Bakara, 164; Kavram 113
&Â Y E T
Âyet; Anlam ve Mâhiyeti
Kur’ân-
Allah’
ın Tabiattaki ÂyetleriKur'an Âyetleri (Cümleleri)
Kur'ân Âyetlerinin Âyet (Delil ve Mûcize) Olu
şu; Kur'an'ın İlmî İ'câzıKur'an'
ın Âyet Âyet İndirilmesi ve HikmetleriÂyetler Toplulu
ğu Anlamında KitapHz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Âyetü’l-Kübrâs
ıÂyetleri Do
ğru Okuyup Anlayabilme İçin Gerekli ŞartlarSemâ Âyeti
İnsan Denen Âyet
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır." (2/Bakara, 164)
Âyet; Anlam ve Mâhiyeti
"Âyet" sözlükte, açık alâmet (belirti) demektir. Bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren alâmettir. Açıkça ortada görülmeyen şey, âyetiyle bilinir ve tanınır. Bir yolu bilmeyen, o yola âit alâmetleri bilirse, yolu tanır. Her şey kendi alâmetiyle bilinir. Bu açıdan âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir. Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını anlarız. Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. Bir şeyin, bir nesnenin ayırt edici özelliklerine eskiden "alâmet-i fârika", yani "ayırt edici belirti" denirdi. Bu belirtiler o nesneyi bize tanıtan, o şeyin ne olduğunu bilmemize yardım eden özelliklerdir. Âyet, bu şekilde, açık alâmet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret anlamlarına gelmektedir. Âyet kelimesinin çoğulu "ây" ve "âyât"tır.
Kur’an ilimlerinde âyet; sûrelerin içinde, başı ve sonu belli bir veya birkaç cümleden meydana gelmiş İlâhî sözlerdir (kelâm’dır). Kur’an yüz on dört sûreden meydana gelmektedir. Sûreler ise âyetlerden oluşurlar. Sûrelerin içerisindeki âyetler kendilerine mahsus bir biçimdedirler. Belli kuralları yoktur. Bir kaç harften oluşan âyetler olduğu gibi, bir sayfa uzunluğunda da âyet vardır. Âyetlerin her biri birer Kur’an oldukları gibi, hepsi beraber Kur’an’ı meydana getirirler.
Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a âit alâmetler, işaretlerdir. Bununla beraber Allah’a mahsus bir yüceliğe de işaret ederler. Bu yücelik onların bağlı oldukları Kudret’ı hatırlatır, O’nun büyüklüğünü tanıtır. Kur’an, âyetlerden meydana geldiği gibi kâinat da âyetlerden meydana gelir. Çevremizde gördüğümüz her şey, Allah’ın birer âyetidir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış kelimeleridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından birer âyettirler.
Kur'ân-
ı Kerim'de Âyet Kavramı
"Âyet" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de toplam 382 yerde geçer. Bunlardan 86’sı tekil olarak “âyet” şeklinde; 295’i ise çoğul olarak “âyât” şeklindedir. Bir yerde de tesniye olarak “âyeteyn” şeklinde kullanılır.
Âyet kavramı Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmaktadır:
l- Delil anlamında: Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eden deliller, âyet ismiyle anılmaktadır. Buna göre, göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün peş peşe gelişi, insanların faydası için denizde yüzen gemiler, ölümünden sonra toprağı diriltmek üzere yağmurun indirilişi, canlıların var edilmesi, bulutların boyun eğmiş bir şekilde havada yüzmeleri birer âyettir (2/Bakara, 164).
Güneş'in bir aydınlık, Ay’ın bir nur (ışık) kılınması, yılların sayısı bilinsin diye Güneş’e ve Ay’a durakların tesbit edilmesi birer âyettir (10/Yûnus, 5). Tanenin ve çekirdeğin yaratılması, sabahın gecenin içinden çıkıp gelmesi, gecenin dinlenme zamanı yapılması, karanlığın derinliklerinde yol bulmak için yıldızların bir lamba gibi var edilmesi, insanların tek bir nefisten yaratılması, gökten inen su ile bitkilerin büyütülmesi, her türlü meyvenin var edilmesi birer âyettir (6/En'âm, 95-99). Arının çeşitli çiçeklerden topladığı özlerle insanlar için şifa olan bal yapması, hayvanların çeşit çeşit yaratılması, hayvanlar tarafından insanlara süt hazırlanması birer âyettir (16/Nahl, 65-69). “Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (13/Ra'd, 3). “Allah’ın gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması O’nun âyetlerindendir.” (30/Rûm, 22)
2- Mûcize anlamında: Kur’an, peygamberlerin Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş elçiler olduklarını isbat etmek için gösterdikleri olağanüstü olaylara da ‘âyet’ demektedir. İnsanlar, peygamber olduğunu iddia eden kimselerden, bilinen tabiat olaylarını aşan ve ancak İlâhî kuvvet tarafından yapılabilecek alâmetler (isbatlar) istemişlerdir. Peygamberlerin gösterdiği bütün mûcizeler "âyet" adıyla anılmaktadır. Çünkü mûcizeler, peygamberlerin kendi işi değil; Allah’ın gücünün göstergeleridir. Hz. İsa (a.s.)’nın çamurdan kuş yapması, körün gözünü açması, alaca hastalığını iyi etmesi, ölüyü diriltmesi, saklanılan şeylerin yerini haber vermesi birer âyettir (mûcizedir) (3/Âl-i İmrân, 49). Hz. İsa (a.s.)’ya gökten sofra indirilmesi (5/Mâide, 114), Semûd kavmine deve verilmesi (17/İsrâ, 59), Hz. İsa (a.s.)’nın babasız dünyaya gelmesi (19/Meryem, 21), Hz. Mûsâ (a.s.)’nın elinin Ay gibi parlaması (20/Tâhâ, 22) hep birer âyettir.
Peygamberlerin çabalarına ve gösterdikleri mûcizelere rağmen azgınlığa ve zulümlerine devam edenler, dünyada iken birtakım cezâlara çarptırıldılar. Arkadan gelenler ibret alsın diye onlardan bazı âyetler (alâmet ve izler) bırakılmıştır. “Kendilerinden önceki nesillerden nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidâyete yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihî kalıntılar üzerinde) gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için
âyetler vardır.” (20/Tâhâ, 128; ayrıca bk. 11/Hûd, 103; 15/Hıcr, 74; 28/Kasas, 36; 29/Ankebût, 15 vd.). Allah’ın peygamberleri eliyle gösterdiği âyetler/mûcizeler için şu âyetlere de bakılabilir: 2/Bakara, 211, 248; 6/En’âm, 35; 7/A’râf, 73; 10/Yûnus, 92; 11/Hûd, 64; 20/Tâhâ, 22: 21/Enbiyâ, 5; 26/Şuarâ, 154.
3- Alâmet, nişan anlamında: İsrâiloğullarına başkan (hükümdar) olarak gönderilen Talût’un bu görevinin âyeti (alâmeti), Tâbût’un onlara getirilmesiydi. Burada âyet; alâmet, belirti, nişan anlamında kullanılmıştır (2/Bakara, 248).
4- Acâyip iş anlamında: Hz. İsa (a.s.)’nın babasız olarak dünyaya gönderilmesi, Allah’ın kudretine işaret eden bir âyettir, acâyip bir iştir. Bir yönden mûcizedir, diğer yönden insanların görmediği, alışmadığı bir iştir (23/Mü’minûn, 50).
5- İbret anlamında: Tâlût’un İsrâiloğullarına hükümdar olması, bunun belgesi olarak Tâbût’u bularak onlara getirmesi, inananlar için gerçekten ibret verici bir durumdur. Buna benzer bütün olaylar hem mûcizedir, hem de ibret verici şeylerdir (2/Bakara, 248).
6- Kıyâmet alâmeti anlamında: Birtakım kimseler ellerinde fırsat varken iman etmezler. Allah'ın bazı âyetleri geldiği zaman iman ederlerse bu imanları kabul olmaz. En’am Suresi 158. âyetinde çoğul olarak geçen ‘âyât’ (âyetler), Kıyâmet saatinin belirtisi, alâmeti şeklinde anlaşılmıştır.
7- Kur’an’ın tümü veya belli bölümleri anlamında: Kur’an’ın tümü âyet olduğu gibi, her sûrenin belli bölümleri de âyettir. Gerek Kur’an’ın tümü, gerekse her bir âyeti, insanların hepsi bir araya gelseler bile bir benzerini yazamayacakları bir mûcize (âyet)dir. Kur’an’ın, "âyet"i mûcize anlamında da kullandığını tekrar hatırlayalım. Öyleyse Kur’an, Peygamberimiz'in en büyük mûcizesi olmakla birlikte Allah’ın kudretine alâmet olan bir âyetidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hak peygamber olduğuna delildir. Her bir âyet bir ifadeyi diğerinden ayırdığı, her bir Kur’an bölümü onun tümünü ve vahyin mûcize oluşunu hatırlattığı için âyet denmiştir.
Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen Kitab’ın insanüstü olduğunu bildirdikten sonra, bundan şüphe edenleri, “haydi bakalım, bunun gibi bir kitap, ya da bunun sûrelerine benzer sûreler yazıp getirin” diye meydan okumaktadır (2/Bakara, 23-24; 29/Ankebût, 50-51; 17/İsrâ, 88; 11/Hûd, 13). Öyleyse O’nun kendisi, sûreleri, âyetleri hem birer mûcizedir, hem de onları gönderen Rabbimizin Rabliğinin, büyüklüğünün, kudretinin alâmetleri (âyetleri)dir. Bütün bunlara rağmen Kuran’a inanmayan inkârcılar yine olacaktır (2/Bakara, 145).
Peygamberimiz (s.a.s.) Güneş’in ve Ay’ın Allah’ın kudretinin iki âyeti olduğunu haber veriyor (Buhârî, Bed’ü’l Halk 88, 4/251). O ayrıca buyuruyor ki: “On âyet (alâmet) çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz…” (Müslim, Fiten 39-40, hadis no: 2901, 4/2225)
Evrendeki sayısız varlıklara, çeşitliliğe, sürekli bir oluşuma ve evrensel düzene "fiilî âyetler" denmiştir. Bu âyetler, yüce bir varlığın kudretini açıkça haber vermektedir. Bu âyetlere "kevnî âyetler -oluşun alâmetleri-" denmektedir. Bunlar bütün kâinatta bulunduğu gibi, insanın kendi bünyesinde de bulunmaktadır. Kur’an şöyle diyor: “Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şâhit olması yetmez mi?” (41/Fussilet, 53). İnsanın çevresinde ve bizzat kendi yapısında bulunan sayısız âyet yani Rabbimizin varlığına ve kudretine işaret eden sonsuz alâmet; onun inanması ve Rabbine boyun eğmesi için yeter. (1)
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır." (2/Bakara, 164)
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesiz âyetler (deliller) vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateş azâbından koru.” (3/Âl-i İmrân, 190-191)
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her türlü âyeti görseler de yine inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (7/A’râf, 146)
"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman (o âyetler, onların) imanlarını artırır ve (onlar) Rablerine tevekkül ederler." (8/Enfâl, 3)
“Göklerde ve yerde nice âyetler var ki, onların yanından yüzlerini çevirerek (hiç aldırmadan, ilgilenmeden) geçip giderler.” (12/Yûsuf, 105)
"Şunlar Kitabın âyetleridir; Rabbinden sana indirilen haktır, fakat insanların çoğu inanmazlar." (13/Ra'd, 1)
“Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (13/Ra'd, 3)
“Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidâyete yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihî kalıntılar üzerinde) gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır.” (20/Tâhâ, 128; ayrıca bk. 11/Hûd, 103; 15/Hıcr, 74; 28/Kasas, 36; 29/Ankebût, 15 vd.)
“İnkâr edenler bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık?! Hâlâ inanmıyorlar mı? Yer onları sarsmasın diye onun üstünde dağlar yarattık. Ve (işlerine) gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık. Göğü, (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık; onlarsa hâlâ Bizim (varlığımıza ve gücümüze delâlet eden) âyetlerimizin yanından düşünmeden geçip gitmektedirler...” (21/Enbiyâ, 30-32)
“Âyetlerimiz size göstereceğim; acele etmeyin.” (21/Enbiyâ, 37)
“Ve de ki: ‘Allah’a hamdolsun, O size âyetlerini gösterecek, siz de onları öğreneceksiniz...” (27/Neml, 93)
“O'nun âyetlerinden (gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz. O'nun âyetlerinden biri de, size nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve acıma koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, âlimler/bilenler için âyetler/ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lutfundan (nasîbinizi) aramanızdır. Şüphesiz bunda, işiten/dinleyen bir toplum için âyetler/ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, size, korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için âyetler/ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, göğün ve yerin, kendisinin emriyle durmasıdır. Sonra sizi yerden bir tek dâvetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki çıkıyorsunuz." (30/Rûm, 20-25)
"Ölü toprak, onlar için bir âyettir (ölüleri nasıl dirilteceğimize işarettir): Biz onu dirilttik, ondan dâne çıkardık da ondan yiyorlar. Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık, çeşmeler akıttık. Ki o (suyun, veya bahçe)nin ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler. Hâlâ şükretmiyorlar mı? Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. Gece de onlar için bir âyettir. Gündüzü ondan soyup alırız; birden onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müstakarrı (yörüngesi, istikrar bulacağı yeri) içinde akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)ın takdiridir. Aya da konaklar tâyin ettik. Nihayet o, eski urcuna (hurma salkımının sapına) benzer bir hale geldi. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler. Onlar için bir âyet de, onların çocuklarını dolu gemide taşımamız ve kendilerine onun gibi binecekleri nice şeyler yaratmamızdır." (36/Yâsin, 33-42)
“Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında, ufuklarda, çevrelerinde), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması (her şeyi görmesi sana) yetmez mi?” (41/Fussilet, 53)
“Yeryüzünde de kesin inanacak insanlar için (Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren) nice âyetler (işâret ve deliller) vardır. Bizzat kendinizde de. Görmüyor musunuz?” (51/Zâriyât, 20-21)
"Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yere, nasıl yayılıp döşenmiş?" (88/Ğâşiye, 17-20)
Allah’
ın Tabiattaki Âyetleri“Göklerde ve yerde nice âyetler var ki, onların yanından geçip giderler.” (12/Yûsuf, 105). Görüldüğü gibi Yüce Allah, bu âyette yerde ve gökte pek çok âyeti olduğunu, fakat birçok kimsenin bu âyetleri görüp yanından geçip gittikleri halde onlardan istifâde edip bir kere olsun onlardaki inceliği, eşsiz denge ve düzeni düşünüp onları yaratana ulaşamadıklarına, ulaşsalar da O’nu hakkıyla idrâk edemediklerine işaret etmektedir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an’da âyet kelimesi değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Bunlardan en önemlileri, Allah’ın peygamberleri eliyle gösterdiği mûcizeler, Kur’an’ın yazılı âyetleri (cümleleri) ve kendimiz de dâhil olmak üzere, tabiatta ve kâinatta gördüğümüz en küçüğünden en büyüğüne kadar canlı ve cansız bütün varlıklardır. Buna göre meselâ, bir çiçek bir âyettir, bir kuş bir âyettir, bir yaprak bir âyettir. Demek ki, Yüce Allah’ın Kur’an’da satırlara yazılı olarak bulunan âyetlerinin yanında, bir de tabiatta, canlı olarak karşımızda duran, keşfedilmeyi bekleyen pek çok âyeti vardır.
Bu üç türlü âyet de aslında bir yerde birleşmektedir. Zira, bunların üçü de neticede onları gereği gibi düşünüp değerlendirebilenleri Allah’a götüren, O’nun varlığını, birliğini, sınırsız güç, kudret ve ilmini açıkça gösteren birer işâret, alâmet ve nişan olmaktadırlar. Çünkü, bütün bunların elbette bir yapanı, edeni, planlayıcısı ve düzenleyicisi vardır ki o da Allah’tan başkası olamaz. O halde bunların hepsi de Allah’ın varlığının, birliğinin ve kudretinin apaçık delilleridir.
İnsanlar, sabah akşam, gece gündüz bunların önünden geçerler. Bu âyetler âdeta onları kendilerine çağırır. Kendilerinin okunmasını, yani görülüp incelenmesini, kalplere ve akıllara ilham kaynağı olmayı beklerler. Fakat insanlardan çoğu, ne onları görürler, ne de seslenişlerini duyarlar ve ne de derin ve mânâlı tesirlerini hissederler...
Halbuki, bir an güneşin doğduğu yerle battığı yeri düşünmek, bir gölgenin uzayıp kısalması üzerinde durmak, bir nehrin akışı, bir pınarın, bir şelâlenin çağlayışı, bir çiçeğin yavaş yavaş büyüyüşü, bir goncanın nazlı nazlı açılışı önünde bir an durup düşünceye dalmak, tefekkür etmek, onları, onların mesajlarını duyup okumak gerek... Havada uçan bir kuşa, denizde yüzen bir balığa, durmadan çalışan karıncaya, en usta Sanatkârın eliyle işlendiği her haliyle belli olan düzgün simetriği ve rengârenk kanatlarıyla uçan bir kelebeğe bir an ibret gözüyle bakmak gerek...
Evet, bütün bunları ve bunlar gibi çoğu insanın sık sık karşılaştığı halde görmezlikten geldiği âyetleri düşünüp tefekkür etmek, insan gönlüne kâinat sırlarının akması için yeterlidir. Bir an ibret gözüyle bakıp bu âyetleri okumanın kalpleri titreteceğine, şuurları harekete geçirip olumlu tesirler bırakacağına şüphe yoktur.
