Bakara, 139; Kavram: 108

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İ H L Â S

 

 

İhlâs; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de İhlâs Kavramı

Hadis-i Şeriflerde İhlâs Kavramı

İbâdetlerde İhlâs

İhlâsın Zıddı; Riyâ

Rızâ ve Allah'ın Râzı Olması

İhlâs ve Riyânın Kabı; Amel

İhlâsın Terazisi; Niyet

Niyet Terbiyesi

 

 

“De ki: 'Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız (ın mükâfâtı) bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” (2/Bakara, 139)

 

 

 

İhlâs; Anlam ve Mâhiyeti

İhlâs kelimesi, sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” mânâsındaki hulûs/halâs kökünden türetilmiş olup “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” anlamına gelir. Allah’ın dışındakilerden teberrî/uzaklaşma, ayrılık ve kurtuluş anlamı da vardır. İhlâs kelimesi, terim olarak “ibâdet ve iyilikleri riyâdan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. Kur’ân-ı Kerim’in 112. sûresine İhlâs adı verilmesinin sebebi, bu sûrenin hâlis tevhidi ifade etmesi ve tevhid/ihlâs ehlinin halâsından/kurtuluşundan dolayıdır.

İman ve amel dürüstlüğü olarak tanımlanabilecek ihlâsın nihâî anlamı Allah dışındaki herşeyden uzaklaşmaktır (Râgıb, Müfredât, s. 155). İhlâs, bir şeyi saf, temiz ve arıtılmış hale getirmek, kalbi temizlemek, çıkar ve şöhret amacı güdülmeyen, içten, riyâsız, samimi sevgi ve bağlılık demektir. İslâmî literatürde ihlâs, daha geniş olarak şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faâliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, s. 155; Lisânu’l-Arab, “huls” md; Gazzâlî, İhyâ, 4/379-380). Yapılan ibâdet ve işlerde gösterişe yer vermeme, ibâdet ve tâatda riyâdan uzaklaşma hali ve kalbin safâsına keder veren şeyden kalbi uzak tutmak. Sırf Allah rızâsını düşünmek, ona göre hareket etmek ve sadece Allah için ibâdet etmek, ihlâs kavramıyla ifade edilir.

İhlâs; bir kalp hareketi ve rûhânî bir davranıştır. Kalp temizliğinin ve sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah’ın rızâsını arayan bir niyettir. Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah’a kulluk etmesi ve bu kulluğunda O’ndan başkasına yer vermemesi, başkasını düşünmemesidir. Ayrıca, ihlâs, “kalbi garaz şüphesi ve zan eğriliğinden temiz tutmaktır” şeklinde târif edilmiştir. İhlâsta Hakkın rızâsı talep edilir, yapılan işlerde riyâ, gösteriş, menfaat ve şöhret gâyesi güdülmez.

“Bir şey karışıklıktan arındığı zaman, temiz olur. Saf ve temiz hareketlere de ihlâs denir” (Gazâli, İhyâ, 4/379). İhlâs, bir kalp hareketi ve rûhânî bir davranıştır. Kalbî davranışların makbul oluşu, niyet ve irâdemizin sağlamlığına bağlıdır. İhlâs, kalp sağlamlığının/temizliğinin bir delilidir. Böyle olunca her işe başlandığı zaman niyette ihlâs, yani her türlü dünyevî karşılık beklemekten uzak olmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı ihlâs ile kazanılır. Yoksa ihlâs kişinin başarı ve becerileriyle elde edilemez.

Bazen ihlâs ile söylenmiş bir tek kelime ile kişi kurtuluşa erer ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı elde edilir. Bazen bir tek adamın irşâdı, bin kişinin irşâdı kadar Allah rızâsına sebep olur. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben Cebrâil’den ihlâsın ne olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Ben de Azîz ve Celîl olan Allah’a ‘ihlâs nedir?’ diye sordum. O şöyle buyurdu: “İhlâs Benim bir sırrımdır. Onu kullarımdan sevdiğim kimselerin kalbine koyarım.”

Kur’ân-ı Kerim, ihlâsı lüzum, fayda ve neticeleriyle belirtmiştir. Buna göre ihlâs, ibâdet ve davranışta Allah’a özden bağlanmaktır. “Bizim yaptıklarımızın mükâfatı bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” (2/Bakara, 139). Bu âyette, amellerinde sadece Allah’ın rızâsını gözetenlerin hâlis insanlar ve muhlis mü’minler olduğu vurgulanmaktadır. Böyle bir ihlâsı taşıyanlar, Allah’ın dininde ihlâs ve samimiyetlerini, ibâdeti Allah için yaparak gösterirler; nefisleri hoşlanmasa da bu hallerine devam ederler ve Allah’a hamdetmekten geri kalmazlar (7/A’râf, 29; 10/Yûnus, 22; 31/Lokman, 32; 4/Nisâ, 46; 39/Zümer, 2, 11, 14; 40/Mü’min 14, 65).

İhlâs, fenâlığı ve kötülüğü gideren bir fazilettir. İşte Biz ondan (Yusuf’tan) fenâlığı ve fuhşu gidermek için (böyle yaptık, delilleri gösterdik). Çünkü o, Bizim ihlâslı kullarımızdandı.” (12/Yûsuf, 24) âyetinde, evdeki kadınla Hz. Yusuf arasında geçen olayda ve kadının niyetinin neticesiz kalışında en büyük etkenin, Hz. Yusuf’un ihlâsı olduğu görülmektedir. İnsanlık için ihlâsın gereği, her zaman ve her iş için emredilen bir keyfiyet oluşuyla da anlaşılmaktadır. Çünkü ihlâs, ehl-i kitaba da, yapacakları diğer ibâdetlerle birlikte emredilmişti (98/Beyyine, 5).

İhlâs, şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine engel olan bir tutumdur. Bu durum şeytanın itiraflarından anlaşılmaktadır: “Yeryüzünde insanlara (fenâlıkları) süsleyeceğim, elbette onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinde ihlâsa sahip mü’minler bunun dışındadır.” (15/Hicr, 40; 38/Sâd, 83). Şirkten, Kitabı ve Peygamber’i yalanlamadan, sapık yollara sapıp tevhid akîdesine aykırı inanç ve düşünceler beslemeden dolayı gerçekleşecek İlâhî azaptan kurtuluşta ihlâsın yeri ve önemi şöyle belirtilmiştir: “Allah’ın ihlâs sahibi kulları müstesnâ” (37/Sâffât, 40, 74, 128, 160).

Ahlâk önderleri peygamberler, varlıkları ihlâsla yoğrulmuş şahsiyetlerdir. Hz. Mûsâ, Hz. Yûsuf, Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Ya’kub ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in özellikleri anlatılırken Kur’an onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir (19/Meryem, 51; 12/Yûsuf, 24; 38/Sâd, 45, 46; 39/Zümer, 11). Çünkü peygamberler dâvet ve tebliğlerinde daima, Hakk’ın rızâsından başka bir maksat gütmeyerek ihlâslarını ortaya koymuşlardır.

Fudayl bin İyâd: “Halk için ameli terketmek, riyâdır; halk için amel etmek ise şirktir. İhlâs, Allah Teâlâ’nın bu iki şeyden seni âfiyette kılmasıdır” diyor. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir hutbesinde şöyle der: “Biliyorsunuz ki, mâlum bir ecelin peşinde gece-gündüz koşuyoruz. Allah Teâlâ’nın rızâsı için söylenmeyen hiçbir şeyde hayır yoktur. Aziz ve Celil olan Allah’ın yolunda harcanmayan hiçbir malda hayır yoktur. Bilgiçlik taslayarak gurura kapılanlarda hayır olmadığı gibi, Allah için yaptıklarında insanların kınamasından endişeye düşenlerde de hayır yoktur.” (Kuşeyrî Risâlesi, İst. 1978, s. 3, 7)

Mü’minler bütün söz ve fiillerinde Allah’ın rızâsını gözetmek zorundadırlar. Eğer insanların hoşlarına gitmek niyetiyle amelde bulunurlarsa, kendi kendilerini helâk ederler. Nitekim Uhud savaşında mü’minlerin en önde savaşanlarından birisi de Kuzman idi. Medine’deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için cehennemlik olmuştur (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1969, 4/342). Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Üç hususta müslümanın kalbi hiyânet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaati ile birlikte olmak.” (İbn Mâce, Mukaddime 18)

İhlâsın zıddı riyâdır. Riyâ; “sırf Allah rızâsı için yapılması gereken amele gösteriş katmak” anlamında kullanılır. Gösteriş demek olan riyâ, amelleri dünyevî maksatlarla, insanlar görsün diye yapmaktır, bu da insanı şirke sürükler. Hz. Peygamber şöyle buyurur: Şüphesiz Allah, sadece kendisi için ve kendisinin rızâsı için olmayan bir amelden başkasını kabul etmez.” (Nesâî, Cihad 24) (1)

İhlâsın Allah’a gönülden bağlanma, ibâdeti sadece O’na has kılma, inanç ve ibâdetinde Allah’a şirk koşmama gibi mânâlarına işaret etmiştik. Bu öyle olmalı ki, 2/Bakara sûresi 138. âyette belirtildiği gibi Allah’ın rengiyle boyanılmalıdır. “Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel boyayı/rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.” (2/Bakara, 138). Allah’ın boyası en güzel boyadır; o da din-i İslâm’dır. Burada mecaz ve istiâre olarak din, boya olarak isimlendirilmiştir. Zira elbisede boya belirgin olduğu gibi, dindar bir müslamanda da din belirgin hale gelir.

İman ve ibâdette ihlâs sadece tavsiye değil; aynı zamanda bir emirdir. “De ki: ‘Bana dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmem emrolundu.” (39/Zümer, 11) “De ki: ‘Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azâbından korkarım. De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah’a ibâdet ederim.” (39/Zümer, 12-14) “Kim Rabbine kavuşmayı isterse sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdetinde (muhlis olsun) hiçbir şeyi şirk/ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110).

İslâm’ın özelliklerinden biri de kalbe hitap etmesidir. İslâm büyüklerinin bir kısmı kalbi insanın merkezi olarak kabul etmişlerdir. İhlâs da zâten gönül işidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat! Vücutta küçük bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, işte bu, kalptir.” (Buhârî, İman 39).

İhlâs, dini Allah’a has kılmak, gerek itikadî, gerekse amelî bulanıklardan kurtulup arı duru bir kul olmaktır. Böyle olmak için Allah’ın yardımına her an ihtiyacımız vardır. Âyette, “Dini, yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın” buyruluyor. Buradaki “yalvarmak” ibâdet mânâsındadır. Muhlis bir şekilde ibâdet edersek kurtuluruz. İnsan, imkânı nisbetinde her halinde muhlis olmalıdır. Çünkü kurtuluş ihlâstadır. Kur’ân-ı Kerim’de cehennem azâbından ancak ihlâslı kulların kurtulacağı bildirilmektedir: “(Bu azaptan) ancak Allah’ın hâlis kulları istisnâ edilecek.” (37/Sâffât, 40). Yani, ihlâslı kullar, azap acısı tatmayacaklar. “...Onun için Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ, onların hepsi (cehenneme) götürüleceklerdir.” (37/Sâffât, 128)

Ama, bu bahsedilen ihlâs, insanın başı darda olduğu zamanda gösterdiği ihlâs değildir. Kur'an'da bu fıtrî durum şöyle ifâde edilir: “Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamâmen Allah’a has kılarak (ihlâsla) O’na yalvarırlar.”(31/Lokman, 32). Bu halde Allah’tan başka kimseye duâ etmez ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmazlar. Aynı mânâda başka âyetler de vardır (10/Yûnus, 22; 29/Ankebût, 65). Muhlis kullara şeytan bile yaklaşamaz. Tâatinde ihlâslı olana, şeytan onu iğfâl etmeye bir yol bulamaz. Âyet-i kerimede bu durum açıkça ifade edilir: “(İblis) Dedi ki, ‘Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak, onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (15/Hicr, 39-40)

Özlenen ihlâs, zorlanılan anda veya ölüm ânında gösterilen ihlâsı bütün ömür boyu gösterebilmektir. Şâir, bunu şöyle ifade eder:

“Suâl: Ey velî, mü’min nasıl olmalı, söyle!

Cevap: Son anda nasıl olacaksa, hep öyle.” (N.F.K.)

İslâm büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî, ihlâsı şu şekilde özetlemektedir: “İhlâs, kulun sükûn ve hareketlerinin hassaten Allah için olmasıdır.”

İhsân ile ihlâsın birbirinden ayrılamayacak derecede mânâ irtibatı vardır. İhsân, ihlâstan; ihlâs, ihsândan ayrı düşünülemez. Zâten Kur’an’da geçen ihsân kelimesinin bir kısmı müfessirlerce ihlâs olarak tefsir edilmiştir. (2) Bir kudsî hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Allah Teâlâ buyuruyor: ‘Ben ortakların şirkte en müstağnîsiyim. Her kim bir amel işler de Benimle birlikte başkasını ortak ederse, onu şirkiyle başbaşa bırakırım.” (Müslim, Zühd 46)

İhlâs, insanların lüzumsuz ve geçici iltifatına Allah'ın rızâsını/hoşnutluğunu tercih etmektir. İhlâs, her türlü amel ve ibâdetin özü ve mayasıdır. Herhangi bir amel veya ibâdetin makbul olması, ancak ona bağlıdır. İhlâs ile yapılmayan, içinde insanların takdir ve iltifatı hedeflenmiş bulunan amel ve ibâdetler huzur-u İlâhîde makbul sayılmaz ve paçavra gibi sahibinin suratına çarpılır. "Ey iman edenler, insanlara gösteriş için malını verip Allah'a ve âhiret gününe inanmayan adam gibi, başa kakmak ve eziyet etmek ile sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayanın haline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur vurunca çıplak, pürüzsüz hale getirir. Böyleleri, kazandıklarından hiçbir fayda görmezler. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez." (2/Bakara, 264) "Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri halde, insanlara gösteriş için mallarını sarfederler. Şeytan kime yâr olursa, artık o ne fenâ bir arkadaştır." (4/Nisâ, 38)

Dikkat edilirse bu iki âyette ortak bir yön dikkat çekiyor. Âyetler, ihlâslı olmayan, yani riyâkâr insanları, Allah'a ve âhiret gününe inanmamakla suçluyor ve mahkûm ediyor. Şüphesiz, yaptığı amelin karşılığının Rabbimiz tarafından âhirette bolca verileceğine, ebedî nimetlere kavuşacağına inananlar, elbette geçici iltifatları değil; Allah'ın ebedî lutfunu tercih edeceklerdir. Allah'ı değil de kulları râzı etmeye özen gösteren ve aynı hassâsiyeti Allah'ı hoşnut etme konusunda göstermeyenler, âhirete ve orada verilecek rızıklara olan inançta, elbette samimi ve ciddi değiller demektir.

Yaptığı iyiliği başa kakmak, elbette ihlâsın olmadığı ve riyânın hâkim olduğu bir davranıştır. Yapılan ameli boşa çıkarmak, geçersiz kılmak için başa kakmak yeterli bir sebeptir. Zira; Allah için yapılan yardımın mükâfatı da Allah'tan beklenmeliydi. Yardım yapılan şahıstan menfaat ummak, yardımın karşılığını alacağından, Allah'tan mükâfat beklemek abes olur. Bu vesile ile Allah yanında makbul sayılması, âyet-i kerimenin belirttiği üzere, mümkün değildir. Yine bunun içindir ki bu anlayış, Hz. Peygamber'in diliyle "küçük şirk" diye tanımlanmıştır.

