BAKARA SURESİ 3

Sûrenin Tanıtımı 3

Sûrelerin Mushaftaki Dizilişlerinin Hikmeti 4

Münafıklık Hareketi 7

Kadınlar Düşük Akıllı Mıdır?. 8

Kur'an'ın Meydan Okuması 11

Rızıkların Benzeşmesi 12

Kimler, Niçin Saparlar?. 13

İnsanın Halife Kılınışı 14

Hz. Adem'in Tevbesi 16

Yahudiler 17

Hicaz Yahudilerinin Kökeni 18

Yahudilerin İslam Çağrısını Reddetmelerinin Sebepleri 24

Ayetlerde şu konular işleniyor: 27

Meryemoğlu İsa (A) 28

Cibril'e Düşman Olmak. 29

Harut Ve Marut 32

Yahudilere İlişkin Kıssalar Zinciri 38

İsrailoğullan'na İlişkin Kıssalar Zinciri 39

Hz. İbrahim (A) 40

Yahudilerle ilgili halkayı oluşturan ayetlerin ilk üçünde; 42

İsrailoğullari'na İlişkin Kıssalar Zinciri 43

Kıble Değişikliği 45

Kıble Değişikliğinin İslam Çağrısındaki Yeri 48

İlk Kıble Değişikliğinin Rabbani Bir İlham Sonucu Olması İhtimali 48

Orta Ümmet 49

Kitap Ve Hikmet 49

Ayetlerde hitap müslümanlara yöneliktir. 50

Sabır Ve Namaz'ıa Yardım İstemek. 50

Safa İle Merve. 51

Ayetlerde;. 54

İyilik Doğuya Ve Batıya Yönelmek Değildir 56

Kısas. 57

Vasiyet Üzerine. 59

Vakıf Meselesi Ve Vasiyet Vakıf İlişkisi 60

Oruç Ve Ramazan Ayı 61

Ayetlerde; 68

Savaş. 69

Haram Ay Kavramı 72

Bu ayetten itibaren, umre ve hacc ile ilgili ibadi hükümler bildiriliyor: 73

Hacc Ve Umre. 74

Hac Mevsimi 76

İnsan Manzaraları 79

İnsanlar Bir Ümmetti 82

"İnsanlar Tek Bir Ümmetti....". 82

Savaş. 84

İlk Ayette; 85

Haram Ayda Savaş. 85

İçki, Kumar, Yetimler Ve Sadaka. 86

Ayet-i kerimede: 87

Müşriklerle Evlilik. 88

Kadınlar Tarladır 89

Yemin. 91

İya (Kadınlardan Uzaklaşma) Yemini 92

Boşanma. 93

Boşanmış Kadınların Çocuklarını Emzirmesi Meselesi 98

Kocası Ölmüş Kadının İddeti 99

El Sürülmeden Boşanmış Kadının Durumu. 101

Namaz İbadeti Ve Orta Namazı 103

Vasiyet 103

Allah'a Borç Vermek (Karz-İ Hasen) 105

Talut Calut Kıssası Ve Hz. Davud. 107

Rasuller 108

Ayete'l-Kürsi 110

İnanç Sisteminde Zorlama Yoktur 110

Allah Ölüleri Diriltir 112

Allah Yolunda İnfak. 115

Faiz Meselesi 118

Borç Ve Alış-Veriş. 121

Sûrenin Sonu. 125


BAKARA SURESİ

 

Kurandaki Sırası       : 2

Nüzul Sırası              : 92

Ayet Sayısı                : 286

İndiği Dönem            : Medine  

 

Sûrenin Tanıtımı

 

Bakara süresinde çeşitli konular inceleniyor, farklı bölümlerde türlü sakıncalar ve tavır­lar sergileniyor. Bunların bir kısmı kanıtsal, bir kısmı eleştirel, bir kısmı yasal, bir kısmı eğit­seldir. Bir kısmı uyarı amaçlı, bir kısmı imani ve bir kısmı da evrensel fenomenlere ilişkin­dir... Hz. Adem'in yaratılışı, meleklerin ona secde edişleri ve iblis'in inkar edişi... Israiloğul-larının tarihinden bir dizi olay aktarıldıktan sonra Hz. Muhammed'in çağrısına karşı takın­dıkları tavır ve ahlaki yapıları irdelenerek bütün bunlarla tarihleri arasında bir bağ kurulu­yor. Ayrıca, Hz. Musa'dan sonraki tarihlerinden de kesitler sunuluyor.. Münafıklara işaret ediliyor; islam davetine karşı Yahudilerle işbirliği yaptıkları vurgulanıyor. Kıbleye, vasiyete, oruca, Allah yolunda savaşa, aybaşı haline, nikah aktine, boşanmaya, kocası ölmüş kadı­nın iddetine, faize, ticari muamelelerin yazıya geçirilmesine borçların yazılmasına ve Allah yolunda hayır amaçlı harcamalarda bulunmaya ilişkin yasal hükümler sunuluyor. Bu ya­sal hükümlerin arasına imani, ahlaki ve toplumsal öğütler, direktifler ve öğretiler serpiştiril­miş bulunuyor. Ayrıca sûrede Medine dönemini ve müslümanların o döneminde yaşadık­ları koşulları yansıtan çeşitli tablolar, manzaralar gözler önüne seriliyor.

Bakara sûresi ayetlerin sayısı, genişliği ve kapladığı yer bakımından Kur'an-ı Kerim'in en uzun süresidir. Bölümlerine ve üslubuna damgasını vurmuş Medine dönemi atmosferi belirgindir. Bazı bölümleri arasında güçlü bir ahenk vardır; bu bakımdan sözkonusu bö­lümlerin birlikte ya da peşpeşe indikleri söylenebilir. Bazı bölümleri arasında ise, ortam açısından bir uyum yoktur, ama bu bölümlerin konu itibariyle başka bölümlerle ahenk oluşturdukları görülür. Öyle ki, bu bölümlerin de birbirini izleyen koşullarda indikleri söylenebilir. Bu sûrenin bazı bölümlerinin çok sonraları hatta bazı sûrelerin ya da bazı sûreler­den bölümlerin ardından İnmiş olmaları, aradaki akış ve konu birliğinden dolayı bu bö­lümlerin başka bölümlerin arkasına yerleştirilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Yine sû­renin bazı bölümleri, daha önce inmiş olmakla beraber, sûrenin sonlarına, bazı bölümleri de daha sonra İnmiş olmakla beraber sürenin baş taraflarına yerleştirilmiş olabilir. Bunu bölümlerin içeriklerinden ve çeşitli ipuçlarından anlayabiliriz. Bu bakımdan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bakara sûresinin bölümleri farklı dönemlerde indiler. Sûrenin tümü, daha doğrusu Medine döneminde inen sûrelerin çoğu bölümlerinin inişinden sonra, bu şekilde bir tertibe gidilmiştir.

Konuya ilişkin olarak Zeyd b. Sabit'ten bir hadis rivayet edilir. Bu hadisi Hakim tahric et­miş, Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir demiştir. Zeyd ise. Peygamberimizin (s) vefatından sonra mushafın tedvini işini üstlenmiştir. Ayrıca kendisi, Rasulullah'ın vahiy kati­biydi. Zeyd der ki: Biz Kur'an'ın deri parçalarına yazılı bölümlerini biraraya getiriyorduk. Beyhaki bu hadis üzerine şu yorumda bulunuyor: "Belki de, inen ayetlerin Rasulullah'ın işaretiyle ait oldukları sûrelere yazılması ve bu tarzda birleştirilmesi kastedilmiştir[1]. Bu da, bizim Bakara sûresinin çeşitli bölümlerinin, sûresinin tamamı indikten sonra, birbirine izle­yen koşullarla ilgili bu ayetlerin sonradan birleştirildiklerine ilişkin değerlendirmemizi pe-kiştirici bir açıklamadır. Yeri geldikçe işaret edeceğimiz gibi, bu yargı Medine inişli bütün uzun sûreler için geçerlidir. Çünkü Medine döneminin kendine özgü koşullan Kur'an ayet­lerinin farklı bölümler halinde tedvin edilmesini gerektiriyordu. Çünkü bölümler değişik münasebetlerle inmiş değişik konular içeriyorlardı. Daha sonra sûreler bu bölümlerden oluşturuldular.

Bakara sûresinin baş tarafı ile son kısmının gerçekten başlangıç ve sonuç oldukları o kadar belirgindir ki, bu iki bölümün sûrenin çerçevesi olmak üzere konulduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bakara süresinin başındaki bölüm sürenin Medîne de inen ilk kısmı olabile­ceği gibi, Kur'an'ın Medine'deki kısmının da inen ilk bölümü olabilir. Bunu bölümün içeri­ğinden algılayabiliriz. Bu yüzden sûre, iniş sırasını baz alan tertiplerde, Medine'de inen sü­relerin başında gösterilmiştir. Nitekim sadece ilk beş ayeti en önce inmiş bulunan "Atak süresi" de Mekke döneminde inen sürelerin ilki olarak gösterilir mushaflarda.Rasulullah (sj'tan şöyle bir hadis rivayet edilir: "Bakara sûresinin son kısmı, arşın altın­daki bir hazineden alınıp bana verildi. Bir diğer hadiste de şöyle deniliyor: "Gökten bir Me­lek indi ve şöyle dedi. 'Bundan önce hiç bir peygambere verilmemiş iki nuru sana getirmiş bulunuyorum; bundan dolayı müjdeler olsun sana. Bu nurlardan biri Fatiha sûresi biri de Bakara sûresinin son kısmıdır. Bu ikisinden okuduğun her harfin karşılığı mutlak sana veri­lecektir."[2] Bu hadisler Bakara sûresinin bugünkü düzeninin Rasulullah (s) hayattayken ger­çekleştiğine yönelik güçlü kanıtlardır. Aynı durum bizce, değişik ortamlarda inen, değişik konular içeren bölümlerden meydana gelen diğer Medine inişli uzun sûreler için de ge­çerlidir.

Tefsir bilginleri. Bakara sûresinin faziletleri ile ilgili olarak bir çok hadis rivayet etmişler­dir Bunlardan birinde şöyle deniyor: "Her şeyin bir üst tarafı vardır. Kur'an'ın üst tarafı da Bakara süresidir".[3] Bakara sûresinden sözeden bu hadis adı geçen sürenin, Rasullah'ın hayatında bir araya getirildiğini ima eder.

Genellikle islam alimleri. Bakara süresinin ayetlerinin sayısı ve kapladığı yer bakımın­dan başka sûrelerden daha büyük hacimli olmasından dolayı Fatiha'dan sonra mushafın baş tarafına yerleştirildiği görüşündedirler. Fatiha sûresinin en başta bulunması ise, bu anlamda Kur'an'ın girişi ve önsözü niteliğinde olmasından kaynaklanıyor. [4]

 

Sûrelerin Mushaftaki Dizilişlerinin Hikmeti

 

Yeri gelmişken şu hususu belirtelim ki, Kur'an ilimleriyle uğraşan bilginler, elimizdeki mushaftaki sûrelerin dizilişinde en uzun olandan en kısa olanına doğru bir ölçü gözönün-de bulundurulduğunu söylemişlerdir. Buna göre önce "uzunlar" denilen sûreler yerleştiril­miş ardından "yüzlükler" (yani ayet sayısı yüz civarında olan sûreler), sonra mesani tekrar­lar, ardından "Kısa süreler", onların da ardından mufassal Içok kısa} süreler yerleştirilmiş­tir.Ne var ki, bu ölçüye sadece Bakara sûresi için özen gösterilmiştir. Sözgelimi, ayet sayı­sı bakımından ikinci büyük sûre "Şuara sûresi" dir. Oysa bu sûre, "Mesani" dediğimiz süre­lerin kategorisine konulmuştur. Üstelik kendisinden daha az yer kaplayan ya da kendisin­den daha az uzun olan, ayet sayısı kendisinden daha az olan bir çok sûreden sonra yer almıştır. Ra'd, İbrahim, Hicr, Furkan, Nur, Mü'minun, Enbiya ve Hacc sûreleri gibi. Yine bu kategorideki sürelerin sıralanışında Ra'd, İbrahim ve Hicr sûrelerine öncelik verilmiştir. Oy­sa bunlardan sonra, ayet sayısı ve kaplanan yer bakımından daha hacimli ve daha büyük birçok sûreye yer verilmiştir. Aynı durum "uzunlar", yüzlükler mesaniler, kıssalar ve çok kı­salar kategorisine giren bir çok süre için de sözkonusudur. Biz, bugünkü mushafın Rasu­lullah (s) zamanında ve onun direktifleriyle düzenlendiğine inanıyoruz. Yani bugün elimiz­de olan mushaf, Kur'an bilginlerinin deyimiyle tevkifi Inass konumunda) dır[5]. Dolayısıyla, henüz kavrayabilmiş olmamakla beraber Kur'an'daki sûrelerin bu şekilde tertiplenişinin bir hikmetinin olduğuna inanıyoruz.Öte yandan, sûrelerin açıkladığımız tarzda dizilişlerinin sadece Medine inişli sûreler îellikle uzunlar, yüzlükler ve mesaniler kategorisine giren sûreler- için geçerli olduğuna inanıyoruz. Mekke inişli sûreler için böyle bir durum sözkonusu değildir. Çünkü Mekke sûreler arasında konu birliği vardır. Bölümlerin birbirine benzerliği çok güçlüdür.

Mekke inişli sûreler, davet, davetin ilkeleri, bunu destekleyen alanlar ve kanıtlamaya dö­nük sahneler üzerine yoğunlaşır. Bu da bir sûrenin her hangi bir bölümünün inmesi, ar­dından bu sûre tamamlanmadan bir başka sûrenin herhangi bir bölümünün inmesi gibi bir durumu gerektirecek bir olgu değildir. Bu yargı Mekke döneminde inen ve bölümleri arasında güçlü bir bağlantı yokmuş gibi görünen uzun sûreler için de geçerlidir. Adı geçen sûreleri tefsir ederken, sunduğumuz kanıflar ve dikkat çektiğimiz ipuçları bizim bu değer­lendirmemizi pekiştirir niteliktedir. Özellikle İfade tarzı ve söz dizimi bir bütünlük oluşturan uzun seçili süreler bunun en güçlü kanıtını oluşturan örneklerdir. Gerçekten uzun ve seçili sûrelerin kanıtsallıği; Alak süresi, muhtemelen Müzzemmil ve Müddessir sûreleri hariç kı­sa ve çok kısa sûrelere göre çok daha güçlü ve vurgulayıcıdır, Bu hususa, adı geçen sûre­lerin tefsiri bağlamında dikkat çektik. Kaldı ki, Mekke inişli sûreler, peygamberlik misyonu­nun Mekke devresinin sonlarında inmişlerdir.

Medine inişli bazı ayetlerin Mekke inişli kimi sürelere eklendiği gerçeği, bu açıdan bir çelişki oluşturmaz. Çünkü, Müzzemmil, A'raf ve Şuara sûrelerini tefsir ederken de işaret et­tiğimiz gibi, bu ayetlerin sözkonusu sûrelere eklenişinin bir gerekçesi ve konjonktüre! bir dayanağı vardır. Bununla beraber, yüce Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.[6]

Kur'an'ın Hz. Ebubekir ve Osman zamanlarında tedvin edildiğine ya da bir araya getiri­lip mushaf haline getirildiğine ilişkin rivayetlere gelince, bu rivayetlerde, Kur'an'ın ilk kez tedvin ya da cem edildiği kasfedilmemiştir. Çünkü, Kur'an zaten tedvin edilmişti, mushaf halindeydi. Rasulullah'ın ashabından bir çoğunun mushafı vardı. Bunlar arasında İbn Me-sud ve Ka'b b. Ubey gibi İsimler zikredilir.[7] Ne var ki, her zaman yeni ayetlerin inmesi ihti­mal; bulunduğu için Mushaf açıktı. Rasulullah (s) vefat edince geriye bir daha vahiy inmesi ihtimali kalmadı. Bunun üzerine, Hz. Ebubekir, Ömer  ve ashabın İleri gelenleri İmamın Idevlet başkanı, halife) elinde başvuru kaynağı olarak bîr mushafın bulunması gerektiğine karar verdiler. Çünkü eldeki mushaflar arasında bazı farklılıklar bulunuyordu (bazısında eksiklikler vardı)- Nihayet mushaf yazıldı. Yazılışı esnası da büyük çabalar ve emekler har­candı, eldeki bütün mushaflar, Kur'an'dan yazılı bulunan ve korunan bütün Metinler karşı­laştırıldı, mukabele yapıldı. Böylece eldeki mushaf hazırlanmış oldu.

Ne var ki, bu çalışmanın sorunu çözümlemediği, kısa zaman sonra ortaya çıktı. Çünkü müslümanlar çoğalmış ve çeşitli ülkelere dağılmışlardı. Herkes mushafını kendi eliyle yazı­yordu. Bazen yazılar arasında farklılıklar oluyordu. Bunun sonucunda, Hz Osman'ın halife­liği döneminde insanlar Kur'an'ı farklı kıraat (okuyuş tarzı) farla okumaya başladı. Önde gelen bazı sahabeler, bu karışıklığın giderilmesine karar verdiler. Dolayısıyla tek bir yazım kuralına (imla) uygun yeni bir mushafın yazılması kararlaştırıldı. Hazırlanan yeni mushafın nüshaları çoğaltılarak İslam ülkesinin eyalet başkentlerine gönderildi ve insanlara da bu nüshalar esas alınarak yeni mushafların yazılması, yazım farklılıkları içeren eldeki diğer mushaflarınsa yakılması emredildi. Kuşkusuz bu Kur'an'ın çağlar boyunca korunuşunun garantisiydi. Böylece Hicr sûresin de yer alan bir ayetin işaret ettiği mucize de gerçekleş­miş oldu: "Hiç şüphesiz, Kur'a'nı biz indirdik; onun koruyucuları da gerçekten biziz" (Hicr,9)[8] [9]

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla

1- Elif Lam Mim.

2-  Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gös­terici olan bir kitaptır.

3-  Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden İnfak ederler.

4-   Ve onlar, sana idirilene, senden önce indirilenlere i-man ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar.

5- İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bunlardır.

 

Bakara sûresi "Elif, Lam, Mim" harfleriyle başlıyor. Böyle bir girişin amacı dinleyi­cilerin dikkatini bir yöne çekiverme, muhatapları uyarmadır. Nitekim birbirinden kopuk harflerle başlayan bir çok sûrede olduğu gibi burada da sözkonusu harflerin hemen ar­dından Kur'an'a işaret edilmiştir.

Diğer ayetlerin içeriğine gelince: Kur'an-ı Kerirn'in Allah'tan korkup-sakınan, O'-nun rızasını arzulayan, zihinleri almasa da, somut bir kanıt ortaya konulmasa da gaybe ilişkin olarak dinledikleri gerçeklere inananlar için bir yol gösterici olduğu açıklanıyor. Çünkü onlar Kur'an'in ve içindeki bilgilerin Allah katından geldiğine inanırlar. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar, yüce Allah 'in kendilerine rızık olarak verdiği malların bir kıs­mını hayır ve iyilik uğuruna harcarlar, Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği kitaba ina­nırlar. Ondan Önceki peygamberlere indirilen kitaplara da. Ahiret hayatına, ahirette he­saplaşmaya ve dünyada işlenen her amelin karşılığının görüleceğine kesin olarak inanır­lar. Dolayısıyla onlar Allah'ın dosdoğru yolu üzeredirler. O'nun yol göstericiliği altında hareket ediyorlar. İşte kurtuluşa erenler, kesinlikle onlardır.

Ayetler, salih bir mü'minde olması gereken nitelikleri ve bu mü'minlere yönelik bir müjde, bunun yanında sözkonusu niteliklere sahip olmayanlara yönelik bir eleştiri içeri­yor. İlk bakışta da fark edildiği gibi, peygambere inanıp tabi olanlardan övgüyle sözedi-liyor. Bunun yanında Allah'ın kitabının, ancak iyi niyetli, Allah'tan korkan, O'nun rıza­sını elde etmeyi amaçlayan kimseler için bir yol gösterici olduğu vurgulanıyor.

Bu ayetlerin içerdiği hususlar, Mekke inişli ayetlerde sık sık tekrarlanmıştır. Ancak bu ayetlerdeki anlatım son derece etkili ve örgüsü de sağlam dokunmuştur. Sûrenin giri­şinde, ilk ayetleri Medine'de indiği için bütün sûre Medine'de inen ilk sûre olarak kabul edilmiştir dedik. Bu bölümün "birbirinden kopuk harflerle" başlaması da sûrenin girişi­nin bu ayetler olduğunu gösteriyor, bu durumda Medine'de inen ilk ayetler bunlardır. Allah doğrusunu daha iyi bilir.

"Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler" cümlesini yo­rumlama bağlamında şunu diyoruz; Yüce Allah Şura sûresi 15. ayette ve Ankebut sûresi 45. ayette Peygamberimize, Allah'ın indirdiği tüm Kitaplara inandığını açıkça duyurma­sı yönünde bir direktif veriyor. Dolayısıyla, bu cümle, mü'minlerin sözkonusu emre uy­duklarını, bunu bir nitelik olarak benimsediklerini vurguluyor.

Şura sûresinin ilgili ayetini incelerken, bu direktifte teorik ifadesini bulan inanç prensibinin, bugünkü ehl-i kitabın elinde bulunan semavi kitaplarla ilgili olarak nasıl al­gılanması gerektiğine ilişkin bir açıklamada bulunduk. Bu açıklamayı bir kez daha tek­rarlama ya da ek açıklamalarda bulunma gereğini duynıuyuroz. [10]

 

6- Şüphesiz inkar edenleri uyarsan da uyarmasan da, onlar için farketmez inanmazlar.

7- Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onla­radır.

 

Bu iki ayette kafirlerin iman etmedikleri ve uyarıların bunlar üzerinde etkili olmadı­ğı dile getiriliyor.

Çünkü bunların kalpleri hakka kapalıdır. Kulaklarında gerçeği duy­malarını engelleyen bir ağırlık vardır. Gözleri de gerçeğin aydınlığını göremeyecek şe­kilde kördür onların. Bu yüzden Allah'ın büyük azabını hak etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, bu iki ayet, kafirlerin tavırlarını ve büyüklenişlerini gerekçelendir­meye dönük bir arasöz niteliğindedir. Ayrıca onların tutumlarıyla, Allah'tan korkup-sa-kınan ve Kur'an'in yol göstericiliğinde hareket eden mü'minlerin tutumlarının karşılaş­tırılması da amaçlanıyor. Çünkü mü'minler, hidayete erme hususunda samimidirler. Al­lah'tan gerçekten korkuyorlar. Bu yüzden Kur'an'ı duyar duymaz, gerçeği görür gör­mez inanırlar, tasdik ederler. Bu, kuşkusuz iyi niyetin ve içtenliğin göstergesidir. Ama iyi niyetli olmayanların sanki kalpleri kilitli, kulakları tıkalı ve gözleri kördür. Ne Kur'an'ı anlarlar, ne de hakkı görüp algılarlar.

Bu iki ayetin İçeriği de, Kur'an'ın Mekke döneminde inen kısmında sık sık yinelen­miştir. Dolayısıyla bu ayetleri, Mekke inişli ayetlere yakın bir üslupla yorumlama ge­rektiği duyduk. Çünkü Kur'an'ın ruhuna, direktiflerine ve ayetlerinin içeriğine böylesi daha uygundur. Ayrıca kafirler için hazırlanmış büyük bir azaptan söz edildiği ve mu­hatapların uyarıldığı bir yerde, bu yorum daha yerindedir. Ayrıca "İnkar edenler" ifade­sinden küfrün eyleme dönüştüğü açıkça anlaşılıyor.Aynı açıklığı ve vurgulayıcılığı Yasin sûresinde yer alan şu ayetlerden de algıhyo-: "Biz önlerinde bir sed, arkalannda bir sed çektik. Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler. Kendilerini uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; inanmazlar. Sen an:ıkre uyan ve gayb ile Rahman olan Allah'a karşı içi titreyerek korku duyan kimse-'arırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele." (Yasin 9-11)

a kafirler art niyetli, kötü gidişatlı ve katı kalpli kimseler, mü'minler de, gerçeğe penayı gerçekten isteyen, Allah'a inanan ve O'ndan korkup sakınan kimseler olarak tasvir ediliyor. [11]

 

8-  İnsanlardan Öyleleri vardır ki: Biz Allah'a ve ahiret gü­nüne iman ettik derler; oysa inanmış değillerdir.

9- Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değildirler.

10-  Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını art­tırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı onlar için acı bir azap vardır.

11-  Kendilerine: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildi­ğinde: "Biz sadece ıslah edicileriz" derler.

12-  Bilin ki; gerçekten asıl fesatçılar bunlardır, ama şu­urunda değildirler.

13- Ve kendilerine: "İnsanların iman ettiği gibi siz de İman edin" denildiğinde: "Düşük akıllıların[12] iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir; ama bilmezler.

14-  İman edenlerle karşılaştıkları zaman; "iman ettik" der­ler. Şeytanlarıyla[13]' başbaşa kaldıklarında ise, derler ki: "Şüphesiz sizinle beraberiz. Biz onlarla yalnızca alay edi­yoruz."

15- Asıl Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaş­kınca dolaşmalarına belli bir süre tanır.

 

Ayet-i kerimelerde münafıklardan sözediliyor, onların ayırıcı nitelikleri ve karakte­ristik tavırları sergileniyor.

Ardından her türlü iyi niyet gösterileri reddedilerek sert eleştirilere maruz bırakılıyorlar: Buna göre onlar dilleriyle, "iman ettik derler ama kalp­leri mü'min değildir. Böyle yapmakla Allah'ı ve mü'minleri aldatmayı amaçlıyorlar. Oysa, sadece kendilerini aldatabilirler. Çünkü Allah onların gerçek kimliklerini bilir ve mü'minler de bu gerçeklerden habersiz değildirler.

Niyetleri kötü ve kalpleri hastaydı. Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya kalkışmaları ve yalan söylemeleri yüzünden iğrençlikleri ve hastalıkları arttı. Bundan dolayı da Allah'ın elem verici azabını hakettiler. Kendilerine öğüt verildiği bozgunculuktan, nifaktan, dü­zenbazlıktan, hilekarlıktan ve entrikacılıktan vazgeçmeleri istendiği zaman bunları in­kar ederler ve yapıcı salih kimseler olduklarım iddia ederler. Fakat içinde bulundukları durum bozgunculuğun ve yıkıcılığın ta kendisidir. Ancak içinde bulundukları çelişkinin arkında değildirler. Onlara "gerçek mü'minler gibi siz de kalbiniz ve tavırlarınızla i-n edin" denildiği zaman büyüklük kompleksine kapılırlar, mü'minlere dil uzatarak ilan anlayışsızlıkla, düşük akıllılıkla suçlarlar. Alayvari bir şekilde "biz de bu kıt akıl-gıoi mı manalım?" diye sorarlar. Oysa, başkaları değil, bizzat kendileri beyinsizdir, yısadır. Buna rağmen gerçek durumlarının bilincinde değildirler. Mü'minlerle § uuan zaman onlara eşlik eder ve onları kandırmaya çalışarak "biz de mü'miniz" derler. Daha sonra, şeytanlarıyla başbaşa kaldıklan, kendilerine çeşitli telkinlerde bulunan yalan vaadlerle yanlarında kalmalarını sağlayan, elebaşlarıyla yalnız kaldıklan zaman şöyle derler: "Dışarıdan görünümümüz bizim asıl niteliğimiz değildir. Biz onlar­la alay ediyoruz". Asıl Allah onlarla alay eder ve azgınlıkları içinde körükörüne dolaş­maları için onlara belli bir süre tanır.

Bu ayetler, Medine döneminde inen ilk ayetlerdir. Ve burada münafıklar sınıfına işa­ret ediliyor. Münafıklar, İslami hareketin Medine devresinin erken dönemlerinde, hatta Peygamberimizin (s) Medine'ye bizzat varmasından Önce ortaya çıkmış bir gruptur. Ayetlerde "nifak" ya da "münafıklar" kelimesi geçmese de kastedilenler onlardır. Çün­kü işaret edilen nitelikler tıpa tıp onlara uymaktadır. Amaç, Muhammedi davetin karşı­sında belirginleşen gruplar silsilesini tamamlamaktır. Bunlar, doğru sözlü mü'minler burun kıvıran kafirler ve yalancı, düzenbaz münafıklardır. Durum böyle olunca, ayetle­rin Önceki ayetler grubuyla bağlantılı olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Ayet-i kerimelerde, münafıkların bu tarz etkili ifadelerle vasfedilmiş olmaları, bu denli şiddetli bir eleştiriye maraz bırakılmaları, böyle bir grubun varlığının tehlikesini ve sosyal hayattaki sarsıcı etkisini ortaya koymaktadır, Medine döneminde inen bir çok sûrede, çeşitli şekillerde nifak hareketine, münafıklara ve İslam'a, Peygambere (s) ve müslümanların maslahatına karşı takındıkları olumsuz tavırlara işaret edilmiştir. Yeri geldikçe değineceğimiz gibi, oluşturdukları tehlike son derece büyük ve sosyal hayatta­ki etkileri derin ve yıpratıcı olmuştur. Bazı münafıklar Medineli, bazılan da Bedeviydi­ler. Fakat Medineli münafıkların nifakları daha önemli, daha şiddetli ve daha tehlikeliydi. Tefsir bilginleri[14] "şeytanları" kelimesi ile yahudilerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu yorum yerinde ve ayrıca ayetlerin içeriği ile de bağdaşmaktadır. Çünkü ayetlerden münafıkların ayrı, şeytanlarının da ayn bir grup olduğu anlaşılıyor. Şayet kastedilenler onların lider kadroları bile olsa, ifadeden, vasfedilenlerin yahudiler olduğu anlaşılıyor. Nitekim Medine inişli bir çok sûrede münafıkların Özellikle elebaşlannın İslam davetine karşı yahudilerle işbirliği içine girdiklerini ortaya koymaktadır. Yine bu sûrelerde yahu­dilerin münafıklara taktik verdikleri, hile, tuzak ve komplo kurmaları için onları sinsice yönlendirdikleri dile getiriliyor. Aşağıya alacağımız ayetler bunun somut örnekleridir: "Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır. Onlar mü'mirileri bırakıp kafirleri[15] dostlar edinirler. Kuvvet ve onura onların yanında mı arıyorlar? Şüp­hesiz, bütün kuvvet ve onur Allah'ındır" (Nisa, 138-139) "Şüphesiz kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri dönenleri, şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır. İşte böyle; çünkü gerçektejı onlar, Allah'ın indirdiğini çirkin karşılayanlara dediler ki: "Size bazı işlerde itaat edeceğiz". Oysa Allah, sakladıkları şeyleri biliyor" (Muhammcd, 25-26).l0 Yahudiler, Medine halkı içinde münafıklar diye adlandırılan hasta kalpli, kötü niyetler içinde, fitne kazanını kaynatacak bir imkan bulmuşlardı. Onlarla ittifaklar çeşitli telkinlerde bulunuyor ve komplolarına, desiselerine destek oluyorlardı, n    et hareketini, davetin liderini ve mü'minleri zor durumda bırakmak için işbirliği cinde hareket ediyorlardı. Peygamberimiz (s) yahudileri yenilgiye uğratıncaya kadar, "fak hareketi önemini korudu. Nihayet yahudilerin bir kısmı sürüldü, bir kısmı ihanet­lerinin bedelini canlarıyla ödedi ve bir kısmı da Suriye yolunu tuttu. Ne var ki, nifak ha­reketi bir kerede ortadan kalkmadı. Çünkü münafıklık sosyal bir karakter yansımasıdır.

Gerçi ayetler, özel bir zaman dilimini ve Rasulullah dönemindeki münafıkların tab­losunu içeriyor, ancak ifadelerin mutlak ve genel nitelikli oluşu evrensel bir mesaj ko­numunda olup münafıklara ait karakterlerin, tutum, davranış ve sözlerin kınanmasına yöneliktir. Bu tür niteliklerse, her zaman ve mekanda bazı insanlar tarafından sergilene­bilirler. [16]

 

Münafıklık Hareketi

 

Bu hareketi ve mensuplarını ele alan Kuran ayetlerinden ve Hz. Muhammed'in ha­yatına ilişkin rivayetlerden; bu hareketin, Peygamber (s)'in Medine'ye varmasından ön­ce, amca çocuğu Musab'ı kendi adına ve bir davetçi olarak Medine'ye göndermesinden itibaren boy verdiğini anlıyoruz. Medine'den bazı kimseler Musab'ın davetine karşı çı­kıyor ve buna engel olmaya çalışıyorlardı. Abdullah b. Übeyy Medine'deki iki kabile­den biri olan Hazreçlilcrin liderlerinden biriydi. Hazre"çliler ikinci kabile Evslilerden da­ha kalabalık ve daha güçlüydüler. Başta bütün Medineliler kendilerini bu iki kabileye intisab ettiriyorlardı. Abdullah b. Übeyy bazı akrabaları üzerinde etkili oldu ve onları nitak harekelinin içine çekti. Rasulullah'ın Evs ve Hazreç kabilesine mensup bazı kim­selerin kendisine biat etmesinin ardından Medine'ye hicret ettiği sıralarda Hazrcçliler, Abdullah b. Übeyy'i Medine'ye kral yapmaya hazırlanıyorlardı. Rasulullah (s) Medi­ne ye varınca, ona biat etmiş bulunan Evs ve Hazreç kabilelerine mensup kimseler, onu ve arkadaşlarını iyi karşıladılar, kendilerine yardım ve destek sözü verdiler. İbn Übeyy Peygamberimizin (s) Medine'ye hicret etmesini, krallıktan mahrum edilişinin başlıca sebebi olarak algıladı ve bu yüzden ona kin duydu, öç almayı kafasına koydu.[17] Riva­yetlerde bir başka etkili şahıstan söz ediliyor. "Rahip" lakaplı Ebu Amir. Bu adam "sa­killer" diye bilinen muvahhid bir gruba mensuptu. Peygamberimizin (s) görevlendirili­rinden sonra, peygamber olamamaktan dolayı duyduğu kıskançlıkla Hristiyanlığı kabul : Peygamberimize (s) karşı derin bir kin besledi. Bazı akrabalarını etkiledi ve Abıh b. Übeyy ve grubuyla birlikte hareket etmelerini sağladı. Medine'de örgütlenen ™kunyanında bir de Medine çevresinde ikamet eden Bedevi münafıklar vardı. siyeri CZ3 Iıa'î£lİ;insü!'Arabr ad!l eserimizin "Nifak Hareketi" bölümü c.6 sn. 142-172. Ayrıca İbn Hişam Münafıkların oynadığı sarsıcı rol, daha çok Medine münafıklarının rolüydü. Bedevi mü­nafıkların müslümanhği menfaate dayanıyordu. Bir menfaat gördüklerinde Peygamberi­mize (s) ve ashabına yapışıyorlardı, ama bir tehlike sezdiklerinde ufak ufak oradan sıvı­şıyorlardı.

Medine münafıklarının tavırları ve hileli düzenleri daha etkili ve geniş boyutluydu. Roller ve sonuçlar değişse de peygamberimizle Mekkeli ileri gelenler arasındaki müca­deleyi andırıyordu. Çünkü Peygamberimiz (s) davet merkezine yerleşir yerleşmez, gü­cünde ve davetinin etki alanında bir artış oldu. Artık otorite sahibi, nüfuzlu ve saygı du­yulan bir taraftı. O sırada münafıklar, kaynaşmış, belirgin bir kitle değildiler; her zaman azınlık olarak kaldılar. Rasulullah gücünün artması .ve İslam dairesinin genişlemesi ile ters orantılı olarak onların da etkinlikleri azalıyordu. Akrabalarının büyük çoğunluğu sa­mimi mü'minlerdi. Bu samimi mü'minlerden biri de münafıkların elebaşısı Abdullah b. Übeyyin oğluydu. Bu zat ashabın ileri gelenlerindendi ve Peygamber (s)'in izin vermesi durumunda babasını Öldürebileceğini de göstermişti. Bunlar münafıklığı reddediyor, sa­mimi mü'minler olduklarına yemin ediyorlardı. İslam'ın öngördüğü farzları yerine geti­riyor, bir çok ayette anlatıldığı gibi cihad hareketine de katılıyorlardı. Aşağıdaki ayetler­de, münafıkların bu durumuna işaret ediliyor:

"Münafıklar sana geldikleri zaman: "Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin ola­rak Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilir ki sen elbette onun elçisisin. Allah şüphesiz münafıkların yalan söylediklerine şahitlik eder" (Münafikun,!)

"Gerçekten sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Oysa onlar sizden de­ğildirler. Ancak onlar ödleri kopan bir topluluktur. Eğer onlar bir sığınak ya da kalacak mağaralar veya girebilecekleri bir yer bulsalardı, hızla oraya yönelip koşarlardı" (Tevbe, 56-57)

"Allah'a and içiyorlar ki o inkar sözünü söylemediler. Oysa andolsun onlar, inkar sözünü söylemişlerdir ve İslamlıklarından sonra inkara sapmışlardır, erişemedikleri bir şeye yeltenmişlerdir. Oysa intikama kalkışmalarının, kendilerini Allah'ın ve elçisinin bol ihsanından zengin kılmasından başka bir nedeni yoktu. Eğer tevbe ederlerse kendile­ri için hayırlı olur, eğer yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da ahirette de acı bir azap­la azaplandınr. Onlar için yeryüzünden bir koruyucu-dost ve bir yardımcı yoktur" (Tev­be, 74).

"İnfak ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve elçisini tanı­mamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleri­dir" (Tevbe, 54).

Münafıklar, İslam davetinin ve müslümanların maslahatıyla çelişen hareketleri an­cak gizlice ve kuşkulu ortamlarda sergiliyorlardı. İslam'ın öngördüğü hareketleriyse an­cak mü'minlerle karşılaştıkları ortamlarda sergilemek zorunda kalırlardı.

Bütün bunlardan dolayı münafıklıkla damgalandılar, Allah ve Rasulü'nün gazabına, hürün mü'minlerin öfkesine maruz kaldılar ve Nisa sûresi 145. ayette belirtildiği gibi ateşin en aşağı tabakasına atılmayı hakettiler.Bu kadarlık bir değerlendirmeyle yetiniyor ve geri kalan tavır ve sözlerinin açıkla­masını başka münasebetlere bırakıyoruz. Bu sûreyi izleyen Medine inişli bir başka sûre­de münafıklardan çokça söz edilir. Orada ayrıntılı açıklamalarda bulunmayı umuyoruz.

Müfessir Hazin İbn Abbas'a dayanarak Bakara sûresi 14. ayetin Abdullah b. Übeyy ve münafık arkadaşları hakkında indiğini belirtir. Rivayete göre bu münafıklar bir gün bir yere giderlerken Rasulullah'm ashabından bir grupla karşılaşırlar. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına: "Bakınız, bu düşük akıllıları nasıl sizden uzaklaştıracağım" "Merhaba! Ey doğru sözlü, Teymoğullanmn efendisi, İslam'ın aksakallısı, Rasulul­lah'm mağara arkadaşı ve Rasuluilah uğruna canını ve malını feda eden zât" der. Sonra Hz. Ömer'in elinden tutar ve şöyle der: "Merhaba! Ey Adiy b. Ka'boğullan'nın efendi­si, Allah'ın dininin güçlü ve hakla batılı ayırıcı kılıcı, malını ve canını Allah Rasulü uğ­runa feda eden kişi..." Ardından Hz. Ali'nin elini tutar ve şöyle der: "Merhaba! Ey Ra­sulullah'm amcasının oğlu, damadı ve Rasulullah'tan sonra Haşim oğullarının efendi­si..." Bunun üzerine Hz. Ali ona şöyle der: "Allah'tan kork, ey Abdullah, münafıklık etme. Çünkü münafıklar Allah'ın yarattığı en kötü insanlardır. Bu tepki karşısında İbn Übeyy şu karşılığı verir: "Yavaş ol, ey Ebu'l Hasan! Bu sözleri münafıklık olsun diye söylemiyorum. Allah'a andolsun ki, bizim imanımız ve tasdikimiz sizin imanınız ve tasdikiniz gibidir". Sonra birbirlerinden ayrılıp her bir grup yakma gitti. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına "yaptığımı beğendiniz mi?" diye sordu. Onlar da onu yaptığından dolayı tebrik ettiler.

Rivayetin uydurma olduğu ilk anda anlaşılıyor. Çünkü her üç sahabeyle ilgili olarak yapılan tanımlamalar, Rasulullah'm hatta onların vefatından sonra sözkonusu olmamış olsa bile en azından hicretin üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra bu niteliklerle anılır olmuşlardır. Bize öyle geliyor ki, bu rivayet sadece Hz. Ali'nin münafıkça davra­nışları sezebildiğini anlatmak amacıyla uydurulmuştur. Bunun yanında rivayet, ayetin tek başına inmiş olmasını gerektirir. Oysa ayetin, bölümle bütünlük oluşturduğu ortada­dır. Bu da, ayetlerin bir kerede indiklerinin güçlü bir kanıtıdır.

Bizim kanaatimize göre, ayette anlatılan durum, bütün münafıklara ilişkin genel bir tutumdur. Bunlar, Rasulullah'm ashabı ile özellikle muhacirlerle karşılaştıkları zaman »yle davranırlardı. Sadece kendi akrabaları yanında rahat hareket ederlerdi. Dolayisıy-2rime, münafıklara ilişkin belirgin ve genel bir niteliği gözler önüne seriyor. [18]

 

Kadınlar Düşük Akıllı Mıdır?

 

Bazı tefsir kitaplarında "Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?" cümle­sinden hareketle, düşük akıllıların kadınlar olduğu şeklinde görüş belirtmelerini değer­lendirmek istiyoruz:Eski ve yeni bazı tefsir bilginleri[19] bu cümlenin yorumu ile ilgili olarak, Nisa sûre­sinde yer alan şu ifadeye göndermede bulunduklarını gördük: "Allah'ın geçiminize da­yanak kıldığı mallarınızı düşük akıllılara vermeyin..." (Nisa, 5). Diyorlar ki: "Bu yüz­den yüce Allah kadınları ve çocukları Nisa sûresi 5. ayette düşük akıllılar olarak nitelen­dirmiştir. Çünkü onların akıllan ermez ve ayirdetme yetenekleri gelişmemiştir.Bu yoru­mu, Abdullah b. Mesud ve İbn Abbas'a dayandırırlar. Bunun destekleyici mahiyette E-bu Emame kanalıyla bir hadis rivayet ederler;[20] "Kadınlar düşük akıllıdır. Ancak üzerle­rine kaim olan kocalarına itaat edenleri başka". Bir diğer hadis de Müslim tarafından ri­vayet edilir: "Ey kadınlar topluluğu, sadaka verin ve çokça istiğfar edin. Çünkü ateş eh­linin daha çok kadınlardan oluştuğunu gördüm." Keskin görüşlü kadınlardan biri: "Ya Rasulullah neden daha çok biz ateş ehli oluyoruz?" diye sordu. Rasulullah ona şu cevabı verdi: "Çok lanet edersiniz, kocanıza nankörlük edersiniz. Akıllı kimseler arasında siz­den daha çok eksik akıllı ve eksik dinli kimse görmedim".[21]

Bu hadislerle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bakara sûresinin incelemekte olduğu­muz ayetinde geçen "süteha" kelimesi ile Nisa sûresinin ilgili ayetinde geçen "süteha" kelimesi arasındaki münasebet son derece zayıftır. Çünkü münafıklar Medineli akraba­larından olup samimi mü'minler arasında yer alan bazı kimselerin, son derece akıllı, güçlü, idrakli olduklarını biliyorlardı.

Ayrıca muhacirler arasında da akıllı, kavrayış sahibi ve liderlik yeteneğine sahip müslümanlar tanıyorlardı. Dolayısıyla onların asıl amaçları iğnelemek ve küçümsemek­ti. Yani bir bakıma mü'minlerde var olan bir gerçeği ifade etmek değildi maksatları. Hatta eğer bununla bazı mü'minleri gerçekten (mecazen değil) nitelemek amacını güt-müşseler de, yine de Bakara sûresinin bu ayetiyle Nisa sûresinin ilgili ayeti arasında bu bakımdan kurulan münasebet son derece zayıf kalıyor. İkisinin arasında bir bağ kuramı­yoruz. Bu bir. İkincisi, Nisa sûresinin ilgili ayetinde geçen "sufaha" kelimesini "kadınlar" ve "ço­cuklar" olarak açıklamak, ne ayetin nassı ile ne de ruhuyla uyuşmaktadır. Çünkü ayette geçen bu kelime mutlaktır. Ayetin akışı ile uygun olanı, aklı ermez, ayirdetme yeteneği­ne sahip olmayan kadın, erkek, çocuk... Herkesi kapsamasıdır. Biz, tefsir bilginlerinin "bu yüzden yüce Allah kadınları ve çocukları, Nisa sûresi 5. ayette düşük akıllılar ola­rak nitelendirmiştir" şeklindeki değerlendirmelerini, bu yorumu, yani Nisa sûresinin il­gili ayette geçen "sufaha" kelimesine özellikle "kadınlar ve çocuklar" anlamını vermele­rini desteklemek için İbn Mesud ve İbn Abbas'tan aktardıkları rivayetini yadırgıyoruz. Rivayet ettikleri hadisler sahih olsa bile bu değerlendirmeleri haklı çıkarmazlar. Riva­yetlerin ilkini inceleyenler, bir istisna içerdiğini göreceklerdir. Yani sadece kocalarına 7ivet edenler kastedilmiştir. Ki, çoğu zaman ve çoğu yerde kadınların ezici çoğunluğu ından ^rum bundan ibarettir. İkinci rivayetin de teşvik, yakındırma ve öğüt verme maçlı olduğu ortadadır. Eksik akıllılığın ve noksan dinliliğin sırf kadınlara özgü kılın­ması ya da bu niteliğin tüm kadınları kapsayacak şekilde genelleştirilmesi söz konusu değildir.

Adı geçen müfessirlerin ve onların görüşünü paylaşan bir çok yazarın, yüksek ve saygın bir ilmi düzeye sahip olmalarına rağmen, özellikle kadınlarla ilgili olarak getir­dikleri bu tahsis edici yorumla kesinlikle uyuşmayan bir çok ayeti gözden kaçırdıklarını gördükçe hayretimiz biraz daha artıyor. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'de kadınların da tıpkı erkekler gibi, hiç bir ayrım gözetilmeksizin imanî, toplumsal, ibadî, malî, cihadla ilgili ve ahlakî her türlü yükümlülüğe ehil olduğu defalarca vurgulanmıştır. Erkeğin işlediği amellere terettüp eden dünya ve ahirete ilişkin her türlü sonuç, her türlü sevap ve ceza hiç bir ayrım ve farklılık gözetilmeksizin kadınlara da terettüp eder. Aralarındaki ilişki­nin niteliği ne olursa olsun, erkeğin hiç bir müdahalesine, yöneticiliğine ya da iznine gerek kalmaksızın kadının kendi malı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkı vardır. Kadın kendi başına alış veriş yapabilir, gayri menkul satan alabilir, ekin ekebilir, tarlalarını biçebilir, borç alabilir, borç verebilir, hibe edebilir, vasiyet edebilir, köle azad edebilir, miras alabilir, miras bırakabilir, malını kiraya verebilir ya da birini ücret karşı­lığı çalıştırabilir, kendi başına biriyle evlenmeye karar verebilir. Allah'ın evrensel ayet­leri ve nimetleri üzerinde düşünme, Allah'ın kitabını okuyup anlamaya çalışma, Öğren­me ve öğretme gibi, bir erkeğin yükümlü olduğu şeylerle bir kadın da yükümlüdür. Muttaki ve salih bir mü'min erkek için geçerli olan övgüler, muttaki ve saliha bir mü'min kadın için de geçerlidir. Kafir, müşrik ve münafık bir erkeğin eleştirildiği şey­lerle kafir, müşrik ve münafık bir kadın da eleştirilir. Erkeğe yönelik olarak va'dedilen dünya ve ahiret mutluluğu ve tertemiz bir hayat, aynı şekilde kadına da va'dedilmekte-dir. Allah'ın gazabına uğrama, dünya ve ahirette kurtuluşa ermeme gibi tehditler, erkek­ler kadar kadınlar için de geçerlidir. Yine Kur'an'da, mü'min erkeklerle mü'min kadın­ların birbirlerinin dostları olduğu, marufu emredip münkeri yasakladıkları, namaz kıl­dıkları, zekat verdikleri, Allah'a ve Rasulüne itaat ettikleri belirtilir. Buna karşılık ola­rak her iki cinse de altlarından ırmaklar akan içinde ebediyen kalacakları Adn cennetle-nndeki güzel meskenler ve en büyük ödül olarak da Allah'ın hoşnutluğu va'dedilir[22].

Bunun yanında büyük bir Kur'anî gerçek daha var: Sadece erkeklere Özgü olduğuna »ışkın bir ipucu, bir kanıt, bir gerekçe bulunmayan dünya ve dinle ilgili herhangi bir mesele hakkında; mü'min, müslüman, müşrik, kafir ve münafık erkeklere yönelik olan er türlü hitap aynı zamanda bu grupların kadınlarına da yöneliktir. Bu ise ancak kadının aklî, ruhî, ahlakî vb. hususlarda tam bir yeterlilikte olduğunun kabul edilmesi duru­munda bir anlam ifade edebilir.Kur'an-ı Kerim'de ifade edilen, erkeklerin kadınlar üzerine kaim oldukları, erkekle­rin kadınlara derece bakımından üstün kılındığı, borçlanma muamelelerinde bir erkeğin şahitliğine karşılık iki kadının şahitliğinin Öngörülmesi, mirasta erkeğe düşen payın ya­nsı kadar kadına düşmesi gerektiği gibi hususlar yukarıda işaret ettiğimiz, kadının aklî, ruhî ve ahlakî yeterliliği ile çelişmez. İleride yeri geldikçe işaret edeceğimiz gibi, bu tür farklılıklar evlilik hayatı ve kadının cinsel doğası ile ilgilidir. Belki de kadının mali ve medeni konularda erkeğin iznine gerek kalmaksızın tam bir yeterliliğe sahip olduğunun vurgulanması yukarıda da değindiğimiz gibi erkeğin kadın üzerinde "kaim" olması, on­dan bir derece üstün olmasının sadece evlilik hayatı için geçerli bir durum olduğuna iliş­kin güçlü bir kanıttır. [23]

 

16-  İşte bunlar hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış verişleri bir yarar sağlamamış; hidayeti de bul­mamışlardır.

17- Bunların örneği, ateş yakan[24] adamın örneğine benzer; çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını gide­rir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.

18-  Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dön­mezler.

19- Ya da bunlar, karanlıklar, gökgürültüsü ve şimşeklerle yüklü, gökten şiddetli bir yağmur[25]' fırtınasına tutulmuş gi­bidirler ki, yıldırımlanyla kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.

20- Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıverecek; önleri­ni her aydınlattığında yürürler, üzerlerine karanlık basıve-rince de dikilir kalırlar[26]. Allah dileseydi, işitmelerini de görmelerini de gideriverirdi. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

 

Yukarıda meallerini sunduğumuz ayetlerde, münafıkların durumu somu tlaş tırıl arak ve bu bağlamda eleştiriler yöneltilerek vasfediliyor. Bu bakımdan bu ayetleri önceki ayetlerin bir değerlendirmesi olarak nitelendirebiliriz:

1) Münafıklar hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış-verişlerinde kâr etmemişlerdir; doğru yolu da bulamamışlardır.

2) Bu bakımdan münafıklar, karanlıklar İçinde bir ateş tutuşturan kimseye benzerler. Ateş etrafını henüz aydınlatmışken, Allah aydınlığını giderir ve karanlıklar yeniden bas­tırır; hiç bir şey göremez olur.

3) Münafıklar kör, sağır ve dilsizdirler; gerçeği göremez, dinleyemez ve konuşa­mazlar. Gerçeğe dönmeleri ihtimali yoktur.

4) Münafıklar bu halleriyle bir de karanlık bir gecede gök gürültülü ve şimşekli bir yağmur fırtınasına tutulmuş kimseye benzerler. Karanlık, bu kimseyi çepeçevre kuşat­ıştır; yıldırımların korkusu yüreğine dolmuş, gök gürültüsü kulaklarını adeta sağır et-nştır. Öyle ki dehşet verici gürültüden kurtulmak için parmaklarını kulaklarına tıkar. jek adeta onun gözlerini kapıyor. Şimşek çaktığında, bir süre yürüme fırsatı bulu- Ama şimşeğin aydınlığı uzun sürmüyor. Bu kimse de şaşkın bir halde yerinde kala­kalıyor. Bir adım atacak mecali kalmıyor.

5) Hiç şüphesiz Allah dilerse onların görmelerini ve işitmelerini giderir. Çünkü O'-gu'      erseye yeter. O kafirleri kuşatandır. O'nun kudretinden sıyrılmaları mümkün değildir. Ayetlerin temsil, tanımlama ve eleştiri nitelikli ifadeleri derin, etkili ve hayranlık uyandırıcıdır. Bu bağlamda Hz. Muhammed'in sunduğu mesajın, insanlara yol gösteren bir nur olduğu vurgulanıyor. Münafıklar bu nuru, bu ışığı görüyorlar; aydınlattığı yolda bir süre de yürüyorlar. Sonra kötü niyetlerine yenik düşüyorlar. Dolayısıyla kafir ya da münafık olarak bu nurdan yararlanamaz hale geliyorlar.

Tefsir bilginlerinin çoğunluğu, "Allah onların aydınlığını giderir" ifadesini, "Allah onların yaktığı ateşi söndürür ve hiç bir şey göremez hale getirir" şeklinde yorumlamış­lardır. Kuşkusuz bu yorum dikkate değer olduğu kadar cümlenin motamot karşılığı ol­ması bakımından da ilginçtir. Ancak bize öyle geliyor ki, bir önceki paragrafta yaptığı­mız açıklama ayetlerin atmosferi ile daha çok uyuşmaktadır. Yani onlar bir süre Önce görüp, ışığında yol aldıkları nuru göremez hale gelmişlerdir. Eski karanlıklarına yeniden dönmüşlerdir. Dolayısıyla parlayan ışık, bizce Hz. Muhammed'in sunduğu mesajdır. Yüce Allah'ın bu ışığı söndürmesi söz konusu olamaz. Tersine bu nuru göremeyecek duruma gelen, münafıkların kendileridir.

"Allah onların aydınlığını giderir" ve ".. .dikseydi, işitmelerini de görmelerini de gideriverirdi" gibi ifadeler, tıpkı "Allah zalimleri saptırır" ve "onunla ancak fasıldan saptırır" ifadeleri gibi üslupla bağlantılı deyimlerdir. Yoksa ayetlerde açıkça onların hi­dayete karşılık sapıklığı tercih ettikleri kendi özgür iradeleriyle ışığı görmezlikten gel­dikleri vurgulanıyor.

Münafıkları inceleyen bölümden Önceki ayetlerde, kafirlerle ilgili olarak söyledikle­rimizi bir kez daha yineliyoruz. Dolayısıyla, münafıkların bu ayetlerin indiği sıradaki durumları vurgulanıyor. Yani bu durumun sonuna kadar böyle sürdüğü kastedilmiyor. Ancak nifak üzere ölenler için bu hükmün geçerli olduğunu unutmayalım. Şunu da be­lirtelim ki, sonunda çoğu münafık tevbe etmiş ve örnek bir İslami hayat yaşamıştır.

Tefsir bilginleri[27], adetleri olduğu üzere, bu ayetleri incelerken "gök gürültüsü" ve "yıldırım" gibi fenomenlerin mahiyetine ilişkin açıklamalar yapmışlardır, Sağlam bir dayanağı olmayan rivayetlerle bu görüşlerini desteklemek istemişlerdir. Ki bunların ço­ğu da bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Zaten ayetlerin akışı içinde bu tür açıkla­malara girmek de yersizdir. Çünkü ayetlerin amacı bu değildir. Ayetler insanların bil­dikleri, gözlemledikleri ve her gün karşılaştıkları fenomenleri, soyut kavramları somut­laştırma, eleştiri ya da tanımlama amacı ile gözler Önüne sermektedir.

Dolayısıyla, konuyu bu çerçevede tutmak bir zorunluluktur. Reşid Rıza'nın bu konu­da son derece yerinde bir ifadesi vardır:[28] "Bunlar Kur'an'ın ilgi alanına giren konular değildir. Kur'an'da doğal fenomenler ibret alınması, kanıt olarak kullanılması ve aklın anlayışı ve dini güçlendirecek araştırmalara yöneltilmesi için yer alırlar. "Bu değerlen­dirme, benzeri münasebetlerde vurguladığımız gibi yerindedir ve isabetli olmuştur. [29]

 

21 - Ey insanlar sizi ve sizden Öncekileri yaratan Rabbİnize kulluk edin ki sakınasınız.

22- O, sizin İçin yeryüzünü bir döşek gök yüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur indirerek bununla sizin için çeşitli ürünlerden rızık çıkardı. Öyleyse bile bile Allah'a eşler koşmayın.

23-  Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphedeyse-niz, bu durumda siz de bunun benzeri bir sûre getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi'[30] ça­ğırın.

24-  Ama yapamazsanız -ki kesin olarak yapamayacaksı­nız- bu durumda kafirler için hazırlanmış ve yakıtı İnsanlar ile taşlar olan ateşten sakının.

 

Bu ayetlerde:

1) Tüm insanlara bir çağrı yöneltiliyor: "Tele ve ortaksız Rabbiniz olan Allah'a kuledin" diye. Çünkü ibadet edilmeye layık tek ilah O'dur. Böyle yaparlarsa, O'nun abından sakınmış ve O'nun rızasını haketmiş olurlar. Çünkü hem onları, hem de onun oncek'Icri yaratan O'dur. Yeryüzünü onlar için, üzerinde yaşamaya ve ikamet et-yerişli biçimde bir döşek gibi yapan O'dur. Üzerinde de göğü bir bina gibi yaratmıştir. Gökten bir su indirerek onunla çeşitli ürünler yeşertmiştir ki, hay atlan bunlara bağlıdır.

2) Allah'la birlikte başka tanrılar edinip bunları Allah'a eş koşmaları yasaklanmıştır. Özellikle de en yüce ilah olduğunu ve bu tür ortak koşmalardan tenzih edilmesi gerekti­ğini biliyorlarsa.

3)  "Şayet, Allah'ın peygamberine indirdiği kitaptan ve peygamberin Allah ile ileti­şim halinde olduğundan şüphe ediyorlarsa, bunun gibi bir sûre getirmelidirler ve bunun için diledikleri ortakların ve yardımcıların desteğine başvurabilirler" şeklinde bir mey­dan okuma yer alıyor.

4) Ardından, yüce Allah'ın kafirler için hazırladığı ateşten sakınmaları isteniyor. Bu ateşin yakıtı taş ve insan olacaktır. Bundan korunmanın yolu da iman ve ilahi mesajı tasdiktir. Şayet yukandaki meydan okumaya bir cevap vermekten aciz olurlarsa, bu on­ların hiç bir zaman bunu yapamayacaklarının bir kanıtı olarak değerlendirilir.

Hemen farkedildiği gibi, ayetler Önceki bölüm üzerine yapılmış bir değerlendirme niteliğindedir. Şöyle ki; Hz. Muhammed'in sunduğu hak mesaj karşısında belirginleşen üç ayrı insan tipinden söz eden ayetlerin ardından şimdi incelemekte olduğumuz ayet­lerde, genel ve mutlak bir ifadeyle bu üç grup insanın tümüne birden inanma ve boyun eğme çağrısı yapılıyor. Çağrının etkisini kalıcı kılmak için, evrensel fenomenlerde so­mutlaşan ilahi kudretin sahneleri, bu bağlamda insanlar için büyük menfaatlerle sonuç­lanan doğal hadiseler gözler önüne seriliyor. Bu olayların insanların hayatını kolaylaş­tırdıkları dile getiriliyor. Hiç kuşkusuz, bütün bunları insanlara bahşeden yüce Allah, ibadete layık tek ve ortaksız ilahtır. Bu arada inkar ve inadı sürdürenler de uyanhyorlar. Mekke inişli ayetlerde göklerin ve yerin yaratılışından göğün bina edilişinden, yerin bir döşek gibi yayılışından defalarca söz edildi. Biz de her fırsatta geniş açıklamalarda bulunduk. Bu yüzden burada bir kez daha değerlendirmelerimizi sunmayı yararlı gör­müyoruz. Bu ve benzeri ayetlerin hedefi, dinleyicilerin dikkatini yüce Allah'ın göklerde ve yerdeki kudretinin somut sahnelerine ve insanlar için içerdikleri olağanüstü değerde menfaatlere çekmektir.

Kur'an'ın benzerini getirmeye ilişkin meydan okumalar, Mekke inişli sûrelerde sık sık yinelenen bir husustur. Bununla ikinci kezdir, İnsanların böyle bir şeyi gerçekleştire­meyecekleri vurgulanıyor (Diğeri İsra 88. ayettir). Ama arada bir fark vardır. İsra sûre­sinin ilgili ayetinde insanların Kur'an'ın bir benzerini meydana getiremeyecekleri ifade edilirken, şu anda incelemekte olduğumuz ayette ise onun benzeri bir sûreyi meydana getiremeyecekleri ifade ediliyor. [31]

 

Kur'an'ın Meydan Okuması

 

Medine döneminin başlarında bütün insanlara bu şekilde meydan okunması, hem de kesin bir ifadeyle insanların Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmekten aciz olduklannın vurgulanması, bu bakımdan Peygamberimizin (s) sunduğu mesajın doğruluğuna, Kur'an'ın ilahi vahyin bir ürünü ve ondan kaynaklandığına ilişkin tam güven ve sarsıl­maz bir bilinç aşılamaktadır. Bunun yanında Peygamberimizin (s) kendine duyduğu gü­veni de yansıtmaktadır.

Bazı müsteşriklerin, incelemekte olduğumuz bu ayetten 39. ayete kadar olan bölü­mün ifade tarzının Mekke inişli ayetlere benzediği için, bu bölümün Mekke döneminde indiğini ileri sürdüklerini gördük. Bu görüşü destekleyecek herhangi bir rivayete bu gü­ne kadar rastlamadık. İçerik benzerliği, iddiayı doğrulamak için yeterli bir kanıt sayıl­maz. Kaldı ki bu ayetlerin indiği günlerde Arap yarımadasındaki insanlann çoğu kafirdi ve böyle bir üslubu gerektirecek bir durumdaydı. Aynca az Önce de işaret ettiğimiz gibi, bu ayetlerin Önceki bölümlere ilişkin bir değerlendirme niteliğinde olması da böyle bir ifade tarzını gerektirici bir olgudur. [32]

 

25- Ey Muhammed, iman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde, "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bu onlara dünyadakine benzer olarak sunulmuştur. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süre­siz kalacaklardır.

 

Ayetin üslubu açık ve anlaşılırdır. Hitap, Hz. Muhammed'in sunduğu hak mesaja inananlara yöneliktir ve üslubun niteliği övgü ve müjdeleme şeklinde ön plana çıkmak­tadır. Kafirlere yöneltilen uyarının ve ahirette onlar için hazırlanan elem verici azabın bir karşıt sahnesi gibidir. Böylece, incelemekte olduğumuz bu ayetle önceki ayetler ara­sında sağlam bir bağ olduğu açıktır. [33]

 

Rızıkların Benzeşmesi

 

"Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde, "Bu daha önce de rizık-ondığımızdır" derler. Bu, onlara dünyadakine benzer olarak sunulmuştur".

Müfessirler[34], bu cümlenin yorumuna ilişkin olarak İbn Abbas'tan ve başkalarından çeşitli görüşler rivayet etmişlerdir. Bunlardan birine göre, mesele cennet meyveleriyle ilgilidir. Bunlar renk ve biçim olarak birbirine benzerler ama tat ve lezzet bakımından farklılık gösterirler. Bu yüzden bir kimse, herhangi bir meyveyle karşılaştığında onu da­ha önce de yediğini sanır. Bir diğerine göre, konu dünya meyveleriyle cennet meyveleri­nin birbirine benzemesiyle ilgilidir. Öyle ki, cennette birine bu meyveler sunulduğunda, onları daha Önce dünyadayken yediği meyvelere benzetir. Müfessirler, bu ikinci görüşü değerlendirirken, cennet meyvelerinin şekil ve isim bakımından dünya meyvelerine ben­zediğini ancak tat ve lezzet bakımından farklı olduğunu söylemişlerdir. Biz ikinci görü­şü tercih ediyoruz. Çünkü ayette geçen "daha önce" deyimi, daha çok dünya ile ilgili olarak bir anlam ifade edebilir.

Ahiret nimetleri ile ilgili konular, içeren Mekke inişli ayetlerin çoğunda, bu değer­lendirmemizi pekiştirecek ipuçlar, vardır. Bu ayetlerde, dünyadaki birçok meyvenin, içeceğin ve ürünlerin isimleri sıralanır; İncir, hurma, kuş eti, zencefil, kafur, misk, sedir, yastık serilmiş döşemeler, kâse, ipek, inci...vs. gibi. Bundan da anlıyoruz ki, vahyin ini­şine esas oluşturan ilahi hikmet,ahiret hayatının niteliklerinin, nimetlerinin ve azabının, insanların dünyadaki alışık oldukları şeyleri andırmasını öngörmüştür. Çünkü insan dü­şüncesi, görmediği ve duyularına göre biçimlenen tasavvurunun çerçevesine girmeyen şeyleri anlayamaz, algılayamaz. Nitekim, daha önce çeşitli münasebetlerle bu gerçeğe değindik. [35]

 

26- Şüphesiz Allah bir sivrisineği de ondan üstün olanı da örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşku­suz bunu Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkar edenler ise, "Allah bu örnekle neyi amaçlamış?" der­ler. Oysa Allah, bununla bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da hidayete erdirir. Ancak o, fasıklardan başkasını saptır­maz.

27-  Kİ bunlar Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladık­tan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini em­rettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, İşte bunlardır.

28-  Nasıl oluyor da Allah'ı inkar ediyorsunuz? Oysa Ölü iken sizi o diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine dirilte-cektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz.

29- Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur. Son­ra göğe yönelİp (istiva edipj de onları yedi gök olarak dü­zenleyen O'dur. Ve O, her şeyi bilir.

 

ilk iki ayette, yüce Allah'ın Kur'an'da, insanlar için ne kadar açık ya da basit görü­nürse görünsün bir sineği yada ondan daha üstün bir şeyi Örnek vermekten çekinmediği vurgulanıyor. Mü'minler bu örnekler üzerinde düşünürler, bunları birer gerçek olarak algılarlar. Çünkü bunlar Allah tarafından vahyedüen gerçeklerdir. Vahiy ise, sadece gerçeği ve hikmeti içerir. Kafırlerse, duyduklarını teyid etmek için çevrelerine sorarlar, ma kulaklarına inanamadıklarını vurgulamak, örneğin basitliğini anlatmak istercesine birbirlerinin gözlerine bakarlar.

Allah'ın bununla neyi kastettiğini soruyormuş gibi yapıp alay etmek isterler. Hiç P esiz, Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in içerdiği örneklerle birçoklarını doğru yola ile­tir, birçoklarını da saptırır. Ancak bu örneklerle sadece kötü niyetli iğrenç karekterli fasiklar sapar. Bunların başlıca özellikleri kesin olarak onayladıktan sonra Al-'lah’ın ahdini bozmaları, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri kesmeleri ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmalarıdır. Bu özelliklere sahip olan biri daha baştan kaybet-mıştır. hüsrana uğramıştır.Son iki ayette ıse' kafirlere yönelik bir eleştiri yer alıyor. Ancak, Allah'ı inkar etmeye O'nun yolundan sapmaya ilişkin bu cüretleri, istinkâri bir soru tarzında gündeme ge­tiriliyor. Ölüyken onlan dirilten Allah'tır; sonra onları yine öldürecek, ardından tekrar diriltecektir. Neticede O'na döneceklerdir. Yeryüzünde olan her şeyi yararlansınlar diye onlar için yaratan da O'dur. O, yeri yarattıktan sonra göğe yönelmiş, onu yedi gök şek­linde düzenlemiştir. O, her şeyi bilir.

Müfcssirler[36] İbn Abbas, İbn Mesud ve diğer bazı sahabelere ve tabiin ulemasının önde gelenlerinden, incelemekte olduğumuz ayetler grubunun, ilk ayetinin iniş sebebi olarak iki rivayet aktarmışlardır. Bu rivayetlerin birinde şu açıklamaya yer veriliyor: "Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de sinek, örümcek ve karınca gibi hayvanları Örnek verin­ce, müşrikler veya müşriklerle birlikte yahudiler şöyle dediler: "Allah bu tür basit şeyle­ri örnekle neyi murad etmiştir, hiç şüphesiz O, bu tür şeyler örnek vermekten yücedir." İkinci rivayette ise şöyle deniyor: "Allah münafıklara önceki iki Örneği verince, şöyle dediler: "Allah bu tür basit şeyleri örnek vermekten yücedir".

Görüldüğü gibi ikinci rivayet konunun akışı ile daha çok uyuşmaktadır. Ayrıca üç ayet konu ve amaç itibariyle ilk ayetle ahenk oluşturduğuna göre, bunların birlikte in­dikleri anlaşılıyor. Dolayısıyla ilk ayetin yalnız indiği şeklindeki görüş dayanaksızdır. Bu rivayetin ışığında bu ayetlerle önceki ayetler arasındaki bütünlük de ortaya çıkıyor. Bunların, önceki ayetlerin hemen sonrasında, örneklere itiraz eden ve duyduklarını alay-vari bir şekilde teyid etmeye çalışan kafirlere eleştiri; mü'minlere de örnekleri tasdik ve inançla karşıladıkları için bir övgü olarak inmiş olmaları da muhtemeldir.

Ayetlerde ifadesini bulan bu ilahi tepki, birçok kere vurguladığımız gibi bir gerçeği dile getirmektedir. Şöyle ki: Kur'an-i Kerim örneklendirmelerinde ve açıklamalarında, insanların anlayışlarını ve ifade tarzlarını esas alır. Vermek istediği mesajı bu yolla on­ların zihinlerine yaklaştırmayı ve dikkatlerini örneğin arka planındaki gerçeğe çekmeyi amaçlar.

Gruptaki son ayetin ifade tarzı en başta, insanların çeşitli sebep ve gereçler aracılığı ile yüce Allah'ın yeryüzünde yarattığı varlıklardan yararlandıkları realitesini hatırlatı­yor. Ardından müslümanların bu açıklamayı kabul edip, nimetlerden yararlandıklarını itiraf ettiklerini dile getiriyor. Üçüncüsü bunun adem oğullarına yönelik bir onurlandır­ma olduğu hatırlatılıyor. Çünkü yeryüzündeki varlıklardan en çok insanlar yararlanır. Yüce Allah bütün bunları adeta sadece onlar için yaratmıştır. Bunun yanında bu açıkla­ma ile önceki ayette ifadesini bulan, Yüce Allah'ın insanları öldükten sonra tekrar dirilt­me gücüne sahip olduğu ve neticede bütün insanlann O'na döneceği gerçeğini pekiştir­me amacı da gozonünde bulundurulmuş olabilir. Söz konusu bu kanıtsallık, ayetin kap­samı içindedir ve burada yüce Allah'ın ölü iken -yani henüz varlıklar aleminde yer al­mamışken- insanları dirilttiği ifade ediliyor. Müfessirlerin çoğunluğunun[37] da belirttiği gibi, Mekke döneminde inen birçok ayette vurgulandığı üzere, müşrikler de bunu kabul ediyorlardı. Hiç kuşkusuz bütün bunlarda kafirlere yönelik uyanlar ve mesajlar gizlidir. n [incü ayetin giriş kısmındaki istinkâri sorunun amacı da budur.

 inişli sûreler buna benzer çok sayıda örnekler içermektedirler. Öyle anlaşılıyorki Kur’an’ın inişine esas oluşturan  ilahi hikmet, münafıkların itirazlarını da fırsat biirelek Medine döneminin henüz başında, bu tür bir örneklendirmeyi yinelemeyi ön­görmüştür.

Yine dördüncü ayetin son kısmı, konuya ilişkin bir tür tamamlayıcı unsur ya da akış içinde bir "ara açıklama" niteliğindedir. Daha önce yüce Allah'ın yedi göğü yaratmış olması ile ilgili açıklayıcı değerlendirmelerimizi sunduk. Bu açıklamaları burada bir kez daha tekrar etme gereğini duymuyoruz[38].[39]

 

Kimler, Niçin Saparlar?

 

"O,fasıklardan başkasını saptırmaz".

Bu cümle, Kur'an'daki maksadı net ve anlaşılır olan muhkem ifadelerdendir. Dola­yısıyla, hidayet ve sapıklığa ilişkin mutlak ifadeler içeren ayetlerin bir açıklaması olarak değerlendirilmesi yerinde olur. Bu ifade de sapıklığın kötü niyetten, bozuk karekterden ve kötü ahlaktan kaynaklanan bir olgu olduğu dile getiriliyor. Bu ise, Kur'an-ı Kerim'in açık ve anlaşılır duyurulanyla uyuşmaktadır. Buna göre ulu Allah elçileri ve kitapları aracılığı ile insanlara hem hidayet yolunu hem de sapıklık yolunu göstermiştir. Onların öz yaratılışlarına eğri ile doğruyu ayirdetme ve istediğini seçme yeteneğini yerleştirmiş­tir. Dolayısıyla kim doğru yolu seçerse, bunu kendi lehine seçmiş olur. Kim de saparsa, bu tercihi kendi aleyhine olur. Daha önce çeşitli münasebetlerle bu hususa değindik.

Bu cümleyi izleyen ayette, fasıklara ilişkin güçlü bir tasvir, Allah'a ve insanlara kar­şı işledikleri fısk cürmünün belirgin bir tablosu çiziliyor. Buna göre, onlar söz verip bağlandıktan sonra Allah'ın ahdini bozarlar. Allah'ın sürdürülmesini emrettiği akraba­lık ilişkilerini keserler; iyilik etme, hayır işleme, dayanışma ve yardımlaşma gibi yapıcı osyal faaliyetlere son verirler. Sözleri ve davranışlarıyla yeryüzünde bozgunculuk ya­parlar.

Allah m ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar" cümlesi ve sonra-iaki ifadelerle, münafıkların Allah'a ve Rasulü'ne İslam üzerine bağlılık sözünü ver­men sonra küfür ve nifak üzere bir tutum sergilemeleri kastedilmiş olması güçlü bir aldır. Böylece kendilerine sert bir eleştiri yöneltilmiş oluyor. Çünkü bu tutumlarıy-ar, Allah'ın ahdini bozmuş oluyorlar. Bu ise, kendileriyle akrabaları arasında ger-ırsuz, kızgın bir ortamın doğmasına, buna bağlı olarak bunalımlı, bozguncu ve tipler olmalarına yol açıyor. Bu nedenle bütün çabalan, yahudilerle işbirliği için Müslümanların durumunu bozmaya, onlara zarar vermeye yöneliktir.

Ayetin ifade bakımından mutlak olması içeriğinin etkin ve kalıcı bir direktif olmasını sağlıyor. Bu karakterin ve tutumun görüldüğü her ortamda kötü ve olumsuz algılanması amaçlanıyor. [40]

 

30- "Hani Rabbin, meleklere: Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve takdis ederken, orada bozgunculuk çıka­racak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. Allah: "Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi.

31-  Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları me­leklere yöneltip: Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin"dedi.

32-  Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bi­zim hiç bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, herşeyi bilen, hü­küm ve hikmet sahibi olansın.

33- Allah: "Ey Adem bunları onlara isimleriyle haber ver" dedi. O, bunlar onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: "Sİze demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da ben bilirim".

34-  Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise diretti ve kibirlendi, böylece ka­firlerden oldu.

35- Ve dedi ki: "Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İki­niz de ondan neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz".

36-  Fakat Şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı'[41] ve böylece onları içinde bulundukları durumdan çıkardı. Biz de: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin için yer­yüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve meta vardır" dedik.

37-  Derken Adem, Rabbİnden birtakım kelimeler aldı. Bu­nun üzerine Allah da tevbesinİ kabul etti. Şüphesiz O, tev-beleri kabul edendir, esirgeyendir.

38-  Dedik ki: Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacak­lardır.

39-  İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; onlar ate­şin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır.

 

Ayetler grubu, bütünlük oluşturan iki bölümden meydana gelmektedir. İlk bölümde, ilk insan Hz. Adem'in yaratılışı bağlamında, yüce Allah ile melekler arasında geçen di­yalog anlatılıyor. İkincisinde ise, yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmelerini em­retmesi, İblis'in bu emri dinlememesi daha sonra Adem ve eşini kandırarak cennetten çıkmalarına sebep olması hikaye ediliyor. Ayetlerin ifade tarzı, izah gerektirmeyecek kadar açıktır.

İkinci bölüm, bir ölçüde A'raf vb. Mekke inişli sûrelerde anlatılan Hz. Adem ve İb­lis kıssasına benzemektedir. İlk bölümse yenidir. Fakat her iki bölümün atmosfer ve içe­riği, ilk bölümün ikinci bölüm için bir mukaddime, bir hazırlık olduğunu çağrıştırmaktadır.

Taberi'ye göre her iki bölümün de atıf harfi olan "vâv" ile birlikte, hatırlama edatı "iz..." ile başlaması söz konusu bölümlerin Önceki ayetlerin devamı olduğu anlamına gelir. Çünkü önceki ayetlerde, kafirlere Allah'ın yeryüzünde kendileri için yarattığı ni­metler hatırlatılmış ve bu nimetlere nankörlük etmeleri ağır bir dille eleştirilmişti, İnce­lemekte olduğumuz bu bölümde ise yüce Allah'ın Hz. Adem'e ve soyuna bahşettiği ni­metler, onian yeryüzünün halifeleri kılması hatırlatılıyor".

İmam Taberi'nin bu değerlendirmesi isabetlidir. Ayetlerin içeriği ve ifade tarzı da bunu pekiştirici niteliktedir. Ayrıca bu, incelemekte olduğumuz ayetlerle önceki ayetler arasındaki bağlantıyı da ortaya koymaktadır. [42]

 

İnsanın Halife Kılınışı

 

"Hani Rabhin meleklere: 'Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim' de­mişti."

Müfessirler[43] her iki bölümün kapsadığı ayetlerle ilgili olarak çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır, Bu yorumların bir kısmı İbn Abbas gibi sahabelerin ve tabiin ule-masımn görüşlerine dayanıyor. Bazısının kaynağı bilinmemekte, bazısı İpe sapa gel­mez ifadeler içermekte, bazısı da kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Ama ço­ğunun daha doğrusu tümünün sağlam bir dayanağının varolduğu söylenemez.

Sa'd ve A'raf sûrelerini incelerken, yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmeleri- mretmesİ İblis'in bu emre uymaması, ardından Adem'i ve eşini kandırarak cennet-cıkanlmalarına sebep olması ile ilgili kıssalar hakkında müfessirlerin yorumlarından örnekler sunduk. Bu yüzden söylediklerimizi yeniden tekrarlamayı ya da ek bilgiler unmayı veya meseleyi biraz daha detaylandırmayı zorunlu görmüyoruz. Nitekim şimdi incelemekte olduğumuz kıssa ile ilgili olarak da adı geçen sûrelerde, bir kezdaha tekra­rına gerek duymadığımız değerlendirmelerde bulunduk.

Ancak ayetler grubunun ilk bölümü içeriği bakımından yenidir, ilk kez karşımıza çı­kıyor. Burada yüce Allah'ın ezelden itibaren Adem ve soyunun yeryüzüne yerleşmeleri­ni orayı imar etmelerini, orada halifeler olmalarını dilediği anlaşılıyor. Yani, yeryüzüne yerleşme, Adem'in Allah'ın emrine muhalefet etmesi ve İblis'in kandırması ile yasak ağacın meyvesinden yemesi dolayısıyla gerçekleşen beklenmedik bir durum değildir. Hz. Adem'in yaşadığı bu süreç yeryüzüne inişin zahiri ya da yakın sebebidir sadece.

Şunu da vurgulamakta yarar vardır ki, bu bölümde anlatılan olay göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki varlıkların varedilişi, Hz. Adem'in yaratılışı, Onun ve eşinin kendile­rine yasak edilen ağacın meyvesinden yemelerinden dolayı cennetten çıkarılışları kıssa­sını kapsayan bugünkü kitab-ı mukaddesin "Tekvin" bölümünde geçmemektedir. "Sad" ve "A'raf sûrelerini incelerken "Tekvin" bölümünde geçen bu kıssaya yer verdik. Ama bu demek değildir ki, kitap ehlinin elinde bulunan kutsal metinlerin hiç birinde bu olay­dan söz edilmemektedir. Nitekim "Tekvin" bölümünde geçmediği halde Kur'an-ı ke­rimde, yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmelerini emrettiği, tümünün bu emre uyduğu ancak İblis'in bundan kaçındığı anlatılır. Öte yandan "Tekvin"de, İblis yerine "yılan"dan söz edilir.vs...

Bu ayetler grubunun yorumu bağlamında müfessirler[44], yeryüzünün Ademoğullann-dan önce cinler ya da başka bir canlı türü tarafından imar edildiğini, bunların yeryüzün­de bozgunculuk çıkarıp kan döktüklerini, bunun üzerine yüce Allah'ın meleklerden ku­rulu bir orduyu üzerlerine göndererek nesillerini yok ettiğini anlatırlar. Bu yüzden yüce Allah, yeryüzünde bir halife yaratmaya ilişkin kararını açıklayınca, melekler önceki de­neyimlerine dayanarak, söz konusu konuşmayı yapmışlardır. Bir diğer yorumda ise, meleklerin bu sözünün bir çıkarsama olduğu, pratik bir gözlemin sonucu olmadığı, do­layısıyla yeryüzünün ilk kez Hz. Adem ve soyu tarafından imar edildiği belirtilir.

Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" cümlesinin ifade ettiği anlam ile ilgili olarak müfessirlerin yorumlarından biri şöyledir: "Yeryüzünde ikamet ederler, orayı imar ederek kuşaklar birbirini izleyecek şekilde hayat sürdürürler." Bir diğerine göre bu ifade (insanlar arasında hükmeden yönetici) anlamında kullanılmıştır. Bir başkasında, sadece- Hz. Adem'in kastedildiği, bir diğerinde de Hz. Adem ve ondan sonra gelen soyu kastedildiği belirtilmiştir.

Reşid Rıza, incelemekte olduğumuz ayetler grubunun her İki bölümü ile ilgili ola­rak isabetli yorumlarda bulunmuştur: "Halifelik olgusu ve varoluşun niteliği ilahi mese­lelerdir. Nasıl ifade edilmişlerse o şekilde algılamak ve ötesini kurcalamamak gerekir. Bu ayetlerde yüce Allah, insanın yaratılışını, bizden önce kendilerine kitap verilenler arasında bilindiği şekliyle anlatmaktadır. Anlamlan bizim için somut biçimler halinde sunmuştur. Hikmetleri ve sırları münazara ve diyalog üslubuyla ifade etmiştir. Yaratıl­mışlara hitab etme ve gerçeği açıklama hususunda, Kur'an'da örneğine sıkça rastladığı­mız ilahi bir yöntemdir bu. Şeyh Muhammed Abduh, bu tür ayetlerin müteşabih (benze­şen) ayetler kategorisine girdiğini dolayısyla bunları zahiri anlamlarına göre yorumla­manın mümkün olmadığını söyler. Çünkü, karşılıklı konuşma olgusu çerçevesinde dü­şündüğümüzde ya yüce Allah meleklere danışıyor -ki böyle bir şeyin olması muhaldir-ya da yapacağı bir şeyi meleklere haber veriyor, onlar da buna itiraz ederek aksini kanıt­lamaya çalışıyorlar. Böyle bir durumsa ne yüce Allah'ın şanına yakışır ne de dinde me­lekler için öngörülen konuma. Melekler, Allah'ın kendilerine emrettiği şeye karşı çık­mazlar ve emredileni itirazsız yapariar... Üstad Reşid Rıza, görüşünü pekiştirmek ama­cıyla Hocasının değerlendirmelerini aktarmaya devam ediyor: "İslam ümmeti yüce Al­lah'ın varlıklara benzemekten münezzeh olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Bu inancı destekler nitelikte akli ve nakli kanıtlar ortaya konmuştur. Dolayısıyla yüce Al­lah'ı tenzih etme, inanç sisteminin mihenk niteliğinde bir muhkem temelidir. Kur'an ve sünnette, zahiren tenzih ilkesi ile çelişen bir ifade görüldüğünde müslümanın önünde iki yol vardır: Birincisi, ilk kuşak (selef) müslüman alimlerinin yolu. Yani, aklın da nakli desteklediği tenzih.

"Onun benzen gibi birşey yoktur.,. Üstünlük ve güç sahibi olan senin Rahbin, onla­rın nitelendirdiklerinden yücedir". Dolayısıyla, bu tür ifadelerin gerçek anlamını bilme­yi Allah'a bırakmak gerekir. Bu arada şunu da bilmek lazımdır ki, yüce Allah sözlerinin içeriği bağlamında, ahlaki yapımız, pratik hayatımız ve durumumuz açısından yararla­nabileceğimiz hususları bilgilerimize sunuyor ve aklımızın alabileceği anlamlan muhay­yilemizin algılayabileceği biçimde tasvir ediyor. İkincisi, son kuşak (halef) müslüman alimlerin yolu. Yani Tevil metodu. Bu çizgiyi benimseyen bilginlere göre, İslam dininin ilkeleri akıl temeli üzerinde bina edilmişlerdir. Bu yüzden İslam'ın hiç bir ilkesi makul çerçevenin dışında değildir. Bu yüzden akıl bir şeyin varlığına kesin olarak hükmettiğin­de, nakil bunun aksini söylüyorsa aklın hükmü nakille zahiri anlamın kastedilmediğine ilişkin güçlü bir ip ucu olarak algılanır. Dolayısıyla nakli uygun bir anlam içinde değer­lendirmek kaçınılmaz olur. Bunu da tevil metodu ile belirlemek mümkündür. Bu tür meselelerde selefin yolunu izlemek daha uygundur.

Üstad Reşid Riza'nın incelemekte olduğumuz ayetler grubundan çıkardığı sonuçlar:

1) Yüce Allah, kulunun yaratılıştaki hikmeti ve gizli sırları Özelllikle şaşkın haldey­ken sormasına razıdır. Bu soru sözlü olabileceği gibi tavırla da olabilir. Çeşitli kaynakhrdan bilsi edinmek suretiyle Allah'a yönelmek de bir yoldur. Yüce Allah insanların bilei edinmelerini, bilimsel araştırma, akli çıkarsama ve ilahi ilham yoluyla olmasını önsörmüşlür. Meleklerin de insanlar tarafından bilinmeyen bir bilgi edinme yöntemleri olabilir. Dolayısıyla meleklerin sordukları soruyu bu çerçevede değerlendirebiliriz.

2) Yüce Allah'ın meleklerden gizlediği sırları ve hikmetleri varsa, bunların bize giz­li kalmaları haydi haydi gereklidir. Ayrıca insanın yaratılışın tüm sırlarını ve hikmetleri­ni bilmesi gerekmediği gibi böyle bir bilgiye ulaşması da mümkün değildir. Çünkü in­sana bilgiden çok az bir miktar verilmiştir.

3)  Allah şaşkın haldeki meleklere yol göstermiş, sorularına cevap vermiştir. Ki bo­yun eğmeye ve teslim olmaya ilişkin direktif bir kanıta dayanmış olsun. Önce, kendisi­nin onların bilmedikleri şeyleri bildiğini haber vermiş, ardından Adem'e bütün isimleri öğretmiştir. Bu isimleri melekler önerince bilgilerinin yetersizliği ortaya çıkmıştır.

4) İnsanların kendisini yalanlamaları ve hiç bir kanıta dayanmaksızın peygamberlik misyonunu tartışma konusu yapmaları karşısında Peygamberimiz (s) teselli ediliyor. İn­karın dayanaksızlığı, kanıtlarınsa geçersizliği vurgulanıyor. Yüceler alemindeki melek­lerin bilmedikleri bir hususu tartışmak amacı ile delil ve belge istedikleri somut bir ör­nekle dile getirildiğine göre, insanların böyle bir tavır içinde olmaları mazur karşılan­malıdır. Peygamberlere düşen görev de yüce Allah'ın gözde meleklere yaptığı muame­leyi insanlara karşı takınmalarıdır. Zaten bu ayetler grubuyla Önceki bölümler arasında­ki bağlantı da bu noktada ortaya çıkıyor. Konu özü itibariyle kitapla, onda kuşkuya yer olmamasıyla; peygamberle, onun Allah'ın vahyini insanlara duyulmasıyla, kullara yol göstermesiyle, insanların vahiy ve peygamberlik misyonuna ilişkin ihtilaflarını çözme-siylc ilgilidir...

Buna bir şey eklemek gerekirse o da şudur: İncelemekte olduğumuz ayetler grubu­nun her iki bölümünün içeriği ve özü muhataplara öğüt vermeye ve peygamberlik mis­yonunu pekiştirmeye yöneliktir. Salt vakıayı anlatmak amaçlanmam ıştır. Dolayısıyla konuyu bu çerçevede tutmak ve içerikle ilgili tahmin ve ayrıntılara dalmamak daha uy­gundur.

Ayetler grubunun her iki bölümünü göz önünüde bulundurduğumuz zaman Ademo-ğulllarına bir hatırlatmada bulunulduğu da fark ediliyor. Ulu Allah onları onurlandırmış, yeryüzünde insiyatif ve yetki sahibi olmak üzere seçmiştir. ".. .Ben yeryüzünde bir hali­fe var edeceğim" cümlesinden bunu çıkarıyoruz. Ayrıca yüce Allah'ın meleklere insan­ların atası Adem'e secde etmelerini emretmesi, Adem'e meleklerin bilemedikleri bütün isimleri öğretmesi de bu gerçeği pekiştirmektedir. Bu da insanların şükretmelerini ve iç­tenlikle Allah'a kulluk etmelerini gerektirmektedir.

ikinci bölümün son iki ayeti bütün bunları pekiştirici niteliktedir ya da Ademoğullannın dikkatini şu nokta üzerinde yoğunlaştırmayı amaçlamaktadır: İnsanoğlu yeryüzüne bir sınavla karşı karşıyadır. Ulu Allah onlara elçiler göndererek doğru yolu göstermektedir. Kim elçilerin yol göstericiliğinde hidayete ererse, kurtulur, mutluluğa kavu­şur. Kim de küfrederse, Allah'ın ayetlerini yalanlarsa helak olur, ebedi mutsuzluğa mah­kum olur. [45]

 

Hz. Adem'in Tevbesi

 

Müfessirler[46] Hz. Adem'in tevbe etmek için Rabbinden aldığı kelimeler hakkında çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan birine göre Hz. Adem'in Rabbinden aldığı kelimeler, A'raf sûresinde onun ve eşinin lisanıyla aktarılan şu sözlerdir: "Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen gerçekten hüsrana uğ­rayanlardan olacağız". Buna benzer başka rivayetler de vardır. Rivayetlerden biri son derece gariptir. Buna göre yüce Allah Adem'e Haccın rükünlerini öğretmiş ve Kabe'nin etrafında yedi kez tavaf etmesini, sonra iki rekat namaz kılıp bağışlanma dilemesini em­retmiştir. Bu rivayetlerin tümü sağlam ve güvenilirdir denemez. Aslında gaybm kapsa­mına giren bir konu hakkında tahminler yürütmenin de sağlayacağı bir yarar yoktur. Ulu Allah bize Adem'e günahından tevbe etmeyi ilhat ettiğini haber veriyor o kadar.

Taha sûresi kapsamında bu kıssayı incelerken söylediklerimizi bir kez daha takrarlı-yoruz: Yüce Allah'ın Adem'in tevbesini kabul ettiğinden söz etmesinin hikmeti, hristi-yanların konuya ilişkin bir iddialarını çürütmektir. Bu konuda şaşkınlık uyandıran bir inanışları mevcuttur. Güya Hz. Adem'in işlediği hata onun soyuna da sirayet etmiştir. Daha sonra yüce Allah Ademoğullarmı babalarının suçundan kurtarmak için (haşa) oğu-lunu feda etmek üzere yeryüzüne göndermiştir. [47]

 

40-  Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kalın, ki ben de ahdinize bağlı kalayım. Ve yalnızca benden korkun.

41-  Yanınızda olan Tevratı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin; onu İnkar edenlerin İlki siz olmayın ve ayetlerimizi az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca benden korkun.

42-  Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. Kaldı ki siz gerçeği biliyorsunuz.

43-  Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edtn.

44-  Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllan­mayacak mısınız?

45-  Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz huşu duyanların dışındakiler için ağırdır'[48]

46-  Onlar, şüphesiz Rabieriyle karşılaşacaklarını ve yine şüphesiz O'na döneceklerini bilirler'[49].

47-  Ey İsrailoğulları size bağışladığım nimetimi ve sizi alemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

48- Ve hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı[50]' ve yardım görülmeyeceği bîr günden sakının.

 

Yahudiler

 

Kur'an'ın Medine döneminde inen kısmında ilk kez İsrai[oğullarından bu ayetlerde sözedi İm iştir.

Bu ayetler, İsrail oğulları ve onların İslam çağrısına karşı takındıkları tavırla ilgili uzun bir sürecin ilk halkasını oluşturmaktadır. Münafıklarla ilgili bölüm ve bu bölümün kapsamındaki ondördüncü ayette, Yahudilerin münafıkların şeytanları olarak nitelendi­rilmesi, şimdiki bölümün, bundan önceki bölümden sonra yer almasına ilişkin bir müna­sebet olarak değerlendirilebilir. Böylece bu şeytanlara, onların tavırlarına, ahlaki yapıla­rına ve Medine dönemi davetinin akışı üzerindeki etkilerine işaret etmeye bir fırsat oluş­turulmuştur.

Ayetlerde kitabın İsrailoğullarına yönelik olması; onların Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a iman etmeye davet edilmeleri, bu ayetlerin Medine inişli sûrelerde yahudiler-den söz eden ilk ayetler olduğunu kanıtlamaktadır. Bu yüzden Kur'an'm Medine döne­minde inen ilk ayetlerden hemen sonra yer almışlardır. Daha doğrusu bu ayetlerin Önce­ki ayetlerden hemen sonra inmiş oldukları da bu şekilde kanıtlanabilir. Bu dediklerimize şunu da eklemek mümkündür: Önceki ayetler, İslami davetin Medine döneminin başla­rında belirginleşen üç tip insanın (mü'minler, müşrik kafirler ve münafıkların) tutum ve davranışlarını ele almaktadır. Bu ayetlerde ise bir başka grubun, ehl-i kitabın durumu, tutum ve davranışları inceleniyor. Yahudiler Medine'de yaşayan sayıca en kalabalık, en köklü, en geniş ve nüfuzlu dini topluluk oldukları için vahye esas oluşturan ilahi hikmet, diyalogun ekseninde onların olmasını öngörmüştür. Bu değerlendirme ayetlerin önceki ayetlerle bağlantılı ve onlar gibi erken dönemde indiklerine ilişkin tahminimizi de güç­lendirmektedir.

Bu ayetlerde:

1) Yüce Allah'ın İsrailoğullarına bahşettiği üstünlükler hatırlatılıyor.

2) Ahdine bağlı kalsınlar ve gazabından sakınsınlar diye kendilerine yapılan bağışlar gündeme getiriliyor.

3) Hz. Peygamber'in elçiliğine, Kur'an'ın vahiy olduğuna inanmaları, namazı kılma­ları, zekatı vermeleri ve tek başlarına değil, rûkü edenlerle birlikte rûkua gitmeleri emre­diliyor.

4) Dünyanın geçici değerlerine kanıp Kur'an'ı ve Hz.peygamberi inkar eden ilk dini grup olmaları, hakkı eksiksiz bir şekilde bilip kavradıkları halde onu batıla karıştırmala­rı ya da gizlemeleri yasaklanıyor.

5) İstinkâri bir soru tarzında insanlara iyiliği ve salih ameli tavsiye ederken kendilerini unutmaları eleştiriliyor. Kaldı ki, kendileri, bunun bir çelişki olduğunu da bilecek durumdadır. Çünkü kitabı okuyorlar, dolayısıyla hakkı ve insanın yükümlülüğünü bili­yorlar.

6) Kıyamet günü Allah'ın gazabından sakınmaları çağrısı yapılıyor. O gün hiç kim-bir başkası için bir şey ödemeyecektir, hiç kimse hakkında şefaat kabul edilmeyecek kimseye iltimas geçilmeyecektir. Kimseden fidye alınmayacaktır ve hiç kimse Al­lah'tan başka bir yardımcı bulamayacaktır.

İncelemekte olduğumuz ayetler grubunun beşinci ve altıncı (44-45) ayetleri, İsrailo­ğullarına sabır ve namazla yardım istemelerini emretmektedir. Yamsıra, insanın doğası­na a5ır «else de hakkı kabul edip uygulamanın gerekliliğini vurgulamaktadır. Ancak bu durum içleri ürpererek Allah'a kulluk eden, O'nun uluhiyetîni kabul eden mü'minlere ağır gelmez. Onlar Rableri ile karşılaşacaklarına, bir gün mutlaka O'na döneceklerine kesin olarak inanırlar. Öyle anlaşılıyor ki, müfessirler ilk dönemlerden itibaren "O'nu inkar edenlerin ilki siz olmayın" cümlesini izah etmede güçlük çekmişlerdir. Çünkü ta­rihsel realiteye bakıldığında, Kur'an'ı ilk önce inkar edenlerin İsrailoğullan olmadıkları görülür. Kur'an'ı ilk önce inkar edenler Kureyşlilerdi. Çünkü Kur'an'ın ilk muhatapları onlardı. İbn Abbas'tan ve bazı tabiin ve tebeit-tabiin ulemasından şöyle rivayet edilir:[51] Bu cümle ile "ehî-i kitap içinde ya da yahudiler arasında inkar edenlerin ilki siz olma­yın" anlamı kastedilmiştir. Veya burada İsrailoğulları'na eleştiri yöneltmek amaçlan­mıştır. Oysa Kur'an onların yanındaki kitapla temelden uyuşmaktadır. Ayrıca onlar, Hz. Muhammed'in peygamber olarak görevlendirileceğini, ona Kur'an'ın indirileceğini müjdeliyorlardı. Bunu İslam öncesi dönemde, Araplara karşı bir zafer bir üstünlük fırsa­tı olarak değerlendiriyorlardı. Onun taraftarları olup Arapları yenilgiye uğratacaklarını söylüyorlardı. Şimdi ise, durum tam tersini göstermektedir. İslami davetin Medine dev­resinin ilk aşamasında daveti, inkarla ve inatla karşılıyorlar... Bize öyle geliyor ki, bu değerlendirme yapılan yorumların en İsabetlisidir. Rivayetin kapsamında işaret edildiği gibi, yahudilerin Hz. Peygamber'in görevlendiririsin i müjdeledikleri ve İslam öncesinde Araplara karşı onun emrinde birleşeceklerini söylemeleri hususuna gelince, İsrailoğulla-nnın deneyimine ilişkin zincirin halkalarından birinde buna işaret edilmiştir. Yeri gelin­ce, bu hususa açıklık getireceğiz.

Ayetlerin içeriğinden ve ifade tarzından öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber Medi­ne'yi hicret etmesinin hemen ardından yahudileri İslam'a davet etmiştir; ama onlar bu daveti olumlu karşılamadıkları gibi, yeni davet hakkında insanların kafasında kuşkular uyandırmaya insanları İslam'dan alıkoymaya çalışmışlardır; yeni mesajın gerçekliğine, doğruluğuna ve ellerindeki Tevrat'a temelden uygunluğuna kesin olarak inandıkları hal-man davetine karşı burun kıvırmışlardır. Ardından İslam'a karşı, münafıklarla işbirligine gitmişlerdir. Nifak hareketini alabildiğine istismar etmişlerdir. Bu yüzden ayetle­rin kapsadığı bunca ağır eleştiriyi uyarıyı ve sözlü sataşmayı hakemi işlerdir. Yahudilerle ilgili ayetlerden (40-48) alınması gereken mesajlar: Ayetler grubunun asıl hedefi, yahudilerin tutumunu açıklayıp gerekli eleştiriler yap­mak olmakla beraber, her zaman ve her mekandaki müslümanlara da birtakım evrensel mesajlar vermektedir. Gerçeği gizlemeleri, batıla karıştırmaları, dini ve ahlaki bir günah olduğunu bile bile, taammüden hak içerikli Kur'an'dan, İslam mesajından yüz çevirme­leri ya da başkasına hayrı ve güzel ahlakı emrederken, kendilerinin bunun tersini yap­maları veya Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetleri unutmaları, nankörlük etmeleri gi­bi... Yahudilerin bu karakteristik özelliklerini bilip sakınmak gerekir.

Ayetler grubunun beşinci ve altıncı ayetlerinde son derece önemli bir direktif yer al­maktadır. Bir psikolojik tedavi şekline dikkat çekilmektedir. Şöyleki: Namaz, insanı Al­lah'a, O'nu anmaya, ürpererek ve korkarak O'na kulluk etmeye; O'nun rızasını kazan­mak uğruna sabır özelliğine sahip olmaya yöneltmektedir. Bu ise ruhun huzura, itmina­na kavuşmasının, insan tabiatının yumuşamasının başlıca etkenidir. Bu anlamda ve bu mahiyette bir namaz, insanı hakkı kabul etmeye, şartlar ne olursa olsun, aleyhteki ortam ne kadar ağır olursa olsun haktan taviz vermemeye yöneltir. Bu psikolojik tedavi yönte­mine ve namazın ruhsal etkisine Mekke inişli birçok sûrede dikkat çekilmiştir. Bu mü­nasebetle, biz de namazın ruhsal itminana kavuşturucu, yatıştırıcı, huzura erdirici özelli­ğine dikkat çektik. Bir çok konuda olduğu gibi, bu hususta da Kur'an'm Mekke döne­minde İnen kısmı ile, Medine döneminde inen kısmı arasında tam bir ahenk vardır. Sa­dece ifade tarzında bazı farklılıklar söz konusudur. Daha önce, çeşitli münasebetlerle dikkat çektiğimiz gibi bu farklılıklar da her iki dönemin doğasından kaynaklanmakladır. [52]

 

Hicaz Yahudilerinin Kökeni

 

Kur'an ayetlerinde hitabın İsrailoğullarına yöneltilmiş olması, büyük çoğunluğu Me­dine ve çevresinde yaşayan yahudilerin İsrail kökenli olduklarını, bunların sonradan Hi­caz bölgesine göç etmiş olduklarını gösterir. Buna ilişkin başka kanıtlar da var. En'am sûresinin şu ayetini buna Örnek gösterebiliriz: "Bizden önce kitap yalnız iki topluğa in­dirildi, biz İse onların okumalarından habersizlerdik" dememeniz için"(En'qm, 156). Ayetle Araplara hitap ediliyor ve söyleyebilecekleri bir husus gündeme getiriliyor: Ön­ceden inen semavi kitapların kendi dillerinden olmadığı bunları okuyanlarıma kendi ana dilleriyle okumaları..."gibi. Bundan şu sonuç çıkıyor: Yahudiler ana dillerini (İbranice) biliyorlardı ve kutsal kitabı bu dilden okuyorlardı. Bu yüzden Hicaz yahudİIeri ile atala­rının ahlakı ve tutumları arasında bir bağlantı kurulmuştur. Hicaz yahudilerine de bu isimle hitap edilmesi onların birbirine bağlı bir zincirin halkaları gibi algılandığını orta­ya koymaktadır. İncelemekte olduğumuz bu ayetleri izleyen bir uzun süreç çıkıyor karmiza İsimleri çoğunlukla İbraniceydi. Bazısı Arap isimlerini almıştı. Ancak bunlar da A larda oiduğu gibi babalarının ibranice olan adını da kullanıyorlardı.[53] İbn Sa'd "Tabakalında[54] şöyle der: "Rasulullah efendimiz Hayber'de bulunan Ebu Rah b. Ebu Hukayki öldürmek üzere bir müfreze görevlendirdi. Müfrezenin başına da yahudi dili İbraniceyi bilen Abdullah b. Atik'i getirdi". Bu rivayet yahudilerin hâlâ kendi araların­da ana dillerini konuştuklarını kanıtladığı gibi onların İsrail kökenli olduklarını da orta­ya koymaktadır.

