblağın dışında tamamen şekli bir alış
veriş gerçekleştirerek faizden kurtulmak isterler. Birçok insanın yıkılışına,
tükenişine şahit olduk. Daha önce zengin ve saygınken yoksul ve onursuz duruma
düşüşlerini ibretle gördük. Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, yüce Allah'ın
ihlasla, samimi bir inançla, zekat ve sadaka vermek suretiyle yoksullara yardım
eden mü'minlere yönelik teşvik edici telkinlerinin, mallarını arttıracağını
bildirmesinin altında bu sosyal gerekçeler yatmaktadır. Allah'ın bu
direktifleri, mü'minleri sosyal felaketlerden, yıkımlardan korumaya
yöneliktir. Allah'ın direktifleri uyarınca hareket eden mü'minler Allah'ın
lutfu sayesinde, O'nun nimeti gereğince rahat ve huzurlu bir hayat sürdürürler.
Bir kez daha Kur'anî bir mucizeyle karşı karşıya kalıyoruz: "Allah faizi
yok eder, sadakaları arttırır". Hiç şüphesiz Allah doğru söylüyor. [582]
282- Ey iman edenler, belirli bir süre için
borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızda bir katip doğru olarak'[583] yazsın,
katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde
hak olan da yazdırsın'[584] ve
Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiçbİrşeyi eksiltmesin'[585]'.
Eğer üzerinde hak olan düşük akıllı'[586] ya
da zaaf sahibi'[587]
veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın.
Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa şahidlerden rıza
göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak'[588] iki
kadın da olur. Şa-hidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar[589]'.
Onu az olsun, çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında
en adil, şahİdlİk için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır[590]'.
Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka,
bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış veriş ettiğinizde de
şahit tutun. Yazana da şahide de zarar verilmesin. Aksini yaparsanız, o
kendiniz için fısktır. Allah'tan sakının. Allah siz öğretiyor. Allah her şeyi
bilendir.
283- Eğer yolculukta iseniz ve katip bulamazsanız,
bu durumda alınan rehin yeter. Şu durumda eğer birbirinize gü-veriyorsanız,
kendisine güven duyulan Rabbi olan Allah'tan sakınsın da emanetini ödesin.
Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse artık şüphesiz onun kalbi günahkârdır.
Allah yaptıklarınızı bilendir.
Sefihen Düşük akıllı
veya mümeyyiz olmayan (bir hastalıktan veya yaşlılıktan ya da çocukluktan
dolayı).
"Ey iman edenler,
belirli bir süre için borçlandığınız zaman..." İfadeleriyle başlayan iki
ayet, borç ve alış veriş meselesinde nasıl davranmaları gerektiği hususunda
müslümanlara bazı direktifleri içermektedir:
1) Belli bir
süre için borçlandıkları zaman, bunu yazıya döküp belgelemeleri gerekir.
2) Katip de belgeyi doğru yazmakla yükümlüdür.
Borçlanma belgesini bu şekilde yazmasına hiç bir şey engel olmamalıdır. Çünkü
bu emri veren yüce Allah ona bunu öğretmiştir.
3) Borçlanan
kişi de katibe aldığı borcu yazdırmakla yükümlüdür. Açıklamada bulunurken
Allah'tan korkmalı ve aldığı borcun miktarını eksik söylememelidir. Şayet borçlanan
kişi temyiz gücünden yoksun veya bedensel olarak güçsüz ya da hasta ise onun
velisi borçlandığı miktarı ve şeklini katibe yazdırmakla yükümlüdür.
4)
Müslümanlar, borçlanma işleminin yazıldığı belgenin hazırlanışına iki erkeği veya
bir erkek ve razı oldukları güvendikleri iki kadını şahit göstermek
zorundadırlar. İki erkeğin bulunmaması durumunda bir erkeğin yanında iki kadının
şahitliğinin Ön görülmüş olması, birinin unutması durumunda diğerinin ona
hatırlatması içindir.
5)
Çağırıldıkları zaman, şahitlerin bundan kaçınmaları caiz değildir.
6) Müslümanlar, miktarı az olsun, çok olsun
borçlanma işlemini belgelemekten üşenmemelidirler. Çünkü böylesi, Allah katında
daha iyi, adalete daha uygun ve aralarında bir şüphenin meydana gelmesi için
daha garantilidir.
7) Bir
ticari muamele peşin olduktan sonra, bunun yazıya dökülmemesinin herhangi bir
sakıncası yoktur. Biri sattığı malı, biri de karşılığını o anda veriyorsa,
bunun için bir belgenin düzenlenmesi gereksizdir.
8)
Aralarındaki alış verişleri şahidler huzurunda yapmakla yükümlüdürler.
9) Hİç bir
şekilde ve hiç bir durumda katibe veya şahide zarar verilmemeli, sözlü ya da
fiili tacizde bulunulmamalıdır. Bu günahtır ve Allah'ın emirlerine isyan
demektir.
10) Eğer
taraflardan biri veya her ikisi yolculuğa hazırlanıyorsa ve borçlanma belgesini
yazacak bir katip bulamıyorlarsa, belge yerine geçmek üzere borçlunun
alacaklıya bir rehin vermesi uygundur.
11) Bir
kimse birine güveniyorsa, güven duyulan kişi arkadaşının kendisine yönelik
güven duygusunu ve bu zannını gerçekleştirmeye, doğrulamaya çalışmalıdır.
Dolayısıyla, kendisine verilen emaneti doğru ve eksiksiz bir şekilde yerine
ulaştırmahdır.
12) Bir
insanın herhangi bir konuda şahitliği gizlemesi caiz değildir. Şahitliği gizleyenin
kalbi günahkârdır.
13)
Mü'minler her durumda, Allah'tan korkup sakınmalı, aralarındaki muamelelerde
O'nu gözetmelidirler. O kendileri için iyi, güzel olan şeyleri öğretiyor,
çıkarlarına uygun prensipleri koyuyor. O, her şeyi bilir. Yapılan her şeyden
haberdardır.
İlk ayet, Kur'an'da
yer alan en uzun ayettir. İbn Kesir Şuayb b. Müseyyeb'e dayanarak şöyle der:
"Bana ulaşan haberlere göre, arştan en son inen Kur'an ayeti budur".
İncelediğimiz bu iki ayetin iniş sebebine ilişkin olarak belli bîr rivayete
rastalayamadik. Bize öyle geliyor ki, bu ayetlerle önceki ayetler arasında,
geçiş niteliğinde bir bağlantı vardır. Önceki ayetlerde borçtan ve alış
verişten söz edilmişti. Bu iki ayetse konuya ilişkin seri hükümleri belirlemek
üzere inmişlerdir. Bizim kanaatimize göre, bu ayetler önceki ayetlerden hemen
sonra inmişlerdir ve aralarındaki içerik ve iniş zamanı yakınlığı dolayısıyla
bu tarzda tertib edilmişlerdir.
İbn Kesir, İbn Abbas'm
şöyle dediğini rivayet eder: "Bu ayetlerin ilki, belli bir zaman için
yapılan "selem" muamelesi ile ilgili olarak inmiştir. (Selem; gelecek
hasad mevsiminde elde edilecek belli bir mahsulü, fiyatını peşin almak suretiyle
satmak şeklindeki alış veriş türünün adıdır). Ben şahidim ki, belli bir süre
için yapılan ödünç alış verişi (selef) Allah helal kılmıştır".
Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Selef şeklinde ödünç
veren, belli bir ölçeği, belli bir tartıyı belli bir süre için versin".
Ancak "belirli bir süre için borçlandığınız zaman..." cümlesindeki
mutlak ifade, prensibin her türlü borç alış verişini kapsayıcı nitelikte
konulduğunu göstermektedir.
Ayetlere damgasını
vuran eğiticilik ve yaşam özelliğinin şaşırtıcı güzelliği son derece
belirgindir. Bunu ayrıca vurgulamaya gerek yoktur. Bu prensipte müslümanlann
eğitilmesi, ticari muamelelerinin sağlama bağlanması, aralarındaki ilişkilerde
hak ve adaletin egemen kılınması göz önünde bulundurulmuştur. Çeşitli
sorunlara ihtilaflara ve bozukluklara yol açan başı boşluğun, düzensizliğin
önlenmesi amaçlanmıştır. Buna bağlı olarak dünyevi işlerinin yükümlü oldukları
hak, adalet, karşılıklı güven ve uyum esasları üzerine düzenlenmesi telkin
edilmektedir: "Ancak aranızda devredip durduğunuz ve pe§in olarak
yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur"
cümlesinden algıladığımız kadarıyla peşin alış verişlerin yazılması daha
iyidir; ancak kolaylık ve hafiflik olsun diye buna istisna getirilmiştir.
Müfessirler, bazı
tabiin ulemasına dayanarak ayetlerin İçeriğiyle ilgili olarak iki ihtimalden
söz etmişlerdir[591]. Bu
ihtimallerden birine göre, borcun yazılmasına ve bu muamelenin şahitler
huzurunda yapılmasına ilişkin emir, bir teşvik niteliğindedir ve müste-haptır.
İkinci ihtimal ise ayetlerin içerdiği emir ve direktiflere uymak vaciptir,
zorunludur.
Ayetlerin akışından ve
içeriğinden sık sık yapılan vurgulardan ayrıca peşin alış verişleri yazmamanın
bir sakıncasının olmadığının belirtilmesinden, bununla beraber (söylediğimiz
gibi) bu tür alış verişlerde bile yazmanın daha iyi olacağının telkin edilmesinden,
ikinci değerlendirmenin daha isabetil olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Katibin,
şahidin, borçlunun, velinin ve kendisine bir şey emanet bırakılan kimsenin
yükümlülüğü ile ilgili direktiflere gelince, bilginlerin büyük çoğunluğu
bunların zorunlu ve farz olduğu görüşündedir. Bizce bu değerlendirme doğru,
isabetli ve ayetlerin ruhuyla uyumludur.
Düşük akıllı, aciz ve
hasta kimselerin velilerinin yazdırmalarının ve açıklamalarının zorunluluğuna
işaret edilmesi gösteriyor ki, bu tür kimselerin kendileriyle ilgili sözleri ve
itirafları geçerli değildir. Çıkarlarının ve haklarının korunması için
velilerinin devreye girmeleri bir zorunluluktur. Sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz ki, buluğ çağına ermemiş çocuklar da bu ifadenin kapsamına
girerler.
İfadeden anladığımız
kadarıyla "velisi" kelimesinden maksat, buluğ çağına ermemiş çocuğun,
düşük akıllının ve aciz insanın, aralarında akrabalık bağı bulunan şer'i
velisi-dir. Bununla beraber, hakimler böyle kimseler için veliler tayin
edebilirler. Bu veliler (alimlerin rivayetlere dayanarak ortaya koydukları
gibi) onlann haklarını ve çıkarların korumakla yükümlüdürler.
"Eğer birbirinize
güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, emanetini odc-sin..."cümlesinin,
alacaklının borçluya güvenmesi, dolayısıyla borçlanma belgesi düzenlemeye ya
da borcun karşılığında rehin almaya gerek duymaması ile ilgili olması
muhtemeldir. Bir diğer ihtimal de mutlak anlamda emanetleri sahibine iade
etmekle ilgili olmasıdır. Konunun çerçevesinde baktığımızda birinci ihtimal
daha güçlü görünüyor. Ancak ikinci ihtimal de yabana atılacak değildir.