Mübâdele/değişim aracı olan gerçek para ile kalp/sahte para arasındaki fark gibidir riyâ ile ihlâs arasındaki fark. Sahte para nasıl mübâdele aracı olamıyor ve hiçbir değeri ve geçerliliği bulunmuyor ise, ihlâslı olmayan, riyâkâr davranış, amel ve ibâdetler de aynı gibi görünen ama aslında yok sayılan şeyler gibidir.

İslâm'da nihâî hedef insandır. Yani insanın mükemmelleşip kemâl derecesine ulaşması, aslî temiz fıtratına kavuşması temel hedeftir. İşte insan, aslî fıtratına, sun'î/yapmacık şeylerden arınarak, samimi olarak ulaşır. Her insanı memnun etmek için çaba sarfeden, şirin görünmeye özen gösteren, zamanla kişiliğini yitirir. Ancak, yalnız Allah'ı memnun ve râzı etmeye, bu konuda oldukça samimi olmaya çalışanlar, gerçek kişiliği ve izzeti bulurlar. Bu itibarla tüm insanlarla ilişkiler daha bir anlamlı olur. Kime nasıl davranılacağı bilindiğinden, hangi tavrın iltifat, takdir; hangi tavrın tepki alacağını tespit etmek kolaylaşır. Olgun bir kişiliğe sahip olunur. Güven veren emin bir kişilik oluşur. Herhangi bir olay veya konuya Allah'ın rızâsı hedeflendiğinden âdil ve dürüst yaklaşımlarıyla güven telkin eder. İşte bunlar ihlâs sahibi insanların vasfıdır.

O halde, yığınla insanı memnun etmek, onlara hoş görünmektense, Allah'ı râzı ederek bu vesile ile tüm âdil ve samimi kulları da râzı etmek daha güzel değil mi? İslâmlığa ve tabii ki insanlığa yakışan da bu değil mi? İslâmlık, insanlık diye tanımlanan, insan fıtratının özü ve gereğidir. İslâm'ın da hedefi insanı aslî fıtratına ulaştırmak, kaybolan samimiyetiyle buluşturmaktır. Bunun içindir ki, fıtratın dili, İslâm'ı ve onun ölmez ilkelerini haykırır. Samimiyet, yani ihlâs, en fazla aşınan ilkemizdir. Kur'an'ın koyduğu ahlâk kurallarını bir hayat biçimi kabul ederek okumak ve Hz. Peygamber'in hayatını özümsemek, bize ihlâsın ufuklarını gösterecektir. Her konuda Allah'ın rızâsı hedeflenmeli ve her yapılan, yalnız Allah için yapılmalıdır. (3)

İhlâsın, kişinin tüm hayatını kapsadığı, bir başka deyişle, hem iman hem de ameli ilgilendiren bir kavram olduğu, şeytanın saptıramadığını (12/Yûsuf, 24; 15/Hicr, 40; 38/Sâd, 83) belirten ifâdelerden de anlaşılmaktadır. Çünkü aynı olgu "Şeytanın, iman edip sadece Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir otoritesi bulunmamaktadır. Onun otoritesi, sadece kendisini velî edinip Allah'a şirk koşanlar üzerindedir." (16/Nahl, 99-100) âyetiyle birlikte düşünülürse, ihlâsın şu şekilde açıklanabileceği görülür: İhlâs, Allah'a iman edip sadece O'na tevekkül etmek, şeytanı dost edinmemek ve Allah'a şirk koşmamaktır.

İbâdet ve tâati sırf Allah için yapmak, dini yalnız O'na özgü kılmak anlamına gelen ihlâs, tevhid inancının rûhudur. Bunun için kul, sırf Allah rızâsını kazanmak amacıyla Hakk'a kulluk/ibâdet yapmalı, ibâdetlerine asla yapmacık, gösteriş, başkasının beğenisini kazanma düşüncesi karıştırmamalıdır. "Hak'tan başka bir şey düşünmekten korunmak" şeklinde de tanımlanan ihlâs, işleri gösterişten korur, sahibini gerçek takvâya götürür.

Ebû Ali el-Dekkak: "İhlâs, halkı düşünmekten korunmak, nefsi düşünmekten arınmaktır. Muhlis, riyâsı olmayan sâdık, kendini beğenmeyen adamdır" demiştir. İhlâs, sürekli olarak Yaratıcı'ya bakıp, O'nu dikkate alıp râzı etmeye çalışmak, yaratıkları görmemektir. Amelleri boşa çıkarmak için nefsin birçok yol ve vâsıtası vardır. Nefsin en gizli âfetlerinden biri, övülmekten hoşlanmasıdır. Çünkü biraz övgü görse, gökleri ve yeri sırtına yüklesen çeker, ama övgü olmayınca tembelleşir, başarısız kalır. İhlâs, yapılan amele Allah'tan başka şâhid ve O'ndan başka ödüllendirici tutmamaktır.

Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs odur. Rûhu olmayan bir beden, cansız bir maddeden ibârettir. İhlâssız amel de hebâ olmuş bir iş gibidir. İhlâs, bâtınî amel türündendir. Zâhirî ameller, bâtınî amellerle değer kazanır. İhlâslı davranmak, samimi olmak, gösteriş ve riyâdan uzak bir şekilde hareket etmek, oldukça zor bir iştir. Kişinin bütün tutum ve davranışlarında ihlâslı olması, hele sâlih amel işlerken ihlâslı davranması daha da zor gibidir. Ancak, kişi, bu durumlarda samimi bir şekilde hareket ederse, ameli değer kazanır ve ameli makbul olur. İhlâslı bir şekilde Allah'a ibâdet etmek, sâlih ameldir. İhlâslı bir mü'minin kalbine hile girmez. Kişinin faâliyeti ve samimiyeti, ihlâslı olmasıyla değer kazanır ve böylece amelinin ecrini artırır. Neticede de derecesi yükselir ve toplumda örnek bir şahıs durumuna gelir. Çünkü ihlâslı bir kişi, riyâdan arınmış bir şekilde dine hizmet etmeyi kendisine vazife bilen bir insandır. Böylece mü'min kişi; "... Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak, O'na kulluk ediyorum" (39/Zümer, 14) âyetinin ifâde ettiği anlam bütünlüğüne erer.

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de İhlâs Kavramı

Kur’ân-ı Kerim’de “ihlâs” kelimesi, tüürevleriyle birlikte 31 yerde kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de hulûs kökünden çeşitli kelimeler hem sözlük, hem terim anlamında yer almaktadır. On yerde geçen “muhlisîne lehu’d-dîn” ifadesindeki ihlâs kavramı, “yalnızca Allah’a yönelip O’na kulluk etme, O’na güvenip O’ndan dilekte bulunma, sadece Allah’ın dinini tanıyıp din konusunda kendini Allah’a adama, tevhid inancının saflığını bâtıl itikadlarla zedelemekten sakınma, saf dindarlık” şeklinde hem şirke, hem riyâya zıt bir anlam taşır (7/A’râf, 29; 98/Beyyine, 5). Yine Kur’ân-ı Kerim’deki “ibâdullahi’l-muhlasîn” ifâdesi, “Allah’ın yardımına mazhar olup hâlis dindarlığa ve hidâyete ulaştırılmış kullar” mânâsına gelmektedir. Fahreddin er-Râzî, bu ifâdenin geçtiği Hicr sûresinin 40. âyetini açıklarken ihlâsın “bir şeyi karışımdan temizleyip saf hale getirmek” şeklindeki sözlük anlamını hatırlattıktan sonra insanın bir ameli ya sırf Allah için ya da Allah’tan başka biri için veya her iki amacı birlikte gözeterek yapacağını, sonuncu durumda ya Allah rızâsını veya başkasını memnun etmeyi öne alacağını belirtmekte, bunlardan sadece birinci amelin makbul olduğunu, ameline gösteriş karıştırmakla birlikte Allah rızâsını önde tutanların da ihlâslı kimselerden sayılmasının umulduğunu söylemektedir (Mefâtihu’l-Gayb, 19/188-189). Âyetlerde bildirildiğine göre şeytan, ihlâslı kişilere zarar veremeyeceğini itiraf etmiştir (15/Hicr, 40; 38/Sâd, 83). Bu sebeple Kur’an’da ihlâs, peygamberlerin başlıca niteliklerinden sayılmıştır 10/Yûnus, 24; 19/Meryem, 51; 38/Sâd, 45-46). Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’in 112. Sûresine, dinin temel ilkesi olan tevhidi en hâlis, en güzel şekilde dile getirdiği için “ihlâs” adı verilmiştir.

İhlâs, esâsen bir nesnenin başka şeylerden ayıklanarak sadece bir şeye âit ve ona özgü kılınması anlamına gelir. Yahûdilerin âhiretin kendilerine âit olduğu iddiâsı (2/Bakara, 94) ve bu iddiâya, âhiretin sadece iman edenlere âit olduğu (7/A'râf, 32) şeklinde verilen cevabın yanı sıra, dörtten fazla evliliğin, öteki mü'minler ayıklanarak sadece Hz. Peygamber'e özgü bir durum oluşu da bu kelime ile anlatılır (33/Ahzâb 50). İhlâs, Kur'ân-ı Kerim'de ibâdetlerin hâlis bir niyetle, gösterişe kapılmadan, sırf Allah rızâsı için yapılması anlamıyla birlikte, genel anlamda kulluk (39/Zümer, 2, 3, 11; 12/Yûsuf 24; 98/Beyyine, 5) ve dinin sadece Allah'a hasredilmesi anlamında (7/A'râf, 29; 4/Nisâ, 146; 10/Yûnus, 22; 29/Ankebût, 65 vd.); şirkin zıddı (29/Ankebût, 65; 98/Beyyine, 5) olarak kullanılmaktadır.

İhlâs kavramı, 12/Yûsuf sûresinin 80. âyetinde “Ondan ümitlerini kesince (meseleyi) gizli görüşmek üzere ayrılıp çekildiler (halesû)” şeklinde ayrılık anlamındadır. “... Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” (2/Bakara 139). Bu âyetteki “muhlis” kelimesi, “tâat ve ibâdetle ihlâs sahibiyiz. Hiçbir şeyi O’na eş koşmayız. O’ndan başka hiçbir şeye de ibâdet etmeyiz” anlamındadır. 12/Yûsuf sûresi 24. âyetinde Hz. Yusuf için; Şüphesiz o, ihlâslı kullarımızdandır” buyurulmaktadır. Yusuf (a.s.), tevhid ve ibâdetinde “muhlis” idi.

Gerek Bakara 139 ve Yusuf 24. âyetlerinde ve gerekse başka âyetlerde geçen “muhlis” kelimesi ile vasıflanan müslümanlar, yahûdinin teşbih ve nasârânın teslisinden berî oldukları için ihlâsla vasıflanmışlardır.

"... Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” (2/Bakara, 139)

"... Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (2/Bakara, 156)

"Şüphesiz münâfıklar (kendi akıllarınca) Allah'ı aldatmaya kalkışırlar, Allah'a oyun etmeğe çalışırlar; halbuki Allah onların tuzak ve oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da pek az zikrederler, az hatırlarlar. Bunların (insanların) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanırlar) ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın." (4/Nisâ, 142-143)

Şüphe yok ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak, tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılıp dinlerini/ibâdetlerini ihlâsla, yalnız O’nun için yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekte) mü’minlerle beraberdirler ve Allah mü’minlere yakında büyük mükâfat verecektir.” (4/Nisâ, 145-146)

“De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi O’na (kıbleye) doğrultun ve dini muhlis olarak, yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. (Öyle ise, Allah’a şirk/ortak koşmadan, gönlünüze başka tanrılar getirmeden sırf Allah’a yalvararak O’na kulluk edin.” (7/A’râf, 29)

“O, sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri güzel bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak, ‘andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız’ diye Allah’a yalvarırlar.” (10-/Yûnus, 22)

“Kim, (yalnız) dünya hayatını ve onun zînetini istemekte ise, onların işlerinin karşılığını orada tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) Yaptıkları da boşa gitmiştir; hâlen yapmakta oldukları şeyler zâten bâtıldır.” (11/Hûd, 15-16)

“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delillerimizi gösterdik). Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (12/Yûsuf, 24)

“(İblis) dedi ki: ‘Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak, onlardan ihlâsa erdirilmiş kullar müstesnâ.” (15/Hicr, 40)

“(Rasûlüm!) Kitapta Mûsâ’yı da an. Gerçekten o, ihlâs ve samimiyete ulaşmıştı ve hem elçi hem de peygamberdi.” (19/Meryem, 51)

"Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel (iyi iş) yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin." (18/Kehf, 110)

"(Kurban edilen hayvanların) Ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşmaz. Sizin takvânız, O'na ulaşır." (22/Hacc, 37)

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibârettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı. Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak, ihlâsla Allah’a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki (Allah’a) şirk/ortak koşmaktadırlar.” (29/Ankebût, 65)

“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak ihlâsla O’na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten Bizim âyetlerimizi ancak nankör gaddarlar bilerek inkâr eder.” (31/Lokman, 32)

“(Yersiz ithamlarınız sebebiyle) Siz acı azâbı tadacaksınız. Başka bir şeyle değil; sadece yaptığınız işlerle cezâlanacaksınız. (Bu azaptan) Ancak Allah’ın hâlis/ihlâslı kulları istisnâ edilecek.” (37/Sâffât, 38-40)

“Bak ve düşün: Uyarılanların âkıbeti ne oldu? (Tabii) Allah’ın muhlis kulları müstesnâ.” (37/Sâffât, 73-74)

“Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ, onların hepsi (cehenneme) götürüleceklerdir.” (37/Sâffât, 127-128)

“Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah’a karşı azdırıp saptıramazsınız. Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları böyle değildir.”(37/Sâffât, 160-163)

“Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya’kub’u an. Biz onları âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık.” (38/Sâd, 45-46)

İblis, ‘Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım’ dedi.” (38/Sâd, 82-83)

"Dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk et! Hâlis din (ibâdet) Allah'a yapılır." (39/Zümer, 2-3)

"De ki: 'Bana, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet etmem emredildi." (39/Zümer, 11)

"De ki: 'Ben, dinimi Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet ederim. Siz de O'ndan başka dilediğinize tapın..." (39/Zümer, 14-15)

“Haydi, kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah’a, Allah için dindar ve muhlis olarak duâ edin.” (40/Mü’min, 14)

“O (Allah), daima diridir; O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde dinde ihlâs ve samimiyet erbâbı olarak O’na duâ edin. Hamd (övmek ve övülmek), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (40/Mü’min, 65)

"Kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet etmeleri emredildi." (98/Beyyine, 5)

Şu namaz kılanların vay haline! Onlar namazlarında yanılgıdadır, onlar gösteriş yapmaktadırlar.” (107/Mûûn, 4-6)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde İhlâs Kavramı

İhlâs kavramı, hadis-i şeriflerde de dinî ve ahlâkî bir fazîlet olarak sık sık geçmektedir. Çeşitli vesilelerle Allah rızâsı için ihlâsla amel etmenin önemini ve fazîletini vurgulayan Hz. Peygamber, duâda ihlâslı olmayı öğütlemiş (Ebû Dâvud, Cenâiz 56), ihlâslı bir kalple iman etmiş kişinin âhiret kurtuluşuna ereceğini müjdelemiş (Ahmed bin Hanbel, 5/147), kendisi de şöyle duâ ederdi: “Yâ Rabbi! Beni Sana karşı ihlâslı bir kul yap.” (Ahmed bin Hanbel, 4/369; Ebû Dâvud, Vitr 25)

Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Allah Teâlâ diyor ki: ‘Ben ortakların şirkten en müstağnî olanıyım. Kim bir amel yapar, buna Benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla baş başa bırakırım.” (Müslim, Zühd 46, hadis no: 2985; İbn Mâce, Zühd 21; Ahmed bin Hanbel, 2/301, 435)

“Kıyâmet gününde, Allah nazarında en kötü olanlardan bir kısmını, iki yüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz. Bunlar, bazılarına bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır.” (Buhârî, Edeb 52; Müslim, Fedâil 199, hadis no: 2526; Muvattâ, Kelâm 21 –2, 991-; Tirmizî, Birr 78, hadis no: 2026; Ebû Dâvud, Edeb 39, hadis no: 4872)

"Şüphesiz riyâ şirktir." (İbn Mâce, Fiten 16)

"Muhakkak ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır." (Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58)

"Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." (et-Terğîb ve't-Terhîb 1/32)

"Kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır." (Müslim, Zühd 38)

“Kimin dünyada iki yüzü varsa, kıyâmet günü, onun ateşten iki dili olacaktır.” (Ebû Dâvud, Edeb 39, hadis no: 4873)

Şüphesiz Allah, sadece kendisi için ve kendisinin rızâsı için olmayan bir amelden başkasını kabul etmez.” (Nesâî, Cihad 24)

“Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de dünya veya bir kadınla evlenmek için ise, onun hicreti de, hicret ettiği şeyedir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, İman 41, Nikâh 5, Talâk 11, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Itk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâre 155, hadis no: 1907; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16, hadis no: 1647; Ebû Dâvud, Talak 11, hadis no: 2201; Nesâî, Tahâret 60)

"Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat sizin kalplerinize ve niyetlerinize (amellerinize) bakar." (Müslim, Birr 10, 33; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, 2/285, 539)

“Bir kul, Allah rızâsı için mütevâzi ve alçakgönüllü olursa Allah onu mutlaka yüceltir. Size bir hadis/söz söyleyeceğim, onu iyi belleyin: Dünya dört kişi içindir (dünya konusunda, sahip olma ve niyet yönüyle insanlar dört çeşittir):

Bir kul vardır, Allah kendisine mal ve ilim vermiştir de kul, malı hususunda Allah’tan korkmakta, (mal ve ilmi kullanarak) sıla-i rahim yapmakta, (mal ve ilminde) Allah’ın hakkı olduğunu bilmektedir; işte bu kimse en fazîletli bir makamdadır.

Bir kul vardır; Allah ona ilim vermiş, mal vermemiştir. Ama iyi niyetlidir ve ‘malım olsaydı onu falan kişi gibi (hayırda) harcardım’ der. İşte bu kimse, niyetindekini yapmış gibi sevaba nâil olur; ikisi de eşit şekilde ücrete konar.

Bir kul vardır Allah ona mal vermiştir, fakat ilim vermemiştir. Malını câhilâne harcar. Malı hususunda Rabbinden korkmaz. (Cimriliği, câhilliği sebebiyle) malıyla sıla-i rahim yapmaz; malında Allah’ın da hakkı olduğunu hiç düşünmez. İşte bu kimse, mertebelerin en düşüğündedir.

Bir kul da vardır, Allah ona ne ilim ne de mal vermiştir ama; ‘eğer malım olsaydı onunla falan kimsenin yaptıklarını ben de yapardım’ der. Bu da niyetiyle muâmele görür. Niyet ettiği kimsenin vebalini aynen elde eder.” (Tirmizî, Zühd 17, hadis no: 2326; İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4228)

“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakîr gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467)

“Üç hususta müslümanın kalbi hiyânet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaati ile birlikte olmak. Bu üç şeyin bulunması, kalbi diğerlerinden korur.” (İbn Mâce, Mukaddime 18; Tirmizî, İlim 7)

“Kıyâmet günü ilk çağrılacaklar, Kur’an’ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâlâ Kur’an okuyana:

‘Ben, Rasûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?’ diye soracak. Adam:

‘Evet ya Rabbi!” diyecek.

‘Öğrendiklerinle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ tekrar soracak. Adam:

‘Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum’ diyecek. Allah Teâlâ:

‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Melekler de ona:

‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkışacaklar. Allah Teâlâ ona:

‘Bilakis sen, ‘falanca Kur’an okuyor’ densin diye okudun ve bu da söylendi’ der.

Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ:

‘Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın!’ der. Zengin adam:

‘Evet yâ Rabbi’ der.

‘Sana verdiğimle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ sorar. Adam:

‘Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim’ der. Allah Teâlâ:

‘Bilakis sen: ‘Falanca cömerttir’ desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi’ der.

Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ:

‘Niçin öldürüldün?’ diye sorar. Adam:

‘Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım’ der. Allah Teâlâ ona:

‘Yalan söylüyorsun!’ der. Ona melekler de:

‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkışırlar. Allah Teâlâ ona tekrar:

‘Bilakis sen: ‘Falanca cesurdur’ desinler diye düşündün ve bu da söylendi’ buyurur.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup şöyle dedi: “Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyâmet günü, cehennemin, aleyhlerine kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!” (Müslim, İmâret 152, hadis no: 1905; Tirmizî, Zühd 48, hadis no: 2383; Nesâî, Cihad 22 -6, 23, 24-)

“Kim âlim geçinmek, sefîhlerle münâzara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi maksatlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi cehenneme atar.” (Tirmizî, İlim 6, hadis no: 2656)

“Hüzün kuyusundan Allah’a sığının!” Rasûlullah’ın yanındakiler sordular: “Ey Allah’ın Rasûlü! Hüzün kuyusu nedir?” Peygamberimiz cevap verdi: “O, cehennemde bir vâdidir; cehennem, o vâdiden her gün yüz kere Allah (c.c.)’a sığınma talep eder.” “Ey Allah’ın rasûlü! denildi, oraya kimler girecek?” “Oraya, amellerinde riyâ (gösteriş) yapan kurrâlar (Kur’an okuyucular) girecektir.” (Tirmizî, Zühd 48, hadis no: 2384)

"Allah'ın (arşının) gölgesinden başka bir gölgenin olmadığı kıyâmet gününde, Allah'ın arşının gölgesinde bulunacak yedi kişiden biri, sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen insandır." (Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91, 92; Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2, Muvattâ, Şiir 14; Ahmed bin Hanbel, 2/439, 5/261)

Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, kendini göstermek, kahramanlık, yiğitlik için savaşan adamın durumu sorulmuş ("bu adamın çarpışması Allah yolunda mıdır?" denilince) Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'ın kelimesi yüce olsun diye çarpışırsa işte (sadece) o, Allah yolundadır." (Buhârî, ilim 45, Cihâd 15, Tevhîd 28; Müslim, İmâret 149-151; Ebû Dâvud, Cihâd 24; Nesâî, Cihâd 21; İbn Mâce, Cihâd 13; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417)

Hz. Ali (r.a.) şöyle der: "Riyâkârın üç alâmeti vardır: Yalnız kaldığı zaman tembelleşir, halk arasında dinçleşir. Övülürse amelini arttırır, yerilirse azaltır."

 

 

 

 

İman ve İbâdetlerde İhlâs

İmanda İhlâs: İhlâs, sevgiyi ve samimiyeti açıkça göstermeyi ifâde eder. Allah’a ihlâs ile bağlanmak, dinde ihlâslı olmak anlamına gelir. Samimi olarak Allah’ı birleyen tevhid eri müslüman, ihlâslı kimsedir. İhlâs, itaat bağlamında ele alanırsa riyâdan uzak olma anlamını içerir. Kalpte doğup gelişen “iman” olgusunda mevcut bulunan niteliklerden birisi ihlâstır. İmanın târifini, onun özelliklerinden hareketle tanımlamaya kalkışan kimse, imanın unsurlarından birinin samimiyet ve içtenlikle bağlanma olduğunu, riyâ ve iki yüzlülük gibi samimiyete gölge düşüren unsurları bünyesinde barındırmadığını ifade edecektir.

Kur’an, inanç konusunda samimiyetsizlik, iki yüzlülük, riyâkârlık yapmaları dolayısıyla münâfıkları yerer ve onların bu psikolojik durumlarını hastalık olarak nitelendirir. “De ki: 'Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız (ın mükâfâtı) bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” (2/Bakara, 139). Âyette geçen “Ve nahnu lehû muhlisûn” cümlesindeki “ihlâs” olgusu şöyle izah edilir: İhlâs sahibi olarak mü’minler gönülden Allah’a bağlanan, ibâdetlerinde içtenlikle O’na yönelen, O’ndan başka hiçbir bâtıl ilâha samimiyet, sempati duymayan kimselerdir. Allah rızâsına uymayan hususlarda kimsenin hatırına, gönlüne bakmazlar (Elmalılı c. 1, s. 517). İlgilerini, sevgilerini yalnızca O’na yöneltirler. Sahip oldukları her şeyi O’nun için fedâ etmeye hazırdırlar (Mevdûdî, Tefhim, c. 1, s. 341). Âyetlerde sık sık geçen “dini Allah’a hâlis kılmak”, itaat ederken yalnızca O’nun rızâsını gözetmek mânâsına gelir.

İmana eşlik eden bir duygu olarak ihlâs, Yüce Allah’a iman ve itaat hususunda katıksız bir samimiyettir ve bu içtenliğe gölge düşürecek riyâ gibi her türlü kusurdan arınmayı ifade eder. İhlâs duygusunun etkisiyledir ki, imana hiçbir bâtıl düşünce bulaşamaz. İhlâs Allah ile kul arasında bir sır olup kul, Allah’a itaatinde yalnızca O’nun rızâsını gözetir. İhlâs duygusu, insanda ne kadar güçlüyse amellerde riyâ (dolayısıyla şirk ve nifak) o oranda azalır ve yok olur.

Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek, riyâ ile nifakın ortak noktalarından birisidir. Her münâfık aynı zamanda riyâkâr iken, her riyâkâr münâfık olmayabilir. Riyâ, imana zıt olmayarak sadece amellerin bazısında bulunabilir. Gerçek münâfıklık, akîdeye zıt düşen imanda ikiyüzlülüktür. Münâfıklar, ya birtakım çıkarlar uğruna mü’min olarak gözükmek ister ya da mü’minlerle aynı ortamı paylaşmak zorunda olduklarından onlar gibi görünmenin daha kârlı olduğunu düşünürler. İster bu nedenlerle olsun, ister başka nedenlerle, münâfıklar İslâmî emir ve yasaklara, mü’minlere kendilerini isbat etmek için zâhiren uyarlar.

Davranışları çoğunlukla yapmacık ve sahtedir. Takınmış oldukları her riyâkâr tutumun altında aldatma fikri ve eğilimi mevcuttur. Münâfıklar, başkalarını aldatma konusunda o derece ivme kazanmışlardır ki, -hâşâ- Allah’ı bile aldattıklarını zannederler. “Küfürlerini gizleyerek (akıllarınca) Allah’ı ve mü’minleri kandırmaya kalkarlar. Halbuki sadece kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.” (2/Bakara, 9) Münâfıkların yapmış olduğu ibâdetler, kalpteki inancın dışa yansıması değil; sadece gösteriş niyetiyle yapılan eylemlerden ibârettir. İnfak ettikleri mallar, kılmış oldukları namazlar sadece gösteriş içindir. Şu namaz kılanların vay haline! Onlar namazlarında yanılgıdadır, onlar gösteriş yapmaktadırlar.” (107/Mûûn, 4-6). Münâfıklar namazlarında Allah’a yaklaşma, farzı edâ etme gâyesi gütmezler. İnsanlar onu amel işlerken görsün, ona hayran kalsın, onu övsünler diye uğraşır. Böylece ikiyüzlülük, çifte standartlık yaparak çıkar sağlamaya çalışırlar.

İkiyüzlülüğün münâfıkların hem inançlarında, hem de davranışlarında ortaya çıktığını görüyoruz. İman etmenin kazandırdığı samimiyet ve ihlâstan yoksun olmaları ve riyâkârlık yaparak çıkar sağlama eğilimleri onları bu tutuma itmiştir. (4)

 

İbâdetlerde İhlâs: Fıkıh kitaplarında ibâdetlerin abdest, niyet, tekbir, kıraat gibi zâhirî şartları yanında bir de huşû, hudû ve ihlâs kavramıyla ifâde edilen bâtınî şartlarının bulunduğu, meselâ abdestsiz kılınan namaz geçerli sayılmayacağı gibi, ihlâssız edâ edilen ibâdetin de makbul olmadığı belirtilmekle birlikte bu konu daha çok tasavvuf ve ahlâk kaynaklarında ele alınmıştır. Zâhidlere ve muttakîlere göre ihlâs, kulun bütün amellerini sadece Hak için îfâ etmesi, halkın değerlendirmesini kesinlikle dikkate almamasıdır. Zâhidler, kulun yaptığı amel ve ibâdetleri yok sayması, bunlara bakıp da kendini beğenmemesi lâzım geldiğini özellikle belirtmişlerdir. Bunu sağlamak için amel ve ibâdetleri halktan ve nefisten korumak gerekir.

Sadece ibâdet türünden olan davranışlarda değil; tüm dünyâ işlerinde de ihlâs aranır. İhlâsın anlamını derinleştiren zâhidler, kulun işlediği iyi amellerin Hakk’ın bir lutfu olduğunu söylemişler, bunları kendisinden bilmesini ihlâs eksikliğine bağlayarak edebe aykırı bulmuşlardır. Zünnûn el-Mısrî’ye göre hayırlı işlerinden dolayı övülme ile yerilmenin eşit olması, işlenen amellerin unutulması ve sevap almayı gerektirdiğinin düşünülmemesi kişinin ihlâslı oluşunun alâmetleridir. Her şeyin fâili olarak Hakk’ı gören insan, amel ve ibâdetlerinin sahibi olarak kendini göremez/görmemelidir. Yalnızlığı sevmek ve kimsenin görmediği yerlerde ibâdet etmek de ihlâslı olmayı sağlar.

İbâdetin rûhu ihlâstır. İhlâssız amelin de amelsiz ihlâsın da kula bir faydası yoktur; bununla beraber ihlâssız amel, amelsiz ihlâstan daha kötüdür. Çünkü davranışlara değer ve sevap kazandıran ihlâstır. Çok ibâdetle değil; ibâdetteki ihlâsla kurtuluşa erileceğini söyleyen zâhidler, insanın ihlâslı ve samimi olmasını, ancak ihlâslı olduğunu iddiâ etmemesini bir ilke olarak benimsemişlerdir. Ebû Bekir ed-Dekkâk, ihlâslı olduğu kanaatini taşımanın ihlâs eksikliğinden kaynaklandığını söyler. Allah, bir kulunun ihlâsını makbul kılmak istediği zaman, onun ihlâsını görmesine engel olur; o zaman kul, “muhlis” değil; Kur’an’daki tâbiriyle (19/Meryem, 51) “muhlâs” olur. Muhlis, kendi irâdesi ve gayretiyle ihlâsa kavuşan, muhlâs ise, Allah tarafından kendisine ihlâs bağışlanan kimsedir. İhlâs konusundaki fikirleriyle tanınan Yusuf bin Hüseyin er-Râzî, dünyada en değerli şeyin ihlâs olduğunu, fakat kendisinin, gönlünden riyâyı söküp atmak için bütün gücüyle çalıştığı halde riyânın kalbinde başka bir renkle yeniden yeşerdiğini söyleyerek her durumda ihlâslı kalmanın zorluğuna işaret eder (Kuşeyrî, Risâle, s. 440).