Tarihteki gelişmelerden anladığımız kadarıyla, Hicaz Yahudileri, M.S. 70 senesinde Romalılardan aldıkları ağır darbenin ardından miladi I. ve II. yüzyıllarda Filistin'den göçetmişlerdi. Bunlar sözkonusu darbede canlarını kurtarabilenlerdi. Medine ve Şam-Yesrib yolu üzerindeki Vadil'Kur'a, Hayber, Fedek Metina ve Teyma gibi bölgelere yerleşmişlerdi. Toprak sahibi olmuş, çeşitli ürünler elde ediyorlardı. Hurma ve üzüm baelan yetiştirmişlerdi. Mevsimlik tarımın yanısıra ticaret, zanaat ve faizle de uğraşı­yorlardı. Yerleştikleri bu değişik bölgede kendilerini güvencede hissetmek için kaleler ve surlar inşa etmişlerdi. Çünkü bölge Arap kabilelerinin sürekli bir güzergahıydı. Arapçayıve Arap geleneklerini öğrenmişlerdi. Zenginlikleri tarımsal faaliyetleri, ticari ve çeşitli sanatlarla ilgili yetenekleri dini ve dindışı bilgileri sayesinde Araplar nezdinde saygın bir yer edinmişlerdi. Onlar yanında nüfuz sahibi ve etkin bir güç haline gelmiş­lerdi. Büyük bir ihtimalle yahudiler, kendilerini Araplara amca çocukları gibi takdim et­miş ve "siz İsmail'in, biz de İshak'ın çocuklarıyız; her ikisi de İbrahim'in oğullarıdır" demişlerdi. İbrahim'in çok eski dönemlerde oğlu İsmail'i bu bölgeye getirdiğini, Ka­be'nin ve Hac geleneğinin ataları İbrahim tarafından kurulup başlatıldığını tanık göster­mişlerdi. Bu sayede Arapların güvenini ve saygısını kazanmışlardı.

Şunu da unutmamak gerekir ki, bizim amacımız bazı Arapların onların etkisinde ka­larak yahudileşıiklerini inkar etmek değildir. Ne var ki, Hicaz'da bazı Arap kabileleri­nin yahudileştiklerini veya Medine'de yaşayan Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Ku-reyza kabilelerinin en azından bazısının Arap kökenli olduklarını ifade eden rivayetler, bizce sahih değildirler. Az önce işaret ettiğimiz olaylar ve yaşanan durumlar bunu orta­ya koymaktadır. Özellikle, Medine yahudilerine "îsrailoğullan" ismiyle hitab edilmiş olması önemli bir kanıttır.

Şu kadarı var ki, arkeolojik bulgularla desteklenen tarihsel gerçekler, yahudiliğin M.S. V yüzyılda Hicaz İsraillileri tarafından Yemen'e götürüldüğünü bazı Himyer kı-ralları ve kabilelerinin bu dini benimsediklerini ortaya koymaktadır.[55]Ne var ki, M. S. 'I yüzyıhn başlarında Habeşlilerin Yemen'i istila etmeleri ile birlikte Yahudilik Yemen sahnesinden çekilmiştir.

Çünkü Peygamberimizin (s) dönemine ve Raşid Halifeler zamanına ilişkin rivayet­lerde, Yemen'de yahudi varlığı ile ilgili en ufak bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ayrıca, Hz. Ömer döneminde ehl-i kitabın Arap yarım adasının dışına çıkarılmasını konu edinen rivayetlerde sadece Yemenideki Necran hristiyanlarmın ve Hicaz yahudilerinden hiçbir

şekilde bahsedilmemektedir. Bu yüzden rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eğer Yemen'de ya-hudiler yaşasaydı, onlar da tıpkı Necran hristiyanlan ve Hicaz yahudileri gibi bölge dışı­na çıkarılırlardı.[56] [57]

 

49- Sizi dayanılmaz İşkencelere uğrattıklarında Firavun ai­lesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar kadınlarını­zı diri bırakıp erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbimizden büyük bir imtihan vardı.

50- Ve sizin için denizi ikiye yarıp sizi kurtardığımızı ve Firavunun adamlarını gözlerinizin önünde boğduğumuzu hatırlayın.

51-  Hani Musa ile kırk gece İçin sözleşmiştik. Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı tanrı edinmiş ve böylece zalimler olmuştunuz.

52-  Bundan sonra şükredesiniz diye sizi bağışladık.

53-  Ve hidayete eresiniz diye Musa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdik'[58].

54-  Hani Musa kavmine: "Ey kavmim, gerçekten siz, bu­zağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, ku­sursuzca yaratan gerçek ilahınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün; bu yaratıcınız katından sizin İçin daha hayırlıdır"

demişti. Bunun üzerine Allah tevbelerinizi kabul etti. Şüp­hesiz o tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

55-  Ve demiştiniz ki: "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görün­ceye kadar sana inanmayız." "Bunun üzerine yıldırım sizi kendinizden almıştı. Ve siz bakıp duruyordunuz.

56-  Sonra şükredesiniz diye, sizi ölümümüzden sonra di­rilttik.

57-  Bulutları üzerinize gölge kıldık[59] ve size kudret helva­sı ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiklerimizin te­mizinden yiyin. Onlar bize zulmetmediler ancak kendi ne­fislerine zulmettiler'[60].

58- Ve hatırlayın, demiştik ki: Şu şehre girin ve orada iste­diğiniz yerde bol bol yiyin. "Yalnızca secde ederek kapı­sından girerken dileğimiz bağışlamandır''[61] deyin; biz de hatalarınızı bağışlayalım; iyilik yapanların ecirlerini arttıra­cağız.

59-  Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir baş­kasıyla değiştirdiler. Biz de o zalimlerin yaptıkları bozgun­culuğa karşılık, üzerlerine gökten İğrenc [62]bir azap indir­dik.

60- Yİne hatırlayın; Musa, kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: "Asanı taşa vur" demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk ya­parak karışıklık çıkarmayın[63].

61- Siz ise şöyle demiştiniz: "Ey Musa biz bir çeşit yemeğe kazanamayacağız, Rabbine yalvarda bize yerin bitirdikle­rinden bakla[64] acur, sarmısak[65] mercimek ve soğan çıkar­sın". O zaman Musa:"Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek İstiyorsunuz? Öyleyse Mısır'a inin, çünkü orada kendimiz için istediğimiz vardır" demişti. Onların üzerine horluk ve yoksulluk damgası vuruldu ve Allah'tan bir gaza­ba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkla­rı ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi. Yine bu isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi.

 

İsrailoğulları hakkında inen uzun bir zincirin ikinci halkasıdır bu. Bu bakımdan şu anda incelemekte olduğumuz ayetleri, önceki ayetler üzerine yapılmış bir değerlendir­me olarak nitelendirebiliriz. Amaç Kemen farkedildiği gibi, Medine yahudilerinin Hz. Muhammed'in risaletini inkar edişleri, başarısızlığa uğraması yönünde türlü entrikalar çevirişleri ile geçmişteki ataları olan İsrailoğullan arasında ahlaki ve pratik bir ilişki kurmaktır. Bunun altında şu mesaj yatıyor. Tarihinizi tekerrür ettirmeyin, yoksa bir kez daha kendinizi Allah'ın tepelemesi ve öç alması ile karşı karşıya bulursunuz.

Ayetlerin dili açık ve anlaşılırdır. Hz. Musa zamanında ve ondan sonra İsrailoğulla-nnın başından geçen bazı olaylar anlatılarak, dinleyiciler arasında bulunan Medine ya-hudilerine yüce Allah'ın atalarına bahşettiği bazı üstünlükler, buna karşın atalarının inatçılıkları, ilahi mesajı ellerinin tersiyle itişleri, Allah'ın ayetlerini inkar edişleri sonra da buzağıyı tanrı edinişleri, yola gelmemek için ayak diretişleri, inatçılıklarını ısrarla sürdürüşleri, peygamberleri haksız yere öldürüşleri hatırlatılıyor. Bunlara karşı yüce Al­lah in zillet ve alçaklık damgasını üzerlerine vurması: Allah'ın gazabına ve azabına ma­ruz kalmaları dile getiriliyor.

Konu eski çağlarda yaşamış bulunan yahudilerle ilgili olduğu halde, ayetlerde muatap zamirinin kullanılmış olması, bu ayetlerin değerlendirme niteliğini önceki ayetlere bağlantısını ve amaçlanan korkutucu atmosferi pekiştirmektedir. Bu arada eski yahuerle, yeni yahudiler arasındaki ahlak, karakter ve tavır benzerliğine de dikkat çekiliyor. Biz Kur'an'm bütünlüğü içinde bu üsluba alışığız. Benzeri durumlarda sık sık yine­lenen bir ifade tarzıdır bu. Özellikle babalarının kötü hareketlerini olduğu gibi tekrarla­yan evlatların kölü tutumları eleştirilmek istenince, bu üsluba başvurulur. Bundan çıkan bir diğer sonuç da, bu ayetlere muhatap olan Medine yahudilerinin eski çağlarda yaşa­yan İsraİİoğullanmn soyundan geldikleridir.

Ayetlerin atmosferinden ve kullanılan ifadelerden ayetleri dinleyen yahudilerin bil­dikleri ve uyguladıkları şeylerle muhatap olduklarım anlıyoruz. Doğal olarak bu da uya­rının ve eleştirinin etkisini arttırıyor. Şunu da belirtmekte yarar görüyoruz: Ayetlerde işaret edilen olayların çoğu o gün yahudilerin elinde bulunan eski ahit bölümlerinde de yer almaktadır. Bugünkü ile de benzerlik oluşturmaktadır. Bazen tıpatıp bazen de yakın mahiyetle oldukları görülmektedir.

Bize öyle geliyor ki, daha doğrusu inanıyoruz ki, Kur'an'da anlatılanlar, ayetlere muhatap olan yahudilerin ellerindeki eski ahitte anlatılanların aynısıydı. Çünkü böyle olması, vahyin inişine esas oluşturan hikmete ve amaçlanan eleştiri ve azapla tehdit et­me mantığına daha uygundur. Ancak böyle olması durumunda, uyulması zorunlu iki hü­küm olmaları bir anlam ifade edebilir. Eğer Kur'an'da anlatılanlar, eski ahitte anlatılan­ların aynısı olmasaydı, hiç kuşkusuz, İsrailoğulları, anlatılanları inkar edecek, iddialara itiraz edecek, yaygara koparacak, zihinleri bulandırmaya çalışacaklardı. Ancak bu konu­da onlardan herhangi bir şey rivayet edilmiş değildir.

Bu ayetlerde anlatılanların bir kısmı A'raf, Taha ve Kasas gibi İsrailoğulları kıssala­rını içeren Mekke inişli sûrelerde de anlatılır. Ancak aralarında bazı üslup farklılıkları vardır. Bir de Mekke inişli sûrelerdeki anlatımın amacı Arapları tarihi örneklerle uyar­mak iken bu ayetlerde amaç yahudileri kendi tarihlerinden Örneklerle uyarmaktır. Ara­daki bir diğer önemli fark da şudur:

Bu ayetlerdeki üslup, Mekke inişli sûrelerde olduğu gibi kıssa niteliğinde değildir, tersine sataşma, serzenişte bulunma niteliğindedir. Bu da ayetlerin indiği ortama uygun­dur. Aynı farklılık, genel anlamda İsrailoğulları hakkında inen başka ayetlerden de algı­lanmaktadır. Bu Mekke inişli ayetlerle Medine inişli ayetler arasındaki farkı ortaya ko­yan önemli bir unsurdur.

Müfessirlcr bu ayetlerin içerdiği olaylarla ve İsraİİoğullanmn kıssaları ile ilgili ola­rak, siyer ve ahbar bilginlerine dayanarak çeşitli yorumlar ve şerhler yapmışlardır.-[66] Mekke inişli sûrelerde anlatılan İsrailoğulları, kıssaları ile ilgili olarak söylediklerini bu ayetlerin yorumu bağlamında da tekrarlamışlardır. Bunlardan birkaç örneği biz de sun­duk. Ancak bunları tekrar etmenin ya da ayrıntılı açıklamalar yapmanın bir yararının ol­duğuna inanmıyoruz. Kaldı ki, bu ayetlerin amacı kıssa anlatmak değil, tersine muha­taplara serzenişte bulunmak onlara eleştiriler yöneltmektir.

Eleştiri ağırlıklı bu bolüm ve arkasından gelen diğer bölümlerin, ayetlerin inişine ta­nık olan yahudilerle geçmişteki yahudileri bir kategoride incelemesi münasebetiyle şu hususu vurgulama gereğini duyuyoruz: Eski ahit yahudilerin sapmalarına ve işledikleri türlü günahlara ilişkin çok sayıda bölüm içermektedir. Eski ahitten, yahudilerin iğrenç­liklerine, ilişkin çok sayıda tabloyu gözlemliyoruz. Bundan dolayı onlara ağır eleştirile­rin, ürpertici uyarıların ve sert hücumların yöneltildiğini görüyoruz. Bunların bir kısmı yüce Allah tarafından Hz. Musa'ya bir kısmı da Musa'dan sonra diğer İsrailoğullan el­çileri tarafından duyurulmuşlardır. Bu bölümlerde peygamberleri öldürdükleri, Rasulle-ri taşa tuttukları, buzağıya ve putlara taptıkları bunu sürekli tekrarladıkları; iğrenç suçlar işledikleri vurgulanır. Bu da özü itibariyle, incelemekte olduğumuz ayetlerin oluşturdu­ğu atmosferle uyum oluşturmaktadır.[67]

Ayetlerde asıl hedef, yahudileri ve tavırlarını eleştirmek olmakla beraber, geçmişte yaşayan ve günümüz yahudileri arasında baş gösteren sapmaların, günahların büyüklen-melerin, inkarcılığın ve küfrün kınanmasına ilişkin gelen ve sürekli direktifler de yok değildir. Yahudilerin başına gelen azap, zillet ve alçaklığın gerekçelerinin evrenselliği de vurgulanmaktadır. Bu aynı zamanda, müslümanlara yönelik bir uyarıdır da. Yahudi­lerin deneyiminden ders almaları istenmektedir. [68]

 

62- Şüphesiz iman edenler, yahudiler, hristiyanlar ve sabi-ilerden kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacak­lardır.

 

Ayet-i ksrimenm dili açıktır; ne kastedildiği rahatlıkla anlaşılıyor. Önceki ayetlerle bir bağlantısı bir ilgisi görülmemektedir. Özellikle bundan sonraki ayetlerde eski ve ye­ni yahudi topluluklarının deneyimlerinin sunuluşuna devam edilmesi aradaki bağlantı yokluğunu daha bir belirginleştirmektedir.

İmam Reşid Rıza'nın bu ayeti önceki ayetin kapsamındaki nitelemelere ilişkin bir istisna olarak değerlendirdiğini görüyoruz. İmam İbn Kesir'in ayete ilişkin yorumu ise şöyledir: Yüce Allah, emirlerine muhalefet edip, yasaklarını çiğneyenlerin durumunu açıkladıktan sonra, gelip geçmiş topluluklar içinde iyilik eden ve Allah'a itaat edenlerin en güzel bir şekilde ödüllendirileceklerini haber vermiştir. Bu iki yorumun dışında İsra-iloğullarına ilişkin kıssanın akışı içinde bu ayetin yer almasına yönelik bir başka izaha rastlamadık,

Her iki imamın yorumu da isabetli ve yerindedir. Buna göre ayet-i kerime, kıssalar zinciri içinde bir ara söz, bir istisna konumundadır. Bu ise Kur'an'm kendine Özgü ifade tarzı içinde alışık olduğumuz bir durumdur. A'raf sûresini incelerken de işaret ettiğimiz gibi adı geçen sûrenin 145-146 ve 157-158 ayetleri de İsrailoğullanna ilişkin kıssalar zinciri arasında yer alan bu kabil ayetlerdir.

. tik anda akla gelen, ara söz ve istisnanın, konunun muhatabı olan yahudiler için ol­duğudur. Onlardan sonra ilk olarak tevhid inancını paylaşan diğer gruplara işaret edil­miştir. Bunlar mü'minler, hristiyanlar ve sabiilerdir. Amaç bütün gruplara şunu hatırlat­maktır: Kapı herkese açıktır. Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih ameller işle­yen herkes için Rabbi katında bir ödül vardır. Bunlar korku ve üzüntüden yana güvence­de olacaklardır.

Kanaatimizce, ayet-i kerime -inşaallah doğrudur- Kur'an'ı ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini yalanlamanın gerçek anlamda Allah'a ve ahiret gününe iman etmekle ve salih amelle çeliştiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla bu grupların kalben ve bedenen İslam çağrısına bağlanmaları bir zorunluluktur. Çünkü İslam tek Allah'a kulluk etmeye yönelik bir çağrıdır, ahiret gününe iman etmeyi ve salih ameller işlemeyi öngörür. Nite­kim bu gruplar içinde Kur'an'a ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayanlar, yine Kur'an'ın bildirdiğine göre, ahiret gününe iman etmeyenler vardı. Bazısı Üzeyir Allah'ın oğludur diyordu, bazısı İsa'yı bir ilah ya da Allah'ın bir sureti gibi görüyordu. Bazısı da sabülerde olduğu gibi şaşkındı. Bunların içinde de Hz. Muhammed'in pey­gamberliğini inkar edenler, mesajım kabule yanaşmayanlar vardı. Hac sûresinde bu grupla ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulunduk, bu açıklamaları bir kez daha yinelemeyi uygun görmüyoruz. Kıssalar zinciri, İsrailoğullan'na yönelik bir çağrıyla başlıyor. Al­lah'ın, Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an'a iman etmeleri isteniyor. Çünkü Kur'an on­ların ellerinde bulunan Tevrat'ı onaylamaktadır. Bu çağrının bir diğer boyutu da, Hz. Muhammed'e inen Kur'an'ı inkar eden ilk dini grubun kendileri olmamasına yönelik bir uyandır. Aynca Kur'an'da yer alan birçok ayette hristiyanlar, Hz. Mesih'le ilgili çelişik ve yanlış inançlardan vazgeçmeye, Allah'a peygamberlerine, Hz. Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmeye çağırılmışlardır. Çeşitli münasebetlerle, buna ilişkin örneklere dikkat çektik. Ayrıca top yekun insanlık da bu tür bir inanç sistemine bağlanmaya defa­larca davet edilmiştir. Buna ilişkin olarak da incelemekte olduğumuz ayetin satır arala­rından algılanan mesajı pekiştirici birçok örnek ifade vardır. Yine de en doğrusunu ulu Allah bilir. [69]

 

63- Sizden misak almış ve Tur'u üstünüze yükseltmiştik ve demiştik ki: Size verdiğimize sımsıkı yapışın ve onda olanı sürekli hatırlayın, ki sakınasınız.

64- Siz ise, bundan sonra da yüz çevirdiniz. Eğer Allah'ın üzerimizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, siz gerçekten hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

65-  Andolsun sizden cumartesi günü yasağı çiğneyenleri elbette biliyorsunuz. İşte biz, onlara: "Aşağılık maymunlar olun" dedik.

66-  Bunu hem çağdaşlarına hem sonra gelecek olanlara ibret verici bir ceza; takva sahipleri için de bir öğüt kıldık.

 

Bakara sûresinde, İsrailoğulları'm konu alan kıssalar zincirinin üçüncü halkasını oluşturuyor bu ayetler. Bu bakımdan bir ara söz niteliğindeki 62. ayetle kopan bağlantı­nın yeniden kurulduğunu görüyoruz. Hitab burada da ayetleri dinlemekte olan İsrailo­ğullanna yöneliktir ve atalarının sapkın tavırları gündeme getirilmeye devam ediliyor. Muhatap çoğul zamiri kullanılıyor. Amaç, dinleyicilerle geçip gitmiş atalar arasındaki kan bağını vurgulamaktır. Ki adı geçen sapık ataların, tutum ve davranışlarını tekrarla­maktan sakınsınlar.

Bu halkayı oluşturan ayetlerin de dili gayet açıktır ve maksat kolaylıkla anlaşılıyor. Ayetlerin içeriği vahiy yoluyla indirdiği tavsiye ve talimatları kuvvetle benimseyip uy­gulasınlar diye ulu Allah'ın kendilerinden aldığı misakla ilgilidir. Allah onlardan bu tavsiye ve talimatları korumalarını, sürekli hatırlamalarım istemişti. Bu sayede Allah'ın gazabından ve sapıklıklardan korunmuş olacaklardı. Yanısıra geçmiş ataları içinde, cu-nartesi günü yasağını çiğneyenlerden söz ediliyor ve bunların Allah'ın gazabına uğradıkları, onları maymunlara dönüştürdüğü ve bunun tüm zamanlar içindeki sapıklara ib­ret ve mü'minler için de bir öğüt olduğu belirtiliyor.

Ayetlerin üslubu tıpkı önceki halkayı oluşturan ayetlerde olduğu gibi yahudilerin bildikleri ve atalarıyla ilgili olarak haberdar oldukları gelişmelerden söz edildiğini çağ­rıştırmaktadır. Hiç kuşkusuz, bunun böyle olması uyarı ve sakındırmanın daha etkili ol­masını sağlamaktadır.

Tur dağının İsrailoğulları'nın üzerine kaldırılması ve içlerinde bazılarının cumartesi günü yasağı ile ilgili olarak bir hileye başvurmaları A'raf sûresi kapsamında yer alan İs-railoğullan'na ilişkin kıssalar zincirinde de gündeme getirilmiştir. Söz konusu sûreyi in­celerken her iki olaya ilişkin değerlendirmelerde bulunduk. Bu değerlendirmeleri bir kez daha tekrarlama gereğini duymuyoruz.

"Eğer Allah'ın üzerimizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, sîz gerçekten hüsrana uğra­yanlardan olurdunuz" cümlesini okuduğumuzda hemen aklımıza gelen, Hz.Musa zama­nında buzağıyı tanrı edinmeleri, Musa ile bu hususta tartışmaya girmeleri -kıssalar zin­cirinin ikinci halkasında yer alan 52. ve 54. ayetlerde geçmektedir- ve ardından bundan pişmanlık duyarak uzun süre istikamet üzere bir hayat sürdürmeleri üzerine, Yüce Al­lah'ın tevbelerini kabul ederek kendilerini bağışlaması gelmektedir.

Her ne kadar, kıssalar zincirinin bu halkası İsrailoğulları ile ilgili olsa da ifadelerin geri planında müslümanlara da birtakım kalıcı mesajlar verilmektedir. Aynı durum, ön­ceki halkalar için de geçerlidir. Yani, Allah'ın direktiflerine uymak bunlardan sapma­mak ve çeşitli entrikalarla hileli düzenler peşinde koşmamak gerekir. [70]

 

67-  Hani Musa kavmine: "Allah muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor" demişti. "Bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. Musa: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.

68-  "Rabbine adımıza yalvar da, bize niteliklerini açıkla­sın" dediler. "Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek geçkin[71]' ne de pek genç'[72]' ikisinin arası dinçlikte[73] bir sığır olmalı­dır. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin" dedi.

69-  Bu sefer dedilir ki:"Rabbine adımıza yalvar da, bize rengini bildirsin". O, Rabbim diyor ki: "O, bakanların içini ferahlatan sarı bir inektir"dedİ.

70-  Onlar yine: Rabbine adımıza yalvar da, bize onun ni­teliklerini açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar birbirine ben­zer. İnşaallah biz doğruyu buluruz" dediler.

71-  Bunun üzerine Musa, "Rabbim diyor ki: O, yeri sür-mek[74] ve ekimi sulamak[75] için boyunduruğa alınmayan [76]salma ve alacası olmayan[77] bir inektir" dedi. O zaman: "Şimdi gerçeği getirdin" dediler. Böylece ineği kestiler a-ma neredeyse bunu yapmayacaklardı.

72-  Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz ve bu konuda birbi­rinize düşmüştünüz[78]. Oysa Allah gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı.

73-  Bunun için de:"Ona kestiğiniz ineğin bir parçasıyla vurun" demiştik. Böylece, Allah ölüleri diriltir ve size ayet­lerini gösterir ki akıllanasınız.

74- Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ır­maklar fışkırır, öyleleri vardır kî yarılır, ondan sular çıkar,öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptık­larınızdan habersiz değildir.

 

İsrailoğullarınin serüvenini konu alan kıssalar zincirinin dördüncü halkasıdır bu. Bu halkayı oluşturan ayetler grubunun ifadeleri de son derece açıktır. Burada bir adam öldürme olayı ve ilahi bir mucizeden söz ediliyor. îsrailoğullan içinde bir adam öldü­rülür. Kimse olayı üstlenmez. Aralarında ihtilaflar baş gösterir, sonuçta birbirlerine düşerler. Hz. Musa Allah'ın emri uyarınca bir inek kesip ondan bir parçayı maktulün bedenine sürmelerini ister. Bunu yaparlar ve Allah da maktulü diriltir. Ayetlerin akışı içinde bu olay anlatılırken, yahudilerin inatçılıkları ve döneklikleri de gözler önüne se­riliyor. Bu karakteristik özellikleri yüzünden işleri gittikçe zorlaşır. Bu durum aktarı­lırken eleştirel bir üslup kullanılır. Başlangıçta herhangi bir inek kesmeleri istenmişti. Dolayısıyla bulabildikleri herhangi bir ineği kesmeleri yeterli olacaktı...Ayetler gru­bunun sonunda, Allah'ın gösterdiği mucize karşısında kalpleri yumuşayacağma gittik­çe katılaştığı, taştan bile daha sert ve duyarsız bir hale geldiği ifade edilir. Oysa taşlar vardır, yumuşar, içinden ırmaklar fışkırır, taşlar vardır, yarılır arasında sular sızar ve yine taşlar vardır, Allah'ın korkusuyla yuvarlanırlar. Ve nihayet, yine eleştirel bir üsyüce Allah'ın onların yapıp ettiklerinden habersiz olmadığı vurgulanır.

Tefsir bilginler[79] İbn Abbas'a ve diğer bazı sahabe ve tabiin ulemasına dayanarak kıssaya ilişkin çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bu rivayetler içerik olarak birbirlerinin aynısıdır. Buna göre yoksul bir babanın oğlu , mirasına konmak için zengin amcasını öldürür. Cesedini de bir başkasının kapısına koyar. Böylece konacağı mirasın yanısııa amcasının diyetini de almayı amaçlar. Ceset bulunduktan sonra bir kavga gürültü kopar. Neredeyse savaş çıkacaktır. Bunun üzerine yüce Allah Hz. Musa'ya onlardan bir inek kesip etinden maktule vurmalarını istemesini emreder. Bunu uzun süren oyalama ve ağırdan alma taktiklerinden sonra yaparlar ve maktul dirilir. Ona katilini sorarlar. O da yeğenini gösterir ve tekrar ölür.

Bu hikaye bugün elde mevcut bulunan eski ahitte yer almaz. Ancak Hz. Musa döne­minin tarihine ve yaşantısına ilişkin başlıca bölüm olan tesniye kitabında, bu olayı çağ­rıştıran bir kıssa bulunmaktadır. Bu kitabın yirmi birinci bölümünde faili meçhul cina­yetlere ilişkin bir hükümden söz edilir. Buna göre çifte koşulmamış ve boyunduruğa alınmamış bir inek boğazlanır ve maktulün bulunduğu bölgede oturanlar, adamı öldür­medikleri ve kimin öldürdüğünü görmedikleri hususunda yemin etmeye davet edilirler.

Şu kadarı var ki, sanki sözkonusu olayı onlar gerçekleştirmiş, ataları bu işi yapma­mış gibi, hitabın ayetlerin inişine tanık olan yahudilere hitap etmesi eleştirilerin onlara yöneltilmesi, onların katı kalplilikle ve inatçılıkla nitelendirilmesi, böylece onlarla geç­mişteki ataları arasında tavır, karakter, ahlak ve soy birliğinin varlığına dikkat çekilmesi bizi şu sonuca götürüyor: Bu kıssayı dinleyen yahudiler olaydan haberdardılar ve bu o-lay bugün elimize ulaşmamış bulunan bazı dîni metinlerde kayıtlıydı...Konuya ilişkin olarak, klasik tefsir kaynaklarının aktardığı ayrıntılı rivayetlerin de bir parça Peygambe­rimizin Medine'deki hayatından kesitler içeriyor olması da bu sonucu pekiştirici bir ol­gudur.

Sarı inek, ineğin sahibi ve satın almışı, ağırlığınca altın ödenerek alınması ve maktu­lün cesedine dokundurulan kısmı ile ilgili rivayetler konusuna girmek istemiyoruz. Bunları geniş bir şekilde sunmanın bir yararının olduğuna inanmıyoruz. Çünkü, üslu­bundan da anlaşıldığı gibi kıssa sırf kıssa olsun diye anlatılmıyor. Asıl amaç yüce Al­lah'ın Hz. Musa aracılığı ile kendilerinden istediği şeyi yapmamak için eski çağlarda yaşamış bulunan yahudilerin inatçılıklarını gözler önüne sermektir. Onlar böyle yap­makla işlerini daha da zorlaştırmışlardı. Daha doğrusu ayak direttikçe onların yükümlü­lüklerini arttırmıştı. Ayrıca bu kıssa ile güdülen bir diğer amaç, onların Allah'ın ayetle­rinden öğüt almayışlarım bu olaya rağmen kalplerinin gittikçe katılaşmasını anlatmak­tır. Onların bu taş kalpliliklerini, ayetler son derece güçlü ve etkileyici bir ifade tarzıyla tasvir etmektedir. Diğer bir ifadeyle dinleyici konumundaki yahudilerin babalan eleştirilmek suretiyle, dinleyici konumundaki yahudilere babalarının tavrını tekrarlamamaları mesajı veriliyor. Babalarının duyarsızlıklarından taş yürekliliklerinden kaçınmaları uya­rısında bulunuluyor.

Böylece incelemekte olduğumuz ayetler grubunun oluşturduğu kıssa halkası ile, ön­ceki halkalar arasındaki hedef birliği netleşiyor.

Önceki kıssa halkalarının ardından söylediğimizi, burada da söylüyoruz: Kıssa ev­rensel bir mesaj, kuşatıcı bir direktif içermektedir. Bu ayetlere muhatap olan herkesten, inatçılıktan, ilahi emirleri savsaklamaktan, katı kalplilikten sakınmaları uyarısında bulu­nuluyor. [80]

 

75- Siz, onların size inanacaklarını umuyor musunuz? Oy­sa onlardan bir bölümü Allah'ın sözünü işitiyor, iyice algı­layıp akıl erdirdikten sonra'[81], bile bile değiştiriyorlardı.

76-  İman edenlerle karşılaştıklarında "İman ettik" derler; kendi başlarına kaldıkları zaman ise, derler ki: "Allah'ın si­ze açtıklarını,[82] Rabbİniz katında size karşı bir belge olsun diye mi onlarla konuşuyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?"

77-  Onlar, Allah'ın gizli tuttuklarını da açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?

78-  Onlardan bir kısmı ümmidİr[83]. Kitabı bilmezler; bil­dikleri, bk sürü asılsız şeylerden'[84] başkası değildir ve yal­nızca zannederler.

79-  Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "bu Allah katından-dır" diyenlere. Artık vay elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına'[85].

80- Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değ­meyecektir." De ki: "Allah katından bir ahit mi aldınız? Ki Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmedi­ğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?"

81-  Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşa­tırsa, artık onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacak­lardır.

 

İsrailoğullarını, konu alan kıssalar zincirinin beşinci halkası ile karşı karşıyayız. İlk ayette hitap, Peygamberimize (s) ve mü'minlere yöneltiliyor. Soru üslubuyla yahudile­rin inanmalarına ilişkin beklentilerinin yersizliği dile getiriliyor. Ardından ayetlerde sözleri, davranışları ve kanıtlar karşısındaki tutumları örneklendiriliyor ve inanmalarına ilişkin geri kalan umut kırıntılarını da silip süpüriiyor:

1)  İçlerinde Kur'an ayetlerini dinleyenler vardı. Bunlar ayetleri iyice algıladıktan sonra, zihinleri bulandırmak, ayetlerin muhtemel etkisini yok etmek ve Kur'an'ın vahiy menşeililiği hakkında birtakım kuşkular uyandırmak için, ayetleri tahrif ederler.

2) İçlerinden bir grup, mü'minlerle karşılaştığı zaman şöyle derler: "Kur'an'da anla­tılanların hak ve bizim kitabımızda anlatılanlara uygun olduğuna inanıyoruz". Kendi kendileriyle başbaşa kaldıklarında ise, içlerinden bir grup bu şekilde konuşanları eleşti­rerek siz kendi elinizdeki Allah'ın ilmine ve kitaplarına ilişkin bilgileri müslümanlara söylemekle, onların eline Alalh'ın katında aleyhinize kullanılabilecek kozlar veriyorsu­nuz.

3)  İçlerinde okuma yazmasiz cahiller vardır. Bunlar kitapta yazılanları kesin olarak bilmiyorlar. Ama yine de biliyormuş gibi yaparak, Allah'ın kitabında olmayan şeyleri isbet ediyorlar. Ya da kendi elleriyle bir kitap yazıyorlar, sonra da bunun Allah'ın kitabından alındığını iddia ederek menfaat sağlamaya çalışıyorlar.

4) Allah katında seçkin bir yere sahip olmakla övünürlerdi. Bu yüzden ateşin sadece sayılı günlerde kendilerine dokunacağını iddia ederlerdi.

Ayetlerin akışı içinde, kıssanın anlatımına ara verilerek uyarılar ve eleştiriler yönel­tiliyor. Bu Kur'an'ın alışık olduğumuz ifade tarzıdır: "Yazıklar olsun onlara...Yazdık­larından, söyledikleri yalanlardan ve mesnetsiz övünmelerinden dolayı vay hallerine. Onlar yüce Allah'ın açığa vurdukları ve gizledikleri her şeyi bildiğini bilemeyecek ka­dar aptal oldukları için sapıklık üzeredirler." "Bize ateş ancak sayılı günlerde dokuna­caktır" derken o kadar kendilerinden emindiler ki sanki Allah'tan bir söz almış gibiydi­ler. Bu yüzden işledikleri günahları fazla önemsemezlerdi. Herşeye rağmen bu Allah'a yapılmış bir iftiraydı. Çünkü O'nun koyduğu evrensel yasa ve adalet, günah işleyen ve günahı kendisini kuşatan kimselerin ateş ehli olmalarını ve orada sonsuza dek kalmala­rını öngörür, bu tür bir günahı işleyen kim olursa olsun. Ve yine ilahi yasalar gereği, i-man edip salih ameller işleyenler de cennet ehlidirler ve orada sonsuza dek kalacaklar­dır.

Kıssalar zincirinin bu halkasında iltifat sanatına baş vurulmuştur. Çünkü kıssalar zincirinin ilk halkalarında hitap doğrudan yahudilere yönelik olup, eleştirilerin hedefi, direkt onlardı ve tavırlarıyla geçmiş atalarının tavırları arasında bağlantı kuruluyordu. Oysa bu halkada hitabın Peygamberimize (s) ve mü'minlere yöneltildiğini görüyoruz. Amaç yahudilerin söylediklerini, yapıp ettiklerini onlara hatırlatmak ve yahudilerin ina­nacaklarına ilişkin beklentilere son vermelerini sağlamaktır. Çünkü bu sözleri söyleyen, bu işleri yapan kimselerin inanmaları mümkün görünmemektedir.

Bu da gösteriyor ki, yahudiler sonunda gerçek yüzlerini göstermiş, İslam çağrısı kar­şısındaki onulmaz inkarcılıklarım realize etmişlerdir. [86]

 

Yahudilerin İslam Çağrısını Reddetmelerinin Sebepleri

 

Hz. Peygamber'in onları davetinin dışında tutması, kendilerini böyle bir çağrıya mu­hatap olmayacak kadar hidayet üzere bir topluluk olarak zannetmelerine dayanıyordu. Dolayısıyla onların bir gün dinine gireceklerini ümid etmemesi gerekiyordu. Hatta biz­zat Peygamber (s)'in kendisini onlara nisbet etmesini bekleme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bu tür bir beklenti içinde olduklarını Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet­ten algılayabiliriz: "Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden ke­sinlikle hoşnut olacak değillerdir" (Bakara, 120). "Dediler ki: Yahudi veya hristiyan ol­mayan hiç kimse kesin olarak cennete giremez" (Bakara, 111). "Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olun ki hidayete eresiniz." (Bakara, 135)[87] Özellikle, Hz Peygamber'in kıb­lelerine yönelerek namaz kıldığını, kendilerine gönderilmiş peygamber ve kitaplara inandığını Kur'an diliyle duyurduğunu ve bunu çağrısının ayrılmaz bir parçası gibi gör­düğünü ve şu ayetleri okuduğunu gözlemleyince bu sanılan ve beklentileri daha da güç­lenmişti. "İşte Allah'ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetle­rine uy." (En'am, 90). "Andolsun, biz Musa'ya kitabı vermiştik; böylece sen ona kavuş­maktan kuşku içinde olma. Biz ona İsrailoğullan'na bir yol gösterici kılmıştık ve onla­rın içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip-yönelten önderler kıldık; on­lar bizim ayetlerimize kesin bilgiyle inanıyorlardı" (Secde, 23-24) "Andolsun, biz İsra-iloğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları temiz ve güzel şeylerle rızık-landırdık ve onları alemlere üstün kıldık.." (Casiye, 16). Ama çok geçmeden bu sanıları boşa çıktı. Gördüler ki, Hz. Peygamber insanların geneli içinde onları da davet ediyor. Hatta kimi zaman Kur'an diliyle çağrıyı sırf onlara özgü kılıyor. Eleştiriyor, herkesten önce koşup ilahi mesajı benimsemedikleri için sert uyanlarda bulunuyor. Çünkü tavırla­rı olumsuzdur, tslam çağrısını başarısız kılmaya yöneliktir. Kıssalar zincirinin ilk halka­sında -ki 40-44. ayetlerde- işaret edildiği gibi çelişkili tavırlar sergiliyorlar. İslam çağrı­sını tanımamaları, bu çağrıya öncülük edene kin beslemeleri bu yüzdendir. Peygamberi­mize (s) bu şekilde kindar bir gözle bakmaları, Medine döneminin ilk günlerinden itiba­ren başlamış bir durumdur.

Daha sonra Yahudiler, insanların kendilerine sırt çevirdiklerini, Hz. Peygamberi en büyük merci ve yol gösterici, itaat edilmesi gereken bir komutan olarak görmeye başla­dıklarını farkedince haklı ya da haksız oluşuna bakmadan bunu otoritelerine yönelik bü­yük bir tehlike olarak algıladılar. Ayrıcalıklarının ve çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşündüler. Bu yüzden, yeni bir strateji belirlemeye koyuldular. İslam çağrısını etkisiz hale getirmek için münafıklarla, ardından müşrik Araplarla ittifaklar kurdular.

Mekke ve Medine inişli birçok ayetten algıladığımız kadarıyla, Peygamberimizin Yahudilerden büyük bir destek ve yardım görmesi, herkesten önce onların koşup ona inanması bekleniyordu. Çünkü Hz. peygamberin sunduğu yeni dinle, onların dini, te­melde birdir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de değişik münasebetlerle onun kendisinden önce indirilen kitapları tasdik ettiği Ehli Kitab'ın yüzyüze kaldığı çeşitli problemleri çözüme kavuşturduğu belirtilmiştir. Ehli Kitab'tan birçokları Kur'an'ın bu özelliğini doğruladı. Aralarında İsrailoğullan'na mensup kimselerin de olduğu gruplar, Mekke inişli ayetlerin İçerdiği birçok mesleyi destekleyici açıklamalarda bulunarak bunlara iman ettiklerini açıkladılar. Biz sözkonusu ayetleri incelerken bu hususlara değindik. Daha sonra müslü-manlar, Medine'de yahudilerin İslam çağrısı karşısında yan çizmelerini, onu tanımaları­nı, kendilerine engel olmalarını, bile bile gerçeği gizlemelerini, düşmanla işbirliğine girmelerini ve kafa karıştırıcı desiseler yaymalarını gördükçe, derinden etkilendiler. Onlar hakkında besledikleri tüm umutları suya düştü. İşte önceki bölümlerde, bu ve bundan sonraki halkalarda, konu bu eksen etrafında gelişmektedir.

Bu değerlendirme, yahudilerin büyük çoğunluğu için geçerlidir. Çünkü Mekke ve Medine inişli bazı ayetlerde içlerinde bazılarının, özellikle ilimde derinleşen bilge kişi­lerin, içgüdülerini ve dinsel kinlerini bir kenara atma başarısını gösterip hak olduğunu bildikleri Muhammedi mesaja inandıklarını ve Allah katından geldiğine kesinkes inan­dıkları Kur'an'ı tasdik ettikleri dile getirilmektedir. "Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındınr ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardır" (Al-i İm-ran 113-114). "Ancak onlardan ilimde derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inanlar; işte bunlar, biz bunlara büyük bir ecir vereceğiz" (Nisa, 162). "Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onlan lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. On­lar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. Kendilerine hatırlatılan yerlerden sap­tırırlar, kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Al­lah, iyilik yapanları sever" (Maide, 13)[88] Mekke döneminde inen Ahkaf sûresinin şu ayeti de bu kategoride değerlendirilebilir. "De ki: Gördünüz mü, haber verin; eğer bu Kur'an Allah katından ise, siz de onu inkar etmişsseniz ve İsrailoğülları'ndan bir şahid bunun bir benzerine şahitlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız bunun sonucu ne olacak? Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez. (Ahkaf, 10) [89]

 

83-  Hani İsrailoğuİları'ndan, Allah'tan başkasına kulluk et­meyin, anneye babaya yakınlara, yetimlere ve yoksullara İyilikle davranın, İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin diye misak almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz ve hâlâ yüz çeviriyorsu­nuz,

84-  Hani sizden birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hâlâ buna şahitlik ediyorsunuz.

85- Sonra siz[90] birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurt­larından sürüp çıkarıyor, günah ve düşmanlıkla aleyhlerin­de ittifaklar kuruyor'[91] ve size esir olarak geldiklerinde on­larla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları çıkarmanız, size ha­ram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle ya­panların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

86-  İşte bunlar, ahireti verip dünya hayatını satın alanlar­dır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve kendilerine yardım ediimez.

 

Bakara sûresinde yer alan İsrailoğullan ile ilgili kıssalar zincirinin beşinci halkası sunuluyor. Burada hitap tıpkı başlangıçta olduğu gibi yeniden İsrailoğullan'na yöneltili­yor. Çünkü bundan önce, hitabın yönü değişmişti. Şimdi yeniden doğru yoldan sapma­ları örneklendiriliyor, kendilerine sert eleştiriler yöneltilerek geçmiş atalarıyla araların­da söz ve davranış açısından bağlantı kuruluyor.

Ayetler grubunun akışı içinde, İsrailoğullan'nın Allah'a verdikleri sözler hatırlatılı­yor ve ayetlere muhatap olanlar bu sözleri tutmadıkları için ağır eleştirilere maruz bıra­kılıyorlar.

1) Yüce Allah, îsrailoğullarf ndan sırf kendisine ibadet etmeleri, anne-babaya, akra­balara, yetimlere ve yoksullara iyilik etmeleri, doğru söz söylemeleri, insanlarla iyi ge­çinmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri hususunda söz almıştı. Onlar da bu sözü yerine getirmeyi kabul etmişlerdi. Ancak çoğu bu sözde durmadı. Allah'la yaptıkları sözleşmeye bağlı kalmadı.

2)  Yüce Allah, dayanışma ve yardımlaşma içinde olmaları hususunda da onlardan söz almıştı. Bu sözleşmeye göre birbirlerini öldürmeyecek, birbirleri aleyhine yabancı­larla ittifak kurmayacaklardı. Ama bu sözlerinde de durmadılar. Birbirlerinin kanını döktüler, birbirlerini yurtlarından sürüp çıkardılar. Sırf çekememezliklcri ve düşmanlık­ları yüzünden kendi soydaşlarına karşı yabancılarla işbirliğine gittiler. Kendilerine ya­sak kılınmış bu hareketleri yaparken aynı zamanda kendi kendileriyle de çelişkiye düşü­yorlardı, Yabancıların yine onların yardımı ve desteği ile aldıkları tutsakları fidye Öde­yerek serbest bırakıyolardı. Böyle yapmakla, kendilerine emredilenlerin bir kısmına, ya­ni esirlerini yabancılardan kurtarmaları gerektiğine inandıklarını, bir kısmına da, yani birbirlerinin kanını dökmemeleri, birbirlerini yurtlarından sürüp çıkarmamaları, birbir­lerini tutsak almamaları ve birbirlerine karşı yabancılarla ittifak kurmamaları gerektiği­ne ilişkin emre de inanmadıklarını göstermiş oluyorlardı. Böyle davrananlar, dünyada onursuzluğu, alçaklığı, ahirette de Allah'ın en şiddetli azabını hakederler. Çünkü bu davranış, kişinin Allah'ı gözetmeksizin, ahireti ve dehşet verici manzaralarını hatırına getirmeksizin dünya çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğunu gösterir. Diğer bir ifadeyle, ahirete karşılık dünyayı satın alanın tutumudur bu. Böyle kimselerin çarpıtıldıkları azap hafifletilmez ve hayatlarının hiç bir döneminde yardım görmezler incelemekte olduğumuz ayetler grubunun eleştirel  özelliği ve atmosferi, sarsıcı ve etkileyicidir. Müfessirler[92] 84. ayetin izahı bağlamında, Yesrib (Medine) yahudilerinden Nadir ve Kaynukaoğullarınm Hazreç kabilesinin; KureyzaoğuIIannınsa Evslüerin müt­tefiki olduklarını söylemişlerdir. Hazreçlilerle Evsliler arasında, kimi zaman savaşla bi­ten ihtilaflar vardı. Yahudi kabileleri de müttefiklerinin yanında savaşa katılırlardı. Do­layısıyla yahudi kabileleri birbirleriyle savaşıyor, birbirlerini esir alıyor ve birbirlerini topraklarından sürüp çıkarıyorlardı. Her biri Ötekisine karşı yabancılarla ittifaklar kuru­yorlardı. Ama savaş hali sona erip barış sağlanınca, yahudi esirlerin kurtarılması husu­sunda kendi aralarında yardım 1 aşırlardı. Görüldüğü gibi rivayet, ayetlerin ruhuna uygun düşüyor. Burada Medineli yahudilerin Arap toplumu içindeki sosyal ve siyasal hayatla­rından bir tablo ile karşı karşıyayiz. Bu en başta yahudilerin Arap toplumuna entegre ol­duklarını, onların geleneklerini benimsediklerini gösterir. İkincisi, Arap toplumu içinde­ki yahudi varlığının çok eskilere dayandığını ortaya koymaktadır. Bir de yahudilerin yek vücut olmuş bir kitleden ziyade, birbiriyle sürtüşen ihtilaflı bir topluluk olduğunu yan­sıtmaktadır.

Yahudi kabilelerinin Arap kabileleriyle kurdukları ittifakları konu alan ayetlerin akı­şı içinde İsrailoğulları'ndan söz edilmesi, sözkonusu yahudi kabilelerinin İsrail kökenli olduklarının kanıtıdır.

Kıssalar zincirinin önceki halkalarında, müslümanlara yönelik birtakım mesajlar ve­rildiği gibi burada da onlara şu mesajlar veriliyor: Yüce Allah'ın emrettiği hayırlar, iyi­likler, maruf ve güzelliklerle, yasakladığı günah, azgınlık ve düşmanlık konusunda O'-nun ahdine bağlı kalmak gerekir. Bu konuda verdiği sözü tutmaktan sakınmak bir zo­runluluktur. Çünkü bu tutumlar iman zayıflığının, dünyanın gelip geçici menfaatlerini tercih etmenin ve Allah'ı hesaba katmamanın kanıtlandır. Bu ise yüce Allah'ın gazabına ve azabına uğramanın başlıca nedenidir. [93]

 

87- Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik'[94]. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'! Kudüs'le teyid ettik. Demek size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?

88- Dediler ki: "Bizim kalplerimiz örtülüdür"[95]. Hayır; Al­lah, İnkarlarından dolayı onları lanetlemiştir. Bundan dola­yı pek azı iman eder.

89-Allah katından yanlarında olan Tevrat'ı doğrulayan bir kitap geldiği zaman, -ki bundan önce inkar edenlere karşı fetih istiyorlardı-[96]' işte bilip tanıdıkları gelince, onu İnkar ettiler. Artık Allah'ın laneti kafirlerin üzerinedir.

90- Allah'ın, kullarından dilediğine, kendi fazlından indir­mesini kıskanarak ve hakka başkaldırarak, Allah'ın indir­diklerini tanımamakla, nefislerini ne kötü şeye karşılık sat­tılar. Böylelikle gazab üstüne gazaba uğradılar[97]'. Kafirler için alçaltıcı bir azab vardır.

91- Onlara: "Allah'ın indirdiklerine İman edin" denildiğin­de: "Biz, bize indirilene iman ederiz" derler. Ve ondan sonra olanı inkar ederler. Oysa o yanlarındakini doğrula­yan bir gerçektir. Deki: "Eğer inanıyor idiyseniz, daha ön­ce ne diye Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?"

92- Andolsun, Musa size apaçık belgelerle geldi. Sonra siz onun arkasından buzağıyı tanrı edindiniz. İşte siz böyle zalimlersiniz.

93-  Hani sizden misak almış ve Tur'u üstünüze yükseltmiş­tik ve "Size verdiğimize sımsıkı sarılın ve dinleyin" demiş­tik. Demişlerdi ki: "Dinledik ve baş kaldırdık"[98]'. İnkarları yüzünden buzağı tutkusu kalplerine sindirilmişti'..[99] De ki: "İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?".

94-  De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu, başka insanla­rın değil de, yalnızca sizin ise ve doğru sözlüyseniz, öyley­se hemen ölümü dileyin.

95- Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden do­layı ölümü hiç bir zaman kesin olarak düemeyeceklerdir. Allah zalimleri bilendir.

96- Andolsun, onları hayata karşı diğer insanlardan ve şirk koşanlardan bile daha ihtiraslı bulursun. Her biri bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azabtan kurtar­maz[100]. Allah onların yapmakta olduklarını görendir.

 

îsrailoğulları'na yönelik eleştiriler içeren ayetler zincirinin altıncı halkasını incele­mek üzereyiz. Bu ayetlerde, geçmiş yahudilerle Peygamberimiz (s) zamanında yaşayan yahudiler arasında ortak pratikleri bağlamında bir ilişki kuruluyor. Amaç, öncekilerle sonrakiler arasındaki etnik köken birliğinden kaynaklanan karakter birliğini vurgula­maktır. Nitekim önceki ayetler grubunda da amaç buydu.

Kıssalar zincirinin bu halkasını oluşturan bazı ayetlerde, öncekilerle sonrakilerden hikaye üslubuyla sözediliyor. Bazısında ise muhatap çoğul zamiri kullanılıyor. Bu da üslup ve içerik olarak ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi yahudilere dönüktür. [101]

 

Ayetlerde şu konular işleniyor:

 

1) Yüce Allah, İsrailoğullan'nı doğru yola iletmek ve eğitmek için Hz. Musa'ya Tevrat'ı verdi. Ondan sonra peşpeşe peygamberler gönderdi. Ardından Meryem oğlu isa'yı mucizeler ve Ruhu'l Kudüs desteğinde peygamber olarak görevlendirdi. Ama on­lar -ayetlerin akışından da anlaşıldığı gibi ilk kuşak yahudiler- kendilerine Allah tarafın­dan görevlendirilen her peygamber geldiğinde peygamberin çağrısı tutkulanyla uyuşmadiği için büyüklük kompleksine kapıldılar, ona karşı çıktılar, sunduğu mesajı yalan­ladılar ya da onu öldürdüler.

2) Yine onlara -ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla Peygamberimizin (s) çağda­şı yahudiler- Kur'an ayetleri okundukça, bunlar üzerinde düşünmeye çağırıldıkça bunla­rı bilmemezlikten geldiler, duymamış gibi yaptılar ve dediler ki: "Kalplerimiz örtülüdür, dediklerinizi anlayacak durumda değildir" ya da "kalplerimiz doludur, sizin dediklerini­ze yer yoktur". Küfür ve inkarı ısrarla sürdürdüler. Bu da onların inançlarının zayıflığını gösterir. Eğer gerçek mü'minler olsalardı, ellerindeki Tevrat'a yönelik inançları sağlam olsaydı, böyle bir tavır sergilemezlerdi. Çünkü Hz. Peygamberin kendilerine okuduğu ayetler Tevrat'ın İçeriğiyle uyuşmaktadır. Ama onlar, yanlarındaki Tevrat'la uyuşan ayetleri inkar ettiler. Böylece, kafirleri kuşatan Allah'ın lanetini hakkettiler.

3)  Daha önce bilgi sahibi olmakla Araplara karşı üstünlük taslıyor, övünüyorlardı. Ama hak olduğunu ve Tevrat'la uyuştuğunu kesin olarak bildikleri Kur'an gelince onu inkar ettiler, kabule yanaşmadılar. Bu tavırlarının temelinde kıskançlık ve kin yatıyordu. Yüce Allah'ın lütfunu kendi soydaşlarından olmayan bir kuluna bahşetmiş olmasını (son peygamber olarak Hz. Muhammed'i seçmesini) çekemiyorlardı. Böylece imana karşılık küfrü satın aldılar. Ne kötü bir alış veriştir bu. Sonunda alçaltıcı azap ve şiddetli gazap vardır. Buna ek olarak da kafirleri kapsamına alan lanete uğrayacaklardır.

4) Hz. Peygamber (s) onlara: "Allah'ın indirdiği Kur'an'a inanın" dedikçe: "Biz Al­lah'ın bize indirdiği kitapla yetiniyoruz. Başkasına da ihtiyacımız yoktur" cevabını ve­rirlerdi. Oysa Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an, ellerindeki Tevrat'la çelişmi­yordu. Dolayısıyla normal ve mantıklı olanı Kur'an'a iman etmeleriydi. Çünkü Kur'an ve Tevrat aynı zincirin halkaları olup, kaynakları birdi,

5)  Daha önce yaşamış atalarının tutumu da bundan farklı değildi. Musa (a) onlara apaçık belgeler getirmiş ama onlar nefislerine zulmederek doğru yoldan sapmışlardı. Buzağıyı tanrı edinmiş ve Hz. Musa'dan sonra Allah'ın kendilerine gönderdiği peygam­berleri öldürmüşlerdi. Oysa yüce Allah kendilerinden söz ve misak almıştı: "Allah ka­tından gelene var gücünüzle sarılın ve onu dinleyin" diye. Dilleri "dinledik" demişti a-ma tavırları "baş kaldırdık" anlamına geliyordu. Çünkü verdikleri sözün tersine davra­nışlar içine girmişlerdi. Buna bağlı olarak da buzağıyı tanrı edinme duygusu kalplerine iyice sinmişti. Bu ne kötü bir inançtır ki, övünüp durdukları iman, daha önce atalarını şimdi de kendilerini bu tür kötü davranışlara yöneltmektedir.Son Üç ayette, yahudilere yönelik son derece etkili bir meydan okuma ile karşılaşı­yoruz:

1) Madem ki iddia ettikleri gibi ahiret yurdu ve nimetleri bütün insanlar içinde sade­ce kendilerine özgü bir ödüldür. Öyleyse bu nimetlere kavuşmak için ölümü arzulasın-lar!

2) Ama onlar, asla ölümü istemezler. Çünkü onlar kendi elleriyle ne tür suçlar işle­diklerini biliyorlar. İçinde bulundukları durumun azgınlık ve haksızlık diye tanımlana­bileceğinin bilincindedirler. Bu yüzden Allah katında kendilerini zalimlerin akıbetinin beklediğini çok iyi biliyorlar. Bundan dolayı, hayata çok düşkündürler ve ölümden de bir o kadar kaçıyorlar. Ölüm sonrasını akıllarına bile getirmek istemiyorlar. Bu konuda müşrikleri bile geride bırakıyorlar. Hatta her biri bin yıl yaşatılmak ister. Ama bunun onlara bir faydası olmayacaktır. Her yaptıklarından haberdar olan Allah'ın azabından kesinlikle yakalarını sıyıramayacaklardır. Allah yapıp ettiklerinden habersiz değildir. Her şeyi kaydetmiştir ve uygun cezayı hazırlamıştır.

Kıssalar zincirinin bu halkasında eleştiri ve uyarının dozu çok şiddetlidir. Hiç kuş­kusuz, ifade tarzında gözlemlediğimiz bu sertlik, anlatıldığı kadarıyla hem öncekilerin hem de sonrakilerinin sapmaları, küfürleri, azgınlıkları, zaman zaman peygamberleri öl­dürmeleri, zaman zaman büyüklük kompleksine kapılıp Allah'ın elçilerini yalanlamala­rı, buzağıyı tanrı edinmeleri, sırf çekememezlikten dolayı Allah'ın ahdini bile bile boz­maları ile bağdaşmaktadır. Onların sergiledikleri bütün bu davranışlar, gazabı ve büyük bir azabı gerektirmektedir. Bu ifadeler, aynı zamanda yahudilcrin Arap toplumu içinde­ki dinsel ve kültürel etkinliklerini ya da etkin olmalarının beklendiğini ortaya koymak­tadır. Özellikle, Kur'an'ın Mekke'de inen kısmında başta İsrailoğulları olmak üzere ehl-i kitabın, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğunu, Kur'an'ın vahiy Ürünü ol­duğunu ve Allah katından geldiğine tanık gösterildiğini göz önünde bulundurduğumuz­da onların ne denli etkin bir konumda olduklarını anlarız.

Müfessirler[102] "Bundan Önce inkar edenlere karşı fetih istiyorlardı" cümlesi ile ilgili olarak Tabiin ve Tebc-i Tabun ulemasından çeşitli açıklamalara yer vermişlerdir. Bun­lardan birine göre yahudiler Araplara karşı semavi bir kitaba sahip olmakla, semavi bir dine mensup olmakla övünürlerdi. Övünüp durdukları kitapla uyuşan ve hak olduğunu da bildikleri Kur'an inince onu inkar ettiler. Bir diğerine göre, aralarındaki tartışma ya da ihtilaf şiddetlendiği zamanlarda yahudiler Araplara: "Yakın bir zamanda Araplardan bir peygamber gönderilecektir. Onun Özellikleri bizim kutsal metinlerimizde yazılıdır. O gelince onunla birlik olup; sizi tıpkı Ad ve İrem halklarında olduğu gibi öldüreceğiz." Cümleden her iki görüşü de destekleyecek sonuçlar çıkarmak mümkündür. A'raf sûre­sinde yer alan bir ayette de şöyle buyuruluyor: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat'ta ve İn­cil'de, geleceği yazılı bulacakları ümmi haber getirici olan elçiye uyarlar" (A'raf,157). Bu ayet-i kerime, yukarıda sunduğumuz görüşlerden ikincisini destekler niteliktedir. Her halükârda ayet, Peygamberimizin (s) onlara hak olduğunu bildikleri bir mesajı ge­tirdiğini, onlartnsa bunu inkar ettiklerini dile getirmektedir. Bunu izleyen ayette ise, bu tutumlarının tek nedeninin kıskançlık ve çekememezlik olduğu, bu yüzden ayetlerin işa­ret buyurduğu bu sert muameleyi hakkettikleri belirtiliyor.

Kıssalar zincirinin bu halkasını oluşturan ayetler, özel bir şekilde, bizim yahudilerin İslam çağrısını reddedişlerine ilişkin açıklamalarımızı desteklemektedir. Yüce Allah'ın kendi soylarından gelmeyen birini peygamber göndermesi ve bu peygamberin kendileri­ni yeni dine davet etmesi, dolayısıyla dini otoritelerinin ve çıkarlarının temelden sarsıl­ması onlara ağır gelmişti.

Ayetlerde yahudilerin tutum ve davranışları ele alınıyor olsa da içerdikleri mesaj ve direktifler evrenseldir. Müslümanları da ilgilendirmektedir. Söz ve eylem arasındaki tu­tarsızlığın yerilmesi, haktan yüz çevirme, kıskançlık, çekememezlik ve kindarlık yüzün­den hak taraftarlarına cephe almak gibi konulara değinilmektedir. Hakka tabi olma ve marufa uygun hareket etme gibi hususlarda Allah'a verilen sözü tutmama, ahde bağlı kalmama, azgınlığa inkarcılığa ve saldırganlığa sapma gibi olumsuzluklardan uzak dur­maya ilişkin uyarılar müslümanlar için de geçerlidir. [103]

 

Meryemoğlu İsa (A)

 

"Meryemoğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l Kudüs'le teyid ettik".

Hz. İsa'nın Ruhu'l Kudüs'le desteklenmesi öyle anlaşılıyor ki, sırf ona özgü bir du­rumdur. Onun bu ayrıcalığına Al-i İmran ve Maide sûrelerinde de işaret edilmiştir. "Ru­hu'l Kudüs" deyimi "Nahl" sûresinde, Kur'an'ı indiren meleğin ismi olarak geçmekte­dir. "De ki: "İman edenleri sağlamlaştırmak, müslümanlara bir müjde ve hidayet olmak üzere Kur'an'ı hak olarak Rabbinden Ruhu'l Kudüs indirmiştir" (Nahl,102). Şuara sûre­sinde ise, değişik bir kalıpta kullanılmıştır: "Onu Ruhu'l Emin indirdi. Uyarıcılardan ol­man için senin kalbinin üzerine indirmiştir" (Şuara, 193-194).

Biraz sonra inceleyeceğimiz ayette belirtildiğine göre Kur'an'ı Peygamberimizin (s) kalbinin üzerine indiren Cebrail'dir.

Müfessirler, bu kavramla ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazısına gö­re, maksud Allah'ın teyididir. Bazısına göre de "Cebrail'in teyid etmesi" kastedilmiştir. Bir diğer görüşe göre, Allah'ın kutsal ayetlerini içeren İncil kastedilmiştir. Başka bir gö­rüş de yüce Allah'ın İsa (a)'nın ruhunu takdis etmesi, arındırması kastedildiği belirtil­miştir.

Bilindiği gibi "Ruhu'l Kudüs" kavramı, hristiyanhk teolojisinde ilahi zâtın üç esas­tan (Uknum-u Selâse (üç uknum): Baba, oğul, Ruhu'l Kudüs) ya da görünümünden biri­ni ifade eder. Bugünkü İnciller'de bu deyimlerin üçüne de rastlamaktayız. Kanaatimizce "Ruhu'l Kudüs" kavramı, hristiyan Araplar tarafından kullanılıyordu ve bu kavram, İn­cil'in Süryanice'sinden ya da Yunanca'sından tercüme edilmişti.

Her halükârda söz konusu kavramın burada Kur'an'ın öngördüğü İslam inancı açı­sından İsa'nın olması gereken yere konulması amacı ile kullanıldığı açıktır. Dolayısıyla bu kavramın da kullanıldığı cümlede verilmek istenen mesaj şudur: Hz. İsa, Allah tara­fından gönderilmiş bir elçidir. İncil'de geçen ve hristiyanlann da dillerinden düşürme­dikleri "Ruhu'l Kudüs" Allah'ın onu Cebrail'le ya da katından bir kuvvetle teyid etmesi anlamına gelir. Nitekim Allah başka peygamberleri de bu şekilde teyid etmiştir. [104]

 

97- De ki: "Cibril'e kim düşman ise, bilsin ki gerçekten Kur'an'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur."

98-Her kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mi-kail'e düşman İse, artık şüphesiz Allah da kafirlerin düş­manıdır.

 

Yukarıda sunduğumuz iki ayetin ilkinde, yüce Allah tarafından Peygamberimize (s) bir direktif veriliyor: Cibril'e düşman olduğunu ilan edenleri reddetmesi ve Cibril'in Allah'ın izniyle kendisinden önceki semavi kitapları tasdik etsin ve mü'minler için yol gösterici ve müjde olsun diye Kur'an'ı kalbinin üzerine indiren melek olduğunu bildir­mesi emrediliyor. İkinci ayette ise uyarı nitelikli bir açıklama yer alıyor: Allah, kendisi­ne, peygamberlerine, meleklerine, özellikle Cibril ve Mikail'e düşman olan kafirlerin düşmanıdır. [105]

 

Cibril'e Düşman Olmak

 

"De ki: Cibril'e kim düşman ise..."

Müfessirler[106] bu iki ayetle ilgili olarak uzun değerlendirmeleri bağlamında, ifade tarzları ve vak'aları farklı, ama özleri bir, çeşitli rivayetlere yer verirler. Bu rivayetlerin birinde şöyle anlatılıyor: "Yahudiler Peygamberimize (s) bazı sorular sordular ve "Eğer doğru cevaplar verirsen sana tabi olacağız" diye de söz verdiler. Peygamberimiz (s) doğruluğunu itiraf ettikleri cevaplar verdi. Sonra kendisine vahiy indiren meleğin adını sordular. Peygamberimiz (s) "Cibril" cevabını verince: "O bizim düşmammızdır. Çünkü o şiddet ve zillet indirir. Ayrıca O Buhtunnasr'ın öldürülmesini engelledi. Buhtun-nasr'ın yaşamasının ve heykelimizi yıkmasının sebebi O'dur. Eğer onun dışında başka bir melek sana gelseydi, biz sana tabi olurduk" dediler. Bir rivayette ise söz konusu ko­nuşmanın Ömer b. Hattab ile yahudilerden bir grup arasında geçtiği belirtilir. Yahudiler derler ki: "Cibril bizim düşmanımizdır. Zillet ve savaş indirir. Mikail ise bizim için esenlik getirir, bereket indirir. Cibril ve Mikail birbirinin düşmanıdır. Cibril Allah'ın sa­ğında Mikail ise solunda durur". Hz. Ömer bu aptallıklarına şaşınr ve "Onlar düşman olurlar mı? Tersine Allah'ın gözde melekleridir" der, ardından aralarında geçen bu ko­nuşmayı Peygamberimize (s) aktarır, bunun üzerine yukarıdaki ayetler iner.

"et-Tacu'l Cami li'1-Usuli fi Ahadis'r-Rasul" adlı eserin tefsir bölümünde, Buha-ri'nin Enes b. Malik kanalıyla rivayet ettiği şu hadise yer verilir:[107] Rasullullah (s) Medi­ne'ye hicret ettiği sırada Abdullah b. Selam yanına geldi ve ona şöyle dedi: "Sana ancak bir peygamberin bilebileceği üç soru soracağım. Kıyametin ilk alameti nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nedir? Çocuğun babasına ya da annesine benzemesini sağlayan ne­dir?" Peygamberimiz (s) buyurdu ki: "Cibril az önce bunları bana haber verdi" Abdullah b. Selam: "Cebrail mi?" dedi. Peygamberimiz (s): "Evet" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Selam: "Melekler içinde yahudilerin düşmanı O'dur" dedi. Bunun üzerine Peygambe­rimiz (s) şu ayeti okudu: "Cibril'e kim düşman ise bilsin ki, gerçekten Kitab'ı senin kal­bine indiren O'dur". Sonra şöyle buyurdu: Kıyametin ilk alameti, insanların doğudan batıya doğru sürükleyip toplanmalarını sağlayan bir ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yemek, balık ciğerinin artanıdır. Erkeğin suyu kadının suyundan önce ise çocuk erkeğe benzer, tersi olursa kadına benzer..."Abdullah b. Selam: Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki sen Allah'ın elçisisin" dedi ve şunları ekle­di: "Ya Rasulullah, yahudiler iftiracı bir topluluktur. Eğer sen onlara benim hakkımdaki fikirlerini sormadan önce müslüman olduğumu öğrenirlerse, bana iftira atmaktan çekin­mezler. Yahudiler Rasulullah'ın yanma geldiler, Rasulullah (s) onlara: "Abdullah'ı nasıl bilirsiniz?" diye sordu: "En hayırlımızdır, en hayırlımızın oğludur. Efendimizdir ve efendimizin oğludur" dediler. Rasulullah: "Abdullah müslüman olursa ne dersiniz?" di­ye sordu. Onlar: "Böyle yapmaktan Allah onu korusun" dediler. Bunun üzerine Abdul­lah ortaya çıktı ve: "Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir" dedi. Bunu duyan yahudiler: "O bizim en kötümüzdür, en kötümüzün oğludur" diye onu yerdiler. Abdullah b. Selam: "İşte ben, böyle demelerinden korkuyor­dum, ya Rasulullah" dedi.

Görüldüğü gibi ikinci ayette, Cibril ve Mikail isimleri, birlikte, onlara düşmanlık besleyenlere Allah'ın düşman olacağı vurgulandığı bir ifade içinde zikrediliyorlar. Riva­yetlerde ise, yahudilerin: "Cibril bizim düşmanım izdir, Mikail ise bize esenlik verir" de­dikleri zikrediliyor.

Her iki ayetin atmosferinden, yahudilere yönelik uzun bir akışın bir parçası oluşla­rından ve ayrıca Cibril ve Mikail isimlerinin özellikle zikredilmesinden şunu anlıyoruz: Bu iki ayet, söz konusu iki melekle ilgili olarak geçen bir konuşma esnasında yahudile­rin her ikisine ya da birine düşman olduklarını söylemeleri üzerine inmiştir. Böylece onlara adeta şöyle denmiştir: "Madem ki Cibril'in düşmanlarıdırlar! Şu halde kinleriyle çatlasınlar. Çünkü Kur'an'ı peygamberin kalbine indiren O'dur. O ve Mikail, Allah ka­tında gözde iki melektirler. Onlara düşman olmak, tıpkı Allah'a düşman olmak gibi kü­fürdür. Allah'ın düşmanlığını kazandırıcı bir nedendir.

Bununla da anlaşılıyor ki, incelemekte olduğumuz iki ayet, kıssalar zincirinin bir parçasıdır. Olayın kıssalar zincirinin inişi esnasında meydana gelmiş olması ve ayetlerin buna bir cevap niteliğinde inmiş olması muhtemeldir. Bir diğer ihtimal de olayın kıssa­lar zincirinin inişinden önce meydana gelmiş olması ve bu iki ayetle geçmişte yaşanan bu diyaloga işaret edilmiş olmasıdır. Biz birinci ihtimali tercih ediyoruz. Yine de doğru­sunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

Öte yandan, ilk ayetin ifade tarzı, ilk bakışta da farkedildiği gibi Peygamberimizi (s) ve mü'minleri destekleyici, teselli edici, konumlarını pekiştirici özellikler taşıyor.

İlk defa burada Cibril ifadesi geçiyor ve O'nun Peygamberimizin (s) kalbine Kur'an'ı indirdiği belirtiliyor. Bundan Önce, Şuara sûresinde "Ruhu'l Emin", Nahl sûre­sinde de "Ruhu'l Kudüs" ifadeleri kullanılmıştı. Cibril kelimesi "Cebrail"den dönüşme­dir ya da Arapçalaşmış halidir. Cebrail ise "Cebra" ve "il" sözcüklerinden türemiş bir bileşik isimdir. "İl" sözcüğü eski İbranice'de "Allah" anlamına gelir. Buna göre "Ceb­rail" ismi, "Cebrullah" yani "Allah'ın cebri" veya "Allah'ın kuvveti" demektir. İncil'de Meryem'e hamileliğini müjdeleyen "Allah'ın meleği" vasfı ile zikredilir. [108]Bu ayette, isminin zikıediliş tarzı O'nun Allah katındaki makamının yüceliğini çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımı, Peygamberimizle hanımları arasında yaşanan gerginlik ortamında inen Tahrim sûresinde, ikinci kez adından söz edilişinden de algılıyoruz: "Eğer sizler Al­lah'a tevbe ederseniz ne güzel; çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karsı bi-ribirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah onun mevlasıdır; Cibril ve mümin-lerin salih olanları da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidir I er" (Tah­rim, 4). Peygamberimizden rivayet edilen birçok hadiste, O'na vahiy getiren meleğin Cebrail olduğu belirtilir.

"Mikal" ismi de ilk ve son kez burada geçiyor. Bu da "Mikaü"in Arapçalaşmış ya da dönüşmüş şeklidir. Ebu Said el-Hudri'nin rivayet ettiği bir hadiste ismi zikredilir: "Her peygamberin gök ehlinden iki ve yer ehlinden de iki veziri vardır. Benim gökteki vezirlerim Cebrail ve Mikail'dir. Yeryüzündeki vezirlerim de Ebu bekir ve Ömer'dir"[109]

Rivayetlerden de güç alarak şu değerlendirmeyi yapabiliriz: Cibril ve Mikal (Cebrail, Mikail) isimleri yahudi ve hristiyanlar arasında iki büyük meleğin ismi olarak bilini­yordu. Araplar da onları Kur'an'ı inişinden önce bu nitelikleriyle biliyorlardı ve yine Kur'an'ın inişinden önce bu iki ismi Arapça kalıplara uydurmuşlardı.

"O'nu (Kitab'ı) senin kalbine indiren O'dur" ifadesi Şuara sûresinde şu şekilde geçi­yor: "O'nu Ruhul Emin indirdi. Senin kalbin üzerine uyarıcılardan olasın diye"...Ayet­leri İncelerken bu kavramı da etraflıca ele aldık. İncelemekte olduğumuz bu ayetlerin il­kinde geçen bu ifade münasebetiyle açıklamalarımızı bir kez daha tekrarlama gereğini duymuyoruz. Aynca "Kıyamet" sûresini ele alırken, Peygamberimize (s) inen ilahi vah­yin boyutları hakkında da ayrıntılı açıklamalar sunduk. [110]

 

99- Andolsun biz sana apaçık ayetler indirdik. Bunları, fa-sıklardan başkası İnkar etmez.

100- Ne zaman bir ahidde bulundularsa, içlerinden bir bö­lümü onu bozmadı'[111] mı? Hayır, onların çoğu iman etmez­ler.

101-  Ne zaman onlara Allah katından yanlarındakini doğ­rulayan bir elçi gelse, kitap verilenlerden birtakımı sanki bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın kitabını arkalarına attılar.

 

Grubun ilk ayetinde bir açıklama yer alıyor ve hitap Peygamberimize (s) yöneltili­yor. "Allah ona Kur'an ayetlerini açık ve anlaşılır olarak indirdi. Fasıklarsa Allah'a kar­şı çıkıyorlar. Çünkü onların niyetleri bozuk, davranışları iğrençtir. Sadece böyle olanlar Allah'ın ayetlerini inkar ederler. Bu ayetlerde hidayet, açık ve hak içerikli ilahi mesaj vardır. İyi niyet sahibi ve hakkı İçtenlikle arayan bir kimsenin bunlar karşısında burun kıvırması mümkün değildir."

İkinci ayette ise eleştirel bir soru yöneltiliyor. Bu sorunun altında şu mesaj yatıyor: "Bunlar ne zaman bir ahitte bulundularsa, içlerinde bir grup onu bozdu ve görmezlikten seldi. Daha doğrusu bu onların büyük çoğunluğunun karakteristik özelliğidir. Çünkü Allah'a yönelik inançları zayıf, inanca bağlılıkları gevşektir. Allah adına yaptıkları ahit­lere aldırış etmezler bu yüzden."

Üçüncü ayette ise, bir vakıayı bildirmeye yönelik bir açıklama yer alıyor: "Bunlara ne zaman Allah katından, yanlarındaki kitabı tasdik eden bir elçi geldiyse ehl-i kitabın içinde yer alan bazı kimseler içerdiği gerçekleri bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını görmezlikten gelip onu kulak ardı ettiler."

"Kitap verilenlerden birtakımı Allah'ın kitabını arkalarına attılar" cümlesinde, arka­ya atılan kitabın Kur'an-ı Kerim olması kadar, bizzat onların yanında bulunan ve onlara elçinin kendi ellerindeki kitabı tasdik etmek üzere getirdiği kitabı tasdik etmelerini em­reden ya da içinde Hz. peygamberin niteliklerini ve mesajının mahiyetini okudukları ki­tapları olması da ihtimal dahilindedir. İkinci ihtimal daha güçlüdür. Çünkü bu durumda onların aleyhlerindeki kanıtı pekiştirilmiş olur. Bir çok tefsir bilgini de bu ihtimal üze­rinde durmuştur.[112]

Müfessirlernin büyük çoğunluğu ikinci ve üçüncü ayetlerdeki "üçüncü çoğul şahıs" zamirlerinin yahudilere dönük olduğu kanaatindedir. Hikaye üslubuyla da onların Hz. Peygamber ve Kur'an karşısındaki tavırları anlatılıyor.

Bu durumda ayetler, yahudilere ilişkin kıssalar zincirinin yedinci halkasını oluştur­maktadır. Zaten ayetlerin içeriği de genelde yahudilere ilişkin olarak dikkat çekilen ni­telik ve tavırlardan oluşmaktadır.

Grubun ilk ayeti, Allah'ın kitabını ve elçisini tanımazlıktan gelen, inkar ve sapkınlık nitelikli bir tavırla karşı çıkan yahudilere cevap niteliğindedir. Çünkü sapkınlardan baş­kasının Allah'ın kitabına ve elçisine karşı böyle bir tavır içinde olması mümkün değil­dir.

Müfessirler, grubun ikinci ayetinde, yahudilerden bir grubun bozduğu belirtilen ahit-le ilgili olarak şu açıklamayı yaparlar: "Burada onların Allah'a verdikleri söz kastedil­mektedir. Tevrat'ın içerdiği hükümlerle amel edeceklerine, başta Hz. Muhammed ol­mak üzere kendilerini Allah'a ve şeriatına davet eden bütün peygamberlere itaat ede­ceklerine söz vermişlerdi. Çünkü A'raf 157. ayette de vurgulandığı gibi, Hz. Muham-med'in özellikleri onların yanlarında yazılı bulunuyordu. Rivayete göre Peygamberimiz (s) onlara bu ahdi hatırlattığında şu cevabı vermişlerdi: "Allah seninle ilgili olarak bize bir şey söylememiştir, senin hakkında bizden bir söz almamıştır".

Bu değerlendirmeler, Kur'an'daki açıklamalarla uygunluk arzetmeleri bakımından üzerinde durmaya değerdir.

Grubun ikinci ayetinin, geçmiş yahudilerle, vahyin inişine tanık olan yahudiler ara­sında bir bağlantı kurmaya yönelik olması ihtimali vardır. Şu mesaj verilmek isteniyor: "Her dönemde yüce Allah yahudilerden söz almıştır. Ya da onlar Allah'a ahit vermişler­dir. Buna rağmen içlerinde bir grup her zaman bu ahdi hiçe saymıştır. Geçmişte böyley-diler. Şimdi de öyledirler."

Tahmin ettiğimiz gibi, bu ihtimalin sahih olması durumuda, ayette geçen "birtakı­mı.,." kelimesi, ayetin inişine tanık olmaları bakımından bütün yahudileri kapsamakta­dır. Kur'an-ı Kerim'de, yahudilerle ilgili açıklamalar ışığında konuya eğildiğimiz za­man, grubun üçüncü ayetinde geçen "birtakımı" kelimesinin, bu ihtimali ortadan kaldırı­cı bir rol oynamadığım görürüz. Ayetin inişine tanık olan yahudilerin geneline nisbet edilen küfür ve inkar niteliklerine de bu değerlendirme uygun düşmektedir. Bununla be­raber, sözkonusu istisna ile, içlerinde iman edip Kur'an'ı ve Peygamber'i tasdik edenle­rin kastedilmiş olması ihtimali de vardır. Yahudilerin, Hz. Peygamber'in elçiliğini inkar etmelerinin sebeplerini incelerken, bunu pekiştirici ayetlere yer verdik. Her şeye rağ­men, grubun ikinci ayetinde yer alan "hayır onların çoğu iman etmezler" cümlesi, Al­lah'ın kitabını arkalarına atanların, yahudilerin çoğunluğunu oluşturduklarını ortaya koymaktadır. [113]

 

102- Ve onlar, Süleyman'ın[114] mülkü hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkar etmedi; ancak şey­tanlar inkar etti. Onlar insanlara sihri ve Babİl'deki İki me­leğer[115] Harut'a ve Marut'a indirileni Öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkar etme" deme­dikçe hiç kimseye bir şey öğretmez ferdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa, onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar vere­mezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın ahirette hiç bir payı olmadığını'[116] bildiler; ken­di nefisleri,[117] karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilse­lerdi.

103-  Eğer gerçekten iman edip sakınsalardı, Allah katında­ki sevabları gerçekten daha hayırlı olurdu; bir bilselerdi.

 

"Ve onlar Süleyman'ın mülkü hakkında..." diye başlayan ayet ve onu izleyen ayet, Israiloğullan'na ilişkin kıssalar zincirinin sekizinci halkasını oluşturmaktadır.

Müfessirlerin büyük çoğunluğu, ayette geçen "uydular" fiilindeki zamirin yahudile-re dönük olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Halkayı oluşturan iki ayet, önceki bölümlerle bağlantılıdır. Söz konusu bölümlerde yahudilerin söz, tutum ve davranışları­nın eleştiriliyor olması da bunun güçlü bir kanıtıdır. Dolayısıyla incelemekte olduğu­muz iki ayet, kıssalar zincirinin sekizinci halkası ve yahudilerin tutumlarının sapıklıkla­rının anlatımının ve eleştirilmelerinin bir devamı konumundadır. Bu iki ayette şu husus­lar inceleniyor: "Yahudiler, Allah'a verdikleri her sözü çiğnemekle Allah'ın kitabını ar­kalarına atmakla, kendi ellerindeki kitabı tasdik etmek üzere gönderildiğini bilmelerine rağmen Allah'ın elçisini inkar etmekle yetinmediler. Tersine şeytanların Hz. Süley­man in döneminden beri anlattıkları sözlere ve davranışlara tabi oldular. Bunlarla sihir yapmayı öğrenerek, bunun Hz. Süleyman'dan kaynaklandığını ileri sürdüler. Dolayısıy­la Hz. Süleyman'a küfür nisbet etmiş oldular. Çünkü sihir, küfür kapsamına giren bir ol­gudur. Aynı şekilde, Babil'deki iki melek Hamt ve Marufun sözlerine de uydular. Bun­lar da insanlara sihri öğretiyorlardı. Ancak: "Biz ya da bizim öğrettiklerimiz birer sına­ma aracıdır" demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Mutlaka insanları küfürden sa-kındırırlardı. Sonra yahudiler bu iki melekten bazı sihir oyunlarını Öğrendiler. Bunlar arasında karı koca arasını bozan bilgiler de vardı. Bu ise, öğrenenlere yarar değil, tersine zarar verirdi. Hiç kuşkusuz zarar vermesi de Allah'ın iznine bağlıydı.

Buna göre yahudiler şeytanların anlattıklarına ve Harut ve Marut'un sözlerine uydu­lar. Bu ikisi İnsanları uyarır ve bu tür bir yola girenler Allah'ın azabına müstehak olur, ahirette O'nun rızasından yoksun kalırlar. Nefislerin karşılığında sattıkları şey ne kötü­dür. Halbuki inanıp peygamberin misyonunu tasdik etselerdi, hak içerikli mesajı destek-leselerdi, söz ve davranışlarında Allah korkusunu esas alsalardı, bu kendileri için daha hayırlı olacaktı. Allah'a yakın olacak, O'nun katında büyük sevaplara kavuşacaklardı.

İncelediğimiz bu iki ayetin ifadesi oldukça güçlü ve eleştiri yönü de o kadar etkili­dir. Bundan anlıyoruz ki, yahudiler Medine'de sihir işleriyle uğraşıyor ve bunu Hz. Sü­leyman'la Harut ve Marufa nisbet ediyorlardı. Nitekim bir hadiste de A'sam isimli bir yahudi sihirbazdan söz edilir.[118] Bu da çıkarımımızı destekler mahiyettedir.

Bugün elde mevcut bulunan "eski ahit" bölümlerinde sihir ve sihirbazlarla ilgili net bir açıklamaya rastlanmaz. Ama bu yahudiierin yanında bu konuda Hz. Musa'ya dayan­dırılan bilgiler bulunmuyor anlamına gelmez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Hz. Mu­sa'nın, sihri, batıl ve geçersiz bir olgu olarak tanımladığı ancak iflah olmaz bozguncula­rın sihirle uğraştıklarını belirttiği ve Allah'ın onların amellerini yapıcı kılmayacağını di­le getirdiği anlatılır (Yunus, 76-82; A'raf, 118-119, Taha, 61-69 ayetler...) Kanaatimiz­ce bu bilgiler, ellerindeki "eski ahit1' bölümlerinde mevcuttu. Çünkü Hz. Musa ve Fira­vun kıssaları ile ilgiliydi. Kur'an-ı Kerim'de, bugünkü eski ahitte sözü edilmeyen şeyler de anlatılır. Bunlar, bize ulaşmayan bölüm ve sahifelerde yazılıydı. Bu olay da bu kap­sama girer. Böyle olunca, sözkonusu ayetlerde yahudilere yöneltilen eleştiriler daha bir etkinlik kazanmış olur. [119]

 

Harut Ve Marut

 

Seyyid Reşid Rıza konuya şöyle bir açıklama getirir: Bazıları ayetin orijinalinde ge­çen "elj-melekeyn" kelimesini "el-melikeyn" şeklinde okurlar.

Bu durumda Harut ve Marufla iki melik (kral) kastedilmiş olur: Bazıları da "el-melekeyn" şeklinde okur. Bu ise "iki melek" anlamına gelir.

Bu ikisi ile Hz. Davud ve Süleyman'ın kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Bazısına göre, bunlar vakar sahibi, saygın iki arkadaştı. Bu yüzden insanlar onları krallara ya da meleklere benzetiyorlardı. Onları psikolojik ve ruhani ihtiyaçları için birer önder gibi algılıyorlardı. Seyyid el-Kasımi -bir kaynak ya da isim belirtmeksizin- der ki: "Mu­hakkik alimlere göre, Harut ve Marut Babil'de takva ve yapıcılıklarıyla ün salmış iki adamın ismiydi. İnsanlara büyü öğretiyorlardı. İnsanların onlara ilişkin iyi niyetleri o düzeye vardı ki, sonunda onların gökten inip insanlara Allah'ın vahyini öğreten iki me­lek olduklarını sandılar."

İlk kuşak müfessirler[120] konuya ilişkin olarak özde aynı, siga ve ayrıntıda farklı çok garip, akıl almaz rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan biri, İbn Hanbel'in Müsned'inde yer alan hadistir. Bir de Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivayet vardır. Ancak, Peygamberimizin sözü müdür, yoksa Ka'b el-Ahbar'ın sözü mü olduğu hususu ihtilaflı­dır. Bir diğeri de, İbn Abbas'tan rivayet edilir. Konuya ilişkin olarak Ali b. Ebu Ta-lib'den de bir hadis rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri, Katade ve Zühri gibi Tabiin ve Tebe-i Tabiin'den de rivayetler aktarılmıştır. Rivayetlerin özeti şudur: Melekler Ade-moğullarının işledikleri hatalar hususunda Allah'la konuşurlar (konuşmanın zamanı da ihtilaf konusudur. Bazısına göre konuşma: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan döke­cek birini, mi yaratacaksın?" sözünün söylendiği sırada geçmiştir. Bazısına göre de bu konuşma, Ademoğulları çoğalıp buna paralel olarak hataları da çoğalınca gerçekleşmiş­tir). Yüce Allah onlara der ki: "Eğer sizi de bu sınava tabi tutsaydım siz de onların işle­dikleri hataları işlerdiniz". Melekler: "Seni tenzih ederiz" derler. Bunun üzerine Allah: "Aranızda iki kişiyi bu sınav için seçin" der. Melekler Harut ve Marufu seçerler. Yüce Allah, bu ikisini insanlann ihtiras ve şehevi duygularıyla sınamak üzere Babil kentine indirir. Güzel bir kadın karşılarına çıkar -olayın gerçekleştiği yer de ihtilaf konusudur-. Bu ikisi kadınla birleşmek isterler. Ancak kadın, putuna secde etmeleri veya göstereceği bir kişiyi öldürmeleri ya da şarap içmeleri durumunda bu isteklerini karşılayabileceğini söyler. Ancak melekler daha hafif bir suçtur diye şarap içmeyi kabul ederler. Şarabı iç­tikten sonra sarhoş olurlar. Hem zina ederler, hem şirk koşarlar, hem de adam öldürür­ler. Bunun üzerine yüce Allah onlara dünya veya ahiret azabından birini tercih etmeleri­ni Önerir. Dünya azabını tercih ederler. Bunun üzerine yüce Allah, ayaklarından asılma­larını emreder. Bundan sonra insanlar onlara gelip büyü öğrenmeye başlarlar. Onlarsa gelenleri uyarmaktan ve "biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girmeyin" demekten ge­ri durmazlar. Bir rivayette onları Babil'de hapsedip ayaklarından asanın Hz. Süleyman olduğu belirtilir. îbn Kesir mü'minlerin anası Hz. Ayşe'ye dayandırarak akıl almaz bir diğer rivayete de yer verir. Buna göre Devmetul' Cendel halkından bir kadın Hz. Ai-şe'ye gelir ve kaybolan kocası geri dönsün diye büyücü bir kocakarının yanına gittiğini anlatır. İddiaya göre kocakarı kendisini siyah bir köpeğe bindirerek birlikte Babil'e gi­derler. Oraya vardıklarında Harut ve Marufun ayaklarından asılı olduklarını görürler. Kadın kendisine büyü öğretmelerini isler, onlarsa: "Biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girme, var geri dön..." derler. Ama kadın ısrar eder. Bunun üzerine Harut ve Marut ona bazı büyü oyunlarını öğretirler. Öyle ki kadın bir tohumu bir gün içinde eker, biçer, öğütür ve ekmek haline getirebilir. el-Kasımi, Fahrettin er-Razi'nin ünlü tefsirinde bu tür rivayetlerin asılsızlığını çeşitli açılardan ortaya koyduğunu, ayrıca İmam Ebu Müs­lim'in bu iki meleğe sihrin inmiş olmasının mümkün olmayışını çeşitli yönlerden kanıt­lamış olduğuna işaret ettiğini vurgular. Biz bunları teker teker sunmanın yararlı olacağı­nı düşünmüyoruz.

Bununla beraber Babil'de geçen Harut ve Marut kıssasının ve bunlann insanlara si­hir öğretmelerinin, ayetlerin inişine tanık olan Araplar ve yahudilerce bilinmeyen şeyler olmadıklarını düşünüyoruz. İsimlerin (Harut-Marut) Arapça kalıplara uygunluğu da bu­nu kamtlayıcı niteliktedir. Rahatlıkla bu iki kelimenin orijinal hallerinden Arapçalaşmış olduklarım söyleyebiliriz. Ayetlerse olayı yahudilerle ilintili olarak sunuyor. Rivayetler­de, kıssanın Hz. Peygamber zamanında ve yaşadığı çevrede anlatılageldiğini ortaya koy­maktadır.

Harut ve Marut'la ilgili olarak aktarılan ayrıntılı açıklamaları ise ihtiyatla karşılıyo­ruz. Kaldı ki ayetlerin amacı bizzat Harut ve Marut kıssasını anlatmak değildir. Asıl a-maç eleştiri, uyarı, anlatım ve öğüt işlevini görmedir. Önemli olan bu noktalar üzerinde yoğunlaşmaktır ve bu da yeterlidir. [121]

 

104-  Ey iman edenler, "Raina"[122] demeyin. "Unzurna"^ deyin ve dinleyin. Kafirler için acı bir azab vardır.

105-  Kitap ehlinden olan kafirler ve müşrikler,[123] Rabbiniz-den üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazi c.ıril-bidir.

106- Biz daha hayırlısını veya bir benzerini getirinceye ka­dar hiç bir ayeti neshetmez veya unutturmayız.[124] Bilmez misin ki Allah, gerçekten her şeye güç yetİrendir.

107-  Yine bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Sizin Allah'tan başka veliniz ve yardım­cınız yoktur.

108- Yoksa daha önce Musa'nın sorguya çekildiği gibi siz de Rasulünüzü sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim İma­nı inkar ile değişirse, artık o dümdüz yoldan sapmış olur.

109-  Kitap ehlinden çoğu kendilerine gerçek apaçık belli olduktan sonra, nefislerini kuşatan kıskançlıktan dolayı İmanınızdan sonra sizi İnkara döndürmek arzusunu duy­dular. Fakat Allah'ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.

110-  Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin; önceden kendi­niz İçin hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah ka­tından bulacaksınız. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir.

 

İncelemekte olduğumuz Bakara sûresinde yer alan yahudilere ilişkin kıssalar zinciri­nin dokuzuncu halkasını sunuyoruz.

Ayetlerde bir ara söz biçiminde hitap yahudilerden mü'minlere yöneltiliyor. Bu açı­dan kıssalar zincirinin beşinci halkası ile benzerlik oluşturmaktadır. Bu ayetler grubu­nun içerdiği konular, meselenin yahudilerin tutum ve sözleriyle ilgili olduğunu açık bi­çimde ortaya koymaktadır. Nitekim yahudilerin kimi tutumlarına, hile ve desiselerine ilişkin çarpıcı tablolar gözlemleyebiliriz. Ayetlerin dili gayet açıktır.

Müfessirler[125] grubun ilk ayeti ve bu ayette geçen "raina" ifadesi ile ilgili olarak şu açıklamada bulunmuşlardır: Bu kelime yahudi dilinde bir küfür ifade ediyordu. Yahudi­ler "riayet" ve "muraat" (gözetleme, dinleme) kökünden gelen anlamı ile kendi dillerin­deki küfür anlamım lafzi benzerlikten de yararlanarak birbirine karıştırıyorlardı. Keli­menin kendi dillerindeki kökü "er-raune" idi. Müslümanların normal bir hitap şekli ola­rak, bu kelimeyi kullanarak Hz. Peygamber'le konuştuklarım gördüklerinde bunu alay konusu yaparlardı. Bunun üzerine incelemekte olduğumuz ayetler grubunun ilk ayetin­de, bu tür kötü bir anlamda kullanılabilecek bu kelimenin kullanılmaması onun yerine aynı anlamı ifade eden ancak kötü anlamda kullanılmayacak olan "unzurna" (bize bak) kelimesinin kullanılması emredildi. Ayetin oluşturduğu atmosferle bu rivayet arasında bir uygunluk vardır. Nisa sûresinde yer alan bir ayette, yahudilerin "raina" kelimesiyle Peygamber'e hitap ettikleri dillerini eğip büktükleri, böylece küfür ve alayla ilgili amaçlarına ulaşmaya çalıştıkları belirtilir. "Kimi yahudiler, kelimeleri konuldukları yer­lerden saptırırlar ve dillerini eğip bükerek ve dine bir kin ve hınç besleyerek: Dinledik ve karşı geldik. İşit, işitmez olası ve Raina" derler. Eğer onlar: İşittik ve itaat ettik sen de işit ve "Unzuma" (bizi gözet) deselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Böylece onlar, az bir bölümü dışında inanmazlar. (Nisa, 46). Rivayete göre Sa'd b. Muaz yahudilerin pislikle­rinin dillerini eğip bükmedeki maksatlarının farkına varır ve onlara şöyle der: "Ey Al­lah'ın düşmanları, Allah'ın laneti üzerinize olsun. Nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, eğer içinizden birinin Rasulullah'a bu şekilde hitabettiğini görürsem, boynunu vururum" Bunun üzerine Yahudiler: Ona hitap ederken siz de aynı kelimeleri kullanmıyor musunuz? derler.

Müfessirler[126] grubun üçüncü ayeti (106) ile ilgili olarak da şu rivayete yer verirler: Müşrikler veya yahudiler Peygamberimizi çekiştirirlerdi ve çeşitli sözlerle müslümanla-nn içine kuşku tohumlarını ekmeyi amaçlarlardı: Bir şeyi emrediyor, sonra onu yasaklı­yor. Böyle peygamber olur mu? derlerdi. Dolayısıyla ayet-i kerime de onlara bir cevap bulunmasıyla birlikte Rabbani bir direktif de sunulmaktadır: Yüce Allah'ın bir hükmü erteleyip yerine bir başka hükmü koyması yahut nesh ve yürürlükten kaldırma amacı ile ayetlerinden birini unutturması, olmayacak bir şey değildir. Çünkü gökler ve yer üzerin­deki egemenlik O'nun tekelindedir. Önce de sonra da emir O'na aittir. Bir zaman bir şe­yi emreder, sonra onu nesheder veya bir başka hükümle değiştirir ya da olayların ve or­tamın seyrine göre erteler yahut unutturur. Bu son derece doğaldır. Yadsımanın ortalığı bulandırma vesilesi olarak dile dolamanın alemi yoktur. Dinleyici ya da ayetin ilk mu­hatabı olan Peygamber (s) gökler ve yer üzerindeki egemenliğin Allah'ın elinde olduğu ve O'nun gücünün her şeye yettiğini elbette bilir. Hiç kimse, O'nun dışında bir dost, bir yardımcı bulamaz. Ayet-i kerime bu gerçeği pekiştirme ve vurgulama içeren soru cüm­lesi şeklinde sunuyor.

Ayetlerle konuya ilişkin rivayetin örtüştüğünü söyleyebiliriz. Ancak Peygamber (s)'i diline dolayanların yahudiler olması müşrikler olmasından daha güçlü bir ihtimal­dir. Medine'de bu düzeyde bir düşünsel ve dinsel tartışma için Peygamberimizin (s) karşısına çıkma cesaretini gösterecek bir müşrik bulunamazdı. İnşaallah bundan sonraki ayetlerin yorumunda bu söylediklerimizi destekleyen hususlar bulacağız.

Bize öyle geliyor ki, bu ayetlerin indiği ortamda Peygamberimizin (s) emirleri veya Kur'an ayetleri bağlamında değiştirme ya da erteleme anlamında nesh olayı yaşanmıştı. Bu da çeşitli dedikodulara sebep olmuştu. Yahudiler bu gelişmeyi zihinleri bulandırmak şüphe tohumlarını ekmek için bir fırsat olarak değerlendirmişlerdi. Dolayısıyla ayet, bu tutum ve davranışlara bir cevap ve eleştiri niteliğindedir. Bu arada konuya ışık tutacak belli bir olaya işaret eden herhangi bir rivayete rastlamadığımızı da belirtelim. Ayetler zincirinin bir sonraki halkasının son kısmında (142-150. ayetler) Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a yapılan kıble değişikliğinden, yahudilerin buna itiraz edişlerinden ve zihinleri bulandırmak için çeşitli girişimlerde bulunduklarından sözediliyor. Bu da yu­karıdaki ayet-i kerime ile bu olay arasında bir bağlantı olması ihtimalini aklımıza getiri­yor. Bilemiyoruz, acaba "bir ayeti nesbetmez veya unutturmayız..." ifadesi bu değerlen­dirmenin doğruluk ihtimalini azaltır mı?! Ne var ki, Kur'an'm ifade tarzı aynca ayetin mutlak bir ifadeye sahip olması, yukarıdaki değerlendirmenin doğruluğunu pekiştirici niteliktedir. Bunun yanısıra, Kur'anî ilimlerde otorite sayılan bilginler, kıble değişikliği-nı Kur'an'ın gerçekleştirdiği nesh olayları kapsamında değerlendirmişlerdir[127].

Öte yandan, Nahl sûresini incelerken, Kur'an'da nesh konusu hakkında yeterli açık­lamalarda bulunduk. Bu açıklamaları bir kez daha tekrarlama ya da ek açıklamalarda bulunma gereğini duymuyoruz.

Bazı müfessirler 108. ayetin peygamberimizden kendilerine gökten bir kitap indir­mesini isteyen yahudilere yönelik olduğunu söylemişlerdir[128]. Bir diğer grup ise, hitabın müşriklere yönelik olduğunu belirtmiştir. Çünkü Peygamber'den Allah'ı ve melekleri getirmesini, kendileri için nehirler akıtmasını ve Safa tepesini altın haline getirmesini onlar istemişlerdi[129]. Bir diğer gruba göre de hitap müslümanlara yöneliktir. Çünkü bir müslüman: "Bizim kefaretimiz de İsrailoğullanmn kefareti gibi olsa olmaz mı?" diye sormuş, Peygamberimiz de ona şu cevabı vermiştir: Asla bunu istemeyin. Allah'ın size verdiği, onlara verdiğinden daha hayırlıdır. Onlardan biri bir suç işlediği zaman bunu kefareti ile birlikle kapısının üzerinde yazılı bulurdu. Eğer kefaretini ödeseydi bu kendi­si için dünyada rezil olma anlamına geliyordu, ödemeseydi ahirette rezil olma anlamına geliyordu. Size gelince, Allah şunu bahsetmiştir: "Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmederde, sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur". Beş vakit namaz ve cuma namazları aralarında işlenen günahların kefaretleridir. Kim bir iyilik yapmaya niyetlense ancak yapmazsa kendisine bir iyiliğin sevabı yazılır. Eğer ni­yetlendiği iyiliği yaparsa, kendisine bu iyiliğin on katı sevap yazılır. Allah ancak helak olacak kimseyi helak eder. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi[130].

Mekke inişli birçok ayetin akışı içinde müşriklerin isteklerine yer verlidi. İlk anda aklımıza geldiği gibi burası bir kez daha onların isteklerine işaret edilecek bir yer değil­dir. Nisa sûresinin bir ayetinde de yahudilerin isteklerine işaret edilmiştir: Ehli Kitab üzerlerine gökten bir kitap indirilmesini senden isterler. Musa'dan bundan daha büyüğü­nü istemişlerdi. "Bize Allah'ı açıkça göster" demişlerdi. Şu halde, burada onların istek­lerinden de söz edilmiyor. Ayetin içeriği ve atmosferi ayetin müslümanlara yönelik ol­ması ihtimalini güçlendirmektedir. Rivayette belirtildiği gibi Peygamberimize soru yö­nelten müslümana Peygamberimizin verdiği cevaptaki ifade son derece güçlü ve etkile­yici olmakla beraber, sahih hadis kaynaklarında böyle bir rivayet yer almamaktadır. Ay­rıca, "Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder..." diye başlayan ayetin yer aldığı Nisa sûresinin yukarıdaki ayetin indiği dönemden çok sonraları indiğini de unutmamalı­yız. Öte yandan, sözkonusu müslümanın isteği de bu kadar ağır bir eleştiriyi gerektire­cek nitelikte değildir.Söz konusu ayetin ve genel olarak grubun tüm ayetlerinin oluşturduğu atmosferden algıladığımız kadarıyla bazı müslümanlar Peygamberimize taciz amaçlı ya da kuşku uyandırıcı sorular yöneltiyorlardı. Ayetin imanı küfürle değiştirenlere yönelik bir uyarı içermesi de bu yorumumuzu desteklemektedir. 109. ayette mü'minlerin dikkati, yahudi­lerin kendilerine karşı besledikleri kötü niyetlere çekiliyor. Onların birçoğu iman ettik­ten sonra müslümanlann tekrar küfre dönmelerini İster. Bu müslümanlara duydukları kinin, onulmaz öfkenin bir göstergesidir. Halbuki Peygamberimizin gerçek bir peygam­ber, Kur'an'ın da Allah katından inen bir hitap olduğunu biliyorlar. Söz konusu isteği içeren ayetten sonra böyle bir ayetin yer almış olması gösteriyor ki yukarıdaki istek ya­hudilerin telkinleri sonucu dile getirilmişti. Dolayısıyla, geçmişte yaşayan yahudilerin Musa (a)'yı taciz etmeleri ile bu olay arasında bir bağlantı kurulmuştur. Yahudilerin ka­rakteristik tavırlarını, hile ve desiselerini müslümanlann zihinlerini bulandırma girişim­lerini, onları Peygamberi taciz etmeye, canını sıkacak isteklerde bulunmaya teşvik et­melerini somutlaştıran çarpıcı bir tablo ile karşı karşıyayız.

Ayetler grubunda yer alan 105. ayette bir diğer uyarının da yer aldığını hatırlatalım. Söz konusu ayette müslümanlara, yahudilerin Allah tarafından hiç bir hayrın indirilme­sini istemedikleri bu konuda onlarla müşrikler arasında hiç bir fark bulunmadığı hatırla­tılıyor. Ayet-i kerimede yahudilere net bir cevap veriliyor: Bu cevap müslümanlan da tatmin ediyor: Lütuf sahibi Allah'tır. O dilediği kimseyi rahmetinin kapsamına alır.

