Hüküm Allah'ındır: 4

Zıll Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı: 4

Nimeti Değiştirmenin Cezası: 6

Seele Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı: 6

Seele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 6

İman Edenlerle Alay Etmek: 7

Hak Kitapların İniş Sebebi: 9

Ayette Geçen Konular: 9

Beşer Kavramının Kur'an'daki Manaları: 10

İnzâr Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları: 11

Allah'ın Yardımı Yakındır: 14

Ayetten Çıkarılan Neticeler: 14

Be's Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı: 15

Be's Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 15

Zelzele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 16

Infak Kimlere Yapılır?. 18

İnsan Yanlış Değerlendirebilir: 18

Adam Öldürme İle Fitnenin Karşılaştırılması: 19

Haram Aylarda Savaş Ve Bu Aylarda Savaşın Hangi Şartlarda Caiz Olduğu: 20

Allah'ın Rahmetini Kimler Umabilir?. 22

Hecr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 23

Cehede Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı: 24

Cehede Kelimesinin Kur'an'daki  Manaları: 24

Recâ Kelimesinin Anlamları: 25

Recâ Kelimesinin Kur'an'daki  Manaları: 25

İçki Ve Kumar: 26

Hamr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 27

İçki Ve Kumarın Zararları: 28

İsm Kavramının Kapsamına Giren Durumlar: 28

Yetimlere Karşı Muamele: 31

Kur'an Yetim Meslesini Nasıl Çözümlemektedir?. 32

Muhalata Kavramının Kur'an'daki Kullanımı: 32

Muhalata Kelimesinin Kur'an'daki Manaları 32

Evlenilmesi Yasak Olanlar: 35

Ayetten Çıkarılan Sonuçlar: 35

Müslüman Kadının Gayr-i Müslim Erkekle Evlenememesinin Sebepleri: 37

Kadınların Aybaşı Halleri: 39

Ezâ Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 39

Kadın Ayhalinde Neler Yapamaz?. 40

Kadın Kültürdür: 42

İyilik, İttika Ve Islah Hususunda Allah'ı Engel Yapmamak: 43

Allah'ın Sorumlu Tutmadığı Yeminler: 44

Ehaze Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 45

İttihaze Kalıbından Ehaze Fiilinin Manaları: 46

Lağv Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 47

Hanımına Yaklaşmama Yemini: 49

Boşama: 49

Talak Kavramının Kur'an'daki Manaları: 50

Kur'an'ın Boşama Konusunda Gerçekleştirdiği Radikal Değişimler: 51

Kur'an'ın, Erkeğin Boşamasına Getirdiği Engeller: 52

Boşanmada Haklar Karşılıklıdır: 53

Boşanan Kadının Uyması Gereken Kanunlar: 53

Allah'ın Hududunu Aşan Zalimdir: 54

Talak Hukukunda Yapılan Düzenlemeler: 54

Geri Dönüşü Olmayan Boşama: 55

Boşanan Kadının Eski Kocasına Dönebilmesînin Şartları: 56

Kadına Zulüm Kendine Zulümdür: 56

Eski Kocaya Dönmek: 58

Engel Olmayın Emrinin Muhatabı: 58

Süt Emme Çağında Çocuğu Bulunan Kadının Boşanması ve Nafakası: 60

Fisâl Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları: 61

Kocası Ölen Kadının Durumu: 63

İddet Bekleyen Kadına Evlenme Teklif Etmek: 64

Arada Fiilinin Kur'an'daki Anlamları: 64

Hatabe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı: 67

Hatabe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 67

Mehri Tesbit Edilen Ve Edilmeyen Kadının Boşanması: 68

Messe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı: 69

Messe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları : 69

Ferada Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı: 70

Ferada Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 71

Mehir Kesilmekle Birlikte, Cinsî Münasebette Bulunulmadan Boşanan Kadının Durumu: 72

Orta Namaz: 73

Hafeza Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı: 73

Hafeza kelimesinin Kur'an'daki manaları: 73

Kanete Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı: 75

Kanete Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 75

Tehlike Anında Bile Namaz Kılınmalıdır: 76

Yaya Yahut Binekli Olarak... Hükmünden Çıkarılacak Esaslar: 76

Geride Eşler Bırakarak Ölecek Olanlar Ne Yapmalı?. 77

Ayetlerin Açıklanması İfadesinin Anlamı: 78

Ölüm Korkusu Sebebiyle Görevden Kaçmak: 78

Elf Kelimesinin Kur'ân'daki Anlamları: 78

Allah Uğrunda Savaşmak: 80

İnfak Allah'a Verilen Borçtur: 81

Kareda Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı: 81

Kareda Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları: 81

Kabd Kelimesinin Anlamları: 82

Bast Kelimesinin Kur'andaki Manaları: 83

Vatan Sevgisinin En İyi Göstergesi Savaştır: 84

Mele' Kavramının Kur'an'daki Manaları: 84

Mele Kelimesinin Kur'an'daki manaları: 85

Hükümranlığın Ölçüsü: 86

Be'ase Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı: 87

Be'ase Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 87

Ayette Üzerinde Durulan Üç Önemli Mesele: 88

Liyâkata Dayanan Ehliyetin Özellikleri:: 88

Talut'un Melikliğinîn Delili Tabut: 89

Sekine Kavramının Manası: 90

Zafer Askerlerin Çokluğuna Değil Dayanma Gücü İle Allah'ın Yardımına Bağlıdır: 91

Nefse Karşı Kazanılan Zaferin Kaynağı 93

Savaşta Allah'a Dua. 93

Ferağ Kelimesinin Kur’andaki Manaları: 93

İyiler Kötüleri Engellemezse Dünya Fesada Gider 94

Ayetten Çıkarılan Genellemeler 95

Son Altı Ayetin Değerlendirilmesi 96

Peygamberlerin Birbirine Olan Üstünlükleri Ve Savaşa Varan İhtilaflar 96

Üstün Olan Peygamberlerin Vasıflarından Bazıları 96

Peygamberlerin Derece Farkı 97


Hüküm Allah'ındır:

 

210. Onlar, illede buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve me­leklerin gelmesini mi bekliyorlar? Ama o zaman her şeye karar verilmiş ve her şey Allah'a döndürülmüş olurdu.

Ayette geçen (yenzurûn) kelimesinin kökü (na-za-ra)dır. Anla­mak, idrak etmek, farkına varmak, görmek, bakmak, beklemek manalarına gelen bu kavram, Bakara/l 04'te açıklanmıştır.

Yukardaki ayette yenzurûn kelimesi 'beklemek' manasını ifade etmekte­dir. "Onlar bekliyorlar mı?" sualinin muhatapları, kendilerine açık deliller gelmesine rağmen "barıştan sapan"lardır. Bakara/208-209, ayetlerde Yüce Allah onları doğrudan muhatap aldığı halde, 210. ayette onlara üçüncü şahıs olarak hitapta bulunmaktadır. "Topluca barışa girin" ve "Barıştan saparsa­nız..." ifadeleriyle ise Yüce Allah müslümanlara doğrudan hitap etmektedir. Ama 210. ayette "Bekliyorlar mı?" ifadesiyle, barıştan ayrılanlara doğrudan değil, üçüncü şahıs olarak hitap etmektedir.

Aslında bu hitap, Bakara/204-206, ayetlerde bahsi geçen hasım insan ile barışı terkedip şeytana tâbi olanları da kapsamaktadır: Hasımlığı/düşmanlığı ile siyaseti, toplum ve kültürü helak eden insanlara barışla dur diyemeyen ve­ya demeyen kimseler, kötülüklerde onlarla ortaktırlar. Sosyal, siyasal, kültü­rel problemlere, çözülme ve çürümelere çare bulamayanlara Yüce Allah "Onlar bekliyorlar mı?" sorusunu yöneltmektedir. Bu meseleleri onların halletmesini isteyen Yüce Allah "Yoksa sizin çözmeniz gereken problemleri Al­lah'ın çözmesini mi istiyorsunuz?" diye sormaktadır.

Ayetin bu kısmından sonra, onların beklentilerinin ne olduğu ve çözümün nasıl olacağı açıklanmaktadır: "Buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve melekle­rin gelmesini mi bekliyorlar?"

Buradaki soru iki şekilde anlaşılabilir: a) Bozulan siyasî, sosyal ve kültü­rel dengelerin yeniden tesis edilmesi için Allah'ın ve meleklerin gelmesini mi bekliyorlar? b) Barışı ortadan kaldırıp, siyasî, sosyal ve kültürel dengeleri bozarak insanlığı toz-duman içinde bıraktılar da, o dumanın ortadan kaldırıl­ması için Allah ve meleklerini mi bekliyorlar? Bilgiye, kültür ve barışa sırt­larını dönmekle insanlığı cehalet bulutu ve karanlığı içinde bıraktılar da, o bulutun ve karanlığın giderilmesini Allah ve meleklerinden mi bekliyorlar?

'Bulut' kavramı Kur'an'da azabı da ifade etmektedir. Bu anlamdan hare­ket edersek, ibareyi "Allah'ın azabını mı bekliyorlar?" şeklinde yorumlama­mız mümkündür.

Ayette geçen (zulel) kelimesi (zaile) fiilinden türemiştir. Zaile ol­mak, dönüşmek, yapmaya devam etmek, sebat etmek, ayrılmamak, kalmak, daim olmak, ısrar etmek, bir şeyin gölgeli olması, yaklaşmak manalarına gelir.

(zili) kalıbından alınınca; gölge, karanlık, sığınak, muhafaza, himaye, renkli, işaret, zayıf, suret, şekil, hafif parlamak anlamlarını ifade eder. Kur'an'ın muhtelif ayetlerinde farklı manalarda geçmektedir; şöyle ki: [1]

 

Zıll Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

1. Gölge

Ra'd/15'te bu manaya gelmektedir:

Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam ister iste­mez Allah'a boyun eğerler.

Ayette geçen ve onların gölgeleri) ifadesi, fizikî cisimlerin gölgesini ifade etmektedir.

2. Karanlık

Şuara/189'da 'karanlık' manasına gelen 'gölge'yi ifade etmektedir:

(Onu yalanladılar da kendilerini karanlık günün azabı yakalayıverdi).

"Karanlık, yani gölge gününün azabı" ile "sıkıntılı günün azabı" aynı an­lama gelmektedir. Buradaki -fa (karanlık) kelimesi psikolojik manada insanın içini kaplayan 'sıkıntı' anlamını ifade ettiği gibi, yanardağın fışkırt­tığı karanlık bulutlan da ifade edebilir. Böylece ifade, bir oluşumun insana yüklediği psikolojik sıkıntı anlamına da gelmektedir.

3. Dağ

Hâzin ve onu takip eden müfessirler (Dağlar gibi dalgalar on­ları kapladığı zaman) [Lokman/32] ayetindeki zulel kelimesinin, 'dağlar' ma­nasına geldiğini söylemektedirler. Dalgaların yüksekliğini ifade etmek için gölgeye bu mana verilmektedir. Kelimeye 'ölümün gölgesi' şeklinde mana vermemiz de mümkündür.

4. Tabaka, kat

Zümer/16'da şu ifade yer almaktadır:

Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar vardır.

Yani, insanların amelleri, onların üzerlerinde ve altlarında ateşten meyda­na gelen tabakalar, yani katlar oluşturacaktır. Beynini doğru kullanmayan in­sanlarla, iffetini koruyamayanların duçar olacakları ateş azabının katmanla­rını ifade etmektedir.

5. İzzet ve nimet

İsfehanî Mürselat/41'de yer alan fö (zılal) kelimesine, izzet ve nimet manası vermiştir:

Şüphesiz takva sahipleri gölgeliklerde ve pınar başlarındadırlar.

Bu ayetteki gölgelik, şeref ve nimet içinde olmayı ifade etmektedir. Serin bir bulutun içinde olmak da nimet içinde olmak demektir.

Demek ki 210. ayetteki (zulel) kelimesi tabakalar, katmanlar, gölgeler manasını ifade etmektedir. Onlar Allah ve meleklerin bulut katmanları ara­sından çıkıp gelmesini bekliyorlardı.

Peki, Allah'ın ve meleklerin onların bekledikleri şekilde gelmeleri müm­kün müdür? Gelip gitme işi yaratıklara ait değil midir? Gelen varlık, geldiği yerde var, terk ettiği yerde yok; giden varlık da gittiği yerde var, ayrıldığı yerde yok olduğuna göre, Allah'a böyle şeyler isnad olunabilir mi?

Bunların cevabı, herhangi bir varlık gibi Allah'ın gelmesi değil, iradesinin tecelli etmesi, iyi veya kötü manada iradesini uygulamaya koymasıdır. Kur'an'ın bazı ayetlerinde Allah'ın gelmesinden bahsedilmektedir. Bunun mecazî manada olduğu akıldan çıkarılmadığı takdirde anlaşılmasında zorluk çekilmeyecektir. Fecr/22 ayetindeki ifade şöyledir:

(Rabbin geldi)

Bakara/210'daki ifade şöyledir:

(Allah onlara gelir).

Fecr/22'deki ifade ise şu şekildedir:

(Rabbin geldi).

Bu ifadeler aynı anlama gelmektedir. Böyle olduğu, Nahl/33 ayetinden anlaşılmaktadır:

Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin emrinin gelme­sini bekliyorlar.

Buradaki (yahut Rabbinin emrinin gelmesindeki emr kelimesi, Allah'ın kendi zatının değil de hükmünün, yani emrinin geleceğini beyan et­mektedir. Böylece Bakara/210 ile Fecr/22'deki Allah'ın gelişinin ne anlam ifade ettiği ortaya çıkmaktadır. Aslında Bakara/210 ayetinin devamında emr kavramı gelmektedir. Belki de Yüce Allah emr kelimesini iki kere kullanma­mak için, uygun olan yerde, yani başta kullanmıştır.

Haşr/2'de de 'Allah'ın gelmesi'nden bahsedilmektedir: Ama Allah onlara hiç beklemedikleri bir şekilde geldi). Burada 'Allah'ın gelmesi' ile 'kalplerine korku salması' kasdedilmiştir. Ayetin devamı 'korku salmak'la ilgilidir.

(Allah da onların binalarını temellerinden söktü). [Nahl/26]

Burada 'Allah'ın gelmesi' onların binalarını temellerinden söküp tavanla­rını tepelerine indirmesi anlamına gelmektedir.

'Allah'ın gelmesi' demek, emrini ve azabını göndermesi demektir. Ayette, meleklerin gelmesi de yer almaktadır. Melekler de çeşitli görevlerle; vahiy getirmek, kadir gecesinde işleri planlamak, Allah'ın azabını getirmek gibi gö­revlerle yeryüzüne inmektedirler:

O gün gök, bulutlarıyla parçalanacak, melekler de indirildikçe indirilecekler. [Furkan/25]

Kadir/4'te, meleklerin kadir gecesinde her iş için indiği olgusu yer almak­tadır. Kıyamet günü de ineceklerdir.

B akara/210'da Allah'ın ve meleklerin bulut katmanları arasından çıkıp gelmelerini beklemeleri, onların bu konuda bilgileri olduğunu veya bu bilgi­ler onlara anlatılırken bu beklentiye girdiklerini göstermektedir. Onların bu beklentisi, ilahî azapla alay etmeleri manasına da gelebilir. Onların, bulut katmanları arasından Allah'ı ve melekleri beklemeleri, rahmet istemelerine de işaret olabilir. Çünkü bulut çoğunlukla rahmeti ifade etmektedir. Ama rah­met bulutundan azabm inmesi de muhtemeldir.

Ahkaf/24 ayeti şöyledir:

Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce, "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini iste­diğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgardır.

Ahkaf halkının rahmet getirdiğini zannettikleri bulutun azap taşıdığını söyleyen Yüce Allah, aynı şeyin iki amaçlı olarak kullanıldığına dikkat çek­mektedir.

(İş bitirilir).

Allah ve meleklerin bulut katmanları arasından gelmelerini bekleyenlerin beklentisi gerçekleşseydi, kıyamet kopardı, yani iş biterdi. Bu ibare, beklen­tilerinin yanlış ve çok büyük bir şey olduğunu ifade etmektedir. Allah'ın kud­retinin tecelli etmesi, dünyanın yok olması anlamına gelmektedir. A'raf/143 ayetine göre, Hz. Musa da Allah'ı görmek istemişti. Yüce Allah bunun müm­kün olmadığını/olamayacağını ve bu isteğin yanlış olduğunu bir tecrübeyle göstermişti:

Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti.

"İşin bitirilmesi" bu anlama geldiği gibi, kıyametin kopması manasına da gelebilir. Sosyal çatışmaların barışla neticelenmemesi, toplum veya toplum­lar için birer kıyameti andırmaktadır. Barıştan uzak yaşayan toplumların işi bitmiş demektir.

(Bütün işler Allah'a döndürülür).

Bütün işler Allah'ın takdir ve yaratmasıyla gerçekleştiği gibi, neticeleri de O'na dönecek ve değerlendirilecektir. İşlerin çıkış yeri de varış yeri de Al­lah'tır. İlahî irade ve yaratmadan mükemmel olarak çıkan işlerin bazısına in­sanlar kötü manada müdahalede bulunmaktadır. Bu müdahale toplumsal dü­zeni bozmaktan yana gerçekleşince Yüce Allah barışı, yani o işi insanın dü­zeltmesini emretmektedir. O işlerin kendisine bozuk olarak dönmemesini te­min etmek üzere emir vermektedir. Bu durumu biz de yaşamaktayız; bir amir, yapılmasını emrettiği işin kendisine mükemmel olarak dönmesini ister. Bunu beceremeyenleri cezalandırma yoluna girer. [2]

 

Nimeti Değiştirmenin Cezası:

 

211. İsrailoğullan'na sor: Onlara nice açık ayetler verdik. Kim kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirir­se, bilsin ki Allah'ın cezası şiddetlidir.

Ayette yer alan kavramlardan başlayarak, ayetin analizini ve sentezini yapmaya çalışacağız. [3]

 

Seele Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

1. Ayetteki ilk kavram 'sor' manasına gelen (sel)dir. Bu kavram sor­mak, araştırmak, ricada bulunmak, istemek, hakkını talep etmek, yalvarmak, niyaz etmek, rica etmek manalarına gelir.

Mesele kalıbından alınınca soru, mesele, problem, iş, hâdise, durum, rica, kaziye, teorem anlamlarını ifade eder.

Musaele kalıbından getirilince; sorgulama anlamına gelir.

Tese'ül kalıbından dilek, dilencilik, (mesul) kalıbından sorumlu ma­nasını ifade eder. [4]

 

Seele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1.  Sormak

"Eğer" dedi Musa, "bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arka­daşlık etme". [Kehf/76]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/211 'deki 'sor' kelimesi de bu manayı ifade etmektedir.

2. İstemek

(Hem bunun için sizden bir karşılık da istemiyorum). [Şu-ara/109]

Seele kelimesi Kur'an'da isteğin pek çok çeşidi için kullanılmaktadır. Me­sela, burada yapılan bir iş için, yani peygamberin tebliğ faaliyeti için dünye­vî bir karşılık istememesini ifade etmektedir.

3.  Sorgulamak

(Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz). [A'raf/6]

4. Dilenmek

(Dileneni asla geri çevirme). [Duha/10]

Sail kalıbından olduğunda dilenmek manasım ifade etmektedir. Bakara/273'te (onlar yüzsüzlük yaparak dilenmezler) buyurulmaktadır.

5.  Sorumluluk

(se-e-le) kelimesini (mes'ûlâ) kalıbından aldığımızda, sorumlu­luğu ifade etmektedir. (çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir). [İsra/34]

Soru sormak öğretim faaliyetinin en önemli metodlanndan biridir. İleri safhada, öğrenmek için sorulan sorular; sorgulama şekline dönüşür. Öğren­mek için soru sorulur, yanlışı ortadan kaldırmak için sorgulama yapılır. Bir bilginin doğru veya yanlışlığını tesbit etmek için düşünceyi harekete geçir­menin ilk basamağı sorgulamaktır. İşte Yüce Allah, Bakara/211 ayetinde Hz. Peygamber'e İsrailoğullan'na sormasını, yani onların Allah'ın ayetlerini de­ğiştirmeleri sebebiyle başlarına gelenleri sorup öğrenmesini tavsiye etmekte­dir.

2. (Onlara nice açık ayetler verdik).

Ayetin bu kısmında yer alan ayet kavramına 'mesaj, mucize, delil ve ni­met' manaları verilebilir. Ayetin ileriki kısmına dikkat edip mana verecek olursak, farklı bir mana yüklememiz doğru olacaktır. Buradaki 'ayet1 e, 'ni­met' manası da verebiliriz. Çünkü ayet (Allah'ın nimetini kim de­ğiştirirse) şeklinde devam etmektedir. Buradaki 'nimet' kavramı, bir önceki 'ayet' kelimesini izah etmektedir. Nimetin değiştirilmesi demek, 'ayetin' de­ğiştirilmesi demektir. "İsrailoğullan hangi nimeti, yani ayeti değiştirdiler?" sorusunu Razi, "Kitaplarında bulunan Hz. Muhammed'e ilişkin vasıflan ve ona gönderilen dinin doğruluğunu isbat eden delilleri" cevabını vermekte­dir,[5]

Ayeti nimet, nimeti de mucize manasına alırsak, Hz. Musa ve kavmi için de­nizin yarılması, çölde bulutlarla gölgelendirilmeleri, kudret helvası ve bıldır­cınla beslenmeleri, Tur/Sina dağı ile şereflendirilmeleri, hidayetin dalaletten ayrılması, Allah'ın Hz. Musa ile konuşması, onları kölelikten kurtarıp hürriyet­lerine kavuşturması gibi mucizeleri sayabiliriz. Yeryüzünde fesat çıkarmanın, kültürü ve nesli helak etmenin, büyüklük taslayıp hakikati kulak ardı etmenin daha önce İsrailoğullan'na nelere mal olduğunu bilmeleri gerekirdi. Firavun'un atalanna neler yaptığını bilmeli ve ona göre davranmalı idiler. Buna göre İsra-iloğulları'ndan kasıt, Hz. Peygamber zamanında yaşayanlardır. Firavun, toplu­mu gruplara ayınyor, bir kısmını eziyor, sömürüyor, köleleştiriyor, İsrailoğul­lan'nın erkeklerini kesiyor, kızlannı sağ bırakıyordu. Yüce Allah onu bozgun­culuk çıkarmakla suçluyor.[6]

Şimdi aynı bozgunculuğu, kültür ve nesli helak etmekle barışı zedeleyen­ler yapmaktadır. Banş, Allah'ın insanlara olan nimetlerinin en önemlilerin-dendir. Banşı bozmak, Allah'ın nimetini değiştirmektir.

Demek ki 'nimetin değiştirilmesi' olgusunu geçmişe yönlendirirsek Hz. Peygamber'in vasıflannın Tevrat'tan çıkartılmasının; İslâm dininin kabul edilmemesinin; Hz. Peygamber dönemine ait olduğu söylenirse, barışı bozup

fesat ile kültür ve neslin helak edilmesi olarak değerlendirilebilir. Nimet in­sana geldikten sonra onu değiştirmek, yani Yüce Allah'ın insana öğrettiği bil­gileri, gönderdiği mesajı değiştirmek çok ağır bir netice ile sonuçlanır.  (Elbette Allah'ın azabı şiddetlidir).

Yüce Allah bu ayetiyle insanlara, özellikle müslümanlara ve İsrailoğulla-n'na şiddetli azaba götüren sebepleri öğretmektedir. Allah'ın öğrettiği delille­ri ve verdiği nimetleri değiştirmek azabın sebeplerindendir. Ayet sebep-sonuç ilişkisini kurmakta ve değiştirmenin çok hassas bir konuda yapıldığını beyan etmektedir. Allah'ın nimetini değiştirmenin, çıplak elle elektrik yüklü kablo­ya dokunmaktan farkı yoktur.

Allah'ın nimetini -ekonomik manada- değiştirmenin ne olduğu sorusunu İbrahim/28 ayetiyle cevaplandırmamız mümkündür:

Allah'ın nimetlerini küfür ile değiştiren kimseyi görmedin mi?

Nimete karşı nankörlük etmek, nimeti değiştirmek demektir. Ayetteki ni­met Allah'ın gönderdiği 'apaçık ayetler' yani 'deliller' olarak kabul edilirse, o nimetin karşılığı inkar olur; bu durumda değiştirme, inkarla imanı değiştir­mek manasına gelir.

Fetih/15 ayetine göre, onların değiştirmek istedikleri, Allah'ın kelamı olabilir: (Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler).

Hz. Peygamber ile sırf ganimet için savaşa çıkmak isteyenlerin, Allah'ın kelamını değiştirmek istediklerini bu ayetten anlıyoruz. İsrailoğullan'nın kendilerine gelen nimeti değiştirme eylemi ile bunların Allah'ın sözünü de­ğiştirmek istemeleri arasında yakın bir benzerlik vardır.

Bakara/108 ayetine göre, iman ile küfrün değiştirilmesi söz konusudur: (Kim iman ile küfrü değiştirirse...)

İman bir nimettir, iman yerine küfrü tercih etmek ise bir azaptır. Onun içindir ki, Bakara/211 ayeti "Allah'ın azabı şiddetlidir" diye sona ermektedir. Nimeti inkar, nimete nankörlük, küfürle imanı değiştirmek eş anlamlı ve ay­nı değerde eylemlerdir. Ebu Müslim ayette geçen (yubeddil) kelimesini (yekfur) kelimesiyle tefsir etmektedir.[7] Buna göre, değiştirmek, inkar etmek demektir. Öyleyse bunu, Bakara/108 ayetiyle tefsir etmek gerekir.

Razi, (Kendisine geldikten sonra) ifadesini, (İyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif ederlerdi) [Bakara/75] ayetiyle tefsir etmektedir. Bu da Allah'ın gönderdiği nimeti, yani ayetleri, kavradıktan sonra bilerek tahrif etmek demektir.

Netice itibariyle bu ayet şunu ifade etmektedir: Yüce Allah'ın gönderdiği ayetler, mesajlar, nimet ve kelam asla değiştirilemez; ama çağa göre yorum­lanabilir.

Onlar akan bir su gibidirler. Herkes ondan istifade edebilir, ama asla kir­letip tabiatını değiştirme hakkına sahip değildir.

Ayet, İsrailoğullan'nın düştükleri hatalara düşmemeleri için müslümanlan uyarmaktadır. [8]

 

İman Edenlerle Alay Etmek:

 

212. İnkar edenlere bu dünya hayatı güzel görünür. Bu ne­denle, iman edenlerle alay ederler. Ama, kıyamet günü Al­lah'a karşı sakınma duygusu taşıyanlar, onlardan daha üs­tün olacaklardır. Allah dilediği kimselere hesapsız rızık verir.

Muhammed Esed ayetteki 'güzel kılınmıştır' ifadesine 'güzel görünür'; A. Yusuf Ali 'cezbedici gelir' anlamını verirken; Zemahşeri "başkasını iste­meyecek kadar dünya hayatını severler" manasını vermektedir.

Ayetin analizini yapacak olursak şu bölümlere ayırabiliriz: (Kafirlere dünya hayatı süslendi).

Ayetin bu kısmını açıklamaya bir soru ile başlamak yerinde olur: Kafirle­re, dünya hayatım kim süsledi? Yüce Allah, süsleme fiilini meçhul, yani öz­nesi belli olmayan bir kalıpta kullanmaktadır. Kur'an'ın diğer ayetlerine ba­kacak olursak, cevap olarak 'şeytan' diyebiliriz. (Ve şey­tan da onlara yaptıklarım süsledi).[9] İnkar psikolojisi, sadece cazibesizi cazi­beli; çirkini güzel; geçiciyi ebedî; çürüğü sağlam göstermekle kalmamakta, başka alanlara da tesir etmektedir. Yüce Allah onun ikinci tahribatım şöyle anlatmaktadır:

(Onlar, iman edenlerle eğleniyorlar). Dünya hayatının süsüne aldanıp, onu kutsallaştıranlar, iman edenlerle alay ederler. Bu onların ayrılmaz vasfı olduğu için, çeşitli ayetlerde yer almaktadır.

Dünya hayatımn cazibesine kapılan inkarcının başka bir eylemi de, ina­nan insanlarla alay etmektir. Yüce Allah burada, iki farklı inanç grubuna mensub olanların ilişkisini anlatırken, inananların inanmayanlarla alay etme­sine ihtimal vermiyor, inanmayanların inananlarla alay edeceğine dikkat çe­kiyor, inkâr psikolojisine sahip olan insanların, inananlara tahammül edeme­diklerinin bir delili de bu ayettir.

Maddî imkânsızlıklarından dolayı az miktarda sadaka veren müslüman-larla alay edenlerin bulunduğuna Tevbe/79 ayeti işaret etmektedir. Hz. Nuh, Allah'ın emrettiği gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri ona uğrar ve onunla alay ederlerdi (bkz. Hud/38). Kavminin Hz. Nuh ile alay etmelerinin iki sebebi olabilir: Biri imanını ilan edip peygamberlik görevini sürdürmesi, diğeri de yeni bir teknoloji kullanması.

Yüce Allah, inkarcıların nelerle alay ettiklerine şu ayetlerde ışık tutmak­tadır:

Sen (Allah'ın kudretine ve onların inkârlarına) şaşarken, onlar alay ediyorlar. Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar. Bir mucize (ayet) görseler alay ediyorlar. [Saffat/12-14]

Kâfirler, Allah'a iman edip O'ndan af dileyen müslümanlara öyle gülüyorlar­dı ki... [Mü'minun/109-110]

Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Allah'a, ahirete, vahye ve peygam­bere inanmak, insan ilişkilerini ahlâksız boyutlara taşıyan 'alayı' ortadan kal­dırmakta; onun yokluğu da 'alayı' toplumun hayatına taşımaktadır. Böylece imanın başka bir görevi de ahlâkî alanda ortaya çıkmaktadır. Dünya hayatı­nın geçici ve sahte değerlerini yüceltenlerin; ebedî değerlere, yani imana ve hakka sahip olanlara karşı alaycı bakışlarının her zaman olacağını bir gerçek­lik olarak ortaya koymaktadır. Kâfirlerin mü'minleri alaya alması ve onları küçümsemesi, tarihin başlangıcından beri devam etmekte, şeytanın başlattığı kirli ırmağın suyundan gıdalanmakta, insanların sosyal ilişkilerini ve mane­vî çevrelerini kirletmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/212 ayeti, bu alayın nereye ka­dar devam edeceğine de ışık tutmakta, üstünlüğün nerede olduğunu belirle­mektedir:

(Halbuki, inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir).

İnkâr psikolojisinin bataklığından uzak duranların ahirette, bu dünyada kendileriyle alay edenlerden üstün olacağını bildiren ayetin bu kısmı, üstün­lüğün ne ile sağlanacağının öğretimini de yapmaktadır.

Yüce Allah bu dünyada üstünlüğün ne ile olacağını şu ayette beyan et­mektedir:

Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O'ndan en çok sakınanınızdır. [Hucurat/13]

Bu iki ayeti bir araya getirirsek şu neticeye ulaşmamız mümkündür: Dünya ve ahirette Yüce Allah 'takva' denen ruh olgunluğuna ulaşanları üs­tün tutmakta ve onlara farklı bir değer atfetmektedir. İmanı benliğine sin­dirip takvaya dönüştüren insanlarla, dünyaya tapan ve onun süsüne alda-nan, ırkçılık yaparak kendini üstün gören insanlar arasında derin bir farkın olduğunu ifade eden bu ayetler, ilahî değerlendirmenin hangi alanda oldu­ğunun öğretimini de yapmaktadır. Diğer taraftan Hucurat/11 ayetinde, dünyanın geçici değerlerine bakarak erkek ve kadınların birbirleriyle alay etmelerinin yanlış olduğuna, kendisiyle alay edilenlerin alay edenlerden Allah katında daha üstün olabileceğine dikkat çekilmektedir. Bir grubun başka bir grubu aşağı görüp onunla alay etmesi, yaralayıcı, incitici ve onur kinci lakapla çağırmaya kadar gidebilir. Yüce Allah buna 'zulüm' demek­tedir.

Şimdi şu suali sorabiliriz: İnkâr psikolojisine sahip olanlar, iman edenler­le nasıl alay ediyorlardı? Bu sorunun cevabını Yüce Allah Mutaffifin suresin­de vermektedir:

Muhakkak ki mücrimler, iman edenlere gülerler; onlara rastladıkları zaman, bir­birlerine kaş-göz işaretleri yaparlar; kendileriyle aynı görüşü paylaşanlara keyf ve neşe içinde dönerler; inananları gördüklerinde, "Yazık bu insanlar doğru yol­dan sapmış" derler; halbuki onlar mü'minlerin üzerine bekçi olarak gönderilme­di; hesap gününde ise, iman edenler kafirlere güleceklerdir. [Mutaffifin/29-34]

Yüce Allah, kâfirlerin gülerek, kaş-göz işareti yaparak, sapık olduklarını söyleyerek mü'minlerle alay etmelerini konu edinmektedir. Çağımızda bu alay etme şekli farklı metodlarla yapılmaya başlamış ve daha geniş alanlara yayılmıştır.

Artık 'alay' kitap, makale, televizyon gibi değişik vasıtalarla gerçekleş­mektedir. Farklı inanç gruplarına mensup olanlar, bu kitle haberleşme vası­talarıyla alay edip birbirlerini aşağılamaktadırlar. Bir grup, diğerini tekfir et­meye kadar giderken, diğeri de onu aşağılamaktadır. Farklı dinlere mensup olanlar da birbirleriyle alay edip aşağılamakta ve hatta işi düşmanlığa kadar götürmektedirler.

Bakara/13 ayetine göre münafıklar, inananlara 'sefih' yani 'beyin­siz/dar kafalı' diyerek alay etmektedirler. Yüce Allah Kur'an'ın değişik yerlerinde bu alay konusunu gündeme getirerek insanlığın bu derin yara­sının sarılmasını temin etmek için insanları eğitmektedir. Fakat ayetin son bölümüne baktığımızda alay etmenin daha çok 'ekonomik' açıdan yapıl­dığı anlaşılır:

(Ve Allah dilediğine hesapsız rızık verir). Dünya hayatını sonsuz görüp onun cazibesine kapılanlar, durmadan mal yığarlar ve bu ekonomik değere sahip olmayanlarla alay ederler.

Yüce Allah sahip olduğu ekonomik imkânlarla başkalarını alaya alanların durumunu, Kehf suresinde iki kişinin ilişkisi bağlamında tasvir ederek bu ko­nuda önemli bir eğitim faaliyeti yapmaktadır. Allah Teala iki üzüm bağı, hur­malık ve tahıl tarlası olan bir kimseyle bu imkâna sahip olmayan bir kişinin kıssasını anlatmaktadır. Kıssanın tamamını nakletme yerine, zengin olanın

fakire söylediği şu sözü ele almak istiyoruz:

(Arkadaşı ona muhavere ederek dedi ki: "Be­nim malım mülküm senden çok; nüfusça da senden daha güçlüyüm"). [Kehf/34] Fakir olan imanlı kişi de ona şöyle karşılık verdi:

(Rabbim bana senin bağından/bahçenden pekala daha ha­yırlısını verebilir). [Kehf/40]

Bu konuşma çok tehlikeli boyutlara uzayıp gitti. Kendini üstün görenin bağı-bahçesinin- yerin dibine geçmesinin ardından Yüce Allah şu değerlen­dirmeyi yapmaktadır:

Mal-mülk ve çocuklar dünya hayatının süsleridir; ama ürünü kalıcı olan dü­rüst ve erdemli davranışlar ise, karşılık bakımından, Rabbinin katında daha değerli ve bir ümit kaynağı olarak daha verimlidir.

Böylece Yüce Allah, dünya hayatının süsü olan mal-mülk ve evlatların başkalarına karşı kibirlenmeye, büyüklük taslamaya götürmemesi gerektiği­ni beyan ederek, kalıcı olanın erdemli davranışlar olduğunu bildirmiştir. Zi­ra gerçekten de önemli olan ekonomik değer değil, insanı felaha erdirecek olan erdemli davranışlardır. Çünkü dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, mal ve evlat açısından bir iftihar vesilesi, ve kendini kandırmanın zevkini tatmak­tan başka bir şey değildir. [Bkz. Hadid/20]

İşte bütün bu alay konusu olan şeylerden kurtulmanın yolu şu gerçeği ka­bullenmekten geçmektedir: "Allah dilediğine hesapsız rızık verir" [Baka­ra/212]. Rızkın Allah'tan geldiğini bilen insan onu, başkalarına karşı büyük­lük taslama sebebi olarak görmez. Sahip olunan ekonomik değerin kaynağı­nın unutulması, insanlar arası ilişkilere yansıyarak sosyal hayatı çürütmekte, gurur ve alayı besleyen bir bataklık haline gelmektedir. Bu durum, insanların erdemini alıp götürmekte, dünyaya bakışı alt-üst edip onu tanrılaştırmaya ka­dar uzanmaktadır. [10]

 

Hak Kitapların İniş Sebebi:

 

213. İnsanlar bir tek ümmetti, Allah onlara müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Ve peygamberler aracılığı ile insanların anlaşmazlığa düştükleri konular hakkında aralarında hüküm vermek için hak kitap da in­dirdi. Halbuki, o konularda anlaşmazlığa düşenler, kendi­lerine apaçık ayetler geldikten sonra, aralarındaki haset yüzünden ihtilafa düşen kitap ehlinden başkası değildi. Bunun üzerine Allah, kendi iradesiyle, inananları ihtilafa düştükleri hakikate eriştirdi. Çünkü Allah, isteyeni doğru yola ulaştırır.

Yüce Allah bu ayette, insanların ihtilafa düşme sebeplerini, peygamber ve onlarla beraber vahy göndermesinin nedenini ve bu vahyin görevinin ne ol­duğunu açıklamaktadır. Şimdi ayette geçen konulan birer birer ele alarak in­celeyebiliriz. [11]

 

Ayette Geçen Konular:

 

1. İnsanlar tek ümmetti

Yüce Allah, ayetin bu kısmıyla, sosyolojik bir gerçeği dile getirmekte ve insanlığın bir tek gruptan, yani aile grubundan türediğine işaret etmektedir. 'Ümmet'in ne olduğumu birinci ciltte açıklamıştık. Grup ve millet manaları­na gelen bu kavram, insanlığın ilk grubunu, yani hücre topluluğunu ifade et­mektedir.

Ayette geçen {kâne) kelimesi, insanlığın başlangıcının sosyal grup olduğunu söylememize imkân tanımaktadır. Bu bilgiden hareket ederek, insanlığın tek bir gruptan çoğalıp yayıldığını söyleyebiliriz. Demek ki, insan­lar dünyanın ayrı ayrı kıtalarında yaratılmış değil, bir gruptan türeyip her ta­rafa dağılmışlardır.

Ümmet kelimesinin uymak manasına gelen (i'timam) kelimesinden geldiğini Razi'den öğreniyoruz.[12]

Bu manadan hareket edersek ümmetin, aynı şey üzerine ittifak eden, par­çalan birbirine uyan, hayat tarzı, dünya görüşü ve ideal bakımından uyum içinde olan topluluk olduğunu söyleyebiliriz. (İnsanlar tek bir ümmetti) ifadesinde ümmet kavramı, yapı itibarıyla doğurgan olan kadına benzetilmiştir, ki bu, ümmet denen grubun, durmadan artan ve gittikçe fark-lılaşan bir yapıya sahip olduğu anlamına gelir. Umm yani ana kelimesinden geldiği için de, kardeş gibi birbirine yakın, uyum içinde, çatışma olmayan bir yapıyı da ifade etmektedir. İttifakın, uyumun, birlik ve beraberliğin bozuldu­ğu bir sosyal yapıya ümmet denemez. Ümmet kelimesi, grubun işleme tarzı­nı ve sosyal yapısını ifade etmektedir.

Ayetteki ümmet kelimesini 'din, inanç' manasına da alabiliriz. Vaktiyle in­sanlar tek bir inancı paylaşıyorlardı, o inançta ittifak etmişlerdi ve uyum için­deydiler. Dinî inanç insanları bir araya getirdiği, aralarında ittifak sağladığı, birlik ve beraberliği temin ettiği için 'ümmet' adını almaktadır. İnsanların tek bir ümmet olduğunu söylemek; onların tek bir inanca, yani tek dine mensup olduklarım ifade etmektir. Böylece, dinin görevi de ortaya çıkmaktadır. Sos­yal ve kültürel bütünlüğü temin eden kurallar topluluğuna din denmektedir. Zuhruf/22 ayetindeki 'ümmet' kelimesi dini ifade etmektedir. (Doğrusu biz, babalarımızı bir ümmet (din) üzerine bulduk).

Tek bir din üzerinde olan insanların tek bir sosyal grup, yani millet oluş­turacakları da bir gerçektir. Aynı dine mensup oldukları halde milletlerinin farklı olduğunu iddia edenler de vardır; ve bu da sosyal bir gerçekliktir. İn­sanlığın ilk dönemindeki kapalı toplumu dikkate alırsak, aynı dine mensup tek bir sosyal grup oldukları anlaşılacaktır. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin devamına bakarsak, buradaki 'ümmet' kelimesine 'din' manası verme­miz uygun olacaktır.

2. Allah onlara müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi.

Aynı dinin etrafında toplanmış bir topluluğa Allah niçin uyarıcı ve müjde-leyici peygamberler göndersin? Bu sorunun cevabını, ayetin devamında kıs­men bulmaktayız, ama esas cevabı Yunus/19 ayetindedir:

İnsanlar bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm veri­lirdi.

Ayetten anlaşıldığına göre, peygamberlerin gönderilmesinin sebebi, in­sanların arasında ihtilaf çıkmasıdır. Sosyal bütünlüğü bozan, birlik ve bera­berliği ortadan kaldıran çatışmalar insanlık için bir bataklık oluşturur. Bu ba­taklığı kurutmak için Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Çatışmalar is­ter dinî, isterse sosyal içerikli olsun, toplumda tedavisi mümkün olmayan sosyal yaralar açmadan müdahale edilmesi gerektiği için Yüce Allah hemen uyarıcı ve müjdeleyici olarak peygamberler göndermiştir.

Yunus/9 ayetinden hareket edersek, ihtilafın ilk konusunun din olduğunu söyleyebiliriz. Dinde ihtilafın çıkması demek, insanları şirk ve inkâra götü­recek tartışmaların başlaması ve ileri safhaya ulaşması demektir. İlk dinin İs­lâm olduğu, yani tevhid inancı olduğu gerçeğinden hareket edersek, şirk ve inkârın sonradan ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yunus/19 ayetinde geçen ümmet kelimesine -'sosyal grup' manası verir­sek- topluluk diyebiliriz. O zaman, toplumda çıkan, ama din içerikli olma­yan ihtilafları, çatışmaları gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Yüce Allah is­ter dinî, isterse sosyal içerikli olsun, insanların ihtilafa düşmelerinin, pey­gamberlerin ve vahyin gelmesine neden olduğu gerçeğine dikkat çekmekte­dir. Çünkü Yunus/l 9'da Yüce Allah, ihtilafların toplumu yıkıma götürebile­ceği gerçeğine işaret etmiştir.

3. İhtilaflara müdahale şekli

Peygamberler, toplumda çıkan ihtilaflara, çatışmalara, bölünmelere mü-

decek olanlara verilecek mükâfaatlara dikkat çekerler; zira sosyal çatışmalar üzerine karamsarlık ve tehditle gitmek onların daha da derinleşmesine sebep olur. Müjdelemek kavramı ayette (beşşere) kelimesiyle ifade edilmek­tedir. Bu kavram; sevindirmek, memnun etmek, bahtiyar olmak, iyi haberle­ri ilan etmek, iyi haberler getirmek, yaymak, neşretmek, telkin etmek, nasihat etmek manalarına gelmektedir. (bişr) kalıbından alındığında sevinç, haz, neşe anlamına gelir. "(beşir) kalıbından getirilince, güzel haberler getiren, haberci, müjdeci, geleceği haber veren, kutsal kitabı vaazeden mana­larını ifade etmektedir. 'Beşere' kelimesinin başka anlamlan da vardır: Ka­buğunu soymak, derisini yüzmek, kazıyarak temizlemek, soymak, tırmala­mak, rendelemek, el sürmek, dolaylı temas etmek, cinsel ilişki kurmak, ku­lak vermek, yaklaştırmak, tutmak, takip etmek bunlardan bazılarıdır.

Bu kavram 'çekirge' ile birlikte kullanılınca çekirgenin, yerde olan bitki­yi yeyip araziyi çıplak hale getirmesini ifade eder.

(beşer) kalıbından alındığında, insan/insanlık anlamına gelmektedir. [13]

 

Beşer Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Sevinmek

Fussilet/30 ayetinde bu manaya gelmektedir: (Size vaadolunan cennetle sevinin).

2. Karısıyla cinsî münasebette bulunmak

(Mescidlerde itikafa çekildiğinizde, hanımları­nızla cinsî münasebette bulunmayın!)

Bu fiilin müjde kavramından türetilmesi, cinsî münasebetin insana verdi­ği nazdan kaynaklanmaktadır. Belki de müjdelemeyi en iyi anlatan 'tabii' bir davranıştır.

3. Müjdelemek

Bakara/25 ayetinde dünyada iyi amel yapanlara, ahirette alacakları ödülü haber verip müjdelemek anlamında kullanılmaktadır:

(İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!..)

4. Beşer, insanoğlu, insanlık

Yüce Allah insanoğluna da (beşer) demektedir. Müjde ve sevinç ile insanı birleştirmektedir. İnsanın genel ismi olan 'beşer' kavramı sevinçten, müjdeden türemiştir, veya müjde insanoğlu denen 'beşer'den gelmektedir.

Hangisinin hangisinden türediği o kadar önemli değildir, önemli olan ikisi­nin aynı kavramda buluşmuş olmalarıdır. Demek ki müjde, sevinç ve mutlu­luk ile insanlık aynı kavramdan gelmekte ve aynı manadan beslenmektedir. Böylece insanlığın sevince doğru yol alması, onu amaç edinmesi ve ona sev­dalanması en doğal hakkı ve belki de vazifesidir.

(İçimizden bir beşere mi uyacağız? O takdirde, biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz). [Kamer/24]

Kur'an'da 'insanoğlu' manasına gelen 'beşer' kelimesi 'eşitliği' ifade et­mektedir:

(De ki: "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım"). [Kehf/110]

İnsanlar yaratılış itibariyle birbirlerine eşittirler. Bu yönleriyle 'beşer' adı­nı alırlar. Sonradan kazandıklanyla birbirinden ayrılırlar; mesela: Peygam­berlerin vahy alması, bazılarının derin bilgiye sahip olması gibi. Sonradan alman vahyi ve kazanılan bilgiyi bir tarafa bırakırsak insanlar eşittirler. Bu­nu ifade etmek için 'beşer' kavramı kullanılmaktadır.

Diğer taraftan 'beşer' kavramının özünde, ölümlülük manası da vardır. Yaratılmış olmak, ölümlülük özelliğine sahip olmak, müşterek yönümüz ol­duğu için 'beşer' gibi genel bir kavramla ifade edilmekteyiz. Demek ki, son­radan kazandıklarımızdan sıyrıldıkça, yaratılış kanununa inildikçe insanlar eşitlenmekte, müşterek özellikleri ortaya çıkmakta ve bir kavramın içine ko-nabilmektedir.

İşte hukuk, insanın 'beşer' olan yönünü ele almakta, sonradan kazandık­larına bakmadığı için eşitliği sağlamaktadır. "Hukuk karşısında herkes eşit­tir" ilkesi bundan kaynaklanmaktadır. Bu manaları bir araya getirip bir genel­leme yapacak olursak, kabuğunu soymak anlamıyla 'beşere' kelimesini ele aldığımızda, insanın ruhundaki kederi gidermek, onu soyup atmak ve insanın özünü ortaya çıkarıp sevince boğmak manasını ifade eder. Peygamberler müjdelerken, verdikleri iyi haberlerle insanlığın üzerine çöken korku ve ke­der bulutunu soyup atarlar.

Rendelemek manasıyla 'tebşir' insanın kabalıklarını ortadan kaldırmak, ona bir şekil verip inceltmektir. Müjde insanın ruhunu incelttiği için, rende­lemek manasını kazanmıştır. Peygamberler müjdeleyicidir, çünkü onların ge­tirdiği vahiy ve vahiy doğrultusundaki faaliyetleri insanların ruhlarını inceltmekte, şahsiyetlerini kibarlaştırmaktadır.

Cinsî münasebet manasıyla tebşir, iki kişiyi birbirine yaklaştırmak, kav­gaları kaldırmak anlamını ifade eder. Cinsî münasebette bir anlaşma, bir kay­naşma ve bir beraberlik vardır. Toplumda veya insanlıkta kavgaların ortadan kalkması, anlaşma ve kaynaşma sağlanması da peygamberlerin bu müjdele­me görevinden gelmektedir. Diğer taraftan (beşer) yani insan olma ile müjdenin/sevincin aynı kelimeden gelmesi, sevincin insanın en doğal hakkı olduğunu göstermektedir. İnsan için aslolan sevinçtir, keder ve üzüntü ârizî şeylerdir. Onun içindir ki, peygamberlerin en önde gelen vazifeleri; müjdele­mek, insanları sevince gargetmek, özlerindeki duyguyu ortaya çıkarmaktır.