Doğruluğun özel bir şekli olarak görülen ve bazen niyet anlamında kullanılan ihlâs, insanın rûhunda son derece gizli bir niteliktir, hatta o bir sırdır. Nitekim bir kudsî hadiste, İhlâs, sırlarımdan bir sırdır, onu sevdiğim kulumun kalbine tevdî ederim” diye buyrulduğu söylenir (Kuşeyrî, Risâle, s. 444). Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre ihlâs o kadar gizlidir ki, melek onu bilmediği için sevap hânesine yazamaz, şeytan bilmediği için onu bozamaz, nefis bilmediği için şımarmaz (A.g.e. s. 446). Böyle olunca başkaları bir yana, ihlâslı olduğunu kişinin kendisi bile kesin olarak bilemez, onun için de nefsini daima denetim altında tutması gerekir. (5)

 

 

 

İhlâsın Zıddı; Riyâ

‘Riyâ’ kavramının aslı görmek anlamına gelen ‘ru’yet’tir. Riyâ; kişinin, görsünler diye bir davranış içerisine girmesi, bir ibâdeti gösteriş için yapmasıdır. Bu; işte, davranışta ve ibâdette gösteriştir. Sâlih bir ameli Allah rızâsını kazanmak amacıyla değil de; insanların beğenisini, onların hoşnutluğunu kazanmak için yapmaktır. Bu şekilde gösteriş yapanlara ‘riyâkâr’ veya ‘mürâî’ denilir.

Riyâ anlayışında, yapılan fiil niyete uymaz. Bu uygunsuzluk, yerine getirilen ibâdette ve davranışta ya tamâmen ya da biraz olabilir. Riyâ; samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün, kişiliksizliğin bir sonucudur. Bazı zayıf karakterli insanlar, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için başkalarına şirin görünmeye çalışırlar. Onların hoşuna gidecek davranışta bulunurlar. Oldukları gibi değil de yaranmaya çalıştıkları kişilere göre görünürler, ortama göre hareket ederler.

Riyânın en çirkini şüphesiz, insanı Rabbine yaklaştıran ve kulluğun gereği olan ibâdetin veya İslâmî ilkelerin çirkin çıkarlara âlet edilmesidir. Kişinin, ibâdeti, kul olduğu ve Allah’ın rızâsını kazanmak için değil de, menfaat elde etmek niyetiyle yapmasıdır. Bir kişinin tamâmen veya az da olsa saf ve iyi niyetinin tersine iş ve ibâdet yapması, bunun sonucunda mükâfat beklemesi riyâdır. Riyâkâr, Allah rızâsı için sergilenmesi gereken bir ibâdeti, kullar görsün diye sergiler. Allah’tan beklenmesi gereken sonucu da kuldan bekler. Böyle bir durumda iki büyük yanlış/suç vardır: 1) Allah rızâsı için yapması gereken davranışı kullar için yapmak, 2) Allah’ın vermesini beklediği bir mükâfatı kullardan beklemek.

Kur’ân-ı Kerim, riyâyı münâfıkların önemli bir özelliği olarak saymaktadır: “Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman isteksizce kalkarlar. İnsanlara karşı riyâ (gösteriş) yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler.” (4/Nisâ, 142).

Mâûn suresinde namazı gösteriş için kılıp, kıldığı namazdan habersiz olanlar kınanmaktadır. Sûrenin başında Din’i yalan sayan, yetime yemek yedirmeyi teşvik etmeyen kimse kınanırken, sûrenin sonuna doğru gösteriş için namaz kılanlar ağır dille suçlanır. Bu gibi kimseler ‘mâûn’u (zekâtı veya çeşitli yardımları) da vermezler. Kur’an’ın ifâdesine göre bu gibi riyâ, Din’i yalanlamakla eşittir, münâfıklıktır ve çirkin bir davranıştır.

Riyâ, iyi görünerek insanların kalbinde yer alma isteğidir. Böyle bir davranış; karakter bozukluğudur, bir kalp hastalığı ve alçak bir ikiyüzlülüktür. Peygamberimiz (s.a.s.) riyâyı, gizli şirk olarak tanıtmaktadır: “Muhakkak ki sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır.” (Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58)

Câfer Sâdık (r.a.) da şöyle diyor: “Riyânın her türlüsü şirktir. Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine (karşılığını onlardan beklesin), Allah (c.c.) için amel eden kimsenin sevabı ise Allah üzerinedir.” (nak. İ. Humeynî, Kırk Hadis Şerhi, 1/53)

Kur’an, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye mallarını infak edenleri kınamakta ve onların yaptıklarının geçersiz olduğunu belirtmektedir (2/Bakara, 264; 4/Nisâ, 38). Buna karşın gerçek mü’min olanlar, mallarını yalnızca Allah rızâsı için infak ederler (2/Bakara, 272). Birçok hadis-i şerifte riyânın çirkinliği ve riyâkârların kazandıkları kötü sonuçlar açıklanmaktadır. Gösteriş için Kur’an okuyanlar, geçim için ve insanlar kendisine âlim desinler diye ilim öğrenenler, dinini âlet ederek dünya çıkarı sağlamaya çalışan istismarcılar, insanlara ma’rûfu (iyiliği) emredip kendileri yapmayanlar ve benzerleri şiddetle tenkit edilmektedir.

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: ‘Allah Teâlâ diyor ki: ‘Ben şirk koşulan her şeyden müstağniyim (onlara ihtiyacım yoktur, onlardan uzağım). Kim bir amel yapar, bunu benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.” (Müslim, Zühd 46, hadis no: 2985, 4/2289). Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyet ettiğine göre, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde, Allah (c.c.) katında en kötü olanlardan bir kısmının da iki yüzlüler olduğunu göreceksin. Bunlar bazı insanlara bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır.” ( Müslim, Fedâil 48, hadis no: 2526, 4/1958; Ebû Dâvud, Edeb 39, hadis no: 4872, 4/268)

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyet ettiği hadise göre, kahramanlık ve gösterış için cihad eden Allah yolunda değildir. Ancak bir kimse îlâ-yı kelimetullah (Allah kelâmının, İslâmiyet'in yüceliğini bildirip yaymak) için cihad ederse o Allah yolundadır. (Müslim, İmare 150, hadis no: 1904, 3/1513)

İnsanların en kolay riyâ yapabilecekleri ibâdetler, namaz ve sadaka vermektir. Çünkü her ikisi de zordur ve sevapları çoktur. Peygamberimiz (s.a.s.) gösteriş için bunların yapılmasını yasaklıyor. Riyâkârlık ve münâfıklık daha çok müslümanların güçlü olduğu yerlerde ortaya çıkmaktadır. (6)

İhlâsa çok önem veren İslâm nazarında riyâ, bir çeşit şirk kabul edilmiştir. Çünkü hayırlı ameller Allah için yapılması gerekirken; dünyevî bir menfaat için yapılınca, o menfaat, ilâh yerine konmuş olmaktadır. Hadis-i şerifte "Riyânın en azı da şirktir" (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 7/304) buyurulmuştur. Bir başka hadis de şöyledir: "Kıyâmet günü riyâkâr adama: 'Ey fâcir, ey gaddâr, ey gösterişçi mürâî! Amelin mahvoldu, mükâfatın kayboldu. Amelini kime gösteriş için yaptıysan, git ondan mükâfatını al!' denir." (A.g.y.). Yine bu konuyla ilgili olarak Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin şirke düşmesinden korkuyorum. Gerçi onlar puta tapacak değiller; güneşe, aya, taşa da tapacak değiller. Fakat amellerinde riyâkârlık yaparlar (Allah için işlemezler)." (A.g.y.)

İmam Gazzâlî'ye göre riyânın çeşitli dereceleri vardır. Bazısı bazısından daha ağırdır: Birinci derece: En ağır olanıdır. Riyâ ile yaptığı ibâdette hiç sevap niyeti yoktur. İcabında insanların yanında abdestsiz bile namaz kıldığı halde, yalnız kaldığı zaman hiç kılmayan kimsenin davranışı gibi. Bu namaz, sırf insanlara gösteriş içindir, hiçbir hayrı yoktu. İkinci derece: İbâdeti gösteriş için yapar, fakat Allah'ın rızâsını da niyet eder. Ancak bu niyet zayıftır; yalnızlıkta bu ibâdeti yapmayacaktı. Sevâba niyet etmese de gösteriş için bunu yapacaktı. Üçüncü derece: Gösteriş ve sevâp tarafları eşit olmaktır. Eğer riyânın yanında, bir de sevâp veya sevâbın yanında bir de riyâ niyeti olmasa bu ameli yapmayacaktı. İkisinin eşit olarak bulunmasıyla bu ameli yapmıştır. Bu amelinden zarar görmese de fayda da görmez, başa baş kurtarır. Dördüncü derece: İbâdetini, insanların duymuş olmasından dolayı daha da gayrete gelip takviye etmesi, artırmasıdır. Böyle birisi, kimse duymasa da ibâdetini yapacaktır; Sırf riyâ maksadıyla yapmadığı için ibâdetinden fayda görebilir.

“De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; fakat bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın.” (18 Kehf/110). Riyâ, Allah için yapılması gerekeni kullar için yapmaktır. Riyâ, kulluğun gerekleriyle çelişen en büyük hastalıklardandır. Zira Allah, inançta, kullukta ve ibâdetlerde/amellerde kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz (4/Nisâ, 48). Kendisiyle Allah'ın rızâsı hedeflenmeyen amelde hayır yoktur. Namaza duran birinin kıldığı namaz ile bir mesaj göndermesi, güzel, tâdil-i erkâna riâyet ettiğini etrafa gösterme gayretleri... Yalnız başına kıldığı namazlarında aynı hassâsiyeti göstermek şöyle dursun, hemencecik geçiştirmesi, birilerinin takdirini toplamak için infakta bulunması ve bunu her fırsatta söylemesi, oruçlu oluşunu her gittiği yerdeki insanlara hissettirmeye çalışması veya söylemesi, arkadaşları ile oturduğu bir mecliste kendisini isbat etmeye çalışarak ısrarla çok şey bildiğini îmâ etmesi gibi şeyler, yapılan işin sâlih amel/güzel davranış özelliğini kaybettirir.

Yapılan bir iyilik, başa kakılır, Allah için olmaktan çıkar, riyâ karıştırılırsa, tıpkı üzerinde toprak bulunan kayaya şiddetli bir yağmur isâbet ettiğinde toprağı aşındırarak süpürdüğü ve çıplak, verimsiz bir kaya olarak bıraktığı gibidir (2/Bakara, 264). Kur'an'daki bu örnekle, başa kakılan amelin, gösteriş bulunan işin değerinin kalmayacağı, riyânın bu amelleri silip süpüreceği vurgulanır. İnsanların geçici takdir ve beğenisini almak gibi basit ve ucuz bir şekilde tatmin olmak, bir müslümana yakışmaz. Bunun yerine, Hakk'ın rızâsını her şeyin üstünde tutmak, O râzı olsun kâfi demek ve bütün bir hayatını buna göre tanzim etmek gerekir. Yüceliğe/erdemliliğe atılan ilk adım, kişinin yaptıklarını yalnızca Allah için yapma alışkanlığı kazanmasıdır. Allah'ın sevdiği insanlar, başkalarının övgüsüne ve yermesine aldırış etmezler (5/Mâide, 54). (7)

Kulluk açısından riyâ, Allah’a ibâdet ederken insanları kasdetmek, Allah’a karşı görevini yapıyor görünüp, insanların ilgi ve sempatisini sağlamaya gayret etmektir. Kişi bedeni, şekli ve görünüşü, sözü, işi, nüfuzu aracılığıyla gösterişe kaçabilir. Riyâ, ya işin başında, ya iş yapılırken veya işlendikten sonra amele karışabilir. Bu tutumu Kur’ân-ı Kerim ahlâkî kusur olarak değerlendirir.

“Vay o namaz kılanların haline ki; onlar kıldıkları namazdan gâfil olanlardır. Onlar gösteriş yaparlar.” (107/Mâun, 4-7). Samimiyet karakterinin zıddı olan riyâkârlık, toplum bireylerinin birbirleriyle kaynaşmasını önler, ilişkiler yapmacık ve soğuk olur. Çünkü riyâkâr, kalbinde olmayan bir şeyi dışarıya yansıtmaktadır. Yaptığı her işi, başkaları iyi zannetsin diye, desinler için yapar. Kur’ân-ı Kerim, riyâkârlık yerine “ihlâs” karakterini ön görür. Kalbî, psikolojik bir eylem olan ihlâs iyi niyet ve sağlam irâdenin ürünüdür. Samimi insan; sevgisinde, dostluğunda, her türlü insanî ilişkilerinde, yapmacıksız ve içten davranır. Kalbinde başkalarına karşı kin, hased, kötü zan gibi duygular beslemez; yaptığı işlerinde gösteriş, menfaat, şöhret gâyesi gütmez.

İhlâs duygusu, zâten başlı başına kötülüğü önleyen ahlâkî bir değerdir. Yusuf (a.s.)’u kötü bir davranışa düşmekten alıkoyan da bu asil duygudur: İşte Biz ondan fenâlığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, Bizim ihlâslı kullarımızdandı.” (12/Yûsuf, 24) (8)

 

 

 

 

Rızâ ve Allah'ın Râzı Olması

‘Rızâ’; kabul gösterme, hoşnut olma, tasvip etme, kabullenme, memnun olma, bir şeyi itiraz etmeyerek kabul etme anlamlarına gelir. Bir şeyden râzı olmak, ondan memnun olmak ve ondan gelen şeyi kabul etmek, ona itiraz etmemektir. Bir işin yapılmasına râzı olmak, o şeyin yapılmasını onaylamaktır, kabul etmektir. Rızâ, İslâm kültüründe öncelikli olarak Rabbimizin takdir ettiğine karşı olmamaktır. Bu bir anlamda, Allah’ın insan için yarattığı her şey konusunda bir memnûniyet ifâde eder. Allah’tan Rab olarak râzı olmak, öncelikli olarak O’nun Rabliğine inanmak ve hayatını O’nun Rabliğine bağlı bir şekilde yaşamaktır.

Allah’tan râzı olmak, O’ndan gelen her şeyi kabul etmek, O’nun takdirine itiraz ve muhâlefet etmemek, hükmünü olduğu gibi kabullenmek, verdiği nimetleri küçümsememek şeklinde olur. Allah kâinatı ve insanı dilediği gibi yaratmıştır. Her bir varlığa ayrı bir şekil ve ayrı bir özellik vermiştir. İnsanları de ayrı renk ve kabiliyetlerde, farklı soy ve kabile halinde, dünyalık yönünden farklı olarak yaratıp düzenlemiştir. Kula düşen görev bu ilâhî takdirden râzı olmasıdır. Allah’ın takvâ sahibi kulları, Rablerinin kendilerine sunduğu teklifleri de kabul ederler. Yani kulluk gibi, Allah’ın koyduğu sınırlar gibi, şükretmek gibi tekliflerden râzı olurlar. Allah’ın kanunlarına, insan ve toplum hayatına koyduğu hükümlerine muhâlefet etmezler.