Taberi, bazı
sahabelere ve tabiin ulemasına dayanarak bu cümlenin içerdiği hükmün, borcun
yazılmasına ve borçlanma muamelesinin şahitler huzurunda yapılmasına ilişkin
hükmü neshettiğine dair çeşitli görüş ve değerlendirmeler aktarmıştır. Ancak Taberi
bu görüş ve değerlendirmelere tamamen katılmış görünmüyor. Doğrusu da budur.
Çünkü bu cümle, borçlanma belgesini düzenleyecek bir katibin bulunmaması
durumunda rehin verme ve güvenme bağlamında zikredilmiştir.
Müfessirlerİn büyük
çoğunluğu "şahidlerden rıza göstereceğiniz..." cümlesinde şa-
Iıitfik için adaletin
şart konulduğunu ve şahitlikten maksadın da bu olduğunu söylemişlerdir. Yani
şahitler güvenilir olmalı haklarında bu anlamda bir suçlama bulunmamalı ve
doğruluk ve dürüstlük nitelikleriyle temayüz etmiş olmalılar. Bu
değerlendirmeye olumlu olmakla beraber biz cümlenin daha geniş kapsamlı
olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla, şahitlerin şahitlikte bulunmaları,
tarafların nefsi ve kalbi rızalarına bağlıdır.
"Erkeklerinizden..."
ifadesi, şahitlerin nıüslümaniar arasından seçilmesinin zorunluluğunu ifade
etmektedir. Ama tarafların şahide güvenmeleri, adaleti gözeteceğine inanmaları
da önemli bir husustur. Müfessirler, ifadenin köleleri kapsayıp kapsamadığı hususunda
çeşitli görüş ve değerlendirmeler ileri sürmüşlerdir. Bazıları, kölelerin de bu
kapsama girdiğini söylerken, diğer bazıları bu durumun sadece özgür müslümanlar
için geçerli olduğunu söylemişlerdir[592].
Kur'an, din ve dünya ile ilgili meseleler bağlamında mü'minlere hiiap ederken,
özgür köle ayrımını yapmıyor. Mü'minleri bir bütün ve birbirinin dostu, velisi
olarak görüyor. Bu yaklaşımı şu ayetlerde gözlemlemek mümkündür: "Mü'min
erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder,
kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a
Rasulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.
Şüphesiz, Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" (Tevbe, 71).
"Nitekim Rableri onlara cevap verdi: Şüphesiz Ben erkek olsun, kadın
olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz
kiminizdendir. İşte hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların ve
yolumda işkence görenlerin çarpışıp öldürülenlerin, mutlak kötülüklerini örteceğim
ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım" (Al-i İmran,
195). Bunların arasında, hiç şüphesiz, özgür kimseler kadar köleler de vardır.
Ibn Kayyım el-Cevzi bu
konuya bir bölüm ayırmıştır[593]. Bu
bölümden miislüman kölenin şahitliğinin geçersiz olduğuna ilişkin güvenilir bir
rivayetin bulunmadığını belirtmiştir. Ona göre, köleler hem
"erkeklerinizden" ifadesinin hem de "içinizde adalet sahibi
olanları şahit tutun" ifadesinin kapsamına girerler. Adalet terazisi,
Allah'ın kitabı ve Rasulü'nün sünneti ve sahabenin icmaı, kölenin şahitliğinin
kabul edilmesini öngörür. Enes b. Malik'in şöyle dediği rivayet edilir:
"Kölenin şahitliğini kabul etmeyen birini görmedim".
Yine bu ifadenin
şümulü bağlamında bazı müfessirler müslüman olmayanların şahitliğinin caiz
olmadığını bazısı ise caiz olduğunu söylemişlerdir[594].
Gayri müslimlerin şahitliğine karşı çıkanlar ifadedeki açıklığı ileri
sürmektedirler ve derler ki: "Bir müslüman hakkında ancak bir müslüman
şahitlik yapabilir. Bu yüzden sadece müslümanlar-dan şahitlik talebinde
bulunması caizdir". Bunu caiz görenlerse "Maide" süresindeki şu
ayete dayanırlar: "Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı
zaman, vasiyet hazırlamşında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyişahid
tutun. Veya yolculukta olup size ölüm musibeti gelip çatarsa, sizden olmayan
başka iki kişiyi şahit tutun. Şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra
alıkoyarsıniz, onlar da size: "Akraba dahi olsa onu hiç bir değere
değiştirmeyeceğiz ve Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi takdirde biz
elbette günahkârlardan oluruz diye Allah adına yemin etsinler" (Maide,
106). Şunu da belirtelim ki, gayri müslimlerin şahitliğine karşı çıkanlar
Bakara süresindeki ayetin daha sonra indiğini, dolayısıyla bu ayetin hükmünü
neshettiğini söylemişlerdir. Bazıları İse Maide süresindeki ayetin işaret
ettiği durum yolculuk ve yabancılık halidir. Bu durumlarda ise, müslüman
şahitler bulmak mümkün olmayabilir. Yani bu tür ortamalarda gayri müslim şahide
ihtiyaç belirebilir. İbn Kayyım[595]
konuya ilişkin değerlendirmesinde Maide sûresinin ilgili ayetinin neshedilmiş
olmasını reddeder. Çünkü söz konusu ayet, gayri müslimin şahitliği veya
şahitlik talebi ihtimalini de gündeme getiren bir durumla ilgilidir, der ve
şöyle bir kıyas yapar: "Herhangi bir hakkın kesinleşmesi onların şahitliği
veya şahitlik talepleriyle mümkünse bundan kaçınmak gerekmez". Bunun dikkate
değer bir değerlendirme olduğu açıktır.
"Eğe?- iki erkek
yoksa, bîr erkek ve iki kadın da olur" cümlesi iki kadının şahitliğinin
bir erkeğin şahitliğine denk olduğunu ifade ediyor. Ayet bunu
gerekçelendiriyor. Kadının ilgi alanının, doğasının ve cinsiyetinin bunda
belirleyici olduğu anlaşılıyor.
Bazı tefsir bilginler,
Kur'an'ın vurguladığı bu gerekçenin dışında, kadının aklının, dininin
eksikliği, hafızasının zayıflığı gibi gerekçeler de ileri sürmüşlerdir. Bakara
sûresi 13. ayette geçen "düşük akıllılar" kelimesinin açıklaması
bağlamında işaret ettiğimiz bir hadisi de dayanak olarak göstermişlerdir. Söz
konusu ayeti incelerken gerekli değerlendirmelerde bulunduğumuz için tekrarına
gerek duymuyoruz[596].
Bizim kanaatimize göre az önce işaret ettiğimiz ifadenin kapsamındaki gerekçe
hakkı yansıtmaktadır. Ama bu gerekçe Kur'an'ın müslüman kadına tanıdığı haklan
ve vurguladığı liyakatim ihlal etmez. Evlilik hayatı hariç Kur'an'a göre kadın
ve erkek din ve dünya meselelerinde eşit konumdadır. Evlilik hayatında erkek
bir derece üstündür. Bunun gerekçelerini de ilgili ayetin tefsiri bağlamında
sıraladık. Daha önce çeşitli münasebetlerle değindiğimiz gibi ileride de işaret
etme imkanını bulacağız.
Müfessirler, tabiin ve
sonrası kuşağa mensup alimlerin bir kısmına dayanarak kadınların
şahitliklerinin, incelediğimiz bu ayetin öngördüğü biçimde dahi olsa (iki
kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olması), cezalar ve hadlerle
ilgili hususlarda geçerli olmadığına, onların şahitliklerinin ancak mali
konular, bir de doğum, emzirme, bekaret ve dulluk gibi normalde kendilerini
ilgilendiren hususlarda geçerli olduğuna ilişkin görüş ve değerlendirmeler
aktarmışlardır[597].
Bunları pekiştirecek bir hadise ya da sahabi sözüne rastlayanı adık. İbn-i
Kayyim bu meseleyi tartışmış ve sonuç olarak şunu söylemiştir[598]:
"Kur'an ayetleri
ve Peygamberimizin hadisleri, kadının şahitliğinin şu meselelerde geçerli, şu
meselelerde geçersiz olduğuna ilişkin bir kayıt getirmemiştir. Kadını şahitliği
her konuda geçerlidir". Bu değerlendirme doğrunun ifadesidir.
Her
neyse ayetin akışından ve Kur'an'm çeşitli münasebetlerle ortaya koyduğu gerçeklerden
çıkan sonuç şudur: Daha önce de söylediğimiz gibi kadın cinsiyle erkek cinsi
eşittir. İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit olarak ön
görülmesi, kadın cinsinin eksikliği, konumunun ve değerinin erkekten aşağı
olduğu anlamına gelmez. Bunun sebebi şudur: Kadın evin iç sorunlarıyla,
zevcelik ve annelik durumlarıyla oldukça fazla bir oranda meşgul olmaktadır.
Ekonomik veya başka maksatlı toplantı ve faaliyetlere katılması her zaman
mümkün olmayabilir. Erkeklerin bu alanlardaki faaliyetleri ve etkinlikleri her
zaman için daha fazladır. Kadının bu konulara yönelik ilgisinin azlığı,
unutmasına ya da değişik kuruntulara ve vehimlere kapılmasına sebep olabilir.
Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir. [599]
284-
Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İçİnİzdekini açığa vursanız da
gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya çeker. Sonra dilediğini bağışlar,
dilediğini azablandırır. Allah, herşeye güç yetirendir.
Ayet-i kerimede yüce
Allah'ın gökler ve yer üzerindeki mutlak egemenliğinden ve sınırsız tasarruf
yetkisinden söz ediliyor. Bu arada dinleyicilere şu mesaj veriliyor: Allah
onların gizledikleri ve açığa vurdukları her şeyi kuşatmıştır. Bunları onların
sevap ve azap hanelerine yazmaktadır. Günü gelince onları, bunlardan dolayı
sorguya çekecektir. Ardından hikmetinin öngördüğü biçimde onlara muamelede
bulunacaktır. Dilediğini bağışlar ve kusurlarını hoş görür. Dilediğini sorumlu
tutar ve azaba çarptırır. O her durumda her şeyi yapabilecek güce sahiptir.
Taberi îbn Abbas'a
tabiin ve sonrası kuşağa mensup bazı alimlere dayandırılan çeşitli
değerlendirmeler aktarır. Ortak nokta, bu ayetin şahitlik konusuyla, şahitliğin
açıklanması veya gizlenmesiyle bağlantılı olduğu biçimindedir. Önceki ayetlerin
konusu budur. Müfessirlerden Tabrasi, ayet-i kerimenin İçerdiği uyarı,
hatırlatma ve vurgulamalar itibariyle önceki ayetlerin bir devamı olduğu
görüşündedir. Bu değerlendirme isabetlidir ve incelediğimiz bu ayetle önceki
ayetler arasındaki bağlantıyı vurgulamaktadır.
Müfessirlerin
aktardıkları rivayetlere göre bu ayet indiği zaman müslümanlar yüce Allah'ın
İçlerinde geçen bazı düşüncelerden ve vesveselerden dolayı sorguya çekip cezalandırması
ihtimalinin belirmesinden dolayı telaşlandılar ve korku içinde Rasululla-h'ın
yanına giderek: "Buna güç yetmez" diye korkularını ve
çaresizliklerini dile getirdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara Allah'a
boyun eğip teslim olmalarım ve onun rızasına uygun olarak işi O'na
bırakmalarını emretti Onlar da böyle davrandılar. Daha sonra bu ayeti izleyen
ayetler indi ve önceki ayetin hükmünü neshetti[600]. Ne
var ki, mü-fessirler, İbn-i Abbas'tan ve diğerlerinden başka görüşler de
aktarmışlardır. Buna göre ayet-i kerime neshedilmemiştir. İçeriği de yüce
Allah'ın insanları açığa vurdukları ya da içlerinden geçirdikleri kötülük
nitelikli eğilimlerinden dolayı hesaba çekmesiyle ilgilidir. Hesaba çekmek,
yapılanları ve düşünülenleri sayıp dökmek anlamına gelir. Kaldı ki yüce Allah,
dilediğini affedeceğini ve dilediğini de cezalandıracağını belirtmiştir[601].