Allah'ın emrini ve Peygamber'in sünnetini hayata geçirmek isteyen din adamları, insanlara daima müjde vermeli ve onları sevince boğmalıdırlar. İç­lerindeki sevinç duygusunu ortaya çıkarıp yüzlerinde panldamasını sağla­mak, din adamının en önemli ve en önde gelen görevlerinden biridir.

Ümitsiz ve kötümser olan insanlara ümit ve müjde vermek, onları sevin­ce garketmek dinin temel gayesidir. Ümidin kesildiği yerde ve anda müjde­nin çıkagelmesi o insanlara yeni bir hayat vermekte ve o yolu açan Allah'a yeni bir duygu ve iman doğurmaktadır. Toplumu bölen, tefrika yaratan sos­yal ve dinî ihtilafları ortadan kaldırmak, ancak ümit ve müjde vermekle mümkün olabilir. Tefrika denen sosyal kirlenmeyi temizlemek manasına ge­len 'tebşir', bu anlamıyla sosyolojik bir mana kazanmaktadır. Bu temizlik as­lında, insana insan olduğunu hatırlatmak ve hissettirmektir. [14]

 

İnzâr Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:

 

Sosyal hayat ve dindeki bütünlüğü idame ettirmenin yolu, tefrikaya kadar giden ihtilafları ortadan kaldırmaktan geçer. İhtilafların ortadan kaldırılması­nın diğer bir yolu da 'inzar'dır. Peygamberlerin ikinci görevi olan ve uyan manasına gelen inzann diğer anlamlan şunlardır:

(nezere) kendini vakfetmek, takdis etmek, adamak, and içmek, ye­min etmek, uyarmak, ikaz etmek, ihtar etmek, nasihat, öğüt, tenbih, haber vermek, ilan etmek, tebliğ etmek demektir.

Bu kelime (nezir) kalıbından alınınca, kendini Allah'a vermek, adamak, ciddi bir şekilde yemin etmek, uyancı, haber veren, müjdeleyici, tehlikeyi haber veren manalarına gelmektedir. Bu kavramın Kur'an'daki manalarına gelince:

1. Adamak

Bir vakit İmran'ın karısı şöyle demişti: "Ey benim Rabbim! Karnımdakini sa­na adadım". [Âl-i İmran/35]

Burada 'nezr/adama' karnındaki çocuğun hem erkek olması ve hem de güzel bir şekilde terbiye edilip büyütülmesi için bir annenin yalvarışını ifade etmektedir.

Diğer taraftan "oruç adamak" manasına da gelmektedir:

("Ben, çok merhametli olan Allah'a susma orucu adadım" de!) [Meryem/26]

Fiil anlamında 'adamak', isim olarak da 'adak' anlamına gelmektedir:

Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı kesinlikle Allah bilir. [Ba­kara/270]

Bu ayette, hem fiil ve hem de isim olarak kullanılmıştır.

2. Uyarmak

Yüce Allah Hz. Hud'un tebliğini anlatırken kavramı fiil olarak kullanmaktadır: Ve hatırla Ad'ın kardeşini, Ahkaf ta kavmini uyardığı vakit... [Ahkaf/21]

Peygamberlerin nelerle ve hangi konularda uyardıklarını şu ayetlerden öğrenebiliriz:

Yıldırımla [bkz. Fussilet/13]; alev alev yanan bir ateşle [bkz. Leyl/14]; yakın bir azapla [bkz. Nebe/40] yakalanıp çarpılmakla [bkz. Kamer/36]; vahy ile [bkz. Enbiya/45]; kitapla [bkz. En'am/92]; Kur'an'la [bkz. Yasin/6]; buluşma günüyle [bkz. Mü'min/15]; ahiret/kıyamet ile [bkz. Zümer/71]; has­ret günü ile [bkz. Meryem/39] Allah'ın tek olduğu ile [bkz. Nahl/2].

Genelde uyanlar bu konularda yapılmaktadır. Peygamberler, insanları Al­lah'ın vahyi ile uyarmaya çalışırken, insanları kötü davranışlardan caydırma­yı hedef almaktadırlar. Dünyada yapılan davranışların ahirette değerlendiri­leceğini, kötü amellerin cezalandırılacağını bildirerek uyarma, caydırıcı ol­ma özelliğini taşımalıdır. Dinî açıdan yapılan uyarılar ilahî vahye dayanmalı ve ondan kaynaklanmalıdır.

Yüce Allah uyandan kimlerin istifade edeceğini de bildirmektedir. Bu, dolaylı olarak uyandan istifade etmeyeceklerin/edemeyeceklerin bulunabileceğine de işaret etmektedir:

(Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmeden Rah-man'dan korkan kimseyi uyarabilirsin). [Yasin/11]

Kur'an, Hz. Peygamber'e ataları uyanlmamış bir toplumu uyarmak için gönderilmiştir [bkz. Yasin/6]. İman etmeyip, gaflet uykusuna devam edenler, aslında kendi beyinlerine zincir vurmakta; önlerine bir set, arkalarına da bir set konmasına sebep olmaktadırlar [bkz. Yasin/7-9].

Yüce Allah, iman etmemekte direnen, gaflet uykusundan uyanmayan, beynine zincir vuran, etrafını duvarla çeviren insanların, uyanlardan etkilen­meyeceklerini ifade etmektedir [bkz. Yasin/10].

Geçmişten gelen yanlış bilgilerin zincirinden beynini kurtaramayan, bâtı­lın etrafında ördüğü duvarı yıkamayan, gönlünde iman tohumunu yeşerteme-yen ve uyanma ihtimali olmayan, gafletin karanlığını aydınlatma isteği taşı­mayan insanların uyanlardan etkilenmeyeceklerini; uyarmakla uyarmamanın onlar açısından eşit olduğunu söylemek suretiyle Yüce Allah, eğitilemeyecek insanların bulunduğuna işaret etmekte ve böylece din eğitiminde emeğin bo­şa gitmesini engellemektedir.

3. Aydınlatmak

Tevbe/22 ayetinde geçen inzar kelimesi, 'nasihat etmek, aydınlatmak ve öğretmek' manalarına gelmektedir. Ayet mealen şöyledir:

Bütün bunlarla birlikte, (savaş zamanı) mü'minlerin hepsinin toptan yola çık­ması doğru olmaz; onların arasında her gruptan bazılarının seferden geri kal­maları, din hakkında derin ve sağlam bir bilgi elde etmek için çaba gösterme­leri ve seferden dönen kardeşlerini aydınlatmaya çalışmaları daha yerinde ola­caktır. Böylece belki, onlar kötülüğe karşı kendilerini korurlar.

Din ve ilim adamlan önce derinlemesine dini incelemeli, sonra elde ettik­leri Vilgîleri, \otuluk"lerden "korunabîlmelefı için "insanlara ogretmeiıöır. Allah bu ayetteki 'inzar' kelimesini peygamberlerin dışındaki ilim adam­lan için kullanmakta ve böylece onlann da bu faaliyeti sürdürebileceklerine işaret etmektedir. Onun için ayetteki bu kelimeye öğretmek, aydınlatmak ve nasihat etmek manasını vermekteyiz.[15]

Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki: İnzar, 'korkutmak'tan daha çok 'aydınlatmak, öğretmek, nasihat etmek, irşad etmek' faaliyeti ile alakalı bir eyleme yakın düşmektedir. Peygamberler uyarır, alimler ise öğretip aydınla­tırlar. Bütün peygamberlerin ortak görevleri arasında yer alan müjdelemek ve uyarmak, eğitim faaliyetinin hem metodu ve hem de amacı olmalıdır. Bir ba­kıma müjdelemek, öğretim faaliyeti için insan gönlünü ve beynini hazırla­mak; inzar da öğretimi yani bilgilendirmeyi gerçekleştirmektir. Başka bir ifa­deyle, müjdelemek insanlarda alaka uyandırma safhasını; uyan da öğretim safhasını teşkil etmektedir. Alaka uyandırmadan öğretim faaliyetinin verimli olması mümkün olmadığı gibi, müjdelemeden de dinî öğretimin verimli ol­ması imkânsızdır. Onun içindir ki Kur'an'da müjde, uyarıdan önce gelmek­tedir.

İnsanların tek ümmet olmaları ile onlara müjdeliyici ve uyarıcı peygam­berlerin gönderilmesi arasındaki bağlantıyı nasıl kurmalıyız? Peygamberle­rin görevi insanları gruplara ayırmak değil, onları bir millet olarak görerek görevlerini icra etmektir.

(İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitaplar da gönderdi).

Ayetin bu kısmı, Yüce Allah'ın kutsal kitapları niçin gönderdiğini açıkla­makta; kitapların gönderiliş amacını bildirmektedir. İlahî vahyin, yani pey­gamberlerin getirdikleri mesajın amaçlarından biri ve en önemlisi, insanların çözemedikleri, ihtilafa düştükleri konulan çözüme kavuşturmaktır. Eğer in­sanlar, aralarındaki meseleleri çözümleyebilselerdi, bazı konularda ihtilafa düşmeselerdi vahyin gelme nedenlerinden biri eksik kalacaktı.

İnsan aklının çözmek için gayret sarfettiği alanlarda ve anlarda devreye nefis girdiği için, akıl, etraflı düşünüp meseleye çok yönlü yaklaşamamakta, nefsin muhalefetini kıramamaktadır. İşte bu ihtilaflan gidermek, hakikati or­taya çıkarmak ve çözümsüz görünen meseleleri çözümlemek için Yüce Allah peygamberleriyle beraber kitap göndermiştir. Ayetin bu kısmında yer alan (bi'1-hakkı) kavramı ile kitap arasındaki bağlantı, kitaplann hakikati or­taya koyma özelliği olduğunu göstermekte; peygamberlerle gönderilen ilahî mesajların, hakikati bütün çıplaklığı ile ortaya koyduklannı, çözümlemelerinde taraf olmadıklarını, evrensel ve objektif olduklarını ifade etmektedir. Aslında (bi'l-hak) ifadesi hak ile demektir; yani Yüce Allah, gönderdiği kitaplara 'hak' yüklemiştir; onlar hakkı taşımakta; gerçek çözümü içlerinde barındırmakta; tarafsız, adil, hatasız ve sağlam çözümü getirmektedirler.

Ayetin bu kısmından şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: İnsanların ihtilaf etmeleri; çatışmaları ve münakaşa etmeleri tabiidir. Tabii olmayan şey, o ih­tilaf ve çözümsüzlükleri ortadan kaldırmamaktır. İşte Yüce Allah bu ihtilaf­ları derinleşmeden, kavga ve tefrika haline gelmeden, insanları bölmeden ve yaralamadan çözümlemek için kitaplarım göndermiştir. İnsanın olduğu yer­de ihtilafın olması tabiidir; ancak onların insanlığa zarar verecek hale gelme­sini önlemek zorunludur.

(Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan dolayı dinde anlaş­mazlığa düştüler).

Ayetin bu kısmında Yüce Allah delil ve bilgi geldikten, yani kendilerine hakikat öğretildikten sonra insanların ihtilafa düşmelerinin nedenini bildir­mekte; sebep sonuç ilişkisini tesbit etmektedir. Buna göre sebep (bağy), yani 'haset'tir, sonuç ise bilgiye sahip olanların ihtilaf etmeleridir. Yüce Al­lah inanan ve bilen insanların sosyolojik manada ihtilafa düşüp bölünmeleri­ne, psikolojik bir oluşum olan 'hasedin' sebep olduğunu ifade etmektedir. Demek ki hasedin tahribatı, sosyal bölünmeleri derinleştirme ve insanlar ara­sı ilişkilerde kapanmayacak tefrika ve yaralar açma şeklinde kendini göster­mektedir.

Hasedin derin sosyal yarası, bilgili insanların o kötü duyguya kapılmala­rından kaynaklanmaktadır. Bilmeyen insanların hasedi ile bilen insanların hasedi arasında fark olacağı için Yüce Allah, "Apaçık deliller geldikten son­ra" ifadesini kullanmaktadır. "Apaçık deliller geldikten sonra" ifadesi, onla­ra eğitim-öğretimin yapılıp hakikatin öğretildiğini, buna rağmen onların ihti­laf ettiklerini göstermektedir.

'Hased' karşılığını verdiğimiz (bağy) kelimesine Zemahşeri, 'Dünya­ya olan hırsın meydana getirdiği zulüm ve insafın azlığı' manasını vermekte­dir. Bu manadan hareket edersek, hasedin toleransı yok ettiğini söyleyebiliriz. Bilgili insanların toleranslı olmaları gerekir. Toleranssızlık hasedin ateşini artınp genişletmekte, insanlar arasındaki birlik ve beraberliği yakıp kül etmek­tedir. Ormanda farklı ağaç ve bitki örtüsünün bulunması, nasıl tabii ise, insan­ların farklı düşüncelere sahip olmaları da tabiidir. Nasıl ki "Neden bu orman­da farklı cins ve yapıda ağaçlar vardır?" diyerek orman yakılamıyorsa, "Ne­den insanlar farklı düşünüyor?" diyerek insanlar da haset ateşiyle yakılamaz-lar. Hasedin girdiği yerde, bilginin besleyip büyüttüğü o güzelim yeşilliklerin yanıp kül olacağım öğretmek için Yüce Allah bu ayeti indirmiştir. Kendileri­ne gelen apaçık delillere rağmen insanlar hangi konuda ihtilaf ettiler? İlahî vahyin anlamı -Zemahşeri'nin dediği gibi- o kitabın hükümleri hakkında ih­tilafa düştüler. Burada tehlikeli olan nokta, dini öğrendikten sonra, din hakkın­da ihtilafa düşüp mezhepleşme olgusudur; çünkü mezhepleşme, dini beşeri-leştirmektedir. Yorumlar dine sokulmamalıdırlar. İşte Yüce Allah, İslâm'dan önceki din mensuplarının düştüğü bu hatayı bildirerek, Hz. Muhammed'e ina­nanların aym hataya düşmelerini önlemeyi murad etmektedir.

İnsanın duygularının bilgi karşısında en zor eriyeni, en zor etkileneni ve en inatçı olanı hasettir. Bilginin etkisini devre dışı bırakan, hasetten başka bir duygu yoktur. Hasedin karanlığını bilginin ışığı bile dağıtamadığından, insanlık haset denen psikolojik tanrıya kulluk etmektedir. Haset denen tan­rıyı en çok memnun eden kurban, insanların birlik ve beraberliğinin bozul­masıdır. İnsanlar derin ihtilaflarla tefrikaya düştükçe, haset tanrısı gıdalan-makta, zevklenmekte ve kullarından memnun olmaktadır. Ayetin başında yer alan "İnsanlar tek bir ümmetti" ifadesi, birliği darmadağın eden şeyin, bilen insanların haset saikiyle ihtilafa düşmeleri olduğunu beyan etmektedir. Hasedin olduğu yerde bütünlük, birlik, kardeşlik yoktur; derinlemesine ihti­laf, parçalanma, tefrika ve kavga vardır. Onun içindir ki Yüce Allah, insan­ların kendi iradeleri ile hasetten kurtulmalarının mümkün olmadığını beyan sadedinde şöyle buyurmaktadır:

Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden (şafağın/aydınlığın rabbine sığını­rım). [Felak/5]

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette, "deliller geldikten sonra" buyu-rulurken, başka ayetlerde "ilim geldikten sonra" ifadesi yer almaktadır.[16]

Zemahşeri'nin (bağy) kavramına 'zulüm' anlamını vermesi çok manidardır; çünkü bilgiyi yerli yerinde kullanmamak, ihtilafların devam etmesi de­mektir. Zaten 'zulüm' de bir şeyi yerli yerinde kullanmamak demektir. Pey­gamberlerin müjde ve uyarıları, Yüce Allah'ın mesajı hedeflerine ulaşmadık­ça, yanlış alanlarda kullanıldıkça zulüm devam ediyor demektir. Bilindiği gi­bi, bir "sosyal bütünleşme" bir de "kültürel bütünleşme" vardır. Kültürel bü­tünleşmenin temel taşlan veya üzerinde oturduğu temel değerler akıl, bilgi, iman ve ortak hayattır. Kültürel bütünleşmeyi yıkan şeyler de aklını kullanma­mak, bilgiyi yerli yerinde istihdam etmemek, imanda zayıflık ve ortak haya­tın doğurduğu örf ve adetleri küçümsemektir. Yüce Allah, Bakara/213'te 'üm­met' kavramı ile hem sosyal bütünleşmeyi ve hem de kültürel bütünleşmeyi ele almaktadır. Ayetteki 'insan' kavramı ile 'ümmet' kavramının bütünleşme­sine, yani milletler arası evrensel bütünleşmeye dikkat çekmekte; peygamber kavramıyla da kültürel bütünleşmeye ışık tutmaktadır. Hangi coğrafyada ya­şarsak yaşayalım, hangi kültür ve etnik gruptan olursak olalım insan olma özelliğimizle bir bütünüz. Peygamberlerin getirdiği ilahî mesajlarla da bu bü­tünleşmenin kültürel boyutu veya türü ortaya çıkmaktadır.

Hucurat/13 ayetinde, sosyal bütünleşmenin dayandığı temel değerlerden olan kaynaşma, tanışma ve birbirini sevme 4/ (arefe) kavramıyla karşılan­mıştır.

(Allah, inananları, -izniyle- üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate şevketti).

Ayetin bu kısmından çıkartılacak neticelere gelince:

1. Allah'ın rehberlik faaliyeti (hidayeti) iman edenleri kapsamına almak­tadır. Bu noktadan hareket edersek diyebiliriz ki iman, ihtilafların çözümüne Allah'ın müdahalesini getiren alt yapıyı oluşturmaktadır. İnsanlar kendi ira­deleriyle, derin ihtilaftan ortadan kaldıramayabilirler; o zaman ilahî irade devreye girer. İlahî irade de imanı şart koşmaktadır.

2. Zeccac, ayette geçen (bi-iznihi) ibaresine "ilmi ile"[17] manasını ver­mektedir. Zeccac'a hak vermek gerekiyor; çünkü, ihtilaflar ancak bilgi ile çö­zümlenebilir. Allah insanların hak üzerindeki ihtilaflannı ilmi ile gidermekte­dir. Bu da, rehberliğin bilgi ile yapılacağını göstermektedir. Aynca -Razi'nin naklettiğine göre- (bi-iznihî=izniyle) kavramını 'iradesiyle' şeklindede tefsir edenler de vardır. 'İzn' kelimesini 'irade' ile karşılamak doğrudur, çün­kü her iznin içinde izni verenin iradesi vardır. İstenmeyen şeye izin verilmez.

Yine Razi, -AV (O'nun izniyle) ifadesinin "O'nun emri ile" manasına gel­diğini söyleyenlerin bulunduğunu nakletmektedir.

Demek ki, ayetin bu kısmında yer alan hidayet, yani doğruya iletmek, çözmek, rehberlik etmek eylemi ile 'izin' yani 'ilim, irade ve emr' kelimele­ri bir araya gelmektedir. Bu birliktelikten şu noktaya varmamız mümkündür: İnsanların ihtilaf edip de çözemedikleri meseleleri Yüce Allah hadi sıfatı ile çözümlemektedir. Hidayet, ihtilafları çözmek manasına gelmektedir. Bu ma­nadaki çözümlemenin özünde izin, emir, bilgi ve irade yer almaktadır. Emir, bilgi ve irade bu ayette 'izin' kavramı ile ifade edilmiştir.

(Allah isteyeni doğru yola ulaştırır).[18] Aslında ayetin bu kısmına "Allah dilediğini doğru yola ulaştırır" manasını vermek daha doğru olabilir.

'Dilediğini' ifadesiyle, "iman eden kimse" kasdedilmektedir. Allah'ın iman edenleri hidayete erdirmeyi dilediği, bundan önceki bölümden anlaşıl­maktadır. İman edenlerin ihtilafını gidereceğini daha önce beyan ettiğini dik­kate alırsak -ki izni ile bunu yapacağım belirtmişti- bir önceki (bi-izni-/îf=izniyle) ifadesini, bu kısımdaki 'dileme' kelimesi ile tefsir edebiliriz. "Al­lah kimi hidayete erdirmeyi diler?" sorusuna, "İman edenleri" şeklinde cevap vermemiz en doğrusudur.

Burada soracağımız ikinci soru şudur: Buradaki sırât-ı müstakim (dosdoğ­ru yol) kavramı neyi ifade etmektedir? Cevap: İhtilafların ortadan kaldırılma­sını. Öyleyse, haset saikiyle insanların düştükleri derin, yıkıcı ve bölücü ihti­lafların giderilmesi, sosyal ve kültürel bütünleşmenin sağlanması "doğru yo­lu" oluşturmaktadır. Demek ki hasedin meydana getirdiği derin ihtilaflar, doğ­ru yoldan sapmak manasına gelmektedir. Dolayısıyla antlaşma, bütünleşme, birlik-beraberlik, kaynaşma, birbirlerine karşı toleranslı olma, birbirinin fikri­ne saygı gösterme doğru yolun temel taşlarını oluşturan değerlerdir.

Şimdi Bakara/213 ayetini bir bütün olarak yorumlarsak, şu genellemeleri yapabiliriz:

1. Sosyolojik manada, insanlar başlangıçta bir çekirdek gruptan oluşmuş­tu. Ayette buna "bir ümmet" denmektedir. Başlangıçta bir grup olan insanlar, daha sonra çeşitli grup, kavim ve milletlere ayrılmışlardır.

2. Kendilerine açık deliller geldikten sonra insanlar haset sebebiyle ihtila­fa düştüler. Yüce Allah bu ihtilafları gidermek, taraflardan haklı ve haksız olanı belirlemek için müjdeleyen, uyaran ve beraberinde ilahî mesaj bulunan peygamberler gönderdi. Yüce Allah ihtilaflara müjde, uyan ve ilahî vahy ile müdahale edilmesi halinde ihtilafın ortadan kaldırılma şansının yüksek ola­cağını bu ayetiyle beyan etmektedir.

3. Hasedin meydana getirdiği ihtilafların yarası çok derin olduğu, ilahî müdahale gerektirdiği için Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Ancak peygamberlerin müdahalesi de yetersiz kalabilir. O zaman Yüce Allah kendi iradesini, takdirini, iznini ve ilmini devreye sokarak iman edenlerin ihtilafla­rını gidermektedir. Böylece Yüce Allah, imanın ilahî çözümü bir lütuf olarak getireceğine işaret etmiş olmaktadır.

4. İhtilafların ortadan kalkması, barış, birlik ve beraberlik içinde bir sos­yal hayata ulaşmak, doğru yolda olmak demektir. Kısaca Yüce Allah, bölün­melerin altında yatan psikolojik nedeni açıklamakta, peygamberlerin gönde­riliş nedenini bildirmekte ve kendi takdirini kimlerden yana kullandığını ve kullanacağını beyan etmektedir. [19]

 

Allah'ın Yardımı Yakındır:

 

214. Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelen­ler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi san­dınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberinde­ki müminler "Allah'ın yardımı ne zaman?" dediler. Bile­siniz ki Allah'ın yardımı yakındır. [20]

 

Ayetten Çıkarılan Neticeler:

 

Bu ayetten şu neticeleri çıkartabiliriz:

1. Yüce Allah, farklı inanca mensup gruplar arasında çatışma olacağı ger­çeğini vurgulamakta; 213. ayetteki ihtilafların zamanla kavgaya, kavganın da savaşa dönüşebileceği olgusunu gözler önüne sermektedir.

Ayetin nüzul sebebi olarak kimileri Hendek savaşım, kimileri Uhud sava­şını, kimileri de hicrete sebep olan sıkıntıları göstermektedir. Ayetin "Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin sizin de başınıza gelme­den cennete gireceğinizi mi sandınız?" bölümü, yeni bir din ve peygamberin gönderildiği toplumlarda benzer olguların meydana geldiğini ve bunun bir süreç olduğunu anlatmaktadır.

Her peygamber ve onun mü'minleri memleketlerini bırakıp hicret etmiş, bazen de çetin mücadelelere girmişlerdir. Hemen hemen her peygamberin hayatında bir çeşit hicret vardır. Hz. Adem'in cennetten çıkarılması ile, Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışı, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret etmesi buna örnek gösterilebilir.

"Mum dibine ışık vermez" deyiminden hareket ederek diyebiliriz ki pey­gamberler, doğdukları toplumda etkili olamadıkları için, yabancıları aydın­latmak için hicret etmişlerdir.

2. Cennetin yolu sıkıntı ve ızdıraplarla doludur. Bu sıkıntı ve ızdıraplara katlanmadan, cennetin önündeki engelleri aşmadan cennet denen ödüle ka­vuşmak, onu elde etmek mümkün değildir. Sosyal hayatta çekilen sıkıntı ve ızdıraplar insanları eğitmekte ve sabırlarını tecrübe etmektedir. Ankebut/1-2 ayetleri bu sıkıntı ve çilelerin imtihan olduğunu bildirmektedir:

İnsanlar (sadece) 'inandık' demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de dene­dik, o halde (bugün yaşayanlar da sınanacak ve) elbette Allah, doğru davranan­ları ortaya çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir.

Sadakat gösterenlerle, yalandan iman edenleri belirlemek için imtihan şarttır. İmtihan bu farkı ortaya çıkaracaktır. İmtihanın sorulan, sıkıntı, ızdı-rap ve çile olacaktır. Bu tarz imtihan, ilahî bir uygulamadır. Hz. Muham-med'in ümmeti de ondan öncekiler gibi bu imtihanı yaşamış ve yaşayacaktır.

İmanın cennete götürebilmesi için sosyalleşmesi, zorluklar karşısında sa­bır ve sadakate dönüşmesi gereklidir. İhtilafların doğurduğu mücadele, kav­ga, savaş ve onların getirdiği çilelere göğüs germek, onları çözmek çok cid­di bir sınavı basan ile geçmektir. Bu başannın ödülü de cennet olmaktadır. Âl-i İmran/142 ayeti de benzer bir mesaj içermektedir:

Allah (kendi yolunda) üstün çaba gösterdiğinizi ve zorluklara karşı sabırlı ol­duğunuzu görmedikçe cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Cihad denen üstün gayret ve çaba ile sabır ilahî imtihanın sorulan olarak takdim edilmekte, bunların bilinmesi ile de cennetin kime verileceği ortaya çıkacaktır. Demek ki cennete giden yol, Allah uğrunda cihad ve sabırdan geç­mektedir. Dünyadaki üstün gayret ve sabnn karşılığı ahirette cennettir.

Buharî'nin Kitâbu İkrahının 1. hadisinde bu sıkıntılann neler olduğunu, geçmiş toplumlann hangi belalarla karşılaştıklannı anlatan ve ilahî davanın mutlaka bir gün zafere ulaşacağını bildiren Hz. Peygamber, çilesiz zaferin olamayacağına işaret etmektedir.

3. Yoksulluk, sıkıntı ve korku geçmiş toplumlardaki iman edenlerin çile­sini oluşturmuş ve imtihanlann sorulannı teşkil etmiştir. [21]

 

Be's Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

Ayetteki ibü1 (el-be'sâu) kavramı, yoksulluk manasına gelmektedir. Be'sâu, buus kelimesinden türemiştir. Razi bu kelimenin fakirlik ve yoksul­luk manasına geldiğini söylemektedir. Kelime lügatte kuvvetli, güçlü, ce­sur, korkusuz, yiğit anlamına geldiği gibi, sefil, pek fakir, kötü halde, peri­şan manasını da ifade etmektedir. Aynca yalandan yapmak, taklit etmek, fe­laketin perişanlığı, üzüntülü olmak, sıkıntı çekmek, kederli olmak anlamı­nı da ifade etmektedir. [22]

 

Be's Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

l.Güç

îsra/5'te (be's) kalıbıyla yer almakta, canlı bir varlığın gücünü ifade etmektedir: (Üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gön­derdik). Yüce Allah yeryüzünde fesat çıkaran insanları disipline etmek, za­rarlarını önlemek ve kontrol altına alabilmek için, güçlü insanları görevlen­dirmektedir. Onların bu gücünü ifade ederken (be's) kelimesini kullan­maktadır.

Farklı inanca mensup olan bir grubun diğerine; mesela kafirlerin müslü-manlara karşı sahip oldukları gücü ifade etmektedir. Nisa/84'te bu anlama gelmektedir: (Umulur ki Allah, kafirlerin gücünü kı­rar). Burada inançsız grubun sahip olduğu gücü ifade etmektedir.

Bu kavram, aynı zamanda 'Allah'ın gücü" manasına da gelmektedir. Nisa/84'te bu anlamda kullanılmıştır:

(Allah'ın gücü daha çetindir).

Bir madenin gücünü ifade etmek için kullanılmaktadır:

(Biz demiri indirdik (lütf u ihsan ettik), ki onda büyük bir güç vardır). [Hadid/25]

Bir canlının, sosyal grubun, Allah'ın ve madenin gücünü ifade etmek için kullanılan bu kavram, aslında yoksulluğun ağırlığını, güç ve kuvvetini beyan etmektedir.

2. Azap

(be's) kavramı Kehf/2'de azap manasına kullanılmıştır: Kendi tarafından çetin bir azap ile ikaz etmek için.

Bu anlam ile yoksulluk arasında bir bağlantı kuracak olursak, yoksullu­ğun ferdî ve sosyal manada azaptan bir farkı olmadığı sonucuna varırız.

3.  Şiddet

Nahl/81'de toplumların birbirlerine karşı şiddet kullanmaları ve tehlikeli olmaları anlamına gelmektedir:

(Sizi tehlikelerden korumak için).

Bu ayette, korunulması gereken her tehlikeyi ifade etmektedir.

4. Öfke, ceza

En'am/147'de 'öfke' anlamında 'cezayı' ifade etmektedir: (Onun öfkesi (cezası) suçlulardan uzaklaştınlamaz).

be's) kavramı Allah'a atfedilince hem güç, hem de ceza manasına ge­lir.

5.  Savaş

Haşr/14'te 'savaş' anlamını ifade etmektedir: (Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir).

Yoksulluk, hem fert ve hem de toplum için savaşılması gereken bir olgu olduğundan, esas manası yoksulluk olan bu kavram 'savaş' manasında da kullanılmaktadır.

6. Kötü

İnsanı hayrete düşürecek kadar kötü olanı ifade etmekte; o zaman (bi'se) kalıbından alınmaktadır. Yapılan bir davranışın veya ahirette varılacak yerin kötülüğünü hayretle ifade etmek için kullanılmaktadır:

(Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür). [Ba­kara/102]'

7. Elem verici

Bu kavram jr£f. (beis) kalıbından alınınca 'elem verici' manasını ifade etmekte ve 'azabın' sıfatı olmaktadır:

(Zulümleri ve yapmakta oldukları kötülükleri nedeniyle onları elem verici bir azapla yakaladık). [A'raf/165]

Yoksulluk, fert ve topluma elem getirmekte, psikolojik ve toplumsal acı­yı ifade etmektedir.

8. Yoksul

Hac/28'de 'yoksul' yani 'fakir' manasına gelmekte; hacda kurban etlerinin verilmesi gereken insanları ifade etmek için kullanılmaktadır.

İşaret edilen ayette (bais) kalıbında kullanılmaktadır: (Yoksulu, fakiri doyurun).

Görüldüğü gibi, ayette hem 'bais', hem de 'fakir' kavramları yer almak­tadır.

Bakara/214'te 'be'sa' kalıbında 'yoksulluk' anlamına gelmektedir.

Yukarıda verdiğimiz manaları bir potada eritip senteze gidecek olursak, şu sonuçlara varabiliriz: Yoksulluk, öylesine ağır bir oluşumdur ki, demir gibi güçlüdür. Demirin, vurulan darbelere karşı gösterdiği tepki ne denli güçlü ise, yoksulluğun ortadan kaldırılması da o denli güçtür. Tabii olarak yoksul­luk bir toplum için savaş ve azaptır. Toplumun kemiklerini çatırdatan yoksul­luk, toplumu düşmanının ayağına düşürür. Yoksulluk toplumda öfke uyandı­rır, idarelerin devrilmesine kadar giden bir savaş ve öfke alanı oluşturur. Yok­sulluk, öylesine kötü bir sosyal alan meydana getirir ki, orada ahlâkî değer­ler boy atamaz, solar ve kaybolup giderler. Yoksulluk ortamı, savaş alanın­dan farksızdır. Böyle ortamlarda tüm değerler teker teker katledilir; toplu­mun hayatı, katledilen değerlerin kanları ile sel gibi akınca, ahlâk denen mü­essesenin ölüm ağıtları her tarafı çınlatır.

İşte bu nedenle Yüce Allah, yoksulluğu, yaptığı imtihanın sorusu haline getirmiş, getirmekte ve istikbalde de getirecektir. Müslümanlardan önceki toplumların imanını denemek için Yüce Allah onları yoksullukla imtihan et­miştir. Fakat ayette geçen bu kavramın fail (özne) olması ilginçtir. Yüce Al­lah, yoksulluğu kendisinin verdiğini söylemiyor; tam tersine onlara yoksul­luğun dokunduğunu/isabet ettiğini söylüyor, yani yoksulluğu cümlede 'özne' makamında kullanıyor.

(Onlara öylesine yoksulluk dokunmuş...)

Dikkat edilirse Yüce Allah, yoksulluğu dokundurduğunu değil, yoksullu­ğun dokunduğunu söylüyor. Demek ki bir Allah'ın verdiği yoksulluk; bir de insanın kendi yaptıklarıyla gelen yoksulluk vardır. Yoksulluk, fertten toplu­ma sirayet eden sosyolojik bir kavramdır. Kitle haberleşme vasıtaları yoksul­luğun boyutlarını bilinir hale getirince; toplumlarda bir yoksullar sınıfı oldu­ğu gün yüzüne çıkmıştır. Yoksulluk ile fakirlik arasında fark vardır. Fakirlik, başa çıkılabilen, üstesinden gelinebilen ve çözümlenmesi kolay olan bir ol­gudur. Ama yoksulluk müzminleşmiş, demir gibi katılaşmış ve elem verici bir hale gelmiş, çözümü çok zor olan bir yapıyı temsil etmektedir. Onun için­dir ki Yüce Allah, Hac/28'de bu kavramları ayrı ayrı kullanmaktadır.

Fakirlik, tedavisi kolay bir hastalığı; yoksulluk ise müzminleşmiş ve bu­laşıcı bir hastalığı andırır. Süratle yayılıp toplumun bütün maddî ve manevî müesseselerinin direncini kırar, gelişmelerini durdurup gerilemelerine sebep olur. Fakirlik maddî değerlerin, yoksulluk ise manevî değerlerin elden çıkar­tılmasına vesile olur ve toplumların bağımsızlığını yok ederek başkalarının hakimiyetini kabul ettirmeye kadar götürür. Vücudun her tarafını saran bir kanser gibi ameliyat edilmesi imkânsız bir hale gelir. İşte yoksulluğun bu özelliği sebebiyledir ki Yüce Allah ayette (messethum=onlstra dokun­du) ifadesini kullanmaktadır. Mes yani 'dokunma' kelimesi, teyet geçmek de­mektir. Çünkü yoksulluk, bir topluma yerleşmeye görsün, artık onun ortadan kaldırılması imkânsız denecek derecede zorlaşır. Ama 'dokunması' imtihan için yeterlidir. Yoksulluğun dokunması bile çok ağır bir imtihandır. Zira yok­sulluğun bir toplumun yanından geçmesi bile, bütün sosyal dengeleri alt-üst etmeye yeter. Onun içindir ki ayetteki (messe=dokunma) fiili çok mani­dardır.

Geçmiş toplumlara dokunan sadece yoksulluk değildir; aynı zamanda sı­kıntı da dokunmuştur. Ayette geçen  (darra) kelimesi, felaket, musibet manalarına da gelir. Razi buna, 'korku' manasını vermiştir. [23]

 

Zelzele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

Sıkıntı ve korku psikolojik kaynaklıdır; ama felaket ile musibet dış sebep­lerden kaynaklanan sosyal boyutlu kavramlardır. Felaket ve musibetler top­lumda sıkıntı ve korku uyandırırlar. Bu yakınlıkları nedeniyle Yüce Allah on­ları tek bir kelime ile; darra kelimesiyle ifade etmiştir. Yoksulluk ve sıkıntı toplumlara dokununca, onları giderme/ortadan kaldırma yerine Allah'a isyan edercesine feryad etmeleri, imtihanı kaybetmelerine neden olacaktır. Yoksul­luk ve sıkıntının topluma neler yaptığını anlatırken Yüce Allah zelzele keli­mesini kullanmakta; (zulzilu) 'sarsıldılar' buyurmaktadır. Aslında zil-zal, kıyametin kopması, şiddetli deprem manasına geldiği halde, yoksulluk ve sıkıntının meydana getirdiği 'sosyal depremi' de ifade etmektedir. Bu ke­lime Kur'an'da farklı manalarda kullanılmıştır:

1. Kıyametin kopuşu

Yerküre kendine özgü bir sarsılmayla sarsıldığı zaman. [Zilzal/1]

Yeryüzünün içindekileri dışarıya çıkaracağı, insanın "Buna ne oluyor?" diyeceği, yerin bütün haberlerini anlatacağı bir sarsılmayı ifade etmektedir.

2.  Savaştaki sarsılma

Hendek savaşında düşman ordularının müslümanlan aşağıdan ve yukarı­dan kuşatmalarını; müslümanlann derinden sarsılmalarım ifade eden Ah-zab/10-11 ayetlerinde bu manada kullanılmaktadır.

3.  Sosyal sarsıntı

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/214'te yoksulluk ve sıkıntının meydana getirdiği psikolojik korku ve sosyolojik sarsılma manasına gelmek­tedir.

Bütün bu manalardan hareketle diyebiliriz ki; çeşitli nedenlerden ötürü in­sanın içinde sıkıntı ve korkunun öne geçip bütün güven ve ümit duygularını devre dışı bırakmasını, daha sonra topluma sıçrayıp içtimaî dengeleri alt-üst etmesini, ahlâkî yapmm temellerinin çatırdamasını ve nihayet kötülükle sa­vaşırken dehşet içinde kalmayı anlatan bir kavramla karşı karşıyayız.

Psikolojik ve sosyolojik manasıyla bu depremin din olgusu ve eğitimini de sarstığını, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetten öğrenmekteyiz. Ayetin son kısmında bu sarsıntının bir peygamberde nasıl bir etki uyandırdığından bahsedilmektedir:

(Nihayet peygamber ve beraberindeki mü'minler, "Allah'ın yardımı ne zaman!" dediler).

Savaşın, yoksulluk ve sıkıntının doğurduğu sosyal sarsıntının dehşeti kar­şısında bir peygamber ve beraberindekilerin, Allah'ın yardımını dilemekten öte bir şeye güçleri yetmiyordu. Bize göre bu ayet, Ahzab/10-11 ayetlerine gönderme yapmaktadır. Hendek savaşı bir taraftan yoksulluğu, diğer taraftan korku ve sıkıntıyı beraberinde getirmişti..Böylece Yüce Allah, savaşın hem ekonomik, hem sosyal, hem de psikolojik dengeleri bozacağına; dolayısıyla insanlığın hayatında savaşm en aza indirilmesi gerektiğine işaret etmektedir.

Biraz önce bahsettiğimiz yoksulluk ve sıkıntıyı ortadan kaldıramadıkla­rında peygamber ve mü'minler Allah'ın yardımını dilemişlerdir. Demek ki çözümü insan iradesini aşan konularda dua çözüm getirebilir. Onun için Yü­ce Allah, bir peygamber ve beraberindekilerin (Allah'ın yardımı ne zaman) dediklerini bize bildirerek, bu gibi durumlarda bizim de aynı şekilde davranmamız için bizi eğitmektedir.

(Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır).

"Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır" sözünü kimin-kimlerin söylediğine gelince: "Allah'ın yardımı ne zamandır?" sorusu da, "Bilin ki Allah'ın yardı­mı yakındır" cevabı da, peygamber ve onunla beraber olanlara ait olabilir.

Yahut o peygamber ve beraberindekiler "Allah'ın yardımı ne zamandır?" diye sorduklarında, Yüce Allah da "Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır" ceva­bını vermiş olabilir.

Ayette Hendek savaşından bahsedildiği varsayıldığında Allah'ın yardımı­nın nasıl gerçekleştiği sorulabilir. Bunun cevabını Ahzab/9'da bulabiliriz:

Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular sal­dırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular gönder­miştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.

Yüce Allah iki türlü yardım göndermişti: a) Rüzgar ve fırtına ile düşman­ların saldırılarını engelledi; b) Meleklerden oluşan bir ordu ile onların dağı­lıp gitmelerini temin etti.

Bu olgunun Hendek savaşında gerçekleştiğini şu ayetlerden anlayabili­riz:

Onlar hem yukarı tarafınızdan, hem aşağı tarafınızdan üzerinize yürüdükleri;

gözler yıldığı, yürekler gırtlağa dayandığı ve siz Allah hakkında türlü türlü

şeyler düşündüğünüz zaman; işte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş

ve şiddetli bir sarsıntıya uğramışlardı. [Ahzab/10-11]

Bakara ve Ahzab suresinde geçen zilzal (sarsıntı) kelimeleri bu bağlantı­yı kurmamıza imkân tanımaktadır.

Eğer Bakara/214'deki yoksulluk ve sıkıntı hicrete işaret ediyorsa Allah'ın yardımını, Medine dönemindeki -Mekke'nin fethiyle doruk noktasına ulaşan-zaferler olarak anlamamız mümkündür. Bedir savaşında gönderdiği sekiz bin melek O'nun yardımını göstermektedir [bkz. Âl-i İmran/122-125]. Ayetin son kısmındaki "Allah'ın yardımı yakındır" ifadesi bize, insanların başına gelen ve kulun gücünü aşan sıkıntı ve belalara karşı Allah'ın yardımını dilemenin ge­rekliliğini ve bu hususta dua etmenin çok önemli bir çıkış kapısı olduğunu öğ­retmektedir. Allah'ın yardım edeceğine dair inanç, çaresizliği çareye, çözüm­süzlüğü çözüme, kötümserliği iyimserliğe ve ümitsizliği ümide çevirmekte; kemikleri çatırdatan sıkıntılara karşı sabrı temin etmektedir.

Allah'ın yardımının yakın olduğunu bilmek, sönen ümit ışığını yeniden yakar, bela ve sıkıntıların ağırlığını hafifletir, hacmini küçültür ve insanın manevî yapısmı canlı ve dinç tutar. Allah insana yakın olduğu için, yardımı da yakındır. [24]

 

Infak Kimlere Yapılır?

 

215. Sana, kimlere infak edeceklerini soruyorlar. De ki: "İyilik umarak yapacağınız harcama anne-babanıza, ya­kın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir, her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu bilir".

İnfak kavramını Bakara/3'te açıkladığımız için burada sadece kimlere in­fak yapılacağını kısaca izah etmeyi uygun buluyoruz. Ayetin analizinden şu ilkeleri çıkarmamız mümkündür:

1. İnfak iyilik uğruna yapılır

Harcama manasına gelen infak'm, ibadet olabilmesi için niyetin Allah rı­zası için olması gerekir. Allah adına yapılmayan bir harcama ibadet olamaz. Bazı ayetlerde (fî-sebîlillâh=A\\ah yolunda) [bkz. Bakara/261], bazı ayetlerde de, (ibtigâe merdâtillâh=Allatim rızasını arayarak) [bkz. Bakara/265] ifadeleriyle niyetin Allah rızası için olması gerektiği vurgulan­maktadır. Onun için, Allah rızası için olmadıkça hiç bir iyilik, hiç bir yardım, hiçbir ibadet insanı hayra/erdemliliğe eriştirmez. Bakara/177'de, hayra eriş­menin/erdemliliğin şartlan sayılmaktadır: İman, infak, namaz, zekat, ahde vefa ve sabır.

İmandan sonra, yoksulluğun ortadan kaldırılması için mücadele edilmesini öngören bu ayet, infaka çok büyük önem vermektedir. Bakara/177 ayeti de hayra ermenin altı şartından birinin infak olduğunu belirtmekte ve kimlere infak yapılacağını da açıklamaktadır. Bu ayette îf (el-birru=hayr ve erdem) kavramı yer alırken, tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/215'te (hayr) kavramı yer almaktadır. Her iki kavram da 'iyilik/erdem' manasında buluş­maktadır.

İnfak, iyiye kavuşmak/hayra ermek, iyiliğin insanlığa yayılması, kötülük­lerin kaynağında yer alan fakirliğin ortadan kalkması için yapılmalıdır. O ne­denle ayette (İyiliği umarak yapacağınız infak) ifadesi yer almak­tadır.

2. İnfak kimlere yapılır?

Ayetin ikinci bölümü, iyiliği umarak yapılacak harcamanın kimlere yapı­lacağını belirlemektedir. Bunlar, Bakara/l 77'de akraba, yetim, yoksul, yolda kalmış, dilenci ve köle olarak sıralanırken, Bakara/215'te ana-baba, akraba, yetim, muhtaç, yolda kalan şeklinde sıralanmıştır. Her iki ayeti birleştirdiği­mizde infakın kimlere yapılacağı tam olarak netleşmektedir: Ana-baba, akra­ba, yetim, muhtaç, yolda kalan, dilenci ve köle.

Ayetlerde sayılan fakir gruplar, önemli olandan önemsize doğru sıralan­maktadır. Ana-baba ilk sırayı almaktadır. Ana-babasına harcama yapmayan insan, uzaktakilere harcama yaparak birr'e (hayra) eremez. Bir gölete atılan taşın oluşturduğu dalgaların yakından uzağa doğru yayılması gibi, infak da ana-babadan başlayarak çevreye yayılmalıdır.

3. Allah yapılan iyiliği bilir

Bu ifade, toplumda-insanlıkta mevcut olan fakirlikle mücadele için yapı­lan infakın Allah tarafından bilindiğinin şuurunda olarak infak etmeyi öngör­mektedir. Hayra ermek ve Allah rızasını kazanmak niyetiyle yapılan infakın Allah tarafından değerlendirmeye tâbi tutulacağının şuurunda olarak infakta bulunmanın neticeleri sadece bu dünyada görülmekle kalmayıp ahirette de görülür. "Allah yaptığınız iyiliği bilir" ibaresi insanları, hem iyilik yapmaya, hem de bunun devamlı olmasına teşvik etmekte; gözardı edilen amellerin, başarıların ve faaliyetlerin zamanla ortadan kalkacağına işaret etmektedir. Ayetin bu kısmını insanlığın hayatına uyarlarsak şöyle bir neticeye varabili­riz: İyi adına insanların ürettikleri her şey bilinmeli, kayda geçmeli, değerlendirilip ödüllendirilmelidir. Eğitim-öğretim faaliyetinin daha ileri ve daha verimli olabilmesi için bu ilkenin uygulanması bir mecburiyettir. Başarıları ödüllendirmeyen bir siyaset ve bir eğitim faaliyeti aslında kendi hayat da­marlarım kesmektedir. Yapılan iyilik ve ulaşılan basan gelişmenin can dama­rı mesabesinde olup toplumun hayatta kalması için gerekli olan ruhu sağlar. O iyilik ve başarının yaşaması ve kalıcı olması da bilinip değerlendirilmele­rine ve ödüllendirilmelerine bağlıdır. [25]

 

İnsan Yanlış Değerlendirebilir:

 

216. Hoşunuza gitmese de savaşmak size farz kılındı, mümkündür ki hazan hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Üç gruba ayırarak ayetin analizini yapabiliriz:

1. Savaş insanlığın sosyal bir gerçeğidir

Savaş korkunç ve zararlı bir oluşumun adıdır. İnsanın insanı öldürmesi kadar vahşi bir hareket olabilir mi? Ama dünyadaki bazı oluşumlar, savaşı zorunlu hale getirmektedir. Maide/32'de bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmeye denk sayan Yüce Allah'ın, bu ayette savaşı mü'minlere farz kıl­ması ne ile açıklanabilir? Bu iki ayet arasında bir tezat yok mu?

Yüce Allah kötülerin tahribatını engellemek ve iyiyi muhafaza edebilmek için savaşı farz kılmıştır. Bakara/251 'de "Eğer Allah insanlardan bir kısmı­nın kötülüğünü diğer insanlarla savmasaydı, elbette yeryüzü alt-üst olurdu" buyurulmaktadır.

İşte Yüce Allah bu ayetiyle savaşı neden farz kıldığını beyan etmektedir. Kötülük üreten, iyiyi tahrib etmeye çalışan ve böylece yeryüzünü fesada ve­recek olanlara dur demek için savaşmak zorunlu hale gelebilir; o zaman sa­vaşmak farz olur.