Bazı insanlar, gördükleri bu muhteşem yapı ve düzen karşısında yaratıcılarına teslim olup O’na olan şükran borçlarını yerine getirip O’na itaat ve ibâdete koyulurken; bazıları da, O Yüçe Yaratıcı’yı farkedip bulduğu halde O’na, O’nun istediği gibi kulluk etmeyip içindeki diğer tanrıları söküp atamamaktadır. Pek çok insan da her zaman yüz yüze, göz göze geldikleri bu âyetlerin yanından gelip geçerler. Gördükleri bu pek çok canlı âyeti her gün göre göre kanıksadıklarından veya bütün bu olan biteni sanki kendiliğinden oluyormuş gibi zannettiklerinden ya da inatçı inkârcılıklarından dolayı bunlara bir ibret gözü ile bakıp üzerinde düşünerek, onlardaki mûcizevî yapıyı görerek ders çıkarmak istemezler; yüzlerini başka tarafa çevirip geçerler. Daha doğrusu görürler de görmezlikten gelirler; bütün bunları kör bir tesâdüfe veya ne olup olmadığını tanımlayamadıkları tabiata/doğaya bağlayıp işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. İşte şu âyet, bu durumu ne kadar açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her türlü âyeti görseler de yine inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (7/A’râf, 146)
Görüldüğü gibi bu âyette Yüce Allah, bazı kimselerin gördükleri halde yeryüzündeki çeşitli âyetlerden neden istifâde edemediklerini de izah etmektedir. Bunun sebebi, onların büyük bir kibir içinde olmaları ve etraflarındaki bu âyetleri umursamaz tavırlarıdır. Dolayısıyla bu mahrûmiyetleri bizzat kendilerinden kaynaklanmaktadır. Ama Yüce Allah her türlü fiilin bizzat yaratıcısı olduğundan bunu; “Ben uzaklaştıracağım” şeklinde ifade etmektedir. Kur’an’da daha pek çok yerde etraflarındaki âyetleri gereği gibi değerlendiremeyen kimselerden bahsedilmektedir. İşte bunlardan birkaçı:
“İnkâr edenler bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık?! Hâlâ inanmıyorlar mı? Yer onları sarsmasın diye onun üstünde dağlar yarattık. Ve (işlerine) gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık. Göğü, (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık; onlarsa hâlâ Bizim (varlığımıza, birliğimize ve gücümüze delâlet eden) âyetlerimizin yanından düşünmeden geçip gitmektedirler...” (21/Enbiyâ, 30-32). Görüldüğü gibi Yüce Allah bu âyetlerde, önce göklerin ve yerin yaratılışı hakkında bilgiler verip koca koca dağların yaratılışının hikmetine işaret etmektedir. Bu ifâdeler, zamanındaki beşerî bilgilerin çok ötesinde olup modern araştırma sonucu bilgilerle de tamamen bir uyum arzetmektedir. Ve âyetler, insanların gözünün önünde duran, kâinattaki/doğadaki bu âyetlerin önünden umursamadan geçip gidenleri kınayarak sona ermektedir.
İşte, etrafımızda her zaman gördüğümüz olaylara dikkatimizi çeken bir âyet: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır." (2/Bakara, 164). Gerçekten de bu âyetin her bir ifadesi, üzerinde uzun uzun düşünmeye, araştırmalar yapmaya değer konularla doludur: Yüce Rabbimiz bu âyette önce, içinde yaşadığımız bu uçsuz bucaksız kâinâtın yaratılışına dikkatimizi çekmekte, sonra pek çok âyette geçtiği gibi, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişini, ardından koca koca gemilerin denizde batmadan yüzmelerini (suya kaldırma gücü verdiğini), gökten su indirip onunla âdeta ölü gibi duran toprağı yeniden diriltmesini, yeryüzüne küçük-büyük sayısız canlıyı yaymasını, bulutları ve rüzgârları oradan oraya evirip çevirmesini, böylece iklim değişikliği ve yağmurların dağıtılmasını gündeme getirmektedir. Ve âyet, aklını çalıştıran bir toplum için bütün bunlardan alınacak dersler, çıkarılacak neticeler olduğunu belirterek sona ermektedir.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesiz âyetler (deliller) vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateş azâbından koru.” (3/Âl-i İmrân, 190-191). Bu âyeti okuyan Peygamberimiz (s.a.s.) arkasından şöyle dehşetli bir tesbitte bulunmuştur: “Yazıklar olsun o kimseye ki, bu âyeti okuduğu halde onun üzerinde düşünmez!” (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, IV/310; İbn Kesir, I/440-441)
İnsan Denen Âyet: Allah Teâlâ, bu çeşit canlı âyetlerin insanın sadece etrafındaki varlıklarda değil; bizzat kendisinin maddî ve mânevî yapısında da olduğuna şöyle işaret eder: “Yeryüzünde de kesin inanacak insanlar için (Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren) nice âyetler (işâret ve deliller) vardır. Bizzat kendinizde de. Görmüyor musunuz?” (51/Zâriyât, 20-21). Gerçekten de insanın bizzat kendisi esrârengiz bir âlemdir. Onun hakkında bilinenler, keşfedilmeyi bekleyen bilinmeyenler yanında hâlâ bir hiç hükmündedir. Onun için, Yüce Allah, bu tip âyetlerin sırrı hemen kavranılmasa bile zaman içinde keşfedileceğine şöyle işaret etmektedir: “O (Kur’an), ancak bütün âlemlere zikirdir/öğüttür. Onun haber(ler)ini(n doğruluğunu) bir süre sonra gâyet iyi anlayacaksınız!” (38/Sâd, 87-88). “Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Bir müddet sonra öğreneceksiniz.” (6/En’âm, 67). “Ve (yine) de ki: ‘Allah’a hamdolsun, O size âyetlerini gösterecek, siz de onları öğreneceksiniz...” (27/Neml, 93). “Âyetlerimiz size göstereceğim; acele etmeyin.” (21/Enbiyâ, 37)
Kur’an, bu gibi âyetleriyle insanların gözlerini kendilerine ve dış âleme/çevreye doğru çevirirken kendinden gâyet emindir. İlmin ilerlemesiyle kendisinin yanlışlarının ortaya çıkıp gözden düşeceği, bu sebeple insanların kendinden uzaklaşacağı gibi bir endişesi yoktur. Bilakis, insanlar kâinatın yapısındaki ince sırları keşfettikçe Yüce Allah’ın varlığının, birliğinin, gücünün ve ilminin sonsuzluğunu daha iyi kavrayacaklar ve imanları daha da kuvvetlenecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması (her şeyi görmesi sana) yetmez mi?” (41/Fussilet, 53). Görüldüğü gibi Yüce Allah bu âyetlerde, insana bu evrenin bazı sırlarını göstereceğini, kendi iç dünyasının kapalı noktalarını açacağını vaad etmektedir. Bütün bunların kendilerine seslenen bu kitabın hak bir kitap olduğunu anlayıncaya kadar devam edeceğini belirtmektedir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Allah Teâlâ bu vaadini doğru çıkarmış ve insanlara yapmış oldukları araştırmalarla önceden bilinmeyen pek çok sırrını açmıştır. Evet, bu gün insanlık, aradan geçen on beş asır zarfında henüz bilebildikleri bilemediklerinin yanında çok az da olsa, pek çok şeyi öğrenmiştir. Kâinatın merkezi sandıkları dünyalarının aslında güneşe bağlı, onun etrafında dönen çok küçük bir zerre olduğunu, güneşin ve onun içinde yer aldığı sistemin de, milyarlarca benzerinden sadece birisi olduğunu, kâinat yaratılalı beri ışığı yola çıkmış ama henüz ışığı bize kadar ulaşamamış nice yıldızların bulunduğunu öğrenmiştir. İnsanlar, kendi dünyalarını da gittikçe daha iyi tanıdılar. Onun hem kendi ekseni etrafında ve hem de güneşin çevresinde döndüğünü keşfettiler. Karada ve denizde yer alan birçok bitki ve hayvanı tesbit ettiler. Son asırlarda Yüce Rablarının kendileri için yerin derinliklerine gizlediği kömür ve petrol gibi çok büyük enerji kaynaklarını tesbit edip kullanmaya başladılar. Kendi vücutlarının maddî ve rûhî yönü ile ilgili de pek çok keşiflerde bulundular, ama araştırdıkça bilmediklerinin gittikçe daha da arttığını, çok esrârengiz, muhteşem bir sanat ve dehşetli bir yapı ile karşı karşıya olduklarını anladılar. Ve insanlar, Allah’ın yarattığı bu muhteşem evreni ve kendilerini keşfetmeye, onlarda geçerli olan kanunları tesbit etmeye hâlâ devam etmektedirler.
Hiç şüphesiz Allah Teâlâ’nın bu kâinat/tabiat/çevre ve insan kitaplarının âyetlerini okuyup anlayacak, bu canlı ve âdeta konuşan mûcizelerini en iyi bir şekilde değerlendirebilecek olanlar, ancak onlar üzerinde araştırma yapıp onlardaki sırrı, esrârengiz ve muhteşem yapıyı ortaya çıkarmaya çalışan âlimlerdir. Nitekim bu durum, Fâtır sûresi, 28. âyette açık bir şekilde ortaya konmuştur. Allah (c.c.) bu âyette, önce yine tabiattaki bazı âyetlere/tezâhürlere dikkatlerimizi çektikten sonra şöyle buyurur: “... Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (tam lâyıkı ile) korkarlar.” (35/Fâtır, 28). Demek ki her âlim, ilmi genişledikçe ve Allah’ın bu varlıklardaki ince denge ve düzenini keşfettikçe Yüce Allah’ın güç, kudret, sanat ve ilmini daha çok görüp daha iyi takdir edecek, böylece Allah’a olan saygı, sevgi ve hayranlığı, huşû ve takvâsı da o derece artacaktır.
Demek ki, İslâm âlimlerine ve âlim adayı gençlere pek çok görevler düşmektedir. Böyle bir övgüye en lâyık âlimler, Kur’an, kâinat ve insan adlı kitapları birbirleriyle uyumlu, irtibatlı okuyan, araştırmalar yapan ve birinin tefsiri için diğer ikisinin gözardı edilmemesi gerektiğini bilen âlimler olmalı ve gece gündüz çalışıp bu yüksek dereceye ulaşıp böylece, pek çok kimsenin de hidâyetine vesile olmalıdır. (2)
Âyet, açık alâmet, inkârı mümkün olmayan mûcize demektir. Kur'an'ın cümleleri, Allah'ın varlığına, birliğine, Kur'an'ın Allah'ın kelâmı olduğuna delâlet eden âyetler olduğu gibi doğa olayları da Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden âyetlerdir. Sözlü olan âyetlerin (vahyin) yanında, herkesin gözü önünde serili bulunan tabiat kitabının âyetleri olan sözsüz âyetler, tabiat olayları ve insan da besmeleyle, Allah'ın ismi ve izniyle, O'nu yücelterek okunmayı beklemektedir. "Oku!" emrinin muhâtabı olan insan için gösterilen nesnelerdir tüm bu âyetler. Aklını çalıştıran, iyi düşünen insanlar için bütün tabiat olayları, dillenip Allah'ın varlığını ve birliğini haykırır. Şu yeşillenen ağaçlar, şu uçan kuşlar, şu yüzen balıklar, şu gece gündüz, şu kâinattaki düzen, kendilerini yaratan çok akıllı, Rahmân ve Rahîm, her şeye gücü yeten muhteşem sanatını icrâ eden muazzam bir yaratıcı Allah'ın varlığını söyler. Bundan dolayı Kur'an, her vesile ile insanın dikkatini tabiat âyetlerini okumaya, onlardaki incelikleri düşünmeğe dâvet eder. Gece ve gündüzün değişmesi, bize sonsuz görünen şu engin kâinatta aynı İlâhî kanunların bulunması, zerreden sonsuz evrene dek her şeyin ince yasalarla düzenlenmiş olması, bunların bir tesadüf/raslantı ile kendi kendine değil; büyük akıl, irâde ve kudret sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığını kanıtlar. İşte bu kâinatı düşünen, tabiat varlıklarındaki ince hikmetleri, yasaları okuyan kimse derhal Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla niteli bir Allah'ın var olduğunu anlar, her şeyin O'na boyun eğdiğini görür. Kendisi de bilinçli olarak O'nun emrine boyun eğer, O'na kulluk eder.
“Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında, ufuklarda, çevrelerinde), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun.” (41/Fussilet, 53). Müfessirlerin çoğuna göre, bu âyette ifade edilen âfâktaki âyetler; güneş, ay, yıldızlar, gece-gündüz, rüzgâr, yağmur, gök gürültüsü, bitki, ağaç, dağlar, denizler ve benzeri doğa varlıkları ve tabiat olayları; enfüsteki âyetler de insan anatomisindeki ve rûhundaki hârika sanat, düzen ve hikmettir. Burada, Kur'an'ın gerçek vahiy olduğunun anlaşılması için doğa olaylarından ve insanın kendi yaratılışından kanıtlar sunulacağı belirtilmektedir. Âyette insanın bilgi edinme yollarına da dikkat çekilmekte ve insanların ibret almaları istenmektedir. Öyle ise, âfâk ve enfüs âyetleri, insana bilgi sunan, bilginin kaynağı olan âyetlerdir.
Kur'an, ilim ve hikmete çok değer vermiştir. İlimden söz eden âyet sayısı 750'ye varır. Kur'an, âlimi görür, câhili kör kabul eder (35/Fâtır, 19-21). "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak öz akıl sahipleri düşünüp ibret alır." (39/Zümer, 9). "Ancak âlimler, Allah'a gereğince saygı gösterir, huşû duyup korkar." (35/Fâtır, 28) buyrulur. Fakat Kur'an'ın övgü ile söz ettiği ilim, ispatlanmamış teoriler, boş nazariyeler, kuru ve soyut entelektüel teoriler değil; insanın iç dünyasını aydınlatan din bilgisi ve dış dünyasını aydınlatan imanla irtibatlı müsbet ve hayırlı ilimdir. İşte kesin bilgiye ermek için insanlara Allah'ın âfâktaki ve enfüsteki âyetleri gösterilmektedir. Gerçekten âfâkta gösterilen âyetler, doğa varlıkları ve bunların bağlı bulunduğu yanlış anlaşılmaya müsait şekilde "tabiat yasaları" denilen, Allah'ın tabiattaki değişmez yasaları (sünnetullah); enfüste gösterilen âyetler de insan ruhunun derin aşamaları ve bunlara konulan İlâhî nurlardır. İşte her iki dünyadaki/kitaptaki Allah'ın yasalarını anlamak, bilgi ve hikmete bağlıdır. Kur'an, dikkatimizi, çevremizi ve bu doğa olaylarını inceleyip onlardaki İlâhî kanunları bulmağa yöneltir (Meselâ bk. 88/Ğâşiye, 17-20; 67/Mülk, 19).
Niçin Kur'an, insanın gözünü tabiat olaylarına çeviriyor? Çünkü Allah'ın yasaları, her an bu olaylarda görünmektedir. Bu yasaları keşfedenler, Allah'ın kudretini daha iyi anlayıp O'na gereğince saygı gösterecekleri gibi; doğaya da, çevreye de egemen ve halife olurlar. Doğanın büyük, hatta bazen yıkıcı güçlerini kendilerine boyun eğdirip hizmetlerinde kullanırlar. Zira Allah, denizleri, dağları, güneşi, ayı, hayvanları, özetle her şeyi, tüm doğayı insanın buyruğuna vermiş, melekî güçler bile insana boyun eğmiştir. Ancak insanın aklını çalıştırması, doğanın gizlerini bilmesi lâzımdır ki tabiata egemen olabilsin. Çünkü doğaya hâkim olabilmek bilgi işidir. Bilgili olan, güçlü olur. İşte insanlığın yararına dönüşecek, amele/icraata çıkacak müsbet ilim, imanla beraber olursa Kur'an dilinde hikmet adını alır. Kur'an'ın hikmet dediği böyle hayırlı ilim, ruhsuz ve mâneviyatsız bilgi değil; Yaratana karşı sevgi ve saygı, kulluğu kamçılayan ilimdir. Bu ilim, insanı maddeye kulluğa değil; maddenin yaratıcısı Allah'a saygıya; imansızlığa değil, imana götürür. Bundan dolayı Allah'ın Elçisi: "Hikmetin başı Allah korkusudur." (Tirmizî) buyurmuşlardır.
Kur'an, insanın ilim sahibi olmasını, doğayı incelemesini ve evrendeki ince düzeni, hârika yasaları keşfedip bunları yaratan Allah'a daha bir gönülden saygı ile bağlanıp kulluk etmesini istiyor. Eğer müslümanlar, din bilimlerinde yaptıkları gibi felsefe ve doğa bilimlerinde de birtakım kuru nazariyata dalmayıp Kur'an'ın yönelttiği doğrultuda gitmeyi sürdürselerdi, hiç kuşkusuz Avrupa'nın düzeyine, hem de onlardaki olumsuzluklara düşmeden onlardan çok önce varabilirlerdi. Çünkü başlangıçtaki gelişme, teorilerden çok eylem ve deneyim yönünde idi. Daha sonra tecrübe ve araştırma bırakılıp nazarî ayrıntılara dalındı, orijinal eserler yerine, şerhler ve şerhlere hâşiyeler yazılmağa başlandı ve böylece İslâm dünyasının bilim adamları, yararsız ayrıntılar içinde kaybolup gittiler.
Böyle olmakla beraber şunu da vurgulamak gerekir ki, İslâm'ın ilk feyzinden ilham alan müslüman bilim adamları, ilk beş-altı asır, ilme büyük hizmetler verdiler; bugünkü Avrupa bilim ve teknolojisine temel olacak altyapıyı hazırladılar. Müslümanların bu hizmetleri, dünya bilim adamlarınca kabul edilen bir gerçektir. İşte, Yûsuf sûresinin 105. âyetinde göklerde ve yerde bulunan nice âyetlerin yanından hiç düşünmeden, ibret almadan geçenler kınanmaktadır. Bunları düşünüp tefekkür eden insan, bunları sadece Allah'ın yarattığını, O'ndan başka kimsenin bunları var edecek güçte olmadığını anlar. Bir tek hücreyi dahi en gelişmiş laboratuvarlarda yaratmak mümkün değilken; bu kadar sayısız canlar, bu kadar çiçekler, yıldızlar, galaksiler, bu ince âhenk ve düzen kendi kendine olamaz. Herhangi bir yaratık da bunları yaratacak güçte olmadığına ve bunları sadece Allah yaratmış olduğuna göre O'ndan başkasına tapmanın, kulluk etmenin hiçbir anlamı yoktur. İşte bu tabiatı ve doğa olayları iyice düşünen, bu gerçeği anlar da Allah'a şirk koşmaz, itaat ve ibâdeti sadece O'na yapar, yaratıklara kulluk etmez.
Necm sûresinde de Peygamberimiz'in, Rabbinin âyetlerinden bir kısmını gördüğü anlatılmaktadır (53/Necm, 18). Burada kastedilen âyetler, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in melekle karşılaşması, hârikulâde mânevî haller görmesidir ki Kur'an, bunların ayrıntısını belirtmemiştir. Bu âyetler, Peygamber'in mîraçta gördüğü olağanüstü şeylerdir.