Ta-beri'nin değerlendirmesine göre en olumlu değerlendirme şudur: "Ayet
muhkemdir ve neshedilmemiştir". Biz de bu değerlendirmenin daha isabetli
olduğunu düşünüyoruz.
Ayetin
İfade biçimi mutlak olmakla beraber, ilahi hikmete ve Kur'an'ın açıklamalarına
ve mesajının amacına uygun olanı, ilahi bağışlamanın iyi niyet sahibi, muttaki
mü'minler, ilahi azabın da haktan ve doğru yoldan sapanlar için geçerli
olmasıdır. Taberi konuya ilişkin olarak İbn-i Ömer'den bir çok hadis rivayet
etmiştir: "Rasulullah (s) buyurdu ki: Kıyamet günü yüce Allah mü'min
kuluna yaklaşır, öyle ki onu yanına alı-verir. Sonra ona işlediği kötülükleri
anlatır ve sorar: "Bunları tanıdın mı?". "Evet" der. Allah:
"Onları dünyada gizledim, bugün de affediyorum" der. Sonra ona
iyiliklerini gösterir. Bunun üzerine: "İşte okuyun kitabımı (amel
defterimi)" der. Bir diğer rivayette ise, hadisin devamında şöyle deniyor:
"Kafir ve münafıkları ise şahidlerin huzurunda çağırır ve: Bunlar
Rablerini yalanladılar. Haberiniz olsun Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir
" der. Bu iki hadîs bizim az önce söylediklerimizi pekiştirici
niteliktedir. [602]
285- Elçi kendisine Rabbinden indirilene iman
etti, rnü'minler de. Tümü Allah'a, melekelerine, kitaplarına ve elçilerine
inandı. "Onun elçileri arasında hiç birini diğerinden ayırdetmeyiz.
İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı dileriz. Varış ancak
sanadır" dediler.
286- Allah,
hiç kimseye güç yet İreceğin den başkasını yük-lemez. Kişinin yaptığı İyilik
lehine, işlediği kötülük aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük[603]
yükleme. Rabbimiz kendisine güç yetiremeyeceğİmiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet.
Bizi bağışla. Bizi esirge. Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı
bize yardım et.
İlk
ayette, Rasullullah'ın ve mü'minlerin Allah'ın kendilerine indirdiği ayetlere,
Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandıkları belirtiliyor. Bu
ayetlerle önceki ayet arasındaki bağlantı farkedilecek kadar belirgindir.
Önceki ayeti tefsir ederken, bir rivayete yer verdik. Bu rivayette, ayetin
inişi üzerine mü'minlerin telaşa kapıldıkları ve Rasulullah'm onlara:
"Allah'a boyun eğin ve işi O'na bırakın" tavsiyesinde bulunduğu
zikrediliyordu. Öyle anlaşılıyor ki, mü'minler, tavsiyeye uyup Allah'a boyun
eğdiler ve işi Allah'a havale ettiler. Bunun üzerine ilahi hikmet bu iki ayetin
inişini öngördü, Ra-sulullah'ın ve mü'minlerin Allah'a boyun eğişlerini
vurguladı. Bu arada onlara bir duayı da öğretti. Ki yükümlülükleri
hafifletilsin, kusurları bağışlansın ve Allah kafirlere karşı onlara yardım
etsin. [604]
Bu iki ayet, aynı
zamanda "Bakara" sûresinin de sonunu oluşturuyor. Bu sûre İslam
çağrısının temel ilkelerini ve ana hedefelerini içermenin yanısıra, kulluk
sisteminin, sosyal ve ahlaki düzenin bîr çok ilkesini, yasaları ve
direktifleri bünyesine almaktadır. Hz. Peygamberin ve mü'minlerin, kendilerine
indirilen bütün ayetlere inandıkları, kendilerine yöneltilen bütün emir ve
yasaklara içtenlikle boyun eğdikleri güçlü bir ifade tarzıyla vurgulanıyor.
Birçok sûrenin sonunu
oluşturan ayetlerde olduğu gibi bu ayetlerde de son olma özelliği belirgindir.
Bakara sûresinin bu son ayetlerinin önemine ilişkin birçok hadis rivayet
edilmiştir. İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste şöyle deniyor: Rasulullah
Cebrail'le birlikte olduğu bir sırada bir gürültü duyuldu. Bunun üzerine
Cebrail göğe doğru baktı ve şöyle dedi: Bu, gökte daha önce hiç açılmamış bir
kapının açılışının çıkardığı sesti. Bu kapıdan bir melek indi ve
Peygamberimizin yanma geldi. Ona dedi ki: "Müjdeler olsun. Daha önce hiç
bir peygambere getirmediğim iki nur getirdim sana. Biri Fatiha diğeri de
Bakara sûresinin son ayetleridir. Onlardan ne okusanız, mutlaka size verilir"[605].
İbn Mesud'un rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurur: "Kim,
Bakara sûresinin son iki ayetini her gece okusa, bu ona yeter[606].
Ebu Zer'in rivayet ettî-ği hadiste şöyle deniyor: "Rasulullah buyurdu ki:
"Bakara sûresinin sonu, bana arşın altındaki hazineden verildi[607].
Müfessirler[608]
yüce Allah'ın Peygamberimizin ve müslümanlarm duasını kabul ettiğini dile
getirmişlerdir. İbn Abbas'm şöyle bir rivayeti de vardır. "Elçi,
inandı..." diye başlayan ayet indiğinde Peygamberimiz onu okudu.
"Rabbimiz bağışlamanı dileriz" cümlesine gelince, Allah: "Sizi
bağışladım" dedi. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma" cümlesini okuduğunda, Allah:
"Size kaldıramayacağınız yükü yüklemeyeceğim" dedi. "Bizi
bağışla..." cümlesini okuyunca, Allah: "Sizi bağışladım..."
dedi. "Bizi esirge..." cümlesini okuyunca, Allah: "Sizi esirgedim..."
dedi. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et" cümlesini okuyunca,
Allah: "Size yardım ettim" dedi. Dahhak'tan rivayet edilen bir
hadiste şöyle deniliyor[609]:
"Cebrail Peygamberimizin yanma geldi ve ona dedi ki: Ey Muhammed de ki:
"Rabbimiz, unuttuklarımızdan ve yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu
tutma". Peygamberimiz öyle söyledi, Cebrail: "Allah öyle yaptı"
dedi. Sonra: "Rabbimiz, bize bizden öncekileri yüklediğin gibi ağır yük
yükleme de" dedi. Peygamberimiz bu sözleri söyledi. Cebrail: "Allah
Öyle yaptı" dedi. Sonra: "Rabbimiz kendisine güç yetiremeyeceğİmiz
şeyi bize taşıtma de" dedi. Peygamberimiz de öyle söyledi. Cebrail:
"Allah öyle yaptı" dedi. Sonra: "Bizi affet, bizi bağışla, bizi
esirge. Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et
de" dedi. Peygamberimiz de öyle söyledi. Cebrail: "Allah öyle
yaptı" dedi.
Müfessirler ayetlerin
açıklaması bağlamında, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir[610]:
Rasulullah buyurdu ki: "Benim ümmetimden hatanın, unutmanın ve zorlanmanın
sorumluluğu kaldırılmıştır". Bu hadiste, incelediğimiz ayetlerin
açıklanışı bağlamında bir müjde niteliğindedir.
Mekke inişli birçok
ayette, yüce Allah'ın bir nefse, kapasitesinin üstünde yük yüklemediği dinde
müslümanlara bir zorluk ve sıkıntı getirmediği vurgulanmaktadır. Yine bu
bağlamda, normal zamanlarda yasakladığı şeyleri zorunlu hallerde mubah kıldığı
belirtilir. Kafirlere karşı onlara yardım edeceği, tevbe edip pişmanlık
duymaları halinde hatalarım bağışlayacağı da bu müjdeler arasında yer alır.
Medine inişli birçok ayette de bu vaad ve müjdelerin pekiştirildiğini
görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, ilahi hikmet, bu iki ayeti vahyetmekle,
müslümanlara sürekli bir müjdeyi vermeyi öngörmüştür.
Kanaatimize
göre, yüce Allah'ın müslümanlara bir dua ile yüklememesini istemelerini
öğütlediği ağır yükten maksat Hz. Musa'ya indirilen şeriatın kapsadığı
yiyeceklere ilişkin ağır yaptırımlar, yasaklar, ayinler, hadler, cezalar, maddi
ve manevi necaset, kadınları ve evlilik hayatını ilgilendiren meselelerdir.
Bunlar da Tevrat'ın çeşitli bölümlerinde geniş biçimde yer alırlar. Kur'an'la
birlikte gelen İslam şeriatı, bunların çoğunu hafifletmiş, değiştirmiş ya da
neshetmiştir. Böylece bütün zamanlara ve mekanlara intibak eden evrensel bir
şeriat niteliğini kazanmıştır. A'raf sûresinde yer alan bir ayette gayet net
bir biçimde bu hususa dikkat çekilmiştir: "Onlar ki, yanlarındaki
Tevrat'ta ve İncil'de geleceği yazılı bulacakları ümmi haber getirici olan
elçiye uyarlar; o, onlara marufu emrediyor, münkeri yasaklıyor, temiz şeyleri
helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki
zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve
onunla birlikte indirilen nuru izleyenler, işte kurtuluşa erenler
bunlardır" (A'raf, 157). [611]
[1] el-itkan, Suyuti c.1 sh. 60
[2] İbn Kesir, BaKara sûresinin son ayetleri.
[3] ibn Kesir.
[4] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/35-37.
[5] Bkz. el-itkan fi Ulami'l-Kur'an, Suyuti d.sh. 60-68
[6] Bkz. "el-Kur'anu'l Mecid" adlı eserimiz sn.
52-112
[7] Bkz. İbn Kesir. Felak sûresi tefsiri.
[8] Kur’anü’l Mecit kitabımızın 52. sayfasına bkz.Şu da
var ki, bugün dünyada Osman’ın mushafından istinsah edilmiş ve yine onun
emriyle İslam ülkelerine gönderilmiş Mushaflardan birinin elde mevcut olduğu
konusu kesin olarak bilinmemektedir. Birinci ciltte, Kuzey Afrika ülkeleri
tarihi incelenmelerinde, bu nüshalardan Dımeşk ‘e gönderilen biri hakkında bir
haber vardır. Şöyle ki müellefin rivayetine göre Ebu Kasım et Tecibi es-Sebti
bu nüshayı H.657 yılında kubbetü’ş Şerab diye bilinen Dımeşk’teki Ümeyye camii bölümlerin
birinde görmüş ve incelemiştir. Yine müellif “el-müsnedü’s Sahih ül-Hasen” adlı
kitabında Hatib ibn Merzuk’dan bir söz nakletmiştir. Şöyle der: “Medine’de
olanı ve endülüs’ten nakledileni inceledim.Kitabın başındaki sayfaya’da şu
yazıldı: “Bu,Rasulullah’ın ashabından Zeyd b.Sabit,Abdullah ibn Zübeyr,Said
ibnü’l As ve diğerleri gibi mushafın
tedvin işlemlerini yönetenlerden müteşekkil bir topluluğun üzerinde icma ettiği
nüshadır” müellif,Abdü’l Mü’min’nin mu mushafı 552 yılında marakeş’ten kurt’baya
naklettiğini ve onunu için altın,gümüş ve değerli taşlarla süslenmiş ipek bir
örtü yaptığını onun büyüklüğünde bir rahle ve hepsinin korunduğu bir sandık
yaptığını rivayet eder. Kurtuba nüshasının asli nüsha olduğu konufsunda bir
kesinlik yoktur.Çünkü Kurtubağ, Osman zamanında nüshaların gönderildiği İslam
başkentlerinden değildi.