Sözkonusu uyarının bir önceki (104.) ayetle bağlantılı olması da ihtimal dahilinde­dir. Adı geçen ayette müslümanlara "raina" kelimesini kullanmaları yasaklanıyordu. Çünkü yahudiler bu kelimeyi kullanırlarken, kendi dillerinden bir sövgü anlamına gel­diğini bilerek kullanıyor ve böylece Peygamberimizle alay ediyorlardı. Dolayısıyla üzerlerine herhangi bir hayrın indirilmesini istemeyen yahudileri taklit etmeleri müslü­manlara yakışan bir tavır değildir.

Bu uyarılardan, yahudilerin müslümanlar üzerinde ne denli etkili oldukları sonucunu çıkarıyoruz. Bunların çoğu Medine'li komşularıydı ve İslam öncesi müttefikleri arasın­da yer alıyorlardı. Bu ayetin bir amacı da daha doğrusu öncesinde ve sonrasında yer alan ayetlerin bir amacı da yahudilerin asıl niyetlerini, iğrenç planlarını ortaya çıkar­mak, müslümanlan onların güçlü etkilerinden kurtarmak, Rasulullah'a ve İslama ilişkin komplolarının başarıya ulaşmasını engellemektir.

Ayetler grubu içinde yer alan 109. ayette yahudilere üstü kapalı bir uyarı yöneltili­yor. Bu ayetin ikinci yarısında müslümanlara hoşgörü, görmezlikten gelme, affedici ol­ma ya da zamanı gelinceye kadar öfkelerini yenmeleri, sabretmeleri tavsiye ediliyor. O gün gelince, kuşkusuz yahudiler komplolarının, hile ve desiselerinin, müslümanlara kar­şı besledikleri kötü niyetlerinin cezasını göreceklerdir.110. Ayete baktığımızda ilk önce aklımıza şu husus geliyor: Mü'minlere yahudilerin ayak oyunlarına, komplolarına aldırmamaları, canlarım sıkmamaları tavsiye ediliyor. Onlar Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle yükümlüdürler. Onlardan istenen budur. Önceden takdim ettikleri hayırlar, ahiret için bir hazırlık olacaktır.

Ayetler zaman ve konu açısından özel bir duruma işaret ediyor olmakla beraber içer­dikleri Kur'ani direktifler, önceki ayetler gibi zaman ve mekan üstü niteliktedir. Gerek konuşma ve dinleme adabını öğretmesi, böyle bir amaç güdülmese bile kötü anlamlara da gelebilecek kelimeler kullanmaktan sakındırması, İmandan sonra şüpheye sebep ola­cak hususlara değinmeyi, fayda sağlamayacak gereksiz konulara dalmayı yasaklaması, ya da art niyetli kimselerin zihin bulandırıcı, gevşetici, pasivize edici telkinlerine kulak vermeyi menetmesi, ayetler grubunun içerdiği tüm zamanları ve mekanlan kuşatan ev­rensel direktiflerdir. Hiç kuşkusuz kötü niyetlilerin tüm hile ve desiselerinin gerisinde onulmaz bir kin, bir kıskançlık, hakka karşı büyüklenme yatmaktadır. Onlar mü'minler aleyhine komplolar kurmadıkça, içlerine şüphe tohumlan atmadıkça, kalplerinin diren­cini ve kararlılığını kirmadıkça rahat etmezler. [131]

 

111-  Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olmayan hiç kimse kesin olarak cennete giremez. Bu onların kendi kuruntula-rıdır[132]. De ki: Eğer doğru sözlüyseniz, kesin kanıtınızı geti­rin.

112-  Hayır kim iyilikte bulunarak kendisini Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar İçin korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.

113- Yahudiler dediler ki: "Hrıstiyanlar bir şey üzere değil­lerdir"; hristiyanlar da: "Yahudiler bir şey üzere değiller­dir" dediler. Oysa onlar, Kitab'ı okuyorlar. Bilmeyenler de onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.

 

Kıssalar zincirinin onuncu halkası ve "Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olma­yan..." diye başlayan ayetler grubundaki ayetlerde:

1) Yahudi ve hristiyanlarm her birinin ancak kendi dinlerine mensup olanların cen­nete girecekleri, şeklindeki sözleri anlatılıyor.

2) Peygamberimize (s) bu iddiayı ileri sürenlere meydan okuması, sözlerini kanıtla­yacak bir belge getirmelerini istemesi emrediliyor, kullanılan üsluptan böyle bir belge getiremeyecekleri zaten anlaşılıyor.

3)  Yukarıdaki iddianın bir zan, bir temenni, nefsin bir kuruntusu olduğu vurgulanı­yor.

4) Asıl gerçeğin ne olduğu ortaya konuyor: Allah'ın rızası için çabalayanlar dolayı­sıyla O'nun katında ecir ve sevap hakkedenler korku ve üzüntü duymayacaklardır. On­lar kendilerini Allah'a teslim etmiş sırf O'na iman etmiş ve O'nun emirlerine boyun eğ­mişlerdir. Her zaman takva duygusunu esas alırlar ve her işte iyiliği gözetirler.

5)  Yahudi ve hristiyanlarm yek diğeri için söyledikleri sözlere yer veriliyor. Buna göre yahudiler kendilerini doğru yolda biliyorlar ve hristiyanlann hak namına bir şeye dayanmalarını doğru bulmuyorlar. Hrıstiyanlar da yahudiler hakkında böyle düşünüyor­lar. Birbirleri hakkında böyle düşünen her iki gruba da sert bir eleştiri yöneltiliyor. Çün­kü herhangi bir bilgiye sahip olmaksızın karanlıklarda bocalayan cahiller gibi konuşu­yorlar. Halbuki ellerinde Allah'ın kitabı var ve onu okuyorlar. Bu yüzden gerçekleri bil­meleri gerekirdi, bu tür sözler sarfetmeleri yakışık almıyor.

6)  Bunun üzerine yapılan değerlendirmede, yüce Allah'ın kıyamet günü, her iki grup arasındaki ihtilaflı meseleler hakkındaki hükmünü bildirerek hakkı ve hak taraftar­larını destekleyeceği, buna karşın batılı ve batıl taraftarlarını yüz üstü bırakacağı dile getiriliyor.

Müfessirler[133] grupta yer alan üçüncü ayetin Medine'ye Peygamberimizle (s) buluş­mak ve tartışmak üzere gelen Necranlı hristiyan heyeti hakkında indiğini rivayet eder-ler. Rivayete göre bir grup yahudi din adamı da tartışmaya şahit olur. İşte bu tartışma esnasında gruplar birbirleri hakkında ayetin işaret ettiği değerlendirmeleri yaparlar.

Müfessirler ilk ayetin iniş nedeni ile ilgili herhangi bir açıklamada bulunmazlar. Ri­vayete baknV ık olursa bunun da sözkonusu mecliste gruplar tarafından ortaya atılmış olması gerekir. Çünkü'ifade tarzları farklı olsa da her iki ayetin içeriği de aynı mevzuya ilişkindir.

Şunu da hatırlatalım ki, Al-i imran sûresinde yer alan uzunca bir kıssada Peygambe­rimizle (s) hristiyanlar arasında geçen tartışmalar anlatılır. Müfessirler bunların Nec-ran'dan gelen hristiyan heyeti olduğunu belirtirler...Sözkonusu heyetin gelişi Medine döneminin ortalarına rastlar. Daha doğrusu Hudeybiye mütarekesinin sonrasına denk düşer. Yani Peygamberimizin (s) yarım adanın içinde ve dışındaki belli başlı gruplara mektuplar yazıp elçiler gönderdiği döneme, çünkü Hudeybiye barış antlaşması, böylesi büyük çaplı bir davet seferberliğine imkan sağlamıştı. Yahudilerinse aşağı yukarı tama­mı sözkonusu antlaşmadan Önce Medine'nin dışına sürgün edilmişlerdi.51[134] Öte yandan ayetlere baktığımızda yerleri ifade tarzları ve içerikleri itibariyle bu sûrede yer alan ya-hudilere ilişkin uzunca bir kıssalar zincirinin halkası olduğu sezilmektedir. Zaman ise Medine döneminin başlarıdır. Yani yahudİlere yönelik eleştiri hamlesi devam ediyor. Hile ve desiseleri tutum ve davranışları vesilesiyle de eleştiri oklarına hedef oluyorlar.

Bu nedenle Necranlı hristiyan heyetle bu konum arasında bir bağlantı kuran rivayet­lere içimiz tam ısınmıyor. Bizce ayetler yahudİler tarafından pratik olarak sergilenen söz ve tutumları anlatmaktadır.

Hrıstiyanlann konu ile ilgisi ise, konumla örtüşen bir tavır içinde oluşlarının dile ge­tirilmesi şeklindedir. Çünkü, kendilerini Hnstiyanlık dinine nisbet edenlerin, kurtuluşa ermiş cennet ehli olduklarını, yahudilerinse şeriatten sapmış, dolayısıyla hakkı temsil e-den kimseler olmadıklarını sanmaları son derece doğaldır, ayrıca eşyanın tabiatına göre de kaçınılmazdır. Sırf yahudileri konu alan ayetlerin akışı da bu dediklerimizi pekiştirir niteliktedir. Dolayısıyla bu değerlendirmemizin doğru olmasını umuyoruz.

111. Ayet daha Önce etraflıca incelediğimiz 62. ayetin içerdiği anlama yakın bir an­lam içermektedir. Buna göre, Peygamberimizin (s) sözlerinde ve Kur'an ayetlerinde ifa­desini bulan çağrı, insanların Allah'a kulluk sunmaya davet edilmesi, nefsin sadece O'-na teslim edilmesi, güzel ve salih amellerin işlenmesi esasına dayanır. Bu çağrının mu­hatapları arasında yahudi ve hristiyanlar da yer alır. Bu çağrıya olumlu tepki gösteren­ler, Allah'ın hoşnutluğunu elde eder, bu bağlılıklarının ödülünü alırlar; korku ve üzüntü­den yana güvencede olurlar. Peygamber'in risaletine inanan mü'minler de bu kapsamın içindedir.

110. Ayette ifadesini bulan yahudüerin hrıstiyanlara, hristiyanların da yahudilere ba­kış açılan bir gerçeğin ifadesidir, pratikde de gözlemlemek mümkündür. Bu ayrıca Hz. Muhammed'in mesajını pekiştirici bir unsurdur. Bunların her biri ötekisini akılsızlıkla, batıl ve sapkın bir esasa istinad etmekle suçluyor. Bunların içinde kendini Allah'a tes­lim edip salih amel işleyenler kurtuluşa erecektir. İşte ilahi risalete olumlu karşılık ve­renlerin onu benimseyenlerin durumu bundan ibarettir. Bu risalet hakka çağırmaktadır; hakla batılı, hidayetle sapıklığı birbirinden ayırmaktadır. Her şeyi, hakkettiği yere ko­yar, yahudi ve hristiy ani arın içinde bocaladıkları dinsel sorunları çözüme kavuşturur. Söz gelimi, her iki grubun İsa (a)'ya bakışı taban tabana zıttır (birinde ifrat, birinde de tefrit sözkosudur). Bir diğer özellikleri de Allah'ın şeriatına aykırı hareket etmeleri, ila­hi yasaları tahrif etmeleri, dosdoğru yoldan sapmalarıdır. Halbuki, Peygamberimizin sunduğu ilahi mesaj, yol gösterici bir ışık, doğru ve engebesiz bir yol konumundadır. Bu yolda en ufak bir zorlukla, sapma ile asırlık ile ifrat ve tefrit ile azgınlık ile karşılan­maz. Ayet-i kerimede ifadesini bulduğu gibi: "Böylece biz sizi, insanlara sahid ve ör­nek olmanız için orta bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinize bir sahid olsun..." (Ba­kara, 143) "Sana da önündeki kitapları doğrulayıcı ve ona bir şahit gözetleyici olarak Kitabı indirdik.,." (Maide, 48).Konunun daha net ve anlaşılır bir şekilde belirginleştiği görülmektedir. [135]

 

114- Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını en­gelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan[136] da­ha zalim kim olabilir? Onların durumu, içlerine korkarak girmekten başkası değildir. Onlar için dünyada bir aşağı­lanma, ahirette büyük bir azab vardır.

115-Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü orasıdır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır, bilen­dir.

 

İlk ayette, insanların mescidlerde Allah'ı zikretmelerine engel olan ve buralardaki dini şiarların ortadan kalkmasına çalışanlara sert bir eleştiri yöneltiliyor ve bu tür kimse­lerin bu mescidlere ancak korkarak girebilecekleri belirtiliyor. Ne tür bir yüz kızartıcı akibetle, karşılaşacakları, dünyada rezil olacakları, ahîrette de büyük bir azaba çarptırı­lacakları hatırlatılarak dikkatleri olumsuz tavırlarına çekiliyor.

İkinci ayette ise, doğunun ve batının Allah'a ait olduğu belirtiliyor. Allah'a ibadet e-den, O'na yönelen kimse, yüzünü ne yana çevirirse çevirsin O'nu bulacaktır. Çünkü yü­ce Allah belli bir yönle sınırlandırılamaz. O'nun mülkü ve egemenliği geniştir, kuşatıcıdır, eşya ve olayların gerçeğini ve ge­reklerini bilir.Kıssalar zincirinin on birinci halkası ve "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anıl­masını engelleyen..." diye başlayan ayet ve sonrası:

Bu iki ayetin her biri ile ilgili olarak çeşitli rivayetler ve görüşler ileri sürülmüştür. Müfessirler[137] ilk ayetin, Kudüs'teki mabedi yıkan Buhtunnasr ile ona yardımcı olan h-rıstiyanlara yönelik bir eleştiri içerdiğini söylemişlerdir. Bir diğer görüşe göre insanlara adı geçen mabedde eziyet eden ve içinde namaz kılmalarım engelleyen hrıstiyanlar kas­tedilmiştir. Yine adı geçen mabedi yıkan Romalıların kastedildiğini ileri sürenler de ol­muştur. Bir başka görüş de, Hudeybiye antlaşmasının imzalandığı sırada, müslümanla-nn Mescid-i Haram'a girmelerine engel olan müşriklerin kastedildiği şeklindedir. Gö­rüldüğü gibi, ileri sürülen bu görüş ve değerlendirmelerin bir kısmında tutarsızlıklar, münasebetsizlikler göze çarpmaktadır. Hrısti yani arın Buhtunnasr'a yardımcı olmaları gibi. Oysa Buhtunnasr Hz. İsa'dan altı yüzyıl Önce yaşamıştır. Hrıstiyanlann Kudüs'teki mabedde insanlara eziyet etmeleri, içinde namaz kılınmasına engel olmaları da tutarsız, ilgisiz bir iddiadır. Çünkü adı geçen mabed Romalılar zamanında yıkılıp yerle bir edil­miştir. O sıralarda ise, hrıstiyanlar böyle bir şey yapmaktan çok uzaktılar. Daha doğrusu o günlerde baskı görenler bizzat hnstiyanlardı.

İkinci ayetle ilgili bir rivayette ayetin kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a dönüştürlmesini eleştiren yahudilere bir cevap olduğu belirtilir. Konuya ilişkin bir diğer rivayette ise, müslümanların namazda diledikleri tarafa yönelebilecekleri dile getirilir. Bu ise, Mescid-i Haram'a yönelme zorunluluğu getirilmeden önceki bir uygulama idi. Bir başka rivayette bu ayetin karanlık bir gecede kıblenin yönünü tam kestiremeden na­maz kılan sonra da bu durumu Rasulullah'a açan bir grup müslüman hakkında indiği ifade edilir.

Bu konuda söylenecek fazla bir şey olmamakla beraber; bizce grubun ikinci ayetinin kıble değişikliğini olumsuz karşılayan yahudilere bir cevap olması güçlü bir ihtimaldir. Bu değerlendirme birinci ayet için de geçerlidir. Dolayısıyla birinci ayet, ikinci ayetin içerdiği cevaba ilişkin eleştiri ve uyarı nitelikli bir ön hazırlık konumundadır. Yine bu cevabın kıssalar zincirinin dokuzuncu halkasında yer alan ve kıblenin Mescid-i Aksa yerine Mescid-i Haram olarak belirlenmesi şeklindeki nesh olayıyla ilgili olduğu var­saydığımız 106. ayetle de bağlantısı olduğunu düşünüyoruz.

Söz konusu iki ayetin, yahudilerin hile ve desiselerinden, Allah'ın ayetlerini etkisiz kılışlarından, inkarcı tutumlarından eleştirel bir dille söz eden uzun bir silsileden bağım­sız olmayışı da bu değerlendirmemizi pekiştirici bir husustur. Ayrıca biraz sonra yer alacak 124-129 arası ayetlerde Kabe'nin önemine dikkat çekiliyor; insanlar için bir top­lanma yeri, bir güvenlik alanı ve tavaf edenler, itİkafa girenler (ibadet için mescide ka­pananlar) rükû eden ve secde edenler için bir mekan olmak üzere Allah'ın emri doğrul­tusunda Hz. İbrahim ve İsmail tarafından inşa edilişinden söz ediliyor. Bu ise kıble de­ğişikliğini gerekçelendirmeye yönelik bir açıklamadır. Yine, kıble değişikliğine karşı olumsuz tepki gösteren, müslümanları kıldıkları namazlar ve Hz. Peygamber hakkında kuşkuya düşürmeye çalışan yahudileri konu edinen 141-150 arası ayetler de bu amaca yöneliktir. Yahudiler, zihinleri bulandırmak amacı ile müslümanlara şöyle diyorlardı: O, size bir şey emrediyor, sonra bundan vazgeçiyor. Bu bir peygamberin yapabileceği bir şey değildir. Eğer Mescİd-i Aksa'ya yönelerek namaz kılmak bir hata idiyse, o za­man sizin oraya yönelerek kıldığınız namazlar geçersizdir; yok doğru bir davranış idiy­se bu sefer de yüzünüzü onun yerine bir başka tarafa çevirmeniz kılacağınız namazların geçersiz olmasına neden olacaktır[138]. Dolayısıyla yukarıdaki iki ayet, yahudilerin bu tür tutum ve davranışlarını eleştirmeye yöneliktir. Çünkü onlar, insanları Allah'ın mescid­lerinde O'nu zikretmekten alıkoyuyor, mescidlerin içinde dini şiarların yerine getirilme­sine engel oluyorlardı. Mescid-i Haram da böyle müslümanları ona yönelmekten alı­koymak onu yıkmakla eş anlamlıdır. Adı geçen ayetlerde vurgulanan bir diğer husus da şudur: Allah her yerde hazırdır. O'na yöneliş sırf Mescid-i Aksa ile sınırlandırılamaz. Aslolan her yerde hazır bulunan, Allah'a kulluk sunmaktır.

Müfessirler[139] "Onların durumu içlerine korkarak girmekten başkası değildir" cümle­sine ilişki olarak çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. Bunlardan birine göre; "Allah'ın mescidlerini işlevsiz hale getirenler, herkesten daha çok müslümanların öfkesinden kor­karak oralara girmek durumundadırlar. Allah'ın heybelinden korkarak mescidlere gir­meleri gerekirken, nasıl oluyor da oraları yıkmaya cüret edebiliyorlar". Seyyid Reşid Rıza'nın tercih ettiği bir yorumudur bu. Biz de bu yoruma katılıyoruz.

Gerçi, ayetler özel bir duruma işaret ediyorlar; ancak evrensel mesajlar da içermektcdirlcr; Allah'a ibadet etmek amacı ile kurulan yerlerin dokunulmazlığı yanısıra Al­lah'a ibadet etme özgürlüğü, Allah'ın mescidlerinde ibadet edilmesine engel olanların, onları yıkmaya çalışanların, işlevsiz hale getirenlerin eleştirilmesi gibi. Bu ifade aynı zamanda İslam dininin arazdan çok öze gösterdiği ihtimama ilişkin ufkunun genişliğini de ortaya koymaktadır. [140]

 

116-"Dediler kî: "Allah oğul edindi". "O bu yakıştırmadan yücedir. Hayır, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur, tü­mü O'na gönülden boyun eğmişlerdir.

117-Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "ol" der, o da hemen oluverir.

118-Bilgisizler, dediler ki: Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Biz kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri apaçık gösterdik.

119-Şüphesİz biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak, hak ile gönderdik. Sen cehennemin halkında sorumlu tu­tulmayacaksın.

 

Yahudilere İlişkin Kıssalar Zinciri

 

İlk iki ayette: Eleştirel bir üslupla, "Allah oğul edindi" diyenlerin sözleri aktarılıyor ve yüce Allah'ın bu tür yakıştırmalardan münezzeh olduğu belirtiliyor. Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratan O'dur. Bu eşsiz bu olağanüstü düzen içinde onları yok­tan var etmiştir. Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıklar O'na boyun eğer. O, bir şeyin olmasına karar verdiği zaman ona yalnızca "ol" der, o da oluverir. Böyle bir ilah çocuk edinmekten, ortak ve eşlerden münezzehtir yücedir.

Son iki ayette ise;

1) Bazı cahillerin "Allah bizimle konuşsun veya ondan bize bir ayet gelsin" şeklin­deki önerileri meydan okuyucu, aciz bırakıcı bir üslupla anlatılıyor.

2) Bu tür Önerilerde bulunanlara sert eleştiriler içeren bir cevap yer alıyor. Bu öneri­leri ve taciz edici tavırlarıyla onlar, kendilerinden önceki kimi sapık topluluklara benzi­yorlar. Kalplerin ve ahlâki karekterlerin benzeşmesinin somut göstergelerinden biridir bu.

3) Yüce Allah'ın apaçık ayetlerine inanmak isteyen, Allah'a giden doğru yolu bul­makta samimi olan kimseler için indirdiği vurgulanıyor. Allah elçisi Hz. Muhammed'i yalnızca hakka davet eden bir müjdeci ve uyancı olarak görevlendirmiştir.

4)  Bu arada Peygamberimiz de teselli ediliyor: İğrenç tutumlu, taş kalpli, gerçeğe karşı büyüklük kompleksine kapıldıkları için cehennemi hakkeden kimselerin imanın­dan sorumlu olmadığı belirtiliyor.

Müfessirler[141] bu ayetlerde kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler ve riva­yetler ileri sürmüşlerdir. Bazısı "hrıstiyanlar", bazısı "yahudiler" bazısı da "müşrikler" kastedilmiştir demişlerdir. Aslında bu üç grup da Allah'a çocuk isnat etmektedir. Tevbe sûresi 30. ayette yahudilerin Üzeyr'i Allah'ın oğlu olarak gördüklerinden söz edilir: "Yahudiler: Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler (Tevbe, 30). Müşriklerin ve hristiyanlann Allah'a oğul isnad edişleri ise, Mekke ve Medine inişli birçok ayette dile getirilir. Yine Mekke ve Medine İnişli birçok ayette, müşriklerin ve yahudilerin, Peygaberimize: "Bize mucizeler göster" diye meydan okuduklan vurgulanır. Grubun ikinci ayetinde işaret edilen öneri de, onların bu tür meydan okuma nitelikli isteklerinden biridir.

Ne var ki, sözkonusu ayetlerin önceki ayetlere atfedilmiş olması, ayrıca İsrailoğulla-rının söz, tutum ve davranışlarının konu edinildiği bir uzun silsilenin içinde yer alıyor olmaları, bizi burada yahudilerin kastedildiği düşüncesine sevketmektedir. Ayrıca "on­lardan öncekiler..." cümlesi, Peygamberimizin zamanındaki yahudilere yönelik bir işa­ret olarak değerlendirilebilir. Çünkü geçmişteki ataları, bazen Hz. Musa'dan Allah'ı açıkça kendilerine göstermesini, bazen Allah'ın kendileriyle konuşmasını bazen kendi­lerine ayetler indirilmesini istemişlerdi. Onların bu isteklerine, İsrailoğullarına ilişkin kıssalar zincirinde yer alan kimi ayetlerde hatırlatılmış ve eleştirme amacı ile işaret edil­miştir. Doğru olmasını umduğumuz bu değerlendirmemize göre incelemekte olduğumuz ayetler de, İsrailoğullan'na ilişkin kıssalar zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. [142]

 

120-Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hrıstiyan-lar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın yoludur". Eğer sana gelen bunca İlimden sonra onların heva ve tutkularına uyacak olursan senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.

121-Kendilerine verdiğimiz kitabı gereği gibi okuyanlar, iş­te ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkar ederse, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

122-Ey İsrailoğulları size bağışladığım nimetimi ve sizi âlemlere muhakkak üstün kıldığımı hatırlayın.

123-Ve hiç kimsenin hiç kimse adına bİrşey Ödeyemeye­ceği hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şe­faatinin kabul edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının.

 

İsrailoğullan'na İlişkin Kıssalar Zinciri

 

Ayetler grubunun başında hitap Peygamberimize yöneliktir; dinlerine uymadığı, yol­larını izlemediği sürece yahudi ve hnstiyanların kendisinden kesinlikle hoşnut olmaya­cakları vurgulanıyor. Bunun yanında Peygamberimize, asıl doğru yolun Allah'ın göster­diği yol olduğunu belirtmesi direktifi veriliyor. Eğer kendisine gelen hak ve hidayet içerikli bunca bilgiden sonra onlann heva ve tutkularına uyacak olursa, Allah onu yardım­sız bırakacaktır; O'nun dışında bir dost ve yardımca da bulamayacaktır.

İkinci ayette kendilerine Allah tarafından kitap verilenler içinde onu gereği gibi oku­yup hakkıyla anlamaya çalışanlardan övgüyle söz ediliyor. Bu niteliğe sahip insanlar, Allah'ın kitabının içerdiği hak esaslı mesajı tüm boyutlarıyla bilir, onun yol göstericili­ğinde hareket eder ve kesinlikle gerçekliğinden en ufak bir kuşkuya düşmezler. Ama kendilerine kitap verilenler içinde, Allah'ın kitabının içerdiği hakkı ve hidayeti inkar edenler, büyük bir hüsrana uğramışlardır.

Üçüncü ve dördüncü ayetlerde uyan ve hatırlatma nitelikli bir hitapla İsrailoğulları-na yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği sayısız nimetler ve bunun yanında kendilerini tüm insanlardan üstün kılması hatırlatılıyor; ki ahiret gününün dehşetinden korkup sa­kınsınlar. O gün kimsenin kimseye bir yararı dokunmayacaktır; kimseden bedel ve fid­ye kabul edilmeyecektir; şefaatin bir yaran olmayacaktır ve kimsenin kimseye yardım etmesi sözkonusu olmayacaktır.

Müfessirler[143] ilk ayetle ilgili olarak, gerek yahudilerin gerekse hnstiyanlann kendi­leriyle uzlaşmasını dinlerine tabi olmasını istediklerini bunları yapması karşılığında kendisine inanacaklannı belirttiklerini ifade etmişlerdir. Yine müfessirlerin belirttiğine göre gerek yahudiler gerekse hnstiyanlar kıble olarak Mescid-i Aksa'ya yönelmeye de­vam etmesi durumunda kendisine iman edeceklerlerini söylemişlerdir. Bunun üzerine yahudi ve hnstiyanlara bir cevap, Peygamberimize (s) de bir uyarı olmak üzere yukarı­daki ayet inmiştir. Bize göre birinci derecede yahudiler kastedilmişlerdir. Hristiyanlar-dan söz edilmiş olması Hristiyanliklarına bağlılıklarım İfade eden tavırlarım vurgulama­ya yöneliktir. Aynı değerlendirmeyi "Dediler ki: Yahudi veya hrıstiyan olmayan hiç kimse kesin olarak cennete giremez..." ifadesi için de yapmıştık. Çünkü müslümanların kendi kıbleleri yerine Mescid-i Haram'a yönelmeye başlamaları yahudilerin canını sık­mış, tepkilerine yol açmıştı. Bu yüzden Peygamber'in mücadelesini sabote etme, zihin­leri bulandırma amaçlı girişimlerde bulunmuşlardı. Öte yandan, son iki ayette hitap sa­dece yahudilere yöneltiliyor. Öteden beri sürüp gelen kıssalar zincirinin konusunu da onların oluşturmuş olması, bizim bu yaklaşımımızı pekiştirici bir unsurdur.

İkinci ayet, açıkça pratik bir duruma işaret ediyor. Medine'de Ehl-i Kitaba mensup bazı kimselerin hakkın tarafını tuttuklan, Peygamber'in sunduğu mesaja iman ettikleri realitesi gündeme getiriliyor. Ayet-i kerimenin ifadesi mutlaktır. Dolayısıyla hem yahu­dilerin hem hnstiyanların hem de her iki grubun birlikte kastedilmiş olması muhtemel­dir. Bununla beraber, bizim tercihimiz yahudilerin kastedildiği yönündedir. Çünkü ayet­lerin birinci dereceden muhatabı onlardır. Nitekim, Medine'de bazı yahudilerin Hz. Muhammed'in peygamberliğine inandıkları, birçok ayette ifade edilmiştir. Yahudilerin,Hz. Muhammed'in sunduğu mesajı onaylamamalarının sebeplerini irdelerken, sözkonusu ayetlere de değindik.Hz. Peygamber'in yahudilik ya da Hrıstiyanlık dinine uymaya eğilim gösterdiği şek­linde bir vehme kapılmak yersizdir. Çünkü ilk ayette yer alan konuya ilişkin cümlenin kuruluş biçimi üsluptan kaynaklanan bir durumdur; değişik münasebetlerle benzeri ifa­delere yer verilmiştir. Bu tür bir ifadeyle güdülen asıl p'maç, Hz, Peygamber'e moral, destek verme, güven duygusunu aşılama ve uyarmadır.

Yahudi ve hrıstiyanlara uyma noktasında yapılan bu uyarının bir amacı da ayetin in­diği dönemde onların dinlerinin İslam'la uyuşan temel prensiplerinden sapmış olmaları­na dikkat çekme, dolayısıyla, diğer semavi kitaplarla uyuştuğu belirtilen ancak bu kitap­lara uyanları sapık olarak nitelendiren Kur'an'a ve Peygamber'e gelebilecek bir tutarsız­lık eleştirisinin önünü almaktır. Buna göre zımnen şu mesaj veriliyor: Kur'an sözkonusu hitapların orijin ali eriyle uyuşur, mensuplarının tahrif ettikleri, içine yalan yanlış sokuş­turdukları eldeki muharref kitaplarla değil.

Şu halde bu uyan son derece önemli ve aynı zamanda evrensel bir direktif de içerir. Buna göre, Kur'an ve sünnette somutlaşan Muhammedi risaletin berrak mesajı üzere sa­bit kalmak ondan sapmamak, önceki Ehli Kitab'ın yaptığı gibi kitap ve sünneti tevil ederken heva ve tutkulara göre hareket etmemek bir zorunluluktur. [144]

 

124-  Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle denemiş­ti[145]. O da istenenleri tam olarak yerine getirmişti. "O za­man Allah İbrahim'e: "Seni şüphesiz insanlara İmam kıla­cağım" dedi. İbrahim: "Ya soyumdan olanlar?" deyince Allah: "Zalimler benim ahdime erişemez" dedi.

125- Hani Evi (Kabe'yi) insanlar İçin bir toplanma ve gü­venlik yeri kılmıştık'[146]. "İbrahim'in makamını' [147]namaz ye­ri'[148] edinin", İbrahim ve İsmail'e de "Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rükû ve secde edenler İçin temizleyin" diye ahid verdik.

126- Hani İbrahim: "Rabbİm bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle nzıklandır" demişti de Allah: "Sadece inananları değil in­kar edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" demişti.

127-  İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Kabe'nin) sütunları­nı'[149] yükselttiğinde ikisi şöyle dua etmişti: Rabbİmiz biz­den bunu kabul et. Şüphesiz sen İşiten ve bilensin.

128-  Rabbimiz, İkimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (müslüman) bir üm­met ver. Bize ibadet yöntemlerini göster ve tevbemizi ka­bul et. Şüphesiz sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.

129- Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti'[150] Öğretsin ve onları arındırsın'[151]. Şüphesiz, sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.

 

Hz. İbrahim (A)

 

Bu ayetlerde:

1) Yüce Allah'ın bir zamanlar Hz. İbrahim'e bazı direktifler verdiği ve onun da bu direktifleri kendisinden beklendiği gibi, eksiksiz yerine getirdiği dolayısıyla Allah'ın rı­zasını kazandığı, bu yüzden yüce Allah'ın ona: "Seni insanlar için bir imam, bir önder kılacağım" dediği, Hz. İbrahim'in de bu lütfün tüm soyunu kapsamasını dilediği, buna karşılık yüce Allah'ın: "Zalimlerin, sapıkların, azgınların bu lütfa kavuşmaları mümkün değildir" şeklinde bir cevap verdiği anlatılıyor.

2) Yüce Allah'ın Kabe'yi bütün insanlar için bir toplanma yeri, bir ziyaretgâh kıldığı vurgulanıyor. Makam-ı İbrahim'in de namaz yeri yapılmasını emrettiği belirtiliyor.

3)  Kabe'nin başlangıçta nasıl bina edildiğine işaret ediliyor. Yüce Allah Kabe'yi bir mabed ve bulunduğu bölgeyi de bir barış ve güvenlik bölgesi kılmış İbrahim ve İsmail'e de Kabe'yi temizlemelerini, hazır hale getirmelerini, duvarlarını yükseltmelerini emret­miştir. Ki bütün insanlar için bir tavaf, ibadet amacı ile mescide kapanma (itikaf), rükû ve sücud yeri olsun. Hz. İbrahim ve İsmail verilen emri eksiksiz yerine getirip Kabe'nin sütunlarını yükseltince hizmetlerini kabul etmesi, yapmaları gereken ibadet şekillerini öğretmesi, bu ibadetleri yerine getirmede kendilerine yardımcı olması ve sırf kendisine teslim olmuş (müslürnan)lardan kılması, ayrıca soylarından da müslüman bir ümmet meydana getirmesi, içlerinde onlara Allah'ın ayetlerini okuyacak onlara kitabı ve doğru olan her şeyi Öğretecek, onları temizleyecek, her türlü sapıklıktan kurtaracak, onları hakka, hayra ve hidayete iletecek bir peygamber göndermesi için Allah'a dua ederler. İçinde Kabe'nin bulunduğu bu beldeyi (Mekke'yi) azgınlığın, zulmün ve kan dökücülü-ğün bulunmadığı güvenli bir yer kılmasını, halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli ürünlerle nzıklandırmasını, rızık elde etmelerini kolaylaştırmasını ister­ler.

ilk anda ayetlerin, yahudilere ilişkin kıssalar zinciri ile ilgisi bulunmayan bağımsız bir bölüm olduğu düşünülüyor; ne var ki, bundan sonra yer alan halkada yeniden yahudilerin tutumlarından ve sözlerinden konu açılıyor, kendilerine eleştiriler yöneltiliyor. Bunun ardından bir diğer halka yer ahyor ve burada da kıblenin Kabe olarak belirlen­mesi konusu işleniyor. Yine yahudilerin bu değişikliğe karşı gösterdikleri tepki ve zi­hinleri bulandırma amaçlı sözleri eleştiriliyor. Bu da incelemekte olduğumuz ayetlerin öncesinde ve sonrasında yer alan halkalardan bağımsız olmadığını ortaya koyuyor. Şu­nu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ayetlerde amaç, sözkonusu kıble değişikliğini gerekçelen-dirmek, bunun haklılığını ortaya koymak, ayrıca Kabe'nin yüce Allah, Hz. İbrahim ve İsmail ile ilgisini ortaya koymak suretiyle yahudilerin tutumlarının yanlışlığım ortaya koymaktır. Kabe bu faziletiyle daha ilk günden itibaren Allah'ın emriyle, insanlar için bir toplanma ibadet, tavaf, sücud ve rüku yeri olarak bina edilmiştir.

"Zalimler benim ahdime erişemez" ifadesinin haktan ve hidayetten sapan İsrailoğul-larıni ve hatla birinci dereceden Rasulullah'ın çağdaşı yahudileri kapsaması ihtimali ile birlikte bu verilerin tümü, incelemekte olduğumuz ayetlerin de İsrailoğullarına ilişkin kıssalar zincirinin bir halkası gibi değerlendirmemizi gerektirmektedir.

Müfcssirler[152] tabiin ve tebe-i tabiin bilginlerine dayanarak yüce Allah'ın Hz. İbra­him'i sınadığı kelimelerle ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan biri­ne göre; kastedilen kelimeler: Bıyıkların kısaltılması, ağzı ve burnu su ile çalkalamak (mazmaza ve istinşak) dişleri misvaklamak, saçları önden taramak tırnakları kesmek, etek altını temizlemek, sünnet olmak, koltuk altı kıllarını yolmak ve büyük ve küçük haceti giderdikten sonra mahallerini yıkamaktır. Bir başka görüş de, Hz. İbrahim'in sı­nava tutulduğu kelimelerin, etek tıraşı, sünnet, koltuk altı kıllarını yolma, tırnak kesme, bıyıklan kısaltma, cuma günü gusletme, Kabe'nin etrafında tavaf etme ve Safa ile Mer-ve tepeleri arasında sa'y etme olduğu belirtilir. Bir diğer görüşe göre bu kelimelerden maksat, Hz. İbrahim'in yıldızlara sonra aya, ardından güneşe ibadet etmesi sonra bun­ların battıklarını görünce bu tutumunu terketmesi, içine atıldığı ateş, hicret ve sünnettir. Taberi bu açıklamaların Rasulullah'a dayandığı hususunun kesinlik kazanmadığı görü­şündedir. Ona göre bunlar, başka şeyler, ya da bunların bir kısmı kastedilmiş olabilir. Bu değerlendirme doğrudur. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda söylenenler tahmin türü sözlerdir. Tahminle yola çıkarak ayette kastedilen "kelimeleri" belirleme çabası sonuç­suz kalır. En iyisi, bunların yüce Allah'ın dostu Hz. İbrahim'e yönelttiği birtakım emir ve yasaklar olduğunu Hz. İbrahim'in de bunları emredildiği biçimde yerine getirdiğini söylemektir. Buna ek olarak en fazla şu söylenebilir: Hz. İbrahim'e yöneltilen ilahi emir ve yasaklara ilişkin rivayetler, İslam öncesinde Arapların, beden temizliği ve dinsel ayinleri ile ilgili adetlerinin bir çoğunu Hz. İbrahim'e dayandırdıklarını ortaya koymak­tadır.

124. ayette geçen "soyum" kelimesi ilk etapta da farkedildiği gibi Hz. İbrahim'in ^oyundan geldiğini ileri süren herkesi kapsar. Bunlar arasında îsraüoğulları ile birlikte, öteden beri İbrahim'in soyundan geldiklerini söyleyen Hicazh ya da Adnani Arapları da yer alır. Anladığımız kadarıyla yüce Allah'ın zalimleri Hz. İbrahim'in duasından istisna etmesi, onun dininden, izlediği hak yoldan sırf Allah'a teslimiyet çizgisinden sapanların kendilerini soyca Hz. İbrahim'e nisbet etmelerinin geçersizliğini vurgulamaya yönelik­tir. Bir diğer ihtimal de, İsraİloğullan'ndan söz edilen bu kıssalar zinciri için de Pey-gamberi'mize karşı zalimce, inkarcı ve taşkın bir tutum izleyen, buna rağmen hidayet üzere olduklarını, insanların önderleri olduklarını iddia eden yahudilerin bu iddalarının gerçeği yansıtmadığı sözkonusu tutumlarım sürdürdükleri müddetçe İbrahim'in soyun-dan geldiklerini iddia etmelerinin bir anlam ifade etmeyeceğini vurgulamaktır.

128. ayette geçen "soyumuz" kelimesine gelince, müfessirler[153] bununla Arapların kastedildiğini söylemişlerdir. Ayetin akışı da bu görüşü destekler niteliktedir. Hemen ar­dından gelen ayette bunu pekiştirici bir karine yer almaktadır: "İçlerinden onlara bir elçi gönder..." Daha önce de değişik münasebetlerle değindiğimiz gibi Adnani Araplar bunu biliyor ve öteden beri söyleyip duruyorlardı.

Müfessirler yukarıda işaret ettiğimiz cümlenin yorumu bağlamında bir hadis rivayet etmişlerdir: "Ben, babam İbrahim'in duası ve İsa'nın müjdesiyim".

Hiç kuşkusuz, Rasulullah, peygamberliğinin, Hz. İbrahim'in duasından önce, ezeli ilahi hikmetin bir gereği olduğunu biliyordu. Cümlenin içerdiği İbrahim ve İsmail pey­gamberlerin duasından ve şayet sahihse hadisin anlatım biçiminden, Rasululla, Hz. İbra­him ve İsmail arasındaki bağa dikkat çekilmek istenmiştir.

Aynı şey, 126. ayette yer alan Hz. İbrahim'in duası için de söylenebilir. Hz. İbra­him'in yüce Allah'ın Kabe'nin bulunduğu beldeyi güvenli kılmasını ve kolay rızık elde etmelerini dilediği belirtiliyor. Amaç, Hz. İbrahim'le Kabe'nin bulunduğu "Haram bel­de" arasındaki ilişkiyi vurgulamaktır. Belde halkına bahsedilen bol nzıkla, bu dua ara­sındaki ilgiyi ön plana çıkarmaktır. Bu değerlendirme 127. ayette anlatılan, Kabe'nin Hz. İbrahim ve İsmail tarafından yapılması olayı için de geçerlidir.

Ayette işaret edilen "İbrahim'in Makamı" sahih ve tercih edilen rivayetlere göre, Kabe'nin içindeki bir yerin adıdır. Bu yer, Peygamberimizden (s) zamanından beri süre­gelen tevatüri haberler vasıtasıyla biliniyordu[154]. Ayetin ifade tarzından ve akışından bu yerin Peygamberimizin gönderilişinden önce "İbrahim'in makamı" ismiyle bilindiği an­laşılmaktadır. Sahih-i Buhari'de yer alan bir hadiste Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir[155]: Üç hususta yaptığım öneriler Rabbimin direktifleriyle uyuştu: Bir keresinde de­dim ki: Ya Rasulullah, İbrahim'in makamını namaz yeri edinsek..." Müfessirlere göre[156] "İbrahim'in makamı denilen yerde bir taş vardı ve bu taşın üzerinde bir ayak izi bulunuyordu. Araplar, bu ayak izinin Hz. İbrahim'e ait olduğuna inanıyorlardı. Bu inanışa göre Hz. İbrahim sözkonusu taşın üzerine çıkıp Kabe'nin duvarlarını bina etmişti. Bu iz ge­cen uzun yıllar sonucu silinmişti. Bu rivayetlerden hareketle, Arapların İslam'dan önce Hz İbrahim ve İsmail'in Kabe'yi bina ettiklerine ilişkin haberleri dilden dile aktardıkla­rını, ikisi ile Hacca özgü ibadetler ve Haram Belde'nin güvenliği arasında ilişki olduğu­nu, kendilerinin de soy olarak onlardan geldiklerine inandıklarını söyleyebiliriz.

Müfessirler (bazı rivayetlere dayanarak) 128. ayette geçen "ibadet yöntemleri" ifa­desi ile Hacca özgü Kabe'yi tavaf etme, Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etme, Arafat vakfesi, oradan ve Müzdelifeden iniş, Arafat'tan indikten sonra şeytan taşlama etme gibi ibadet şekillerinin kastedildiğini söylemişlerdir. Ama bu görüşlerini sağlam bir kanıda pekiştireni em işlerdir. Bununla beraber konuya ilişkin rivayetlerde, İslam'dan önce ve sonra uygulanan bu ibadet şekillerinin Peygamberimizin gönderilişinden önce de, Hz. İbrahim'le ilgisinin olduğunun bilindiği anlaşılmaktadır[157].

Bütün bu anlatılanların Hz. Muhammed'in peygamberliğini, Kabe'nin ve bulunduğu bölgenin faziletini vurgulamaya yönelik olduğu açıktır. Aynı zamanda Kabe'nin kıble olaraK belirlenişi de tarihsel bir gerekçeye dayandırılıyor. Daha Önce de dikkat çektiği­miz gibi, önceki ayetler grubu da buna yenelikti, biraz sonra inceleyeceğimiz ayetlerde de amaç budur. Bunun yanında, kıble değişikliğinin gerçekleştiği günlerde, derin kinle­rinin ve öfkelerinin bir tezahürü olan kafa karıştırıcı zihin bulandırıcı vesveseler yayan yahudilere de iyi bir cevap verilmiş oluyor.

Müfessirler[158] incelemekte olduğumuz ayetlerin akışı bağlamında, İbn-i Abbas'a, ba­zı Tabiin ve Tebe-i Tabiin alimlerine, ahbar bilginlerine dayanarak Hz. İsmail'in Mek­ke'ye yerleştirilişi, Hz. İbrahim'in kendisine ziyaretlerde bulunması, hacca özgü ibadet yerleri ve yöntemleri, Kabe'nin inşa edildiği atmosfer, duvarlarında kullanılan taşlar ve "Haceru'l-Esved"lc ile ilgili olarak uzun açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu açıklamala­rın büyük kısmını, "İbrahim" ve "Hac" sûrelerinin akışı içinde sunmuşlardır. Biz de sözkonusu iki sûreyi incelerken, bu açıklamalardan örnekler sunduk ve gerekli değer­lendirmeleri yaptık. Bunları yeterli görüyor; tekrara ve ek açıklamalara gerek duymuyo­ruz.

Bunun yanında, ayetler tüm zamanlan ve kuşakları kapsayan direktifler de içermek­tedir. Bu evrensel direktiflerden biri "zalimler benim ahdime erişemez" cümlesinde so­mutlaşmaktadır. Buna göre azgınlık, zorbalık, saldırganlık, Allah'ın yolundan ve şeri­atından sapma biçiminde yansıyan zulmün yüce Allah'ın hoşnutluğuna erişmesi müm­kün değildir. Allah zalim yöneticiden ve hükmünden razı olmaz, onun imamlığını onay­lamaz. Zalim için bir ahit de olmaz. Onun kendini salih ve yapıcı atalara nisbet etmesi de bir anlam ifade etmez.

Bir diğer cihanşümul direktif de "inkar edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" cümlesinde ifadesini bulmaktadır. Bu­na göre kafirin dünya nimetlerinden yararlanması İlahi hikmete ters düşmediği gibi bu yararlanmanın yüce Allah'ın ondan razı oluşunun bir kanıtı olarak algılanışı da doğru değildir. SÖzkonusu direktif, Mekke inişli sûrelerde, çeşitli münasabetlerle yenilenmiş­tir. Biz de yeri geldikçe buna dikkat çektik. Kur'an'ın Mekke döneminde inen kısmı ile Medine döneminde inen kısmının içerdiği direktifler arasındaki paralellik de bir kez da­ha belirginleşmiş oldu böylece. [159]

 

130-  Kendi nefsini aşağılık kılandan'[160] başka İbrahim'in di­ninden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir.

131- Rabbi ona: "Teslim ol" dediğinde O: "Alemlerin Rab-bine teslim oldum" demişti.

132-  Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti, Yakup   da: "Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, sizde ancak müslüman olarak can verin" diye vasiyette bulundu.

133-  Yoksa siz, Yakup'un ölüm anında orada şahidler miydiniz? O, oğullarına: "Benden sonra kime ibadet ede­ceksiniz?" dediğinde, onlar: Senin ilahına ve ataların İbra­him, İsmail ve İshak'ın İlahı olan tek bir ilaha ibadet ede­ceğiz; "bizler ona teslim olduk" demişlerdi.

134-  Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların

yaptıklarından sorumlu değilsiniz.

135-  Dediler ki: Yahudi veya hrıstiyan olun ki hidayete eresiniz. De ki: Hayır, doğru yol Hanif olan İbrahim'in di­nidir; o müşriklerden değildi.

 

Yahudilerle ilgili halkayı oluşturan ayetlerin ilk üçünde;

 

1)  Hz. İbrahim'in dininden (milletinden) yüz çevirenlere ağır bir eleştiri yöneltili­yor. Böyle bir eğilimin ancak aklın bunaması nefsin zebun ve zelil olması durumunda sözkonusu olabileceği belirtiliyor.

2)  Hz. İbrahim'in Allah'a itaati, Onu ve Hz.Yakup'un oğullarına, Allah'ın yolunu izlemelerini tavsiye edişleri bağlamında, yüce Allah'ın dünyada Hz. İbrahim'i seçtiği, ahirette de salihler safında olacağı, Allah'ın hoşnutluğundan yararlanacağı belirtiliyor. Çünkü İbrahim, Rabbinin emrini yerine getirme hususunda büyük bir içtenlikle çaba sarfetmiş; Alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oluşunu ilan etmişti. Çocuklarına da öle­ne kadar bu çizgi üzerinde ve bu yolda olmalarını tavsiye etmişti. Aynısını Hz. Yakub da yapmıştı. Ölüm döşeğindeyken çocuklarını yanına çağırmış ve kendisinden sonra ki­me ibadet edeceklerini sormuştu. Onlar da kendisinden sonra ataları Hz. İbrahim, İsmail ve Ishak'ın Rabbi olan tek ilaha ibadet edeceklerine, O'nu tek ve ortaksız bileceklerine, ölene kadar kendilerini O'na teslim edeceklerine söz vermişlerdi.

Dördüncü ayette ise hem övgü, hem de uyarı nitelikli bir mesaj içeren evrensel bir gerçeğe işaret ediliyor: Bunlar bir ümmetti. Kendi yollarını izleyerek Allah'ın huzuruna vardılar. Kazandıkları kendilerinindir. Onlardan sonra gelip de bu Kur'an'a mahatap olanların kazandıkları kendilerinindir. Kimse bir başkasının yaptığından sorumlu tutulmaz. Herkes kendinden sorumludur.

Beşinci ayette, "doğru yolu bulmak İsteyenlerin yahudi veya hristiyan olması gerek­tiği" iddiasına yer veriliyor ve Peygamberimiz'den bu iddiayı: Doğru yolu bulmak iste­yen İbrahim'in dinine uysun; o kulluğu sırf Allah'a özgü kılan ve dosdoğru yol üzere bulunan biriydi. Hiç kimseyi Allah'a ortak koşmazdı, şeklinde bir ifadeyle reddetmesi isteniyor.

İncelemekte olduğumuz ayetlerin akış ve konu itibariyle, önceki ayetlerin devamı ni­teliğinde olduğu açıkça görülüyor; aynı amaçlan vurgulamaya yöneliktir. Öncelikle, ayetlerde İbrahim ve Yakup peygamberden söz edilmesi bir de dördüncü ayetin metni, ayetlerler güdülen amacın yahudilerin burnunu sürtmek, onların tutarsızlıklarını yüzleri­ne vurmak olduğu mesajını vermektedir. Şu halde, yahudilerin atalarının yolu İslam'dı. Babalar bu yolu izlemeyi oğullarına da tavsiye ettiler. Onlar bu yoldan saptıkları sürece soy olarak kendilerini bu atalara nisbet etmeleri kendilerine bir yarar sağlamayacaktır. Beşinci ayette bu değerlendirmeyi destekler nitelikte, onların birtakım sözlerine yer ve­riliyor ve iddialarının asılsızlığı ortaya konuyor: Buna göre; doğru yol, ne Yahudilik ne de Hrıstiyanlıktır. Tersine, doğru yol, Hz. İbrahim'in dinidir. O, Allah'ı tek ve ortaksız bilen bir müslümandı. Müşriklerden değildi. Onun dininin esası; Allah'ı bir bilmek kim­seyi ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmamak, O'nu evlat ve eş şaibelerinden tenzih etmek, alemler üzerindeki rububiyetini ilan etmektir. Nefsi O'na teslim edip bu doğrultuda amel etmektir. Ayetlerin ifadesi muhkemdir ve derin etkilidir. Ayrıca, yahudilerin atala­rının dininden saptıkları belirtiliyor ve atalarının tavırları ve Allah'a kulluk hususundaki ihlaslı tutumları gündeme getirilerek kendilerini onlara nispet eden yahudilere bir mesaj veriliyor.

Dediler ki; "Yahudi veya hristiyan olmayan hiç kimse kesin olarak cennete giremez" ifadesine ilişkin değerlendirmemiz, kıssalar zincirinin bu halkasında yer alan beşinci ayet için de geçerlidir. Buna göre kastedilenler, birinci derecede yahudİlerdir; onlarla birlikte hrıstiyanlardan da söz edilmiş olması, her iki grubu da kapsayan lisân-i halin sözlü ifadesinden başka bir şey değildir. Çünkü bunların her biri sadece kendisinin doğ­ru yol üzere olduğunu iddia ediyor. Ayrıca uzun bir silsile halinde devam eden kıssalar zincirinin eksenini yahudilerin oluşturması da bu değerlendirmeyi pekiştirici bir husus­tur. [161]                                                                  

 

136- Deyin ki: Biz Allah'a; bize indirilene, İbrahim, İsma­il, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırdetmeyiz ve biz O'na teslim olmuşlarız.

137-Şayet onlar da sizin İnandığınız gibi inanırlarsa, kuş­kusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirler­se, onlar elbette bir aykırılık içindedirler[162]'. Onlara karşı sana Allah yeter. O, işitendir, bilendir.

138-  Allah'ın boyası[163] ile boyan; Allah'ın boyasından da­ha güzel boyası olan kimdir? Biz yalnızca O'na kulluk edenleriz.

139-  De ki: O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz iken, bizimle Allah hakkında tartışmalara mı giriyorsunuz? Bi­zim amellerimiz bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Biz O'na gönülden bağlanmış olanlarız.

140-  Yoksa siz, gerçekten İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının yahudi veya hrıstİyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi biliyorsunuz,

yoksa Allah mı? Allah'tan kendisinde olan bir şehadeti giz­leyenden daha zalim olan kimdir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

141- Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yap­tıklarından sorumlu değilsiniz.

 

İsrailoğullari'na İlişkin Kıssalar Zinciri

 

İlk beş ayette, müfred ve cemi muhatap zamiri kullanılmıştır. Ayetlerin akışından al­gıladığımız kadarıyla hitap Peygamberim iz'e ve mü'mirilere yöneliktir. Kur'an'ın inişi­ne esas oluşturan hikmet ve hitabet bunu gerektirmektedir. İnançlarını ilan etmeleri; "Allah'a inanıyoruz, biz indirilen kitaba, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve to­runlarına, Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere inanıyoruz, onlardan hiçbirini diğe­rinden ayirdetmeyiz, hiçbirini inkar etmeyiz. Biz içtenlikle boyun eğerek sadece Allah'a teslim olanlarız" demeleri isteniyor.

2)  Bunu izleyen bir değerlendirme olarak şu mesaj veriliyor: Eğer bu açıklama ve duyuruyu işitenler, Peygamber ve mü'minler gibi inanacak olurlarsa, hiç kuşkusuz doğ­ru yolu bulmuş, hakkın çizgisini izlemiş olurlar. Mü'minlerle eşit duruma gelmiş olur­lar. Eğer mesajı duyduklarında burun kıvırıp yüz çevirecek olurlarsa bu onların inatçı muhalifler, aykırı davrananlar olduklarının dosdoğru inanç sistemi ve hak din hususun­da ayrılık ve ihtilaf içinde olduklarının kanıtı, göstergesi olacaktır.

3)  Ayetlerin akışı içinde hitap Peygamberimize yöneltiliyor; yüz çevirmeleri, burun kıvırmaları karşısında Peygamberimize moral destek sağlanıyor ve bu tutumlarının ken­disine bir zarar veremeyeceği, onların kötülük ve hilelerine karşı Allah'ın kendisine ye­terli olduğu belirtiliyor.

4)  Bu arada, Peygamberimize ve mü'minlcre şu mesaj veriliyor: Açıkça duyurmak ve insanlara çağırmakla yükümlü olduğunuz bu inanç sistemi, Allah'ın hak esaslı dini­dir. Başka bir dinin, bir mezhebin, bir yolun ondan daha iyi olması mümkün değildir. Çünkü bu din, her türlü şaibe ve kuşkudan uzak bir şekilde Allah'a yönelik ihlash, katı­şıksız kulluğun, tam teslimiyetin ifadesidir.

5) Peygamberimize bir direktif veriliyor: Kendisine ve İzleyicileri olan mü'minlere karşı inatçı tutumlarını sürdüren, çağrılarına olumsuz tepki gösterenler sadece hepimi­zin Rabbi Allah'tır dedikleri halde bu karşı çıkışlarının nedenini -eleştirel bir dille- sor­ması isteniyor.

6) Peygamberimize verilen bir diğer direktif de her grubun Allah'ın huzurunda, ken­di yaptıklarından sorumlu olacağını belirtmesi ve mü'minlerin bütün içtenlikleriyle kul­luğu sırf Allah'a özgü kıldıklarını ilan etmesidir.

7)  Peygamberimize, inatçı muhaliflere -eleştiri nitelikli- bir diğer soru yöneltmesi emrediliyor: "Doğru yolu bulmak isteyenler yahudi veya hnstİyan olsunlar" derken, İb­rahim'in, İsmail'in, îshak'ın, Yakub'un ve torunlarının yahudi veya hnstiyan oldukları­nı mı iddia ediyorsunuz?"

8) Peygamberimize yöneltilen üçüncü bir direktifte, onların ahmaklıklarını ifşa edici bir soru sorması öngörülüyor. Bu ahmaklık, yukarıda işaret ettiğimiz iddialarında so­mutlaşıyor. Oysa adı geçen peygamberler, yahudilik ve Hrıstiyanlık adı verilen dinlerin ortaya çıkmasından önce yaşamışlardı. Hidayetin ne olduğunu, kimlerin hidayet üzere olduğunu onlar mı bilir yoksa Allah mı?

9) Dördüncü bir emir olarak Peygamberimize onların bu safsatalarına kesin, susturu­cu cevaplarla karşılık vermesi isteniyor. Yanında Allah'ın dinine ilişkin bir bilgi bulu­nup da bunu gizleyenden daha zalim bir kimsenin olmadığını söylemesi emrediliyor. İş­te onlar bu safsatalarıyla bu cürmü işlemektedirler. Halbuki Allah, onların yaptıkların­dan gafil değildir.

Altıncı ayet ise bir önceki ayetler grubunda yer alan bir ayete benziyor. Burada bir kez daha adı geçen peygamberlerin Allah'ın huzuruna gittikleri, kendi yollarım izledik­leri, kazandıkları onlarındır, şu anda Kur'an'ı dinleyenlerin kazandıkları da kendileri­nindir. Hiç kimse bir başkasının yaptığından sorumlu değildir. Kimse bir başkasını so­rumluluktan kurtaramaz.

islam inanç sisteminde Allah'ın indirdiği kitaplara ve O'nun peygamberlerine yöne­lik bakış açısını açıklayan, ilan eden bu ayetler etkileyici ve parlak bir ifade tarzına sa­hiptir. Muhammedi risaletin temel esalarından birini içeren bu ayetlerin ifade tarzı de­rin, etkili, gayrete getirici ve ürperticidir. Bir dinleyicinin egosundan, ihtirasından, ina­dından, karşı çıkmaya ilişkin ön yargısından soyutlandığı, hakkı ve hidayeti gerçekten istediği halde bu ifadelerden etkilenmemesi mümkün değildir. Bu inancın Allah'ın bü­tün peygamberlerine ve bu peygamberlere indirilen bütün suhuf ve kitaplara inanmaya ilişkin mesajla pekiştirilmesi, ayrıca etkileyicidir. Bu noktada İslam çağrısının bütün se­mavi dinlerle buluştuğu temel ön plan çıkarılıyor. Bu yüzden, semavi dinlere mensup olanlar, İslam'a koşmalı, ayrılığı, ihtirasları, ihtilafları, problemleri ve düğümleri bir ke­nara bırakmalıdır. Çünkü bağlı bulundukları dinin özü İslam'da mündemiçtir. Ayrıca îslam, onların inandıkları kitaplara ve peygamberlere saygıyla yaklaşmaktadır. İslam on­lara, hatalarını, tutkularını, aşırılıklarını, ifrat ve tefride kaçan değerlendirmelerini, sap­malarım, temel ve ayrıntı niteliğindeki tahrifatlarım düzeltme imkanı bahşetmektedir. Dikkatle incelendiği zaman, ayetlerin bu yüce hedefleri içerdikleri görülecektir.

Mekke inişli sûrelerde ve Bakara sûresinin baş taraflarında, müslümanlann kendile­rine ve kendilerinden önceki topluluklara indirilen kitaplara ilişkin inançlarından, İlahla­rı ve Rableri olan Allah'ın kitab ehlinin de Rabbi ve ilahı olduğuna inandıkları defalarca vurgulanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, ayetlerin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, yahudi ve hnstiyanlarla tartışıldığı, Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmaları istendiği durumlarda bu inancın vurgulanmasını ön görmüştür. Sözkonusu tekrarın, Mekke döne­minde olduğu gibi Medine döneminde de gündeme geldiğini görüyoruz. Davet sürecin­de son derece önemli bir tavırdır bu.

Şuara sûresini incelerken, müslümanlann, Ehli Kitabın bugün ellerinde bulunan se­mavi kitaplara nasıl yaklaşmaları gerektiğine ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Bunları bir kez daha yineleme gereğini duymuyoruz.îlk bakışta, ayetlerin yahudi ve hrıstiyanlardan her bir grubun sadece kendilerinin doğru yol üzere olduklarına ilişkin sözlerini ve bununla övünmelerini aktardıkları anla­şılmakla beraber, daha önce de söylediğimiz gibi, birinci derece de kastedilenler yahudi-lerdir. Hrıstiyanlardan da sözedilmesi tamamen lisân-i hallerini kelimelere dökmekten ibarettir. 140. ayette yer alan sona buna ilişkin bir ipucu daha doğrusu bir delil olabilir. Sözkonusu ayette sadece yahudilerin ilk ataları olan İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarından sözedİlmiştir çünkü. Bunun yanında sürüp gelen kıssalar zincirinin birinci dereceden yahudiler ekseninde dönmesi de bir diğer kanıttır.

Öyle anlaşılıyor ki, ayetin orijinalinde geçen "esbat"tan maksat, yahudi kabilelerinin ataları konumundaki Yakub peygamberin oğullarıdır. Tekvin kitabının kırk altıncı isha-hında belirtildiğine göre, bunların isimleri şunlardır: Bikr, Semin, Lavi, Yahuda, Yasa-kir, Zebulun, Dan, Esber, Naftali, Yusuf ve Bünyamin. [164]

 

142-  Bir takım beyinsiz insanlar[165]': "Onları daha önceki kıblelerinden çeviren nedir?'[166] diyecekler. De ki: "Doğu da Allah'ındır, batı da. O dilediğini doğru yola yöneltir".

143-  Böylece biz sizi, insanlara şahid olmanız İçin orta'[167] bîr ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahid ol­sun. Senin üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmamız, el­çiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırdetmek içindir. Doğrusu bu, Allah'ın hidayete ilettikle­rinin dışında kalanlar için büyük bir yüktür. Allah, imanı­nızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şef­kat edendir, esirgeyendir.

144-  Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip dur­duğunu görüyoruz. Simde elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne'[168] çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Al­lah yaptıklarından gafil değildir.

145- Andolsun kendilerine kitap verilenlere her ayeti getir­sen, yine onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıble­lerine uyacak değilsin. Onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilim­den sonra onların heva ve tutkularına uyacak olursan, o zaman gerçekten zalimlerden olursun.

146-  Kendilerine kitap verdiklerimiz onu çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü, bildikle­ri halde gerçeği gizlerler.

147-  Gerçek Rabbinden gelendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma.

148-Herkesin yüzünü çevirdiği'[169] bir yön[170] vardır. Öyley­se hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Şüphesiz, Allah her şeye güç yeti-rendir.

149-  Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yö­nüne çevir. Şüphesiz bu Rabbinden olan bir haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

150-  Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yö­nüne çevir. Siz de her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle ki onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı bir delilleri olmasın. Onlardan kork­mayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlaya­yım, Umulur ki hidayete erersiniz.

151-  Öyle ki kendi İçinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak size kitap ve hikmeti öğretecek ve bilme­diklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik.

152-  Öyleyse yalnızca beni anın. Ben de sizi anayım; ve yalnızca bana şükredin ve sakın nankörlük etmeyin.

 

Kıble Değişikliği

 

Kıssalar zincirinin bu halkası, kıblenin Beytu'I Mukaddes yerine Kabe olarak değiş­tirilmesi ile ilgilidir. Şu hususlar işleniyor:

1) îlk ayette bir kısım beyinsiz insanların, müslümanları, üzerinde bulundukları kıble yani Kudüs'teki Beytü'I Mukaddes yerine, Kabe'ye yönelmeye iten sebepleri, araştıra­cakları, bunu tuhaf karşılayacakları haber veriliyor. Buna karşılık, Peygamberimize şu cevabı vermesi emrediliyor. Doğu da Allah'ındır, batı da. Dilediğini doğru yola ileten O'dur.

2) İkinci ayet, müslümanları tatmin etmeyi, onlara moral vermeyi hedefliyor: Yüce Allah, yol göstericiliğiyle onları orta ve dengeli bîr ümmet kılmıştır; ifrat ve tefritin za­rarlı etkilerinden uzak tutmuştur. Ki diğer milletlere göre adil yönetici ve örnek şahid konumunda olsunlar, Peygamber de onlann üzerinde örnek bir şahittir. Ayrıca yüce Al­lah, bu kıble meselesiyle onlan sınamayı dilemiştir. Ki, imanında ve tasdikinde sabit olup Peygamber'le birlikte yeni kıbleye dönmek suretiyle samimiyetini kanıtlayanla, kuşkular içinde kıvranıp tereddüt edenler birbirinden ayrı ve belli olsun. Büyük bir imti­handır bu. Ancak imanı özümsemiş, nefsi mutmain olmuş, dolayısıyla Allah'ın inayet ve tevfikine mazhar olan kimseler böyle bir imtihanda başarı gösterebilirler. Hiç kuşku­suz yüce Allah, müslümanlann inanç ve ibadetlerinin sevabını zayi edecek değildir. O insanlara acıyan ve merhamet edendir. Doğal olarak, O'na iman edenler bu acımaya ve merhamete herkesten daha çok layıktırlar.

3) Üçüncü ayette hitap, Peygamberimize yöneltiliyor: Allah, onun yüzünü göğe çe­virip durduğunu görüyor. Kendisine razı olacağı ve içinin mutmain olacağı bir kıble göstermesini diliyor gibiydi. Allah, onun bu dileğini kabul etti ve onu bu yeni kıbleye yöneltti. Bu andan itibaren, nerede olursa olsun yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir­mesini emretti. Gerçekten, Mescid-i Haram kıble edinmeye bütün mekanlardan daha fazla müstahaktır. Ehli Kitab da bunu bilir. Allah onlann yaptıklarından gafil değildir.

4) Dördüncü ayette hitap bir kez daha Peygamberimize yöneltiliyor. Bu sefer, Ehl-i Kitab'm bu olay karşısındaki olumsuz tavırlarının gerçek nedeni açıklanıyor: Onların hareketlerine ihtirasları, kinleri büyüklenme dürtüleri ve inatlan yön veriyor. Böyle kimseler gerçeğe tabi olmazlar. Dolayısıyla istediği kadar delil ve ikna edici belge getir­sin, kıblesine yönelmeyeceklerdir. Kendi içlerinde de derin ayrılık yaşamaktadırlar. Bu yüzden bir kısmı bir kısmının kıblesine de yönelmez. Böyle olunca ayrıca kendisine Al­lah'tan bunca bilgi gelmişken, onun da onlann kıblelerine uyması doğru bir davranış ol­maz. Böyle yapması, onların heva ve tutkularına bulaşması, haktan sapma anlamına ge­lir.

5) Beşinci ve altıncı ayetler, bir diğer açıdan, Ehl-i Kitab'ın kendini beğenmişliğine, kibrine dikkat çekmektedir; Onlar Hz. Muhammed'in gerçek peygamber olduğunu bütün yaptıklarının hakkı temsil ettiğini, tıpkı oğullarını tanıyıp bildikleri gibi biliyorlar. İçlerinden bir grup gerçek anlamda bildiği halde hakkı gizlemektedir. Hak, yüce Al­lah'ın kendisine vahiy yoluyla bildirdiğidir. Dolayısıyla, hakka uyma hususunda kuşku­ya düşmesine tereddüt etmesine gerek yoktur.

6)  Yedinci ayette ise, insanların yöneldikleri tarafların (kıblelerin) farklı oluşunun doğal olduğuna dikkat çekiliyor. Herkesin yöneldiği, yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Dolayısıyla, müslümanlar, gözlemledikleri bu yöneliş farklılığına, yön çokluğuna aldır­mamaları gerekir. Onların görevi, hayırlarda yarışmaktır. Allah'a kavuşacaklarım bile­rek hayra koşmaktır. Allah nerede olurlarsa olsunlar, yaptıklarının karşılığını vermek üzere onlan bir araya getirecek güce sahiptir.

7) Sekizinci ve dokuzuncu ayetlerde, önceki direktifi pekiştirmeye yönelik bir tekrar sözkonusudur. Hitap önce Peygamberimize sonra mü'minlere yöneltiliyor: Her zaman ve her yerde yüzlerini Mescid-i Haram tarafına çevirmeleri gerekir. Bu direktif, yüce Allah'tan gelen bir haktır. Allah onların yaptıklarından gafil değildir. Bu direktif ılımlı insanların yöneltebilecekleri eleştiri, ileri sürebilecekleri kanıtları önleyici niteliktedir. Zalimlerin eleştiri ve itirazları ise, kinden azgınlıktan ve ihtirastan kaynaklanır; müslü­manlann bu tur eleştirileri önemsememeleri, eleştiri ve itirazlarından korkmamaları, sa­dece Allah'tan korkmaları gerekir. Bununla yüce Allah, üzerlerindeki nimetini tamam­lamış olur. Doğru yolu bulmaları bununla mümkündür.

8)  Onuncu ve on birinci ayetler, müslümanlara yönelik bir hitap içeriyor. Bu aynı zamanda önceki ayetler üzerine yapılmış bir değerlendirme sayılır. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın kendilerinden bir rasul göndermesi onlara yönelik nimetinin hidayete ermeleri­ni isteyişinin bir göstergesidir. Bu Rasul, onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, nefislerini ve kalplerini her türlü kirden ve kötülükten arındırıyor. Kitap ve hikmeti öğretiyor, daha Önce bilmedikleri şeyleri bildiriyor. Bu durumda Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini an­maları, bunlara şükürle karşılık vermeleri, nankörlükten küfran-ı nimetten kaçınmaları gerekir.

Zincirin bu halkası, öncesinde yer alan halkalardan bağımsızmış gibi görünüyor; fa­kat önceki ayetlerin içerdiği Kabe, İbrahim'in dini, birinci derecede yahudiler kastedil­miş olmak kaydıyla ehl-i kitabın inatçı tutumu ile ilgili ön hazırlıklar, bunun ayetlerin akışı içinde tekrarlanması ve bundan dolayı birinci derecede yahudiler kastedilmiş ol­mak kaydıyla Ehli Kitab'a yoğun eleştirilerin yöneltilmiş olması bu bölümle önceki bö­lümler arasında bir bağlantının olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla incelemekte olduğumuz ayetler grubunun, Bakara sûresinde yahudilerle ilgili olarak süregelen kıssa­lar silsilesinin bir halkası gibi değerlendirilmesinin alt yapısı hazırdır. Ayetle geçen "be­yinsizler" ifadesi mutlaktır, dolayısıyla hem müşrikleri hem münafıkları hem de Ehli Kitab' ıkapsamaktadır; ancak bu ifadeyle ilgili rivayetlerin büyük çoğunluğunda[171] ya- hudilerin kastedildiği dile getirilmiştir. Bu da bizim görüşümüzü pekiştiren, bu bölümle Önceki bölümler arasındaki bağlantıyı belirginleştiren bir husustur.

147. ayette, Ehli Kitab'ın Hz. Peygamber'in gerçekten peygamber olduğunu emretti­ği şeylerin hak ve Rabbani vahiy ürünü olduğunu bildikleri gerçeği vurgulanmış olabi­lir. Nitekim ayetle ilgili açıklamamızda bu ihtimale işaret ettik. Bir diğer ihtimalde onla­rın Kabe'nin kıble olarak tayin edilişinin hakka dayalı bir uygulama olduğunu bildikle­rinin vurgulanmış olmasıdır. Müfessirler, ayete ilişkin yorumlarında her iki ihtimale de yer vermişlerdir. Biz açıklama kısmındaki değerlendirmeyi şundan dolayı tercih ettik: Bir kere ayet mutlaktır. Ayrıca sözkonusu yorum geneldir ve her iki ihtimali de içerecek niteliktedir. Ayette, önceki ayetlerde sözkonusu edilen Ehli Kitab grubunun kimliğine ilişkin açık bir ipucu bulunmamaktadır.'Müfessirler, hem yahudilerin hem de hnstiyan-lann kastedildiğine ilişkin ihtimali daha güçlü bulmuşlardır. Bazıları[172] yahudilerin kas­tedildiği görüşündedir. Ayetlerin oluşturduğu atmosfer, bölümün öncesi ve sonrası, ay­rıca cumhur ulemanın kıble değişikliğine karşı çıkan beyinsizlerin yahudiler olduğunda görüş birliği içinde olmaları, ayrıca kıssalar zincirinin birinci dereceden yahudiler ekse­ninde gelişmesi, yukarıda işaret ettiğimiz tercihi güçlendirmektedir.

Bazı müfessirler[173] şöyle rivayet ederler: Rasulullah Cebrail'e dedi ki: Yüce Allah'ın beni yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini istiyorum. Cebrail şu ceva­bı verdi: Ben de senin gibi bir kulum. Sense Rabbin katında benden daha saygın bir ko­numdasın. Rabbine dua et, O'ndan dile. Cebrail göğe yükseldi. Peygamberimiz, Cebrail Rabbi katından dileğinin kabul edildiğine ilişkin bir haber getirir diye onun arkasından göğe bakakaldi. Çok geçmeden Cebrail bu ayetleri getirdi. Diğer bazı müfessirler[174] Ha­san, Ebu Ali'yi Herime gibi alimlere dayanarak Peygamberimizin yüce Allah'ın kendisi­ni kıble olarak Kabe'ye döndürmesi için çok dua ettiğini ve Allah'ın onun duasını kabul ederek bu ayetleri indirdiğini rivayet etmişlerdir. Buhari ve Tirmizi [175]Berra kanalıyla şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz Medine'ye hicret edince on altı veya on yedi ay boyunca Kudüs'teki Beytü'I mukaddese yönelerek namaz kıldı[176]. Ama o Kabe'ye yöne­lerek namaz kılmayı istiyordu. Bunun üzerine yüce Allah, şu ayeti indirdi: "Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hosnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir".

Bunun üzerine Peygamberimiz Kabe'ye yöneldi. Onunla birlikte bir adam da ikindi namazını kıldı. Sonra bu adam, Ensar'dan bir grubun yanına gitti. Bunlar Kudüs'e dönmüş namaz kılıyorlardı ve rüku halinde bulunuyorlardı. Adam Rasulullah'ın Kabe'ye dönerek namaz kıldığına şahid olduğunu söyleyince hepsi birlikte rüku halindeyken Ka­be'ye yöneldiler.

Ayetlerin oluşturduğu atmosfere yukarıda geçen hadisler işaret eder gibidir. Bölü­mün "istikbal edatı" ile başlaması, yahudilerin zihin bulandırıcı, kuşku uyandırıcı giri­şimlerinin beklendiğini göstermektedir. Bu durum, ilk etapta da fark edildiği gibi, ayet­ler grubunun kanıtlar, gerekçeler, vurgular ve kalpleri tatmin edici duyurular içermesini açıklamaktadır. Bununla yahudilerin kıble değişiminin ardından eleştirilere, zihin bu­landırıcı kuşkular yaymaya yeltendikleri ihtimalini geçersiz kılmayı amaçlanıyoruz. Grubun "istikbal edatı" ile başlaması ayrıca "birtakım beyinsiz insanlar..." diye başla­yan ayetin "biz senin yüzünü..." diye başlayan ayetten önce yer almış olması buna en­gel oluşturmaz. Çünkü ayetler sağlam bir bütünlük oluşturuyor.

Tabresi'nin rivayetine göre Peygamberimiz Mekke'deyken Kabe'ye dönerek namaz kılıyordu. Medine'ye hicret edince yüzünü Mescid-i Aksa'ya döndürdü. Amaç müslü-manlarla puta tapma esasına dayalı ibadetlerini Kabe'ye dönerek icra eden müşrikleri birbirinden ayırmaktı. Yahudiler bundan memnun kaldılar. Peygamberimizin ve müslü-manların kendi kıblelerine dönerek namaz kılmalarını, kendilerinin doğru yol üzere ol­duklarının bir itirafı ve Peygamber (s)'le müslümanlann hidayetlerinin asıl kaynağının kendi hidayetleri olduğunun göstergesi olarak değerlendirdiler. Zcmahşeri, Peygamberi­mizin Medine'ye gelirken, yahudilerin kalbini İslam'a ısındırmak amacı ile Kabe yerine Mescid-i Aksa'ya dönerek namaz kılmaya başladığını rivayet eder.

Bu iki rivayetin sahih olmamasını gerektiren bir neden yoktur. Aynca rivayetler bir­birleri ile de çelişmiyorlar. Peygamberimizin Mescid-i Aksa'ya yönelmesi, her iki se-bebten dolayı da olması muhtemeldir. Yahudiler ona ve müslümanlara karşı reddedici, çalışmalarını sabote edici ve zihinleri bulandırıcı bir işe girince sonra ona ve müslüman­lara karşı kibirlenmeye, büyüklük taslamaya kalkışınca, bu durum hem Peygamberimi­ze, hem de müslümanlara ağır geldi. Bu yüzden Peygaberimizin kalbinde kıble değişik­liğine ilişkin bir arzu uyandı. Öte yandan yahudiler de can sıkıcı davranışlarını arttıra­rak devam ettiriyorlardı. Bu yüzden Peygamberimiz kıble değişikliğini öngören bir Rabbani vahyin inişinin beklentisi içindeydi. Üçüncü ayetle birlikte işaret ettiğimiz ri­vayetler bu değerlendirmeyi genel olarak destekler mahiyettedir. Buna ilaveten şunu da söyleyebiliriz: Peygamberimizin yahudilerden yana canı sıkılınca ayrıca iman edecekle­rine ilişkin ümidini de yitirince onların kıblelerine yönelerek namaz kılmasının Araplara yönelik davetinin etkisini azaltıcı rol oynadığını gördü. Tekrar ilk kıblesine yönelmesi Arapların kalbini İslam'a ısındıracaktı. O Arapların derinden bağlı bulundukları, saygı besledikleri Allah'ın evi Kabe'nin Araplar arasında birlikteliğin sembolü olduğunu bili­yordu. Araplar topluca Kabe'ye hac ziyaretinde bulunuyor ve hac mevsimine özgü iba­detleri ortaklaşa icra ediyorlardı. Bütün bu olgular, Peygamberimizin yüce Allah'tan yüzünü kıble olarak Kabe'ye döndürmesi temennisinde bulunmasında etkili olmuştur." "Öyle ki insanların size karşı bir delilleri olmasın" (Bakara, 150) cümlesi ile bu yorum arasında bir bağlantı kurulabilir.

İmam Buhari[177] "Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir" ifadesi ile ilgili olarak şöyle der:

"Bazı müslümanlar: Ya Rasulullah, Kudüs'e yönelerek namaz kılıp da ölen kardeş­lerimizin durumu ne olacaktır? diye sordular, bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti indirdi. Yine bu olayla ilgili olarak tefsir bilgileri[178] şöyle rivayet ederler: Yahudiler müslümanlara dediler ki: Kudüs'e dönerek kıldığınız namazlardan haber verin. Eğer bu hareketiniz doğruysa, şu anda doğrudan dönmüş bulunuyorsunuz. Yanlış idiyse, uzun bir süre yanlış bir şekilde Allah'a ibadet etmiş oluyorsunuz. O zaman ölenleriniz yanlış üzere Ölmüşlerdir.

Bu rivayetle hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü sözkonusu soruyu gelip Rasu-lullah'a soran müslümanlann bunu yahudilerin kuşku uyandırma amaçlı telkinlerinin et­kisinde kalarak sormuş olmaları mümkündür.

Yahudiler kıble değişikliği ile yedikleri manevi darbenin etkisiyle eleştiri, kuşku uyandırma amaçlı telkinlerle zehir saçmaya başladılar.

Taberi "Senin üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırdetmek içindir. Doğrusu bu Allah'ın hidayete ilet­tiklerinin dışında kalanlar için büyük bir yüktür" ifadesiyle ilgili olarak şöyle der: Kıble değişikliği nedeniyle bazı müslümanlar irtidat ettiler ve birçok münafık da iki yüzlülü­ğünü ortaya koyarak şöyle dediler: "Muhammed'e neler oluyor, bir o yana, bir bu yana döndürüyor yüzümüzü?". Müşrikler de: "Muhammed ne yapacağını şaşırdı" dediler. Müslümanlar ise: "Önceki namazlarımız boşa gitti" diye hayıflandılar. Böylece kıble değişikliği bir sınama aracı oldu ve mü'minlerin ihlasım ortaya koydu.

Şunu da belirtelim ki; sınama, eski kıble ile ilgiliydi, yeni kıble ile değil. Ayetin ifa­de tarzından algıladığımız kadanyla, müslümanlar Kudüs'e yönelerek namaz kılmaktan bir parça rahatsızlık duyuyorlardı. Yüce Allah kıble değişikliğine ilişkin emrini indirin­ce, vahyin inişine esas oluşturan hikmet, ayetteki ifadelerin bir uyarı niteliğinde yer al­masını öngördü. Müslümanlann bu rahatsızlıklarının sebebi, yahudilerin kendi kıbleleri­ne yönelinmesini bir övünç vesilesi gibi algılamaları olabilir. Eski zamanlardan beri, Hac yerleri olan bu mekanın kıbleleri olmasını arzu ediyorlardı. [179]

 

Kıble Değişikliğinin İslam Çağrısındaki Yeri

 

Bu noktada, kıble değişikliğinin islam çağrısı ve İslam tarihi bağlamında icra ettiği rolün önemine İşaret etmemiz bir zorunluluktur. Tabir yerindeyse, bu olaydan sonra, İs­lam çağrısı bağımsız bîr kişilik kazanmıştır. Mescİd-i Aksa'ya dönüp namaz kılma, bel­li oranda, Ehli Kitab kişiliği ekseninde, ufkunda kaynaşmaya, karışmaya yol açıyordu çünkü. Kabe'nin kutsallığı ölümsüzleşmiş oldu. Yeni dinsel hayatlarında da, yarımada­nın dört bir yanındaki Arapların en güçlü, en saygın ve en gerekli kıblegâhları oldu, tıp­kı önceki dinsel hayatlarında olduğu gibi. Ayrıca farklı renklere, farklı ırklara ve farklı memleketlere sahip tüm müslümanların da kıblesi ve manevi birliklerinin sembolü oldu. Bu aynı zamanda Hac ve Kabe ekseninde gerçekleştirilen özel ibadet şekillerinin koru­nacağının bir ifadesiydi. Nitekim bu ibadetler, her türlü puta tapıcılık şaibesinden ve gö­rüntüsünden arındırıldıktan sonra İslam'ın esaslarından biri olarak benimsendi. [180]

 

İlk Kıble Değişikliğinin Rabbani Bir İlham Sonucu Olması İhtimali

 

Kıble değişikliği bağlamında bir diğer önemli sorun baş göstermektedir. Şöyle ki: Rivayetlerde "Allah imanımızı boşa çıkaracak değildir" cümlesinin mü'minlerin endişe­lerini gidermeye dönük olduğundan söz ediliyor. Çünkü, daha önce ölen yakınlarının iş­ledikleri ibadetlerin boşa gitmiş olmasından endişe duyuyorlardı. Öte yandan yahudiler de onların bu endişelerini kamçılayacak şekilde "Eğer siz Mescid-i Aksa'ya yönelmekle bir hata işliyor idiyseniz, bu demektir ki, geçmişte işlediğiniz ibadetler boşa gitmiştir. Yok eğer "Mescid-i Aksa'ya yönelmeniz doğru idi" diyorsanız, bu durumda bundan sonraki ibadetleriniz boşa gidecektir" diyorlardı. Ayetin ifade tarzından da bu anlaşılı- . yor ve aynı zamanda mü'minlerin dikkati şu gerçeğe çekiliyor. "Sizin daha önce yönel­diğiniz kıble, bir sınama aracıydı". Bu demektir ki, ayet-i kerime, kıble değişikliği ger­çekleştikten sonra inmiştir. Aynı değerlendirme 142. ayet için de geçerlidir. Çünkü riva­yetlerde, bu ayetin, yahudilerin kıble değişikliğinin nedenlerini soruşturmalarının, bu bağlamda müslümanlann zihinlerini bulandıracak kuşkular yaymalarının ardından indi­ği belirtilir. Dolayısıyla iki ihtimal var: Ya bu iki ayet, kıble değişikliğinin ardından in­miştir. Bu nedenle bölümü oluşturan ayetler arasında düzenleme açısından bir takdim ve tehir sözkonusudur. Ya da bütün ayetler, kıble değişikliğinden sonra inmişlerdir. Do­layısıyla yahudilerin eleştirilerine cevap vermek, zihin bulandırıcı desiselerini etkisiz hale getirmek, Hz. Peygamber ve müslümanlann endişelerini gidermek, inançlarım pe­kiştirmek ve kıble değişikliğinin gerekçelerini anlatmak amaçlanmıştır.

106. ayetten sonraki ayetlerin akışını göz önünde bulundurduğumuzda, bu ikinci ih­timali tercih etmek durumunda kalıyoruz. Bu akışın kapsamında yer alan ayetlerin, kıb­le değişikliği ile, bu değişikliğin gerekçelerini gözler önüne serme ile ve yahudilerin eleştirilerine cevap verip beyinsizliklerini ortaya koyma ile ilintili olduğuna ilişkin dü­şüncemizi daha önce belirtmiştik.

Eğer bu değerlendirmemiz isabetli ise bu durumda başlangıçta Kıble değişikliğinin Kur'an'da yer almayan ilahi bir ilham sonucu gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Söz konusu değişikliğin Peygamberimizin (s) öğle ya da ikindi namazını kıldığı sırada gerçekleştiği­ni ifade eden rivayet de bu görüşü pekiştirici niteliktedir. Gördüğümüz kadarıyla bu gö­rüşle daha önce sunduğumuz ve Buhari'nin Berra'dan rivayet ettiği hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü kıble değişikliği namaz esnasında Peygamberimize ilham edilmiş, ardından Kur'an ayeti inmiş olabilir. Buhari'nin İbn-İ Abbas'tan rivayet ettiği hadiste "Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir" cümlesinin mü'minlerin endişelerine dönük olması ile ilgili durum, ayrıca müslümanlann geçmişteki ibadetleri hususunda birtakım endişelere kapılmaları da kıble değişikliğinden sonra sözkonusu olmuştur.

Kur'an-ı Kerim'de Peygaberimize önceden bazı ilham edilen işaretleri sonradan pe­kiştirmek ve gerekçelendirmek üzere ayetler indiğine ilişkin birçok örnek vardır. Bunun en belirgin örneklerinden biri Bedir savaşı ve bu savaşı değerlendirmek üzere inen ayet­lerde yer alan şu ifadedir: "Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını va'detmişti" (Enfal, 7). Bedir savaşının değerlendirmesi niteliğindeki Enfal sûresinin tefsiri kapsamında açıklayacağımız gibi böyle bir vaad Kur'an'da yer almamaktadır. Bir diğer örnek de Peygamberimizin Kabe'ye Hudeybiye barışı ile sonuçlanan bir ziyarete karar vermesidir. Çünkü bu karara işaret eden ve gerekçelerini sunan Fetih sûresi Hu­deybiye barışından sonra inmiştir[181].[182]

 

Orta Ümmet

 

"Böylece biz sizi, insanlara örnek olmanız için orta ümmet kıldık..." Müfessirler[183] bazı rivayetlere de dayanarak bu ayetin, Kıyamet gününde gerçekleşe­cek bir duruma işaret ettiğini söylemişlerdir. O gün Peygamberimiz müslümanlar hak­kında şahitlikte bulunacak ve Allah'ın mesajını onlara ilettiğini söyleyecek, müslüman­lar da bu mesajın kendilerine iletildiğini doğrulayacak sonu diğer insanlara ulaştırdıkla­rım söyleyeceklerdir. Ayet-i kerime bu ihtimali dışlamıyor; ancak bize öyle geliyor ki ayetin ifade tarzı ve atmosferi Allah'ın İslam davetine gösterdiği özeni anlatmayı vurgu­lamaya yöneliktir. Bu davet izleyicilerine birtakım sorumluluklar yüklemektedir. Onları dünya milletleri arasında önemli bir güç merkezi haline getirmektedir. Ayette vurgulan­mak istenen budur. İslam ümmetinin "orta ümmet" olma özelliği adaleti gözeticiliği, fa­zileti, insanlığa örnek oluşturacak bir adil yönetim merkezi konumunda oluşu, İslam mesajının esasını oluşturan temellere, prensiplere, stratejilere ve direktiflere dayanmak­tadır. Bu özelliğiyle İslam çeşitli dinlerin Allah inancı ile bağlantılı olarak yaşadığı so­runları, açmazları, ihtilafları ve çelişkileri çözüme kavuşturmuştur. Bu özelliğiyle İslam, insanlığın önüne geniş ufuklar açmıştır. Hiçbirşey insanı hak, adalet sınırları içinde, gü­nahtan, hayasızlıktan ve münkerden uzak bir şekilde hareket etmekten alıkoyamaz halgelmiştir. Bu özelliğiyle İslam insanı eşyanın tabiatı ile evrensel kozmik sistem ile ifrat ve tefritten, aşırılıktan uzak akıl ve mantığın gerekleri ile buluşturmuş, barıştırmış, uz-laştırmıştır. Bu özelliğiyle İslam, bütün zamanlara ve mekanlara uygundur. Evrenselliğe ve ölümsüzlüğe adaydır. Bir çok ayette İslam'ın bu niteliğine işaret edilmiştir. Bunlar­dan biri de Fetih süresindeki şu ayettir: "Ki o, elçisini hidayetle ve hak din ile diğer bü­tün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter" (Fetih, 28).

"...Elçi sizin üzerinize sahİd olsun. Siz de İnsanlar üzerine şahidler olasınız..." cüm­lesini içeren Hac sûresinin son ayeti ile ilgili açıklamamızda, burada Arapların kastedil­diğini söylemiştik. Kanıt olarak da ayette ki, Araplara ataları İbrahim'le aralarındaki kan bağına işaret edilmiş olmasını göstermiştik. İncelemekte olduğumuz ayetler gru­bunda yer alan 151. ayetin içerdiği "Öyle ki size, kendimizden bir elçi gönderdik" cüm­lesi. 143. Ayette yer alan "Böylece biz sizi insanlara şahid olmanız İçin orta bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahid olsun" cümlesi ile Arapların kastedildiğinin kanıtıdır.

Hac sûresinin ilgili ayetini tefsir ederken, bunun Önemine ve kapsamına işaret ettik. Söz konusu değerlendirmemizi bir kez daha yenileme gereğini duymuyoruz. [184]

 

Kitap Ve Hikmet

 

"Öyle kî kendi içinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak size Kitap ve Hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik".

Ayet-i kerime yüce Allah'ın Peygamberimize tabileri ile ilgili olarak yüklediği göre­vi açıklamakta ve etkileyici bir ifade tarzıyla bu görevin Önemine dikkat çekmektedir. Buna göre yüce Allah Peygamberimize, tabilerine ayetlerini okumasını, kitabın içeriğini anlamalarım sağlamasını, nefislerini ve kalplerini arındırmasını, eğitim, yol göstericiliği ve sünneti ile örnek olmasını emretmiştir. Davranışları, tasarrufları ve diğer işleri bağla­mında doğru, hak ve hayır niteliğine haiz olanı yani hikmeti öğretmesi direktifini ver­miştir.

Bu ifade, sözkonusu hususların tümünün Peygamberimizden öğrenilmesine, onun öğretisi doğrultusunda hareket edilmesine ilişkin imani bir yükümlülük de içermektedir. Buna göre peygamberden öğrenilmesi gereken bu öğretiler, onun risaletinin ayrılmaz parçalandır. Mü'minler, bu çizgiden sapmamak durumundadır.

Bunun gerekliliğini açık bir dille vurgulayan birçok ayet vardır. Bunlardan biri Al-i imran sûresinde yer alan şu ayettir: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Al­lah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Al-i imran, 31) Bir diğer örnek Nisa sûresinde yer alan şu ayettir: "Kim Rasule" ilaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine koruyu­cu göndermedik" (Nisa, 80). Bir de Haşr sûresinde yer alan şu ayet örnek verilebilir:"Rasuf size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakmdırısa artık ondan sakının ve Al­lah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli olandır" (Haşr, 7)

Müslümanlara, üzerinde ihtilafa düştükleri meselelerin çözümü için Allah'a ve Ra-sulüne başvurmaları emredilmiştir: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine döndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu ha­yırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir" (Nisa,59). Bu bağlamda yüce Allah'ı Kur'an-ı Kerim temsil etmektedir. Peygamberimizi de hem hayatında hem de ölümünden sonra, sözlü ve fiili sünneti temsil etmektedir.

Güvenilir ravilerin aktardıkları sahih hadisler bu gün elimizde bulunan müsnedlerde bir araya getirilmiştir. Bu arada çeşitli sebeplerle Peygamberimize mal edilen uydurma hadislere de dikkat çekilmiştir. Sahih hadisler içeren sünenlerde çeşitli alanlara ilişkin göz kamaştırıcı öğretiler, telkinler, yo] gösterici açıklamalar, hikmetli sözler yer almak­tadır. Bunlar genel olarak Kur'an'ın içerdiği prensipler, direktifler, açıklamalar ve stra­tejilerle de uyuşmaktadır.

Bu tavsiye ve direktifleri direkt Peygamberimizden alan kuşak içinde birçok erkek ve kadın ahlâk, akıl, takva, cihad, ufuk genişliği, adalet ve iyilik bakımından kemal zir­velerine ulaştılar. Tarih içinde eşine rastlanmayan ideal şahsiyetler haline geldiler. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Mekke ve Medine inişli birçok ayette Allah'ın övgüsüne mazhar oldular.

Kur'an'da ve sahih sünnette ifadesini bulan öğretiler uyarınca hareket eden her müs-lüman kuşak ve müslüman toplumun bu düzeye ulaşması doğaldır, [185]

 

153-  Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah sabredenlerle beraberdir.

154- Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" deme­yin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değil­siniz.

155-  Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle İmtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.

156-  Onlara bir musibet isabet ettiğinde derler ki: Biz Al­lah'a aİtiz ve şüphesiz O'na dönücüleriz,

157- Rabierİnden bağışlanma ve rahmet bunların üzerine­dir ve hidayete erenler de bunlardır.

 

Ayetlerde hitap müslümanlara yöneliktir.

 

1) Müslümanlar başlarına gelebilecek musibetlere karşı sabır ve namazla yardım di­lemeye teşvik ediliyorlar.

2) Yüce Allah'ın sabredenlerle beraber olduğu, onlara yardım ettiği, onlara destek olduğu vurgulanarak mü'minlerin endişeleri gideriliyor.

3)  Allah yolunda öldürülenlere"ölüler" dememeleri hususunda uyanlıyorlar. Yaşa­dıkları hayatın mahiyetini kavrayamazlarsa da, Allah yolunda Öldürülenlerin diri olduk­ları vurgulanıyor.

4) Yüce Allah'ın korku, açlık, mal ve can zayiatı gibi musibetlerle kendilerini sına­va tâbi tutacağı belirtilerek, Peygamberimizden sabredenleri müjdelemesi isteniyor. Bunlar sınama esnasında kararlılık gösterirler, musibetlere karşı sabrederler, bütün işle­rin akibetinin Allah'a bağlı olduğunu ilan ederek O'nun gerçek Rableri olduğunu ifade ederler. Dönüş O'nadır, mülkün egemenliği O'nun elindedir. Karşılaştıkları her musibet anında bu bilince sahip olduklarını ortaya koyarlar. Bundan dolayı yüce Allah onların bağışlanma ve merhameti hakketttiklerini, ilahi berekete kavuşacaklarını, Allah'ın yol göstericiliği ile hidayet üzere olduklarım vurguluyor.

İçeriklerine, bakacak olursak ayetlerin yeni ve bağımsız bir bölüm oluşturdukları görülecektir; konu itibariyle önceki ayetlerin akışı ile bir bağlantıları sözkonusu değil­dir. Sûrenin giriş kısmında açıkladığımız gibi bu husus Bakara sûresinde ve Medine inişli öteki uzun sûrelerde yinelenmiştir. Bununla beraber, bu bölümün müslümanlara tıitab eden, Allah'a şükretmelerini, nankörlük etmemelerini emreden, Allah'ın nimetle­rinin tamamlanacağı va'dinde bulunan ayetler grubundan hemen sonra yer almasının bir hikmeti vardır. Eğer bu varsayımımız doğruysa -ki biz doğru olmasını umuyoruz- budurumda, Medine inişli sûrelerin düzenleniş yönteminin bir Örneği ayet grublannın bir münasebetle peşpeşe sıralanıştan yani ile karşı karşıyayızdır. Ama bu varsayım, incele­mekte olduğumuz grubun Önceki ayetler grubundan hemen sonra inmiş olması ve Pey­gamberimizin emriyle buraya yerleştirilmiş olması ihtimalini ortadan kaldırmaz. [186]

 

Sabır Ve Namaz'ıa Yardım İstemek

 

"Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin..." (153-157) Müfessirler[187] yukarıdaki ayetlerin Bedir ve Uhud şehidlerinden dolayı müslümanla-rın içine düştükleri üzüntülü halini gidermek, onları teselli etmek amacı ile indiklerini söylemişlerdir. Ayetlerin akışından onların gerçekten bazı arkadaşlarını şehid veren müslümanları teselli etmek, morallerini düzeltmek üzere indikleri anlaşılmaktadır. An­cak müslümanlann Bedir savaşında zafer kazandıklarını, Allah'ın yardımıyla büyük bir sevinç yaşadıklarını, ayrıca adı geçen savaşla ilgili gelişmelerin Enfal sûresinde ele alın­dığını öte yandan Uhud Savaşı bu savaş sonrasında müslümanlann çektikleri acı veren gelişmelerin Al-i İmran sûresinde incelendiğini göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu ayetlerin sözkonusu iki savaştan biri ile ilgili olmasına ilişkin ihtimal hakkında tered-düte düşmemiz gündeme geliyor. Bize öyle geliyor ki, bu ayetler, Hicret'ten hemen son­ra ve Bedir savaşından Önce, mü'minlerle Kureyşliler arasında meydaria gelen bir çatış­mada bazı müslümanların şehid düşmeleri üzerine inmişlerdir[188]. Az sonra ele alacağı­mız gibi Bakara sûresinde bu olaylara değinen ayetler yer almaktadır.

Ayetler henüz hicret etmiş bulunan ilk mü'minleri teselli edici bir işlev görmelerinin yamsira bütün zamanlan kuşatıcı evrensel mesajlar da içermektedir.

Buna göre, müslümanlar her an için, Allah yolunda çeşitli zorluklarla, musibetlerle, meşakkatlerle, cana ve mala yönelik zaiyatlarla, yoksullukla, korku ve açlıkla karşılaşa­bileceklerinin bilinci içinde olmalıdırlar. Allah onların omuzlarına İslam davasını yükle­miştir, İslam sancağını kendilerine teslim etmiştir. Bütün insanlan sırf Allah'a kulluk et­meye güzel ahlaka, hakkı desteklemeye ve batılla savaşmaya, zulmü, azgınlığı, haksızlı­ğı bertaraf etmeye, marufu emredip münkeri yasaklamaya, gizli açık her türlü hayasız­lıktan uzak durmaya, iyilik yapmaya, şefkatli olmaya, dayanışmaya, eşitliğe, özgürlüğe ve kardeşliğe davet etmekle yükümlüdürler. Bu önemli misyonu yerine getirirlerken, başlarına gelen musibetleri hoşnutlukla, iç huzuruyla ve sabırla karşılamak durumunda­dırlar. Çünkü Allah, sabır gösterenlerle beraberdir: onlara yardım eder. Böyle bir zorluk karşısında Allah'a ibadet ederek, O'nu zikrederek, kendilerini görüp gözettiğini düşüne­rek, herhâlukârda kendilerini O'na teslim ederek yardım istemelidirler. Bu onlara mane­vi bir kuvvet kazandıracaktır; tahammül güçlerini arttıracaktır. İç huzura ermelerine yardımcı olup Allah'ın hoşnutluğuna, rahmetine, bereketine, bağışlamasına ve hidayetine mazhar olmalarını sağlayacaktır. Bu yüzden böylesine yüce bir amaç uğruna öldürüleni "Ölü" sanmalan doğru olmaz. Tersine Allah yolunda öldürülenler diridirler. Ama yaşa­dıkları hayatın mahiyetini, niteliğini kavrayamazlar.

Allah yolunda Öldürülenlerin yaşadıkları hayatın mahiyetine gelince en iyisi Kur'an'ın açmadığı bir meseleye girmemek, ne bir eksik ne bir fazla Kur'an'da anlatı­lanlarla yetinmektir. Üstelik Kur'an ayeti, insanların bu hayatı kavramalannın mümkün olmadığım dile getirmektedir. Bununla beraber, Kur'amn ifade tarzında enteresan bir işaret vardır: Allah yolunda şehid düşene "ölü" demek doğru değildir. Çünkü normal bir şekilde ölen bir kimsenin hayatla bağlantısı kesilir ve bu yüzden ona "ölü" denir. Oysa Allah yolunda şehid olanlar, sürekli olarak gayb âleminde, Allah'ın hoşnutluğundan ve bağışlanılan yararlanırlar. Bunun yanında geride kalanlar nezdinde de iyilikle hatırla­nırlar. Hiç kuşkusuz bunlar insanı Allah yolunda mücadele etmeye, hak mesajı yücelt­meye, zulme ve azgınlığa savaş açmaya teşvik eden, motive eden etkileyici olgulardır.

Ayetlerin sabır ve sabredenlere ilişkin ifadesi güçlü ve etkileyicidir. Mekke inişli sû­releri incelerken, çeşitli münasebetlerle vurguladığımız bir gerçeği pekiştirici nitelikte­dir. Demiştik ki: Kur'an-ı Kerim, mü'min ruhlara sabır meziyetini yerleştirmek, mü'minleri sabır göstermeye teşvik etmek, çeşitli zaaflardan kaynaklanan endişelerini giderip iç huzura ermelerini sağlamak, Allah yolunda hak mesaj uğrunda eziyetlere ta­hammül gösterecek karekterde olmalarını manevi zeminim oluşturmak hususunda bü­yük özen gösterir. Böylece diğer birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Mekke inişli ayetlerle Medine inişli ayetlerin paralellikleri belirginleşmiş oluyor. [189]

 

158- Şüphesiz "Safa" ile "Merve"[190]Allah'ın işaretlerin-dendir. Böylece kim Kabe'yi hacceder veya Umre yapar-sa[191] artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakın­ca yoktur'[192]. Kim de gönülden bir hayır yaparsa karşılığını alır. Şüphesiz Allah, şükrün karşılığını verendir, bilendir.

 

Ayet-i kerime Safa ile Merve arasındaki sa'yin Allah'a sunulan ibadetler kapsamın­da bir şiar olduğunu ve hac mevsiminde veya başka bir zamanda Umre amacı ile bir kimsenin bu iki tepeyi tavaf etmesinin bir sakıncasının olmadığını vurgulamaktadır. Al­lah gönülden hayır işleyenlerin, ibadet, şiar ve hayır amel hususunda istenenden fazlası­nı yapanın karşılığını eksiksiz verir. O, insanların niyetlerini ve maksatlarını bilir. [193]

 

Safa İle Merve

 

"Şüphesiz, Safa ile Merve Allah'ın ݧaretlerindendir..,"

Müfessirler[194] Safa ve Merve tepelerinin cahiliye döneminde tavaf edilen kutsal yer­ler arasında yer aldıklarını söylerler. Bunlardan birinin Üzerinde "İsaf diğerinin üzerin­de de "Naile" isimli bir put bulunuyordu. Araplar bu putların yanında kurbanlar adıyor, tavafları esnasında bu putlara el sürüyorlardı. Bazı müslümanlar, müşriklerin bu davra­nışlarından dolayı sözkonusu iki tepeyi tavaf etmenin sakıncalı olacağını düşünüyordu. Bir kısmı gidip bunun hükmünü Rasulullah'tan sorunca da yukarıdaki ayet nazil oldu. Bir diğer rivayette[195] Medinelilerin Hac için "Müşellel" adı verilen bir yerden tehlile başladıkları ve Safa ile Merve tepelerini tavaf etmenin kendilerine vacip olmadığına inandıkları belirtilir. Bİr başka rivayette[196] ise Tihamelilerin Safa ve Merve tepelerini tavaf etmediklerinden söz edilir. Bunun üzerine, Safa ve Merve tepelerini tavaf etmenin Allah'a yönelik ibadetin işaretlerinden olduğunu vurgulamak üzere yukarıdaki ayetin indiği ifade edilir.