Peygamberlerin elinde zuhur eden olağanüstü şeyler, onlar vâsıtasıyla Allah'ın gerçekleştirdiği mûcizeler de birer âyettir. Çünkü bunlar, o insanın sıradan bir kimse olmadğını, ancak Allah'ın desteği ve yardımı ile bu hârikaların olacağını anlatır. Bu olağanüstü şeyler (mûcizeler), elinde ortaya çıkan insanın peygamberliğini isbat eder. Mûcizeler çeşitlidir. Kurân-ı Kerim, Hz. Mûsâ'nın dokuz mûcizesinden söz eder (7/A'râf, 133). Hz. İsa'nın da bazı gizli şeyleri bildiğini, ölüyü dirilttiğini, çamurdan yaptığı kuş heykellerini üfleyerek canlandırdığını, körün gözünü açtığını, alacalıyı iyileştirdiğini anlatır (3/Âl-i İmrân, 49). (3)
Kur'an Âyetleri (Cümleleri)
Peygamberlere indirilen bütün İlâhî kitaplar da ‘kavlî’, yani sözlü âyetlerdir. Bu kitapların gönderiliş şekli olan vahy bir âyet olduğu gibi, bu kitapların anlattığı her şey de birer âyettir. Bu gün âyet deyince daha çok Kur’an’ın âyetleri akla gelmektedir. Tefsir ilminde âyet, sûrelerin içinde bulunan, iki durak arasındaki bir veya birkaç cümleden ibarettir. Kur’an âyetleri, Rabbimizin bize gönderdiği apaçık belgeler ve delillerdir. Bu belge ve deliller, bir yönden Rabbimizin ilâhlığının isbatlarıdır, bir taraftan da bizi doğru yola götürecek alâmetlerdir. Âyetlerin haber verdiği gerçekler ve sundukları hükümler; varlığın ve mutlak kurtuluşun işaretidir.
Kur’an âyetlerinin sıralanışı, uzunluğu ve kısalığı ve hangi sûrede yer alacağı kendine özgüdür. Bilindiği gibi Kur’an âyetleri Allah’ın Rasûlüne bir defada veya toplu bir kitap halinde gelmemiştir. Peygamber (s.a.s.), gelen Kur’an âyetlerinin hangi sûrelere ve hangi âyetten sonra veya önce yazılacağını Cebrâil’in bildirmesiyle, Kur’an’ı yazıya geçiren vahy kâtiplerine söyleyip yazdırıyordu. Şu anda Kur’an’da yer alan âyetler bizzat vahyin emri ile ait oldukları sûrenin içerisindedirler.
Kur’an’ın ilk gelen âyetleri Alak Sûresinin ilk beş âyeti, son gelen âyet ise, genel kabule göre Mâide Sûresinin üçüncü âyetidir. Kur’an âyetleri "Mekkî" (Mekke’de nâzil olanlar) ve "Medenî" (Medine’de gelenler) şeklinde ikiye ayrılırlar.
Kur'an'daki âyetleri birbirinden ayırmanın beşerî bir kuralı yoktur. Yani âyetlerin tâyini kıyâsî değil; tevkîfî olup vahiyle belirlenen ve Hz. Peygamber'in emrine bağlı olarak o şekilde yazıya geçirilen hususlardandır. Onun için "Elif Lâm Mîm", "Elif Lâm Mîm Sâd" birer âyet olduğu halde; "Elif Lâm Râ" tam âyet değil; sonraki âyetin bir parçası sayılmıştır. Birkaç hüküm ve cümle içeren âyetler olduğu gibi, kendi başına hüküm ifade etmeyen, tek veya iki kelimeden ibâret âyetler de vardır. Bakara sûresinin 82. âyeti (Müdâyene âyeti), en uzun âyettir ki, tam bir sayfa (15 satır) tutar. Rahmân sûresindeki "Müdhâmmetân" âyeti ise tek kelimeden ibarettir ve en kısa âyetlerdendir. "Ve'l-Fecr" (89/Fecr, 1), "Ve'l-Asr" (103/Asr, 1) en kısa âyetlerdir.
Âyetlerin Sayısı: Her ne kadar Zemahşerî'nin, bu sayının 6666 gibi bir rivâyeti halk arasında yaygın ise de, bu konuda değişik görüşler vardır. Yani, Kur'an'ın âyetlerini sayıp bu sayıyı bulamayan meraklılar olursa endişeye kapılmasınlar. Çünkü Yüce Allah'ın muhâfazasında bulunan Kur'ân-ı Kerim'den herhangi bir eksiltme yapmak mümkün değildir.
Âyetlerin toplam sayısı konusundaki farklı görüşler, herhangi bir âyetin ilâve edilmesi veya herhangi bir âyetin çıkarılmış olmasından ileri gelmiş değildir. Sayımdaki metod ayrılıklarından, başka bir ifade ile, sûre başlarındaki "besmele"leri her sûreden âyet kabul edip etmemekten, hurûf-ı mukattaaları tam âyet sayıp saymamaktan veyahut da bir cümleyi bir veya birkaç âyet kabul etmekten ileri gelmektedir. Bu konuda görüşleri farklı olan Kûfeliler ekolü ile Basralılar ekolüdür. Birincisine göre âyetlerin sayısı 6236, diğerine göre ise 6205'tir. İbn Abbas'tan bir rivâyette 6616 olan bu sayı, bazılarına göre 6214'tür. Ülkemizdeki Mushaf-ı Şeriflerde mevcut âyetlerin sayısı Kûfe ekolüne göredir; yani 6236'dır.
Bu sıralamaya göre 114 sûrede yer alan âyetlerin toplam sayısı ve sûrelerle ilgili diğer önemli hususlar şöyledir:
Sûre sıra no Nüzul sıra no Sûre adı Âyet sayısı Mekkî-Medenî
1 5 Fâtiha 7 Mekkî
2 87 Bakara 286 Medenî
3 89 Âl-i İmrân 200 Medenî
4 92 Nisâ 176 Medenî
5 112 Mâide 120 Medenî
6 55 En'âm 165 Mekkî
7 39 A'râf 206 Mekkî
8 88 Enfâl 75 Medenî
9 113 Tevbe 129 Medenî
10 51 Yûnus 109 Mekkî
11 52 Hûd 123 Mekkî
12 53 Yusuf 111 Mekkî
13 96 Ra'd 43 Medenî
14 72 İbrâhim 52 Mekkî
15 54 Hicr 99 Mekkî
16 70 Nahl 128 Mekkî
17 50 İsrâ 111 Mekkî
18 69 Kehf 110 Mekkî
19 44 Meryem 98 Mekkî
20 45 Tâhâ 135 Mekkî
21 73 Enbiyâ 112 Mekkî
22 103 Hacc 78 Medenî
23 74 Mü'minûn 118 Mekkî
24 102 Nûr 64 Medenî
25 42 Furkan 77 Mekkî
26 47 Şuarâ 227 Mekkî
27 48 Neml 93 Mekkî
28 49 Kasas 88 Mekkî
29 85 Ankebût 69 Mekkî
30 84 Rûm 60 Mekkî
31 57 Lokman 34 Mekkî
32 75 Secde 30 Mekkî
33 90 Ahzâb 73 Medenî
34 58 Sebe' 54 Mekkî
35 43 Fâtır 45 Mekkî
36 41 Yâsin 83 Mekkî
37 56 Sâffât 182 Mekkî
38 38 Sâd 88 Mekkî
39 59 Zümer 75 Mekkî
40 60 Mü'min 85 Mekkî
41 61 Fussılet 54 Mekkî
42 62 Şûrâ 53 Mekkî
43 63 Zuhruf 89 Mekkî
44 64 Duhân 59 Mekkî
45 65 Câsiye 37 Mekkî
46 66 Ahkaf 35 Mekkî
47 95 Muhammed 38 Medenî
48 111 Fetih 29 Medenî
49 106 Hucurât 18 Medenî
50 34 Kaf 45 Mekkî
51 67 Zâriyât 60 Mekkî
52 76 Tûr 49 Mekkî
53 23 Necm 62 Mekkî
54 37 Kamer 55 Mekkî
55 97 Rahmân 78 Medenî
56 46 Vâkıa 96 Mekkî
57 94 Hadîd 29 Medenî
58 105 Mücâdele 22 Medenî
59 101 Haşr 24 Medenî
60 91 Mümtehine 13 Medenî
61 109 Saff 13 Medenî
62 110 Cum'a 11 Medenî
63 104 Münâfıkun 11 Medenî
64 108 Teğâbün 18 Medenî
65 99 Talâk 12 Medenî
66 107 Tahrîm 12 Medenî
67 77 Mülk 30 Mekkî
68 2 Nûn 52 Mekkî
69 78 Haakka 52 Mekkî
70 79 Meâric 44 Mekkî
71 71 Nûh 28 Mekkî
72 40 Cin 28 Mekkî
73 3 Müzzemmil 20 Mekkî
74 4 Müddessir 56 Mekkî
75 31 Kıyâme 40 Mekkî
76 98 İnsan 31 Medenî
77 33 Mürselât 50 Mekkî
78 80 Nebe' 40 Mekkî
79 81 Nâziât 46 Mekkî
80 24 Abese 42 Mekkî
81 7 Tekvîr 29 Mekkî
82 82 İnfitâr 19 Mekkî
83 86 Mütaffifîn 36 Mekkî
84 83 İnşikak 25 Mekkî
85 27 Bürûc 22 Mekkî
86 36 Târık 17 Mekkî
87 8 A'lâ 19 Mekkî
88 68 Gâşiye 26 Mekkî
89 10 Fecr 30 Mekkî
90 35 Beled 20 Mekkî
91 26 Şems 15 Mekkî
92 9 Leyl 21 Mekkî
93 11 Duhâ 11 Mekkî
94 12 İnşirâh 8 Mekkî
95 28 Tîn 8 Mekkî
96 1 Alâk 19 Mekkî
97 25 Kadir 5 Mekkî
98 100 Beyyine 8 Medenî
99 93 Zilzâl 8 Medenî
100 14 Âdiyât 11 Mekkî
101 30 Karia 11 Mekkî
102 16 Tekâsür 8 Mekkî
103 13 Asr 3 Mekkî
104 32 Hümeze 9 Mekkî
105 19 Fîl 5 Mekkî
106 29 Kureyş 4 Mekkî
107 17 Mâun 7 Mekkî
108 15 Kevser 3 Mekkî
109 18 Kâfirûn 6 Mekkî
110 114 Nasr 3 Medenî
111 6 Tebbet 5 Mekkî
112 22 İhlâs 4 Mekkî
113 20 Felâk 5 Mekkî
114 21 Nâs 6 (Toplam: 6236) Mekkî
Yukarıdaki listede görüldüğü gibi, Kur'an'daki 86 sûre Mekkî, 28 sûre ise Medenî'dir. Ancak, az olmakla beraber, bazı Mekkî sûreler içine Medenî âyetler konulduğu gibi, Medenî bazı sûreler içine de Mekkî âyetlerin konulduğu olmuştur. Kur'an'da 114 sûre ve 6236 âyet vardır. Kur'an'daki kelimelerin toplam sayısı, 77439 (Mekke'lilere göre 77437; Medine'lilere göre ise 77934 kabul edildiği, aradaki farkın imlâ farkından ileri geldiği Süyûtî'nin el-iİtkan'ında -c. 1, s. 184- belirtilir.), harflerin sayısı ise, 321180 ilâ 340740 harftir. Harflerin sayısındaki bu iki farklı rakam, bazı kimselerin kelimelerde okunup da yazılmayan, ya da okunmadığı halde yazılan gizli harfleri de göz önünde tutup tutmamalarına göre değişmektedir.
Kur'ân Âyetlerinin Âyet (Delil ve Mûcize) Olu
şu; Kur'an'ın İlmî İ'câzıKur'an-ı Kerim, bir ilim kitabı olarak nâzil olmamıştır. Yani O, bir Fizik, Kimya, Coğrafya, Tarih kitabı, bir ansiklopedi değildir. O, her şeyden önce bir tevhid, ibâdet/eylem ve ahlâk kitabıdır. Hz. Peygamber'in insanları Rablerinin izni ile, karanlıklardan aydınlığa, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarması için indirilmiş (14/İbrahim, 1) bir irşad (2/Bakara, 256) kitabıdır. Onun dâvetine ve çizdiği yola uyanlar, iki dünyada da selâmet ve saâdete ererler. Ancak, "Kur'an'da hiç ilmî hakikat, bilimsel gerçek yok" şeklinde bir iddia da tümüyle bâtıldır, yanlıştır. "Kur'an'da her şey mevcuttur, bütün icatlar ondan alınmıştır" sözü ne kadar sakat ise, "Onda hiçbir bilimsel gerçeğin olmadığı" kanısı da ötekinden daha sakat ve gerçekten uzaktır.
Hakikat şudur ki, Kur'an'da birçok bilimsel gerçekler, birçok tabiat kanunları formüle edilmiştir. Ancak, Kur'an, bunlara sadece bir âyet/mûcize olarak işaret yapmış ve hiçbir zaman ilimle çatışmadığını göstermiştir. Seyyid Kutub'un da dediği gibi, ondaki kevnî hakikatler, ana prensipler halindedir. Öyle ki, hiçbir buluş onu nakzedememiştir ve nakzedemez. Yalnız, Kur'an'ın işaret ettiği hakikatleri anlayabilmek için, müsbet ilimlere iyice vâkıf olmak ve Kur'an'ı iyice düşünerek tetkik etmek gerekir. Bu nedenle, tabiatla ilgili ilimleri ilgilendiren birçok konuya, düşünmek suretiyle Allah'ın varlığı ve birliği anlaşılsın, dolayısıyla imana ve doğru yola gelinsin diye Kur'an zaman zaman temas etmiştir. (4)
Kur'an'ın inzâl olan ilk ayeti "Oku" emriyle başlar; okumanın vâsıtası olan kalemden, öğretimden söz eder, ilmin önemli dallarından biri olan anatomiye bu ilk âyetlerde dikkati çeker: "Oku, Yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı alaktan (embriyodan, aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." (96/Alak, 1-5). İlmin önemini vurgulayan nice âyet, bu konuda delil olarak belirtilebilir. İlme son derece kıymet veren Kur'an'ın ilimle çatışması asla tasavvur olunamaz. Ne var ki bazı yanlış tefsirler ve indî te'viller, onu bilime aykırı imiş gibi gösterebilmiştir. Bir de Kur'an'ın, bilimden, ilmî araştırma ve sonuçlarından çok önce haber vermiş bulunduğu bazı hakikatler, o zamanın âlimlerince anlaşılmamış ve ilme aykırı sanılmıştır. Hakikatte bunlar, ilmin ta kendisidir. Şimdi, Kur'an'ın, bilimden önce haber verdiği ve neticede bilimin de onun söylediklerini desteklediğini açığa vuran birkaç misal üzerinde durarak O'nun ne İlâhî bir mûcize olduğunu göstermeye çalışalım:
Onun Dünya, Güneş, Ay ve bütün gök cisimlerinin birleşik bir gaz kütlesinden koptuğunu (21/Enbiyâ, 30), arzın yuvarlaklığını (79/Nâziât, 30; 39/Zümer, 5), Güneşin kendi yörüngesinde döndüğünü (36/Yâsin, 38), yer çekimi kanununu (13/Ra'd, 2; 31/Lokman, 10; 22/Hacc, 65), yıldızların yörüngeleri ve kara delikleri (56/Vâkıa, 75-76), evrenin genişlemesi (51/Zâriyât, 47), hava basıncının varlığı (6/En'âm, 125), insanın nasıl bir sudan yaratıldığı (86/Târık, 5-7), denizlerin kaynaması ve kıyâmetin kopması (54/Kamer, 50; 16/Nahl, 77; 81/Tekvir, 6), güneşin hararetini tazelemesi (17/İsrâ, 97), dünyanın dönüşünün yavaşlaması (28/Kasas, 71-72), insanın topraktan yaratılması (30/Rûm, 20; 6/En'âm, 2; 55/Rahmân, 14), ceninde nutfenin yeri (7/A'raf, 172), insanın nasıl yaratıldığı (86/Târık, 5-8; 76/İnsan, 2; 23/Mü'minun, 11-13), anne karnındaki üç karanlık (üç sağır perde) (39/Zümer, 6), insanda cinsiyetin tayini (31/Lokman, 34; 22/Hacc, 5, 77/Mürselât, 20-22; 75/Kıyâmet, 36-40) ve bunlara benzer birçok bilimsel gerçekleri, asırlar önce, bunlardan hiçbir bilim adamının haberi yokken anlatması ve özellikle bilginler, edebiyatçılar, filozoflar, kanun koyucular ve ahlâkçıların hep birden benzerini getirmeleri imkânsız iken, bütün bunların ümmî/okuma yazması olmayan bir kimseden sâdır olması, ancak mûcizeliğini ve İlâhî kaynaktan geldiğini gösterir.
Kur'an'ın i'caz yönleri sadece bunlardan ibaret değildir. Yukarıda temas edilenlerin dışında Kur'an'ın mûcizeliğini ispatlayan daha birçok delil bulmak mümkündür. Meselâ, birçok sebep varken, müslüman olmayan Arapların Kur'an'a muâraza edememeleri, her mûcizeye kıyas edilebilmesi, düşmanlarına menfi, dostlarına müspet etki etmesi, sanki bir tek söz imiş gibi âyetleri ve sûreleri arasında münâsebet bulunması, okuyana usanç vermemesi, kolay ezberlenebilmesi, hakikat, mecaz, teşbih, istiâre, kinâye, i'câz ve itnab, darb-ı mesel gibi edebî konuları ihtivâ etmesi, duyulduğu zaman kalplere nüfuz etmesi, ruhlara tesiri...
Özetle, Yüce Allah, insanlığın bilim ve düşünce yönünden pek gelişmediği ilk çağlarda, gönderdiği hak peygamberlerine gözle görülen ve açıkta meydana gelen mûcizeler ihsan etmiştir. Bu çağlarda insanlar, sadece gözleri ile gördükleri şeylere inanıyorlardı. Bu yüzden de Yüce Allah, insanlığın akıl ve düşünce bakımından kavrayabileceği ve gözleriyle gördüğü olağanüstü olaylardan iman etme yönünden kabulleneceği gerçekleri ihsan buyurmuştur. Yani, bu mûcizelerin çoğu, hissiyatla/duygularla açıktan açığa görülen ve kavranılan türdendi.
Ancak, insanlığın akıl, düşünce ve ilim yönünden hızla ilerlediği bir çağda, hiç şüphesiz gözle görülen hissî mûcizelerin yanında, ilim ve akılla kavranacak mûcizelerin de bildirilmesi gerekmekteydi. Bir hak peygamberin doğruluğuna inanmak için sadece gözle görülen mûcizelerin gösterilmesi yeterli değildi. Bunun yanı sıra, bütün çağlar boyunca her insanın rahatlıkla düşünüp anlayabileceği ilmî ve aklî mûcizeler de gerekliydi. İlim, akıl, düşünce ve mantık bakımından asla karşı konulmayacak büyük deliller getirmek, doğruluğunu aksi asla düşünülmeyecek belgelerle kanıtlamaya çalışmak, mûcizelerin en büyüğüdür. Böyle bir mûcizenin karşısında dağlar erir, akan sular durur.