[9] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/.
[10] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/10.
[11] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/41.
[12] es-Sufaha Düşük akıllı, anlayışı ve temyiz yeteneği
kıt kimse.
[13] Şeyatinihim Kendilerine telkinde bulunanlar. İslam
alimlerinin burada kastedilenlerin yahudiler olduğu yönündedir.
[14] Taberi, Beğavi, ibn Kesir, Hazin ve Tabresi.
[15] Kafirlerden maksat yahudilerdir. Bkz. Hazin Tefsin.
[16] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/43-45.
[17] Bu konuyla ilgili ayetler bu kadarla bitmiyor. Ayrıca,
Mücadele 14, Haşr 11, Maide 52-53 ayetlerine bakınız.
[18] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/45-47.
[19] Eskilerden Taberi ve İbn Kesir. Yenilerden el-Kasımi.
ibn Kesir, Taberi'de geçenleri neredeyse harfi harfine aktarır. Aynı şekilde
el-Kasımi de İbn Kesir'de anlatılanları virgülüne kadar aktarır.
[20] Bkz. İbn Kesir, Nisa sûresi 5. ayet
[21] Bkz. İbn Kesir, Bakara sûresi 282. ayet
[22] Yukarıda sunduğumuz hususları içeren gerek Mekke
inişli gerekse Medine inişli bir çok ayet vardır. Biz bu ayetleri sadece yer ve
numaralarını vermekle yetiniyoruz: Bakara 219-247, Ai-i İmran 191-195. Nisa
4-7-12-19-21-24 ve 124- Maide 38- Tevbe 67-68-71-72, Nahl 97, Nur 2, Rum 21,
Ahzab 35, Fetih 5-6, Müjdele 1-2, Mümtehine 10-12, Talak 1-5.
[23] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/47-50.
[24] îstavkade Ateş yaktı ya da ateşi tutuşturmaya çalıştı.
[25] Sayyib Şiddetli yağmur fırtınası.
[26] Kamu Kalakalırlar, yürüyemezler.
[27] Taberi, Hazin'de ayetlerin tefsirine bkz.
[28] el-Menarc.î
[29] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/51-52.
[30] Şuhedaekum Ortaklarınız yada yardımcılarınız.
[31] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/53-54.
[32] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/54-55.
[33] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/55.
[34] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresi
[35] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/55-56.
[36] Taberi, ibn-i Kesir, Hazin
[37] Bkz. Taberi, İbn Kesir ve diğerlerine.
[38] Bkz. Kaf, isra ve Fussilet sûrelerinin tefsiri.
[39] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/.
[40] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/59-60.
[41] Ezelle humeş-şeytanu anha Onları suç işlemeye
sürükledi. Bazılar "ezalehuma..." şeklinde okumuşlardır. Bu durumda
anlam: "Onları cennetten çıkarttı" şeklinde olur. Bir görüşe göre de:
"Zelle" fiili "ze-hebe gitti" anlamına gelir. Yani onları
uzaklaştırdı. Her halükârda ifade, şeytanın onları cennetten çıkarmasını
anlatmaktadır,
[42] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/62.
[43] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn
Kesir, Tabresi,
Zemahşeri, Nisaburive Nesefi
[44] Taberi Be9avi- Ha2in, İbn Kesir, Tabresi, Zemahşeri,
Nisaburi ve Nesefi
[45] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/62-66.
[46] Hazin, Taberi, İbn Kesir ve diğerleri.
[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/66.
[48] inneha lekebiretun Meşakkatlidir, ağırdır ya da ağır
gelir.
[49] Yezunnun Beklerler ya da kesin olarak inanırlar.
[50] Adlım Bedel, karşılık, fidye.
[51] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Hazin, Beğavi, İbn
Kesir.
[52] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/68-70.
[53] İbn Huşam-buna bir kaç örnek verir: Abdullah b.
Suriyya. Sa'lebe b. Şa'ya, Rifaa b. Zeyd b. Tabut, Nu'man b.Ada vb,İbn Hışam Sireti c- 2, sh. 140, 142-149,151,152,
157,160 161, 163.
[54] lbn Sa'd c.3sh. 134
[55] Tanhü'l Arap kable'l İslam" Cevad Ali, c.3 sh.
150-273 ve Tarihü'l Cinsu'l Arabi" İ. Derveze c. 5 sh. 88 vd.
[56] "Kitabu'l haraç" Ebu Yusuf sh.40 ve
"Tarihü'l Cinsu'l Arab" i. Derveze. "Siyretu Ömer b. Hattab bl.
[57] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/.
[58] el-Furkan Bu ifade ile Kur'an-i Kerim'de hak-batıl,
hidayet ve
sapıklığın açıklanması
ve birbirinden ayrılması kastedilir.
el-Furkan Bu ifade ile
Kur'an-i Kerim'de hak-batıl, hidayet ve
sapıklığın açıklanması
ve birbirinden ayrılması kastedilir.
[59] Zalalna aleykumul ganıame Bulutlan, sizi güneşin
hararetinden koruyan bir gölge yaptık.
[60] Ve Ma zalemuna ve lakin kanı enfusehum yazlimun
Küfürle ve inatçılık etmekle bize eziyet etmediler ya da bize bir zarar
dokundurmadılar, sadece kendi nefislerine eziyet ettiler, yalnızca kendilerini
zarara uğrattılar.
[61] Kûlû hiîtatun Boyun eğdiğinizi, Allah'a karşı
nefsinizi al-çattığımzı göstererek bağışlanma dileyin.
[62] TJ/czan Bir azap.
[63] La ta'sav Sürdürmeyin, çaba sarfetmeyin.
[64] el-Baklu Sebze, bakla
[65] Fumiha Arpa veya sarmısak
[66] Taberi ve İbn Kesir 76
[67] Bu bölümlerin büyük kısmı, bu günkü kutsal kitapta
mevcuttur. Ayrıca, "Tarihu beni İsrail min Esfarıhım" adh eserimize
bakınız (yazar).
[68] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/75-77.
[69] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/77-78.
[70] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/79-80.
[71] jls Faridun Yaşı geçkin inek.
[72] Bikrun Genç inek.
[73] Avanun beyne zalik Orta yaşta veya yarı ömrüne gelmiş.
[74] Tusiru'larde Yeri sürmez.
[75] Ve lâ tuski'lharse Sulama işinde kullanılmayan.
[76] Zelul Boyunduruk altına alınmaya alıştırılmış.
[77] Müselkmeten la şiyetefıha Alacası olmayan, sapsarı
[78] îdâretümfiha Birbirinize düştünüz. İnkar ettiniz.
Kelimenin aslı "de.re.e."dir. Engelledi, örttü ve hile yaptı
anlamına gelir. Bir görüşe göre:" Bu konuda ihtilafa düştünüz"
anlamını ifade eder.
[79] Taberi, Hazin, İbn Kesir
[80] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/8284.
[81] Min badi ma akeluhu Onu iyice anladıktan sonra.
[82] Bi ma fetahellahu aleykum Müfessirlere göre, bunlar
Peygamberimizin nitelikleri ve mesajının doğruluğu ile ilgili olarak
yahudilerin kutasl metinlerindeki bilgiler kastedilmiştir.
[83] Ümmiyyun Tefsir bilginlerinin dediğine göre burada
okuma yazma bilmeyenler anlamında kullanılmıştır. Bu açıklama hem isabetli, hem
de ayetlerin ruhuna da uygundur. Bu kelime A'raf sûresinde Peygamberimizin (s)
bir özelliği olarak kullanılmıştır. Burada, Kitap Ehlin'den olmayan ya da kitap
ehli olmayan bir topluluğa mensup olan kimse anlamında kullanılmıştır. Al-i
îmran sûresinin bir ayetinde "yahudi olmayan" anlamında kullanılmıştır:
"Ümmiler konusunda üzerimizde bir yol yoktur" dediler (Al-i îmran,
75). Aynı sûrenin bir diğer ayetinde de kitap ehli olmayanlar anlamında
kullanılmıştır: "Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: Teslim oldunuz
mu?"
(AI-i İmran, 20).
"Cuma" sûresinin bir ayetinde de Araplar kastedilerek kullanılmıştır:
"O, ümmiler içinden, kendilerinden olan bir elçi gönderendir" (Cuma,
2) Kelimenin türediği kökle ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Bazısına göre kelimenin türediği kök "Ümm:anne"dir. Bazısı ise
"ümmet" kökünden türediği görüşündedir. Yahudiler kendilerinden
olmayan toplulukları "el-ümem" olarak nitelendirirlerdi. Bu
kendilerini onlardan üstün gördüklerinin bir ifadesiydi. Çünkü iddialarına göre
kendileri Allah'ın seçkin halkıdırlar. Bu kelimenin, Arapça bir kökten türetilmiş
olarak Yahudiler tarafından kullanılmış olması uzak bir ihtimal değildir.
[84] Emani Bir görüşe göre bu kelime bağışlanmayı umma,
temenni etme ya da kişinin arzuladığı, canının istediği şey demektir. Bazısına
göre, "zan, kuruntu" demektir. Bir diğer görüşe göre de "zayıf
okuyuş" demektir. Bu sonuncu görüş, gariptir. Bu kelime, kıssalar
zincirinin bir diğer halkasında "temenni" ya da "zan"
anlamını ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Bu keli-me, ayette yer alan:
"yalnızca zannederler" ifadesinden anladığımız kadarıyla "tahmin
ve zan" anlamında kullanılmıştır.
[85] Yeksibun Burada işledikleri günahlar anlamında
kullanılmıştır.
[86] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/86-87.
[87] Bakara suresinin bu ayetleri incelemekte olduğumuz
kıssalar zinciri içinde yer alıyorlar. Dolayısıyla bu ifadeler, yahudilerin
sözleri oiarak değerlendirilebilir. Hristiyanlardan sözedilmesi bir işaret
niteliğindedir.
[88] Al-i imran, Nisa ve Maide sûresinde yer alan bu
ayetler, açıkça olmasa bile, İsrailoğuliarı'na İlişkin kıs-av m zı"cırinde
zikredüdikleri için onların kastedildikleri anlaşılmaktadır. Mekke ve Medine
inişti başka ayet er de vardır ki, bunlarda Ehli Kitab'tan iman eden bazı
kimselerden söz edilir. Bu ayetlerin öncesinde İs raılogullan'ndan bazı
kimselerin de bunlar arasında yer almış bulunmaları ihtimal dahilindedir.
[89] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/87-89.
[90] Sümme enîüm haulai Bu ifade, nida (sesleniş) anlamında
kullanılmıştır. Yani:
Sonra siz, ey falancalar...
[91] Tezaherune aleyhim Onların aleyhine, başkalarıyla ittifaklar
kurup yardımlaşiyorsunuz.