Allah’a hakkıyla itaat eden kullar, Rablerinin kendileri hakkında takdir ettiği kabiliyetlere, zenginlik veya fakirliğe, belâ ve felâketlere itiraz etmezler. ‘Kahrın da hoş, lütfun da hoş’ deyip Allah’tan râzı olduklarını ortaya koyarlar.

Allah’tan Râzı Olmanın Boyutları: Mü’minin Allah ve O’nun Rabliği karşısındaki tavrı ‘teslim ve râzı olmak’tır. Bu, kul olmanın ve bu kulluğu istenilen şekilde yerine getirmenin bir göstergesidir. Allah’ın takdirine karşı gelmek, O’nun yaptıklarını, hükmünü, ölçülerini, koyduğu sınırları kabul etmemek, râzı olmamak isyandır ve haddi aşmaktır, yani tuğyandır. Allah’ın verdiklerine ve takdir ettiklerine râzı olmamak; O’ndan gelecek lütuf ve nimetlerin azalmasına yol açabilir.

Kur’an’ın ifâdesine göre Allah (c.c.) da kendi rızâsına uygun amel işleyen güzel kullarından râzıdır. Kendi dini uğruna çalışan kullarını, Allah için biatleşenleri, ihsân edenleri rızâsına ulaştırmaktadır. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Muhammed (s.a.s.)’den râzı olan imanın tadını tatmıştır.” (Müslim, İman 11, hadis no: 56, 1/62). Görüldüğü gibi, kul olarak yaratılan insan, Allah’ın Rabliğine, O’nun evrendeki hâkimiyetine, O’nun ilâhlığına râzı olmalıdır. O Allah, insanlar için din, yaşama biçimi, dünya hayatını düzene koyucu sistem olarak İslâm’ı uygun görüp göndermiştir. Rabbini seven ve O’nun kaderine rıza gösteren kul, İslâm’a ve onun getirdiği ölçülere de râzı olur. Allah’ın dini İslâm’a muhâlefet etmez.

Rabbimiz, insanlığa son elçi olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’i seçmiştir. Allah’ı seven O’nun seçtiği Rasûlünden ve O’nun getirdiği prensiplerden de râzı olur, memnûniyetini bildirir.

Allah’ın Râzı Olduğu Kullar: Allah (c.c.) da kendisinden râzılık isteyip gereği gibi kulluk yapan, hayatlarını Allah rızâsı uğruna geçiren kullarından râzıdır. Allah’ın kulundan râzı olması, kulun Allah’tan râzı olup O’nun koyduğu ölçülere uymasıyla gerçekleşebilir. Böylece Allah, itaat eden kullarından râzı olmaktadır. Onların amellerini makbul sayıp onlara makamlar hazırlamaktadır (5/Mâide, 119; 9/Tevbe, 100).

İman edip sâlih amelde bulunanlar ise; işte onlar yaratılmışların en hayırlılarıdır. Rableri katında onların mükâfatları, içinde sonsuz kalmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı olmuştur, kendileri de O’ndan râzı (hoşnut) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden ‘içi titreyerek korku duyan kimse’ içindir.” (98/Beyyine, 7-8)

Allah, ‘Rıdvan’ biatında bulunan sahâbelerin, peygamberimize bağlılıklarından ve desteklerinden râzı olmuştur (48/Fetih, 18). Bu demektir ki Rabbimiz, tıpkı sahâbeler gibi Peygamber'e bağlanıp O’nun dâvâsına destek olanlardan râzı olmaya devam edecektir. Allah, bazı mü’minlere ‘Hizbullah’ demektedir. Rabbimiz bu şekilde nitelediği, İslâm’ın destekçisi mü’minleri sevmekte, onlardan râzı olmakta ve onlara zafer müjdelemektedir (58/Mücâdele, 22).

Allah’ın Râzı Olmadığı Kullar: Allah hiçbir zaman fâsık kullarının yaptıklarından râzı değildir (9/Tevbe, 96). Yine Rabbimiz kullarının küfretmesinden (kâfir olmalarından) kesinlikle hoşnut değildir. Ancak dünya hayatında herkesin irâdesi kendi elindedir. Sonucuna katlanmak şartıyla isterse itaat eder, isterse isyan eder (39/Zümer, 7).

İslâm’la savaşan, İslâm’ı ve müslümanları zayıf bırakmak isteyen kimileri iki yüzlülük ederek ağızları ile müslümanları râzı etmeye, onların gönüllerini süslü sözlerle almaya kalkışırlar. Kendilerinin de onlardan olduğunu iddia ederler. Ya çıkar sağlamak ya da başka bir dünyalık elde etme hedefine ulaşmak için müslümanlara şirin görünmeye çalışırlar. Ama aslında bu gibiler dinde samimi değillerdir (9/Tevbe, 8). Halbuki onlar ve bütün insanlar öncelikli olarak Allah’ı ve O’nun Rasûlünü râzı etmek, onlara muhâlefet etmemek durumundadırlar (9/Tevbe, 62).

 

Allah’ın Rızâsının Görüntüleri: Allah (c.c.) insanlara olan nimetini tamamlayıp onlara din olarak İslâm’ı seçmiştir. O, din olarak yalnızca İslâm’dan râzıdır, başka dinlerden ve ideolojilerden ise asla râzı değildir (5/Mâaide, 3). Allah yolunda mücâdeleden ve çalışmaktan kaçınıp fedâkârlıkta bulunmayan ve dünya hayatının geçici zevklerine ‘râzı’ olan kullarının bu durumunu hoş görmemektedir (9/Tevbe, 38). Birtakım mü’minler Allah yolunda cihaddan ve çalışmaktan geri kalarak, Allah’ın emrine muhâlefet edenlerle beraber bulunmaya râzı olurlar. Allah bu tutumu kınamaktadır (9/Tevbe, 87, 93). Kur’an’ın ifâdesine göre yahûdiler ve hıristiyanlar; müslümanlar veya Peygamberimiz onların dinlerine girmediği müddetçe onlardan râzı olmazlar ve onları sevmezler (2/Bakara, 120). Kendilerini doğru yolda saydıkları için müslümanların da kendi yollarına uymalarını isterler. Çoğu zaman da müslümanların aleyhinde bulunurlar.

Allah mü’minlere, anne-babaları için şöyle duâ etmelerini öğretiyor: “….Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve Senin râzı olacağın sâlih bir amelde bulunmamı bana ilham et, benim için soyumda da salâhı (en iyi durumu) ver. Gerçekten ben tevbe edip Sana yöneldim ve gerçekten ben müslümanlardanım.” (46/Ahkaf, 15). Kur’an, Allah’ın kendisinden râzı olduğu kulları için, ‘marziyye -râzı olunmuş-’ , kendi rızâsı için de ‘râziye -râzı edilmiş-’ ifâdelerini kullanıyor: “Ey tatmin olmuş nefis! Râzı etmiş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön. Artık kullarımın arasına katıl. Gir cennetime.” (98/Fecr, 27-30)

Haşir günü kimin tartısı ağır gelirse, dünya hayatında kim daha fazla sâlih amel işleyip Rabbinin rızâsı için çaba göstermişse; o, âhirette râzı olunmuş bir hayata kavuşacaktır (101/Kaaria, 7).

Aynı kökten türeyen ‘Rıdvân’ kavramı ise, daha fazla rızâyı, en yüce rızâyı anlatır. Şüphesiz ki en yüce rızâ Allah’a aittir. Kur’an bunu ‘Rıdvân’ kelimesiyle anlatmaktadır. Rabbimiz, muttakî kullarına, kendi yolunda mücâdele edenlere, her türlü zorluğa ve darlığa rağmen Allah’ı râzı etmeye çalışanlara rıdvânını verecektir (3/Âl-i İmrân, 15; 9/Tevbe, 21, 72; 57/Hadîd, 20, 27). Kim Allah’ın rızâsına uyar, ‘rıdvân’ denilen en yüce rızâya kavuşmak isterse Allah bununla o kimseye hidâyet verir (5/Mâide, 16).

Bazı inananlar sırf Allah’ın rızâsına kavuşabilmek için nefislerini Allah yolunda satarlar. Tüm varlıklarını ve benliklerini, ihlâslı bir şekilde, yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için adarlar. Kendilerine bir şey bırakmazlar. Bu insanlarda tereddüt, kaypaklık, dünyalık bir çıkar beklentisi yoktur. Böyleleri için hayatın amacı da Allah’ın rızâsından başka bir şey değildir (2/Bakara, 207). Bu âyetin, Allah yolunda Mekke’den Medine’ye hicret eden ve bütün malını bu uğurda Mekke'li müşriklere veren Süheyb-i Rûmî hakkında indiği rivâyet edilse bile (Muh. İbn Kesir, l/184; A. El-Kâdı, Esbabü’n Nüzûl, s. 62) işaret ettiği gerçek, geneldir.

Mü’minler rukû’ ve secdede Rablerine en yakın olurlar ve bunlarla Allah’tan en büyük rızâyı isterler (48/Fetih, 29). Mü’min, Allah rızâsı kazandıracak işleri yapar, Allah’ın gazabına sebep olan işlerden kaçınır. Kullardan herhangi birinin rızâsını da sırf Allah rızâsına bağlı olarak ister. Meselâ kişinin ana-babasının rızâsını alması, aynı zamanda Allah’ın râzı olacağı bir davranıştır. İnsanların hoşnutluğunu kazanmak için Allah’ı gazaplandıracak işler yapmak doğru değildir. ‘İnsanlar benim hakkımda acaba ne der?’ diye düşünerek Allah’ın hoşlanmayacağı veya haram ettiği işleri yapmak ne kadar çirkindir!

Bir müslümanın diğerine ‘Allah (c.c.) senden râzı olsun’ diye duâ etmesi, yapılan bir iyiliğin Allah’ın rızâsı için yapılmasının karşılığıdır. Rabbine güvenen, her konuda O’na tevekkül eden, O’nun her hükmüne ve takdirine râzı olan, bollukta ve darlıkta O’nu sevdiği için infakta bulunan, sâlih amellerle O’nu hoşnut etmeye çalışan bir mü’min ‘rızâ’ anlayışı üzerindedir. Kur’an, mü’minlerin fakirlere ancak Allah rızâsı için yemek verdiklerini, yardım ettiklerini, ikramda bulunduklarını söylüyor (76/İnsan, 9). Bu âyette Allah’ın rızâsı ‘li-vechi’llâh -Allah’ın yüzü (hatırı/rızâsı) için’ şeklinde geçmektedir.

Peygamberimiz (s.a.s.) bir adama şöyle duâ etmesini öğretti: “De ki: 'Ey Allahım! Senden Sana kavuşacağına inanan, Senin takdirine râzı olan ve Senin lutfettiğine kanaat eden, tatmin olmuş (doymuş) bir nefis istiyorum.” (M. İbn Kesir 3/639; Elmalılı 9/203) (9)

 

 

 

İhlâs ve Riyânın Kabı; Amel

İş, vazife, hareket, idâre, dâire, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibâdet, hayırlı iş” anlamlarına gelen “amel” kelimesi, daha ziyâde, canlıların bir maksatla yaptıkları işe denir. Yapılan işte bir gâye ve maksat yoksa, buna fiil denir, amel denmez (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, s. 348).

Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi’) amel olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye gönderilmiştir. “Hanginizin daha güzel/iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (67/Mülk, 2) Şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele!” (2/Bakara, 155) “Her nefis/can ölümü tadacaktır. Biz, sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz. Siz, ancak Bize döndürüleceksiniz.” (21/Enbiyâ, 35)

Amel-İman İlişkisi: İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin mü’min olması şarttır. Amelin geçerli ve makbul olması için iman, ön şarttır. “Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz husrânda, zarar ve kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (103/Asr, 1-3) İnkâr edip imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altın fedâ (tasadduk) etseler bile kabul edilmeyecektir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların yardımcıları da yoktur.” (3/Âl-i İmrân, 91)

Sâlih amelin özü, Allah Teâlâ’nın emirlerini her şeyden üstün tanımak, Allah’ın hükümlerini yeryüzünde uygulamak, O’nun din ve şeriatını korumak, yarattıklarına şefkat beslemek ve yardım etmektir. Sâlih ameller ikiye ayrılır. Birincisi; bedenî ibâdetler gibi, yükümlünün önce ve bizzat kendisine yarar sağlayan ve kendisinin iyileşmesine yarayan amellerdir. Namaz, cihad, küfürle mücâdele, Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmak için gayret sarfetmek ve bunun gerçekleşmesi için Allah’a duâ ve istiğfârda bulunmak, oruç tutmak bunlar arasında sayılabilir. İkincisi; zekât ve sadaka gibi başkalarına da yararı olan amellerdir. (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 8/6079-6080).

Allah’ın yasakladığı işler de kötü amel sayılır. Allah Teâlâ insana irâde-i cüz’iyye vererek iyi ile kötü, hayır ile şer arasında ona belli ölçüde serbestlik tanımıştır. İnsan kendi isteği ile tercihini yapar. Bu yüzden de yaptığı işlerden sorumlu olur. Dünyadaki amellerinin sonucuna göre de âhirette karşılık görür. Kur’an’da iyi ve kötü amellerden ve bunların sevindirici veya üzücü sonuçlarından söz eden pek çok âyet vardır. “Onlar, Allah’ın yanında bir başkasını ilâh edinip ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışında, Allah’ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zinâ etmezler. Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezâsını görür; kıyâmet günü azâbı kat kat olur. O korkunç azâbın içinde hor ve hakir bir halde ebediyyen kalır. Ancak, tevbe eden, imanında samimi kalıp sâlih amel işleyen bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah ğafûrdur (çok affeder), rahîmdir (çok merhamet edendir).” (25/Furkan, 68-70) “Kim tevbe edip sâlih amel işlerse, şüphesiz o, Allah’a hakkıyla yönelmiş olur.” (25/Furkan, 71)

Yukarıdaki âyetlerde zikredilen adam öldürme ve zinâ gibi en ağır kötü amellerden sonra, tevbe edenlerin azaptan istisnâ edilmesi, katilin ve zâninin de tevbesinin geçerli olduğunu gösterir. Hz. Peygamber’e; “hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: “Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir.” (Ahmed bin Hanbel, 3/466, 4/141)

 

 

 

İhlâsın Terazisi; Niyet

“Niyyet”; azim, kasıt, kesin irâde; kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip o işin niçin yapıldığını bilmesi anlamına gelir. Çoğulu “niyyât”tır. İslâm’da yapılan amellerin değeri, niyete göre belirlendiği için, niyetin önemli bir yeri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, duâ ederken Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını dileyen yoksulların bu özelliği şöyle övülür: “Sabah akşam Rabbine, sırf O’nun rızâsını dileyerek duâ edenleri huzûrundan kovma. Sen kâfirlere, kâfirler de sana hesap verecek değildir. Yoksulları kovarsan, zâlimlerden olursun.” (6/En’âm, 52)

Kureyş’in ileri gelenleri, Hz. Peygamber’le, yoksulları yanından uzaklaştırması şartıyla görüşebileceklerini bildirmişlerdi. Hz. Peygamber de sadece onlar gelmek istediklerinde bunu kabul edebileceğini bildirince bu âyet inmiş, yoksullar saf niyet ve ihlâsları sebebiyle Yüce Allah’ın yardımına mazhar olmuşlardır.