Ayetin ifade tarzından algıladığımız kadarıyla amaç; insanları bu iki tepeyi tavaf et­meye teşvik etmek ve bunları tavaf etmenin bir sakıncasının olmadığını vurgulamaktır. Ayet-i kerimenin İslam'dan sonra sorulmuş bir soru ya da sözkonusu iki tepeyi tavaf et­mekten kaçınanların çıkması üzerine inmiş olması da ihtimal dahilindedir. Yine ayet-i kerimenin ifade tarzından algıladığımız kadarıyla Safa ve Merve tepelerini tavaf etmek, Arapların çoğu nazarında hac ve umrenin temel uygulamaları arasında yer alıyordu. Müfessirler konuya ilişkin birçok rivayet aktarmışlardır. Bunlara göre Safa ve Merve te­pelerini tavaf etmenin öncesi, İsmail ve annesinin Mekke vadisine yerleştirilmelerine dayanıyor. Bebek İsmail susayınca annnesi Safa ve Merve tepeleri arasında yavrusu için su aramaya başlar. Sonunda Allah zemzem suyunu çıkarır. Tercih edilen görüşe göre bu olay[197] Araplar arasında dilden dile dolaşıyordu. Ve yine bu söylencenin arka planında Safa ve Merve tepelerini tavaf etmenin İbrahim ve İsmail peygambere dayandığını vur­gulama amacı yattığı da anlaşılmaktadır.

Şayet Hac sûresinde hac ve umre ibadetlerini içeren ayetlerin Medine inişli oldukla­rına ilişkin görüş doğru ise bu demektir ki, yukarıdaki ayet, hac ve umre menasikini ele alan İlk ayetlerdir. Maide sûresinde de benzeri ayetler bulunmaktadır. Al-i İmran sûre­sinde yer alan bir ayette ise imkan bulan herkese hacca gitmenin farz olduğu belirtil­mektedir. Bu ayetlerin tümü Mekke'nin fethinden önce inmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, müslümanlar arasında mevsimi gelince hacca giden ya da hac zamanının dışında Mek­ke'ye gidip umre yapan kimseler vardı.

İncelemekte olduğumuz ayetle ilgili rivayetlerin birinde[198] sözkonusu ayetin Hicretin altıncı yılında gerçekleşen Hudeybiye barış antlaşmasına binaen Peygamberimizin ve müslümanlann Hicretin yedinci yılında Mekke'nin fethinden önce Mekke'yi ziyaret et­meleri esnasında indiği belirtilir; ancak ayetin bulunduğu yer, bu rivayeti doğrulama-maktadır. Çünkü ayetin, Medine döneminin başlarında indiği anlaşılmaktadır. Putpe­restlik alametlerini barındırıyor diye, Safa ve Merve tepelerini tavaf etmekten kaçınan bir müslümanın sorusu üzerine indiği böylece anlaşılmaktadır.

Tıpkı önceki ayetlerde olduğu gibi bu ayette de hitabın müslümanlara yönelik olma­sı ayetin buraya yerleştirilmesinin nedeni olabilir. Bir diğer nedeni de ayetin kendisin­den önceki ayetlerden hemen sonra inmiş olması ihtimalidir.

Hac sûresini incelerken cahiliye döneminde bilinen ve uygulanan hac ibadet ve işa­retlerinin olduğu gibi İslamda da sürdürülmesinin hikmetini açıkladık; bu yüzden orada­ki açıklamamızı yineleme ya da ek açıklamalarda bulunma gereğini duymuyoruz. [199]

 

159- Gerçekten apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve in­sanlar için Kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olan­lar; işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler.

160- Ancak tevbe edenler, kendilerini düzeltenler ve indi­rileni açıklayanlara gelince; artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.

161 - Şüphesiz inkar edip kafir olarak ölenler, Allah'ın, me­leklerin ve bütün insanların laneti bunların üzerinedir.

162- Onda süresiz kalacaklardır, onlardan azab hafifletil­mez ve onlar gözetilmezler.

 

Ayetlerde, Allah'ın indirdiği apaçık belgeler ve peygamberlerine vahiy yoluyla in­dirdiği kitaplarının içerdiği yol gösterici kanıtlan gizleyenlere yönelik oldukça sert ifa­delerle hücum ediliyor. Ancak bu tür davranışlarından tevbe edenler, hatalarını telafi edenler bu kapsamın dışında tutuluyorlar: Allah onların tevbelerini kabul eder. Ayetle­rin açık ve net ifadeler içerdiği gözlemlenmektedir.

Ayetlerin ayrı bir bölüm oluşturdukları görülmektedir. Müfessirler nüzul sebebi ile ilgili herhangi bir rivayete yer vermezler. Sadece İbn-i Abbas'a ve başkalarına dayana­rak bu ayetlerin yahudi bilginler hakkında indiğini söylemişlerdir[200]. Bir diğer grup da bu ayetlerin yahudi ve hristiyan bilginleri hakkında indiğini ileri sürmüştür; kitaplarında peygamberimizin nitelikleri ile ilgili bilgileri gizleyen ve onun risaletini inkar eden on­lardır.

Konu itibariyle doğru bir görüştür. Çünkü Ehli Kitab içinde kinlerini ve çıkarlarını yenemeyen bazı kimseler Peygamberimizin sunduğu mesaja karşı çıkmışlardır. Oysa Peygamberimizin vasıflarını, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de okuyorlardı, getirdiği kita­bın kendisinden Önceki kitapları ve peygamberleri doğruladığını tıpkı diğer ilahi dinler gibi insanları hakka çağırdığını biliyorlardı. Onun getirdiği kitabın ellerindeki kutsal ki­tapların tahrif edilmiş kısımlarını düzelttiğini de görüyorlardı. Daha önce çeşitli müna­sebetlerle değindiğimiz gibi kinlerinden soyutlanan, kişisel çıkarlarından vazgeçebilen birçok Ehli Kitab bilgini, Peygamberimize ve onun sunduğu hak içerikli mesaja inan­mıştır. İnanmayanları da yukandakine benzer hücumları hakketmiştir. Ne varki biz bu ayetlerin Özellikle yahudiler hakkında indiğini düşünüyoruz. Kıble değişikliğini konu alan ayetler grubu, önceki ayetler grubundan ayrı olarak oğullarını tanır gibi tanıdıkları gerçeği gizleyen yahudilere sert eleştiriler yöneltiyordu. Dolayısıyla eleştiriye hedef olan konunun aynılığı bizim değerlendirmemizi destekler mahiyettedir. Bu ayetlerden az sonra yemesi yasaklanan hayvanları konu alan ayetler yer alacaktır ve bir kere daha Allah'ın kitabındaki ayetleri gizleyenlere ağır eleştiriler içeren bir hücum yöneltilecek­tir. Buradan sözkonusu iki ayet grubu arasında bir bağlantı olduğu sonucu çıkarılabilir.

Bir diğer ihtimal de bu ayetlerin Safa ve Merve tepelerinin tavaf edilmesine ilişkin ayetlerden hemen sonra inmesi ve şimdiki yerine yerleştirilmiş olmasıdır.

Bu ayetler, daha önce defalarca vurguladığımız bir gerçeği pekiştiriyor: Kafirlere yönelik bu tür sert saldırılar katı kalplilikle, kör ve basiretsizlikle, imansızlıkla nitele­meler, o anki pratik durumlarını yansıtmaktadır ve bu değerlendirme, ölene kadar bu ni­teliklerini sürdürenler için geçerlidir.

İncelemekte olduğumuz bu ayetler grubu evrensel bir mesaj içermektedir: Bir alim, Allah'ın dinine ilişkin olarak sahip bulunduğu bir bilgiyi ve bir başkasının hidayetine se­bep olabilecek bir açıklamayı gizlerse, laneti hakeder. Daha sonra Allah'tan korkup tev­be ederse, yüce Allah onun tevbesini kabul eder. Ayetlerin içeriğinden ve ruhundan algı­ladığımız kadanyla Allah'ın dinine ilişkin bilgileri gizlemek, örtbas etmek küfürdür. [201]

 

163-  Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O'ndan başka ilah yok­tur; O, Rahmandır, Rahimdir.

164-  Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında gece ile gündüzün ardarda gelişinde, İnsanlara yararlı şeyler ile de­nizde yüzen gemilerde,Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda her canlıyı ora­da üretip yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.

 

Her iki ayet de açık ve anlaşılır ifadelere sahiptir. Tüm varlıkları kuşatan evrensel rahmet niteliğine sahip ulu Allah'ın birliğini vurgulamaya dönüktürler; tekliğinin ve bir­liğinin kanıtlarını içermektedirler; göklerde ve yerde yürürlükte olan evrensel yasalar sisteminin buyruğuna boyun eğmesine layık tek ilah olduğunu vurgulamaktadırlar. Ayetlerin bu amaçla sunduğu evrensel fenomenler, göz kamaştırıcı ayetler, dinleyicile­rin dikkatini çekmektedir. Ki bunların bir çoğundan büyük çıkarlar sağlamaktadırlar; ancak akıl sahipleri bu inceliği kavrayabilir.

İçerik ve amaç bağlamında, bu iki ayetin benzerleri, birçok Mekke inişli sûrede yer almıştır. Benzerlerini incelerken yeterli açıklamalarda bulunduk. Bu açıklamaları bir kez daha tekrarlamanın yararlı olacağını düşünmüyoruz.

Müfessirler[202] ilk ayetin, müşriklerin Allah'ın vasfedilmesine ilişkin talepleri, ikinci ayetin de birinci ayette yer alan açıklamanın kanıtlanmasına ilişkin istekleri üzerine in­diğini söylemişlerdir. Mekke inişli birçok ayette, müşriklerin Allah'ın varlığına, varlık-lann yaratıcısı, yönlendiricisi olduğuna, rızkın, zarar ve yararın O'nun elinde olduğuna inandıkları anlatılır. Dolayısıyla, sözü edilen rivayetlerde bulunmuş olmaları ihtimal da­hilinde değildir. Üstelik ayetlerin ifade tarzı, sözkonusu rivayetlerin çoğu ile de bağdaş­mamaktadır. Bize öyle geliyor ki, bu iki ayet, önceki ayetler üzerine yapılmış bir değer­lendirme niteliğindedir. Çünkü önceki ayetlerde Allah'ın indirdiği apaçık belgeleri giz­leyenler, küfürde ısrar edenler ateşle uyarıldılar; Allah'ın meleklerin ve bütün insanların lanetini hakettikleri vurgulandı. Dolayısıyla bu iki ayet, Allah'ın varlığına ve büyüklü­ğüne ilişkin evrensel kanıtları açıklamak ve bu ayetleri inkar etmenin ne büyük bir sa­pıklık ve beyinsizlik örneği olduğunu ifade etmek üzere inmişlerdir.

Bununla beraber, bu değerlendirmemiz bu iki ayetin, bazı insanların Allah'a ortaklar koştuklarını ifade eden bir sonraki ayetlerin girişi niteliğinde olmaları ihtimalini ortadan kaldırmaz.Bir diğer ihtimal de bu iki ayetin ve sonraki ayetlerin, ayn bir bölüm oluşturmaları ve Peygamberimizin emriyle sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmalarıdır. [203]

 

165-  İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını "eş ve ortak" tu­tanlar vardır ki, onlar bunları, Allah'ı sever gibi severler, i-man edenlerin İse Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.

166- Öyle ki o gün kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp kaçmışlardır. Artık onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar'[204]' da parçalanıp kopmuştur.

167-  O zaman uyanlar derler ki: Eğer bize bir kere daha dünyaya dönme fırsatı verilseydi muhakkak şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşırdık. "Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasret­lerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler.

 

Ayetlerde;.

 

1)  Allah'a birtakım ortaklar ve eşler koşan, bu düzmece ilahlara Allah'a tapar gibi tapan, Allah'ı sever gibi seven bazı insanlara eleştirel nitelikte işaret ediliyor.

2) Bu arada sırf Allah'a ibadet eden, bütün sevgilerini O'na yönelten mü'mİnlerden övgüyle söz ediliyor..

3)  İleride zalim müşriklerin karşılaşacakları akıbete dikkat çekilerek, bu durumda olanlar uyanhyorlar. Kıyamet günü azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin tümüyle Al­lah'a ait olduğuna kesin olarak inanacaklardır. O gün liderler, önderler tabilerinden, iz­leyicilerinden uzaklaşacaklar; onları birbirine bağlayan tüm bağlar kopanlacaktir. Lider­lerin izleyicileri, tabileri konumunda olanlar, bu durumlarından büyük pişmanlık duya­caklardır ve şimdi liderlerinin kendilerinden uzaklaştıkları gibi onlardan uzaklaşmak için bir kez daha dünyaya dönmeyi temenni edeceklerdir. Böylece tümü sapıklıkların­dan, kötü davranışlarından dolayı onulmaz bir hasret çekeceklerdir. Ateşten çıkmaları sözkonusu olmayacaktır.

Ayetlerin içeriği ve ifade tarzı Önceki iki ayetin bu ayetler açısından ön hazırlık ve önsöz olması ihtimalini güçlendirmektedir. Dolayısıyla birliğinin ve büyüklüğünün ka­nıtları tüm evrende gözlemlenebildiği halde, başkalannı Allah'a ortak koşanların beyin­sizlikleri, aptallıkları çarpıcı bir şekilde gözler Önüne serilmiş oluyor.

166. ve 167. Ayetlerin çizdikleri tablo, son derece etkileyicidir. Aynı tablo, Mekke inişli birçok sûrede yer alır. Öyle anlaşılıyor ki, bu tablo ile diğer sûrelerde ne amaçlan-mışsa, burada da aynısı amaçlanmıştır: Yani iş işten geçmeden, son pişmanlığın fayda vermediği an gelip çatmadan, ezici çoğunluğu oluşturan uyrukların, izleyicilerin, tabile-rin akıllarını başlarına devşirmelerini sağlamaktır. [205]

 

168- Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz'[206] olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o sizin İçin apaçık bir düşmandır.

169- O size yalnızca kötülüğü çirkinliği, hayasızlığı[207] ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

170- Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" de­nilse, onlar: Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz[208] şeye uyarız" derler. Peki ama ataları birşey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalarda mı?

171-  İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir­şey İşitmeyip haykıranın[209] Örneği gibidir. Oniar sağırdır­lar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremez­ler.

172-  Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizin te­miz olanlarından yiyin ve yalnızca O'na kulluk ediyorsa­nız, Allah'a şükredin.

173-  O size ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olanı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapma­mak'[210] ve haddi aşmamak[211]' şartıyla yiyebilir, ona bir gü­nah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

 

Yukarıda sunduğumuz ayetlerde hitap bir konu ile ilgili olarak, üç değişik gruba yö­neliktir. Önce, bütün insanlara hitap ediliyor. Yüce Allah'ın yeryüzünde temiz olan her şeyi kendilerine helal kıldığı vurgulanıyor, dolayısıyla bunları yemeleri isteniyor. Şeyta­nın vesvesesine ve aldatmacalarına uyup haddi aşmamalıdırlar. Çünkü şeytan onların düşmanıdır; ancak kötü, zararlı ve çirkin şeyleri telkin eder. Bir de hakikatini ve kanıtını bilmedikleri şeyler söylemek suretiyle Allah'a iftira etmelerini tavsiye eder.

Ardından kafirlere, eleştirel bir üslupla hitap ediliyor: Bunlara "Allah'ın indirdiği ayetlere uyun, Allah katından inen hükümlerin çizdiği sınırları aşmayın" denildiği za­man: "Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz geleneğe uymayı tercih ederiz" diye cevap verirler. Bunun üzerine ataları bir bilgiye bir mantığa ve hidayete dayanmıyor olsalar da mı bu tutumlarını sürdürecekler?" şeklinde bir soru ile içinde bulundukları durum tasvir ediliyor. Sonra bu durumları, çobanın sesini duyan ama ne dediğini anlamayan hayvan­ların durumuna benzetiliyor. Şu halde onlar sağırdırlar; işitemezler. Dilsizdirler; konu­şamazlar. Kördürler; göremezler.

Son olarak hitap mü'minlere yöneltiliyor. Yüce Allah'ın kendilerine nzık olarak ver­diği temiz ve helal yiyeceklerden yemeleri, O'nun nimetine şükürle karşılık vermeleri ve O'nun belirlediği sınırlan gözetmeleri istenerek bunun gerçek imanın sırf Allah'a bo­yun eğmenin belirtisi olduğu vurgulanıyor. Bunun yanısıra, kendilerine haram kılınan yiyeceklerde açıklanıyor. Leş, kan, domuz eti ve boğazlanırken üzerinde Allah'tan baş­kasının adı anılan hayvanın haram olduğu dile getiriliyor. Ama zor durumda kalıp bun­lardan yemek mecburiyetinde kalanlar istisna tutuluyorlar. Böyle kimseler zaruret sınır­larını aşmadıkça ve taşkınlık niyetine taşmadıkça günah işlemiş sayılmazlar. Allah bu tür durumlarda bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Ayetler bağımsız bir bölüm gibi görünüyor; ancak bu bölümden önceki ayetlerin sa­hip oldukları Allah'ın dinine ilişkin bilgileri gözleyenlere yönelik eleştiriler ve lanet içermesi; arkasından gelen bölümün de Allah'ın indirdiği ayetleri gizleyenlere ve elle­rindeki Allah'ın kitapları hususunda birbirleriyle çekişen, ihtilafa düşen Ehli Kitab'a yönelik eleştiriler içermesi, bu bölümle Öncesinde ve sonrasında yer alan bölümler arasın­da bir bağlantının olduğunu söylememizi kolaylaştırıyor.

Bazı müfessirler[212] 168. ayetin adanmış hayvanların etini yemeyen Araplar, 170. ayetin de bazı yahudİler [213]hakkında indiğini söylemişlerdir. Ayetlerin tümü arasındaki uyumu gözönünde bulundurduğumuz zaman, tümünün aynı olay hakkında indiklerini düşünüyoruz. Olay da 170. ayette anlatılanlardır. Mesele genel anlamda kafir Arapların kimi hayvansal yiyeceklere ilişkin gelenekleriyle ilgilidir. Ayetlerden anladığımız kada­rıyla Peygamberimizle bu kafirler arasında yüz yüze bir tartışma yaşanmıştır. Buna göre ilk ayet sahneye giriş niteliğindedir. 172. ve 173. ayetlerde ise mü'minlere yönelik bir değerlendirme yapılıyor. Bağlı olmaları gereken sınırlar belirleniyor. Bu bölümdeki ayetlere benzer ayetler En'am ve Nahl sûrelerinde de yer almıştır. En'am 134 ve 135. ayetlerde Peygamberimizle müşrik kafirler arasında yaşanan bir tartışma canlandırılı­yor. Nahl 112-117. ayetlerde ise hitap mü'minlere yöneliktir; bir bilgiye dayanmaksızın şu helaldir, şu haramdır demelerini yasaklıyor ve Allah'a karşı yalan söyleyenleri uyarı­yor. Öyle anlaşılıyor ki, böyle bir sahne, Peygamberimizle kafirler arasında da yaşan­mıştır. Bu münasebetle yüce Allah, yukarıdaki ayetleri indirmiştir. Yahudilerin, sahne­de kışkırtıcı bir rol üstlenmesi de uzak bir ihtimal değildir. Biraz sonra ele alacağımız ayetlerde ve bir önceki bölümü oluşturan ayetlerde buna ilişkin ipuçları yakalamak mümkündür. Dolayısıyla yahudilerin Kur'an'da yer alan yasaklara tanıklık etmeleri is­tenmiş olabilir. Çünkü aynı şeyler onlann dinlerinde de haramdır. Ama öyle anlaşılıyor ki, yahudiler şahitlik etmemişlerdir. İlginç bir diğer husus da En'am ve Nahl sûrelerin-deki ilgili bölümlerin her ikisinin de yahudilere haram kılınan yiyeceklerin zikredildiği bölümlerden sonra yer almış olmalarıdır. Adı geçen sûreleri incelerken, bu hususu ay­rıntılı biçimde ele aldık.

En'am ve Nahl sûrelerini tefsir ederken, bu bağlamda ilgili ayetlerin kapsadığı önemli direktifleri evrensel mesajları irdeleme ve değerlendirme imkanım bulduk; bun­ları bir kez daha tekrarlama gereğini duymuyoruz. Bu noktada 171. ayetin kafirlere iliş­kin olarak çizdiği tabloya, duydukları sesleri anlamayan hayvanlara benzetilişlerine, hak, akıl ve yapıcılık namına herhangi bir dayanağı bulunmayan ataların mirasına sıkı sıkıya sarılmalarından dolayı maruz kaldıkları eleştiriye dikkat çekmek istiyoruz. Bu tablo, bu tasvir ve bu eleştiri son derece etkileyici, evrensel mesajlar vermektedir. Sırf eskidir diye batıl geleneklere sarılmanın, yeni olanın içerdiği hakkı ve yol göstericiliği görememenin yanlışlığını çarpıcı ve somut bir örnekle gözler önüne sermektedir.

Bu tablo Mekke inişli birçok sûrede olduğu gibi Medine inişli başka sûrelerde de canlandırılmışım Bu şekilde sık sık tekrarlanmasının hikmeti en başta bu tür davranışlann ve rçünasebetlerin gündeme gelmesi; ikincisi, konunun arzettiği önemdir. İslam çağ­rısının geniş ufukluluğunu ve her gün yenilenebilen canlılığını yansıtmaktadır. İslamın öngördüğü ve izleyicilerine telkin ettiği hedef haktır, ıslah ve hidayettir. İslam eski veya yeni oluşuna bakmadan akla ve mantığa uygun olanları benimser. [214]

 

174- Allah'ın İndirdiği kitaptan bir şeyi göz ardı edip sak­layanlar ve onunla değeri az bir şeyi satın alanlar, onların karınlarına ateşten başka birşey koymuyorlar. Allah Kıya­met günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır.

175- Onlar hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşı­lık azabı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklı-dırlar[215].

176-  Bu Allah'ın kitabı şüphesiz hak olarak indirmesidir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise uzak bir ayrılık içindedirler[216]'.

 

Ayetlerin ifadeleri açık ve anlaşılırdır. Yüce Allah'ın indirdiği kitaplarındaki ger­çekleri gizleyenlere yönelik sert eleştiriler içermektedirler. Onlar bu karşıtlıkları ile, ay­rılıkları ile haktan uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Çünkü Allah'ın hak yolu, ay­rılığa, çekişmeye ve sürtüşmeye tahammül etmez.

Müfessirler ayetlerin Peygamberimizin Tevrat'ta yazılı niteliklerini inkar eden ya-hudi din adamları hakkında indiğini söylemişlerdir. Bize öyle geliyor ki, bu ayetler ön­ceki bölümden bağımsız değildir. Ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla bazı ya-hudi din adamları Kur'anın bildirdiği haramların hak olduğuna şahitlik etmeye çağırıl­mış ama onlar kanıttan daha sağlam ve inandırıcı olmaya yönelik bu çağrıya uyup şahit­likte bulunmamışlardır. Dolayısıyla kitaplarındaki hakkı gizleyerek müşrik kafirlerden yana tavır koymuşlardır. Oysa kendi kitapları, bu hususta Kur'an'ı onaylamaktadır. On­lar bu gerçeği gizlemek suretiyle, Kur'an mesajını etkisiz hale getirmeyi, zihinleri bu­landırmayı amaçlamışlardı. Bu yüzden yukarıdaki eleştirileri ve ürkütücü uyanları hak-ettiler.159-162. Ayetler bağlamında işaret ettiğimiz mesajlar ve evrensel direktifler, bu ayetler için de hem daha güçlü ve daha etkileyici bir şekilde geçerlidir. Ayetler üzerin­de durup düşünüldüğünde bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır. [217]

 

177-Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz İyilik'[218] de­ğildir. Ama iyilik, Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağ­men'[219], onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmı­şa, isteyip dilenene ve kölelere'[220] veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gös­terenler ile zorda, hastalıkta'[221] ve savaşın kızıştığı zaman-larda'[222] sabredenlerin davranışıdır. İşte bunlar doğru olan­lardır ve muttaki olanlar da bunlardır.

 

Ayetler açık ve anlaşılır bir ifade tarzına sahiptir. Kitap doğrudan muhatap olan din­leyicilere yöneliktir; ayetlerin akışından anladığımız kadarıyla bunlar da mü'minlerdir. Deniliyor ki: İyilik; yüzlerin doğuya veya batıya çevirilmesi değildir, asıl iyilik, ayette de zikredildiği gibi, Allah'a ahiret gününe, meleklere, Allah'ın kitaplarına ve peygam­berlerine inanmak ve malı çeşitli ihtiyaç sahibi gruplara dağıtmak, namazı dosdoğru kıl­mak, zekat vermek, ahitlere bağlı kalmak, savaş meydanındaki ve sair zamanlardaki zorluklara, meşakkatlere ve musibetlere karşı sabır göstermektir. Bu niteliklere sahip olanlar, muttaki-sadıklar (doğrular)dir.

Müfessirlernden[223] bazıları sahabelerden ve tabiinden bazılarına dayanarak bu ayetle­rin yahudiler ve hrıstiyanlar hakkında indiğini söylemişlerdir. Çünkü yüzlerini doğuya ve batıya çeviren ve Mescid-i Aksa veya Mescid-i haram'a dönerek namaz kılan müslü-manların zihinlerini bulandırmaya çalışanlar onlardı. Bazı müfessirler[224] ise tabiin ule­masından bazısına dayanarak, bu ayetlerin özellikle yahudiler hakkında indiğini söyle­mişlerdir. İkinci rivayet daha dikkate değerdir. Çünkü konuya ilişkin olarak elimize ula­şan rivayetlerde sadece yahudilerin kıble değişikliğinden dolayı çeşitli dedikodular yay­dıklarından, zihinleri bulandırmaya çalıştıklarından söz edilmektedir.Bu ayeti izleyen ayetlerde yeni konular ele alınıyor. Dolayısıyla birinci derecede ya­hudiler ekseninde gelişen önceki bölümlerle bir bağlantıları sözkonusu değildir. Önceki bölümlerde sadece 153-158. ayetlerde, mü'minlerin inançlarının pekiştirilmesi amaçlan­mıştı, yamsıra Safa ve Merve tepeleri arasındaki tavaf ele alınmıştı. Bu nedenle incele­mekte olduğumuz ayet-i kerime 4O.ayetten itibaren başlayan uzun bir silsilenin sonu ni­teliğindedir. Bu kıssalar zincirinin çeşitli halkalarında yahudilerin İslam çağrısına karşı takındıkları olumsuz tavırları zihin bulandırma amaçlı girişimleri ele alınmış, ilk kuşak yahudileriyle son kuşak yahudileri arasındaki tavır ve tutum benzerliğine dikkat çekil­mişti. Bu da yaklaşık olarak Bakara sûresinin üçte birini oluşturmaktadır. Sözünü ettiği­miz bu kıssalar zincirinde Medine döneminin başlarında Peygamberimizle yahudiler arasındaki mücadele aşamalarından birine ilişkin tabloları izleme imkanını bulduk. Tar­tışma, münazara, eleştiri ve uyarı ağırlıklı bir aşamadır bu. Ayetlerin ve kıssaların akı­şından, yahudilerin İslam çağırsına karşı güçlü bir karşı propaganda kampanyasını yü­rüttükleri anlaşılmaktadır, Bu arada Kur'an-ı Kerim'in bu tür girişimleri boşa çıkarma­sını kurdukları tuzakları başlarına geçirmesini, Arap dünyasında yahudilerin yararlan­dıkları kültürel, dini, siyasi ve mali güç odaklarım darmadağın edişini ibretle izledik. Bundan sonra inen sûrelerde, buna benzer tabloları görmek mümkündür. Son derece tehlikeli ve düşmanca girişimleri tasvir eden tablolar da gündeme getirilmektedir. Bun­lar neticesinde savaşlar meydana gelmiş ve Allah peygamberini ve mü'minleri onlara karşı galip getirmiştir. Bunu izleyen süreçte Medine yahudilerden temizlenmiş, Medine döneminin altıncı yılının sonuna doğru yahudilerin diğer bölgelerdeki güçleri de kırıl­mıştır. İleri de yeri geldikçe bu gelişmelere de temas edeceğiz. [225]

 

İyilik Doğuya Ve Batıya Yönelmek Değildir

 

"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir..."

İncelemekte olduğumuz bu ayet-i kerime, Kur'an'm kuşatıcı, kapsamlı bölümlerin­den birini oluşturmaktadır. Son derece etkileyici ve güçlü bir ifade tarzıyla İslam çağrı­sının imani, sosyolojik ve ahlaki hedeflerini vurgulamaktadır. Kuşkusuz bu hedeflerin büyük çoğunluğu veya tamamı çeşitli Üsluplarla, Kur'anın Mekke'de inen kısmında da dile getirilmiştir. Bu da Mekke inişli ayetlerle, Medine inişli ayetler arasındaki uyumun bir Örneğidir. Bu ayette, Özellikle bir hususun altı çiziliyor. Buna göre İslam çağırışının öz ve gerçek hedefi araz ve biçim değildir; İslam çağrısının asıl hedefi, imanda doğru­luk, amelde samimiyet, Allah'a ve insanlara karşı olan yükümlülükleri içtenlikle yerine getirme, ahde vefa, zorluklara karşı sabır, cihadda metanet, mal ve can hususunda öz verili davranmadır. İşte İslam çağrısının canlılığı, büyüklüğü, evrenselliği ve ölümsüz­lüğü, kalıcılığı buradan kaynaklanmaktadır. [226]

 

178-  Ey İman edenler, Öldürülenler hakkında size kısas[227] yazıldı'[228]. Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin lehine, maktulün kardeşi tarafından bağışlanırsa artık yapılması gereken örfe uymak ve maktu­lün velisine güzellikle diyet ödemektir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra teca­vüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır.

179-  Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umu­lur ki sakınırsınız.

 

Her iki ayette, hİtab müslümanlara yöneliktir. İlk ayette aralarında baş gösteren adam öldürme olaylarında kısas hükmünün bir zorunlu farz olarak uygulanması gerekti­ği dile getiriliyor. Buna göre özgür maktule karşılık özgür katili, köle maktule karşılık köle katili ve dişi maktüleye karşılık dişi katileyi öldürmek gerekir.

Bu arada maktulün velisi tarafından gelebilecek bir bağışlamanın geçerli olduğu vur­gulanıyor. Böyle durumlarda nasıl davranılacağı gösteriliyor. Şayet maktulün velisi ka­tili bağışlarsa, yapılacak şey hakka ve iyilik ölçülerine riayet etmektir. Katilin yakınları Örfe uygun olarak diyet ödemek durumundadırlar. Yanısıra bu uygulamanın yüce Al­lah'ın müslümanlara yönelik rahmetini yansıtan bir hafifletme olduğu belirtiliyor. Böyle bir uygulamayı istismar edip, başkalarına tecavüz edenlere de sert bir uyan yöneltiliyor, ikinci ayette ise; kısas hükmünün hikmeti açıklanıyor. Kisasm toplum için hayat demek olduğu vurgulanıyor. Çünkü Allah'tan sakınmanın zulümden, haksızlıktan ve kan dök­meden kaçınmanın en etkili, en caydırıcı yaptırımıdır kısas. Ayetin sonunda akıl sahip­lerine hitabediliyor. Çünkü akıl sahipleri bu hükmün hikmetini kavrayabilir, gereklerini pratikte uygulayabilirler.

Her iki ayet aynı bir bölüm olarak çıkıyor karşımıza; önceki bölümlerle bir ilgileri farkedilmiyor. Dolayısıyla iki ayetin önceki bölümden hemen sonra inmiş olmaları ve Peygamberimizin emriyle buraya yerleştirilmiş olmaları ihtimali son derece güçlüdür. [229]

 

Kısas

 

"Ey iman edenler size kısas yazıldı..."

İncelemekte olduğumuz ayetlerin iniş sebepleri ile ilgili olarak birçok rivayet akta­rılmıştır. Bu rivayetlerden birine göre cahiliye döneminde iki Arap kabilesi arasında kan davası güdülüyordu. Bu kabilelerden daha güçlü olanı, düşmanlarının Öldürdüğü bir kö­leye karşılık, özgür bir insanı, Öldürdüğü bir kadına karşılık bir erkeği, öldürdüğü bir özgür insana karşılık iki özgür insanı öldürmeye and içmişti. Kendi tarafından yarala­nanlar için de normalden bir kat fazla diyet istiyordu. Daha sonra her iki kabile de müs-lüman olunca Peygamberimizi aralarında hakem tayin ettiler. Bunun üzerine sözkonusu iki ayet indi. Bir diğer rivayete göre cahiliye döneminde Arap toplumu, çeşitli sınıflara bölünmüştü. Şerefliler, kısasta aşın gidiyor, daha az şerefli ve daha zayıf sınıflara göre kat kat fazla diyet alıyorlardı. Bazı Arap kabileleri bu uygulamayı Peygamberimize aç­tılar. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler indi. Bir diğer rivayete göre yahudiler kısas uy­gularlardı; şeriatlarında katilin bağışlanması hükmü yoktu. Hristiyanlarsa, kısas hükmü­nü uygulamazlardı. Bu iki ayet, İslam'ın orta yolu ön gören hükmünü açıklamak üzere inmiştir.

Konuya ilişkin rivayetlerden birine göre, Arap kabilelerinden birine mensup bir adam bir başka kabileden bir köle tarafından öldürülünce, karşılığında köleyi öldürme­ye razı olmazlardı, mutlaka efendiyi Öldürmeyi isterlerdi. Başka kabilelerden bir kadın, kendi kabilelerinden bir adamı öldürdüğünde kadını öldürmez, onun yerine kabilesin­den bir adamı Öldürürlerdi[230].

İlk ayetin içeriği Araplarla ilgili olarak aktarılan iki durumdan birisi hakkında inmiş olması ihtimalini güçlendiriyor. Özellikle son rivayette kan davasının halli için Rasulul-lah'a başvurulmasına ilişkin olarak yapılan açıklamalar, bu değerlendirmeyi pekiştirici niteliktedir.

Özel bir durumla ilgili oluşlarını göz ardı etmemekle beraber iki ayetin akışından genel bir yasama benzeri tüm durumlarda uygulanan bir hüküm olarak indikleri anlaşıl­maktadır. Eğitsel ve yasama nitelikli ayetlerin çoğu için aynı durum geçerlidir.

ilk kez bu iki ayette, hayati meselelere ilişkin yasama ve kanun koyma özelliği ön plana çıkıyor. Bu Medine dönemine özgü bir durumdur. Bu tür meselelerle ilgili olarak Mekke inişli ayetlerde yer alan emir ve yasaklar daha çok teşvik, öğüt, azar, uyarı ve eleştiri niteliğindeydi. Nedeni ise, açıktır. Müslümanlar, Mekke'de azınlık konumun-daydılar. Kanun koymaya, yasal hükümler uygulamaya imkan yoktu. Medine dönemin­de durum değişti. Orada müslümanlann sayısı arttı. Aralarında hayati meselelerle ilgili sürtüşme ve çekişme vakıalarında da bir artış gözlendi. Peygamberimiz (s) bu ortamda hem başkan hem komutan hem de yargıç konumundaydı. Hayat dal budak salmış, konjonktüre uygun olarak yasalar koymak zorunlu hale gelmişti. İhtiyaçlara cevap vermek, fetva sormalar, bilgi edinmeler ve başvurular üzerine sorunları çözücü hükümler bildir­mek kaçınılmazdı.

Burada önemli bir hususa dikkat çekmek gerekir. Medine döneminde hayatın çeşitli meseleleri ile ilgili olarak inen birçok yasama nitelikli ayetlerin içerdiği hükümler daha önce Mekke döneminde emir, nehiy, azar, teşvik uyarı ve müjdeleme şeklinde inmiştir. İsra, En'am ve Furkan sûrelerinde, haksız yere adam Öldürmeden sakındırma, maktulün velisine kısas hakkını tanıma ile ilgili ifadeleri buna örnek gösterebiliriz. Hz. Peygam­ber ve Kur'an'a karşı duydukları onulmaz kinin etkisiyle: "İslam'ın iki döneminin dave­ti ve hedefleri arasında çelişki vardır" diyenlere verilmiş bir cevaptır bu. Dolayısıyla Medine döneminde başvurulan yöntem, Mekke inişli ayetlerde ifadesini bulan ilke ve hükümlerin pratikte uygulanması şeklindedir. Hiç kuşkusuz bunda da bütünüyle hikmet, hak, doğruluk ve hayatın gerekleri gözetilmiştir. Aynı zamanda bu, iki dönemde inen Kur'an ayetleri arasında tam bir uyum olduğunu gösteren somut bir örnektir.

Müfessirler incelemekte olduğumuz bu iki ayetin açıklaması bağlamında, taammü­den adam öldürmenin hükmü hakkında çeşitli görüşler sunmuşlardır. Bu mesele fıkıh bilginlerinin alanına girmektedir. Onlar da Kur'an ayetlerine ve Peygamberimizin hadis­lerine dayanarak değişik izahlarda bulunmuşlardır. Burası fıkhı ayrıntılara girmenin, ko­nuyu detaylandirmanın yeri değildir. Fakat biz yine de meseleyi özetlemeye çalışalım: İslam şeriatının ön gördüğü hüküm, başta incelediğimiz En'am ve İsra sûrelerinin (151-33) ayetleri ve Buhari, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud tarafından rivayet edilen şu hadi­se dayanmaktadır: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik eden müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç durumda helal olur: Bir cana kar­şılık olmak, evliyken zina etmek ve dinden dönüp cemaati terketmek[231]. Bir diğer hadis­te ise şöyle buyuruluyor: Bütün müslümanlann kanı eşittir[232]. Buna göre, özgür müslü­man bir kadına karşılık, özgür müslüman bir erkeği öldürmek caiz olduğu gibi bunun tersi de caizdir. Müslüman bir köleye ve müslüman bir cariyeye karşılık hür bir müslü­man erkek ve hür bir müslüman kadın öldürülebilir. Bir zımmiye ve bir anlaşmalıya kar­şılık bir müslümanın Öldürülmesi, ayrıca bir kişiye karşılık bir topluluğun öldürülmesi hususu ihtilaflıdır. Bununla beraber çoğu fıkıhçı olumlu görüş belirtmiştir.

Burada incelemekte olduğumuz ayetlerden ilkinin hükmünde bir değişikliğe gidildi­ği göze çarpmaktadır. Nitekim bazı müfessirler[233] "cana can" ifadesini içeren "Maide 45" ayetinin incelediğimiz iki ayetten ilkini değiştirdiğini ya da neshettiğini söylemiş­lerdir.

Maide sûresinin ilgili ayetinde yüce Allah'ın Tevrat'ta, İsrailoğulları'na kısas hükmünü öngördüğü anlatılmaktadır: "Biz onda, onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık da kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar, zalim olanlardır" (Maide 45). Bunu izleyen ayetlerden algıladı­ğımız kadarıyla bu ayetin içerdiği hükümler, müslümanlar için geçerli bir şeriat değil­dir. "Bizden öncekilerin şeriatı, bizim için de geçerlidir" teorisini kabul etmek mümkün değildir. Yeri geldikçe izah edeceğimiz gibi bunu sözkonusu ayetlerden çıkarıyoruz.

Anladığımız kadarıyla, incelemekte olduğumuz ayetlerin ilki, belli şekillerde ortaya çıkmış bir kan davası sorununu çözüme kavuşturmak üzere inmiştir. Bu aynı zamanda benzeri her sorunun için, çözümleyici bir yasamadır. İkinci ayet ise bir açıdan yasama­nın hikmetini kapsıyor, bir diğer açıdan da hüküm nitelikli genel bir ilkeyi vurguluyor. Kastedilen hikmet kısastaki yararların açıklanmasıdır. Bu da son derece etkileyici bir ifadeyle dile getirilmiştir: "Kısasta sizin için hayat vardır". Genel hüküm nitelikli ilke ise şudur: "Taammüden adam öldürme suçunu kısash cezalandırma..." Bu bakımdan ilk ayetin hükmünde bir değişikliğe gidilmiştir. Yani mutlak ve genel bir yasama şekline sokulmuştur. Yukarıda sunduğumuz hadiseler de bu değerlendirmeyi pekiştirici nitelik­tedir.

Hiç kuşkusuz kısasla, katili bağışlama ilkeleri arasında bir çelişki yoktur. Çünkü ka­tili bağışlama, maktulün velisine bağlı özel bir durumdur. Buradaki hüküm nitelikli ilke tümden devre dışı bırakılıyor değildir. Tersine hüküm diyet ve bedelle yer değiştiriyor.

Ayetlerin ilkinde, bağışlama durumuna değinilirken oldukça etkileyici bir mesaj ve­riliyor: Allah eğer adam öldürmede bağışlamaya izin vermişse, bu O'nun rahmetini yansıtan bir cezayı hafifletmedir. Müslümanların bu ruhsatı, istismar etmeleri kötüye kullanmaları doğru değildir. Gerekeni hak ve iyilik çerçevesinde yerine getirmekle yü­kümlüdürler. Öte yandan bağışlamanın mubah olduğuna ilişkin ifadenin gönül okşayıcı nitelikte oluşu, olayların doğal seyriyle uyum içinde hareket etme, insanlann değişik or­tamlardaki farklı durumlarını gözetme ile ilgili bir mesaj vermektedir. Hiç kuşkusuz ib­retle üzerinde durulması gereken bir husustur bu. [234]

 

180- Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman[235]', eğer geri­de bir hayır'[236] bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akraba­ya maruf bir tarzda vasiyette bulunması Allah'a karşı gel­mekten sakınanlara bir hak olarak size yazıldı.

181-  Bundan böyle kim onu. işittikten sonra değiştirirse, günahı elbette onu değşitirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Al­lah, işitendir, bilendir.

182-  Bunun yanında, kim vasiyet edenin haksızlığa eğilim göstereceğinden'[237] ya da günaha gireceğinden korkup da ikisinin arasını bulup düzeltirse, artık ona günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

 

Ayetlerde, ölümü yaklaşan her müslümanın şayet çok miktarda mal bırakıyorsa, an­ne babaya ve akrabalara vasiyette bulunmasının farz olduğu ifade ediliyor. Bu arada hiç kimseye haksızlık etme eğilimi göstermeksizin adalette uygun bir şekilde vasiyette bu­lunulmasının gereğine dikkat çekiliyor. Vasiyet edenin sözlerini saptıran, değiştiren, gizleyen ya da çarpıtan kimselere de sert uyarılar yöneltiliyor. Vasiyetle ilgili kimselerin arasının düzeltilmesine ilişkin bir teşvik ifadesi de yer alıyor. Bir müslüman vasiyet edenin haksızlığa eğilimli olduğunu günah ya da zulüm işlemek üzere olduğunu gördü­ğü zaman yapıcı bir tavırla buna engel olmalıdır.

Bu ayetler de tıpkı önceki ayetler gibi yasama üslubuna sahip yeni ve ayrı bir bölüm niteliğindedir. Görebildiğimiz kadanyla müfessirler ayetlerin nüzul sebepleri ile ilgili olarak herhangi bir rivayet aktarmış değildirler. Ayetlerin akışından algıladığımız kada­nyla, babalar ve bazı akrabalar için mirasta belli ve karara bağlanmış bir pay tesbit edil­miş değildi. Bu yüzden sözkonusu kişiler haksızlığa ve mirastan yoksun bırakılma mu­amelelerine maruz kalabiliyorlardı. Dolayısıyla, bu ayetler de bu tür bir münasebet üze­rine inmiş olabilirler. Bize öyle geliyor ki bu ayetler, Nisa süresindeki mirasla ilgili ayetlerden önce inmişlerdir. Çünkü Nisa sûresinin ilgili ayetlerinde, babaların kardeşlerin ve kızların mirastaki paylari belirlenmiştir. Burada vahyin aşamalı inişine ilişkin bir tablo ile karşı karşıyayız.

Bu bölümün kısasla ilgili bölümden hemen sonra inmiş olması ve buraya yerleştiril­miş olması ihtimal dahilindedir. Bir diğer ihtimal de benzer yasal gerekçelerle birbirle­rini izleyecek şekilde yerleştirilmiş olmalarıdır. [238]

 

Vasiyet Üzerine

 

Müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir[239]. Peygamberimizin ashabına ve tabiin ulemasına dayanarak, ayetlerin neshi bağlamında değişik görüşler benimsenmiştir. Bazı bilginlere göre, Nisa sûresinin ilgili ayetleri ve Peygamberimizin "Allah her hak sahibi­ne hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur"[240] hadisi bu ayetleri neshctmiştir. Diğer bazı bilginlerse ayetlerin neshedilmediklerini, hükümlerinin geçerli olduğunu söylemişlerdir. Bir gruba göre vârislere ilişkin ayetlerle Peygamberimizin konuya iliş­kin hadisi, sadece vârisler içinde iki gruba ilişkin vasiyet hükmünü neshetmişlir, diğer akrabalarla ilgili vasiyet hükmü yürürlüktedir. Görüldüğü gibi bu sonuncu görüş daha dikkate değerdir. Varislerle ilgili ayetlerin inişinden sonra da vasiyet hükmünün devam ettiğini gösteren sağlam ipuçlarından biri bu ayetlerde, ölünün vasiyetinin yerine getiril­mesinin, borçlarının ödenmesinin, mirasın paylaşımından önce bir zorunluluk olduğuna ilişkin uyanların sık sık yinelenmesidir. Nitekim birçok akrabalar vardır ki, kimi zaman mirastan pay alamazlar. Ölünün erkek çocuklarının ve babasının olması durumunda kardeşle, ölünün amcalarının bulunması durumunda torunlar ve baba ve oğul gibi yakın akrabalann bulunması durumunda amcalar, halalar, dayılar ve teyzeler mirastan yoksun kalırlar.Bu bakımdan ilk ayetin ifadesi oldukça etkileyicidir; öyle ki vasiyet Allah'tan kor­kanlar üzerinde yerine getirilmesi gereken farz bir görev olarak öngörülüyor.

Buharı, Müslim, Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadiste şöyle bu-yuruluyor: "Torunda vasiyet edeceği bir şey varsa, müslüman bir kişinin vasiyetini yaz-maksızın iki gece üst üste sabahlaması doğru değildir[241].

Tabrasi ilgili ayetleri tefsir ederken, bu bağlamda şöyle bir hadise yer verir: "Kim vasiyet etmeden ölürse, cahiliye üzere ölmüştür". Bir diğer hadiste ise şöyle buyurulu-yor: "Kim vasiyet etmeden ölürse, cahiliye üzere ölmüştür". Bir diğer hadiste ise şöyle buyuruluyor: "Kim ölüm anında güzel bir vasiyette bulunmazsa, kişiliğinde ve aklında noksanlık vardır". Hz. Ali'den şöyle bir hadis rivayet edilir: "Ölüm döşeğindeyken ya-kınlan için vasiyette bulunmayan kimse, amellerini günahla neticelendirmiş olur".

Taberi, Tabiin ulemasından Dahhak'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Ölüm döşeğin-deyken yakınları için vasiyette bulunmayan kimse, amellerini günahla neticelendirmiş olur". Ardından şunu dediğini aktarır: Şayet vasiyet edeceği akrabaları yoksa müslüman fakirler için vasiyette bulunsun.

Bu ifadeler, son derece etkileyicidir. Servetin dağılımını, sırf vârislerin ellerinde bi­rikmemesini öngörmekte ve insanlar iyilik yapmaya akrabalara iyi davranmaya teşvik edilmektedir.

Ayet-i kerimenin ön gördüğü bu yükümlüğün sınır ile ilgili olarak birçok hadisi riva­yet edilmiş, çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan biri de beş sahih müsned yazarı tarafından rivayet edilmiş şu meşhur hadisti: Sa'd b. Ebi Vakkas Peygamberimize şöyle der: "Benim malım çoktur. İki kızımdan başka da mirasçım yoktur. Bütün malımı baş­kalarına vasiyet edeyim mi?" Peygamberimiz: "Hayır" der. Sa'd: "Üçte ikisini?" der. Peygamberimiz: "Hayır", cevabını verir. Sa'd: "Üçte birini vasiyet edeyim mi?" diye sorar. Peygamberimiz: "Evet. O bile çoktur. Senin mirasçılarını zengin olarak bırakman, başkalarına el açan yoksullar olarak bırakmandan daha hayırlıdır" cevabını verir[242]. Müslim, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayet ettiği bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Adamın biri ölmek üzereyken altı kölesini azat etti. Bundan başka da malı yoktu. Pey­gamberimiz, köleleri yanma çağırdı. Üç eşit gruba ayırarak aralarında kura çekti ve sa­dece iki tanesini azad etti. Adama da ağır sözler söyledi[243]. Bu da gösteriyor ki, Pey­gamberimiz sadece malın üçte birini vasiyet edilmesine izin vermiştir. Bu hadisten, kö­lelerin mal olarak algılandığını ve Peygamberimizin köle azad edilmesine karşı çıkma­dığını anlıyoruz. O, bu konuda en güzel ve ideal örnektir. Ayrıca ona inen Kur'an'da çe­şitli münasebetlerle, köle azad edilmesini teşvik eder. Dolayısıyla bu hadisteki mesaj, adamın vârislerine acıma bağlamında değerlendirilmelidir. Öte yandan Rasulullah asha­bından ve tabiinden çeşitli görüşler rivayet edilmiştir. Bu rivayetlerden birine göre Hz. Ali hasta yatağında olan amcazadelerinden birini ziyarete gider. Adam: "Bütün malımı vasiyet etmek istiyorum" der. Hz. Ali :"Hayır vasiyet etme. Çünkü senin vasiyet edecek kadar malın yoktur, der. Adamın malının değeri yedi yüz veya dokuz yüz dinar arasın­daydı. Bir diğer rivayete göre adamın biri dört yüz dinar değerinde olan tüm malını sa­daka olarak vasiyet etmek ister. Hz. Aişe: "Bunda bir fazilet görmüyorum" der. Öyle anlaşılıyor ki, adam bu konuda Hz. Aişe'den fetva istemiştir.

Bir rivayete göre Tabiin ulemasından Katade "eğer geride bir hayır bırakmışsa" cümlesini "bin dirhem ve yukarısı" şeklinde yorumlamıştır[244]. Bu da demektir ki, ayetin orjinalinde geçen "hayır" kelimesinden maksat, çok maldır. Yani, geride bırakılan maİ, yasal varislerin payı karşılandıktan sonra muhtaç ve yoksullara da bir miktar verilebilecek oranda olmalıdır. Son derece hikmetli bir değerlendirmedir bu. Buna göre, vasiyet edenin vasiyet etmek durumunda olduğu mal, geride bıraktığı malın üçte biri oranını aş-mamahdır. Peygamberimizden rivayet edilen ikinci hadis müslümanlann emirlerinin ve kadılarının malın üçte birinden fazlasının vasiyet edilmesine engel olmaya yetkili ol­duklarını ifade etmektedir.

İkinci ayette, vasiyeti değiştirenlere ya da uygulanmasına engel olanlara yönelik bir uyarı yer almaktadır. Çünkü bu tutum, kazanılmış hakkı inkar ve hayra ve iyiliğe engel olma anlamına gelir. Mal sahibinin malını vermek istediği kişiye malın ulaşmasını en­gellemek demektir.

Üçüncü ayetin akışından ve oluşturduğu atmosferden, vasiyet edenin yasal mirasçı­larına zarar vermesinin, bazısına ayrıcalıklı davranmasının engellenmek istendiği anla­şılmaktadır. Kuşkusuz, bunda da derin bir hikmet ve hak prensibi öngörülmüştür. Tefsir bilginleri[245] şunları örnek vermişlerdir: Babanın, oğullarından birinin çocuğuna, babası hayattayken vasiyet etmesi ya da kadının kızlarından birinin kocasına vasiyette bulun­ması. Çünkü her iki durumda da mal torunun babasına ya da annesine dönecektir. Oysa her ikisi de yasal varislerdir. Onlar için ayrıca vasiyette bulunmak caiz değildir.

Taberi, zarar amaçlı vasiyetin caiz olmadığına ilişkin olarak İbn Abbas'tan bir görüş rivayet eder. Ayrıca Katade'den emir sahibinin zarar amaçlı vasiyete müdahale edip hak ve adalet sınırlarına çekebileceğine ilişkin bir görüş aktarır. Nitekim ikinci ayetin son fıkrası, zarar vermeyi amaçlayan ya da böyle yapmasından kuşkulanılan kişinin vasiye­tine müdahale edip ıslah etmeyi teşvik edici niteliktedir. Hiç kuşkusuz, bunun altında da derin bir hikmet yatmaktadır. Çünkü bu sayede zarara engel olunmuş ve yararlı, hayırlı olanın gerçekleşmesine imkan sağlanmış olur. Tefsir bilginleri, emir sahiplerine verilen bu yetkinin, vasiyette bulunanın ölümünden sonra da geçerli olduğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirme yerindedir. Nitekim "ona bir günah yoktur" cümlesi de bunu pekiştir­mektedir. Çünkü ikinci ayette, vasiyeti değiştiren aracılara yöneltilen uyarının ıslah amaçh müdahaleler için geçerli olmadığını ifade etmektedir. Burada İslam çağırışının Kur'an ve sünnetin asıl hedefi olan hayır ve ıslah gözönünde bulundurulmuştur.

Üçüncü ayetin ifadesi, yapabilecek durumdaki her müslüman gibi, müslümanlann emir sahiplerini de kapsayacak niteliktedir. Burada da ıslaha tanınan alanın genişliği; eziyet, zarar ve haksızlık amaçlı girişimlerin önünün tıkanmasına verilen önem ön plana çıkmaktadır. [246]

 

Vakıf Meselesi Ve Vasiyet Vakıf İlişkisi

 

Bu konuyla bir şekilde ilintili olan bir diğer mesele vardır. Vakıf meselesi... Bize öyle geliyor ki, vakıf, vakfedenin hayatında uygulamaya konulan ve ölümünden sonra da geçerliliği bulunan bir tür vasiyettir. Nitekim bazı hadisler özel olarak bu tür hayırları teşvik etmişlerdir. Beş müsnedin yazarları, İbn Ömer'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ömer'in payına Hayber'den bir arazi parçası düştü. Bu konuda gidip Rasulullah'ın gö­rüşünü sordu ve dedi ki: "Ya Rasulullah, bana Hayber arazisinden bir miktar ganimet olarak verildi. Ondan daha değerli bir malımın olduğunu sanmıyorum. Ne yapmamı em­redersiniz?" Peygamberimiz buyurdu ki: "İstersen mülkiyetini elinde bulundurmak üze­re sadaka olarak verebilirsin". Bunun üzerine Ömer "Arazinin mülkiyeti, satılamaz, sa­tın alınmaz, miras bırakılmaz ve hibe edilemez; geliri ise, fakirlere, akrabalara, kölelere, Allah yolunda cihad edenlere yolculara, misafirlere aittir. Bunun İdaresini üstlenen kişi, maruf ölçülerinde gelirinden yararlanabilir ve çıkar elde etmeksizin bir dostuna yedire-bilir" diye sadaka olarak bağışladı[247]. Bize Öyle geliyor ki, peygamberimizin Ömer'e yö­nelik bu direktifini, vasiyetle ilgili açıklamalarımız çerçevesinde ele alınmalıdır. Dolayı­sıyla, bir kimsenin sahip bulunduğu az miktardaki bir malı bu şekilde vakfetmesi, yasal varislerini zor durumda bırakması caiz değildir. Bir malı vakfedenin vakfettiği bu malın miktarı, servetinin üçte biri miktarını açmamalıdır. Aynca malını vakfederken, yasal va­rislerine zarar vermeyi, haksızlık etmeyi de amaçlamam alıdır.

Bilindiği gibi, ismen hayır amaçlı ama gerçekte zürriyetin kullanımına yönelik vakıf şekilleri de vardır. Kişi bu amaçla vakfettiği bir malı kendi zürriyetinin ve akrabalarının kullanımına özgü kılar, Zürriyeti ortadan kalkınca da, hayır amaçlı olarak kullanılmasını vasiyet eder. Ya da işin doğru ve meşru olması için bazı hayır işlerinde kullanılmasını öngörür. Bu tür vakıf Örneklerinde, mirasla ilgili ayetlerin öngördüğü dağıtım çerçeve­sinde olmamaları, bazı varislerin mirastan yoksun bırakılmalarına, bazılarına ayrıcalıklı davramlmamasına yönelik olmamaları şart koşulur. Bu tür bir vakıf, bizim görüşümüze göre sakıncalıdır. Müslümanların emiri pozisyommundaki kişi buna izin vermemelidir. Doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir. [248]

 

183-  Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı. Umulur ki sakınırsınız.

184-  Oruç sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka gün­lerde tutsun. Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır. Kim gönülden bir hayır ya-parsa[249] bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız--eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.

185-  Ramazan, insanları için hidayet olan ve doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden ayıran apaçık belgeleri kapsa­yan Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyleyse sizden kim bu ay­da mukim olursa[250] artık oruç tutsun. Kim hasta ya da yol­culukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu kolay­lık sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükre­dersiniz.

186-  Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben onlara pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin du­asına cevap veririm. Öyleyse onlar da Benim çağrıma ce­vap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.

187- Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak[251] size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize İhanet etmekte'[252] oldu­ğunuzu bildi, tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecr vakti, sizce beyaz iplik siyah İplikten ayırd edilinceye kadar[253] yiyin, için sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikafta olduğunuz zamanlarda kadınlara yak­laşmayın'[254]. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara ya­naşmayın. İşte Allah, insanlara ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar.

 

Oruç Ve Ramazan Ayı

 

Yukarıda sunduğumuz ayetler, orucun farz kılmışı, sınırlan, faydaları ve oruç ibade­tine özgü ruhsatlan ifade eden bilgiler içermektedir. İfadeler açık ve anlaşılırdır. Yasa­ma nitelikli yeni bir bölüm görünümündedir. Bu yüzden, yasama nitelikli vasiyet bölü­münden sonra inmiş olması ve hemen sonrasına yerleştirilmiş olması ihtimal dahilinde­dir. Ya da, her iki bölümün "yasama" bağlamında benzerlik arzetmeleri, ardarda yerleş­tirilmelerinin gerekçesi olmuştur. Nitekim, önceki ayetler için böyle bir durum sözko-nusuydu.

Oruç, nefsin annması uğruna bedenin çeşitli ihtiyaçlanndan yoksun bırakılması esa­sına dayalı ruhsal egzersizlerden oluşan bir ibadet şeklidir. Bu ibadet, eski çağlardan be­ri, çeşitli şekillerde uygulana gelmiştir. Yahudilere ve hristiyanlara farz kılınmıştır. İlk ayetle buna işaret ediliyor. Kitap Ehli olmayan birçok toplulukta da oruç ibadeti bilin­mektedir. Hiç kuşkusuz, psikolojik egzersizler yönü ağır basan bu ibadet biçimi, özünde birtakım mesajlar, meziyetler ve faziletler banndırmaktadır. Bir kere oruç tutanlar, hiç bir denetim, sorgulanma endişesi sözkonusu olmaksızın gönüllü olarak kendilerini mah­rumiyete katlanmaya alıştırmaktadırlar. Tek denetleyici oruçlunun imanı ve vicdanıdır. Öte yandan oruç bir ruhsal annma yöntemidir. Ruhu ve iradeyi güçlendirir, tutkuları frenler, ihtiraslara, şehevi arzulara gem vurur. Gönüllü olarak bu yoksunluğu göze alan­lara, yoksul insanlann durumunu hatırlatır, karşılaştırma yapmalanna imkan sağlar. Do­layısıyla kişiyi, duygusallaştınr, iyiliğe, ihsana ve yardım severliğe teşvik eder. Oruç, insanın Allah'a ve insanlara yönelik tüm yükümlülüklerini en uygun biçimde kapsayan İslami bir ibadet şeklidir, desek mübalağa etmiş olmayız. Allah'ın feyzine, yardımına ve ruhaniyetine ulaşmak için nefsi arındırır, şehevi arzulann baskısından kurtanr.

Orucun fazileti ve adabı ile ilgili olarak Peygamberimizden birçok hadis rivayet edilmiştir. Bu hadislerden birinde şöyle buyuruluyor: "Yüce Allah Ramazan ayında oruç tutmanızı farz kıldı. Ben de geceleri kalkıp ibadet etmenizi sünnet olarak Ön gör­düm. Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramazan ayında gündüzün oruç tutsa, geceleri de ibadet için kalksa, anasından doğduğu gün gibi günahlardan sıyrılır[255]. Kut­si kabul edilen bir diğer hadiste şöyle deniyor: "(Allah buyuruyor ki:) Her amel, ade­moğlu içindir. Oruçsa benim içindir. Onun karşılığını da Ben vereceğim". Oruç kalkan­dır. Biriniz oruç tuttuğu gün, kansıyla cinsel ilişkiye girmesin, bağınp çağırmasın. Eğer biri ona söver veya dövüşmek isterse "Ben oruçluyum" desin. Muhammed'in nefsini elinde tutan Allah'a andolsun ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusun­dan daha güzeldir. Oruçlu için iki sevinç vardır. İftar edince sevinir, bir de Rabbine ka­vuştuğunda orucundan dolayı sevinir[256]. Bir başka hadiste şöyle deniyor: "Ebu Emame der ki: Rasulullah'a: Bana bir şey emret ki, ondan dolayı Allah beni yararlandırsın" dedim. Buyurdu ki: Oruç tutmanı emrederim. O eşsiz bir ibadettir[257]. Başka bir hadiste Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet ediliyor: Sana hayrın kapılarını göstereyim mi: "Oruç kalkandır. Sadaka, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi hataları söndürür. Kişi­nin gece karanlığında kıldığı namaz salihlerin şiarıdır"[258] Bir diğer rivayette ise, şöyle buyuruluyor: "Üç kişinin duası geri dönmez: İftar edene kadar oruçlunun. Adil yönetici­nin ve mazlumun. Allah bunların dualarını bulutların üzerine çıkarır. Gök kapılarını açar. Sonra ulu Allah der ki: İzzetime andolsun ki, bir süre sonra bile olsa, sana mutlaka yardım edeceğim"[259]. Oruç ayetleri ile ilgili olarak müfessirler değişik görüşler ileri sürmüş, fıkıhçılar farklı çıkarsamalarda bulunmuş ve hadisçiler çok sayıda hadis rivayet etmişlerdir. Bu da İslam'ın bir rüknü olarak orucun ne kadar önemli olduğunu göster­mektedir. Burada ayrıntılı ve uzun açıklamalara girecek değiliz. Kendi yorum ve değer­lendirmelerimizle birlikte konuya ilişkin olarak şu özet açıkalamayi sunmakla yetiniyoruz:

1) Tefsir bilginleri[260] "sizden Öncekilere yazıldığı gibi" cümlesi ile ilgili olarak şöy­le demişlerdir: Ramazan ayında oruç tutmak, Ehl-i Kitap'a da farz kılınmıştı. Bu uygu­lama Hz. İbrahim'e kadar dayanır. Eskiden oruç, iftar sonrası uyku ile başlar, ertesi gün yatsı vaktine kadar sürerdi. Bu onlara ağır geldi. Bu yüzden orucun şeklini değiştirdiler. "Bu söylenenlerin sağlam bir dayanağı yoktur. Bizce, ifadeden maksat, benzerliği vur­gulamaktır. Yahudi ve hnstiyanlann belli oruç tutma, zamanlan vardı. İşte müslümanla-ra oruç ibadetinin farz kılınışı bağlamında, buna da işaret etme gereği duyulmuştur.

2)  "Oruç sayılı günlerdir" ifadesi ile ilgili olarak şöyle demişlerdir: Önceleri oruç, her ayın üç gününde tutulmak üzere farz kılınmıştı. Ehli Kitab'a da bu şekilde farz kılın­mıştı. Önceleri Peygamberimiz ve mü'minler, bu uygulamayı gönüllü olarak yerine ge­tiriyorlardı. Sonra farz kılındı. Ardından da Ramazan orucunun farz kılınışı ile birlikte neshcdildi. Bir diğer yorumda ise, "sayılı günler" ifadesi ile "Ramazan ayı" kastedilmiş­tir. "Ramazan ayı ki Kur'an onda indirilmiştir" ifadesi "sayılı günler" ifadesinin açıkla­yıcı bedelidir, neshedicisi değil, denilmiştir. Bizce bu son yorum daha isabetlidir. 184. ayetteki "kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun" ifadesi, yorumu pekiştirici bir karinedir. Çünkü "sayılı günler"in belli ve bilinen günler olduğunu ifade etmektedir.

3)  "Zor dayanabilenlerin üzerinde fidye vardır" ifadesi ile ilgili olarak şu görüşleri ileri sürülmüştür:

a) "Yutikunehu" ifadesinden önce mahzuf bir "la" vardır. Çünkü ifade oruç tutmama ruhsatının ve fidye vermenin hikmetini açıklamaya yöneliktir.

b) "Yutikunehu: "Güç dayanabilenler" ifadesi "zorlukla ve meşakkatle dayanabilen­ler" demektir. Bununla da yaşlılar ve tedavi olmaları mümkün olmayan hastalar kaste­dilmiştir. Bazıları hamile ve emzikli kadınların da takatsiz düşmekten korkmaları duru­munda bu ruhsattan yararlanabileceklerini söylemişlerdir.

c) Oruç başlangıçta tercihe bırakılmış bir farzdı. Dileyen oruç tutar, dileyen tutmaz, ama yoksullara yemek yedirirdi. Bununla beraber yüce Allah, oruç tutmalarının tutma­malarından daha hayırlı olacağına dikkat çekmişti, bu uygulama, 185. ayetin içerdiği hükümlerle neshedildi. Bu ayette, oruç tutmama ruhsatını sınırlandırmış ve Ramazan ayında mukim olan herkesin oruç tutması hükmünü getirmiştir. Hasla ve yolculara da daha sonra kaza etmek şartıyla oruç tutmama ruhsatı verilmiştir. Seleme b. Ekva'dan şöyle rivayet edilir: "Zor dayanabilenlerin üzerinde fidye vardır" cümlesini içeren ayet inince, bazılarımız oruç tutmayıp yerine fidye vermeyi istediğinde, bunu yapardı. Bu uygulama bir sonraki ayet inene kadar devam etti. "Sizden kim bu aya şahid olursa artık onu tutsun". Böylece yukarıdaki ayetin hükmü neshedildi[261]. Bununla beraber bazı mü­fessirler, bu ayetin önceki ayeti neshettiğine ilişkin görüşü doğru bulmuyorlar ve diyor­lar ki: "Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır" ifade­sinin içerdiği hüküm, kalıcıdır. Bu görüşü destekler nitelikte, bir de hadis rivayet eder­ler: İbn Abbas der ki: "Bu ayet neshcdilmiş değildir. Bu yaşlılara, takatsiz düşmekten korkan hamile ve emzikli kadınlara ve tedavisi olmayan hastalara verilmiş bir ruhsat­tır"[262] İbn Abbas'a dayandırılan bir diğer rivayette[263] ise şöyle deniyor. Fidye verme sadece oruç tutmaya güç yetiremeyen yaşlılara ve tedavisi olmayan hastalara özgü bir ruhsattır. Bize göre bu değerlendirme doğrudur. Hamile ve emzikli kadınlar geçici bir hastalığa yakalanmış hastalar hükmündedir. Takatsiz düşeceklerinden endişe ederlerse, oruç tutmayabilirler. Daha sonra gerekçeleri ortadan kalkınca, tutamadıkları günler sa­yısınca kaza ederler.

Görüldüğü gibi ayet-i kerime, bir yandan da muteber fidyeden fazlasını vermeye teşvik ediyor. Buna göre fidyenin alt limiti bir yoksulu doyurmadır. Hiç kuşkusuz bu uygulama sürekli yoksullara iyilikte bulunmayı tavsiye eden Kur'an mesajı ile örtüş-mektedir. Ulemanın çoğunluğu, yoksula verilecek yiyeceğin, oruç tutan kimsenin ailesi­ne yedirdiği bir günlük yiyecek oranında olduğu görüşündedir.

İlk bakışta da farkedildiği gibi "oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" ifadesi, bü­tün müslümanlara yöneliktir. Demek isteniyor ki, ruhsat ancak kendi koşullarında de­ğerlendirilir ve oruç her zaman için güç yetirenler için ruhsattan daha hayırlıdır.

4) Bazı müfessirler[264] "Sizden kim bu aya şahid olursa onu tutsun" ifadesini "Sizden kim hilâli görürse oruç tutsun" şeklinde yorumlamışlardır. Ne var ki, ulemanın ço­ğunluğu ifadenin: "Sizden kim oruç ayında mukim olursa, oruç tutması farz olur" anla­mına geldiği görüşündedir. Zaten hemen sonra gelen cümle de bu değerlendirmeyi pe-kiştirici niteliktedir: "Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca di­ğer günlerde tutsun"...

Bu arada her yıl dünyanın her tarafındaki bütün müslümanları meşgul eden "ru'yet-i hilâl" meselesine değinelim: "Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste şöyle buyu-ruluyor: Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın ve hilâli görmedikçe bayram etmeyin. Eğer hava bulutluysa takdirinizi kullanın. "Buhari'de yer alan rivayette şöyle deniyor: "Eğer hava bulutluysa, Şa'ban ayını otuza tamamlayın". Bir başka rivayette: "Eğer ha­va bulutluysa otuz gün oruç tutunuz"[265]. Bir rivayete göre Mekke emiri bir gün hutbeye çıkar ve şöyle der: "Rasulullah bize şu tavsiyede bulundu: Hilâli görünce oruç tutunuz. Eğer göremezseniz iki adil şahidin şahitliğiyle oruç tutmaya başlayınız[266]. İbn Ömer'­den rivayet edilen bir hadiste şöyle Duyuruluyor: İnsanlar hilâli gözetlemeye çıkmışlar­dı. Gidip Rasulullah'a hilâli gördüğümü haber verdim. Bunun üzerine Rasulullah oruç tutmaya başladı ve halka da oruç tutmalarını emretti. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Bir Bedevi, Rasulullah'ın yanma geldi ve "Ben Hilâl'i gördüm" dedi. Peygam­berimiz: "Sen Allah'tan başka ilah olmadığına ve Benim Allah'ın elçisi olduğuma şahit­lik ediyor musun?" diye sordu. Adam: Evet, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Bilâl'i insanlara oruç tutmalarını söylemek üzere görevlendirdi.

Bu rivayetlerin oluşturduğu atmosferden Ramazan ayının girdiğinden ve bittiğinden kesin olarak emin olma durumunun kastedildiği anlaşılıyor. Bize öyle geliyor ki, bu ri­vayetlerde, ayın doğuş yerleri itibariyle birbirlerine yakın ve eşit konumda bulunan ül­kelerde yaşayan müslümanların, bir ülkede hilâlin görüldüğünün tesbit edilmesi ile bir­likte oruca başlamalarını ve bayram yapmalarını engelleyici bir durum sözkonusu değil­dir. Bir kişinin şahitliği ile oruç tutabilirler. Aynı şekilde sağlam bilimsel verilere daya­nan astronomik hesaplar ya da rasathaneler de teleskopla yapılan gözlemler sonucu hilâ­lin tesbit edilişine dayanarak Ramazan orucuna başlamanın ve bayram yapmanın bir sa­kıncası yoktur. Böyle bir yaklaşım, müslümanların özden çok şekle önem vermeleri so­nucu her yıl yaşadıkları karışıklığa son verir ve bütün İslam ülkeleri birlikte oruca baş­lar, birlikte bayram eder. Gerçekten astronomi bilimi dikkat ve tesbit bakımından büyük gelişmeler kaydetmiştir. Telsiz, telefon gibi kitle iletişim araçları, bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir sürede ülkelerin birbirleriyle iletişim kurmalarını mümkün kılmıştır. Daha önce bunların hiç biri yoktu. Kur'an'm direktiflerinden ve ilkelerinden, müslü­manların çıkarına olan, hayatlarını kolaylaştırıcı olan, zorluk ve engel çıkarmayan araç ve gereçlerin rahatlıkla kullanılabilecekleri anlaşılmaktadır. Şu anda incelemekte olduğumuz ayette de konumuza ışık tutacak son derece önemli bir mesaj verilmektedir: Al­lah müslümanlara kolaylık diliyor, onlara zorluk dilemiyor..." Allah'ın onlardan istediği oruç tutmakla yükümlü oldukları ayı tamamlamaları, Allah'ı zikretmeleri ve O'na iba­det etmeleridir. Bu onların doğruluğa, hayra ve salaha erişmelerini sağlayacaktır.

5) Tefsir bilginleri "oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı" ifa­desi ile ilgüi olarak değişik görüşler ileri sürmüşlerdir: 1) Oruç gece, yatsı zamanı baş­lardı (uyku saati). Bir müslüman uyuduktan sonra şafaktan önce bile olsa, uyandığında eşi ile cinsel ilişkiye giremez, herhangi bir şey yiyip içemezdi. Bir kimse iftarını açma­dan uyuya kalırsa, şafaktan önce uyansa bile orucu bozamazdı. Bu uygulama, müslü­manların kendi içtihadlarına dayanıyordu Daha sonra yüce Allah, onlara yönelik bir şef­kat göstergesi olarak yukarıdaki ayeti indirdi ve onların kendi kendilerine haram kıldığı şeyleri helâl kıldı. 2) Bu uygulama Peygamberimizin direktiflerine dayanıyordu. Başta Ömer b. Hattab olmak üzere bazı müslümanlar, uyuyup geceleyin şafaktan önce uyan­dıktan sonra eşleriyle ilişkiye giriyor, bazı şeyler yiyip içiyorlardı. Daha sonra günah korkusuyla ve pişmanlık duygusuyla Peygamberimize başvurdular. Peygamberimiz bu davranışlarından dolayı onları azarladı. Bunun üzerine bağışlama, tevbe ve hafifletme içeren bu ayet indi. 3) Bu ayet, tek başına inmiş değildir. Orucun farz kılınışı bağlamın­da yüce Allah, müslümanlara, oruç gecesinde şafak sökünceye kadar eşleriyle ilişkiye girmelerinin yiyip içmelerinin helâl olduğunu bildiriyor. Çünkü Allah, eğer bunları he­lâl kılmayacak olursa, onların nefislerine ihanet edeceklerini biliyordu. Buharİ'nin riva­yet ettiği bir hadiste"' şöyle deniyor: "Kays b. Sırma oruçlu olduğu bir günde iftar vak­ti karısından yiyecek bir şeylerin olup olmadığım sorar. Kadın: "Şimdi gidip komşular­dan senin için bir şeyler isteyeceğim" der. Kadın gidince, Kays uykuya yenik düşer. Ka­dın döndüğünde kocasının uyumuş olduğunu görür ve "zavallı adam" der. Ertesi gün öğlen vakti açlıktan bayılır. Başından geçenleri Peygamberimize anlatınca yukarıdaki ayet iner". Bir diğer hadiste"[267] şöyle deniyor: "Oruç ayında insanlar yatsı namazını kıl­dıktan sonra yemek, içmek, cinsel ilişkiye girmek haram olurdu. Bazı adamlar, yatsı na­mazını kılmış oldukları halde eşleriyle ilişkiye girerlerdi ama iftar etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah bir kolaylık olsun diye bu ayeti indirdi".

Ayette geçen "el-an: şimdi, artık" deyimi ve "tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı" cümlesi yukarıda sunduğumuz paragraftaki değerlendirmeyi destekleyici rol oynuyor. Bu durumda şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Söz konusu ayet, içinde yer aldığı ayetler grubundan bir süre sonra ve ayrı olarak inmiş, sonra aralarındaki konu birliği münase­betiyle grubun içine yerleştirilmiştir.

b) Tefsir bilginleri "mescidlerde itikafta olduğunuz zamanlarda kadınlarınıza yak­laşmayın" ifadesi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmışlardır: Ramazan ayının tümünde veya bazı günlerinde mescidlerde itikafa girmeyi (kendini ibadete vermeyi) adayan bazı müslümanlar, geceleyin mescidden çıkıyor, eşleriyle ilişkiye giriyor, ardından gusledip mescide dönüyorlardı. İşte bu ayette böyle bir uygulama menediliyor. "Konuya ilişkin, bir başka görüşe rastlamadık. Bize öyle geli; ot ki, bazı müslümanlar, Peygamberimizin, oruç gecesinde uyuduktan sonra, fecr öncesinde bile olsa getirdiği yeme, içme ve cinsel ilişki yasağına uymadıkları gibi bazıları da itikaf sünneti ile ilgili olarak belirlediği ku­rallara da uymuyordu. Ayet-i kerime bu davranışları yasaklıyor.

Bu noktada bir meseleye değinmeden geçemeyeceğiz: Bazı müfessirler oruçluyken cinsel ilişkiye girmeksizin karı kocanın bedensel temaslarım, oynaşmalarını da tıpkı cin­sel ilişki gibi yasağın kapsamında değerlendirmişlerdir. Bir kısım müfessirler, öpüşmeyi ve sarılmayı da yasak olarak nitem işlerdir. Diğer bir kısmı ise bunların tümünü mubah saymıştır. Delil olarak da beş müsned yazarının Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu hadisi göstermişlerdir: "Rasulullah oruçluyken eşini öper, onunla oynaşırdı. O hepinizden daha çok ihtiyaçlarına, arzularına hakimdi.[268] Rivayet edilen bir diğer hadiste[269] şöyle deni­yor: Adamın biri, oruçluyken kadınlarla oynaşmayı sordu, Peygamberimiz ona izin ver­di. Bir başkası da izin istedi ama Peygamberimiz ona izin vermedi. Önceki adam yaşlı, öbürü ise gençti.

Anladığımız kadarıyla meselenin özü, arzulara hakim olmadır. Bununla beraber oy­naşma ve sevişme hususunda bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kendinde böyle bir güç ve dirayet göremeyen bir kimse açısından aslolan öpüşme ve oynaşmanın menedilmesidir. Daha doğrusu, her durumda men daha evladır, bir ihtiyati tedbir olarak. Çünkü alimlerin ortak görüşüne (icma) göre, uyanıkken oynaşma sebebiyle boşalmanın gerçekleşmesi orucu bozar.

7) Tefsir bilginleri "Ramazan ayı ki, Kur'an onda indirilmiştir" ifadesi ilgili olarak şöyle demişlerdir: Kur'an, Ramazan ayında veya son günlerinde topluca dünya seması­na indirilmiştir. Sonra buradan peyderpey Peygamberimize indirilmiştir. İşte bu ifadede kastedilen budur". Bu değerlendirme lam olarak insanın içine sinmiyor. Ayrıca sağlam bir dayanağı da yoktur. Böyle olmasının bir hikmeti de belirginleşmiş değildir.

Kadir sûresi ve Duban sûresinin ilk ayetleri bağlamında da benzeri görüşler ortaya konmuştur. Söz konusu iki sûreyi incelerken, yeterli açıklamalarda bulunduk. Aşağı yu­karı ittifakla kabul edilen bir diğer değerlendirme ise Buhari'nin Hz, Aişe'den rivayet ettiği bir hadisle de desteklenmektedir. Biz bu hadisi Alak sûresinin tefsiri bağlamında sunduk. Orada deniyor ki: "Alak sûresinin ilk beş ayeti, Ramazan ayının son gecelerin­den birine denk gelen Kadir gecesinde Peygamberimize indirilmiştir" "Kadir sûresini incelerken, bu hususu da işaret etmiştik. Bize öyle geliyor ki, şu anda incelediğimiz ayette, kastedilen budur. Amaç, Ramazan ayının bereketine ve faziletine dikkat çekmektir. Çünkü İslam açısından son derece önemli olan büyük hadiselerin çoğu bu ayda ger­çekleşmiştir ve hemen bütünü de İslam açısından hayırlı sonuçlar vermiştir. Bunların başında Peygamberimize peygamberliğin tebliği, Rabbani vahyin kendisine ulaşması ve Kur'an'm ilk ayetlerini ahşi gelmektedir. Ki bu ayetleri içeren Kur'an yoJ göstericidir, apaçık belgelerden ibarettir ve hak üe batılı, eğri ile doğruyu birbirinden ayıran Fur-kan'dır.

Anladığımız kadarıyla müslümanlara bu mübarek ayda oruç tutmanın farz kılınışı, bir açıdan adı geçen bu büyük hadise ile ilintilidir. Kur'an'ın inişine esas oluşturan ilahi hikmet, Ramazan ayı orucunun kendilerine farz kılınışını ön görmüştür ki, Ramazan, sırf Allah'a kulluk sunmaya özgü kıldıkları bir ay olsun. Allah'ın dilediği bir zamana kadar yeryüzünün doğusunda ve batısında bulunan bütün müslümanlar bu yükümlülüğü yerine getirsin. Bu davranışın altında. Allah'ın rahmetine ve nimetine şükretme olgusu yatmaktadır.

Yeri gelmişken, bir kez daha bir hususa işaret etmek istiyoruz, Kadir sûresini tefsiri bağlamında da söylemiştik: Peygamberimiz kendisine vahiy inmeden Önce, Ramazan ayında Hira dağındaki bir mağarada itikafa girerdi. Ramazan ayında itikafa girmek, ya­ni kendini yoğun biçimde ibadete vermek, çok önceden Mekke'deki bazı mistik ve mut­taki şahsiyetlerin sürdürdükleri bir gelenekti[270]. Buradan hareketle şunu rahatikla söyle­yebiliriz: Çok detaylıca ve derinlemesine bilinmese bile, Araplar nezdinde Ramazan ayının bir özelliği vardı. Bundan dolayı Rabbani hikmet Kur'an'ın ve ilk vahyin özel­likle bu ayda inişini ön gördü. Sonra da müslümanlara bu ayda oruç tutmaları emredildi.

8) Bilginler "Kullarım beni sana soracak olursa..." ayeti ile ilgili olarak değişik gö­rüşler ileri sürmüşlerdir:

1) Bu ayet, Peygamberimize "Allah nerededir?" diye soran bir ashabın sorusu üzeri­ne inmiştir.

2) Bir adam Peygamberimize şöyle demiştir: "Rabbimiz yakın mıdır yoksa uzak mıdır? O'na fısıldayarak mı seslenelim yoksa yüksek sesle bağıralım mı?" Bunun üzerine bu ayet inmiştir.

3) Bir adam, Peygamberimize: "Günün hangi saati Allah'a dua etmek için uygundur?" diye sormuş, bunun üzerine yukarıdaki ayet inmiştir. Bu rivayet­ler, sağlam dayanaklardan yoksundur. Bize öyle geliyor ki, bu ayet önceki ayetlerden tamamen kopuk değildir. Tersine bir ara cümle ve uyan niteliğindedir. Buna göre yüce Allah, müslümanlara oruç ibadetini farz kılmıştır. O'nun bu buyruğuna olumlu karşılık vermeleri ve O'na inanmaları gerekir. Böyle yapmaları kendi hayırlarınadır, doğru eriş­meleri bu şekilde mümkün olun Ayrıca dua ettiklerinde, Allah'ın kendilerine yakın ol­duğunu kesin olarak bilmelidirler. O onların dualarına icabet eder. Her halükârda müs-lümanların bazı psikolojik sorunlarının ele alındığı anlaşılıyor. Bu sayede, Allah'ın faz­lını, yardımını ummaları duygusu pekiştirilmiş, O'nun kendileri için kolaylık dilediği vurgulanmıştır. Her zaman ve her yerde yapılan dualara karşılık verdiği kesin bir dille ifade edilmiştir. Tefsir bilginleri ve hadis imamları, bu ayetlerin açıklaması bağlamında birçok hadis rivayet etmişlerdir. Genelde, bu değerlendirmeyi pekiştirici hadislerdir bunlar. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Yüce Allah, elini açıp kendisine dua eden bir kulunu boş çevirmekten haya eder". Bir diğerinde şöyle buyuruluyor: "Hiç bir müslü-man yoktur ki, günah ve akrabalık bağlarını koparmaya yönelik olmayan bir duada bu­lunsun, yüce Allah ona şu üç şeyden birini vermesin: "Duasını hemen kabul edip istedi­ğini vermek... Ya da istediğini ahirette bir mükafat olmak üzere bekletmek. Veya bu is­teğine denk düşen bir kötülüğü ondan savmak". Konuya ilişkin olarak rivayet edilen bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Yeryüzünde el açıp Allah'a dua eden hiç bir müslü-man adam yoktur ki, Allah İstediğini vermesin veya istediğine denk bir kötülüğü ondan savmasın. Yeter ki duası günah işlemeye ve akrabalık bağlarını koparmaya yönelik ol­masın. "Biriniz acele edip dua ettim ama duam kabul olunmadı" demediği sürece duası kabul olunur. "Allah'tan lütfunu dileyin. Çünkü Allah, kendisinden istenmesini sever. İbadetlerin en faziletlisi, sıkıntı anında bir çıkış yolunun kurtuluşu beklemektir". "Kabul olunacağından emin olarak Allah'a dua edin. Biliniz ki, Allah gafil kalbin duasını kabut etmez[271].

9) Tefsir bilginleri "Onlar sizin örtüleriniz siz de onlara örtüsünüz" ifadesini şöyle yorumlamışlardır. Burada karı-kocanm her zaman birbirlerine çok yakın ve içli dışlı ol­duklarına bu durumda kendilerine hakim olmalarının zor olduğuna işaret ediliyor. Bu oruç gecesinde karı kocaya verilen iznin gerekçesidir. Bu değerlendirme doğru olabilir. Bununla beraber biz burada karı koca ilişkisinin niteliğinde olması gereken duygusallık, saflık, sevgi ve kaynaşma boyutuna da işaret edildiği kanaatindeyiz. Karı, koca bir şa­hıs, bir ruh ve bir kalp gibi olmak durumundadırlar. Bu mesajı birçok ayetten algılayabi­liriz. Bunlara yeri geldikçe temas ettik. Bu hususta Rum 21 ve A'raf 189 ayetlerini ör­nek gösterebiliriz.

Şimdi yukarıda tefsirini sunduğumuz ayetlerin pratize edilişlerine ilişkin bazı kural­lar vardır. Bunların kaynağı da Peygamberimizin sünnetidir. Şimdi bu kuralları Özetle­yerek sunuyoruz:

1) Aybaşı halinde ve lohusalık döneminde kadınların oruç tutmamalarına izin veril­miştir. Ama daha sonra tutamadıkları günler sayısınca kaza etmeleri gerekir[272].

2) Hamile ve emzikli kadına oruç tutmama izni verilmiştir. Daha önce de işaret etti­ğimiz gibi bu durumda olan kadınlar fidye mi verecekler yoksa tutamadıkları oruçları kaza mı edecekler? konusu ihtilaflıdır[273].

3) Müslümanlar, hastalık veya aybaşı hali, hamilelik ve çocuk emzirme gibi hastalık hükmünde olan hususlar ve yolculuk sebebiyle tutmadıkları oruçları dilerlerse peşpeşe, dilerlerse aralıklı olarak kaza edebilirler[274].

4) Peygamberimizin hadislerinde oruç tutmama ruhsatına konu olan hastalığın sını­rına ve seferiliğin mesafesine ilişkin herhangi bir açıklayıcı bilgiye rastlayanıadik. Tef­sir bilginlerinin hastalıkla İlgili olarak söyledikleri şudur: "Nefsin zarar göreceği ve has­talığın artacağı zannınm galip gelmesi[275]. Seferin miktarına gelince: Bazı mezhep imamları seksen (80) fersah, bazısı on altı (16) fersah, bazısı da yirmi beş (25) fersahlık bir yolculuğu Öngörmüştür. Bir fersah, yaklaşık olarak, bir buçuk saatlik bir zamanda katedilir[276].

Öyle anlaşılıyor ki, yolcuya ve geçici bir hastalığa yakalanan kimseye -bu arada ay­başı halindeki veya lohusa ya da emzikli yahut hamile kadına- tanınan oruç tutmama ruhsatının gerekçesi, zorluk ve meşakkattir. Bunu Kur'an'm mesajından algılayabiliriz. Kur'an, yüce Allah'ın hiç bir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemediğini tersine insan­lara kolaylık dilediğini, onları zora sokmak istemediğini bildirir. Rivayete göre, Pey­gamberimiz döneminde, müslümanlar sefere çıktıklarında kimisi oruç tutar, kimisi de oruç tutmazdı. Bundan dolayı da kimse kimseyi kınamazdı. Hastalar da yapabil ir lerse oruç tutar, güç yetiremezlerse tutmazlardı. Yani, mesele oruç tutmakla yükümlü müslü-manın takdirine bırakılmıştır. Belirleyici olan, onun dindeki samimiyeti, Rabbinin buy­rukları karşısındaki ihlasıdır. Sonuçta oruç, kişisel bir ibadettir. Allah'tan ve bizzat oruçlunun kendisinden başka, kimse denetleyicilik pozisyonunda değildir. Konuya iliş­kin Kur'an ayeti mutlaktır. Bu da Kur'an'ın geneline hakim olan ilahi hikmete uygun­dur. Kur'an herkesi ilgilendiren meselelerin sınırlarının ve şekillerinin belirlenmesini, kişilerin kendi koşullarına, mekana ve zamana bırakır. Konu, bugün dahi taşıma ve yol­culuk araç ve gereçlerinin gelişmiş olması bağlamında güncelliğini korumaktadır. Aynı durum, tıb alanındaki gelişmeye paralel olarak hastalık olgusu için de geçerlidir. Çünkü araçların ve koşulların değişmesiyle kriterler ve durumlar da değişir. Ama Kur'ani ilke her zaman geçerlidir. Hüküm mercii her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur'an'ın il­keleridir. Kur'an ilkelerinin gücü, olağanüstü etkileyiciliği ve ölümsüzlüğü buradan ge­lir.

5) Oruca dayanabilmek için sahur yemeğini yemek gerekir. Peygamberimiz buyuru­yor ki: "Size sahur yemeğini tavsiye ederim. Sahur yemeği mübarektir[277].

6) Yatsıdan sonra Teravih namazını kılmak. Bu namazın rekat sayısı hakkında farklı rivayetler aktarılmıştır. Meşhur ve mütevatir rivayetlere göre rekat sayısı yirmidir. İki­şer rekat kılınır. Peygamberimizin bu namazı ısrarlı biçimde tavsiye etmediği hatta şöyle dediği rivayet edilir: Bu namazın size farz kılınmasından korktum. Öyle olsaydı, ona güç yetirem ezdiniz[278].

7) Kişi unutarak bir şey yer, içerse orucu bozulmaz. Böyle bir durumda orucunu ta­mamlaması gerekir. Peygamberimizin de buyurduğu gibi, kişinin unutarak yiyip içmesi yüce Allah'ın kendisine bahşettiği bir rızıktır[279].

8) İstemeden kusmak orucu bozmaz. Bilinçli bir şekil de kişinin kusmaya çalışması orucu bozar. Bu orucun kaza edilmesi gerekir[280].

9) Bir kimsenin gündüz vakti ihtilam olması veya geceden cünup olarak sabahlaması orucu bozmaz[281].

10) Peygamberimizden rivayet edilen bazı hadislerde kan aldırmanın orucu bozduğu bazısında ise aksi belirtiliyor[282].

11)  Peygamberimizden rivayet edilen bazı hadislerde, göze sürme çekmenin orucu bozmadığı belirtiliyor[283].

12) Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste mazmaza ve istinşakta (ağza ve bu­runa su alma) aşırıya gitmeden sakındırılıyor. Bunun bir ihtiyati tedbir olduğu açıktır[284].

13)  Reşid Rıza göz yaşı ve şırınga ile ilgili olarak İmam İbn Teymiye'den özet bir açıklama sunar. Burada deniyor ki: Bazısı göz yaşı ve şırınganın orucu bozduğunu, ba­zısı ise aksini savunuyor. Bu ikisinin orucu bozmadıklarına ilişkin görüş daha isabetli­dir. Çünkü Peygamber efendimizden bunları meneden bir hadis rivayet edilmiş değildir. Üstelik bunların besleyici özellikleri yoktur. Öyle olsaydı, yasak olan bir temele daya­narak, kıyas yoluyla bunların da yasaklığına hükmedilirdi. Reşid Rıza sö'zkonusu şırın­gayı şarj nitelikli olduğuna işaret eder. Bu arada, besleyici şırınganın orucu bozduğunu belirtir. Fakat adeleden ve damardan yapılan tedavi amaçlı şırıngaya değinmez. İmam İbn Teymiye'nin bu çıkarsamasının isabetli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca bizce adele ve damardan yapılan tedavi amaçlı şırınga öncelikli olarak, orucu bozan şeyler arasında yer aldığı kanaatindeyiz.

14) Peygamberimizden rivayet edilen bir hadisle kesintisiz oruç yani iftar etmeksizin üstüste iki gün veya daha fazla oruç tutma, yasaklanıyor[285].

15) Gündüz vakti cinsel ilişkiye girme orucu bozduğu gibi kefareti de yani iki ay üst üste oruç tutmayı gerektirir. Eğer buna güç yetirilmezse bir köle azad etmek yoksa alt­mış yoksul doyurmak gerekir[286].

16) Peygamberimiz Ramazan ve Kurban bayramı günleri İle teşrik günleri oruç tut­mayı yasaklamıştır[287].

17) Şüphe günü yani Ramazandan mı yoksa Şaban ayından mı olduğu kestirilmeyen (hilâl tesbit edilmediği için) günde oruç tutmayı yasaklamıştır[288].

18)  Peygamber efendimiz, Ramazan ayının dışında da -oruç tutulması yasak olan günler hariç- nafile oruç tutmak suretiyle Allah'a kulluk sunmayı teşvik etmiştir. Recep, Şaban ve Muharrem aylarında ya da bu ayların bazı günlerinde oruç tutulmasını tavsiye etmiştir. Özellikle Aşura Günü, Şabanın ortasına denk gelen gün ve Ramazan bayramını izleyen Şevval ayının ilk altı günü, Zilhiccenin ilk dokuz günü, her ayın üç günü -bir ri­vayette her ayın on üç, on dört ve on beşinci günü- oruç tutulmasını sıkı sıkıya tavsiye etmiştir. Her gün ara vermeden oruç tutmayı nehyetmiştir. Bu konuda soru soran veya bu şekilde oruç tutmak isteyen birine şunu söylemiştir: Oruç tut ve bazı günler de tut­ma. Çünkü bedenin senin üzerinde hakkı vardır, eşinin üzerinde hakkı vardır, gözünün üzerinde hakkı vardır"[289]. Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulu-yor: Gönüllü oruç tutan, nefsinin emini veya emiridir. Dilerse oruç tutar, dilerse iftar eder[290].

19) Peygamberimiz Ramazan ayının son on gününde mescitte itikafa girerdi ve zo­runlu ihtiyaçları dışında mescitten çıkmazdı. Beşeri ihtiyaçları dışında evine girmezdi. Ashabı da onu izledi. Böylece bilinen adabıyla itikaf, müstahap bir sünnete dönüştü[291].[292]

 

188- Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla İnsanların mallarından bir bölümünü'[293] yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.

 

Ayet-i kerimede hitap müslümanlara yöneliktir. Birbirlerinin mallarını haksızlıkla yemeleri ya da başkalarının mallarının bir bölümünü yemek için haksız yere, bile bile yöneticilere peşkeş çekmeleri yasaklanıyor ve bunun ne büyük bir günah olduğu vurgu­lanıyor.

Ayet-i kerimenin yasama nitelikli yeni bir bölüm olduğu açıktır. Ayetin akışından hitabın mü'minlere yönelik olduğu anlaşılıyor. Ancak ifadenin mutlak oluşu, kalıcı bir bir direktif ve bütün insanları kuşatan evrensel bir mesaj içerdiğini vurgulamaktadır. Bu bölüm, kronolojik olarak oruç bölümünden hemen sonra indiği için buraya yerleştirilmiş olabilir. Her iki bölümün yasama nitelikli oluşu da bu tertibe esas oluşturmuş olabilir.

Tefsir bilginleri[294] bu ayetin, bir müslümanm, arazisini gasbeden bir başka müslü-mani Peygamberimize şikayet etmesi üzerine indiğini söylemişlerdir. Peygamberimiz davacıdan iddiasını belgelemesini, davalıdan da yemin etmesini istemiştir. Adam yemin etmek üzereyken Peygamberimiz şu açıklamayı yapmıştır: Eğer bu adam kendisine ait olmayan bu araziyi haksız yere almak için yemin edecekse, muhakkak ki Allah'la karşı­laştığı gün, yüce Allah'ın kendisinden yüz çevirdiğini görecektir. Hİç kuşkusuz ben bir insanım. Siz aralarınızdaki sorunların çözümünü bana havale ediyorsunuz. Biriniz daha etkili ve inandırıcı bir dil kullanabilir, başkasına göre kanıtını daha etkileyici bir tarzda sunabilir[295]. Ben de ondan duyduğum açıklamalara dayanarak lehinde karar verebilirim. Dolayısıyla kardeşinin hakkını ona aktarmış olabilirim. Böyle bir durumda sakın ola ki, kardeşinin hakkını almaya. Ben ona, sadece bîr parça ateşe hükmetmiş olurum. İsterse bu sorumluluğu yüklensin, isterse hakkı hemen sahibine iade etsin[296]. Bunun üzerine davalı yemin etmekten vazgeçti ve arazisini asıl sahibine iade etti. Çok geçmeden bu ayet indi. Bu hadisin başka bir münasebetle varid olduğu da söylenmiştir. Hangi neden-ie olursa olsun, ayet-i kerimenin içeriğinden tasvir ettiği duruma benzer bir olay müna­sebetiyle indiği anlaşılmaktadır. İfade tarzı genel tutulmuştur ki, ayetin içerdiği mesaj ya da direktif, bütün zamanlardaki müslümanlar için bir yol gösterici olsun, yasaklanan bu suçu işlemelerine engel oluştursun.

Ayet-i kerimede yalan şahitlik, yalancılık, sûreti-i haktan görüneni batıl delil, kan­dırma amaçlı iddia, bile bile hakkı batıl, batılı da hak göstermeye yönelik söz cambazlı­ğı yasaklanmıştır. Ayet-i kerimenin içerdiği direktif ve yasaklayıcı ifade son derece et­kileyicidir. Aynı zamanda Kur'an'ın hakkı egemen kılmaya, yerleştirmeye, insanlar ara­sında adaleti yaymaya, batılı, haksızlığı, düzenbazlığı ve yalancılığı bertaraf etmeye iliş­kin genel misyonu ile de örtüşmektedir. Aynı etkiyi Peygamberimizin konuya ilişkin hadisinden de anlıyoruz. Böylece Kur'ani direktifle, nebevi uyarı, her zaman olduğu gi­bi bir kez daha örtüşmüştür.

Bazı müfessirler "hakimlere aktarmaym" ifadesini rüşvet şeklinde yorumlamışlardır. Aslında bu anlam, ayetin genelinden algılanabilir. Bu ifadenin özel olarak işaret etmesi ya da etmemesi sonucu değiştirmiyor. Burada da Kur'anî direktifle nebevi telkin arasın­daki örtüşmenin örneğiyle karşı karşıyayiz. Ebu Davud, Ahmed ve Tirmizi, Ebu Hurey-re kanalıyla Peygamberimizin şöyle dediğini rivayet ederler: "Yüce Allah hükümde rüş­vet verenle alanı lanetlemiştir[297].[298]

 

189- Sana hilâlleri'[299] sorarlar. De ki: O, insanlar ve Hac için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik, evlere arkalarından gel­meniz değildir ama iyilik sakınanın tutumudur. Evlere ka­pılarından girin. Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz.

 

Ayet-i kerimede;

1)  Peygamberimize hilallerle ilgili olarak yöneltilen bir sorudan söz ediliyor.

2) Peygamberimizden bu soruyu şu şekilde cevaplandırması isteniyor: Hilaller, in­sanların vakitlerini düzenlemelerine, günleri hesap etmelerine yarar. Ayrıca hac mevsi­minin belirlenmesine yardımcı olur.

3) Soruyu yöneltenlerin veya dinleyicilerin dikkati bir hususa çekiliyor: "Evlere ar­kalarından gelmek, Allah'a yaklaştırıcı gerçek iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah korkusu­dur, Allah'ın belirlediği sınırlara uyup gözetmedir". Mesele böylece açıklığa kavuştu­rulduktan sonra şu direktif veriliyor: Evlere kapılarından gelin ve Allah'tan korkup sa­kının. Ki kurtuluşa ve mutluluğa erişesiniz.

Ayet-i kerime, yeni bir bölüm niteliğindedir. Yasama özelliği ise belirgindir. Önceki ayetten hemen sonra indiği için buraya yerleştirilmiş olması ihtimal dahilindedir. Bir dİ-ger ihtimal de, aralarındaki ortak özellik olan "yasama" niteliği dolayısıyla peşpeşe ter-tib edilmeleridir.

Tefsir bilginleri[300] ayetin ilk bölümünün, ayın çeşitli biçimler almasının hikmetine ve sırnna ilişkin bir soru üzerine indiğini, ikinci bölünıününse eski Hac geleneklerinden birine ilişkin hükmün sorulması üzerine indiğini söylemişlerdir. Şöyle ki: Araplar ya da Medineliler, Hacca niyet edip bu amaçla ihrama girdiklerinde, bir çatı altında gölgelen-meyi kendilerine haram ederlerdi. Evlerine birşey için girmek zorunda kaldıkları zaman, evin çatısı kendilerine gölge yapmasın diye kapılarından girmezlerdi. Evin tavanına çı­kar oradan kendilerini aşağıya sarkitırlardı veya bir duvarı delerek içeri girerlerdi.

Ayetin iniş sebebi ile İlgili olarak aktarılan bu iki rivayetin sahih olmaları ihtimal dahilindedir. Şu kadar var ki; biz, iki meselenin benzer bir ortamda ya da birbirine yakın koşullarda Peygamberimize arzedüdiğini ve bu olayın ayetin inişinin arefesine rastgel-diğinî, ayetin bu nedenle indiğini düşünüyoruz. İki soru arasındaki münasebet benzerliği de bu değerlendirmemizi destekler niteliktedir.

"Hilaller hakkındaki soru" bağlamında aklımıza bir fikir geliyor. Eğer rivayette be­lirtildiği gibi soruyu soran kişi gerçekten ayın şekilden sekile girişinin sırrını ve buna egemen olan evrensel yasaları öğrenmek istemişse, kuşku yok ki, Kur'an'ın verdiği ce­vap gerçekten hekimânedir, yerindedir. Adam, evrensel bir fenomenin sırrını soruyor, cevapta ise insanlara faydalı olan hususa ve bunun hikmetine dikkat çekiliyor. Şayet ak­lımıza gelen bu fikir isabetliyse, buradan şu sonuca varırız: Kur'an faydalı ve hikmetli anlaşılabileni açıklamaya Önem verir, açıklanmasına gerek olmayanı ve herhangi bir amaca ulaştırmayan evrensel yasalar sisteminden olağanüstülükleri açıklama gereği duymaz.

Ayetin İkinci bölümünde sözkonusu geleneğin iptal edilişi gündeme getiriliyor. Çün­kü, gereksiz meşakkatlere sebep olduğu gibi bir yararı da yoktur. Ayet, bu anlamsız ge­leneğin iyilik olmadığını da dile getiriyor. Aslolan Allah korkusudur. Gerçek iyiliğin ve kurtuluşun aracı byÖur.

Kuşkusuz bu değerlendirme Hac sûresi tefsiri bağlamında yaptığımız açıklamalarla da örtüşmektedir. Haccın eskiden kalma geleneklerinden bazılarının aynen korunması­nın hikmetine değinirken demiştik ki: Çirkin veya anlamsız olan adetler ortadan kaldı­rıldı. Geride kalanlar da putperestlik ve şirk şaibelerinden arındırıldı.