[92] Bkz. Taberi, Hazin, İbn Kesir. Bazı tefsircifer,
Nadiroğullarının Evslilerin müttefiki olduklarını söylemişlerdir. Bu görüş
yahhştır. Çünkü Kureyze oğullarını müttefikleri Evslilerdi. Nadir ve Kaynuka
oğulları da Hazreçlilerin müttefikleriydi (Bkz. "Tarihu Cinsi'l Arabî, İ.
Den/eze c.5 sh. 147 ve c.6 (münafıklar ve yahudilerjbl. Ne var ki bu
tefsirciler, Haşir ve Ahzab sûrelerini incelerken farkında olmadan bu
hatalarını düzeltmiş, Kureyze oğullarının Evslilerin, Nadiroğullarının da
Hazreçlilerin münafık lideri Abdullah b. Übeyyin müttefiki olduklarını
söylemişlerdir.
[93] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/91-92.
[94] Kaffeyna nün ba'dihi Ardından peşpeşe gönderdik.
[95] Guifun Bir görüşe göre kalbimiz kapalı, başka şeylere
yer yoktur" anlamına gelir.
[96] Yestefühun Övünüyor, üstünlük taslıyor ve fetih ve
akibet bizimdir, diyorlardı.
[97] Febau Döndüler.
[98] Kalu semi'na ve aseyna Dediler ki: Dinledik ve isyan
ettik. Burada onların tavırları hikaye ediliyor. Çünkü Allah'ın emrini duymuş
ama sapmak suretiyle bu emirleri hayata geçirmemişlerdi.
[99] Uşribufikulubihimel-ıde Buzağıya tapma duygusu
kalplerine yerleşti.
[100] Bi muzahzihihi Uzaklaştıramaz.
[101] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/95.
[102] Taberi İbn Kesir- Hazin, Tabresi ve Beğavi şunu da
belirtelim ki, tefsirciler konuya ilişkin olarak başka görüşlere de yer
vermişlerdir. Bunlar özde bir oldukları için bu kadarı ile yetindik.
[103] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/95-98.
[104] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/98-99.
[105] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/99.
[106] Taberi İbn Kes'r v-d- Bu iki kaynak aşağı, yukarı
konuya ilişktin rivayetlerin tümünü içeriyorlar. ibn Ke-sınn raben'den
aktardığını söyleye biliriz.
[107] "et-Tacu'l Cami li'I Usul fi ahadisir-Rasul"
c.4. sh. 36-37
[108] Luka İncil'i, 1 İshah
[109] "et-Tacu'l Cami li'l usuli fi ahadir-Rasul"
c.3, sh.281
[110] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/99-102.
[111] Nebeze Attı, fırlattı, reddetti, ihlal etti, bozdu,
terketti.
[112] Bkz. Hazin, İbn Kesir, Taberi, Tabresi, Beğavi
[113] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/102-104.
[114] Ma tetlu'ş-şeyatinu ala mülki Süleyman Şeytanların,
Süleyman'ın döneminde anlattıktan
[115] Ve ma unzile ala le-melekeyni İki meleğe ilham edilen,
telkin edilen.
[116] Halak Nasip, pay.
[117] Şarav bihi enfusehum Nefislerini karşılığında
sattılar.
[118] Bkz. Felak sûresi tefsiri, İbn Kesir, Tabresi ve Hazin
[119] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/105-106.
[120] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, jbn Kesir ve Tabresi.
Rivayetlerin kaynağı genelde ibn Kesir'dir.
[121] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/106-108.
[122] Raina Sözümüze kulak ver veya bizi gözet veya
"rae" (görmek) kökünden gelir.
[123] Unzurna Bize bak.
[124] Nunsiha Bir görüşe göre kelimenin kökü
"nesiye" (unutma)dır. Onu hafızasında tutanın ya da hatırlayanın
unutmasını sağlarız. Bİr diğer görüşe göre, kelimenin kökü "ecl"
(erteleme)dir. Askıya alma, tehir etme anlamına gelir. Bazıları
"nunsi'ha", bazıları "nunsieha" bazıları da
"nunsihcha" (sana unuttururuz) şeklinde okumuşlardır.
[125] -Taberi, İbn Kesir, Hazin
[126] Hazin, Nesefi, ei-Kasımi
[127] Bkz. el-itkan, Suyuti c. 2 sn. 22, Taberi ayetin
tefsiri.
[128] Hazin.
[129] Tabresi
[130] Taberi, İbn Kesir.
[131] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/110-114.
[132] Emaniyyuhum Temennileri, zanlan ve kuruntulan.
[133] Hazin, İbn Kesir.
[134] Tabakat, İbn Sa'd, c.2. sh. 22-53, c.3 sh. 67, 68. 98,
100, 117, 121.
[135] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/115-117.
[136] Sh'afi harabiha İçlerinde icra edilen dini şiarların
ortadan kaldırılmasına çalışan...
[137] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi
[138] 142-150 ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi,
İbn Kesir ve Hazin
[139] 142-150 ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi. Beğavi, İbn
Kesir ve Hazin
[140] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/118-120.
[141] Bkz. Daha önce ismi geçen tefsir kitaplarına.
[142] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/120-122.
[143] Hazin v.d.
[144] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/122-124.
[145] İbtela İmtihan etti, denedi.
[146] Mesabeten Toplanma ve ziyaret yeri
[147] Makamu İbrahim İbrahim'in yeri veya Kabe'nin içinde
olup da bu İsimle
anılan taş.
[148] Musalla Namaz yeri.
[149] el-Kavaİd Temeller. Kelime hem temelleri hem de onlar
üzerine bina edilen duvar ve sütunları ifade etmektedir.
[150] el-Hikmetu Hikmet. Doğru, isabetli bilgiler.
[151] Yuzekkihim Nefislerini arındırıyor.
[152] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
[153] a.g.e.
[154] Taberi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi
[155] et-Tac, c.4 sn. 38
[156] Adı geçen tefsirler ve et-Tac c. 4 sn. 38-43
[157] Adı geçen tefsirler
[158] Adı geçen tefsirler, burada İbn Abbastan uzun bir
hadis vardır. Hadis için bkz. et-Tac. c. 4, s. 38-43
[159] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/126-130.
[160] Sefihe nefsehu Aklım yitirdi ya da nefsini, kişiliğini
kaybetti veya nefsini zelil etti. "Sefh"in asıl anlamı akıl
noksanlığı ve temyiz edememedir. Onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.
[161] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/131-132.
[162] Fe innemahumfi şikakin Onlar inatla karşı çıkıyorlar,
aykırı davranıyorlar veya ihtilaf ve çekişme içindedirler; aralarında görüş birliği
yoktur.
[163] Sibğatalîahi Allah'ın dini, yolu ve fıtrat yasası.
[164] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/134-136.
[165] es-Sufaha Beyinsizler. Muhatapları delillerle susturma
amacıyla kullanılmıştır. Bu tür bir iddiayı ileri sürenlere akılsızlık,
ahmaklık ve kendini beğenmişlik nisbet ediliyor.
[166] Ma vellahum Dengeli, ifrat ve tefritten uzak, orta.
[167] Vasatan Orta.
[168] Şatrahu Onun tarafı, yönü.
[169] Huve Muvalliha Yüzünü yöneltir.
[170] Vichetun Yol veya yönelinen taraf.
[171] Taberi, Beğavi, Hazin,
Nesefi, Tabresi, İbn
Kesir, Beyzavi...
[172] İbn Kesir, Tabres
[173] Tabresi
[174] İbn Kesir
[175] et-Tac, Kitabu't-tefsir 4/44
[176] Taberi, Hazin ve İbn Kesir'de başka rivayetler de
vardır. Bunlara göre değişiklik on iki ya da on sekiz ay sonra gerçekleştiğini
ifade etmektedir. Buna göre peygamberimiz Beni Selem mescidinde öğle namazını
kılarken Recep ayının ortalarında pazartesi veya salı günü kıbie değişmiştir.
Böylece peygamberimiz namazın iki rekatını Kudüs'e, iki rekatını da Kabe'ye
dönerek kılmıştır.
[177] et-Tac c.4 sh. 45
[178] Hazin
[179] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/140-144.
[180] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/144-145.
[181] Başka örnekler de vardır. Yeri geldikçe bunlara işaret
edeceğiz. Şimdilik bu ikisiyle yetiniyoruz.
[182] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/
[183] Taberi, Hazin, İbn Kesir.
[184] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/146-147.
[185] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/147-148.
[186] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/149-150.
[187] Hazin
[188] Tabakat, ibn Sa'd c.3 sh. 44-49 Burada Bedir
savaşından önce muhacirlerle Mekkeliler arasında meydana gelen silahlı
çatışmalardan sözedilir.
[189] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/150-151.
[190] es-Safa ve'l-Merve Bazısı "es-safa" kelimesi
"es-sa-faf'ın çoğuludur, demişlerdir. Diğer bazısı ise, tersi doğrudur,
şeklinde görüş
belirtmişlerdir.
Bazısına göre "düz kaya" bazısına göre de "sert kaya" demektir.
"Safvan" bu kelimenin tesniyesidir. "el-Merve" ise
"yumuşak" veya "küçük kaya" demektir. Çoğulu
"merv" tesniyesi ise "mervan"dır. Safa ile Mer-ve Kabe'ye
yakın bir yerde bulunan iki kayadır, aralarındaki mesafe dört yüz metre
kadardır.
[191] İ'tamere Kabe'ye dini amaçlı ziyarette bulunmak Hac
ile Umre arasındaki fark şudur: Hac belli ibadet şekillerinden ibarettir ve
belli bir mevsimde icra edilir. Maddi durumu yerinde olan her müslümanın
ömründe bir kere hacca gitmesi farzdır. Umre ziyareti içinse, belli bir zaman
şartı yoktur. Umre farz da değildir. Umre esnasında yerine getirilecek ibadet
şekilleri, sadece Kabe'yi tavaf etmek ve Safa ile Merve arasında sa'y
yapmaktır.
[192] La cunahe aleyhi "Cünah" kelimesi
"cunuh" kökünden gelir ve "sapma" demektir. Ayet-i kerimede
"ona bir günah yoktur" anlamında kullanılmıştır.
[193] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/152.
[194] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresi
[195] a.g.e.
[196] a.g.e.
[197] et-Tac, 4/38-43
[198] Tabresi
[199] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/152-153.
[200] Taberİ, Hazin, İbn Kesir ve Tabresİ.
[201] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/154-155.
[202] Taberi, Tabresi.
[203] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/156-157.
[204] el-Esbab Burada, onlan birbirine bağlayan ilişkiler,
bağlar anlamında kullanılmıştır. "Sebep" kelimesinin sözlük
anlamlarından biri "ip"
ya da "bir şeyi
bir başka şeye bağlayan şey"dir.
[205] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/158.
[206] Tayyiben Temiz, pisin zıddı. Yiyeceklerde pis, necis,
bozuk ve zararlı şeyler demektir.
[207] el-Fahşa İğrenç davranışlar.
[208] el-Feyna Bulduk.
[209] Yen'iku Haykırmak. "Na'ika'r-ra'i": Çoban
sürüsüne, ürkütecek, kovacak şekilde haykırdı. Bu kelimenin yer aldığı cümle,
kafirlerin durumunu tasvir etmeye yöneliktir. Kafirler, sesleri işittikleri
halde anlamayan hayvanlara benzetiliyorlar.
[210] Bağın Taşkınlık kökünden gelir.
[211] Adin Haddi aşma kökünden gelir.
[212] İbn kesir, Tabresi ve Hazin
[213] a.g.e. ve Taberi tefsiri
[214] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/160-162.
[215] Fe ma asbarahum alan-Nari Ateşe karşı ne kadar
dayanıklıdırlar! Hayret bildiren bir ifadedir.