Diğer taraftan haksız yere, inançlarından dolayı insanları yurtlarından çı­karmak da savaş için bir neden teşkil etmektedir:

Onlar, başka değil, sırf 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtla­rından çıkarılmışlardır. Eğer Allah, bir kısım insanları, diğer bir kısmı ile de-Jfedip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan manas­tırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine yardım edenlere kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir. [Hac/40]

Yüce Allah, ibadethanelerin yıkılıp yok olmasını istememekte ve onların korunması için savaşa müsaade etmektedir. İnsanları, inançlarından ötürü yurtlarından çıkarmak, Bakara/84-85 ayetine göre Tevrat'ta da yasaklanmış­tır. Bu yasağı hafife almak bir savaş nedeni olabilir. Canın, vatanın, bayrak ve bağımsızlığın korunması için de savaşa ihtiyaç duyulabilir. Danvin'in canlılar arasında gördüğü 'tabii ayıklama' nazariyesi; toplumlar arasında kö­tüleri ortadan kaldırmak için 'sosyal ayıklama' olarak Kur'an tarafından be­lirlenmiştir. Kötülük işleyenler hukukî bakımdan cezalandırılarak eğitilebi­lirler. Ama kötülükler uluslararası bir boyut kazanır ve hukukî yollarla çö-zümlenemezse, istenmeyen ve insanlığı geriye götüren savaşlar kaçınılmaz olabilir.

Aklın, toleransın, sevginin ve haklara saygının bulunmadığı ortamlar sa­vaşa hazır hale gelmiş demektir. Hukukun çiğnendiği ve insana saygının yi-tirüdiği yerlerde savaş denen ejderhanın beslenip büyümesi doğaldır. İşte o zaman Yüce Allah son çare olarak savaşmayı emretmektedir. Savaş kavramı, ilk planda caydırıcılık özelliği, ikinci planda da eğiticilik yönü ile ele alınma­lıdır. Hukukla önlenemeyen kötülüklerin savaşla ortadan kaldırılması, tıpkı ilaçla tedavi edilemeyen vücuttaki ur'un ameliyatla alınması gibidir.

Yangında içeride kalan çocuğu kurtarmak için kapıyı kırmak, vücudu kur­tarmak için kangren olmuş bir organı kesmek zorunlu olduğu gibi, dünyada çıkan bozgunculuğu önlemek, fitneyi ortadan kaldırmak, haksızlığa uğrayanlan kurtarmak için savaşmak da zorunlu olabilir.

Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz ayette psikolojik bir gerçeği; insanın savaşmaktan hoşlanmadığı gerçeğini dile gekirmektedir. İnsan, doğal olarak savaşmaktan hoşlanmaz. İnsanın savaşmak konusundaki isteksizliğini hoş gören Yüce Allah, bu olguyu başka bir ortama çekerek psikolojik alan­dan delil getirmektedir.

2. İnsan değerlendirmesinde hata edebilir

Sizin için daha hayırlı olmasına rağmen bir şeyi sevmemeniz mümkün oldu­ğu gibi, sizin için daha kötü olmasına rağmen bir şeyi sevmeniz de müm­kündür.

Yüce Allah istek veya sevgi alanının izafi olduğunu dile getirdiği ayetin bu kısmında, insanın zararlı ve kötü olan bir şeyi sevip isteyebileceği, buna karşılık faydalı ve iyi olan bir şeyi de sevmeyip istemeyebileceği olasılığına dikkat çekmektedir.

Sevgi ve nefret, insanı duygusal aleme götürüp yanıltabilir. Kötüden hoş­lanması, iyiden hoşlanmaması ile insanın değerlendirmelerinde ne kadar ya-nılabileceğine işaret eden Yüce Allah, savaşma hususundaki hoşnutsuzluğun psikolojik delilini beyan etmektedir. Hoş karşılanmayan savaşın neticesinde ortaya iyilikler çıkabilir. Onun için meselelere geniş açıdan bakmakta yarar vardır. Sevgi daima iyiyi getirir; nefret daima kötüden korur şeklindeki bir iddia doğru olmayabilir. Onun içindir ki Yüce Allah, bu ayette (asâ=ih-timal) kavramına iki defa yer vermiştir.

Allah Teala İsra/ll'de bu yanılgıyı başka bir boyutuyla ele almaktadır: (İnsan, iyilik için dua eder gibi şerre dua eder. Çün­kü insan tez canlıdır).

İnsan, aceleci olduğu için, değerlendirmelerinde hata yapar ve neticede iyi için dua ederken kötüyü çağırmış olur. Savaş denen gerçeğe duygu ile yak­laşmanın yanıltıcı olduğuna işaret eden Yüce Allah, ayetin son kısmında me­seleye nasıl yaklaşılması gerektiğine ışık tutmuştur.

3.  Konuya bilgi ile yaklaşılmalıdır

Allah bilir, ama siz bilmezsiniz. Neticesinin ne olacağı bilinmeyen bir eylem hakkında yapılan değerlendirmede insanın yanılma ihtimali her zaman vardır. Onun içindir ki ayetin so­nunda, insanın ne netice doğuracağını bilmediği bir konuda hoşnutsuzluk göstermesinin doğru olmayacağı vurgulanmakta, değerlendirme ile bilgi ara­sındaki bağ gösterilmektedir. Yüce Allah her şeyi bildiği için, eylemlerin ne­ticesinin ne olacağının değerlendirmesini de yapabilmektedir.

İnsanın, bilmediği bir şeyi sevmesi veya istemesi; bilmediği bir şeye kar­şı hoşnutsuzluk göstermesi doğru değil; bu, Allah'ın farz kıldığı bir şeyden hoşlanmamak gibi ciddi bir hataya sebep olabilir.

Kısaca diyebiliriz ki, Hac/39 ayetine göre zulme uğrayanlara savaşma iz­ni verilmiş ve bunu, duygu ile değil, bilgi ile değerlendirme salık verilmiştir. [26]

 

Adam Öldürme İle Fitnenin Karşılaştırılması:

 

217. Sana haram ayı (yani onda savaşmayı) soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük bir günahtır. İnsanları Allah'ın yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haramın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkar­mak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır". Eğer onla­rın güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar si­ze karşı savaşa devam ederler. Sizden de kim dininden dö­ner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünya­da da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve oraa)a devamlı kalırlar.

Ayette bahsi geçen kimselerin, yani sual soranların kimler olduğu hakkın­da ihtilaf bulunduğunu Razi nakletmektedir.[27]

Yapılan izahlar, ayetin iniş sebebini de belirlemektedir. Soruyu- müslü-manlann sorduğu fikrim öne sürenlerin görüşünü benimseyerek açıklamamı­zı yapabiliriz.

Daha önce açıklamasını yaptığımız Bakara/214 ve 216 ayetlerini birlikte ele alırsak, sual soranların Hz. Peygamber'in arkadaşları olduğu anlaşılır. 214. ayet şöyledir:

Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler sizin de başınıza gel­meden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle yoksulluk ve sıkıntıya düşmüş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki mü'minler,' Allah'm yardımı ne zaman?' dediler. Bilin ki Allah'ın yardımı ya­kındır.

Bu ayetin ardından 216. ayette, savaşın mü'minlere farz kılındığı söylen­miştir. Bu iki ayet, 217. ayetteki sualin sorulmasına neden olmuş ve bu soru da 217. ayetin inişinin sebebini teşkil etmiştir. Savaşın farz kılındığını bildi­ren 216. ayet, haram aylarda nazil olduğu için bu soru sorulmuş olabilir. Za­ten 217. ayette yer alan olgular buna ışık tutmaktadır:

(haram ay) kavramı Bakara/194'te ele alınmıştı. Fakat konu gere­ği burada da bir açıklama yapmakta yarar vardır. İslâm'dan önce Arap kültü­ründe bir 'saldırmazlık örfü' vardı. Biz buna 'saldırmazlık paktı' da diyebili­riz. O devirde 'saldırmazlık örfü' Kamerî ayların birinci, yedinci, on birinci ve on ikinci aylarında devreye giriyordu, yani bu aylar savaşın yasak olduğu aylardı.

Kur'an bu örfü kabul etmiş ve insanlığa, saldırmazlık antlaşması kavramini getirmiştir. Bakara/194 ayeti de 'saldırmazlık örfüne' hürmet edilmesi­ni, yani haram aylarda savaşılmamasını gerekli kılmaktadır.

İşte müslümanlar, savaşın yasak olduğu bu haram aylarda savaşmanın hükmünü sordular, cevap olarak da bu ayet nazil oldu. Çünkü savaş emri, sal­dırmazlık örfünün bulunduğu aylarda gelmişti. Onun için Allah Teala soruyu yerinde bulmuş ve cevaplandırılmasını gerekli görmüştür. Yüce Allah ayetin devamında, haram aylarda savaşmanın hükmünü zikrettikten sonra, bu hük­mün istisnası olabileceğine de dikkat çekmiştir. [28]

 

Haram Aylarda Savaş Ve Bu Aylarda Savaşın Hangi Şartlarda Caiz Olduğu:

 

(O aylarda savaşmak büyük bir günahtır) ifadesinden iki şey an­lıyoruz: Kur'an savaşın yasak olduğu ay örfünü kabul etmiş ve onu hukuka bağlamıştır. Artık 'saldırmazlık örfü', örf olmaktan çıkmış, ilahî hüküm hali­ni almıştır. Diğer taraftan 'saldırmazlık örfü' hukuka dönüştükten sonra, gü­nah kavramı ile de dinî bir özelliğe bürünmüştür. Böylece Kur'an, 'saldırmaz­lık paktı' kavramını insanlığın hayatına evrensel boyutu ile sokmuş; savaş yapmamak için yapılan antlaşmayı kutsamış; o antlaşmayı çiğnemeyi de bü­yük günah olarak kabul etmiştir. Genelde ilmihallerde, büyük günahlara yer verilmemektedir; bu önemli bir eksikliktir. Halbuki, saldırmazlık antlaşması­nı bozarak savaşmanın nasıl bir günah olduğunu belirtirken Yüce Allah, (kebîr=büyük) sıfatını kullanmaktadır. Demek ki büyük günahlar ilmihallerde sayılanlardan ibaret değildir.

Hangi şartlarda, haram aylarda savaşın caiz olabileceğini Yüce Allah aye­tin devamında saymaktadır:

1. (Allah yolundan menetmek).

İnsanları Allah yolundan menetmek, yani onların o yolda yürümelerine engel olmak; ya şeytanın [bkz. Neml/24], ya da kafirlerin işidir [bkz. Mu-hammed/1]. Zira Allah'ın yolu, aklın yoludur; peygamberlerin getirdikleri ilahî mesajın yoludur; hakikat bilgisinin yoludur; yaratılış kanununun yolu­dur. Aklın önünü tıkamak, ona zincir vurmak; ilahî mesajın hayata geçirilme­sini engellemek; hakikatin sesini susturmak; yaratılış kanununa ters düşen iş­ler yapmak, insanları Allah yolundan çevirmektir.

İşte bu işleri yapanlarla haram aylarda, yani saldırmazlık örfünün geçerli olduğu dört ayda da savaşmak caizdir. Çünkü bu faaliyetleri yapanlar Al­lah'ın yolunu tıkamışlardır. Bu manada savaş, Allah'a giden yolu açmak; yo­lu tıkayan fiilleri, etki ve yanlışları ortadan kaldırmak; -tıpkı kolesterolün tı­kadığı damarı açıp insanı hayata kavuşturmak gibi- Allah'a giden yolu tıka­yan   kötü   davranışları   ortadan   kaldırıp   insanlığa   hayat   vermektir.

2. (O'nu inkar etmek).

Buradaki O'nu ifadesiyle Allah kasdedilmektedir. Allah'ı inkar etmek ve bunu eyleme dönüştürmek, saldırmazlık örfünü bozmak için yeterli bir se­beptir.

'Allah'ın yolundan menetmek' ifadesinden önce 'Allah'ı inkar etmek' iba­resi gelmeli değil miydi? Bize göre, "Allah'ı inkar etmek" ifadesi, 'Allah yo­lundan menetme' ibaresini tefsir etmektedir. Menetme fiilinin inkar fiilinden önce gelmesinin sebebi, inkarın sadece inançta kalmayıp eyleme dönüştüğü­nü de göstermek içindir. Bunun anlamı şudur: Eyleme dönüşmeyen bir inanç sebebiyle savaş yapılamaz. Herkes inancında serbesttir; ama bir inancı zorla karşısındakine kabul ettirmeye kalkışmak bir savaş nedenidir.

Demek ki, Allah'a giden yolu tıkayan eylem, küfrün zorbalıkla kabul etti­rilmesidir. Bu durumda Allah'ın yolunun, iman yolu olduğu açıkça belli ol­maktadır. O halde kafirlerin, insanları iman yolundan alıkoyması bir savaş nedenidir.

3. (Mescid-i Haram'ın ziyaretine mani olmak).

İnsanların kutsal mescidi ziyaret etmelerine; hac ve umre yapmalarına

mani olmak da başka bir savaş nedeni; savaşın yasak olduğu aylarda dahi sa­vaşı caiz kılan sebeplerden biridir.

(Allah yolundan ve Mescid-i Haram'dan menediyorlar) [Hac/25]) ve (Allah yolundan engelleme ve Mescid-i Haram'dan menetmek) [Bakara/217] buyurarak, Allah yolundan menetme ile Mescid-i Haram'ın ziyaretine mani olmayı peş peşe sıralamaktadır.

(Onlar ki inkar ettiler, Allah yolundan ve Mescid-i Haram'dan menediyorlar; oysa biz onu bütün insanlar -hem orada ikamet edenler, hem de misafir olarak gelenler- için eşit yaptık. Her kim orada zulüm ile haktan saparsa ona muhakkak acı bir azap tattırırız). [Hac/25]

Yüce Allah, insanların kendi yolundan engellenmesini ve ibadete mani olunmasını bir zulüm ve bir haktan sapış olarak nitelendirmekte ve cezaya la­yık görmektedir.

Bakara/217'de yer alan 'Mescid-i Haram' kavramı hem ibadet edilen yer, hem de öğretim yapılan bir okul olarak görülmelidir. Böylece Mescid-i Ha-ram'dan engelleyenler; bir taraftan ibadeti, diğer taraftan eğitimi engellemiş oluyorlar. Çünkü Yüce Allah Bakara/125'te Beytullah'ı iyinin, güzelin, doğru­nun ve hakikatin öğretildiği bir yer olarak tesbit ettiğini ifade etmektedir. Öy­leyse insanlığın ilk ibadethanesi ve ilk eğitim kurumu olan bu yerin faaliyeti­ni engellemek, insanların ibadet veya öğretim için oraya gitmelerine mani ol­mak; savaşın yasak olduğu aylarda savaşa neden teşkil edecek bir zulümdür.

Allah'a imanı engellemek inanç hürriyetini; Mescid-i Haram'dan menet­mek de ibadet hürriyetini ve eğitim hakkını yok etmektir. İnanç, ibadet ve eğitim özgürlüğünü ortadan kaldıranlara karşı savaşmak meşru bir gerekçe­dir. Görüldüğü gibi ayetteki Mescid-i Haram kavramı ibadet-eğitim hak ve özgürlüğünü ifade eden bir motiftir.

4. (Ve halkını oradan çıkarmak).

İnsanları haksız yere yurtlarından çıkarmak da karşı çıkılması gereken bir zulümdür. Yüce Allah bu fiili işleyenlere Tevrat ve Kur'an'da; dünya haya­tında rüsvaylık, ahirette de şiddetli bir azap vereceğini beyan etmektedir [Ba­kara/85]. Hac/39'da ise böyle bir zulme karşı savaşmaya izin vermektedir.

İnsanları Allah yolundan engellemek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Ha­ram'dan menetmek, yani ibadet ve öğretim hakkına mani olmak, insanları haksız yere vatanlarından çıkarmak; savaşm yasak olduğu aylarda savaşma günahından daha büyük günahtır.

5. (Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır).

Toplumun düzenini bozmak için insanların arasına fitne sokmak, tefrika yaratmak; toplumun bütünlüğünü, birlik ve beraberliğini zayıflatacak şekilde ayrılıklara düşürmek, ferdî manada öldürmekten daha tehlikelidir; çünkü tüm toplumu ölüme götürmektedir.

Onun içindir ki Yüce Allah ayetin bu kısmında, fitnenin ölümden daha tehlikeli olduğunu beyan etmiş ve fitnenin ortadan kaldırılması için haram aylarda savaşa izin vermiştir.

Böylece Yüce Allah sosyolojik bir analiz yapmakta; toplumsal hayat için tehlikeli oluşumlara dikkat çekmektedir. Fitne bir toplum için sosyal bir dep­remi andırmakta; bütün sosyal ilişkileri çürütmekte; geri dönüşü olmayan manevî yoksulluğa götürmektedir.

6. (Güçleri yetse, dininizden döndürünce-ye kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmeyeceklerdir).

Yüce Allah, saldırmazlık örfünü bozan düşmanların amaçlarına ve bu uğurdaki çalışmalarına dikkat çekmektedir. Ateistlerin en büyük amacı, mü'minleri inançlanndan/dinlerinden döndürmektir. Bu amaç onlar için bir tutku halini aldığı için Yüce Allah ayette (devam ederler, vazgeçmez­ler) ifadesini kullanmaktadır.

Onların bu tutkusu öncelikle kalplerinde mayalanıp oluşmaya başlar, son­ra da silaha sarılarak savaşa girişirler. Demek ki, onların kalplerinde kök sa­lan bu tutku, meyvelerini savaşla-öldürmekle vermektedir. Allah Teala, bu düşmanlığın boyutunu şöyle beyan etmektedir:

Onlar sizi yoldan çıkartmak için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler ve sizi sıkıntıda görmekten hoşlanırlar. Kin ve öfkeleri ağızlarından taşmakta, kalplerinde sakladıkları kin ve öfke ise daha da büyüktür. Aklınızı kullanası-mz diye işaretleri size açıkça bildirdik. [Âl-i Imran/118]

Kendi başlarına kalınca size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. [Âl-i İmran/119]

Eğer bir iyilikle karşılaşırsanız bu onları üzer, başmıza bir kötülük gelince de

memnun olurlar. [Âl-i İmran/120]

Görüldüğü gibi önce yoldan çıkarma niyeti ve gayreti, sonra ağızlardan dökülen kin-öfke ve kalplerinde besledikleri daha büyük kin-öfke, -öyle bir öfke ki parmaklan ısırmaya kadar uzanmakta- inananlara gelen iyilikten ötürü üzülmek ve kötülükten dolayı da sevinmek gibi korkunç bir düşman­lığa dönüşmektedir. Allah Teala bu tip insanların -güçleri yettiği takdirde-müslümanları dinlerinden döndürecek kadar ileri gideceklerini bildirmekte­dir.

Bu altı neden, saldırmazlık örfünü ihlal etmekte, savaşmanm yasak ve büyük günah olduğu aylarda savaşı meşru hale getirmektedir. Aslında inançsız insanların yaptıkları bu eylemler savaşın kendisidir. Allah yolundan menet­mek, Allah'ı inkar etmek; Allah'a açılan bir savaş cephesi; ibadeti engelle­mek, halkı vatanından çıkarmak, toplumda bozgunculuk yapmak, dinlerin­den döndürmek için baskı yapmak da mü'minlere açılan bir savaş cephesidir. Ateistlerin bu iki cephede savaş vermeleri ve zafere ulaşmaları mümkün de­ğildir. Yüce Allah onların zafere ulaşmalarını engelleyecek önemli silahlan da göstermektedir.

Âl-i İmran/118 ayeti, aklı kullanmaya dikkat çekerek sona ermektedir. Düşmana karşı en büyük silah aklı kullanmakta Akıl düşmanın niyetini, gayretini, amacını ve içinde sakladığı kini anlamak için etkili bir silahtır. Bir diğer önemli silah da Allah'ın dinine arka çıkmaktır. Allah'ın dinine arka çık­manın önemli bir silah olduğuna işaret eden ayet şöyledir:

Muhakkak ki Allah, O'nun davasına arka çıkanlara yardım edecektir. [Hac/40]

Allah'ın yardımını alacak kadar Allah'ın davasına sahip çıkmak, en büyük silaha sahip olmak demektir. Yüce Allah'ın verdiği bu bilgilere rağmen müs-lümanlar kafirlerin etkisi altına kalır da dinlerini değiştirirlerse, ne duruma düşeceklerini Yüce Allah ayetin devamında beyan etmektedir:

Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dün. Onlar cehstmemer ve orada devamlı ka­lırlar.

Önceki bölümleriyle bu bölüm arasında bir bağlantı kurduğumuzda şu ne­ticeye ulaşmamız mümkün olur: Ateistlerin açtıkları savaş bir din ve iman sa­vaşı, bir kültür savaşıdır. Kur'an'ın indiği dönemde de böyle idi; bugün de böyledir.

Kültür mücadelesi, kitle haberleşme vasıtalarıyla belli bir kültürün ezici üstünlüğü ile devam ederken; dinî nedenlerle yapılan savaşlar da -galip ile mağlup belli olmadan- devam etmektedir. Yüce Allah, ateistlerin etkisi altın­da kalıp dinini değiştirenlerin amellerinin boşa gideceğini bildirmiştir. Amel­lerin boşa gitmesi, Allah tarafından değerlendirilmeye tâbi tutulmamasıdır. Mücadeleden yılarak küfre döneni çok acı bir netice beklemekte: ebediyyen cehennemde kalmak.

İşte Yüce Allah böyle acı bir akıbete maruz kalmamaları için müslümanlan uyarmakta ve bilgilendirmekte; cehennem yaranı olmamaları için alma­ları gereken tedbirleri, savaşın nedenlerini ve düşmanın niyetini net bir şekil­de ortaya koymaktadır. Bu durum eğitimin evrensel kanununu hayata geçir­mekten başka bir şey değildir. Bir eğitim sistemi, toplumun fertlerine dost ve düşmanını tanıtmalıdır. Bu yapılmadıkça eğitim, amacına ulaşmış sayılamaz. Allah Teala dost ve düşmanlarını tanıtmak, onların tesiri altında kalmanın kötü akıbetini haber vermek suretiyle caydırma metodunu kullanarak müslü-manları eğitmektedir.

îrtidat eden kimseler, dünya ve ahiretlerini cehenneme çevirmektedirler. İman-küfür mücadelesinden mağlup çıkanların amellerinin değerlendirmeye tâ­bi tutulmayacağı için, dünya ve ahirette hiçbir fayda temin edemeyeceklerdir. [29]

 

Allah'ın Rahmetini Kimler Umabilir?

 

218. Şüphe yok ki, iman etmiş olanlar, zulüm ve kötülük di­yarından uzaklaşanlar ve Allah yolunda üstün bir gayret­le mücadele verenler, işte ancak onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah çok affedici ve merhamet sahibidir.

Bu ayetin eksen kavramı, Allah'ın rahmetini ummaktır. Allah'ın rahmetini ummanın hangi şartlara bağlı olduğunu da açıklayan ayet, bu şartlan önem sırasına göre sıralamaktadır. Birinci şart, diğerlerinin olmazsa olmazını teş­kil etmektedir. Şimdi bu şartlan kısaca açıklayarak, onların Allah'ın rahmeti­ne vesile oluşlarını izah edebiliriz.

1. (Şüphesiz iman edenler).

İman, gönülde meydana gelen radikal değişimin adıdır. İman olmadan hiçbir amelin değeri olmadığı için, Allah katında değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. İman, inanç duygusunun objesini bulup ona doğru akmasıdır. Ya­ratıcısının bilgisine ulaşan insanın O'na gönülden bağlanmasıdır.

Ayetin bu kısmında iman kelimesinden önce (ellezine) lafzı yer al­maktadır. Umumilik ifade eden bu lafız, kıyamete kadar gelecek olan iman sahiplerini kapsamına almaktadır. Diğer taraftan ayetin başında yer alan ve pekiştirmek için kullanılan il (inne) de, rahmet umudunun kesinliğini ifa­de etmektedir.

Demek ki, Allah'ın rahmetini ummaya götüren basamakların ilkini iman teşkil etmektedir. İman basamağını tırmanamayanlar, umuda varamazlar.

2. (Allah yolunda hicret edenler).

Ha-ce-re kelimesi başka bir memlekete yerleşmek niyetiyle vatanını ter-ketmek; birbirinden ayırmak, tefrik etmek, bir cismi meydana getiren unsur­ları birbirinden ayırmak, ayrı yaşamak, dünyadan ayrılmak, bir teşkilattan ayrılmak, uzak kalmak, alakasını kesmek, ümidini kesmek, vazgeçmek, sa­kınmak, hukukundan vazgeçmek, feragat etmek, hizmetinden ayrılmak, fes­hetmek, teşvik etmek, saçma laf konuşmak, kaçmak; oruç halindeyken cinsî münasebetten uzak durmak, dostluğu kesmek anlamlarına gelmektedir.

(hacire) kalıbından alındığında öğle sıcağı, öğle vakti manalarına gelir.

(hicâr) kalıbından alındığında kiriş, taç, devenin bileğine bağlanan ip anlamını ifade eder. [30]

 

Hecr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

(hecr) kötü söz demektir. Bu kelime Kur'an'da şu manalarda kullanıl­maktadır:

1. Saçma laf konuşmak

(Büyüklük taslayarak, gecelerinizi saçma laflar konuşarak ge­çiliyordunuz). [Mü'minun/67]

İnsanı insandan ayırdığı için kötü söze hecr denmiştir. Allah'ın ayetlerine sırt dönen, kibirlenen ve geceleri saçma laflar konuşan kimselerin hali Mü'minun/66'da bu kavramla ifade edilmiştir; zira bu laflar, onları hem Al­lah'tan, hem de Kur'an'dan uzaklaştırmıştır.

Kötü laf ve saçma söz itici, kinci, uzaklaştırıcı olması hasebiyle birlik ve beraberliği parçalayıcıdır. İşte bu nedenlerden dolayı hicret denmiştir.

Furkan/30'da da aynı manaya gelmektedir:

(Kavmim bu Kur'an'ı hezeyan saydı). Yani saçma, as­lı olmayan, hakikatle ilişkisi bulunmayan bir söz olarak nitelendirdiler. As­lında mehcur kelimesi 'terketmek' anlamına da gelir. Beğenilmeyen, değer verilmeyen, kötü ve boş olarak kabul edilen bir söz terkedilir. Burada boş söz ile terketmek, bu anlamda bir araya gelmektedir. Hz. Peygamber bir hadisin­de şöyle buyurmuştur:

(vela tekûlû hucren=kötü söz söylemeyin).[31]

2. Kötü şeyleri terketmek

Müddessir/5'te, kötü alışkanlıkları terketmek, kötülüklerden uzak durmak manasına geldiğini görüyoruz:

(Bütün pisliklerden kaçın).

Bunun diğer bir anlamı da, "kötü şeyleri tamamen terket" demektir.

Ayetin muhatabının Hz. Peygamber olduğunu varsayarsak ibareye, "kötü alışkanlıkları terket" manasını veremeyiz; ama ayetin muhatabının Rasulul-lah dışındaki insanlar olduğunu kabul ettiğimizde, kötü alışkanlıklarınızı ter-kedip o pisliklerden kurtulun anlamını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda, kendinde olmayan ve fakat dışarıda olan pisliklere bulaşmaktan kaçınma manasına da gelmektedir.

3. Uzak durmak

Doğru yola davet edince, babasının Hz. İbrahim'e söylediği bir cümle içinde de bu kelime kullanılmaktadır:

(Haydi bir süre benden uzak dur). [Meryem/46]

4. Ayrılmak

Müşriklerin Hz. Peygamber'e gösterdiği olumsuz ve ağır tepkiye karşı, ne yapması gerektiğini Yüce Allah ona bildirirken bu kavramı kullanmıştır:

(Onların söylediklerine katlan ve onlardan güzellikle ayni). [Müzzemmil/10]

Olumsuz tepkinin meydana getirdiği ayrılığı ifade etmektedir. Bu ayrılık, eğitimin çok önemli bir metodunu oluşturmaktadır.

5. Yalnız bırakmak

Yine bu kavram, kocanın, serkeşlik eden karısını terbiye maksadıyla ya­tağını ayırması, onu yalnız bırakması manasında da kullanılmaktadır:

Bunun, nasihatin fayda vermediği serkeşlik eden kadına karşı -eğitim amaçlı- bir uygulama olduğu açıktır.

6. Gelmek

Hicret edilen yere ulaşmayı ifade etmek için de kullanılmaktadır: l&O&Stâk (Kendilerine gelenlerin hepsini severler). [Haşr/9] j\ (ila) cer harfi ile kullanılınca 'gelmek' anlamını ifade eder.

7. Dönmek

Yine (ila) cer harfi ile kullanıldığında 'dönmek' manasına da gelmek­tedir:

("Ben Rabbime döneceğim" dedi). [Ankebut/26] h. Terketmek

Uğranan zulüm nedeniyle vatanım terkedip başka yere yerleşmeyi ifade etmek için de kullanılmaktadır. [Bakara/218]

Allah uğruna, O'nun yolunda ve O'nun için yapıldığında manevî bir anlam kazanarak "hicret etmek" anlamına gelmektedir. İnançlarından dolayı baskı­ya maruz kalan insanların Allah için vatanlarını terketmelerini Yüce Allah, -yorumunu yapmakta olduğumuz ayette- imandan sonra ikincil bir ibadet olarak kabul etmektedir. Allah'ın rahmetini ummanın ikinci basamağını teş­kil eden bu fedakarlık aynı zamanda Allah'a olan imanın çok önemli bir gös­tergesidir.

Tefsirini yapmakta olduğumuz ayetteki hicret kavramını, sadece bir yer­den başka bir yere 'göçetmek' manasına almamalıyız. Hicrete psikolojik bir mana da yüklememiz mümkündür: İman etmeden önce nefis ülkesini vatan edinen insan veya insanların, nefis ülkesinden gönül ve akıl ülkesine hicret etmesidir. Zaten bu hicret gerçekleşmeden öteki hicretin gerçekleşmesi mümkün değildir. Nefis ülkesini yurt tutan şeytan, insana ağır baskılar uygu­lamakta, entrikalarla yaklaşmaktadır. İman insanı o diyardan kurtarıp güven, sevgi, düşünce ve bilinç ülkeleri olan beyin ve gönül ülkesine hicret ettir­mektedir. Bu tür hicret, hicretin en önemli basamağını teşkil etmektedir. Din eğitiminin ana hedefi insanları akıl ve gönül ülkesine hicret ettirmek olmalı ve ancak bunu gerçekleştirdiğinde kendini başarılı saymalıdır.

Hicretin, sosyal ahlâk açısından ihtiva ettiği bir manası daha vardır ki o da, kötü alışkanlıklardan, kötü ortamdan iyi alışkanlıklara, iyi ortama hicret etmektir. Ahlâksızlık diyarını terkedip iyiler diyarına göçmek de bir büyük hicrettir. Onun içindir ki Yüce Allah (Pislikleri terket) buyurmuştur.

İnsanı, nefis ülkesinden hicret ettiren imandır; ahlâksızlık diyarından hic­ret ettiren ise iradedir. İman ile irade buluşunca, ikinci hicret de tamamlan­mış olmaktadır.

Diğer bir hicret de, bilginin meydana getirdiği hicrettir. Cehalet ülkesin­den aydınlık ülkesine gitmek de bir hicrettir, belki de hicretlerin en büyüğü­dür. Aydınlık ülkesine yapılan hicret hem çok zor, hem de çok yavaş seyre­den bir yapıya sahiptir. Cehaletin insanları boğan kara bulutlarından kurtu­lup, aydınlık ülkesine hicret etmek, ancak bilgi gibi çok büyük bir değerin işidir. Bilginin elde edilmesi çok zaman almakta ve çok ağır işlemektedir. Akıl güneşinin doğduğu bu aydınlık ülkesine hicret etmek, çok büyük bir kurtuluş ve çok büyük bir saadettir.

Demek ki Kur'an, akıl, düşünce, iman, irade ve bilgi ile insanı nefis, ce­halet ve ahlâksızlık ülkesinden alıp aydınlık ülkesine hicret ettirerek insanlı­ğın hayatında kökten bir değişim meydana getirmektedir. İşte Peygamberi­mizin Mekke'den Medine'ye olan hicreti bunlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bu hicrete, sadece bir göç olarak bakmak doğru değildir; zira o, cehalet ül­kesinden Kur'an'm, aklın, bilginin, iman ve iradenin oluşturduğu aydınlık ül­kesine yapılan bir hicrettir.

Keza İsrailoğullan'nın Mısır'dan çıkışı da kölelik ve zulüm ülkesinden hürriyet ve aydınlık ülkesine hicreti ifade etmektedir. Artık insanine bir daha kölelik, baskı, zulüm, hukuksuzluk ve cehalet ülkesinden göç etmek duru­munda kalmamak için akıl, bilgi, iman ve hukuk ile yaşamayı öğrenmeli ve o aydınlık ülkenin vatandaşı olma onurunu tatmalıdır. İşte ilahî bilgi denen Kur'an'ın amacı dünyayı akıl, hukuk ve bilgi ülkesi haline getirmektir. İnsan­lık cehaletin, bağnazlığın, zulmün, azgınlığın, sömürü ve hürriyetsizliğin ha­kim olmaması için olanca gücünü sarfetmelidir. Tüm eğitimciler bu erdem­lere sevdalı olmalı ve bu erdemleri aşılamak için hırsla çalışmalı ve insanlı­ğı Allah'a yaraşır bir topluluk haline getirmelidir.

Bu sevda, bu tutku ve bu gayret içinde olan insanlar Allah'ın rahmetini ummanın ikinci basamağına yükselmiş demektir.

3. (Allah yolunda üstün gayret gösterenler). [32]

 

Cehede Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

Ayetin bu kısmında yer alan ve "üstün gayret" manası verdiğimiz (cehede) kelimesi, ce-he-de fiil kalıbından alındığında gayret etmek, çalış­mak, üstün gayret göstermek, uğraşmak, zahmet çekmek, gücünün üstünde bir çalışma yapmak, tahammülünden fazla iş görmek, yorgunluk vermek, kuvvetini tüketmek, savaşmak, yorulmak, bir şeyin üzerine konsantre olmak, beynini bir şeyin üzerine yoğunlaştırmak, içtihat etmek manalarına gelmek­tedir.

Cehd şeklinde okununca 'meşakkat'; cuhd şeklinde okununca 'güç' ma­nalarına gelmektedir. [33]

 

Cehede Kelimesinin Kur'an'daki  Manaları:

 

1. Zorlamak

Bir kimseyi, olumsuz bir iş yapmaya zorlamak anlamında kullanılmasına örnek:

(Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa...) [Ankebut/8; Lokman/15]

2. Üstün gayret göstermek

(Ama davamız uğruna üstün gayret göste­renleri, Bize varan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşkusuz Allah, iyilik yapan­larla beraberdir). [Ankebut/69]

Buradaki cihad kavramı, fiil halinde gelmiş olmakla birlikte savaşmayı değil, Allah uğrunda gösterilen üstün gayreti ifade etmektedir. Ayetin deva­mındaki (sübül=yollai) kelimesinden hareketle buradaki cihad kavraminin, Allah'a giden yollan bulmak için gösterilen üstün gayreti ifade ettiği­ni söyleyebiliriz. Bütün ırmakların, nehir ve derelerin hep denize aktığı gibi; bütün olumlu gayretler, ibadetler, düşünceler ve aklî faaliyetler de hep Al­lah'a doğru gider ve Allah'ın yollarını oluştururlar. Aklını, düşüncesini, bilgi­sini, sevgisini, iman ve ibadetlerini Allah'a doğru akıtmaya Yüce Allah "Üs­tün gayret sarfetmek" demektedir. Bu gayret (cihad) bir eğitim faaliyetine işaret etmektedir.

3. Savaşmak

Allah'a ve Peygamberine inanır ve Allah yolunda malınız ve canınızla sava­şırsanız, bu sizin kendi iyiliğinizedir, keşke bilseydiniz. [Saf/11]

Malı ve canıyla Allah yolunda savaşmak, O'nun insanlığa sunduğu evren­sel değerleri korumak için mücadele etmek çok büyük bir erdemdir. Kavram, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/218'de de bu anlamda kullanılmak­tadır:

(Allah'a bütün güçleriyle yemin ettiler). [Maide/53]

Allah'a yemin ederken, yeminin önemli bir özelliğini ifade etmekte, insa­nın yeminindeki kararlılığını göstermektedir.

4. Direnç göstermek

Yüce Allah, Kur'an'a ve Peygamber'e aşın tepki gösteren kafirlere karşı nasıl bir tavır takınacağını Peygamber'e anlatırken, cihad kelimesini kullan­maktadır:

(Kafirlere boyun eğme ve Kur'an ile onlara karşı bütün gücünü ortaya koyarak büyük bir direnç ve çaba göster). [Fur-kan/52]

Allah Teala -hem emir, hem de isim kalıbında geçen- bu ayetteki cihadın, Kur'an ile yapılmasını istemektedir. Kur'an ile savaş yapılamayacağına gö­re, buradaki cihad kavramı, Kur'an ile onlan yola getirmek için sarfedilen gayreti, harcanan çabayı ve onlann tecavüzlerine karşı gösterilen direnci ifa­de etmektedir.

Demek ki, Yüce Allah cihadın Kur'an ile yapılmasını istemektedir. Kur'an doğru anlaşılır ve doğru anlatılırsa, en büyük cihad yapılıyor demek­tir. Yukanda zikrettiğimiz ayette onun için 'büyük cihad' kavramı kullanılmıştır. İctihad ile 'savaşmak' manasına gelen cihad arasında mana yakınlığı vardır. İctihad, bütün gücünü sarfederek düşünmek, cehaletle savaşmaktır. Harp meydanında düşmana karşı kıtal ne ise, ilim meydanında cehalete kar­şı ictihad da odur. Her ikisi de insanlığın yararınadır.

Zahirî düşmanla savaşmak, şeytanla savaşmak, nefisle savaşmak ve niha­yet cehaletle savaşmak cihadın çeşitli boyutlarım göstermektedir. Bu savaş­lardan en zoru nefisle olan savaştır. Çünkü nefis, insanın kendi safında yer almaktadır. Kendi safında yer alan nefisle cihad etmek, Peygamberimizin ifa­desiyle 'büyük cihad'tır. Bundan sonra cehalet, şeytan ve dış düşmanlar gel­mektedir.

Hz. Peygamber mücahidi şöyle tanımlamaktadır:

Asıl mücahid, Allah'a itaat etme hususunda nefsi ile cihad edendir.[34]

Allah'a itaat etmekle, nefsin istekleri ters yönde çalışır. Nefse baskı yapa­rak, Allah'ın emirlerini öne almak, gerçekten üstün bir gayret gerektirir.

Hac/78'deki cihad kavramı; düşman, şeytan, nefis ve cehalet ile savaşma­yı kapsamaktadır.

(Allah uğrunda hakkıyla cihad edin).

Bu ayette hem emir, hem de isim olarak yer alan cihad kavramının yanın­da hak kavramı da bulunmakta ve Allah yolunda gösterilecek en zorlu, en üs­tün ve en yorucu çabayı ifade etmektedir.

İyinin düşmanları olan şeytan, nefis ve cehalet Allah'a giden yolu tıka­makta, insanlığın ufkunu karartarak yücelmesini önlemektedir. İşte bu yolu tıkayan engelleri kaldırmak, Allah yolunda sarfedilen üstün bir gayrettir. Bu cihadın silahı Kur'an, bilgi, sevgi, merhamet ve eğitimdir. Allah'a inanan in­sanlar bu silahlan kullanarak, Allah yolunda en zorlu ve en meşakkatli faali­yetlere girişirler ve girişmelidirler.

Zorlamak, üstün gayret göstermek, savaşmak ve direnç göstermek mana-lanyla cihad, bir eğitim sistemidir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin birinci bölümünde üç eylem yer almaktadır: iman, hicret ve cihad. İman gön­lün eylemi, cihad beynin eylemi, hicret de nefis ülkesinden göçün eylemidir. İctihad eden beyin, bilgi üreteceği için cehaletle mücadeleyi kolaylaştıracaktır. İman da inkar psikolojisi ile mücadeleyi kolaylaştırır. Beynin cihadı, ak­lın faaliyeti ile olduğuna göre, gönlün cihadı da imanla olacaktır. Hicret ise nefis ülkesinden ayrılan insanın, beyin ve gönül ülkesine sığınması; onlardan yardım dilemesidir.

Bu üç eylemi gerçekleştiren insanlara önemli bir ödül vardır. İşte ayetin ikinci kısmı bunu beyan etmektedir: [35]

 

Recâ Kelimesinin Anlamları:

 

4. (İşte bunlar Allah'ın rahmetini umarlar).

Ayetin bu kısmında yer alan ve bizim 'umarlar' anlamını verdiğimiz  (yercûne) kelimesi sözlükte şu manalara gelmektedir: Ümit etmek, bekle­mek, ummak, arzu etmek, istemek, rica etmek, istirham etmek, yalvarmak, hoş görüsüne sığınmak, hürmetten dolayı korkmak. [36]

 

Recâ Kelimesinin Kur'an'daki  Manaları:

 

a. Beklemek

Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını beklemiyordun. [Kasas/86]

Burada 'beklemek' manasını verdiğimiz (tercû) kelimesine 'ümit et­mezdin' anlamını vermek de mümkündür; ama biz 'beklenti' manasını uygun bulduk.

b. Ümit etmek

Kur'an'ın pek çok ayetinde bu anlama gelmektedir. Bunlardan biri de Ni­sa/104 ayetidir:

(Ama siz, Allah'tan onların ümit etmediklerini ümit edi­yorsunuz).

Cenab-ı Hak savaşta kafirlerin de müslümanlar kadar sıkıntı çektiklerini, buna karşın müslümanlann Allah'tan, kafirlerin ümit etmediklerini ümit et­tiklerini ifade etmektedir. Çünkü Allah'tan bir şey ümit etmek iman işidir. Demek ki, ümitle iman arasında sıkı bir bağ vardır.

c. Kabul etmek

Allah'ın bir sıfatı ile ilgili olarak kullanılınca, 'kabul etmek/etmemek' anlamına gelir:

(Size ne oluyor ki, Allah'ın büyüklüğünü kabul etmiyorsu­nuz!) [Nuh/13]

Kabullenme, olumsuz olarak alınırsa, reddetmek manası da verilebilir. Ayetteki 1£şA (la tercûne) ibaresine 'korkmuyorsunuz' anlamını vermek de mümkündür. O zaman ayetin manası şöyle olur: "Size ne oluyor ki, Al­lah'ın büyüklüğünden korkmuyorsunuz!" Bu manalardan birini öne çıkar­mak gerekirse, 'kabullenmek' anlamını tercih etmek bize daha doğru gelmektedir. Çünkü ümitten önce kabullenmek vardır. Kabul edilmeyen bir şeyde ümit olmaz.

d. İhtiyaç duymak

İsra/28'de 'ümit etmek' manasına gelen (tercu) kelimesi, 'ihtiyaç duymak' anlamına da gelir:

(Ve eğer sen de Rabbinin katın­dan ihtiyaç duyduğun bir rahmeti arama çabası içinde olduğundan dolayı ih­tiyaç sahiplerine ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman hiç değilse, onlara yu­muşak söz söyle). [İsra/28]

Bu kelimeye yukarıdaki gibi 'beklemek' ve 'ümit etmek' manalarını vere­bileceğimiz gibi 'ihtiyaç duymak' anlamını da verebiliriz. İhtiyacın olmadı­ğı yerde, beklenti doğmaz ve ümit de ortaya çıkmaz. Manaların arka basama­ğına gidip ayetteki (ibtiğâ) kelimesiyle bağlantı kurunca 'ihtiyaç duy­ma' manasını verdik. Çünkü AZ^l (ibtiğâ), ihtiyaç duyulan şeyi arayıp bul­mak veya ihtiyacı gidermek için yapılan bir eylemdir.

e. Alıkoymak

A 'raf/111 'de emir kalıbında yer alan bu kavram, bir insanı bekletmek ma-, nasında 'alıkoymak' anlamına gelmektedir:

(Dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy"). Şuara/36'da da aynı manaya gelmektedir.

f. Umut

Bu kavram, kendisi hakkında umut beslenen kişi için de kullanılmaktadır:

(Dediler ki: "Ey Salih! Sen bundan önce aramızda büyük umut beslenen biri idin). [Hud/62]

Bu ayette (recâ) fiili (mercuvven) kalıbında alınmıştır. g. Bırakmak

(recâ) kelimesi, çoğul halinde (mürcevne) kalıbından alınınca 'bırakılmak' anlamına gelir:

Diğer bir grup da Allah'ın emrine bırakılmışlardı. [Tevbe/106] h. Taraf

(recâ) kelimesi, çoğul olarak .(ercâ') kalıbından alınınca 'etraf anlamına gelir:

(Ve melekler onun etrafında olacaklardır). [Hâkka/17] i. Korkmak

İsfehanî Nuh/l3'te geçen (mâ-lekum lâ tercûne lillâhi vekâran) ibaresine, "Size ne oluyor ki, Allah'ın azametinden korkmuyorsu­nuz?" şeklinde mana vermek suretiyle, kavrama 'korku' anlamını yüklemiştir.

Kısaca diyebiliriz ki: Beklemek, ümit etmek, kabullenmek, ihtiyaç duy­mak, alıkoymak, umut vaadetmek ve korkmak manalanyla reca kavramı, in­sanın bütün psikolojisini her yönü ile kapsadığı için 'taraf manasında yo­ğunlaşmaktadır. İman edip Allah için hicret ve cihad eden insanın umudu, tüm psikolojisini kaplamıştır.

İnsanların umutlarını hayal olmaktan çıkarıp gerçeklik alemine getirecek olan amelleri bu ayette sıralayan Yüce Allah, umudun gerçeği nasıl takip edeceğine işaret etmektedir. Allah'ın rahmetini ümit etmek de, bu ümidin ger­çekleşmesi de insanın eylemlerine bağlıdır. Nefis ülkesinden, akıl ve gönül ülkesine hicret edince, boşalan yeri Allah'ın rahmetine olan ümit dolduracak­tır.

Cehalet, şeytan, düşman ve nefisle mücadele etmenin en önemli sonucu, Allah'ın rahmetine olan umuttur. Cehaletin bulunduğu yerde, şeytanın etkisi­ni hissettirdiği bir psikolojik yapıda, sosyal değerlerin müdafaa edilmediği toplumda ve nefisle mücadeleyi sürdüremeyen bir şahsiyette umut ışıklan sönmüş demektir. Yüce Allah Bakara/218'de, Allah'ın rahmetinden ümitvar olmanın hangi şartlara bağlı olduğunu beyan etmektedir. 'Umut', hayalde de­ğil insanın eylemlerinde yer almaktadır.

5. (Allah affedicidir ve merhamet sahibidir).

Allah Teala ayetin sonunda gafur-rahim sıfatlarını zikretmekle, çok önemli bir gerçeğe işaret etmektedir: İman ettikten sonra, hicret ve cihad gi­bi önemli ve ağır görevleri yerine getirme hususunda insanlar ihmal göstere­bilecekleri gibi, hata da yapabilirler. İşte o anda Yüce Allah, gafur-rahim sı­fatlarını devreye sokmaktadır.

İnsanlar da başkalarının eksiklik ve hatalarına karşı af ve merhametle mu­amele etmeyi ahlâk edinmeli ve böylece dünyayı af ve merhamet denizine çevirmelidirler. Yüce Allah, rahmetinin hangi ameller için olduğunu beyan ederken, bu amelleri layıkıyla yerine getiremeyecek olanların çıkacağını da elbette ki biliyordu. Bu amellerde kusur ve eksiklik yapıldığında, çare af ve merhamet kapısında aranacaktaktır. [37]

 

İçki Ve Kumar:

 

219. Sana alkol ve kumar hakkında soruyorlar. De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir ta­kım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı fayda­sından büyüktür". Yine sana iyilik yolunda ne harcayacak­larını soruyorlar. "'ihtiyaç fazlasını" de. Düşünesiniz diye Allah size ayetlerini böyle açıklıyor.

Bakara/217'de haram aylarda, yani saldırmazlık örfünün geçerli olduğu dört ayda savaşmanın hükmünü sormuşlardı. Burada ise alkol ve kumarın hükmünü soruyorlar. Artık insanlar, işledikleri fiilleri ve sahip oldukları sos­yal müesseseleri sorgulayarak öğrenme yolunu tutmuşlardı. 219. ayetin, içki ve kumar konusunda sorulan sualleri cevaplandırmak için geldiği açıkça görülmektedir. Şimdi ayette yer alan kavramların açıklamalarını yaparak tefsi­re devam edebiliriz:

Lügatte (hamr) kapamak, örtmek, kaplamak, gizlemek, saklamak; mayalandırmak, maya ile kabartmak, ifsad etmek, bozmak, tahrik etmek, he­yecanlandırmak, içine geçip yayılmak, istila etmek, karıştırmak, şaşkınlık hali, imtizaç etmek, işgal etmek, ele geçirmek, yakalamak, galip gelmek, hakkından gelmek, iltica etmek, eğlendirmek, avutmak, kin taşımak, bir kim­seye kızmak, başı örtmek, fesat maksadı ile gizli ittifak yapmak, hileli tedbir, tuzak kurmak, dolap çevirmek, hilekarlık etmek, -isim kalıbından alınınca-alkollü içecek manalarına gelmektedir. [38]

 

Hamr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

(hımar) kalıbından alınınca, kadının başını ve yüzünü örten örtü an­lamını ifade eder.