Kur'an-ı Kerim, inişi ile bozgunculuğu, inançsızlığı, sapıklığı, haksızlığı ve her türlü câhiliyye âdetlerini temelden söküp atmıştır. İnsanlığın yaratılışına, akıl ve düşünce kurallarına uymayan her türlü bâtıl inanışları ve hurâfeleri yasaklamıştır. Kur'an, kötülüğün kaynağını kurutmuş ve insanlığın zararına olacak her türlü çirkin âdet ve alışkanlıkların kapısını kapatmıştır. Böylece insanlığı olgunlaştırmıştır. Kur'an'ın ana hedefi, putlara ve tâğutlara kul olmaktan insanları kurtarıp sadece Allah'a ibâdeti ve O'na kulluk yapmayı gerçekleştirmek, ferdin nefsini ıslah etmek, sosyal dayanışmayı sağlamak, şûrâyı, adâleti ve bütün insanlar arasında Allah'ın hükmünü egemen kılmaktır. İnsanları hak dine çağırmak ve mü'minler arasında kardeşlik duygusunu ve inancını yaymaktır.
İşte, bütün bunlar, Kur'an'ın en büyük mûcize olduğunu göstermektedir. Çünkü saydığımız bu temel ilke ve kurallar, çağımız insanının şiddetle muhtaç olduğu ilke ve kurallardır. Kur'an, çağımızın bütün çaresizliklerine derman olmakta ve ona çözüm yollarını sunmaktadır. Kur'an, böylece eşsiz ve büyüleyici beyanı ile, çağdaş bilim adamlarının altından kalkamadığı çağımız sorunlarına çare olmaktadır. Çağımızın en büyük hastalığı, maddecilik illetidir. İnsanlığın huzur ve mutluluğuna hizmet için yaratılmış olan madde, çağımız insanı tarafından tapılan ve uğrunda kavga edilen bir duruma getirilmiştir. Madde, putlaştırılmış; insanlar da onun kulu ve kölesi haline gelmiştir. Oysa Kur'an, insanları maddeciliğin köleliğinden kurtulmaya ve Allah'a iman etmeye çağırmaktadır. Çünkü iman, huzur ve mutluluğun kaynağıdır. İnsanın yaratılış amacı, Allah'a iman edip kulluk görevini yerine getirmektir. Ancak bu amaç ile insanlık, gerçek huzur, saâdet ve barışa kavuşabilir.
Kur'an'ın mûcize oluşu, ölü kalplerin onun ulaştırdığı iman nuru ile dirilmesi, kör olan mânevî gözlerin Kur'an'ın sunduğu İslâm hakikatleri ile açılması ve câhil olan bir toplumun ilim ve irfan ışığı ile aydınlanmasıdır. O çağda, yapılması ve gerçekleşmesi hayal bile edilmeyen birçok olayın, muhteşem bir inkılabın, Kur'an'ın inzâliyle kendiliğinden oluşmasıdır. Hz. Mûsâ'nın, asası ile sert kaya parçasına vurup ondan suları akıtması nasıl bir mûcize ise, Kur'an'ın âyetleri de öylece vahşi, âsi ve câhil kimselerin kalplerini yumuşatmış ve bu paslı kalplere iman nurunu yerleştirmiştir. Bu, başlı başına bir mûcizedir. Hz. İsa, nasıl ölüleri bir İlâhî mûcize olarak diriltmiş ise, Kur'an da öylece küfrün, şirkin, vahşetin ve cehâletin bataklığında can çekişen bir milleti, hakka, hidâyete ve İslâm'ın nuruna erdirmekle diriltmiştir. Onları, uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Çağlar boyunca bu millet, bütün dünya insanları için örnek alınacak bir ışık olmuştur.
Müslüman toplumlar, Kur'an'ın nûru ve hidâyeti sâyesinde yükselmişler, refah ve huzur içinde yaşamışlardır. Kur'an'a baş eğdikleri sürece bütün dünya da onlara baş eğmiştir. Onlar, Kur'an'ın dosdoğru yolunda yürüdükleri müddetçe, zaferi ve üstünlüğü ellerinde tutmuşlardır. Müslümanlar, Kur'an'ın bayrağı altında toplandıkları zaman, izzet ve şereflerini korumuşlardır. Bu bayrak altında, yüce Allah'ın emrettiği bütün hüküm ve emirleri yerine getirdiklerinde iki cihan saâdetine ulaşmışlardır. Bütün bunlar, Kur'an'ın mûcizeliğini isbatlar. (5)
Kur'an'
ın Âyet Âyet İndirilmesi ve Hikmetleri"Biz onu, Kur'an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet-âyet, sûre-sûre) ayırdık ve onu peyderpey indirdik." (17/İsrâ, 106) "(Kur'an) yeri ve yüce gökleri yaratan Allah tarafından peyderpey indirilmiştir." (20Tâhâ, 4) "İnkâr edenler: 'Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk." (25/Furkan, 32)
Bu âyet-i kerimelerin hikmetini kavrayabilmek için, Kur'an'ın indirildiği dönemin (câhilî hayatın) sosyal ve psikolojik tahlilinin iyi yapılması lâzımdır. İnanç bakımından şirkin, putperestliğin zirveye ulaştığı, fâizin insanların belini büktüğü, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, kadının bir metâ gibi alınıp satıldığı, ahlâksızlık ve içkinin yaygın olduğu bir dönemde köklü değişiklikler yaparak yepyeni bir sistemi yerli yerine oturtup âdil bir toplumu oluşturmak, ancak Yaratıcının yapacağı bir iştir. Böyle köklü bağımlılıkları olan bir toplumu, eğitici ve tahammül ölçülerinde kademe kademe tedâvi edip yeni bir hayata hazırlamak, insan fıtratına en uygun yöntem biçimidir. İşte âyetlerin peyderpey gelmesinin temel esprisi, alıştırarak, zorlamadan, hazmettirerek bu tarzı oturtmaktır.
İslâm'ın, köklü çözümlerini şok uygulamalarla değil; bu tarz üzerine binâ ederek, pedagojik açıdan bir ilke de adım atmış olması, onun her konudaki erişilmezliğinin ifadesidir. Yoksa, inkârcıların kin ve hasetlerinden kaynaklanan, "bunlar gerçekse niçin toptan indirilmedi?" sözleri, insanı tanımamanın en bâriz örneğidir. Bu itibarla bakıldığında insanı en güzel tanıyanın, onun yaratıcısı olduğunu bilmek için de ayrıca üstün zekâ gerektirmiyordu. Kur'an'ın âyet-âyet, parça parça inmesisinin sebeplerini maddeleyecek olursak:
1- İnsanın aklı, kabiliyetleri, böyle köklü değişiklikleri bir anda kavrayabilecek güce sahip değildir.
2- İhtiyaç duyulan sosyal çözümlerin zamanından evvel veya sonra uygulanması, sonuç bakımından verimli değildir.
3- Yönetim endişesiyle müslümanlara yapılan işkencelere tahammül ve sabır gösterilmesi açısından âyetlerin zaman zaman inmesi, onlara güç ve ümit kaynağı olmuştur.
4- Hz. Peygamber'in, inen âyetleri yazılı değil de, ezberden topluma sunması.
5- İnen âyetlerin mesaj ve öğretileri, zihinlerde ve kalplerde iyice yerleşip uygulamayı hedeflemesi.
6- Ortaya koyduğu hayat tarzının tam bir inanç ve kararlılıkla tatbiki, âyetlerin 23 sene gibi bir zamana yayılmasının temel nedenleridir.
Hiç şüphesiz İslâm, fert ve toplumların ruhlarına işlemiş şeylerle, yüzeyde olan şeyleri birbirinden farklı olarak değerlendirmiştir. Fertlerin ruhlarına kök salmış bir mesele, şuurlu yapılan bir gelenek, toplumun derinliklerine inmiş bir mesele de sosyal bir gelenek veya devlet örfü haline bürünebilir. Bundan dolayı İslâm, bu gibi hususlarda ağır ve ihtiyatlı davranır. Burada planlama ile birlikte ağır davranmanın, plansızlıkla birlikte acele etmekten daha yararlı olduğuna inanır.
Oysa yüzeysel olarak ferdin ruhuna ve topluma sinmiş bulunan ve onların temiz fıtratını bozacak durumda olan her mesele, beşer hayatında bir suç olup ona karşı susmak da doğru değildir. İslâm bu gibi konularda kesin görüşünü ortaya koyup, tartışma götürmez sınırlar tâyin etmiştir. Bu sınırları fırtat çizgisinden sapmış bulunanlar ancak tartışma konusu yapabilirler.
Fert ve toplumun ruhuna kök salmış olan meselelerle sathî meseleler arasındaki bu ayrımın ışığında İslâm, cana kıyma, hırsızlık, yol kesme, gasb, insanların mallarını bâtıl yollarla yeme, fâiz ve diğer aldatma yollarına baktığı açıdan zinâya ve ahlâksız fiillere de bakmış, bu açıdan onu da bir defada yasaklamıştır.
İslâm'ın her ne kadar kanun koymada derece derece ve Kur'an âyetlerinin peyderpey inmesine önem verdiği açık ise de, ihtiyaç ânında açıklamayı geciktirmekle teşrîin tedrîcini birbirine karıştırmaya müsaade etmez. Allah, helâl ve haram ile emir ve nehiylerle ilgili birçok hükmü geciktirmiştir. Ancak onu açıklamayı dilediği zaman, hükmünü bir defada açıklamış ve onda tedrîce yer vermemiştir. Böylece mü'minleri dinî emirleri geciktirmeden uygulamaya alıştırmış ve onları şer'î teklifleri (ibâdetlerde olduğu gibi) yüklemeye hazır hale getirmiştir. O halde tedrîc, içki ve kumar gibi geleneklerle rûhî hastalıklarda ve esirleri köle edinme gibi sosyal ve devletler hukukunu ilgilendiren konularda olmuştur. Böylece İslâm, sosyal alanda bu ümmeti belli bir itidal ve ölçü üzere korumayı, inanç ve ahlâkında, ibâdet ve muâmelâtında onu orta yol üzere kılmayı dilemiştir. (6)
Âyetler Toplulu
ğu Anlamında KitapKur'an'ın âyetler topluluğu anlamına gelen "kitab"la ilgili ifadelerinden şunların kast edildiği anlaşılır:
Genel anlamda vahy (43/Zuhruf, 4; 13/Ra'd, 39),
Son Peygamber'e gelmiş bulunan vahiyler toplamı (2/Bakara, 2; 38/Sâd, 29; 41/Fussılet, 3; 43/Zuhruf, 2; 44/Duhan, 2),
Bütün kâinat,
İnsan,
Levh-ı Mahfuz'daki Evrensel kayıt kitabı (evrensel kompütür) (18/Kehf, 47-49; 45/Câsiye, 29),
Her ferdin fiillerinin kaydedildiği bireysel disket (17/İsrâ, 13-14).
Kur'an'a göre insanın önüne, okunmak üzere konan üç temel kitap vardır: Kâinat kitabı, vahy kitabı (Kur'an) ve insanın bizzat kendisi. Kur'an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir nur (ışık)dur. Evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, bizzat Allah, vahy kitabı aracılığıyla insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Kur'an, bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını "âyet" olarak anmaktadır. Kur'an, bir âyetler topluluğu olduğu gibi, kâinat ve insan da âyetler topluluğudur (51/Zâriyât, 20-21; 41/Fussılet, 53).
Ne vahy kitabı, insan ve eşyaya âit ilimler olmaksızın hakkıyla çözülebilir; ne de eşya ve insan, vahy kitabı olmadan lâyıkıyla anlaşılabilir. İnsan âyetini iyi anlayabilmek için Kur'an ve kâinat âyetleriyle irtibat zorunludur. Evreni, tabiatı ve içinde bulunduğumuz dünya âyetini doğru anlayabilmek için de diğer iki âyet olan Kur'an ve insan âyetlerinin anlaşılmasına ve yardımına kesin ihtiyaç olacaktır. Yine Kur'an âyetlerinin doğru anlaşılıp tefsir edilmesi için de, diğer âyetlerden (İnsan, kâinat ve Kur'an'ın diğer âyetleri -Kur'an bütünlüğü-) bağımsız ve kopuk olarak ele alınmaması gerekir. Bize düşen Allah'ın âyetlerini birbirinden koparmadan bir bütünlük içinde, birini anlamak için diğer âyetlerin tefsirine mürâcaatla değerlendirmek, anlamak, âyetlerin gölgesinde yaşamak ve tüm âyetleri insanlara sunabilmektir.
Vahyin son kitabının insanlık dünyasına inen ilk kelimesi “oku!” emriyle başlamaktadır. Yani iman, hayat ve tebliğ adamının ilk işi okumaktır. Ama, neyi okuyacaktır insan? Kur’an’ın ilk âyetinde “oku!” dendiğine ve okunacak Kur’an, henüz inmeye daha yeni başladığına göre, neyin okunması istenmektedir? Yeni vahyolunan Kitap’tan önce ve onunla birlikte âyetler topluluğu olan kâinat kitabı ve insan adlı kitaplar okunacaktır. Vahiy kitabı, yani genel anlamda bütün peygamberlere gelmiş bulunan vahiy, özel anlamda da Kur’an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir ışıktır. O halde evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, Yaratıcı Kudret, vahiy kitabı aracılığı ile insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Zaten istisnâsız bütün ilimler, bu üç kitabın âyetlerinin izahından başka bir şey değildir. Ama, ya mutlak doğrunun kılavuzluğuyla doğru izahı veya eksik ya da çarpıtılmış, yozlaştırılmış, ideoloji ve hevâların kara gölgesi sinmiş şekilde. İnsan ve evren adlı kitaplar da O Kitab’ı daha iyi anlamak ve hayata geçirmek için okunmalı ki, ibâdet ve nur olsun, hayırlı ilim olsun.
Kur’an, bu üç kitabın, belirli pasaj veya parçalarını “âyet” olarak anmaktadır. Âyetler insanı Allah’a götüren işaretlerdir ve insan bu âyetleri okuyabileceği, anlayabileceği, tanıyabileceği ölçüde insandır.
“Yaratan’la yaratılan arası ilişkide anlamı olan her şey âyet demektir. Bütün bu varlıklar ve evrende meydana gelen olaylar, bir yandan Allah’ın “ol!” emrinin sonucunda ortaya çıkmış birer kelimesi, Allah’a işaret etmesi ve insanların Allah’ı tanıması bakımından da birer âyettir. Vahy aracılığı ile indirilen âyetler olduğu gibi, yaratılış yoluyla varlıklar dünyasına çıkarılan âyetler de vardır. Ve bu âyetlerin tümü Yaratıcı’yı gösterme bakımından delil niteliğindedir. Bu âyetler sergilenişinde şuurla maddeyi tek bünyede birleştiren insan; hem bir komplike âyetler topluluğu, hem de biricik âyet okuyucusudur.
Kur’ân-ı Kerim, insanın kuşattığı âlemdeki âyetlere “enfüsî (sübjektif)”, insanı kuşatan âlemdeki âyetlere de “âfâkî (objektif” âyetler demektedir. İnsan Kur’an’ın seyr (yürüyüş, sefer, dolaşma) dediği bir incelemeyle bu âyetlerin tamamını tetkik etmelidir. Seyr, insanın içindeki âyetlere yönelikse buna enfüsî seyir, dıştaki âyetlere yönelikse buna âfâkî seyir denir. Yine Kur’an’a göre bu iki âyet topluluğunun hedefi gerçeğin, Kur’an’ın deyimiyle Hakk’ın ortaya çıkmasıdır (41/Fussılet, 53).
Kur’an’ın her âyeti mûcizedir. Her âyet, onları tebliğ eden peygamberin doğruluğuna bir delil, düşünen ve kafasını yoranlar için birer ibret, mûcize oluşları ve değerleri itibarıyla da birer hayret ve hayranlık uyandıran sanattır. Âyet; harf, kelime ve cümlelerden oluştuğu için “cemaat” mânâsı da taşır ve nihayet her biri ilim ve hidâyet kaynağı olduklarından dolayı da Allah’ın kudretine, ilmine ve hikmetine, Allah’ın elçisinin de doğruluğuna birer delildir.
Kur’ân-ı Kerim’in tetkikinden anlaşılıyor ki, âyetleri gözlemleme insanlığın tekâmülüne paralel bir gelişme göstermiştir. Müşâhede etmemiz gereken âyetlerin türü ve müşâhede yoğunluk/derinlik, aşama aşama yüceltilmiştir. Peygamberlerin mûcizeleri, bunun en açık örneğidir. İlk peygamberlerin mûcizeleri/âyetler, daha çok dış dünya ile ilgili; göze, kulağa... kısaca beş duyuya hitabeden ve her seviyede insanın etkileneceği âyetlerdir. Bu âyetlerin bir özellikleri de onları yalanlayanların felâketlerine sebep olmalarıdır. Daha ilginci, bu felâket hemen ve apaçık gelmektedir. Bu âyetlere, “âyât-ı muktariha” dendiğini biliyoruz. Bu âyetler ve bunları yalanlayanları cezalandırma, doğal kuvvetler kullanılmak sûretiyle ortaya konmuştur. Emre uyan rüzgâr, eriyen demir, köpüren sular, alt-üst olan topraklar ve Nuh tûfânı, bunların en seçkin örnekleridir (Bk. 17/İsrâ, 50; 26/Şuarâ, 189, 190; 27/Neml, 51, 52; 29/Ankebût, 15, 34, 35; 54/Kamer, 15-16).
Özelliklerine temas ettiğimiz bu tip âyetler, devirlerini Hz. Mûsâ’nın peygamberlik döneminde tamamlarlar. Ondan sonra Muhammedî (s.a.s.) dönemle kemâle erecek olan ikinci ve daha ileri devre başlar. Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.), kendi devirlerinin en büyük âyetlerini müşâhede eden ve ettiren peygamberlerdir. Ancak, Mûsâ (a.s.), en büyük âyeti göstermiş, Hz. Muhammed (s.a.s.) ise görmüş fakat göstermemiştir. Çünkü âhir zaman nebîsinin müşâhede ettiği en büyük âyete (âyetü’l-kübrâ) kendinden başka hiç kimse tahammül edemezdi. O müşâhede yalnız, O’nun makamında mümkün olabilirdi. Nedir bu iki âyet-i kübrâ?
Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Âyetü’l-Kübrâs
ıHz. Mûsâ (a.s.)’nın en büyük mûcizesi, elindeki asâyı ejderhaya çevirmesidir ki Kur’an buna şöyle temas ediyor: “Hani Rabbin Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdisinde şöyle seslenmişti: 'Firavun’a git. Çünkü o, pek azmıştır. Ona de ki: ‘(Küfürden, azgınlıktan) temizlenmende hevesin/meylin var mı senin? Seni Rabbini tanımaya yönelteyim mi ki O’ndan korkasın.' Mûsâ gitti ve Firavun’a en büyük âyeti/mûcizeyi (âyetül-kübrâ) gösterdi. Fakat Firavun yalanladı ve (Allah’a) isyan etti.” (79/Nâziât, 16-21; aynı konuyla ilgili bk. 20/Tâhâ, 9-97). Âyet içerisinde yer alan “ayetü’l-kübrâ”, yani “büyük âyet” ifadesi ile, Hz. Mûsâ’nın asâsının yılan olmasına işaret olunmaktadır. Bu, ne kadar büyük bir mûcizedir ki, cansız bir baston, herkesin gözü önünde yılana çevriliyor ve sihirbazların sopa ve iplerinden yapay/sanal olarak yaptıkları yılanları yutuyor. Hz. Mûsâ onu eline aldığı zaman ise, normal bir asâ oluveriyor. Bu büyük mûcize, Hz. Mûsâ’nın Allah’ın gönderdiği bir peygamber olduğunun çok açık bir delilidir.
Hz. Mûsâ’nın göstermiş olduğu en büyük âyeti, büyün peygamberler bakımından bu niteliği taşımaz. Sadece âit olduğu kategorinin “en büyüğü” olarak belirir. Hz. Peygamber’in müşâhede ettiği en büyük âyet ise, kelimenin tam mânâsıyla en büyük ve zirvedir. Çünkü onun üstünde bir müşâhede başka bir insana nasip olmamıştır. Her âyet, bir öncekine göre daha gelişmiş bir seviyededir ve daha üstün bir müşâhede/inceleme/değerlendirme ve düşünce gerektirir: “Bizim onlara gösterdiğimiz her âyet, mutlaka öbürlerinden daha büyüktür.” (43/Zuhruf, 48)
Hz. İsa devri, “muktariha” dediğimiz, daha çok dış dünya ile ilgili, göze, kulağa hitabeden âyetlerle Kur’anî âyetler devri arasında bir köprüdür. İsa (a.s.)’nın büyük mûcizelerinden biri olan mâide (gökten inen sofra) mûcizesi konusunda, kavminin ısrarlı talebinden dolayı, böyle bir âyet/mûcize istenmesinden rahatsız olmuş ve Allah’tan sofranın indirilmesini dilemekle birlikte “ilk ve son” demeyi de ihmal etmemiştir (5/Mâide, 112-116).
İnsanlık, her devirde bu göz alıcı, kaba idrâki doyurucu âyetlere/olağanüstülüklere hevesli tiplerle doludur. Bu günkü dünyanın, velîden kerâmet isteyen, efendilerini uydurma kerâmetlerle yarıştıran insanları da buna bir delildir. Kur’ân-ı Kerim’in şu beyanları, konumuz bakımından çok ilginçtir: “Dediler ki: ‘Bu nasıl peygamber? Bizim gibi yemek yiyor, çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilip de, beraberinde bir korkutucu (olarak) bulunmalı değil miydi? Yahut O’na gökten bir hazine atılmalı, veya O’nun meyvelerini yiyeceği (esrârengiz) bir bahçesi bulunmalı değil miydi?” (25/Furkan, 7-9). Burada sergilenen tavır, çok geri bir anlayıştır. Kur’ân-ı Kerim, tamamen kaba, muhâkeme ve düşünceden uzak bir dünyaya hitap edecek bu tür âyetler istenmesini, işte böyle kınıyor. Buna karşı, bizi başıboş sandığımız eşyayı, umursamayıp kenara attığımız olayları derinden incelemeye çağırıyor ve bize bu hususta anahtarlar veriyor. Sineğin kanadı, gecenin karanlığı, rüzgârın sesi, hatta cansız saydığımız maddelerin, farkına varamadığımız, anlayamadığımız tesbihi... Bütün bunlar, yüzlerce âyet taşımaktadır. Kısacası, Kur’an varlık ve oluşun bizzat kendisini bir mûcize halinde tanıtıyor. Kaba idrâke dayanan âyetler/olağanüstülükler istemek, bir geriye dönüştür. İnsanlığı getirildiği zirveden alıp çukura itmektir.
Son Rasul devri, âyetlerde kemâl devridir. Bu dönemde âyetler tefekkür, taakkul (düşünme, aklı çalıştırma), ilim ve sanat konusu olmuşlardır. Enfüsî âyetlerin tetkiki ilk defa bu ümmete öğretilmiştir. Kur’an bu gerçeğe şöyle dikkat çeker: “Arzda kâmil bilgi sahipleri için nice âyetler vardır. Nefislerinizde de (âyetler/ibretler, deliller vardır). (Bunları) Görmüyor musunuz?” (51/Zâriyât, 20-21). Eski ümmetlerin, genellikle ölümleriyle/helâkleriyle sonuçlanan ve doğal âfetler şeklinde beliren âyetlerin değerlendirilmesi de, bizim için bir âyettir. Yani, eski ümmetlere maddesiyle âyet olan şeyler, biz ümmet-i Muhammed’e mânâlarıyla âyet oluyor: “İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünde çöküp ıssız kalmış evleri. Hiç kuşkusuz bunda, ilmi kullanan bir topluluk için kesin âyetler vardır.” (27/Neml, 52). “(Ey Firavun!) Bugün senin bedenini kurtaracağız ki, arkandan gelenlere bir ibret olasın. İnsanların çoğu Bizim âyetlerimizden gerçekten habersiz bulunuyor.” (10/Yûnus, 92)
Aslında Mekkelilerin ve yahûdilerin Hz. Peygamber’den özellikle istedikleri, önceki peygamberlerde olduğu gibi tabiatüstü mûcizeler idi. Meselâ, istiyorlardı ki, kendisine bir melek gönderilsin; birden peygamber zengin olsun veya büyük meyve bahçeleri olsun, gökleri yere indirsin, ya da göğe çıkıp oradan onların okuyabileceği bir kitap indirip getirsin vs. (6/En’âm, 8, 50; 11/Hûd, 31; 17/İsrâ, 90-95; 25/Furkan, 7). Kur’an bu isteklere şu cevabı verir: Eğer vahyin gönderildiği kimseler melekler olsalardı, peygamber olarak melekler gönderilirdi. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisinin sadece Allah’ın elçisi olduğunu ileri sürdü. Allah isteseydi, bütün bu işleri bir peygamberin ellerinden yaptırır, elçisinin eliyle mûcizeler yaratırdı. Fakat bir peygamberin kendi başına bunları yapmaya gücü yetmez, o vahiy almanın dışında sadece bir beşerdir (6/En’âm, 9, 36, 110; 7/A’râf,. 188; 11/Hûd, 12; 17/İsrâ, 95). Ama Kur’an’ın verdiği diğer cevaplar da var: Önceki kavimlere aynen istedikleri gibi mûcizeler peygamberler vâsıtasıyla gönderilmişti. Fakat, onlar yine de peygamberlerini inkâr ettiler. Şayet Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekkelilere ve yahûdilere binlerce mûcize gösterseydi, yine de hiçbir faydası olmayacaktı. Eğer Peygamberimiz göklerden insanların görüp dokunacakları bir kitabı somut olarak indirseydi, onu yine de kabul etmeyeceklerdi (3/Âl-i İmrân, 183, 184; 6/En’âm, 7).
Hz. Peygamber’in önceki peygamberler gibi tabiat üstü türünden mûcizeler göstermemesinin bir sebebi de, artık bu çeşit mûcizelerin güncel olmaması ve devirlerinin kapandığı gerçeğiydi (Bk. 6/En’âm, 33-35). Son Rasûl devrinde, önce “kelâm” bir âyet olmuştur; hem de en büyük âyet. Bize âyetleri tanıtan ve bizi onları tetkike çağıran Kur’ân-ı Kerim’in bizzat kendisi en büyük âyetlerden biridir. Bu yüzden, onun küçük bölümlerine Cenâb-ı Hak, “âyet” adını vermiştir: “Andolsun ki Biz sana apaçık âyetler indirdik Onları fâsıklardan/sapıklardan başkası inkâr etmez.” (2/Bakara, 99). “İşte bunlar, hikmet dolu Kitabın âyetleridir.” (10/Yûnus, 2). Bu âyetler, Kur’an’da âyet diye bilinen iki durak arası lafızlar da olabilir; bu lafızların işaret edip dikkat çektikleri mânâlar da; daha doğrusu her ikisi de âyettir. Kur’ân-ı Kerim, üslûbuyla da âyettir. Bu üslûp, en inatçı ve en kudretli Arap şâirlerine kalemini kırdırmış, tanıttığı Allah’ın kudreti önünde eğilmeyen bu katmerli putperestleri kendi huzurunda secdeye vardırmıştır. Tebliğcisi Peygamber’le mücâdelede son derece ısrarlı davrananlar, Kur’an’ın yüceliğine hemen teslim olmuşlardır. Çünkü insan kelâmının, onun ufkuna yaklaşamayacağı, ilk bakışta anlaşılıyordu: “De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler şu Kur’an’ın benzerini meydana getirmek için bir araya toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.” (17/İsrâ, 88)
Kur’an’ın üslûp ve muhtevâsı gibi, onun tertibi de âyettir. Bu tertip de Allah’ın işaretiyle gerçekleşmiş, âyetler ve sûrelerin dizilişiyle de mûcize mânâlar ortaya çıkarılmıştır. Bu tertip, bir sentezdir. Oranları, bizzat Allah tarafından tesbit edilmiş ve birçok hikmetle sonuçlanmış bir sentez. Aynı söz, filân sûrenin falanca yerinde bir mânâ, şu sûrenin burasında ayrı bir kâinat sergiler. Aynı kelimenin, muhtelif yerlerdeki durumu, Kur’an kadar hiçbir kelâmda farklı perspektifler ortaya koymaz.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Âyetü’l-Kübrâsı: Hz. Peygamber’in gördüğü ifâde edilen “âyetü’l-kübrâ” tanımlaması Necm sûresinde geçmektedir: “Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden (âyât-ı kübrâdan) bir kısmını gördü.” (53/Necm, 18). Ayrıca Kur’an’da, İsrâ olayı ile ilgili olarak da aynı ifade, benzer bir yaklaşımla İsrâ sûresinin ilk âyetinde de belirtilmiştir. Küçük bir farkla ki, bu âyette “kübrâ” sıfatı kullanılmamıştır: “Kuluna (Peygamber’e) âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren (Allah) münezzehtir...” (17/İsrâ, 1)
Gerçek şu ki, Hz. Peygamber’in gördüğü âyetü’l-kübrânın ne olduğu âyetten çıkarılamadığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) de gördüğünün ne olduğunu açık ve net bir şekilde ashâbına anlatmamıştır. Bu kapalılık nedeniyle olacak ki, bu âyetin içerdiği anlam üzerinde birbirinden farklı düşünceler ileri sürülmüştür. Bu görüşleri üç noktada toplamak mümkündür:
1- Âyette geçen “kübrâ”dan kastedilen Cebrâil’dir. Çünkü üzerinde durulan Necm sûresindeki ilgili âyetin öncesinde yer alan ilk 17 âyetin konusu vahy ve Cebrâil merkezlidir.
2- Âyette geçen “kübrâ” yalnız Cebrâil’den ibâret değildir. Hz. Peygamber, miraç gecesi sayılamayacak kadar çok âyetler görmüş, Rabbinin mülk ve saltanatının acâipliklerinden kelâmın ifâde sınırına sığmayıp ancak müşâhede ile ulaşılabilecek olaylar yaşamıştır.
3- Hz. Peygamber’in gördüğü âyetü’l-kübrâ, yani en büyük âyet “rü’yet”tir. Yani Allah Rasûlü, rivâyete ve âyetin bir yorumuna göre miraçta Allah’ı görmüş ve Allah’a iki yay kadar ve hatta daha yaklaşmıştır (53/Necm, 9).
Peygamberimiz’in Âyetü’l Kübrâ Oluşu: “Kuluna (Peygamber’e) âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren (Allah) münezzehtir...” (17/İsrâ, 1). Bu âyetteki ilgili ifâde, “... onu âyetlerimizden biri olarak gösterelim diye...” şeklinde de meallendirilmiştir. İbn Atiyye gibi bazı müfessirler, konuyu bu paralelde açıklamışlardır: “O’nu, yani Hz. Muhammed (s.a.s.)’i, âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük.
Bu şekilde miraç, Peygamber’e âyet göstermekten ibâret değil; Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten Necm sûresinin inişi daha önce olduğuna göre, Peyamber hakkında; “Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden (âyât-ı kübrâdan) bir kısmını gördü.” (53/Necm, 18) anlamı, daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah’ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ’nın hikmeti de O’na göstermekten çok, O’nu göstermeye yöneliktir.” (Elmalılı, c. 5, s. 282-283)
Bizi Allah’a ulaştıracak her iz, her işâret ve her delil âyettir. Allah’a götüren en emin rehberler de peygamberler olduğuna göre, onların içinden seçilmiş, süzülmüş, “âlemlere rahmet olarak gönderilmiş”, zirveyi temsil eden son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) de âyetü’l-kübrâ, yani en büyük âyettir.
Âyetleri Do
ğru Okuyup Anlayabilme İçin Gerekli ŞartlarKevnî âyetler, insanın duyularıyla müşâhede ettiği ve gördüğü âyetlerdir. Bir başka ifâde ile “kevnî âyetler” Allah’ın varlığa hâkim kıldığı şaşmaz, değişmez kanunlardır. İnsanlar yaratılışla ilgili bu yasaları/âyetleri bilseler de bilmeseler de onları görür ve onlardan yararlanırlar. Meselâ, milyonlarca kişi, yer çekimi kanuna dair bir bilgiye sahip değildir, ama bu kanunlardan yararlanmaktadır. Yine milyonlar, ana karnındaki ceninin hayatına dair bir bilgiye sahip olmadığı halde, bu bilgisizlik, çocuğun dünyaya gelmesine vesile olmalarına engel değildir.
Geçmiş peygamberlerin mûcizeleri de tabiat kanunlarını bozan ve onlara aykırı kevnî mûcizelerdi. Ve geçmiş mûcizeleri incelediğimiz zaman, onların Allah’ın fiillerinden olduklarını görürüz. Allah’ın fiili ise, Allah onu işledikten sonra son bulabilir. Hz. Mûsâ için deniz yarılmış ve sonra da eski özelliğine dönmüştür. Ateş, Hz. İbrâhim’i yakmamış ve sonra yakma konusunda eski özelliğine dönmüştür. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.)’in mûcizesi, Allah’ın sıfatlarından biridir. O’nun kelâmıdır. Fiil, onu işleyenin kalıcı olması ile kalıcıdır. Sıfat da, işi yapanın kalıcı olmasıyla kalıcıdır. Kur’an mûcizesinin geçmiş peygamberlerin mûcizelerinden farklı oluşunun bir özelliği de onun ilmî sürekliliğidir. Kur’an’da öyle bir îcâz vardır ki, akıl ancak kâinat ve kâinatın sırlarından birtakım şeyleri keşfettikten sonra onun farkına varabilir.
Kevnî âyetlerle ilmî âyetler arasındaki en önemli fark, “kevnî âyetler”i tetkikin ilim, kültür vs. gibi birtakım niteliklere ihtiyaç göstermemeleridir. İkinciler ise (ilmî âyetler), bazı yetenekler olmadan tetkik edilemezler. Demek oluyor ki, ikinci devir âyetleri daha gelişmiş insana hitap etmekle kalmaz, bazı farklı niteliklerle donanmış kaliteli insan ister. Bu özelliklerin, genel olanları, yani her âyet için gerekli görünenleri yanında, sadece bazı âyetler veya âyet grupları için arananları da vardır. Örneğin, ilim her âyet için bir müşâhede şartıdır. İlim olmadan
Kur’an’ın sergilediği veya dikkatimizi çektiği âyetlerden bir şey anlayamayız. Bu inceliğe işaret için olmalı ki, ilk âyet “Oku!” diye inmeye başlamıştır. Buradaki ilmin, teknik ve terminolojik mânâda ilimden çok, kültür ve ileri seviyede mânâda olduğunu söyleyebiliriz. Hadis bunu şu yolda aydınlatıyor: “Âlim, öğrenci veya böylelerini dinleyen biri ol. Dördüncü gruptan olma. Yoksa mahvolursun!”
Şu muhakkak ki, basit bir dinleyici kültürüne sahip fertle, uzman bir âlimin âyetleri de
ğerlendirmeleri aynı derecede verimli olmayacaktır. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, tarihi tetkike çok önem vermektedir. Ve tarih felsefesi üzerinde ilk sistemcilik müslümanların nasibi olmuştur. Sosyolojinin de bu yaklaşımın meyvelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu, İbn Haldun gibi bir hikmet adamının işidir. Fakat Kur’an bizi her zaman ve her şeye ibretle bakmaya çağırıyor. Bu ibretle bakış, asgarî mânâda, vurdumduymazlıktan, ilkellikten, uyuşukluktan kurtulmuş olmakla başlar, atomların, hücre ve genlerin araştırmasını yapabilecek seviyeyi elde etmeye kadar gider.Âyetleri tetkikte bazı şartlar ve gereksinimler vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: İlim, iman, akıl, tefekkür, tezekkür, tefakkuh, ittika, istimâ, tevessüm, yakîn, hikmet, lübb, sabır, şükür, zulüm ve kibre bulaşmamak, inâbe ve âhiret korkusu ve bilincidir.
İlim: Bütün âyetler ilme dayanarak tetkik edilebilir. Bunun aksi, âyetlere indî/sübjektif yakıştırmalar olur, tetkik olmaz. Hiçbir mukaddes metin, Kur'an kadar ilim, âlim, akıl, araştırma, inceleme, ibretle bakma, düşünme ile ilgili deyim ve ifâdeler kullanmamaktadır. Kur'an, en büyük düşmanı putperestliği/şirki de bir cehâlet olarak tanıtır (10/Yûnus, 39).
İman: Âyetleri isâbetle tetkik edebilmenin bir şartı da imana sahip bulunmaktır. İlimde yükseliş ve düşüncede derinleşme, imanda aydınlığın artışı demektir. Bir başka deyişle Kur'an; imanı, "kutsal" adı verilen bir kuvvet veya mekanizmaya bağlanarak dış dünyaya, aklın el attığı varlık ve oluşlara gözü kapatmak olarak görmemektedir.
Akıl: Kur'ân-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Kur'an'da akıl kelimesi hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde "taakkul/akletme"nin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.
Tefekkür: Kur'an bizi Allah'ın eseri, nimetleri üzerinde tefekküre çağırmaktadır. Bu, Allah'ın isim ve sıfatları üzerinde tefekkürdür. Çünkü varlık, bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibârettir. Tefekkürde Kur'an'ın tavrı, "eserden müessire" gitmektir. Bu da bizi ilim ve delil çıkarmanın Kur'an nazarında ne büyük değer taşıdığını düşünmeye götürür.