Hz. Ömer (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de dünya veya bir kadınla evlenmek için ise, onun hicreti de, hicret ettiği şeyedir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, İman 41, Nikâh 5, Talâk 11, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Itk 6, Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16). İmam Şâfiî ve diğer bazı âlimler, bu hadisin İslâm’ın üçte birini teşkil ettiğini, yine İmam Şâfiî’nin; fıkhın yetmiş konusunun bu hadis-i şerifle bağlantılı olduğunu söylediği nakledilir (S. Müslim Terceme ve Şerhi, A. Dâvudoğlu, İst. 1972, 9/118).

Ebû Dâvud şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’den beş yüz bin hadis yazdım. Bunlardan ahkâm/hükümler konusunda dört bin sekiz yüz hadis seçtim. Zühd ve takvâya dâir hadislere gelince; onları kitabıma almadım. Bir kimseye bunlardan dini için aşağıdaki dört tanesi yeter: 1) Ameller niyetlere göredir. 2) Helâl ve haram açıklanmıştır. 3) Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri bırakması, müslümanlığının güzelliğindendir. 4) Sizden biriniz, kendisi için sevip arzu ettiği şeyi, mü’min kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz” hadisleridir.” (A. Davudoğlu, a.g.e. 9/118-119)

Bazen niyet, amelin de önüne geçer. Çeşitli sebeplerle işlenemeyen amel, niyet sebebiyle sanki işlenmiş gibi ecir kazandırır. Zeyd bin Sâbit (r.a.)’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Mü’minlerden savaşa katılmayıp oturanlarla; Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir değildir.” (4/Nisâ, 95) âyeti inince, Allah Rasûlü bunu yazmamı istedi. Tam bu sırada bir a’mâ olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm gelerek; “Ey Allah’ın Rasûlü, cihada gücüm yetseydi, ben de gider düşmanla savaş yapardım” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak aynı âyetin devamında; “özürsüz olarak (savaşa katılmayıp oturanlar)” istisnâsını indirdi.” (Buhârî, Cihad 31, Tefsûru Sûre 4/18; Tirmizî, Tefsîru Sûre 4/19; Ahmed bin Hanbel, 5/184). Buna göre, özürleri sebebiyle savaşa katılamayanlar, sırf niyetleri yüzünden savaşa katılanların ecrini almaktadır.

Diğer yandan, şehid olmayı samimi olarak isteyen kimsenin, evinde normal yatağında ölmesi halinde de şehidler zümresine dâhil olacağı, hadis-i şeriflerde sâbittir (Müslim, İmâre 156, 157; Ebû Dâvud, İstiğfâr, Vitr 26; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15; Ahmed bin Hanbel, 1/397).

Niyet-İbâdet İlişkisi: Namaz konusunda niyet, namazın şartlarından olup, Allah rızâsı için ihlâsla namaz kılmayı dilemek ve hangi namazın kılınacağını bilmekten ibârettir. İbâdetin âdetten ayrılması ve ihlâsın gerçekleşmesi için niyet bir farzdır. Bu da ibâdeti yalnız Allah’a tahsis etmeyi gerektirir. Âyette şöyle buyrulur: “Oysa onlar, dini yalnız kendisine tahsis ederek... Allah’a ibâdet etmekle emrolundular.” (98/Beyyine, 5). “Ameller niyetlere göredir” hadisi de başka bir delildir. Niyet, kalbe âit olmakla birlikte, dil ile söylenebilir. Farz namazın veya vitir, tilâvet secdesi, adak ve bayram namazları gibi vâcib bir namazın niyetinde bu namaz cinsinin belirtilmesi gerekir. Nitekim kazâ namazlarında da, hem vaktin hem de “ilk -veya son- kazâya kalan” şeklinde günün belirlenmesi gerekir. Niyet, cenâze namazının da şartıdır. Bu niyette ölünün erkek veya kadın, küçük erkek veya kız çocuğu olduğu belirtilir.

Oruç, ister farz, ister kazâ veya nâfile olsun, bütün çeşitlerinde niyet şarttır. İbâdeti âdetten ayırmak için namazda olduğu gibi, oruçta da niyet gerekir. Oruç, zimmette borç olan bir oruç ise, buna geceden niyet edilmesi ve belirlenmesi gerekir. Ramazan orucunun kazâsı, bozulan nâfile orucun kazâsı ve keffâret oruçları gibi. Bu çeşit oruçlara niyetin geceleyin veya en geç ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır. Çünkü bu oruçlar için İslâm’ın belirlediği bir gün yoktur. Bu yüzden bunu oruç yükümlüsünün niyetiyle belirlemesi gerekir. Diğer yandan, akşamdan böyle bir oruca karar verilmiş veya bunun için sahura kalkılmış olması da niyet yerine geçer. Bazı oruçlara ise geceden niyetlenmek şart değildir. Ramazan orucu, zamanı belli adak orucu, bütün nâfile oruçlar bu niteliktedir. Bu gibi oruçlara akşam güneşin batışından, ertesi gün, gündüzün yarısından öncesine kadar niyet edilebilir. Fakat öğleden sonra akşama kadar hiçbir oruca niyet edilemez.

Niyetin hac ibâdetine etkisi, haccın çeşidini belirlemede görülür. İfrâd, temettû veya kıran haccı yapacak kimse, mîkatta ihrama girerken buna uygun olarak niyet eder. İhrama girerken mücerred hac için niyet edilmişse, umre yapılmaksızın yalnız hac ibâdetini îfâ etmekle yetinilir.

Kurban ibâdetinde de niyetin önemi büyüktür. Çünkü bayram günü sırf fakirlere dağıtmak amacıyla bazı hayvanlar kesilip dağıtılsa, kurban niyeti olmadıkça sadece sadaka ecri alınabilir. “Besmele” kasden terkedilerek hayvanın kesilmesi halinde, etini yemek veya fakirlere yedirmek haramdır. Kurbanda, Yüce Allah’a ulaşan et veya deriler değil; niyet, ihlâs ve takvâdır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Onların etleri de, kanları da hiçbir zaman Allah’a ulaşmaz. Fakat sizden O’na yalnız takvâ ulaşır.” (22/Hacc, 37). Kurbanda niyetin şart olması, onu âdet gereği hayvan kesmekten ayırmak içindir. Bu konuda delil; yine, “Ameller niyete göredir” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155) hadisidir.

İ’tikâf yapacak olan kimsenin buna niyet etmesi gerekir. Niyetsiz yapılacak bir i’tikâf geçerli olmaz.

Zekâtta da, diğer ibâdetlerde olduğu gibi niyet şarttır. “Ameller niyetlere göredir” hadisi burada da delildir. Nâfile sadakadan zekâtı ayıran, niyettir. Zekâtı yoksula verirken veya bu amaçla ayırırken zekât olduğuna kalben niyet edilmesi yeterlidir. Dil ile söyleme şart değildir.

Niyetin Muâmelâta Etkisi: Nikâh akdinin rükün ve şartları bulunup, “evlenmek”, “zevce olarak kabul etmek”, “nikâhlamak” gibi açık anlam ifade eden kelimelerle yapılması halinde niyet önemini kaybeder. Hatta bu konuda şaka iddiası bile dikkate alınmaz. Çünkü Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Üç şey vardır ki, ciddîsi de ciddî, şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ve ric’î talâkla boşanılan kadına yeniden dönmek.” (Ebû Dâvud, Talâk 9).

Boşanma konusunda, eşin boşamaya delâlet eden açık sözlerle boşanması halinde niyete bakılmaksızın boşama meydana gelir. “Seni bir talâkla boşadım”, “seni bir bâin talâkla boşadım” demek gibi. Bu açık boşama sözlerinin şaka niyetiyle söylenmesi bile sonucu değiştirmez (Ebû Dâvud, Talâk 9). Ancak, boşama “kinâyeli sözcük”le olmuşsa niyetin bulunması gerekir.

Alış-verişlerde niyet, icap ve kabul irâdesinin açıklanmasıyla ortaya konur. İcap ve kabulde söze değil; anlama itibar edilir. Önce sözcük ve anlamı birlikte alınır; kelime ile anlam uyuşmazsa, anlamı esas alınır. “Ameller niyetlere göredir.” Mecelle’deki; “bir işten maksat ne ise, hüküm ona göredir” (Madde 2), “Ukuud’da itibar, makaasıd ve meânîyedir, elfâz ve mebânîye değildir” (Madde 3) kaideleri, bu prensibin kanun metni halini almış ifadeleridir.

Niyetin İslâm Cezâ Hukukunda Yeri: Ceza hukukunda suça verilecek ceza veya suçun niteliğini belirlemede kasıt ve niyet, önemli unsurlardır. Cânînin suçu işlemeyi kastederek silâh, bıçak, kasatura gibi öldürücü âlet kullanması halinde suç kasden/amden işlenmiş olur. Yine suçun kasıt olmakla birlikte, her zaman öldürücü olmayan baston, sopa ve vurma gibi bir yolla işlenmesi halinde şibh-i amd yoluyla işlenmiş sayılır. Kasıt olmaksızın ava atış yapıp, yanlışlıkla bir insanın ölümüne sebep olmada ise “hata yoluyla” suçu işleyene de keffâret cezası uygulanır.

Bir suçun zorlanarak işlenmesi halinde suç işleme kastının bulunmaması sebebiyle, bazı durumlarda ceza, zorlayana uygulanır. Meselâ; zorla ırzına geçilen kadına zinâ cezası uygulanmaz. Yanlışlıkla başkasının malını telef eden bunu tazminle (ödemekle) yükümlüdür. Hata ile yaralamalarda kısas değil; tazminat cezası uygulanır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Şüphesiz Allah, ümmetimin hata, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyin hükmü (cezâsı) kaldırılmıştır.” (Buhârî, Talâk 2, İlim 44; İbn Mâce, Talâk 16-20) “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Ergenlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan.” (Buhârî, Hudûd 22, Talâk 11; Ebû Dâvud, Hudûd 1). (10)

Niyet, kasdetmek, azmetmek anlamlarına gelmekte olup, kalbin; şimdiki halde veya gelecekte, bir faydayı sağlamak veya bir zararı gidermek için, maksada uygun gördüğü şeye yönelmesinden ibârettir. Allah'ın rızâsını kazanmak veya bir hikmete yapışmak için, irâdeyi bir fiile yönlendirme, tahsis etme diye târif edilir. Gazzâlî, niyeti: "Şu anda veya gelecekte faydalı olduğunu anladığı şeye gönlün meyli ve yönlenmesidir" şeklinde târif ederek, "gönlün temâyülü olmadan kuru bir irâde ile bir şey meydana getirmek mümkün değildir" şeklindeki açıklaması da, niyette kalbin önemine dikkat çekmekte ve ayrıca, irâde ile niyet arasındaki bağı vurgulamaktadır. Çünkü mes'ûliyet, niyet ve buna bağlı olarak bir işi irâdeli olarak yapmaktır. İşte bu noktada niyetin önemi ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Ömer (r.a.)'in rivâyet ettiği bir hadis-i şerif bu gerçeği ortaya koymaktadır: "Ameller, ancak niyetlere göre değerlendirilir..." (Buhârî, İman 41; Müslim, İmâre 155).

Ameller niyetlerle değer kazanmakta ve şekillenmektedir. Çünkü amellerin direği niyettir ve bir amel, hayırlı olması için niyete muhtaçtır. Aynı şekilde, amellerin bâkî kalması, sâlih olması, Allah rızâsına bağlanırken, sâlih amellerde niyetin şart olduğu da beyan edilmektedir. Muaz bin Cebel'in, sâlih amelde; ilim, niyet, sabır ve ihlâsın bulunması gerektiği kanaatinde olduğu rivâyet edilmektedir. Bu rivâyette zikredilen hususlar, birbirine bağlı kavramlardır. Çünkü Gazzâlî'nin de kaydettiği gibi, ilim dünya ve âhiret ile ilgili şeyleri, akıl ile alâkalı gerçekleri bilmektir. Bunlar duyguların ötesinde olup, yapılacak olan işleri bilerek yapmayı sağlayacaktır. Sonra da niyet gelir. Niyeti ilim ve amel desteklemektedir. Ancak ilim önce gelir. Zira ilim asıldır. Amel ise, ilme tâbîdir ve ilmin dalı, meyvesidir. Daha sonra da sabır gelmektedir ki, bu da, meşakkat, güçlük ve belâlara karşı tahammül etmektir. İşte bunların neticesinde ihlâs ortaya çıkmaktadır.

"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz, içinizde olanı açıklasanız da, saklasanız da Allah onu bilir ve sizi onunla hesaba çeker. (Sonra da ameline ve niyetine göre) Dilediğinin günahını bağışlar, dilediğine azâp verir. Allah'ın kudreti her şeye yeter." (2/Bakara, 284). Aynı fiili yapan iki ayrı kişi, niyetlerindeki farklılık sebebiyle birbirine zıt karşılık görebilirler. Niyetin önemi, şu misalde daha belirgin bir şekilde görülmektedir: Bir kimse öğle vaktinde, güneşin karşısında, alnını secdeye koysa ve yaptığı bu secde ile, Allah'a ibâdeti kasdetse, bu hareket İslâm'ın tasvip ettiği bir davranış olur. Fakat bu secdesi ile güneşe tapmayı kasdetse, bu da küfür olur (Fahreddin er-Râzî, T. Kebir, 9/25). Bu misal bize, "ameller niyetlere göredir" prensibinden hareketle, niyet gerçeğini en güzel bir şekilde anlatır. Nitekim Hz. Peygamber'in: "Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9) hadisi de ayrıca niyet gerçeğini beyan etmektedir.

Âdetleri ibâdete çeviren, ya da ibâdetleri âdete dönüştüren, niyettir. Birçok hadislerinde, Rasûlullah (s.a.s.) cephede ölenlerin şehidlik sevabının niyetlerine göre olacağını belirtmiştir. "Kim Allah yolunda cihad etmektedir?" şeklindeki bir soruya; "Kim, Allah'ın kelimesi yüce olsun diye savaşırsa, işte o kimse Allah yolunda cihaddadır" (Buhârî, ilim 45, Cihâd 15; Müslim, İmâre 149-151) diye cevap vermiştir. Bir diğer hadiste; "Karşılıklı savaşan iki cephe arasında nice öldürülenler vardır ki, gerçek niyetlerini ancak Allah bilir" buyurmuştur. Bir başka hadis de şöyledir: "Sırf ganîmet niyetiyle savaşan kimse için sadece niyet ettiği vardır (cihad sevabı verilmez)."