[216] Lefi ğikakin baid Sırf tartışmak ve çekişmek esasına
dayalı haktan uzak büyük bir ayrılık içindedirler.
[217] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/163.
[218] el-Birru İyilik. Ayrıca "berr" ve
"birr" şeklinde de okunmuştur. Cümlede geçen ikinci "birr"
kelimesinden sonra şöyle bîr ifade takdir edilmiştir, "vela kinnel birre,
birru men amene billahi velyevmil ahiri" Ama iyilik, Allah'a ve ahiret
gününe iman edenin iyiliğidir"
[219] Ala hubbihi Mala duyduğu şiddetli sevgiye ve hırsa
rağmen.
[220] Fir-rikab Köle satın alıp azad etme amacıyla.
[221] el-Be'saved-derra Zorruk., musibet ve imtihan
zamanlan.
[222] el-Be'su Savaş.
[223] Taberi, Ibn Kesir ve Hazin
[224] Tabresi.
[225] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/164-165.
[226] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/165.
[227] el-Kısas Bir harekete aynısıyla karşılık verme.
[228] Kutibe Burada ve daha birçok yerde "farz
kılındı" anlamında kullanılmıştır.
[229] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/166.
[230] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.
[231] et-Tacc.3sh.17
[232] Ayetin tefsiri i!e ilgili olarak hadis imamlarından
biri olan İbn Kesir tefsirine bakınız.
[233] Hazin
[234] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/167-169.
[235] Iza hadare Yaklaştığı zaman.
[236] Hayran Mal ya da çok mal.
[237] Cenefen Haksızlığa eğilim gösterme, sapma.
[238] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/170-171.
[239] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir. En geniş açıklamalar
Taberi tefsirinde yer almaktadır.
[240] et-Tacc.2sh.243
[241] et-Tac 2 sn, 241
[242] et-Tacc.3sh. 242
[243] a.g.e.
[244] Taberi.
[245] Taberi.
[246] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/171-173.
[247] et-Tacc.2sh. 274
[248] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/173-174.
[249] Fe men tatavvaa hayren Kim belirlenmiş fidye miktarından
fazla verirse.
[250] fe men şehide min kumuş-şehre Kim Ramazan ayında mukim
olursa, sefere çıkmamış olursa.
[251] er-Rafesu Cinsel ilişki.
[252] Tahtanune enfusekum Nefislerinize ihanet ve haksızlık
ediyorsunuz.
[253] Hatta tebeyyene lekumul'haytul'ebyadu mine'l hayti'İ
esvedi mine'l fecri Gündüzün aydınlığı
ile gecenin karanlığının birbirinden ayrıldığı dolayısıyla siyah iplikle beyaz
ipliğin ayırdedilmesine yardımcı olan fecr-i sadıkın söktüğü ana kadar.
[254] Başiruhunne Onlarla cinsel ilişkiye girin.
[255] Nesai, Ahmed: (et-Tac c.2 sh.42)
[256] et-Tacc.2sh.43
[257] Nesai, Hakîm, et-Tac c.2 sh.46
[258] Tirmizi, et-Tac c.2 sh.46
[259] Tirmizi. et-Tac c.5 sh. 106-107
[260] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi ve ibn Kesir. En kapsamlı
planı Taberi ve İbn Kesir'dir. İktibas ettiğimiz kısımda geçen herşey bu
kitaplardan öncelikle de Taberi ve Imlbn Kestr'dendir.
[261] et-Tac c.2 sh.48
[262] a.g.e
[263] a.g.e.
[264] Hazin
[265] et-Tac c. 2, s. 50
[266] a.g.e. s. 51
[267] et-Tac c.2sh. 47-48
[268] et-Tacc.2sh.65
[269] et-Tacc.2sh.65
[270] Taberi Tarihi, c.2 sh.48
[271] İbn Kesir, et-Tac, c.1 sh.100-103 c.5 sh. 100-104
[272] Sünen sahipleri Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir.
et-Tac c.2 sh.71
[273] et-Tac c.2 sh.70
[274] Darekutni, et-Tac. c.2 sh.71
Darekutni, et-Tac. c.2
sh.71
[275] İbn Kesir, Hazin ve Tabresi
[276] İbn Kesir, Hazin ve Tabresi
[277] et-Tac c.2 sh.54
[278] et-Tac c.2 sh.58-59
[279] et-Tac c.2 sh.63
[280] et-Tac c.2 sh.64
[281] et-Tac c.2 sh.66-67
[282] et-Tac c.2 sh.66-67
[283] et-Tac c.2 sh.67
[284] et-Tac c.2 sh.66
[285] et-Tac c.2 sh.58
[286] et-Tac c.2 sh.63
[287] et-Tac c.2 sh.78
[288] et-Tac c.22sh.79
[289] et-Tac c.22 sh.80-92
[290] et-Tac c.22 sh.92-93
[291] et-Tac c.2 sh.94-97
[292] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/
[293] Fariken Burada, bir kısım ya da bazısı anlamında
kullanılmıştır.
[294] Hazin
[295] Bu rivayetlerin bir kısmı Müslim Ebu Davud ve Nesai'de
vardır.
[296] et-Tacc. 3, sh. 50
[297] et-Tacc.3sh.50
[298] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/
[299] el-Ehilîetu "Hilal"in çoğulu. Böyle olmakla
beraber burada kastedilen ayın hareketleri, bir ay boyunca aldığı biçimler ve
bunun her ay tek-rarlanmasıdır.
[300] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir.
[301] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/189-190.
[302] Haysu sakiftumuhum "es-Sakfu" kelimesi,
sözlükte "maharet ve isabetlilik" anlamına gelir. Burada ise
"bulmak, rastlamak" anlamında kullanılmıştır.
Haysu sakiftumuhum
"es-Sakfu" kelimesi, sözlükte "maharet ve isabetlilik"
anlamına gelir. Burada ise "bulmak, rastlamak" anlamında
kullanılmıştır.
[303] ei-Hurumat Dinen kutsal sayılan mekanlar, yerler.
[304] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/192-193.
[305] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresİ.
[306] İbn Kesir, Taberi
[307] Taberi
[308] Taberİ, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin.
[309] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi.
[310] Peygamber'in cihad. gazve ve seriyyeleri hakkında bkz.
İbn Sad'ın Tabakatı, c. 3, İbn Hişam c. 2, 3, 4, Tarih-i Taberi c. 2
[311] Müslim, Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud et-Tac, c.4 sh.
327-328
[312] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/193-199.
[313] Bkz. "Tarihü'l Cinsü'l Arabi" adlı eserimiz
c.5 sh. 281
[314] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/199-201.
[315] el-Hacc ve'l-umre Hac, Arafat'ta vakfe yapmaktır. Umre
ise, Kabe'yi ziyaret edip etrafında tavaf yapmaktır. Bunlar aynı zamanda muayyen
hac mevsiminde icra edilen hac ibadetinin iki rüknüdür. Bakara sûresi; 158.
ayetin tefsirinde işaret ettiğimiz gibi hac mevsiminin dışında icra edilen. Bir
umre uygulaması da sözkonusudur.
[316] Fe in uhsirtum el-İhsar; herhangi bir şey tarafından
engellenmek dernektir. İfadeyi şöyle anlamlandırmak
gerekir: Eğer
engellenirseniz, bertaraf edilmesi zor sebepler, hac ve umre ziyaretini
gerçekleştirmenizi Önlerse...
[317] Ma isteysere Kolayca yapılabilen
[318] el-Hedyu Hac ve Umre sırasında Allah'a kurban edilmek
üzere
adanan hayvan. Allah'a
ve evine hediye edildikleri için bu şekilde isimlendirilmişlerdir.
[319] Mahillehu Kurban edildiği yer. Ya da kurban edildiği
yer ve zaman. Hac süresindeki bir ayetten, kastedilen yerin Kabe olduğu
anlaşılıyor: "Sonra onların yerleri Beyt-i Atiktir" (Hac; 32). Zaman
ise Peygamberimizin pratik sünneti ile hac veya umre sonrası olarak tayin
edilmiştir.
[320] Nusuk Bu kelimenin asıl anlamı, kulluk sunmadır.
Burada ise, haccın bazı şiarlarının, ayinlerinin eda edilmemesinin veya ihlal
edilmesinin kefareti olarak Allah'a kurban edilen hayvan anlamında
kullanılmıştır.
[321] Fe men temette bi'l-umreti'iîel haccı Tavaf ve sa'yı
tamamladıktan sonra, Arafat vakfesine kadar geçen zaman diliminde ihramdan
çıkan kimse, bu sırada umreden sonra haccın sonuna kadar ihramdan Çıkmayan biri
için sakıncalı olan şeyleri yapabilir.
[322] Limenlemyekunehluhu hadiri'I mescidi'! haram Ailesiyle
birlikte, sürekli olarak Mescid-i Haram mıntıkasında ikamet etmeyen kimse
içindir. Bu durumda olanlar, hiç bir kefaret ödemeksizin, hacca kadar umreden
dolayı yararlanabilirler.
[323] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/202-203.
[324] Tabakat, İbn Sa'd c.3 sh. 147-149
[325] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Al-İ İmran sûresinde
zikredilen ayetin tefsiri.
[326] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir
[327] İbn Kesir, Hac sûresi, 36
[328] İbn Kesir, Bakara sûresi, 196
[329] Hazin, A'raf sûresi zikredilen ayetlerin tefsiri.
[330] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/203-206.
[331] Fe men ferada fihinne'I hacce Kim haccetmeye karar
verir de, onu kendisi için zorunlu kılarsa...
[332] Rafese Cinsel ilişkiden, sebep ve sonuçlarından
kinayedir. Bir görüşe göre her türlü çirkin söz ve davranış anlamında
kullanılmıştır.
[333] Fusûk Günah, isyan.
[334] Cidal Kavga, ağız dalaşı.
[335] Afadtum 'İfada' kökünden gelir ve hızlı yürüyüş
demektir. Burada ise, Arafattan Meş'ar-ı Haram'a oradan Mina'ya akın etme
anlamında kullanılmıştır ve bu anlamıyla kavramlaşmıştır.
[336] el-Meş'aru'l haram Meş'ar herhangi bir dini ayinin gerçekleştiği
yer demektir. Burada ise, Arafat ve Mina arasında "Müzdelife" adı
verilen yer anlamında kullanılmıştır.
[337] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/209.
[338] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresi. Bundan
sonra gelen kısım bu kitaplardan İktibas edilmiştir.
[339] Hazin
[340] et-Tacc.2sh.103
[341] Ve büyük Hac günü, Allah'tan ve Rasuİünden insanlara
bir duyuru: Kesin olarak Allah, müşriklerden uzaktır, O'nun Rasulü de..."
{Tevbe, 3), Beğavi'de ayetin tefsirine bkz.
[342] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
[343] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
[344] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir.
[345] et-Tacc.5sh.108
[346] et-Tacc.5sh.108
[347] et-Tacc.5sh.108
[348] İbn Kesir ve Hazin (Saffaf sûresi; 99-113 ayetlerinin
tefsiri)
[349] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/209-214.
[350] Eleddu'l hisam Azılı bir düşman, amansız bir hasım.
[351] Yuhlike'l harse ven-nesle Bozgunculuğun ve düşmanlığının
insan ve ülkeler bağlamındaki aşırı zararlılığından kinaye bir deyim.
[352] Ahazethu'î izzeîu hi'l ismi İnsanların "Allah'tan
kork" demeleri ona ağır geldi. Bundan dolayı nefsi galeyana geldi ve günah
olan şeyleri işlemeye yeltendi.