Kelimenin Kur'an'daki manalarına gelince:

1. Yüce Allah, Muhammed/15 ayetinde muttakilere vaadettiği cennetteki ırmakları sayarken, bunlardan birinin  (hamr) ırmağı olduğunu ifade et­mektedir:

(İçene lezzet veren şaraptan ırmaklar).

Cennetteki bu 'şarap ırmağına' aslında 'şerbet ırmağı' demek gerekiyor. İçtiği zaman insana lezzet veren 'tatlı su' ırmağını ifade etmektedir. Dünya­da içildiğinde insanı sarhoş eden alkol anlamına gelmemektedir. Kısaca, içe­ne lezzet veren maddeye hamr denir.

2. İçki

İnsana sarhoşluk veren ve insanın şuurunu örten 'alkol' anlamını ifade et­mektedir. İşte haram kılınan da budur.

(Biriniz efendisine içki sofrasında şakilik yapacak). [Yusuf/41]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/219'da da bu anlamı ifade et­mektedir.

3. Başörtüsü

Nur/31 ayetinde 'başörtüsü' anlamına gelmektedir:

(Başörtülerini yakalarının üstüne salsınlar).[39]

Hımar (başörtüsü) ile hamr (alkollü içki) 'örtmek' manasında birleşmek­tedir. Alkollü içki bilinci, başörtüsü de başı örttüğü için (hamr) adını almaktadır.

4. Şeytanın pisliği

Yüce Allah Maide/90 ayetinde alkollü içkiyi, kuman, dikili taşlan, fal ve şans oklannı şeytanın pisliği olarak nitelendirmektedir.

'Kanştırmak' manası ile hamr (alkollü içki), insanların ilişkilerini kanş-tırmadan önce, insanın bilincini kanştınp alt-üst etmektedir. Psikolojik yapı­sı alt-üst olan bir insanın bütün sosyal ilişkileri de alt-üst olmaktadır.

'İşgal etmek' anlamı ile hamr (alkollü içki), insanın bilincini işgal etmek­te, iradesini elinden almakta, erdemli davranışlan üreten ne varsa hepsinin yerine geçmektedir.

Bunun yanısıra 'ele geçirmek' manasına da gelen hamr, insanın beyin güçlerini işgal edip ele geçirmekte, akıl alanını şuur altının işgal edip ele ge­çirmesi eylemini ifade etmektedir.

'Birine kızmak' manası ile  (hamr), insanlar arasına kin ve düşman­lık sokmaktadır. Maide/91'de bu manada kullanılmaktadır:

Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokar.

Hamr'm diğer bir anlamı da 'avutmak'tır. Avutmak, insanı gerçekleri görmekten alıkoyarak olumlu iş yapmasını engeller. 'Kabartmak' manası ile bir araya getirilince insanın benliğini, gururunu kabartarak Allah'a ibadet yapmasını engelleme eylemini ifade eder. Nitekim Allah Teala hamr'm (al­kolün), insanın iyi amel işlemesini engellediğini ifade etmektedir:

(Sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkor). [Maide/91] İçki insanın bütün kabiliyetlerini, iyi duygulannı devre dışı bıraktırarak iyi eylemler üretmesini engeller ve insan ilişkilerini bozar.

(ha-me-ra) kalıbından alındığında 'entrika çevirmek' manasına ge­lir. İnsanın bütün erdemlerini yok ettiği, sağlığını bozduğu için alkol, entrika manasını kazanmaktadır. Hamr'da, insanın biyolojik ve psikolojik yapısını bozmak manası da vardır. Önceleri hamr kelimesi 'şarap' olarak tercüme edi­lirdi. Eski çağlarda, şaraptan başka içki çeşidi olmadığı için bu manayı ve­renler mazur görülebilir, ama günümüzde içki çeşitleri çoğalmıştır. Halbuki hamr kelimesine 'alkol' manası verilseydi, şarabın dışındaki içkilerin haram olup olmadığı tartışmasına girilmemiş olurdu.

Artık hamr kelimesinin anlamı gittikçe genişlemekte, kokain, eroin ve esrar gibi insana zarar veren uyuşturucu maddeleri de içine almaktadır. İn­sanlar, vücudun ihtiyaç duyduğu alkol miktarını, meyveleri yerken tabii yol­la elde etmektedirler. Kısaca diyebiliriz ki, Kur'an'da geçen hamr kelimesi tüm alkollü içkilerle birlikte uyuşturucu maddelerin hepsini de kapsamak­tadır.

'Kumar' manasına gelen (meysir) kelimesi,(yesura) fiilinden türemiştir. 'İşi kolay olmak' anlamım ifade eden bu kelimenin kalıplan zen­gin olmak, hamile kadının kolay doğum yapması, hazırlamak, bolluk mana­larına gelmektedir. Bu kelimenin (teyâsera) kalıbı, kumara konan deve­nin etini paylaşmayı ifade etmek için kullanılır.  (yesura) kalıbı ise ku­marbaz anlamına gelir.

Peki asıl manası 'kolay olmak' olan (yesura) kelimesinden (meysir=k\ımar) manası nasıl çıkmaktadır? Emek safredilmeden para ka­zandırması, parayı kolayca elden çıkartması hasebiyle kumara meysir den­mektedir. Her iki kavramın ortak manası 'kolaylık'tır. Kolayca para kazan­dırması ve kaybettirmesi sebebiyle meysir kelimesinden türetilmiştir. Mey­sir (kumar) kavramı ile Yüce Allah emeksiz elde edilen kazancı yasakla­maktadır. [40]

 

İçki Ve Kumarın Zararları:

 

Alkol ile kumarın neden aynı ayet içinde bir arada değerlendirilmeye tâbi tutulduğu sorusuna da şu şekilde cevap verebiliriz: Her ikisi de insanda kötü alışkanlık meydana getirmektedir.

Alkollü içkiler insanın psikolojisini, bedenini tahrib ettiği gibi, parasmı da yok yere elinden çıkarmaktadır. Hiçbir değer elde etmeden parayı elden çı­kartmaları, haram kılınmaları için yeterli bir sebeptir. Diğer taraftan alkol insanın maneviyatını ve bedenini tahrib etmekte; hayatın, bilinçsizce yaşanma­sına neden olmaktadır.

Kumar da hemen hemen aynı zararlara sebep olmaktadır. İnsanın sinir sis­temini alt-üst etmekte, boş yere parayı elden çıkartmakta ve zamanı öldür­mektedir.

İçki ve kumar, kin ve düşmanlığı körüklemekte müşterek iş gördükleri için bir arada zikredilmektedirler.

Bir alışkanlık haline gelmesi halinde kumar, insanın mal ve ailesini rehin olarak vermesine sebep olabilir. Malını, ailesini sinir sistemini ve zamanını rehin alan kumar gibi; alkollü içkiler de insanın parasını, sıhhatini, bilinç ve zamanını rehin almaktadır.

 (meysir) kelimesinden gelen ,1u (teyâsera) kelimesinin, kumara konan devenin kesilip etinin parçalanması ve dağıtılması anlamına geldiğini söylemiştik. Demek ki meysir (kumar), bir şeyi bölüştürmektir. Alkollü içki­ler de insanın parasını, sıhhat ve zamanını bölüştürmektedirler. Bu anlamda da alkol ile kumar bir araya gelmektedirler. İnsanlar kumar ve içki nedeniy­le nelerini bölüşmüyorlar ki! Demek ki kumarın asıl manası haksız bölüşüm-dür. Alkollü içkiler de bu manada kumar ile ortaktır. Kumara konan devenin kesilip etinin paylaşılması gibi, insan da kendi erdemlerini boğazlamakta, za­manım öldürmekte, sıhhatini katletmekte ve onları şeytana ve kötülük yuva­larına dağıtmaktadır. Kendi iradesini katleden, insanlarla ilişkilerini boğazla­yan kumarcı ve içkiciler hem kendilerine ve hem de topluma ihanet etmek­tedirler.

Allah Teala içki ile kumarın insanları benzer yönde etkilediklerini beyan etmektedir:

Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? [Ma-ide/91]

İçki ve kumar kin ve düşmanlıklara sebep olmakta; kin ve düşmanlık da ilişkileri bozup sosyal hayatı çürütmektedir. Ayrıca Allah'ı anmak, düşünmek ve hatırlamak, namazı kılmak gibi Allah ile olan ilişkileri de akamete uğra­tarak insanı kulluğun gereklerinden uzaklaştırmaktadır. Dikkat edilirse Ma-ide/91'de Yüce'Allah, önce içki ile kumarın insanlar arasında meydana getir­diği tahribata, sonra kendisi ile kullan arasında meydana getirdiği kopukluğa dikkat çekmektedir. Öyleyse içki ile kumar önce insanda kin ve düşman­lık duygusunu uyandırmakta, sonra da bu duyguların sosyal yapıya yayılma­sını gerçekleştirmektedirler.

Onların bu etkinliği sadece psikolojik ve toplumsal boyutta kalmıyor; ku­lun Allah'a olan ibadetine de yansıyor. Yüce Allah içki ile kumarın zararları­nı birkaç boyutlu olarak ele alıp açıklamaktadır. Bir taraftan zararlarını açık­lıyor; diğer taraftan tiksindirmek metodunu kullanarak onların şeytanın pis­liği olduğunu ifade ediyor. Maide/91 ayetinin sonunda da (Artık vazgeçtiniz değil mi?) buyuruyor.

Yüce Allah bu ayetleriyle eğitime evrensel bir metod kazandırmaktadır: İnsanları kötü bir alışkanlıktan vazgeçirmek için, o alışkanlığın zararlarını açıklamak gerekir. Bakara/219'da şu ifade yer alıyor:

(De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır")[41]

 

İsm Kavramının Kapsamına Giren Durumlar:

 

Ayette geçen 2i (ism) kavramı, fiil kalıbında, yani (esime) olarak alındığında günah işlemek, hata etmek, yanılmak, ayağı kaymak; (esem) kalıbından alınınca günah, suç, kötü hareket, davranış bozukluğu, kabahat manalarını ifade etmektedir. Kur'an'da farklı kalıplarda yer alan ism (günah) kelimesinin kapsamına giren durumları ele alabiliriz:

1. Allah'a şirk koşmak ism'dir

Yüce Allah şirk koşmanın iftira olduğunu, iftiranın da ism yani günah ol­duğunu söylemektedir:

(Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah ile iftira et­miş olur). [Nisa/48]

Lokman/l3'te geçen (Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür) ifade -sindeki zulm, Nisa/48'de ism (günah) olarak geçmektedir. Böylece şirkin, hem büyük bir zulüm, hem de büyük bir günah olduğu anlaşılmaktadır. De­mek ki ism, aynı zamanda . Nisa/50'de de uydurulan yalanın Allah'a isnad edilmesinin, açık bir ism (günah) olduğu belirtilmektedir.

2. İhaneti huy edinmek

Yüce Allah, insanın kendisine ihanet etmesini ism (günah) olarak nitelen­dirmektedir:

Kendilerine ihanet edenleri savunma; çünkü Allah ihaneti huy edinmiş kim­seleri sevmez. [Nisa/107]

İsm kelimesi, bu ayette esim kalıbında gelmiştir.

Kendine ihanet etmenin ne anlama geldiği, Nisa/l 08'de açıklanmaktadır: Allah'ı yanında hissetmeyip, geceleri entrikalar kurup, insanlardan çekinip Allah'tan çekinmeyen insanların işlediği günahtır. Sosyolojik açıdan açıkla­yacak olursak bu, sosyal kontrolü dikkate aldığı halde, ilahî kontrolü gözar-dı etmektir. Bu durumu Yüce Allah, insanın kendine ihaneti olarak görmek­tedir.

3.  Kendi suçunu başkasına yüklemek

İşlediği suçu, başkasının üzerine yıkmak ism'dİT. Yüce Allah bu durumu ifade ederken, Nisa/l 12'de CLİ& (apaçık bir günah) tabirini kullanmaktadır.

4. Vasiyet hususunda yalan beyanda bulunmak

Vasiyet hususunda yalan beyanda bulunan kimse ism (günah) işlemiş olur. Maide/107'de bu konu ele alınmakta ve bunun zulüm olduğu söylenmektedir:

(Bu şahitlerin sonradan ya­lan söyleyerek bir günah kazandıkları anlaşılırsa, haklarına tecavüz ettikleri ölüye daha yakın olan iki kişi onların yerini alır).

5. İnananlara eziyet etmek

Yüce Allah Ahzab/58'de yapmadıkları bir şeyden dolayı inanan erkek ve kadınlara eziyet edenlerin, bir iftira ve apaçık bir günah yüklendiklerini ifa­de ederken ism terimini kullanmaktadır.

6. Vasiyeti değiştirmek

Bakara/l 81 'de de açıkladığımız üzere, yapılan vasiyeti değiştiren insan ism (günah) işlemiştir.

7.  Şahitliği gizlemek

Yüce Allah, şahitliği gizleyeni günahkar kabul ettiği için, işlediği fiili de günah kabul etmektedir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, onun kalbi günahkardır. [Bakara/283]

Yüce Allah burada (âsim) kalıbından getirerek, kalple ilişkisini kur­maktadır. Kalbin günahkarlığından bahsederek, günaha yeni bir boyut getir­mekte ve psikolojik bir açılımı gündeme taşımaktadır. Maide/106'da da şa­hitliği gizleyenlerin, günahkarlardan olacağı ifade edilmektedir.

8. Haksız yere cana kıymak, zina etmek

Allah Teala Furkan/68'de müslümanlan şirk, adam öldürme ve zinadan nehyetmektedir. Şirk konusunu -daha önce ele aldığımız için- burada ince­lemedik. Haksız yere cana kıymayı ve zina etmeyi ism (günah) kapsamına dahil etmektedir.

9. Faiz yemek

Cenab-ı Hak Bakara/276'da faiz yiyeni ve yemekte ısrar edeni iki vasıfla nitelendirmektedir: Nankörlükte ve günahta ısrar etmek. İşte bu ayette (esim) kavramı, günahta ısrar eden, tehlikeli, kötü ve habis kişiyi ifade et­mektedir.

10. İyiliğe mani olmak

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

(İyiliğe mani olan günahkar zorbaya). [Kalem/12] Allah Teala burada iyiliği engellemeyi günahkarlık ve zorbalık olarak nite­lendirmektedir. (esîm) kavramını, günaha dadanmış, günahta ısrar eden ve aşmya kaçan, boğazına kadar günaha batan kişi olarak anlamak gerekir.

11. Ahireti inkar etmek

Mutaffifîn/11-12 ayetlerinde ceza gününü ancak günaha dalan kimselerin inkar edeceği söylenirken, yine *,Ş\ (esîm) kalıbından getirilmektedir, tşte bu ameller ism denen günahın kapsamına girmektedir. Bu eylemlerin her bi­ri ism'dii (günahtır). Cenab-ı Allah neyin ism (günah) olduğunu açıklayarak insanları uyarmakta ve eğitimini bu şekilde gerçekleştirmektedir. Bu konuda Yüce Allah'ın insanlara sunduğu en önemli amaç, günahsız ya da günahı en az olan bir dünya oluşturarak, ahirette böyle bir ortam hazırlamaktır.

Dünya hayatında insanı cezbeden içki alemleri boş konuşmaya, saçma­lıklara, yanlış hareket ve kararlara sebebiyet verir. İçkinin fazla kaçırılma­sı ile çeşitli günahlar işlenir. Öteki dünyada cennete gitme hakkını kaza­nanlar, bu dünyada içki alemlerine katılmadıkları için, orada karşılıklı cennet şarabından içecekler, ama asla sarhoş olmayacak ve günah işlemeye­ceklerdir:

(Orada karşılıklı kadeh tokuştururlar, ama onda ne saç­malatma vardır, ne de günaha sokma). [Tur/23]

Cenab-ı Hak bu ayette (te'sîm) kelimesini kullanarak ahirette günaha sokacak içkinin olmadığını ifade etmiş, böylece içki ile günahın arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.

İsm (günah) sadece eylemlerle değil, sözlerle de kazamlabilir. Vakıa/25'te yine Z& (te'sîm) kalıbından getirilmek suretiyle, günah ile duyma organı arasında bir irtibat kurulmaktadır:

(Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler).

Demek ki içki ve kumar insanın bilinç ve iradesini ortadan kaldırınca, hem eylem, hem de söz ile insanın günah işlemesine vesile olabilmektedir. Onun içindir ki, Yüce Allah Bakara/219'da (De ki: "İçki ve kumar­da büyük bir günah vardır") buyurmuştur.

Yüce Allah bu ayette günahın büyüklüğüne dikkat çekmektedir. Günahın çokluğu mu önemlidir, yoksa büyüklüğü mü? Maddî cisimler için kullanılan 'büyüklük' kavramı, burada niçin 'günah' hakkında kullanılmıştır? Fahred-din Razi, Hamza ve Kisai'nin bu ayetteki (kebir) kelimesini (ke­sir) olarak okuduklarını nakletmektedir. Kebir okunursa 'büyük', kesir oku­nursa 'çok' anlamına gelmektedir. Kelimenin kebir (büyük) olduğunu kabul edersek bu büyüklüğün, çeşitli günahların biraraya gelmesinden kaynaklan­dığını söyleyebiliriz.

Çünkü içki ve kumar sadece tek bir günahı değil, pek çok günahı bir ara­ya getirerek gittikçe büyüyen ve sonra çığ haline gelen kartopuna benzemek­tedir. Ayetteki 'büyük bir günah' ifadesi 'pek çok günah' anlamına gelir. Bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır: İnsanlar arasına kin ve düşmanlık sok­ması; Allah'ı hatırlamayı ve O'na ibadet etmeyi engellemesi, haksız kazanç sağlaması veya paranın boş yere elden çıkmasına sebep olması gibi olumsuz işleri ürettiği için içki ve kumar büyük günahlardan sayılmıştır.

Yüce Allah Kur'an'da başka günahlar için de kebir (büyük) sıfatını kul­lanmaktadır: Günahların büyüğü olduğu gibi, daha büyüğü de vardır. Baka­ra/217'de ifade edildiği üzere, saldırmazlık örfünün bulunduğu haram aylarda savaşmak büyük günahtır. Ama, Allah'ın yolundan menetmek, Allah'ı in­kar etmek, Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten engellemek, halkını oradan çı­karmak daha büyük günahtır. Günahların büyüklüğü ve daha büyüklüğü, Al­lah'a olan isyan ile insanlara verdiği zararlara nisbetledir.

Allah Teala (lemem) kelimesiyle de 'küçük günah' kavramını gündeme getirmektedir. Kur'an'da sadece Necm/32'de yer alan (lemem) kelimesi, ufak-tefek kusuru, yani küçük günahı ifade etmektedir.

Bu izahtan sonra şu genellemeyi yapabiliriz: Yüce Allah Kur'an'da gü­nahları şöyle sınıflandırmaktadır: Küçük, büyük ve en büyük. Bu ayrım, dün­yevî hukukta suçların bu şekilde aynıma tâbi tutulmasına işaret ederek bir hukuk öğretimi gerçekleştirmektedir. Ortaçağ dönemini yaşayan ve aşiret ha­yatı sürdüren insanlara, suç ve günahların küçükten büyüğe doğru sınıflama­ya tâbi tutulmasının öğretilmesi büyük bir devrimdir. İçkinin, kumarın ve sal­dırmazlık örfünün ihlal edilmesi büyük günahlar sınıfına konulduğu halde, insan haklarının en büyük günahlar arasına konulması çok büyük bir devrim­dir. Allah'ı inkar etmek, insanların Rablerine ibadet etmelerine mani olmak, insanları yurtlarından çıkarmak ve toplumda fitneye sebep olmak en büyük günahlar arasında yer almaktadır.

İşte Yüce Allah içki ile kumarın fayda ve günahı hakkında şöyle buyu­ruyor:

De ki: "İçki ve kumarda büyük bir günah ve insanlar için bazı faydalar var­dır". [Bakara/219]

İsm'in (günahın) karşıtı olarak 'fayda' kelimesi kullanıldığına göre, bura­daki ism kavramına mecazi anlamda 'zarar' manası verilebilir. Çünkü içki ve kumarın günah olması, verdikleri zarardan ötürüdür.

(Ve insanlar için birtakım faydalar vardır).

İçki ve kumarda insanlar için fayda var mıdır? Bizce (linnâs) kelime­sinin başındaki (lam) harfine göre mana verilmelidir. O zaman ayetin bu kısmına şu anlamı vermek gerekir: "Ve insanlara göre içki ve kumarda bazı faydalar vardır."

Şimdi her iki manaya göre ayetin bu kısmını açıklayabiliriz: İçkinin fay­dalan, özellikle ilaç yapımında ve anestezide kullanılmasıdır. Kumarhane açıp, kumardan para kazananlar vardır. Ama bu faydalar içki ve kumarın meşruluğu için yeterli değildir. O zaman alkolün, insanın faydasına kullanı­lacak yerlerde kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bazı kimseler "Ve insan­lar için bazı faydalar vardır" ifadesinden hareketle aklîleştirme yoluna gide­rek, yani bazı mazeretler göstererek içki ve kumarda bazı faydalar olduğunu iddia ederler. Bu, onların içki içmek ve kumar oynamak için bahane olarak ileri sürdükleri bir fikirdir. Kendilerince onlarda bazı faydalar gördüklerin­den bunu yapmaktadırlar. Onların bu sözüne karşılık Yüce Allah şu karşılaş­tırmayı yapmaktadır:

(Ancak günahları faydalarından daha büyüktür).

Birinci manaya göre Yüce Allah içki ile kumarın fayda ve zararını muka­yese etmektedir. Bizim tercih ettiğimiz 'insanlara göre' manasında ise, fayda ve zararlarının oranına dikkat çekilmektedir. Ayetin bu kısmına kadar yapı­lan açıklamalardan şu genellemeyi yapmamız mümkündür:

Allah Teala, içki ve kumar hakkındaki soruyu cevaplandırma yetkisini Hz. Peygamber'e vermeyip bizzat kendisi cevaplandırmaktadır. Öyleyse içki ve kumarın dinî açıdan değerlendirilip onlara günah sıfatını verme yetkisi be­şere değil, Allah'a aittir.

Cenab-ı Hak böylece bir şeyin günah olup olmadığına dair fetva vermek için, fayda ve zararını dikkate alma metodunu öğretmektedir. Günah ve suç­lar verdikleri zararlara göre tasnif edilmelidir.

Burada şu ilke konmaktadır: Tıp ve eczacılıkta kullanılması, alkolün in­sanlar tarafından içilmesini meşru kılmaz. Zehirinden panzehir yapılıyor di­ye insanların kendilerini yılana ısırtmalarının doğru olmadığı gibi, bazı fay­dalan vardır diye insanların alkol içmeleri; hem kendilerine ve hem de top­luma zarar vermeleri doğru değildir.

(Neyi harcayacaklarını sana soruyorlar. "İhtiyaç faz­lasını" de!)

Allah yolunda neyin infak edileceği sorusu, içki ve kumar hakkındaki so­ru ile aynı ayette yer aldığına göre, içki ve kumarla ilgili suali de müslüman-lann sorduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kafirlerin içki ve kumarla ilgili sual sormaları normal olsa bile, infak hakkında sual sormaları normal değildir. Böylece, Bakara/219'daki her iki sualin de müslümanlar tarafından soruldu­ğu ortaya çıkmaktadır.

İnfakın ne olduğunu ve ne şekilde yapılacağını birinci ciltte izah etmiştik. Burada açıklanması gereken kelime (afv)dır. Afv kelimesine, artakalan, ihtiyaç fazlası, ayınlabilecek her şey manası verilebilir.

Allah, infak konusundaki soruyu da bizzat cevaplandırmaktadır. Allah uğ­runa yapılacak harcamanın, insanın kendi ihtiyacından fazlasından olacağını söylemekle Yüce Allah, ihtiyacın ölçü olduğunu belirtmektedir.

Allah mesajlarını açıklamaktaki gayesinin insanları düşündürmek olduğu­nu söylemektedir. İnsan, yaptığı eylemleri ve Allah'ın bu eylemler hakkında­ki hükümlerini düşünmek durumundadır. Herkesin bunu yapması mümkün olmadığından 'tefekkür' kelimesinin başına 'ihtimal' kelimesi getirilmiştir. 'Umulur ki düşünürsünüz' veya 'düşünesiniz diye' mana verilebilecek olan bu ibare, yapılan açıklamaların insanı düşünceye sevkedici olması gerektiği ilkesini de eğitime kazandırmaktadır.

Ayetin bu kısmından çıkartacağımız diğer bir netice de şudur: Yüce Allah, emir ve nehiylerine riayet edebilmeleri için insanların düşüncelerini hareke­te geçirmeleri gerektiğine işaret etmektedir. İnsanın düşüncesinde yer bulma­yan bir mesaj, bir hüküm, davranış haline gelse bile ahlâkî olamaz. Ancak, düşünceden gönüle, oradan iradeye uzanan serüvenden sonra yapılacak olan davranış, hem tapınımsal, hem de ahlâkî bir davranış olur.

(Böylece Allah ayetlerini size açıklıyor ki düşü­nesiniz).

İçki, kumar ve infak gibi iki kötü, bir iyi amelin aynı ayet içinde ele alın­ması, gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. İnfakın, 'artaka­lan' ya da 'ihtiyaç fazlası' olan maldan yapılması hükmü ile, içki ve kumarın ne alakasının olduğu sorulabilir. Kumar ve içkiye müptela olanların çoğu, 'artakalan' mallarından dolayı bunu yaptıklarım söylemektedirler. İhtiyaç fazlası malını nerede harcayacağını bilemeyenler, kumar ve içkiye düşmek­tedirler. Onun için Yüce Allah, aynı ayette ihtiyaç fazlası malm Allah yolun­da infak edilmesini tavsiye etmektedir. İnfak etmenin tadını alan insanların, içki ve kumar alışkanlığından kurtulma şansları olduğunu hatırlatmak için, aynı ayette onları bir araya getirmektedir.

Öğretim ve eğitimdeki açıklamalar insanın düşüncesini hedef almalıdır. Yüce Allah bu kanunu ayetin son kısmına koymakta ve bizlere öğretmektedir.

Bakara/219'daki açıklamalar üzerinde düşünmemizi öngörmüş olabileceği gi­bi, 220. ayetteki dünya ve ahiret üzerinde düşünmemizi de öngörmüş olabilir. [42]

 

Yetimlere Karşı Muamele:

 

220. Dünya ve ahiret hakkında düşünün. Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: "Onların durumlarını düzelt­mek en hayırlı olanıdır". Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah dileseydi sizi meşakkate sokardı. Çünkü Allah güçlüdür, hakimdir.

Ayetin analizini yapacak olursak şu bölümlere ayırmamız mümkündür:

1. (Dünya ve ahiret hakkında).

Ayetin bu kısmım 219. ayetin sonuna bağlayarak şöyle mana verebiliriz: Dünya ve ahiret hakkında düşünesiniz diye Allah ayetlerini size açıklıyor.

Bu manadan hareket edersek, 219. ayetin sonundaki 'düşünme' eylemi­nin, geriye ve öne doğru iki boyutlu olarak işlemesi gerektiğini söyleyebili­riz. Geriye doğru düşünme faaliyeti; içki, kumar ve infak konularına yöne­liktir. İçki ve kumar gibi kötü alışkanlıkları tedavi etmenin en önemli meto­du, iradeyi düşünce ile beslemektir. İnfak gibi önemli bir amelin Allah katın­daki sevabını ve toplumsal faydalarını düşünmenin gerekliliğini vurgulamak­tadır. Öne doğru olan boyutu ise, 220. ayette yer alan "dünya ve ahiret hak­kında" düşünmektir. Bu şekilde mana verilmesi halinde iki ayet bir araya ge­tirilmekte ve düşüncenin çok boyutlu işlevi ortaya konulmaktadır.

Ayette 'dünyanın' önce, 'ahiretin' sonra gelmesi çok ilginçtir. Dünya üzerinde düşünüp onun sorunları halledilmedikçe ahiretin kazanılamayacağı gerçeğine bir işaret olsa gerek. Ahiretin bu dünyada kazanılacağı veya kay­bedileceği bilinci, her iki alemin dengede tutulması anlayışını getirecektir. Onun içindir ki Kur'an, dünya ve ahireti bir araya getirip, her ikisinin sorun­larıyla da ilgilenilmesini ve dünyanın ahiret mutluluğunu kazanacak şekilde planlanmasını öngörmektedir.

Diğer taraftan ayetin bu kısmında, ahiretin gözardı edilerek dünya sorun­ları üzerinde düşünmenin çözüm getirmeyeceği gibi, dünyayı bir yana atarak sırf ahiret hakkında düşünmenin de saadet getirmeyeceği vurgulanmaktadır. Dünyasız ahiret; ahiretsiz dünya yaşanmayan zaman gibidir. Böylece Yüce Allah, düşüncenin konularını, dünya ve ahiret olarak belirlemiş ve programı­nı tesbit etmiştir. Kötü alışkanlıkların hem dünyevî, hem de uhrevî sorunlar yarattığının bilinmesi ve bunun üzerinde düşünülmesini isterken Yüce Allah, onların hem bu dünyadaki, hem de ahiretteki getirişi ile götürüşünün bilin­mesini amaçlamaktadır.

2. (Sana yetimler hakkında sorarlar).

Ayetin bu kısmı, yetimlerin insanlık için bir sorun oluşturduğuna işaret et­mektedir. Toplumların en önemli sorunlarından biri yetimlerin korunması, beslenmesi ve yetiştirilmesidir. Yetimin milleti, dini önemli değildir. Çünkü yetimlik evrensel bir kavramdır. Yetimin sorunları ele alınırken kültür, din ve ırk farklılıkları dikkate alınmamalıdır. Anası veya babası, yahut her ikisi de olmayan yetim çocuk, insanlık için bir sorun yumağı olmuştur. Bu sorun yu­mağının çözülüp mesele olmaktan çıkarılması Allah'ın emridir. Cenab-ı Hak, insanlığın bu nazik meselesine Kur'an'da çok önemli bir yer ayırmış ve çö­züm yollarını da göstermiştir.

Yetimlerle ilgili sorunun cevabım Yüce Allah vermektedir. Dünya ve ahi­ret hakkında düşünme tavsiyesinin ardından bu sorunun cevaplandırılması ne anlama gelmektedir?

Bu soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz:

Dünya ve ahiretin en önemli konularından biri 'yetim' meselesidir. Bu meselenin bu dünyada çözümlenmesi, hem dünya ve hem de ahiret mutlulu­ğuna katkıda bulunacaktır. Bakara/215'teki infakla ilgili sorunun; 217'deki saldırmazlık örfünü çiğnemenin cezasının; 219'daki kötü alışkanlıkların fay­da ve zararlarına işaret edilmesinin ardından yetim konusunun ele alınması, dünya sorunlarının halledilmesini amaçlamakta; böylece buradaki yanlışların anketteki saadeti etkileyeceği gerçeği ortaya konulmaktadır.

Demek ki fakirin elinden tutmak, saldırmazlık örfüne riayet etmek, kötü alış­kanlıkları terketmek, yetim meselesini çözümlemek için insanların düşünmeleri, dünyanın en önemli işleri arasında yer almaktadır. Düşüncenin önünde dağ gibi dünya-ahiret ilişkisi durmakta ve bunların çözümünün nereden başlayacağı ve na­sıl devam edeceği hususu belli bir düzeyde bu ayetlerde cevap bulmaktadır. [43]

 

Kur'an Yetim Meslesini Nasıl Çözümlemektedir?

 

Şimdi Kur'an'ın yetim meselesini nasıl çözümlediğini ele alabiliriz:

a. Yetimin durumunu düzeltmek

Fahreddin Razi'nin Kadi'den naklettiği bir yorumda ayetin önemli kav­ramlarından biri olan (ıslah) kelimesi, "bilgi, terbiye ve fazilet üzere yetişmesi için yetimin işlerini yoluna koymak ve benzeri şeyleri yapmak"[44]

şeklinde yorumlanmıştır.

Bu yorumu aynen kabul ederek diyoruz ki: Yetimin durumunu/işlerini dü­zeltmek çok boyutludur. Bunlardan biri, onların erdemli ve insanlığa faydalı olmaları için eğitilmelerinin gerekliliğidir. Eğitimin olduğu yerde düzen var­dır, barış vardır, ıslah vardır. Yetimlere yetimliklerini unutturacak en büyük değer bilgidir. Onlar bilgi ile tanıştırıldıkça, bilgi ile arkadaş oldukça ve bil­ginin gücü yanlarında bulundukça yetim olduklarını unutacaklardır. Onlara değer vermek, onları itip kakmamak onların eğitimi için çok önemlidir.

(De ki: "Onların durumlarını düzeltmek en hayırlı olanıdır").

Durumlarını düzeltme eylemi, eğitilmeleri olarak alınınca, ''(hayr) ke­limesine 'iyi iş' karşılığını vermek daha uygun olur. Eğitim çok önemli bir faaliyet olduğu için Yüce Allah yetimlerin eğitilmesini en önemli değer ola­rak görmektedir. Demek ki, yetim sorununun çözümünde ilk adım eğitimdir.

b. Kardeş edinmek

(Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir). [45]

 

Muhalata Kavramının Kur'an'daki Kullanımı:

 

Burada geçen muhalata kavramı, birbirine karıştırmak, karışmak, meczet-mek, uymak, zihnini karıştırıp yanıltmak, anlaşmazlık, terkip, bir karışımın unsurları anlamlarına gelmektedir. İnsan vücudunun kan, balgam, siyah ve beyaz safralardan oluşan dört unsuru için de kullanılmaktadır.

Konuşmada anlaşılmayan laflar etmek, cinsel ilişkide bulunmak, şuurun bozulması, karışık insan topluluğu, ortaklık, insanlara çok kansan, entrikacı, bu kelimenin çeşitli kalıplarının manalarıdır. Bu kavramın Kur'an'da çeşitli ayetlerde kullanıldığına şahit oluyoruz: [46]

 

Muhalata Kelimesinin Kur'an'daki Manaları

 

1. Karıştırmak

Tevbe/102'de bu anlama gelmektedir:

 (Bir de iyi davranışlarını kötü olanlarla karıştırdıktan sonra, günahlarının farkında olan...)

Tevbe eden herkesin durumu, bu ayetin kapsamına girmektedir.

Bu ayetteki karışma, yani ihtilat düşüncenin amelleri ayırd edememesini, onların iyi ile kötü olanını farkedememesini ifade etmektedir. Bilinçli olma­dığı dönemlerde iyi davranışlar ile kötü davranışları farkedemeyip yanlış ya­panlar, baskılar ortadan kalkıp kendilerini muhasebe ettiklerinde bu karıştır­manın farkına varırlar. Bu sebeple ayette geçen haleta kelimesi, tamamen ah­lâkî bir ihtilata işaret etmektedir.

2. Bir arada yaşamak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/220'de bu anlama gelmektedir. "Yetimlerle bir arada yaşarsanız'', yani aynı mekanı ve aynı sorunları payla­şırsanız demektir.

3. İlik

En'am/146'da (kemiğe kansan yağlar) ifadesi yer almaktadır. Kemiğe kansan yağ, kemiğin içindeki iliğe işarettir. Bununla birlikte 'kemik yağı' manasına da gelebilir. Muhammed Esed'in bu ayete verdiği manayı ye­rinde buluyoruz.

4. Emmek

Yunus/24'te bitkilerin yağan yağmur suyunu emmesi anlamına gelmektedir: (Onu yeryüzü bitkileri emer).

Su emilince bitki ile karışık hale geldiği için bu kelime kullanılmıştır.

5. Ortak, yakın

Sad/24'te (huletâ) çoğul kalıbında gelmiştir. Ortak, ya da yakın kim­seler manasını ifade etmektedir. İki kişi Hz. Davud'a gelir ve mahkeme olur­lar. Birinin diğerine haksızlık ettiğini söyleyen Hz. Davud, çoğu ortakların böyle haksızlık ettiğini söylerken bu kavramı kullanmaktadır:

Davud dedi ki: "Bu adam senin koyununu kendisininkilere katmayı istemekle sana haksızlık yapmıştır. Zaten yakınların çoğu birbirlerine aynı şeyi yaparlar".

Cenab-ı Allah 'yetim' kavramı ile beraber 'kardeşlik' ve 'bir arada yaşa­ma'yi da zikretmektedir. Yetim kavramının evrensel bir kavram olduğunu da­ha önce söylemiştik. Yetimin milleti, dinlisi, dinsizi olmaz. Dünyanın her ye­rinde yetim yetimdir. Ancak, yakında olan yetim vardır, uzakta olan yetim vardır. Doğrudan doğruya işleriyle ilgilenilen yetimlerle olan birliktelik, ay­nı mekanı paylaşma durumuna gelirse 'kardeşlik' statüsü kazanmış olur.

Buradaki 'kardeşlik', muhtaçlığın, yoksulluğun ve sahipsizliğin gideril­mesi ile ortaya çıkan kardeşliktir. Aynı karında büyüyen ve aynı annenin san­cılan ile dünyaya gelenler biyolojik kardeş; aynı sosyal problemleri payla­şan, aynı iniltileri duyan ve olumsuzlukların meydana getirdiği sosyal karın­da yaşayanlar ise 'sosyal kardeş'tir.

Böylece Yüce Allah, sahipsiz yetimleri sosyal kardeş ilan etmiş, böylesi bir kardeşliği dinî ve içtimaî erdem olarak görmüştür. Asıl kardeşlik, yetimin göz yaşını silen, iniltisini dindiren, çaresiz bakışlarına mutluluk getiren ve elinden tutup kaldıran insanların kardeşliğidir.

c. Yetime ikram etmek

Buradaki ikram'ın bir anlamı da onlara infak etmek, ekonomik ihtiyaçla­rını gidermektir. Yetime infak etmek, hayra erişmenin önemli bir şartıdır [bkz. Bakara/177]. İyilerin cennette, kafur karışmış bir kadehten içebilmele-rinin şartlarından biridir. [Bkz. İnsan/5-8]

Yetime ikram etmemenin kötü sonuçlarından biri de, malın elden çıkma­sıdır. [Bkz. Fecr/16-17]

d. Yetimi ezmemek

Yüce Allah Duha/9'da önce Hz. Peygamber'e, sonra tüm insanlara şunu emretmektedir:

(Öyleyse yetime haksızlık etme!)

Buradaki haksızlık etmek, yetimi wezmemek, itip kakmamak, dışlama­mak anlamına gelmektedir.

e. Yetimin malına yaklaşmamak

Allah Teala, yetimin malının muhafaza edilmesini, kötü niyetle o mala yaklaşılmamasını emretmektedir:

Rüşd çağına erişmeden önce yetimin malına -onun iyiliği için olmadıkça-yaklaşmayın. [En'am/152]

Aynı emri İsra/34'te de tekrarlayan Yüce Allah, yetimin malına dokunmak şöyle dursun, yaklaşılmasını bile istememektedir.

Yetimin küçüklüğünden, güçsüzlüğünden istifade ederek malını yemek veya kendi menfaatine kullanmak, iki kat günahtır: kul hakkı ve yetim hak­kı yemek. Ebeveyninden miras düşen yetimin malını buluğ çağına kadar ko­rumak, buluğ çağına ulaşmca ona teslim etmek bir görevdir:

Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını ken­di mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır. [Nisa/2]

Kul hakkına, bir de yetim hakkı ilave edilince günah, daha da büyümek­tedir. Onun için Nisa/2'de yetim hakkı yemek, büyük günah olarak takdim edilmektedir. Allah Teala, yetim malı yiyenlerin durumunu tasvir etmek ve bundan caydırmak için dehşet verici ifadeler kullanmaktadır:

Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, sadece karınlarını ateşle doldurmuş olurlar. Onlar ahirette yakıcı ateşe mahkum olacaklardır. [Nisa/10]

Allah Teala, yetim malını haksız yere yemeyi zulüm olarak isimlendir­mekte ve onu ateş saymaktadır. Yetim malını zulmederek yiyen insan, aslın­da bütün erdemlerini yakıp kül eden ateş yemektedir. Karnında kendi cehen­neminin ateşini yakmakta ve o ateşin verdiği ızdırabı tatmaktadır. Bu sadece dünyadaki cezasıdır, ahirette de alevli ateşe yaşlanacaktır.

Yetim malı yiyenlerin bu dünyada başlattıkları cehennemleri öteki dünya­ya intikal edip devam edecektir. Yüce Allah'ın bu izah ve cezası, insanları bu davranıştan caydırmaya yöneliktir.

f. Yetime adil davranmak

Yetim kızlarla evlenenler, onlara zulüm derecesine varacak kötülükler ya­pabilirler. Bu ihtimali ortadan kaldırmak için Yüce Allah konuya şöyle yak­laşmaktadır:

Onlar, kadınlar ile ilgili düzenlemeler konusunda kendilerini aydınlatmanı is­tiyorlar. De ki: "Allah onlarla ilgili hükümler konusunda sizi aydınlatmakta­dır. Onlarla evlenmek istediğinizden onlar için emredileni kendilerine verme­diğiniz yetim kızlar ile kimsesiz çocuklar ve sizin yetimlere karşı adaletli dav­ranma yükümlülüğünüz hakkında size tebliğ edilen bu ilahî kelamda Allah'ın iradesi tecelli etmiştir. Ve ne iyilik yaparsanız Allah onu tamamıyla bilir". [Ni­sa/l 27]

Yetim kızlarla evlenip malını aldıktan sonra, boşamak gibi büyük bir hak­sızlığı yukarıdaki ayet ile Nisa/3 ayeti yasaklamaktadır. Yetim kızların onu­ru ve namusu ile oynamanın, mallarını yemenin çok kötü bir davranış oldu­ğuna dikkat çeken bu ayetler, yetimlere güzel bir sosyal çevre oluşturmayı emretmektedir. Yetim haklarının korunmasına yönelik öğretinin, Allah katın­dan kendisine rahmet verilip ilim öğretilmiş kişi tarafından Hz. Musa'ya ve­rildiğine şahit oluyoruz. Allah katından kendisine bir rahmet verilip ilim öğ­retilen kişi ile yola çıkan Hz. Musa üç olay ile karşılaşır:

a. Hz. Musa'nın arkadaşı, bindikleri gemide bir delik açar;

b. Suçsuz bir çocuğu öldürür;

c. Kendilerini misafir etmeyen, yemek vermeyen bir kasabada -karşılık­sız olarak- yıkılmakta olan bir duvarı düzeltir. [Bkz. Kehf/65-77]

Allah katından kendisine rahmet verilip ilim öğretilen kişi, diğerlerini yapma sebebini izah ettikten sonra; yetim çocuklara ait duvarı düzeltmesinin sebebini de şöyle izah eder:

Duvara gelince: O, kasabada yaşayan iki yetim oğlan çocuğuna aitti ve duva­rın altında onlar için saklanmış bir hazine vardı. Onların babası dürüst ve er­demli biriydi; bunun için Rabbin irade etti ki: İkisi de ergenlik çağına erişsin­ler ve hazinelerini -Rabbinden bir rahmet olarak- çıkarsınlar. [Kehf/82]

Allah katından kendisine bir rahmet verilip ilim öğretilen kişinin bu iza­hından anlıyoruz ki: Yetimin malını ve haklarını korumak, ilahî bir sünnettir. Yetim malını koruyanlar Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmışlardır. Allah katından kendisine bir rahmet verilip ilim öğretilen kişi, Hz. Musa'ya yetim malının korunması gerektiğini öğretmiş, Allah'ın muradının bu olduğunu ve böylece de sosyal meselelerin en önemlilerinden birinin yetim hakkını korumak oldu­ğunu öğretmiştir.

Malı olan yetimin malım korumayı emreden Yüce Allah, malı olmayan yetimlere de yardım etmeyi -diğer kutsal kitaplarda da- emrettiğini ifade et­mektedir.

Kısaca diyebiliriz ki, yetimin hakkını korumak, onlarla ilgilenmek, mad­dî ve manevî ihtiyaçlarım karşılamak, eğitimleri için uğraş vermek, insanın bu dünyadaki imtihanının önemli aşamalarından biridir. Yakınında olmayan yetim ile de ilgilenmek gerekir. Toplumun ortak malını yemek, yetim malını da yemektir. Çocukların borçlu doğduğu bir toplumda haksız kazanç elde et­mek, yetim malı yemekten başka bir şey değildir.

Yetimi itip kakmak, dini yalanlayan kimsenin özelliği olarak takdim edil­mektedir:

Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o yetimi itip kakar. [Maun/1-2]

Bu ayetteki din kavramına, Muhammed Esed 'ahlâk kanunu', A. Yusuf Ali 'ahiret/mahkeme günü', Zemahşeri 'ceza', Razi 'ceza veya İslâm', Hazin 'ceza ve hesap günü' manasını vermektedir.

Bütün bu manalardan anlıyoruz ki, yetimi itip kakanlann ahirette hesap vereceklerine dair inançlarında proplem vardır. Bu insanlar ahiret hakkında­ki inançlarını bir kere daha sorgulamalıdırlar. Bu ay etiyle Yüce Allah 'yetim' meselesini 'iman'ın bir parçası haline getirmektedir. Temizliğin imandan ol­ması gibi, -Maun/1-2 ayetlerinden hareketle- "yetimi itip kakmamak iman­dandır" demekte hiçbir sakınca yoktur. Onun için yetimi itip kakanlar, iman­larını bir daha gözden geçirmelidirler.

Muhammed Esed'in, yetimi itip kakmayı, ahlâk kanununu inkar etmek şeklinde yorumlaması da manidardır. Çünkü sosyal ve dinî ahlâkın temel di­reklerinden biri yetim haklarını yerine getirmektir. Muhammed Esed'in Ma­un/l ayetindeki din kavramına verdiği 'ahlâk kanunu' manasını, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/220 ayeti de destekler mahiyettedir. Çünkü bu ayetin devamı şöyledir: (Allah, işleri bozanla düzelteni bilir).

Bu ifadeyle Yüce Allah, yetimlerle ilgili sual soranlara, onların yetiştiril­mesini, büyütülmesini, terbiye edilmesini ve kardeş olarak kabul edilmesini tavsiye ettikten sonra, fesat çıkaranlarla ıslah edenleri bildiğini beyan etmek­tedir. Yani, yetimlerle ilgilenmemek, onları itip kakmak, ezmek, onlara ada­letsiz davranmak, mallarını yemek, eğitimleriyle ilgilenmemek, kardeş gibi görmemek, toplumda fesat çıkarmaktır. Yüce Allah'ın "Fesat çıkaranı bili­rim" demesi, bir tehdit mahiyetinde olup onun amellerini değerlendirdiğini ve cezasını vereceğini beyan etmektir. Böylece, yetime karşı güzel davranıl-masını teşvik etmektedir. Yine, "Islah edeni bilirim" buyurması da, yetimle­rin durumunu düzeltmeye gayret edenlerin amellerini de değerlendireceğine ve mükâfaatını vereceğine işarettir. Böylece yetim meselesinin, ilahî bilgi da­hilinde olduğu ve onların sorunlarını diğer insanlar için bir imtihan vesilesi kıldığını bildirmektedir.

Yetim sorunu bulunan bir toplumda fesat ateşi yanıyor demektir. Sosyal ateş dediğimiz bu fesadın, zamanla bütün toplumu saracağı unutulmamalıdır. Yetim sorunu, samanlığa ateş verme gibi tehlikeli hale geldiğinde, toplumun bütün erdemlerini yakıp kül eder.

(Eğer Allah dileseydi, sizi zahmet ve meşakkatlere sokardı). Elmalılı Hamdi Yazır ayetin bu kısmını şöyle açıklamaktadır:

Allah dileseydi sizi zorluklara koşar, ağır tekliflerle zahmetlere giriftar eder­di, aciz bırakır, yetimlere hiç müdahale ettirmezdi, kendi derdinize düşer, on­lara ne ıslah, ne ifsad hiçbir şey yapmaya muktedir olamazdınız; bunun için Allah'ın verdiği kuvvet ve kudrete şükrane olmak üzere yetimlere ve güçsüz­lere ifsad ile değil, ıslah ile muamele ediniz.[47]

Bize göre bunu başka bir açıdan yorumlama imkanı da vardır: Yetimlerin karşılaştıkları zorluk ve meşakkati, -sizi de yetim yapmak suretiyle- size de yükleyebilirdim. Onlara, sizin de aynı durumda olabileceğinizi düşünerek muamele edin. Aynı zorluklarla sizler karşılaşsaydınız durumunuz nice olur­du bir düşünün de ona göre davranın.

Böyle düşünen insanlar yetimlerle ilgilenir; onların problemlerini çözmek için olanca gücünü sarfeder; ifsad yerine ıslah yolunu tercih eder.