Zikirle ulaşılmak istenen hedef, unutulan şeyi hatırlamadır. Tezekkür ise daha ileri bir boyut olup hatırlanan şeyi unutmamak, hatırında tutmak, aklından hiç çıkarmamak, bu şeyden sürekli öğüt ve ibret almak, düşünmenin de ötesinde bu eylemi bir hayat şekli haline getirmektir.
Tefakkuh, yani fıkh etmek, bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene ulaşmak demektir. Ayrıca, "iyi ve derin, ince anlayış" anlamında da kullanılır. Fıkh'ın ifâde ettiği anlayış, Arapça'da "fehm" kelimesinin ifâde ettiği anlayış gibi değildir. Birinin ne söylediğini anlarız, bu "fehm"dir; fakat söylenenin, olup bitenin "künhüne vâkıf olma", gerçeğine erme, onu bütünüyle kavrayıp bir sonuca varma "tefakkuh"dur.
İttika; takvâ sahibi olmak, sâlih amel işlemek, günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek demektir. Takvâyı kendilerine bir hayat tarzı olarak seçenlere Kur'an-ı Kerim, "Allah dostu" demekte ve onlara hem dünyada, hem de sonsuz hayatta korku ve üzüntüden uzak bir yaşayışı müjdelemektedir. İttika, Allah'tan korkmaktan çok, Allah'ın emirlerini îfâ etmek hususunda titiz ve tâvizsiz olmak demektir.
İstimâ
kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla dinlemek, kulak vermek veya dinleyip kabul etmek anlamlarını taşır. Kur'an bu kelimeyi Rum sûresinin 23. âyetinde kullanmakta ve âyetlerin tetkikinde taşıdığı role dikkat çekmektedir.Tevessüm; anlayış derinliği, görünüşten/işaretten mânâ çıkarmak, firâset, irfan zenginliği mânâlarına gelir. Firâset'i zanla karıştırmak doğru değildir. Çünkü zan bir sanmadır ve doğru da çıkabilir, yanlış da. Bundan dolayı Kur'an zannın çoğundan sakınmayı emretmiş, zannın bir kısmının günah olduğunu haber vermiştir (49/Hucurât, 12).
Yakîn, ilmin sıfatı olarak, artık kesinliğe ulaşmış, kendisinde teorik veya pratik olarak hiçbir şüphe kalmamış, olmuş olana uygun düşmüş, şimdi kesin olduğu gibi, gelecekte de kesinliğinde herhangi bir kuşkuya yer kalmamış ilimdir. İslâm düşüncesinde yakînin üç kısmından söz edilir: 1) İlme'l-yakîn (bilerek yakîne ulaşma), 2) Ayne'l-yakîn (görerek yakîn), 3) Hakka'l-yakîn (yaşayarak, içinde bulunarak yakîn).
Hikmet; Kur'an dilinin eşsiz lügatçisi Râğıb tarafından, İlâhî kitap terminolojisi adına şöyle tanımlanmıştır: "Gerçeği, ilim ve akılla yakalamak" veya "gerçeği, yakalama noktasında ilim ve akılla tesbitte bulunmak." Râğıb, şöyle devam ediyor: "Hikmet Allah açısından, eşyanın bilinmesi ve tutarlı, anlamlı bir biçimde vücuda getirilmesidir. İnsan açısında bakıldığında ise hikmet, varlıkların bilinmesi ve hayır üretilmesidir."
Lübb kelimesinin Türkçe'de karşılığı yoktur. Yaklaşık olarak, gönül, öz veya gönül gözü diye mânâlandırabiliriz. Bu kelimeyi, bazılarının yaptığı gibi, akıl diye çevirmek, bizce yanlıştır. Lübb, akıl ötesi, daha doğrusu aklın derûnunda bir gücü ifâde eder. Bazı âyetler, sadece lübb sahiplerince anlaşılabilir, bazıları da lübb sahiplerine (ulu'l-elbâb) farklı sonuçlar sunar.
Sabır: Nefsin zorluklara tahammülü diye tanımlanan sabır, zaferden emin olanların tavrıdır. Kur'ân-ı Kerim: "Sonuç takvâ sahiplerinindir" (28/Kasas, 83) diyerek mutlu bir son müjdelemektedir. O halde takvâ sahipleri zümresine dâhil her ferdin çarpıklık, zıtlık, çatışma ve kavgadan ürkerek feryad etmesi, ümitsizliğe düşmesi, Kur'an rûhuna aykırıdır.
Şükür:
Kur'ânî bir terim olarak şükür, insanın kendisine ulaşan nimeti düşünmesi ve bunu birtakım dış belirtilerle ortaya koyması anlamındadır. Şükrün Kur'ansal yapısını değerlendiren müfessirler, onun üç yolla birlikte yerine getirilebileceğini tesbit ederler ve gerçek şükrün bunlardan birini ihmal etmeksizin ancak ortaya çıkabileceğini tesbit ederler: 1) Düşünme yolu, 2) Dil yolu, 3) Aksiyon yolu.Zulümden uzak durmak, bize farklı bazı âyetleri müşâhede ettirecektir. Zulüm, Kur'ân-ı Kerim'in en önemli kavramlarından biridir. Türevleri ile birlikte 300'e yakın yerde geçer. Zulmün Kur'an terminolojisindeki anlamı şudur: "Bir şeyi âit olduğu yerin dışında bir yere koymak." "Hak edene, hakkını hak ettiği oranda vermemek." Bundan da anlaşılır ki zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve dejenerasyona sebep olmaktadır. Zulüm, hem Kur'an âyetlerini, hem de diğer âyetleri hak ettiği gibi değerlendirmeye engeldir: "Biz Kur'an'dan öyle âyetler indirmekteyiz ki, mü'minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin de ancak husrânını, sapıklığını artırır." (17/İsrâ, 82).
Kibirden uzak durmak, istikbârlığa meyletmemek: Kur'an, "istikbâr" dediği kibir illetini insanı tahrip eden en büyük belâlardan biri olarak belirtiyor. Bu tavrın insana sonsuzluğu, ruh güzelliğini ve âyetleri inceleme/araştırma yolunu kapattığını vurguluyor.
Tevbe: Beden su ile temizlenir, gönül gözyaşıyla. Ruhumuzu yıkamak için de bir "su" lâzım bize. İşte o su tevbedir. İnâbe ise tevbenin ileri bir merhalesi olarak mânevî yükselme ve gelişmenin şuuruna varmanın adıdır.
Âhiret bilinci: Her sonraki an, bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat geriye doğru adım atmaz. Gidiş sürekli iyiye ve güzeledir. O yüzden iki gününü eşit geçiren, devamlı ilerlemeyen, hayrını artırmayan kimse aldanmıştır. (7)
Semâ Âyeti
Kur'an'da göğün ve yerin yaratılışından, göğün ve yerin daha önce bitişik olduğundan, göğün yarılmasından ve ardındakini göstereceğinden, göğün açılıp kapılar haline gelmesinden, görünmez gök kapılarından, genişlemesinden, göktekilerden, göklerin ve yerin yaratılış hikmetlerinden, göklerin nasıl yükseltildiğinden, gök cisimlerinin birer yörüngede yüzdüklerinden, göktekilerin ve yerdekilerin Allah'ı tesbih etmelerinden, gökten yağmur indirenin Allah olduğundan... söz edilmektedir. Göklerin ve yerin Rabbi Allah'tır. Bu bakımdan, yaratılmış şeyler üzerinde iyice düşünmenin ve Yaratıcı'yı tesbih etmenin, mü'minlere has bir nitelik olduğundan söz edilmektedir.
Semâ da, Allah'ın kâinatta kurduğu İlâhî kanunlara, akıllara hayret verecek olağanüstü bir düzen ve âhenge, dolayısıyla Yaratıcı'nın tek Allah olduğuna bir âyet/delil olarak görülmüştür. Göğün "direksiz" olması (görünmeyen bir direk, eksen ile yükseltilmesi), yer üzerine düşmemesi veya yığılmaması, göğün bünyesindeki gezegenlerin zerre kadar düzensizlik yapmamaları; Ay'ın, Güneşin, yıldızların Allah'ı tesbih etmeleri, O'na secde etmeleri gibi konular ayetlerde insan idrakine sunulmuştur.
Kur'an, insanların yerdeki ve semâdakilere bakıp akıllarını kullanmalarını, iyice düşünmelerini, anlamaya çalışmalarını öğütlemektedir. Bunun yanında, yine düşünüp ibret almaya dâvet etmek amacıyla bir tehdit de söz konusu edilmektedir. "(Allah,) Semâyı da, izni olmadan yerin üzerine düşmemesi için tutuyor. Doğrusu Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir." (22/Hacc, 65) "Ve semâyı itaat dışına çıkan her türlü şeytandan korumak için yıldızlarla donattık." (37/Sâffât, 6-7) "Semâda olanın (meleklerin -Allah'ın izniyle-) sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır. Yahut semâda olanın, üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? İşte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz." (67/Mülk, 16-17)
Allah, semayı yükseltmiş, evren bulutunu yer ve gök olarak ayırmış ve bir ölçü, bir denge koymuştur. "Gökleri, gözünüzün göremeyeceği bir direk (eksen ya da aks) ile yükseltmiştir." (13/Ra'd, 2). Değirmenin mili (ekseni) vardır, bu elle tutulur ve gözle görünür; ama gök cisimlerinin santrfüj ekseni izafîdir, görünmez. Sonra tavaf edeceği yörüngeler tayin edilmiştir; bunlar fizik yasaları denilen Allah'ın evrendeki kanunları, sünnetidir. "Görmediniz mi Allah, yedi semêyı birbirine âhenktar olarak nasıl yaratmış!" (72/Cinn, 15). Hayat, iki zıt kararlı dengenin (Kur'an terimiyle "hunnes": Merkezcil kuvvet; "künnes": Merkezkaç kuvvet) ömrüdür. "Kuşkusuz Allah, semâları ve yeri kayıp gitmekten alıkoymaktadır. Eğer onlar, kayıp giderse, andolsun ki ondan sonra kimse bunları tutamaz." (35/Fâtır, 41). Ama o gün (kıyamet günü) semânın hızı öyle artar ki, dağlar yerinden kopup yürür savrulur (52/Tûr, 9). Gök cisimleri yuvarlak olduğundan onları kuşatan semâlar da yuvarlaktır. Kur'an'da "küre biçimi vermek, yuvarlamak, küreleştirmek" anlamına gelen "Tekvîr" sûresinde yerlerin ve semâların dürülüp bükülmesinden söz edilmektedir.
Kur'an'da yedi yerde yedi kat semâdan bahsedilmiştir (2/Bakara, 29; 17/İsrâ, 44; 23/Mü'minun, 86; 65/Talak, 12; 67/Mülk, 3; 71/Nuh, 15; 78/Nebe', 12). Yedi kat semâdan murat nedir, bunların mâhiyeti nedir? Bunu kesin olarak bilemiyoruz. Bu konu, henüz astronomi ilminin konuları arasına girmiş değildir. Feza konusunda keşifler için büyük gayretlerin sarfedildiği çağımızda bile, henüz keşfedilen gerçekler, keşfedilemeyen uzayın içinde mukayese yapılamayacak kadar küçük yer tutar. Kim bilir, belki yedi kat gökle ilgili bilimsel gelişmelere insanoğlunun bilgisi ve kıyâmete kadar vakti yetmeyecektir; geleceği de, göklerin konumunu da yaratan bilir. O bize, göklerin yedi gök olduğunu söylüyor; biz de inanıyoruz. Elmalılı, bu konuda şunları söyler: Yedi kat semâ tabiri, yedi göğün varlığını kesin olarak ifade etmekle beraber, daha ötesi yok demek değildir, ziyadesini nefyetmez. Bütün yıldızların tezyin ettiği maddî âlemin hepsi bir semâdır. Bu da yedi semânın birincisidir. Bunun ötesinde daha altı semâ vardır. Bu semâlar, birinci semâ gibi maddî semâlar değil; mânevî semâlardır. "Biz dünya semâsını yıldız ziyneti ile süsledik." (37/Sâffât, 6) âyetiyle Miraç olayı, bu mânâya işaret etmektedir. (8)
Kur'an'da "Biz dünya semâsını yıldız ziynetleri ile süsledik." (37/Sâffât, 6) buyrulmaktadır. En yakın gök, yani dünya göğü, binlerce yıldızlarla süslüdür. Bu yıldızlar ise, güneşten kırk milyon kilometre uzakta olup güneş ile dünya arasındaki mesafeye sığmayacak kadar da büyüktürler. En yakın göğün gece süsü olarak zikredilen bu yıldızlar, bu kadar uzakta ise, orta göğün veya uzak göğün yıldızları nerededir? Orta veya uzak semânın sınırları nereden başlamakta ve nerede bitmektedir? Bu sonu gelmez sorulara insanoğlu henüz cevap verememektedir. Ama belki bir gün verebilecektir.
Yüce Allah, yedi semâ (7 kat gök) yaratmıştır. Bunlardan dünya semâsı (bize en yakın gök) yıldızlarla donatılmıştır: "Gerçekten en yakın göğü bir ziynetle ve yıldızlarla donatıp süsledik." (37/Sâffât, 6). O Centauri ismi verilen dünyaya en yakın yıldızın ışığı bize 4,3 ışık yılında gelir. Işığın saniyedeki hızı üç yüz bin km.dir. Son yıllarda yapılan araştırmalara göre dünyaya en uzak yıldızın ışığı da 15 milyar ışık yılında gelir. Yapılan araştırmalardan alınan neticelere göre, yıldızların bulunduğu dünya semâsının çapı, muhtemelen 15 milyar ışık yılıdır.
Bugün evrenin yaşı, yaklaşık 12 milyar yıl olarak hesaplanmaktadır. Güneş sisteminde, yıldız olmayan dokuz gezegen (seyyâre) vardır. Başka yıldızlar birer küçük ve daha büyük güneştirler. Son yıllarda modern astronomi araştırmalarıyla bazı yıldızların gezegenlerinin olabileceğine dair birtakım ipuçları tespit edilmiştir. Güneş sistemine dahil gezegenlerin yaşının 3 milyar yıl olduğu tahmin edilmektedir. Arş ve Kürsî hariç yedi göğün çapı muhtemelen 70-100 milyar ışık yılıdır.
"O (Allah) bunun üzerine iki günde (dönemde) yedi gök var etti. Yakın göğü de ışıklarla (yıldızlarla) donattık ve bozulmaktan koruduk." (67/Mülk, 3, 5). Göğün üstünde bunları çepeçevre kuşatan Kürsî vardır; Kürsî'yi de Arş kuşatmıştır: "...Allah'ın Kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır." (2/Bakara, 255). Bütün bunların hepsi, içindekilerle birlikte Yüce Allah'ın hükmü, tasarrufu ve idaresi altındadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'den gelen bilgilerde belirtildiğine göre, yedi semânın Kürsî içindeki büyüklüğü, bir kalkanın içine atılmış yedi dirhem (bozuk para) gibidir. Kürsî de Arş'ın içinde bir çölün ortasına atılmış bir demir halka gibidir. Ebu Zer'in rivayet ettiği bir hadisinde Peygamberimiz bunların büyüklüğünü bu benzetmelerle açıklamıştır: "Nefsim yed-i kudretinde bulunan Allah'a andolsun ki, yedi semâ ve yedi arzın Kürsînin yanındaki büyüklüğü, ancak dünyanın bir çölünün ortasına atılmış bir halka gibidir. Arş'ın Kürsî'ye nisbetle büyüklüğü de, bu halkaya nisbetle çölün büyüklüğü gibidir." (Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, c. 3, s. 1007)
Modern astronomi ve astrofizik, kâinatta kusursuz bir nizamın, yıldızlar, galaksi ve gezegenler arasında ince hesaplı, büyük bir bilgiyle işlenmiş fevkalâde tanzim, tedbir ve dengelerin bulunduğunu göstermektedir. Semânın tüm içindekiler, küçük gezegenlerden yıldızlara ve büyük galaksilere kadar bir düzen ve denge içinde birbirlerinin çevrelerinde dönerek yol almakta ve birbirlerinden açılıp genişleyerek boşlukta yolculuklarını sürdürmektedirler. Kur'ân-ı Kerim'de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: "Göğü kuvvet (enerji) ile kurduk ve muhakkak Biz onu genişletenleriz." (51/Zâriyat, 47). Yine Kur'an'da Allah'ın gökleri yedi kat olarak yarattığı, bunların mükemmel bir düzen içerisinde yaratıldığı; yaratılışlarında düzensizlik, çatlak ve kusur olmadığı (67/Mülk, 3-4); göklerin ve yerin yaratılmasının, insanların yaratılmasından daha büyük ve hesaplı olduğu, insanların çoğunun bu büyük yaratılışın farkına varamayacakları (23/Mü'minun, 57) bildirilir. Demek ki yıldızlar ve galaksiler... Yüce Allah'ın azametini ve kudretinin büyüklüğünü ilan etmeleri için âyet olarak yaratılmışlardır. Yine "O, yıldızları, kara ve denizin karanlıklarında yol bulasınız diye sizin için yaratandır." (6/En'âm, 97)
Güneş: Yüz elli milyon kilometre kadar mesafeden dünyaya bakan güneş, büyük bir ateş topu görünümündedir. Bütün yeryüzündeki canlıların ihtiyacı olan enerjiyi 8 dakikada yer küreye indirebilme gücüne sahiptir. Bununla beraber bu azametli enerjisi asla yeryüzüne tamamen ulaşmaz. Zararlı ışınlar, atmosferde süzülür, arıtılır. Güneş enerjisinin büyük bir kısmı, fezada kalmaktadır. Uzun yıllar, bilginler, tükenmeyen güneş enerjisinin nasıl muhafaza edildiğinin sırrını çözememişlerdi. Onu yanan bir ateş kütlesi zannedip, tükenmemesinin sebebini araştırdılar. Güneş, hakikatte yanan bir cisim olsaydı, şimdiye kadar çoktan sönmüş olması gerekirdi. İnsanlık, güneşteki enerjinin nereden kaynaklandığının anlaşılması için asırlarca bekledi. Nihayet 2. Dünya Savaşı sonlarında ilk atom bombasının patlamasından sonra ortaya çıkan muazzam enerjinin, güneşte de mevcut olacağı hükmü yerleşti. Bugün ise, astronomi bilginleri, güneşin bitmeyen ısı ve ışık enerjisinin hidrojen ve karbon maddelerinin parçalanmasından doğan atom enerjisi olduğuna inanmaktadır.