[353] Yeşri nefsehıı Nefsini satar, canını feda eder.
[354] Taberi
[355] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/215-216.
[356] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi
[357] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi
[358] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi
[359] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi
[360] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/216-217.
[361] es-Silm Hem "selm" hem de "silm"
şeklinde okunabilir. Çoğunlukla "silm" şeklinde telaffuz edilir.
Aynı şekilde hem "barış ve güvenlik" hem de "Allah'a teslim
olma, İslam'a girme" anlamına gelir. Tefsir bilginlerinin çoğu ikinci
anlamı esas almışlardır.
[362] Hazin, Beğavi ve İbn Kesir.
[363] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/217-218.
[364] el-Gamam Beyaz, hafif bulut.
[365] Zulal "Zulle" ve "zilal"in çoğulu.
Bulut parçası anlamına gelir.
[366] Nimetu'llah Burada Allah'ın hidayeti ve ayetleri
anlamında kullanılmıştır.
[367] Bkz. En'am; 8, Hicr; 7, Hud; 17, Furkan; 7, İsra; 92.
[368] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/219-220.
[369] Hazin, Tabresi ve İbn Kesir.
[370] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/220-221.
[371] Ummeten vahideten Tek bir dine bağlı bir topluluk.
Aynı yolu izleyenler. Aynı yaratılış yasasına (fıtrat) göre yaratılanlar.
[372] İbn Kesir, Taberi, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri.
[373] İbn Kesir, Taberi, Hazin, Tabresi, Zemahşeri.
[374] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/222-223.
[375] Taberi, Tabresi, İbn Kesir.
[376] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/224-225.
[377] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/227-228.
[378] el-Mescidü'l-haram Bu ifade "ve saddün an
sebilillah" ifadesine atfedilmiştir. Mescid-i Haram'a gidilmesini
engellemek anlamına gelir.
[379] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/229.
[380] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi.
[381] Tabakat, İbn Sa'd c.3 sh.43-48
[382] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/230-231.
[383] el-Hamru Alimlerin büyük çoğunluğu "hamr"m
belli bir içkinin adı olmadığı görüşündedir. Tersine "hamr" sarhoşluk
veren tüm içkilerin genel adıdır. Bu isimlendirmenin altında içkinin aklı
"örtmesi" anlamı yatmaktadır. Tanımlardan biri şöyledir: Meyve ve
bazı ürünlerin kabaran, sertleşen, ekşiyip köpüren suları "hamr"
kavramının kapsamına girer.
[384] el-Meysir Kumar. Bir görüşe göre, "yusr"
kökünden gelir. Çünkü, kumarla başkasına ait bir mal, emek vermeden ve kolay
yoldan elde ediliyor. Bir diğer görüşe göre "yesar" yani
"zengin oldu" kökünden gelir. Bazılarına göre bu özel bir fiildir.
Yani "yesare": Kumar oynadı demektir. "Yasir" ise, bahisli
kumar sonucu boğazlanan devenin etini taksim eden kimse demektir. Alimlerin
çoğu "meysir" kelimesinin kumarın tüm çeşitlerini kapsadığı
bahislerin de bu kapsama girdiği görüşündedir.
[385] El-Afvu İhtiyaçtan fazla olan mal.
[386] A'antakum Size güçlük çıkardı, sizi zora soktu.
[387] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/232-233.
[388] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi
[389] Taberi, İbn KesV, et-Tac c. 2 s. 35
[390] Taberi, İbn Kesir, et-Tac c. 2 s. 35
[391] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/233-235.
[392] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/235-236.
[393] Tabresi
[394] İbn Kesir.
[395] İbn Kesir.
[396] Yahudilerin bu İnançları için bkz. Tevbe, 3.
Hıristiyanların Hz. İsa'ya ilişkin inançları ise, birçok ayette arlanmıştır.
[397] Bu ayetler, müslümanlarla akrabaları arasında sevgi ve
dostluk bağlarının kurulmasını önlemeye yöneliktir. Çünkü bu tür ilişkiler
islam birliğini ve gücünü zayıflatır. Medine'li münafıklarla mü'min akrabaları
veya mü'minlerle müşrik ve kafir akrabalarıyal ilgili olabilirler. Her
grubun.bir başka grubun içinde yer alan akrabalar; mevcuttu.
[398] İbn Hişam c. 2 s. 296-299, 302-304 238
[399] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/236-238.
[400] Eza Kelimenin eziyet veren bir hastalık anlamında
kullanılmış olması kadar "pislik" ve "necaset" anlamında
kullanılmış olması da ihtimal dahilindedir.
[401] Harsun lekum Mecazi bir ifadedir bu. Kadının erkeğin
nesil tarlası olduğu anlatılıyor.
[402] îbn Kesir ve el-Kasımi
[403] ibn Kesir ve el-Kasimi
[404] Yahudilere bunu emreden onların şeriatıydı. Bkz.
sıfru'llahbar ve ishah; 15
[405] Taberi: Hazin, İbn Kesir (İbn Kesir daha ayrıntılı
bilgiler verir).
[406] et-Tacc.1 sh.1O4
[407] et-Tacc.1 sh. 104
[408] İbn Kesir.
[409] et-Tacc.1 sh. 104
[410] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/239-241.
[411] Urdaîan Engel, hayrı Önleyen.
[412][412] el-Lağvu Boş, amaçsız söz. Boş yeminden maksat ise,
yemin kastı taşımaksızın "Evet vallahi" ve "Hayır vallahi"
demektir. Buhari'nin Hz, Aişe'den rivayet ettiği hadis de bu anlamı destekler
niteliktedir et-Tacs.3sh. 70.
[413] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/242.
[414] Tabresi, Mecmau'l Beyan
[415] Taberi, Hazin
[416] İbn Kesir, et-Tac c.3 sh.78-80
[417] Hazin
[418] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/242-244.
[419] Yulune "İyla" kökünden gelir ve yemin
anlamındadır. Nefsi üzerine yemin etti. Nefsim üzerine yemin ettim. Bu ifade
artık bir kavram halini almıştır ve kadınlarla cinsel ilişki kumlamaya yemin
etme anlamında kullanılır.
[420] Tarabhus Bekleme.
[421] Fe'u Yeminden dönenler anlamındadır.
[422] et-Talak Sözlük anlamı ayrılmadır. Istılahı anlamı
ise, kan kocanın birbirinden ayrılması boşanmadır.
[423] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/245.
[424] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir
[425] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir.
[426] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/
[427] Kuv'u Kuru(ğ)'un çoğulu. Aybaşı hali veya aybaşı
halinden temizlenme demektir.
[428] Dıraren Zarar vermek kastıyla
[429] Velata duluhunne Adi kelimesinin asıl anlamı hapsetmek,
sıkıştırmaktır. Cümlenin anlamı şudur: "Eski kocalarına dönmek istiyorlarsa,
zorla ve sıkıştırmakla kocalarına dönmelerine engel olmayın".
[430] İbn Kesir ve Hazin
[431] Taberi, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin
[432] Hazin
[433] el-Kasımi, et-Tac c.2 sh.316
[434] el-Kasımi, et-Tac c.2 sh.316
[435] Hazin
[436] Taberi, Hazin, İbn Kesir. et-Tac c.2 sh.310-312
[437] et-Tacc.2sh.398
[438] Hazin
[439] et-Tac c.2 sh.312
[440] et-Tac c.2 sh.311 (Ebu Davud, Tirmizi, Şafii, Hakîm
"sahihtir" demiştir).
[441]
et-Tac c.2 s.310. (Müslim. Ebu Davud ve Ahmet b. Hanbel)
[442] et-Tacc.2 sh.315 Ayrıca Hazin ve İbn Kesir tefsirleri.
[443] 229. ayet için bkz. İbn Kesir
[444] Taberi, Tabresi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir
[445] İbn Kesir
[446] et-Tacc.2sh.315
[447] Tirmizi, et-Tac c.2 sh.307
[448] ei-Tacc.2sh.313
[449] İbn Kesir
[450] İbn Kesir
[451] İbn Kesir
[452] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/248-258.
[453] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/259.
[454] İbn Kesir
[455] el-Keşşaf
[456] Hazin
[457] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/259-260.
[458] Yezerun Geriye bırakırlar.
[459] Ezvacen Eşler.
[460] Yeterebbasne bİ enfusihİnne Beklerler, kendilerini
gözlem altında tutarlar.
[461] Arradtum Üstü kapalı olarak ima ettiğiniz.
[462] Eknentum fi enfusikum Kalbinizden geçirdiğiniz, niyet
ettiğiniz.
[463] La tuva' iduhunne sirren Onlarla bir gizli buluşmaya
sözleşmeyin. Bir görüşe göre bu ifadeden maksat şudur: Onları cinsel ilişkiyle
baştan çıkarmayın, sizinle evlenmeye razı etmek için onları tahrik etmeyin.
Bir diğer görüşe göre kastedilen anlam şudur: "Onlara açıkça evlenme
teklif etmeyin, sizinle evlenmeleri sözünü almak ve başkalarıyla evlenmemelerini
sağlamak için onları sıkıştırmayın, zorlamayın". Bundan sonraki cümleden
hareketle bu ifadenin yüz kızartıcı söz söylenmesini yasakladığını
söyleyebiliriz.
[464] Ve la ta'zimu ukdete'n-nikahi hatta yebluğa'l kitabu
ecelehu) Belirlenen süre dolmadan resmen nikah aktini gerçekleştirmeyin.
[465] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin. Zemahşeri ve Tabresi
[466] Konuyla ilgili olarak Ümmü Seleme'den bir hadis
rivayet edilmiştir. Bkz. Kutub-ı hamse, ayrıca et-Tac c.2 sh.330
[467] et-Tac c.4 sn.56
[468] İbn Kesir, et-Tac c.2 sh. 328-329,5 sahih hadis kitabı
sahibi iki hadisi rivayet etti.
[469] İbn Kesir et-Tac c.2 s. 328-329
[470] el-Kasımi
[471] et-Tac c.2 s. 30 (Buhari, Müslim, Tirmizi, Davud)
[472] Hazin
[473] Hazin
[474] Hazin
[475] İbn Kesir
[476] İbn Kesir
[477] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/262-265.
[478] Mettiuhunne Bedel olarak onlara mal veya elbise gibi
yararlı bir şeyler verin.
[479] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/265-266.
[480] Taberi, Hazin, İbn Kesir
[481] Konuya ilişkin olarak bkz. Taberi, İbn Kesir, Hazin,
Tabresi ve Beğavi.
[482] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/266-268.
[483] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/368.
[484] et-Tacc.1 stı.123
[485] eMacc.1 sh.123
[486] et-Tac c.4 sh. 57
[487] et-Tac c.1 sh.123
[488] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/268-270.
[489] Vasiyeten "Vasiyeten" şeklinde okunduğu
zaman: Vasiyet bıraksınlar şeklinde anlaşılır. "Vasiyetun" şeklinde okunduğunda
ise vaciplik ve hüküm ifade eder.
[490] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/270.
[491] Hazin
[492] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri
[493] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/270-271.
[494] Taberi, Hazin, İbn Kesir
[495] a.g.e
[496] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/272-273.
[497] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/273-274.
[498] İbn Kesir, Taberi, Hazin
[499] a.g.e
[500] a.g.e.
[501] Bu iki ayetle yetindik. Ancak konuya ilişkin olarak
"Ai-i imran, Nisa, Maide, Enfai, Tevbe, Nur, Ahzab, Muhammed ve Saf"
sûrelerinde bir çok ayet bulunmaktadır.