Toplumsal ıslahat, yetim sorunundan başlamalıdır. Buradaki yetim kavra­mı, yoksulluğu ifade etmektedir. Yoksulluğun kol gezdiği bir toplumda, kalı­cı anlamda ıslahat yapılamaz. Çünkü yoksulluk, yapılan her ıslahatın duvarı­nı delecek, barajın biriken suyunu boşaltacakta Yoksulluk, ıslahatların amansız depremidir; öyle fay hattı üzerine ıslahat bina edilemez, edilse bile yıkılmaya mahkumdur. Kurtubî, yetimin ağlaması nedeniyle arşın titrediği­ni[48] söylemektedir.

Hz. Peygamber yetimin elinden tutan, onun sorunlarıyla ilgilenip bakımı­nı üstlenen kişiyle ilgili olarak şöyle buyuruyor:

Ben ve yetimin bakımını üstlenen kişi, cennette (iki parmağını göstererek) şu iki parmak gibiyiz.[49]

Cennette Hz. Peygamberle beraber olma onur ve payesine kavuşacak ka­dar önemli bir ibadet olan, yetimin sorunlarıyla ilgilenmek, topluma ve in­sanlığa asalet getirir.

(Şüphesiz Allah, mülkünde galip ve hikmet sahibidir).

Allah dileseydi sizi de onlar gibi yetim ve yoksul bırakabilirdi. Bir hikme­te mebni sizleri yetim ve yoksul yapmadı. Yine, sizleri yetimlerle sınamasın­da da bir hikmet vardır.

İşte 219. ayetin sonundaki düşünce faaliyeti, bu konular üzerinde yoğun-laşmalı ve onlara çözüm üretmelidir. [50]

 

Evlenilmesi Yasak Olanlar:

 

221. İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Be­ğendiğiniz müşrik bir kadından, iman eden bir cariye ke­sinlikle daha iyidir, iman etmedikçe müşrik erkekleri de kızlarınızla evlendirmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir ki­şiden, inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Müşrikler ce­henneme çağırır. Allah ise, izniyle cennete ve affa çağırır. Allah düşünüp anlasınlar diye ayetlerini insanlara açıklar.

Bu ayetin nüzulü konusunda iki rivayet nakledilmektedir:

a. Müslümanlardan Mersed ibn Mersed'in, müşrik bir kadınla evlenmek için Hz. Peygamber'den izin istemesi üzerine bu ayet inmiştir.

b. Zenci cariyesini döven Abdullah ibn Revaha yaptığına pişman olup du­rumu Hz. Peygamber'e arzetmiş, Hz. Peygamber cariyenin halini sorduğun­da Abdullah, onun namaz kıldığını, oruç tuttuğunu, Rasûlullah'a iman ettiği­ni söylemiş, Hz. Peygamber de o cariyenin mü'min olduğunu ifade etmiş. Abdullah da yaptığı hatayı telafi için onu azad edip evlenmeye yemin etmiş ve öyle de yapmış. Bazı kimselerin, onun cariyesiyle evlenmesini kınaması üzerine de bu ayet inmiş.[51]

 

Ayetten Çıkarılan Sonuçlar:

 

Ayetten şu sonuçlan çıkarabiliriz:

1. Bu ve benzer ayetleriyle Kur'an, kiminle evlenilip evlenilemeyeceğini gündeme getirmekte; evlenilemeyecek kadın ve erkeklerin kimler olduğunu hükme bağlamaktadır.

Yüce Allah evlenilecek ve evlenilmeyecek kişileri, sahip oldukları inanca göre belirlemektedir. Evlenme çağına gelen insanların iman durumu, evlilikleri hususunda sınır koymaktadır. İşte bu sınır, Yüce Allah'ın yasak koyma hükmünün alt yapışım oluşturmaktadır.

2. Nikahın helal ve haramlığınm, kulun gönlündeki imana göre belirlen­mesi, hukukun temellerinden birinin psikolojik oluşumlar olduğunu göster­mektedir. (İman edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenmeyin); (Ortak koşan erkeklere de kızlarınızı vermeyin) şeklindeki yasak­lar, imanı eksen almaktadır.

Müşrik olan kadın veya erkek; tevhid inancına sahip olan biri ile evlene-mez. Evlilik hukukî bir işlem olduğuna göre, kişinin inancı ona niçin engel olmaktadır?

Nikah denen olgu, aile hayatmın temellerini atmakta ve bu ailede sosyal kültürün tohumlan yeşermektedir. Kültürlerin farklılığım belirleyen değerle­rin en önemlisi imandır. Tevhid inancı ile şirk inancının doğurduğu veya ma­yaladığı kültürlerin farklılığına dikkat çekmek istediği için Yüce Allah bu ya­sağı koymaktadır.

Temelde birbirine zıt inanca sahip erkek ve kadının, cinsel tatminden başka paylaşacakları ortak değer yoktur. Oysa cinsel tatmin insan hayatın­da çok kısa bir ânı işgal etmektedir. Zıt inançlara sahip erkek ve kadın kül­türel faaliyetlerde daima zıt düşeceklerinden, anlaşmaları, evlilik hayatını huzur içinde sürdürmeleri çok zordur. Alîm olan Allah, eşler arasında çatış­ma çıkacağını ve neticede ailenin yıkılacağını bildiği için bu yasağı koy­maktadır.

Eşler arasındaki kültürel faaliyetin eksen değerini inanç oluşturacağından Yüce Allah, hukukî olan bu işlemi, dinî ve kültürel alana taşıyıp hükme bağ­lamaktadır. Böylece dinî inanç ve kültürden soyutlanarak kanun yapılamaya­cağına da işaret etmektedir. Kanunlar, toplumların kültürel yapısından ve di­nî tecrübelerinden soyutlanarak yapılamaz. Evrensel hukuk bile, insanlığın yücelttiği evrensel değerlere göre yapılmalı ve yapılmaktadır. Allah da bu konudaki hükmünü, kullarının gönüllerindeki değerlerin boyutuna, rengine ve yapışma göre vermektedir. İnsanın ihtiyaçlarını gözardı eden, değerlerini tanımayan ve kültürünü dikkate almayan hukuk, zulümden başka bir sonuç doğurmaz.

3. Diğer taraftan aile hayatının en önemli ürünü olan çocuğun, hangi inanca göre yetiştirileceği meselesi, doğal olarak ailede çatışmaya sebep olacaktır. Biri mü'min, diğeri müşrik olan kan-kocadan hangisi çocuğun ye­tişmesi hususunda etkin rol oynayacak? O çocuğun gönlüne hangi inancın tohumu ekilip büyütülecek? İşte bu tartışma ve çatışma, çocuğun eğitimin­de büyük depremler meydana getireceği için Yüce Allah hukukî bir faaliye­ti, kültürel nedenlerle yasaklamakta ve gelecekteki depremleri haber ver­mektedir.

Dünyada en nazik, en ciddi ve en önemli faaliyetlerden biri çocuk eğiti­midir. Çocuğun eğitimi, ebeveynin inanç kavgasına kurban edilemez. Ebe­veynin inançlarının, çocuğun eğitiminde yaralayıcı bir hançer olmasına müsaade edilemez. Kendi inanç sorunlarını halledemeyen kan-kocanın ku­cağına çocuk vermek, eğitimin katledilmesinden başka bir işe yaramaya­caktır. Ebeveynin sorunları çocuğa intikal edecek; kendi aralarındaki sava­şı çocuk üzerine kanalize edecekler; birbirine karşı zafer kazanamadıkların­dan çocuğun eğitimindeki etkinlikleri ile zafere ulaşma yolunu seçecekler­dir.

Tertemiz bir duygu ile dünyaya gelen çocuğun din eğitimi bir kavga ala­nı olacağından, belki de bir daha düzelemeyecek yönlere doğru akıp gidecek­tir. İşte bunun için yüce Allah hukukî olan bir faaliyeti, eğitim alanına çeke­rek yasaklamıştır.

4. Yüce Allah nikah hususunda bu yasağı koyarken, insanlarla ilgili değer yargısını sosyal statüden alarak imana vermektedir. Tevhid inancına sahip bir köle ve cariyenin, hür olan müşrik bir kadın ve erkekten daha değerli oldu­ğunu söyleyerek, koyduğu hükmün sebebini açıklamaktadır. Ayette bu iki grubu mukayese ederken, "l£ (hayr) kelimesi kullanılmaktadır. "Daha iyi, daha üstün, daha faydalı ve daha değerli" manalarına gelen bu kelime; evli­lik müessesesinin "daha iyi" olanın üzerine kurulması gerektiğine işaret et­mektedir. Böylece Yüce Allah kullarına eş seçiminde rehberlik ederek, daha iyi olanı tercih etmelerini tavsiye etmektedir.

İyi ile iyinin, kötü ile kötünün eşleşmesi Nur/26'da ilahî bir kanun olarak ortaya konulmaktadır:

Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır.

Yüce Allah iyiyi iyiye, kötüyü kötüye verme kanununu koyduğu halde in­sanların yanlış beğeni ve tercihi bu ilahî kaderi bozma yoluna gitmektedir. Eş seçiminde mantık yerine nefis rol oynayınca, iyinin kötüye gitmesi sözkonu-su olmaktadır. Aile müessesesinin 'iyi' denen evrensel değerler üzerine ku­rulmasını kader haline getiren Yüce Allah, insanın gönlünü bu iyinin kayna­ğı olarak görmektedir. 'İyi' üzerinde uyuşan gönülleri birbirine bağlamakta ve böylece derin çatışmaların yaşanmadığı bir aile hayatının temelini atmak­tadır.

Nur/26'da zikri geçen 'iyi kadın' hangi vasıflara sahiptir? Bu sorunun ce­vabını şu ayetlerde bulmaktayız: Tevhid inancına sahip olan [bkz. Baka­ra/221]; zina etmeyen ve şirk koşmayan kadın [bkz. Nur/3]. Tevhid inancına sahip, iffetli kadın iyi kadındır. 'Kötü kadın' ise müşrik ve zina eden kadın­dır [bkz. Nur/3]. Bu durum aynı zamanda erkek için de söz konusudur.

Demek ki, Yüce Allah namuslu bir erkekle zinakar bir kadının; zani bir er­kekle iffetli bir kadının evliliğini uygun görmemektedir. Aynı şekilde, müş­rik bir kadınla mü'min bir erkeğin; mü'min bir kadınla müşrik bir erkeğin evliliğini de tasvip etmeyerek yasaklamaktadır.

5. Yüce Allah müşrik ile kendisinin amacının ve bu amaca yönelik etkin­liklerinin farklılığını belirterek bu yasağı koyma sebebini gözler önüne ser­mektedir:

(Müşrikler cehenneme çağırır, Al­lah ise izni ile cennete ve mağfirete çağırır). [Bakara/221]

Müşriklerin eğitim ve kültürlerinin cehenneme sürüklediğini, ilahî eğiti­min çağırışının ise cennete ve mağfirete olduğunu ifade etmek suretiyle Al­lah, kültür ve eğitimin ayrılığına işaret etmektedir. Cehenneme çağıranla cen­nete çağıran bir eğitim faaliyetinin aile kurması ve yaşatması mümkün değil­dir. Cehenneme çağıran ile cennete çağıran nasıl bir arada yaşar ve doğacak çocuk nasıl eğitilir? Ayetin bu kısmını derin bir tahlile tâbi tutarsak şu gerçe­ğe ulaşırız: Yüce Allah kullarını düşündüğü için müşrikle mü'minin evlen­mesini yasaklamıştır.

(Allah, düşünüp anlasınlar diye ayetlerini insanla­ra açıklar).

Yüce Allah'ın bu konudaki mesajını detaylı bir şekilde açıklamakla güttüğü hedef, insanların düşüncelerini harekete geçirmek ve evlilik konusunda emin adımlar atmalarını temin etmektir. Düşünen insanlar, aile hayatının hangi temeller üzerine bina edileceğini ve Allah'ın hangi hikmetle böyle hü­küm verdiğini anlayacaklardır.

Şimdi nikah konusunda Kur'an'ın diğer hükümlerini ele alabiliriz: Müs­lüman bir erkek yahudi veya hristiyan bir kızla evlenebilir mi? Kapalı top­lumlarda, yahudi veya hristiyan bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesi çok nadir görülürdü. Günümüzde artık kapalı toplum nerede ise kalmadığın­dan, farklı din ve inanca mensub insanların evlenmelerinde bir çoğalma gö­rülmektedir. Maide/5'te bu konuya açıklık getirilerek yahudi, hristiyan veya sabii bir kadınla, namuslu olmak, dost tutmamak ve mehrini vermek şartıyla evlenilebileceği ifade edilmektedir:

Kitap ehlinden iffetli kadınlar, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helaldir. [Maide/5]

Demek ki müslüman bir erkek; hristiyan, yahudi veya sabii bir kadınla ev­lenebilir. Bu evliliğin şartlan; tek tanrı inancına sahip olmak, namuslu ol­mak, mehrini vermek ve gizli dost tutmamaktır.

Yüce Allah teslis akidesine, yani üçlü bir ilah anlayışına sahip olan hris-tiyanlann [Maide/73] ve Üzeyir'i Allah'ın oğlu kabul eden yahudilerin kafir olduğunu ifade etmektedir [Tevbe/30]. Bunlar kendilerini kitap ve tevhid eh­li kabul etseler bile Allah bunların kafir olduklarını ilan etmektedir. Öyleyse bunların kızlarıyla evlenmek mümkün değildir. Ancak bu hüküm hakkında bir çekince vardır. Çünkü Maide/21 ve Nur/3'te kafir değil, müşrik kavramı kullanılmaktadır. Bu durumda "Ehl-i kitabın kafir kanadının kızlarıyla evle-nilebilir mi?" sorusu ile karşılaşmamız mukadderdir. Kafir olana ehl-i kitap denemez hükmü verilirse, evlenilmesi yasak olan kadınların kapsamı, ehl-i kitabm kafir olanlarına da teşmil edilebilir.

Peki mü'min bir kadm, ehl-i kitap bir erkekle evlenebilir mi? Bu soruya Kur'an'da cevap bulmamız mümkün değildir. Süleyman Ateş'in İbn Kesir, Fahreddin Razi ve Taberi'den naklettiği bir rivayete göre Cabir "Biz ehl-i ki­tabın kadınlarıyla evlenebiliriz, ama onlar bizim kadınlarımızla evlenemez-ler" demiştir.[52]

 

Müslüman Kadının Gayr-i Müslim Erkekle Evlenememesinin Sebepleri:

 

Kur'an mü'min bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenebileceğini açıkça ifade ettiği halde, mü'min bir kadının ehl-i kitap bir erkekle evlenip evlene-meyeceği hususunda herhangi bir beyanda bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu meselede karar müslümanlara bırakılmış olmaktadır. Ümmetin alimleri, müs-lüman bir kadının gayr-i müslim bir erkekle evlenmesine izin vermemektedir, ama bu, töre ve kültürün neticesidir. Bununla beraber müslüman kadının müslüman olmayan erkekle niçin evlenemeyeceğini irdelemekte yarar vardır:

a. Bazı kimseler, çocuğun babaya tâbi olduğunu öne sürerek, bu evliliği uygun görmemektedirler.

b. Muhammed Esed, müslüman kadınların müslüman olmayan erkeklerle evlenemeyeceğini ifade etmiş ve bu hükme sebep olarak da; iman ve saygıyı emretmesine karşılık, diğer din mensupları­nın bir kısım peygamberleri -mesela hristiyanlann Hz. İslâm'ın bütün peygamberlere Muhammed'i, yahu-dilerin hem Hz. Muhammed'i hem de Hz. İsa'yı- inkâr etmelerini göstermek­te, ardından da şöyle demektedir:

Böylece bir müslüman ile evlenen ehl-i kitap bir kadın, -bütün itikat farklılık­larına rağmen- inandığı peygamberlerin İslâmî çevrede tam bir saygı ile anı­lacaklarına emin olduğu halde, ehl-i kitap bir erkekle evlenen müslüman bir kadın, her an Allah'ın elçisi olduğuna inandığı zatm hakarete uğramasıyla her zaman karşılaşabilir.[53]

Muhammed Esed, ehl-i kitap bir erkekle evlenen müslüman kadının inan­cının rencide olma ihtimalini dikkate alarak, müslüman kadının ehl-i kitap olan erkekle evlenemeyeceğine hükmetmektedir. Bu hususta Esed'e hak ver­memek mümkün değil, ama "Müslüman bir kadın ehl-i kitap bir erkekle ev-lenemez" demek için bu neden yeterli midir? Başka nedenler de olabilir mi?

c. Yukardaki nedenlerin yanısıra, meseleye, çocuğun eğitimi açısından da yaklaşılmalıdır. Müslüman bir aileye gelin gelen ehl-i kitap bir kadının doğa­cak çocuğu İslâmî bir terbiye ile yetişecektir. Ama, ehl-i kitap bir aileye gelin giden müslüman bir kadının çocuğu gayr-i İslâmî bir terbiye ve inançla yetişecektir. Çocuğun eğitiminde böyle bir çatışmaya mahal vermemek için müs-lüman kadının ehl-i kitap erkekle evlenmesini yasaklamak uygun olabilir.

Ama şu da unutulmamalıdır ki, yahudi veya hristiyan kültürünün hakim olduğu bir çevrede müslüman bir erkek, çocuğunu müslüman olarak yetiştir­me hususunda zorluklarla karşı karşıya kalabilir. Diğer taraftan, İslâm kültü­rünün hakim olduğu bir çevrede, ehl-i kitap bir erkekle evlenen müslüman bir kadın, çocuğunu müslüman olarak yetiştirebilir. Bu durumda öne sürdü­ğümüz üçüncü şart geçerliliğini yitirir.

Bize göre bu üç maddeyi, yasağın nedeni olarak almakta yarar vardır. Ai­diyet, inancın hakarete uğraması ve çocuğun eğitimi bu yasağı koymak için yeterli sebep olsa gerek. Ama Kur'an'ın müslüman kadının, ehl-i kitap bir er­kekle evlenip evlenemeyeceği hususunda suskun kalması manidardır. Öyle şartlar oluşur ki müslüman kadın ehl-i kitap bir erkekle evlenmek zorunda ka­labilir. O zaman; Kur'an'ın bu konudaki suskunluğu ruhsat olarak alınabilir.

Nikah bir akit olduğuna göre, nikahın dinîsi, lâ-dinîsi olur mu? Bu konu­da Kur'an'da bazı açıklamalar getirilmiştir.

Kur'an'a göre nikah evrensel bir olgu ve akittir. Tevhid ehli olmayan top­lumlarda da nikah vardı ve hâlâ da vardır. Müşrikle müşriğin; kafirle kafirin nikahı caizdir.

Bunun caiz olduğu Nur/3 ayetiyle de teyit edilebilir:

Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlene-mez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evle­nir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.

Ayetten anlaşılıyor ki, zinakar erkekle zinakar kadının ve müşrik erkekle müşrik kadının evlenmesi caizdir. Kur'an'da böyle bir evliliğin örneği var mıdır? Tebbet suresinde Yüce Allah, müşrik olan Ebu Leheb'in karısından bahsetmektedir:

Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hal­de karısı da (ateşe girecek). [Tebbet/4-5]

Dördüncü ayette geçen (ve'mraetuhû=omın karısı) ifadesinden an­lıyoruz ki, Ebu Leheb gibi bir müşriğin, müşrik bir kadınla olan nikahını Al­lah geçerli kabul etmiş; onu onun karısı olarak vasıflandırmıştır. Bu olgu, önemli ve somut bir delildir.

Peygamberler tarihinden de bir delil gösterebiliriz: Meryem/42-46 ve En'am/74 ayetlerine bakıldığında anlaşılır ki; Hz. İbrahim'in babası müşrik­ti. Eğer müşrik bir insanın nikahı geçerli kabul edilmemiş olsaydı, Hz. İbra­him'in nesebinin durumu ne olurdu?

Bir delil de Rasûlullah döneminden gösterebiliriz: İslâm gelmeden önce Arap toplumunun çoğu müşrikti. Bunların bir kısmı ve çocukları müslüman oldu. Şimdi bu çocukların gayr-i meşru oldukları söylenebilir mi? Mesela: Müşrik olarak yaşayıp ölen Hz. Ali'nin babasının, annesi ile olan nikahı, na­sıl bir nikahtı? Müslüman olan pek çok sahabînin ana-babası -Hz. Ali örne­ğindeki gibi- müşrikti. Nikahta 'dinî' ve 'lâ-dinî' ayırımına gidersek, o ço­cukların gayr-i meşru olmaları gerekir.

Demek ki, Bakara/221 ayeti müşrik ile mü'minin evlenmesini yasaklar­ken, özellikle ailenin selameti ve çocuğun din eğitimi açısından yetiştirilme­sini temel neden olarak almıştır. Ama aynı inanca mensup olan kişilerin ev­liliğinde bir sakınca görmemektedir. Dolayısıyla kafir erkek kafir kadın ile, müşrik erkek müşrik kadın ile, zina eden erkek zina eden kadın ile evlenebi­lir. Önemli olan nihakın hukukî şartlarının yerine gelmesidir.

Bu hususta başka bir delil de şudur: Hz. Peygamber, İslâm gelmeden on beş sene önce evlendi. Peki hangi nikahla evlenmişti? Elbette ki o günkü toplum­da mevcut olan geleneksel nikahla evlenmişti. Tarihte inananlarla inanmayan­ların evlilikleri devam etmiş midir? Etmiş ise bu evliliklerin hükmü nedir?

Bu soruların cevabı Kur'an'da mevcuttur. Müşrik bir erkekle, mü'min bir kadının evliliğine örnek olarak Firavun ile hanımını vermektedir:

İman etmiş olanlara da Allah, Firavun'un karısını örnek getirmiştir. [Tahrim/11]

Firavun müşrik, karısı mü'min olduğu halde Yüce Allah onların nikahını geçerli kabul etmiş ve ayette 'Firavun'un karısı' ifadesini kullanmıştır. Peki bu durum nasıl değerlendirilmelidir?

Bize göre Firavun'un hanımı, Firavunla mü'min olmadan önce evlenmiş­ti. Tevhid inancını benimsediğinde ise Firavun'la evli bulunmaktaydı.

Bu durumdan şu hükmü çıkarmamız mümkündür: Tevhid inancına sahip olmayan erkek ile kadın evlenebilirler; onların nikahı Allah katında geçerli kabul edilmektedir; ama eşlerden biri -mesela kadın- tevhid inancını benim­serse nikahlan bozulmamaktadır. Demek ki, eşlerden biri inancını değiştirdiğinde nikahın bozulacağına dair bir hüküm yoktur.

Yine Tahrim suresinde Hz. Nuh ile Hz. Lut'un hanımları örnek verilmektedir:

Hakikati inkara şartlanmış olanlara Allah Nuh'un karısı ile Lut'un karısını ör­nek getirmektedir: O hanımlar iki dürüst ve erdemli kulumuzun nikahı altın­da idiler, ama kocalarına ihanet etmişlerdi. [Tahrim/10]

Bu ihanetin ne tür bir ihanet olduğunu açıklamanın yeri burası değildir. Ancak, bu iki hanım kocaları gibi tevhid inancına sahip değillerdi. Kocaları tevhid ehli ve peygamber oldukları halde, kendileri tevhid inancını kabul et­memiş ve kafir olarak kalmışlardı. Buna rağmen, Yüce Allah 'Nuh ile Lut'un karısı' ifadesini kullanmaktadır. Demek ki, bu iki hanım kocaları peygamber olmadan önce onlarla evlenmiş, daha sonra kocaları peygamber olunca da küfürlerinden vazgeçmemişlerdir. Bu olgulardan şu neticeyi çıkartabiliriz: Peygamber olan bir erkek, eşine İslâm'ı teklif etmiş, fakat bunu reddeden ka­rısını boşamamıştır. Bunu günümüze uyarladığımız zaman şu sonuca ulaşı­rız: Dünyanın herhangi bir yerinde tevhid inancına mensub olmayan iki kişi evlenir de, eşlerden biri daha sonra tevhid inancını seçerse, nikahlan bozul­maz. Eşlerden birinin tevhid inancını benimsemiş olması, evliliklerinin son bulmasını gerektirmez.

Şimdi bu örneklerle beraber Bakara/221 ayetine bir daha dönebiliriz: Kur'an'ın bu ayeti ile Nur/3 ayeti, yeni evlenen çiftler arasında şirk ile tev­hid inancı gibi bir uçurumun olmamasını öngörüp hükme bağlamakta; müş­rik ile muvahhidin evliliğini yasaklamaktadır. Ama, farklı inançlara mensup olmadıkları dönemde evlenirler de, sonra eşlerden biri tevhid inancını be­nimserse, nikahlan bozulmaz. Bu hükümden sonra akla şu soru gelir: Tevhid inancını benimsemiş eşlerden biri irtidat ederse nikahlan ne olur? Bu konu­da Kur'an'da örnek bulmamız mümkün değildir. Ancak, kötüye dönüş olma­sından dolayı bu durum -büyük bir olasılıkla- aile ilişkilerini çıkmaza soka­caktır. Bu durum, boşama için önemli bir sebep kabul edilebilir.

Bütün bu izahlardan anlıyoruz ki, evliliğin başlangıcında şirk ile iman ara­sındaki uçurum önemli rol oynamakta ve Allah bu evliliği tasvip etmeyip yasak­lamaktadır. Ancak, evli olan çiftlerden birinin daha sonra müslüman obuası, ni­kahın feshedilmesini gerektirmez; bu inanç farklılığına rağmen aile ilişkileri de­vam edebiliyorsa, evlilik devam edebilir.

Nikah meselesinde, ahlâkın da büyük rolü vardır. Nur/3 ayeti, zani ile ancak bir zâniyenin ve müşrikenin evlenebileceğini ifade etmekte ve böylece ahlâkın nikahtaki ağırlığına dikkat çekmektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber, eş seçi­minde inanç farklılığını konu edinmeden; müslümanla müslümanın evliliğin­de neyin ölçü alınacağını açıklamaktadır:

Kadın dört şeyinden dolayı alınır: Malından, soyundan, güzelliğinden ve din­darlığından. Sen dindarını seç, mutlu olursun.[54]

 

Kadınların Aybaşı Halleri:

 

222. Sana kadınların ay halleri hakkında soruyorlar. De ki: "O bir eziyettir. Adet halinde kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın; temizlendik­lerinde ise Allah'ın emrettiği şekilde onlara yaklaşın. Doğ­rusu, Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever".

Kadınların ay başı halleriyle ilgili olarak Hz. Peygamber'e sorulan suali de Yüce Allah cevaplandırmaktadır. Hayz kelimesi, akmak, taşmak, suyu bi­riktirmek, bir şeyin etrafını dolaşmak, havuz yapmak manalarına gelmekte­dir. Akmak ve taşmak manalarından hareketle, kadının aybaşı olması anlamı­nı kazanmaktadır.

İradesi dışmda kadında yaratılan bir tabiat kanunu olduğu içindir ki Yüce Allah, koyduğu bu doğa kanunu hakkında yine kendisi hüküm vermektedir. Aybaşı halini bir başka açıdan değerlendiren Allah, onun bir hastalık olduğu­nu söylemektedir.

(De ki: "O bir eziyettir").[55]

 

Ezâ Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Üzmek; fena muamelede bulunmak

Bir grup insanın, bir peygambere gösterdiği olumsuz tepkinin ona fena muamele yapmak anlamına geldiğini ve bunun ona verdiği üzüntüyü ifade etmektedir:

(Ey iman edenler! Siz de Musa'ya fena muamelede bu­lunanlar gibi olmayın). [Ahzab/69]

(Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bil­diğiniz halde niçin beni üzüyorsunuz?) (Saff/5)

Bir bakıma, toplumun ferde verdiği üzüntüyü ifade etmektedir.

2. Acı ve eziyet

Bir grup insanın, müminlere yaptıkları baskıyı ifade etmek için kullanıl­maktadır:

(Sizin bize verdiğiniz eziyete/acıya elbette katlanacağız). [İbrahim/12]

Burada kavram, inanç çatışmasından dolayı, sosyal baskının meydana ge­tirdiği acıyı ifade etmektedir.

Kadının aybaşı halinin, bir yara ve bir kirlenme olması gibi, toplumda grupların birbirine fena muamele yapması da sosyal bir yara ve kirlenmedir.

3.  Canını sıkmak

Yanlış davranıştan dolayı bir gruba karşı birinin ifade edemediği can sı­kıntısını ifade etmek için kullanılır:

(Sizin, Allah'ın Resulü'nün canını sıkmanız...) [Ahzab/53]

4. İncitmek

Bir insanın yapmadığı bir işi, yapmış gibi davranmasının o insanı incitmesi anlamında kullanılır:

("O, bir kulaktır" diyerek Peygamber'i incitenler de vardır). [Tevbe/61]

Söylenen lafların insanın gönlünde meydana getirdiği incitici hali ifade eder. İncitme de, bir nevi aybaşı hali gibi, psikolojik bir kirlenmedir.

5. Cezalandırmak

İşlenen suç veya günahtan dolayı insana verilen hukukî ceza için kullanılır: İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin. [Nisa/16]

Ayette geçen CiJit (fe-âzûhumâ=on\an cezalandırın) emri, ahlakî kir­lenmenin giderilmesi için gerekli olan cezalandırma manasına gelmektedir.

Zina, ahlâkî bakımdan toplumun kirlenmesidir. Bu kirlenmenin getirdiği cezalandırma da bir eziyettir; hem zina eden, hem de toplum için. O nedenle­dir ki Yüce Allah cezalandırmayla ilgili emrini bu kavramla ifade etmektedir.

6. Zarar görmek

Âl-i İmran/195'teki Şrîû&fo (Benim yolumda zarar görenler) ifadesine, -Allah yolundaki eziyetin zarar görme şeklinde olduğunu göstermek için-'zarar görme' manasını verdik.

7. Rahatsızlık, hastalık

(Yahut başından rahatsızlığı olan kimse). [Bakara/196]

Bu ayette kavram, biyolojik bir rahatsızlığı, ya da hastalığı ifade etmek için kullanılmaktadır. Ama bu kelime Kur'an'da, daha ziyade baş ağrısı için kullanılır.

8. Zahmet

Bu kavram, yağmurun insanlara verdiği sıkıntı ve zahmeti ifade etmek üzere de kullanılmıştır:

(Fakat yağmurdan dolayı zahmet çekerseniz...). [Nisa/102]

9. Yara, kirlenme

Bakara/222'de kadının aybaşı halini ifade etmek için kullanılan bu kav­ram, yara ve kirlenme anlamına gelmektedir.

Ayhali, kirlenmenin yanısıra, bir hastalıktır da. Bu da biyolojik manada bir kirlilik ve bir rahatsızlığı ifade etmektedir. Genelde bu hastalık, cünüplüğe eş tutulmuştur. Oysa böyle bir kirlenmeye 'cünüplük' denemez.[56]

 

Kadın Ayhalinde Neler Yapamaz?

 

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Kadm ayhali denen kirlilik durumunda neler yapamaz? Bu sorunun cevabını Yüce Allah Bakara/222 ayetinin devamında vermektedir:

a. (Öyleyse, hayızlıyken kadınlardan uzak durun).

İ'tizal kavramı ayrılmak, uzak durmak anlamına gelmektedir. Ayetin bu kısmındaki emir erkeklere verilmektedir. 'Uzak durma' emrinin, cinsel ilişki ile ilgili bir emir olduğu ayetin sonundan anlaşılmaktadır.

b. (Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın).

'Uzak durma' ile 'yaklaşmama' aynı anlama gelmektedir. Ayhalinin getir­diği en önemli yasak, kadınlarla cinsel ilişkide bulunulmamasıdır.

"Hayız halinde kadından uzak durun ve temizleninceye kadar ona yaklaş­mayın" emri, kadının iradesi dışında Yüce Allah'ın onun tabiatma koyduğu bir eziyet veya hastalıktan dolayı ona saygı duyulması gerektiğine işarettir. Kur'an'ın getirdiği saygınlığın bir uzantısı da burada görülmektedir. Ay ha­linde kadma cinsel ilişki teklif etmek, onun hastalığına saygı duymamak ola­cağından Yüce Allah bu yasağı koymaktadır.

Dikkat edilirse, 'ayrı durma' ve 'yaklaşmama' emri, kadına değil erkeğe verilmekte, böylece erkeğin kadınla olan ilişkisi düzenlenmektedir. Kadının hayızlı iken cinsel ilişkiye istekli ve elverişli olmaması sebebiyle, bu husus­taki emir erkeğe verilmektedir.

c. Koca, hayızlı olan karısıyla sevişebilir

Hz. Peygamber, -göbekle diz kapaklan arası örtülü olmak şartıyla- hayız­lı eşleriyle mübaşeret ederdi.[57]

Deri manasına gelen beşere kökünden türeyen mübaşeret kelimesi, kar­şılıklı derilerin birbirine değmesi anlamını ifade etmektedir. Hz. Peygamber döneminde, kadınların hayız kanının elbiseye bulaşmasını önleyecek şekil­de özel bez-pet yoktu. O zaman giyilen elbiseler arasında iç çamaşırın bu­lunduğunu da tahmin etmiyoruz. Onun için bu kavram, hayızlı iken kan-ko-canın öpüşüp sevişmesinde herhangi bir sakınca olmadığına işaret etmekte­dir. Kısaca mübaşeret, cinsel ilişki hariç, öpüşüp sevişmeye müsaade etmek­tedir.

"Ben hayızlı iken Hz. Peygamber'in başını yıkardım"[58] diyen Hz. Ai-şe'den gelen hadisin doğru kabul edilmesi halinde, aybaşı halinde kadından uzak durmanın ve yaklaşmamanın ne ifade ettiği açıklık kazanmaktadır. Yü­ce Allah 'cinsî münasebette bulunmayın' yerine, daha dolaylı/örtülü ve nezih bir ifade olan 'yaklaşmayın' ifadesini kullanmaktadır.

d. Hayızlı kadın mescide girebilir mi?

Bu soruya Hz. Peygamber'in uygulamasından cevap bulabiliriz.

Hz. Aişe ve Meymune'den rivayet edilen hadislere göre, Hz. Peygamber onlardan seccadesini mescide getirmelerini isterdi. Onlar da getirip mescide yayarlardı. Bir defasmda Hz. Aişe hayızlı olduğunu söyleyince, Hz. Peygam­ber "Senin hayızın elinde değil ki" cevabını vermiştir.[59]

Hz. Peygamber'in "Senin hayzın elinde değil ki" demesi, mescide girme konusunda endişe etmemesini ifade etmektedir. Kendi iradesinde olmayan bir kirlenme neticesinde, kadım mescitten uzak tutmanın doğru olmayacağı Hz. Peygamber'in bu ifadesinden anlaşılmaktadır. Öyleyse, zaruret halinde hayızlı kadın mescide girebilir.

e. Kadın hayızlıken oruç tutabilir, namaz kılabilir mi?

Hz. Aişe'den rivayet edilen bir hadise göre, aybaşı halinde Hz. Peygamber ha­nımların oruç tutmamalarını ve namaz kılmamalarını emrederdi. Ancak, oruçla­rını kaza etmelerini emrettiği halde namazlarını kaza etmelerini emretmezdi.[60]

Oruç ve namazı bırakma hususunda bir mazeret olarak kabul edilen hayız-dan sonra orucun kaza edilmesine rağmen, namazın kaza edilmemesi, normal zamanlarda kılınmayan namazın kaza edilip edilemeyeceği konusunda çok önemli bir ipucu vermektedir.

Hz. Aişe'den gelen başka bir rivayette, "Hayızlı kadın namazı bırakır"[61] ifadesi yer almaktadır.

f. Kadın hayızlıyken Kur'an okuyabilir mi?

Tirmizi'nin, Taharet, 98'de İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadise göre, ha­yızlı kadın ve cünüp olan kişi Kur'an'dan hiç birşey okuyamaz. Fakat bu, Hz. Peygamber'e ulaşmayan bir haberdir. Bu konuda hüküm verme yetkisi Hz. Peygamber'e aittir. Namaz kılmayın, oruç tutmayın diyen Peygamber, Kur'an okumayın diyemez miydi? Ayrıca İbn Abbas ve İbrahim Nehai, cü-nübün Kur'an okumasında[62] bir beis görmemişlerdir. Fakat Kur'an'ı eline alarak mı, yoksa ezberden okumayı mı kasdettikleri anlaşılamamaktadır.

Bize göre hayızlı kadm cünüp değil hastadır. Çünkü Kur'an hayız halini, hastalık olarak nitelendirmektedir. Herhangi bir hastalığa yakalanan kişiye, Kur'an okumak yasaklanamayacağına göre, bir hastalık olan hayıza yakala­nan kadına Kur'an okuyamazsın denebilir mi? Bu soruya verilecek cevap di­nin ruhuna uygun olmalıdır.

Hz. Peygamber Kur'an'a dayanarak, hasta olan kadının orucunu kazaya bırakabileceğini söylemiştir, çünkü Bakara/l 84-185'te, hasta olanın oruç tut­mamasına ruhsat verilmiş; iyileştikten sonra kaza etmesi emredilmiştir. Di­ğer taraftan, aybaşı olan kadının kanaması nedeniyle namaz abdesti alması mümkün olmadığından, abdestsiz namaz da kılınamayacağından ötürü Hz. Peygamber, hayızlı kadının namaz kılmamasını emretmiştir. Bu açılardan ba­kınca, Hz. Peygamber'in -Kur'an'da bulunmayan- bu fetvalarının, aslında Kur'an'a dayandığı anlaşılır.

Böylece Hz. Peygamber Bakara/l 84-185'te geçen ve orucu kazaya bırakmaya ruhsat veren hastalık kavramına hem bir yorum getirmiş, hem o kavramın içini dol­durmuş ve hem de kadının aybaşı halinin bir hastalık olduğunu belirtmiştir.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'in bu fetvası, eğitim açısından ve dinde zor­lama olmadığını gösterme bakımından önemli hikmetler içermektedir. Hasta olan bir kişiyi ibadetleri yapmaya zorlamak, insanları dinden soğutabilir. Ka­dının hem biyolojik hem de psikolojik yapısını sarsan aybaşı halini dikkate alarak, ibadetlerden muaf tutmak, dinin zorlayıcı bir yapıya sahip olmadığı­nın delilidir. Enes'ten gelen bir habere göre, başka dine mensup olanlar, ha-yızlı kadmla beraber yiyip içmezler, aynı evde oturup kalkmazlardı. Ashabın bu durumu Hz. Peygamber'e sormaları üzerine inen Bakara/222 ayeti, geç­mişteki örf-adeti ortadan kaldırmış, cinsel ilişki dışında hanımlarla her türlü ilişkinin caiz olduğunu hükme bağlamıştır.

Kur'an öncesi kültürün kadını küçümsemesinin en önemli işaretlerinden biri olan hayızlı kadını tamamen terk etme davranışı, Kur'an tarafından de­ğiştirilmiştir. Kur'an'ın kadına verdiği önemin bir işareti de bu ayettir. Kadı­nın, bir hastalık durumu olan aybaşı haline saygı duymak, doğası gereği olan bu durumu nedeniyle onu aşağılamamak, İslâm'ın, kadın haklan hususunda­ki önemli inkılaplarının bir parçasını teşkil eder.

Hz. Peygamber'in, Hz. Aişe'ye "Senin hayızın elinde değil ki"[63] buyurması, dinin insan tabiatına ne denli dikkat ettiğinin ve hü­kümlerini ona göre koyduğunun en önemli delilidir.

Aybaşı halinde kadınla cinsî münasebette bulunulmayacak, peki temizle­nince ne yapılacak? Bakara/222'nin devamı bu soruyu cevaplandırmaktadır:

 (İyice temizlendikleri zaman, Allah'ın size emrettiği yerden onlara varın).

Kadının hayızdan temizlenmesi, kanının kesilip yıkanmasıdır. Ayetin bu kısmında yer alan (min haysu) kavramını mekan anlamında alırsak, ta­raf, yön, yer manasına gelir ve kadına ferci dışında başka bir mahalden yak-laşılamayacağım ifade eder.

"Erkeğin hanımına başka bir mahalden yaklaşma imkanı var mı?" şeklin­de bir sorunun cevabı sadedinde pek çok lüzumsuz fetvaları tartışan Süley­man Ateş'in lüzumsuz izahlarını buraya almayı terbiye dışı buluyoruz.[64]

Ayetteki  (min haysu) ibaresini 'zaman' manasa alırsak, ayetin bu kısmına şöyle mana verebiliriz:

Temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği zamanda onlara yaklaşın.

Bu mana ayetin birinci bölümüne de uygun düşmektedir. Aybaşı zamanın­da kadına yaklaşmanın yasaklanmasından, aybaşı hali geçince yaklaşılacağı anlamı çıkmaktadır. Cinsî münasebetin vaktini tesbit eden Yüce Allah oldu­ğuna göre, min haysu ibaresiyle zamanın kasdedildiği ve bu zamanın da iki aybaşı arasındaki zaman olduğu anlaşılmaktadır.

(min haysu) ibaresinin -yukarıda zikrettiğimiz- birinci manada kul­lanıldığına delil olarak Bakara/96 ayeti gösterilebilir.

Bakara/222'nin sonu ise şöyledir:

(Elbette Allah, tevbe edenleri ve iyice temizlenenleri sever).

Ayette geçen tevbe, daha önce bu konuda yapılan hatalardan dönüşü; mütetahhir ise iyice temizlenmeyi ifade etmektedir?

Kavminin cevabı sadece "Lut ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar temizliği seven insanlardır" demek oldu. [Neml/56]

Ayetteki 'temizliği sevmek' ifadesi, 'homoseksüellikten nefret etmek' an­lamına gelmektedir. Lut kavmi, homoseksüel olmayan kimseleri mütetahhir, yani 'temizliği sevenler' olarak nitelendirdiklerine göre, bu manayı Baka­ra/222 ile karşılaştırabiliriz. Orada da bu kavram, Allah dönenleri ve hanımı­na arkadan yaklaşmayanları sever anlamına gelmektedir. Öyleyse hanımına fercinden değil de, dübüründen yaklaşmak bir ahlâksızlık olup Allah'ın nef­retine mucip olur.

Min haysu ibaresini 'zaman' anlamında kabul edersek, o zaman tevbe, o zamana kadar aybaşı halindeyken de yapılmakta olan cinsel ilişkiden dönme­yi ve pişmanlığı; mütetahhir (temizliği sevmek) de, kadına temizlik döne­minde yanaşmayı ahlâk edinenleri ifade etmiş olur. Bazı şartlarda bazı genç­ler, ay halinde hanımlarına yaklaşmış olabilirler, bu durum istisna da olabi­lir, ama derhal tevbe edip kendilerini disipline etmelidirler.

Yüce Allah eşlerin cinsel ilişkilerini düzenlerken, hem onların faydaları­nı, hem de tabiat kanunlarını dikkate almaktadır. Öncelikle biyolojik bir ka­nun olarak kadının tabiatına koyduğu hayız haline göre kurallar getirmekte,

yasaklar koymakta ve emirler vermektedir. Böylece ilahî emirlerin hem insa­nın faydasına olduğunu, hem de yaratılış kanunlarına uymayı hedef aldığını öğrenmiş oluyoruz. Yüce Allah, insanların bu emirlere uymaları için sevgisi­ni ödül olarak koymaktadır. Karısının aybaşı haline saygı duyup cinsel ilişki teklif etmeyen ve bu fiili işlemeyen; hanımına dübüründen değil fercinden yaklaşan temiz insanlara sevgisini ilan etmektedir.

Çünkü Allah, bu emir ve yasaklan, sevgisi ile kabul etmeye ve uygulama­ya insanları teşvik etmektedir. Böylece, aile içindeki ahlâkî kuralların uygu­lanmasının, ancak sevgi bağlarının güçlü tutulmasıyla mümkün olacağı şek­lindeki eğitim ilkesini de koymaktadır. [65]

 

Kadın Kültürdür:

 

223. Eşleriniz sizin için ürün veren topraktır. Öyleyse, top­rağınızı dilediğiniz gibi işleyin. Kendiniz için önceden ha­zırlık yapın. Allah'tan sakının, bilin ki siz Allah'a kavuşa­caksınız. Müzminleri müjdele.

Yüce Allah evli kadınları (hars)a benzetmiş, insanlık için kadmm iş­levini bu kavram ile ifade etmiştir. (hars) kavramını Bakara/205'de ele aldık. Ancak kadının hars olarak takdim edilmesi burada özel bir mana taşı­maktadır. Şimdi bu kavram ile kadın arasındaki bağlantıyı inceleyebiliriz. [66]

 

Hars Kavramı İle Kadın Arasındaki Bağlantı:

 

1. Tohum

Cinsel ilişkide erkeğin tohumu kadının rahmine ekildiği için hars kelime­si, tohum manasına da kullanılmaktadır. Demek ki, kadma, tohum ekilen mahalle sahip olması dolayısıyla hars denilmektedir.

2. Ateşi tahrik etmek, tutuşturmak

Hars kavramını fiil kalıbında ateşle bir araya getirince ateşi tutuşturmak manasım kazanmakta; kadın da tahrik edici yönüyle hars özelliği ile anıl­maktadır.

3. Malı biriktirip toplamak

Yumurta ile spermi bir araya getirip döllenme yatağına sahip olduğu için bu ismi almaktadır. Hars'm toplamak manası, kadının karnında döllenmek manasına dönüşmektedir.

4. Yeri sürmek

Hars kelimesi, ihterese kalıbından alınınca, 'yeri sürmek' manasına gelir. Yeri sürmek ile cinsel ilişki arasında bir benzerlik vardır.

5. Ekin

Hars, ekin anlamını ifade eder. Ziraate hazırlanmış tarla demektir. Kadın, sperm ile yumurtayı rahminde bir araya getirince, önemli bir kültür faaliyeti yaparak çocuk doğmaktadır. Böylece kadın, insanlığın kültürünü üretmekte ve devam ettirmektedir. İlk kültür safhası, spermin yumurtaya ekilme anıdır. Bu ekilme anından itibaren kültür faaliyeti başlar, çeşitli aşamalardan geçer ve nihayet bir insan olarak dünyaya gelir. İşte böylece kadın, insanı üreten tarla anlamında hars unvanını kazanır. İnsan denen ürünü veren kadın, başlı başına bir kültür abidesidir. Kadının bu anlamından hareket ederek Bakara/222'ye dönmemizde yarar vardır. "...Temizlendiklerinde, Allah'ın emretti­ği şekilde onlara yaklaşın" ifadesinden hareketle bazıları, kadına 'arkadan' yaklaşılabileceğini söylemişlerdir. Şimdi kadının fercinden rahmine akan to­hum bir kültür varlığı olan insanı meydana getirdiğine göre, kadına ancak fercinden yaklaşılması gerektiği fikri ortaya çıkmıyor mu? Kadına arkadan yaklaşınca bir kültür doğar mı? Bakara/223'te kadının hars olarak takdim edilmesi, onunla cinsel ilişkinin, ancak ürün verecek yerinden olacağına en büyük delil teşkil eder.

(Eşleriniz sizin için ürün veren bir topraktır) ifadesiyle Yüce Al­lah, karı-koca arasındaki ilişkiye yeni bir boyut ve tanım getirmiştir. Koca hanımını bir kültür âbidesi olarak görmeli, bütün peygamberleri ve insanlığa yön veren büyük kişileri onun türünün doğurduğunu bilmeli ve ona göre muamele yapmalıdır. Böylece Yüce Allah erkeğe karısını nasıl göreceğine dair bir bakış açısı kazandırma eğitimi yapmaktadır. Bir milletin kültür müesse­seleri, ürün veren sanatkâr ve mütefekkirleri, o milletin en önemli varlıkları­dır. Onlar korunmalı, üzerlerine titrenmeli ve kaybedilmemesi için ne gere­kiyorsa yapılmalıdır. Kadınlar da insanlık için bir mütefekkir, bir sanatkâr ve bir kültür müessesesi mesabesinde olup ihtimama, korunmaya ve hizmet edilmeye layıktırlar.

Bu açıklamadan sonra diyebiliriz ki Allah Teala kadma hars demekle ona bir değer atfetmiş ve onun işlevini, kültür üretimi sayılan insan doğurup bü­yütme olarak belirlemiştir.

(Toprağınızı dilediğiniz gibi işleyin) ifadesi, kadının sakıncalı anlarının dışında onunla cinsel ilişki kurabileceğini ifade etmektedir. Ayette­ki (ennâ) kelimesine mekan manası verilebilir. O zaman cinsel ilişkideki pozisyona; ayaktayken, otururken, yatarken, yan üstü ve çömelerek ilişkinin olabileceğine işaret etmiş olur.

(ennâ) kelimesini zaman manasına aldığımızda, hanımların özel halle­ri dışında istenildiği zaman onlarla ilişki kurulabileceği sonucunu çıkarabili­riz. Kişinin hanımı ile cinsel ilişki kurmasının muayyen bir zamanı yoktur; istediği zamanı seçebilir. Yüce Allah, kocaların hanımları ile istedikleri za­man ve istedikleri şekilde cinsel ilişkide bulunabileceklerini ifade etmek su­retiyle cinsel eğitim yapmaktadır.