Bu hususun en güzel örneği, sahih hadislerde belirtildiği üzere Kuzmân hadisidir. Müslümanlar safında herkesin dikkatini çekecek, takdirlerini kazanacak kadar kahramanca savaşan, pek çok müşriği öldüren Kuzmân, bu yiğitlikleri Allah'ın ismini yüceltmek için yapmadığından Rasûlullah'ın haber vermesi ve diğer mücâhidlerin müşâhedesiyle hayatını cehennemliklere yaraşır şekilde intiharla sona erdirmiş ve onun bu elîm âkıbeti üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlardan bazıları vardır ki, halka görünüşe göre ehl-i cennete yaraşan hayırlı işler yaparlar. Halbuki onlar (o işlerini yaparken taşıdıkları niyetleri sebebiyle) cehennemliktir." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 10/114)

Amellere kıymet kazandıran niyettir. Bir amelin sâlih olup olmaması niyete bağlıdır. Hz. Ömer (r.a.)'in "amellerin efdal olanı, Allah'ın farzlarını edâ etmek, haramlardan kaçınmak ve Allah yanında sâdık niyettir" (Gazzâlî, İhyâ, 4/362) şeklindeki ifâdesinde de görüldüğü gibi, niyet esastır. Bununla birlikte, ilim ve amel de niyette gözetilen unsurlardır. Ayrıca saâdete de, ilim ve amelle erişilebileceği bir gerçektir. Hayır, saâdet, kemâl ve salâh, faydalı ilim ve sâlih amelle mümkündür ki, bunların da niyeti destekleyen unsurlar olduğu açıktır.

“Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de dünya veya bir kadınla evlenmek için ise, onun hicreti de, hicret ettiği şeyedir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, İman 41, Nikâh 5, Talâk 11, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Itk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâre 155, hadis no: 1907; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16, hadis no: 1647; Ebû Dâvud, Talak 11, hadis no: 2201; Nesâî, Tahâret 60). Niyetle ilgili bu hadisin, bazı âlimler İslâm'ın üçte birini, bazıları da dörtte birini teşkil ettiğini söylemiştir. Âlimler bu hadis için şöyle demiştir: "Rasûlullah'ın verdiği haberler arasında, bundan ahkâmca daha kapsamlı, mânâca daha zengin, içerdiği faydaları daha çok olan bir başka hadis mevcut değildir." Bu hadisin, Abdurrahman İbn Mehdî, otuz ayrı bahsi ilgilendirdiğini, İmam Şâfiî ise yetmiş konuyu alâkadar ettiğini söylemiştir. Meşhur hadis âlimi Beyhakî, bu niyet hadisinin, ilmin üçte birini teşkil ettiğini söyledikten sonra şu açıklamayı yapar: "Çünkü kulun kesbi/çalışma ve gayreti, ya kalbiyle veya diliyle, yahut da uzuvları/organları iledir. İşte niyet, bu üç kısımdan biri ve en üstünüdür. Çünkü niyet, bazen müstakil bir ibâdet olduğu halde, diğerleri ibâdet olabilmek için ona muhtaçtır. Bu sebepledir ki, Rasûlullah (s.a.s.); "mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır" buyurmuştur. Niyet üzerinde düşünülecek olursa, onun amelden hayırlı olduğu anlaşılır."

Ahmed bin Hanbel, niyete ilmin üçte biri derken, bütün ahkâmın, ircâ edildiği üç ana temelden biri olduğunu kasdetmiştir. Ona göre diğer iki temelden biri, "Bizim işimize uymadan yapılan her iş (bid'at), merduttur" hadisi, diğeri de; "Helâl açıklanmıştır, haram da açıklanmıştır..." diye başlayan hadistir.

Amel-Niyet İlişkisi: Amellerin değeri, imandan sonra niyete bağlıdır. Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı ameller kişiye fayda sağlamaz. Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine’ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine’de daha güzel ibâdet, tâat ve amellerde bulunmak, İslâm’ı oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler. İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. İşte Hz. Peygamber, diğer muhâcirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nâil olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevâbından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine; “Ameller, ancak niyetlere göredir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155) buyurdu.

“Biriniz müslümanlığı iyi yaşadığı zaman, işlediği her sâlih amel, kendisine (ihlâsına/samimiyetine göre) on katından yedi yüz kata kadar katlanmış olarak yazılır. Yaptığı her kötülük de misliyle (cezâ) olmak üzere yazılır.” (Buhârî, İman 31; Müslim, İman 205) “Nerede ve hangi halde olursan ol, Allah’tan kork! Kötülük işlemişsen hemen bir iyilik yap ki, o iyilik kötülüğün günâhını silsin. İnsanlara güzel muâmelede bulun.” (Tirmizî, Birr ve Sıla 55; Ahmed bin Hanbel, 3/5; Dârimî, Rikak 47)

Başkalarını iyi ve güzel ameller işlemeye dâvet etmek de, Allah ve Rasûlü’nün övdüğü bir davranıştır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hayrın işlenmesine vesîle olan kimseye o hayrı işleyenin ecri kadar sevap vardır.” (Müslim, İmâre 133; Ebû Dâvud, Edeb 115; Tirmizî, İlim 14) “Doğru bir yola çağıran kimse, ona tâbi olanların ecirleri kadar kendisi de ecir alır. Bu, tâbi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Kötü bir yola dâvet eden kimse de, ona tâbi olanların günahı kadar kendi de günaha girer. Bu, tâbi olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim 16, Zikir 1; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 15) İslâm’da güzel bir çığır açan kimse, hem o çığırın, hem de o çığırla amel edenlerin ecrini kazanır.” (Müslim, Zekât 70; Ebû Dâvud, Sünnet 6)

Yukarıda verilen âyet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, amel yalnız klasik ibâdetlerden ibâret olmayıp günlük hayatta bir müslümanın diğer müslümanlara veya topluma karşı yaptığı güzel iş, yardım ve muâmeleler de bu niteliktedir. (11)

 

Niyet denilince, aklımıza öncelikle namaz yahut oruç gelir. Bu ibâdetleri yaparken Allah rızâsına ermeyi talep ederiz. Bunu da işin başında hemen dile getiririz. Rızânın zıddı riyâdır. Rızâ Hak içindir; riyâ ise halk için. Birincisinde İlâhî teveccühe ve rahmete ermek esastır; ikincisinde ise, insanlara hoş görünmek, onların takdirlerine ve alkışlarına can atmak. Bu ise dilenciliğin bir başka türlüsü...

Herkesin kendi nefsini beğendiği bir dünyada, riyâ yolunu tutmamız ve kendimizi başkalarına beğendirme sevdâsına kapılmamız ne büyük gaflet! Ama gel gör ki, nefis aldanmaya can atıyor ve bu çıkmaz sokağa bilerek ve severek giriyor. Dünyada mesut bir hayat sürmemiz ve ölümle başlayan ebediyet yolculuğumuzda saâdet yurduna varmamız, öncelikle, bu rızâ şartına bağlı. Şu var ki, rızâya ermek, saâdetten daha önemlidir. Çünkü, saâdet, rızânın meyvesidir. Bir dilenci sizin merhametinizi celp etti mi, mesele hallolmuş demektir. İhsân ve yardımlar, bu merhametten akacaktır.

“Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet ediniz ki takvâ mertebesine nâil olasınız” (2/Bakara, 21). İnsan, Rabbine, öncelikle, Rabbi olduğu için ibâdet etmelidir. Bu ibâdetin sonunda ereceği makamlar ve lutuflar ikinci derecede kalırlar. Bunun bir küçük misâlini, büyüklerimize hürmet noktasında yaşamıyor muyuz? Babamıza niçin hürmet ederiz? Babamız olduğu için. Yoksa, bize hediyeler vereceği, yahut miras bırakacağı için değil. Zira bu ikinci halde, sevgimize menfaat karışmış, sâfiyeti kaybolmuş ve bulanmış olur. İşte âyet-i kerimede, “Allah’a ibâdet edin” yerine; “Rabbinize ibâdet edin” buyrulmakla bu inceliğe dikkat çekilmektedir. Rabbimize, Rabbimiz olduğu için ibâdet edeceğiz. Bedenimizin planını bir damla su içine yerleştiren, o damlayı terbiye ederek insan haline getiren ve rûhumuzu duygularla donatan Rabbimize sonsuz şükür borcumuz vardır. Ve ibâdet, bu borcu edâ etmenin en güzel ifâdesidir.

Bir mü’min, ibâdete başlarken Allah’ın rızâsını niyet etmekle bu mânânın şuurunda olduğunu da dile getirmiş oluyor. Âyetteki bir başka incelik de, ibâdetin neticesi olarak “takvâ”nın gösterilmiş olması. Yani, ibâdetin gerçek meyvesi, rûhun takviye ile kemâle ermesidir. Âyetin devamında, arzın bizim için bir döşek, semânın ise binâmıza dam yapıldığı, semâdan su indirilerek yerden rızıklar çıkarıldığı nazarlarımıza sunulur. Rabbimiz, Rabbü’l-âlemîndir. Bütün bu âlemleri O terbiye ettiği gibi, bizi o âlemlerden süzen ve insan haline getiren de yine O’dur. Ve biz, bütün âlemleri terbiye eden Rabbimize ibâdet edeceğiz ki, rûhumuz terakkî etsin ve takvâ mertebesine ulaşsın.

Niyet rûha benzetilir. “Niyet, bir ruhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır.” Amellerin görülen kısmı beden gibidir; gâyesi ise ruh. Beden ruhla hayata kavuştuğu gibi, ameller de niyet ile canlanır ve hayatlanır. Niyetin rûhu ise ihlâs; İbâdetin sadece Allah rızâsı için yapılması, bir başka gâye gözetilmemesi...

“Namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûretle bütün ömür sermâyesini, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir yönüyle sonsuzlaştırır.” “Güzel niyet” denilince, akla ilk gelen mânâ, sünnete ittibâdır. İşlerini sünnet üzere icrâ eden bir mü’minin kalbi Allah rasûlüne teveccüh etmiş demektir. Allah rasûlünü hatırlamak ise kalbi doğrudan doğruya Allah’a teveccüh ettirir. Dünya işlerimizde niyetimiz, “helâl rızık kazanmak” olursa, bu güzel bir niyettir. Zenginleşerek zekât vermeyi, Allah yolunda infak etmeyi de isteyebiliriz. Bu da güzel bir niyettir.

Ama, bölgesinin yahut ülkesinin en zengini olmak için çalışmak, herkesin kendisinden söz etmesini istemek gibi, nefis kokan ve şeytandan haber veren niyetler, güzel olamazlar. Bir işin “ibâdet hükmünde” olması için, onda ibâdet mânâsını ihsas eden, yani kalpleri Hakka yöneltecek bir niyet bulunmalıdır. Allah yolunda cihad eden insan, ganimet için savaşan insan, görünüşte aynı işleri yaparlar. Ama birincisi ölürse şehid olur, kalırsa gâzi. İkincisi ise şehidlik şerefini peşinen kaybetmiştir. Onun için, ganîmetten öte bir nasip de sözkonusu değildir.

Önemli bir nokta da şudur: İnsan, işlediği cüz’î bir ameli, niyet ile küllîleştirebilir. Namazda, “ancak Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz” (1/Fâtiha, 5) demekle niyetimizi küllîleştirmiş oluyoruz. Bu âyeti okurken, bütün mü’minleri niyet edebiliriz. Yahut vücudumuzda vazife gören bütün hücrelerimizi, bütün organ ve duygularımızı kastedebiliriz. Veya kendilerine verilen görevleri yerine getirmekle ibâdetlerini yapan bütün mahlûkatı niyet edebiliriz.

Niyet konusunda üzerinde önemle durulması gereken bir husus da şudur: İbâdetler gibi, virdler, tesbih ve zikirler de (zâten, her şey gibi, bunlar da birer ibâdettir) ancak Allah rızâsı için olmalıdır. Ancak bu takdirde ihlâs mührünü taşır ve makbul olurlar. İnsan bir duâyı veya bir tesbihi dünya işlerinin iyi gitmesi için yaparsa, ihlâs bozulur ve umduğu o neticeye de ulaşamaz.

Güzel niyetler ile, çirkinler güzel olur; kötü niyet ile de güzeller çirkinleşir. “Niyette öyle bir özellik vardır ki, seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta dönüştürür.” Bilindiği gibi seyyie; kötü ve kötülük, hasene ise güzel ve güzellik mânâsına gelir. Zâtında kötü olduğu halde niyet ile iyiler sırasına geçen işler için, genellikle şu misal verilir: İki insanın arasını bulma niyetiyle yalan söylenebilir. Yalan zâtında çirkindir, seyyiedir. Ama niyet hayırlı olunca o da hasene olur. Yalanın yaygın olarak ve pervâsızca söylendiği günümüz dünyasında, “maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir sınırı yok, sû-i istimâle müsait bir bataklıktır” denildiği için biz bu konuya başka misallerle yaklaşmaya çalışalım:

Meselâ, kıtâl, yani adam öldürmek, hadd-i zâtında kötü bir iştir, bir seyyiedir. “Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (6/En’âm, 151). Ama, Hak yolunda ve haklı olarak yapılan “kıtâl”, hasene olur ve “cihâd” ismini alır. Yetim malı yemek de bir seyyiedir. Değil yenmesi, ona yaklaşılması bile yasaklanmıştır. Ama, bu yaklaşmadaki maksat, o malı korumak olursa durum değişir ve seyyie, hasene olur. “Rüşdüne erinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın.” (6/En’âm, 152)

Sahasında ehil ve yetkili bir insan, İslâm aleyhindeki neşriyatı, medyayı tâkip edebilir. Menfî yazıları okumanın güzel olmadığı açıktır. Ama niyet, bu yanlış fikirlere cevap vermek olunca, bu seyyie de haseneye döner.

Hasenenin seyyieye dönüşmesine gelince, buna “gösteriş için yapılan ibâdet” misal verilir. İbâdet hasenedir, riyâ ise seyyie. İbâdet gösteriş için yapılınca hasene seyyieye döner. (12)

 

 

 

Niyet Terbiyesi

Yeryüzünde dini Allah Teâlâ’ya has kılmak, müslümanların âzad kabul etmez ödevlerindendir. Dini bütünüyle Allah’a has kılmak, Allah’a kul olmanın vazgeçilmez rüknüdür. Dini bütünüyle Allah'a has kılmak için de, hâlis bir niyete sahip olmak lâzımdır. Allah için hâlis bir niyetle yola çıkmayanlar, dini Allah’a has kılamazlar. İslâm’ı hayata âmir kılma konusunda mü’minden istenen ilk şey, niyettir. İslâm’a niyet etmeyenin, İslâm’a teslim olup İslâm’ı yaşaması mümkün değildir.

Müslümanın niyeti, müslümanlığının mukaddimesidir. Müslüman, dinini niyetinde özetleyen insandır. Onun hayatı, İslâm’a niyet eden insanın hayatıdır. Dolayısıyla hayatımızdaki boşluk ve bereketsizliğin sebebi, sözlerimizdeki ve davranışlarımızdaki niyetsizliğimizdir. Tüm insanlar gibi, müslüman olduğunu iddia edenler de, Allah yolunda niyetleriyle sınanmaktadır. “Amellerin niyetlere göre olduğunu” belirten hadis-i şerife göre, nasıl amel edeceğimiz kadar, nasıl niyet edeceğimiz de önemlidir. Nitekim Süfyân-ı Sevrî (r.a.) şöyle diyor: “Selef, nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi, nasıl niyet edeceklerini de öğrenirlerdi.” Niyet, kalbin amelindendir. Onun düzelmesiyle kalp düzelir; kalbin düzelmesi ile de bir bütün olarak beden düzelir. Hz. Ömer (r.a.) bu konuda şöyle diyor: “Amellerin en faziletlisi, Allah’ın farzlarını edâ, haramlardan kaçınmak ve Allah katında sâdık niyettir.”