Güneş, dünyadan 150 milyon km. uzakta olmasına rağmen bizim için gerekli enerjiyi bize kesintisiz ulaştırır. Bu dev enerjili gök cismi, hidrojeni devamlı olarak helyuma çevirir. Her saniye 616 milyar ton hidrojen, 612 milyar ton helyuma çevrilir. Bu esnada dışarı salınan enerji, 500 milyon hidrojen bombasının patlamasına denktir. Dünyadaki dengenin devamı için gereken enerjinin % 99'u güneşten gelir. Isı ve ışığa dönüşüp insanlar başta olmak üzere yaratıklara hizmet eden, böylesine muazzam bir enerji kaynağının düzenini kim kurmuş, gücünü kim vermiş?
Yıldızlar: Gezegenler, hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin etrafında dönerken, yıldızlar, sadece kendi etrafında dönerler ve ışıkları da kendilerindendir. Öyle ise, gezegenler bir yıldızdan ışık alıyor sayılır. Buna göre güneş de bir yıldızdır. Yıldızlar, dünyamıza oranla çok büyüktür. Meselâ, büyük bir câminin kubbesi yıldız ise, toplu iğnenin başı da dünyamız olur. Bir de dünyaya göre insanın cismini düşününüz. Portakal üzerinde gözle görünmeyen tozlar gibi. Nasıl ki, portakal, üzerindeki tozları çekiyor, bırakmıyorsa, dünya da bizi öyle çekiyor ve bırakmıyor. Ayrıca atmosfer de bir sargı gibi her şeyi sarmış. Onun basıncından fırlayıp kurtulmak, epeyce teknik gücü gerektirmektedir. Uçaklar dahil her şeyin atmosfer içindeki hareketi, yolcuların tren içindeki hareketlerine benzer. Nasıl ki, tren giderken yolcular da salon içinde gezerlerse, aynı şekilde dünya hem kendi etrafında, hem de güneşin etrafında dönerken biz, bir yerden diğerine rahatlıkla gidebiliyoruz. Bununla beraber dünyanın tesirinden kurtulmuş değiliz.
Yıldızlar, ışımaları için lüzumlu olan enerjiyi çekirdek birleşmeleri (füzyonu) sonucunda kütlelerinden kaybederek temin ettikleri için, gitgide soğuyacak ve küçüleceklerdir. Nihayet küçülme neticesinde birbirlerinin çekimlerinden kurtularak saçılıp dağılacaklardır. Çünkü uzayda iki cisim, birbirlerini birleştiren doğru boyunca, kütleleriyle doğru ve aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir kuvvetle çekerler. Güneş sistemine bağlı gezegenler ve başka yıldızlar, birbirlerini çekmek suretiyle dengede kalıyorlar. Yıldızların sönüp dağılacağı zamanda yani "O gün arz başka bir yere, gökler de başka göklere tebdil olunacaktır." (14/İbrâhim, 48). Güneş ve yıldızların sönüp dağılacakları, Kur'ân-ı Kerim'in başka âyetlerinde de bildirilir: "Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağıldığı zaman..." (82/İnfitâr, 1-2) "Güneş dürüldüğü zaman ve yıldızlar söndüğü zaman..." (81/Tekvîr, 1-2) "Yıldızların ışığı giderildiği zaman, gök yarıldığı zaman..." (77/Mürselât, 8-9)
Eğer içindekilerle beraber semâlar ezelî olmuş olsaydı, şimdiye kadar gelip geçmiş sonsuz zaman içerisinde yıldızlar ve Güneş, çoktan sönüp dağılmış olacaklardı. Hâlâ bugün bunlar mevcut olduklarına göre, sonradan yaratılmış olup bir başlangıçları vardır ve günün birinde de küçülüp dağılarak sönüp gideceklerdir. İşte o zaman kıyamet kopacaktır. Her sonradan var olanın, bir var edicisi (muhdisi) vardır. Bir şey yokken, kendi kendisini yaratamaz. O halde, semâ ve âlemleri yaratan, kendileri dışında ezelî ve ebedî olan Allah Teâlâ'dır. (9)
Dünyamız ve Güneş: Şu dönmekte olan dünya, birdenbire duruverse acaba ne olur? Hemen, âni firen yapan bir arabayı hatırlamışızdır. Araba, âniden durunca herkes nasıl öne fırlıyorsa, dünyanın durmasıyla birlikte her şey, yerinden fırlayacak, belki dağlarla denizler yarış ederken, hepsi bir kül yığını gibi savrulacak. İhtimallere devam ediyoruz:
Güneşe yakın olan gezegenler, hızla döndüklerine; böylece güneşin çekimiyle dengede kalıp bulundukları yeri koruduklarına göre; dünyamızın güneş etrafında dönüşü biraz yavaşlasa, o nispette güneşe yaklaşacak ve yanacaktık. Hızlansa, uzaklaşacak ve donacaktık. Öyle bir noktada bulundurulmuşuz ki, dünyanın güneşe olan uzaklığı, mevcut canlıların yaşama sebeplerinden biridir. Dünyanın güneşe olan uzaklığını kim tayin etmiş? Dünyayı kim tartmış? Ona bu şekli kim vermiş? Sonra, dünyanın hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin etrafında dönüşü var ki, ilk hareketi veren kim? Bu hareketin devamını sağlayan kim? İşte bunları düşünüp tefekkür etmek, her şeyin her şeyle ve tüm şeylerin de Allah’la ilgisini görmek, insana düşen bir görevdir.
Büyük dünyamız, güneşe oranla çok küçüktür. Mesela, bir milyon dört yüz bin adet dünyayı bir araya toplamak mümkün olsaydı, işte o zaman güneşin büyüklüğü meydana çıkardı. Demek ki gözü doymadığı için dünyayı yemeğe kalkışanlara, güneşi vermek gerekecek; belki o ateş, onları doyurur. Güneşin verdiği ışık, 16 rakamının arkasına 27 tane sıfır koyarsanız, çıkan rakam kadar mum ışığına eşittir. Bir mumun nasıl yapıldığını ve kaç bin liraya satıldığını, ne kadar süreyle ve ne kadar yeri aydınlattığını hesaplarsak, güneşin –sadece ışık- değerini de bulmuş sayılırız. Acaba bu kadar lütuf, sadece isyan etmemiz veya günah işlememiz için mi?
Güneşin çevresindeki sıcaklık, altı bin dereceyi bulmaktadır. İç kısımlardaki ısı ise, 20 milyon santigrat derecedir. Güneş yüzeyinin bir santimetre karesinin bir dakikada verdiği kalori miktarı 900.000 kilokaloridir. Sathından fışkıran alevler, 400.000 kilometreye kadar yükselmektedir. Bu rakamlar ve bilgiler, bizi düşündürmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın kudretine ve ilmine imanı arttırmalıdır. Güneş, hem yakın, hem de uzaktır. Kendisi milyonlarca kilometre uzaklarda bulunur, fakat çok yakınımızda hissederiz. Gölgeden güneşe çıkan kimse, güneşle çok yakın ve sıkı bir ilişki içindedir; o, güneşli bir havada yürüyor ve üzerine güneş ışınları sanki çok yakından düşüyor. Ayrıca güneş ışınlarının faydası düşünülürse, bir varlığın uzak olması, onun faydasız veya az faydalı olduğu anlamına gelmediği görülür. Güneş ışınları, dünyamıza sekiz dakikada ulaşır. Bu kadar uzun yolu kat ederken o kadar değişikliklere uğrar ki, bize ulaşan güneş ışınları, en faydalı duruma gelmiş şeklidir.
Dünya üç hareketi bir anda yapmaktadır. Hem kendi etrafında dönmekte, hem güneşin etrafında ve hem de güneş sistemi ile birlikte helezoni bir yay çizerek Vega burcuna doğru ilerlemektedir. Bu hareketler, topaca benzetilebilir. Mesela beton bir zemin üzerinde dönmekte olan topaç, ekseni etrafında dönerken ilerler, yer değiştirir. Fakat topacın hareketi düzenli değildir. Gittikçe hızı azalır. Geometrik bir şekil de çizemez. Dünya ise binlerce sene evvelinde hangi hızla dönüyordu ise, bu gün de aynı şekilde dönmektedir. Bütün bu hareketleri, bize hissettirmeden, bizi rahatsız etmeden yapmaktadır. Bir taksiyi, bir otobüsü, bir uçağı, içindekileri hiç rahatsız etmeden kullanmakta güçlük çeken insan, yer küresini idare edenin gücüne, maharetine hayran olmalıdır. Elbette ki, yerküresine hâkim olan, yer küresinin üzerindekileri kendi hallerinde bırakmamıştır. Bu bakımdan tesadüf ve kendiliğinden oluş diye bir şey olamayacağı gibi, dünyaya hâkim olan da, Allah’tan başkası değildir. Onun yerine tabiatı zikretmek, en hafif tabirle bilimsel gerçeklere ihanettir. "O söylenenlerden sonra, ey insan, hangi düşünce sana dini yalanlatır? Allah, hâkimler hâkimi değil midir?" (95/Tîn, 7-8)
Evrenin Muazzam Büyüklüğü: İçinde bulunduğumuz âlemin büyüklüğü hakkında bir fikir vermek için şunu belirtelim: En yakın yıldızın ışığı, dünyamıza 4,3 senede gelir. Işığın bir saniyede üç yüz bin kilometre hızla gittiğini düşünürsek, yaklaşık dört buçuk senede kaç kilometre gittiğini rakamla gösterebiliriz, fakat bu rakamı okuyamayız. Bu büyük rakamlara astronomik rakamlar denmiştir. Astronomideki rakamlar, matematiğin sınırları dışına çıkar, biz onları yazar, görürüz, fakat okuyamayız. Üslü değerlerle ifade etmeye çalışırız. Fakat, bu üslü değerler, sonu sıfırla devam eden rakamlar için geçerlidir. Böyle olmayıp da üslü okunamayan, sıfırdan hariç 25 rakamı arka arkaya dizelim ve meydana gelen rakamı okumaya çalışalım. Okuyamayacağız. İşte insanın aklı ve bilgisinin ne kadar sınırlı olduğu buradan bile anlaşılabilir. Henüz matematik rakamlarını okuyamayan insan, her şeye aklı ereceğini, sözgelimi aklının ermediği veya almadığı gayb âlemini, hatta uzayla ilgili dünya semâsının –ki ondan başka altı kat gök daha vardır- derinliklerini ve tüm sırlarını çözemez. Öyle ise, bir insanın aklının varacağı en son tekâmül çizgisi, kendi anlayışının sınırlarını tayin etmekten, acziyetini kabul etmekten ibarettir. Demek ki insan, bazı şeyleri bilemeyecektir. Biz bilmiyorsak, her şeyi bilen vardır. Bizim okuyamadığımız rakamlarla astronomik cisimleri tertip eden ve tanzim eden vardır. Bilmediğimizi bileni, yapamadıklarımızı yapanı bilmek, insanca bir harekettir. (10)
Galaksiler Ve Samanyolu Galaksisi: Güneş, ismine Samanyolu galaksisi denilen ve içinde güneş gibi 200.000.000 yıldız barındıran çok büyük, çok çok büyük bir yıldız adasındadır. Sürdürülen bir seri çalışmalar ve gözlemler sonucunda Samanyolunun spiral-disk şeklinde bir yapıya benzediği; uzunluğunun 100.000 ışık yılı, genişliğinin de 30.000 ışık yılı olduğu uzmanlarca bugün kabul gören çarpıcı bir gerçektir. Gökbilimcilerle uzay fizikçileri, bu çarpıcı sonuç karşısında, gözlerini dehşetle açarak bu korkunç büyüklüğü idrak edememenin idraki içinde kalmışlardır. Bu, gerçekten muazzam ve muhteşem bir değerdir. Işık, bir yılda 9.460.000.000.000 (yani; 9,46 trilyon) kilometre yol alır. Işığın bir yılda aldığı yolun 100.000 kat fazlası olan km. karşılığıdır ve bu uzaklık, sadece içinde bulunduğumuz galaksinin boyunu ifade eder. Artık bundan sonra, kilometre cinsinden uzaklıklar da, rakamlar da yetersiz kalır; milyar, trilyon, kentilyon... derken sayılar bile bitip tükenir hale gelir. Galaksimiz, kendi merkez ekseni etrafında tam bir dolanımı 225 milyon yılda tamamlar. Bunun için de, saniyede 250 km.lik bir harekete sahiptir.
Acaba, evrende bizim Samanyolu'ndan başka galaksiler de var mıdır? Bu soruya cevap arayan bilimciler, dünyamıza en yakın bir yıldız topluluğu olan ve ismine de Andromodea denilen bir galaksi buldular. Onun ışığı da bize 2,5 milyon yılda geliyordu. Bu şu demektir: Eğer biz "şimdi" bu galaksiyi gözlersek, onun "şimdiki" halini değil; 2,5 milyon yıl önceki durumunu gözlüyoruz demektir. Bu gerçeğin tersi de doğrudur. Bu galaksiden "şimdi" uzaya yayılan ışınlar, bizim dünyamıza 2,5 milyon yıl sonra ulaşmış olacaktır.
Uzayda galaksileri saymaya kalkışmak, ünlü deyimle pöstekideki (hayvan postundaki) tüyleri bir bir saymak demektir. Buna rağmen bilimciler, bazı örnekleme metotlarını geliştirerek, evrende 200.000.000.000 galaksinin mevcudiyetine inanmaktadır. Işığı bize 5 milyar, 10 milyar yıl sonra gelen yıldız topluluklarının varlığı karşısında uzmanların nasıl hayret ve hayranlık içinde kaldıklarını belirtmeye gerek yoktur. Geçen yıllarda, ışığı bize 14 milyar yıl sonra gelen ve ismine de Kuasar adı verilen, çok yüksek enerjiye sahip gök cisimleri keşfedildi.
Güneş sistemleri, galaksiler, meta-galaksiler, süper-diziler ve âlemler gibi, bütün bu evrenler, -ki 18.000 âlemin mevcut olduğu rivayet edilmektedir- Kur'an'da bildirilen aşağı semâyı, (dünya semâsını, birinci kat göğü) teşkil etmektedirler. Diğer altı gök tabakasını, onların üzerindeki Kürsî ve Arşı da mâhiyet olarak bilememekte ve inanmaktayız. "Allah, O'ndan başka ilâh yoktur... Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur... Onun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." (2/Bakara, 255)
Kâinatın Nizamı, Muhteşem Sistem: Üzerinde yaşadığımız dünya ile güneş sistemi ve diğer bütün yıldızlar arasında ince bir âhenk ve eşsiz bir uyum mevcuttur. Öyle ki, yeryüzünün ölçü ve nisbetlerinden herhangi birinde meydana gelecek en küçük bir değişiklik ihtimali bile yalnız dünyayı değil; bütünüyle hayatı kökten mahvedecek ve yaşanmaya elverişsiz bir hale getirecek durumdadır. Dünyanın hacmi, kütlesi, güneşten uzaklığı; güneşin kütlesi, ısı derecesi, dünyanın kendi ekseni üzerindeki ölçülü eğikliği, hem kendi yörüngesinde, hem de güneş etrafındaki seyir hızı; ayın dünyadan uzaklığı, hacmi ve kütlesi; karaların ve denizlerin dünya üzerindeki dağılımı ve daha binlerce ölçü ve oranlar, kâinattaki mevcut nizam ve dengenin varlığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Kur'an'da bu gerçekler, şöyle ifade edilmiştir: "Gerçekten Biz, her şeyi bir takdir ile (ölçüyle) yarattık." (54/Kamer, 49) "O'nun katında her şey, bir ölçüye tâbidir." (13/Ra'd, 8)
Allah, bu dünyada her şeyi bir ölçüye tâbi kılmıştır. Oksijenin havada % 21 nisbetinde olduğunu biliyoruz. Şayet bu oran, % 50'ye çıksa idi ne olurdu? Dünyada bulunan her şey, ilk kıvılcım ile tutuşurdu. Hatta bir ağaca isabet eden kıvılcım, sadece o ağacı değil; hemen bütün bir ormanı tutuştururdu.
Yer küresi kendi ekseni etrafında her 24 saatte bir dönüş yapar. Yani dünyamız saatte 1600 km. civarında bir hıza sahiptir. Şimdi farzedelim ki o, saatte 160 km.lik bir hızla dönüyor, niçin olmasın, o takdirde gece ve gündüzümüz şimdi olduğundan 10 kat daha uzun olacaktır. Bu durumda yaz mevsiminin kızgın güneşi, her gün, bitkilerimizi yakacak, geceleyin de yeryüzündeki bütün bitkiler soğuktan donacaktır.
Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi alt üst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Mesela dünya yörüngesinde normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapma, bakın nelere yol açabilirdi? Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2,8 mm. ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge, kıl payı şaşmaz; çünkü yörüngeden 3 mm.lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu. Sapma, 2,8 mm. yerine 2,5 mm. olsaydı, yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık. Sapma 3,1 mm. olsaydı, hepimiz kavrularak ölürdük.
Her türlü hayatın gereği olan güneşin yüzeyindeki ısı, 12.000 fahrenhayt (Yaklaşık olarak 6.650 santigrat) derecedir. Dünyamız, güneşten, yeter derecede bizi ısıtabilecek kadar uzaktır. Bu mesafe, hayret verici bir şekilde sabit kalmaktadır. Milyonlarca yıldır, bu alanda meydana gelen değişiklik, bildiğimiz tarzdaki hayatın devamına zarar vermeyecek kadar az olmuştur. Şayet yer küresinin sıcaklığı bir yılda ortalama olarak 50 derece değişseydi, bütün bitkilerle birlikte insan da yanarak veya donarak ölürdü. (11)
Dünya, güneş etrafında saniyede 30 km.lik bir hızla döner. Bu hız, mesela saniyede 10 veya 70 km. olsaydı güneşe olan uzaklık veya yakınlığımız yaşamamıza engel teşkil ederdi.
Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi, mükemmel uyum içinde hem kendi etrafında, hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen 200-300 milyar yıldız bulunan galaksiler, birbirinin içinden geçip giderler. Mesela dünya, saatte 1670 km. hızla kendi ekseninde döner. Bugün en hızlı mermi, saatte ortalama 1800 km.lik sürate sahip. Dünyanın güneş etrafındaki hızı, bir merminin yaklaşık 60 katı, 108.000 km. (Bu hızda bir araç yapılabilseydi, dünyanın çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.)
Bütün bunlar, bir İlâhî kanun gereği olmaktadır. Bu kanun, bütün evrende hükmünü sürdürmektedir. Son derece bir nizam ve ölçüyle; Allah'ın ölçüsüyle.
İnsanın ne hâfıza yeteneği, ne algılama gücü ve ne de öğrenme kabiliyeti, evrenin tüm özelliklerini tam olarak kavramaya muktedirdir.