Razi tefsirinde bu ayetin, yanlış bir anlayışı düzeltmek için indiğini söy­lemektedir. Bazıları, kadına fercinden olmakla birlikte arkasından yaklaşıldı­ğı takdirde doğacak çocuğun şaşı olağacağına inanıyorlardı. Yüce Allah iste­nildiği pozisyonda cinsel ilişkide bulunulabileceğini ifade etmekle bu hura­feyi ortadan kaldırmıştır.

(Kendiniz için hazırlık yapın) buyruğunun manalarından biri de, nesil üretmektir. İnsanı bu dünyada ebedileştiren şeylerden biri de sulbünden gelen nesildir. Ebeveynler ölür ama nesilleri devam eder.

Onun için ayet, nesil yetiştirilmesini tavsiye etmektedir.

"Kendiniz için hazırlık yapın" buyruğunun diğer bir manası da "Ruhlarınız için doğru harekette bulunun, hazırlık yapın"dır. Allah cinsel eğitime dikkat çekerek, kan-koca ilişkisinde, insanın ruhunu ferahlatacak hareketlerde bulunmanın önemini vurgulamaktadır. İlahî emirlere göre hareket etmek, ruhlara manevî gönderimler yapmak, ruhları beslemek ve onları olgunlaştırmaktır.

"Kendiniz için hazırlık yapın" buyruğunun bir diğer anlamı ise, cinsel ilişki kurmadan önce ruhsal hazırlık yapılmasıdır. İnsanın cinsel ilişkisini hayvanın cinsel ilişkisinden ayıran bir fark da, cinsel ilişkinin ruhsal ilişkide­ki etkinliğidir. Cinsel ilişkiden önceki ruhsal hazırlık ile, cinsel ilişkiden son­raki sükunet, yani tatmin; kan koca arasındaki ilişkilerde meydana gelen ma­nevî ürünlerdir. İşte bu manevî ürünün olgunluğu, doğacak çocuk için çok önemli psikolojik bir çevre oluşturur.

'itıj^î (Allah'tan sakının) ifadesi, -Muhammed Esed'in de ifade ettiği üzere- "Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun" demektir. Doğal olarak takvada akıl ve bilinç vardır. Buradaki akıl ve bilinç, kadına karşı ta­kınılacak tavn ve onunla cinsel ilişkideki akıllı ve bilinçli davranışı ifade et­mektedir. Kadını bir kültür âbidesi olarak görmek, cinsel ilişkide onun özel hallerini dikkate alıp saygı duymak takvalı davranışın kendisidir. Bu davra­nışların Allah'tan sakınarak, O'na karşı sorumluluğun bilincinde olarak yapıl­ması, onları birer ibadet haline getirir.

Demek ki, sorumluluk bilinci denen takva duygusunun mayaladığı her davranış ibadete dönüşmektedir.

(Ve bilin ki, mutlaka O'na kavuşacaksınız).

Yüce Allah burada, Allah'a kavuşulacağını bildirerek, takva ile Allah'a ka­vuşulacağı bilgisini bir araya getirmekte ve yukarda verdiği emirleri bu eği­tim üzerine oturtmaktadır.

Sorumluluk duygusu ile bilgi bir araya gelince, ahlâkî davranışların teme­li atılmaktadır. Kan-koca arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin olmazsa olma­zını teşkil eden cinsel ilişkinin düzenli yürümesi ve ailede mutluluğun boy atması için Allah'ı devreye sokmanın önemi vurgulanmaktadır. Bu ilişkilerde Allah'tan sakınmak, bir gün O'na kavuşacağını bilerek hareket etmek mutlu­luğun temelini teşkil eder.

(Mü'minleri müjdele).

Allah Teala burada ise imanı devreye sokmakta ve aile ilişkilerinin teme­lindeki üçüncü temel taşı koymaktadır. Takva, bilgi ve iman aile eğitiminin, ahlâkının ve mutluluğunun üç temel taşmı teşkil etmektedirler.

Yüce Allah inanıp da kan-koca ilişkileri hakkındaki emir ve yasaklarını yerine getirenleri müjdeleme görevini Hz. Peygamber'e vermektedir. Böyle­ce Yüce Allah, aile ilişkilerinin düzenli yürümesinden müjdenin doğacağına, cennetin orada kazanılacağına işaret etmektedir.

Hanımını bir cinsel alet olarak gören, ona bir kültür âbidesi olarak bakma­yan ve saygı duymayan insan, hem takvasını, hem bilincini ve hem de ilahî müjdeyi kaybetmiş demektir. Bilgi, takva ve iman aile eğitiminin, ahlâkının ve mutluluğunun üç temel taşını teşkil etmektedir. Yorumunu yapmakta ol­duğumuz son iki ayetin neticesi olarak şunu söyleyebiliriz: Cennete giden yol, bu dünyadaki aile mutluluğundan geçmektedir.

Şimdi 223. ayette şu sentezlere varabiliriz:

(Kendiniz için önceden takdim edin) emri, Allah'a karşı yapıl­ması gereken bütün amelleri yerine getirmeyi ve bütün ahlâkî davranışları kapsar. Bütün bu ibadet ve davranışların etkisi insanın kendi ruhunda mey­dana gelecek olgunlukta kendini gösterir.

'iııjiıj (Allah'tan sakının) emri de yapılmaması gereken davranışlardan kaçınmayı, başka bir deyişle haram işlememeyi; yani kulun değerini Allah katında düşürecek olan davranışlardan uzak durmayı ifade eder.

(Bilin ki elbette O'na kavuşacaksınız). Bu ifade ahirete imam öngörmektedir. (Müminleri müjdele).

Bu ifade ise dindeki farzları yerine getiren, haramlardan sakınan ve ahiret inancına göre hareket eden kimselere verilecek mükâfaata dikkat çekmektedir. [67]

 

İyilik, İttika Ve Islah Hususunda Allah'ı Engel Yapmamak:

 

224. Allah adına yaptığınız yeminler, iyilik yapmanıza, tak­vaya ve insanlar arasında barısı gerçekleştirmenize engel olmasın. Zira Allah, her şeyi duyan, her şeyi bilendir.

Bazı kimselerin sıla-ı rahim, iki kişinin arasını bulmak veya evlatlıkların­dan birine ikram ve ihsanda bulunmak gibi iyi işleri yapmamaya yemin et­mesi, sonra da "Yeminimi bozma hususunda Allah'tan korkarım" diyerek -yeminine sâdık kalma bahanesiyle- iyi ve güzel olan şeyleri yapmaması[68] üzerine bu ayet nazil olmuştur.

Demek ki bir insan, iyi bir işi yapmamaya yemin etmemeli ve yemin ettiği için de iyi işi yapmaktan geri durmamalıdır. Mesela: Kızı kocaya kaçmış bir ebeveyn, kızları ile görüşmemeye yemin edebilir, daha sonra barışmak isteyebi­lirler. Fakat yemin ettikleri için "Onunla barışmamak üzere yemin ettik, onun için yeminimizi bozamayız" diyerek barıştan uzak durabilirler. İşte Yüce Allah bu gibi yeminlerin bozularak banşılması gerektiğine işaret etmektedir.

Aslında bu ayet 'talak' konusuna bir giriş mahiyetinde olup aile ilişkile­rinde olması gereken bir iyilik için, "Ben bunu yapamam çünkü Allah'a ye­min etmiştim" diyerek, Allah'ı iyiliğe engel yapmanın yanlışlığını ifade et­mektedir.

(Yeminlerinizden dolayı Allah'ı engel kılmayın) buyru­ğu, durmadan yemin ederek, Allah'ın ismini istismar etmeyi de yasaklamak­tadır. İyilik yapmamak için, yeminini bahane ederek iyiliğe Allah'ı engel kıl­mak, Allah'ın adını istismar etmekten başka bir şey değildir.

Bu ayeti tefsir edercesine Hz. Peygamber şöyle demektedir:

Bir kişi bir şeye yemin eder de onun aksini yapmayı daha hayırlı görürse, da­ha hayırlı olanı yapsın, yemini için de kefaret versin.[69]

Yüce Allah burada evrensel bir kanun koyarak; iyiliğe hiçbir şeyin engel ola­mayacağını hükme bağlamaktadır. İyilik engellenemez ve engellenmemelidir.

(en-teberrû=iyilik yapmanız) buradaki teberru kelimesi (birr)-den türemiştir. Bakara/177'de birr'in (iyinin/iyiliğin) ne olduğunu ve hangi amellerden oluştuğunu beyan etmiştik. Kısaca insanı olgunlaştıran, Al­lah'a yaklaştıran ve kendi faydasına olan her şey, her amel, her düşünce ve her inanç birr (iyi) kavramının kapsamına girmektedir.

(sakınmanıza) Buradaki sakınma, yanlış davranışlardan, Allah'ın günah olduğunu belirt­tiği şeylerden uzak durma hususunda yapılan yemini ifade etmektedir. Bir in­san başka birine bir kötülük yapacağına yemin eder ve sonra bu kötülüğü yapma fırsatı doğarsa, "Ben bu adama bu kötülüğü yapmaya yemin ettim; onun için yeminimden dönemem" diyemez ve dememelidir. Kötülük yapmak üzere edilen yemin, insanın kötülükten sakınmasını engellememelidir.

(İnsanların arasını bulmanıza...)

Barışı tesis etme hususunda olumsuz anlamda yapılan yemin bozulmalı, bansın tesisi için gereken yapılmalıdır. Yüce Allah, kendisinin adının barışa engel kılınmasının yanlış olduğunu ifade etmiştir; çünkü O, dünyada barışı tesis etmek için, 'barış' anlamına gelen 'İslâm'ı göndermiştir.

İnsanların arasını düzeltmek ve banş ağacına su vermek, her yemine de­ğer bir hareket olduğundan, Allah Teala bu emri vermektedir. İyilik, sakın­mak ve banş; uğruna yeminlerin bozulacağı değerleri teşkil etmektedir.

(Allah işiten ve bilendir).

Ayetin sonuna işiten ve bilen sıfatlannm getirilmesi, insanın niçin yemin ettiğini ve yeminini niçin bozduğunu Yüce Allah'ın işittiğine ve bildiğine işa­ret etmektedir. Bu bilince eren; yani Allah'ın söylenenleri işittiğine, yapılan­ları bildiğine inanan kişi, hem yanlış yapmamaya özen gösterecek, hem de yanlıştan vazgeçerek doğruyu yapmaya gayret edecektir. [70]

 

Allah'ın Sorumlu Tutmadığı Yeminler:

 

225. Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz, ama kalplerinizin kazandıkla­rından sorumlu tutar. Allah, çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir.

Kısımlara ayırmak suretiyle ayetin tefsirini yapabiliriz:

(Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz).

Ayetin bu kısmında açıklanması gereken kavramlar:

(sorumlu tutar) kelimesinin kökü, (ehaze)dir. Bu kelime; almak, beraber götürmek, elde etmek, kabul etmek, ele geçirmek, zapt et­mek, tutmak, kapmak, zorla almak, anlamak, farkına varmak, bir araya getir­mek, netice çıkarmak, gönül çelmek, tesir etmek, sıkı tutmak, heyecanlandır­mak, büyülemek, saklamak, yapışmak, kabul etmek, nasihat vermek, uyar­mak, önüne katıp sürmek, emretmek, zorla yüklemek, sitem etmek, ayıpla­mak, icbar etmek, öğrenmek, bilgi elde etmek, araştırmak, başlamak, bir şe­yi hazırlamak, aynı çizgiyi benimsemek, cezalandırmak, arkadaş olmak, gö­rüşünü sormak, kucaklamak, benimsemek, ilgilenmek, engel olmak, mesuli­yetini yüklenmek, sorumluluk altına sokmak, yardım etmek, nefes almak, büyünün etkisinde kalmak, edinmek, gücenmek, yardım etmek, şöhret ol­mak, ahlakıyla ahlâklanmak, taklit etmek manalarına gelmektedir. Bu keli­menin Kur'an'daki manaları ise şunlardır: [71]

 

Ehaze Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Söz almak

Bakara/83'te misak kelimesi ile beraber kullanılan bu kelime, Allah'ın İsrailoğullan'ndan söz aldığını/antlaşma yaptığım ifade etmektedir:

(İsrailoğullan'ndan aldığımız sözü hatırlayın).

2. Sıkıca tutmak

Elleriyle bir şeyi kavrayarak sıkıca tutmak anlamına gelmektedir:

(Tevrat levhalarını yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı). [A'raf/150]

Fizikî manada eli ile bir şeyi tutup kavramak manasına gelen bu kelime, öfkeli bir halde bulunan Hz. Musa'nın, kardeşi Hz. Harun'un başını sıkıca tut­masını ifade etmek için kullanılmıştır.

3. Kabul etmek

Bu kavram, 'tasdik etmek, yüklenmek, almak ve kabul etmek' manasıyla Âl-i İmran/8rde yer almaktadır:

("Bu şarta dayalı ahdimi tasdik ve kabul eder misi­niz?" dedi).

"Ahdimi yüklendiniz mi" veya "Ahdimi üzerinize aldınız mı" manalarını da verebiliriz. Buradaki 'almak' fizikî manada bir 'alma' olmayıp benimse­mek, kabullenmek manasında bir almadır. Böylece 'alma'nın psikolojik ma­nası ortaya çıkmaktadır.

4. Cezalandırmak

(İşte senin Rabbin, tepelediği zaman böyle tepeler; halkı zalim olan kasabaları). [Hud/102]

Aslında 'yakalamak' manasına gelen bu kavram, bu ayette, halkı zalim olan kasabaları şiddetli bir şekilde cezalandırmak manasında kullanılmaktadır.

5. Alıkoymak

Yusuf/78'de, hırsızlıktan zanlı olan kişiyi alıkoymak anlamını ifade et­mektedir:

"Ey soylu kişi!" dediler, "Onun çok yaşlı bir babası var, bu yüzden onun ye­rine bizden birini alıkoy".

Aynı zamanda bir cezanın uygulamasında insanlarda oluşan acıma duygu­sunun, o cezayı, uygulamaktan o insanları alıkoymasını da ifade etmektedir. Demek ki, bir eylemi yapmayı acıma duygusunun engellemesini ifade eder­ken Yüce Allah Nur/2'de psikolojik bir analiz yapmaktadır.

6. Alıp götürmek

(De ki: "Ne sanıyorsunuz? Eğer Allah işitme ve görme duyularınızı alıp götürürse...")

İnsanın duyu organlarının işlevine son vermek, o melekelerini almak manasını ifade etmektedir. Bir bakıma işitme ve görme duyularını silmek­tedir.

7. Alıp çıkarmak

Türetmek, çocuklarını ebeveynlerinin bellerinden alıp çıkarmak manası­na gelmektedir:

Rabbin, Ademoğullan'nın sulblerinden onların soylarını alıp da. [A'raf/172]

Allah Teala'nın -koyduğu yasa gereği- çocuğu anne karnından alması­nı/çıkartmasını ifade etmektedir.

8. Giyinmek, takınmak

Yunus/24'te (ehaze) fiilinin faili 'yeryüzü' olduğu için kavram, yeryü­zünün yeşilliklerle donanıp gözalıcı görkemine kavuşması anlamında kulla­nılmaktadır:

(Nihayet yeryüzü zinetini takınıp süslendiğinde).

Bahar mevsimiyle birlikte bitkilerin canlanıp yeryüzünün süslerle bezen­mesini ifade etmek için kullanılmaktadır. Sanki yeryüzü o süsü alıp giyin­miştir. A'raf/31'de de aynı anlama, yani giyinip süslenmek manasına gelmek­tedir.

9.  Sevketmek

Allah Teala Bakara/206'da gururun insanı nasıl etkilediğini beyan ederken bu kelimeyi fiil kalıbında kullanmakta; gururun insanı günaha sevketmesi veya celbetmesi manasını ifade etmektedir:

Kendine ne zaman "Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!" dense, yer­siz gururu onu günaha sevkeder.

Gururun insanı günaha sevketmesi, günah işletmesi demektir. Böylece (ehaze) bir psikolojik etkinin fiili olmaktadır.

10. Yakalamak

Yanlış bir iş yapan kimseyi cezalandırmadan önceki yakalamayı ifade et­mektedir:

Eğer Peygamber, sözlerinden bir kısmını bize isnad etseydi, onu sağ elinden yakalar ve şah damarını keserdik. [Hakka/44-46]

Şah damarını kesme cezasından önceki 'yakalama' eylemi için Yüce Al­lah bu kelimeyi kullanmaktadır.

11. Gasbetmek

Zorla, rızası olmadan birinin elinden malını almak; korsanların gemileri gasbetmlerini ifade etmek üzere Kehf/79'da geçmektedir:

(Çünkü arkalarında her tekneye zorla el koyan bir hükümdar vardı).

12. Sarılmak

(Bu değersiz dünyanın geçici zevklerine sarılırlar). [A'raf/ 169]

Değersiz dünya malını almak, ona sarılmak demektir. Bir daha ondan ay-rılmayacakmış gibi ona sarılmayı, yani onu kutsallaştırmayı ifade etmekte­dir.

13. Bir yol tutmak

A'raf/199'da (ehaze) fiili emir halinde gelmektedir: (Sen af yolunu tut).

Demek ki 'yolunu tutmak' manası ile bu kelime 'seçmek' anlamını ifade etmektedir. Ahlâkî bakımdan insanın önünde var olan birkaç yoldan birini tutması demek, o yollardan birini seçmesi demektir. Yüce Allah burada af yo­lunu tutmasını, yani o yolu seçmesini istemektedir.

Aslında bu kelimenin asıl manası olan 'almak', yukarda verilen bu mana­nın özünü oluşturmaktadır. İnsanların yaptıkları yanlış davranışlara karşı gösterilecek çeşitli tepki şekilleri vardır. Bunlardan birini almak, onlardan bi­rini seçmek demektir. Seçilen bu tepki şekli, insanın takip edeceği bir yol, bir usûl ve metodtur. Onun için Razi ve Muhammed Esed'in verdiği bu mana ga­yet uygundur.

14. Almak

Bakara/48'de 'almak' manası maddî bir şeyi almak manasına değil, ahiret-te günahkârlardan fidye al(ma)mak anlamına gelmektedir:

(Kimseden fidye alınmayacağı günün...) Yapılmayan bir amel veya yapılan yanlış bir davranışa karşı mahşerde

kimseden fidye alınmayacağı bildirilirken 2f (ehaze) fiilinin şimdiki hali meçhul kalıbında kullanılmaktadır.

15. Sorgulamak veya sorumlu tutmak

Yorumunu yaptığımız Bakara/225'te 'sorumlu tutmak' manasında kulla­nılmaktadır:

(Allah sizi sorumlu tutmuyor).

İşlenen bir davranıştan dolayı sorgulamayı veya sorumlu tutmayı ifade et­mektedir.

16. Azarlamak

Kehf/73'te Hz. Musa, Allah'ın kendisine rahmet bahşettiği ve tarafından bir ilim öğrettiği kula, yaptığı yanlıştan dolayı kendisini paylamamasını söy­ler:

(Unuttuğumdan dolayı beni azarlama).

Paylama, sorgulama manasına azarlamak anlamını ifade etmektedir.

17. Edinmek

(ehaze) fiili, (ittehaze) kalıbından alındığında 'edinmek' anlamı­na gelir. [72]

 

İttihaze Kalıbından Ehaze Fiilinin Manaları:

 

a. Dost edinmek

Allah'tan başkasını dost edinmek manasıyla, müslümanm müslümandan başkasını dost edinmesi [bkz. Âl-i İmran/118]; müslümanm yahudi ve hristi-yanları dost edinmesi [bkz. Maide/51]; müslümanm dinini alay ve eğlence konusu edineni dost edinmesi [bkz. Maide/57]; ve ayrıca "Çünkü onlar Al­lah'ı bırakıp, şeytanları kendilerine dost edindiler" [A'raf/30] ayetinin be­lirttiği gibi şeytanı dost edinmek.

b. Çocuk edinmek

(Ve Allah çocuk edindi diyenleri de uyarmak için). [Kehf/4] Buradaki edinmenin anlamı, 'doğurmak'tır.

c. İlah edinmek

(Kendi arzusunu ilah edineni gördün mü?) [Casiye/23]

İlah olmaya layık olmayan bir şeyi ilah kabul etmeyi Yüce Allah bu ayet­te, 'ilah edinmek' olarak nitelendirmektedir.

d. Yol edinmek

İnsan öğrendikleriyle kendisine bir yol edinir. Öğrenilen bu şey Kur'an ise, o zaman Allah'a giden bir yol edinmiş olur:

Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol edinir. [İnsan/29]

İnsan Kur'an'ın daveti karşısında hürdür; isterse Allah'a giden bir yol tu­tabilir.

e. Vekil edinmek

(Benden başka bir vekil edinmeyin). [İsra/2] Dayanılacak yer, sahip manalarına gelen vekilliğe sadece Allah layıktır.

f. Namazgah edinmek

Yüce Allah Kabe'nin işlevini beyan ederken, orada bulunan Hz. İbra­him'in makamının namazgah edinilmesini ifade için jg. (ittehaze) kelimesi­ni kullanmaktadır:

(Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin). [Ba­kara/125]

g. Düşman edinmek

Mü'minlerin, şeytanı düşman olarak bilmesini isterken Yüce Allah 'edin­mek' kelimesini kullanmaktadır:

Şeytan sizin açık düşmanınızdır; siz de onu düşman edinin. [Fatır/6]

h. Yardımcı edinmek

(Doğru yoldan saptıranları da yardımcı edinmiş deği­lim). [Kehf/51]

Burada kavram, (ittehaze) kalıbından £' (muttahıze) şeklinde gelmiş­tir. 'Yardımcı' kelimesiyle bir araya gelince 'yardımcı edinmek' anlamını ifa­de eder.

i. Oyun ve eğlence edinmek

(Dinlerini oyun ve eğlence edinenleri kendi halleri­ne bırak). [En'am/70]

Buradaki "oyun ve eğlence edinmek", küçümsemek, hafife almak, geçici zevklerini dinleri haline getirmek manalarını ifade etmektedir. Ama Yüce Al­lah 'oyun' ve 'eğlence' kelimelerini ^ (ittehaze) kelimesiyle bir araya geti­rip din alanında kullanmaktadır. Doğru olan bir şeyi başka bir şekilde nite­lendirip, sahip olduğu özelliğinin dışında bir muamelede bulunmaktır. Bura­da kelimeye 'almak' manası da verilebilir.

18. İnşa etmek

Hatırlayın Allah'ın sizi Ad kavminin yerine getirdiğini, ovalarında köşkler in­şa edip dağlarında evler yaptığınız bu topraklara yerleştirdiğini. [A'raf/74]

"Mutlaka yanlarında bir mescit inşa edeceğiz" dediler. [Kehf/21]

Her iki ayette de 'ev' ve 'mescit' kelimeleriyle beraber 'A (ittehaze) keli­mesi kullanılmaktadır. Ev ve mescit edinmek; ev ve mescit inşa etmek anla­mına gelmektedir.

19.  Çıkarmak

Bir maddeden bir şeyi imal edip çıkarmak anlamına da gelmektedir. Me­sela: Meyveden şarap imal etmek gibi:

Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki hem de güzel gü­zel yiyecek ve içecekler elde edersiniz. [Nahl/67]

Görüldüğü gibi kavram bu ayette imal etmek, çıkarmak, üretmek ve elde etmek manalarını ifade etmektedir.

20. İstihdam etmek

Biz onlardan kimini kimine derecelerle üstün kıldık ki, bir kısmı diğerlerini istihdam etsin). [Zuhruf/32]

(suhriyya) kelimesiyle bir araya gelince iş gördürmek, yani istihdam etmek anlamını kazanmaktadır.

Açıklamasını yaptığımız bu kelimenin aslı £jf (ehaze=almak)tır. Yüce Allah, bu kelimeyi çeşitli kelimelerle bir araya getirerek, çeşitli olguları açık­lamış ve ona farklı manalar vermiştir. Bakara/225'te sorumlu tutmak/sorgu­lamak manasında kullanmıştır. Bu kelime, izahını yapmakta olduğumuz ayette (lağv) kelimesiyle bir araya gelmiştir:

(Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminleriniz sebe­biyle sizi sorumlu tutmaz). [73]

 

Lağv Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

Lağv, anlamsız konuşmak, konuşurken hata yapmak, faydasız bir şey yap­mak; muteber olmayan, manasız, hükümsüz, bozulmuş, ilga edilmiş bir şeyi deklere etmek; bir projeyi iptal etmek; bir sözü veya teklifi geri çekmek ma­nalarına gelmektedir.

Bu kelimenin Kur'an'daki manalarına gelince:

1. Anlamsız söz söylemek

Bu kelime Fussilet/26'da fiil kalıbında kullanılmaktadır:

(Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onun hakkında an­lamsız şeyler uydurun ki onu bastırasınız).

Kur'an okunurken dinlememelerini yeterli görmemekte, saçma ve anlam­sız sözler söyleyerek onun mesajını boğmaya çalışmaktadırlar.

2. Manasız söz

Yüce Allah mü'minlerin felaha ulaşabilmeleri için Mü'minun suresi'nin ilk ayetlerinde bir takım ilkeler sunmaktadır. Bunlardan biri:

(Onlar ki, manasız şeylerden yüz çevirirler). [Mü'minun/3] Manasız şeylerden kasıt, bir söz, bir davranış olabilir. Bize göre her ikisi de bu kelimenin kapsamına girmektedir.

3. Abes şey

(Abes şeylerle uğraşan kimselere rastladıklarında, yan­larından vakarla geçip giderler). [Furkan/72]

Rahman'ın kulu olmaya layık olanların özelliklerinden biri de budur. Abes, saçma, boş ve batıl bir uğraşı içinde olanların yanından geçerken etki­lenmeden geçip giderler.

4. Hafif meşreplik

(Karşılıklı kadeh tokuştururlar, ama orada ne hafif meş­replik vardır, ne de günaha girme). [Tur/23]

Dünyada insanlar alkol alınca, bilinç perdesi kalkar ve bilinç altı hareke­te geçip içeni hafif meşrep davranışlara ve günaha sevkeder. Bu ayetteki lağv kelimesi, içki içen insanın yaptığı hafif meşrepliği ifade etmektedir. Hafif meşreplik ise, hem sözde, hem de fiilde olur.

5. Düşünmeden söylenen söz

Kelime, Maide/89 ayeti ile yorumunu yapmakta olduğumuz Baka-ra/225'te bu anlama gelmektedir.

"Düşünmeden yapılan yemin" anlamında bu ayette yer almakta; düşün­meden yapılan yeminin sorumluluğuna ilişkin de, düşünmeden yapılan ye­minler sebebiyle sorumluğun bulunmadığı hükmü verilmektedir.

Ayet, Allah'ın nelerden sorumlu tutacağını öğretmesinin yanısıra, düşün­cesizce yemin etmenin sakıncasını da bildirmektedir. Allah'ın, düşüncesizce yapılan yeminden sorumlu tutmayacağını bildirmesi, devamlı bu şekilde ye­min etmeye ruhsat verdiği anlamına gelmez.

Burada, düşüncesizce yapılan yeminin, nasıl bir yemin olduğu sorulabilir, bunun cevabı, 224. ayette iyi bir işi yapmamak üzere yapılan yemin şeklin­de verilmişti. 'İyi iş' yapılması gerekli olan iştir. Yapılması gerekli olan işi yapmamak için yemin etmek, düşüncesizce yapılmış bir yemindir.

Mesela: Kızı kocaya kaçmış bir baba, hanımına, "Şart olsun bir daha o kızla konuşmayacaksın" diyerek yemin etmemelidir. Çünkü annesinin kızıy­la konuşması iyi, konuşmaması ise kötüdür. Böyle bir durumda yapılan ye­min, düşünmeden yapılan bir yemindir; o yeminin bozulması sebebiyle Al­lah kişiyi sorumlu tutmaz.

Ayetin bu kısmını Bakara/226'ya da bağlayabiliriz. Hanımına yaklaşma­maya yemin etmek de düşüncesizce bir yemindir. Kişinin bu yemini bozup hanımıyla bir araya gelmesi, lağv olan, yani düşüncesizce yapılan yemini bozma olacağından, sorumlu tutulmaz.

Hz. Peygamber bir örnekle düşüncesizce yapılan yemine açıklık getir­mektedir:

Cuma namazında imam hutbe okurken, arkadaşına 'sus' diyen, boş söz söyle­miş olur.[74]

Hz. Peygamber burada, yemindeki lağv'ı değil, konuşmadaki lağv'ı izah etmektedir. Boşa yemin etmek ile boşa konuşmak arasındaki ortak özellik, düşüncesizliktir. Aslında konuşan insana 'sus' demek, düşüncesizce bir ko­nuşma değildir, ama Cuma hutbesi okunurken bunu söylemek, konuşan kişileri ikiye çıkartacağından boş olmaktadır.

Hz. Aişe düşüncesizce yapılan yemini şu şekilde tanımlamaktadır:

Kişinin kullandığı 'vallahi hayır', 'billahi evet' gibi sözlerinden dolayı şu ayet nazil olmuştur: Allah düşüncesizce yaptığınız yeminler sebebiyle sizi sorum­lu tutmaz; fakat kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafurdur, rahimdir.[75]

Hz. Aişe hem ayetin nüzul sebebini bildirmiş, hem de yemin sözcükleri­nin ağızdan gelişi güzel çıkmasını, düşüncesizce yapılan yemin olarak tanım­lamıştır.

Lağv'ı, Bakara/225 ayetiyle açıklamamız da mümkündür. Ayetin ikinci bölümünün yorumunu yaptığımızda bu ortaya çıkacaktır.

(Ancak, şuurlu irade ile yaptığınız yeminlerden sorum­lu tutar).

Başka bir mana verirsek "Ancak, kalplerinizin kazandığı ile sizi sorumlu tutar".

Yüce Allah kalb kavramını, sorumluluğun merkezi olarak görmektedir. Kalpten gelen, niyetli, kasıtlı, bilinçli ve iradî olan yemin insanı sorumluluk altına sokarken; sadece ağızdan çıkan yemin lağv yemin olduğu için insanı sorumluluk altına sokmaz. Böylece, hangi yeminin lağv, yani düşüncesizce yapılan yemin olduğunun tanımı bizzat ayet tarafından yapılmış ve araların­daki fark gösterilmiştir. Kalpten gelen yemin insanı Allah'a karşı sorumlu kı­larken, kalpten gelmeyen yemin sorumlu kılmamaktadır» İşte buradaki 'kal­bin kazancı', bilinci, niyeti, kasdı ve iradeyi ifade etmektedir. Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur:

Bir şeye yemin eden kişi, aksinin daha iyi olduğunu görürse, o daha iyi olanı yapsın, sonra da yemininden dolayı keffaret versin.[76]

Bu hadis, 225. ayeti, 224. ayete bağlamakta ve ikisine birden bir yorum getirmektedir. Daha iyi olanı görünce yapılan yeminin bozulması gerektiği­ne dair hüküm Bakara/224'te verilmişti. Böyle etraflı bir şekilde düşünülme­den yapılan yeminler bozulunca, keffaret verilmesi gerektiğini söyleyen Hz. Peygamber, aslında Maide/89'a işarette bulunmuştur. Maide/89'da, bozulan yeminin keffareti olarak yapılması gerekenler şöyle sıralanmaktadır: On fa­kiri doyurmak veya giydirmek; yahut bir köle azat etmek; bunları yapama­yan için üç gün oruç tutmak.

Dikkat edilirse Yüce Allah yemini bozmanın keffareti olarak ibadet em­retmektedir. Yapılan bir hatayı bir ibadetle telafi etmek veya ettirmek, mo­dern ceza hukukuna önemli bir ilke getirmiştir: Bazı suçluların cezasını, ka­mu hizmeti yapan gönüllü kuruluşlarda çalıştırmak suretiyle vermek. Haki­min bazı suçluları, kamuya hizmet veren müesseselerde çalıştırmakla ceza­landırması, aslında Maide suresi'nin bu ayetinden çıkartılabilecek bir ceza şeklidir. Fakiri doyurmak, onları giydirmek, köle azat etmek kamuya yönelik hem ibadet hem de keffaret olmaktadır. Oruç ibadetiyle keffaret ödemek ise ferdî ibadetle cezayı yerine getirmektir.

Kur'an, yeminini bozma gibi sorumluluk getiren bir günahı cezalandırır­ken bile, ibadete alıştırma metodunu kullanarak eğitim yapmaktadır. Yüce Allah kullarını sorumlu tutarken, onlara ibadet yapmalarını önermektedir. Cezalandırırken insanlara ibadet yaptırmak, din eğitiminin insanlara öğrete­ceği çok önemli bir terbiye metodudur. Mesela: Okulda çok yaramaz olan, yerinde duramayıp herkesle kavga eden bir öğrenciyi okulun eğitsel kolların­daki önemli işlerde istihdam etmek, güzel bir yöntemdir. Bu tip öğrenciler, kooperatif kolunda, edebiyat veya spor kolunda görevlendirilip kendisine bu kollardan birinin liderliği verilir. Böylece o öğrencinin enerjisi olumlu yolda kullanılmış olur. Bunun tersine, o öğrenciye başka cezalar vermek; okuldan sürmek eğitici bir yol değildir. Yeminini bozan kişi de yaramaz bir öğrenci gibidir. Yüce Allah o kişiyi kamu işlerinde istihdam ederek veya kişisel iba­det teklif ederek cezasını ödetmektedir.

(Allah gafurdur, halimdir).

Allah Teala bu gibi yeminleri bozanlara, 'günahları örtme' manasına ge­len gafur sıfatıyla muamele edeceğini beyan etmek için bu sıfatı ayetin sonu­na getirmiştir. Böylece Yüce Allah, günahı ortaya çıkarmanın değil örtmenin önemli olduğunu insanlara öğretmektedir.

Diğer taraftan 'teenni ile hareket etmek', 'vakar' ve 'ağır başlılık' mana­larına gelen hilm sıfatını da devreye sokmak suretiyle insanlara, sorumlu tutup ceza verirken teenni ile hareket etmelerini beyan eden Yüce Allah, ceza­landırmada teenni ile hareket etmenin önemini vurgulamaktadır. 'Günahları örtme' ile 'teenni ile hareket etme', suçlulara karşı belirlenecek tavnn teme­lini teşkil etmektedir. Yeminini bozanlara veya düşüncesizce yemin edenlere bu sıfatlarla müdahale etmek ilahî bir metodtur. [77]

 

Hanımına Yaklaşmama Yemini:

 

226. Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler (azamî) dört ay bekleyebilirler. Eğer bu müddet zarfında hanımla­rına dönerlerse, şüphesiz Allah af ve merhamet sahibidir.

Razi'nin naklettiğine göre cahiliyye döneminde hanımını istemeyen, onun başkası ile evlenmesine de nza göstermeyen erkek, onunla cinsel ilişkide bu­lunmamaya yemin eder, hanımını ne kocalı ne de kocasız bir durumda bıra­kırdı; gayesi, o kadına zarar vermekti.[78]

Kadın haklarında bir inkılab yapan Kur'an, kadmın bu şekilde zarar gör­mesini önlemek üzere Arapların bu adetini değiştirdi. Böyle bir yeminin var­lığını kabul etmekle beraber, kadının zarar görmesini önlemek için 'azamî dört ay süre' koydu. Bu ayet ile Yüce Allah, aile ilişkilerinde yeminin etkin­liğini ele alarak, yeminden dönüşün hükmüne örnek vermektedir. O devrin Arap toplumunda zulüm haline gelen aile hayatının problemlerini çözme gayreti Kur'an'ın getirdiği en önemli değişimin müjdesini teşkil etmektedir. Aile hayatında erkeğin ağır egemenlik hakları, kullanıldığında aileyi cehen­neme çevirmekteydi.

Diğer taraftan bu ayet, İslâm öncesi Arap toplumunda bir yemin kültürü­nün varlığına delildir. Aslında ilk yemini Sad/82'ye göre şeytan yapmıştır: (Senin mutlak kudretine yemin ederim ki, hepsini mutlaka az­dıracağım).

İşte bu yemin, varlıklar aleminde yemin kültürünün temellerini atmıştır. (Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler...)

Yüce Allah, aile hayatının bir gerçeğini ele almaktadır. Kan-koca arasın­daki ilişkilerde, durum bu safhaya ulaşabilir. Çeşitli nedenlerle çıkan tartış­malar veya takınılan tavırlar kocanın bu şekilde yemin etmesine neden ola­bilir. Hatta bu, erkeğin egemenliğinden değil, kadının kocasını küçük görme­sinden de kaynaklanabilir. Hangi nedenle olursa olsun, ayet böyle olayların olabileceğini reddetmiyor.

(Azamî dört ay bekleyebilirler).

Ayetin bu kısmı, cinsel ilişkide bulunmama yeminini hukuka bağlamakta­dır. Kur'an bizzat bu durumu çözümleyen yazılı hukuk olma özelliğini taşı­maktadır. Azamî dört ay beklenebileceği hükmünü vermek suretiyle Yüce Allah, cinsel ilişki konusunda gelişi güzel yemin yapılmaması gerektiğini vurgulamaktadır.

Diğer taraftan koca 'dört ay' zarfında hanımına ihtiyaç duyabilir, yaptığı­nın yanlış olduğunu anlayabilir. Bu süre, aynı zamanda hanımına dönecek olan erkek için bir bakıma ceza da olabilir. Gösterdiğimiz bu üç hikmet, aile ilişkilerinin ciddiyetini, hassasiyet ve önemini vurgulamaktadır.

Hangi nedenle olursa olsun, devamlı bir şekilde hanımının başında duran bir sopa gibi ila denen yemini yapmanın doğru olmadığının da altı çizilmek­tedir. Dört ay sonunda iki seçeneğin bulunduğunu bildiren Yüce Allah, ilk se­çeneğin hanımına geri dönmek olduğunu ifade etmektedir. Onun için yemin ile hanımına dönmeyi aynı ayette zikrettiği halde, boşama seçeneğini bir son­raki ayette zikretmiştir:

(Eğer dönerlerse, kesinlikle Allah af ve merhamet sahibidir).

Hanımının ağır bir suçu olmadan, onunla cinsel ilişkide bulunmamak üze­re yemin etmenin Allah katmda bir günahı olmasaydı, ayetin sonunda gafur ve rahim sıfatları yer almazdı. Bu durumdaki kişi, yemininden geri dönerse, Allah'ın af ve merhametine muhatap olacağını bilmelidir. Yaptığı yanlıştan geri dönmenin bir erdem olduğunu bildiren bu ayet, hukukta af kavramının önemini de vurgulamaktadır.

Eşine yaklaşmamaya yemin eden kocanın karısına geri dönüşü, aslında 'dönme' manasına gelen 'tevbe'yi ifade ettiği için, 'af'ı harekete geçirmek­tedir. Şimdi bu ayetin muhtevasından hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: Allah'ın affı ve merhameti, düzelen aile ilişkileri sebebiyledir. Hatasını anla­yıp eşine dönen koca, ailesini af ve merhamet deryasına sokmaktadır. Al­lah'ın af ve merhametinin anahtarı, düzelen aile ilişkilerinin elindedir. [79]

 

Boşama:

 

227. Eğer boşamaya karar verirlerse, şüphesiz Allah işi­tendir, bilendir.

Yüce Allah boşama konusunu da hukuka bağlamış ve Kur'an'ı bu konu için yazılı hukuk kaynağı olarak belirlemiştir. İslâm öncesi Arap toplumun­da, cemiyetin yapısı aşiret olduğu için, hukukî meseleler örf-adetlere göre düzenleniyordu. Kur'an boşama veya boşanma konusunu örf ve adetin elin­den alarak yazılı ve evrensel kurallara bağladı.

Türkçe'de 'boşama' denen talak -ki sosyoloji dilinde buna ailenin yıkılı­şı denir- insanlığın önemli meselelerinden biri olması hasebiyle medenî hu­kukun da önemli konulan arasında yer almaktadır. Cemiyetin en küçük hüc­resi olan aile müessesesinin sorunu olması nedeniyle de, sosyoloji bilimini yakından ilgilendirmektedir. Diğer taraftan çocuğu ilgilendirdiği için, eğiti­min ilgi alanına da girmektedir.

Talak sözlükte neşeli, keyifli ve mutlu olmak, ayrılmak, doğumda ağrı çekmek, salıvermek, serbest bırakmak, başı boş bırakmak, koyvermek, ken­di haline bırakmak, terketmek, vazgeçmek, boşamak manalarına gelmekte­dir.

'Talk' kalıbından alınınca doğum sancıları, zahmet çekmek, hür, açık, ser­best, zapdedilmemiş, engel koyulmamış, yasaklanmamış anlamlarına gelir.

'Tılk' şeklinde alınırsa, müsaade edilir, kabule şayan manasını ifade eder. Talak çabuk yürümek, yarış etmek, koşu yarışması anlamına gelmektedir.

'Mutlak' kalıbından getirilince, serbest, sınırsız, mutlak, tamamen, kat'î surette, istisnasız, hürmete layık anlamlarına gelir. [80]

 

Talak Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

Şimdi talak kavramının Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz:

1. Boşamak

(Kadınlarınızı boşadığınızda). [Bakara/231]

Bu ayette talak kelimesi, hukukî manada nikah bağının çözülmesi anlamı­na gelmektedir.

2. Öne atılmak

(İleri gelenleri öne atıldı). [Sad/6]

Bu ayette kelime, bir tartışmada, belli bir fikrin veya inancın lideri duru­munda olanların, fikir ve inançlarının tehlikede olduğunu gördüklerinde in­sanları inançlarında tutabilmek için öne atılıp konuşma yapmalarını ifade et­mek üzere kullanılmaktadır.

3. Yola koyulmak

(Bunun üzerine yola koyuldular). [Kehf/71]

Kelime, bu ayette ise, belli bir şeyi birine öğretmek amacıyla, sefere çık­mak, yani eğitim amaçlı gezi anlamına gelmektedir. Hz. Musa ile Allah'ın kendisine rahmet bahşedip tarafından ilim öğrettiği kulun öğretim amaçlı ge­ziye çıkmalarını ifade etmektedir.

4. Gitmek

(Siz, ganimet vaad eden bir savaşa katılmak için gittiğiniz za­man...) [Fetih/15]

Aslında burada kelimenin anlamı 'yola çıkmak'tır; yani yapılacak büyük bir işe katılmak ve o işi yapmak için evden ayrılıp yola çıkmayı ifade etmektedir.

5. Kekemeleşmek

(Ve göğsümün daralacağından ve dilimin dolaşacağından). [Şuara/13]

Kekeme insan, meramını yeterince anlatamaz. Burada dilin dolaşması, ta­lak kavramının ıntılak kalıbından getirilerek ifade edilmektedir.

Bütün bu manaları 'ta/a£=boşama' konusuna bağlayarak şöyle izah edebiliriz:

Eşlerden biri, özellikle erkek 'öne atılarak' nikah bağını çözmeye çalış­makta ve bu uğurda yapılacakları yapmak için 'yola çıkmakta' ve böylece 'aile bağım' hukuka 'dolamaktadır'. 'Dilin dolaşması' gibi kan-koca arasın­daki iletişimin de dolaşması, yani kopması sözkonusu olduğu için boşama yoluna gidilmektedir. Dili kekemeleşn Hz. Musa'nm göğsünün daralması gi­bi, kan-koca arasında da iletişimin bozulması, göğüslerinin daralmasına se­bep olmakta ve buna bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktadırlar. Onun için ya­pılacak bu işe talak adı verilmiştir.

Demek ki talak kavramı, psikolojik manada kekemelik, sosyolojik mana­da iletişim kopukluğu, hukukî manada da bunlardan kurtulmanın çıkış yolu olmaktadır.

Talak konusunda açıklanması gerekli olan en önemli konulardan biri de şudur: Koca hanımını "Benden boşsun" diyerek boşayabilir mi, yoksa mah­kemeye müracaat etme zorunluluğu var mıdır? Halen İslâm aleminde, bir er­kek hanımına üç kere benden boşsun derse, hanımının boş olacağı hükmü ca­ridir. Nice hanımlar, erkeğin iki dudağı arasından çıkacak ve üç defa tekrar­lanacak olan 'boşsun' kelimesiyle haksızlığa uğramış ve uğramaktadır.

"Üçten dokuza şart olsun benden boşsun" sözünü üç kere tekrar edince, kadının hiçbir savunma hakkı kalmamakta, hukukî bir korumadan yoksun bulunmakta, insanlık ve hukuk dışı bir muameleye maruz kalmaktadır. Kadı­nın bir hata yapıp yapmaması önemli değildir. Mesela erkek "Karım boş ol­sun ki bundan sonra sigara içmeyeceğim" dese ve sonra içse karısı boş olur. Pişman olup geri dönmek istediğinde ise hülle yaparak karısına dönebilece­ğine dair fetva verilmiştir. Göstermelik nikah olan hülle, kadınm başka bir er­kekle nikahlanıp sonra onun tarafından boşanması ve eski kocasıyla tekrar nikahlanmasıdır.

Allah'ın hoşlanmadığı talakı,[81] daha da sevimsiz hale getiren bu uygula­malar, kadın için zulme dönüşmüştür. [82]

 

Kur'an'ın Boşama Konusunda Gerçekleştirdiği Radikal Değişimler:

 

Boşanma problemini içinden çıkılmaz bir düğüm haline getiren hülle an­layışını ve uygulamasını ortadan kaldırmak için, boşama konusunu Kur'an'ın ışığı altında incelememiz gerekiyor. Bunun için Kur'an'm boşama konusun­da gerçekleştirdiği köklü değişimlere dikkat edilmesi gerekir; şöyle ki:

1. Talak kavramı mahkemenin celselerini ifade etmektedir.

Kur'an, kocayı, boşama hadisesinde hem taraf, hem de yargıç olmaktan çıkararak ona sadece mahkemeye müracaat etme hakkı tanımıştır. Eşler ara­sındaki nikah bağını çözme yetkisini kocadan alıp hukuka teslim etmiştir. Koca boşama davası açabilir, kadın da ayrılma davası açabilir. Bunun en gü­zel uygulaması Ahzab/37'de görülmektedir: Hz. Peygamber'in evlatlığı Zeyd ile Zeyneb'in evliliğinde, eşler ayrılmak istemelerine rağmen, Hz. Pey-gamber'e müracaat etmeden boşanamadılar. Hz. Peygamber, dönemin haki­mi, yani kadısı olduğu için Zeyd ona başvurmuştur. Rasûlullah Zeyd'i bir­kaç kere geri çevirdi, neticede ayrılık kararını Yüce Allah verdi. Eğer Zeyd "Üçten dokuza şart olsun benden boşsun" deme yetkisine sahip olsaydı, bu­nu yapardı.

Zeyd'in Hz. Peygamber'e birkaç kere gelmesi, mahkemenin değişik za­manlarda yapılan celselerini hatırlatmaktadır. Öyleyse üç talakla boşama, üç mahkeme celsesiyle boşanabileceğini ifade etmektedir. Birinci ve ikinci cel­seden geri dönülebilir. Bakara/229 ayeti buna işaret etmektedir. Esas boşan­ma üçüncü celseden sonra gerçekleşir.

Nisa/35 ayeti geçimsizlik sebebiyle boşanma meselesini ele almakta ve mahkemenin seyrini göstermektedir.

2. Heyet müessesesini koymuştur Nisa/35 ayeti şöyledir:

Eğer kan ile kocanın aralarının açılmasından endişeye düşerseniz, bir hakem erkeğin ailesinden, bir hakem de kadının ailesinden gönderin. Eğer iki taraf da aralarını düzeltmek isterse, Allah onları uzlaştınr.

Ayette geçen (hakemen min-ehlihî) ifadesine "erkeğin ailesin­den bir heyet", (hakemen min-ehlihâ) ifadesine ise "kadının ailesinden bir heyet" anlamını vermek de mümkündür.

Ayette yer alan (eğer endişe ederseniz) ifadesinin muhataplarının, ifadenin çoğul olması nedeniyle üçüncü şahıslarlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu üçüncü şahıslar ise ilkel toplumlarda toplumun hakim rolündeki kişileri, modern toplumlarda da hakimlerdir.

Yüce Allah, hakimlerin mahkemeyi nasıl devam ettireceklerine bile ışık tutarak, heyet kurmalarını emretmektedir.

Bize göre Yüce Allah bu ayetle hem jüri, hem de heyet müesseselerine işa­ret etmekte ve modern mahkemenin yürüyüş sisteminin temelini atmaktadır.

Ahzab/299 ve Nisa/35 ayetlerini bir araya getirdiğimizde, boşama yetki­sinin erkekten; erkeğin iki dudağı arasından çıkacak sözcüklerden alınıp, ob­jektif hukuka verildiği anlaşılır. Özellikle Nisa/35 ayeti boşanma hukukunda 'heyet' kavramına işaret etmekte, modern hukukun objektif temellerini atmış olmaktadır.