Niyeti sâdık hale getirmek, niyetin aslından daha zordur. Niyet, amelin özüdür. Daha doğrusu, amelin yöneleceği yönü ve alanı tesbit etme irâdesidir. Bu irâde, imandan gelirse, amel, sâlih olur; imandan gelmezse gayr-ı sâlih olur. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rahmetine ve yardımına mazhar olmamız, niyetimizin sahihliği ve doğruluğu ile doğru orantılıdır. Niyet, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanma irâdesidir. Niyet terbiyesi ise, müslüman olarak Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanma irâdesini bir bütün olarak hayatımızın muharrik gücü haline getirmektir.

Allah yolunda bileklerin kuvvetli ve bereketli olması, kılıçları hızlı sallamak ile değil; kılıçların kavislerine Allah rızâsını ve sevgisini yüklemekledir. Yani niyetlerin düzelmesiyledir. Niyet terbiyesi; amelin îfâsı esnâsında hazır olan imanın ve aklın kişiye kazandırdığı psikolojik şuurun adıdır. Başka bir ifadeyle işlenen ameli, “sâlih amel” seviyesine yükseltmek için gösterilen her türlü çaba ve gayretin ifâdesidir. Amelin mevcûdiyeti ile birlikte kemâli ve İlâhî adâlet terâzisinde tartılması ve değerlendirilmesi için gerekli olan şartları yerine getirenler, niyet terbiyesine sahip olanlardır.

Niyet terbiyesi; İslâm’ın öngördüğü çerçeve içinde her söz ve davranışımıza Allah rızâsını ve sevgisini kazanma irâdesini yüklemektir. Niyet terbiyesi; Allah yolunda dökülen terlerden, çekilen çilelerden, dünyevî hesapları, nefsî tortuları, kavmî saplantıları süzüp arındırma mahâretine sahip olmaktır. Allah Teâlâ’nın dediği yere değil; ganîmetin bulunduğu yere koşanlar, Allah yolunda niyet terbiyesine sahip olmayanlardır. Günümüz İslâm coğrafyasında müslümanlar tarafından sürdürülen İslâmî hizmetlerde menfaat kavgasına zaman ve zemin arayanlar ve ayıranlar, niyet terbiyesini kaybedenlerdir. İslâmî hizmetlerde niyetlerini Allah için hâlis kılamayanlar, hedefe varmadan yolun yarısında sen-ben kavgasına tutuşmaya mahkûmdurlar.

Niyet terbiyesi; kalbin, yüzünü dünyadan âhirete çevirmesidir. Yüz çevirmek de istek ve irâdeden ibârettir. Dünya kalbe hâkim olursa, kalp, yüzünü dünyaya çevirir; ilgisi, arzusu dünyaya olur. Çünkü insan, yaratılışının başlangıcında dünyaya yöneliktir. Kalbin Allah Teâlâ’ya olan eğilimi ve isteği gâlip olunca kalbin sıfatı değişir, kurtuluşa döner ve âhiret yönüne yüz tutar. O halde bütün amellerden maksat, kalbin Allah tarafına, doğruluk yönüne yönelip değişmesidir.

Bütün ibâdetlerin niyeti, iyilik istemektir. Yani dünyaya meyletmekten yüz çevirip âhirete yüz tutmaktır. O niyetle amel işlemek, bu istek ve irâdeyi kuvvetlendirir, sağlamlaştırır. O halde gerçi amel, niyetten doğuyorsa da, niyeti kuvvetlendirmek içindir. Hal böyle olunca, niyetin amelden hayırlı olduğu meydana çıkar. Zira niyetin kalbin kendisinde, amel ise kalbe geçmek için başka uzuvlarda olur. Eğer kalbe geçerse işe yarar, geçmezse gaflet olur.

Kalp hangi tarafa eğilirse, amel de o tarafa eğilir. Mevki, makam sevdâsında olan kimsenin teveccühü insanlara olur. Kalbinde Allah’ın rızâsından başka düşüncesi olan kimse, insanlara gösterdiği ibâdette yalancı olur. Niyette terbiyeyi kaybetmek, insanlardan kabul görmek hevâsı ve arzusundandır. İnsanlardan kabul görmek yerine; Allah Teâlâ’dan kabul görmeyi hayatlarının vazgeçilmez amacı haline getirenler, niyette terbiyeyi yakalayanlardır.

Toplumda zararlı alışkanlıkların yayılması ve hayatı bağlayan birer teâmül haline gelmelerinin ana sebeplerinden birisi, “niyetim iyidir”, “kalbim temizdir” mâzeretinin arkasına sığınma çabasıdır. “Niyetim sağlamdır” bahanesinin arkasına sığınarak kötülükleri devam ettirip yayanlar, niyet terbiyesini kaybetmiş, o yüzden “terbiyesiz” vasfını hak etmiş kimselerdir. Şer’an zararlı ve çirkin sayılan bir şeyi, “iyi niyet” faydalı ve mubah hale getiremez. Niyet terbiyesini kaybedenler, iyi niyet tuğlalarıyla cehenneme giden yolu döşeyenlerdir. Yani “iyi niyet” bahanesinin arkasına sığınıp günah işleyerek zararlı alışkanlıklarını sürdürenlerdir.

Davranışlarda, alışkanlıklarda Allah Teâlâ’ya karşı sevgi ve saygı hususunda kusur etmemek, bir niyet terbiyesidir. Niyet terbiyesi, kalpte din cephesini gâlip kılmak, İslâm ile dolu dolu yaşamaktır. Zararlı alışkanlıklara, çirkin davranışlara, mekruh ve haramlara karşı savaşmaya hazır olanlar, İslâm’la dolu dolu yaşayanlardır. Yani niyetlerinde İslâmî olmayan hiçbir şeyi taşımayanlardır. İnsanlara sağlam imanı ve güzel ahlâkı, ihlâsı kazandırmak için, her şeyden önce onlara niyet terbiyesini kazandırmalıyız. Niyet terbiyesine sahip olamayanlar, kazanmışlardan değil, kaybedenlerden sayılır. (13)

“Muhakkak ki iman edip sâlih amel işleyenler, yaratıkların en hayırlısıdırlar.” (98/Beyyine, 7). Allah’ın emirlerini uygulayıp bunları kendi nefislerinde yaşayarak toplumda yerleşmesi için çalışmak amel-i sâlihtir. En hayırlı yaratık olmanın şartı budur. Amel-i sâlih, ister istemez ihlâsı çağrıştırır; işin sâlih olması, ancak Allah’ın rızâsının mutlaka gözetilmesi ile gerçekleşir. Amel, Allah rızâsı için olacak ve insan bu amelinin karşılığını yalnız Allah’tan isteyip yalnız ondan bekleyecektir. İnsanların hoşnutluğunu ve beğenisini kazanmak için yapılan ameller asla amel-i sâlih değildir. Zira buradaki niyet bozukluğu insanı ihlâssızlığa/riyâya götürür. Riyâ ile yapılan amellere ise Cenâb-ı Hak iltifat etmez ve karşılığını da vermez.

Amel-i sâlih, Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılmış bir amel olursa, kişinin duâsının kabul olunmasına sebep ve vesîle olabilir. İnsan, sıkıntı anlarında daha önceden yapmış olduğu sâlih bir amelden dolayı Allah’ın izniyle sıkıntıdan kurtulabilir. Bu hususta müttefekun aleyh olarak nakledilen hadis meşhurdur. Pek uzun olan bu hadiste kısaca şu olay anlatılır: “Üç kişi, yağmurdan korunmak için bir mağaraya girerler ve mağaranın ağzına bir taş yuvarlanıp mağaranın kapısı kapanır. Duâdan başka çareleri yoktur. Onlardan birisi, ana-babasına hürmette en ufak bir kusurda bulunmadığını, diğeri çalıştırdığı işçinin hakkına son derece riâyet ettiğini ve kendi uhdesinde kalmış olan işçinin hakkını yine onun nâmına çalıştırıp büyük bir meblâğ olarak yıllar sonra ona verdiğini, öbürü ise, her türlü imkân ve uygun bir ortam mevcut olduğu halde zinâ etmediğini, bütün bunları da sadece Allah rızâsı için yaptıklarını söyleyerek o sıkıntının giderilmesini dilerler. Sonunda Allah’ın izniyle taş yuvarlanıp gider ve onlar da kurtulur.” (Buhârî, Edeb 5; Müslim, Zikir 100). Bu hadiste birçok ibret mevcuttur. Kişi sıkıntıya düşebilir. Böyle bir durumda Allah’a duâ ederken, zikretmesi gereken amel-i sâlihi bulunmalı, o güne kadar kişi, amel defterine bu türden ameller kaydettirmelidir. İhlâsla yapılan amel, inciye benzer. Ne kadar küçük olursa olsun o yine de çok kıymetlidir. Allah, kendisine ulaşmamız için vesîleler aramamızı emreder (5/Mâide, 35). “Vesîle” kelimesinin akla getirdiği esas mânâ ise, Allah’ı râzı edecek sâlih amel vb.dir. (İbn Kesir, Tefsir, 2/563). (14)

 

"Benzer erbâb-ı riyânın hâli ol kâşâneye,

İçyüzü vîrân, dışı mâmur şeklin gösterir."

"Gizli yapılan ameller, âşikâre yapılan amellerden yetmiş derece üstündür." (Hadis-i Şerif rivâyeti)

"Din ile dünyanın saydına (avına) çıkılmaz."

"Amel ve ibâdetler, birtakım şekil ve sûretlerdir. Bu sûretlerin ruhu ise kendilerinde mevcut olan ihlâsın sırrıdır."

"Dinde ihlâs üzerinde olursan, amelin az olsa da sana yeter."

"İhlâslı olmanın en aşağı mertebesi, kendine yapılan medih ve zemmi müsâvi görmektir."

"Senin hakkında sende olmayan iyiliği söyleyen kimse, senin hakkında sende olmayan kötülükleri de söyler."

"İnsanlar arasında kendisini zemmeden kimse, hakîkatte kendisini övmüş olur. Bu ise, riyâ alâmetlerindendir."

"Riyâkâr dosttan doğru sözlü düşman yeğdir." (Atasözü)

"Yap iyiliği at denize; balık bilmezse Hâlık bilir." (Atasözü)

"İhlâs ile edilen her duâ peşinen kabul edilmiş ve her tevbe, günahlarını sildirmiştir."

"Fikir, hakikate bakan göz; ihlâs da onun ışığı. Göz, görülecek şey ve ışık olmadan ne yapabilir?"

"Riyâkâr, yalanı vicdânına söyleyen ve onu kandırmaya bakan bir kandırılmıştan başkası değildir. Kandırmaya çalışan bir kandırılmış..."

"Ey ihlâs! Senin olduğun yerde hiçbir şey eksik değildir!"

 

 

 

 

1- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 101; TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 535-536

2- Metin Ocak, Kur’an’da İhsân ve Muhsin Kavramları, s. 23-26

3- Hüseyin Caneri, Ahlâk Bilinci, s. 46-49

4- Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 83-85; 237-239

5- Süleyman Ateş, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 536

6- Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 541-543

7- Hüseyin Caneri, a.g.e. s. 26-27

8- Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, s. 28

9- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 533-537

10- Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 112-115

11- Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 126-127

12- Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, 3/60-65

13- Mustafa Çelik, Ribat, Mart 2001

14- Orhan Çeker, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 128

 

 

 

 

İhlâs Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

İhlâs” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (31 Yerde): 2/Bakara, 94, 139; 4/Nisâ, 146; 6/En’âm, 139; 7/A’râf, 29, 32; 10/Yûnus, 22; 12/Yûsuf, 24, 54, 80; 15/Hicr, 40; 16/Nahl, 66; 19/Meryem, 51; 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32; 33/Ahzâb, 50; 37/Sâffât, 40, 74, 128, 160, 169; 38/Sâd, 46, 46, 83; 39/Zümer, 2, 3, 11, 14; 40/Mü’min, 14, 65; 98/Beyyine, 5.

 

 

 

 

Konuyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları

Buhârî, Edeb 52; Bed’ü’l-Vahy 1; İman 41; Nikâh 5; Talâk 11; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Itk 6; Eymân 23; Ezân 36, Zekât 16, Hudûd 19; İlim 45, Cihâd 15, Tevhîd 28;

Müslim, İmâre 149-152, 155, hadis no: 1905; Fedâil 199, hadis no: 2526; Zühd, 38; Zühd 46, hadis no: 2985; Zekât 91, 92; Birr 10, 33

Tirmizî, İlim 6, hadis no: 2656, İlim 7; Zühd 48, hadis no: 2383; Tirmizî, Zühd 53; Birr 78, hadis no: 2026; Zühd 17, hadis no: 2326; Zühd 48, hadis no: 2384; Fezâilü’l-Cihâd 16; Kıyâmet 31, hadis no: 2467; Hudûd 24

Ebû Dâvud, Cenâiz 56; Vitr 25; Edeb 39, hadis no: 4872, 4873; Cihâd 24;

İbn Mâce, Mukaddime 18; Menâsik 76; Zühd 9; Zühd 21, hadis no: 4228; Fiten 16; Cihâd 13

Nesâî, Cihad , 21, 22, 24; Kudât 2,

Ahmed bin Hanbel, 2/285, 301, 435, 439, 539; 3/225; 4/80, 82, 369, 392, 397, 402, 405, 417; 5/147, 183, 261

Muvattâ, Şiir 14; Kelâm 21 (2, 991)

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. İhlâs Risâlesi, Ömer Yıldız, Umran Y.

2. İhlâs Risâleleri, B. Said Nursi, Yeni Asya/Envar/Sözler/İhlâs-Nur Neşriyat

3. İhlâs ve Takvâ, İbn Teymiye, Pınar Y.

4. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 427

5. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi (Süleyman Ateş), T.D.V. Y. c. 21, s. 535-537

6. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y, c. 3, 41-42; c. 5, s. 271, 112-115

7. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 9, s. 315-327, c. 18, s. 37-45

8. Kur'ân'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 476-477

9. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 541-543, 533-537

10. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 11

11. Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılâb Y. s. 23-26

12. Kur'ân-ı Kerim'de Salâh Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 19-21, 64-65

13. İhyâ-i Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, terc. Ali Arslan, Arslan Y. c. 10, s. 7-62

14. Kimyâ-yı Saâdet, İmam Gazâli, Bedir Y. s. 644-649

15. Tarikat-ı Muhammediye Tercümesi, İmam Birgivi, Terc. Süleyman Ateş, Demir Kitabevi Y. s. 114-150

16. Tenbîhu'l-Gâfilîn ve Bustânu'l-Ârifîn, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 3-17

17. Gunyetu't- Tâlibîn, Abdülkadir Geylânî, Sağlam Kitabevi Y. s. 789-807

18. Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 155-161

19. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 11-34

20. İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y. s. 269-272, 361, 713

21. Kaynaklarımıza Göre İslâm Terbiyesi, Osman Şekerci, Çanakkale Ser. Fb. Y. s. 114-123

22. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y. s. 46-49, 24-27

23. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâli, Ribat Y. 73-83

24. Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 28

25. Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 83-85, 237-239

26. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 222

27. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 582-585, 687-689

28. İslâm Hukukunda İbâdet Kavramı, Ferhat Koca, İMVAK Y. s. 25-26, 43-44

29. İbadet mi Ayin mi? Mustafa Karakaş, Dersaadet Y. s. 27-31, 35-36

30. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 313-318

31. Nur’dan Kelimeler, Alaaddin Başar, Zayfer Y. c. 3, s. 60-66

32. Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 385-387, 462-463