Sürdürülen bir seri gözlemler, gözlemlerden elde edilen çarpıcı gerçekler, bu gerçeklerden açığa çıkan sonuçların matematik denklemlere yansıyan ifadeleri, bizi, şimdiye kadar kullana kullana alıştığımız ve şartlandığımız her türlü nitelik ve nicelikteki değerlerin ötesinde, öylesine derin anlamlara sürükler ki, bu derinliklerin yalnızlığında insan, hayret, hayranlık ve huşû ile ezilir; Yaratıcı'nın kudretinin büyüklüğü karşısında şükür secdelerine kapanır.Çevremizde her an şâhit olduğumuz olaylara sanki sıradan bir faâliyetmiş gibi dudak büker, bakıp geçeriz. Halbuki bütün bu işlemlerde son noktanın insanda düğümlendiğini anlamak, mutlulukların en büyüğüdür. Tabiattaki her faâliyet, her işlem, her mekanizma, mutlaka insan içindir ve insanda nihayet bulacaktır.
Peki, her şeyin kendine hizmet ettiği insan, kime kulluk edip kimin hizmetine girmelidir? Sadece bakmasını değil; görmesini de bilenler için, ne kadar çok hikmetler, ibretler vardır. "İnsanlara ufuklarda (dış dünyalarında) ve kendi nefislerinde âayetlerimizi (kudretimize delalet eden delilleri) göstereceğiz ki, onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (41/Fussılet, 53)
Aklını kullanmasını bilen bir kişi için, önce kendi varlığından ve öz benliğinden başlamak üzere, çevresindeki tabiat olaylarını anlamaya çalışmak ve gözlem çemberini genişleterek evrenin bütününü kapsayan bir zihin gücüyle bakıp görerek algılamak, tefekkür etmek, yüce bir Yaratıcı'nın varlığını idrâk için yeterlidir. Çünkü evrenin tamamını oluşturan atomik düzeydeki parçacıkların her biri ve bunlar arasındaki mevcut olağanüstü derecedeki sıkı ilişkiler, matematik prensiplere dayalı dantel misali örülmüş dayanıklı düzenlemelerin yasalaşmış örneklerini verirler. Bu, öylesine âhenkli, muhteşem ve hârika bir nizamdır ki, burada tesadüflere yer yoktur. Her mekân ve zaman boyutunda olması gereken neyse o olur. Her şey ve her olay, kendi yerinde; nerede ve nasıl bulunması ve oluşması gerekiyorsa oradadır. Talih, şans, tesadüf, evrensel bütünlük içinde yer almaz. Olayların kendi tabii seyri içindeki akımı, üstün bir planlamanın bilimsel örnekleriyle doludur. Canlı cansız, küçük büyük bütün yaratıklar, insanda hayret ve hayranlık uyandıracak kadar kapsamlı bir kâinat kitabının sayfalarını titizlikle hazırlarlar. Bu kitabın her satırında ve kelimesinde Allah'ın varlığına ve birliğine; ilim ve kudretine şehâdet eden kesin deliller ve değişmez âyetler/işaretler vardır. (12)
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık âyetler/ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı zikredip anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler, derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.!" (3/Âl-i İmrân, 189-191)
Kâinat Büyük, Ama Ekber Değil! Maddî âlemlerin büyüklüğü, manevî büyüklük yanında cılız kalır. Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifteki cennet büyüklüğü de şükrümüzü daha arttıracak cinstendir: "Cehennemden en son çıkacak ve cennete en son girecek olan (günahkâr mü'mine) verilecek ona özel cennetin büyüklüğü, dünya büyüklüğünün iki (veya diğer rivayette, on) misli kadar yer olacaktır." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 2, s. 844-846). Diğer mü'minlere verilecek cennetlerin büyüklüklerini ve tüm cennetin (tabii -Allah muhafaza- cehennemin) büyüklüğünü tahmin etmek, bizim sınırlı hayalimiz için kolay olmuyor.
Büyüklük kavramı, özellikle maddî cisimler için izafîdir/görecelidir. Köyünden dışarı hiç çıkmamış bir çobanın büyüklük anlayışı ile, gök cisimlerinin ve fezanın büyüklüğünü yaklaşık olarak da olsa rakamlarla söyleyebilecek bir bilgin'in değerlendirmesi aynı olmayacaktır. Bir çocuğun gözünde babası, dev gibi büyük birisidir. Bir karınca gözünde, bir sinek veya böcek çok büyük bir devdir. Bizim anlayışlarımız da buna kıyaslanmalı. Kim bilir meleklerin büyüklükleri ne kadardır? Ama, şurası unutulmamalı ki, çok önem atfettiğimiz arabamız, evimiz, arsamız, fabrikamız... hiç de büyük değil; hele ekber hiç mi hiç değildir. Evrenin muhteşem büyüklüğü, bizi hayrete düşürebilir, ama bu konuda takılıp kalmak da çok yanlıştır. Uzay, kimilerinin zannettiği veya yanlış ifadelendirdiği gibi sonsuz, sınırsız, uçsuz-bucaksız değildir. Tüm yaratıklar gibi sınırlıdır, sonludur; büyüktür ama en büyük değildir.
Gök cisimlerinin, evrenin büyüklüğü, bize onları yaratanın büyüklüğünü, kudretini, ilmini... anlatmalı, yaratıklardan Yaratan'a urûc edip bağlanabilmeyi hatırlatmalıdır. "Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı zikredip anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler, derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.!" (3/Âl-i İmran, 191) "İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır." (35/Fâtır, 28). İnsan, yaratılandan Yaratan'a nüfuz edemeyince, gözlemi tefekküre ulaşamayınca, ilmi imanla bütünleşemeyince; ibâdet etme ihtiyacını Allah'tan başka hayranlık duyduğu varlıklara yöneltip bazı cisim ve canlıları putlaştırma ahmaklığına düşmüştür.
İnsan Denen Âyet
"Biz insanı ahsen-i takvîm üzere/en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık." (95/Tîn, 4-5). Âyette geçen "takvîm" kelimesi, müfessirlerce değişik şekillerde yorumlanmış, kimi sûret ve duyu organlarının güzelliği, kimi boyunun doğruluğu ve ayakları üzerinde dik durması demiş, kimi de "ahsen-i takvîm" sözünü akıl, idrâk ve temyiz (ayırma yeteneği) ile ziynetlenmiş olmak şeklinde algılamıştır. Gençliğe, güç ve kuvvete yoranlar da olmuştur. Elmalılı, bu görüşleri sıraladıktan sonra takvîm kelimesini daha genel bir anlamda değerlendirmiş, insan için güzel olan her şeyi bu mânâya dâhil etmiştir. Bununla beraber, şekil ve sûretten çok, ahsen-i takvîmi insanın duygusunda, özellikle güzellik denen mânâyı anlamasında ve o duygudan güzellerin güzeli "ahsenu'l-hâlikıyn"i ve O'nun hüsn-i mutlakla en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp O'nun ahlakıyla ahlaklanmakta aramıştır. Ona göre insan doğarken bu kemale sahip olarak değil; bu kıvama, bu kemale ve bu güzelliğe yeteneği olmak anlamında ahsen-i takvîmde yaratılmıştır. Aksi halde insanın hiçbir olumsuz özelliği bulunmazdı. Halbuki öyle olmadığı, insanın birtakım kötülüklerle iç içe bulunduğu görülmektedir. Elmalılı, bu süflîliklerden kurtularak kemale ermenin yolunu, ruh güzelliğine ve temizliğine ulaşmakta görüyor.
İnsanın Değeri: İnsanı yaratan Allah, onu kendisinden sonra en değerli varlık olarak yaratmıştır. Kur'an'dan öğrendiğimize göre onun değeri, daha yaratılmadan önce belli olmuştur.
Bakara suresinin 30. âyetinde meleklere hitâben ifade edilen İlâhî beyan bunun açık delilidir: "Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim' demişti..." Sonunda, yaratılmış olan bu halifenin adı insandı. Hayat sahnesinde imar ve ıslah görevini ifa ederek işleri düzenleyecek, Allah'ın kanunları ile nizâm-ı âlemi tanzim edecekti. Çünkü bu göreve lâyık biçimde, ahsen-i takvîm üzere, yani en güzel biçimde yaratılmıştı.
İnsanın her bakımdan en güzel biçimde yaratılmış olduğunu Tîn sûresindeki âyetle gördük. Onun değeri ile ilgili başka bir âyet de şudur: "Andolsun ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik. Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık." (17/İsrâ, 70). İnsan, bundan daha değerli bir iltifâta da nâil olmuş, meleklerden, kendisine secde etmeleri istenmiştir. Bunlardan daha büyük bir şeref düşünülebilir mi? "Meleklere, 'Adem'e secde edin' demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O ise kaçındı; büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu." (2/Bakara, 34; 17/İsrâ, 61; 38/Sâd, 71). Bu konu, önemine binâen ve bilmediğimiz başka hikmetlerden dolayı Kur'an'da tekrar tekrar anlatılır.
Büyük âlemdeki her şeyin mutlaka insanın bedeni olan küçük âlemde bir benzeri vardır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir sûrette) yarattık." (95/Tîn, 4) "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler) vardır. Görmez misiniz?" (51/Zâriyât, 21)
Meselâ, insanın duyu organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir. İnsanın görmesi ve işitmesi idrâk edilen şeyleri bunlar vâsıtasıyla idrâk etmesi açısından güneşi ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra yer cinsinden toprak olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende diğer ıslak âzâlar vardır. Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş türünden ise insanda harâret vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirleri andırır, ciğeri nehirleri besleyen pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar ciğerden alacaklarını alırlar. İnsanın mesânesi denizi andırır. Çünkü bedende bulunan değişik bölgeler nehirlerin denize aktığı gibi, akıtacaklarını buraya akıtırlar. İnsanın kemikleri yeryüzünün kazıkları durumunda olan dağlar gibidir. Âzâları da ağaçları andırır. Herbir ağacın yaprakları ya da meyveleri olduğu gibi, her bir organın da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın bedeni üzerindeki saç ve kıllar, yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır. Diğer taraftan insan, dili ile bütün canlıların seslerini taklit edebilir. Âzâlarıyla da bütün canlıların yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük âlem, büyük âlemle birlikte aynı yaratıcının yarattığı ve sonradan var ettiği varlıktır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur.
İnsanın yaratılışındaki fevkalâdelik, ona verilen değeri göstermektedir. İnsan, ister biyolojik, ister fizyolojik, ister psikolojik açıdan hangi yönüyle incelenirse incelensin onun yaratılışındaki olağanüstülük hemen dikkatimizi çeker. Bunu konuyla ilgili bilim kitaplarında, ansiklopedilerde her zaman görmek mümkündür. Mesela, bir insanın DNA molekülü (deooksiribo nükleik asit)nün, 100000 ansiklopedi sayfasına eşit uzunlukta biyolojik bilgilere sahip evrensel bir hârika olduğunu düşünebilir miyiz?
(13) Bu sebepten dolayı olsa gerek ki, âlemin "büyük insan", insanın da "küçük âlem" olduğu ifade edilmiştir. Bilim çağından uzay çağına geçilmiş olmasına rağmen, insanın keşfedilmeyen tarafının keşfedilene oranla çok daha büyük olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, kendini keşfedememenin aczini yer yer itiraf etmek mecburiyetinde kalıyor ve kalacaktır. İnsan o kadar büyük, o kadar esrar dolu yaratılmıştır. Ona verilen akıl, güzeli çirkinden temyiz/ayırma gücü, insana verilen nimeti ve değeri göstermesi bakımından yeter de artar bile. Hz. Ali'ye izafe edilen şu beyitler, insanın değerini anlatmaktadır:
"İlacın sendedir de farkında olmazsın. Derdin de sendendir fakat görmezsin.
Sanırsın ki sen sâde, küçük bir cirimsin; Halbuki sende dürülmüş en büyük âlem."
Allah, insanı yeryüzünde halife ilan etmiştir. İnsan, Allah'ın kanunlarıyla evrenin nizamını tesis edecektir. Bu, geçici bir görev olmayıp, kıyamete kadar sürecektir. Bir nesil, kendisine verilen görevi kendisinden sonraki nesillere intikal ettirecek, halifelik görevi, bir bayrak yarışı gibi sürüp gidecektir. İnsana böyle şerefli bir görevi veren Allah, tabiidir ki, görevini tam olarak yerine getirmesi için onu büyük imkânlarla donatacaktır. Öyle de olmuştur. "Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da emrinz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap bulunmadan tartışanlar var." (31/Lokman, 20) "Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin emrinize âmâde kılmıştır. Yıldızlar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır." (16/Nahl, 12) "Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerde yürüyen ay ve güneşi, gece ile gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır." (14/İbrahim, 32-33). İnsana verilen şeyler, saymakla bitmez. "Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür." (14/İbrahim, 34)
"İlim, ilim bilmektir; İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin; Ya nice okumaktır." (Yunus Emre)
Rabbını bilen, ancak kendini bilebilir; kendini bilen de Rabbını. İnsanın kendi gerçeğini tam olarak tanıması, İslâm eğitiminin esasını teşkil eder.
Bize yakışan, Kur'an, hayatımıza yeniden ilk günkü berraklığıyla şimdi ve tek tek bize iniyor gibi heyecanla, aşkla, ilk müslümanlar gibi ona yönelmek, dirilmek için ilk emirden itibaren o sese kulak vermektir: "Oku, yaratan Rabbinin adıyla." (96/Alak, 1). Ve tüm âyetleri teker teker okumaya başlamak, O'nun ismi ve izniyle, O'nu yücelterek, okunması gerektiği gibi; Kur'an'ı, kâinatı ve kendimizi... Gerisi kendiliğinden gelecek, bizi öldürmeye gelenler bizde dirilecektir.
1- Hüseyin K. Ece,
2- Mevlüt Güngör, Kur’an Penceresinden Bak
ış, 203-2123- Süleyman Ate
ş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 3, s. 258-2604- Süleyman Ate
ş, İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 2455- Muhammed Mahmud es-Savvaf,
İslam'ın En Büyük Mucizesi Kur'an, s. 18-196- Afzalur Rahman, Siret Ans.
İnkılab Y. c. 5, s. 222-230101-105; krş. M. Bayraktar, Kendi Dilinden Kur'an, s. 101-1057- Necmettin
Şahinler, Âyetler ve Yetenekler, s. 7 ve devamı8- Elmal
ılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 2949-
İslâm Ansiklopedisi, Şamil, c. 5, s. 38010- Hekimo
ğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, s. 371-37211- Celal K
ırca, Kur'an ve Fen Bilimleri, 174-17512- Ta
şkın Tuna, Eğitim Bilim Dergisi, sayı, 1013- Fethullah Han, Kur'an ve Kâinat Âyetleri, s. 157
Konu ile
İlgili Âyet-i KerimelerKur’ân-
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmal
ılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 469-4712. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi,
İnsan Y. c. 1, s. 1153. Fi Z
ılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 317-3194. Kur'an-
ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 321-3245. Hadislerle Kur'an-
ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 647-6676. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Ne
ş. c. 1, s. 276-2797. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akça
ğ Y. c. 4, s. 137-1798. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 552-565
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an,
İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 424-43910. Yüce Kur'an'
ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 27611. Et-Tefsîru'l-Hadis,
İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 15612- Muht. Taberî Tefsiri,
İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 12313. Kur'an Mesaj
ı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 4514- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 122-131
15. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Ne
şriyat, c. 1, s. 202-20616. El-Esâs fi't-Tefsîr, Said Havva,
Şamil Y. c. 1, s. 389-39217. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmano
ğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 163-17518. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. c. 3, s. 252-26219. TDV
İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (Y. Şevki Yavuz, A. Çetin), c. 4, s. 242-24520.
Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), Şamil Y. c. 1, s. 179-18021. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, K
ırkambar Y. s. 48-5122.
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 51-5423. Kur’an Cevap Veriyor,
İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 94-103, 299-31224. Kur'an Penceresinden Bak
ış, Mevlüt Güngör, Özel Y. s. 203-21225. Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlü
ğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 28-2926.
İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 51-7627. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimo
ğlu, İnkılâb Y. s. 5328. Kur'an'da Baz
ı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 21-2329. Kutsal Kitab
ımız Kur'ân-ı Kerim, Ahmet Okutan, Özel Y. s. 148-15230.
İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi Y. 191-30531.
İlmin Işığında İslamiyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 42-8032. Âyetler ve Yetenekler, Necmettin
Şahinler, Beyan Y.33. Âyetü’l-Kübrâ, B. Said Nursi, Sözler/Yeni Asya/
İhlâs-Nur/Envâr Y.34. Kur'an ve Kâinat Âyetleri, Fethullah Han,
İnkılab Y.35. Âyet ve Slogan, Ru
şen Çakır, Metis Y.36. Müsbet
İlimlerde Kur'an Mucizesi, Hikmet Özdemir, Gonca Y.37. Kur'an-
ı Kerim Hakkında Bilmediklerimiz, Arif Arslan, Adım Y.38.
İlim ve Din Açısından Mucize, Osman Karadeniz, Marifet Y.39.
İslam'ın En Büyük Mucizesi Kur'an, Muhammed Mahmud es-Savvaf, Emin Y.40. Tefsir Usulü,
İsmail Cerrahoğlu, D.İ.B. Y.41. Kur'ân-
ı Kerim Mucizesi, Mâlik bin Nebi, T. Diyanet Vakfı Y.42. Kur'an Mucizesi, Muhammed M.
Şaravi, Esra Y.43. Mucizeler Mucizesi Kur'an, Ahmet Deedat,
İnkılab Y.44. Sonsuz Mucize Kur'an,
İsmail Karaçam, Çağ Y.45. Kur'an Mûcizeleri, Harun Yahya, Vural Y.
46. Kur'an-
ı Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, Suat Yıldırım, Ensar Y.47. Kur'an Tefsirinde Yeni Bir Metod, Emin Huli, Kur'an Kitapl
ığı48. En Mühim Mesaj Kur'an, M. Abdullah Draz, Akça
ğ Y.49. Kur'an'da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel,
İnkılab Y.50. Ça
ğımızı Aydınlatan Kur'an Mucizeleri, Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.51. Kur'an Mucizesi, Haluk Nurbaki, Damla Y.
52. Kur'an'
ın ilmi Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.53. Kur'an'
ın ve Peygamberimiz'in Çağımızı Aşan Mesajları, M. Avni Özmansur, Altınkalem Y.54. Kur'an-
ı Kerim ve Fenni Keşifler, Suat Yıldırım, D.İ.B. Y.55. Kur'an'da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Hilâl / Çizgi Y.
56. Kur'an'da Edebî Mucize, Abdullah Aymaz, Özel Y.
57. Siret Ansiklopedisi, Hzr. Afzalur Rahman,
İnkılâb Y. c. 5, s. 222-23058. Kendi Dilinden Kur'an, Muhammed Bayraktar, Ravza Y. s. 101-105
59. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. Say
ı 11, s. 522-526