3. Şahitlik ve yemin müessesesini getirmiştir

İslâm, nikahın geçerliliği için şahidi şart koşmaktadır. Şahitlik müessese­siyle hukuklaşan bir evlilik, şahitsiz çözülebilir mi? Talak/2'de geçen (içinizden de iki şahit getirin) ifadesi, boşanma hukukunun bu müessesesini de kurmaktadır. Şahitlik müessesesi mahkemeyi kendiliğin­den gündeme getirmektedir.

Boşanma davasının mahkemede olacağının diğer bir delili de, şahidi ol­mayana yemin düşeceği hükmüdür:

Kendi hanımlarını zina ile suçlayan, fakat kendilerinden başka şahitleri olma­yan kimselere gelince; bu suçlamayı yapanların her biri, doğru söylediğine dair, dört kere Allah'ı şahit tutması, beşincisinde ise, eğer yalancılardansa Al­lah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını istemesidir. Kadının, dört kere Allah'a yemin edip, kocasının iddiasında yalancı olduğuna Allah'ı şahit tutması, be­şincisinde ise, kocasısının iddiasmda doğru olması halinde, Allah'ın gazabının kendisi üzerine olmasını istemesi, üzerinden cezayı kaldırır.

Bu ayetlerden çıkarılacak önemli hükümler vardır: Hanımına zina isnad eden kişi, şahitleri kime götürecek? Şahitleri bulunmayan kişiye teklif edilen beş yemin kimin huzurunda yapılacak? Elbette ki mahkemede ve hakimin huzurunda.

Biri çıkıp "Nur suresi'nin bu ayetleri zinanın cezasıyla alakalıdır; boşan­mayla alakası yoktur" diyebilir. O zaman, Nur/8'e bakılmasının gerektiği ka­naatindeyiz. O ayette dört kere yemin eden kadından zina cezasının kalkacağı ifade edildiği halde; beşinci yemin niçin 9. ayette zikredilmektedir. Çünkü ce­za, dördüncü yeminde düşmekte, beşinci yemin ise talak için teklif edilmekte­dir. 7. ayette erkek Han yapmakta, yani Allah'ın lanetinin üzerine olmasını di­leyerek yeminini tamamlamaktadır. Kadm ise beşinci yemininde Allah'ın ga­zabının üzerine olmasını dilemektedir. İşte bu beşinci yeminler, boşanma da­vasına yöneliktir, bunun neticesinde hakim onların evliliğine son verir.

Hanımına zina isnad eden kişi "Üçten dokuza şart olsun sen benden boş­sun" deme yetkisine sahip olsaydı, bu ifadeyi kullanıp karısını boşayabilirdi. Şahit bulunmadığında yeminle cezanın düşeceğini bildiği halde mahkemeye gitmesi neyi ifade etmektedir? Nur/4'e göre, isnad ettiği zinayı isbat edeme­diğinde, -yemin de etmediğinde- seksen deynek cezasına çarptırılır.

Allah'ın lanetini üzerine alan eşlerin boşanmaları konusu, Hz. Peygamber'in huzurunda da cereyan etmiştir. Abdullah ibni Ömer'den gelen bir rivayete göre, birbirine lanet ile yemin eden karı kocaya Rasûlullah şöyle demiştir:

Hesabınız Allah'a aittir. İkinizden biri yalancıdır. (Kocaya dönerek) Allah'ın lanetini üzerine almakla, hanımının üzerindeki alâka ve kocalık hakkını kay­bettin.[83]

Bu hadis Nur/6-9 ayetlerinde işaret edilen mahkemenin bir tatbikatı ol­maktadır. Ayetler hükmü bildirirken, hadis pratiği ifade etmektedir. Hz. Pey-gamber'e, hanımının zina ettiğini söylemesi ve bu hususta lian yapması, mah­keme ve hakim huzuruna çıktığını göstermektedir. Rivayetten, iki tarafın da Allah'ın lanetini üzerine almaları üzerine Hz.Peygamber'in, ayrılmalarına ka­rar verdiği anlaşılmaktadır. Zina gibi ağır bir suç/günaha rağmen erkek, ha­nımını üç talakla boşayabilseydi, Hz. Peygamber'e niçin müracaat etsin? Bu durumda bile, hakime baş vurmak zorunluluğu vardır ve bu medenî hukukta Kur'an ve hadisin yaptığı bir devrimdir.

IV. Boşama hakkı

Boşamak için mahkemeye müracaat etme hakkı kocaya, ayrılmak için mahkemeye müracaat hakkı da kadına aittir. Bazı alimler, Bakara/23l'de yer alan "kadınları boyadığınızda" ifadesinden, boşama hakkının mahkemeye gitmeden kocaya ait olduğu hükmünü çıkarmaktadırlar. Bu ayeti, "Ey Pey­gamber! Kadınları boşayacağınız vakit" [Talak/l] ifadesiyle bir araya geti­rerek düşünmekte yarar vardır. Bu ayetin, talak hukukunun mahkemede ve mahkemeden sonra nasıl cereyan edeceğini bildirmek üzere nazil olduğu an­laşılmaktadır. Yoksa Hz. Peygamber, hanımlarından hiç birini boşamamıştır. O zaman bu hükmün Peygamberle ne alakası olduğu sorulabilir. Cevaben deriz ki: Yüce Allah boşama hukukunu nasıl tatbik edeceğini -hakim olması hasebiyle- Hz. Peygamber'e öğretmektedir. Hz. Aişe'den şöyle rivayet edil­miştir:

Rifaa'nın karısı Hz. Peygamber'e geldi ve "Ya Rasulallah! Rifaa beni boşa-mıştı, ben de Abdurrahman b. Zübeyr ile evlendim. Fakat Abdurrahman'ın er­keklik organı şu elbise saçağı gibidir" dedi. Hz. Peygamber de "Sanırım sen eski kocana dönmek istiyorsun. Fakat Abdurrahman senin balcağızından, sen de onun balcağızından tatmadıkça bu olamaz" cevabım verdi.[84]

Bu hadisten konumuzla ilgili şu sonuçlan çıkarabiliriz:

a. Boşanmanın en önemli sebeplerinden biri cinsel gücün olmamasıdır.

b. Bir kadm o zamanın hakimi olan Hz. Peygamber'e gelebiliyor, kocası­nın durumunu anlatarak ayrılma talebinde bulunabiliyordu. Bu da bizim için, kadınm eşinden ayrılma davası açabileceğine delildir.

c. Bir kocadan ayrılıp ikinci koca ile evlenen kadın, ikinci kocasıyla cin­sel ilişkide bulunmadan boşanıp birinci kocasına dönemez.

îbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir:

Sabit b. Kays'ın hanımı Hz. Peygamber'e gelerek kocasından ayrılmak istedi­ğini söyledi. Hz. Peygamber, kocasının ona verdiği bahçeyi geri verip vere­meyeceğini sordu, kadın verebileceğini söyleyince Hz. Peygamber, Sabit b. Kays'a, bahçeyi almasını ve bir talak ile kadım boşamasını söyledi.[85]

Keza Hz. Peygamber şu sözüyle de kadının kocasından ayrılma talebinde bulunabileceğini, yani mahkemeye müracaat edebileceğini gündeme getir­miş ve hükme bağlamıştır:

Hangi kadın çok ciddi bir sebep yokken kocasından boşanma talebinde bulu­nursa, bilsin ki cennetin kokusu kendisine haramdır.[86]

Bu hadisten de şu sonuçlan çıkarabiliriz:

a.  Kadının ayrılma davası açma hakkı olmasaydı, Hz. Peygamber böyle söyler miydi? Hadis hem kadma bu hakkı tanıyor ve hem de engelini de tes-bit ediyor.

b. Kocasının yanında kadın, Hz. Peygamber'e kocasından ayrılma davası açıyor. Hz. Peygamber, yani kadı/hakim, mehri geri verip veremeyeceğini soruyor, olumlu cevap alınca kocasına boşamasını emrediyor.

Demek ki, kadın ayrılma davası açtığında ayrılık bir celsede gerçekleş­mektedir. Koca boşama davası açınca üç celse, kadın ayrılma davası açınca tek celse yapılabiliyor, hatta kocanın boşamasında üç celse şarttır. Boşanma davasında esas neden sevginin yokluğudur. Bu hadis, bir kadın mahkemeye müracaat edip hakime, "Kocamı sevmiyorum" derse, hakimin boşama kara­rı vereceğine de delil teşkil etmektedir. Ama kadın, evlenirken aldığı mehri geri vermelidir.

Bu iki hadis bir araya getirilince ortaya şu netice çıkmaktadır: Cinsel za­yıflık ve sevgisizlik, kadının kocasına ayrılma davası açması için önemli ne­denlerdir. Bu hükümden bir adım daha ileri gidersek, kadının kocasına ayrıl­ma davası açabileceği gerçeğini yakalarız. İşte bu, İslâm'ın kadın haklarında, boşanma hukukunda yaptığı en önemli devrimlerden biridir. [87]

 

Kur'an'ın, Erkeğin Boşamasına Getirdiği Engeller:

 

Kadın haklarının en çok çiğnendiği alanlardan birinin boşanma hukuku olması nedeniyle Kur'an, koyduğu bütün kuralları ile erkeğin boşamasına bazı engeller getirmektedir.

1. Allah Teala Bakara/226'da hanımına yaklaşmamaya yemin eden kimsenin, azamî dört ay bekleyebileceğini, sonra ya geri dönmesi, ya da ayrılması gerektiğini ifade esnasında 'af-merhamet' sıfatlarını, geri dönmeyip ayrılma­sı durumunda da, 'işitme-bilme' sıfatlarım zikretmektedir. Böylece, haksız yere hanımını boşayanın ne dediğini işittiğini, ne yaptığını bildiğini, karşılı­ğını da ona göre vereceğini ifade etmiş olmaktadır. Ayetlerin sonunda zikre­dilen Allah'ın sıfatlan, Cenab-ı Hakk'ın lian'a (karısına yaklaşmama yemini­ne), boşanma ve geri dönüşe karşı tavrını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna göre Allah'ın merhamet ve affı, lian yapan kocanın hanımına dönmesi ortamıyla; işitme ve bilmesi ise dönmeyip ayrılmaya karar verdiği ortamla alakalı olarak zikredilmektedir.

Hz. Peygamber ciddi bir sebep olmadan kocasından ayrılma davası açan kadına, cennet kokusunun haram olacağını belirtmekle, boşanmanın önüne büyük bir engel koymuştur. Bu engeller de, boşanmanın hukukî boyutları arasında yer almaktadır. [88]

 

Boşanmada Haklar Karşılıklıdır:

 

228. Boşanmış kadınlar, evlenmeksizin, üç ay hali boyun­ca bekleyeceklerdir. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlar­sa, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Ve bu süre zarfında barışmak isterlerse, koca­larının onları almaya öncelikle haklan vardır. Erkeklerin, adalet ölçülerine göre kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız er­kekler kadınlar üzerinde bir üstün dereceye sahiptirler. Al­lah kudret ve hikmet sahibidir.

Boşanma davasının sonuçlanmasından sonra kadını ilgilendiren bazı ku­rallar koyan bu ayet, boşanma hususunda ne derece ince noktalara kadar inil-diğini göstermektedir. [89]

 

Boşanan Kadının Uyması Gereken Kanunlar:

 

1. Boşanan kadının itauT (el-mutallakat) uyması gereken birinci kanun, (üç ay hali beklemek)tir. Boşanan kadın hayız görecek yaşta ise, üç hayız gördükten sonra başka biri ile evlenme hakkına sahip olur. Aye­tin devamında da, boşanan kadının hayızdan kesilmiş biri olması halinde id-det müddetinin ne kadar olduğu ifade edilmiştir.

2. Boşanan kadının uyması gereken diğer bir kanun da, ayetin şu kısmı ile belirlenmektedir:

(Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın onların rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz).

Birinci hükmün hikmeti buradan anlaşılmaktadır: Genç kadınların gebe kalma ihtimali olduğu için, üç hayız müddetinde gebe olup olmadıkları anla­şılmış olacaktır. Karnındaki çocuğun boşandığı kocasına.ait olduğu ortaya çı­kacak ve böylece çocuğun nesebi belirlenmiş olacaktır. Bu hükümden hare­ketle, hayızdan kesilmiş bir kadının boşanması halinde üç hayız müddeti beklemesi gerekmediğini söyleyebiliriz.

Yüce Allah, boşanan kadının gebeliğini gizlemesinin helal olmadığını, Allah ve ahirete iman edenin bunu yapmayacağını/yapmaması gerektiğini ifade etmektedir. Ayetteki 'gizleme' kavramı, gebelik nedeniyle talibinin çık­mayacağını düşünerek, çocuğu aldırmayı veya düşürmeyi de kapsamına ala-labilir. Tabii ki bu gizliliğin esası, çocuğun önceki kocasından olduğunu giz­leyip, sonraki kocasına ait olduğunu söylemesidir. Bu entrikalar, sonraki ev­liliğinin şüpheler üzerine kurulmasına sebep olacağı için, Allah Teala konu­yu kadının menfaatine önemsemekte, kadının bu hatayı yapmaması için iman ile kontrol etmektedir. Böylece imanın sosyal hayattaki önemli görevlerinden biri ortaya çıkmaktadır. Cenab-ı Hak, kadının karnında yarattığı varlığı, iman ile koruma altına almakta; böylece iman, var olma ve varlığını sürdürmek için çocuğu korumakla hayatın temeli olmaktadır.

3. Bansın getirileri vardır

(Bu iddet bekleme süresi içinde barışırlarsa, kocala­rı onları geri almaya herkesten daha layıktır).

Ayetin bu kısmından elde edilecek genellemeler vardır: Boşanma dava­sında kadının her temizlik devresinde, hakim bir celse yapacak; üç temizlik döneminde üç celse yapılıp boşanma gerçekleştirilecektir. Böylece Yüce Al­lah üçüncü celseye kadar eşlerin barışma yollarını açık tutmaktadır.

4. Hakların durumu

(Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki haklan gibi, kadınların da onlar üzerinde haklan vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerindeki haklan bir derece fazladır).

Yüce Allah bu ayetle kadın haklannı insanlık tarihinde gündeme getirmiş­tir, îlkel bir toplumda, kadmın horlandığı, itilip-kakıldığı, sosyal konumunun olmadığı bir ortamda hakkının öne çıktığını görüyoruz. Kız çocuklarının di­ri diri gömüldüğü bir toplumda kadının erkek üzerinde hakkı olduğunu Al­lah'tan başkası söyleyemezdi.

İlahî vahiy erkeğin kadın, kadının da erkek üzerinde hakkı olduğunu bü­tün insanlığa ilan ettiğinde kadınlar alemine bir güneş doğmuştu. Yüce Al­lah'ın 'hak' kavramını, talak ile alakalı hükümlerini koyarken ilan etmiş ol­ması da dikkat çekici bir husustur.

Yüce Allah ayetin bu kısmında başka bir konuya dikkat çekerek, (Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farklan vardır) buyur­maktadır. Bu derece farkının nereden kaynaklandığını müfessirler ayetlere dayanarak beyan etmişlerdir. Bize göre bu derece farkı, bu ayetin muhtevası içinde aranmalıdır.

Boşanan kadının üç iddet dönemi beklemesinin emredilmesinin esas se­bebi, gebe olup olmadığının tesbit edilmesine yöneliktir. Kadın gebe ise, er­kekle müşterek olan bir varlığı taşımaktadır. Kadına ait bir varlığı taşımadı­ğı için erkek, kadın üzerinde bir derece fazla hakka sahip olmaktadır. Kadımn, karnındaki çocuğun boşandığı erkeğe ait olduğunu gizlememesi ve onu dünyaya getirmesi, erkeğin kadın üzerindeki ilave bir hakkıdır.

Erkeklerin kadınları, yani namuslarını korumaları uğruna canlarını vermele­ri de bir hak doğurmaktadır. İşte bunun da, ilave hakkın içine konması gerekir.

Bakara/228'de talak hukukunda, iddet bekleme, gebeliği inkar etmeme, barış yapıp geri dönme, kadın ve erkeğin birbirlerinin üzerindeki haklan ve erkeğin bir derece hakda ileri olması konulan düzenlemektedir. Allah Teala ayetin sonunda (mülkünde galip) diye tercüme ettiğimiz aziz ve (her şeyi yer­li yerinde yapan) diye çevirdiğimiz hakîm sıfatlarını zikretmiş; böylece, bu konudaki devrimi yapacak güçte olduğunu ve koyduğu hükümlerin yerli ye­rinde olduğunu vurgulamıştır. [90]

 

Allah'ın Hududunu Aşan Zalimdir:

 

229. Boşama iki defadır. Ondan sonra ya iyilikle tutmak ve­ya güzellikle ayrılmak gerekir. Kadınlara mehir olarak ver­diğiniz bir şeyi geri almanız helal değildir. Meğer ki eşler, eşlik haklarını yerine getirememekten korkmuş olsunlar. Yalnız erkek ve kadının, Allah'ın sınırlarında durmayacak­larından korkarsanız, o zaman kadının (ayrılmak için) ver­diği fidyede (hakkından vaz geçmesinde) ikisine de bir gü­nah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Sakın bunları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, onlar zalimlerdir.

Bu ayet talak hukukunda bazı düzenlemeler yapmaktadır. Bunlar, mahke­me safhasından başlayarak, boşanacak ve boşanmış eşler arasında uyulması gerekli olan ana kuralları açıklamaktadır. Yüce Allah bu kanunların çiğnen-memesini emretmekte ve bu emri gözardı edeni zalim olarak nitelendirmek­tedir. Peki bu kanunlar hangileridir? [91]

 

Talak Hukukunda Yapılan Düzenlemeler:

 

1- (Boşanma iki defadır. Ondan sonra ya iyilikle tut­mak veya güzellikle salmak gerekir).

Cenab-ı Hak daha önce, boşanma davasının üç mahkeme celsesinden son­ra gerçekleşeceğini ifade buyurmuş, bu ayette ise üçüncü celseden evvel ge­ri dönülebileceğini hükme bağlamıştır. "Boşama iki defadır" ifadesini, "Ge­ri dönüşü olan boşanma davasının celseleri ikidir" şeklinde anlamamız müm­kündür. Buna göre boşama davasmı açan koca, mahkemenin birinci celsesin­den sonra da, ikinci celsenin sonunda da davasından vazgeçebilir.

âvrüfi (iyilikle tutmak) ibaresi, bunu ifade etmektedir. Allah Teala aye­tin bu kısmında ilginç bir ibare kullanmakta; 'maruf ile tutmak' buyurmakta­dır. Maruf ile tutmak ise, boşama davasından vazgeçildikten sonra hanıma kötülük yapılmaması; iyiliğin aile hayatına geri dönmesi anlamına gelmekte­dir.

(yahut iyilikle salmak) ifadesi, üçüncü celse yapıldığında, artık geri dönmenin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Burada da Yüce Allah ihsan (iyilik) kavramını kullanmaktadır. Aslında maruf ile ihsan hemen he­men aynı anlamı ifade etmektedir.

Müslümanın karısını boşamasında da, tutmasında da eksen değer iyilik ol­malıdır. Kader birliği ile kader ayrılığı bu değeri yerinden oynatmamalıdır. Ayrılışında ve yeniden birleşmesinde maruf ve ihsan üzere davranan kimse, imanını isbat etmiş olur.

Yüce Allah ayetin devamında ayrılan eşlerin biribirine karşı nasıl davra­nacaklarını hükme bağlamakta ve böylece, "iyilikle salma" ifadesinin tefsiri­ni yapmaktadır.

2. (Ve kadınlarınıza verdiklerinizden her hangi bir şeyi geri almanız size helal değildir).

Allah Teala, erkeğin hanımına evlenirken verdiği mehir ve elbise gibi eş­yaları geri almaması hükmünü koymakla 'ihsan' kavramının manasına kıs­men açıklık getirmektedir.

Nisa/19'da aynı mana başka kelimelerle ifade edilmektedir:

Kendilerine verdiğiniz şeylerin bir kısmını almak için kadınları zorlamayın.

'Size helal değildir' ifadesiyle 'zorlamayın' ifadesi, hemen hemen aynı derecede bir hükmü beyan etmektedirler. 'Zorlamayın' veya 'Size helal de­ğildir' emirleri birbirini açıklamaktadır. Kocanın boşama esnasındaki ihsanı, ona verdiği şeyleri geri almamasıdır. Yüce Allah bir istisna hüküm getirmek­te ve bu istisnayı çok önemli bir şartın üzerine oturtmaktadır:

(Allah'ın koyduğu sınırlan koruyamamaktan korkmaları hali dışında...)

Cenab-ı Hak eşlerin, Allah'ın sınırlarını koruyamamaktan korkmasını, ko­canın hanımına verdiği şeyleri almaması hükmünün istisnası olarak zikret­mektedir. Allah'ın hududunu korumanın ne anlama geldiğini Nisa/l 9'dan öğ­reniyoruz:

(Arayı açacak bir fuhuş işlemiş olmaları müstesnadır).

Aynı durumu, Talak/l 'de de müşahede ediyoruz. Demek ki 'Allah'ın hu­dudu', 'fuhuştan sakınma' anlamındadır. Fuhuş yapan, Allah'ın hududunu koruyamamış demektir. 'Allah'ın hududu' kavramına yönelik bir diğer izahı da Talak/2'de buluyoruz:

(İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın).

Şahitlikte adalet ve şahitliği Allah için yapmak da, Allah'ın koyduğu sınır­lardandır. Böylece bu ayetler "Allah'ın hududunu koruma"nın ne manaya geldiğini açıklayarak; fuhuştan sakınma, Allah için adil şahitlik yapmak ol­duğunu tesbit etmiştir. Kan-koca arasında bu endişeler devam ederken Yüce Allah, üçüncü şahıslan devreye sokmakta ve onlara da şöyle buyurmaktadır:

3. (O halde, kan ile kocanın Allah'ın koyduğu sınırlan koruyamayacaklanndan korkuyorsanız, kadının kocasına fidye ver­mesinde her iki taraf için de günah yoktur).

Ayetin bu kısmından çıkartılacak sonuçlan şöyle sıralayabiliriz:

a. Allah Teala'nın (korkarsanız) ifadesinin muhatabı -hitap çoğul olduğu için- kan-koca dışındaki üçüncü şahıslardır. Bu üçüncü şahıslar ise hakim, mahkemenin bulunmadığı dönemlerde de toplumun ileri gelenleri olabilir, ama modern toplumlarda bunların hakimler olduğunu rahatlıkla söy­leyebiliriz. Yüce Allah modern hukuk müesseselerinden olan mahkemeyi, ayetin bu kısmındaki hitabıyla kurmuş olmaktadır. Böylece boşanma huku­kunda mahkemeyi devreye sokmuş, hakimlerin endişesini de değerlendirme alanına almıştır.

Bunun en güzel örneği, -yukarda kadının boşanma davası açabileceğini açıklarken zikrettiğimiz- Sabit b. Kays'ın hanımının Hz. Peygamber nezdin-de açtığı ayrılma davasıdır.

b. Kadın kocasına ayrılma davası açabilir; kadın boşanmak için kocasına bazı şeyler verebilir. Bakara/229, ayette buna fidye adı verilmiştir.

Hz. Peygamber, Sabit b. Kays'ın karısının -kocasının verdiği bahçeyi ia­de ederek- ayrılmasına hükmetmiştir.[92]

Sabit'in hanımının, imam bırakıp küfre dönmekten ne kadar nefret ediyor­sa, Sabit'ten de o derece nefret ettiğini söylemesi üzerine Hz. Peygamber, Sa­bit'in verdiği bahçeyi iade etmesini emretmiş. Kadın da bu emri yerine geti­rince boşanmalarına karar vermiştir.

4. (Bu verilen hükümler Allah'ın sınırlarıdır. Sakın o sınırla­rı aşmayın).

Yüce Allah boşanma davasıyla ilgili bazı hükümler koymuş ve bunları 'Allah'ın sınırlan' olarak vasıflandırmıştır. Boşanmanın ilk iki celsesinde ge­ri dönülebileceği, dönülmesi halinde ise iyilikle tutulacağı; üçüncü celseden sonra geri dönüşün olamayacağı; ve artık iyilikle bırakılacağı, hanıma veri­lenlerin -fuhuş yapmaları hali müstesna- geri alınamayacağı; kan-kocanın Allah'ın sınırlarını korumada gerekeni yapmayacakları hususunda toplumun ileri gelenleri veya hakimlerinde bir endişe varsa kadının aldığı şeyleri koca­sına iaede etmek suretiyle serbest kalabileceği hükümleri Allah'ın sınırlarını teşkil etmektedir.

Bu sınırlar/hükümler, kan ve kocanın haklannı koruma hususunda hukukî değerleri oluşturduğu için, Yüce Allah onlara dokunulmamasını istemek­tedir. Bu hükümler, bağımsız bir devletin sınırlarını andırmaktadır. Bağımsız bir devletin sınırlarına tecavüz savaş ilamdır. İşte bağımsız bir devlet gibi sı­nırlara sahip olan bu hükümlere tecavüz etmek de, hukuka savaş açmak de­mek olduğundan, Allah tarafından zalim damgasının vurulmasına sebebiyet vermektedir. Cenab-ı Allah, kadın ile erkeğin bağımsız haklara sahip olduk­larını ilan etmek suretiyle, örf ve adetle idare edilen aşiret toplumundan mo­dern topluma geçişin kapısmı aralamış ve kadın haklarını hukukî alana taşı­yarak erkeğin elinden çektiği ızdıraplara ayrılma hakkı vermek suretiyle son vermiştir.

5. (Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimler­dir).

Allah'ın koyduğu hududu aşanlar; ayette belirtilen hükümlere aldırış et­meden hanımını boşamaya kalkan koca, boşama hukukuna riayet etmeyen kadın ve bunların boşanmasında hata yapan hakimlerdir. [93]

 

Geri Dönüşü Olmayan Boşama:

 

230. Eğer erkek kadını üçüncü defa boşarsa, ondan sonra kadın bir başkası ile evlenmedikçe, onu alması kendisine helal olmaz. İkinci kocası da onu boşarsa, Allah'ın sınır­larını koruyacaklarına inandıkları takdirde, eski karı-ko-canın yeniden evlenmelerinde bir sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları, öğrenmek isteyenler için açıklıyor.

Ayetteki (eğer hanımını boşarsa) ibaresi, bir önceki ayette yer alan (yahut onu iyilikle bırakmalı) ibaresiyle eş-anlamlıdır. Her iki ibare de, mahkemede gerçekleşecek olan üçüncü celseden sonraki durumu hükme bağlamaktadır. 'Üçüncü defa boşamak', mahkemede üçüncü celseyi yapma­yı ifade etmektedir. Birinci talak (boşama), ikinci talak ve üçüncü talak, kav­ramları mahkemenin birinci, ikinci ve üçüncü celselerini ifade etmektedir. Kadının üç temizlik devresinde boşanmasının manası budur. Ayrılma davası açan kadının, bir celsede boşanma ihtimali var, ancak boşama davası açan er­keğin bir celsede boşama ihtimali yoktur. Bir önceki ayetin tefsirinde bu hu­sustaki delilleri ortaya koymuştuk.

(Kadın, başka bir erkekle evlenmedikçe, bir daha koca­sına helal olmaz).

Asırlardır insanların tatbik edemediği hüküm budur. Boşamanın yanlış anlaşılması ve yanlış tatbik edilmesi, hülle adetine kapı açmıştır. Boşamayı, erkeğin iki dudağı arasından çıkacak üç kelimeye bağlamanın hatası çok va­him olmuştur.

İslâm aleminde, hanımlarına kızan erkekler "Üçten dokuza şart olsun sen benden boşsun" derler ve sonra pişman olup hocalara koşarlar; neticede 'hül­le' yani hileli nikah ile hanımlarını geri alırlar. Hülle, üç talakla boşanan ka­dının, bir erkekle zahiren nikahlanması, sonra da ayrılarak kocasına dönme­sidir. Bu, Yüce Allah'ın hududuna tecavüz etmektir. Cenab-ı Hak, üç talakla boşanan bir kadının, -bir başkasıyla gerçekten evlenip onun tarafından da boşanmadıkça- eski kocasına dönmesinin mümkün olmadığını açıkça bildir­miştir. 'Hülle' ile, Allah'ın koyduğu hükmü çiğnemek ve kendi arzularına uy­durmak bir zulümdür.

Eğer boşanma mahkemede üç celsede gerçekleşseydi; hakim her temizlik döneminde bir celse yaparak üç ayda veya üç ayda bir celse yaparak dokuz ay­da boşasaydı, birinci veya ikinci celseden sonra pişman olan erkek hülle gibi iğrenç bir yola başvurmak zorunda kalmadan karısına dönebilirdi. Boşanma ile ilgili hükümler doğru bir şekilde uygulanmadığından, kadm, erkeğin ağzından çıkan bir kelimeyle boş olduğundan, hülle yoluna müracaat edildi. Asırlardır kadınlar, hulle'nin ızdırabım çekmiş ve hâlâ da çekmektedirler.

 (İkinci kocası da onu boşarsa, eski kan-kocanın Allah'ın koyduğu sınırları koruyabileceklerine inanmaları şartıyla, bir­birlerine dönmelerinde ikisi için de bir günah yoktur). [94]

 

Boşanan Kadının Eski Kocasına Dönebilmesînin Şartları:

 

Demek ki, Yüce Allah, boşanan kadının eski kocasına dönebilmesini bir­takım şartlara bağlamıştır. Şöyle ki:

a. Hileli yollarla değil normal bir şekilde başka bir erkekle evlenip, ondan da normal şartlar altında boşanmış olması,

b. Allah'ın koyduğu sınırlan/hükümleri muhafaza edebileceklerine dair düşünce ve iradelerinin bulunması.

Birinci şart yerine gelmemişse, ikinci şartın olması, onları birbirine helal kılmaz. Onun için birinci şart, meselenin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

(Bunlar, bilenlere Allah'ın açıkladığı sınırlardır).

Yukarıda maddeler haline sıraladığımız hükümler, Allah'ın koyduğu sınır­lardır. Allah bilen bir topluma bunları açıklamaktadır. Aslında sadece bu hü­kümler değil, 225. ayetten itibaren Allah'ın koyduğu hükümlerin tümü Al­lah'ın sınırlarını oluşturmaktadır. Ayetin sonundaki "bilen bir toplum" ifade­si, anlayan ve anlama gayretinde olan manasına gelir. Demek ki, Cenab-ı Al­lah'ın koyduğu ve hikmetini beyan ettiği bu hükümlerin muhatabı anlama ve kavrama yeteneğine sahip olanlardır. Hukuk eğitiminin seçkin öğrencilere yapılması, bu bilgilerin anlama ve kavrama yeteneği iyi olanlara verilmesi en doğrusudur. Zira aile hayatıyla ilgili nazik hükümleri ve hikmetlerini, anla­ma yeteneği zayıf olan kimselere açıklamanın bir faydası olmaz. [95]

 

Kadına Zulüm Kendine Zulümdür:

 

231. Böylece kadınları boyadığınızda ve onlar bekleme sü­relerini bitirdiklerinde, artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle bırakın. Ama arzuları hilafına, eziyet etmek için alıkoymayın. Kim böyle yaparsa kendine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini oyuncak yerine koymayın. Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan sakının ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bildiğini bilin.

Boşanma hukukunun başka bir boyutunun ele alındığı bu ayette, kadına zulüm olmaması için nelerin yerine getirilmesi gerektiği açıklanmaktadır.

1. Bekleme süresini bitiren kadının durumu

Mahkemede üçüncü celsenin sonunda boşanan bir kadın, Bakara/228'de geçen şu ifadeye göre üç temizlik dönemi geçirmelidir:

(Boşanmış kadınlar, evlenmeksizin üç ay hali boyunca bekleyeceklerdir).

İşte 231. ayette yer alan "Bekleme sürelerini bitirdiklerinde" ifadesi, bu­nu açıklamaktadır. Bekleme süreleri, 228. ayette 'üç hayız dönemi' olarak belirlenmişti. Demek ki 231. ayet, boşanmış ve üç hayız dönemini tamamla­mış kadının durumunu ele alıp incelemektedir.

2. (Artık onlan, ya iyilikle tutun veya iyilikle bırakın). 231. ayetin bu kısmı ile 229. ayetin ' (Ondan sonrası ya

iyilikle tutmak, ya iyilikle salmaktır) ifadesi arasında fark olup olmadığı, ay­nı konunun tekrar edilip edilmediği hususunda alimlerin farklı görüşleri bu­lunmaktadır. Bu görüşlerin ayrıntılarına girmeden konuyu ele almayı uygun buluyoruz. 229. ayetteki talak (boşanmanın celseleri) ikidir. Ondan sonra iyi­likle tutulması veya iyilikle bırakılmasına dair hüküm, geri dönüşü mümkün olan ikinci celseden sonraki seçenekleri göstermektedir. Koca, birinci ve İkinci celseden sonra boşama davasından vazgeçip aile hayatını devam ettir­me seçeneğine sahip olduğu gibi, davasından vazgeçmeyip üçüncü celsenin yapılmasını isteyebilir. 229. ayette yer alan 'iyilikle bırakmak' ifadesi, üçün­cü celseyi, yani talakla boşamayı ifade etmektedir.

Ama 231. ayette geçen 'tutma' ile 'bırakma' farklı döneme işaret ettiği için farklı manalara gelmektedir: Bu ayette üçüncü celseden sonra kesin ola­rak boşanmış olan kadının durumu ele alınmakta ve bekleme süresi olan üç ayı bitirdikten sonra nasıl davranacağı açıklanmaktadır. Buradaki 'tutmak', evliliğini sürdürmek anlamına gelmemektedir. Boşanmış kadınm, akrabası ve döneceği bir baba evi olmayabilir. Dolayısıyla 'tutmak', kolundan tutup kadını sokağa atmamayı, kalma zorunluluğu olması durumunda iyilikle tut­mayı hükme bağlamaktadır.

Diğer taraftan da iddeti bitince kadının serbest kalmasını, geçimini temin edecek imkanlara sahipse, iyilikle bırakılabileceğini hükme bağlamaktadır. Ayetin bu kısmında, ayrılmış eşlerin -özellikle kocanın- birbirlerine karşı medenî bir şekilde davranmaları, iki düşman gibi davranmamadan, geçmişte yaşadıkları güzel günlere saygı gereği iyilikle muamele etmeleri öğütlen-mektedir.

Kur'an, boşanma gibi sevilmeyen bir olayda bile eşlerin birbirlerine kar­şı nasıl davranmaları gerektiği konusunda da bir devrim yapmıştır. Tutmanın da, bırakmanın da iyilikle olmasını emreden Kur'an eşlerin, boşanma esna­sında da, boşanma sonrasında da iyilikten ayrılmamalarını tavsiye etmekte­dir. Boşanma olgusunda beşerî arzular rol oynayınca, taraflar birbirine düş­man kesilir, ama ilahî irade rol oynayınca, değil düşmanlığın kalkması, iyili­ğin hakim olması zorunlu hale gelir.

3. (Ama, arzulan hilafına eziyet etmek için alıkoymayın).

Yüce Allah'ın buradaki hükmü 229. ayette geçen j£iii^> (iyilikle tut­mak) ifadesine denk düşmektedir. 'Arzulan hilafına, eziyet etmek için alı­koymayın' demek, 'iyilikle tutun' demektir. Böylece Yüce Allah, konuyu hem olumlu yönüyle gündeme getirmiş, hem de olumsuz emriyle kuvvetlen­dirmiştir.

Allah Teala 231. ayetin bu kısmı ile, boşanan kadının arzusu hilafına bir muamele yapılmasının doğru olmayacağını hükme bağlamıştır. Bu durum da, kadın haklarının iyileştirilmesi konusunda büyük bir değişimi ifade etmekte­dir. Arzusu hilafına kadını tutma hususunda ise, ayetin devamında şöyle de­nilmektedir:

4.  (Çünkü böyle bir davranışta bulunan kendine zulmetmiş olur).

'Kendisine zulmetmiş olur' ifadesi, 'kendisine yakışmayan harekette bu­lunmuş, kendisine haksızlık etmiş olur' anlamına gelmektedir. Arzusu hilafı­na kadını tutan kişi, aslında kendisine zulmetmekte, Allah'ın hükmüne karşı gelmekte ve medenî ilişkileri bozmaktadır.

Boşanma hukukunda taraflardan biri olan erkeğin, kadının tercihini çiğ­neyerek yapacağı bir uygulama, geri teperek kendine zulüm halini almakta­dır. Böyle bir davranış sadece kendine zulmetmek değil, ayrıca Allah'ın ayet­lerini eğlence yerine koymaktır:

5. (Allah'ın ayetlerini eğlenceye almayın).

Arzusu hilafına kadını tutan kimse, hem kendine zulmetmiş, hem de Al­lah'ın ayetlerini önemsememiş, alaya almış olur. Cenab-ı Hak, 'böyle yapar­sanız, Allah'ın ayetlerini eğlenceye alırsınız' demiyor da; 'Allah'ın ayetlerini eğlenceye almayın' diyerek, olumsuz emir cümlesiyle kesin hale getiriyor.

Boşanan kadının iyilikle tutulması veya iyilikle bırakılması, Allah'ın ayet­lerinin eğlence yerine konulmaması gibi hükümlerin yerine getirilebilmesi için de şöyle buyuruluyor:

6.  (Allah'ın size olan nimetini hatırlayın).

Buradaki 'hatırlamaya', 'düşünme' manasını verebiliriz. Kocanın, boşadı-ğı kadına bir haksızlık yapmaması için, Allah'ın ona olan nimetini hatırlama­sı, yani düşünmesi gerekir. Bu hatırlama veya düşünme onu yanlış hareket­ten alıkoyacaktır. Yüce Allah, ayetin ilk bölümlerinde vermiş olduğu hüküm­lerin yerine getirilmesi için düşünceyi harekete geçirmektedir. Allah'ın insa­na olan ve üzerinde düşünülmesi, yani hatırlanması gereken nimetler ise, tüm dünyevî ve uhrevî nimetleridir. Fakat 'nimet' kavramını burada biraz daha özelleştirerek, boşadığı hanımı ile daha önce yaşamış olduğu 'mutlu hayat' olarak anlamak mümkündür. Allah Teala ayetin ilk kısmında verdiği hüküm­lerle, kadının hakkını, koza gibi koruma altma almıştır. Koca, daha önceki hayatını hatırlayarak, bu kozayı mahvetmemelidir. Böylece Yüce Allah, bosanma hukukuna 'düşünme' gibi zihin ve gönül eylemini de katmaktadır. Bu­nun anlamı şudur: Boşanma gibi, sevilmeyen bir hadisede bile, müslüman zi­hin ve gönül dengesini bozmamalı ve Allah'ın hükümlerine muhalefet etme­melidir. Diğer taraftan ilahî hükümlerin ev sahipliğini, düşüncenin yaptığı; ilahî hükümlere ters düşmenin, onları eğlenceye almak olup bunun da düşün­cesizliğin eseri olduğu vurgulanmaktadır. İşte bu düşünce, boşadığı hanımı­na karşı adil davranmayı, haklarına riayet etmeyi ve düşmanca davranmama­yı temin etmekte ve Allah'ın hükümlerini koruma altına almaktadır. Peki Al­lah'ın nimetlerini, hatırlamak veya düşünmek yeterli midir? Bu sorunun ce­vabı da ayetin devamında verilmektedir:

7. (Size öğüt için indirdiği kitap ve hikmeti düşünün).

Cenab-ı Hak insanlara öğüt vermek için kitap ve hikmeti indirmiştir. Baş­ka bir ifadeyle Allah, vahy ve hikmetle kullarına öğüt vermektedir. Öyleyse Yüce Allah'ın öğüdü olan kitap ve hikmet üzerinde düşünmek gerekir. Bir ta­raftan Allah'ın nimetleri üzerinde düşünürken, diğer taraftan da insanlara öğüdü olan vahy ve hikmet üzerinde düşünmek gerekir.

Allah'ın hükümlerini tatbik etmek, onlara karşı çıkmamak, onları eğlence­ye almamak için atılması lüzumlu olan ilk adım, düşünme/hatırlamadır. De­mek ki, ilk adımımızı Allah'ın insanlara olan nimetini, öğüt vermek üzere in­dirdiği vahy ve hikmeti düşünmekle atmış olacağız. Bu, düşünmenin olma­dığı yerde doğru adım atılamayacağı anlamına gelir.

8. (Allah'tan sakının).

'Allah'tan sakınmak', kendi arzu ve isteklerini O'nun hükümlerinin önüne geçirmemektir. Bu durum, Allah'a karşı olan edebi ifade eder. Takva denen bu edebe sahip olmayanlar, Allah'ın ayetlerini, yani hükümlerini eğlenceye alabilirler.

Bu edeb ve ahlakın en önemli kuralını, Hucurat/1'de bulmaktayız:

(Ey iman edenler! Allah ve Peygamberinin önü­ne geçmeyin. Allah'tan sakının).

Buradaki 'öne geçmek', kendi arzularını, istek ve fikirlerini Allah'ın hü­kümleri ile Peygamberinin sünnetinin önüne geçirmek ve önde tutmaktır.

Allah'ın hükümlerine karşı sorumluluğunu bilmek ve bu bilgiyi tatbikata geçirmek takva denen büyük edebi doğuracaktır.

9. (Ve bilin ki, Allah her şeyin aslını bilir).

Allah'ın hükümlerini korumanın, tatbik etmenin, öne çıkarmanın, eğlen­ceye almamanın ve o hükümlerin öngördüğü kadın haklarına saygı gösterme­nin üçüncü merhalesi, 'Allah'ın her şeyi bildiğinin bilgisine sahip olmaktır'. Üçüncü merhalede Yüce Allah, meseleyi bilgi temeli üzerine bina etmekte­dir. Boşama esnasında hanımına yaptığı bütün muamelelerin, Allah tarafın­dan bilindiğini bilen insan, asla haksızlık yap(a)maz. Yalnız buradaki bilgi­nin, imanla mayalandığını bilmek gerekir.

Kısaca diyebiliriz ki, Yüce Allah hükümlerinin yerine getirilebilmesi için, düşünce, takva ve bilgiyi harekete geçirmekte; böylece hukuk eğitiminde, düşünce, takva ve bilginin önemini ve yerini tesbit etmektedir. İnsanların, Al­lah'ın kadın haklan konusunda koyduğu hükümleri çiğnememeleri, onlara saygı duymaları, onları eğlenceye almamalarının yolu, düşünce, takva ve bil­giden geçmektedir. Verilen nimetler, vahy ve hikmet üzerine düşünmek, Al­lah'a karşı sorumluluğunun bilicinde olup O'nun her şeyi bildiğinin bilgisine sahip olmaktan geçmektedir. [96]

 

Eski Kocaya Dönmek:

 

232. Kadınları boyadığınız ve onlar da bekleme müddetle­rini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları tak­dirde, eski kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse­lere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız, kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Bu ayetin nüzulü ile ilgili olarak Razi iki olay nakletmektedir:

Ma'kil ibn Yesar kızkardeşini, Cemil ibn Abdullah'a verdi. Daha sonra Cemil hanımını boşadı. Kadının iddeti bitinceye kadar ondan ayrı yaşadı. Daha son­ra yaptığına pişman oldu ve hanımına dönmek istedi. Hanımı, Cemil'in isteği­ni kabul etti. Ma'kil ise bunu istemedi. Kızkardeşini, kocasına geri döndüğü takdirde görüşmemekle tehdit etti. Hz. Peygamber, Ma'kil'i yanına çağırarak bu ayeti okudu. Bunun üzerine Ma'kil düşüncesinden vazgeçti.[97]

Bu ve benzeri olayları, -kadının velisini muhatap aldığı için- ayetin nü­zul sebebi olarak doğrulamamız zordur. Acaba burada ayetin muhatap aldığı veli midir, yoksa boşayan koca mıdır?

Bize göre, (kadınları boşadığınızda) ifadesi, kocayı muhatap aldığından, (onlara mani olmayın) emrinin muhatabı da kocadır. 'Ma­ni olmayın' enirinin muhatabı olarak velilerin kabul edilmesi, birtakım sakın­calar doğurur. Daha sonra bu sakıncalara dönmek üzere ayeti kısımlara ayı­rarak analizini yapabiliriz:

1. (Kadınları boşadıktan sonra bekleme sürelerinin sonu­na gelmişlerse...)

Allah Teala, boşanıp da iddetini bitiren bir kadının durumunu başka bir boyutu ile ele alacağı için, aynı ibareyi tekrar etmektedir. Bağımsız ayetler­le, boşama hukukunun çeşitli yönlerini ele alan Yüce Allah, eski kocasına dönme meselesini hükme bağlamaktadır. Bakara/230'da boşanmış olan bir kadının başka bir erkekle evlenmedikçe eski kocasma dönemeyeceği hükmü yer almıştı. Bu ayette ise, ikinci kocanın boşamasından sonraki durumu hük­me bağlanmaktadır.

2. (Aralarında uygun bir şekilde anlaştıkları tak­dirde eski kocasına varmalarına engel olmayın).

Ayette geçen (adale) kelimesi, 'darlık' anlamına gelir. Çocuğun anne­sinin karnında büyüyüp yeri daraldığı zaman bu kelime kullanılmaktadır. Hastanın doktorları aciz bırakmasını ifade ederken de bu kelime kullanılır. Ayrıca bu kelime, men etmek, engel olmak anlamına da gelmektedir. Özel­likle kızının kocaya gitmesine engel olan veliyi ifade için bu kelime kullanılir. Hareket veren kuvvetin kaynağı olan pazulara da 'adale' denilmektedir.[98]

 

Engel Olmayın Emrinin Muhatabı:

 

Şimdi Yüce Allah'ın 'engel olmayın' emrinin muhatabının kimler olduğu meselesini ele alabiliriz:

a. Nüzul sebebi olarak gösterilen -yukarda naklettiğimiz- olaya bakılırsa, 'engel olmayın' emrinin muhatabı velilerdir.

Bir kadının veli veya velileri, yani onun evliliği ile ilgilenecek olan birin­ci derecedeki yakınları, eski kocasına dönmesini istemeyebilirler. İşte bu ki­şilerin, bu ayete göre hareket edip, boşanmış kadını eski kocasına dönmeme­si konusunda zorlamamalan gerekir.

Bu yoruma, ancak kısmen katılabiliriz. Çünkü kapalı toplumlarda bile, bazı kadınların velisi bulunmayabilir veya ölmüş olabilir. Günümüz toplum­larında ise kişi, velisinden çok uzak bir yerde yaşıyor olabilir. Bu hallerde ve­linin karalını beklemek, doğru olmasa gerek. Diğer taraftan, kız çocuğunun evlendirilmesinde velinin etkinliği fazla iken, dul kadının evliliğinde o kadar fazla değildir.

b. Ayetin muhatabı, kocalardır.

Razi'nin dediği gibi, ayetin gramer bakımından kurgusu, kocalara yönelik olduğunu göstermektedir. Dul bir kadının eski kocasına varması veliden çok, yeni boşandığı kocasının onuruna dokunabilir. Yeni boşandığı kocası, eski kocasına dönmesini onur meselesi yapabilir. Bu nedenle boşadığı karısına baskı yaparak, eski kocasına dönmesini engelleme girişiminde bulunabilir.

'Kadınları boşadığınız zaman' ifadesinin muhatabı kim ise, 'Onları engel­lemeyin' ifadesinin muhatabı da odur.

'Onların eski kocalarına dönmelerini engellemeyin' emrini, Bakara/230'a bağladığımız zaman, mesele daha net anlaşılacaktır. Boşanan bir kadının, başka bir erkekle evlenmedikçe eski kocasına dönemeyeceği hükmü, ikinci kocasından boşanan kadının eski kocasına dönebileceğine izin verdiğine gö­re, veli veya kocanın buna karışması mümkün değildir. Kadının eski kocası­na dönmesi, ilahî hukuka uygundur. Dolayısıyla ikinci kocasının kadına koyacağı engel, Allah'ın hukukunu çiğnemek olur.

Yüce Allah, ikinci kocasından boşanan kadının, birinci kocasına dönebil-mesinin şartı olarak 'Aralarında meşru bir şekilde anlaştıkları takdirde...' bu­yuruyor. Yani, karşılıklı anlaşma şartı ile Yüce Allah kadının birinci kocası­na dönmesine müsaade edip bunu hükme bağlıyor.

Bize göre buradaki 'rızanın/anlaşmanın' iki boyutlu bir temeli vardır. 'Rı­za' kavramı, evliliğin psikolojik, yani sevgi boyutunu, 'örf' de hukukî boyu­tunu gündeme taşımaktadır. İkinci kocasından boşanan kadının, birinci koca­sına nikahlanabilmesi için aralarında sevgi bağı oluşmalıdır.