Böylece anlamsız bir geleneğe son veren ayetin bu bölümünün satır aralarında, bir yandan yasamanın hikmeti algılanırken, bir yandan da tüm zamanları kuşatan bir mesaj algılanıyor. Buna göre; özde ve gerçek iyilik, Aİlah katında takvadır, Allah'ın koyduğu sınırlara uymadır, şekil, araz ve görüntü değil. Birçok ayetten Özellikle Bakara 177. ayetten bu mesajı algılamak mümkündür. [301]

 

190-  Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, aşın gitmeyin. Elbette Allah aşın gidenleri sevmez.

191-  Onları bulduğunuz yerde[302] öldürün ve sizi çıkardık­ları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beter­dir. Onlar size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Ha­ram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin cezası işte böyledir.

192-Onlar savaşa son verirlerse; şüphesiz Allah, bağışla­yandır, esirgeyendir.

193-Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazge­çerlerse artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşman­lık yoktur.

194-Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler de[303] karşı­lıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup sakınanlarla beraberdir. 195-Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi elleriniz­le tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.

 

Ayetlerde;

 

1) Müslümanlar, kendileriyle savaşa girmiş olanlara karşı Allah yolunda savaşmaları emrediliyor.

2)  Savaşta aşırı gitmeleri ve haksızlığı kendilerinin başlatması yasaklanıyor. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.

3) Kendilerine savaş açmış olanlarla, karşılaştıkları herhangi bir yerde savaşmaları, onların kendilerini çıkarmaları gibi kendilerinin de onları yurtlarından çıkarmaları di­rektifi veriliyor.

4)  Fitnenin adam Öldürmeden daha ağır bir suç olduğu vurgulanıyor. Bu ifadeden, fitne çıkaranlara savaş açmanın mubah olduğu sonucu çıkıyor.

5) Kendilerine savaş açanlarla Mescid-i Haram mıntıkasında savaşmaları yasaklanı­yor. Ancak onlar bu mıntıkada savaşacak ulurlarsa, kendileri de kafirlere bir ceza ver­mek üzere bu mıntıkada savaşabilirler. Çünkü Öncelikle kafirler, Mescid-i Haram'in kutsallığını çiğnemiş olurlar.

6)  Kafirlerin savaştan vazgeçmeleri durumunda müslümanların da vazgeçmesi iste­niyor. Çünkü Allah tevbe edeni, yaptığından pişmanlık duyup vazgeçeni affeder, rahme­ti sınırsızdır.

7)  Müslümanlara bir diğer direktif veriliyor: Fitne ortadan kalkıncaya ve din bütü­nüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.

8)  Kafirler tutumlarını değiştirecek olurlarsa, müslümanların savaşa son vermeleri gerekir.

9) Bundan sonra sadece haddi aşan, zalimlere karşı savaş başlatabilecekleri hatırlatı­lıyor.

10)  Müslümanların kendilerine yöneltilen bir saldırıya aynıyla karşılık vermelerine izin veriliyor. Eğer haram ayda veya kutsal mekanlarda kendilerine bir saldırı vaki olur­sa aynı zaman ve mekanda yapılan saldırıya misliyle karşılık verebilirler. "Hürmetler karşılıklıdır" cümlesinin ifade ettiği anlam budur. Bu durumda dahi, her zamanki gibi Allah'tan korkup sakınmaları haddi aşmamaları gerekir. Çünkü Allah, korkup sakman-lar(müttakiler)Ia beraberdir, onların yapıp ettiklerini gözetir.

11) Allah yolunda mali harcamada bulunmaları, düşmana karşı hazırlıklı olmaları, iyilik yapmaları, bu hususta tedbiri elden bırakmamaları emrediliyor. Çünkü bu hususta işlenecek en küçük hata, helak olmaları demektir. Son olarak yüce Allah'ın iyilik ya­panlarla beraber olduğu onları desteklediği vurgulanıyor. [304]

 

Savaş

 

"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın......" (190-195) Ayetler yeni bir bölüm oluşturuyor. Bu bölümün yasama özelliği ise son derece be-lireindir. Bölümün sûrenin bu yerine yerleştirilmiş olması, ya önceki bölümden hemen sonra inmiş olmasından ya da aralarındaki "yasama nitelikli oluş" benzerliğinden dola­yıdır.

Tefsir bilginleri bu ayetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak çeşitli rivayetler aktarmışlar­dır. Bu rivayetlerden birine göre bu ayetler ya da bir kısmı Hudeybiyc barışı üzerine in­miştir. Bu sırada Peygamberimiz müslümanlara savaşmamalarını emretmişti. Sonra ka­firler ya da içlerinden bazıları, saldırılar, savaş girişimleri düzenlediler. Bir diğer riva­yete göre bu ayetler veya bir kısmı bir müslümanın bir kafiri haram ayda öldürmesi üze­rine inmiştir. Bir başka rivayette, bu ayetlerin, hicretten sonra, kafirlerin saldırılarına karşı kendilerini savunma izni isteyen müslümanların bu isteklerini Peygamberimize iletmeleri üzerine indiği belirtiliyor. Bilindiği gibi Peygamberimiz Mekke'de müslü­manlara sabretmelerini, savaştan kaçınmalarını emrediyordu. Bir diğerine göre bu ayet­ler savaşla ilgili hükümler, direktifler içeren ilk ayetlerdir[305]. Bu arada, yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, Hacc sûresi 39-41 ayetlerini incelerken, sözkonusu ayetlerin sa­vaşla ilgili emirler içeren ilk ayetler olduğunu ifade eden bir rivayete yer vermiştik.

Yukarıda sunduğumuz ilk rivayetin sahih olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hudey-biye barışı Hicretin altıncı yılında imzalanmıştı ve Fetih sûresinde ele alınmıştır. Onun­la ilgili konular içeren ayetlerin bu sûreye yerleştirilmesinin de belirgin bir hikmeti yok­tur. İkinci rivayet ise, haram ayda gerçekleşen savaşı konu alan başka ayetlerin tefsiri bağlamında incelenmiştir. Az sonra konuya ilişkin değerlendirmelerimize yer vereceğiz. Biz üçüncü rivayeti tercih ediyoruz. Aynı şekilde ayetlerin bir kerede indiklerini düşü­nüyoruz. Müslümanlardan kendilerine savaş açıldığı durumlarda kendilerini savunmala­rı isteniyor ama belli sınırlar çerçevesinde ve belli bir çizgi doğrultusunda. Eğer Hacc sûresi, 39-41. ayetlerin Medine inişli olduklarına ilişkin rivayet sahihse, savaştan söz et­me önceliği bakımından o ayetlerle bu ayetler arasında bir çelişki yoktur demektir. Çün­kü Hacc sûresi ilgili ayetleri açıkça savaş izninden sözetmiyor. Sadece bir hazırlık ve müslümanların savaşmalarını gerekçelendirme niteliğindedir. Çünkü zulme uğrayanlar, haksızlık edilenler onlardı. Nitekim, bu hususa ilgili ayetlerin tefsiri bağlamında açıklık getirdik.

Bununla beraber biz, incelemekte olduğumuz bu ayetlerle önceki ayetler grubu ve biraz sonra inceleyeceğimiz hac ibadetine Özgü açıklamalar içeren bölüm arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyoruz. Orada hac mesimine özgü gelenekler hakkında ayrıntılı açıklamalar sunuluyor, bu arada haram aylar ve Mescid-i Haram mıntıkasının dokunul­mazlığı gündeme getiriliyor. Dolayısıyla bazı müslümanlann hilalden ve evlere arkala­rından girmekten soru sordukları gibi haram ay içinde ve Mescid-i Haram mıntıkasında savaşmanın hükmü ile ilgili olarak Peygamberimize bir soru yöneltmiş olmaları ihtimal dahilindedir. Şu halde, ayet-i kerimeler, yöneltilmiş bu soruya cevap niteliğindedir. İn­celemekte olduğumuz bu ayetlerin hac mevsimine özgü geleneklerin konu edildiği iki ayetler grubunun ortasında yer alması da bu değerlendirmeyi pekiştirici bir husustur.

Sebep ve gerekçe ne olursa olsun, ayetlerin atmosferi ve akışı, müslümanlara Allah yolunda savaşmaları emrini içeren ilk ayetler olduğunu çağrıştırmaktadır. Aynı zamanda bu ayetler, konuya ilişkin olarak son derece önemli yasal kurallar da içermektedir. Bun­lar, İslami cihadın özü ve ilkelerinin ruhu olarak algılana gelmiştir. Bunları şöylece sıra­layabiliriz:

1) Müslümanlar sadece kendileriyle savaşanlarla savaşmak durumundadırlar.

2) Düşmanca ya da saldırgan bir tutum sergilemeyen birine karşı ilk önce kendileri­nin savaşa başlamaları caiz değildir.

3)  Düşmanlık ve saldırganlık tavrı yerini müslümanlığa ya da barışa terkettiği du­rumlarda müslümanlann savaşa son vermeleri zorunludur.

4)  Müslümanlar, kayıtsız ve şartsız olarak kendilerine yapılan bir saldırıya misliyle karşılık verme hakkına sahiptirler. Hiç bir gelenek ya da değerlendirme bu hakkı orta­dan kaldırmaz. Ancak verilecek karşılığın da yapılan saldırıdan nitelik ve nicelik olarak fazla aşırı olmaması gerekir.

5)  Müslümanlann güç birliği yapmaları, bütün güçlerini düşmana karşı teyakkuzda bulundurmaları gerekir. Çünkü bu durum, herhangi bir kötü niyetin fiilayata dökülmesi açısından caydırıcı olur. İhmal ise tehlikeye ve felakete davetiye çıkarır.

6) Kafirlerin müslümanlara karşı yürüttükleri dinden döndürme amaçlı baskılar, ezi­yetler, İslam'ın tebliğ edilişini engellemeleri, davet özgürlüğünü ortadan kaldırmaları, müslümanlar açısından savaş sebebidir. Bu tür bir tavır içinde olan kafirlerle savaşmak İslami bir yükümlülüktür ki, dinden döndürme amaçlı baskılar (fitne) ortadan kalksın ve egemenlik (din) bütünüyle Allah'ın elinde, dünya düzeni, O'nun kontrolünde olsun.

Bunlar, hak ve adalet açısından doruk sayılacak ilkelerdir. Gelişmelerin ve eşyanın doğasına da uygun olur. Bu açıdan İslam şeriatı bir onurluluk abidesi ve ölümsüzlük ör­neğidir. İslam cihadla ilgili olarak kendisine atılan her türlü çamurdan, iftiradan beridir. Dinde zorlama yoktur. İnsanları İslam'a sokmak için savaşmaz müslümanlar, kendileri­ne saldırılmadıkça saldırmazlar. Bu gerçek gün gibi ortadadır. İftiracılar ise iftiralarıyla kalırlar.

Bu noktada Şura sûresi 39-43. ayetlerini hatırlatmanın yararlı olacağını düşünüyo­ruz. Bu ayetlerde, mazluma yardım, saldırıya misliyle karşılık verme ve haksız saldır­ganlara anladıkları dilden cevap verme olgularına ilişkin genel nitelikli gerekçelere yer veriliyor. Bu hatırlatmayı yaparken amacımız, incelediğimiz ayetlerden çıkarsanan ilke­lerle sözkonusu ayetlerin içerdiği gerekçeler arasındaki paralelliği vurgulamaktır. Aynı paralellik Mekke inişli ayetlerle Medine inişli ayetlerin içerdikleri ilkeler için de öz ve temel açısından geçerlidir. Kur'an'ın öngördüğü bütün hedeflerin ifade ettiği bütün il­kelerin karakteristik özelliğidir bu. Cihadla ilgili olarak, Mekki sûrelerin içerdiği ilke­lerle Medeni sûrelerin içerdiği ilkeler arasında çelişki olduğunu iddia eden iftiracılara verilmiş bir cevaptır bu aynı zamanda.

Ayetlerin sık sık haksızlıktan sakındırma, Allah'tan korkmayı hatırlatma ve haddi aşmama uyarısında bulunmalan, üzerinde durulmaya değer bir husustur. Kuşkusuz, bu uyarılar, maslahatın ön planda tutulduğunu gösteriyor. Misliyle mukabelede bulunma il­kesinin mahiyetini açıklayıcı rol oynuyor. İlk önce saldırıya geçenlere düşmanlık yolu­nu seçenlere karşı benzeri bir tutum sergilenebilir, demek isteniyor. Bütün bunlar yuka­rıda sıraladığımız prensipleri pekiştiriyor. Hak ve adalet düşüncesini belli bir koruma altına alıyor, saldırganlığın, haksızlığın önüne geçiyor. Kur'an'ın Mekke ve Medine inişli ayetlerinde bu gerçeğin her münasebette vurgulandığını görüyoruz. Özellikle sa­vaş ortamında bu tür uyarıların önemi yadsınamaz. Burada İslam mesajının etkinliğini ve evrensel boyutlarını gözlemleme imkanını buluyoruz.

Aynı şekilde son iki ayetin ifade tarzı ve içeriği dikkate değerdir. Burada her zaman ve her mekandaki müslümanalara yönelik son derece etkili ve evrensel bir direktifle karşı karşıya bulunuyoruz. Buna göre müslümanlar her zaman için her türlü düşmanlığa karşılık verebileceklerini, her türlü saldırıyı bertaraf edebileceklerini fiilen göstermeleri lazımdır. Bu evrensel direktife uymaları halinde caydırıcı oludur. Güçler arenasında sayg' görürler. Dostlarına güven, düşmanlanna korku verirler. İnanç özgürlüğünü sağ­lamış olurlar. Cihadın farz kılınışının İslam'ın temel bir rüknü olarak ön görülüşünün altında yatan anlam budur.

Tefsir bilginleri[306] bazı Tabiin ulemasına dayanarak "sizinle savaşanlar" ifadesi ile savaşabilecek durumda olanlar kastedilmiştir. Sadece kadınlar,yaşhlar, çocuklar ve din adamları bu genelliğin dışındadır. Bazısı ise İbn Abbas'ın "size barış Önerenler ve sa­vaştan vazgeçenler[307] sözüne dayanarak, bunları da istisnanın kapsamına almışlardır. Ibn Abbas'tan aktanlan bu görüşün isabetli olduğu açıktır. Çünkü ayet-i kerimenin ifa­de tarzı sadece savaşamayacak durumda olanları kapsamaktan daha geniş bir çerçeveye işaret etmektedir. Onlarla birlikte, müslümanlara banş öneren müslümanlara karşı yü­rüttükleri savaşa son veren herkesi kapsamaktadır.

Nisa sûresinde yer alan bir ayet, yukarıdaki değerlendirmeyi destekler niteliktedir: "Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler dokunul­mazdırlar. Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barışı size önerirlerse artık Allah sizin için onla­rın aleyhinde bir yol kırmamıştır" (Nisa, 90). Bu ayeti okuduğumuzda, zihnimizde şöyle bir sahne canlanıyor: Müslümanlara düşmanlık besleyen bir kafirler topluluğu vardır. Bunlar müslümanlarla savaşıyorlar. İçlerinden bazıları da savaştan çekiliyor ne müslü-manlarla ne de kavimleriyle savaşıyorlar. Ve bunlar müslümanlara barış önermektedir­ler...

Bazı müfessirler[308] Tabiin ulemasına dayanarak ayetlerde geçen "fitne" kelimesinin "şirk" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Yine bu alimlere göre "eğer vazgeçerlerse" ifadesi "eğer şirkten vazgeçerlerse" anlamına gelir. Buna göre ayetler müslümanlarla sa­vaşanlara karşı, onlar müslümanlığı kabul edip şirk tamamen ortadan kalkana kadar sa­vaşmayı emretmektedirler. Ayetlerin akışı ile oluşan atmosfer bunun yanında ayetlerin içerikleri, bu değerlendirmeyi doğrulayıcı, destekleyici nitelikte değildir. Çünkü ayetler müslümanlara, kendilerine savaş açanlara karşı savaşmalarını, hiçbir şekilde haksızlık etmemelerini, haram ayda veya Mescid-i Haram mıntıkasında savaşa girişmemelerini a-ma bir şekilde saldırıya uğrayacak olurlarsa, kendilerinin de saldırıya misliyle ve aynı ortamda karşılık vermelerini ve kesinlikle bu sınırı aşmamalarını emretmektedir. Diğer bir ifadeyle bu ayetlerde, düşman müslümanlığı kabul edinceye kadar savaşı sürdürme­ye ilişkin bir direktif yer almamaktadır.

Bu değerlendirmeyi, birçok ayetle ve birçok rivayetle desteklemek mümkündür. Peygamberimizin müşriklerle barış yaptığı bunlar arasında kendisine savaş açanların da bulunduğu bilinmektedir. Nisa sûresinde yer alan ve biraz önce işaret ettiğimiz ayeti bu­na örnek gösterebiliriz. Ayrıca Tevbe sûresinde yer alan şu ayetler de değerlendirmemi­zi destekler niteliktedir: "Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınız­dan bir şeyi eksiltmeyenler başka; artık antlaşmalarını, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz, Allah muttaki olanları sever" (Tevbe, 4). "Mescid-i Haram yanında kendile­riyle anlaştıklarınız dışında. Onlar size karşı doğru bir tutum takındıkça, siz de onlara karşı doğru bir tutum takının. Şüphesiz, Allah muttaki olanları sever" (Tevbe, 7). Hu-deybiye barışı gibi bir örnek vardır ki, kimse bunun gerçekleştiğinden kuşku duyma­maktadır. Bu anılaşma Peygamberimizle ona karşı savaş halinde olan Kureyşliler ara­sında imzalanmıştır.

Ayetlerin akışı ile oluşan atmosferden algıladığımız kadarıyla "fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" cümlesini şöyle anlamak ge­rekir: Allah'ın dinine davet özgürlüğünü ve bu davete icabet edenlerin can güvenliğini elde edinceye kadar onlarla savaşın. Bundan sonra gelen "eğer vazgeçerlerse" cümlesi ise müşriklerin, düşmanlığa, saldırganlığa son vermeleri, insanlarla Allah'ın dininin ara­sından çekilmeleri, müslü m anların dini özgürlüklerini kısıtlamaya kalkışmamaları anla­mını ifade etmektedir.

Bu değerlendirmemiz 193. ayette geçen "eğer vazgeçerlerse" cümlesi için geçerli­dir. 192. ayette geçen aynı cümlenin "eğer müslüman olurlarsa" anlamında kullanılmış olması mümkündür. Bunun gerekçesi de hemen sonra gelen şu cümledir: "Şüphesiz Al­lah bağışlayandır, esirgeyendir". Ayetleri bir bütün olarak düşündüğümüzde, bir cüm­leye yüklediğimiz bu iki anlam arasında bir çelişki olduğuna ilişkin düşünceye katılmı­yoruz. Çünkü şöyle bir yorum getirmek mümkündür: "Ayetler müslümanlara, kendileri­ne karşı savaşanlarla onlar müslüman oluncaya veya saldırgan ve düşmanca tutumların­dan vazgeçinceye, müslümanlarla barış imzalayıncaya kadar savaşın" Enfal sûresinde yer alan bazı ayetlerde her iki duruma da işaret eden İfadeler bulunmaktadır: "O inkar edenlere de ki: Eğer vazgeçerlerse geçmişte yaptıkları şeyler bağışlanacaktır. Ama yine dönecek olurlarsa, önceki toplumlara uygulanan sünnet, muhakkak onların başından da geçmiş olacaktır. Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla sa­vaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir. Geri dönerler­se, bilin ki gerçekten Allah, sizin mevlanızdır. O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardım­cıdır (Enfal; 38-40). Yukarıdaki ayetler, Bedir savaşından sonra inmişlerdir. O sırada, müslümanlarla Kureyşli kafirler arasındaki savaş hali devam ediyordu. Nihayet Pey­gamberimizle onlar arasında Hudeybiye barışı imzalandı (Hicri altıncı yılda) ve savaş hali sona erdi. Eğer ayetlerde, müşrikler müslüman oluncaya kadar onlarla savaşma em­redilmiş olsaydı, hiç kuşkusuz Hudeybiye barışı imzalanmazdı.

Şu hususda son derece ilginçtir ki, "fitne" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli an­lamlarda kullanılmış ama açıktan şirk anlamında kullanıldığı, ya da şirke delalet ettiği görülmemiştir. Öte yandan müslümanları dinlerinden dönmeye zorlama anlamında kul­lanıldığı görülmektedir: "Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar sonra tevbe etmeyenler; işte onlar için cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlaradır" (Buruc, 10)."Sonra gerçekten Rabbin işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenleri, ardından ci-had edip sabredenlerin destekçisidir. Şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra da gerçekten bağışlayandır, esirgeyedir" (Nahl, 110). Bize göre incelemekte olduğumuz ayetlerde de aynı anlam kastedilmiştir ve 191 ayetteki "Fitne, öldürmekten beterdir" cümlesi de açıklığa kavuşmaktadır. Yani müslümanları dinlerinden dönmeye zorlamak, adam öl­dürmekten ve savaşmaktan daha ağır bir suçtur, savaş sebeplerinin başında gelir. Sırf tartışmanın seyri bağlamında, ayet-i kerimenin düşmanlarla savaşmayı, onlar şirkten vazgeçip müslüman oluncaya kadar, bu savaşı sürdürmeyi emrettiğini kabul etsek, bu ancak müslümanlarla savaş halindeki düşmanlar ve müslümanların kendileri aleyhine olan şartları ileri sürmelerini hakkedenSer için geçerli olabilir. Bütün müşrikler müslü-man oluncaya kadar onlarla savaşmanın emredilmiş olması mümkün değildir. Peygam­berimizin (s) pratik sünneti bu gerçeği kesin olarak gözler önüne sermektedir.

Tefsir bilginleri'[309] diyorlar ki: Bu ayetlerde vurgulanan şartlar ve sınırlandırmalar, Tevbe sûresinde yer alan bazı ayetlerin inmesi ile birlikte neshedilmişlerdir. Adı geçen ayetlerde, Tevbe edinceye, namaz kılıp zekat verinceye kadar müşriklerle savaşılması emredilmektedir; "Haram aylar sıyrılıp bitince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir" (Tevbe; 5). "Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız" (Tevbe; 11). Bu iki ayetin akışı sonucu oluşan atmosferden algıladığımız ka­darıyla, burada Peygamberimizle barış imzalayıp sonra bu antlaşmayı çiğneyerek ihanet edenler kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah onlarla savaşmamanın şartlarını belirlemiştir. Onlarsa antlaşmayı bozmak suretiyle, gerekli yaptırım haketmişlerdir. Tefsir bilginleri, Tevbe sûresi 36. ayette geçen "Müşriklerle topluca savaşın" cümlesini, yukarıdaki de­ğerlendirmelerini pekiştirici bir ifade olarak öne sürüyorlar. Oysa bu cümlenin bir de bütünleyici cümlesi vardır ve bu şekilde anlaşılmasını önlemektedir: "Onların sizlerle topluca savaşması gibi". Nitekim şu ayeti-i kerime bizim yorumumuzu destekler mahi­yettedir: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarma­yanlara İyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever" (Mümfchîne; 8). Bu ayet-i kerime, yukarıdaki yorumumu­zu pekiştirmekle kalmıyor, müslümanlarla barış yapan, tarafsız davranan kafir ve müş­riklere iyilik etmeyi onlara karşı adaletli davranmayı teşvik ediyor. Son derece önemli ve üzerinde durulması gereken bir diğer husus da şudur: Peygamberimizin barış öneren, tarafsız davranan veya savaş meydanından çekilen müşriklerle savaşılmasını emrettiği; barış önerisini reddettiği ya da savaş esnasında eman dileyen birinin emanını kabul et­mediği konusunda herhangi bir haber rivayet edilmemiştir. Peygamberimizin hayatında gerçekleşen savaşları ve cihad konusunu inceleyenler[310] göreceklerdir ki: Peygamberi­miz herhangi bir toplulukla çatışmaya girmişse, üzerlerine sefer düzenlcmişse ya da ön­cü birlikler salmışsa, mutlaka bir saldırıya karşılık vermek veya bir saldırının öcünü al­mak yahut bir eziyeti bertaraf etmek, haince bir tutumu (anlaşmayı bozmak gibi) ceza­landırmak, azgınlaşıp toplumu rahatsız edenleri yola getirmek, dökülen müslüman kan­larının intikamını almak, davet özgürlüğünü temin etmek, davete icabet edenlerin can güvenliklerini sağlamak, ahit bozan tarafı cezalandırmak, düşmana destek olanlara, müslümanlar aleyhine komplolar kuranlara hadlerini bildirmek şeklinde olmuştur. Eğer bütün kafirlerle veya bütün müşriklerle savaşmak Kur'an'da ya da sünnette ön görülen İslami bir prensip olsaydı, Peygamberimizin içinde bulunduğu duruma, konuma ve za­mana bakmaksızın bütün kafirlerle, bütün müşriklerle savaşması gerekirdi. Böylesine top yekûn bir savaş, ne Peygamberimiz zamanında ne de Raşid halifeler zamanında ger­çekleşmiştir.Peygamberimizden rivayet edilen uzunca bir hadiste şöyle Duyuruluyor: "Peygam­berimiz bir orduya ya da müfrezeye birini komutan tayin edip sefere gönderirken, ona Özellikle Allah'tan korkup sakınmasını ve emrindeki müslümanlara iyi davranmasını tavsiye ederdi, sonra şöyle derdi: Allah yolunda Allah'ın adıyla savaşın. Allah'ı inkar edenlerle savaşın, savaşın ama aşırı gitmeyin, hainlik etmeyin, öldürdüğünüz düşmanın organlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman, onları şu üç şeyden birine çağır: Üç şeyden birini kabul ederlerse, onlardan vazgeç. Ön­ce onları İslam'a çağır. Olumlu cevap verirlerse, kabul et; onlardan vazgeç. Sonra onlan yurtlarını bırakıp muhacirlerin yurduna hicret etmeye çağır. Eğer bunu yapacak olurlar­sa, muhacirlerin sahip oldukları tüm haklar ve yükümlülükler onlar için de geçerlidir. Eğer hicret etmeye yanaşmazlarsa, onlara şunu haber ver: Onlar müslüman Bedeviler konumundadır; mü'minler için geçerli olan Allah'ın hükümleri kendileri için de geçerli­dir. Müslümanlarla birlikte cihad etmezlerse ganimetten pay alamazlar. Eğer bunu da reddederlerse, onları cizye vermeye davet et. Olumlu cevap verdiklerinde, kabul et. On­lardan vazgeç. Eğer bunu da reddederlerse, Allah'tan yardım dileyerek onlarla savaş. Bir kaleyi kuşattığın zaman, içindekiler sende Allah'ın ve Rasulünün zimmetini isterler­se, bunu kabul etme; ancak onlara kendi zimmetini ve arkadaşlarının zimmetini ver. Çünkü sizin kendi zimmetinizi korumanız, Allah'ın ve Rasulünün zimmetini koruma­nızdan daha kolaydır. Bir kaleyi kuşatma altına aldığın zaman, halk, senden kendilerini Allah'ın hükmüne indirmeni isterlerse, bu isteklerini kabul etme. Ama onları kendi hük­müne indir. Çünkü Allah'ın hükmüne isabet edip etmediğini bilemezsin[311]. Bu hadiste geçen "müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman" ifadesi dikkat çekicidir. Bu ifadenin, incelemekte olduğumuz ayetlerden çıkarsadığımız "savaş ancak savaşan düşmana karşı yapılır" sonucuyla örtüştüğünü görüyoruz.

Kafinin sûresini incelerken, konuya ilişkin olarak ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Adı geçen sûrenin İslam'ın "inanç" ve "din edinme" özgürlüğüne ilişkin yaklaşımını yansıttığını vurguladık. Bu kadannı söylemeyi yeterli buluyoruz. [312]

 

Haram Ay Kavramı

 

Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığı ve güvenli bölge oluşu, Mekke inişli birçok ayette işlenmesi yanısıra, Bakara sûresinin bazı ayetlerinde de ele alınmıştır. Bu olguya ilişkin olarak geniş açıklamalarda bulunduk; bunları bir kez daha yineleme gereği duy­muyoruz.

Ancak "haram ay" kavramı ile ilk kez bu ayette karşılaşıyoruz. Öncelikle şunu söy­leyelim ki: "Haram" kelimesi, "Kabe" ile ilintili olarak ne anlam ifade ediyorsa "ay" açısından da aynı anlamı, yani dokunulmazlığı, kutsallığı güvenliliği savaşma yasağını ifade ediyor. Bu ifadenin geçtiği ve diğer Medine inişli sûrelerde yer alan başka ayetler­de de aynı anlamın esas alındığını unutmamalıyız. "Haram ay" kavramı dört kameri Arap ayı için kullanılır. Bu ayların sayısı, Tevbe sûresinde zikredilmiştir: "Gerçek şu'ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan din budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin..." (Tevbe; 36). Sözkonusu ayların isimleri, kesintiye uğrama­yan tevatür ve geleneğe göre, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb'tir. Bunların ilk üçü İslam öncesi dönemde Araplar nezdinde hac aylarıydı. Dokunulmazlıkları, kutsal­lıkları ve savaş yasağı bununla ilgilidir. Bu aylarda bir tür dini barış ilan edilirdi. Böyle­ce Araplar uzak-yakın bölgelerden, yarımadanın muhtelif yerlerinden, Arapların yerleş­tiği Şam, Mezopotamya ve Irak gibi komşu memleketlerden güvenlik içinde Mekke'ye gelebiliyor, hac görevlerini eda ediyor, bu ibadet mevsimine tanık olabiliyorlardı. Sonra da korkusuzca, en ufak bir zorlukla karşılaşmadan, huzur içinde memleketlerine dönebi­liyorlardı. Recep ayma gelince, güvenilir Arap rivayetlerinden anladığımız kadarıyla, bu ay hicaz halkı için dinsel bir özellik taşıyordu. Bu rivayetlerden sözkonusu ayın "Mudar Recebi" adıyla da anıldığını öğreniyoruz. Haram ayların, Araplar açısından dini, sosyal ve ekonomik önem arzettiğinden kuşku yoktur. Bu nedenle ayetlerden ve rivayetler­den[313] anladığımız kadarıyla, Araplar bu ayların dokunulmazlıklarına büyük önem veri­yorlardı, bu ayların kutsal huzurunu bozmamaya özen gösteriyorlardı. Bu aylarda, kan döküyor diye avlanmayı bile yasaklamışlardı... Haram aylar girince, insanlar, kendileri­ni kapsamlı bir güven ortamının içinde buluyorlardı; kavgasız, savaşsız ve korkusuz... Hiç kuşkusuz işin içinde dinsel motivasyon olmasaydı, böylesi bir sosyal olguyu ger­çekleştirmek mümkün olamazdı. Kur'an-ı Kerim Ğt bu ayların dokunulmazlığını kutsal­lığını onaylamıştır; insanlara sağladığı büyük yararlara işaret etmiştir. Yukarıda sundu­ğumuz Tevbe, 36. ayeti buna örnek gösterebiliriz. Aşağıdaki ayetler de aynı anlamı pe­kiştiriri niteliktedir: "Allah, Beyt-i Haram Kabe'yi insanlar için bir kıyam evi kıldı; Ha­ram ayı, Kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da..." (Maide; 97) "Ey iman edenler, Allah'ın şiarlarına, haram olan ay'a, kurbanlık hayvanlara, onlardaki gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktınız mı artık avlanabilirsiniz... "(Maide, 2). Burada, yapıcı ve ya­rarlı geleneklerin İslamdan sonra da korunmasına ilişkin genel temayülün bir örneğini görüyoruz. Bu aylarda ancak herhangi bir saldırıyı püskürtmek, bir haksızlığı, zulmü bertaraf etmek ve İslam'a davet özgürlüğünü garanti altına almak amacına yönelik olması koşuluyla savaşa izin verilmiştir. [314]

 

196- Hac ve Umre'yi'[315] Allah İçin tamamlayın. Eğer kuşa-tılırsanız[316] artık size kolay gelen'[317] kurbanı' [318]gönderin. Kurban yerine'[319] varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Kim sizden hasta ise veya başından şikayeti varsa, onun ya oruç ya sadaka veya kurban olarak'[320] fidye vermesi gere­kir. Güvenliğe kavuşursanız, hacca kadar umre ile yarar-lanmak'isteyene[321], kolayına gelen bir kurbanı kesmek var­dır. Bulamayana da, haccda üç gün, döndüğünüzde yedi gün olmak üzere, bunlar tamıtamına on gün oruç vardır. Bu, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir[322]. Al­lah'tan korkun ve bilin ki Allah muhakkak cezası pek çetin olandır.

 

Bu ayetten itibaren, umre ve hacc ile ilgili ibadi hükümler bildiriliyor:

 

1) Müslümanlar, Allah'a kulluk sunma, O'na yakın olma niyetiyle hac ve umre yü­kümlülüğünü yerine getirmelidirler. Bunlara ilişkin ibadetleri, ayinleri tamamlamalıdır­lar.

2) Bir müslüman bu dini görevini yerine getirmek amacı ile evinden çıktıktan sonra, yolda kuşatılırsa ve üstesinden gelemeyeceği sebeplerden dolayı Kabe'ye ulaşamazsa, kolayına gelen kurbanı Allah'a sunması yeterlidir. Kurbanlar boğazlanacakları yere ulaşmadıkça başını tıraş etmemesi gerekir. Çünkü başı tıraş etmek, ihramdan çıkışın be­lirtisidir. Bu ise ancak kurbanların boğazlanmasından sonra olabilir. Hasta ya da başın­dan şikayetçi olanlara ihramdan çıkma ruhsatı verilmiştir. Hastalığı arttırıcı şeylere karşı koruyucu ve tedavi edici önlemler alabilir. Basıdan şikayetçi olanlar, bu şikayetlerine son vermek amacıyla, başlarını tıraş edebilir, elbise giyebilir, başlarını örtebilir, koku sürünebilirler. Ama bu ruhsata karşılık olarak fidye Ödemek durumundadırlar. Oruç tut­mak veya sadaka vermek ya da bir kurban kesmek gibi...Güvenliği sağlayıcı sebepler yaygınlaşıp müslümanlar Mescid-i Haram'a ulaştığında hac ve umre arasındaki dönem­de özgürce yararlananlar (Mescid-i Haram mıntıkasına ihramlı girip umre ziyaretini gerçekleştirenler). Yani Kabe'nin etrafını tavaf edip Safa ve Merve arasında sa'y ettik­ten sonra ihramlarından çıkarak ihramlılar için yasak olan şeyleri yapanlar, büyük hac ve vakfe vaktine kadar eşleriyle cinsel ilişki kurmak, koku sürünmek, süslenmek ve normal elbiseler giymek gibi özgürlüklerden istifade edenler, bu ruhsat münasebetiyle yararlandıkları şeylere karşılık olarak Allah'a bir kurban sunmakla yükümlüdürler. Bu Mescid-i Haram mıntıkasında ikamet etmeyenler için geçerli olan bir durumdur. Eğer Kurban kesmeye güçleri yetmiyorsa, on gün oruç tutmaları gerekir; bunun üç gün hacc-da, yedi gün de evlerine döndükten sonra tutulmalıdır.

Ayet-i kerime insanları Allah'tan korkup sakınmaya çağıran bir ifadeyle son bulu­yor. Eğer O'nun koyduğu sınırları aşıp, itaatinde kusur edecek olurlarsa şiddetli ceza­landırmasına maruz kalacakları uyarısında bulunuyor. [323]

Hacc Ve Umre

 

"Haca ve Umreyi Allah İçin tamamlayın..."

Önceki ayetlerde olduğu gibi, bu ayette de yasama niteliği belirgindir. Bu ayetle ön­ceki ayetler arasında bir şekilde konu bağlantısı olduğunu düşünüyoruz. Tefsir bilginle­ri, bu ayetin Hudeybiye barışının imzalandığı yıl indiğini söylemişlerdir. Peygamberi­miz (s) Kabe'yi ziyaret etmek maksadıyla Medine'den ayrılmış ama Mekkcliler onları engellemişlerdi. Sonunda görüşmeler barışla neticelenmiş ve Kabe ziyareti bir sonraki yıla ertelenmişti.

Ayet-i kerimenin hac ibadetine özgü ayinler bağlamında değişik ve mutlak hüküm­ler içerdiği görülmektedir. Arkasından gelen ayetlerde de hac ibadeti ile ilgili hükümle­re yer veriliyor. Bundan önceki ayetlerde de İslam öncesi hac ibadeti kapsamındaki bazı geleneklere işaret edilmiş ve bunların bir kısmının yeni dönemde geçerli olmadığı vur­gulanmıştı. Bundan dolayı, ayetin inişiyle ilgili rivayetin sahih olmasını kuşkulu bulu­yoruz. Bizce ayet-i kerime, Hudeybiye barışından uzunca bir süre önce inmiştir. Nüzu­lün gerekçesi; hac ve umreye ilişkin çeşitli hükümleri bildirmektir. Ayet-i kerimenin kendisinden önceki ve sonraki ayetlerle oluşturduğu bu paralellikten hareketle, 189-203. ayetlerinin bir defada ya da peşpeşe inen bir ayetler silsilesi olduğunu söyleyebili­riz.

Eğer bu değerlendirmemiz doğruysa, -inşaallah karineler doğruluğunu göstermekte­dir- bu demektir ki, hac ve umre ibadetleri, Hudeybiye barışının imzalanmasından önce farz kılınmış ve müslümanlara açıklanmıştı. Bu arada bazı müslümanlar fetihten Önce Mekke'ye gitme imkanını buluyor, hac ve umre ibadetini eda edebiliyorlardı. Daha ön­ce, tefsirini sunduğumuz, Safa ve Merve tepeleri arasındaki şöyle ilgili ayet, bu ihtima­lin doğruluğuna ilişkin bir karine olarak değerlendirilebilir. "Eğer kuşaührsanız" cümle­si ise, bu durumda, hac ve umre ibadetini yerine getirmek isteyen bazı müslümanların şiddetli bir hastalık veya müslüm an farla Mekkeliler arasındaki bir savaş dolayısıyla en­gellenmeleri ihtimaline işaret etmektedir.

Rivayete göre[324] Peygamberimizin Hudeybiye barışının imzalandığı yıl, müslüman-larla birlikte umre ibadetini eda etmesi (yukarıda değindiğimiz gibi) Mekkeliler tarafın­dan engellenince, kurbanını Hudeybiye'de boğazlamış ve ihramdan çıkmıştır. Yani ba­şını tıraş etmiş, normal elbiselerini giymiştir. Müslümanlara da böyle yapmalarını em­retmiştir. Bu sağlam rivayetin ışığında ayete baktığımızda "başlarınızı tıraş etmeyiniz" diye başlayan ifadenin ayetin baş tarafında vurgulanan anlamı bütünlemekten çok bir başka duruma göndermede bulunma niteliğinde olduğunu görüyoruz. Çünkü engelleme, düşman korkusundan veya öldürülme savaşma ve tutsak edilme tehlikesinden kaynakla­nıyorsa, kurbanlığın yerine varması da engellenir doğal olarak. Oysa "kurban yerine va­rıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin" cümlesi, kurban yerine yani Kabe'ye ulaşıp ora­da boğazlanmadıkça, başı tıraş etmek suretiyle ihramdan çıkmayı yasaklayıcı nitelikte­dir. Bu değerlendirme, şayet doğruysa, bu durumda ayetin ilk bölümü engellenme duru­muna ilişkin bir hükmü içeriyor. Buna göre kurbanlar müslümanların bulundukları yer­de boğazlanacaklardır. Ayetin geri kalan kısmı ise, engelin sözkonusu olmadığı güvenli durumlarla ilgili değişik hükümler içermektedir.

İhramlıyken başları tıraş etmemek ve sünnetin ön gördüğü biçimde dikişli elbise giymek, koku sürünmek, süslenmek, cinsel ilişkiye girmek gibi yasak uygulamalar aynı şekilde hac döneminde ve umre ziyaretinde Allah'a kurbanlar sunmak gibi ibadet şekil­leri, ayetlerin ve konuya ilişkin rivayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla İslam ön­cesi dönemde de uygulanıyordu. İslam bazı ruhsatlar ve kolaylaştırmalarla birlikte bu uygulamaları olduğu gibi korudu. Bu durum Kur'an'ın genel mesajına da uygundur. Kur'an'm bildirdiği gibi Allah müslümanlar için kolaylık diler, zorluk dilemez. Ancak kaldırabilecekleri yükü yükler onlara.

İncelemekte olduğumuz ayet-i kerimeye baktığımızda, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Hac menasiki bağlamında aslolan hacc ile umreyi birlikte yapmaktır. Tam Arafat vakfe­si ve hac ile umre vakitleri arasındaki zaman diliminden yararlanma İslam'ın getirdiği değişiklikler ya da kolaylıkladır. Hacc ile umre arasındaki zaman diliminden yararla­nanlar için kefaret ön görülmüş olması buna ilişkin bir ipucu ya da kanıt olarak değer­lendirilebilir. Tefsir bilginlerinin yorumladıkları gibi Mescid-İ Haram mıntıkasında ika­met etmeyip de bu ruhsattan yararlananlar için kefaretin gerekli olması, Mescid-i Haram mıntıkasına ihramlı olarak girmeleri gerekenlerin, bu mıntıkada ikamet etmeyenler olmasından kaynaklanmaktadır. Bunlar umre ve hacc arasındaki zaman diliminden yarar­landıkları zaman, kefaret ödemekle yükümlüdürler. Mescid-i Haram mıntıkasında ika­met edenlerse ancak Arafat vakfesi zamanı girdiğinde ihram giymekle yükümlüdürler. Vakfe zamanı, ihram giyer, umrenin rükünlerini ederler. Sonra Arafat'ta vakte yaparlar. Ardından oradan dönüp tavaf ve sa'y rükünlerini eda edip ihramdan çıkarlar. Bundan Önce ihrama girmeyebilirler ve bunun için kefaret ödemeleri de gerekmez.

"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" cümlesi, bunların farz olduğunu gösterir. Al-i imran sûresi 97. ayette yer alan: "Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetme­leri Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır" cümlesi buna ilişkin bir diğer nass niteliğin­dedir. Aynı zamanda farzliğını daha açık ve daha güçlü bir şekilde vurgulamaktadır. Sa­dece güç yetiremeyenleri bu kapsamın dışında tutuluyor. Bu arada, güç yetirmenin bo­yutu tartışma ve ihtilaf konusudur. Bir rivayete göre güç yetirmekten maksat yol yiye­ceği ve binektir. Bir diğerine göre sağlıklı ve yolculuğa dayanabilir olmaktır. Bir başka­sına göre, bedensel ve mali yeterlilik kastedilmektedir. Kişi yolculuğun zorluklarına katlanabilir bir bedensel yapıda olmanın yanısıra, haccedebilmesi için gerekli olan mala da sahip olmalıdır. Bu arada hac için ayırdığı malın, nafakasını vermekle yükümlü oldu­ğu kimselerin ihtiyacından ve varsa borcundan arta kalan bir miktar olmak durumunda­dır[325]. Ulemanın çoğunluğu bu görüştedir. Ancak "nafakasını vermekle yükümlü oldu­ğu kimselerin ihtiyacından fazla" cümlesinin ifade ettiği durumun bir zamanla sınırlı ol­madığını belirtelim. Bu ifadenin kapsamına hacca gidecek kişinin, kâr etmekte olan ve süreklilik arzeden bu kârı ile nafakasını vermekle yükümlü olduğu kimselerin ihtiyacını gideren bir sermayesinin olması gerektiği hususu da girer.

Bir insanın ömründe bir kere hacca gitmesi farzdır. Bir rivayete göre[326] müslüman­lar Peygamberimize haccın her yıl farz olup olmadığını sormuşlar, Peygamberimiz bu soruya cevap vermemiş, soru bir kez daha takrarlamnca: "Hayır. Eğer 'evet' deseydim, her yıl hacca gitmeniz gerecekti. Fakat bunu yapamazdınız" cevabını vermiştir.

Hacc ve Umre zamanında Allah'a sunulması gereken kurbanlar deve, sığır, koyun ve keçilerden seçilir. Bunların tümü "En'am" ismi altında toplanırlar. Deve ve sığırlar için aynca "bedene" adı da kullanılır. Bunların bir tanesini, bir rivayete göre yedi kişi, bir rivayete[327] göre de on kişi kurban olarak sunabilir.

Hastalık veya başındaki bir rahatsızlıktan dolayı ihramda ön görülen ruhsata başvur­mak zorunda kalanların vermek zorunda oldukları kefarete gelince, müfessirler bazı sa­habelere ve tabiin ulemasına [328]dayanarak, bunun üç gün oruç veya altı yoksulu bir gün boyunca doyurmak yahut bir koyun kesip etini yoksullara dağıtmak şeklinde belirlemiş­lerdir.

Müslüman hacının "ihramh" ismini aİmasını sağlayan İhrama girme durumu, normal giysileri çıkarıp dikişsiz giysiler giymek, başı Örtmemek, topukları dışarıda bırakan bir nalın giymekten ibarettir. Dışarıdan gelenler, Mescid-i Haram mıntıkasına girmeden bu kıyafete bürünmekle yükümlüdürler. Kabe'yi bu şekilde tavaf etmek, Safa ile Merve te­peleri arasındaki sa'yi bu kıyafetle gerçekleştirmek ve bu sırada sakıncalı olan şeylerden (yukarıda bunlara değindik) kaçınmak zorundadırlar. Bütün bunlar Kabe'ye gösterilen saygının, hac menasikine verilen önemin göstergesidir. Rivayetlerden bu uygulamanın da İslam öncesi dönemden kalma olduğunu Öğreniyoruz. Bu tarzda, Kabe'nin etrafını tavaf etmek, Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y yapmak "umre" olarak isimlendiril­miştir. Umre hac mevsimi dışındaki zamanlarda da gerçekleştirilebilir. Bu tür zamanlar­da yapılan umre ziyaretleri farz değil, nafiledir. Hacc mevsiminde ise, eda edilmesi zo­runlu bir rükündür. "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" cümlesinden bunu anlı­yoruz. Haccın ikinci rüknü ise, Zilhicce ayının dokuzuncu günü akşama kadar Arafat'ta vakfe yapmaktır. Buna "haccu'l ekber: en büyük hacc" denir. Bazı hacılar, takvayı esas alarak (az önce işaret ettiğimiz) tarzda hareket ederler. Yani, umre ile haccı bitiştirerek gerçekleştirirler. Bunlar İhramh hallerini sürdürürler ve Arafat vakfesine kadar, sakınca­lı şeylerden kaçınmaya devam ederler. Sonra oradan Mekke'ye dönüp Kabe'yi tavaf ed­er ve Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y yaparlar ve ihramdan çıkarlar. Yani saçlarını tıraş eder veya kısaltırlar. Normal elbiselerini giyip daha önce sakıncalı olan şeyleri yapmaya başlarlar. Bazıları ise umre ile hacc arasındaki zaman diliminden (Arafat vak­fesi) yararlanırlar. Bunlar şayet Mescid-i Haram mıntıkasında ikamet etmiyorlarsa (yu­karıda açıkladığımız şekliyle) kefaret vermekle yükümlüdürler. Sonra Zilhicce ayının dokuzuncu günü bir kez daha iharama girip bu şekilde Arafat'a çıkarlar, orada vakfe ya­parlar. Ertesi gün Mekke'ye döner, tavaf ve sa'yi tamamlayıp ihramdan çıkarlar.

Tefsir bilginleri[329] A'raf sûresinde yer alan: "Ey Ademoğullan, her mescid yanında ziynetlerinizi takının" (A'raf, 31) ayeti ile ilgili olarak, bazı rivayetlerden de yola çıka­rak şöyle demişlerdir: İslamdan önce Araplar, normal elbiseleriyle Kabe'yi tavaf etmek­ten, Safa ile Merve tepeleri arasında sayy yapmaktan kaçınırlardı. Bu elbiseler üzerle-rindeyken günah işlemekten endişeleniyorlardı. Bu yüzden bazı Kabe hizmetlilerinden peştemal türü örtüler kiralıyorlardı. Bunlara "mcaziru'I ahmisiye" denirdi. Kabe bekçi­lerine, hizmetlilerine "hums" dendiği için bu adı veriyorladi. Bunları bulamayanlar ya da kiralayacak parası olmayanlar da Kabe'yi çıplak bir halde tavaf ederlerdi. Çünkü normal elbiseleriyle tavaf edenler bunları atmak zorundaydılar. Elbiselerini atmak iste­medikleri için de çıplak tavaf ediyorlardı. İslam'dan sonra icra edilen ihram geleneğinin bunun değişik bir şekli ya da onunla bağlantılı olması güçlü bir ihtimaldir. Allah doğru­sunu herkesten daha iyi bilir. [330]

 

197-  Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse'[331] hac esnasında kadına yaklaşmak'[332]', günah sayı­lan davranışlara'[333] yönelmek, kavga etmek'[334]' yoktur. Hayır İşlerden neyi yaparsanız, Allah onu bilir. Ahiret için azık toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sa­hipleri, yalnız benden korkun.

198-  Rabbinizden gelecek bir lütuf ve keremi aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat'taki vakfeden ayrılıp akın ettiğinizde'[335] Meş'ar-ı Harem'de'[336] Allah'ı anın, Al­lah'ı size gösterdiği şekilde anın. Her ne kadar O'nun gös­termesinden önce yanlış gidenlerden idiyseniz de.

199- Sonra İnsanların sel gibi akın ettiği yerden siz de akın edin. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir.

200-  Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gi­bi yahut ondan daha şiddetli bir şekilde Allah'ı anın. İn­sanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz; "bize dünyada ver" derler. Böyle isteyenlerin ahiretten hiç nasibi yoktur.

201-  Onlardan bir kısmı da "Ey Rabbimiz, bize dünyada bir iyilik, ahirette de bir iyilik ver. Bizi ateş azabından ko­ru" derler.

202-  İşte onlar için kazandıklarından büyük bir nasip var­dır. Şüphesiz Allah'ın hesaba çekmesi sür'atlidir.

203- Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip dönmek isterse, üzerine günah yoktur. Kim geri kalır­sa, o zaman da kötülükten sakınan için günah yoktur. Al­lah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzuruna topla­nacaksınız.

 

Ayetlerde hac ibadetlerine ve bu ibadetlerin gerçekleştirildiği mevsime ilişkin yasa­ma nitelikle açıklamalara yer verilmektedir.

l)Hac ibadetinin belli aylarda gerçekleştirildiği vurgulanmıştır. Hac ibadetini eda et­meye karar vermiş bir kimsenin, bu kararından sonra sözkonusu belli aylar içinde cinsel ilişkiye girmemesi, günah nitelikli bir davranışta bulunmaması ve kavga etmemesi gere­kir. Yüce Allah'ın insanlarca işlenen her hayırlı işi bildiğine dikkat çekiliyor. Bundan dolayı Allah'tan korkup sakınmaları emrediliyor. Çünkü takva bir insanın edinebileceği en hayırlı azık niteliğindedir. İlk ayetin sonunda hitap, temiz ve özlü akıl sahiplerine yöneltiliyor. Sanki, Allah'ın tavsiyelerinin hikmetini ve takvanın Önemini ancak temiz akıl sahiplerinin kavrayabileceği ima ediliyor.

2) Müslümanlara, hac mevsiminde, hac aylarında ticaret yapmak suretiyle Allah'ın fazl ve keremini aramalarının bir sakıncasının olmadığı hatırlatılıyor. Daha önce büyük bir sapıklık içindeyken, yüce Allah'ın kendilerini doğru yola iletmiş olmasının karşılığı olarak Arafat'tan akın ettikten sonra Meş'ar-i Haram (Müzdelife)'nin yanında Allah'ı anmaları, O'na şükranlarını sunmaları emrediliyor. Bu arada herkesle birlikte, Meş'ar-i Haram'dan akın etmeleri ve esirgeyip bağışlayan Allah'tan mağfiret dilemeleri isteni­yor. Hac mevsimine özgü ibadetleri tamamladıktan sonra, babalarım anar gibi yahut on­dan daha fazla Allah'ı anmaları gerektiği dile getiriliyor. Bu arada böyle bir ortamda bazı insanların sırf dünyevi arzularının gerçekleşmesini Allah'tan dilediklerine dikkat çekiliyor. Bu tür insanlar, ahirette Allah'ın rahmetinden pay alamazlar. Bazi insanlarda hem dünyada hem ahirette hayırlara ulaşmayı ve ateşin azabından korunmayı dilerler. Bunlar dünyada işledikleri salih amellerin faydasını görürler. Karşılığını Allah'tan ek­siksiz alırlar. Allah hesaplan çabuk ve noksansız görür. Herkesin hakkını tam ve zama­nında verir; geciktirmez.

3) Sayılı ve belli günlerde Allah'ı anmalarına ilişkin olarak müslümanlara bir diğer direktif veriliyor. Sayılı günlerin sonra ermesi hususunda acele edip de bunlan iki gün olarak eda etmenin ya da geciktirerek daha fazla yapmanın bir sakıncasının olmadığına işaret ediliyor, Yeterki kişinin Allah'ın rızasına ve takvaya aykırı bir amacı olmasın. Müslümanların herhâlukârda Allah'tan korkup sakınmaları gerekir. Bu arada eninde so­nunda Allah'ın huzurunda toplanacakları hatırlatılarak buna hazırlıklı olmaları gerektiği dile getiriliyor. [337]

 

Hac Mevsimi

 

"Hac bilinen aylardadır......" (197-203).

Bu ayetler grubunun hac ibadetlerine ilişkin bölümün bir anlamda bütünleyicisi ol­duğu açıktır. Tefsir bilginleri tabiin ulemasına[338] dayanarak çeşitli rivayetler ve görüşler aktarmışlardır. Buna göre ayetler grubunun ilkinde isim vermeden sadece "belli ay­lar" diye nitelendirilen hac aylan Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Bu rivayetlerin bir kısmına göre de hac ayları Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin ilk on günüdür. Bu görüş­leri saygıyla karşılamamıza rağmen, bu ayların arasına haram ay olmayan Şevvalin alın­masının buna karşın bir haram ay olan Muharrem ayının alınmamasının hikmetini kav­rayabilmiş değiliz. İslam fıkhına göre Şevval ayında hac için yola çıkmak ve bu ayda hac amacı ile ihram giymek şart değildir.

Mekke'ye hac amacı ile gitmek İsteyen bir kimsenin Şevval ayından önce veya son­ra (Zilhiccenin dokuzuncu gününe kadar) umre veya haccı birleştirmek ya da yararlan­mak (temettü) amacı ile ihrama girmesinin herhangi bir sakıncası yoktur. Zilhiccenin dokuzuncu günü ise haccın İkinci rüknü yani Arafat vakfesi İçin belirlenmiş tek gündür. Görüldüğü gibi Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylan haram aylar ilan edilmişlerdir. Çünkü bu üç ay hacıların Mekke'ye gelmeleri, hac ibadetini tamamladıktan sonra mem­leketlerine dönmeleri için yeterli bir süredir. Mekke'den uzak bölgelerden gelenleri dü­şünürsek bunun iyi bir tesbit olduğunu anlanz. Bu süre aynı zamanda kutsal bir barış ve huzur ortamıdır; hacılar güven içinde ibadetlerini yerine getirsinler ve yurtlarına dön­sünler diye. Dolayısıyla "bilinen aylar" ifadesi ile bu üç haram ayın kastedildiğini düşü­nüyoruz. Hacılardan bu ayların kutsallığı ile bağdaşmayan cinsel ilişki, günah, kavga ve düşmanlık gibi tutum ve davranışların terkedilmesinin istenmesi de bu yüzdendir.

Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu ayetin orjinalinde geçen "rafas" kelimesinin cinsel ilişki ve ona götüren baştan çıkarıcı söz ve davranışlar anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Şunu da eklemişlerdir; cinsel ilişki yasağı ihramlılık hali ile sınırlıdır. Umre ile hacc arasındaki boşluktan yararlanan bir kimsenin bu esnada cinsel ilişkiye girmesinin bir sakıncası yoktur. Bize öyle geliyor ki "cinsel ilişki" anlamına alınan "er-refes" kavramının günah ve kavga ile birlikte mutlak olarak hac aylarının -ki biz bunla­rın üç haram ay olduğunu söyledik- yasaklan arasında zikredilmesi "rafas" kavramının her türlü çirkin söz ve davranış anlamına alınmasının daha isabetli olduğunu göstermek­tedir.

Tefsir bilginleri "azık topla" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulun­muşlardır: Bazı Araplar hacca yanlarına yiyecek ve azık almadan geliyorlardı. Sadaka ve kurban etleriylc karınlarını doyurmayı düşünüyorlardı. Bu arada büyük zorluklar ve sıkıntılarla yüzyüze kalıyorlardı. Bundan dolayı bütün müslümanlara, yanlarına yiye­ceklerini alarak hacca gelmeleri emredildi. Bu ifadenin de yer aldığı cümlenin akışından algıladığımız kadarıyla bu hayır amelleri arttırmaya, hayırlarla azıklanmaya, özellikle hac aylarında çirkin hayasızlıklardan uzak durmaya yönelik bir teşviktir. Çünkü ifade­den önce "hayır" kelimesi, sonrasında da en hayırlı azığın takva olduğunu, Allah'tan korkup sakınmanın gerekliliğini vurgulayan bir ifade yer alıyor.

Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre "Rabbinizden gelecek bir lütuf ve keremi aramanızda size herhangi bir günah yoktur" cümlesi hacılann nzık temin etmeye yö­nelik girişimlerde bulunmalarının hac mevsiminde ticaret yapmalarının herhangi bir sa­kıncasının olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Bu açıklamanın cinsel ilişki (ya da her türlü çirkin söz ve davranış) günah ve kavga yasağından sonra yer alması ilginçtir. San­ki ticaret ve kazancın yasak kavramının kapsamına girmediği anlatılmak isteniyor.

İslamdan önce hac mevsiminda üç genel panayır kurulurdu. Bunlardan biri Mek­ke'nin dışında "Ukaz" adı verilen yerde kurulurdu ve Zilkade ayının yirmi günü boyun­ca açık olurdu. İkincisi ise "el-Mecenne" denilen yerde kurulur ve on sekiz gün devam ederdi. Üçüncüsü ise, "Zülmecaz" denilen yerde kurulur ve Arafat vakfesi ve bayram günleri boyunca açık olurdu[339]. Müslümanlar, hac ibadetlerinin geçersiz olmasından korktukları için bu panayırlara katılmaktan ticari faaliyetlerde bulunmaktan kaçınıyor­lardı. Bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti indirerek, onlann bu endişelerini gi­derdi.

Buharı, Müslim ve Nesai'nin İbn Abbas kanalıyla rivayet ettikleri bir hadiste şöyle deniyor: "İnsanlar, önceleri Mina, Arafat, Zülmecaz'da ve bütün hac mevsimlerinde alış veriş yapıyorlardı. Daha sonra haramdır endişesiyle ticaretten kaçındılar. Bunun üzerine yüce Allah '(Hac mevsiminde) Rabbinizden gelecek bir lütuf ve keremi aramanızda si­ze herhangi bir günah yoktur [340]ayetini indirdi".

İslam'ın öngördüğü bu ruhsatta müslümanların maslahatının gözetildiği açıktır. Ay­rıca ibadete özgü bir mevsimde bile, engin bir ufka sahip olduğunu gösteren İslam'ın bakış açısını da gözlemliyoruz. Buna göre insanlar hayati önem taşıyan, yaşamanın te­mel ihtiyaçlarını ve çıkarlannı gözardı etmemelidir. Özellikle hac mevsimi insanların güven ve huzur içinde ihtiyaçlarını gidermek maslahatlarına uygun kazananlarda bulun­mak için büyük bir fırsattır. Bunun evrensel bir direktif olduğu açıktır.

Arafat, küçük kum tepecikleri ve kayalarla çevrili geniş ve yassı bir dağın adıdır. Zilhicce ayının dokuzuncu günü hacılar orada toplanırlar. Tevbe sûresinin bir ayetinde o günkü toplantının "hacc-ı ekber: en büyük hac"[341] olarak nitelendirildiğini görüyoruz. Hacılar o gün Arafat'ta vakfeye durmadıkça hacı olamazlar. Tevbe sûresinin işaret etti­ğimiz ayetinden ayrıca incelemekte oluduğumuz ayetlerden algıladığımız kadarıyla, Zilhicce'nin dokuzuncu gününde Arafat'ta vakfe yapmak, İslam öncesi dönemde de hac ibadetlerinin başhcaları arasında yer alıyordu. Son derece yüksek idealler ve mesajlar ifade ettiği için İslam'da da olduğu gibi korundu. Çünkü o gün insanlar yüksekçe bir te­penin üzerinde, bembeyaz giysiler içinde üzerlerinde en ufak bir kir bulunmadığı halde, her türlü çirkinlikten dünya meşgalelerinden uzak bulunurlar. Orada herkes eşittir. Baş­kanla izleyici, efendiyle köle, zenginle fakir, siyahla beyaz, sarıyla kızılderili arasında en ufak bir fark yoktur. Herkes, dünya ile ihtiraslanyla dünyanın farklılıklanyla, meşga-leleriyle ve sorunlarıyla bağlarını koparmış olur. Allah'ın ululuğunu, Rububiyetini kalp­lerinin derinliklerinde hissederler. O'na yalvarırlar, ululuğunu haykırırlar. Sabahtan ak­şama kadar tüm içtenlikleriyle kulluğu O'na sunarlar. Ruhaniliğin doruğa çıktığı bir an­dır bu. İnsana duygu yüklü bir maneviyat egemen olur, oradan yüceler aleminin sonsuz ufuklarına pervaz olur.

Bu arada Arafat vakfesinin ıstılahı bir tabir olduğunu belirtelim. İslam fıkhına göre hacıların o gün Arafat'ta ayakta durmaları ya da oturmaları ile ilgili bir şartı ön görmez. Tek şartı hacıların orada ihram içinde olmalarıdır.

"Meş'ar-i Haram" Arafat'la Mina arasındaki bir yerin adıdır. Hacılar Arafat'tan akın ettikleri zaman burada dururlar. Bayram gecesini orada geçirirler. Sabaha kadar tehlil ve tekbir getirirler. Sonra oradan Mina'ya akın ederler. İsmine bakarsak, adı geçen yerin dinsel bir saygınlığa sahip olduğunu anlarız. Tercih edilen görüşe göre bunun da İslam öncesi hac gelenekleriyle bir ilgisi vardır. Buraya Müzdelife de deniliyor. Sebir dağının eteğinde bulunur. İslam öncesi dönemde Arapların bu dağın üzerinde bazı putlarının bu­lunması bunu ziyaret için adı geçen dağa gidiyor olmaları muhtemeldir. İslam bu gele­nekten kalma Müzdelife veya Meş'ar-ı Haram vakfesini olduğu gibi korudu. Müslü­manlara orada Allah'ı zikretmelerini emretti. Dolayısıyla putperestliğin icra edildiği bir mekanı tek ve ortaksiz Allah'ın anıldığı kutsal bir mekana dönüştürdü.

Bir rivayete göre[342]"sonra insanların akın ettiği yerden siz de akın edin" ifadesi ile şu olaya işaret edilmiştir: Kureyşliler ya da "Hums" adı verilenler Arafat yerine Müzde-life'de vakfe yaparlardı. Bunu kendilerine bahşedilmiş bir imtiyaz olarak algılarlardı. Rivayetin tam oturmadığı görülüyor. Çünkü ayet-i kerime, Müzdelife'den akın etmeyle ilgilidir. Bundan da anlaşılıyor ki, insanlar hep birlikte Arafat'ta vakfe yapıyor, sonra da oradan birlikte akın edip geliyorlardı. Nitekim Tefsir bilgini Hazin rivayetle ayeti bağ­daştırmak için ayet-i kerimede bir takdim-tehir uygulamasının olduğunu söylemiştir. Oysa cümle insanların Müzdelife'den akın ediş bağlamında ve diğer dini ibadetler husu­sunda müslümanlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaktır. Doğru ve isabetli oldu­ğunu umduğumuz bu değerlendirmemize göre ayet-i kerime İslam kardeşliğini pekiştir­meye, müslümanlar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Dolayısıyla evrensel bir mesaj içermektedir.

Tefsir bilginleri[343] incelemekte olduğumuz bölümün son ayeti ile ilgili olarak "sayılı günler" ifadesi ile "bayram ve teşrik" günlerinin kastedildiğini söylemişlerdir. O günler­de eda edilmesi emredilen zikirden maksat da adı geçen günlerde kılınan her namazın ardından tekbirler getirip Allah'ı ululamaktır. Hacılar bu günlerde Mina'dan akın ederek şeytan taşlamaya giderler. Kırk dokuz adet küçük taşı Mekke'ye yakın üç yerde, üç bayram günü içinde tekbirler ve tehlillerle atmak durumundadırlar. Bazı hacılar Mina'dan dönüş için acele ettiklerinden taşları iki gün içinde atmayı tercih ederlerdi. Diğer bazıla­rı ise üçüncü günün sonuna kadar beklemeyi tercih ederlerdi. Bundan dolayı müslüman­lar arasında ihtilaf çıktı. Ayet-i kerime bir ruhsat getirerek tercihi insanlara bıraktı. Ni­yetleri iyi olduğu ve Allah'ın rızasını gözettikleri sürece zorunlu hallerine göre hareket edebilirler. Bu ruhsat evrensel bir mesaj içermektedir. Dolayısıyla, Kur'an'ın genel mis­yonuyla da örtüşmektedir. İslam'ın öngördüğü yükümlülüklerde önemli olan Özdür. Ya­ni takva ve iyi niyettir, şekil değil.

Tefsir bilginleri[344] "Babalarınızı andığınız gibi yahut ondan daha şiddetli bir şekilde Allah'ı anın" ifadesiyle ilgili olarak şöyle demişlerdir: Cahiliye döneminde hacılar, bay­ram günleri Mina'da oturumlar düzenleyerek orada şiirler okuyor, atalarıyla övünüyor­lardı. Ayet-i kerime müslümanları daha hayırlı bir işe yani Allah'ı zikretmeye yöneltti: Hayrı O'ndan dilemeleri gerektiğini vurguladı.

"İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz bize dünyada ver" derler. Böyle isteyenle­rin ahiretten hiç nasibi yoktur" cümlesinin bölümdeki tüm ayetlerin Mekke fethinden önce dolayısıyla müşriklerin Peygamberimiz ve ashabının Mekke'ye girişlerinin engel­lemelerinden önce indiğinin bir karinesi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla şu husus ortaya çıkıyor: Bazı müslümanlar o sıralar Mekke'ye gidebiliyor, hac mevsimini izleme dolayısıyla müşriklerle birlikte hac ibadetini eda etme imkanını buluyordu. Aynı karine­yi şu ifadeden de algılayabiliyoruz: "Eğer kuşatilırsamz, size kolay gelen kurbanı gön­derin". Nitekim Peygamberimiz de aynı şeyi yapmıştır. Hudeybiye günü o ve arkadaş­larının Mekke'ye girişleri engellenince, kurbanlarını Hudeybiye'de boğazladılar.

Bununla beraber izah etmeye çalıştığımız cümle ahirete önem vermeyen dünyayı en büyük ya da tek hedef haline getiren insanlara yönelik genel bir eleştiri niteliğindedir. Bunu izleyen cümlede, dua ederken, istekte bulunurken dünya ve ahiret arasında bir denge gözetenlerden övgüyle sözedilmesi de İslam davetinin evrensel bir yönünü yan­sıtmaktadır. İslam'ın geniş ufkuna, kişiliğe önem verişine, beşerin çıkarıyla uyuşması­na, eşyanın tabiatına uygunluğuna dikkat çekmektedir. İslam, insanları dünyadan el etek çekmeye davet etmez. Dünyanın güzellikleri ve iyilikleri, temiz nimetleri müslümanlara mubahtır. Ancak normal sınırlar içinde kalmak, iyi niyet sahibi olmak ve pis ve iğrenç şeylerden kaçınmak gerekir. Yüce Allah müslümanlara dünya ve ahiret hayırlarını iste­melerini emretmiştir. Bu direktifin Kur'an-ı Kerim'de değişik üsluplarla tekrarlandığını gördük. Buhari ve Müslim'in[345] Enes'ten aktardıklarına göre Peygamberimiz en çok Şöyle dua ederdi: "Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ve ahirette iyilik ver. Bi­zi ateşin azabından koru". Müslim ve Tirmizi[346] şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz bir adamı hasta yatağında ziyaret etti. Adamın sesi çıkmıyordu, bir kuş yavrusu gibiydi. Adama dedi ki: Dua ediyor musun? Ya da bîr şeyi isterken hangi ifadeleri kullanıyor­sun? Adam: Diyorum ki: "Allah'ım ahiretteki akıbetim neyse, onu dünyada bana ver" dedi. Peygamberimiz: "Sübhanallah, buna gücün yetmez" dedi. Ardından şunu buyurdu: Allah'ım! Bize dünyada güzellik ve ahirette güzellik ver. Bizi ateşin azabından koru" desene. "Peygamberimiz dua etti, adam hastalıktan kurtuldu".

Hiç kuşkusuz bu dua Peygamberimizin dilinden aktarılan duaların en kapsamlısı-dır[347]. Çünkü "dünya iyiliği" ifadesi, bol rızık, başarı, güvenlik, barış, sağlık, İzzet, onur, dayanışma, iyilik, merhamet, ahlâki ve sosyal fazilet gibi içinde hayır bulunan bü­tün dünyevi maslahatları kapsamasının yamsıra, günah, hastalık, meşakkat, zorluk, onursuzluk, zillet ve bedbahtlık gibi nahoş şeylerden korunmayı da kapsamına alır. "Ahiret iyiliği" deyimi ise Allah'ın hoşnutluğu takva ve güzel akıbet gibi hayırları içe­rir.

Tefsir bilginleri'[348] şeytan taşlama yerleri ile ilgili olarak İbn Abbas'tan naklen şöyle derler: "Hz. İbrahim gördüğü bir rüyayı Rabbani bir ilham olarak değerlendirip bu di­rektif uyarınca oğlu İsmail'i kurban etmek için harekete geçince (bu kıssa Saffat sûre­sinde yer alır). Şeytan onu bu kararından vazgeçirmek için Mina'daki birinci cemre'de karşısına çıktı. Hz. İbrahim yedi çakıl taşını fırlatarak onu kovdu. Sonra yoluna devam etti. Bu sefer şeytan, ikinci cemrede karşısına çıktı. Hz. İbrahim yerden topladığı yedi tane çakıl taşını atarak onu kovaladı ve yoluna devam etti. Şeytan son kez üçüncü cem­rede karşısına çıktı. Hz. İbrahim burada da ona yedi tane çakıl taşını atarak onu oradan uzaklaştırdı.

Rivayetin durumu her ne olursa olsun, şurası açıktır ki, Araplar İslam'dan önce de bu geleneği yaşatıyor ve şeytanı taşlarken Allah'ı tekbir ediyorlardı ve bu gelenek bu şekliyle İslam ibadet manzumesinde de korunmuştur. (Rivayeti bir ipucu gibi değerlen­dirirsek eğer kesin demesek bile) Arapların hac mevsimine özgü tüm ibadetlerde olduğu gibi şeytan taşlamayı da Hz. İbrahim'e nisbet ettiklerine ilişkin bir ihtimal sözkonusu-dur. [349]

 

204-İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına iiişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır'[350]'.

205-O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkar­maya, ekini ve nesli helak etmeye'[351] çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.

206-Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde büyüklük gururu onu günaha sürükler'[352]', kuşatır. Böylesine cehennem ye­ter; ne kötü bir yataktır o.

207-İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını aramak amacı ile nefsini satar[353]. Allah kullarına karşı şefkatli olan­dır.

 

Bu ayetlerde iki grup insanın profili çiziliyor. Biri olduğundan farklı bir görünüm sergiliyor; son derece ihlash görünüyor, bunu yeminlerle pekiştiriyor. Ki muhatabı ken­disinden hoşlansın. Oldukça inandırıcıdır da. Oysa kendisi düşmanlık ve husumette son derece ileridir. Fırsatını bulduğunda Allah'ın rızasına muhalif olarak zulüm ve bozgun­culukta sınır tanımaz. Kendisine Öğüt verildiğinde, yaptığının kötülük ve günah olduğu söylendiğinde, bunlardan vazgeçip Allah'tan korkması gerektiği hatırlatıldığında öfke­lenir, azgın nefsini tatmin için günah ve zulmünü arttırır. Takvaya davet edilmiş olmaktan dolayı büyüklük kompleksine kapılır. Bu tip insanların varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir barınak ve ne kötü bir yataktır. İkinci grubu oluşturanlar, Allah yolun­da her türlü eziyete katlanırlar. Allah'ın rızasını elde etmek için gerekirse canlarını feda etmekten kaçınmazlar.

Ayetler grubunun sonunda, yüce Allah'ın kullarına karşı şefkatli ve merhametli ol­duğu belirtiliyor. Tefsir bilginleri[354] bu ifadeyi ikinci grupla bağlantılı olarak değerlen­dirmişlerdir. Yani "bu grubu oluşturan insanlann Allah katında hakettikleri şefkat, rah­met ve iyi ödüle işaret ediliyor" demişlerdir. Hiç kuşkusuz, bu değerlendirme yerinde­dir, isabetlidir. [355]

 

İnsan Manzaraları

 

"İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri hoşuna gider..."

Görüldüğü gibi ayetler yeni bir bölüm oluşturmaktadır. Biraz sonra izah edeceğimiz gibi bir sonraki ayetler grubuyla da aralarında bir bağlantı vardır.

Tefsir bilginlerinin[356] aktardıkları rivayetlere göre ayetler grubunun birinci kısmı, müşriklerin ileri gelenlerinden biri olan Ahnes b. Şurayk hakkında inmiştir. Bu adam Medine'ye gelir ve Peygamberimizin sohbetine katılır. Peygamberi sevdiğine ve müslü-man olmak istediğine yemin eder. Fakat daha sonra yemini bozar. Husumet duyduğu bir insanın ekinini yakar, koyunlarını ve sığırlarını sırf zarar vermek için boğazlar. Bir diğer rivayete göre de[357], bu ayetler bazı münafıklar hakkında inmiştir. Bunlar bir müfreze çatışmasında müşrikler tarafından kuşatılan ve büyük bir çoğunluğu şehit düşen müslü-manların başına gelen bu musibetten dolayı sevinmişlerdir[358]. Bir diğer rivayete göre[359] ayetler grubunun ikinci kısmı malını vererek kendini Mekkelilerden kurtaran Süheyb-i Rumi hakkında inmiştir.

Her halükârda, incelemekte olduğumuz ayetler grubunun bir hedefi, münafıklarla sa­mimi müslümanları, onların birtakım olaylar karşısındaki tavırlarını karşılaştırmaktır. Ayetlerin inişinden hemen önce bir münafıkla bir samimi müslümanın başından geçen i-ki olaydan dolayı sergilenen iki zıt tutuma da işaret edilmiş olabilir. Birinin eleştiriye birinin de övgüye mazhar edilmiş olması muhtemeldir.

Ayetlerin ifade tarzı mutlaktır. Dolayısıyla her zaman ve her ortamda karşılaşılabile­cek bu iki tip insanla ilgili evrensel bir kriter ve mesaj niteliğindedir.

Özellikle münafık insan tipinin ahlâki yapısı ve karakteristik Özelliklerine ilişkin ta­nımlamalar son derece etkileyicidir. Hamle sarsıcı niteliktedir. Bu tür insanlar genellikle zarar verme ve kötülük bakımından çok şiddetli olurlar. Gerek bireysel ve gerekse top­lumsal alandaki davranışlarının bozguncu özelliği toplum yapısında derin yaralar açar. [360]

 

208- Ey iman edenler, hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam'a}[361] girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.

209- Size apaçık belgeler- geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki Allah, gerçekten üstün ve güçlüdür, hü­küm ve hikmet sahibidir.

 

Ayetlerde;

 

1) Mü'minlere bir çağrı yapılıyor: Mensub olduğunuz İslam'a bağlılığınızı sürdürün ve kendinizi tamamen Allah'a teslim edin. O'nun bütün emirlerine itaat edin.

2) Yine mü'minlere bir uyanda bulunuluyor: "Şeytana tabi olmayın. Onun yolunu izlemeyin". Ardından değişmeyen bir gerçeğe dikkatleri çekiliyor: "Şeytan sizin en amansız düşmanınızdır. Bu yüzden size zarar verecek, sizi günaha sokacak şeyleri tel­kin etmekten başka bir şey yapması düşünülemez.

3) Allah'ın ayetleri ve apaçık belgeleri geldikten sonra, hak yoldan sapmaları duru­munda başlarına kötü şeylerin geleceği hatırlatılıyor. Çünkü Allah, üstün iradelidir, sa­pıkları cezalandıracak güce sahiptir. Hüküm ve hikmet sahibidir ancak hikmetli ve doğ­ru şeyleri emreder, her yaptığı yerindedir.

Bu iki ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak değişik rivayetler aktarılmıştır[362]. Bu rivayetlerden birine göre ayetler Peygamberimize iman eden, öte yandan hâlâ Tevrat'ın hü­kümlerine bağlılıklarını sürdüren, Tevrat okuyan yahudi mü'minler hakkında inmiştir. Bir diğerine göre ayetlerin iniş sebebi, müslüman görünen ama kalben inanmayan mü­nafıkların tavırlarıdır. Bir başka rivayette, îslam hükümlerine ve direktiflerine bağlılık hususunda gevşeklik gösteren kimi müslümanlann bu tutumlarının ayetlerin inişine se­bep oluşturduğu ifade edilir. Ayetlerin akışı ve ifade tarzı, bir ölçüde üçüncü rivayetin dile getirdiği durumu çağrıştırmaktadır. Burada vurgulanan durumun önceki ayetlerin kapsamında işaret edilen münafık ve samimi müslümanın nitelikleriyle de bir ilintisi bu­lunabilir. Dolayısıyla incelemekte olduğumuz ayetlerde, Allah'a içtenlikle, ihlasla kul­luk sunmanın ancak münafıkların ve bozguncuların izledikleri şeytanın vesveselerine kulak vermemenin gereği vurgulanmıştır.

Şayet bu çıkarsamamız doğruysa, bu durumda iki ayetin önceki ayetlerden hemen sonra yer verilen değerlendirme nitelikli bir açıklama olduğu anlaşılıyor.

Ayetler her ne kadar Özel bir durumla ilgili olarak inmişlerse de bütün zamanları ku­şatan evrensel bir mesaj niteliğindedir. Her konuda kendini Allah'a teslim etmenin, O'-na içtenlikle, ihlasla inanmanın, bu dosdoğru yoldan sapmamanın, müslümanlar arasın­da karışıklığa, ayrılığa ve sıkıntıya yol açacak dedikodu ve desiselere kulak vermeme­nin gerekliliğini vurgulamaktadır. [363]

 

210- Onlar bulut[364] gölgeleri[365]' içinde Allah'ın meleklerle onlara gelmesini ve emrinin gerçekleşmesini mi gözlüyor­lar? Oysa bütün işler Allah'a döner.

211- İsraüoğullarr'na sor, onlara nice açık ayetler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah'ın nimetini[366] değişti­rirse, bilsin ki şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli olandır.

 

Ayetlerde;

1) "Konunun muhatabı durumundaki kimseler, yoksa Allah'ın ve meleklerin bir bu­lut parçası içinde nazil olup kendileriyle aracısız konuşmaları beklentisi içinde midir­ler?" şeklinde istinkari ve eleştiri ağırlıklı bir soru yöneltiliyor.

2) Ardından şu uyanda bulunuluyor: Böyle bir olayın gerçekleşmesi Allah'ın verdi­ği kararın ve azabın yürürlüğe girmesi demektir. Her şeyin, her gelişmenin baştan sona kadar bağlı olduğu adetullah'ın bir gereğidir bu.

3)  Peygamberimize bir direktif yöneltiliyor ve İsrailoğulları'ndan kendilerine Al­lah'ın indirdiği ayetleri, apaçık delilleri sorup şahitlik etmelerini istemesi emrediliyor.

4) Allah'ın indirdiği ayetlerin varlığında somutlaşan nimetlerini ve bunların apaçık maksatlarını değiştirenlere de sert bir uyan yöneltiliyor. Allah, güçlüdür, öç alması şid­detlidir. Böylesine büyük bir günaha yeltenenleri sert biçimde cezalandırır.

Bu İki ayetin iniş sebebi hakkında açıklamalar içeren herhangi bir rivayete rastlaya-madik. Ancak "gözlüyorlar" ifadesindeki zamirin Allah'a teslim olma, O'na tam olarak itaat etme hususunda tereddüt gösteren, bu çizgiden sapan ve önceki iki ayetin içerdiği uyarıya muhatap olan kimselerin kastedildiğini düşünüyoruz. Buna dayanarak iki aye­tin, önceki iki ayete ilişkin bir değerlendirme ve konunun devamı niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. Bundan önceki iki ayetin, kendilerinden önceki ayetlerle bir şekilde ilin­tili olduklarına ilişkin bir tahmin yürütmüştük. Dolayısıyla incelemekte olduğumuz iki ayet, silsilenin bir halkası ya da 204. ayetten itibaren başlayan yeni bölümün bir parçası niteliğindedir.

Ayetlerin üslubu, meleklerin nüzuluna ilişkin taleple ilgili olarak açıklamadan ziya­de eleştiriye yönelik olmasına rağmen, Kureyşli müşriklerden, sırf Rasulullah'ı zor du­rumda bırakmak için böyle bir talebin geldiğini düşünüyoruz. Nitekim bir ayette buna işaret edilmektedir; "Bize kavuşmayı ummayanîar dediler kî: Bize meleklerin indirilme­si ya da Rahbimizi görmemiz gerekmez miydi?..." (Furkan; 21). Aynı şekilde, bundan önce geçen birçok ayette kafirlerin Peygamber (s)'i doğrulamak üzere meleklerin inme­sini istediklerine ilişkin açıklamalara yer verilmiştir[367]. Belki de konuya ilişkin olarak Israiloğullanndan şahitlikte bulunmalarının istenmesi, atalarının başından geçen bir ola­yın hatırlatılmasına yöneliktir. Bakara, 55. ayette anlatıldığına göre İsrailoğulları Mu­sa'ya: "Allah'ı açıkça görmedikçe İnanmayız" demişler ve bunun ardından hemen yıl­dırım onları çarpmıştı. Şahitliğe başvurma olayının bir diğer yönü de, İsrailoğulları'nın Allah'ın ayetlerini tahrif etmelerine, değiştirmelerine, bundan dolayı yüce Allah'ın on­ları cezalandırmasına göndermede bulunmasıdır. İsrailoğulları'nın bu tür davranışlarına Bakara sûresinin yanısıra, birçok sûrede işaret edilmiştir. Bazı mü'minlerin veya mü'min gibi görünenlerin Peygamberimizin tebliğ ettiği mesajın tümüne içtenlikle ina-namamaları, tereddüt geçirmeleri, Allah'a ihlasla teslim olamamaları olayının içinde ya-hudilerin parmağının olması uzak bir ihtimal değildir. Peygamberimizden Allah'ın me­leklerle birlikte buluttan gölgeler içinde gelmesini istemek gibi mucize taleplerinin için­de de yabudilerin parmağı vardır. Amaçlan, zihinleri bulandırmak ve mesajın etkisini yok etmektir. Bundan dolayı ayetlerin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, atalarının ba­şından geçen olayları da çağrıştıran bir ifade tarzıyla onların tanıklığına başvurmayı Ön­görmüştür. Dolayısıyla, ayetlerin içerdiği uyarı onlara da yöneliktir.

Ayetler her ne kadar zaman ve konu itibariyle özel bir durumla ilgili iseler de, bü­yüklük taslama, düzenbazlık, mucize isteme, Allah'ın ayetlerinin varlığında somutlaşan hak yoldan sapma türü davranışlara ilişkin zaman ve mekan üstü evrensel bir mesaj ni­teliğine sahiptir. [368]

 

212- İnkar edenlere dünya hayatı çekici kılındı. Oniar, i-man edenlerden kimileriyle alay ederler. Oysa korkup sakınanıar Kıyamet gunu onların üstündedir. Allah, dıledıgıne hesapsız rızık verir.

 

Ayet-i kerime, kafirlerin kendilerini dünya hayatına ve onun çekici süslerine kaptır­malarına, zenginlik ve bol nimet sağlayan dünyevi sebeplerin peşine takılma ve elde et­tikleri maddi zenginlikten dolayı müslümanlarla alay etmelerine, onları küçümsemeleri­ne işaret ediyor. Ardından şunu ekliyor: Mü'minlerin arasındaki muttakiler Kıyamet gü­nü onlardan üstün olacaklardır. Dilediğine hesapsız rizık veren Allah katında onurlandı­rıl acakl ardır.

Tefsir bilginleri[369] bu ayetin Kureyş kabilesinin bazı önderleri hakkında indiğine ilişkin ifadeler içeren rivayetler aktarmışlardır. Bu önderler büyük servetlere sahiptiler. Bu yüzden yoksul mü'minlerle alay ediyor ve ''eğer bunlar Allah'ın dinine bağlı insan­lar olsaydı, hiç şüphesiz Allah onlara bol rızık verirdi" diyorlardı. Yine bazı rivayetlere göre benzeri gerekçelerle bu ayet, münafık ya da yahudi liderler hakkında inmiştir. Bize göre bu ayet de önceki ayetlerin devamıdır ve bağımsız bir ayet olarak inmemiştir. Çün­kü kafirler, münafıklar, Allah'ın emirlerinden sapanlar, O'nun ayetlerini ve nimetlerini asıl maksadının dışına yoranlar, ayet-i kerimenin işaret ettiği tutumu, bir açıdan şeyta­nın vesveseleri ve çekici kılması ile bir diğer açıdan da dünyevi güçlerine ve zenginlik­lerine güvenerek sergiliyorlardı. Kureyşli veya yahudi ya da münafık inkarcı liderlerin bu düşünceyi kalplerinden geçirmiş olmaları da muhtemeldir. Çünkü onların kalpleri bu tür duygularla dopdoludur.

"Korkup sakinanalar (muttakiler)" cümlesi bulunduğu yer itibariyle, son derece etki­leyici ve mesaj niteliği bulunan bir ifadedir. Özellikle önceki ayetlerin bazı inananların veya müslüman gibi görünenlerin zikzaklarını, tereddütlerim ve tam teslim olamayışla­rını ele aldığını düşünürsek, ifadenin ne kadar yerinde ve etkileyici olduğunu anlarız. Çünkü "iman ettik" diyen herkes, Allah katındaki onur verici ödüllere kavuşmaz. An­cak iman edenlerin içindeki muttakiler, yani ihlaslı, işlerini ve nefislerini Allah'a teslim eden ve bundan sonra da tereddüt etmeyen Allah'ın emir ve yasaklarına uyma hususun­da büyüklük kompleksine kapılıp burun kıvırmayan kimseler, bu ödülleri hakederler. Kuşkusuz bu tüm zamanları aşan, evrensel bir mesajdır. [370]

 

213-İnsanlar tek bir ümmetti'[371]'. Allah, müjdeciler ve uyarı­cılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde İn­sanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, arala­rında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa ken­dilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa dü­şenler; o kitap verilenlerden başkası değildir. Böylece Al­lah iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi İzniyle eriştirdi. Allah kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.

 

İnsanlar Bir Ümmetti

 

"İnsanlar Tek Bir Ümmetti...."

Bazı tefsir bilginleri[372]ayetin ilk bölümünde, hazfedilmiş bir ifadenin bulunduğunu söylemiş ve mahzuf ifadeyi şöyle takdir etmişlerdir: "İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra ih­tilafa düştüler. Allah peygamberler gönderdi..." Daha önce tefsirini sunduğumuz Yunus sûresinde yer alan yukarıdaki görüşü ve takdiri destekler niteliktedir: "İnsanlar, tek bir ümmetten başka birşey değildi; sonra ihtilafa düştüler. Eğer Rabhinden geçmemiş bir söz olsaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu." (Yunus, 19)

Yine tefsir bilginleri[373], insanların üzerinde birleştikleri o tek ümmetin de Allah'ın yaratma konumu olan fıtrat ve hak din olduğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirme, kuş­ku yok ki üzerinde durmaya değer ve doğrudur. Daha Önce tefsirini sunduğumuz Rum sûresinde yer alan bir ayet, bu değerlendirmeyi destekler içeriğe sahiptir: "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzeri­ne yaratmıştır. Allah'ın yaratması için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta du­ran din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rum, 30)Yukarıda sunduğumuz bu isabetli ve değerli görüşlerin ışığında konuyu ele alacak olursak: İnsanlar, peygamberlerin gönderilmeye başlamalarından önce, Allah'ın insanları üzerinde yarattığı yaratılış kanununa (fıtrata) bağlı tek bir ümmetti. Tek Allah'a inanan bir topluluktu. Sonra ihtilafa düştüler. Anlaşmazlıklar baş gösterdi. Bunun üzerine Allah onlara peygamberler gönderdi, onları hakka ve doğru yola davet etti. Peygamberlerle bir­likte kitaplar indirdi. Bu kitaplar, apaçık hak yolunu gösteriyor, aralarında baş gösteren ihtilafların çözüm yöntemlerini sunuyorlardı. Daha sonra, kendilerine kitap verilenler, ki­tabın açıklamalarını öğrenenler, sırf aralarındaki kıskançlık ve haktan sapma eğiliminden dolayı, bu kitapların yorumu hususunda ihtilafa düştüler. Kitapları ihtiraslarına ve maddi Çıkarlarına uygun olarak yorumladılar. Bu arada yüce Allah, niyetleri iyi ve kalpleri saf olanları, nefislerini Allah'a teslim edenleri ve kendilerine gelen kitaba, her türlü inadı ve kıskançlık duygusunu bir kenara bırakarak iman edenleri, insanların saptıkları, tanıma­dıkları hakka yöneltti. Hiç kuşkusuz bu, dilediği kimseleri dosdoğru yola ileten ulu Al­lah'ın temiz kalpli, iyiniyetli kullarına bahşettiği büyük bir nimettir, sınırsız bir rahmettir.

Ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak herhangi bir rivayete rastlamadık. Bu ayetin önce­ki ayetlerle bağlantılı, önceki ayetlerin devamı ve onların bir değerlendi mı esi niteliğin­de olduğunu düşünüyoruz. Ayet-i kerime, milletlerin ihtilaf gerekçelerini kendilerine gönderilen kitapların tevili hususunda anlaşmazlığa düşüşlerini hatırlatıyor. Bu arada yüce Allah'ın, iman edenleri Hz. Muhammed'in risaletine yönelttiğinden, anlaşmazlık konusu olan meseleler hususunde gerçeği gösterdiğinden söz ediliyor. Bu arada, önceki milletlerin düştükleri duruma düşmemeleri uyarısında da bulunuluyor. Önceki ayetlerde işaret edildiği gibi, bazılarının Allah'ın kitabından sapmalarından, tam bir içtenlikle inanmamış olmalarından, kendilerini Allah'a teslim edememiş olmalarından ders alma­ları gerektiği vurgulanıyor.

Ayetin üslubu, genel açıklama tarzındadır ve insanoğlunun karakteristik bir özelliği­ne, hak hususunda ihtilafa düşmesine işaret ediyor. Bu eski dönemlerden beri tanık ol­duğumuz bir beşeri özelliktir. Genelde ihtiras ve tutkular itici güç olagelmiştir. Ayet-i kerime, özel olarak yahudi ve hrıstiyanların çekişmelerine, görüş ayrılığına düşmelerine ve farklı yorumların peşine düşerek hak ve hidayet dairesinden, Allah'ın kitabının çer­çevesinden çıkışlarına işaret ediyor. Hz Muhammed'in sunduğu mesajın ve Kur'an'ın içerdiği apaçık gerçeğe sırt çevirişlerine dikkat çekiyor. Oysa Kur'an'ın içerdiği pren­sipler aracılığı ile hakkı batıldan ayırdetmek ve herşeye gerçek değerini vermek müm­kündür. Allah'ın Hz. Muhammed aracılığı ile sunduğu hak içerikli mesaja iman eden hidayete tabi olan, dolayısıyla orta ve dengeli bir ümmeti olma özelliğini hak eden mü'minlerden övgüyle söz ediliyor.

Ayet-i kerime güçlü ve sağlam bir ifadeye sahiptir. Hakkın tek ve değişmez olduğu­nu, niyetler temiz ve salih olduğu sürece hakkın anlaşmazlıklara ve çekişmelere neden olmayacağını etkileyici bir tarzda vurguluyor.

Tutkularının ve ihtiraslarının etkisiyle, hakka bağlanmaktan kaçınan, özellikle hak içerikli mesaja ilişkin somut bilgiler edindikten sonra ihtilafa düşenlere, sert eleştiriler yöneltiliyor. Bu arada, ayet-i kerimede, hakkı gördükleri yerde benimseyen ve tabî olan iyi niyetli ve yapıcı kimselerden övgüyle sözedildiğini belirtelim. Hiç kuşkusuz bu da üzerinde durulması gereken bir mesaj niteliğindedir.

Yukarıda işaret ettiğimiz "Yunus" ve "Rum" sûrelerindeki ilgili ayetlere ilişkin açıklamalanınızın bu ayetle de doğrudan bağlantısı sözkonusudur. Bunları bir kez daha yineleme gereğini duymuyoruz. Konuyu daha detaylı bir şekilde kavramak için adı ge­çen ayetlerin tefsirine başvurulabilir. [374]

 

214- "Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüp­hesiz Allah'ın yardımı pek yakındır".

 

Ayet-i kerime, mü'minlere yönelik reddedici bir soru ile başlıyor. "Sizden önceki mü'min toplulukların başına gelen musibetleri, zorluklan, eziyetleri ve meşakketleri ya­şamadan, sırf müslüman olmakla cenneti hak edeceğinizi mî sandınız?" Sizden Önceki mü'minler, karşılaştıkları tehlikeler yüzünden Öylesine sarılmış, o kadar büyük eziyetle­re duçar kalmışlardı ki, sonunda hem onlar hem de peygamberleri Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? diyerek Allah'a sığınmışlardı." Soruyu izleyen ifade ise, yüreklere su serpen cinstendir. Evet. Allah'ın yardımı yakındır.Bazı tefsir bilginleri, bu son cümlenin, "Allah'ın yardımı ne zaman?" diye soran ön­ceki topluluklara verilmiş teselli amaçlı bir cevap olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazısı ise, ayetteki istinkari soruya muhatap olan mü'minlere verilmiş bir cevap olduğuna iliş­kin görüşü savunmuşlardır. Diğer bazı müfessirler ise, bunun ayet-i kerimede vasfedilen ortama benzer her koşulda, mü'minleri teselli edici, yüreklerine su serpici genel ve mut­lak bir cevap olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin her biri, üzerinde durmaya de­ğerdir ve ihtimal dahilindedir.

Tefsir bilginleri[375] ayetin iniş sebebi hakkında çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bun­lardan birinde anlatıldığına göre, ayet-i kerime, Kureyşlilerin, diğer müttefik gruplarla birlikte Medine üzerine yürüdükleri sıralarda inmiştir. Bu olay tarihte Hendek Vakıa'sı olarak bilinir ve bu sırada mü'minler büyük sarsıntılar geçirmiş, dayanılmaz maddi-ma-nevi baskılara maruz kalmışlardı. Gelişmeler Ahzab sûresinde şu şekilde anlatılır: "Ey i-man edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böy­lece biz de onlann üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görendir. Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişler­di; gözler kaymış, yürekler hançere gelin dayanmıştı ve siz Allah hakkında birtakım zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada iman edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı." 'Ahzab; 9-11)... Bu rivayetlerden birine göre, ayet-i kerime,müslümanların Uhud Savaşı'nda uğradıkları yenilgi üzerine inmiştir. Bu savaşın ayrın­tılı bir değerlendirmesi Al-i Tnıran sûresinde yapılır. Bir diğerine göre, ayetin İniş sebebi muhacirlerin yaşadıkları zorluk ve yoksunluklardır. İlk iki rivayet, ayetin indiği ortamı yansıtmaktan uzaktırlar. Sûrenin akışı içindeki yeri de bunun bir kanıtıdır. Kaldı ki Hendek ve Uhud vakaları Al-i İmran ve Ahzab sûrelerinde ele alınmıştır. Dolayısıyla, üçüncü rivayet, ayetin indiği atmosferi yansıtma bakımından daha yakın bir ihtimaldir.Ayetlerin akışını gözlemlediğimiz zaman aklımıza başka ihtimaller de geliyor. Söz­gelimi, ayet-i kerime önceki ayetler zinciriyle bağlantılı olabilir. Bu durumda ayet, bir değerlendirme ve uyarı niteliğini kazanır. Mü'minleri zorluklara dayanmaya, karşılarına çıkan musibetlere katlanmaya, kendilerine gelen hak içerikli mesaja sıkı sıkıya bağlan­maya, eziyetler ne kadar ağır olursa olsun haktan ödün vermemeye teşvik ediyor. Al­lah'ın hoşnutluğunun ancak emek vererek, çaba sarfederek, eziyetlere sabır göstererek ve kendini tamemen Allah'a teslim ederek elde edilebileceğini ilan ediyor. Ayet-i keri­me, hicretin birinci ve ikinci yılında, Bedir savaşından önce peygamberimizin (s) bizzat komuta ettiği veya donatıp sefere gönderdiği küçük çaplı müfreze çatışmalarında şehid düşen bazı muhacirlerin yol açtığı Üzüntü üzerine de inmiş olabilir. Biz Bakara sûresi­nin 152-156 ayetlerini incelerken bu tür olaylara işaret etmiştik. Sözkonusu ayetlerde, müslümanlara şu uyanlarda bulunuyor: "Biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden bir miktar azalma ile sınanacaksınız. Bu yüzden sabretmelisiniz..." zaten biraz sonra da gelen ayetlerde muhacirlerle müşrikler arasında cereyan eden bir savaş anlatılıyor. Bu da yukarıdaki değerlendirmeyi pekiştirici rol oynuyor. İlk iki ihtimalin ya da üçüncü rivayetin doğru olması durumunda ayet-i kerime, biraz sonra gelecek bö­lümün hazırlığı niteliğinde bir ayn bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Buna göre, ayetin şimdiki yerinde olması, önceki ayetlerde müslümanlara hitap edilmiş olması nedeniyle­dir ya da Önceki ayetlerden hemen sonra indiği için şimdiki yerine yerleştirilmiştir.

Her halükârda ayet-i kerime, mü'minlerin ileride karşılaşacaklan zorluklan haber veriyor. Nefislerini sabra ve katlanmaya alıştırmalarını istiyor. Bu arada aynı şeyin ön­ceki topluluklarla onlara gelen peygamberlerin de başından geçtiğine dikkat çekiyor. Sonunda Allah'ın yardımının mutlaka geldiğini haber veriyor. Bu arada Allah'ın yardı­mının ancak sabır ve fedakarlıkla kazanılabileceği hatırlatılıyor. Bütün bunlar, belli bir zaman dilimiyle, belli bir ortamla sınırlandırılanı ayacak psikolojik direktifler ve moral takviyesi sağlayan öğütlerdir. Mü'minc sürekli bir şekilde moral ve güven empoze e-den, kurumuz bir kaynaktır. Benzeri uyarı ve Öğütler, değişik münasebetlerle dinleyici­lerin dikkatine sunulmuştur. [376]

 

216- "Savaş hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı. Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin İçin hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir serdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz".

 

Savaş

 

"Savaş hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı..."

Ayet-i kerime güçlü bir ifade tarzına sahiptir. Ayetin iniş sebebine ilişkin herhangi bir rivayete rastlayamadık. Görebildiğimiz kadarıyla ayet, yasama nitelikli yeni bir bö­lüm özelliğine sahiptir. Bu ayetin buraya yerleştirilmiş olmasının sebebi, önceki ayetten hemen sonra inmesi ya da aralarındaki hitap ve yasama benzerliği olabilir.

Ayet-i kerime, cihadın müslümanlara farz olduğunu vurgulama bakımından açık bir ifadeye sahiptir. Eğer birtakım sınırlandırmalar ve şartlar içermiyorsa bu, müslümanla-nn savaş hususunda hiç bir sınır, hiç bir şart tanımadıkları anlamına gelmez. Çünkü sa­vaşta uyulacak sınırları ve şartları belirleyen birçok ayet vardır. Bunların bir kısmını da­ha önce inceledik, bir kısmını da daha sonra inceleyeceğiz.

İslam ulemasının çoğunluğu, bu yükümlülüğü yerine getirecek yeterli sayıda kişi bulunduğu sürece cihadın farz-ı kifaye olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Ule­manın bu değerlendirmesi doğru ve başka ayetlerin içerikleriyle de bağdaşmaktadır. Söz gelimi, bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: "Mü'minlerden özür olmaksızın otu­ranlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mal­larıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümü­ne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır" (Nisa; 95). Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor: "Mü'min-lerin tümünün Öne fırlayıp çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup çıktığında bir grup da dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için geride kalabilir. Umulur ki onlar da kaçınıp sakı­nırlar" (Tevbe; 122)

Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Cihadın amacına ulaşması için gerekli olan yeterli sayı, düşmanı püskürtmek, caydırmak ve ezmek için gereken sayıdır. Eğer fiilen savaş­makta olanlar, bu sonuca ulaşmak için yeterli gelmiyorlarsa, savaşabilecek durumda olan bir müslümanın 'savaşan kimseler vardır1 gerekçesiyle savaştan kaçınması caiz değildir. Böyle bir durumda savaştan geri kalanlar, İslam'ın temel farzlarından birinde ku­sur işleme sorumluluğu ve günahı altına girerler.

Ayetin ifadesi psikolojik sorunları çözmeye ve savaş emri bağlamında rahatlatıcı di­rektifler, izahlar getirmeye yöneliktir. Buna göre savaş, gencide insana ağır gelmesine rağmen bir zorunluluktur. İslam'ın Ön gördüğü sınırlar ve şartlar çerçevesinde savaş ba­zen kaçınılmaz olur. Birçok açıdan da genel hayırlara vesile olmaktadır. Ayetin hicretin hemen başlarında -sonraki ayetlerin akışından çıkarsadığımiz kadarıyla-, hicretin birinci yılında inmiş olabileceğini düşünüyoruz. Bu dönemde inmiş olması da bu tür psikolojik bir yaklaşımın hikmetini ön plana çıkarmaktadır. Çünkü müslümanlar henüz bir azınlık durumundaydılar. İlahi hikmet, savaş çağrısına rağmen olumlu karşılık vermelerini ön­görmüştür ki, düşmanın yüreğine korku salsınlar, düşman onların kararlı olduğunu ve hiç bir saldırıyı karşılıksız bırakmayacağını anlasın.Müslümanlara savaş düzenini bizzat Peygamberimiz aldırır, halkı savaşa katılmaya teşvik ederdi. Hulafa-i Raşid'in de aynı tutumu sürdürmüştür. Dolayısıyla, savaş düze­nini aldırmanın genel seferberlik ilan etmenin, müslümanlann emirinin, sultanının yet­kisinde olduğunu söyleyebiliriz. [377]

 

217- Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak Allah katında, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu İnkar etmek, Mescİd-İ Haram'a'[378] engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük bir günahtır. Fitne, katilden beterdir. Eğer güç yetİ-rirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle sa­vaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kafir olarak ölürse artık onların bütün işledikleri dünyada da, ahİrette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır.

218- Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yo­lunda cihad edenler; işte onlar, Allah'ın rahmetini umabi­lirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

 

İlk Ayette;

 

1) Peygamberimize "Haram ayda savaşmak caiz midir?" şeklinde yöneltilen bir so­ruya yer veriliyor ve şu cevabı vermesi dikte ediliyor: Haram ayda savaşmak, Allah ka­tında büyük bir suçtur; ancak Allah'ın yolundan alıkoymak, İslam çağrısını engellemek, Allah'ı inkar etmek, insanların Mescid-i Haram'ı ziyaret etmelerini önlemek, halkını türlü eziyetlerle oradan çıkarmak Allah katında haram ayda savaşmaktan daha ağır bir suçtur. Fitne yani zor kullanarak, işkenceye başvurarak müslümanlan dinlerinden dön­meye zorlamak da Allah katında, haram ayda savaşmaktan daha büyük bir günah sayı­lır. Bunların tümünü kafirler, haram aylarda içinde yapıyorlardı.