[502] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/274-276.
[503] Talut Tevrat'ın Samuel kısmında adı geçen Şaul'un
Arapça söylenişi.
[504] Besleten fi'I ilmive'l cismi Talut'un iriliğine işaret
ediliyor. Samuel kısmında söylendiğine göre Talut insanların en uzun
boylu-suydu.
[505] Tabut Burada İsrailoğullannın, Hz. Musa ve Harun
zamanından itibaren dini kutsal emanetleri sakladıkları sandık anlamında
kullanılmıştır.
[506] Sekinetün min rabbikum Ruhunuzu yatıştıran, nefsinizi
huzura kavuşturan bir güven. Rabbinizden size ulaştınlır.
[507] Fasale Ayrıldı, yürüdü.
[508] Men lem yet'amhu Kim onun tadına bakmazsa, ondan içmezse...
[509] Ellezine yezunnune ennehum mulakullahi Rablerine
kavuşacaklarına kesin olarak inananlar.
[510] Hazin, İbn Kesir, Taberi.
[511] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/279-281.
[512] Yahudiler çeşitli gruplara bölünmüşlerdi. Hz. Mesih'in
doğumundan önce Sadukİler ve Ferisiier diye adlandırılan gruplar arasında büyük
kargaşalar ve savaşlar çıkmıştı. Sonra İsrail kökenli yahudilerle, İsrail
kökenli ofmayan Filistinli ve Irak asıllı olup da Musevilik dinini benimseyen Samiri yahudiler arasında da savaşlar
çıkmıştı. Hıristiyanlar da bir çok gruba bölünmüşlardi. Özellikle Yakubiler ve
Melikaniler adı verilen gruplar arasında şiddetli savaşlar oluyordu. İsa'nın
tekli kişiliğe (Tanrı) sahip olduğuna inananlarla, çiftli kişiliğe
(insan-Tanrı) sahip olduğuna inanlar sürekti savaş halindeydiler. Yine
Yahudilerle Hıristiyanlar, Samirilerie Hıristiyanlar arasında savaşla
sonuçlanan derin ihtilaflar vardı. Bu durum peygamberimizin (s.) gönderilişine
kadar devam etti. (Bkz. "Tarihu cinsi'l Arabi" adlı eserimizin 2. 4.
ve 5. cüzüne. Ayrıca Tevrattan derlediğimiz "Tarihu beni İsrail" adlı
eserimize ve 'Tarihu Suriye" Metran ed-Debbus c.2. 3. 4. bkz.).
[513] Taberi,İbn Kesir,Hazin,Beğavi
[514] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/282-284.
[515] Hulletun Sevgi
ve dostluk.
[516] Hazin
[517] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/284-285.
[518] ehKayyum
Sürekli emir ve denetimde bulunan. Kaim.
[519] Sinetun Uyanıklık ve uyku arası bir durum. Uykunun
başlangıcı. Uyuklama.
[520] Yeuduhu Aciz bırakır. Zor veya ağır gelir.
[521] Hazin ve İbn Kesir. Tefsir bilginler başka hadisler de
rivayet etmişlerdir. Biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
[522] Hazin ve İbn Kesir. Tefsir bilginler başka hadisler de
rivayei etmişlerdir. Biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
[523] Hazin, İbn Kesir, Zemahşeri, Taberi ve Tabresi
[524] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/286.
[525] et-Tağut Tağut. Kur'an-ı kerimde bazen
"şeytan"la aynı anlamda, bazen "putlar" anlamında ve bazen
de Allah'a ortak koşulan düzmece ilahlar anlamında kullanılmıştır. Kelimenin
aslı, aşın tuğyandır. Tuğyan ise zulüm, azgınlık ve taşkınlık demektir.
[526] Taberi, Beğavj, Hazin, İbn Kesir, Tabresi. Burada bu
rivayet ve görüşlerin hepsi vardır.
[527] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/287-289.
[528] Hacc Tartıştı, münakaşa etti.
[529] Taberi,Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi ve Keşşaf
[530] a.g.e
[531] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/290-291.
[532] Lem yetesenneh Üzerinde yılların geçmesine rağmen
değişime uğramamış, bozulmamış.
[533] Nunşizuha Ayağa kaldırıyoruz. Bir kıraatte
"nunşiruha" şeklinde okunmuştur. Yani: Diriltiyoruz veya
temizliyoruz.
[534] a.g.e
[535] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/292-293.
[536] Fesurhunne Onları kendine yanaştır, alıştır.
[537] Taberi, Hazin, İbn Kesir vd.
[538] et-tac c.4 sh.59. Taberi, Hazin, Beğavi
[539] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/
[540] el-Mennu Sözlükte nimet verme anlamına gelir. Burada
ise yapılan iyiliği başa kakma, nimet verilenin'yüzüne karşı nimeti sayıp
dökme, bunu bir üstünlük aracı olarak kullanma anlamında kullanılmıştır.
[541] el-Eza Eziyet. Burada sadaka verilen kişiyi incitecek,
onurunu kıracak söz, davranış ve işaret anlamında kullanılmıştır.
[542] Sajvatı Düz ve yumuşak kaya.
[543] Vabil Sağnakyağmur.
[544] Salden Düz ve sert kaya.
[545] La yokdirune ala şey'in mimma kesebil Ektikleri hiç
bir şeyi biçemediler, bir faydasını göremediler.
[546] Rabvetin Verimli ve toprağı bol arazi veya coşkun bir
suyun kenarında olan arazi.
[547] Talun Hafif yağmur veya çiğ.
[548] İ'sarunfihi nar Ateşli kasırga, samyeli.
[549] Tayyiban Burada bozulmamış, çürümemİş taze ürün
anlamında kullanılmıştır.
[550] en tuğmidu fihi Ancak fiyatını düşüreceğiniz veya
ancak istemeyerek ve gözünüzü kapatarak alacağınız.
en tuğmidu fihi Ancak
fiyatını düşüreceğiniz veya ancak istemeyerek ve gözünüzü kapatarak alacağınız.
[551] el-Habis Değersiz, bayağı ürün.
[552] La teyemmemu Vermeye kalkışmayın, kasdetmeyin.
[553] Ellezine uhsiru fi sebilillah Kendilerini cihada
adadıkları için yeryüzünde dolaşıp ticaret yapma, rızık temini için çalışma
imkanına sahip olmayanlar.
[554] et-Taaffuf Kimseden bir şey istememe, dilenmeme.
[555] İlhafen Yüzsüzlük edip dilencilik etme.
[556] Taberi, Hazin ve Tabresİ
[557] Müslim, Ebu Davud, Nesaı. et-Tac c.2 sh.28
[558] Sünen sahipleri et-Tac c.2 sh.29
[559] Sünen sahipleri et-Tac c.2 sh.29
[560] et-Tac c.2 sh.32
[561] et-Tac c.2 sh.32
[562] et-Tac c.2 sh.32
[563] Kaynaklarda yer alan iki kapsamlı hadis daha vardır.
Birini Müslim, Nesai, Ebu Davud rivayet etmiştir ve bu hadiste kıyamet günü
yüce Allah'ın konuşmayıp yüzlerine bakmayacağı ve kendilerini arındırmayacağı
kimseler bir şey verip de onu başa kakanlar olarak belirtiliyor. Buharı,
Müslim, Tirmizi ve Nesai'nİn rivayet ettiği hadiste İse yüce Allah'ın başka
hiç bir gölgenin olmadığı kıyamet günü gölgesine alacağı kimselerden söz
ediliyor ve şöyle deniyor: "Bir sadaka veren ve bunu sağ elinin verdiğini
sol eli görmeyecek şekilde gizleyen kimse...". Tac, c. 2, sh. 39-40.
[564] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/
[565] er-Riba Kelimenin asıl anlamı artma ve gelişmedir.
Daha sonra aynı cinsten olan bir maldan, borç verilmiş olsa bile karşılıksız
olarak fazla almak anlamında kullanılmıştır.
[566] EUezi yetehabbetuhuş-şeytan minel mes-si Burada faiz
yiyenin kalkışı, saralı bir kimsenin durumuna benzetilmiştir. Çünkü, eskiden
insanlar saranın cin çarpması olduğuna inanırlardı. Dolayısıyla ayet-i kerime
alışık oldukları bir ifadeyle onlara hitabetmiştir.
[567] Yemhakullahu r-riba Allah faizden elde edilen malın
bereketim giderir, telef eder.
[568] Fe'zenubi harbin minellahi ve Rasulihi'' Bu ifadede
onlara şu uyanda bulunuluyor: Eğer faizden vazgeçmeyecek olurlarsa, bunun
anlamı, Allah'a ve Rasulü'ne savaş açmaktır veya Allah ve Ra-sulü'nün savaş
ilanına maruz kalmaktır.
[569] Ve İn tubtum Faizle uğraşmaktan vazgeçersiniz.
[570] Meyseretun Uygun, elverişli durum.
[571] Naziratûn Bekleyiş, acele etmeyip rahat davranmak,
süre vermek.
[572] Hazin, İbn Kesir, Taberi.
[573] et-Tacc.4sh. 62
[574] Bkz. ayetlerin tefsiri için İbn Kesir.
[575] İbn Hişam c.4 sh. 275 et-Tac c.2 sh.143
[576] Hazin. Beğavi İbn Kesir Taberi
[577] et-Tacc.2sh.194
[578] "Çıkış" bölümü 22. İshah ve
"Ahbar" bölümü 22. ishah.
[579] et-Tac c.2 sh. 194
[580] Mecmauz-Zevaid c.4 sh.117
[581] Mecmauz-Zevaid c.4 sh.117
[582] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/307-313.
[583] Bi'l adi Burada hak, doğruluk ve eksiksiz anlamında
kullanılmıştır.
[584] el-îmlal "İmla"nın anlamdaşıdır ve yazdırma
anlamına gelir. Burada ise, ikrar ve itiraf ya da açıklama anlamı ile kullanılmıştır.
[585] Yebhas Eksik söylemesin veya gizlemesin.
[586] Yebhas Eksik söylemesin veya gizlemesin.
[587] Daifen Hasta veya güçsüz ya da dilinde tutukluk
bulunan v.s.
[588] En tadille ihdahuma fetuzekkire ihdahuma t'uhra Biri
unutunca diğeri ona hatırlatsın diye.
[589] La ye'beş-şuhedau Şahitler, çağırıldıkları zaman şahitlikte
bulunmaktan kaçınmasınlar.
[590] Edna ella tertabu Şüpheye düşmemek için daha garantilidir.
[591] Hazin tefsiri
[592] Taberi, Hazin, Tabresi.
[593] İ'lamul mavakıîn c.2 sh.49
[594] Taberi, Hazin, Tabresi
Taberi, Hazin, Tabresi
[595] İ'lamu'l mavakıin c.1 sh.74 ve sonrası. Ayrıca ayetin
tefsiri İçin Seyyid Reşid Rıza, el-Mena tefsirine bkz.
[596] Ayetin tefsiri için bkz. İbn Kesir.
[597] Hazin
[598] İ'lamu'f muvakkun c.2 sh. 76 ve sonrası
[599] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/315-320.
[600] Taberi, Hazin, Beğavİ ve İbn Kesir.
[601] a.g.e Özellikle Taberi bu konuda geniş ve ayrıntılı
açıklamalar verir.
[602] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/320-321.
[603] Isran Etkili, ağır söz.
[604] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/322.
[605] İbn Kesir
[606] İbn Kesir
[607] İbn Kesir
[608] Taberi
[609] Taberi
[610] İbn Kesir
[611] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/323-324.