2) Hitap mü'minlere yöneltilerek bir hususa dikkatleri çekiliyor: Kafirler ellerinden gelse, onları dinlerinden döndürmek için hiç bir fedakârlıktan kaçınmazlar. Savaşmak­tan, her türlü eziyeti uygulamaktan geri durmazlar.

3) Kafirlerin baskısından etkilenip dininden dönen ve kafir olarak ölenlere bir tehdit savruluyor. Yüce Allah, böylclerinin işlediği bütün hayırlı amelleri boşa çıkarır. Akibet-leri, sonsuza dek ateşte kalmaktır.

ikinci ayette, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimselerden öv­güyle söz ediliyor. Bunlar bütün eylemlerinde sadece Allah'ın rahmetini umarlar. Allah onların umutlarını gerçekleştirecek ve işlemeleri mümkün olan bazı küçük günahları af-tedecekir. Çünkü bağışlayan ve esirgeyendir. [379]

 

Haram Ayda Savaş

 

"Sana havam olan ayı, onda savaşmayı sorarlar..."

Tefsir bilginleri[380] ilk ayetin (217) zihinleri bulandırma amaçlı bir propaganda üzeri­ne indiğini söylemişlerdir. Mekke kafirleri, Rasulullah'ın Abdullah b. Cahş komutasın­da donatıp devriye amacıyla gönderdiği, bu arada Kureyşe ait bir kervana da el koyma­sını istediği müfreze ile kervandakiler arasında çıkan çatışmayı bazı adamlarının öldü­rülmesini, bazılarının da esir alınmasını ve kervanına el konulmasını dillerine dolamış­lardı. İddialarına göre, olay Recep ayının başında geçiyordu ve bir haram ay olan Re­cep'te savaşmak Araplar nezdinde ağır bir suçtu. Kafirler bunu istismar ettiler. "Mu-hammed ve arkadaşları haram ayı tanımıyorlar" diye dedikodular çıkardılar. Nitekim Peygamberimiz de müfrezedekileri azarladı ve "Ben size haram ayda savaşın emrini vermedim" dedi. Abdullah ve arkadaşları zor durumda kaldılar ve günah işlemiş olmak­tan korktular. Bunun üzerine yüce Allah bir hüküm ve çıkış yolu içeren bu ayeti indirdi.

Rivayet sağlamdır. En eski siyer kitaplarında yer alır. Bütün eski tefsir ve tarih ki­taplarında zikredilir. Ayetin oluşturduğu atmosfere ve ortama da uygundur. Biz ikinci ayetin (218) bir yandan değerlendirme işlevini görmek, bir yanda da müfrezede görev alanları savunmak üzere indiğini düşünüyoruz. Çünkü onlar, her ne yaptılarsa, Allah yo­lunda cihad etmek, O'nun rahmetine ve hoşnutluğuna kavuşmak için yaptılar. Dolayı­sıyla onlar kınanmak ve azarlanmaktan çok övgüye layıktırlar.

Bazı müslümanlarm, kafirlerin maksatlı propagandalarından etkilendikleri anlaşılı­yor. Bu yüzden ayetlerin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, ilk ayetin gerekli uyarı ve tehditleri içermesini; ikinci ayetin de müfrezede görev alan mücahidlcrin övülmesine ayrılmasını öngörmüştür.

İncelediğimiz bu iki ayet önceki ayetle bağlantılıdır. Dolayısıyla üç ayetin birlikte inmiş olmaları da ihtimal dahilindedir. Bu durumda savaşın farz kilınıdiğını İfade eden ilk ayet, bir hazırlık ve giriş işlevini görmüş olur. Bizim tercihimiz de bu yöndedir. Bu­nun yanında sözkonusu ayetin tek başına inmiş olması ve aradaki içerik benzerliğinden ardarda konulmuş olması da muhtemeldir.

İncelediğimiz ayetlerin ikincisi, Kurcyş kafirlerine yönelik yıkıcı ve etkileyici bir ce­vap niteliğindedir. Propagandalarını boşa çıkarmaktadır. Onlar müslümanlan kınayacak, eleştirecek en son insanlardır. Çünkü yaptıkları ortadadır. Müslümanlar Mekke'de bulu-nuyorlarken, onlara karşı her türlü işkenceyi, baskıyı, hem de haram ayda uygulamakta bir beis görmüyorlardı. Şimdi kalkmışlar da, haram ayda kan döktüler diye, Rasulullah ve arkadaşlarını yalan yanlış propagandalanyla karalamaya çalışıyorlar.

İkinci ayetin akışından algıladığımız kadarıyla müfreze sadece muhacirlerden oluşu­yordu. Bu çıkarsama, Rasulullah Bedir savaşından Önce donatıp bizzat komuta ettiği ve bir arkadaşının komutasında devriye görevine çıkardığı tüm müfreze hareketleriyle ilgi­li rivayetlerle de örtüşmektedir. Bu ise Bedir savaşından Önce devriye görevine çıkarı­lan son müfrezedir[381]. Şu halde, Ensar ancak Bedir savaşına ve savaşın açık bir ifadeyle tüm müslümanlara farz kılınmasından sonra, çatışmalara katılmışlardır. Bundan önce Peygamberimiz onları savaşmaya zorlamıyordu. Çünkü aralarındaki ittifak sözleşmesi, memleketlerini birlikte savunmayı öngörüyordu. Ancak muhacirlerle akrabaları Kureyş-lilerin çatışması bir gerekçeye dayanıyordu.

İncelediğimiz ayetler konjonktürel özellikler taşımakla birlikte, bütün zamanları aşan ahlaki öğütler ve sosyal direktifler içermektedir:

1) Tebliğ özgürlüğünü savunmak, haksızlık ve saldırıya karşı koymak, saldırganlarla savaşmak, her zaman ve her yerde meşrudur, reel gerekçelere dayanmaktadır. Düşma­nın İşkenceci, baskıcı ve acımasız nitelikte olması da karşı saldırıyı daha bir haklı kıl­maktadır.

2) Bazı insanlar kendi günahlarını büyük zararlara yol açan eziyetlerini ve kötü mu­amelelerini unutma eğilimine sahiptirler. Ama karşısındakinin en küçük bir hatasını ko­ca bir cürüm, büyük bir cinayet gibi göstermekten en ufak bir sıkılma, arlanma duymaz­lar. Bu yüzden gerçek mücrimlerin günahlarını görmezlikten gelip bu tip insanların çı­ğırtkanlığına kanarak masumları suçluymuş gibi değerlendirmemek lazımdır.

3) Bazı tipler şekle önem verirler ve şekil adına özü ve cevheri feda ederler. Oysa asıl Önem verilmesi gereken şekil değildir, özdür.

4) Bir işte insanların maksadına ve niyetine bakmak lazımdır. Bazı insanlar iyi ni­yetle, hayrı gerçekleştirmek amacıyla ve bir görevi yerine getirmek maksadıyla örfe ve geleneklere aykırı bir iş yapmışlarsa, onları kınamamah, bilakis onları memnun etmeli ve kusurlarını görmezlikten gelmeli. [382]

 

219- Sana içkiyi'[383]' ve kumarı'[384]' sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. "Ve sana neyi in-fak edeceklerini sorariar. De ki: İhtiyaçtan arta kalanı'[385]'. Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünür­sünüz.

220- Hem dünya konusunda, hem ahiret konusunda. Ve sana yetimleri sorarlar De ki: Onları ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşleri-nizdİr. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden ayırdeder. Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı'[386]'. Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir

 

Ayetlerde; Peygamberimize yöneltilen, çeşitli konulara ilişkin bazı sorulara ve bu soruların cevaplarına yer veriliyor:

1) İçki ve kumarın hükmü sorulmuştur. Buna şu cevabın verilmesi istenmiştir: Bu ikisinde büyük günahlar vardır. Aynı zamanda insanlara bazı yararlan da vardır. Ancak günahları yararlarından daha büyüktür.

2) "Sadaka vermesi gerekenler neyi vermekle yükümlüdürler?" şeklinde bir soru yö­neltilmiş ve bu soruya şu cevabın verilmesi ön görülmüştür. İnsanlar ihtiyaçlarından ar­ta kalan mallarını sadaka olarak verebilirler.

3) Yetimlere karşı takınılacak tavra ilişkin olarak yöneltilen bir soruya şu cevabın verilmesi emredilmiştir: Onlann yaranna ve ıslahına dönük davranışlar içinde olmak gerekir. Yetimlerle iç içe olmanın hiç bir sakıncası yoktur. Çünkü onlar soruyu soranla­rın kardeşleridir.

İncelediğimiz ayetlerin ilki, bir uyarıyla son buluyor: Allah ayetlerini kendilerini kurtuluşa ulaştıracak, mutlu kılacak, dünya ve ahiret saadetine erdirecek şeyler üzerinde düşünsünler diye müslümanlar için açıklamaktadır. İkinci ayetin sonunda ise şöyle bir uyan yer alıyor; Allah insanların niyetlerini ve gizli sırlarını bilir. Bozgunuyla salihi, yı­kıcıyla yapıcıyı birbirinden ayırdeder. O insanlar için kolaylık diler. Dileseydi, zorlukla üstesinden gelebilecekleri, büyük meşakkatler çekecekleri hükümler indirirdi. Çünkü O üstün iradelidir, her şeye güç yetİrendir, hüküm ve hikmet sahibidir, doğru ve hikmetli olanı emreder.

İlk ayetin sonundaki uyarının aynı ayetin içeriğiyle, ikinci ayetin sonundaki uyarının da bu ayetin içeriğiyle ilgili olması ihtimal dahilindedir. Bir diğer ihtimal de uyarıların her iki ayette yer alan cevaplarla ilgili olmalarıdır. [387]

 

İçki, Kumar, Yetimler Ve Sadaka

 

"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar......"

İncelediğimiz ayetler (219-220) yasama nitelikli yeni bir bölümü oluşturmaktadır. Sûrenin burasına yerleştirilmiş olmaları, ya önceki ayetlerden sonra inmiş olmalarından ya da aralarındaki yasama benzerliğinden dolayıdır.

Tefsir bilginleri ilk ayette yer alan ilk soruyu Ömer b. Hattab'ın sorduğunu söyle­mişlerdir, Ömer yüce Allah'tan içkiyle ilgili sadra şifa bir açıklama indirmesini istemiş­ti. Tefsir bilginlerinin aktardıkları bir diğer rivayete göre bazı müslümanlar Rasulnl-lah'ın yanına gelmiş ve ona şöyle demişlerdir: "İçki ve kumar hakkında bize fetva ver". Yine bu rivayetlere göre, ikinci soruyu soran kişi Muaz b. Cebel ve bir arkadaşıydı. Bunlar Rasulullah'a gelerek: Bizim kölelerimiz ve ailelerimiz vardır. Bunlardan hangi­sine infak edelim? demişlerdi. Üçüncü soru ise bazı yetim vasileri tarafından sorulmuş­tu ve Isra ve En'am sûrelerinde yetimlerin mallarına yaklaşılmamasına ilişkin ifadeler yer alınca, yanında yetim bulunanlar, onun mallarını, yiyecek ve içeceklerini kendi mal­larından, yiyecek ve içeceklerinden ayırdılar. Fakat bu durum onlara ağır geldi.

Bir ve uyumlu bir akışın kapsamında birtakım soru ve cevapların kaynaşmış bir şe­kilde sunulmuş olması, bu meselelerin müslümanlarca, Medine döneminde gündeme ge­tirildiğini ve ayetlerin de bu meseleleri çözmek amacıyla bir kerede indiğini göstermek­tedir.

Tefsir bilginleri[388] içkinin yararlarını, insanda meydana getirdiği keyif hali, üretici­nin elde ettiği kâr ve meyve üreticisinin kazancı şeklinde sıralamışlardır. Kumarın yaran ise, kazanan kişinin elde ettiği maldır.

Her halükârda, sorulu cevaplı ifade tarzı, kumar ve içki alışkanlığının Peygamberi­miz döneminde son derece yaygın olduğunu göstermektedir. Bu alışkanlığın toplumun ekonomik ve sosyal hayatı üzerinde büyük etkisi vardır. Öyle anlaşılıyor ki, içki ve ku­marın yararlarına yönelik işaretle, bu duruma göndermede bulunulmuştur. Yoksa amaç, içki ve kumarın yararlı olduğunu, sakıncalarının bulunmadığını vurgulamak değildir.

Ayet-i kerimede yer alan içki ve kumara ilişkin bu soru-cevap, konuyla ilgili bir ilk adımdır. Bunu işi sıkıya alan başka adımlar izlemiştir. Daha sonra da kesin olarak ha­ram kılınmıştır. İleride tefsirini sunacağımız "Nisa" ve "Maide" sûrelerinde bu hususa daha ayrıntılı bir şekilde değineceğiz. Adı geçen sûreler, içki ve kumar yasağına yönelik adımlar içermektedir.

Ayet-i kerimede, içki ve kumarın hükmü ile ilgili olarak verilen cevapta bunlarla alakadar olmanın hoşnutlukla karşılanmadığını sezinliyoruz. Önce bunlarda günah oldu­ğundan söz ediliyor. Ardından günahın büyüklüğüne işaret ediliyor. Günahın niteliği bi­raz daha belirginleştiriliyor ve yararlarından daha büyük olduğu dile getiriliyor. Bu ise bizim içki ve kumarın yararından söz edilmiş olması, realiteye işaret içindir, yararını onaylamak değil, şeklindeki değerlendirmemizi pekiştirmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, ilk adımda cevabın bu kadarla sınırlı tutulması yukarıda işaret ettiğimiz realiteyle ilgili bir durumdur. İlahi hikmet, tedrici ve aşamalı bir yasaklama sürecini öngörmüştür. Müslü­manların ve İslam'ın durumu böyle bir yasağı kaldıracak kıvama geldiğinde son adım atılarak meseleye nokta konmuştur.

Ayetin akışı içinde yöneltilen ikinci sorunun cevabında, sadakaların ancak ihtiyaç fazlası maldan verilmesi durumunda isabetli olacağı dile getiriliyor. Aynı zamanda "ih­tiyaçtan arta kalan" ifadesi evrensel bir direktif ve ilke niteliğindedir. Buna göre bir müslüman ihtiyacından fazla olan malını, muhtaç olanlara infak etmek durumundadır. Müslümanlar arası dayanışmanın gerekliliğini bundan daha güçlü ve etkili bir şekilde anlatmak mümkün değildir. Aynı zamanda şunu da bilmeliyiz ki "ihtiyaçtan arta kalan" miktar, nisab miktarı bir mala sahip bir müslümanm vermekle yükümlü olduğu zekatın dışındadır. Tefsir bilginleri bu ifadenin tefsiri bağlamında bir hadis-i şerif rivayet etmiş­lerdir: Rasulullah bir adama şöyle dedi: "Önce kendinden başka ve kendine infak et.

Birşey artarsa, ailene harca. Yine de artarsa akrabalarına ver. Akrabalarına verdikten sonra da elinde ihtiyaç fazlası malın kalırsa, bu şekilde infak etmeye devam et. Önünde, sağında, solunda (bir rivayete göre[389] "başkalarına") olanlara dağıt". Bu son cümle "bu şekilde infak etemeye devam et" ifadesinin açıklamasıdır. Buharı ve Müslim'de yer alan bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Ey Ademoğlu eğer ihtiyacından fazla olan malını harcarsan, bu senin için hayırlı olur, yanında tutarsan senin için kötü olur. Ancak ihtiyaçlarını karşılayabilecek malı biriktirmenden dolayı kınanmazsm. En yakınından başlayarak infak et. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır"[390].

Üçüncü cevapta, uyarı ve sıkıştırmanın dozu biraz daha arttırılmakla birlikte, müslü-manlar için büyük sıkıntılara yol açan bazı uygulamalarda hafifletmeye gidiliyor. Çün­kü yetimlerle onların yasal vasileri arasındaki kaynaşma ve kanşma yasağı kelimenin tam anlamıyla sıkıntıdır, meşakkattir, Allah, insanlar için bunu istemez. İşin özü yetim­leri için yararlı, ıslah edici, yapıcı uygulamalar istenmektedir. Şunu bilmelidirler ki, yü­ce Allah, onların niyetlerini bilir, ıslah edici ile bozguncuyu, yapıcıyla yıkıcıyı birbirin­den ayırdeder. [391]

 

221-Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir cariye -hoşunuza gitse de- müşrik bir kadın­dan daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye ka­dar nikahlamayın; iman eden bir köle, -hoşunuza gitse de-müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O in­sanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki, öğüt alıp düşünürler.

 

Ayet-i kerimede:

 

1) Müslümanlara, müşrik kadınlarla evlenmelerinin ve kızlarını müşrik erkeklerle nikahlamalarının yasak olduğu bildiriliyor.

2) Karşılaştırma yöntemini esas alan bir uyarıyla bir müslüman için mü'min bir cari­yenin -insanın hoşuna giden meziyetleri ve nitelikleri olsa da- hür müşrik bir kadından daha hayırlı, daha olumlu; mü'min bir kölenin de -insanın hoşan giden meziyetleri ve

nitelikleri olsa da- hür müşrik bir erkekten daha hayırlı daha olumlu olduğu bildiriliyor.

3) Gerekçe olarak da şu husus ileri sürülüyor; Müşrikler tutum ve davranışlarıyla ateşe davet etmektedirler. Bu yüzden onlarla ilişki kurmak, onlarla nikahlanmak doğru olmaz. Allah ise, emir ve yasaklanyla sadece cennete ve bağışlanmaya davet etmekte­dir. Ayetlerini insanlar İçin açıklar ki, belki yapmaları, uymaları ve kaçınmaları gereken şeyler üzerinde düşünürler. [392]

 

 

Müşriklerle Evlilik

 

"Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın..."

Ayet-i kerime, yasama amaçlı yeni bir bölüm niteliğindedir. Önceki bölümlerin ar­dından yer alması ya nitelik benzerliğinden ya da nüzul sıralamasından kaynaklanmak­tadır. Ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak iki rivayet aktarılmıştır[393]. Bu rivayetlerden biri­ne göre, bir müslüman, müşrik bir kadından hoşlanır ve onunla evlenmek için Peygam-berimiz'den izin ister. İkinci rivayete göre, Abdullah b. Revaha zenci bir cariyesine to­kat atar. Sonra yaptığından pişmanlık duyarak Peygamberimize durumunu açıklar. Pey­gamberimiz ona cariyeyi sorar. O da onun namaz kıldığını, oruç tuttuğunu, Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik ettiğini söy­ler. Peygamberimiz: "O mü'min bir kadındıf'der. Bunun üzerine Abdullah b. Revaha onu azad edeceğine ve onunla evleneceğine yemin eder. Nitekim sözünü yerine getirir de. Ancak bazı insanlar onu ayıplayarak: "Cariyesiylc evlendi" demeye başlarlar. Bu tür insanlar soylarını gözeterek müşrik kadınlarla evlenmeyi istiyorlardı.

Bazı tefsir bilginleri[394] bu ayetin, aralarında Ehli Kitab da olmak üzere müslüman olmayan tüm toplulukları kapsadığını söylemişlerdir. Çünkü yahudilerin Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylemeleri[395], hristiyanların da İsa'yı böyle değerlendirme­leri onları müşrikler kategorisine sokmuştur. Bu görüşü savunanlar, aycl-i kerimenin, Maide sûresinde yer alan ve müslümanlara Ehli Kitab'tan özgür kadınlarla evlenme­lerini helal kılan ayetle neshcdildiğini, müşriklerle müslümanlar arasındaki evlilik yasağına ilişkin hükmünse devam ettiğini söylemişlerdir. Bugün size temiz olan şey­ler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara he­laldir. Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kitap verilenlerden öz­gür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinme-[396]tekrarlanmıştır

misler olarak -onlara ücretlerini verdiğiniz takdirde- size helal kılındı" (Maide, 5).Bize öyle geliyor ki, ayet-i kerime müslüman Araplarla müşrik Araplar arasındaki evlilikler üzerine inmiştir. Çünkü aralarındaki akrabalık bağlan, beşeri münasebetler ve kız alıp vermeler, Hicretin ilk yıllarına kadar devam ediyordu ve bu tür ilişkilere her iki tarafça özen gösteriliyordu. Hatta diyebiliriz ki, bu tür ilişkiler Hicretten epey zaman sonraya kadar devam etmiştir. Biz bu sonucu, Kur'an'ın en son inen sûrelerinden biri olan Tevbe süresindeki bir ayetten çıkarıyoruz. Sözkonusu ayette yüce Allah şöyle bu­yuruyor: "Ey iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin..." (Tevbe, 23). Mücadele süresindeki bir ayette de şöyle buyuruluyor: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine baş kaldıran kimselerle bir sevgi bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun..."(Mücadele, 22)[397].

İncelemekte olduğumuz ayet-i kerime, bir soruyu cevaplamak ya da tefsir bilginleri­nin rivayet ettiği türden bir olayı değerlendirmek üzere inmiş olabilir. Ne var ki, ayet-i kerime genel ve mutlak bir ifade tarzına sahiptir. Dolayısıyla evrensel ve kalıcı bir yasa hükmünü içermektedir. Yasama nitelikli diğer tüm cevaplar için de bu kural geçerlidir. Ayet-i kerimenin Ehl-i Kitap kadınlarını da kapsaması hususuna gelince, tefsir bilginle­rinin az önce sunduğumuz konuya ilişkin değerlendirmeleri yerindedir. Daha sonra Ehl-i Kitap kadınlarıyla evlenmenin helal olduğuna ilişkin ayetin (Maide, 5) iniş sebebi, in­celediğimiz ayetin, müslümanlar tarafından, Ehl-i Kitap kadınlarını da kapsadığı şeklin­de algılanması olabilir.

Mümtehine sûresinde yer alan bir ayetten, bazı muhacir müslümanların nikahlan al­tında kafir kadınların bulunduğu ve bunların Mekke'de kaldıkları yine bazı müslüman kadınların kafirlerle nikahlı oldukları ve bu durumun Hudeybiye barışından sonraki dö­nemde inen Mümtehine sûresinin inişine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır: "Ey iman edenler, mü'min kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Al­lah, onların imanlarını daha iyi bilendir. Şayet mü'min kadınlar olduklarını bilip öğre­nirseniz, artık sakın onları kafirlere geri çevirmeyin. Ne bunlar onlara helâldir ne onlar bunlara helâldir. Onlara ücretlerini verdiğiniz takdirde onları nikahlamanızda size bir güçlük yoktur. Kafir kadınların ismetlerini   (nikahlarını) tutmayın......" (Mümtehine;

10) Ayet-i kerime. Mü'min kadınların geri çevirilmemesini emrediyor. Çünkü mü'min kadınlar kafirlere helal değildir. Mü'minlere de kafir kadınları nikahlarında tutmamaları emrediliyor. Rivayet edildiğine göre, Peygamberimizin kızı Zeyneb, Mekke'de uzun bir süre Ebu'l-'As'ın nikahı altında kalmıştır. Ebu'l'As ise henüz İman etmemişti. Nitekim Ebu'l'As Bedir Savaşı'na katılmış ve bu savaşta müslümanlara esir düşmüştü. Zeyneb gerdanlığını göndererek kocasını esaretten kurtarmıştı. Daha sonra kocasını terkederek Medine'ye hicret etmişti. Ama onu hala kocası olarak görüyordu. Nitekim bir diğer ça­tışmada bir kez daha müslümanlara esir düşmüş ve Medine'ye getirilmişti. Adam eşi Zeyneb'den eman dilemiş o da eman vermişti. Peygamberimiz de kızı Zeyneb'in emanı-nı onaylamış ancak ona şu uyanda bulunmuştu: "Onu kendine yaklaştırma, çünkü o sa­na helal değildir". Ebu'l'As bu olaydan sonra Mekke'ye gitmiş, birtakım ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra Medine'ye gelerek iman etmişti. Zeyneb de yeni bir nikah akdine gerek kalmadan onu eşi olma özelliğini sürdürmüştü'[398].

Bütün bunlardan hareketle şu sonuca varıyoruz: Ayet-i kerime yeni evliliklerle ilgili olarak inmiştir. Kur'an bu ayetin inişinden sonra da Mümtehine sûresinin inişine kadar, müslümanlarla müşrikler arasında var olan evliliklerden söz etmemiştir.

Ayet-i kerimenin bir gerekçelendirme, yasamanın hikmetini ortaya koyma niteliğin­de olduğu görülüyor. İkna ve açıklamayı hedef alan Kur'an'in başvurduğu bir ifade yöntemidir bu. Mü'min cariyeyle hür müşrik kadının ve mü'min köleyle hür müşrik erkeğin bu şe­kilde karşılaştırılmış olması, Kur'an'ın evrensel değerlendirmesini yansıtmaktadır. îsla-mın mü'min köle ve cariyelere verdiği değeri onur verici üstün konumu göstermektedir. Ayrıca Kur'an müslümanlan, her fırsatta köle ve cariye azat etmeye teşvik etmiş, bu iş için zekatta bir fon ayrılmasını öngörmüştür. Köle azat edilmesi için gerekli ortamı sağ­lamayı, zekat toplayıp dağıtmakla yükümlü olan jslam devletinin asli görevleri arasında değerlendirmiştir. Aynı zamanda savaş tutsaklarının köleleştirilmeden serbest bırakıl­maları yetkisi de rnü'minlerin emirine verilmiştir. Hiç kuşkusuz, bu da köleliğin başlıca kaynağının kurumasına yönelik son derece önemli bir adımdır. Burada şu hususu da vurgulamak gerekir: Mü'min köle ve mü'min cariyeden maksat, köleyken İslam'a gi­renlerdir. Yoksa, müslüman bir erkekle müslüman bir kadın hiç bir şekilde köleleştirile-mezler. Kafir bir esir, rnü'minlerin emin aralından akibeti belirlenmeden önce müslü­man olursa, Özgürlüğüne kavuşmuş olur. [399]

 

222- Sana kadınların aybaşı halini sorarlar. De ki: "O, bîr rahatsızlıktır[400]'. Aybaşı halinde kadınlardan ayrılın ve te­mizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikle­rinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever".

223- Kadınlarınız sizin tarlantzdır[401]; tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz İçin takdim edin. Allah'tan korkup sa­kının ve bilin ki elbette O'na kavuşucusunuz. İman eden­lere müjde ver.

 

Kadınlar Tarladır

 

"Sana kadınların aybaşı halini sorarlar,.."

İlk ayette; kadınların "aybaşı hali" ile ilgili olarak Rasulullah'a yöneltilen bir soruya yer veriliyor. Ardından cevap olarak, "aybaşı hali"nin bir eziyet olduğunu söylemesi, bu sırada kadınlardan ayrılmanın ve temizleninceye kadar cinsel anlamda onlara yaklaşma­manın gerektiğini söylemesi emrediliyor. Buna göre kadınlar "aybaşı hali"nden temizle­nince onlara cinsel anlamda yaklaşmak mubah olur. Bu arada Allah'ın emirlerine bağlı kalıp tevbe edenlerden, pislik ve necasetten uzak duran temiz insanlardan övgüyle söz ediliyor ve Allah'ın bu tür insanları sevdiği belirtiliyor. Tefsir bilginlerinin büyük ço­ğunluğu aybaşı halinde kadınlardan ayrılma ve onlara yaklaşmama emrinin, sadece cin­sel ilişkiyle sınırlı olduğunu söylemişledir. Her iki ayetin akışı da bu çıkarsamayı pekiş-tirici niteliktedir.

ikinci ayette, müslümanlara yönelik bir açıklama yer alıyor: "Kadınlarınız sizin tor-lalannızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi varın"... Ardından bazı öğütlere sıra geliyor... Müslümanların Allah'ı gözetmeleri ve her işte takvayı gözönünde bulundurmalan ve bir gün O'nun huzuruna çıkacaklannı akıllarından çıkarmamalan gerektiği vurgulanıyor.Sonunda Peygamberimize bir direktif veriliyor: "Sözkonusu öğütlere uyan gerçek mü'mİnlere, güzel akibetlere kavuşacaklarını müjdele!" diye.

Sahabeden ve tabiinden bazılarına dayandırılan kimi rivayetlerde ve bir kısım müc-tehid imamlara[402] ait görüşlerde "tadarınıza dilediğiniz gibi varın" cümlesinin kadınlar­la anüs yoluyla cinsel ilişki kurmanın mubah olduğunu ifade ettiği dile getirilir. Ne var ki, sahabe ve tabiine dayandırılan rivayetler güvenilir rivayet zincirlerinden yoksundur. Kaldı ki, Peygamberimizden ve sahabeden aktarılan başka sözler vardır[403] ve bunların rivayet zincirleri de "hasen"dir. Sözkonusu rivayetlerde bu tür bir ilişkinin haram oldu­ğu belirtiliyor. Söz gelimi Huzeyme el-Hutami'nin rivayet ettiği hadiste şöyle deniyor: Rasulullah buyurdu ki: "Haya edin. Hiç şüphesiz Allah, hakkı söylemekten haya etmez. Kadınlara arkalarından yaklaşmayın". Bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Yüce Allah erkeklerle ilişki kuran veya kadınlarla anüs yoluyla cinsel ilişkiye giren erkeğin yüzüne bakmaz". Bir başka hadiste şöyle buyuruluyor: "Aybaşı halinde ya da anüs yoluyla ka­dınlarla cinsel ilişkiye giren ya da kehanette bulunan hiç şüphesiz Muhammcd'e indiri­leni inkar etmiştir". İbn-i Abbas'lan şöyle rivayet edilir: "Bir adam ona kadınlarla anüs yoluyla cinsel ilişkiye girmenin hükmünü sordu o da şu cevabı verdi: "Sen bana küfrü mü soruyorsun?" Tefsir bilginleri yukarıdaki cümlenin, vajinadan olmak koşuluyla her türlü cinsel yöntem ve fantazinin mübahlığını anlattığı hususunda görüş birliği içinde­dirler. Cinsel ilişkinin doğal yolu vajinadır. Ve evlilikte asıl amaç üremedir, üreme de ancak vajina yoluyla kurulan cinsel ilişkiyle mümkündür. Kadının tarlaya benzetilişi ile anlatılmak istenen budur." Doğrusu da budur.

Tefsir bilginleri yahudilerin "aybaşı hali" ve aybaşı halindeki kadınlarla ilgili olarak katı bir tutum içinde olduklarını rivayet ederler. Aybaşı halindeki kadınla her türlü te­ması keserlerdi. Beraber yiyip içmez, aynı yatağı ve aynı yiyecek kabını paylaşmazlar­dı[404]. Yahudiler Araplar üzerinde özellikle Medineliler üzerinde büyük bir etkiye sahip­tiler. Medineliler de onlar gibi "aybaşı hali" ile ilgili olarak son derece katı bir tutum içindeydiler. Bu yüzden bazı müslümanlar, yüce Allah'ın İslam şeriatındaki hükmünü öğrenmek istediler ve bu amaçla gidip Rasulullah'a soru yönelttiler. Tefsir bilginlerinin dediğine göre, sorunun bir diğer amacı da aybaşı halinde ve normal zamanlarda kadın­larla anüs yoluyla cinsel ilişkiye girmenin hükmünü ayrıca kadınlarla ilişki kurarken herhangi bir yönteme uymanın zorunlu olup olmadığını öğrenmektir. Çünkü yahudiler klasik ilişki tarzının dışında bir yonlemi uygulamazlardı. Medincli Araplar da onlar gibi yaparlardı. Yanı sıra tefsir bilginleri, sorunun gerekçesine ilişkin bazı rivayetler de ak­tarmışlardır[405].

Herhâlükârda ilk ayetin, kadınların "aybaşı hali"ne ilişkin bir sorunun cevabı niteli­ğinde olduğu açıkça ortadadır. Tefsir bilginleri aybaşı halindeki kadınlara yaklaşmama, onlardan ayrılma emrinin sadece cinsel ilişkiyle sınırlı olduğuna ilişkin değerlendirme­lerini kanıtlama bağlamında birçok hadis ve görüş nakletmişlerdir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle deniyor: "Yahudiler aybaşı halinde­ki kadınlarıyla birlikte yemek yemez ve onlarla birarada oturmazlardı. Sahabeler bu du­rumu Peygamberimize sordular. Bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti indirdi. Peygamberimiz şu cevabı verdi: "Cinsel ilişki hariç her şeyi yapabilirsiniz". Peygambe­rimizin bu sözünü duyan yahudiler: "Bu adam bizim yaptığımız her şeye muhalefet edi­yor" dediler[406]. Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Ben ve Rasulullah cünüpken aynı kaptan yıkanırdık. Aybaşı halinde olduğum sıralarda üzerime bir örtü örtmemi em­reder, sonra da benimle oynaşırdı. Mescidde itikafta bulunduğu sıralarda, başını benim odama uzatır ve ben de aybaşı halindeyken onun başını yıkardım"[407]. Yine Hz. Ai-şe'den şöyle rivayet edilir: "Ben aybaşı halindeyken et suyu kaynatır ve Peygamberimi­ze sunardım. Ağzımı koyduğum yere koyar ve ordan içerdi. Bir kaptan su içerdim, o da benim ağzımı koyduğum yere ağzım koyarak aynı kaptan su içerdi"[408]. Hz. Aişe bir di­ğer rivayette şöyle diyor: "Ben ve Rasulullah aynı örtünün altına girer ve yatardık. Be­nim aybaşı halinden kaynaklanan kanamam olurdu. Eğer benden ona bir şey bulaşacak olsa, bulaştığı yeri yıkar ve böylece namazını kılardı"[409].

Fıkıh bilginleri "temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin" ifa­desi hakkında değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları aybaşı kanaması kesildikten sonra kadın yıkanmadıkça kocasının ona yaklaşmasını uygun görmemiştir. Bazısı ise bundan bir sakınca görmemiş ve "temizlenme" ifadesinin kanın kesilmesi durumunu kapsadığını söylemişlerdir. [410]

 

224- Bir de yeminlerinizi bahane ederek; iyilik yapmanız, sakınmanız ve insanların arasını düzeltmenize Allah'ı engel [411] kılmayın. Allah İşitendir, bilendir.

225- Allah sizi, yeminlerinizdeki rastgele söylemeleriniz­den, boş, amaçsız sözlerden[412] dolayı sorumlu tutmaz; fa­kat kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, yumuşak davranandır.

 

İlk ayette, miislümanlara yönelik bir yasaklama yer alıyor. Allah adına yaptıkları ye­minleri bahane ederek iyilik yapmaktan, insanların arasını bulmaktan ve Allah'ın emret­tiği takvaya yönelik davranışlardan kaçınmamaları isteniyor. Çünkü Allah, sözlerini işi­tir ve gerçek niyetlerini bilir. İkinci ayette de, yine müslümanlara yönelik bir direktif yer alıyor: Yüce Allah, herhangi bir amaç gutmeksizin, günah işleme kastı taşımaksızın yaptıkları yeminlerden dolayı onları sorumlu tutmaz. Kalplerinin bu tür yeminleri hayra engel, olumlu ya da olumsuz işlere yönelikmiş gibi algılamaması şarttır. Sadece, onlan bile bile işledikleri günahlardan dolayı sorumlu tutar. O, bağışlayıcıdır, tevbe edenlerin günahını affeder. Yumuşak davranır, çabuk öfkelenmez, hemen cezalandırma yönüne gitmez. İyi niyetlilere hatasını anlama fırsatını verir. [413]

 

Yemin

 

".. Yeminlerinizi bahane ederek Allah' ı engel kılmayın..."

Yukarıda sunduğumuz ayetler, yasama nitelikli yeni bir bölüm oluşturmaktadır. Sû­renin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları ya önceki ayetlerle aralarındaki içerik ve nitelik benzerliğinden ya da onlardan sonra inmiş olmalarından dolayıdır. Bazı tefsir bilginle­ri[414] ilk ayetin Abdullh b. Revaha hakkında inmiş olduğunu söyler. Rivayete göre, Ab­dullah kızkardeşinin kocasının evine gitmemeye, onunla konuşmamaya, onunla eşinin arasını bulmamaya yemin etmişti. Diğer bazı tefsir bilginleri ise ayetin Ebubekir hak­kında indiğini söylemişlerdi[415]. Rivayete göre Hz. Ebubekir Hz. Aişe'ye yönelik iftira kampanyasına adı kansan bir akrabasına yardım etmemeye yemin etmişti.

Anladığımız kadarıyla, ikinci ayet, ilk ayetin içerdiği yasağı gerekçelendirmeye yada bir müslümanm içtiği bir yemini bahane ederek, hayır işlememe, insanların arasım bulmama ve takva gereği davranışları yapmama eğilimlerine çözüm getirici bir fetva ni­teliğindedir.

Ayetlerin akışı yukarıda aktardığımız rivayetlerin her ikisi ile de uyuşabilir. Ne var ki, Hz. Ebubekir'in sözkonusu yemini, Medine döneminin ortalarında gündeme gelmiş­tir. Nitekim Nur sûresinin bir ayetinde meseleye şu şekilde işaret edilir: "Sizden faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere birşey verme­meye yemin etmesinler affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir" (Nur, 22). Bu ayet-i kerime, Hz. Aişe'ye yönelik iftira kampanyası üzerine inen ayetler zincirinin kapsamında yer alır.

Bundan sonraki iki ayette ise, kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlere işaret edi­liyor. Bu da incelediğimiz ayetlerle, onları izleyen İki ayet arasında bir bağıntı olduğunu akla getiriyor.

Her halükârda incelediğimiz bu iki ayet, mutlak anlamda yeminlere ilişkin Kur'ani direktifler içermektedir. Bu ayetlerde önemli prensipler yer almaktadır. Buna göre, ye­minleri bahane ederek, hayır işlememek, insanların arasını bulmamak, takvanın gereği olan davranışlardan kaçınmak caiz değildir. Kişi kendisinden sadır olmuş bir yeminden hareketle hayır işlenmesini engelleyemez, yemini bahane ederek günah işlemeye yclte-nemez, başkasına zarar verici davranışlar içine giremez. Ardından yüce Allah'ın ancak insanları bilinçli olarak işledikleri bir günahtan dolayı sorumlu tutacağı, böyle olmayan yeminleri, sorumluluk gerektirmeyen "boş sözler" olduğu vurgulanıyor. Birinci direktif­ten, hayra engel ya da günah işleme bağlamında yeminlere bağlı kalmanın caiz olmadı­ğı sonucu çıkıyor. Maide sûresinde yer alan bir ayette, yeminin kefaretine işaret edili­yor. Herhangi bir müslümanm bir şey yapmaya ya da yapmamaya yemin etmesi, sonra şartların onu bu yeminini bozmaya zorlaması durumunda ne yapması lazım geldiği şu şekilde açıklanıyor: "Allah sizi yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, boş sözler­den dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız sözlerden dolayı sizi so­rumlu tutar. Onun kefareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bulama­yan için üç gün oruç vardır. Bu, yemin ettiğinizde bozduğunuz yeminlerinizin kefareti­dir. Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükredersi­niz" (Maide, 89). Görüldüğü gibi bu ayet, incelediğimiz ayetlerin kapsadığı Kur'ani di­rektifin tamamlayıcısı niteliğine sahiptir. Bu ayet zühd ve takva adına hayatın güzellik­lerinden uzaklaşmaya yemin edenler hakkında inmiştir. Bundan önceki ayette de Al­lah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma girişimleri yasaklanmış ve bu tür yeminlerden vazgeçip kefaret ödemeleri emredilmiştir.

Tefsir bilginleri konuya ilişkin olarak birçok hadis rivayet etmişlerdir. Bunlardan bi­rine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, bir hususta yemin eder de, sonra ondan daha hayırlısını görürse, yeminini bozup kefaret ödesin ve o hayırlı işi yapsın". Bir diğer rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah'a andolsun ki ben -şayet Allah dilerse- bir şey için yemin ederim, sonra ondan daha hayırlısını gördüğüm­de, yeminimi bozup daha hayırlısını yaparım. Başka bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Ademoğlunun güç yetiremediği konularda ne adak, ne yemin olur. Ne de Allah'a isyan ve akrabalık bağlarını kesme hususunda. Kim bir şey için yemin ederse, sonra ondan daha hayırlı bir şey gördüğünde, yeminini bozsun ve o hayırlısını yapsın. Yeminini terketmesi onun kefaretidir"[416].

Ayette geçen "urdaten" kelimesinin yorumu bağlamında farklı bir görüş ileri sürül­müştür[417]. Buna göre cümle boş ve amaçsız sözlerle Allah adına yemin etmeyi, insanla­rı kandırmak, yalan söylemek için yemin etmeyi ve doğru bile olsa çokça yemin etmeyi yasaklamaya yöneliktir. Bu değerlendirme üzerinde durmaya değer olmakla beraber, önceki değerlendirme daha çok insanın içine siniyor. Ayrıca ayetin akışı da bunu pekiş­tiriyor. Zaten ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. [418]

 

226- Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler'[419]' için dört ay bekleme'[420]' süresi vardır. Eğer dönerlerse[421]' şüphe­siz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

227-  Eğer boşamada'[422]' kararlı davranırsa, boşanırlar. Şüp­hesiz Allah işitendir, bilendir.

 

Yukarıda sunduğumuz iki ayette, "iyla" ile ilgili yasa nitelikli direktifler ve prensip­ler yer almaktadır. Buna göre eşleriyle cinsel ilişkiye girmemeye yemin (iyla) edenlerin bu yeminlerini dört aydan fazla sürdürmeleri doğru değildir. Ya yeminlerinden vazge­çip eşlerine dönsünler ki yüce Allah bağışlayandır, esirgeyendir, tevbeleri kabul eder, kullarına merhametle muamele gösterir. Ya da eşlerini boşamaya karar versinler. Hiç şüphesiz yüce Allah onların sözlerini İşitir, niyetlerini bilir. [423]

 

İya (Kadınlardan Uzaklaşma) Yemini

 

"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay bekleme vardır...' Bu iki ayet, yasama nitelikli yeni bir bölüm oluşturmaktadır. Öte yandan boşanmay­la ilgili uzun bir bölümün de başlangıcı sayılır. Sûrenin tertibi içindeki yerleri, içerik benzerliğinden dolayı olabildiği gibi iniş sırasından dolayı da olabilir.

Ayetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak herhangi bir rivayete rastlayanı ad ık. Bize öyle geliyor ki, müslümanlar arasında kadınlara yaklaşmamaya yemin etme olayı cereyan et­miş ve bunun hükmü Rasulullah'a sorulmuş, bunun üzerine yukarıdaki ayetler inmiştir. Yukarıdaki iki ayetin önceki ayetlerle aralarında bir bağıntı olduğunu söylemiştik. Ge­rekçe olarak da kocanın karısına yaklaşmamaya yemin etmesinin yapıcılığa ve takvaya aykırı olmasını iler sürmüştük. Eğer bu değerlendirmemiz doğruysa bu demektir ki, ya­sama nitelikli bölümün başlangıcını önceki iki ayet oluşturmaktadır. Biraz sonra deği­neceğimiz gibi uzun bir bölümle karşı karşıyayız demektir bu.

Kocanın karısına yaklaşmamaya yemin etmesi (iyla) islam öncesi bir Arap geleneği­dir. Kocalar ya kızgınlık yahut nefret ya da başka bir gerekçeyle (mallarına el koymak, bir başkasıyla evlenmesine engel olmak, kendi başına hareket etmesinin önüne geçmek gibi, kadınlarına yaklaşmamağa yemin ederlerdi. Bazen kadının çok kız çocuğu doğur­ması da böyle bir sonuca yol açabilirdi. Bunu yaptıkları zaman kadın evde bir hizmetçi ve dadı gibi kalır çocukların bakımını üstlenirdi. Bu şekilde cinsel ilişkiye girmemeye yemin ettikleri kadınlar, ne eş ne de boşanmış sayılırlardı. İncelemekte olduğumuz bu i-ki ayet, meseleyi hak ölçüleri içinde ele alıyor ve hakka uygun çözüm yolunu öneriyor. Buna göre koca intikam almak için, karısı hakkında gönlünün istediği tasarrufta buluna­maz. Onun zarara uğraması pahasına kendisi için yarar sağlayacak uygulamaları içinde bulunması doğru değildir. Koca kadına zarar vermek ve ondan intikam almak için bu tur bir yemine başvuramaz. Olsa olsa istemeden, aniden böyle bir yemini ağzından kaçı­rabilir. Bu yemini de en fazla dört ay sürdürebilir. Eğer, zarar vermek amacıyla bu şe­kilde yemin ederse, yapacağı tek şey kadının Özgürlüğünü vermek, boşamak suretiyle zarara uğramasına engel olmaktır. Bu ikinci çözüm için, kocanın tekrar birleşmeyi iste­memesi belirleyicidir. İncelediğimiz iki ayetten ve önceki iki ayetten algıladığımız bu­dur. Çünkü ayetler arasında bir uyum ve bağıntı olduğunu düşünüyoruz. Bir kez daha Kur'an'ın sık sık vurguladığı evrensel bir ilkeyle karış karşıya bulunuyoruz: Kadının haklan korunmalı, zarara uğratılmamalı, zulmedilmemeli ve haklan gasbedilmefnelidir.

Tefsir bilginleri[424] sahabelere ve tabiin ulemasına dayanarak bazı hadisler ve görüş­ler rivayet etmişlerdir. Buna göre kadın kocasından kendini tekrar eşliğe kabul etmesini ya da boşamasını isteme hakkına sahiptir. Kocası bu isteklere olumlu karşılık vermezse kadın meseleyi hakime götürebilir. Hakim dört aylık sürenin bitimiden önce kocadan kansını geri almasını ister. Koca bunu kabul etmezse, karısını boşamak durumundadır. Yeni bir nikaha gerek duymaksızın üç aybaşı hali içinde temizlendikten sonra karısını tekrar geri alabilir. Kadının hamile olması durumunda üç aybaşı halinden temizlenme süresi esas alınır. Fıkıh bilginleri, dört aylık süre dolduğu halde kansını geri almayan kocanın durumuyla ilgili olarak iki değişik görüş ileri sürmüşlerdir. Bazılarının görüşü­ne göre böyle bir durumda kadın kocasından bir kere (ric'i talak) boşanmış olur. Diğer görüşü savunanlara göre kadın kocasından nihai olarak boşanmış (talak-ı bain: geri dön-mesiz boşama) olur. Bu iki boşama arasında şu fark vardır. Bain talakla boşanan eşler, tekrar birleşmek isterlerse, yeni bir nikah akti ve mihir gerekli olur. Koca karısına dön­mek isterse, onun onayını almak ve haklarım vermelidir. Ayrıca kadının tekrar kocasına dönmesi için başkasıyla evlenmesi şartı aranmaz.

Görüldüğü gibi ayetler, kansı ile dört ay veya daha az bir süre için cinsel ilişkiye girmemeye yemin edenlerle ilgili değildir. Aksine ayetler süre belirtmeksizin ya da dört aydan fazla bir süre için kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler hakkındadır. Bunu ayetlerin akışından algılamak mümkündür.

Yeminini bozan ve dört ayın bitiminden Önce ya da daha az bir süre tayin etmişse, bu sürenin bitiminden önce eşine dönen kocanın kefaret ödeyip ödememesi hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazısı kefareti gerekli görürken, bazısı gerekli görme­miştir. Bu görüş ayrılığının sebebi ise farklı hadislerin rivayet edilmiş olmasıdır[425].[426]

 

228- Boşanmış kadınlar üç aybaşı hali'[427]' kendilerini gözet­lerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine he­lal olmaz. Kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekler üze­rinde haklan vardır. Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklan, bir derece fazladır. Allah azizdir, hakimdir.

229- Boşama iki defadır. Bundan sonra kadını ya iyilikle tutmak ya da güzelce salık vermek lazımdır. Onlara ver­diklerinizden birşey geri almanız, size helal değildir. Şayet erkek veya kadın Allah'ın sınırlarında duramayacakların­dan korkarlarsa başka. Eğer erkek ve kadının, Allah'ın sı­nırlarında duramayacaklarından korkarsanız, o zaman kadini verdiği fidyede ikisine de günah yoktur. İşte bunlar Al­lah'ın sınırlarıdır, sakın bunları aşmayın. Kimler Allah'ın sınırlarını aşarsa iste onlar zalimlerdir.

230- Erkek yine boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan kendisine hela! olmaz. O adam da bunu boşarsa, Allah'ın sınırları içinde duracaklarına inan­dıkları takdirde tekrar birbirlerine dönmelerinde kendileri­ne bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları bilen bir toplum için açıklamaktadır.

231- Kadınları boşadığınız zaman, bekleme sürelerini bi­tirdiler mi ya onları iyilikle tutun ya da iyilikle bırakın; haklarına tecavüz edip zarar vermek için[428] onları yanınız­da tutmayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini eğlence yerine koymayın; Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için kitab ve hikmetten size indirdiklerini düşünün, Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi bilir.

232- Kadınları boşadığınız zaman bekleme sürelerini bitir­diler mi, kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde, ko­calarıyla evlenmelerine engel olmayın[429]. Bu içinizden Al­lah'a ve ahiret gününe İnanan kimseye verilen öğüttür. Bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmez­siniz.

 

Boşanma

 

"Boşanmış kadınlar üç aybaşı hali kendilerini gözetlerler..."

Görüldüğü gibi, önceki ayette sözkonusu edilen boşanma hükümlerine, bu ayetlerde yeniden değiniliyor. Ayetlerin dili gayet sade ve anlaşılırdır. Öğüt ve uyarı amaçlı ayet­lerde rastladığımız bir ifade tarzına tanık oluyoruz. Bu da vahyin inişine esas oluşturan ilahi hikmetin aile hayatına ve kadın haklarına verdiği büyük önemi ortaya koymakta­dır. İlahi hayat sisteminde aile kurumunun esasını, haklara saygı, karşılıklı hoşnutluk, uyuşma ve yapıcılık oluşturmaktadır.

Ayetlerin metnine, oluşturduğu atmosfere ve akışına İlişkin bazı ayrıntılı açıklama­ları, hükümleri ve değerlendirmeleri aşağıya alıyoruz:

1) İlk ayette, boşanma kadınlara emredilen üç aybaşı halini kapsayan kendini göz­lem altında tutma uygulaması, ayetin atmosferinden ve metninden algıladığımız kada­rıyla bir açıdan kadının hamile olup olmadığının anlaşılmasına, bir diğer açıdan da karı­sını boşayan erkeğe bu süre içinde tekrar karısını geri alma fırsatını vermeye yöneliktir. Ayette geçen "kur'u" kelimesinin "aybaşı hali"nden temizlenme anlamına geldiğini söyleyenlerin yanında "aybaşı hali" anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur[430]. Bu iki değerlendirme arasındaki fark şudur: Eğer kelime "aybaşı hali"nden temizlenme an­lamını ifade ediyorsa, koca karısını üçüncü aybaşı hali sona ermeden önce geri alabilir. Yok eğer "aybaşı hali" anlamına geliyorsa, kadının üçüncü aybaşı haline girmesi, eski kocasına geri dönememesi anlamına gelir. Çünkü süre tamamlanmıştır.

"Aybaşı hali"ne fıkıh literatüründe "iddet" denir. Kur'an-ı Kerim'de Talak sûresin­de bu kavramı kullanmıştır. Adı geçen sûrede üç değişik doğal durumla bağlantılı ola­rak "iddel" süresinin açıklanışı tamamlanmış oluyor. Bu durumlar; hamilelik, yaşlılık­tan dolayı kadının aybaşı halini görememesi ve bir başka sebepten dolayı kadının aybaşı halini görememesidir. Bu sonucu şu ayet-i kerimeden çıkarıyoruz: "Yaşlılıklarından ötürü adetten kesilen kadınlarınızın bekleme süresinden şüphe ederseniz, bilin ki onla­rın bekleme süresi üç aydır. Henüz adet görmeyenler de böyledir. Gebe olanların bekle­me süresi, yüklerini bırakmalarına kadardır. Kim Allah'tan korkarsa ona işinde bir ko­laylık yaratır" (Talak, 4)

Tefsir bilginleri[431] sahabilere ve Tabiin ulemasına dayanarak bazı hadisler ve görüş­ler rivayet etmişlerdir. Buna göre boşanmış veya terkedilmiş cariye eğer adet görüyorsa, onun iddeti iki aybaşı halidir. Şayet adetten kesilmişse iddeti bir buçuk aydır. Konuya ilişkin olarak Ömer b. Hattab (r)'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Köle iki kere evlenir ve iki talakla boşanır, cariyenin boşanma sonrası iddeti ise, iki aybaşı halidir"[432]. Eğer bu rivayet sahihse bunun sünnetten kaynaklandığı tercih edilir. Kur'an'ın açıklık getirme­diği cariyenin iddetini, sünnet açıklamış demektir. İbn-i Abbas'tan rivayet edilen bir ha­diste[433], Peygamberimizin bir kadının nikahının hal yoluyla feshedilmesini ve bir ayba­şı hali iddet beklemesini emrettiği belirtilir. Fıkıh bilginleri[434] buna dayanarak, rahmin boş olduğunun anlaşılması İçin bir aybaşı halinin yeterli olduğunu, İddetin üç aybaşı olarak belirlenmesinin, karı kocanın tekrar birleşmesine dönük bir zaman uzatma oldu­ğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirmenin isabetli olduğu açıktır. Cariyenin iddetinin hür bir kadının iddetinin yansı olmasının sosyal durumdan kaynaklandığı açıktır. Nite­kim zina suçunda da cariye için öngörülen ceza, hür bir kadın için öngörülen cezanın yarısıdır: "İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeğe gücü yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan inanmış cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. He­piniz birbirinizdensiniz. Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tut­mamaları şartıyla, sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini de güzelce verin. Ev­lendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı uy­gulanır. Bu içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha iyidir. Allah bağışlayan esirgeyendir" (Nisa, 25). Cariyenin iddetinin, hür kadının iddetinin yarısı olarak belirlenmesinde, Kur'an'ın bu hükmü ölçü alınmış olabilir. Üç sayısının tam sayı olarak ikiye bölünmesi mümkün olmadığı için de cariyenin iki aybaşı hali beklemesi öngörülmüştür.

2) Ayet-i kerime, kocaya karısının iddeti esnasında, yeni bir nikah aktine gerek kal­maksızın, onu tekrar geri alma hakkını tanımıştır. Ancak ayette yer alan: "Barışmak is­terlerse" cümlesi kadının geri alınışının barış ve uyuşma amacı ile gerçekleşmesinden kesin olarak emin olunmasını zorunlu kılmaktadır. Yine buradan hareketle anlıyoruz ki, boşanmış kadın, kocasının, kendisini bu niyetle geri aldığında emin olmazsa, tekrar ona dönmeyebilir. 232. Ayetin bu değerlendirmeyi pekiştirdiğini görüyoruz. Çünkü sözko-nusu ayette boşanmış kadınların, sırf eziyet olsun, zarara uğrasın diye geri alınmaları yasaklanıyor. Böyle davrananlar, Allah'ın ayetleriyle alay eden, onları kötü amaçlı ola­rak yorumlayan kimselerle bir tutuluyorlar. Tefsir bilginlerinden el-Kasımî, barışmak ve uzlaşmak niyetiyle olmadıkça, kadının geri alınışının haram olduğunu söylemiştir ve buna adı geçen ayeti kanıt olarak göstermiştir. Şu anda incelemekte olduğumuz ayette yer alan "kadınların da erkekler üzerinde haklan vardır" cümlesi de bu çıkarsamayı pe-kiştirici niteliktedir. Nasıl ki, erkek, iddet sona erip kadın döndüğünde onu almama, bo­şama hakkına ve özgürlüğüne sahipse, kadın da, kocasının kendisini barışmak ve uzlaş­mak niyetiyle geri aldığından emin değilse, bu beraberliği kabul etmeme hakkına ve öz­gürlüğüne sahiptir.

Kadına verilen bu hak ve Özgürlük, aynı ayette yer alan "erkeklerin, kadınlar üzerin­deki hakları, bir derece fazladır" cümlesiyle çelişmez. Çünkü ifadenin akışından algıla­dığımız kadarıyla, aile hayatıyla ilgili bir duruma işaret ediliyor. Sözkonusu derecede erkeğin aile içinde yönetici ve itaat edilen pozisyonda olmasıdır, Erkeğin kadına verdiği mihir, aynca evlilik boyunca geçimini sağlaması, bir derece üstünlüğün somut gerekçe­leridir. Nisa sûresinde yer alan bir ayette, bu realiteye işaret edilmiştir: "Allah, insanları birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harcadıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler" (Nisa, 34). Aynı değerlendirme, İbn Abbas'a da nisbet edilir[435]'. Erkeğin boşanma hakkına ve kadına göre daha fazla oranda evlenme hakkına sahip olması, bu derecenin bir göstergesi olabilir. Ayetin tefsiri bağlamında Seyyid Reşid Rıza şöyle der: Evlilik hayatı, sosyal bir hayattır. Her toplumun bir başkanının olması kaçınılmazdır. Çünkü bir toplumu oluşturan bireylerin görüşlerinin, arzularının eğilimlerinin farklı ol­ması bir zorunluluktur. Ancak, bir liderin bulunması ve ihtilafların çözümü için ona başvurulması ile sözkonusu topluluk yapıcı bir çizgide hareket edebilir. Aksi takdirde her ferd, diğerinin aleyhine çalışacaktır. Dolayısıyla birliği sağlayan kulp kopacak ve düzen bozulacaktır. Ailede erkeğin lider olması daha uygundur. Çünkü erkek maslahatı daha iyi bilir. Kararları uygulama gücüne ve maddi imkanlara daha çok sahiptir. Reşid Rıza'nın bu değerlendirmesi isabetlidir. "Allah, insanları birbirinden üstün kılmıştır" ifadesini de açıklayıcı niteliktedir.

3) "Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan haklan gibi kadınların da erkekler üze­rinde haklan vardır" cümlesi, boşanmış kadının kocasına dönmeyi reddetme hakkına sahip olduğunu ifade etmekten çok daha kapsamlıdır. Buna göre itaat, emanet, iffet, sa­mimiyet, güzel muamele, saygı, güven, onurlandırma, iyilik, rahat ettirme, mizacını gö­zetme, çıkarını koruma, tek başına üstesinden gelemediği ihtiyaçlarını gidermede yar­dımcı olma gibi erkeğin kadından beklediği şeylere, kadın da erkekten bekleme hakkına sahiptir. Erkek, bu temele dayalı olarak kadını hayat ortağı olarak görmelidir. Kapsamlı ve geniş bir ortaklıktır bu. Bunlar kocanın karısının üzerindeki haklan olduğu kadar ka­dının da kocasının üzerindeki haklarıdır. Ayette geçen "maruf kelimesi, bu bağlamda son derece anlamlıdır. Çünkü bu kelime, karşılıklı olarak tanınan lehte ve aleyhteki hak­lar anlamını ifade eder. Bu haklan belli bir zamanla kıyaslayarak belirlemek doğru de­ğildir. Bilakis, sosyal hayatın değişmesine ve gelişmesine paralel olarak bunları da ge­liştirmek mümkündür. Kan koca arasındaki haklar bağlamında tek Ölçü, helalin haram, haramın da helal kılınmamasıdır.

Tefsir bilginlerinden Hazin konuyla ilgili olarak şöyle der: "Çünkü evliliğin taraflar için öngördüğü haklar eşlerden her birinin diğerinin lehinde ve aleyhinde olan haklarını ve çıkarlarını gözetmekle yükümlüdür". Taberi şöyle der; "Bu cümle, çok şey ifade e-den derin ve geniş anlamlı bir ifadedir". Reşid Rıza, cümlenin tefsiri bağlamında şu açıklamada bulunur: Bu ifade erkeğe bir kriter veriyor. Her meselede ve her durumda eşine karşı göstereceği muameleyi onunla ölçsün diye. Hakların karşılıklı olduğunu, eş­lerin eşit haklara sahip olduklarını bildiriyor. Kadın kocası için ne yapıyorsa koca da karısı için aynısını yapmakla yükümlüdür. Bu davranışlar biçim olarak aynı olmayabi­lirler; ama öz olarak aynıdırlar. Karı koca haklar ve hareketler bağlamında denktirlcr. Kişilik, duygu, bilinç ve akıl bağlamında da. Yani, her biri, noksansız bir insandır, aklı vardır; maslahatı ile ilgili fikirler üretir. Kalbi vardır; kişiliğiyle bağdaşan, kendisini sevindiren şeylerden hoşlanır, kişiliğiyle bağdaşmayan, hoşnut olmadığı şeylerden tiksi­nir. İki cinsten birinin diğerine tahakküm etmesi adaletle bağdaşmaz. Eşler birbirlerine saygı göstermedikçe, birbirlerinin haklarını gözetmedikçe evlilik hayatında mutluluğu yakalamak mümkün olmaz".

4) İkinci ayette, boşanmış kadının kocasına tekrar dönebileceği boşanma sayısı belir­leniyor. Bu meseleyle ilgili olarak "boşama iki defadır" cümlesi son derece önemlidir. Peygamberimizin sünnetinden ve sahabenin uygulamasından bize aktarılan bilgilere gö­re[436], karısını boşamak isteyen bir adam, onu geri dönmeli (ric'i talak) olarak bir defa boşardı. Sonra iddeti esnasında karısını tekrar geri alırdı. Bundan sonra ilk boşanmanın sebepleri ortadan kalkamayacak olursa, onu ikinci kez ve geri dönmeli olarak boşardı. İddeti esnasında tekrar geri alırdı. Yine de boşanma sebepleri ortadan kalkmamışsa, üçüncü kez boşardı. Bu üçüncüsünde artık boşanma kesin olurdu ve kadın bir başkasıyla evlenip boşanmadıkça kocasına helal olmazdı. Burada vahye esas oluşturan hikmetin, kan kocaya birbirlerine dönme ve uzlaşma fırsatı tanıdığı açıktır. Üçüncü kez boşanma gerçekleştiği zaman, bunun anlamı, karşılıklı hoşnutluk ve uyuşma artık imkansız dene­cek kadar zordur. Arlık kan kocanın birbirlerinden ayrılmaları zorunlu hale gelmiştir. Bu her İkisinin de yararınadır. Boşanmaya ilişkin şer'i hükmün bu iarzda düzenlenmiş olması, son derece hikmetli ve isabetlidir.

Ebu Davud İbn Ömer kanalıyla Peygamberimizin şöyle dediğini rivayet eder: "Al­lah'ın en sevmediği helal boşanmadır"[437]. Bu hadis ayetin içerdiği sakındırıcı ifadeleri, boşanmayı zorlaştırıcı önerileri açıklayıcı niteliktedir. Boşanmanın miibah olmakla be­raber, pek de hoşlanılan bir durum olmadığı mesajı veriliyor. Burada ehven-i serin terci­hi sözkonusudur. Büyük serse iyi geçinmenin, uyuşmanın zorlaştığı, karşılıklı olarak hakların çiğnendiği bir ortamda aile hayatını bir kaos gibi saracak olan mutsuzluk, bed­bahtlık, bela, ayrılık, sıkıntı ve dayanılmaz manevi acılardır. Bunların bir taraftan ya da her ikisinden kaynaklanıyor olması sonucu değiştirmez. Buna dayanarak şunu söylemek mümkündür: Ayetlerin ruhuyla, akışıyla bağdaşan sonuç şudur: Buna dayanarak her bo­şama yemini, ayrılığı gerektirmez. Öfke anında veya kavga esnasında ya da cebir ve zorlama sonucu gerçekleşen boşamaları uygulamak gerekmez.

Tefsir bilginleri[438] bazı sahabelere ve Tabiin ulemasına dayanarak çeşitli görüşler aktarmışlardır. Buna göre boşanmış kadının hamileliği kocaya karısını geri alması için tanınan süreyi, doğuma kadar uzatır.

"...Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz" cümlesi ile hamileliği gizlemek suretiyle kadının kocasına dönüşünü engellemenin önü­ne geçilmek isteniyor. Talak sûresinde yer alan ilgili ayet de bunu pekişlirici niteliktedir: "Kadınlarınızdan arlık adetten kesilmiş olanlarla henüz adet görmemiş bulunanla­rın iddetleri, -eğer şüpheye düşecek olursanız- üç aydır. Hamile kadınların bekleme sü­resi ise, yüklerin bırakmaları ile biter" (Talak, 4)

5) Geri dönmesİz (talak-ı bain) boşanmanın bir kerede ya da üç boşama sözüyle ger­çekleşmesi hususunda iki görüş ileri sürülmüştür. Bazıları bu şekilde boşamayı caiz gö­rürken, bazısı caiz görmez. Her grubun da dayandığı hadisler ve sahabe uygulamasına ilişkin rivayetler vardır. Ayetlerin akışı böyle bir uygulamayı onaylamaz niteliktedir. Rivayete göre Hz. Ömer oğlunun karısını boşamasıyla ilgili olarak Rasulullah'a konuyu açar, o da ona şu tavsiyede bulunur: Oğluna söyle karısını evine alsın ve temizlenene kadar yanında tutsun. Tekrar aybaşı halini görüp temizlensin. Eğer dilerse onu yanında tutsun. Dilerse cinsel ilişkiye girmeden boşasın. İşte Allah'ın kadınların boşanması için emrettiği iddet budur"[439]Bu hadis, yukarıdaki çıkarımımızı destekler mahiyettedir.

Talak süresindeki şu ayet de güçlü bir kanıttır: "Ey Peygamber, kadınları boşadığı-nız zaman, iddetleri süresinde boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah'tan korkun. On­ları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasmlar; ancak açık çirkin bir hayasızlık göster­meleri durumu başka. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse. gerçekte o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Sen bilmezsin; olabilir ki Allah, bunun arka­sından bir iş oluşturur. Sonra sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları maruf üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahid tutun, Şa-hidliği Allah için dosdoğru yerine getirin. İşte bununla Allah'a ve ahîret gününe iman edenlere öğüt verilir" (Talak; 1-2). Anladığımız kadarıyla, boşanmış kadının evden çı­karılmamasının emredilmesi, geri dönüşe geniş zaman tanımaya ve iddet esnasında uz­laşmayı kolaylaştırmaya yöneliktir.

Rivayete göre Rukane b. Abdu Yezid, Rasulullahın yanına gelerek şöyle der: Karımı geri dönmesiz olarak boşadım. Ondan istediğimi bir kerede söyledim. Rasulullah: "Al­lah'a yemin eder misin?" diye sordu. Rukane: "Allah'a yemin ederim" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Ne kastetmişsen o olmuştur"[440] dedi. Bu hadis bir kerede üç boşamanın hem de geri dönmesiz olarak gerçekleşebileceğine kanıt oluşturabilir. Bunun için de kişinin yemin edip bunu kastettiğini ikrar etmesi lazım gelir. Çünkü, boşama sonrası geri dönüşün hikmeti, taraflara uzlaşma ve karşılıklı rıza imkanını tanımaktır. Kocanın kesin ayrılıkta kararlı olması, uzlaşma ve rızanın güç olduğunu ortaya koyar. Bu durumda Kur'an'ın şu hükmü devreye girer: "Ya iyilikte tutmak, ya da güzelce salı­vermek..."

Tefsir bilginleri[441] îbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah, Ebııbekir ve Ömer'in hilafetinin ilk iki senesinde üç boşama, birer birer yapılırdı. Sonra Ömer:

"İnsanlar temkinli davranmaları gereken bir hususta acele davranıyorlar. Bu aceleci davranışlarını aleyhlerine onaylarsak bunun önüne geçebiliriz1' dedi ve üç talakın bir ke­rede gerçekleşeceğini ilan etti.

Eğer bu rivayet sahihse, Rukane'nin hadisiyle bağdaşmaktadır. Bu durumda denebi­lir ki, Hz. Ömer'in onayladığı tek boşamalar, kesin olarak eşinden ayrılmaya kararlı olanlar için geçerlidir. Koca bunu kastetmediğini söylerse, sözüne İtibar edilir ve boşa­ması, bir kerelik geri dönmeli (ric'i talak) boşama kabul edilir. Burada şunu söylemek mümkündür; İncelemekle olduğumuz ayetlerle "Talak" süresindeki ayetleri birlikte dü­şündüğümüz zaman, ilk boşamadan sonra, bir kez daha boşama olursa bunun kesinlik kazanacağı sonucu çıkıyor karşımıza. Yukarıda İbn Ömer'in boşanmasıyla ilgili olarak sunduğumuz hadis de bu çıkarsamayı destekler mahiyettedir.

6) "Ya iyilikle tutmak ya da güzelce salıvermek..." cümlesi hem 229. ayette, hem 23İ. ayette tekrarlanmaktadır. Bu ifade de, evlilik ilişkisinin dayanması gereken temele ilişkin olarak derin boyutlu ve kapsamlı bir ilke dile getirilmektedir. "Ya iyilikle (ma­ruf) tutmak ya da güzellikle (ihsan) salıvermek..." Yüce Allah insanı bir nefisten yarat­tı, eşini de ondan varetti. Eşler birbirleriyle sevgi ve merhamet esasları üzere huzura ka­vuşsunlar. Sevgi ve merhamet taşıyan hak ve yükümlülükler olduğu genel kabul gören (örf) muamele ve davranışlarla birlikte yaşasınlar. Bu olumlu ilkenin pratizc edilişi güç­lenince, bu sefer olumsuzu temsil eden ilke devreye girer: Güzellikle salıvermek...Yani zarar vermeden, eziyet etmeden ve ezmeden güzellikle,ayrılmak...

- Buradan hareketle şu sonuca varıyoruz; Kur'an'in bu cümlesinde ifadesini bulan iki ilkeye eşlerin muhalefet etmesi, Allah katında büyük bir günah sayılır. Sûrenin 231. ayeti, bunu gerçekten etkileyici bir üslupla ifade etmektedir. Çünkü ister evlilik halinde ister geri dönmeli boşamalar sonrasında gerçekleşen geri dönüş halinde "iyilikle tutma ya da güzellikle salıverme" ilkesine göre hareket etmemek, kocanın Allah'ın ayctleriyle oynadığı, çeşitli hilelerle onların yaptırım gücünden kurtulmağa çalıştığı, onları alaya aldığı anlamına gelir (bu tür bir cürümden Allah'a sığınırız). Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Bu tür bir muameleye maruz kalan kadın, meseleyi yargıya intikal ettire­bilir. Kocasının hakka uydurulmasını s ağlayabilir. Hakim bu durumda iki ilkeden birini gerçekleştirir ve kadını eziyetlere, baskılara ve saldırılara karşı koruma altına alır. Nisa süresindeki şu ayet bu çıkarsamayı destekler mahiyettedir: "Karı kocanın aralarının açılmasından korkarsamz, bu durumda, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da aile­sinden bir hakem gönderin. Bunlar arayı düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında ba­san sağlar. Şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır" (Nisa, 35). Ayetin akışından ki­tabın Rasuiullaha ya da müslümanlar arasında yetkili birine yönelik olduğu anlaşılı­yor... Gerek bu ayet ve gerekse Nisa süresindeki şu ayetler: "Eğer bir kadın, kocasının huysuzluğundan veya ondan yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, barış ile aralarını bulup düzeltmekte ikisi için sakınca yoktur. Barış daha hayırlıdır. Nefisler ise kiskançlığa ve bencil tutkulara hazır kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Kadınlar arasında adaleti sağlamaya -ne kadar özen gösterseniz de- güç yetiremezsinİz. Öyleyse büsbütün birine eğilim gösterip de Öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah bağış­layandır, esirgeyendir. Eğer ikisi ayrılacak olurlarsa, Allah her birini bol nimetlerinden rızıklandırır. Allah'ın rahmeti geniştir, hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa; 128-130). Hakimin kan kocanın arasını bulmak ve ancak uzlaşma umudu kalmaması durumunda ayrılığa karar vermekle yükümlü olduğunu göstermektedir. Ancak bu yetki, kadını polis marifetiyle kocasının yanına dönmeye zorlama derecesine vardırılmamasi gerektiğine inanıyoruz. Kadın kocasının kötü muamelesinden ve zarar verici davranışlarından şika­yet ediyorsa, "itaat evi"dir, diye onu kocasının evine göndermek doğru bir davranış de­ğildir. Böyle bir tutum Kur'an'm ruhuna terstir.

7) 230. ayet kocanın, boşama ya da geri dönüş aşamasında daha önce karısına verdi­ği bir malı geri almaya yeltenmesinin doğru bir davranış olmadığını vurguluyor. Diğer bir ifadeyle, boşamayı kadının malına el koymak için bir araç olarak kullanmak yasak­tır. Çünkü bu tutum: "İyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek" ifadesinin içerdiği il­kelerle çelişmektedir. Bununla beraber, ayet-i kerime, bir kadının, adı geçen ilkelere uy­mayan ve meselenin hakime intikal ettirilmesini de istemeyen -bu şekilde karısının ma­lına el koymak isteyen- kocasına bir miktar mal vererek özgürlüğünü elde etmesine im­kan tanımaktadır. Ayette bu konuya yönelik ifade oldukça etkileyici bir üsluba sahiptir; "Şayet erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında durmayacaklarından korkarlarsa başka. Eğer erkek ve kadının, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsamz, o zaman kadının fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur" İslam fıkhında bu uygulamaya "Hal" denir. Rasulullah zamanında, bu tür bir olayın yaşandığı rivayet edilir: Rivayete göre Sabit b. Kays'ın karısı, Rasulullah'a gelerek kocasını şikayet eder. -Ravilcr şikaye­tin sebebi hakkında farklı şeyler söylerler. Birine göre, kadın onun dininden ve ahlakın­dan razı olduğu halde biçimini beğenmiyordu. Bir diğerine göre Sabit kadını dövüyor­du. Kadın vücudundaki darp izlerini Rasulullah'a göstermiştir- ve adamın kendisini bo­şamasını sağlamasını ister. Peygamberimiz adamla konuşur. Adam şunu söyler: "Ben ona bir hurma bahçesini vermiştim. Onu bana geri versin, ben de onu boşayayım". Ka­dın bunu kabul eder, adam da kendisini boşar[442].

Ayet-i kerime, açıkça şunu ortaya koyuyor: Sözkonusu ruhsat, karı kocanın Allah'ın belirlediği sınırlara uymamaları birbirlerinin haklarını gözetmeyeceklerinden korkuldu­ğu durumlar için geçerlidir. Tefsir bilginleri bunu ayrılık, geçimsizlik olarak yorumla­mışlardır. Eakat ayetin anlamı bundan daha geniştir. Zarar vermeyi, sıkıntıya sokmayı, dövmeyi, aşağılamayı, müzmin hastalığı, iktidarsızlığı, çirkinliği ve nefreti de kapsar.

Tefsir bilginleri[443] Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet ederler: Bir kötülük sözkonusu olmaksızın bir kadın kocasından kendisini boşamasını İsterse, ona cennetin kokusu haram olur". Buradan şu sonucu çıkarıyoruz. Kadınların şikayetleri için ileri de­recede bir eziyet hali sözkonusu olmalıdır. O zaman 230. ayette kendilerine tanınan "hal" hakkının yürürlüğe konulmasını isteyebilirler.

Ulemanın çoğunluğu "hal"in boşama değil, fesh olduğu görüşündedir[444]. Dolayısıy­la "hal"den sonra koca, karısını yeni bir mihir ve nikah aktiyle geri alabilir. Bunun için karı kocanın Allah'ın belirlediği sınırları gözeteceklerinden kesin olarak emin olmaları ve karşılıklı rıza içinde olmaları gerekir. Bu durumda yeni bir nikah sözkonusudur. Do­layısıyla, daha önce gündeme gelen, şer'i kuralların tümü yerine gelmiş olur.

Zemahşeri "eğer erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında duramayacak!arından korkar-sanız" ifadesinde hitabın hakimlere imamlara yönelik olduğunu söyler. Bu değerlendir­menin isabetli olduğu açıktır. Çünkü meselenin yargı yoluyla çözüme kavuşturulması sağlıklı bir değerlendirme açısından daha uygundur. Rivayette işaret edilen olay da bunu destekler mahiyettedir. Sabit'in karısı, meselesini aynı zamanda müslümanlarm kadısı konumunda olan Rasulullah'a intikal ettirmiştir. O da karı koca arasında ara buluculuk yapmış ve meseleyi çözüme kavuşturmuştur.

Bir kere daha söylüyoruz: Gerek bu cümle ve gerekse Nisa sûresi 35. ayette yer alan karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir ha­kem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin" cümlesi, imamlara ve hakimlere boşan­ma ve evlilik meselesini, koşullarını ve haklarını düzenlemek üzere müdahale etme yet­kisini tanımaktadır. Ta ki başı boşluk yaşanmasın, mesele suistimal edilmesin, haksızlı­ğa, yanlışlığa, eziyete, dolayısıyla aile kurumunun çöküşüne fırsat verilmesin.

Bazı fıkıh imamlarının belirttiğine göre kadının kocasından ayrılmasının bir diğer imkanı da vardır. Kadının boşanma yetkisini istemesi, erkeğin de bunu kabul etmesi. Bu durumdaki kadına "mufavvide" (yetki devralmış) denir[445].

Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadiste[446] bu olayın Peygamberimiz zamanında ve "se­nin işin senin elindedir" lafzıyla gerçekleştiği belirtilir. Hammak b. Zeyd'in şöyle dediği rivayet edilir. "Eyyub'e dedim ki: Hasan'ın dışında, bir adamın karısına "senin işin, se­nin elindedir" demesinin üç talak anlamına geldiğini söyleyen birini duydun mu? Dedi ki: Hayır. Ancak Katade Benu Semer mevalisinin çoğundan, onlar da Ebu Seleme'den, O da Ebu Hureyre'den Peygamberimizin bu lafzı üç talak saydığını duymuştur. Bu ha­dise göre boşanma hakkını elinde bulunduran kadının boşanması "geri dönmesiz" olur. Çünkü bu onun isteğini gösterir. Daha önce yer verdiğimiz Rukane hadisinde gördüğü­müz gibi, bu konularda kadının isteğini önemsemek gerekir.

8) 230. Ayelin başındaki "eğer boşarsa" ifadesindeki "zamir" karısını birinci ve ikinci kere boşayan eski kocaya dönüktür. Buna göre ifadeden şu anlamı çıkarmak gerekir: Adam karısını üçüncü kere de boşarsa, ayette işaret edildiği gibi kadın bir başkasıyla evlenmedikçe ona helal olmaz. Aynı ayetin içinde ikinci kez geçen "onu boşarsa" ifade­sindeki "zamir"se, kadının yeni kocasına dönüktür. Böylece ayet-i kerime, üçüncü bo­şamanın ardından kan kocaya birleşme için bir kapı daha bırakıyor. Ayrılık deneyimin­den gerekli dersleri çıkardıları, bundan sonra karşılıklı rıza ve uyum içinde hareket ede­cekleri anlaşılırsa, Allah'ın sınırlarını gözeteceklerinden kuşku duymazlarsa, birleşme­leri için bir engel yoktur. Ayetlerin metin ve akış itibariyle vurgulamak istedikleri de budur.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Boşanmış kadının bir başka erkekle evlenmesinin ardından karı kocanın tekrar bir araya gelmesi ile gerçekleşen nikah akti, yeni bir akit olması hasebiyle, şeriatın öngördüğü hak ve şartların avdet etmesini sağlar.

Bu münasebetle, hülle evliliğine ilişkin bazı açıklamalar yapma gereğini duyuyoruz: Ayetin akışından, deneme ve düşünme fırsatı vermeyi amaçladığı anlaşılıyor. Oysa "hülle" evliliği bu amacın gerçekleşmesini sağlayıcı mahiyette değildir. Tersine şeriata, Kur'ana ve hikmetine karşı bir lür hileye başvurulduğu açıktır. Peygamberimizin hülle yapana ve yaptırana lanet elliği rivayet edilir[447]. Bazı imamlar, hülle nikahını mekruh, bazısı haram, bazısı da caiz olarak nitelemiştir. Caiz görenler, nassın zahirine dayan­maktadırlar. Çünkü hülle evliliği anlaşmalı bir evlilik olmakla beraber, akitle mihirle gerçekleşen seri bir evliliktir. Sonunda şeriata uygun bir boşanmayla neticelenir. Öyle anlaşılıyor ki, bu lür evliliği caiz görenler, bu sonuncu ayetlerin akışından çıkarıyorlar. Çünkü ayetlerde evlilik bağını sürdürmeye, saygınlığını korumaya teşvik ediliyor. Kan kocanın aynılıktan gerekli dersleri çıkarıp tekrar birleşmeleri isteniyor. Ayetlerde hedef­lenen budur. Üzerinde durulmaya değer bir görüş olmakla beraber gönül hülle nikahının mekruh daha doğrusu haram oluşuna meylediyor. Çünkü her ne amaçla olursa olsun, çirkin bir hile görüntüsünü vermektedir. Nesai, Peygamberimizden şöyle rivayet eder[448]: Rümeysa Rasulullah'ın yanına geldi ve kendisine el sürmüyor (cinsel anlamda) diye kocasını şikayet etti. Çok geçmeden kocası geldi ve "yalan söylüyor, ya Rasulul-lah, ona el sürüyor -bir rivayette "onu deri gibi silkeliyor". Ama o, eski kocasına dön­mek istiyor"... dedi. Bunun üzerine Rasulullah: "Sen adamın tadına varmadığın sürece bu sana helal olmaz..." buyurdu. İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir[449]: Rasulullaha "hülle" evliliği soruldu. Buyurdu ki: Hayır. Ancak isteğe bağlı evlilik vardır. Bir oradan bir oraya nöbetleşe evlilik olmaz. Allah'ın kitabı ile alay edip sonra kadının tadına bak­mak doğru değildir". Bir adam ibn-i Ömer'in yanına geldi, ona karısını üç talakla boşa­yan, sonra aralarında bir istişare olmaksızın, boşanmış kadını adamın kardeşi nikahlayıp kardeşine helal olsun diye boşarsa, bu caiz midir? diye sordu. İbn Ömer: Hayır, dedi. Ancak istekli bir evlilik olabilir. Biz Rasulullah zamanında "hülle" nikahını hayasızlık sayardık, dedi[450]. Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Bana hülle yapan ve yaptı­ranlar getirilirse onları recm ederim"[451].

9) 232. Ayette bir diğer direktif yer alıyor. Burada kadının ailesinin onun kocasına dönüşüne engellemeleri yasaklanıyor. Kan koca arasında göz önünde bulundurulması gereken şer'i hudutlara riayet edip karşılıklı hoşnutluk içinde bir arada olacaklarına akıl­lan yatarsa, kadının akrabalarının buna engel olmaları doğru değildir. Kan-kocanın bir­leşmesine yardımcı olmalarının hem kendileri hem de onlar için daha temiz daha olumlu olacağı vurgulanıyor. Bütün seri hükümlerde olduğu gibi burada da büyük bir hikmet göz önünde bulundurulmuştur.

İmdi ayetlerden anladığımız kadarıyla boşanma, İslam'dan önce de bilinen bir uygu­lamaydı. Koca çoğu zaman karısının haklarını ve elindeki nikah bağını kötüye kullanı­yordu. Mesela kendisinden nefret ettiği halde veya o kendisinden hoşlanmadığı halde, onu nikahının altında tutuyordu. Bununla kadının mallarına el koymayı, onu zarara uğ­ratmayı amaçlıyordu. Kadının akrabaları da kadın üzerindeki velayet yetkilerini kötüye kullanıyorlardı. Çıkarlar ve arzuları neyi ön görüyorsa, kadın hakkında ona uygun bir karar alıyorlardı. Bundan dolayı ayet-i kerime, bu meseleyi çeşitli açılardan hakka ada­lete ve hikmete uygun olarak düzenledi. Bunu yaparken de aile binasını, evlilik bağını, aile hayatını özellikle kadının haklarını korumaya büyük özen gösterdi. [452]

 

233- Anneler, çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için- tam iki yıl emzirirler. Onların uygun biçimde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun babasına aittir. Herkes ancak gücü ölçüsünde bir şeyle yükümlü tutu­lur. Ne anne çocuğu yüzünden ne de çocuğun aid olduğu baba, çocuğu yüzünden zarara sokulmasın. Mirasçının da aynı şeyi yapması gerekir. Eğer anne baba anlaşarak çocu­ğu sütten kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Ço­cuklarınızı süt annesi tutup emzirtmek isterseniz verdiği­niz ücreti güzelce verdikten sonra yine üzerinize bir gü­nah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah, yaptığınız her şeyi görmektedir.

 

Görüldüğü gibi ayet-i kerime Önceki konuyla bağlantılıdır ve boşama hükmü ile ilgi­li açıklamaların devamı niteliğindedir. Ayetin akışı "anneler" sözü ile boşanmış kadın­ların kastedilmiş olmasını gerektirir. Ayet-i kerime dikkatle incelendiğinde bunun kas­tedildiği anlaşılır. [453]

 

Boşanmış Kadınların Çocuklarını Emzirmesi Meselesi

 

"Anneler, çocuklarım (...) emzirirler..."

Ayet-i kerime, boşanmış kadınlar ve çocuklarıyla ilgili birtakım hukuki kurallar ve direktifler içermektedir:

1) Anne baba birlikte emzirmenin tamamlanmasına karar verirlerse, boşanmış anne­ler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Çünkü eksiksiz bir emzirmenin normal süresi bu­dur.

2) Emzirme süresi boyunca baba, annenin geçimini geleneğe ve emsal uygulamalara uygun olarak üstlenir. Ancak kimseye gücünün üstünde bir yükümlülük verilemez.

3) Baba çocuğu dolayısıyla anneye, anne de çocuğu dolayısıyla babaya bilerek zarar vermeye kalkışmamalı, hileli davranışlar içine girmemelidir.

4) Emzirme esnasında çocuğun babası ölecek olursa, annenin nafakasını babanın mirasçıları ödemekle yükümlüdürler ve anneyi zarara uğratmaları yasaktır.

5)  Anne baba birbirlerine danışıp anlaşarak çocuğu iki yılın tamamlanmasından ön­ce sütten kesebilirler.

6) Anne baba isterlerse çocuğu süt anne tutup emzirtebilirler. Ancak baba, annenin çocuğunu emzirdiği süre boyunca ücretini ve süt annenin de emzirmeye başladığı andan itibaren hakkını, geleneğe ve emsal uygulamalara uygun olarak ödemek zorundadır.

Ayet-i kerime, anne ve babalarla birlikte tüm dinleyicilere yönelik bir buyrukla son buluyor. Allah'tan korkup sakınmaları O'nun belirlediği sınırlara riayet etmeleri isteni­yor. Çünkü Allah, yaptıkları her şeyden haberdardır. Amellerinin gerekçelerini ve hedeflerini bilir. Bu hukuki kurallarda ve direktiflerde hak, adalet ve hikmet unsurları son derece belirgindir.

Bazı tefsir bilginleri[454] ayetin, emzirme ve süresi, bu esnada anne ve babanın görev­leri, ayrıca babanın Ölümü halinde mirasçıların görevleri, sonra çocuk için süt anne tut­ma durumu ile ilgili olarak içerdiği hükümlerin boşanmış, boşanmamiş tüm anneleri kapsadığını söylemişlerdir. Hiç kuşkusuz bu yabana atılacak bir değerlendirme değildir. Özellikle ayette "anneler" ifadesinin mutlak oluşu bunu pekiştirici bir unsurdur.

Bazı fıkıh bilginleri bu ayetten hareketle, zorunlu haller hariç annenin çocuğunu em­zirmek zorunda olmadığını söylemişlerdir[455]. Bizim kanaatimize göre "çocuklarını em-zirirler" ifadesi, zorunluluk bildirir niteliktedir. Dolayısıyla bu ayet, adı geçen çıkarsa­mayı gerekçelendirm emektedir.

Bazı tefsir bilginleri iki yılın tamamlanmasından önce çocuğun sütten kesilmesiyle ilgili "danışarak" ifadesinden, "deneyimli insanlara danışmak suretiyle" anlamını çıkar­mışlardır[456]. Bu da dikkate değer bir görüştür. Ama bu anne babanın konuyla ilgili ola­rak birbirleriyle de istişare etmelerine engel değildir. Şayet tefsir bilginlerinin bu çıkar­samaları doğruysa bu demektir ki, Kur'an, bunun gibi sağlık meselelerinde uzmanlarına danışmayı ve onların görüşleri doğrultusunda tavır almayı zorunlu kılmaktadır. Kuşku yok ki, bunu da dikkate değer bir direktif olarak algılayabiliriz. [457]

 

234- İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları'[458] eşleri'[459] dört ay on gün kendilerini gözetlerler[460]'. Sürelerini bitirince ar­tık kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızı haber alır.

235- Böyle kadınlara evlenme isteğinizi üsîü kapalı biçim­de bildirmenizden'[461] yahut İçinizde tutmanızdan' [462]dolayı size bir günah yoktur. Allah sizin onları anacağınızı bil­mektedir. Sakın iyi söz söylemeniz dışında, onlarla bir giz­li buluşmaya sözleşmeyin'[463] ve farz olan bekleme süresi dolmadan nikah bağını bağlamaya kalkmayın[464]' ve bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. O'ndan sakının ve yine bi­lin ki, Allah bağışlayandır, halimdir.

 

Kocası Ölmüş Kadının İddeti

 

"İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşler dört ay on gün kendilerini gözetlerler."

Yukarıda sunduğumuz iki ayette, kocası ölmüş kadınlarla ilgili bazı hukuki kurallar ve hükümler bildiriliyor:

1)  Böyle bir kadın, kocasının ölümünün ardından dört ay on gün bekleyip kendini gözlem altında tutmalıdır.

2) Bu sürenin bitiminden sonra kadının örfe ve güzel ahlaka uygun olarak aldığı her­hangi bir karardan dolayı ne kadının velileri ne de kadının kendisi için bir günah yoktur. Allah insanların niyetlerini ve yapıp ettiklerini bilir, onlardan haberdardır.

3) Bu şekilde dul kalmış bir kadınla evlenmek isteyenin bu süre içinde evlilik isteği­ni üstü kapalı olarak kadına hissettirmesinin veya böyle bir isteği içinden geçirmesinin sakıncası yoktur. Çünkü yüce Allah bunun doğal ve makul bir şey olduğunu bilir. An­cak adam konuya ilişkin sözlerinden konuşmasında ciddiyetini korumalı ve örfü gözet­melidir. İnsan vakarına ve hayaya yakışmayan müstehcen ve tahrik edici ifadeler kullan­maktan kaçınmalıdır. Kadının iddeti dolmadan, nikah kıymaya yeltenmemelidir. Allah, insanların neler yapıp ettiklerini ve içlerinden geçirdikleri niyetlerini bilir. Bu yüzden, insanların Allah'tan korkup sakınmaları ve tutum ve davranışlarında onu gözetmeleri gerekir. Bununla beraber, Allah bağışlayıcıdır, halimdir, iyi niyetlileri, istemeyerek sını­rı aşanları hoşgörür. Zor olanı, üstesinden gelinemeyeni emretmez.

Gerçi ayetler önceki bölümde olduğu gibi boşanma ile ilgili hukuki kuralları içermi-yorlar; ancak genel olarak boşanma çerçevesinde mütalaa edilebilecek hükümler içeri-yorlar. Dolayısıyla, sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları, ya iniş sıralaması ya da içerik ve hukuksal benzerlik sebebiyledir.

Tefsir bilginleri[465] sahabe ve tabiin ulemasından bazı görüşler aktarmışlardır. Buna göre incelediğimiz bu ayetlerin ilki, yine bu sûrede yer alan 240. ayeti neshetmiştir. Az sonra da göreceğimiz gibi kadın kocası ölünce bir köşeye çekilir, en kötü elbiselerini gi­yer, koku veya başka bir şey sürünmezdi ve bu durumunu bir yıl boyunca sürdürürdü[466]. Bu ayetin inişiyle birlikte kadının matem süresi bir yıldan dört ay on güne indirilmiş ol­du. Buhari, Abdullah b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder[467] "Osman b. Affan'a de­dim ki: Bakara sûresi 234. ayeti, 240. ayeti neshetmiştir. Neden onu mushafa yazıyor­sun? Bana şu cevabı verdi: Ey kardeşimin oğlu, Kur'andaki hiç bir şeyin yerini değişti-remem". Yine Ebu Davud'un İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre 234. ayette sözkonu-su 'edilen "iddet" hükmü ile 240. ayet neshedilmiştir. Bu rivayetlere rağmen 240. ayet muhkemdir. 240. ayetin yorumunda açıklık getireceğiz gibi her iki ayet de muhkem hü­küm içermektedir.

Tefsir bilginlerini belirttiklerine göre 240. ayette sözü edilen süre, matem için belir­lenen bir süredir. Konuya ilişkin olarak bir hadis rivayet edilir: "Allah'a ve ahiret günü­ne inanan bir kadının bir ölünün ardından üç günden fazla yas tutması helal olmaz. An­cak kadın, kocasının ardından dör ay on gün yas tutar"[468]. Hiç kuşkusuz rahmin arınma­sı için gerekli olan süre de bunun içindedir. Çünkü dört ay on gün ana rahminin boş ol­duğunun anlaşılması için gerekli olan süreden uzun bir zamandır. Yas tutma süresi sona erince ve kadının hamile olmadığı da anlaşılınca artık yeniden evlenmesi mümkün ola­bilir. Şunu da vurgulayalım ki, hamile dul kadın, iddetin bitiminden önce doğum yapar­sa, sürenin sonuna kadar kendini gözlem altında tutmalıdır. Çünkü dört ay on günlük süre yas için öngörülen iddetür. Rivayete göre[469] Ümmü Seleme şöyle demiştir: "Esle-milerden Sebia adlı kadın kocasının ölümünden bir kaç gece sonra hayız görmeye baş­ladı. Bunu Peygamberimize açınca evlenmesini emretti".

Talak sûresinde boşanmış hamile kadının iddeti, kadının doğumu ile sınırlandırıl­mıştır: "Gebe olanların bekleme süresi yüklerini bırakmalarına kadardır" (Talak, 4). Dolayısıyla Peygamberimiz bu ayetin hükmünü dul kadını da kapsayacak şekilde genel-leştirmiştir. İncelediğimiz ayette kesin bir izah getirilmediği için Peygamberimizin uy­gulaması bütünleyici ve uygulaması zorunlu bir hüküm olarak algılanmalıdır. Ayrıca Kur'an'ın genel mesajına uygun bir kolaylaştırma hafifletme de görüyoruz.

Dul kadının iddeti esnasında koku sürmesi, süslenmesi ve evinden çıkması hususun­da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazısı bunlar yüce Allah'ın dul kadınlar için öngör­düğü matemin gerekleridir, diye karşı çıkarken, bazısı da "ayette sadece dul kadının kendini gözlem altında tutmasından ve iddetin sonuna kadar evlenmemesinden söz edi­liyor, dolayısıyla kocası ölmüş bir kadın iddeti esnasında bu sayılanların dışında her şe­yi yapabilir" diyerek karşı bir görüş ileri sürmüşlerdir. Ne var ki, elimize ulaşan birçok hadiste, birinci görüşü pekiştiren açıklamalar yer almaktadır. Ümmü Seleme'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Rasulullah buyurdu ki: Kocası ölmüş kadın renkli elbise giyme­sin, endamlı yürümesin, zinetlerini takmasın, kına yakmasın, sürme çekmesin ve koku sürmesin"[470]. Ümmü Atiye'den şöyle rivayet edilir: "Üç günden fazla yas tutmanız ya­saklanırdı. Ancak birinizin kocasının ölmesi durumunda dört ay on gün süreyle yas tu­tardık. Bu süre içinde sürme çekmez, koku sürmez ve renkli elbiseler giymezdik. Sade­ce ipleri boyalı bir hırkayla üzerimizi örterdik. Ancak herhangi birimiz aybaşı halinden temizlenip yıkandığı zaman bir parça kafur sürmesine ruhsat verilirdi"[471].

Tefsir bilginleri içinde sadece Zemahşeri "sizin için bjr günah yoktur" cümlesindeki zamirin, dul kadının velilerinden çok hakimlere dönük olduğunu söylenmiştir. Ona göre, bu ifade hakimlere, dul kadınların tutmakla yükümlü oldukları yasın hükümlerini ih­lal etmelerine engel olma hakkını vermektedir.

Bazıları bu ifadeden ve sonrasında yer alan cümleden hareketle şu çıkarsamada bu­lunmuşlardır[472]. Dul kadın, yas müddeti sona erince kendi başına evlenme kararını vere­bilir. Yanısıra ahlaka ve örfe aykin olmamak koşuluyla normal bir şekilde süslenebilir, koku sürebilir. Bazıları, bakirelerde olduğu gibi, dul kadınlarla ilgili olarak da velilerin onları evlendirme yetkisine sahip olduğunu söylemişlerdir[473]. Bizce ilk görüş daha isa­betlidir. Çünkü Kur'an nassı açık ve kesindir.

Kocası veya yatağına giriyorsa efendisi ölen cariyenin tutacağı yasın süresi ile ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazısına göre cariyenin tutacağı yasın süresi hür bir kadının tutacağı yasın süresinin yarısı kadardır. Bazısı ise onun tutacağı yasın da hür kadınlannki kadar olacağını söylemişlerdir[474]. İlk görüş cariyenin toplumsal statüsüne daha uygundur. Nitekim bu statüden dolayı boşanma iddeti ve zina cezası yarı yarıya in­miştir. Daha önce bu hususa açıklık getirmiştik.

Kocası ölen kadını iddeti, şayet hamileyse hamileliği boyunca geçiminin kocasının terekesinden karşılanmasının ne şekilde olacağı hususunda da farklı görüşler ileri sürül­müştür. Bazıları biraz sonra inceleyeceğimiz 240. ayete dayanarak bunun bir tür borç ol­duğunu ve terekeden karşılanması gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşlerini pekiştirmek için de boşanmış kadınlara iddetleri boyunca barınma, nafaka ve geçinme hakkı tanıyan Talak sûresi 6. ayeti kanıt olarak ileri sürmüşlerdir: "Boşadığınız kadınları gücünüz âl-ÇÜsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun ve onları sıkıştırıp evden çıkmaya zorlamak için kendilerine zarar vermeye kalkışmayın. Şayet gebe iseler, yüklerini bira-kıncaya kadar onların geçimini sağlayın" (Talak, 6). Bazıları ise bunun dul kadına ko­casının terekesinden pay öngören hüküm ile birlikte neshedildiğini söylemişlerdir[475].

Öte yandan bazı tefsir bilginleri[476] şu değerlendirmede bulunmuşlardır: Bir kadının kocası kendisiyle cinsel ilişkiye girmeden ölmüşse, kadın yüce Allah'ın öngördüğü ma­tem süresini tamamlamakla yükümlüdür. Mihrini eksiksiz almak ve kocasının mirasın­dan yararlanmak hakkına da sahiptir. Bu görüşlerini pekiştirmek için de şu hadisi kanıt olarak ileri sürerler: "Bu konuda İbn Mes'ud'a bir soru sorulur. Şu cevabı verir: Ben gö­rüşümü söylüyorum. Eğer doğruysa Allah'tandır. Yanlışsa benden ve şeytandır. Allah ve Rasulu bundan beridir. Bana göre böyle bir kadın mihrini eksiksiz alır. (Hiç bir nok­sanlığa meydan verilmez) kocasının Ölümünden sonra yas tutar ve mirastan payını alır". İbn Mes'ud bunları söylerken Ma'kal b. Yesar el-Eşcai kalktı ve şöyle dedi: "Rasulul-lah'ın Bervak b. Vaşik hakkında aynen böyle hükmettiğine şahit oldum. "Bunun üzerine

İbn Mes'ud çok sevindi". Bu değerlendirmenin isabetli olduğu açıktır. Çünkü boşan­mayla, cinsel ilişkiye girmeden ölme arasında büyük fark vardır. [477]

 

236-  Kendilerine e! sürmediğiniz, mehirlerini tesbit etme­diğiniz kadınları boşamanızda sizin için bir sakınca yok­tur. Onları yararlandırın[478] zengin olan kendi gücü, darda olan kendi gücü oranında maruf bir şekilde yararlandırsın. Bu iyilik edenler üzerinde bir haktır.

237-  Eğer onlara mehir tesbit eder de, el sürmeden boşar-sanız, bu durumda -kendileri veya nikah bağı elinde ola­nın bağışlaması hariç- tesbit ettiğiniz mehrin yarısı onla­rındır. Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranız­daki üstünlüğü unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta ol­duklarınızı görendir.

 

Bu İki ayette kan koca arasında cinsel ilişki yaşanmadan meydana gelen boşanmaya ilişkin hükümlere yer verilmektedir. Buna göre erkek, cinsel ilişkiye girmeden eşini bo-şayabilir. Bunun bir sakıncası yoktur. Şayet boşanma, kadın için belli bir mehir tesbit edilmeden Önce olmuşsa, buna karşılık olarak uygun bir ödemede bulunmak gerekir. Artık adamın mali gücü bu noktada belirleyicidir. Örf ve emsal olaylar baz alınarak bir miktar tesbit edilir. Bu iyilik yapanların yerine getirmekle yükümlü oldukları bir haktır.

Yani davranışlarında iyilik etmeyi esas alanların. Şayet boşanma mehir tesbitinden son­ra olmuşsa, kadın tesbit edilen mehrin yansım almayı hakeder. Kadınların veya nikah akdini ellerinde bulunduran velilerin bu haklarından vazgeçmeleri başka. Kuşkusuz, karşılıklı olarak haklarda indirime gitmek, takvaya ve Allah'ın rızasına daha uygundur. İnsanlar birbirlerine karşı iyi ilişkiler kurmayı, hoşgörülü olmayı ve faziletler kazanma­yı akıllarından çıkarmamalıdır. Yüce Allah onların yaptıklarını görür. Şu halde O'nun rızasına ve takvaya uygun davranışlar içinde olmaları gerekir. [479]

 

El Sürülmeden Boşanmış Kadının Durumu

 

"Kendilerine el sürmediğiniz, kadınları boşamanızda bir sakınca yoktur..."

İki ayet, akış itibariyle birbirine bağlıdır. Müfessirlerden Hazin'in bildirdiğine göre ayetlerin ilki Ensar'dan bir adam hakkında inmiştir. Bu adam Cuneyfeoğullan'ndan bir kadınla evlenmiş, kadının mehrini de tesbit etmeksizin cinsel ilişkiye girmeden boşa-mıştı. Rivayetin sahih olmaması için hiç bir neden yok. Bu durumda ikinci ayette, bera­berinde ve mehri belirlenmiş olduğu halde böyle bir muameleye maruz kalmış kadına ilişkin hükümleri açıklamak üzere inmiştir. Sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları ya içerik uygunluğundan ya da iniş sıralamasından dolayıdır.

Ayetlerin takvaya, ihsana, hoşgörüye ve bazılarının fazilet önceliğini unutmamaya teşvik etmeleri dikkat çekicidir. Bu bakımdan önceki ayetlerle bir uyum arzetmekte ve aynı amacı taşımaktadır. Her iki durumla ilgili olmak üzere müslümanlara görev ve yü­kümlülükleri hatırlatılmaktadır. Bunlar da genellikle insan nefsine ağır gelen hususlar­dır.

Cinsel ilişkiden önce kadını boşamak için herhangi bir şartın ileri sürülmemiş olması erkeğin hiç bir gerekçe olmadan tamamen keyfi olarak kadını boşamasının bir sakınca­sının olmadığı anlamına gelmez. Çünkü ayetlerin genel havasından müslümanlan bağla­yan bir kriter sezinliyoruz. Müslümanın bu tür durumlarda amacı eziyet etmek, zarar vermek ve kadının başına çoraplar örmek olmamalıdır. Aslolan hak ve adalete uygun hareket etmektir. Bir müslüman, Rasululah'ın şu sözünü unutmamalıdır: "Allah katında en sevimsiz helal, kadın boşamaktır".

"Veya nikah bağı elinde olanın bağışlaması" ifadesinde kimlerin kastedildiği husu­sunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları sahabe ve tabiin ulemasından aktarılan görüşlere dayanarak kastedilenin "koca" oduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise "kadının velisi"nin kastedilmiş olmasını daha güçlü bir ihtimal olarak öngörmüşlerdir. Ancak ge­nellikle ilk görüşü savunanlar taraftar bulmuşlardır. Ayetin akışı ve ruhu da bu görüşü desteklemektedir. Çünkü kadının velisi, nikah akdi hususunda tam bir yetkiye sahip de­ğildir. Çünkü velinin kocaya karşı kadın adına velayet yetkisini kullanması kadının özellikle buluğ çağına ermiş kadının onayına bağlıdır. Nisa sûresinde yer alan birçok ayette belirtildiği gibi mehrini almak ve dilediği gibi kullanmak kadının hakkıdır: "Ka­dınlara mehirlerini gönülden isteyerek verin, fakat onlar gönül hosluğuyla size ondan bir şeyi bağışlarlarsa onu da afiyetle, iç huzuruyla yiyin" (Nisa;4). Bakara sûresi 229. ayette de buna yönelik güçlü bir karine vardır. Hatta şu anda tefsirini sunduğumuz ayet­te geçen "kendileri bağışlarsa" ifadesi de bunun kanıtıdır. Çünkü ifadede boşanmış ka­dınlar kastediliyor. Bu da Kur'an'ın bu konu da kadına tam ve bağımsız bir yetki ve hak verdiğini gösterir. Bu durumda "kendileri veya nikah bağı elinde olanın bağışlaması ha­riç" cümlesi kadının kendisi için öngörülen mehrin yarısından vazgeçmesi ve kocanın da mehri tam olarak vermesi ihtimallerini ön görmektedir. Bu değerlendirmeyi her iki tarafın birbirlerine karşı iyi davranmalarını ön gören ifadelerden de çıkarsamak müm­kündür.

Buradan hareketle fıkıh bilginleri[480] şu çıkarsamada bulunmuşlardır: "Mehrin tayi­ninden önce nikah akdinin kıyılması caizdir. Cinsel ilişkiden sonra, karı koca arasında mehrin miktarı hususunda bir anlaşmazlık çıkarsa, kadına emsallerinin aldığı mehrin miktarı kadar bir mehir ödemek gerekir". Bu çıkarsama isabetli ve yerindedir. Yine fı­kıh bilginlerine göre mehrin tayin edilmediği durumlarda kadına verilmesi ön görülen bedel, müstahap değil, vaciptir. Bu da gerçeği yansıtan bir değerlendirmedir ve emir si-gasıyla tavsiyede bulunan ayetin akışına uygundur. İbn-i Kesir'e göre "boşanma yetki­sini elinde bulunduran kadın" kendini boşadiğı zaman kocası tarafından yararlandırıl­mayı haketmez. İbn-i Kesir'in bu görüşü üzerinde durmaya değerdir.

"Yararlandırma"mn miktarında da bilginler arasında görüş ayrılıkları baş göstermiş­tir. Bazıları yararlandırmanın alt limitini bir parça giysi, bir yaprak ya da bir hizmetçi olarak tesbit etmişler ve buna ilişkin sahabe ve tabiin ulemasından değerlendirmeler ak­tarmışlardır. Bu bağlamda rivayet edilen bir hadiste Peygamberimizin cinsel ilişkiye girmeden eşini boşayan bir sahabeye, kadını bir başlık ile dahi olsa, yararlandırmasını emrettiği belirtilir. Bazıları "yararlandırma"nın miktarının emsal mehrin yansı olduğu­nu söylemişlerdir. Bu değerlendirmelerinde normal mehrin tesbitine esas oluşturan an­layışı baz almışlardır. Bir diğer gruba göre "yararlandırına"nın miktarı hususunda anlaş­mazlık baş gösterdiğinde kadının miktarını tesbiti için hakime başvurma hakkı vardır. Bazılarına göre tam mehir sadece cinsel ilişkinin olması ile kadın açısından kazanılmış bir hak olmaz, tersine gerçek bir halvet (başbaşa kalma) -cinsel ilişki olmasa bile- ile de tam mehir gündeme gelir. Çünkü cinsel ilişki olmaksızın halvete girilmesinin ardından gerçekleşen boşama cinsel ilişki sonrası boşama gibi değerlendirilir. Bununla beraber ayetin akışından tam mehrin cinsel ilişki şartına bağlı olduğunu algılıyoruz. Çünkü "el sürme" ifadesinin başka bir anlama çekilmesi ihtimal dahilinde değildir. Nitekim, riva­yete göre Peygamberimiz Umeyme binti Şurahbil ile evlenmiş ve kadının yanına girip ona yaklaşmak istediğinde kadın onu istemiyormuş gibi davranmıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz Ebu Usayde kadının İhtiyaçlarını gidermesini ve üzerine iki yeşil elbise giydirmesini emretmiştir. Bunun anlamı şudur: Peygamberimiz onu halvetten sonra ama cinsel ilişkiye girmeden boşamıştır. Sonra da onu yararlandırın ıştır. Bu da tam mehrin cinsel ilişki şartına bağlı olduğunu söyleyenlerin görüşünü desteklemektedir[481].

Ahzab sûresinde yer alan bir ayet, cinsel ilişkiden önce boşanan kadına ilişkin hü­kümlerin bütünleyicisi konumundadır: "Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp sonra onlara dokunmadan bozarsanız, bu durumda sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. Artık onları yararlandırın ve güzel bir salma tarzıyla onları salı verin" (Ahzab, 49). Bu ayet-i kerime cinsel ilişkiye girilmeden önce boşanan kadının boşanma sonrası iddetten muaf olduğunu ifade etmektedir. Çünkü boşanma sonrası iddet, rahmin boş olup olmadığının anlaşılmasına ve kadının tekrar kocasına dönme imkanının sağlan­masına yöneliktir. Bu durum da ise her iki husus da sözkonusu değildir. Boşanmış ka­dın, tamamen serbest olarak evlenme hakkına sahiptir. [482]

 

238-  Namazları ve orta namazını koruyun ve Allah'a gö­nülden boyun eğiciler olarak namaza durun.

239-  Eğer korkarsanız, yaya veya binekte iken kılın. Gü­venliğe girdiğinizde ise yine Allah'ı bilmediğiniz şeyleri si­ze öğrettiği gibi zikredin.

 

Ayetlerde hitap müslümanlara yöneliktir. Namazları özellikle de "orta namazı"nı ko­rumaları, vakitlerinde kılmaları emrediliyor. Namaz kılarlarken sırf Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak kıyam etmeleri isteniyor. Korku ve tehlike anında bile namazı ter-ketmemeleri gerektiği vurgulanıyor. Bu tür olağanüstü durumlarda, şayet binek sırtında iseler orada, şayet yaya iseler, yürüyerek namazı eda etmelerinin mümkün olduğu belir­tiliyor. Çünkü ibadet etmek suretiyle Allah'ı zikretmeleri O'nun hakkını eda etmeleri onların görevidir. Güvenlikte ve korkulu hallerde bu görevi mutlaka yerine getirmekle yükümlüdürler. Çünkü onlara bilmediklerini öğreten Allah'tır. Allah'ı anmaları O'na şükretmeleri gerekir bu yüzden. [483]

 

Namaz İbadeti Ve Orta Namazı

 

Bu iki ayet, başlı başına bir bölüm niteliğindedir. Kendisinden önceki ve sonraki ayetlerden tamamen bağımsızdır. Zeyd b. Sabit'ten rivayet edildiğine göre, Peygambe­rimiz Hecİr denilen yerde öğle namazım kılıyordu. Ashaba en ağır gelen namaz buydu. Bu yüzden Peygamberimizin arkasında bir veya iki sıra saf tutulmuştu. Bunu gören Peygamberimiz: "Namaza gelmeyenlere sert bir ceza vermek istedim" dedi. Bunun üze­rine yukarıdaki ayetler inerek her şartta ve ortamda namazları vakitlerinde kılmaya teş­vik etti. Ayetlerin bundan önceki ayetlerden sonra indikleri için Peygamberimiz tarafın­dan sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları muhtemeldir. Aralarında bir konu ben­zerliği olmasa bile Kur'an'da bu tertibin örnekleri çoktur.

"Orta namazı" ile ilgili olarak birçok görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden birine göre: "Orta namazı" öğle namazıdır, çünkü öğle vakti, günün ortasıdır. Bu görüş Zey-d'in aktardığı hadisle de örtüşmektedir. Bazılarına göre "sabah namazı" kastedilmiştir. Çünkü "sabah" vakti, gündüz kılman Öğle ve ikindi namazları ile, gece kılınan akşam ve yatsı namazlarının ortasında yer alır. Üstelik sabah namazı, diğer bütün namazlardan daha ağır gelir insana. Bir görüşe göre de "ikindi namazı" kastedilmiştir. Tefsir bilginle­ri bu görüşlerin her biri ile ilgili olarak peygamberimizden ve ashabtan aktarılan sözlere yer vermişlerdir. Sabah namazının kastedildiğini esas alan görüş, çeşitli kanallardan İbn Abbas'a dayandırılan bir rivayeti kendine kanıt olarak benimsemiştir. Öğle namazının kastedildiğini savunan görüşün taraftarları Zeyd b. Sabit'in sözlerini esas almışlardır. Şu kadarı var ki, bu ifadeyle "ikindi namazı"nın kastedilmiş olmasına ilişkin görüşün dayandığı hadisler daha güçlüdür. "Beş müsned"in yazarları, Hz. Ali'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz, Hendek savaşı esnasında ikindi namazını kastederek "orta na­mazını kaçırmamıza neden oldular. Allah evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun, dedi. Sonra ikindi namazını akşam ile yatsı namazları arasında kıldı"[484]. Tirmizi, Abdullah b. Mesud kanalıyla Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Orta namazı, ikin­di namazıdır"[485]. Yine Tirmizi, Hz. Aişe'nin kölesi Ebu Yunus'tan şöyle rivayet eder: "Aişe kendisine bir mushaf yazmamı emretti ve şöyle dedi: "Namazları ve orta namazı­nı koruyun" ayetine geldiğin zaman bana bildir. Ben mushafı yazıp adı geçen ayete gel­diğimde ona haber verdim. Bana şunları yazdırdı: "Namazları ve orta namazı olan ikin­di namazını koruyun" ve "bunu Rasulullah'tan duydum" dedi[486]. Buhari ve Nesai'nin rivayet ettikleri bir hadiste şöyle deniyor: Peygamberimiz buyurdu ki: "İkindi namazını kılmayan bir kimse malını ve ailesini yitirmiş gibidir"[487]. Demek oluyor ki, ulemanın Çoğunluğu, orta namazı ile ikindi namazının kastedildiği görüşündedir. Zemahşeri bu ayeti tefsir ederken bir rivayete yer verir. Buna göre, Peygamberimiz ikindi namazından sonra ashabı ile otururdu. Ashab etrafında halka oluşturur, öğütlerini ve sözlerini dinler­lerdi. Zaman zaman kendi aralarında müzakere eder, olayları değerlendirirlerdi. Bu rivayeti göz Önünde bulundurduğumuzda, ayette özel olarak işaret edilenin bu namaz ol­duğu sonucu çıkıyor, Çünkü bu namaza katılmak birçok yönden faydalı oluyordu. [488]

 

240- İçinizde ölüp de geride eşler bırakanlar, evlerinden çıkarılmaksızın bir yıla kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyeti[489] bıraksınlar. Ama onlar kendiliklerinden çıkarlar­sa artık onların maruf olarak kendileri için yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah güçlü ve üstün olan­dır. Hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Ayet, ölüm döşeğinde bulunan kocalara hitap ediyor. Geride bıraktıkları karılarının bir yıllık geçimini sağlayacak bir vasiyette bulunmalarını ve bu süre içinde evlerinden çıkanlmamalannı vasiyet etmelerini öngörmektedir. Ancak dilerlerse evlerinden çıkabi­leceklerine ilişkin bir kolaylık da getiriyor. Bu şekilde karar aldıkları zaman kadınların velileri açısından bir sakınca yoktur. Yeter ki kadınlar ne yapıp ediyorlarsa maruf ve ge­nel ahlak kuralları içinde yapıp etsinler. Allah üstün iradelidir. O'na itaat etmek gerekir. Her yaptığı hikmetlidir, yerindedir. Ancak hayır ve maslahat öngören emirler verir. [490]

 

Vasiyet

 

"içinizde ölüp de geride eşler bırakanlar, evlerinden çıkarılmaksızın, bir yıla kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyet bıraksınlar..."

Ayet-i kerime, yasama nitelikli bir bölüm oluşturmaktadır. Bundan önceki iki ayet­ten önce yer alan bölümlerle aynı kategoriye girer. Müfessirlerden Hazin'in rivayetine göre bu ayet, babası, karısı ve çocuklarıyla birlikte Medine'ye hicret eden Taifli bir adamın karısı hakkında inmiştir. Adam bir süre sonra Öldüğünde ailesinin durumu Peygam­berimize haber verilir, bunun üzerine yukarıdaki ayet iner. Bu rivayetin sahih olmaması İçin hiç bir neden yoktur. Çünkü ister vasiyet olsun, ister olmasın, ayetin kadın için bir yıllık nafaka ve evden çıkarılmama hakkını öngördüğünü ifade etmektedir. Bazı müfes-sirler[491] bir yıllık sürenin bitiminden önce kadının evinden çıkmasının nafaka ve barın­ma hakkını kaybetmesine neden olacağını söylemişlerdir. Kadının evden çıkması, bu haktan vazgeçmek amacına yönelikse, sözkonusu değerlendirme yerindedir. Yok eğer, kadın geçici olarak bir ihtiyacını gidermek için evden çıkıyorsa, ayet-i kerimeden algı­ladığımız kadarıyla, bunun eve dönüş hakkını ve nafakasını yitirmesine gerekçe olması sözkonusu değildir.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre[492] bu ayetin içerdiği hüküm, sûrenin 234. ve 235. ayetlerinin içerdiği hükümlerin inişiyle birlikte yürürlükten kaldırılmıştır (neshedilmiş-tir). Buna kanıt olarak da sahabe ve tabiin ulemasının değerlendirmelerini ileri sürmüş­lerdir. Sözkonusu iki ayetin tefsiri bağlamında Abdullah b. Zübeyr ile Osman b. Affan arasında geçen bir diyaloga yer verdik. Orada 240. ayetin yukarıdaki ayetlerin inişiyle birlikte neshedilmiş olduğu halde neden sûreye alındığı soruluyordu. Hz. Osman'ın ver­diği cevapta, adı geçen iki ayetin bu ayeti neshettiğine ilişkin değerlendirmeyi onayladı­ğı biçiminde yorumlanacak bir ifade geçmiyor. el-Kasım, tabiin uleması içinde Tefsir sahasında ön plana çıkmış Mücahid'e dayanarak bu ayetin de tıpkı 234. ayet gibi muh­kem olduğunu söylemiştir. Buna göre ilk ayet, dul kadının dört ay on gün süreyle koca­sının ardından kendini gözlem altında tutacağını ifade etmektedir. İkinci ayetse, "şayet dilerse kadın kocasının evinde bir yıl kalabilir ve bu süre içinde kocasının terekesinden geçimini sağlar" demektedir. Bunun yanında her ne zaman dilerse, evden çıkabilir ve kendisi ile ilgili, maruf ve genel ahlak kurallarına uygun kararlar verebilir. Bu değerlen­dirme bizce isabetlidir, tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi kadının bir yıl süreyle ma­tem tutması kastedilmiş olmaması koşuluyla... 234 ve 235. ayetlerin tefsiri bağlamında yer verdiğimiz Zeyneb binti Ümmü Seleme hadisinde belirtildiği gibi cahiliye dönemin­de kocası ölen kadın bir yıl boyunca yas tutardı. Yine bu ayetlerin tefsiri bağlamında belirttiğimiz gibi Peygamberimiz kocası Ölen kadının dört ay on günden fazla yas tut­masını yasaklamıştır.

Müfessirler, işaret ettiğimiz iki ayetle ilgili değerlendirmelerini, bu ayetle ilgili ola­rak da yinelemişlerdir. Buna göre dul kadına, yas boyunca nafaka öngören hüküm, ka­dına kocasının mirasından pay veren ayetin inişiyle birlikte neshedilmiştir. Kadın bun­dan Önce, kocasının mirasından pay alamazdı. Sözkonusu hüküm, mirasçılarla ilgili ayetlerin inişinden önce yürürlükteydi. [493]

 

241-  Boşanan kadınların maruf bir tarzda yaralanmaları vardır. Bu sakınanlar üzerinde bir haktır.

242-  İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki akıl erdire-sİniz.

 

Yukarıda sunduğumuz iki ayette, boşanmış kadınların örf, gelenek ve emsal uygula­malar çerçevesinde yararlandın İm a, bedel alma hakkına sahip oldukları vurgulanmakta­dır. Yanısıra bu hakkı gözetmenin, Allah'ın gazabından korkup rızasını arzu edenler için bir görev olduğu belirtilmektedir. Bu arada yüce Allah'ın ayetlerini, mü'minler yapmaları gerekenleri Öğrensinler, dolayısıyla akletsinler ve onların doğrultusunda hare­ket etsinler diye indirdiği açıklanmaktadır.

Bazı müfessirler[494]' bu iki ayetin bazı müslümanlann 236. ayetin sonunda yer alan "Bu iyilik erdenler üzerinde bir haktır" ifadesini yanlış yorumlamalar! üzerine indiğini söylemişlerdir. Yani bir zorunluluk yok. İsterlerse yararlandırırlar. Yoksa kadına bir şey vermeleri zorunlu değildir, biçiminde algılamışlardır. Rivayetin sahih olması muhtemel­dir. İki ayetin buraya yerleştirilmiş olmaları, içerik yakınlığı ve uygunluğu dolayısıyla-dır. Bu tertipde iniş sırası da esas alınmış olabilir. Dolayısıyla iki ayet, boşanmış ya da dul kalmış kadınlara ilişkin hukuki kuralları içeren bölümlerin sonu niteliğindedir. Söz konusu iki meseleyle ilgili bölümlerin ifade tarzıyla paralellik oluşturmaktadır. Orada olduğu gibi burada da amaç kadını korumak ve haklarını garanti altına almaktır.

Öyle anlaşılıyor ki, vacip olduğu vurgulanan "yararlandırma" cinsel ilişkiden önce boşanıp da mehri tesbit edilmeyen kadınlar için geçerlidir. Çünkü 236. ayette "yararlan­dırma" onlar için farz kılınmıştır. Cinsel ilişkiden sonra boşanan ya da mehirleri tesbit edilmiş olup da cinsel ilişkiden önce boşanan kadınlara gelince, bunlardan ilk gruba gi­renler için mehrin tamamını vermek gerekir, İkinci gruptakiler de en azından tesbit edi­len mehrin yarısını alırlar. Öte yandan müfessirler, tabiin ulemasından[495] bazı görüşler aktarmışlardır: Buna göre, ayetteki ifadenin mutlak oluşu söz konusu "yararlandır-ma"nın cinsel ilişkiye girilsin, girilmesin, mehri tesbit edilsin, edilmesin bütün boşan­mış kadınlar için geçerli bir haktır. "Ahzab" sûresinin bir ayetinde şöyle buyuruluyor:

"Ey peygamber, eşlerine söyle: Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü çekiciliğini isti­yorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim" (Ah­zab, 28). Ayet-i kerime işaret ettiğimiz değerlendirmeyi pekiştirici niteliktedir. Burada bütün mesele boşanmış kadına iyilik yapmak, ona şefkatli davranmaktır. Önceki hukuki kurallarda da bunun esas alındığını bizzat gözlemledik. [496]

 

243- Binlerce kişinin ölüm korkusuyla yurtlarından çıktık­ların görmedin mi? Allah onlara: "Ölün" dedi, sonra da onları diriltti. Şüphesiz Allah, İnsanlara karşı fazi sahibidir.

Ancak, insanların çoğunluğu şükretmez.

244- Allah yolunda savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah işi­tendir, bilendir.

245- Allah'a karşılığını çok arttırma İle kat kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah daraltır ve ge­nişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz.

 

Ayetlerde, sayıları binleri bulan ve ölüm korkusuyla yurtlarından kaçan ama kaçışla­rı kendilerine bir yarar sağlamayan bir topluluğun kıssası anlatılıyor. Allah onları hep birlikte öldürüyor, sonra da kudretinin ve lutfunun somut kanıtlarını görsünler diye tek­rar diriltiyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir. Buna rağ­men insanların çoğu O'na şükretmezler.

Kıssanın sonunda müslümanlara Allah yolunda savaşmayı emreden bir değerlendir­me yer alıyor. Yüce Allah'ın yaptıkları her şeyi işittiği, her şeyi bildiği gerçeğine dik­katleri çekiliyor. Bu arada Allah'a güzel borç vermeye teşvik ediliyorlar. Allah yolunda hayır amaçlı harcamada bulunmaya ilişkin bir teşviktir bu. Böyle davrananlardan öv­güyle söz ediliyor; yüce Allah'ın bunun karşılğıni kat kat arttırarak vereceği müjdesi ile de moral destek sağlanıyor. Rızkı genişletmenin ve daraltmanın Allah'ın elinde olduğu, insanların sonunda O'na dönecekleri belirtiliyor. Dolayısıyla, Allah yolunda harcamada bulunmalarının ne kadar yararlı bir amel olduğu vurgulanıyor. [497]

 

Allah'a Borç Vermek (Karz-İ Hasen)

 

"Binlerce kişinin ölüm korkusuyla yurtlarından çıktıklarını görmedin mi?..."

Ayetler yeni bir bölüm oluşturuyor. Bundan önceki ayetlerden hemen sonra indikleri için tertipte bu şekilde yer almış olmaları ihtimal dahilindedir. Biraz sonra izah edeceği­miz gibi bölümün ilk ayetiyle son iki ayeti arasında bir bağlantı olduğu muhakkaktır. Ayetleri bir bölüm olarak sunmamızın gerekçesi de hiç kuşkusuz aralarındaki bu bağ­lantıdır.

Müfessirlerin[498] belirttiğine göre bölümün son ayetinin iniş sebebi, Peygamberimi­zin bir mecliste söylediği şu sözdür: "Kim hayır amaçlı harcamada bulunursa, cennette ona yaptığı barcamanını iki misli verilecektir. Bunun üzerine Ensar'dan Ebu Dehdah şöyle der: Ya Rasulullah benim iki bahçem var. Bunlardan birini Allah yolunda infak edersem, cennette bunun iki misli bana verilir mi? Rasulullah: "Evet" der. Ebu Dehdah: Peki Ümmü Dehdah ve çocuklar da benimle beraber olacaklar mı? diye sorar. Rasulul­lah: 'Evet' cevabını verir".

Bu cevap üzerine Ebu Dehdah bahçelerinin en güzelini Allah yolunda infak eder. Ve bu ayet-i kerime iner. Ama bundan önceki iki ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak herhangi bir rivayete rastlayamadık. Bizim kanaatimize göre üç ayet birlikte uyumlu ve birbiriyle bağlantılı bir bölüm niteliğindedir. Bölümün ilk ayeti, ölümden kaçmanın, insanı ölüm­den koruyamayacağını anlatmaya yönelik bir kıssa içeriyor. İkinci ayette ise, müslü-manlara savaş emri veriliyor; bu emrin arka planında da, ölüm korkusuyla savaşmaktan kaçınmamaları uyarısı yer alıyor. Üçüncü ayette ise, Allah yolunda infak etme çağrısı dile getiriliyor. Bu ise, cihadın maddi finans kaynağıdır. Ayetler arasındaki bu konu ve amaç birliği, Ebu Dehdah kıssasının sahih olmasına engel değildir. Ancak kıssanın, üç ayetin inişinden sonra gerçekleşmiş olması, ayetin ruhuna daha uygun ve daha kuvvetli bir ihtimaldir. Dolayısıyla Ebu Dehdah'a teşvik ve müjdeleyici ifadeler içeren ayetle ce­vap verilmiştir.

Müfessirlerin[499] aktardıkları rivayetlere göre bölümün ilk ayetinde anlatılan kıssa eski dönemlerde İsrailoğullannın başından geçmiştir. O sıralar kentte veba salgını baş gösterir. Kent ahalisinden binlercesi, ölüm korkusuyla kenti terkeder. Yüce Allah, geri­de kalanlara ibret olsun diye, onları veba dışındaki bir sebeple öldürür. Sonra Peygam­ber Hazakil için bir mucize ve aynı zamanda ibret ve öğütün bütünleyicisi olsun diye onların çürümüş kemiklerini yeniden biraraya getirip diriltir. Yine müfessirlerin[500] aktardıklan rivayetler arasında şöyle bir açıklamaya yer verilir: Burada kendilerine savaş emri verilen bir topluluğun kıssası anlatılıyor. Ama onlar korktular ve savaştan kaçtılar. Bunun üzerine yüce Allah, savaş dışında bir başka sebepten dolayı ölümü onların başı­na musallat etti. Sonra neler olduğunu bilsinler ve ölümün sırf savaşa bağlı olmadığım kesin olarak anlasınlar diye onları yeniden diriltti.

Bu arada şunu belirtelim ki, Tevrat'ın Hazakil'in kehanetlerini anlatan otuz yedinci bölümünde şöyle deniyor: "Rab onu kemik dolu bir vadinin ortasına koydu. Sonra yüce Allah bu kemikleri birbirlerine yaklaştırdı. Sonra kemiklere sinir ve et giydirdi. Sonra içlerinde ruh kıpırdamaya başladı. Ardından büyük bir ordu ayağa kalkmış oldu. Bu Ör­nek şunun içindi: Allah İsrailoğullannı sürgünden kurtarmaya ve bir tür ölüm demek olan yurtlarından uzaklaşmışlığın ardından onlan diriltemeye kadirdir".

Kıssa her ne zaman ve kimlerin başından geçmişse geçsin, önemli olan husus şudur: Bölümün ikinci ayetinde, müslümanlara Allah yolunda savaşmaları emrediliyor. Üçün­cü ayette ise, Allah yolunda infak etmeye yönelik bir teşvik yer alıyor. Bu demektir ki, ilk ayetteki kıssa, yukarıdaki emrin uygulanışına yönelik bir psikolojik ön hazırlık nite­liğindedir. Tercihe şayan değerlendirme şudur: Muhataplara bu kıssa dinletümiştir ki, düşünüp kavrasınlar ve bu olay onlar için bir ibret dersi olsun. Savaş için hazırlansınlar, Ölümden korkmadan savaş için mali harcamada bulunsunlar. İkinci rivayet, ayetlerle ör-tüşmekte ve ayetlerin içeriği ve hedefiyle bağdaşmaktadır. Ayrıca Peygamberimiz bazı müslümanları savaşmaya ve savaş için maddi harcamada bulunmaya teşvik etmiş olabi­lir. Bir kısım müslümanın tereddüt geçirmiş olması, korkuya kapılması da ihtimal dahi­lindedir. Bundan dolayı ilahi hikmet bölümün ilk ayetinde ibret verici bir kıssaya gön­dermede bulunmayı, ikinci ve üçüncü ayette de savaş ve infak emrini vermeyi Öngör­müş olabilir. Siyer ravileri, Bedir savaşından önce, Peygamberimizin çeşitli müfrezeler sefere gönderdiğinden, bazısına bizzat kendisinin komuta ettiğinden sözederlcr. Bedir savaşı ise, Bakara sûresinden sonra inen Enfal sûresinde değerlendirilmiştir. Bu da gös­teriyor ki, bu ayetlerdeki teşvik edici ifadeler, Bedir savaşından önce gerçekleşen bu tür seferler bağlanımda gündeme gelmiştir. Bu ayetlerden sonra uzun bir bölüm yer alıyor. Bölümün içerdiği kıssada İsrailoğullannın peygamberlerinden kendilerine bir kral tayin etmesinin bu kralın komutası altında düşmanlarla savaşmak istedikleri anlatılıyor. Ama bir çoğu savaşı kendi üzerine bir yükümlülük olarak aldıktan sonra bu sözünden dön­müştür. Bizim kanaatimize göre tıpkı incelemekte olduğumuz bölümün ilk ayetinin içerdiği kıssada olduğu gibi bu uzun kıssa da, incelediğimiz bölümün ikinci ve üçüncü ayetinin içerdiği savaş ve savaşa maddi finans sağlamaya yönelik infak emirlerini pe­kiştirmeye yöneliktir. Medine inişli birçok sûrede bazı müslümanlann, cihad çağrısı karşısında tereddüt geçirdiklerinden söz edilir. Bu da değerlendirmemizi destekleyici bir husustur. Söz gelimi Nisa sûresinde şöyle Duyuruluyor: "Kendilerine: "Elinizi savaş­tan çekin, namazı kılın, zekatı verin" denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi -hatta daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: Rabbimiz ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?"dediler. De ki: Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerler­de tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile"[501](Nisa, 77-78)

Hiç kuşkusuz incelediğimiz ayetler, cihad ve Allah yolunda infak bağlamında telkin, öğüt ve psikolojik hazırlık işlevini görüyorlar. Bunların geçerliliği ve etkinliği sürekli­dir. Bu tür direktif ve öğütler birçok ayette dile getirilmiştir. Bunların bir kısmını incele­me imkanını bulduk, bir kısmını da ileride inceleyeceğiz. [502]

 

246-  Musa'dan sonra Israiloğullan'mn önde gelenlerini görmedin mi? Hani, peygamberlerinden birine: "Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. O: "Ya üzerinize savaş yazıldığı halde savaşmayacak olursa­nız?" demişti. "Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşma­yalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldık" demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı za­man az bir kısmı hariç yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.

247- Onlara peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u[503] melik olarak gönderdi". Onlar: "Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal bolluğu ve­rilmemişken, nasıl bizi yönetmek üzere hükümdarlık onun olabilir?" dediler. O şöyle demişti: Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedeni gücünü'[504] arttırdı. Allah, ki­me dilerse mülkünü verir; Allah rahmet ve gücü geniş olandır, bilendir.

248- Peygamberleri onlara şöyle dedi: Onun hükümdarlığı­nın belgesi size Tabut'un[505]' gelmesi olacaktır ki, onda Rab-bİnizden bir güven ve huzur'[506]' ile Musa ailesinden ve Ha­run ailesinden arta kalanlar var; onu melekler taşır. Eğer inanmışsanız, bunda şüphesiz sizin için bir delil vardır.

249- Talut, orduyla birlikte ayrıldığında[507]' dedi ki: Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hariç- onu tadmazsa'[508]' bendendir. Küçük bir kısmı hariç hepsi sudan içti. O kendisiyle beraber iman edenlerle ır­mağı geçince onlar: "Bu gün Calut'a ve ordusuna karşı ko­yacak gücümüz yok" dediler. O zaman muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar'[509]' şöyle dediler: Nice küçük top­luluk daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.

250- Onlar, Calut ve ordusuna karşı meydana çıktıklarında dediler ki: Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı-sabit kıl ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.

251- Böylece onları, Allah'ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davut Calut'u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet ver­di; ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını engellemesi olmasaydı, yeryüzü mut­laka fesada uğrardı. Ancak Ailah, alemlere karşı büyük fazi ve ihsan sahibidir.

252- İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir; onları sana bir hak olarak okuyoruz. Sen de gönderilen elçilerdensin.

 

Talut Calut Kıssası Ve Hz. Davud

 

"Musa'dan sonra İsrailoğullannın önde gelenlerini görmedin mi?.,." (246-252)

Ayetler yeni bir bölüm oluşturuyor. İçeriği ise İsrailoğullannın Hz. Musa'dan sonra­ki eski tarihleriyle ilgilidir. İfadeler açık ve anlaşılırdır. Bölümün son iki ayeti, sunulan kıssanın bir değerlendirmesi niteliğindedir. îlkinde savunma savaşının olağanlığı ve zo­runluluğu dile getiriliyor. Eğer ulu Allah saldırıya uğrayana kendini savunma duygusu­nu vermeseydi, dolayısıyla insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla engellemeseydi, bozgunculuk her tarafı saracak ve azgın şer güçler yeryüzüne egemen olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu yüce Allah'ın kullarına yönelik bir lutfudur, İnsanları yönlendirişinin ve fıtratın, yaratılış yasasının altındaki hikmetin somut bir ifadesidir. Değerlendirme nite­likli ayetlerin ikincisinde ise hitap Peygamberimize yöneltilerek kendisinin Allah tara­fından gönderilen bir elçi olduğu ve Allah'ın ayetlerini hikmet ve genel maslahat uya­rınca, hakka dayalı olarak kendisine indirdiği vurgulanıyor.

Bu bölümün iniş sebebiyle ilgili bir rivayete rastlayamadık. Daha önce de değindiği­miz gibi bu ayetler önceki ayetlerde müslümanlara yöneltilen savaş ve infak emrini pe-kiştirici bir işlev görüyor. Allah yolunda cihad ve cihad esnasında direnci yitirmeme bağlamında son derece önemli telkinler ve psikolojik uyanlar yer alıyor. Tereddüt geçi­renlere, meşru komutanın direktiflerini dinlemeyenlere ve korkaklara sert eleştiriler yö­neltiliyor. İçtenlikle inanan ve savaşın zorluklarına karşı sabredenlerden övgüyle söz ediliyor, ulu Allah'ın onları desteklediği vurgulanıyor. Bu durumlarda asıl önemli ola­nın ıhlas, sabır, Allah'a, O'nun yardımına ve O'nunla buluşmaya kesin olarak inanma olduğu vurgulanıyor. Çokluk değil. Buna göre sabredenler, ihlasla cihad edenler ve Al­lah'a kesin olarak inananlar, sayılan ne kadar az olursa olsun, mutlaka zafere ulaşacak­lardır.

Ayetlerde bazı belirgin noktalar vardır ki, biz bunların hatırlatma, öğüt, pekiştirme ve telkin niteliğindeki ifadelerin Özünü oluşturduğuna inanıyoruz. İsrailoğullan'mn, başkalarının saldırısına uğaramaları nedeniyle, başlangıçta savaşa istekli olmaları...Pey­gamberlerinin onların bu istekliliklerinin gerçek olup olmamasından kuşku duyması... Allah'ın seçimine, kralın emirlerine karşı çıkmaları ve bu seçimin gerçekliğini test et­mek için delil istemeleri...Düşmanı gözlerinde büyütmeleri...Düşmanla karşılaşmaktan kaçmaları... Yüce Allah'ın savaşa ilişkin bir ön hazırlık olarak, ırmağın suyundan içme­lerini yasaklamak suretiyle kendilerini sınamasına muhalefet etmeleri, bu stratejiden sapmaları... İhlaslı mü'minlerin sabretmeleri ve sonunda zafere ulaşmaları gibi.

Kıssanın akışı içinde belirginleşen bu noktalar, önceki ayetlerin tefsiri bağlamında işaret ettiğimiz, bazı müslümanların Peygamberimizin cihad çağrısına olumlu karşılık verme hususunda tereddüt geçirdikleri, korkuya kapıldıkları gerçeğini pekiştirmektedir. O zaman da söylediğimiz gibi bu bölümün akışı, hatırlatma, örneklendirme, Öğüt verme, Milaslıları övme ve zaaf içinde olanları eleştirme,amacına yöneliktir.

Öğüdün ve moral desteğin etkisini arttırıcı bir husus da, bölümün içeriği ile indiği sı­rada -daha Önce de işaret ettiğimiz gibi- müslümanların özellikle Bedir savaşına kadar savaşa ilişkin teşviklere muhatap olan muhacirlerin içinde bulunduğu koşulların benzer­liği ve yakınlığıdır. Şöyle ki, Hz. Musa'dan sonra, yahudiler çeşitli baskılara ve düşman saldırısına uğramışlardı. Bu durum onları savaş istemeye zorlamıştı. Fakat fiilen savaş­mak durumunda kalınca, büyük çoğunluğu geri dönmüştü. Muhacirler de böyle bir du­rumla karşı karşıyaydilar. Dolayısıyla, yahudilerden ibret almaları, gerekli dersleri çı­karmaları ve çoğu yahudinin yaptığı gibi savaştan kaçmamaları gerekirdi.

Bölümün sonunda yer alan değerlendirme nitelikli iki ayetin bu anlamla sıkı bir bağ­lantısı vardır. Buna göre Peygamberimizin çağrısını yaptığı ve Kur'an'ın farz kıldığı cİ-had, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü, saldırı ve haksızlığa karşı konulmayacak olursa, kötülük ve bozgunculuk kontrolden çıkıp yeryüzünü kaplayacaktır. Yüce Allah, mü'min kullarının böyle bir durum içinde olmasından hoşnut değildir. Bu yüzden zulüm ve saldırganlığı bertaraf etme amacına yönelik olarak cihad emrini vermiştir. Kuşku yok ki, bu emrin altında sosyolojik bir hikmet ve tüm zamanlan kuşatıcı bir direktif yatmak­tadır.

Ayetlerin inişine esas oluşturan ilahi hikmetin aktarmayı uygun gördüğü, İsrailoğul-lari ile peygamberleri arasındaki diyalog oldukça ilginçtir. Burada şu gerçeğe dikkat çe­kiliyor: Bilgi ve bedensel güce sahip bir kimse, büyük servet sahibi bir kimseden daha çok melikliğe ve komutanlığa layıktır.

Buraya kadar anlatılanlardan şunu anlıyoruz: Asıl amaç kıssanın anlatımı değildir. Bu yüzden ayetlerin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, ibret, öğüt alınmasını, örnek edinilmesini amaçlayan bir Özet sunuyor.

Bu kıssa Tevrat'ın "Kadılar" ve I. Samuel ve II. Samuel bölümlerinde ayrıntılı ola­rak anlatılmıştır. Kur'an'da sunulan bu özet, adı geçen bölümlerde anlatılanlarla kimi zaman aynilik, kimi zaman da farklılık arzetmektedİr. Kanaatimize göre yahudilerin Öteden beri anlattıkları ve bu arada Araplara da öğrettikleri bilgiler Kur'an'ın sunduğu Özetle Örtüşmektedir. Tevrat'ta Hz. Musa sonrasına ilişkin tarihi bölümlerde ve bugün yahudiler arasında anlatıla gelen haberler arasında çelişkili bölümler yer alıyor. "Günle­rin haberleri" bölümleriyle "krallar" bölümlerini karşılaştırdığımızda bu da Kur'an'ın sunduğu özetle paralellik arzedip de sonra da kaybolan kısımların olmaması için hiç bir neden yoktur. Bizim inancımız bu yöndedir.

Kıssa ile ilgili olarak Tevrat'ta anlatılanların özeti şudur: İsrailoğulları, Hz. Musa ve Yuşa'dan sonra, Güney Filistin'den Filistinli düşmanların, kuzeyden Kenanilerin, Irak tarafından Asurlularm, Şam tarafından Aramilerin, Mısırlıların ve Ürdün'ün doğusuna düşen devletlerin saldırısına uğradılar. Daha sonra, Filistinlilere karşı ağır bir yenilgi al­dılar. Filistinliler ülkelerinin büyük kısmını ve kentlerini işgal ettiler. Dini emanetlerini sakladıkları Tabuta da el koydular. Bundan önce komutanların önderliğinde savaşıyor ve "kadılar" adı verilen bu şahısların komutasında zaferden zafere koşuyorlardı. Bu yüzden peygamberleri Samuel'den kendilerine bir kral tayin etmesini istediler. Samuel onlara Talut'u kral olarak tayin etti. Çünkü aralarında en uzun boylu olanı Taluttu. Böy­lece Filistinlilerle savaşmaya başladılar. Zafer bazen onların, bazen de düşmanlarının oluyordu. Daha sona Filistinliler, ilahi bazı musibetlere duçar oldular. Bunun neticesin­de, sürücüsü2 iki öküzün çektiği Tabutu İsrailoğulları'na geri vermek zorunda kaldılar. Sonra düşmanla bir kez daha karşı karşıya geldiler. Calut öne çıkıp kendilerine meydan okudu. Ama onlar korkuya kapıldılar. Fakat genç bir delikanlı olan Davud er meydanına çıktı ve sapanıyla bir taş fırlatarak Calut'u Öldürdü. Bu olay üzerine İsrailoğulları savaşı kazandılar. Talut canı ve saltanatı açısından Davud'dan endişelendi. Onu ölümüne ka­dar kendinden uzaklaştırdı. Öldükten sonra da İsrailoğullan, onun yerine Davud'u kral yaptılar.

Tefsir kitaplarında isim vererek veya vermeyerek tarih bilginlerine dayalı olarak ay­rıntılı rivayetlere yer verilir[510]. Bunlarda belirgin farklılıklar vardır. Bu da gösteriyor ki, raviler ve müfessirier, Tevrat'taki bölümlerden haberdar değilmiş. Bu rivayetler ve ay­rıntılı anlatımlar, bir yandan da şunu ortaya koymaktadır: Kur'an'da Özet olarak işaret edilen İsrailoğulları'na ilişkin kıssalar, Peygamberimiz zamanında Arap ve İslam toplu­mu arasında yaygın bir şekilde biliniyorlardı. Bu da Kur'an'daki anlatımın hedeflediği Öğüt ve ibret alınmasını biraz daha pekiştirici bir unsurdur. [511]

 

253- İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler ver­dik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah dile-şeydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra onların peşinden gelenler, birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak ihtila­fa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti. Allah di-leseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini ya­pandır.

 

Rasuller

 

'işte bu elçiler; bir kısmım bir kısmına üstün kıldık..."

Ayetin ifadesi açıktır. Önceki ayetlerden sonra değerlendirme ve gerekçeli açıklama nitelikli bir ara söz işlevini görüyor. Dolayısıyla önceki bölümün içeriğiyle bağlantılıdır. Buna göre yüce Allah elçilerini ayetleri ve açık belgeleriyle gönderir. İnsanların bunla­rın tümüne inanmaları ve ihtilafa düşmemeleri gerekir. Aralarında çekişme, savaş olma­malı, yeryüzüne bozgunculuk ve kin yayılmamalıdır. Fakat ilahi irade, insanların birbi­rinden çeşitli bakımlardan üstün olan ihtiyari kabiliyetlere sahip olmalarını öngörmüş­tür. Bunun doğal bir sonucu olarak, insanların bir kısmı kafir, bir kısmı da mü'min olur. Kimisi pis, kimisi de temiz olur. Aralarında ihtilaf ve savaşların olması da doğaldır. Do­ğal olan bir diğer husus da saldırıya uğrayan kimselerin, maruz kaldıkları saldırı ve ezi­yetleri bertaraf etmek için kendilerini savunmaya çağrılmalarıdır. Bir kısım insanla bir diğer kısım insanların engellenmesi sonucu dengenin oluşması için kaçınılmaz bir olgu­dur bu. Yüce Allah insanların farklı ve değişik türlere ayrılmamış olmalarını sağlayabi­lirdi. Ama O'nun hikmeti, insanların zorla değil, isteklerine bağlı olarak tercihte bulun­malarını öngörmüştür. İşte bunca çeşitliliğini farklılığın, değişikliğini ihtilafın ve sava­şın nedeni budur.

Ayetin ruhundan ve Kur'an'ın genel atmosferinden çıkarsadığımız bu değerlendirme  ışığında ayete baktığımızda son derece önemli bir direktif ve sosyal gerekçeli bir açıkla­ma içerdiğini görürüz.

"Onlardan Allah'ın kendileriyle konuştuğu kimseler vardır" cümlesinde, ima yoluy­la Hz. Musa'ya ve ayetin devamında açıkça adı zikredilerek Hz. İsa'ya işaret edilmiş ol­ması, öncelikle Kur'an'ın ibret ve hatırlatma olsun diye, İsrailoğullannın tarihinden bir kesitin özetini sunmuş olmasından dolayıdır. Bir diğer neden de gerek Peygamberimiz zamanında, gerekse ondan Önce yahudiler arasında, yahudilerle hristiyanlar arasında, sonra hristiyanların kendi aralarında meydana gelen ihtilaflar, çekişmeler, kargaşa ve savaşlardır. Eski tarihlere ilişkin rivayetlerde bu hususla ilgili ayrıntılı açıklamalara yer verilir[512]. Mekke ve Medine inişli birçok ayette, aralarındaki ihtilaflara, çekişmelere ve saldırılara işaret edilmiştir. Bunların bir kısmını inceleme imkanını bulduk, bir kısmını da ileride inceleyeceğiz.

Müfessirler[513] "derecelerle yükselttiği kimseler vardır" ifadesiyle ilgili olarak, Pey­gamberimizin üstünlüğüne ve diğer peygamberlere göre daha yüksek bir dereceye sahip olduğuna işaret edildiğini söylemişlerdir.

Bu bağlamda Hazin, "bütün peygamberlere ayrı ayrı verilen mucizeler, bütün olarak Peygamberimize verilmiştir" dedikten sonra, Peygamberimizin mucizelerini konu alan rivayetlere işaret ederek en büyük ve en belirgin mucizesinin Kur'an olduğunu söyler. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir diğer hadiste şöyle deniyor: "Birçok hususta diğer peygamberlerden üstün kılındım: İlahi mesajların tümünü içeren bir kitap bana verildi. Heybetim düşmanlarım üzerinde etkili kılındı. Savaşta ganimet almam helal kılındı. Yeryüzü benim için temiz bir mescid kılındı. Bütün alemlere elçi olarak gönderildim. Benimle birlikte peygamberlik son buldu." îbn Kesir, Peygamberimizin üstünlüğü ile il­gili hadislerle Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis arasında bir çelişki olup olmadığını ele almıştır. "Bir müslümanla bir yahudi tartıştılar. Yahudi yemin edeceği sırada Musa'ya, alemlerin üzerinde seçen Allah'a andolsun ki hayır., de­di. Müslüman elini kaldırdı ve yüzüne bir tokat vurarak: Ey pis adam Muhammed'den de mi üstündür? dedi. Yahudi Peygamberimizin yanına gelerek müslümanı şikayet etti. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: Beni peygamberlerden üstün tutmayın. İnsan­lar Kıyamet günü ölecekler ve ilk uyanan ben olacağım da Musa'yı arşın direğine tutunmuş olarak bulacağım. Bilmiyorum benden önce mi uyanmıştır, yoksa Tur'un yıkılışına karşılık olarak mı böyle ödüllendirilmiştir? Beni peygamberlerden üstün tutmayınız". Başka bir rivayette Peygamberler arasında üstünlük İddiasında bulunmayınız. Ardından İbn Kesir bu durumun çeşitli açılardan izah edilebileceğini belirterek şöyle demiştir: Öncelikle bunun, peygamberler arası üstünlüğün bilinmesinden önce olması ihtimali vardır. Bu yorum tartışmalıdır. İkincisi, Peygamberimiz bu sözü tevazu gereği söylemiş­tir. Üçüncüsü, çekişmeye, zıtlaşmaya yolaçabilecek hususlarda üstünlük iddiasında bu­lunmayı yasaklamıştır. Dördüncüsü, asabiyet duygusuyla üstünlük iddiasında bulunma­ya karşı çıkmıştır.

Hz. Muhammed'in erişilmez üstünlüklerine, Allah katında yüksek derecelere sahip olduğuna yüce Allah'ın onu çeşitli meziyetlerle diğer peygamberlerden üstün kıldığına ilişkin olarak kesin ve derin bir inanca, sahip olmakla beraber, bu ayetteki ifadenin mut-iak ve genel olduğunu düşünüyoruz, isra süresindeki şu ayet gibi: "Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilir. Andolsun, biz peygamberlerin bir kısmım bir kısmına üs­tün kıldık ve Davud'a da Zebur verdik." (İsra, 55). Ne Peygamberimizden ne de onun ashabından, incelediğimiz ayetteki ifadenin Peygamberimizle ilgili olduğuna ilişkin gü­venilir, sağlam rivayetler mecut değildir.

Öte yandan incelediğimiz bu ayetlerde ycralan övgü nitelikli bu ifadenin aynısı, Ba­kara sûresinin İsrail oğullarına ilişkin kıssalar zinciri kapsamındaki bir ayette, Hz İsa ile bağıntılı olarak geçmektedir. Sözkonusu ayetle ilgili olarak yeterli açıklamada bulundu­ğumuza inanıyor ve tekrara gerek duymuyoruz. [514]

 

254- Ey iman edenler, hiç bir alış-verişin, hiç bir dostlu-ğun[515] ve hiç bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Kafirler.. On­lar zalimlerdir.

 

Ayet-i kerimenin ifadesi açık ve anlaşılırdır. Gördüğümüz kadarıyla sûrenin akışın­dan kopuk değildir. Hatta tekrar bölümün başına dönüldüğünde ve İsrail oğullarının hayatından bir kesiti yansıtan bölümden önceki İki ayetin içerdiği savaş ve infak'a ilişkin çağrı ile bir bağlantı kurulduğunu söyleyebiliriz. Ayet, güçlü ve etkileyici bir teşvik ni­teliğindedir. Bazı müfessirler[516] zekatla İlgili olduğunu söylemişlerdir. Bizim kanaati­mize göre, ayetin içerdiği teşvik geneldir; farz nitelikli zekatla birlikte, çeşitli uygula­maları bulunan gönüllü bağışlan, sadakaları da kapsamaktadır. "Size rızık olarak ver­diklerimiz" ifadesi, infak edebilecek durumdaki kimselerin ellerindeki malların, Al­lah'ın bahşettiği kimselerin ellerindeki malların, Allah'ın bahşettiği rızık olduğuna dik­kat çekmeye yöneliktir. Şu halde, bu durumda olan kimseler, Allah'ın emirlerine uymak ve Allah'ın kendilerine rızık olarak bahşettiği malların bir kısmını hayır amaçlı olarak harcamakla yükümlüdürler. "Kafirler., onlar zalimlerdir." ifadesinin, ahiretteki akibetle ilgili olması, yani kafirlerin küfre düşmekle nefislerine zulmettiklerini dolayısıyla ken­dilerini Allah'ın uhrevi azabına duçar ettiklerini açıklamaya dönük olması muhtemeldir. Cihad ve mali harcamaya ilişkin çağrıyı gerekçelendirmeye dönük olması da ihtimal da­hilindedir. Şöyle ki kafirler, saldırgan ve düşmanca tutumlarıyla zulmeden kimselerdir. Dolayısıyla onlara karşı cihad başlatmak bir görevdir. [517]

255- Allah.. O'ndan başka İlah yoktur, diridir, Kâimdir'[518]'. O'nu uyuklama'[519] ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefa­atte bulunacak kimdir? O, önlerindekİni ve arkalanndakini bilir. Onlar ise dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp, kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmezdi[520] O, pek yücedir, pek büyüktür.

 

Ayete'l-Kürsi

 

Bu ayet, yüce Allah'ın tek ve ortaksızlığı, sıfatlarının noksansızliğı, kuşatıcılığı ve kudretinin vurgulanması ile ilgili en kapsamlı, en etkileyici Kur'an ayetlerinden birisi­dir. Ayetin ifadesi açıktır. Önceki ayetlerle bağlantılı olması da ihtimal dahilindedir. Bu­na göre, dilediğini yapma yetkisine sahip olan yüce Allah uluhiyette tek ve ortaksızdır. Büyük ve kusursuz sıfatlara sahiptir. Ayetin kendisinden sonraki ayetlerle bağlantılı ol­ması da muhtemeldir. Buna göre, inanılması gereken tek ilah yüce Allah'tır. O'nun dı-Şinda bir takım insanların kulluk sundukları düzmece ilahları inkar etmek gerekir. İşte tek ve ortaksız ilah olan yüce Allah, bu sıfatlara sahiptir. Aynı şekilde ayetin hem önce­si, hem sonrası ile bağlantılı olması da mümkündür. Ayetler ister bir kerede ister peşpe-şe inmiş olsun, ister içerik benzerliğinden dolayı bu şekilde sıralandırılmış olsun, ayetle­rin akışı birbiriyle bağlantılıdır. Bu İhtimalleri, ayetin ifade biçiminden ve içeriğinden olduğu kadar, önceki ve sonraki ayetlerden de sezinliyoruz.

Bu ayet, ' Ayete'1-Kürsi' olarak bilinir. Faziletiyle ilgili olarak bir çok hadis rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Rasulullah buyurdu ki: Her şeyin bir tepesi vardır. Kur'an'ın tepesi de Bakara süresidir. Onda baştacı olan bir ayet vardır: "Ayete' 1-Kürsi".[521] Übey b. Ka'b kanalıyla rivayet edilen bir hadiste şöyle deniyor: "Rasulullah buyurdu ki: Ey Ebu Munzir, Allah'ın kitabında hangi ayetin senin katında büyük olduğunu biliyor musun? dedim ki: Ayete'1-Kürsi. Bunun üzerine Rasulullah göğsüme elini vurarak şöyle dedi: Bu ilim sana mübarek olsun, Ey Ebu Munzir "Ebu Z-er'in rivayet ettiği bir hadiste de şöyle deniyor: Dedim ki: Ya Rasulullah, sana indirilen­ler içinde hangisi senin katında daha büyüktür? Buyurdu ki: Ayete'l-Kürsi: Allah, O'n-dan başka ilah yoktur. Diridir. Kaimdir[522].Kürsi ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür[523] Aynı yorum ve değerlen­dirme çeşitliliği 'Arş', 'levh' ve 'kalem' olguları içinde sözkonusu olmuştur. Bunlar arasında, maddi tasvirlere de yer verilmiştir ki, oldukça garip ve yüce Allah'ın sıfatları­nın münezzehliğiyle bağdaşmayan değerlendirmelerdir. Ayrıca, Rasulullah efendimiz­den rivayet edilen sağlam ve güvenilir hadislerle de uymamaktadır. Bu görüş ve değer­lendirmeler içinde en isabetlisi ve Allah'ın sıfatlarıyla uyuşanı şudur: Kelime mecaz an­lamında kullanılmıştır. Maksat yüce Allah'ın mülkünün ve saltanatının azametini açık­lamaktır. Doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir. [524]

 

256- Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim Tağut'u[525] tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kop­ması yoktur. Allah işitendir, bilendir.

257- Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağuttur. Onları    . nurdan karanlıklara çıkarırlar, işte onlar, ateşin halkıdırlar, orda süresiz kalacaklardır.

 

İnanç Sisteminde Zorlama Yoktur

 

"Dinde zorlama yoktur."

Bu iki ayette, dinde zorlama ve baskının olmadığına ilişkin olarak insanlara bir du­yuruda bulunuluyor. Çünkü doğruluk eğrilikten ve hidayet sapıklıktan kesin olarak ay­rılmıştır. Yüce Allah'ın indirdiği apaçık ayetler sayesinde hak ile batıl iyice belirginleş­miştir. Dolayısıyla imanı seçen, doğruluk yolunu tutan ve Tağutu inkar eden kimse, kendini kurtarmıştır; sağlam bir kulpa sarılmıştır ki, bunun kopması yoktur. Allah in­sanların bütün söylediklerini işitir, onların niyetlerini ve amellerini bilir. Değerlendirme

amaçlı bir açıklama olarak da şöyle buyuruluyor: Allah kendisine inananların velisidir, onlara yardım eder. Karanlıklardan nura çıkarır. Tağut ise, kafirlerin dostudur. Onları karanlıklara doğru sürükler, nurdan uzaklaştırır. İşte bunlar ateş halkıdır, orada sonsuza kadar kalmayı hak etmişlerdir.

Bir rivayete göre ilk ayet, Ensardan bir adam hakkında inmiştir. Bu adamın zenci bir kölesi vardı, onu müslüman olmaya zorluyordu. Durum Rasulullah'a bildirildi. Ardın­dan ayet indi. Başka rivayetler ve görüşler de aktarılmıştır. Bunlardan birinde söylendi­ğine göre, Ensar kadınları, erkek çocuk doğururlarsa uzun ömürlü olsunlar diye onları Yahudi ve Hıristiyanlara katmayı adarlardı. Bu türden adanmış bir çok çocuk vardı. Ba­baları onları müslüman olmaya zorladılar. Durum Peygamberimize haber verilince de sözkonusu ayet indi. Bir diğer rivayette belirtildiğine göre Ensardan bir adamın iki oğlu vardı, bunlar Şam'lı bir tüccardan etkilenerek hristiyan olmuş ve Şam'a göç etmişlerdi. Adam oğullarını tekrar İslama döndürmek için peşlerinden gitmek istedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Buna ek olarak şunu söyleyelim ki: bazı müfessirler ayetin ehl-i ki­tap hakkında indiğini söylemiştir. Bazısının görüşü ayetin bütün insanlarla ilgili olduğu, daha sonra müşriklerle bağlantılı hükmü neshettiği, dolayısıyla onlar açısından ya müs­lüman olmak ya da öldürülmekten başka seçenek olmadığı, Ehli Kitab'la ilgili geçerlili-ğinse devam ettiği şeklindedir[526].

Rivayet edilen bu münasebetlerden birinin gerçekleşmesini ve ayetin bunun üzerine inmiş olmasını uzak bir ihtimal görmüyoruz. Ancak ikinci ayetin birinci ayetle uyumlu ve onun bütünleyicisi olduğu görülüyor. Bu yüzden iki ayetin birlikte indiğini düşünü­yoruz. Yine ayetlerin ifade biçimine ve etkileyici üsluplarına bakıldığında anlam ve he­def olarak bireysel bir münasebetten daha genel ve kapsamlı oldukları görülecektir. Ayetler, Kur'an'ın vurguladığı din özgürlüğü ve İslam'ın çağrısı bağlamında evrensel bir ilke içeriyor. Kur'an, bu ilkeyi çeşitli üsluplarla dile getirmiştir. Burada ise, daha açık, daha net ve daha etkileyici bir üslupla vurgulamıştır. Şayet bu rivayetler içinde herhangi birisi sahihse, işaret edilen olay, bu derece etkileyici ve evrensel bir ilkeyi içe­ren ayetlerin inişine sebep olmuştur. Ki mesele, genel ve özel nitelikli her konumla ilgili olarak açık ve net bir biçimde algılansın. Bütün Ehl-i Kitab'la ya da bütün insanlarla ilgili olarak indiklerine ilişkin değerlendirmelerin, ayetlerin üslubundan sezinlendiğini düşünüyoruz. Ancak bu değerlendirmeyi yapanların, bir rivayeti aktardıklarını göremi­yoruz. Ayetin hükmünün müşriklerle ilgili olarak neshedildiği şeklindeki görüşün, aye­tin üslubundan çıkarsanmasına ihtimal veremiyoruz. Genel anlamda Kur'an'ın mesajın­dan da böyle bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bakara sûresinin 190-194 ayetleri ve Kafinin sûresi tefsiri bağlamında söylediğimiz gibi, Peygamberimizin hayatında da bu­na ilişkin bir ipucuna rastlanıyor. Bu da gösteriyor ki, ayetin hükmü kesin ve evrensel­dir. Ayet muhkemdir.Dikkatle bakıldığında iki ayetle, önceki ayetlerin akışı arasında bir bağıntı farkedile-cektir. Şayet rivayetlerde işaret edilen iniş sebebi sahihse ve ayetler bir defada inmişler-se, sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları, genel akışla uyum oluşturmalarından do­layıdır. Bu bakımdan önceki ayetin akışı ile ilgili olarak söylediklerimiz bunlar için de geçerlidir.

Aslında ayetlerin her biri tam bir cümle görünümündedir. Birinde, Kur'an'ın ve İs­lam'ın temel bir ilkesi vurgulanıyor. Bu ilkenin Medine inişli bir sûrenin kapsamında, özellikle Müslümanlara savaş ve İnfak emrinin yöneltildiği ayetlerin akışı içinde günde­me getirilmiş olması son derece anlamlıdır. Bu da ilkenin evrenselliğini ve muhkemliği-ni ortaya koyar.

"Şüphesiz doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır" ifadesinden sonra, artık kim ta-ğutu inkar edip Allah'a inanırsa ifadesine yer verilmiş olması insanların akıl, irade ve seçim özgürlüğüne sahip oldukları, bu özellikleri sayesinde doğru ile eğriyi, hidayetle sapıklığı ayırabilecekleri bunun ardından yapılan iman veya küfür seçiminin kişinin ha­nesine yazılacağı sorumluluğun ona ait olacağı mesajını taşımaktadır.

Kur'an'da dile getirilen birçok açıklamayla da bağdaşmaktadır bu değerlendirme. Bunun birçok Örneğini gördük. Bu aynı zamanda ayetlerde işaret edilen inanç özgürlüğü ilkesini de pekiştiriri bir değerlendirmedir. [527]

 

258- Allah, kendisine mülk verdi diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya[528] gireni görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" demişti; o da: "Ben de öldürür ve diriltirim" demişti. O zaman İbrahim: "Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan getir" deyince o inkarcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

 

Ayet-i kerimede uyarı ve hatırlatma amacına yönelik olarak, Allah tarafından kendi­sine bahşedilen mülk ve saltanattan dolayı büyüklük kompleksine kapılarak Rabbi ko­nusunda Hz. İbrahim'le tartışmaya giren kralın kıssasına işaret ediliyor. Hz İbrahim: "Benim Rabbim, diriltir ve Öldürür" deyince o da büyük bir küstahlıkla: "Bende aynısını yaparım. Dilediğimi öldürürüm, böylece ölür, Dilediğimi de affederim. O da dirilmiş olur" cevabını vermişti. Bunun üzerine Hz İbrahim, onun demogoji yapamayacağı bir kanıt göstermişti: Hiç şüphesiz yüce Allah, güneşi doğudan getirir. Hadi sen de onu ba­tıdan getir. Bu meydan okuma karşısında kafir kral ne yapacağını şaşırır vaziyette afal­layıp kalmıştı. Ayetin sonunda yüce Allah'ın zalimler topluluğunu yani, zulüm ve sa­pıklık karakteristik özellikleri haline gelmiş kimseleri hidayete erdirmediği şeklinde bir açıklama yer alıyor.

Müfessirlerin çoğunluğu[529] bu ayette sözü edilen tartışmanın Hz İbrahim'le Babil kralı Nemrut arasında geçtiği görüşündedir. Hz ibrahim'in putperestliği reddettiğini, tek ve ortaksız Allah'a iman ettiğini, O'na teslim olduğunu ilan etmesinin ardından bu tar­tışma gündeme gelmiştir. Müfessirler bu görüşlerini tabiin ve sonraki kuşağa mensup ta­rihçilere dayandırılıyorlar. Bu kıssa da Hz. İbrahim'le ilgili diğer birçok kıssa gibi Tev-ratın "Tekvin" bölümünde yer almaz. Ama bu sözkonusu kıssanın yahudilerin yanında bulunan başka kitaplarda yer almış olmasına engel değildir. Benzeri münasebetlerde vurguladığımız gibi bizim tercihimiz de bu yöndedir. Bu durumda Kur'an'ın muhatabı konumundaki Arapların da bu kıssaya muhatap oldukları anlaşılıyor.

Kıssanın yüce Allah'ın sıfatlarının ve azametinin vurgulanmasından, doğruluğun eğ­rilikten kesin olarak ayrıldığının belirtilmesinden sonra anlatılması, uyarı ve öğüt ama­cına yönelik olduğunu gösteriyor. Kur'an'da yer alan kıssaların temel özelliği budur. Sanki şu demek isteniyor; Eğer bazı insanlar, Peygamberin tek ve ortaksız Allah'a kul­luk sunmaya ilişkin çağrısına karşı burun kıvırıyorlarsa, büyüklük kompleksine kapılıp inatçılık ediyorlarsa ve kanıtlar ne kadar kesin ve açık olursa olsun doğruluğu görme-mezlikten geliyorlarsa geçmişte de bazı kimseler benzeri bir çağrı karşısında benzeri bir tavır sergilemişti. Ayetin son kısmı bu değerlendirmeyi güçlendiriyor. Çünkü zalimlere sert ve ağır eleştiriler yöneltiliyor. Bundan şu sonuç çıkıyor: Hak çizgisinden sapan za­limlerin hidayete eremeyişlerinin sebebi, kendilerine egemen olan iğrençliktir. Çirkefe, zulme ve sapıklığa iyice batmış olmalarıdır. Bu da onların Allah'ın hidayetine ve nuru­na kavuşmalarını engellemektedir. Ayetin bu bölümünde aynı zamanda Peygamberimi­zin teselli edilmesi de kastedilmiş olabilir. Çünkü o da, zalimlerin ve azgınların benzeri serkeşlikleri, inatçılıkları ve büyüklük kompleksleriyle karşı karşıyaydı. Ayetin indiği sıralarda bizce Medine döneminin başlarıydı, Arapların ve ileri gelenlerinin çoğu bu tu­tum içindeydiler.

Müfessirler[530] sözkonusu tartışmayla ilgili olarak, bir çok açıklamalara, şerh ve haşiyelere yer vermişlerdir. Bu açıklamaların birinde Hz İbrahim'i ateşe atanın bir kral ol­duğu belirtilir. Şerh ve haşiyeler genellikle tabiin ve sonraki kuşağa mensup siyer ve ta­rih bilginlerine dayandırılır. Bizim öteden beri izlediğimiz metod uyarınca bunların kaynağının da yahudilerden etkilenen Arap toplumunda dilden dile aktarılan kıssalar olabilir. Kıssanın amacını aşacağı için sözkonusu haşiye ve şerhlere yer vermeye gerek görmüyoruz. [531]

 

259- Ya da altı üstüne gelmiş ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini görmedin mi? Demişti ki: Allah burasını ölümün­den sora nasıl diriltecekmiş? Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti ve ona dedi ki: "Ne kadar kaldın? O: Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi Allah ona: "Hayır yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış'[532]'; eşeğine de bir bak; bunu yapmamız seni insanlara ibret belgesi kılmamız için­dir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz'[533] son­ra da onlara et giydiriyoruz?" dedi. O, kendisine bunlar apaçık belli olduktan sonra dedi ki: Artık şimdi biliyorum ki gerçekten Allah her şeye güç yetirendir.

 

Allah Ölüleri Diriltir

 

"Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir §ehre uğrayan gibisini gördün mü?"

Ayet-i kerimede uyan ya da hatırlatma amacı ile ikinci bir kıssaya işaret ediliyor. Altı üstüne gelmiş ıssız bir kente uğrayan bir adamın kıssasıdır bu. Kentin bu harap ha­lini görünce, "Allah bu kenti yeniden nasıl diriltecek?" diye düşünmesinin bir ifadesi olarak kendi kendine sorar. Bunun üzerine yüce Allah onu yüz yıl Ölü bırakır, sonra di­riltir ve ona ne kadar kaldın? diye sorar. O uyuduğunu sanarak: Bir gün veya bir günden daha az kaldım şeklinde cevap verir. Allah ona: Hayır, tam yüz yıl kaldın der. Bu uzun sure boyunca yiyeceğin ve içeceğin bozulmadığını göreceksin. Oysa eşeğin ölmüş ve ondan geriye çürümüş kemiklerden başka bir şey kalmamıştır, şimdi kemiklerinin bir araya gelmesini emredeceğim, sonra onlara et giydireceğim, ardından canlanacaktır. Bu senin ve diğer insanlar için Allah'ın kudretinin, sizin imkansız gördüğünüz şeyleri yapa­bileceğinin kanıtı olacaktır. Bunun üzerine" adam yüce Allah'ın herşeye güç yetirdiğine ikna olur, bu gücü itiraf ettiğini ilan eder.

Müfessirler[534] bu kişinin, İsrailoğuUlanna gönderilen peygamberlerden biri olduğu­nu söylemişlerdir. Ancak adının "Üzeyir" veya "Ermiya" olduğu hususunda farklı gö­rüşler İleri sürmüşlerdir. Müfessirlerin değerlendirmelerine göre, olay İsraüoğullarının felakete uğradıkları, parçalandıkları dönemlerin birinde meydana gelmiştir. Konuyla il­gili olarak son derece şaşırtıcı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunları uzun uzadıya an­latma gereğini duymuyoruz. Çünkü kıssanın amacına da uygun düşmemektedir. Bu açıklamaların kaynağı da siyer ve ahbar bilginleridir. Bu da gösteriyor ki, kıssa yahudi-ler kanalıyla Araplara ulaşmış ve onlar arasında dilden dile aktarılıyordu. Ayetin öğüt ve hatırlatma nitelikli ifade tarzı da bu değerlendirmeyi destekler mahiyettedir.

Ayetin üslubundan ve içeriğinden anladığımız kadarıyla sözkonusu adam mü'mindi ve Allah'ın vahyına ve hitabına mazhar olacak niteliklere sahipti. Ayette işaret edilen soruyu içindeki karamsarlık ve imkansız görme duygusundan dolayı sormuştu.

Eski Ahit'in bölümlerinde İsrailoğullan'nın üzerine inen bir çok felaketlere ilişkin çeşitli haberlere yer verilir. Birçok peygamberin ismi geçer. Bu peygamberler, ümmetle­rinin sapıklıkları, dini ve ahlaki kuralları tanımamaları yüzünden başlarına gelen musi­betlerden dolayı gözyaşları dökmüş ve ümmetlerinin affedilmesi için Allah'a yalvarmış­lardır. Yine bu bölümlerde yüce Allah'ın İsrailoğullarını affedişinden, müjdeleyişinden içinde bulundukları olumsuz durumdan kurtarışından sözedilir. Bunlardan biri de Ermi-ya'dır. "Eski Ahit"te onun adına iki bölüm vardır. "Ermiya'nm Kehanetleri" ve "Ermi-ya'nın Öngörüleri" diye. Ermiya Kudüs'ün ve Mabed'in yıkılışına, İsrail oğullarının Ba-bil Kralı Buhtannasr tarafından Babil'e sürgün edilişlerine tanık olmuştur. Yine bu pey­gamberlerden biri de 'Hazakil'dir. Eski ahitin bölümleri arasında "Hazakil'in Kehanetleri" adı altında bir bölüm yer alır. Bu bölümde Ermiya bölümlerindeki gelişmelere benzer gelişmeler anlatılır. O da tutsak edilip Babil'e sürgün edilenler arasında yer alır. Tutsaklığın ve sürgünlüğün acılarını çekmiştir. Şunu da belirtelim ki günümüzde Yahu­dilerin elinde bulunan Tevrat'ın bölümleri arasında bu ayetin içerdiği kıssadaki olaylara harfiyen uyan açıklamalar bulunmamaktadır. Ama bu kıssanın daha önce yahudilerin elindeki Tevrat bölümleri arasında yer alıp da daha sonra koybolmuş olma ihtimalini or­tadan kaldırmaz.

Önceki kıssadan sonra bu kıssanın anlatılmış olması, insanların Allah'a karşı çeşitli tutumlar İçinde olduklarını örneklendirmeye dönük olduğunu çağrıştırmaktadır. Şöyle ki: Kafir kral Allah'ı ve kudretini inkar etmiştir.

O kadar ki, kendini Allah'a denk kabul edecek kadar ileri gitmiştir. Büyüklük kompleksine kapılmış, haddini aşmıştır, şu halde o, pis bir zalimdir. Bu adam ise somut delili görür görmez Allah'ın kudretini itiraf etmiştir. Çünkü o gerçeği arayan, iyi niyetli samimi bir kimseydi. Dolayısıyla ayet, sûrenin akışıyla bütünlük arzediyor. Önceki iki ayette aynı akış içinde hatırlatma örneklendirme, öğüt ve teselli verme amacıyla sunul­muşlardır. Kur'an'ın sunduğu kanıtlar, dinleyiciler üzerinde etkili olmuştur. Çünkü on­ların bildikleri, tanık oldukları realiteden örnekler vermiştir.

Bu kıssanın manevi işaretlerle ve remzi ifadelerle yorumlanması istenmiştir. Biz bu tür bir izah ve yorum tarzından yana değiliz. Bunun bir yararının olduğuna da inanmı­yoruz. Çünkü, ayetlerin akışından ve tabiin ve sonraki kuşağa mensup ulemanın aktar­dığı rivayetlerin ifade tarzından kıssanın dinleyicilerin bilmedikleri bir olaydan söz et­mediğini anlıyoruz. Dolayısıyla dinleyicÜerce bilinen bu kıssa hatırlatma, Örneklendir­me ve öğüt verme amacı ile sunulmuştur. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir. [535]

 

260- Hani İbrahim: Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster demişti. Allah Ona: İnanmıyor musun? deyince, "Hayır İnandım, ancak kalbimin tatmin olması için" dedi. Öyleyse dört kuş tut. Onları kendine alıştır[536] sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Hani İbrahim: "Rabbim, bana ölüleri nasıl diriltiğini göster" de­mişti...

 

Bu ayette, üçüncü bir kıssaya yönelik uyan, ya da hatırlatma amaçlı bir işaret yer alıyor. Şöyle ki: Hz İbrahim Ölüleri tekrar nasıl dirilttiğini Rabbin'den sorar. Yüce Ai-lah, yoksa kudretine inanmadığı için mi böyle bir istekte bulunduğunu sorar. Ama Hz. İbrahim gözleme dayalı bir itimana ulaşmak için böyle bir arzuda bulunduğunu belirtir. Bunun üzerine yüce Allah, dört kuş tutmasını, onlan boğazlayıp parçalamasını ve parça­lan değişik dağların tepelerine bırakmasını, sonra onlan çağırmasını emreder ve böyle yapması durumunda kuşların kendisine geleceğini belirtir. Kıssada Hz İbrahim'e yönel­tiliyor ve yüce Allah'ın üstün iradeli olduğunu herşeye gücünün yettiğini hüküm ve hik­met sahibi olduğunu, bütün fiilerinin doğru ve uygun olduğunu isteniyor.

Gerçi ayette sonuçla ilgili bir açıklama yer almıyor ama üslubundan Hz. İbrahim'in emredilenleri yaptığını ve parçaların birleşip kendisine canlı olarak geri döndüğünü Al­lah'ın kudretiyle koşup geldiğini anlıyoruz.

Taberi'nin İbn-i Cüreyc'den rivayet ettiğine göre, Hz. İbrahim bir yolda giderken, ölmüş bir merkebin cesedine rastlar. Kuşlar ve yırtıcı hayvanlar cesedi parçalamış, geri­de iskeleti kalmıştır. Yırtıcı hayvanlar ve kuşlar oradan uzaklaşınca, Hz. İbrahim orada durur ve manzarayı hayretle seyreder. Sonra der ki: "Rabbim, bu etleri yırtıcı hayvanla­rın ve kuşların karınlarından toplayacağını biliyorum. Ölüleri nasıl dirilttiğini bana gös­ter".

Bu rivayet, olsa olsa Hz. İbrahim'in böyle bir soru sormasının nedeni olabilecek du­rumlara ilişkin bir varsayım olabilir. Ne Peygamberimizden ne de bir başkasından böyle bir söz aktarılmış değildir.

Görüldüğü gibi ayet-i kerime sûrenin akışıyla bütünlük oluşturmaktadır. Sunuluş ga­yesi, yüce Allah'ın ölüleri diriltme gücüne sahip olduğunu bir somut örnekle izah et­mektir. Bir diğer husus da, iyi niyetli ve temiz kalpli kimselerin Allah'a ve kudretine karşı takındıkları tavra ilişkin bir sahneyi canlandırmaktır.

Müfessirler[537] bu kıssayla ilgili olarak da uzun ve şaşırtıcı açıklamalarda bulunmuş­lardır. Siyer ve ahbar ulemasına dayandırılan bu açıklamaları birer birer sunma gereğini duymuyoruz. Çünkü kıssanın sunuluşu ile güdülen amaçla bağdaşmamaktadır. Bununla beraber açıklamalar, kıssanın Peygamberimiz zamanında ve çevresinde anlatıldığını göstermektedir. Kıssa bu üslupla vahyedilmiştir ki, tıpkı önceki iki kıssa gibi öğüt alın­sın ve bir somut ömek gibi algılansın. "Tekvin" bölümünün on beşinci bölümünde anla­tılan bir kıssa bir ölçüde ayetteki kıssayla benzerlik oluşturmaktadır. Söz konusu kıssa­da yüce Allah, İbrahim'e soyundan bir mirasçı bahşedeceğini haber verir. Hz. İbrahim bunu garipser. En azından bu olay, kıssanın toplumda bilindiğini gösterir. Her ne kadar Kur'an'daki kıssayla aralarında tıpa tıp bir benzerlik olmasa da bizim kanaatimize göre, Kur'an'da yer alan kıssa, o gün için yahûdiler ve onlardan etkilenen Araplar arasında biliniyordu.

Her halükârda kıssa, Allah'ın peygamberlerinden birinin, Allah'ın kudretini gözle görmeye ilişkin arzusunun somutlaştığı tavrı yansıtmaktadır. İnandığı halde, yüce Al­lah, onun bu isteğini yerine getiriyor ki, inancı artarak pekişsin. Kıssanın vahyedilişi, Önceki kıssalarda olduğu gibi öğüt ve ibret alınmaya yöneliktir.

Biz, üç kıssanın ardarda indiklerini ve bu nedenle sûrenin bütünü içinde peşpeşe di­zildiklerini düşünüyoruz. Hatta, bir kerede inmiş olmalarını da ihtimal dahilinde görü­yoruz. Böyle olunca, önceki iki ayet, 256-257. ayetleri üzerine bir değerlendirme işlevi­ni yerine getirmiş olurlar.

Bu ve bundan önceki kıssa, kötü niyetten, düzenbazlıktan, inkarcılıktan ve büyüklük kompleksinden kaynaklanmadığı sürece, daha fazla mutmain olmaya Allah'ın ayetlerini daha iyi kavramaya, azametinin ve kudretinin göstergelerini somut bir şekilde gözlem­lemeye yönelik arzunun normal olduğunu ortaya koymaktadır. Bîr mü'minin böyle bîr şeyi arzulamasını engelleyecek bir şey yoktur. Böyle bir arzunun varlığı, mü'minin Al­lah ve gücü hakkında kuşkuya düştüğüne ilişkin bir gösterge veya kanıt olarak değer­lendirilemez. Çünkü şüphe ile iman bir arada olamazlar. Bütün olan şey şudur: Mü'mi­nin gaybi yakinini, gözleme dayalı yakine dönüştürecek bir gelişmeyi görmek istemesi son derece normaldir. Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste şöyle deniyor: "Biz İbrahim'den daha fazla şüphe etme hakkına sahibiz. Hani O: "Rabbim, ölüleri na­sıl dirilttiğini bana göster" demişti de Allah: "Yoksa inanmıyor musun?" deyince: "Ha­yır inanıyorum, ancak kalbimin tatmin olması için cevabını vermişti".

Müfessirlerin belirttiğine göre Peygamberimiz bazı insanların Hz. İbrahim'in Al­lah'ın kudretinden şüphe ettiğini sandıklarını görünce bu sözü söylemiştir. Ayrıca hadi­si de şüpheyi reddedici yönde yorumlamışlardır. Bu yoruma göre Peygamberimiz şunu demek istemiştir: "Biz şüphe etmediğimize göre İbrahim'in şüphe etmesi söz konusu olamaz[538].[539]

 

261-  Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başaktan yüz tane bulunan bir tek ta­nenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah ihsanı bol olandır, bilendir.

262- Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan'[540] ve eziyet verme­yenlerin[541] ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.

263- Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiç bir şeye ihtiyacı ol­mayandır, yumuşak davranandır.

264-  Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanma-yıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılma­yın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kaya­nın'[542] durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur[543] düş­tü mü, onu çırılçıplak[544] bırakıverir. Onlar kazandıkların­dan hiç bir şeye'[545] güç yetiremezler. Allah kafirler toplulu­ğuna hidayet vermez.

265-Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde ola­nı kökleştirip güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldı­ğında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin'[546] örneğine benzer ki, ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çişin-ti'[547] vardır. Allah yaptıklarınızı görendir.

266-  Hangi biriniz ister ki, altından ırmaklar akan hurma­lardan, üzümlerden bir bahçesi olsun, İçinde kendisinin olan bütün ürünler de bulunsun; fakat kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, üstelik zayıf ve küçük çocukları olsun böyle bir durumdayken ona ateşli bir kasırga'[548] isabet etsin de yanıversin. İşte Allah size ayetleri böyle açıklar ki, düşüne-sİniz.

267-  Ey iman edenler kazandıklarınızın iyi olanından'[549] ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendini­zin göz yummadan alamayacağınız'[550] bayağı'[551] şeyleri vermeye kalkışmayın'[552] ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır.

268-  Şeytan sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin haya­sızlığı emrediyor. Allah İse size kendisinden bağışlama ve bol ihsan vadediyor. Allah rahmetiyle geniş olandır, bilen­dir.

269-  Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine 298 hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası Öğüt alıp düşünmez.

270-  Her neyi nafaka olarak infak eder ve adak olarak ne­yi adarsanız, muhakkak Allah onu bilir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.

271-  Sadakaları açıkta verirseniz ne iyi; fakat gizleyip fa­kirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. O günahla­rınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.

272-  Onların hidayete ermesi, senin üzerinde bir yüküm­lülük değildir. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. Ha­yır olarak her ne infak ederseniz, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah'ın hoşnutluğunu istemekten başka bir amaçla infak etmezsiniz. Hayırdan her ne infak ederseniz -haksızlığa uğratılmaksızın- size eksiksizce ödenecektir.

273-  Sadakalar kendilerini Allah yolunda adayan'[553] fakir­ler İçindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremez­ler. İffetlerinden dolayı[554] bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip'[555]' insan­lardan istemezler. Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphe­siz Allah onu bilir.

274-  Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.

 

Allah Yolunda İnfak

 

"Mallanın Allah yolunda infak edenler..."Ayetlerde;

1) Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu bir örnekle somutlaş-tırılıyor. Buna göre onlar her bir başakta yüz tane bulunan yedi başak veren bir ürün ekip böylece büyük bir verim elde eden çiftçilere benzerler. Örneği izleyen değerlendir­me cümlesi ise teşvik niteliklidir; Yüce Allah, dilediğine salih amellerinin karşılığını fazlından kat kat verir. O'nun lutfu boldur. İnsanlann amellerini ve niyetlerini bilir.

2)  Matlarını Allah yolunda infak edip de ardından başa kakmayan, bağışta bulun­dukları kimselerin gururunu incitmeyenlerden övgüyle söz ediliyor. Söz, işaret veya davranışla onları rencide etmeyenler övgüyü haketmişlerdir. Onlar, Allah katında büyük bir ödül kazanacaklardır. O'nun katında korku veya üzüntü verecek bir durumla karşı­laşmayacaklardır.

3)  Başa kakma ve bağışta bulunulanın gururunu incitme yasaklanıyor. Ardından şu gerçeğe dikkat çekiliyor: Sadakaya muhtaç durumda olanlara güzel söz söylemek, ba-ğışta bulunurken sevgi ve şefkat göstermek, başa kakmaktan, onların gururlarını incit­mekten daha hayırlıdır. Allah'ın bu türden sadakalara ihtiyacı yoktur. O halimdir, sadaka verirken başa kakan, sadaka verdiği kimsenin gururunu rencide eden, böylece gaza­bını hakedenleri cezalandırma hususunda acele etmez.

4) Bu tür bir davranışın yasaklanışına yönelik ikinci uyarı ise, bunun sadakanın se­vabını geçersiz kıldığının vurgulanmasıdir. Bu tür davranışların mü'minlerden sadır ol­ması yakışık almaz. Bunu yapsa yapsa, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, insanlara gösteriş için malını harcayan bir kimse yapar. Bu türden sadakalar, altında sert bir kaya bulunan az toprağa benzer. Üzerine ne kadar yağmur yağarsa yağsın ürün vermeye el­verişli değildir. Çünkü yağmurdan sonra, toprak sele karışır gider, sert ve dümdüz bir kaya meydana çıkar. Bunların infak ettikleri şeylerden bir yarar sağlamaları mümkün değildir. Çünkü bu davranış Allah'a yakınlaşma, O'nun rızasını, katındaki hayırları ka­zanma duygusuyla sergilenmemiştİr. Onlar, kötü niyetli, iğrenç tıynetti inkarcılardır. Onların Allah'ın hidayetine ve hoşnutluğuna erişmeleri mümkün değildir.

5) Allah'ın rızasını elde etmek için içtenlikle ve samimiyetle, hayır amaçlı harcama­da bulunanların Örneği şudur: Verimli ve güzel bir bahçe. Bu bahçe iyi ürünler yetiştirir. İster sağnak şeklinde yağsın, ister hafif bir çisinti olsun, yağan her türlü yağmur ürünle­rinin kat kat artmasına yol açar.

6) Somutlaştırma amaçlı bir soruya yer veriliyor: Hangi biriniz ister ki, hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, bu bahçe iyi ve bol ürün versin. İçinden gürül gürül sular aksm. Sonra ateşli bir kasırga, bir sam yeli essin ve bu bahçeyi yakıp küle çevir­sin, aynı zamanda kendisi de ömrünün sonuna gelmiş olsun, bozulanı düzeltme imkanı­na sahip olmasın, üstelik bahçeyi yeniden onarmaları mümkün olmayan zayıf ve küçük çocukları da bulunsun? Bu örnekte, gösteriş amaçlı başa kakmalı ve rencide edici infak, yakıcı, kavurucu rüzgara benzetilmiştir. O da infakın ecrini silip süpürür. Ayrıca insanı Allah katında güç durumda bırakır ve telafisi de mümkün olmaz.

7) Müslümanlara yönelik bir direktife yer veriliyor. Sahip oldukları malların ve ka­zancın en iyi kısmından sadaka vermelerinin gerekliliği vurgulanıyor. Ancak ucuz bir fiyatla üstelik istemeye istemeye ve gözünü kapatarak alabilecekleri bayağı şeyleri in­fak etmeye yeltenmemeleri hususunda uyarılıyorlar. Bu arada yüce Allah'ın bu tür sa­dakalara ihtiyacının olmadığı ancak güzel ameliyle övgüyü hakedenleri de övdüğü be­lirtiliyor. Sahip oldukları malların Allah tarafından kendilerine nzık olarak verildiğine yönelik hatırlatma amaçlı bir işaretle meselenin önemine parmak basılıyor. Dolayısıyla müslümanlar kolaylarına geldiği kadarıyla kazançlarından, topraktan elde ettikleri ürün­den Allah yolunda gönül hoşnutluğuyla infak etmekle yükümlüdürler.

8) Cimrilik etmek ya da bayağı ve kötü şeyleri infak etmek ancak şeytanın telkinle­rinin bir sonucu olabilir. Çünkü insanları fakirlikle korkutan böylece infak etmelerine engel olan odur. O kötülükten, hayasızlıktan ve günahtan başkasını telkin etmez. Oysa yüce Allah insanları riyasız ve başa kakmasız infak etmeye çağırırken, aslında onları harcadıkları maldan daha hayırlısına çağırmaktadır. Rahmet ve bağışlama vadetmekte-dir. Kendilerine yönelik fazlını arttıracağını vurgulamaktadır. Hiç kuşkusuz, O'nun lutfu boldur. O, insanların hangi niyetleri taşıdıklarının ne tür davranışlar içinde olduklarını bilir.

9) Olguları gereği gibi kavrayanlardan övgüyle söz ediliyor ve bunun yüce Allah'ın dilediği kimselere, bahşettiği "hikmet" olduğu belirtiliyor. Kime hikmet verilmişse kuş­ku yok ki, ona çok hayır verilmiştir. Fakat aydınlık bir akla ve duyarlı bir kalbe sahip olanlar hikmeti elde eder, ondan yararlanabilirler.

10) Yüce Allah insanların hayır, iyilik ve kurban amacıyla yaptıkları harcamaları ve kendilerini bağladıkları adakları bilir. Fakat suçlu zalimler ve kötü tıynettiler Allah ka­tında bir yardımcı bulamazlar. Kur'an ifadesi, insanları infak ve adaklar hususunda iyi niyete, sadakaları ve kişinin kendini bağladığı adakları yerine getirmeye ve cimrilik et­memeye teşvik eder gibidir.

11)  Sadakalann her halükârda bir fazilet, hayır ve ibadet olduklarına işaret ediliyor. İster açıktan, ister gizlice muhtaçlara ulaştırsınlar, sonuç itibariyle fark etmez. Bu arada, infakı gizlice yapmanın daha hayırlı olduğu belirtiliyor. Yüce Allah'ın ki insanların ni­yetlerini ve amellerin bildiği vurgulanıyor. Gerçek ve ihlaslı mü'minlerin günahlannı örter, sürçmelerini hoş görür.

12) Peygamberimize veya mutlak olarak dinleyiciye bir hitap yöneltiliyor; bütün in­sanları hidayet erdirmekle yükümlü olmadığı insanları hidayete erdirme yetkisinin Al­lah'a ait olduğu belirtiliyor. Hitabın yönü müslümanlara çeviriliyor ve şu gerçeğe dik­katleri çekiliyor: Ne infak, ederlerse kendi yararlarına olacaktır. Yeter kî, Allah'ın rıza­sını gözetsinler. Allah, ecirlerini eksiksiz verecektir.

13) Bu arada, Allah yolunda faaliyet gösterdikleri için nzik edinme ve mal kazanma imkanına sahip olmayan ayrıca yüzsüzlük edip kimseden bir şey istemeyen müslüman fakirlerin durumuyla ilgilenmeleri gerektiği dile getiriliyor. Bunlara yardım etmek, in-fakta bulunmak daha büyük ve daha gerekli bir yükümlülüktür. Allah bu tür kişilere in­fak eden insanları bilir ve Ödüllerini eksiksiz verir.

14)  Son olarak her ortamda ve her koşulda gece gündüz, gizli açık mallarım Allah yolunda İnfak edenlerden söz ediliyor ve ecirlerinin Allah katında olduğu, korkmalarına ve mahzun olmalarına gerek olmadığı belirtiliyor.

Allah yolunda infak, fakirlere hayır amaçlı yardımda bulunmak ve bu davranışın fa­ziletleri, müstehaplan, mekruhları, adap ve şartlarıyla ilgili direktif ve uyarılar içeren bu ayetler, son derece etkileyici bir bölüm oluşturuyor.

Müfessirler, bölümün bazı ayetleriyle ilgili olarak çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bu rivayetlerin birinde 261. ayetin Tebük seferinin maddi finansmanı amacına yönelik olarak servetlerinin büyük kısmını bağışlayan Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf hakkında indiği dile getirilir. Bir diğerinde 267. ayetin kötü hurmalar getirip bunu o yıl-ki zekatları olarak sunan veya yoksullar yesin diye mescidin bir yerine asan bir topluluk hakkında indiği belirtilir. Bir başkasında 272. ayetin ehl-i kitaptan, yahudilerden veya müşriklerden yoksul olan bazı kimselere sadaka vermeyen ya da onlara sadaka vermek­ten hoşnut olmayan bazı müslümanlar hakkında indiği söyleniyor. Yine bu rivayetlerin birinde belirtildiğine göre 273. ayet suffa ehli hakkında inmiştir. Bunlar gariban ve yok­sul müslümanlardı. Rasulullah mescidinde yatıp kalkıyorlardı. Müslümanların bağışla-nyla geçiniyorlardı. Rasulullah'ın düzenlediği her sefere katılırlardı ve insanlardan bir şey istemekten de haya ederlerdi. Bir rivayete göre de 274. ayet, Ali b. Ebu Talip hak­kında inmiştir. Hz. Ali'nin dört dirhemi vardı. Birini gündüz, birini gece, birini gizli ve birini de açıktan infak etmişti[556].

İlk rivayetle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Tebük seferi, Medine döneminin sonla­rında düzenlenmiştir. Bu ayetlerde Bakara sûresinde yer aldıklarına göre Medine döne­minin başlarında inmişlerdir. Son rivayetse, kişilerin gece gündüz gizli ve açıktan sü­rekli olarak bağışladıkları mallardan söz eden ayetlerin akışıyla uyuşmamaktadır. Ama ikinci ve üçüncü rivayet, ayetlerin akışıyla örtüşüyor. Dolayısıyla sahih olabilirler.

Ne var ki, biz ayetlerin birbiriyle uyumlu, bütünlük arzeden birbiriyle bağlantılı bir bölüm olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla ayetlerin bir kerede indiğini rahatlıkla söyle­yebiliriz. Yine bizim kanaatimize göre, bu bölümde yeniden başa dönülüyor ve Allah yolunda savaş ve infak yükümlülüğünü içeren önceki bölümün giriş kısmıyla bağlantı kuruluyor. Dolayısıyla bu iki bölüm arasında yer alan ayetler, somutlaştırma, öğüt ver­me ve değerlendirme amaçlı ara söz niteliğindedir. Kur'an'ın bütünü açısından alışık ol­duğumuz bir üsluptur bu. Ancak bu durum söz konusu bölümlerin tümünün bir kerede inmiş olmasını gerektirmez. Peydcr pey ya da belli aralıklarla parça parça inmiş olmala­rı daha sonra aralarındaki münasebet ve yakınlıktan dolayı sûrenin akışının bu kısmına yerleştirilmiş olmaları muhtemeldir. Rivayetlerin bazısında özellikle ikinci ve üçüncü rivayette işaret edilen gelişmelerin meydana gelmemiş olması için hiç bir neden yoktur. Bu olaylar, ayetlerin indiği ortamda yaşanmış olabilir ve bunlara uyarı ve öğüt amacıyla işaret edilmiş olabilir.

Bölümü oluşturan ayetler son derece etkileyici telkinler, hayranlık uyandırıcı öğütler ve bu alanda zirve sayılacak direktifler içermektedir. Başka hiç bir düşünce sisteminde bu zirveye ulaşılması mümkün değildir. Evet, Kur'an'ın bu Ölümsüz direktif ve telkinle­rini şöyle sıralayabiliriz: Başa kakma ve rencide edici davranışlar içinde bulunmanın yasaklanışı. Güzel bir sözün, eziyet verici bir sadakadan üstün tutulması. Bayağı şeyler­den değil, helal ve güzel şeylerden infak edilmesinin gerekli olduğunun vurgulanması. Elde ettikleri rızkın Allah'a ait olduğunun dile getirilmesi. Mal Allah'ındır; O, infak et­tikleri şeylerin helal ve güzel mi yoksa bayağı şeylerden mi olduğunu bilir. Dolayısıyla helal ve güzel şeylerden infak etmeleri kendileri açısından daha iyidir. Nerede ve hangi ortamda olursa olsun, Allah yolunda ve fakirlere yardım amacıyla infakın teşvik edilme­si. Sadaka verilen kişinin etnik kökenine ve dinine bakmamak gerekir. Çünkü sadaka, ancak Allah rızası için verilir. İnsanları doğru yola iletme yetkisi yüce Allah'a aittir. Dolayısıyla bir fakirin sırf dini ayrıdır diye, mahrum bırakılması doğru değildir. Gizli yapılan bağışların daha üstün olduklarının vurgulanması. Böylesi, sırf Allah rızası için olmak bakımından daha uygundur. Ayrıca sadaka verilenin onurunu da rencide etmez. Sadaka vermekten kaçınmanın şeytanın vesvesesi olduğunun belirtilmesi. Şeytan, mal sahiplerini fakirlikle korkutur. Oysa yüce Allah sadaka verenlere bağışlanma ve bol lu-tuf va'dediyor. Yüzsüzlük edip insanlardan bir şey istemeyen veya Allah yolunda ve müslümanların maslahatı uğrunda kendini adayan fakirlere gereken ilgiyi göstermek, onların geçimlerini garanti altına almak gerektiğinin vurgulanması...Allah'ın tavsiyele­rine uygun hareket etmenin derin bir hikmet olduğunun vurgulanması. Aydınlık akıl sa­hipleri ve kalpleri duyarlı olanlar bu uyarıları dikkate alıp, onlara uygun hareket etmekle yükümlüdürler. Bu ilkelerden sapanların kendilerine zulmedenler olduklarının dile geti­rilmesi. Allah böylclcrinc yardım etmez. Son olarak yüce Allah'ın müslümanın Allah yolunda yaptığı harcamanın kat kat arttıracağına ilişkin teşvik edici va'di...

Müfessirler bu ayetlerin açıklaması bağlamında bir çok hadis rivayet etmişlerdir. Bu hadisler de başka açıdan etkileyici direktifler içermekte ve bunlar Kur'an direktifleri ve telkinleriyle paralellik oluşturmaktadır. Bir yandan da Kur'an'da değinilmeyen hususla­ra açıklık getirilmektedir. Bu hadislerin birinde insanlardan bir şeyler istemesi helal olan insanın kim olabileceği belirtiliyor: "Şu üç kişinin dışında kalanların dilenmesi, insan­lardan birşeyler istemesi helal olmaz: Bir adam, diyet ödemek zorunda kalır, bu yüzden insanlardan yardım ister. İhtiyacını giderince de istemekten vazgeçer. Bir adamın başı­na bir musibet gelir, malı telef olur. Bu yüzden normal bir geçinme düzeyine erişene ka­dar insanlardan ister. Bir adam herhangi bir nedenle yoksul düşer ve halkından dene­yimli üç kişi "falan adam yoksul düşmüştür", dese bu adam normal bir geçinme düzeyi­ne erişene kadar insanlardan İsteyebilir. Bu üç durumun dışında dilenmek, haramdır. Bu durumda kişi, haram mal yemiş olur"[557]. Aynı konuya ilişkin olarak rivayet edilen bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Yeterince malı olduğu halde insanlardan isteyen bir kimse, kıyamet günü dilenişi yüzünde bir tırmalama (veya yırtık ya da ısırık izi) olarak göründüğü halde getirilir. Orada hazır bulunanlar: "Ya Rasulullah, yeterli malın miktarı ne kadardır?" diye sordular. Buyurdu ki: "Elli dirhem ve ona denk miktarda altın[558]. Üçüncü bir hadisle, Rasulullah şöyle buyuruyor: "Dilenme ancak şu üç kişi için helal­dir: Şiddetli bir yoksulluğa duçar olan. Ağır bir borcun altına giren ve kan diyeti vermek zorunda olan kimse"[559]. Bir diğer hadiste şöyle buyuruluyor: "Hiç şüphesiz Müslüman olan, kendisine yeterince nzık verilen ve yüce Allah tarafından kendisine verilenle ye­tinme kanaati verilen kimse kurtuldu[560]. Bir başka hadiste şöyle buyuruluyor: "Nefsi­mi elinde tutan Allah'a andolsun ki, birinizin ipini alıp odun sırtlaması, bir adamdan is­temesinden, isteğinin karşılanıp veya reddedilmesinden daha hayırlıdır[561]. Hakim b. Hazam'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyuruluyor: Rasulullah'tan bir şeyler iste­dim, bana verdi. Sonra tekrar istedim yine verdi. Bir kez daha istedim, bu seferde istedi­ğimi verdi, ardından şunu söyledi: Ey Hakim şu mal, yeşildir ve tatlıdır. Kim onu nefis cömertliğiyle alsa bereketlenir. Kim de onu nefis tamahıyla alsa bu mal bereketli olmaz. Tıpkı ne yese doymaz bir insan gibi olur. Veren el, alan elden hayırlıdır"[562]. Hz. Ebube-kir'in kızı Esma'dan şöyle rivayet edilir: "Rasulullah, bana dedi ki: "İnfak et, ama ver­diğini sayma; sana verilenler de sayılır. Cimrilik etme; sana da cimrilik edilir[563].[564]

 

275- Faiz'[565] yiyenler ancak şeytan çarpmış[566] olanın kaikışı gibi kalkarlar. Bu onların: "Alım satım da ancak faiz gibi­dir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de fa­ize bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah'a aittir. Kim faize geri dönerse artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.

276-  Allah, faizi yok eder[567]' de, sadakaları arttırır. Allah, günahkâr kafirlerin hiç birini sevmez.

277-  İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dos­doğru kılanlar ve zekatı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katırdadır. Onlara korku yoktur ve onlar mah­zun olmayacaklardır.

278-  Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve eğer inanmışsa-nız faizden arta kalanı bırakın.

279-  Şayet böyle yapmazsanız, Allah'a ve Rasulü'ne karşı savaş açtığınızı bilin[568]'. Eğer tevbe ederseniz'[569] artık serma­yeleriniz sizindir. Böylece ne zulmetmiş olursunuz, ne zul­me uğratılmış olursunuz.

280-  Eğer borçlu zorluk içindeyse ona elverişli bir zamana kadar[570]' süre verin[571]. Borcu sadaka olarak bağışlamanız İse, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.

281-  Allah'a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapıl­mayacaktır.

 

Faiz Meselesi

 

Bu ayetlerde;

1) Faiz alan ve faiz yiyen kimseleri uyarma ve davranışlarının iğrençliğini sergileme amacına yönelik bir örnek veriliyor. Bunlar kıyamet günü kabirlerinden kalktıkları za­man bir saralı gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Bunun nedeni faizi helal saymaları ve o-nun da alış veriş gibi olduğunu ileri sürmeleridir. Oysa Allah alış verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır.

2)  Bu ayetin inişinden önce faize bulaşanlara, faizle alış veriş edenlere bir uyarıda bulunuluyor. Buna göre bu uyandan gerekli dersi çıkarıp Allah'ın emri doğrultusunda faize son verenlerin eskiden aldıkları kendilerinde kalacak ve işleri Allah'a havale edi­lecektir. Bu uyarıya rağmen faizden vazgeçmeyenler ebediyen ateşte kalmayı hakede-ceklerdir. Çünkü bu davranışları haramı helal sayma anlamına gelir.

3) Faiz ve sadakanın gerçek mahiyetine ilişkin olarak ilahi bir duyuru yer alıyor. Al­lah faizle elde edilen geliri siler, faizli mala bereket vermez. Beri tarafta bir kısmı sada­ka olarak verilen mal gelişir, büyür, sadaka verenlerin ecirleri de katlanarak artar. Allah, haramları helal sayan, günah işleyen kafirleri sevmez.

4)  Namazı dosdoğru kılan, mallarının zekatını veren, haramı helal saymayan, gü­nah işlemeyen salih mü'minlerden övgüyle sözediliyor. Bu anlam şu cümlelerin kap­samındadır:  "İman edip güzel amellerde bulunanlar..."   "Şüphesiz onların ecirleri Rablerinin kalındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır".

5) Mü'minlere yönelik bir hitap yer alıyor: Allah'tan korkup sakınmaya O'nun emir ve yasaklarını çiğnememeye davet ediliyorlar. Şayet gerçek mü'minler iseler insanlarda bulunan faiz borçlarından vazgeçmeleri sadece sermayelerini almakla yetinmeleri isteni­yor. Ardından çok sert bir ültimatom veriliyor: Eğer tevbe edip faizli alış verişe son ver­meyecek olurlarsa, bu davranışları Allah'a ve Rasulü'ne savaş açmak anlamına gelir ve­ya Allah ve Rasulü'nün kendilerine savaş açmasının gerekçesi olur.

6) Yine mü'minlere yönelik olarak bir diğer emir veriliyor: Zor durumdaki borçluya, düzlüğe çıkana kadar süre tanımaları, sıkıştırmamaları gerekir. Hatta zor durumda olan borçludaki alacaklarından vazgeçip sadaka olarak bağışlamalarının daha hayırlı olacağı dile getiriliyor.

7)  Allah'ın huzuruna çıkacakları bir günün musibetlerinden dehşet verici olayların­dan sakınmaları isteniyor. O gün herkes hakettiğini eksiksizce ve haksızlığa uğratilmak-sızın alacaktır. Ayetin içerdiği anlamdan çıkan sonuca göre söz konusu günün dehşetin­den sakınmanın yolu, Allah'ın emirlerine uyup yasaklarına riayet etmektir.

Ayetler, faiz meselesi ve faizin haram kılınışı ile ilgili bir bütünlük arzediyor. Bu­nunla beraber önceki bölümle bir bağlantısının olduğu da sezinleniyor; özellikle zor du­rumda olanların borçlarının bağışlanması, onlara sadaka verilmesi ile ilgili teşvik edici ifadeler noktasında. Bir de yüce Allah'ın faizi yok ettiği, sadaka verenlerin mallarım ise arttırıp çoğalttığı noktasında bir bağlantı kurulabilir. İncelediğimiz bu ayetler bir kerede inmiş olabilir. Sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmaları ya önceki bölümden sonra in­miş olmalarından ya da aralarındaki içerik yakınlığından kaynaklanan bir durumdur.

Şunu da hatırlatalım ki, Rum sûresinde geçen bir ayette faizle zekat arasında bir kar­şılaştırma yapılıyor ve faizin kötülüğüne ve zekatın iyiliğine, yararlılığına vurgu yapılı­yor: "İnsanların mallarından artsın diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Al­lah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekat ise, iste kat kat arttıranlar onlardır" (Rum, 39). Dolayısıyla Kur'an'm ifade tarzı arasındaki uygunluğu gözlemleyebiliriz. Bu ayeti de, incelediğimiz bölümle önceki bölüm arasındaki bağlantının bir tanığı olarak değerlendi­rebiliriz.

Müfessirler[572] ayetin Abbas b. Abdulmuttalib ve Halid b. Velid'in ya da Muğire-oğullan'ndan bir adamın müslüman olmadan önce Sakif kabilesinden bazı kimselere fa­izle verdikleri borçlarını faiziyle birlikte istemeleri ve sorunun Peygamberimize götürül­mesi üzerine indiğini rivayet etmişlerdir. Yine bu rivayetlere göre 281. ayet, Kur'an'ın inen son ayetidir. Dediklerine göre cahiliye döneminde bir adam bir başkasına belli bir süre için borç verip de belirlenen süre sonunda borçlu borcunu veremeyecek olsaydı, belli bir fazlalık karşılığında süre uzatılırdı. İşte faiz budur.

Kanaatimize göre ayetler üslup ve içerik olarak birbiriyle uyumlu tam bir bölüm gö­rünümündedir. Bu yüzden ayetlerin bir kerede indiklerini düşünüyoruz. Ama İslam'dan önce faizle borç para veren bazı müslümanların zor durumdaki borçlularını sıkıştırmala­rı üzerine bu ayetlerin inmiş olması da ihtimal dahilindedir.

Gödüğümüz kadarıyla bölümün son ayetiyle hemen öncesindeki ayet arasında güçlü bir bağ ve uyum vardır. Bu yüzden, bölümün son ayetinin tek başına ve Kur'an'ın son ayeti olarak indiğine ilişkin rivayeti ihtiyatla karşılıyoruz. Bizim değerlendirmemize gö­re sözkonusu ayet de bölümün diğer ayetleriyle birlikte inmiştir. Şayet adı geçen ayetin, Kur'an'ın inen son ayeti olduğuna ilişkin rivayetin aslı varsa, bu durumun bölümün tü­mü için geçerli olması söz konusu olur. Buhari konuya ilişkin olarak İbn Abbas'tan bir hadis rivayet eder[573]; "Peygamberimize inen son ayet, faiz ayetidir. "İbn Kesir, Hz. Ömer'den şöyle rivayet eder[574]: "En son olarak faiz ayeti inmiştir". (Bir diğer rivayette) "Kur'an'ın en son inen ayeti, faiz ayetidir. Rasulullah vefat etti ve bu ayeti bize tefsir etmedi. Bu yüzden "faizden vazgeçin, faizle ilgisi bulunmayan alış verişlere yönelin" veya "faizden ve şüpheden vazgeçin". Bu iki rivayeti göz önünde bulundurarak [575]. ayete kadarki faiz bölümünün Peygamberimizin son dönemlerinde ve bir kerede indik­lerini söyleyebiliriz. Peygamberimizin Veda Haccı'nda şöyle buyurduğu rivayet edi-lir28': "Faizin her çeşidi ayağımın altındadır. Ancak sermayeleriniz sizindir. Ne zulme­der ne de zulme uğratılırsınız. Allah faizin olmamasına hükmetti. Abbas b. Abdulmutta-lib'in aldığı faiz bütünüyle ayaklarımın altındadır". Bu hadisten da aynı sonucu çıkara­biliriz. Çünkü Abbas, Mekke fethinden Önce iman etmiş ardından Medine'ye hicret et­miştir. Eğer bu ayetler Veda Haccı'ndan önce inmiş olsalardı, Hz. Abbas için vazgeçil­mesi gereken bir faizden söz edilmezdi. Çünkü onun Allah'ın bu kesin emrine uymasın­dan başka bir şey beklenemez.

Bununla beraber, ileride de yeri geldikçe değineceğimiz gibi Kur'an'ın inen son ayeti olarak başka ayetlere işaret eden birçok rivayet yer alır kaynaklarda.

incelediğimiz ayetlerin ifade biçimi faizin haram kılmışı bağlamında kesin ve serttir. Müfessirler cahiliye dönemindeki faiz uygulamasının tanımı ile ilgili olarak söyledikle­rinin yamsıra Peygamberimizden ashabından ve tabiin ulemasından hadisler, rivayetler ve görüşler aktarmışlardır[576]. Bunların bir kısmı, sahih hadis kaynaklarında da geçmek­tedir. Bu değerlendirmeler İslam'ın faize getirdiği tanımla ilgili bir fikir vermektedir. Buna göre faiz; ölçü, tartı ve tür olarak aynı olan bir malı karşılıksız olarak verdiğinden fazla almaktır. Muamelenin peşin ve veresiye şeklinde olması farketmez. Bir adam bir başkasına altın, gümüş, buğday ya da hurma verse, sonra altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday ve hurmaya karşılık hurma ama tür veya ölçü olarak fazla alsa işte bu fazlalık ayetlerin haram kıldığı faizdir; ödeme belli bir süre son­ra olsa da. Tür, ölçü ve tartı açısından tam eşitlik gözetildikten sonra, altına karşılık al­tın, gümüşe karşılık gümüş ve buğdaya karşılık buğday almanın hiç bir sakıncası yok­tur. Bir adam bir başkasına altın verse karşılığında da gümüş veya arpa ya da hurma alsa yahut arpa verip karşılığında buğday alsa, ama tartı, ölçü ve tür olarak fazla alsa, bu al­dığı kârdır, helâldir. Çünkü yapılan iş, peşin veya veresiye şeklinde de olsa, neticede alış veriştir. Fıkıh bilginleri peşin muamelelerde uygulanan faiz türüne "riba et-tefadul" (arttırma faizi), borç şeklindeki faiz muameleline de "riba en-nesie" (erteleme faizi) der­ler. Ubade b. Samit kanalıyla rivayet edilen ve sünenlerde yer alan bir hadiste Rasulul-lah'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Altın altına, gümüş gümüşe ve buğday buğdaya, arpa arpaya, hurma hurmaya, tuz tuza karşılıktır; eşit, denk ve başa baş bir şekilde. Bu türlerde değişiklik olunca, dilediğiniz gibi alış veriş edebilirsiniz. Ama arttıran veya art­tırmasını isteyen faizle muamele etmiş olur. Alanla veren bu hususta eşit sorumluluk ta­şımaktadırlar[577].

Ayetlerin akışından anladığımız kadanyla insanlar, Rasulullah zamanında arttırmayı (faiz anlamında) kâr gibi görüyürlardı. Tür ve ölçü açısından eşitliğin olup olmamasını önemsemiyorlardı. Bu tür bir muameleyi alış veriş olarak değerlendiriyorlardı. Ama bu ayetler iki uygulama arasındaki farka dikkat çekti. Çünkü değişik türden olan iki mal üzerinde yapılan alış veriş esnasında bir miktar arttırarak almak, emeğin, vaktin, malın ve meşguliyetin karşılığıdır. Oysa denk türlerin, malların ve miktarların el değiştirme­sinde fazladan bir miktar almak, karşılığı bulunmayan bir arttırmadır.

Yine ayetlerin ruhundan anladığımız kadarıyla faiz muamelesinin uygulanışında ih­tiyacın ve ekonomik zorlukların büyük etkisi vardı. Faizin el değiştirmesi, alış veriş ve ticaret şeklinde olmuyordu. Yani adam geçinmek için bir mala, özel hayatında bir eşya­ya ihtiyaç duyardı. Bu ihtiyacını gidermek amacıyla belli bir süre sonra geri iade etmek ama bir miktar da fazladan vermek üzere borç alırdı. Rivayetlerde belirtildiğine göre borçlunun ekonomik zorluklar içinde olmasından dolayı bazen faiz katlanarak arttırdı. Kimi zaman borçlunun elinde ve avucunda olan her şey faize giderdi. Al-i İmran süre­sindeki şu ayet, buna işaret etmektedir: "Ey iman edenler faizi kat kat arttırılmış olarak yemeyin. Ve Allah' tan sakının, umulur ki kurtulursunuz" (Al-i İmran; 130).

Eğer incelediğimiz bu ayetlerin, Kur'an'in inen son ayetleri olduğuna ilişkin görüş­ler sahihse -ki sunduğumuz rivayetler, bu değerlendirmeyi pekiştirmektedir- bu durum­da Al-i İmran sûresinin bu ayeti, kat kat arttırılmış faizi yeme yasağına giden bir ilk adım olarak inmiştir. Sonra incelediğimiz bu ayetler, faizi kesin olarak haram kılmak üzere inmişlerdir. Kur'an'ın yasama yöntemi, şer'i hükümler koyma üslubu budur. Vah­yin inişine esas oluşturan ilahi hikmet, köklü ve toplum hayatında büyük etkisi bulunan gelenekleri kaldırma bağlamında aşamalı bir metodun izlenmesini öngörmüştür. Bu sû-renîn değişik yerlerinde yeri geldikçe işaret ettiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim içki ve kuma-nn haram kılmışında da aynı yöntemi izlemiştir. Çünkü her iki uygulamanın da toplum hayatı üzerinde derin ve güçlü bir etkisi vardı.

Yukarıda işaret ettiğimiz Al-i İmran sûresinin ilgili ayetinin faizle Ügili seri hükme ilişkin bir ilk adım olduğunu söylememiz gerçeğin ifadesidir; ancak faizin kötülüğünün, ondan kaçınılması gerektiğinin ilk işaretleri, Mekke inişli Rum sûresinin şu ayetinde ve­rilmiştir: "İnsanların mallarından artsın diye verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. A-ma Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekat ise, iste kat kat arttıranlar onlardır" (Rum; 39). Böylece Meke inişli ayetlerle, Medine inişli ayetlerin içerdikleri direktif ve telkinlerin uyumu bu meselede de kendini göstermiştir. Bir farkla; her dönemde inen ayetler, meseleleri kendi dönemlerinin üslubuna uygun olarak ele almışlardır.

İncelemekte olduğumuz ayetler, faizin iğrençliğini ve haram oluşunu vurgulamanın yanısıra, iyilik, hoşgörü ve müslümanlar arası dayanışma, yardımlaşma duygusunu da teşvik etmektedir. Bir adam sıkıntıya düştüğü zaman, kendisini bu sıkıntıdan kurtaracak bir şeye muhtaç olduğu zaman, gidip durumu iyi olan kardeşinden gönül rahatlığıyla, karşılık veya fazladan bir miktar vermeden, alabilmelidir. Bir adam bir şekilde borçlan­dıktan sonra, eğer durumu da iyi değilse, alacaklıdan şefkat, merhamet ve süre genişliği görmelidir. Bedel ya da fazladan ödeme altına girmemelidir. Eğer borçlunun sıkıntısı had safhada ise, alacaklı Allah rızası için alacağını sadaka olarak bağışlama erdemliliği­ni göstermelidir. Kuşkusuz, bunlar tüm zamanlan kuşatan evrensel direktif ve telkinler­dir.

Büyük maddi sıkıntıları içinde olan muhtaçların oluşturduğu manzara, faizci-tefeci-lerin onları sıkıştırmaları, sömürmeleri, böylesi zor zamanlarda faizin yol açtığı yıkım, toplumsal felaket, neden olduğu kin ve nefret, bundan dolayı borçluların içine düştüğü onur kırıcı, alçaltıcı durum, yaşanan bunalımlar her zaman izdirap veren, büyük çökün­tülere meydan veren acı manzaralardır. Faizin egemen olduğu toplulukta yüzler asık ve bunalımlı olur. Faizin yol açtığı bu manzaraları önlemek bağlamında ilahi hikmet kesin ve derin etkili bir üslup seçmiştir. Bu üslupta iyilik, şefkat, yardımlaşma, hoşgörü ve sa­daka amacı belirgindir. Yani, müslümanlar arasında güçlü, köklü ve etkili bir sosyal da­yanışma öngörülüyor.

Müfessirlerin vurguladıkları hususlar arasında şu da vardır: Faizle uğraşmak çalışma hayatını ekonomik canlılığı ve ticari potansiyeli zayıflatır. Çünkü faizin özelliği, tıpkı kumar gibi kolay elde edilen bir kazanç olmasıdır. Hiç kuşkusuz bu da az önce işaret et­tiğimiz değerlendirmelere eklenmesi gereken ilgi çekici bir husustur.

Tevrat'ın bazı bölümlerinden anladığımız kadarıyla, Musevi şeriat, İsrailoğullannm birbirlerine faiz alıp vermelerini yasaklamıştır[578]. Anladığımız kadarıyla bu uygulama, İsrailoğullanmn eski dönemlerinde geçerliydi. O zamanlar kapalı bir toplum görünü-mündeydiler. Başkalarıyla ilişkileri genellikle düşmanlık esası üzerine ve kopuktu. Son­raki dönemlerde, şeriatlarının ruhuna muhalefet ettiler ve büyük oranlarda faiz uygula­malarına bulaştılar. Bu yüzden şu ayetteki eleştiriyi hakketttiler: "Ondan nehyediidikleri halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri..." (Nisa; 161). Arap zenginleri de faizle iş görüyorlardı. Benzeri yıkım manzaralarını, Arap toplumunun dı­şındaki yerleşim birimlerinde de görmek mümkündü. Şüphesiz İslam şeriatı, faizi haram kılarken, insana yakışan bütün ırkları ve renkleri kucaklayan, açık bir toplum kurmayı hedeflemiştir.

Peygamberimizden faizden kaçınmayı, faizle iş görmekten uzak durmayı öğütleyen, uyaran birçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri, Müslim, Ebu Davud ve Tirmi-zi'nin Cabir'den rivayet ettikleri şu hadistir: "Rasulullah faiz yiyeni, yedireni, yazanı ve şahid olanı lanetledi ve "hepsi de birdir" dedi"[579]. Berra'nın Azib'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Faiz yetmiş iki çeşittir. En azı, insanın kendi annesiyle zina etmesi kadar ağır bir suçtur...[580]

İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Rasulullah buyurdu ki: Kim bir hakkı gasbeden bir zalime teşvik edici mahiyette destek olursa, şüphesiz Al­lah'ın ve Rasulullah'ın zimmetinden çıkmıştır. Kim faizden bir dirhem yese, o otuz üç kere zina etmek kadar ağır bir suç işlemiştir. Kimin eti, haram kazançtan oluşmuşsa, ateş onun için en uygun karşılıktır"[581].

Kur'an ayetlerinin ve hadislerin ruhundan ayrıca, kat kat arttınlan faizin yol açtığı felaket ve yıkım manzaralarından anladığımız kadarıyla, faiz bu yıkımlardan, felaketler­den, insanların belini büken katlanarak artış temayülünden dolayı haram kılınmıştır.

Bugün müslümanlar, bunların tümünü yaşamaktadırlar. Zenginlerin yoksul çiftçile­rin emeğini, alın terini sömürdüklerine şahit oluyoruz. Yüz lira borç veriyorlar bir yıl sonra veya bir hasad dönemi sonunda yüz otuz, yüz kırk ve yüz elli lira alıyorlar. Faiz bu çiftçilerin bütün arazilerini, gelirlerini ve sürülerini ellerinden alır. Onur kinci bir du­ruma düşmelerine neden olur. Babalarımızdan bunun gibi bir çok yaşanmış olay dinle­dik. Ülkemizde ve diğer Arap ülkelerinde duyduk gördük. Faizciler, bazı cahil şeyhler bulup, uygulamalarını güya haram faizin çerçevesinden çıkarmak amacına yönelik ola­rak onlardan fetva alırlar. Dolayısıyla borç senedinde yazılı olan meblağın dışında tama­men şekli bir alış veriş gerçekleştirerek faizden kurtulmak isterler. Birçok insanın yıkılı­şına, tükenişine şahit olduk. Daha önce zengin ve saygınken yoksul ve onursuz duruma düşüşlerini ibretle gördük. Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, yüce Allah'ın ihlasla, samimi bir inançla, zekat ve sadaka vermek suretiyle yoksullara yardım eden mü'minlere yönelik teşvik edici telkinlerinin, mallarını arttıracağını bildirmesinin altında bu sosyal ge­rekçeler yatmaktadır. Allah'ın bu direktifleri, mü'minleri sosyal felaketlerden, yıkımlar­dan korumaya yöneliktir. Allah'ın direktifleri uyarınca hareket eden mü'minler Allah'ın lutfu sayesinde, O'nun nimeti gereğince rahat ve huzurlu bir hayat sürdürürler. Bir kez daha Kur'anî bir mucizeyle karşı karşıya kalıyoruz: "Allah faizi yok eder, sadakaları arttırır". Hiç şüphesiz Allah doğru söylüyor. [582]

 

282-  Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızda bir katip doğru olarak'[583] yaz­sın, katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçın­masın, yazsın. Üzerinde hak olan da yazdırsın'[584] ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiçbİrşeyi eksiltmesin'[585]'. Eğer üzerinde hak olan düşük akıllı'[586] ya da zaaf sahibi'[587] veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğ­ru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki er­kek yoksa şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak'[588] iki kadın da olur. Şa-hidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar[589]'. Onu az olsun, çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil, şahİdlİk için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır[590]'. Ancak aranızda devredip durdu­ğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yaz­mamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış veriş ettiğiniz­de de şahit tutun. Yazana da şahide de zarar verilmesin. Aksini yaparsanız, o kendiniz için fısktır. Allah'tan sakının. Allah siz öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.

283-  Eğer yolculukta iseniz ve katip bulamazsanız, bu du­rumda alınan rehin yeter. Şu durumda eğer birbirinize gü-veriyorsanız, kendisine güven duyulan Rabbi olan Al­lah'tan sakınsın da emanetini ödesin. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse artık şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı bilendir.

Sefihen Düşük akıllı veya mümeyyiz olmayan (bir hastalıktan veya yaşlılıktan ya da çocukluktan dolayı).

 

Borç Ve Alış-Veriş

 

"Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman..." İfadeleriyle başlayan iki ayet, borç ve alış veriş meselesinde nasıl davranmaları ge­rektiği hususunda müslümanlara bazı direktifleri içermektedir:

1) Belli bir süre için borçlandıkları zaman, bunu yazıya döküp belgelemeleri gerekir.

2)  Katip de belgeyi doğru yazmakla yükümlüdür. Borçlanma belgesini bu şekilde yazmasına hiç bir şey engel olmamalıdır. Çünkü bu emri veren yüce Allah ona bunu öğ­retmiştir.

3) Borçlanan kişi de katibe aldığı borcu yazdırmakla yükümlüdür. Açıklamada bulu­nurken Allah'tan korkmalı ve aldığı borcun miktarını eksik söylememelidir. Şayet borç­lanan kişi temyiz gücünden yoksun veya bedensel olarak güçsüz ya da hasta ise onun velisi borçlandığı miktarı ve şeklini katibe yazdırmakla yükümlüdür.

4) Müslümanlar, borçlanma işleminin yazıldığı belgenin hazırlanışına iki erkeği ve­ya bir erkek ve razı oldukları güvendikleri iki kadını şahit göstermek zorundadırlar. İki erkeğin bulunmaması durumunda bir erkeğin yanında iki kadının şahitliğinin Ön görül­müş olması, birinin unutması durumunda diğerinin ona hatırlatması içindir.

5) Çağırıldıkları zaman, şahitlerin bundan kaçınmaları caiz değildir.

6)  Müslümanlar, miktarı az olsun, çok olsun borçlanma işlemini belgelemekten üşenmemelidirler. Çünkü böylesi, Allah katında daha iyi, adalete daha uygun ve arala­rında bir şüphenin meydana gelmesi için daha garantilidir.

7) Bir ticari muamele peşin olduktan sonra, bunun yazıya dökülmemesinin herhangi bir sakıncası yoktur. Biri sattığı malı, biri de karşılığını o anda veriyorsa, bunun için bir belgenin düzenlenmesi gereksizdir.

8) Aralarındaki alış verişleri şahidler huzurunda yapmakla yükümlüdürler.

9) Hİç bir şekilde ve hiç bir durumda katibe veya şahide zarar verilmemeli, sözlü ya da fiili tacizde bulunulmamalıdır. Bu günahtır ve Allah'ın emirlerine isyan demektir.

10) Eğer taraflardan biri veya her ikisi yolculuğa hazırlanıyorsa ve borçlanma belge­sini yazacak bir katip bulamıyorlarsa, belge yerine geçmek üzere borçlunun alacaklıya bir rehin vermesi uygundur.

11) Bir kimse birine güveniyorsa, güven duyulan kişi arkadaşının kendisine yönelik güven duygusunu ve bu zannını gerçekleştirmeye, doğrulamaya çalışmalıdır. Dolayısıy­la, kendisine verilen emaneti doğru ve eksiksiz bir şekilde yerine ulaştırmahdır.

12) Bir insanın herhangi bir konuda şahitliği gizlemesi caiz değildir. Şahitliği gizle­yenin kalbi günahkârdır.

13) Mü'minler her durumda, Allah'tan korkup sakınmalı, aralarındaki muamelelerde O'nu gözetmelidirler. O kendileri için iyi, güzel olan şeyleri öğretiyor, çıkarlarına uy­gun prensipleri koyuyor. O, her şeyi bilir. Yapılan her şeyden haberdardır.

İlk ayet, Kur'an'da yer alan en uzun ayettir. İbn Kesir Şuayb b. Müseyyeb'e dayana­rak şöyle der: "Bana ulaşan haberlere göre, arştan en son inen Kur'an ayeti budur". İn­celediğimiz bu iki ayetin iniş sebebine ilişkin olarak belli bîr rivayete rastalayamadik. Bize öyle geliyor ki, bu ayetlerle önceki ayetler arasında, geçiş niteliğinde bir bağlantı vardır. Önceki ayetlerde borçtan ve alış verişten söz edilmişti. Bu iki ayetse konuya iliş­kin seri hükümleri belirlemek üzere inmişlerdir. Bizim kanaatimize göre, bu ayetler ön­ceki ayetlerden hemen sonra inmişlerdir ve aralarındaki içerik ve iniş zamanı yakınlığı dolayısıyla bu tarzda tertib edilmişlerdir.

İbn Kesir, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Bu ayetlerin ilki, belli bir za­man için yapılan "selem" muamelesi ile ilgili olarak inmiştir. (Selem; gelecek hasad mevsiminde elde edilecek belli bir mahsulü, fiyatını peşin almak suretiyle satmak şek­lindeki alış veriş türünün adıdır). Ben şahidim ki, belli bir süre için yapılan ödünç alış verişi (selef) Allah helal kılmıştır". Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Selef şeklinde ödünç veren, belli bir ölçeği, belli bir tartıyı belli bir süre için versin". Ancak "belirli bir süre için borçlandığınız zaman..." cümlesindeki mutlak ifade, prensi­bin her türlü borç alış verişini kapsayıcı nitelikte konulduğunu göstermektedir.

Ayetlere damgasını vuran eğiticilik ve yaşam özelliğinin şaşırtıcı güzelliği son dere­ce belirgindir. Bunu ayrıca vurgulamaya gerek yoktur. Bu prensipte müslümanlann eği­tilmesi, ticari muamelelerinin sağlama bağlanması, aralarındaki ilişkilerde hak ve adale­tin egemen kılınması göz önünde bulundurulmuştur. Çeşitli sorunlara ihtilaflara ve bo­zukluklara yol açan başı boşluğun, düzensizliğin önlenmesi amaçlanmıştır. Buna bağlı olarak dünyevi işlerinin yükümlü oldukları hak, adalet, karşılıklı güven ve uyum esasla­rı üzerine düzenlenmesi telkin edilmektedir: "Ancak aranızda devredip durduğunuz ve pe§in olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur" cümlesinden algıladığımız kadarıyla peşin alış verişlerin yazılması daha iyidir; ancak kolaylık ve hafiflik olsun diye buna istisna getirilmiştir.

Müfessirler, bazı tabiin ulemasına dayanarak ayetlerin İçeriğiyle ilgili olarak iki ihti­malden söz etmişlerdir[591]. Bu ihtimallerden birine göre, borcun yazılmasına ve bu mu­amelenin şahitler huzurunda yapılmasına ilişkin emir, bir teşvik niteliğindedir ve müste-haptır. İkinci ihtimal ise ayetlerin içerdiği emir ve direktiflere uymak vaciptir, zorunlu­dur.

Ayetlerin akışından ve içeriğinden sık sık yapılan vurgulardan ayrıca peşin alış ve­rişleri yazmamanın bir sakıncasının olmadığının belirtilmesinden, bununla beraber (söylediğimiz gibi) bu tür alış verişlerde bile yazmanın daha iyi olacağının telkin edil­mesinden, ikinci değerlendirmenin daha isabetil olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Katibin, şahidin, borçlunun, velinin ve kendisine bir şey emanet bırakılan kimsenin yükümlülü­ğü ile ilgili direktiflere gelince, bilginlerin büyük çoğunluğu bunların zorunlu ve farz olduğu görüşündedir. Bizce bu değerlendirme doğru, isabetli ve ayetlerin ruhuyla uyumludur.

Düşük akıllı, aciz ve hasta kimselerin velilerinin yazdırmalarının ve açıklamalarının zorunluluğuna işaret edilmesi gösteriyor ki, bu tür kimselerin kendileriyle ilgili sözleri ve itirafları geçerli değildir. Çıkarlarının ve haklarının korunması için velilerinin devre­ye girmeleri bir zorunluluktur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, buluğ çağına erme­miş çocuklar da bu ifadenin kapsamına girerler.

İfadeden anladığımız kadarıyla "velisi" kelimesinden maksat, buluğ çağına ermemiş çocuğun, düşük akıllının ve aciz insanın, aralarında akrabalık bağı bulunan şer'i velisi-dir. Bununla beraber, hakimler böyle kimseler için veliler tayin edebilirler. Bu veliler (alimlerin rivayetlere dayanarak ortaya koydukları gibi) onlann haklarını ve çıkarların korumakla yükümlüdürler.

"Eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, emanetini odc-sin..."cümlesinin, alacaklının borçluya güvenmesi, dolayısıyla borçlanma belgesi dü­zenlemeye ya da borcun karşılığında rehin almaya gerek duymaması ile ilgili olması muhtemeldir. Bir diğer ihtimal de mutlak anlamda emanetleri sahibine iade etmekle il­gili olmasıdır. Konunun çerçevesinde baktığımızda birinci ihtimal daha güçlü görünü­yor. Ancak ikinci ihtimal de yabana atılacak değildir.

Taberi, bazı sahabelere ve tabiin ulemasına dayanarak bu cümlenin içerdiği hük­mün, borcun yazılmasına ve borçlanma muamelesinin şahitler huzurunda yapılmasına ilişkin hükmü neshettiğine dair çeşitli görüş ve değerlendirmeler aktarmıştır. Ancak Ta­beri bu görüş ve değerlendirmelere tamamen katılmış görünmüyor. Doğrusu da budur. Çünkü bu cümle, borçlanma belgesini düzenleyecek bir katibin bulunmaması durumun­da rehin verme ve güvenme bağlamında zikredilmiştir.

Müfessirlerİn büyük çoğunluğu "şahidlerden rıza göstereceğiniz..." cümlesinde şa-

Iıitfik için adaletin şart konulduğunu ve şahitlikten maksadın da bu olduğunu söylemiş­lerdir. Yani şahitler güvenilir olmalı haklarında bu anlamda bir suçlama bulunmamalı ve doğruluk ve dürüstlük nitelikleriyle temayüz etmiş olmalılar. Bu değerlendirmeye olum­lu olmakla beraber biz cümlenin daha geniş kapsamlı olduğunu düşünüyoruz. Dolayı­sıyla, şahitlerin şahitlikte bulunmaları, tarafların nefsi ve kalbi rızalarına bağlıdır.

"Erkeklerinizden..." ifadesi, şahitlerin nıüslümaniar arasından seçilmesinin zorunlu­luğunu ifade etmektedir. Ama tarafların şahide güvenmeleri, adaleti gözeteceğine inan­maları da önemli bir husustur. Müfessirler, ifadenin köleleri kapsayıp kapsamadığı hu­susunda çeşitli görüş ve değerlendirmeler ileri sürmüşlerdir. Bazıları, kölelerin de bu kapsama girdiğini söylerken, diğer bazıları bu durumun sadece özgür müslümanlar için geçerli olduğunu söylemişlerdir[592]. Kur'an, din ve dünya ile ilgili meseleler bağlamında mü'minlere hiiap ederken, özgür köle ayrımını yapmıyor. Mü'minleri bir bütün ve bir­birinin dostu, velisi olarak görüyor. Bu yaklaşımı şu ayetlerde gözlemlemek mümkün­dür: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a Rasulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" (Tevbe, 71). "Nitekim Rableri onlara cevap verdi: Şüphesiz Ben erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkar­mam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılan­ların ve yolumda işkence görenlerin çarpışıp öldürülenlerin, mutlak kötülüklerini örtece­ğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım" (Al-i İmran, 195). Bun­ların arasında, hiç şüphesiz, özgür kimseler kadar köleler de vardır.

Ibn Kayyım el-Cevzi bu konuya bir bölüm ayırmıştır[593]. Bu bölümden miislüman kölenin şahitliğinin geçersiz olduğuna ilişkin güvenilir bir rivayetin bulunmadığını be­lirtmiştir. Ona göre, köleler hem "erkeklerinizden" ifadesinin hem de "içinizde adalet sahibi olanları şahit tutun" ifadesinin kapsamına girerler. Adalet terazisi, Allah'ın kitabı ve Rasulü'nün sünneti ve sahabenin icmaı, kölenin şahitliğinin kabul edilmesini öngö­rür. Enes b. Malik'in şöyle dediği rivayet edilir: "Kölenin şahitliğini kabul etmeyen biri­ni görmedim".

Yine bu ifadenin şümulü bağlamında bazı müfessirler müslüman olmayanların şahit­liğinin caiz olmadığını bazısı ise caiz olduğunu söylemişlerdir[594]. Gayri müslimlerin şa­hitliğine karşı çıkanlar ifadedeki açıklığı ileri sürmektedirler ve derler ki: "Bir müslü­man hakkında ancak bir müslüman şahitlik yapabilir. Bu yüzden sadece müslümanlar-dan şahitlik talebinde bulunması caizdir". Bunu caiz görenlerse "Maide" süresindeki şu ayete dayanırlar: "Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlamşında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyişahid tutun. Veya yolculukta olup size ölüm musibeti gelip çatarsa, sizden olmayan başka iki kişiyi şahit tutun. Şayet kuşkula­nacak olursanız namazdan sonra alıkoyarsıniz, onlar da size: "Akraba dahi olsa onu hiç bir değere değiştirmeyeceğiz ve Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz diye Allah adına yemin etsinler" (Maide, 106). Şunu da belirtelim ki, gayri müslimlerin şahitliğine karşı çıkanlar Bakara süresindeki ayetin da­ha sonra indiğini, dolayısıyla bu ayetin hükmünü neshettiğini söylemişlerdir. Bazıları İse Maide süresindeki ayetin işaret ettiği durum yolculuk ve yabancılık halidir. Bu du­rumlarda ise, müslüman şahitler bulmak mümkün olmayabilir. Yani bu tür ortamalarda gayri müslim şahide ihtiyaç belirebilir. İbn Kayyım[595] konuya ilişkin değerlendirmesin­de Maide sûresinin ilgili ayetinin neshedilmiş olmasını reddeder. Çünkü söz konusu ayet, gayri müslimin şahitliği veya şahitlik talebi ihtimalini de gündeme getiren bir du­rumla ilgilidir, der ve şöyle bir kıyas yapar: "Herhangi bir hakkın kesinleşmesi onların şahitliği veya şahitlik talepleriyle mümkünse bundan kaçınmak gerekmez". Bunun dik­kate değer bir değerlendirme olduğu açıktır.

"Eğe?- iki erkek yoksa, bîr erkek ve iki kadın da olur" cümlesi iki kadının şahitliği­nin bir erkeğin şahitliğine denk olduğunu ifade ediyor. Ayet bunu gerekçelendiriyor. Kadının ilgi alanının, doğasının ve cinsiyetinin bunda belirleyici olduğu anlaşılıyor.

Bazı tefsir bilginler, Kur'an'ın vurguladığı bu gerekçenin dışında, kadının aklının, dininin eksikliği, hafızasının zayıflığı gibi gerekçeler de ileri sürmüşlerdir. Bakara sûre­si 13. ayette geçen "düşük akıllılar" kelimesinin açıklaması bağlamında işaret ettiğimiz bir hadisi de dayanak olarak göstermişlerdir. Söz konusu ayeti incelerken gerekli değer­lendirmelerde bulunduğumuz için tekrarına gerek duymuyoruz[596]. Bizim kanaatimize göre az önce işaret ettiğimiz ifadenin kapsamındaki gerekçe hakkı yansıtmaktadır. Ama bu gerekçe Kur'an'ın müslüman kadına tanıdığı haklan ve vurguladığı liyakatim ihlal etmez. Evlilik hayatı hariç Kur'an'a göre kadın ve erkek din ve dünya meselelerinde eşit konumdadır. Evlilik hayatında erkek bir derece üstündür. Bunun gerekçelerini de il­gili ayetin tefsiri bağlamında sıraladık. Daha önce çeşitli münasebetlerle değindiğimiz gibi ileride de işaret etme imkanını bulacağız.

Müfessirler, tabiin ve sonrası kuşağa mensup alimlerin bir kısmına dayanarak kadın­ların şahitliklerinin, incelediğimiz bu ayetin öngördüğü biçimde dahi olsa (iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olması), cezalar ve hadlerle ilgili hususlarda ge­çerli olmadığına, onların şahitliklerinin ancak mali konular, bir de doğum, emzirme, be­karet ve dulluk gibi normalde kendilerini ilgilendiren hususlarda geçerli olduğuna iliş­kin görüş ve değerlendirmeler aktarmışlardır[597]. Bunları pekiştirecek bir hadise ya da sahabi sözüne rastlayanı adık. İbn-i Kayyim bu meseleyi tartışmış ve sonuç olarak şunu söylemiştir[598]:

"Kur'an ayetleri ve Peygamberimizin hadisleri, kadının şahitliğinin şu meselelerde geçerli, şu meselelerde geçersiz olduğuna ilişkin bir kayıt getirmemiştir. Kadını şahitliği her konuda geçerlidir". Bu değerlendirme doğrunun ifadesidir.

Her neyse ayetin akışından ve Kur'an'm çeşitli münasebetlerle ortaya koyduğu ger­çeklerden çıkan sonuç şudur: Daha önce de söylediğimiz gibi kadın cinsiyle erkek cinsi eşittir. İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit olarak ön görülmesi, kadın cin­sinin eksikliği, konumunun ve değerinin erkekten aşağı olduğu anlamına gelmez. Bunun sebebi şudur: Kadın evin iç sorunlarıyla, zevcelik ve annelik durumlarıyla oldukça fazla bir oranda meşgul olmaktadır. Ekonomik veya başka maksatlı toplantı ve faaliyetlere katılması her zaman mümkün olmayabilir. Erkeklerin bu alanlardaki faaliyetleri ve et­kinlikleri her zaman için daha fazladır. Kadının bu konulara yönelik ilgisinin azlığı, unutmasına ya da değişik kuruntulara ve vehimlere kapılmasına sebep olabilir. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir. [599]

 

284- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İçİnİzdekini açığa vursanız da gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azablandırır. Al­lah, herşeye güç yetirendir.

 

Ayet-i kerimede yüce Allah'ın gökler ve yer üzerindeki mutlak egemenliğinden ve sınırsız tasarruf yetkisinden söz ediliyor. Bu arada dinleyicilere şu mesaj veriliyor: Al­lah onların gizledikleri ve açığa vurdukları her şeyi kuşatmıştır. Bunları onların sevap ve azap hanelerine yazmaktadır. Günü gelince onları, bunlardan dolayı sorguya çeke­cektir. Ardından hikmetinin öngördüğü biçimde onlara muamelede bulunacaktır. Diledi­ğini bağışlar ve kusurlarını hoş görür. Dilediğini sorumlu tutar ve azaba çarptırır. O her durumda her şeyi yapabilecek güce sahiptir.

Taberi îbn Abbas'a tabiin ve sonrası kuşağa mensup bazı alimlere dayandırılan çe­şitli değerlendirmeler aktarır. Ortak nokta, bu ayetin şahitlik konusuyla, şahitliğin açıklanması veya gizlenmesiyle bağlantılı olduğu biçimindedir. Önceki ayetlerin konusu bu­dur. Müfessirlerden Tabrasi, ayet-i kerimenin İçerdiği uyarı, hatırlatma ve vurgulamalar itibariyle önceki ayetlerin bir devamı olduğu görüşündedir. Bu değerlendirme isabetlidir ve incelediğimiz bu ayetle önceki ayetler arasındaki bağlantıyı vurgulamaktadır.

Müfessirlerin aktardıkları rivayetlere göre bu ayet indiği zaman müslümanlar yüce Allah'ın İçlerinde geçen bazı düşüncelerden ve vesveselerden dolayı sorguya çekip ce­zalandırması ihtimalinin belirmesinden dolayı telaşlandılar ve korku içinde Rasululla-h'ın yanına giderek: "Buna güç yetmez" diye korkularını ve çaresizliklerini dile getirdi­ler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara Allah'a boyun eğip teslim olmalarım ve onun rızasına uygun olarak işi O'na bırakmalarını emretti Onlar da böyle davrandılar. Daha sonra bu ayeti izleyen ayetler indi ve önceki ayetin hükmünü neshetti[600]. Ne var ki, mü-fessirler, İbn-i Abbas'tan ve diğerlerinden başka görüşler de aktarmışlardır. Buna göre ayet-i kerime neshedilmemiştir. İçeriği de yüce Allah'ın insanları açığa vurdukları ya da içlerinden geçirdikleri kötülük nitelikli eğilimlerinden dolayı hesaba çekmesiyle ilgili­dir. Hesaba çekmek, yapılanları ve düşünülenleri sayıp dökmek anlamına gelir. Kaldı ki yüce Allah, dilediğini affedeceğini ve dilediğini de cezalandıracağını belirtmiştir[601]. Ta-beri'nin değerlendirmesine göre en olumlu değerlendirme şudur: "Ayet muhkemdir ve neshedilmemiştir". Biz de bu değerlendirmenin daha isabetli olduğunu düşünüyoruz.

Ayetin İfade biçimi mutlak olmakla beraber, ilahi hikmete ve Kur'an'ın açıklamala­rına ve mesajının amacına uygun olanı, ilahi bağışlamanın iyi niyet sahibi, muttaki mü'minler, ilahi azabın da haktan ve doğru yoldan sapanlar için geçerli olmasıdır. Ta­beri konuya ilişkin olarak İbn-i Ömer'den bir çok hadis rivayet etmiştir: "Rasulullah (s) buyurdu ki: Kıyamet günü yüce Allah mü'min kuluna yaklaşır, öyle ki onu yanına alı-verir. Sonra ona işlediği kötülükleri anlatır ve sorar: "Bunları tanıdın mı?". "Evet" der. Allah: "Onları dünyada gizledim, bugün de affediyorum" der. Sonra ona iyiliklerini gösterir. Bunun üzerine: "İşte okuyun kitabımı (amel defterimi)" der. Bir diğer rivayette ise, hadisin devamında şöyle deniyor: "Kafir ve münafıkları ise şahidlerin huzurunda çağırır ve: Bunlar Rablerini yalanladılar. Haberiniz olsun Allah'ın laneti zalimlerin üze­rinedir " der. Bu iki hadîs bizim az önce söylediklerimizi pekiştirici niteliktedir. [602]

 

285-  Elçi kendisine Rabbinden indirilene iman etti, rnü'minler de. Tümü Allah'a, melekelerine, kitaplarına ve elçilerine inandı. "Onun elçileri arasında hiç birini diğe­rinden ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışla­manı dileriz. Varış ancak sanadır" dediler.

286- Allah, hiç kimseye güç yet İreceğin den başkasını yük-lemez. Kişinin yaptığı İyilik lehine, işlediği kötülük aleyhi­nedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımız­dan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz bize, bizden ön­cekilere yüklediğin gibi ağır yük[603] yükleme. Rabbimiz kendisine güç yetiremeyeceğİmiz şeyi bize taşıtma. Bizi af­fet. Bizi bağışla. Bizi esirge. Sen bizim mevlamızsın. Kafir­ler topluluğuna karşı bize yardım et.

 

İlk ayette, Rasullullah'ın ve mü'minlerin Allah'ın kendilerine indirdiği ayetlere, Al­lah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandıkları belirtiliyor. Bu ayetlerle önceki ayet arasındaki bağlantı farkedilecek kadar belirgindir. Önceki ayeti tefsir ederken, bir rivayete yer verdik. Bu rivayette, ayetin inişi üzerine mü'minlerin telaşa kapıldıkları ve Rasulullah'm onlara: "Allah'a boyun eğin ve işi O'na bırakın" tavsiyesinde bulunduğu zikrediliyordu. Öyle anlaşılıyor ki, mü'minler, tavsiyeye uyup Allah'a boyun eğdiler ve işi Allah'a havale ettiler. Bunun üzerine ilahi hikmet bu iki ayetin inişini öngördü, Ra-sulullah'ın ve mü'minlerin Allah'a boyun eğişlerini vurguladı. Bu arada onlara bir duayı da öğretti. Ki yükümlülükleri hafifletilsin, kusurları bağışlansın ve Allah kafirlere karşı onlara yardım etsin. [604]

 

Sûrenin Sonu

 

Bu iki ayet, aynı zamanda "Bakara" sûresinin de sonunu oluşturuyor. Bu sûre İslam çağrısının temel ilkelerini ve ana hedefelerini içermenin yanısıra, kulluk sisteminin, sos­yal ve ahlaki düzenin bîr çok ilkesini, yasaları ve direktifleri bünyesine almaktadır. Hz. Peygamberin ve mü'minlerin, kendilerine indirilen bütün ayetlere inandıkları, kendileri­ne yöneltilen bütün emir ve yasaklara içtenlikle boyun eğdikleri güçlü bir ifade tarzıyla vurgulanıyor.

Birçok sûrenin sonunu oluşturan ayetlerde olduğu gibi bu ayetlerde de son olma özelliği belirgindir. Bakara sûresinin bu son ayetlerinin önemine ilişkin birçok hadis ri­vayet edilmiştir. İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste şöyle deniyor: Rasulullah Cebra­il'le birlikte olduğu bir sırada bir gürültü duyuldu. Bunun üzerine Cebrail göğe doğru baktı ve şöyle dedi: Bu, gökte daha önce hiç açılmamış bir kapının açılışının çıkardığı sesti. Bu kapıdan bir melek indi ve Peygamberimizin yanma geldi. Ona dedi ki: "Müj­deler olsun. Daha önce hiç bir peygambere getirmediğim iki nur getirdim sana. Biri Fa­tiha diğeri de Bakara sûresinin son ayetleridir. Onlardan ne okusanız, mutlaka size veri­lir"[605]. İbn Mesud'un rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurur: "Kim, Bakara sûresinin son iki ayetini her gece okusa, bu ona yeter[606]. Ebu Zer'in rivayet ettî-ği hadiste şöyle deniyor: "Rasulullah buyurdu ki: "Bakara sûresinin sonu, bana arşın al­tındaki hazineden verildi[607].

Müfessirler[608] yüce Allah'ın Peygamberimizin ve müslümanlarm duasını kabul etti­ğini dile getirmişlerdir. İbn Abbas'm şöyle bir rivayeti de vardır. "Elçi, inandı..." diye başlayan ayet indiğinde Peygamberimiz onu okudu. "Rabbimiz bağışlamanı dileriz" cümlesine gelince, Allah: "Sizi bağışladım" dedi. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma" cümlesini okuduğunda, Allah: "Size kal­dıramayacağınız yükü yüklemeyeceğim" dedi. "Bizi bağışla..." cümlesini okuyunca, Allah: "Sizi bağışladım..." dedi. "Bizi esirge..." cümlesini okuyunca, Allah: "Sizi esir­gedim..." dedi. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et" cümlesini okuyunca, Allah: "Size yardım ettim" dedi. Dahhak'tan rivayet edilen bir hadiste şöyle deniliyor[609]: "Cebrail Peygamberimizin yanma geldi ve ona dedi ki: Ey Muhammed de ki: "Rabbi­miz, unuttuklarımızdan ve yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma". Peygamberi­miz öyle söyledi, Cebrail: "Allah öyle yaptı" dedi. Sonra: "Rabbimiz, bize bizden önce­kileri yüklediğin gibi ağır yük yükleme de" dedi. Peygamberimiz bu sözleri söyledi. Cebrail: "Allah Öyle yaptı" dedi. Sonra: "Rabbimiz kendisine güç yetiremeyeceğİmiz şeyi bize taşıtma de" dedi. Peygamberimiz de öyle söyledi. Cebrail: "Allah öyle yaptı" dedi. Sonra: "Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge. Sen bizim mevlamızsın. Kafirler toplu­luğuna karşı bize yardım et de" dedi. Peygamberimiz de öyle söyledi. Cebrail: "Allah öyle yaptı" dedi.

Müfessirler ayetlerin açıklaması bağlamında, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmişler­dir[610]: Rasulullah buyurdu ki: "Benim ümmetimden hatanın, unutmanın ve zorlanmanın sorumluluğu kaldırılmıştır". Bu hadiste, incelediğimiz ayetlerin açıklanışı bağlamında bir müjde niteliğindedir.

Mekke inişli birçok ayette, yüce Allah'ın bir nefse, kapasitesinin üstünde yük yükle­mediği dinde müslümanlara bir zorluk ve sıkıntı getirmediği vurgulanmaktadır. Yine bu bağlamda, normal zamanlarda yasakladığı şeyleri zorunlu hallerde mubah kıldığı belirti­lir. Kafirlere karşı onlara yardım edeceği, tevbe edip pişmanlık duymaları halinde hata­larım bağışlayacağı da bu müjdeler arasında yer alır. Medine inişli birçok ayette de bu vaad ve müjdelerin pekiştirildiğini görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, ilahi hikmet, bu iki ayeti vahyetmekle, müslümanlara sürekli bir müjdeyi vermeyi öngörmüştür.

Kanaatimize göre, yüce Allah'ın müslümanlara bir dua ile yüklememesini istemele­rini öğütlediği ağır yükten maksat Hz. Musa'ya indirilen şeriatın kapsadığı yiyeceklere ilişkin ağır yaptırımlar, yasaklar, ayinler, hadler, cezalar, maddi ve manevi necaset, ka­dınları ve evlilik hayatını ilgilendiren meselelerdir. Bunlar da Tevrat'ın çeşitli bölümle­rinde geniş biçimde yer alırlar. Kur'an'la birlikte gelen İslam şeriatı, bunların çoğunu hafifletmiş, değiştirmiş ya da neshetmiştir. Böylece bütün zamanlara ve mekanlara inti­bak eden evrensel bir şeriat niteliğini kazanmıştır. A'raf sûresinde yer alan bir ayette ga­yet net bir biçimde bu hususa dikkat çekilmiştir: "Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İn­cil'de geleceği yazılı bulacakları ümmi haber getirici olan elçiye uyarlar; o, onlara ma­rufu emrediyor, münkeri yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup sa­vunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler, işte kurtuluşa eren­ler bunlardır" (A'raf, 157). [611]

 

 

 



[1] el-itkan, Suyuti c.1 sh. 60

[2] İbn Kesir, BaKara sûresinin son ayetleri.

[3] ibn Kesir.

[4] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/35-37.

[5] Bkz. el-itkan fi Ulami'l-Kur'an, Suyuti d.sh. 60-68

[6] Bkz. "el-Kur'anu'l Mecid" adlı eserimiz sn. 52-112

[7] Bkz. İbn Kesir. Felak sûresi tefsiri.

[8] Kur’anü’l Mecit kitabımızın 52. sayfasına bkz.Şu da var ki, bugün dünyada Osman’ın mushafından istinsah edilmiş ve yine onun emriyle İslam ülkelerine gönderilmiş Mushaflardan birinin elde mevcut olduğu konusu kesin olarak bilinmemektedir. Birinci ciltte, Kuzey Afrika ülkeleri tarihi incelenmelerinde, bu nüshalardan Dımeşk ‘e gönderilen biri hakkında bir haber vardır. Şöyle ki müellefin rivayetine göre Ebu Kasım et Tecibi es-Sebti bu nüshayı H.657 yılında kubbetü’ş Şerab diye bilinen Dımeşk’teki Ümeyye camii bölümlerin birinde görmüş ve incelemiştir. Yine müellif “el-müsnedü’s Sahih ül-Hasen” adlı kitabında Hatib ibn Merzuk’dan bir söz nakletmiştir. Şöyle der: “Medine’de olanı ve endülüs’ten nakledileni inceledim.Kitabın başındaki sayfaya’da şu yazıldı: “Bu,Rasulullah’ın ashabından Zeyd b.Sabit,Abdullah ibn Zübeyr,Said ibnü’l  As ve diğerleri gibi mushafın tedvin işlemlerini yönetenlerden müteşekkil bir topluluğun üzerinde icma ettiği nüshadır” müellif,Abdü’l Mü’min’nin mu mushafı 552 yılında marakeş’ten kurt’baya naklettiğini ve onunu için altın,gümüş ve değerli taşlarla süslenmiş ipek bir örtü yaptığını onun büyüklüğünde bir rahle ve hepsinin korunduğu bir sandık yaptığını rivayet eder. Kurtuba nüshasının asli nüsha olduğu konufsunda bir kesinlik yoktur.Çünkü Kurtubağ, Osman zamanında nüshaların gönderildiği İslam başkentlerinden değildi.

[9] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/.

[10] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/10.

[11] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/41.

[12] es-Sufaha Düşük akıllı, anlayışı ve temyiz yeteneği kıt kimse.

[13] Şeyatinihim Kendilerine telkinde bulunanlar. İslam alimleri­nin burada kastedilenlerin yahudiler olduğu yönündedir.

[14] Taberi, Beğavi, ibn Kesir, Hazin ve Tabresi.

[15] Kafirlerden maksat yahudilerdir. Bkz. Hazin Tefsin.

[16] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/43-45.

[17] Bu konuyla ilgili ayetler bu kadarla bitmiyor. Ayrıca, Mücadele 14, Haşr 11, Maide 52-53 ayetlerine bakınız.

[18] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/45-47.

[19] Eskilerden Taberi ve İbn Kesir. Yenilerden el-Kasımi. ibn Kesir, Taberi'de geçenleri neredeyse harfi harfine aktarır. Aynı şekilde el-Kasımi de İbn Kesir'de anlatılanları virgülüne kadar aktarır.

[20] Bkz. İbn Kesir, Nisa sûresi 5. ayet

[21] Bkz. İbn Kesir, Bakara sûresi 282. ayet

[22] Yukarıda sunduğumuz hususları içeren gerek Mekke inişli gerekse Medine inişli bir çok ayet vardır. Biz bu ayetleri sadece yer ve numaralarını vermekle yetiniyoruz: Bakara 219-247, Ai-i İmran 191-195. Nisa 4-7-12-19-21-24 ve 124- Maide 38- Tevbe 67-68-71-72, Nahl 97, Nur 2, Rum 21, Ahzab 35, Fetih 5-6, Müjdele 1-2, Mümtehine 10-12, Talak 1-5.

[23] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/47-50.

[24] îstavkade Ateş yaktı ya da ateşi tutuşturmaya çalıştı.

[25] Sayyib Şiddetli yağmur fırtınası.

[26] Kamu Kalakalırlar, yürüyemezler.

[27] Taberi, Hazin'de ayetlerin tefsirine bkz.

[28] el-Menarc.î

[29] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/51-52.

[30] Şuhedaekum Ortaklarınız yada yardımcılarınız.

[31] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/53-54.

[32] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/54-55.

[33] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/55.

[34] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresi

[35] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/55-56.

[36] Taberi, ibn-i Kesir, Hazin

[37] Bkz. Taberi, İbn Kesir ve diğerlerine.

[38] Bkz. Kaf, isra ve Fussilet sûrelerinin tefsiri.

[39] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/.

[40] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/59-60.

[41] Ezelle humeş-şeytanu anha Onları suç işlemeye sürükledi. Bazılar "ezalehuma..." şeklinde okumuşlardır. Bu durumda anlam: "Onları cennetten çıkarttı" şeklinde olur. Bir görüşe göre de: "Zelle" fiili "ze-hebe gitti" anlamına gelir. Yani onları uzaklaştırdı. Her halükârda ifade, şey­tanın onları cennetten çıkarmasını

anlatmaktadır,

[42] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/62.

[43] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn

Kesir, Tabresi, Zemahşeri, Nisaburive Nesefi

[44] Taberi Be9avi- Ha2in, İbn Kesir, Tabresi, Zemahşeri, Nisaburi ve Nesefi

[45] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/62-66.

[46] Hazin, Taberi, İbn Kesir ve diğerleri.

[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/66.

[48] inneha lekebiretun Meşakkatlidir, ağırdır ya da ağır gelir.

[49] Yezunnun Beklerler ya da kesin olarak inanırlar.

[50] Adlım Bedel, karşılık, fidye.

[51] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Hazin, Beğavi, İbn Kesir.

[52] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/68-70.

[53] İbn Huşam-buna bir kaç örnek verir: Abdullah b. Suriyya. Sa'lebe b. Şa'ya, Rifaa b. Zeyd b. Tabut, Nu'man b.Ada vb,İbn  Hışam Sireti c- 2, sh. 140, 142-149,151,152, 157,160  161, 163.

[54] lbn Sa'd c.3sh. 134

[55] Tanhü'l Arap kable'l İslam" Cevad Ali, c.3 sh. 150-273 ve Tarihü'l Cinsu'l Arabi" İ. Derveze c. 5 sh. 88 vd.

[56] "Kitabu'l haraç" Ebu Yusuf sh.40 ve "Tarihü'l Cinsu'l Arab" i. Derveze. "Siyretu Ömer b. Hattab bl.

[57] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/.

[58] el-Furkan Bu ifade ile Kur'an-i Kerim'de hak-batıl, hidayet ve

sapıklığın açıklanması ve birbirinden ayrılması kastedilir.

el-Furkan Bu ifade ile Kur'an-i Kerim'de hak-batıl, hidayet ve

sapıklığın açıklanması ve birbirinden ayrılması kastedilir.

[59] Zalalna aleykumul ganıame Bulutlan, sizi güneşin hararetinden koruyan bir gölge yaptık.

[60] Ve Ma zalemuna ve lakin kanı enfusehum yazlimun Küfürle ve inatçılık etmekle bize eziyet etmediler ya da bize bir zarar dokundurmadılar, sadece kendi nefislerine eziyet ettiler, yal­nızca kendilerini zarara uğrattılar.

[61] Kûlû hiîtatun Boyun eğdiğinizi, Allah'a karşı nefsinizi al-çattığımzı göstererek bağışlanma dileyin.

[62] TJ/czan Bir azap.

[63] La ta'sav Sürdürmeyin, çaba sarfetmeyin.

[64] el-Baklu Sebze, bakla

[65] Fumiha Arpa veya sarmısak

[66] Taberi ve İbn Kesir 76

[67] Bu bölümlerin büyük kısmı, bu günkü kutsal kitapta mevcuttur. Ayrıca, "Tarihu beni İsrail min Esfarıhım" adh eserimize bakınız (yazar).

[68] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/75-77.

[69] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/77-78.

[70] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/79-80.

[71] jls Faridun Yaşı geçkin inek.

[72] Bikrun Genç inek.

[73] Avanun beyne zalik Orta yaşta veya yarı ömrüne gelmiş.

[74] Tusiru'larde Yeri sürmez.

[75] Ve lâ tuski'lharse Sulama işinde kullanılmayan.

[76] Zelul Boyunduruk altına alınmaya alıştırılmış.

[77] Müselkmeten la şiyetefıha Alacası olmayan, sapsarı

[78] îdâretümfiha Birbirinize düştünüz. İnkar ettiniz. Kelime­nin aslı "de.re.e."dir. Engelledi, örttü ve hile yaptı anlamına gelir. Bir görüşe göre:" Bu konuda ihtilafa düştünüz" anlamını ifade eder.

[79] Taberi, Hazin, İbn Kesir

[80] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/8284.

[81] Min badi ma akeluhu Onu iyice anladıktan sonra.

[82] Bi ma fetahellahu aleykum Müfessirlere göre, bunlar Peygamberimizin nitelikleri ve mesajının doğruluğu ile ilgili olarak yahudilerin kutasl metinlerindeki bilgiler kastedilmiştir.

[83] Ümmiyyun Tefsir bilginlerinin dediğine göre burada okuma yazma bilmeyenler anlamında kullanılmıştır. Bu açıklama hem isabetli, hem de ayetlerin ruhuna da uygundur. Bu kelime A'raf sûresinde Peygamberimi­zin (s) bir özelliği olarak kullanılmıştır. Burada, Kitap Ehlin'den olmayan ya da kitap ehli olmayan bir topluluğa mensup olan kimse anlamında kullanıl­mıştır. Al-i îmran sûresinin bir ayetinde "yahudi olmayan" anlamında kulla­nılmıştır: "Ümmiler konusunda üzerimizde bir yol yoktur" dediler (Al-i îm­ran, 75). Aynı sûrenin bir diğer ayetinde de kitap ehli olmayanlar anlamında kullanılmıştır: "Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: Teslim oldunuz mu?"

(AI-i İmran, 20). "Cuma" sûresinin bir ayetinde de Araplar kastedilerek kul­lanılmıştır: "O, ümmiler içinden, kendilerinden olan bir elçi gönderendir" (Cuma, 2) Kelimenin türediği kökle ilgili olarak farklı görüşler ileri sürül­müştür. Bazısına göre kelimenin türediği kök "Ümm:anne"dir. Bazısı ise "ümmet" kökünden türediği görüşündedir. Yahudiler kendilerinden olmayan toplulukları "el-ümem" olarak nitelendirirlerdi. Bu kendilerini onlardan üstün gördüklerinin bir ifadesiydi. Çünkü iddialarına göre kendileri Allah'ın seçkin halkıdırlar. Bu kelimenin, Arapça bir kökten türetilmiş olarak Yahudiler tara­fından kullanılmış olması uzak bir ihtimal değildir.

[84] Emani Bir görüşe göre bu kelime bağışlanmayı umma, temen­ni etme ya da kişinin arzuladığı, canının istediği şey demektir. Bazısına göre, "zan, kuruntu" demektir. Bir diğer görüşe göre de "zayıf okuyuş" demektir. Bu sonuncu görüş, gariptir. Bu kelime, kıssalar zincirinin bir diğer halkasında "temenni" ya da "zan" anlamını ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Bu keli-me, ayette yer alan: "yalnızca zannederler" ifadesinden anladığımız kadarıyla "tahmin ve zan" anlamında kullanılmıştır.

[85] Yeksibun Burada işledikleri günahlar anlamında kullanılmıştır.

[86] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/86-87.

[87] Bakara suresinin bu ayetleri incelemekte olduğumuz kıssalar zinciri içinde yer alıyorlar. Dolayısıyla bu ifadeler, yahudilerin sözleri oiarak değerlendirilebilir. Hristiyanlardan sözedilmesi bir işaret niteliğindedir.

[88] Al-i imran, Nisa ve Maide sûresinde yer alan bu ayetler, açıkça olmasa bile, İsrailoğuliarı'na İlişkin kıs-av m zı"cırinde zikredüdikleri için onların kastedildikleri anlaşılmaktadır. Mekke ve Medine inişti başka ayet er de vardır ki, bunlarda Ehli Kitab'tan iman eden bazı kimselerden söz edilir. Bu ayetlerin öncesinde İs raılogullan'ndan bazı kimselerin de bunlar arasında yer almış bulunmaları ihtimal dahilindedir.

[89] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/87-89.

[90] Sümme enîüm haulai Bu ifade, nida (sesleniş) anlamında

kullanılmıştır. Yani: Sonra siz, ey falancalar...

[91] Tezaherune aleyhim Onların aleyhine, başkalarıyla it­tifaklar kurup yardımlaşiyorsunuz.

[92] Bkz. Taberi, Hazin, İbn Kesir. Bazı tefsircifer, Nadiroğullarının Evslilerin müttefiki olduklarını söylemişlerdir. Bu görüş yahhştır. Çünkü Kureyze oğullarını müttefikleri Evslilerdi. Nadir ve Kaynuka oğulları da Hazreçlilerin müttefikleriydi (Bkz. "Tarihu Cinsi'l Arabî, İ. Den/eze c.5 sh. 147 ve c.6 (münafıklar ve yahudilerjbl. Ne var ki bu tefsirciler, Haşir ve Ahzab sûrelerini incelerken farkında olmadan bu hatalarını düzeltmiş, Kureyze oğullarının Evslilerin, Nadiroğullarının da Hazreçlilerin münafık lideri Abdullah b. Übeyyin müttefiki olduklarını söylemişlerdir.

[93] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/91-92.

[94] Kaffeyna nün ba'dihi Ardından peşpeşe gönderdik.

[95] Guifun Bir görüşe göre kalbimiz kapalı, başka şeylere yer yok­tur" anlamına gelir.

[96] Yestefühun Övünüyor, üstünlük taslıyor ve fetih ve akibet bizimdir, diyorlardı.

[97] Febau Döndüler.

[98] Kalu semi'na ve aseyna Dediler ki: Dinledik ve is­yan ettik. Burada onların tavırları hikaye ediliyor. Çünkü Allah'ın emrini duymuş ama sapmak suretiyle bu emirleri hayata geçirmemişlerdi.

[99] Uşribufikulubihimel-ıde Buzağıya tapma duygusu kalplerine yerleşti.

[100] Bi muzahzihihi Uzaklaştıramaz.

[101] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/95.

[102] Taberi İbn Kesir- Hazin, Tabresi ve Beğavi şunu da belirtelim ki, tefsirciler konuya ilişkin olarak başka görüşlere de yer vermişlerdir. Bunlar özde bir oldukları için bu kadarı ile yetindik.

[103] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/95-98.

[104] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/98-99.

[105] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/99.

[106] Taberi İbn Kes'r v-d- Bu iki kaynak aşağı, yukarı konuya ilişktin rivayetlerin tümünü içeriyorlar. ibn Ke-sınn raben'den aktardığını söyleye biliriz.

[107] "et-Tacu'l Cami li'I Usul fi ahadisir-Rasul" c.4. sh. 36-37

[108] Luka İncil'i, 1 İshah

[109] "et-Tacu'l Cami li'l usuli fi ahadir-Rasul" c.3, sh.281

[110] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/99-102.

[111] Nebeze Attı, fırlattı, reddetti, ihlal etti, bozdu, terketti.

[112] Bkz. Hazin, İbn Kesir, Taberi, Tabresi, Beğavi

[113] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/102-104.

[114] Ma tetlu'ş-şeyatinu ala mülki Süleyman Şeytanların, Süleyman'ın döneminde anlattıktan

[115] Ve ma unzile ala le-melekeyni İki meleğe ilham edilen, telkin edilen.

[116] Halak Nasip, pay.

[117] Şarav bihi enfusehum Nefislerini karşılığında sattılar.

[118] Bkz. Felak sûresi tefsiri, İbn Kesir, Tabresi ve Hazin

[119] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/105-106.

[120] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, jbn Kesir ve Tabresi. Rivayetlerin kaynağı genelde ibn Kesir'dir.

[121] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/106-108.

[122] Raina Sözümüze kulak ver veya bizi gözet veya "rae" (görmek) kökünden gelir.

[123] Unzurna Bize bak.

[124] Nunsiha Bir görüşe göre kelimenin kökü "nesiye" (unutma)dır. Onu hafızasında tutanın ya da hatırlayanın unutmasını sağlarız. Bİr diğer gö­rüşe göre, kelimenin kökü "ecl" (erteleme)dir. Askıya alma, tehir etme anla­mına gelir. Bazıları "nunsi'ha", bazıları "nunsieha" bazıları da "nunsihcha" (sana unuttururuz) şeklinde okumuşlardır.

[125] -Taberi, İbn Kesir, Hazin

[126] Hazin, Nesefi, ei-Kasımi

[127] Bkz. el-itkan, Suyuti c. 2 sn. 22, Taberi ayetin tefsiri.

[128] Hazin.

[129] Tabresi

[130] Taberi, İbn Kesir.

[131] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/110-114.

[132] Emaniyyuhum Temennileri, zanlan ve kuruntulan.

[133] Hazin, İbn Kesir.

[134] Tabakat, İbn Sa'd, c.2. sh. 22-53, c.3 sh. 67, 68. 98, 100, 117, 121.

[135] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/115-117.

[136] Sh'afi harabiha İçlerinde icra edilen dini şiarların or­tadan kaldırılmasına çalışan...

[137] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi

[138] 142-150 ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin

[139] 142-150 ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi. Beğavi, İbn Kesir ve Hazin

[140] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/118-120.

[141] Bkz. Daha önce ismi geçen tefsir kitaplarına.

[142] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/120-122.

[143] Hazin v.d.

[144] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/122-124.

[145] İbtela İmtihan etti, denedi.

[146] Mesabeten Toplanma ve ziyaret yeri

[147] Makamu İbrahim İbrahim'in yeri veya Kabe'nin içinde

olup da bu İsimle anılan taş.

[148] Musalla Namaz yeri.

[149] el-Kavaİd Temeller. Kelime hem temelleri hem de onlar üzeri­ne bina edilen duvar ve sütunları ifade etmektedir.

[150] el-Hikmetu Hikmet. Doğru, isabetli bilgiler.

[151] Yuzekkihim Nefislerini arındırıyor.

[152] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.

[153] a.g.e.

[154] Taberi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi

[155] et-Tac, c.4 sn. 38

[156] Adı geçen tefsirler ve et-Tac c. 4 sn. 38-43

[157] Adı geçen tefsirler

[158] Adı geçen tefsirler, burada İbn Abbastan uzun bir hadis vardır. Hadis için bkz. et-Tac. c. 4, s. 38-43

[159] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/126-130.

[160] Sefihe nefsehu Aklım yitirdi ya da nefsini, kişiliğini kay­betti veya nefsini zelil etti. "Sefh"in asıl anlamı akıl noksanlığı ve temyiz edememedir. Onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.

[161] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/131-132.

[162] Fe innemahumfi şikakin Onlar inatla karşı çıkıyorlar, aykırı davranıyorlar veya ihtilaf ve çekişme içindedirler; aralarında görüş bir­liği yoktur.

[163] Sibğatalîahi Allah'ın dini, yolu ve fıtrat yasası.

[164] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/134-136.

[165] es-Sufaha Beyinsizler. Muhatapları delillerle susturma ama­cıyla kullanılmıştır. Bu tür bir iddiayı ileri sürenlere akılsızlık, ahmaklık ve kendini beğenmişlik nisbet ediliyor.

[166] Ma vellahum Dengeli, ifrat ve tefritten uzak, orta.

[167] Vasatan Orta.

[168] Şatrahu Onun tarafı, yönü.

[169] Huve Muvalliha Yüzünü yöneltir.

[170] Vichetun Yol veya yönelinen taraf.

[171] Taberi, Beğavi, Hazin,

Nesefi, Tabresi, İbn Kesir, Beyzavi...

[172] İbn Kesir, Tabres

[173] Tabresi

[174] İbn Kesir

[175] et-Tac, Kitabu't-tefsir 4/44

[176] Taberi, Hazin ve İbn Kesir'de başka rivayetler de vardır. Bunlara göre değişiklik on iki ya da on sekiz ay sonra gerçekleştiğini ifade etmektedir. Buna göre peygamberimiz Beni Selem mescidinde öğle namazını kılarken Recep ayının ortalarında pazartesi veya salı günü kıbie değişmiştir. Böylece peygamberimiz na­mazın iki rekatını Kudüs'e, iki rekatını da Kabe'ye dönerek kılmıştır.

[177] et-Tac c.4 sh. 45

[178] Hazin

[179] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/140-144.

[180] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/144-145.

[181] Başka örnekler de vardır. Yeri geldikçe bunlara işaret edeceğiz. Şimdilik bu ikisiyle yetiniyoruz.

[182] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/

[183] Taberi, Hazin, İbn Kesir.

[184] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/146-147.

[185] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/147-148.

[186] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/149-150.

[187] Hazin

[188] Tabakat, ibn Sa'd c.3 sh. 44-49 Burada Bedir savaşından önce muhacirlerle Mekkeliler arasında mey­dana gelen silahlı çatışmalardan sözedilir.

[189] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/150-151.

[190] es-Safa ve'l-Merve Bazısı "es-safa" kelimesi "es-sa-faf'ın çoğuludur, demişlerdir. Diğer bazısı ise, tersi doğrudur, şeklinde görüş

belirtmişlerdir. Bazısına göre "düz kaya" bazısına göre de "sert kaya" demek­tir. "Safvan" bu kelimenin tesniyesidir. "el-Merve" ise "yumuşak" veya "kü­çük kaya" demektir. Çoğulu "merv" tesniyesi ise "mervan"dır. Safa ile Mer-ve Kabe'ye yakın bir yerde bulunan iki kayadır, aralarındaki mesafe dört yüz metre kadardır.

[191] İ'tamere Kabe'ye dini amaçlı ziyarette bulunmak Hac ile Umre arasındaki fark şudur: Hac belli ibadet şekillerinden ibarettir ve belli bir mev­simde icra edilir. Maddi durumu yerinde olan her müslümanın ömründe bir kere hacca gitmesi farzdır. Umre ziyareti içinse, belli bir zaman şartı yoktur. Umre farz da değildir. Umre esnasında yerine getirilecek ibadet şekilleri, sa­dece Kabe'yi tavaf etmek ve Safa ile Merve arasında sa'y yapmaktır.

[192] La cunahe aleyhi "Cünah" kelimesi "cunuh" kökünden gelir ve "sapma" demektir. Ayet-i kerimede "ona bir günah yoktur" anlamın­da kullanılmıştır.

[193] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/152.

[194] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresi

[195] a.g.e.

[196] a.g.e.

[197] et-Tac, 4/38-43

[198] Tabresi

[199] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/152-153.

[200] Taberİ, Hazin, İbn Kesir ve Tabresİ.

[201] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/154-155.

[202] Taberi, Tabresi.

[203] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/156-157.

[204] el-Esbab Burada, onlan birbirine bağlayan ilişkiler, bağlar anlamında kullanılmıştır. "Sebep" kelimesinin sözlük anlamlarından biri "ip"

ya da "bir şeyi bir başka şeye bağlayan şey"dir.

[205] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/158.

[206] Tayyiben Temiz, pisin zıddı. Yiyeceklerde pis, necis, bozuk ve zararlı şeyler demektir.

[207] el-Fahşa İğrenç davranışlar.

[208] el-Feyna Bulduk.

[209] Yen'iku Haykırmak. "Na'ika'r-ra'i": Çoban sürüsüne, ürkütecek, kovacak şekilde haykırdı. Bu kelimenin yer aldığı cümle, kafirlerin durumu­nu tasvir etmeye yöneliktir. Kafirler, sesleri işittikleri halde anlamayan hay­vanlara benzetiliyorlar.

[210] Bağın Taşkınlık kökünden gelir.

[211] Adin Haddi aşma kökünden gelir.

[212] İbn kesir, Tabresi ve Hazin

[213] a.g.e. ve Taberi tefsiri

[214] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/160-162.

[215] Fe ma asbarahum alan-Nari Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! Hayret bildiren bir ifadedir.

[216] Lefi ğikakin baid Sırf tartışmak ve çekişmek esasına da­yalı haktan uzak büyük bir ayrılık içindedirler.

[217] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/163.

[218] el-Birru İyilik. Ayrıca "berr" ve "birr" şeklinde de okunmuştur. Cümlede geçen ikinci "birr" kelimesinden sonra şöyle bîr ifade takdir edil­miştir, "vela kinnel birre, birru men amene billahi velyevmil ahiri" Ama iyi­lik, Allah'a ve ahiret gününe iman edenin iyiliğidir"

[219] Ala hubbihi Mala duyduğu şiddetli sevgiye ve hırsa rağmen.

[220] Fir-rikab Köle satın alıp azad etme amacıyla.

[221] el-Be'saved-derra Zorruk., musibet ve imtihan zamanlan.

[222] el-Be'su Savaş.

[223] Taberi, Ibn Kesir ve Hazin

[224] Tabresi.

[225] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/164-165.

[226] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/165.

[227] el-Kısas Bir harekete aynısıyla karşılık verme.

[228] Kutibe Burada ve daha birçok yerde "farz kılındı" anlamında kullanılmıştır.

[229] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/166.

[230] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.

[231] et-Tacc.3sh.17

[232] Ayetin tefsiri i!e ilgili olarak hadis imamlarından biri olan İbn Kesir tefsirine bakınız.

[233] Hazin

[234] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/167-169.

[235] Iza hadare Yaklaştığı zaman.

[236] Hayran Mal ya da çok mal.

[237] Cenefen Haksızlığa eğilim gösterme, sapma.

[238] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/170-171.

[239] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir. En geniş açıklamalar Taberi tefsirinde yer almaktadır.

[240] et-Tacc.2sh.243

[241] et-Tac 2 sn, 241

[242] et-Tacc.3sh. 242

[243] a.g.e.

[244] Taberi.

[245] Taberi.

[246] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/171-173.

[247] et-Tacc.2sh. 274

[248] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/173-174.

[249] Fe men tatavvaa hayren Kim belirlenmiş fidye mikta­rından fazla verirse.

[250] fe men şehide min kumuş-şehre Kim Ramazan ayında mukim olursa, sefere çıkmamış olursa.

[251] er-Rafesu Cinsel ilişki.

[252] Tahtanune enfusekum Nefislerinize ihanet ve haksız­lık ediyorsunuz.

[253] Hatta tebeyyene lekumul'haytul'ebyadu mine'l hayti'İ esvedi mine'l fecri  Gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığının birbirinden ayrıldığı dolayısıyla siyah iplikle beyaz ipliğin ayırdedilmesine yardımcı olan fecr-i sadıkın söktü­ğü ana kadar.

[254] Başiruhunne Onlarla cinsel ilişkiye girin.

[255] Nesai, Ahmed: (et-Tac c.2 sh.42)

[256] et-Tacc.2sh.43

[257] Nesai, Hakîm, et-Tac c.2 sh.46

[258] Tirmizi, et-Tac c.2 sh.46

[259] Tirmizi. et-Tac c.5 sh. 106-107

[260] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi ve ibn Kesir. En kapsamlı planı Taberi ve İbn Kesir'dir. İktibas ettiğimiz kısımda geçen herşey bu kitaplardan öncelikle de Taberi ve Imlbn Kestr'dendir.

[261] et-Tac c.2 sh.48

[262] a.g.e

[263] a.g.e.

[264] Hazin

[265] et-Tac c. 2, s. 50

[266] a.g.e. s. 51

[267] et-Tac c.2sh. 47-48

[268] et-Tacc.2sh.65

[269] et-Tacc.2sh.65

[270] Taberi Tarihi, c.2 sh.48

[271] İbn Kesir, et-Tac, c.1 sh.100-103 c.5 sh. 100-104

[272] Sünen sahipleri Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. et-Tac c.2 sh.71

[273] et-Tac c.2 sh.70

[274] Darekutni, et-Tac. c.2 sh.71

Darekutni, et-Tac. c.2 sh.71

[275] İbn Kesir, Hazin ve Tabresi

[276] İbn Kesir, Hazin ve Tabresi

[277] et-Tac c.2 sh.54

[278] et-Tac c.2 sh.58-59

[279] et-Tac c.2 sh.63

[280] et-Tac c.2 sh.64

[281] et-Tac c.2 sh.66-67

[282] et-Tac c.2 sh.66-67

[283] et-Tac c.2 sh.67

[284] et-Tac c.2 sh.66

[285] et-Tac c.2 sh.58

[286] et-Tac c.2 sh.63

[287] et-Tac c.2 sh.78

[288] et-Tac c.22sh.79

[289] et-Tac c.22 sh.80-92

[290] et-Tac c.22 sh.92-93

[291] et-Tac c.2 sh.94-97

[292] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/

[293] Fariken Burada, bir kısım ya da bazısı anlamında kullanılmıştır.

[294] Hazin

[295] Bu rivayetlerin bir kısmı Müslim Ebu Davud ve Nesai'de vardır.

[296] et-Tacc. 3, sh. 50

[297] et-Tacc.3sh.50

[298] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/

[299] el-Ehilîetu "Hilal"in çoğulu. Böyle olmakla beraber burada kas­tedilen ayın hareketleri, bir ay boyunca aldığı biçimler ve bunun her ay tek-rarlanmasıdır.

[300] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir.

[301] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/189-190.

[302] Haysu sakiftumuhum "es-Sakfu" kelimesi, sözlükte "maharet ve isabetlilik" anlamına gelir. Burada ise "bulmak, rastlamak" anla­mında kullanılmıştır.

Haysu sakiftumuhum "es-Sakfu" kelimesi, sözlükte "maharet ve isabetlilik" anlamına gelir. Burada ise "bulmak, rastlamak" anla­mında kullanılmıştır.

[303] ei-Hurumat Dinen kutsal sayılan mekanlar, yerler.

[304] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/192-193.

[305] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresİ.

[306] İbn Kesir, Taberi

[307] Taberi

[308] Taberİ, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin.

[309] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi.

[310] Peygamber'in cihad. gazve ve seriyyeleri hakkında bkz. İbn Sad'ın Tabakatı, c. 3, İbn Hişam c. 2, 3, 4, Tarih-i Taberi c. 2

[311] Müslim, Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud et-Tac, c.4 sh. 327-328

[312] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/193-199.

[313] Bkz. "Tarihü'l Cinsü'l Arabi" adlı eserimiz c.5 sh. 281

[314] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/199-201.

[315] el-Hacc ve'l-umre Hac, Arafat'ta vakfe yapmaktır. Umre ise, Kabe'yi ziyaret edip etrafında tavaf yapmaktır. Bunlar aynı zamanda mu­ayyen hac mevsiminde icra edilen hac ibadetinin iki rüknüdür. Bakara sûresi; 158. ayetin tefsirinde işaret ettiğimiz gibi hac mevsiminin dışında icra edilen. Bir umre uygulaması da sözkonusudur.

[316] Fe in uhsirtum el-İhsar; herhangi bir şey tarafından engellen­mek dernektir. İfadeyi şöyle anlamlandırmak

gerekir: Eğer engellenirseniz, berta­raf edilmesi zor sebepler, hac ve umre ziyaretini gerçekleştirmenizi Önlerse...

[317] Ma isteysere Kolayca yapılabilen

[318] el-Hedyu Hac ve Umre sırasında Allah'a kurban edilmek üzere

adanan hayvan. Allah'a ve evine hediye edildikleri için bu şekilde isimlendi­rilmişlerdir.

[319] Mahillehu Kurban edildiği yer. Ya da kurban edildiği yer ve za­man. Hac süresindeki bir ayetten, kastedilen yerin Kabe olduğu anlaşılıyor: "Sonra onların yerleri Beyt-i Atiktir" (Hac; 32). Zaman ise Peygamberimizin pratik sünneti ile hac veya umre sonrası olarak tayin edilmiştir.

[320] Nusuk Bu kelimenin asıl anlamı, kulluk sunmadır. Burada ise, haccın bazı şiarlarının, ayinlerinin eda edilmemesinin veya ihlal edilmesinin kefareti olarak Allah'a kurban edilen hayvan anlamında kullanılmıştır.

[321] Fe men temette bi'l-umreti'iîel haccı Tavaf ve sa'yı tamamladıktan sonra, Arafat vakfesine kadar geçen zaman diliminde ih­ramdan çıkan kimse, bu sırada umreden sonra haccın sonuna kadar ihramdan Çıkmayan biri için sakıncalı olan şeyleri yapabilir.

[322] Limenlemyekunehluhu hadiri'I mescidi'! haram Ailesiyle birlikte, sürekli olarak Mescid-i Haram mıntıka­sında ikamet etmeyen kimse içindir. Bu durumda olanlar, hiç bir kefaret öde­meksizin, hacca kadar umreden dolayı yararlanabilirler.

[323] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/202-203.

[324] Tabakat, İbn Sa'd c.3 sh. 147-149

[325] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Al-İ İmran sûresinde zikredilen ayetin tefsiri.

[326] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir

[327] İbn Kesir, Hac sûresi, 36

[328] İbn Kesir, Bakara sûresi, 196

[329] Hazin, A'raf sûresi zikredilen ayetlerin tefsiri.

[330] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/203-206.

[331] Fe men ferada fihinne'I hacce Kim haccetmeye karar verir de, onu kendisi için zorunlu kılarsa...

[332] Rafese Cinsel ilişkiden, sebep ve sonuçlarından kinayedir. Bir görüşe göre her türlü çirkin söz ve davranış anlamında kullanılmıştır.

[333] Fusûk Günah, isyan.

[334] Cidal Kavga, ağız dalaşı.

[335] Afadtum 'İfada' kökünden gelir ve hızlı yürüyüş demektir. Bu­rada ise, Arafattan Meş'ar-ı Haram'a oradan Mina'ya akın etme anlamında kullanılmıştır ve bu anlamıyla kavramlaşmıştır.

[336] el-Meş'aru'l haram Meş'ar herhangi bir dini ayinin ger­çekleştiği yer demektir. Burada ise, Arafat ve Mina arasında "Müzdelife" adı verilen yer anlamında kullanılmıştır.

[337] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/209.

[338] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresi. Bundan sonra gelen kısım bu kitaplardan İktibas edilmiştir.

[339] Hazin

[340] et-Tacc.2sh.103

[341] Ve büyük Hac günü, Allah'tan ve Rasuİünden insanlara bir duyuru: Kesin olarak Allah, müşriklerden uzaktır, O'nun Rasulü de..." {Tevbe, 3), Beğavi'de ayetin tefsirine bkz.

[342] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.

[343] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.

[344] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir.

[345] et-Tacc.5sh.108

[346] et-Tacc.5sh.108

[347] et-Tacc.5sh.108

[348] İbn Kesir ve Hazin (Saffaf sûresi; 99-113 ayetlerinin tefsiri)

[349] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/209-214.

[350] Eleddu'l hisam Azılı bir düşman, amansız bir hasım.

[351] Yuhlike'l harse ven-nesle Bozgunculuğun ve düş­manlığının insan ve ülkeler bağlamındaki aşırı zararlılığından kinaye bir deyim.

[352] Ahazethu'î izzeîu hi'l ismi İnsanların "Allah'tan kork" demeleri ona ağır geldi. Bundan dolayı nefsi galeyana geldi ve günah olan şeyleri işlemeye yeltendi.

[353] Yeşri nefsehıı Nefsini satar, canını feda eder.

[354] Taberi

[355] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/215-216.

[356] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi

[357] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi

[358] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi

[359] Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi

[360] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/216-217.

[361] es-Silm Hem "selm" hem de "silm" şeklinde okunabilir. Çoğun­lukla "silm" şeklinde telaffuz edilir. Aynı şekilde hem "barış ve güvenlik" hem de "Allah'a teslim olma, İslam'a girme" anlamına gelir. Tefsir bilginle­rinin çoğu ikinci anlamı esas almışlardır.

[362] Hazin, Beğavi ve İbn Kesir.

[363] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/217-218.

[364] el-Gamam Beyaz, hafif bulut.

[365] Zulal "Zulle" ve "zilal"in çoğulu. Bulut parçası anlamına gelir.

[366] Nimetu'llah Burada Allah'ın hidayeti ve ayetleri anlamında kullanılmıştır.

[367] Bkz. En'am; 8, Hicr; 7, Hud; 17, Furkan; 7, İsra; 92.

[368] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/219-220.

[369] Hazin, Tabresi ve İbn Kesir.

[370] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/220-221.

[371] Ummeten vahideten Tek bir dine bağlı bir topluluk. Aynı yolu izleyenler. Aynı yaratılış yasasına (fıtrat) göre yaratılanlar.

[372] İbn Kesir, Taberi, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri.

[373] İbn Kesir, Taberi, Hazin, Tabresi, Zemahşeri.

[374] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/222-223.

[375] Taberi, Tabresi, İbn Kesir.

[376] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/224-225.

[377] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/227-228.

[378] el-Mescidü'l-haram Bu ifade "ve saddün an sebilillah" ifadesine atfedilmiştir. Mescid-i Haram'a gidilmesini engellemek anlamına gelir.

[379] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/229.

[380] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi.

[381] Tabakat, İbn Sa'd c.3 sh.43-48

[382] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/230-231.

[383] el-Hamru Alimlerin büyük çoğunluğu "hamr"m belli bir içkinin adı olmadığı görüşündedir. Tersine "hamr" sarhoşluk veren tüm içkilerin ge­nel adıdır. Bu isimlendirmenin altında içkinin aklı "örtmesi" anlamı yatmak­tadır. Tanımlardan biri şöyledir: Meyve ve bazı ürünlerin kabaran, sertleşen, ekşiyip köpüren suları "hamr" kavramının kapsamına girer.

[384] el-Meysir Kumar. Bir görüşe göre, "yusr" kökünden gelir. Çün­kü, kumarla başkasına ait bir mal, emek vermeden ve kolay yoldan elde edili­yor. Bir diğer görüşe göre "yesar" yani "zengin oldu" kökünden gelir. Bazıla­rına göre bu özel bir fiildir. Yani "yesare": Kumar oynadı demektir. "Yasir" ise, bahisli kumar sonucu boğazlanan devenin etini taksim eden kimse de­mektir. Alimlerin çoğu "meysir" kelimesinin kumarın tüm çeşitlerini kapsa­dığı bahislerin de bu kapsama girdiği görüşündedir.

[385] El-Afvu İhtiyaçtan fazla olan mal.

[386] A'antakum Size güçlük çıkardı, sizi zora soktu.

[387] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/232-233.

[388] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi

[389] Taberi, İbn KesV, et-Tac c. 2 s. 35

[390] Taberi, İbn Kesir, et-Tac c. 2 s. 35

[391] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/233-235.

[392] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/235-236.

[393] Tabresi

[394] İbn Kesir.

[395] İbn Kesir.

[396] Yahudilerin bu İnançları için bkz. Tevbe, 3. Hıristiyanların Hz. İsa'ya ilişkin inançları ise, birçok ayette arlanmıştır.

[397] Bu ayetler, müslümanlarla akrabaları arasında sevgi ve dostluk bağlarının kurulmasını önlemeye yöneliktir. Çünkü bu tür ilişkiler islam birliğini ve gücünü zayıflatır. Medine'li münafıklarla mü'min akrabaları veya mü'minlerle müşrik ve kafir akrabalarıyal ilgili olabilirler. Her grubun.bir başka grubun içinde yer alan akrabalar; mevcuttu.

[398] İbn Hişam c. 2 s. 296-299, 302-304 238

[399] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/236-238.

[400] Eza Kelimenin eziyet veren bir hastalık anlamında kullanılmış olması kadar "pislik" ve "necaset" anlamında kullanılmış olması da ihtimal dahilindedir.

[401] Harsun lekum Mecazi bir ifadedir bu. Kadının erkeğin ne­sil tarlası olduğu anlatılıyor.

[402] îbn Kesir ve el-Kasımi

[403] ibn Kesir ve el-Kasimi

[404] Yahudilere bunu emreden onların şeriatıydı. Bkz. sıfru'llahbar ve ishah; 15

[405] Taberi: Hazin, İbn Kesir (İbn Kesir daha ayrıntılı bilgiler verir).

[406] et-Tacc.1 sh.1O4

[407] et-Tacc.1 sh. 104

[408] İbn Kesir.

[409] et-Tacc.1 sh. 104

[410] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/239-241.

[411] Urdaîan Engel, hayrı Önleyen.

[412][412] el-Lağvu Boş, amaçsız söz. Boş yeminden maksat ise, yemin kas­tı taşımaksızın "Evet vallahi" ve "Hayır vallahi" demektir. Buhari'nin Hz, Aişe'den rivayet ettiği hadis de bu anlamı destekler niteliktedir et-Tacs.3sh. 70.

[413] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/242.

[414] Tabresi, Mecmau'l Beyan

[415] Taberi, Hazin

[416] İbn Kesir, et-Tac c.3 sh.78-80

[417] Hazin

[418] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/242-244.

[419] Yulune "İyla" kökünden gelir ve yemin anlamındadır. Nefsi üze­rine yemin etti. Nefsim üzerine yemin ettim. Bu ifade artık bir kavram halini al­mıştır ve kadınlarla cinsel ilişki kumlamaya yemin etme anlamında kullanılır.

[420] Tarabhus Bekleme.

[421] Fe'u Yeminden dönenler anlamındadır.

[422] et-Talak Sözlük anlamı ayrılmadır. Istılahı anlamı ise, kan ko­canın birbirinden ayrılması boşanmadır.

[423] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/245.

[424] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir

[425] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir.

[426] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/

[427] Kuv'u Kuru(ğ)'un çoğulu. Aybaşı hali veya aybaşı halinden te­mizlenme demektir.

[428] Dıraren Zarar vermek kastıyla

[429] Velata duluhunne Adi kelimesinin asıl anlamı hapset­mek, sıkıştırmaktır. Cümlenin anlamı şudur: "Eski kocalarına dönmek isti­yorlarsa, zorla ve sıkıştırmakla kocalarına dönmelerine engel olmayın".

[430] İbn Kesir ve Hazin

[431] Taberi, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin

[432] Hazin

[433] el-Kasımi, et-Tac c.2 sh.316

[434] el-Kasımi, et-Tac c.2 sh.316

[435] Hazin

[436] Taberi, Hazin, İbn Kesir. et-Tac c.2 sh.310-312

[437] et-Tacc.2sh.398

[438] Hazin

[439] et-Tac c.2 sh.312

[440] et-Tac c.2 sh.311 (Ebu Davud, Tirmizi, Şafii, Hakîm "sahihtir" demiştir).

[441] et-Tac c.2 s.310. (Müslim. Ebu Davud ve Ahmet b. Hanbel)

[442] et-Tacc.2 sh.315 Ayrıca Hazin ve İbn Kesir tefsirleri.

[443] 229. ayet için bkz. İbn Kesir

[444] Taberi, Tabresi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir

[445] İbn Kesir

[446] et-Tacc.2sh.315

[447] Tirmizi, et-Tac c.2 sh.307

[448] ei-Tacc.2sh.313

[449] İbn Kesir

[450] İbn Kesir

[451] İbn Kesir

[452] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/248-258.

[453] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/259.

[454] İbn Kesir

[455] el-Keşşaf

[456] Hazin

[457] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/259-260.

[458] Yezerun Geriye bırakırlar.

[459] Ezvacen Eşler.

[460] Yeterebbasne bİ enfusihİnne Beklerler, kendilerini gözlem altında tutarlar.

[461] Arradtum Üstü kapalı olarak ima ettiğiniz.

[462] Eknentum fi enfusikum Kalbinizden geçirdiğiniz, niyet ettiğiniz.

[463] La tuva' iduhunne sirren Onlarla bir gizli buluşma­ya sözleşmeyin. Bir görüşe göre bu ifadeden maksat şudur: Onları cinsel iliş­kiyle baştan çıkarmayın, sizinle evlenmeye razı etmek için onları tahrik et­meyin. Bir diğer görüşe göre kastedilen anlam şudur: "Onlara açıkça evlen­me teklif etmeyin, sizinle evlenmeleri sözünü almak ve başkalarıyla evlen­memelerini sağlamak için onları sıkıştırmayın, zorlamayın". Bundan sonraki cümleden hareketle bu ifadenin yüz kızartıcı söz söylenmesini yasakladığını söyleyebiliriz.

[464] Ve la ta'zimu ukdete'n-nikahi hatta yebluğa'l kitabu ecelehu) Belirlenen süre dolmadan resmen ni­kah aktini gerçekleştirmeyin.

[465] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin. Zemahşeri ve Tabresi

[466] Konuyla ilgili olarak Ümmü Seleme'den bir hadis rivayet edilmiştir. Bkz. Kutub-ı hamse, ayrıca et-Tac c.2 sh.330

[467] et-Tac c.4 sn.56

[468] İbn Kesir, et-Tac c.2 sh. 328-329,5 sahih hadis kitabı sahibi iki hadisi rivayet etti.

[469] İbn Kesir et-Tac c.2 s. 328-329

[470] el-Kasımi

[471] et-Tac c.2 s. 30 (Buhari, Müslim, Tirmizi, Davud)

[472] Hazin

[473] Hazin

[474] Hazin

[475] İbn Kesir

[476] İbn Kesir

[477] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/262-265.

[478] Mettiuhunne Bedel olarak onlara mal veya elbise gibi yararlı bir şeyler verin.

[479] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/265-266.

[480] Taberi, Hazin, İbn Kesir

[481] Konuya ilişkin olarak bkz. Taberi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi ve Beğavi.

[482] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/266-268.

[483] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/368.

[484] et-Tacc.1 stı.123

[485] eMacc.1 sh.123

[486] et-Tac c.4 sh. 57

[487] et-Tac c.1 sh.123

[488] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/268-270.

[489] Vasiyeten "Vasiyeten" şeklinde okunduğu zaman: Vasiyet bı­raksınlar şeklinde anlaşılır. "Vasiyetun" şeklinde okunduğunda ise vaciplik ve hüküm ifade eder.

[490] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/270.

[491] Hazin

[492] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri

[493] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/270-271.

[494] Taberi, Hazin, İbn Kesir

[495] a.g.e

[496] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/272-273.

[497] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/273-274.

[498] İbn Kesir, Taberi, Hazin

[499] a.g.e

[500] a.g.e.

[501] Bu iki ayetle yetindik. Ancak konuya ilişkin olarak "Ai-i imran, Nisa, Maide, Enfai, Tevbe, Nur, Ahzab, Muhammed ve Saf" sûrelerinde bir çok ayet bulunmaktadır.

[502] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/274-276.

[503] Talut Tevrat'ın Samuel kısmında adı geçen Şaul'un Arapça söylenişi.

[504] Besleten fi'I ilmive'l cismi Talut'un iriliğine işaret ediliyor. Samuel kısmında söylendiğine göre Talut insanların en uzun boylu-suydu.

[505] Tabut Burada İsrailoğullannın, Hz. Musa ve Harun zamanın­dan itibaren dini kutsal emanetleri sakladıkları sandık anlamında kullanılmıştır.

[506] Sekinetün min rabbikum Ruhunuzu yatıştıran, nefsini­zi huzura kavuşturan bir güven. Rabbinizden size ulaştınlır.

[507] Fasale Ayrıldı, yürüdü.

[508] Men lem yet'amhu Kim onun tadına bakmazsa, ondan iç­mezse...

[509] Ellezine yezunnune ennehum mulakullahi Rablerine kavuşacaklarına kesin olarak inananlar.

[510] Hazin, İbn Kesir, Taberi.

[511] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/279-281.

[512] Yahudiler çeşitli gruplara bölünmüşlerdi. Hz. Mesih'in doğumundan önce Sadukİler ve Ferisiier diye adlandırılan gruplar arasında büyük kargaşalar ve savaşlar çıkmıştı. Sonra İsrail kökenli yahudilerle, İsrail kökenli ofmayan Filistinli ve Irak asıllı olup da Musevilik dinini benimseyen Samiri yahudiler arasında da savaşlar çıkmıştı. Hıristiyanlar da bir çok gruba bölünmüşlardi. Özellikle Yakubiler ve Melikaniler adı ver­ilen gruplar arasında şiddetli savaşlar oluyordu. İsa'nın tekli kişiliğe (Tanrı) sahip olduğuna inananlarla, çiftli kişiliğe (insan-Tanrı) sahip olduğuna inanlar sürekti savaş halindeydiler. Yine Yahudilerle Hıristiyanlar, Samirilerie Hıristiyanlar arasında savaşla sonuçlanan derin ihtilaflar vardı. Bu durum peygamberimizin (s.) gönderilişine kadar devam etti. (Bkz. "Tarihu cinsi'l Arabi" adlı eserimizin 2. 4. ve 5. cüzüne. Ayrıca Tevrattan derlediğimiz "Tarihu beni İsrail" adlı eserimize ve 'Tarihu Suriye" Metran ed-Debbus c.2. 3. 4. bkz.).

[513] Taberi,İbn Kesir,Hazin,Beğavi

[514] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/282-284.

[515] Hulletun  Sevgi ve dostluk.

[516] Hazin

[517] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/284-285.

[518] ehKayyum  Sürekli emir ve denetimde bulunan. Kaim.

[519] Sinetun Uyanıklık ve uyku arası bir durum. Uykunun başlangıcı. Uyuklama.

[520] Yeuduhu Aciz bırakır. Zor veya ağır gelir.

[521] Hazin ve İbn Kesir. Tefsir bilginler başka hadisler de rivayet etmişlerdir. Biz bu kadarıyla yetiniyoruz.

[522] Hazin ve İbn Kesir. Tefsir bilginler başka hadisler de rivayei etmişlerdir. Biz bu kadarıyla yetiniyoruz.

[523] Hazin, İbn Kesir, Zemahşeri, Taberi ve Tabresi

[524] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/286.

[525] et-Tağut Tağut. Kur'an-ı kerimde bazen "şeytan"la aynı an­lamda, bazen "putlar" anlamında ve bazen de Allah'a ortak koşulan düzmece ilahlar anlamında kullanılmıştır. Kelimenin aslı, aşın tuğyandır. Tuğyan ise zulüm, azgınlık ve taşkınlık demektir.

[526] Taberi, Beğavj, Hazin, İbn Kesir, Tabresi. Burada bu rivayet ve görüşlerin hepsi vardır.

[527] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/287-289.

[528] Hacc Tartıştı, münakaşa etti.

[529] Taberi,Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi ve Keşşaf

[530] a.g.e

[531] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/290-291.

[532] Lem yetesenneh Üzerinde yılların geçmesine rağmen değişime uğramamış, bozulmamış.

[533] Nunşizuha Ayağa kaldırıyoruz. Bir kıraatte "nunşiruha" şeklin­de okunmuştur. Yani: Diriltiyoruz veya temizliyoruz.

[534] a.g.e

[535] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/292-293.

[536] Fesurhunne Onları kendine yanaştır, alıştır.

[537] Taberi, Hazin, İbn Kesir vd.

[538] et-tac c.4 sh.59. Taberi, Hazin, Beğavi

[539] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/

[540] el-Mennu Sözlükte nimet verme anlamına gelir. Burada ise yapı­lan iyiliği başa kakma, nimet verilenin'yüzüne karşı nimeti sayıp dökme, bu­nu bir üstünlük aracı olarak kullanma anlamında kullanılmıştır.

[541] el-Eza Eziyet. Burada sadaka verilen kişiyi incitecek, onurunu kıracak söz, davranış ve işaret anlamında kullanılmıştır.

[542] Sajvatı Düz ve yumuşak kaya.

[543] Vabil Sağnakyağmur.

[544] Salden Düz ve sert kaya.

[545] La yokdirune ala şey'in mimma kesebil Ektikleri hiç bir şeyi biçemediler, bir faydasını göremediler.

[546] Rabvetin Verimli ve toprağı bol arazi veya coşkun bir suyun ke­narında olan arazi.

[547] Talun Hafif yağmur veya çiğ.

[548] İ'sarunfihi nar Ateşli kasırga, samyeli.

[549] Tayyiban Burada bozulmamış, çürümemİş taze ürün anlamında kullanılmıştır.

[550] en tuğmidu fihi Ancak fiyatını düşüreceğiniz veya ancak istemeyerek ve gözünüzü kapatarak alacağınız.

en tuğmidu fihi Ancak fiyatını düşüreceğiniz veya ancak istemeyerek ve gözünüzü kapatarak alacağınız.

[551] el-Habis Değersiz, bayağı ürün.

[552] La teyemmemu Vermeye kalkışmayın, kasdetmeyin.

[553] Ellezine uhsiru fi sebilillah Kendilerini cihada adadıkları için yeryüzünde dolaşıp ticaret yapma, rızık temini için ça­lışma imkanına sahip olmayanlar.

[554] et-Taaffuf Kimseden bir şey istememe, dilenmeme.

[555] İlhafen Yüzsüzlük edip dilencilik etme.

[556] Taberi, Hazin ve Tabresİ

[557] Müslim, Ebu Davud, Nesaı. et-Tac c.2 sh.28

[558] Sünen sahipleri et-Tac c.2 sh.29

[559] Sünen sahipleri et-Tac c.2 sh.29

[560] et-Tac c.2 sh.32

[561] et-Tac c.2 sh.32

[562] et-Tac c.2 sh.32

[563] Kaynaklarda yer alan iki kapsamlı hadis daha vardır. Birini Müslim, Nesai, Ebu Davud rivayet etmiştir ve bu hadiste kıyamet günü yüce Allah'ın konuşmayıp yüzlerine bakmayacağı ve kendilerini arındırmaya­cağı kimseler bir şey verip de onu başa kakanlar olarak belirtiliyor. Buharı, Müslim, Tirmizi ve Nesai'nİn ri­vayet ettiği hadiste İse yüce Allah'ın başka hiç bir gölgenin olmadığı kıyamet günü gölgesine alacağı kim­selerden söz ediliyor ve şöyle deniyor: "Bir sadaka veren ve bunu sağ elinin verdiğini sol eli görmeyecek şekilde gizleyen kimse...". Tac, c. 2, sh. 39-40.

[564] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/

[565] er-Riba Kelimenin asıl anlamı artma ve gelişmedir. Daha sonra aynı cinsten olan bir maldan, borç verilmiş olsa bile karşılıksız olarak fazla almak anlamında kullanılmıştır.

[566] EUezi yetehabbetuhuş-şeytan minel mes-si Burada faiz yiyenin kalkışı, saralı bir kimsenin durumuna benzetilmiştir. Çünkü, eskiden insanlar saranın cin çarpması olduğuna inanırlardı. Dolayı­sıyla ayet-i kerime alışık oldukları bir ifadeyle onlara hitabetmiştir.

[567] Yemhakullahu r-riba Allah faizden elde edilen malın bereketim giderir, telef eder.

[568] Fe'zenubi harbin minellahi ve Rasulihi'' Bu ifadede onlara şu uyanda bulunuluyor: Eğer faizden vazgeçmeyecek olur­larsa, bunun anlamı, Allah'a ve Rasulü'ne savaş açmaktır veya Allah ve Ra-sulü'nün savaş ilanına maruz kalmaktır.

[569] Ve İn tubtum Faizle uğraşmaktan vazgeçersiniz.

[570] Meyseretun Uygun, elverişli durum.

[571] Naziratûn Bekleyiş, acele etmeyip rahat davranmak, süre ver­mek.

[572] Hazin, İbn Kesir, Taberi.

[573] et-Tacc.4sh. 62

[574] Bkz. ayetlerin tefsiri için İbn Kesir.

[575] İbn Hişam c.4 sh. 275 et-Tac c.2 sh.143

[576] Hazin. Beğavi İbn Kesir Taberi

[577] et-Tacc.2sh.194

[578] "Çıkış" bölümü 22. İshah ve "Ahbar" bölümü 22. ishah.

[579] et-Tac c.2 sh. 194

[580] Mecmauz-Zevaid c.4 sh.117

[581] Mecmauz-Zevaid c.4 sh.117

[582] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/307-313.

[583] Bi'l adi Burada hak, doğruluk ve eksiksiz anlamında kullanıl­mıştır.

[584] el-îmlal "İmla"nın anlamdaşıdır ve yazdırma anlamına gelir. Burada ise, ikrar ve itiraf ya da açıklama anlamı ile kullanılmıştır.

[585] Yebhas Eksik söylemesin veya gizlemesin.

[586] Yebhas Eksik söylemesin veya gizlemesin.

[587] Daifen Hasta veya güçsüz ya da dilinde tutukluk bulunan v.s.

[588] En tadille ihdahuma fetuzekkire ihdahuma t'uhra Biri unutunca diğeri ona hatırlatsın diye.

[589] La ye'beş-şuhedau Şahitler, çağırıldıkları zaman şahit­likte bulunmaktan kaçınmasınlar.

[590] Edna ella tertabu Şüpheye düşmemek için daha ga­rantilidir.

[591] Hazin tefsiri

[592] Taberi, Hazin, Tabresi.

[593] İ'lamul mavakıîn c.2 sh.49

[594] Taberi, Hazin, Tabresi

Taberi, Hazin, Tabresi

[595] İ'lamu'l mavakıin c.1 sh.74 ve sonrası. Ayrıca ayetin tefsiri İçin Seyyid Reşid Rıza, el-Mena tefsirine bkz.

[596] Ayetin tefsiri için bkz. İbn Kesir.

[597] Hazin

[598] İ'lamu'f muvakkun c.2 sh. 76 ve sonrası

[599] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/315-320.

[600] Taberi, Hazin, Beğavİ ve İbn Kesir.

[601] a.g.e Özellikle Taberi bu konuda geniş ve ayrıntılı açıklamalar verir.

[602] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/320-321.

[603] Isran Etkili, ağır söz.

[604] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/322.

[605] İbn Kesir

[606] İbn Kesir

[607] İbn Kesir

[608] Taberi

[609] Taberi

[610] İbn Kesir

[611] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/323-324.