Diğer taraftan nikahın hukukî boyutu da gerçekleşmeli; mehir, şahitler ve velinin yer aldığı bir akitle evlilik bağı kurulmalıdır. Böylece Yüce Allah, ikin­ci kocasından dul kalan kadın ile birinci kocası arasındaki karşılıklı rızaya da­yanan meşru bir anlaşmayı öne çıkarmakta ve bu anlaşmaya başkasının müda­halede bulunmasını yasaklamaktadır. Bu hükme ters yönden bakılınca, dul ka­dın ile birinci kocası arasında meşru bir anlaşma olmadığında, başkalarının mü­dahale edebilecekleri sonucu çıkar. Bunun anlamı şudur: Birinci koca, ikinci kocadan dul kalan eski karısına zorla sahip çıkarak nikahına alamaz, çünkü Yü­ce Allah kadının rızasını önemsemekte ve hükmünü ona göre vermektedir.

ikinci kocasından boşanan kadının, birinci kocası ile anlaşarak evlenme­sinde, kadmın aleyhinde olan, ama kadının farkında olmadığı bir unsur var­sa, velinin müdahale hakkı doğabilir. Çünkü veli, birinci kocanın bu kadını tekrar alma niyetinin arka planındaki etkenleri bilebilir, kadın ise bunun far­kında olmayabilir. Kadın bu anlaşmada samimi davranırken, erkek kadına karşı samiyetsiz davranabilir. Bu durum için Yüce Allah 'meşruluğu' günde­me getirerek hukukî boyut ile psikolojik boyutun bir araya gelmesi gerekti­ğine dikkat çekmektedir.

3. (İşte sizden Allah'a ve ahiret gününe iman eden­lere bununla öğüt veriliyor).

Yüce Allah, bu ayette koyduğu hükmün tatbik edilmesinin, muhataplarda imanî bir alt yapının oluşmasına bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Allah'a ve ahiret gününe inanan erkek, boşadığı kadmm birinci kocasına dönmesini en­gellemez ve engellememelidir. Bu hususta engeller koyanlann imanlarında problem vardır.

Ayette geçen 'öğüt vermeyi' çift yönlü düşünmek gerekir: Hukuka uygun bir şekilde davranmayı teşvik ve bunun önemine dikkat çekmektedir. Diğer ta­raftan hukuka ters düşmenin kötülüğünü vurgulayarak uyarıda bulunmaktadır.

Demek ki va'z kavramınında hem teşvik, hem de sakındırmak için uyan manası vardır. Aksi takdirde, va'z kavramını hafife alma gibi bir hataya düşü­lebilir. Allah'a ve ahirete imanı şart koşan bu ayet, kafirleri hükmün dışında mı tutmaktadır? Dikkat edilirse Yüce Allah, imanın diğer şartlarını burada sayma­yarak, imanın iki şartını öne çıkarmaktadır. Bunu açıklamak için Bakara/62'ye dönmemiz gerekir. Orada, müslüman, yahudi, hristiyan ve sabiilerin müşterek iman esasları ikiye indirilmiştir: Allah'a ve ahirete iman. Buna göre, Allah'a ve ahirete inanan herkes bu ayetin kapsamına girmektedir. Böylece Allah'ın öğü­dü, aynı toplumda yaşayan ve birbiriyle evlenmelerine müsaade edilen farklı dine mensup kişilerin Allah ve ahiret inancını esas almaktadır.

4. (Bu sizin için, en erdemli ve en temiz olanıdır.)

Cenab-ı Hakk'ın, Allah'a ve ahirete inananlara, boşadıklan hanımlarının iddetleri bitince eski kocalarına dönmelerini engellememeleri konusunda verdiği öğüt, insanlar için bir erdem ve bir temizlik yolu oluşturmaktadır. jgr (ezka) aslında daha temiz, daha bereketli ve daha erdemli manalarına gel­mektedir. Yüce Allah'ın olumlu emirlerini yerine getiren kişinin ahiretteki sonsuz ödülü hak edeceğini; kadın haklarına riayet eden kişinin, Allah katın­da derecesinin yükseleceğini ifade etmektedir. Çünkü (zekâ) artmak, ge­lişmek ve ruh olgunluğu kazanmak anlamına da gelmektedir.

Diğer taraftan (ather) kavramı da günahlardan temizlenmeyi ifade et­mektedir. (ezkâ) ibadetlerin meydana getirdiği ruh olgunluğunu, jzfi (at­her) ise iyiliklerin günahları temizlemesini ifade etmektedir. Talak konusun­da, Allah'ın öğüdünü dinleyip hükümlerini tatbik etmek, bir taraftan insana erdem kazandırırken, diğer taraftan da günahlarını temizlemektedir.

Bu kelimelere başka bir yorum getirmemiz de mümkündür: Ezkâ, insanın psikolojik manada ruh safiyetine, ether ise sosyal ilişkilerin temizliğine işa­ret etmektedir. Birisi ferdî, diğeri de içtimaî temizliği kapsamaktadır. Demek ki, kadın haklarına riayet etmenin bir ferdî, bir de içtimaî boyutu ve bu alan­larda kazanımlan vardır. Çünkü boşanma meselesi, ferdî olduğu kadar da iç­timaî içerikli bir oluşumdur. Ferdî temizlikten içtimaî temizliğe giden bir süreci meydana getirmektedir.

5. (Allah herşeyi hakkıyla bilir, ama siz bilmezsiniz).

Bu ayetin sonunda da Cenab-ı Hak konuyu bilgi üzerine temellendirmek-tedir. ikinci kocasından boşanan kadınm iddeti bitince, birinci kocasına dö­nebileceği hükmünü koyan Yüce Allah, bu hükmü bilerek koyduğunu, insan­ların bu konuda bilgileri olmadığından o hükmü tartışmaya açma, çiğneme yetkilerinin olmadığına işaret etmektedir.

Kadın haklarının boşanma hukukunu ilgilendiren bu hükümler ilahî bilgi­ye dayandığı için, tersine bir tartışma açılamaz. Tartışmaya açılan konular hakkında bilgi yetersizliği var demektir. 'Ben bilirim siz bilmezsiniz' ifadesi buna işaret etmekte ve böylece hukukî eğitimin bilgiyi eksen değer olarak al­masını da öğütlemektedir. Hukuk bilgisinin, sosyoloji ve psikoloji bilgisine büyük ihtiyacı vardır. Bu bilgiler hukukun, insanın doğasına ve toplumun ya­pısına uygunluğunu temin edecektir.

İşte (ezkâ) insanın doğasına yani psikolojisine, (ether) de toplu­mun yapısına, yani doğasına uygunluğu ifade etmektedir. Bu kelimelerin taf-til isim kalıbından getirilmesinin anlamı da 'uygunluğu' ifade etmektedir. Boşanma hukukunda kadın haklan konusunda Allah'ın öğüdünü dinlemek, ferdin ve toplumun temizliği için yapılacak en uygun harekettir.

Demek ki, bu konuda Yüce Allah'ın koyduğu hükümlerin amacı, fert ve toplumların olgunluğunu ve mutluluğunu temin etmektir. Yüce Allah'ın, ken­di menfaati için bir hüküm koymadığı, kullarının daha temiz bir hayat sür­melerini, daha temiz bir psikolojik ve sosyal bir çevre oluşturmalarını amaç edindiğini de bu ayetten anlıyoruz. [99]

 

Süt Emme Çağında Çocuğu Bulunan Kadının Boşanması ve Nafakası:

 

233. Ve (boşanmış) anneler, eğer emzirme müddetini ta­mamlamak istiyorlarsa, çocuklarını iki tam yıl emzirebi­lirler; onların yeme-içme ve giyimlerini uygun bir şekilde temin etmek, çocuğun babasına düşer. Hiç kimse, taşıyabi­leceğinden daha fazlasıyla yükümlü tutulamaz: Ne çocu­ğundan dolayı anneye eziyet edilsin, ne de çocuğundan dolayı babaya. Ve (babanın) mirasçısına da aynı görev dü­şer. Ve eğer ana-baba, çocuğun sütten kesilmesine karşı­lıklı rıza ve danışma ile karar verirlerse, onlara bir günah yoktur; ve eğer çocuğunuzu süt annelere emanet etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uy­gun bir şekilde sağladığınız takdirde size bir günah yük­lenmez. Allah'tan sakının ve bilin ki Allah bütün yaptıkla­rınızı görür.

Ayetteki 'anneler' kavramının bütün anneleri mi, yoksa boşanan anneleri mi kapsadığı meselesini Râzî derinlemesine incelemiş, kendisinden önceki müfessirlerin görüşünü özetlemiştir. Râzî'nin açıklamasını dikkate alarak şu izahı yapmamız mümkündür:

I. Ayette 'anneler' kelimesi boşanmış veya boşanmamış bütün anneleri kapsamına almaktadır.

Bu görüşten hareket ettiğimiz zaman, emzirme müddetinin iki yıl olduğu ortaya çıkmaktadır:

Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirirler.

Bu ifade, emzirme zamanını belirlemekte ve hangi yaşta emzirmenin süt anneliğe sebep olacağı meselesini de hükme bağlamaktadır. Buna göre, iki yaşından sonraki emzirmelerde süt annelik gerçekleşmez. Mesela: Üç yaşın­da bir çocuk yabancı bir kadını emse, o kadın çocuğun süt annesi olmaz. Bir koca, hanımının memesini emse, hanımı kendisinin süt annesi olmaz. Ayet­teki 'anneler' kavramını evrensel manada aldığımız zaman bu hükümleri çı­karma imkanına sahip olmaktayız.

Ayetten başka sonuçlar da çıkarmamız mümkündür: Anne sütünün, besle-yiciliği ve mikroptan koruyuculuğu iki yıl sürer. Yüce Allah'ın tesbit ettiği 'iki yıl' aynı zamanda tıbbî bakımdan, anne sütünün gıdasına ve çocuğun ka­rakterine olan etkisine de işaret etmektedir. Anne sütü, doğumundan itibaren 'iki yıl' içinde çocuğun karakterine şekil verdiği için, bu süre zarfında çocu­ğu emziren yabancı bir kadın onun süt annesi olmaktadır. 'Süt anne'lik, sü­tün çocuğun karakterine olan etkisinden kaynaklanmaktadır. Eğer bu etki ol­masaydı, çocuğu emziren yabancı bir kadına 'anne' sıfatını vermek yersiz olurdu.

II. Ayetteki 'anneler' kelimesinden maksat, boşanmış annelerdir.

Boşanma ile ilgili ayetlerin ardından gelen bu ayet, Bakara/231 'deki (Haksızlık ederek zarar vermek için onları tutmayın) hükmü ile Bakara/232'deki (Aralarında meşru şekilde anlaştık­ları vakit, eski kocalarına dönmelerine engel olmayın) hükmüne açıklık ge­tirmektedir. Süt emme çağında çocuğu olan bir kadın kocasından ayrılmış ise, çocuğun emzirilme meselesi dikkate alınmalıdır.

Boşandığı kocası, çocuğu emzirmesi için iki yıl kadını evinde tutabilir mi?

Emzirme zamanında eski kocasına dönmesini engelleyebilir mi?

İkinci koca, kadının eski kocasıyla veya başka bir erkekle evlenmesini en­gelleyemez hükmünü netleştirmekte midir?

Ayetin devamı, bu sorulara cevap vermektedir: (Bu, emmeyi tam yaptırmak isteyen içindir).

'Emmeyi tam yaptırmak isteyen' ifadesiyle kasdedilen kimdir? (erâ-de) fiiline bakınca, bunun 'baba' olduğu anlaşılmaktadır. Boşanan kadının kocası, çocuğun iki yıl emzirilmesini isterse, bu istek dikkate alınmalıdır. Koca, böyle bir külfeti boşadığı karısına yüklediği takdirde, kendisinin de bazı görevleri yerine getirme zorunluluğu doğmaktadır:

(Anne ile çocuğun örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi babaya aittir).

Demek ki, boşadığı karısından çocuğunun emzirilmesini isteyen koca, gü­nün ekonomik standartlarına göre anne ve çocuğunun beslenme ve giyimini üstlenmek zorundadır. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki ayet, boşanmış,boşanma-mış tüm anneleri kapsamına almaktadır.

Ayette yer alan (bi'l-ma'rûfi='6rfe göre), eşlerin yaşadığı çağ ve yer­deki beslenme ve giyim standartlarını ifade etmektedir. Bu ifadeyle de ayet evrensel boyut kazanmaktadır. Köyde yaşayan eşlerin beslenme ve giyim masrafları ile şehirde yaşayan eşlerin beslenme ve giyim masrafları aynı de­ğildir. Asırlarca önce yaşayan insanların beslenme ve giyim masrafları ile bu­günkü ve gelecekteki insanların beslenme ve giyim masrafları aynı olmaya­cağı için, Yüce Allah 'örfe göre' kavramını kullanmıştır.

'Örfe göre' kavramının ne ifade ettiği ayetin devamından anlaşılmaktadır: (Bir insan ancak gücünün yetti­ğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri, va­ris üzerine de gerekir).

Kadmın, çocuğunu emzirmek için kocasından isteyeceği beslenme ve gi­yim parası, kocasının ekonomik gücünü aşmamalıdır. Bu konuda karar vere­cek olan hakim, kocanın ekonomik gücünü iyi araştırmalı ve kocanın gücü­nü aşan bir karar vermemelidir.

Diğer taraftan, çocuğu konusunda anne de takatinin üstünde bir fedakar­lığa zorlanarak zarara uğratılmamalıdır. Bu, az nafaka verilerek çocuğunun bakımından dolayı annenin fakirliğe terkedilmesi manasına gelebileceği gi­bi; çıkan talibiyle evlenmesini engelleyip, çocuğunu büyütmeye zorlanma­ması manasına da gelebilir. Dul bir kadın için evlenmek zordur. Evlenme fır­satı doğan bir kadına, 'Çocuğun emzirmesini iki yıla tamamla!' diyerek evli­liğine mani olmak, o kadından takatinin üstünde bir şey istemek ve zararına olan bir şeyi teklif etmektir.

Kocanın gücü, çocuğunu emzirmekte olan boşanmış hanımının beslenme ve giyimini temin etmeye yetmiyorsa, nafakayı temin etmek varise düşer. Yi­ne evlenme fırsatı çıkan kadının engellenmemesi için varis çocuğun bakımını üstlenebilir. Yüce Allah hakim için; ekonomik güç, zarara uğratmama ve kadının evlenmesinin engellenmemesi ve varislerin devreye sokulması gibi ölçüler koymaktadır.

Ayetin devamında Yüce Allah, anne-babanın zarara uğramasını ortadan kaldırmak için başka bir yol daha göstermektedir:

(Eğer ana ile baba birbirleriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse kendilerine günah yoktur).

Ayetin, genel anlamda eşlerin çocuklarını sütten kesmeleri ile alakalı oldu­ğunu kabul edersek: Yüce Allah, ana-babanın istişare ile çocuğu -iki yıl dol­madan- memeden kesebileceklerine ruhsat vermektedir. Öyleyse, iki yıl em­zirme hükmü mutlak değil, ana-babanın antlaşması ile bu süre kısaltılabilir.

Ama ayetin boşanmış eşlerin çocuklarının sütten kesilmesi ile ilgili oldu­ğunu düşünürsek: Boşanmış eşler anlaşarak çocuğu sütten keser ve böylece kadın serbest kalmış olur. Anlaşarak sütten kesmeleri, hem ekonomik gücü yetersiz olan babayı zarara uğramaktan kurtarır, hem de anaya doğan evlilik fırsatının değerlendirilmesi yolu açılmış olur. Böylece ne ana ve ne de baba çocuğu yüzünden zarara uğramış olur. [100]

 

Fisâl Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:

 

Ayetteki (fisâl) kelimesine, 'sütten kesme' manası verilmektedir.' Ay­rılmak' manasına gelen bu kelimenin Kur'an'daki manaları şunlardır:

1. Yola koyulmak

Bir yerden ayrılıp yola çıkmaktır. Bakara/249'da bu anlama gelmektedir: (Ve Talut askerleriyle yola koyulduğunda...)

Maddî anlamda bir yere gidebilmek için bir yerden ayrılmayı ifade etmek­tedir.

Yusuf/94'te de aynı manaya gelmektedir:

(Yakub'un oğullarına ait) kervan yola koyulduğu sırada...

2. Hüküm vermek

Çözülemeyen bir mesele çözülüp dava sona erdirilince kişilerin arası ayrılmış olur. 'Ayırmak' manasında 'hüküm vermek' anlamıyla Hac/17'de yer almaktadır:

Gerçek şu ki, inananlar, yahudi inancına bağlı olanlar, sabiiler, hristiyanlar ve mecusiler ve bir de Allah'tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştıranlar arasındaki hükmü kıyamet günü Allah verecektir. Çünkü Allah her şeye tanık­tır. [Hac/17]

Bu ayette geçen (Allah onlar arasında hüküm verecek) ifade­si, 'onların arasını ayıracak' anlamında 'hüküm vercek' demektir.

3. Açıklamak

Mesajı bir yerden ayırıp birinin o konudaki cehaletini ortadan kaldırmak için yapılan faaliyete 54- (fessale) denmektedir. Bu anlamda pek çok ayette geçen bu kavramın kullanılışına bir örnek veriyoruz:

İşte bu, Rabbinin şaşmaz yoludur. Gerçekten ayetlerimizi, düşünen insanlar için açık bir şekilde anlatıyoruz. [En'am/126]

Açıklayan bilgiyi yola çıkarıyor, bulunduğu yerden ayırıyor; öğrettiği ki­şinin cehaletini de ondan ayırıp ortadan kaldırıyor.

Derinlemesine bir şeyi açıklamak manasıyla bu kelime, öğretim faaliyeti­nin bir bölümünü oluşturmaktadır. Sütten kesilen bir çocuk gibi, kişi de bu açıklama ile cehaletten kesilip ayrılmaktadır. Cehaletten beslenen kimseyi, bebeğin sütten kesilmesi gibi cehaletten kesip ayırmak için yapılan açıklama­yı ifade etmektedir.

4. Ayrılık

Yüce Allah kıyamet gününün özelliklerinden bahsederken (fasl) ke­limesini kullanmaktadır.

Yüce Allah kıyamet gününde günahkar ile günahsızı; inananla inanmaya­nı; cehennemlikle cennetliği birbirinden ayıracaktır. Böylece haklı ile haksız ortaya çıkmış olacaktır. Onun için o güne (yevmu'l-fasl=aynm günü) [bkz. Mürselat/14] adını vermiştir.

Bu dünyada haklı ile haksız, doğru ile yanlış birbirine karışmış olduğun­dan, o gün bu karışıklık ortadan kalkacak şekilde ayıracak olan hüküm veri­lecektir. Onun için (yevmu'1-fasl) terimine 'hüküm günü' şeklinde de mana verilebilir, ki bu, her şeyi birbirinden ayıracak nitelikteki hükmü ifade etmektedir.

5. Güzel

Bir konuda belirsizlik, karmaşıklık ve noksanlıklar kalkınca o konu güzel­leşir. Hz. Davud'un konuşmasındaki güzelliği anlatmak için bu kavram kul­lanılmaktadır:

(Ve güzel konuşma yeteneği verdi). [Sad/20]

Hitap ile fasi bir araya gelince 'sağlam hüküm verme' manasını da ifade etmektedir. Ama asıl mana, 'güzel konuşma'dır. Bütün noksanlıklardan uzaklaşıp ayrıldığı için ona güzel diyoruz. Bu güzellikle ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

(O, boş bir lakırdı değil). [Tank/14]

Boş olmayan konuşma güzeldir. Çünkü Tarık/13'te ££$$. (Bakın bu ila­hî kelam doğruyu yanlıştan ayıran bir sözdür) buyurulmaktadır. Demek ki, boş olmayan, hak ile batılı ayıran konuşma 'güzel' sıfatını almaktadır. Hz. Davud'un konuşmasındaki güzellik de bu manadadır.

6. Akraba

Fasl kelimesini (fasîle) kalıbından alınca 'yakın akrabalar' anlamını ifade etmektedir:

 (Ve kendini himaye etmiş bütün akrabalarını). [Mearic/13]

Koruduğu için akrabaya fasile denmektedir. Korumak, insanı tehlikeden ayrı ve uzak tutma anlamını içerdiği için bu manayı almıştır. Bebeği, sütten kesilmesi gibi tehlikelerden uzaklaştırıp korumak da fasl kavramıyla ifade edilir.

Kavga eden iki kişinin arasını ayırmak, onları korumaktır. Bu koruma işi­ni de en iyi yapanlar akrabalar olduğundan Yüce Allah akrabalar için bu kav­ramı kullanmaktadır.

Yola koyulmak, hüküm vermek, açıklamak, ayrılık, güzel ve akraba ma­nasıyla, fasl kelimesi, yorumunu yaptığımız ayette şu anlama gelmektedir:

7. Çocuğu sütten kesmek

Anne ile çocuk sözkonusu olduğunda fasl kelimesi, çocuğun 'sütten ke­silmesi' anlamını ifade etmektedir:

(Gebeliği ve sütten kesilmesi otuz aydır). [Ahkaf/15]

Annenin, sütten kesilen çocuğundan ayrılmasını ifade için bu kavram kul­lanılmaktadır:

 (Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur). [Lokman/14]

Kısaca diyebiliriz ki, asıl manası 'ayrılık' olan fasl kelimesi, -bu anlamı­nı muhafaza ederek- çeşitli manalarda kullanılmıştır.

İki sene dolduktan sonra çocuğun sütten kesilmesi için, ana-babanın isti­şare ile karar vermeleri şartı aranmaz. Ama iki seneden önce kesilecekse, bu şartlar yerine gelmelidir.

Bu hüküm, boşanmamış eşler için geçerli olduğu gibi, boşanmış eşler için de geçerlidir. Kan-koca ve çocuk arasındaki ilişkilerde, boşanma anın­da haksızlık olmamasına Kur'an büyük önem vermektedir. Boşanan kadın, boşandığı kocası ile anlaşarak başka biriyle evlenebilir, bu durumda baba­nın, çocuğun emzirilmesini nasıl temin edeceği hususunda da Kur'an yol göstermektedir:

(Ve eğer çocuğunuzu süt annelere ema­net etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağlamanız şartıyla size bir günah yüklenmez).

Ayetin bu kısmında Yüce Allah 'süt annelik' müessesesini gündeme geti-rererek, biyolojik anne ile süt anne kavramlarını insan hayatına sokup düzen­lemektedir. Gerçi Kur'an'dan önce Arap Kültüründe 'süt annelik' müessese­si vardı. Hz. Peygamber de süt anneye (Halime'ye) verilmişti. Süt annelik müessesesinin, eski semavî dinlerden kalan bir uygulama olabileceği fikrini taşımaktayız. Arap toplumunda dinî dayanağı olmayan bir örf-adet olarak vardı.

"Teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağladığınız takdirde" şeklinde mana verdiğimiz ayetin bu bölümüne "Ücretini iyilikle vermek şartıyla" anlamı verenler de vardır.

Muhammed Esed birinci manayı tercih etmektedir, (selleme) fiilinin 'güven' manası olduğu kadar, teslim olmak, teslim etmek manası da vardır. Muhammed Esed, çocuğun güven ve huzurunu birinci plana aldığı için bu manayı tercih etmiştir. Onun fikrinden hareket ederek diyebiliriz ki: Süt an­neye verilen çocuk için en önemli şey, onun güvenliğidir. Çocuğunu süt an­neye teslim eden baba, onunla alakasını tamamen kesmemelidir. Çocuğun güvende olması şartıyla, süt anneye vermekten dolayı babaya günah yüklen-memektedir.

ikinci manaya göre; çocuğun süt anneye verilmesine, emzirme bedelinin örfe göre ödenmesi şartıyla müsade edilmektedir.

Bize göre her iki manayı beraber düşünmek daha doğru olur: Hem çocu­ğun emniyeti sağlanmalı, hem de süt annenin ücreti ödenmelidir.

III. Yüce Allah ayetin son kısmında insanların bu hükümleri yerine geti­rebilmeleri için iki önemli şeye dikkat çekmektedir:

a. Allah'tan sakınma.

Allah'tan sakınmayan, O'na karşı sorumluluğunun bilincinde olmayan in­sanlar, bu hükümlere riayet edip tatbik edemezler. Bu tatbikat, takva, yani sa­mimiyet ve sakınma duygusu ister, Allah'dan haya ister. Onun için Yüce Al­lah bu hükümleri takva üzerine temellendirmekte ve ancak bu hükümlere ri­ayet edenlerin muttaki olduğunu ifade etmektedir.

b. Allah'ın yapılanları görüp bilmesi.

Yaptıklarını Allah'ın görüp bildiğini bilen kimsenin, haksızlık yapması mümkün değildir. Yüce Allah'ın, her şeyi gördüğü bilinci insanı yanlıştan alı­koyan en önemli güçtür.

Netice olarak diyebiliriz ki, boşanmış anneler, çocuklarını iki yıl emzire­bilir, bu süre zarfında anne ve çocuğun nafakasını (yiyecek ve giyeceğini) babanın temin etmesi gerekir. Emzirme müddeti, karşılıklı anlaşmak suretiy­le kısaltılabilir. Bu konularda ana veya baba çocuğu yüzünden zarara uğratıl­mamalıdır. Anneye, yeniden evlenme fırsatı doğarsa, çocuğunu emzirmeye zorlanıp evlenmesine mani olunamaz. Babanın ekonomik gücü yetersiz ise, devreye varisler girer.

Anne yeniden evlenirse, baba çocuğu için süt anne tutabilir. Süt annenin ücreti örfe göre ödenir ve çocuğun güvenliği garanti altına alınır. Bu şartlar ancak, takva denen samimiyet duygusu ve Allah'ın yapılanları gördüğü bilin­ciyle yerine getirilebilir.

Yüce Allah takva ve bilgiye, kendisinin yapılanları gördüğüne dikkat çek­mekle, hukukun temellerine insan psikolojisini koyarak, hukukun zorlanma­masını ve çiğnenmemesini temin etmektedir. Bu yapıya sahip olmayanların, hukuku çiğneme olasılıkları büyüktür. Hukukî kurallara saygının, takva ve Allah'ın gözlemlediği bilinciyle sıkı bir alakası vardır. Önce eğitim vasıtasıy­la bu manevî alt yapı oluşturulmalı, sonra hukukî kurallar devreye sokulma­lıdır. [101]

 

Kocası Ölen Kadının Durumu:

 

234. İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları kadınların ye­niden evlenmeleri için dört ay on günlük bir bekleme sü­resi geçirmeleri gerekir, bekleme süresinin sonuna vardık­larında kendileri ile ilgili olarak meşru şekilde ne yapar­larsa yapsınlar bir günah yoktur. Ve Allah tüm yaptıkları­nızdan haberdardır.

Ayetin medenî hukuk açısından önemi, ölen erkeğin geride bıraktığı hanı­mının, nasıl davranacağına kadar inmesi, aile hukukunun en ince damarları­na kadar ulaşacak çözümler getirmiş olmasıdır.

Allah Teala, kocası ölen kadm için dört ay on gün bekleme süresi koy­muştur. Boşanan kadın üç hayız dönemi beklediği halde, kocası ölen kadın dört ay on gün beklemek mecburiyetindedir. Bu bekleme süresinin üç ayı, ölen kocasından gebe olup olmadığının tesbiti, bir ay on gün de yas içindir. Talak/4'te konuya başka bir açıdan bakılarak hüküm tamamlanmaktadır:

Kadınlarınız içinden hayızdan kesilmiş olanlarla, hayız görmeyenlerin iddeti hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanla­rın bekleme süresi ise doğum yapmalanyla sona erer. [Talak)4]

Kocası ölen kadm, gebe ise bekleme süresi doğum yapması ile son bul­maktadır. Hadislerde, kocası ölen kadının üç gün yas tutması uygun görülmüştür. Mute harbinde ölen Cafer Tayyar'ın hanımına üç gün sonra Hz. Pey­gamber "Artık bu günden sonra yas tutma" demiştir.[102]

Kur'an, bekleme süresini bitiren kadının -meşru sınırlar dahilinde- iste­diğini yapmakta serbest olduğunu bildirmektedir. Ayette geçen bi'l-ma'ruf ifadesi, 'meşru sınırlar dahilinde kalmak şartıyla' şeklinde anlaşılmalıdır. Dört ay on gün bekleyen bir kadın, artık meşru sınırlar dahilinde kalarak, ya­ni dinî ve ahlâkî sınırlan çiğnemeden evlenebileceği gibi, -Bakara/240'da Yüce Allah'ın beyan ettiği üzere- bir yıl kocasının evinde kalma imkanına da sahiptir. İlgili ayet -mealen- şöyledir:

İçinizden ölüp de geriye eşler bırakan kimseler, eşlerinin, evden çıkanlmaksı-zın, bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkarlarsa, kendileri hakkında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur.

Görüldüğü gibi Kur'an, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanımaktadır: İsterse dört ay on gün sonra, gebe ise doğum yaptıktan sonra yeniden evle­nir; isterse de ölen kocasının vasiyeti ile bir yıl daha kocasının evinde kaldık­tan sonra evlenebilir.

Hukukî hükümlerin çiğnenmemesi için verilecek eğitimin, metafizik bo­yutlu olması gerekir. Çoğu zaman insanlar, hukuku tatbik edenlerin müdaha­le edemediği durumlarda haksızlık yaparlar ve bu durum da toplumları yoz­laştırarak yıkıma götürür.

Bunu önlemenin yolu, dinî eğitimi devreye sokarak insanların imanlarını harekete geçirmek suretiyle, Allah'ın her şeyden haberdar olduğunu aşıla­maktan geçer. İşte Yüce Allah, bu eğitimi vermek için ayetin sonunda, insan­ların yaptıklarından haberdar olduğunu ifade etmektedir. [103]

 

İddet Bekleyen Kadına Evlenme Teklif Etmek:

 

255. İddet bekleyen kadınlarla evlenme hususundaki dü­şüncelerinizi üstü kapalı bir biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Fakat, meşru sözler söylemeniz müstesna, sakın onlarla gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikah kıymaya kal­kışmayın. Bilin ki, Allah gönlünüzdekileri bilir. Bu sebep­le Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah affedicidir, merhametlidir.

Ayette, kocası ölmüş iddet beklemekte olan kadına yapılacak evlenme teklifiyle veya kalpteki evlenme niyetiyle alakalı beyanlar bulunmaktadır ki buna göre, iddet beklemekte olan kadına üstü kapalı biçimde -iddet sonrası için- evlenme teklifi yapılabilir veya evlenme niyeti taşınabilir. [104]

 

Arada Fiilinin Kur'an'daki Anlamları:

 

Ayette yer alan ve arada fiilinden türeyen (arîd) kavramı; geniş ol­mak, genişlemek, bollaşmak, görünür olmak, yola girmek, vuku bulmak, ger­çekleşmek, olmak, hatırlamak, ilgilenmek, dikkat etmek, birinin zihnine koy­mak, içeri girmek, göstermek, arzetmek, takdim etmek, huzura çıkarmak, ile­ri sürmek, beyan etmek, zikretmek, izhar etmek, açmak, teklif etmek, plan yapmak, evlenme teklifinde bulunmak manalarına gelmektedir.

(ırd) kalıbında alındığında, şeref, itibar, şan, kıymet, değer, vakar an­lamlarını ifade etmektedir.

(urd) kalıbında, taraf, etraf, orta anlamına gelmektedir.

(arad) şeklinde ise, esası olmayan araz, cevherin zıttı olan araz, müm­kün manasına gelmektedir.

(urda) kalıbında ise hedef, niyet, plan yapmak demek olur.

Ayetteki manası ile yukarıda vermiş olduğumuz manalar arasında irtibat kurarsak, kadına yaklaşıp, evliliği hedef edinerek evlilik teklifinde bulunmak anlamına gelmektedir. İddeti biten kadmla evlenme maksadının etrafında do­laşmak manasını ifade etmektedir.

A-ra-da kelimesinin Kur'an'daki manaları şunlardır:

1. Karşısına çıkarmak

Yüce Allah, bu dünyada inkar psikolojisi ile yaşayıp ölenlere, ahirette ne yapacağını bildirirken bu kelimeyi kullanmaktadır. Yüz yüze getirmek mana­sı da verebileceğimiz bu kelime Kehf/100'de geçmektedir:

Ve o gün hakkı inkar edenlerin karşısına cehennemi çıkarırız.

Kavram, inanmadığı ve beklemediği bir olgu ile yüz yüze kalmayı ifade etmektedir. Ama ayette Yüce Allah'ın fiili olarak yer almaktadır.

2.  Sunmak

Bir varlığı denemek ve sorumlu tutabilmek için ona psikolojik yetenekler vermek, tabiatında yaratmak ve sunmak manalarına gelmektedir:

Gerçek şu ki, biz (akıl ve irade) emanetini, 'göklere, yere ve dağlara sunmuş­tuk... [Ahzab/72]

Fakat gök, yer ve dağlar bunu kabul etmeyi reddeti, ama insan onu üstlen­di. Zaten insan, haksızlık yapar ve akılsız davranma temayülündedir.

3. Önüne koymak

Melekler, insanın yaratılışına, yeryüzünde kan akıtacak ve fesat çıkara­cakları düşüncesiye karşı çıktılar. Bu düşüncelerinin yanlışlığını göstermek için Yüce Allah Adem'e öğretimde bulundu. Adem ile melekleri denemeye tabi tuttu. İşte bu imtihan anında, Hz. Adem'e öğrettiklerini meleklerin önü­ne koyup ne olduklarını söylemelerini istedi. İşte bu 'önüne koyma'yı arada kelimesiyle ifade edilmiştir:

Ve Allah, Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koy­du ve "Dedikleriniz doğru ise, bu şeylerin isimlerim bana söyleyin bakalım" dedi. [Bakara/31]

İmtihan sorularını, imtihan olanların önüne koymak manasına gelen bu kelime, Bakara/3 l'de tamamen eğitim ağırlıklı bir mana yüklenmektedir. An­latılmış bir dersin -ki bu ders hem siyaset, hem de tabiat kanunları olabilir-anlaşılıp anlaşılmadığım veya kimin anlayıp anlamadığını tesbit için sorula­rı öğrencilerin önüne koymayı ifade etmektedir.

4. Önüne getirmek

İmtihan için sorulan öğrencilerin önüne koymakla, bir idarecinin önüne ihtiyaç olan şeyleri getirmek aynı şey olmadığı için farklı manalar olarak ka­bul ediyoruz:

Akşama doğru soylu koşu atlan önüne getirildiğinde... [Sad/31] Hz. Süleyman hem peygamber, hem de devlet başkanı idi. O dönemde devlet başkanının en önemli vasıtası attı. Ayette böyle soylu atların akşam üs­tü Hz. Süleyman'ın önüne getiriliş sahnesi anlatılmaktadır.

5. Huzura çıkmak

Kıyamet koptuktan sonra insanlar, Allah'ın huzuruna çıkarılacaklardır: Ve dizi dizi Rablerinin huzuruna çıkarıldıklarında... [Kehf/48]

Ayet, yer ve göklerin kanunları tamamen değişip, ebedî hayat için ahiret-teki sorgulama için meleklerin insanları Allah'ın huzuruna çıkarmaları arı kelimesiyle ifade edilmektedir.

6. Mahkemeye çıkarmak

Hesaba çekilmek manasını vermemiz de mümkün olan bu kavram Hak­ka/18'de de geçmektedir:

O gün arzolunursunuz (hesaba çekilirsiniz); öyle ki gizli bir haliniz kalmaz.

7. Yüz çevirmek

Kur'an'da 'dönmek, yüz çevirmek' manalarında pek çok ayette geçmek­tedir: Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmek [Kehf/57]; Kur'an'dan yüz çevir­mek [Taha/124]; öğütten yüz çevirmek [Taha/100]; müjde ve uyandan yüz çevirmek [Fussilet/4]; gerçekten yüz çevirmek [Fussilet/13]; Peygamberden yüz çevirmek [Şura/48]. Buradaki yüz çevirmeler manevî konulan içermek­tedir. Onun için biz bunlara, olumsuz yüz çevirme eylemi diyebiliriz.

Bir de olumlu yüz çevirme vardır: Boş laftan yüz çevirmek [Kasas/55]; şirk koşanlardan yüz çevirmek [En'am, 106]; cahillerden yüz çevirmek [A'raf/199].

Olumlu ve olumsuz tepkiyi ifade eden bu ayetlerde ard kavramı kullanıl­maktadır.

8. Bahsetmemek

Kavram, işlenen yanlış bir davranışı ifşa etmemek, onu gizlemek ve on­dan hiç kimseye bahsetmemek manasına da gelmektedir:

Yusuf! Sen bu olaydan kimseye bahsetme! Ve (kadın) sen de işlediğin günah­tan ötürü bağışlanma dile, çünkü sen gerçekten hatası (büyük) olan birisin. [Yusuf/28-29]

Ayetteki (bu olaya sırt çevir, bu olayın üzerinde durma) ifadesi, bundan kimseye bahsetme demektir.

Hani, Peygamber eşlerinden birine gizli bir şey söylemişti; eşi bunu ifşa edip Allah da Peygambere bildirince, Peygamber bir kısmını anlatmış, bir kısmına da hiç değinmemişti. [Tahrim/3]

(Bir kısmına da değinmemişti) ifadesi, 'Bir kısmından da bahset­memişti' anlamına gelir.

Bir haberi gizleyip onu anlatmaktan yüz çevirmek manasını ifade eden bu kelime, insanın kişiliğini zedeleyecek ve toplumda kötülüğün yayılmasını önleyecek davranış için de kullanılmaktadır.

9. İlgisiz kalmak

Yine bu kelime, bir şeyle meşgul olan birinin, başka şeye ilgisiz kalması anlamına gelmektedir:

Eğer Rabbinden umduğun bir rahmet için, onlara ilgisiz kalıyorsan, hiç ol­mazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle. [İsra/28]

Hz. Peygamber'in sadakaları ile geçinen sahabiler (ashab-ı suffa) vardı. Peygamberimizin yanında verecek bir şeyi olmadığında onlara karşı ister-istemez ilgisiz kalırdı. İşte bu durum üzerine inen bu ayet, güzel bir sözün de sadaka olduğunu; dolayısıyla, ilgisiz kalmak yerine gönül alıcı sözler söylen­mesi gerektiğini ifade etmektedir.

10.  Sapmak

Şahitlikte adaletten ayrılmayı ifade için ard kelimesi kullanılmakta, böy­lece kelimeye hukukî bir mana yüklenmektedir:

Hislerinize uyup adaletten sapmayın. [Nisa/135]

Burada, psikolojik bir duygunun insanı etkileyerek adaletten saptırmasını ifade etmektedir.

11. Uzak durmak

Doğruyu savunan kişinin, etkinliğini kaybetmesi durumunda, savunduğu değerin rencide olmaması için, yanlışı savunanlardan uzak durması, kalkıp oradan gitmesi anlamını ifade etmektedir. En'âm/68'de a-ra-da kelimesi bu manada kullanılmaktadır:

Şimdi ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşan kimselere rastladığın zaman, bu kimseler başka konulara geçinceye kadar onlardan uzak dur.

Ayetin devamında, (felâtak'ud=oturma) emri yer aldığına göre, (fa 'rid=uzak dur, kalk oradan git, onlardan yüz çevir) anlamına gelir.

İçinde bulunulan ortamda, sahip olunan değerlere karşı ileri-geri konuşu­luyorsa, oradan uzaklaşmak en doğru yoldur.

12. Vazgeçmek

Olmayacak bir istekten vazgeçme manasında kullanılmaktadır: "Ey İbrahim! Bu yakarışından vazgeç" dediler. [Hud/76]

13. Peşini bırakmak

Onlara döndüğünüzde kendilerini rahat bırakasınız diye, sizi temin etmek için Allah'a yemin edecekler. O halde bırakın peşlerini. [Tevbe/95]

Eğer her ikisi de tevbe eder ve gidişatlarını düzeltirlerse, onları kendi halleri­ne bırakın. [Nisa/16]

Gerek savaştan kaçanlara ve gerekse çirkin bir fiil işleyenler karşı takını­lacak tavır belirlenirken ı-ra-da kelimesi kullanılmaktadır ki, yemin eden, ahlaken düzelen insanların üzerine gitmeyip kendi hallerine bırakmak, peşle­rine düşmemek anlamlarını ifade etmektedir.

14. Büyüklük

Yüce Allah, iyi kullarına bahşedeceği cenneti tasvir ederken, onun büyük­lüğünü ifade etmek için ard kelimesini kullanmaktadır:

Rabbinizin bağışlayıcılığına nail olmak, Allah'a ve Elçisine iman edenler için hazırlanmış bulunan ve genişliği göklerle yer kadar olan cenneti elde etmek için yarışın. [Hadid/21]

Ayette yer alan (arduhâ ke-'ardı's-semâi ve'l-ardı=omın genişliği gökler ve yer genişliği kadardır) ifadesi, manevî bir büyüklüğü ifa­de etmektedir.

15. Terketmek

Kocanın karısını ihmal etmesini, ondan yüz çevirmesini ve onu sevmeme­sini ifade için de bu kelime kullanılmaktadır:

Eğer bir kadın, kocasının kötü muamelesinden veya yüz çevirmesinden kor-karsa... [Nisa/128]

Ayetteki Cfttf (ev ı'râden) ibaresi 'terketmek' anlamına gelmekte ve aile ilişkilerinde kocanın karısına karşı -ıslahı gerekli olan- olumsuz tavrını ifa­de etmek için kullanılmaktadır. Kelime, bu manası ile hem medenî hukuku, hem de aile ahlâkını ilgilendirmektedir.

16. Nefretle reddetmek

En'am/35'te 'nefretle reddetmenin' neticesi olan yüz çevirmeyi ifade et­mektedir:

Eğer hakikati inkar edenlerin nefretle reddetmeleri sana ağır geliyorsa...

Ayetteki (ı'râd) kelimesi, inkar psikolojisinin meydana getirdiği ve Hz. Peygamber'e çok ağır gelen nefretle reddetme tepkisini ifade etmektedir. Böylece kavram, farklı inanç ve düşüncede olanların tepkisini ifade ederken kültürel bir mana kazanmaktadır.

17. Umursamazlık

Bu kelime 'gaflet' kelimesiyle beraber kullanılınca umursamazlık mana­sına gelir:

İnsanlar için hesap görme vakti yaklaşıyor, ama onlar hâlâ inatla umarsamaz-lık gösteriyorlar. [Enbiya/l]

'Gaflet içinde yüz çevirmek' manasına da gelen bu kelime, akibete (ki bu­rada kıyamet ve hesaptır) karşı umursamazlığı ifade etmek için kullanılmıştır.

20. Menfaat

Kelime, Nisa/94'te dünya hayatının gelip geçici kazancını veya menfaati­ni ifade etmektedir:

Ey iman edenler! Allah yolunda (savaşa) çıktığınız zaman, karşılaştığınız durumu açıkça kavramaya çalışın ve size barış teklif edene, bu dünya hayatının menfaatine duyduğunuz istekle, sen mü'min değilsin demeyin. Çünkü asıl ka­zanç Allah'ın katındadır. Siz de bir zamanlar aynı durumdaydınız, ama Allah size karşı lütufkar davranmıştı. Öyleyse muhakemenizi kullanın. Şüphesiz Al­lah yaptığınızdan her zaman  haberdardır. [Nisa/94]

A'raf/169'da da değersiz dünyanın geçici tadı, değeri ve menfaati mana­sına gelmektedir. Yüce Allah, dünya hayatının değeri ile kendi katındaki de­ğeri anlatırken bazen 'ard' kelimesine yer vermektedir. Sadece bu dünya menfaati uğruna, insanlara saldınlamayacağını söylerken Yüce Allah, bir sa­vaş kültürü, anlayışı için bu kelimeyi kullanmaktadır. Barış teklif eden kişiye veya topluma, samimi değilsin diyerek, dünya menfaati için saldırmak doğ­ru değildir. Böylece bu kavram, barış kültürünün temellerinde yer alan bir kavram olmaktadır.

21. Uzun

 (arîd) kalıbında kullanıldığında 'derin' veya 'uzun' manasına gel­mektedir:

Ne zaman insana nimetlerimizi bağışlarsak yan çizer ve uzaklaşır; başına bir kötülük gelince de uzun dualar yapmaya başlar. [Fussilet/51]

'Geniş, kapsamlı' manasına da gelen bu ayetteki arid kelimesine, dua ile bir araya geldiği için 'uzun' manasını vermeyi uygun bulduk. Durmadan, de­vamlı ve her zaman dua etme sürecini ifade etmektedir. Tamamen psikolojik bir mana yüklenmektedir.

22. Bulut

Ahkaf/24'te (ârid) kalıbında gelen bu kelime, ceza olarak Allah'ın gönderdiği, içinde fırtına olan buluta denmektedir:

Sonuçta yoğun bir bulutun vadilerine doğru yaklaştığını fark ettiklerinde, "Bu bize yağmur getirecek olan buluttur" diye haykırdılar.

Bu ayette arid kelimesi iki kere geçmektedir. Yüce Allah insanları, tabiat olaylarını kullanarak da cezalandırmaktadır.

23. Engel

Bakara/224'te (urda) kalıbında 'engel' manasına gelmektedir:

Yeminlerinizden dolayı Allah'ı iyilik etmenize, O'ndan sakınmanıza ve insanlann arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah işitir ve bilir. [Bakara/224] Buradaki 'engel'i, 'mazeret' olarak almak da mümkündür.

24. Evlenme teklifinde bulunmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/235'te evlenme teklifinde bulun­mak anlamına gelmektedir. Fakat bundan önce 'karşısına çıkarmak', 'sun­mak', 'önüne koymak', 'önüne getirmek', 'huzura çıkmak' manaları ile ya­kından alakası vardır. Erkeğin, boşanmış ve iddeti bitmiş bir kadının önüne kalbinden geçenleri koyması ve sunması demektir.

Diğer manalarla da alakası vardır. Bir düşünceye, bir inanca gösterilen olumsuz tavır manasıyla bu kavram, aslında düşüncelerini onun önüne koyup engel olmaktadır. Bütün bu manalar iç içe olmakla beraber, ayırmayı ve nü­anslarını açıklamayı uygun bulduk. [105]

 

Hatabe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

Ayette geçen diğer bir kavram da (hıtbe)dir. Ha-ta-be fiilinden tü­reyen bu kelime, bir kıza evlilik teklifinde bulunmak, evlilik teklifini kabul etmek, nişanlanmak, hitap etmek, konuşmak manalarına gelmektedir.

(hatb) kalıbından alındığında, mesele, hadise, iş, hal, dert, durum, şart, talihsizlik, felaket anlamlarını ifade etmektedir. [106]

 

Hatabe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Laf atmak

Farklı düşünce, fikir ve inançta olan insanların birbirlerine karşı olan tu­tumlarını anlatırken Yüce Allah, cahil insanların müslümanlara karşı tavrının birini bu kelimeyle ifade etmektedir:

Rahmanın has kulları, yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürürler; ne zaman cahil kimseler kendilerine laf atacak olsa, sadece 'selam' derler. [Furkan/63]

2.  Baş vurmak

Yüce Allah bu kelimeyi Hud/37'de fiil kalıbında ve olumsuz emir şeklin­de getirmiştir:

Bizim gözetimimizde ve vahyettiğimiz biçimde tekneyi inşa et ve haksızlığa sapanlar için bana baş vurma, çünkü onlar boğulacaklar. [Hud/37]

Aynı ifade Mü'minun/27'de de geçmektedir. Her iki ayetteki emir (bana muhatab olma) yani, bana dua ile başvuruda bulunma anlamına gel­mektedir.

3. Amaç

İnsan, bir işi bir amaçla yapar. Hz. Musa İsrailoğulları'ndan bir müddet ayrılınca, Samiri bir buzağı heykeli yaparak halkı ona taptırmaya başladı. Hz. Musa dönünce Samiri'ye şöyle dedi:

(Peki, ya senin amacın neydi ey Samiri?) [Taha/95] Yapılan yanlış bir işin amacını sorarak, Hz. Musa durumu çözmeye çalıştı.

4. Maslahat

Hz. Musa, Medyen'in su kuyularına vardığında, hayvanlarını sulayan bir grup insanla karşılaştı. Kendi hayvanlarını uzakta tutmaya çalışan iki de ka­dın gördü ve onlara yaklaşıp 'Amacınız nedir?' [Kasas/23] diye sordu. Bura­da da -Samiri'yi sorguladığı sıradaki gibi- hatb kelimesini kulanarak 'Niye bekliyorsunuz, niçin hayvanlarınızı uzak tutuyor da sulamıyorsunuz?' demek istedi.

5.  Umut

Hatb kavramı Yusuf/51 'de 'umut' anlamına gelmektedir:

Bunun üzerine kral, kadınlara, "Yusuf un gönlünü çelmek isterken ne sağlaya­cağınızı umuyordunuz?" diye sordu. [Yusuf/51]

Aslında Hz. Musa'nın Samiri'ye sorduğu sorudan pek farkı yoktur, ama biz ona 'amaç', buna da 'umut' demeyi uygun bulduk.

6. Konuşmak

Bu kelime, hitab etmek, konferans vermek, halka konuşmak, söylev ve demeç vermek, hutbe ve vaaz vermek manalarına da gelmektedir.

Davud'un hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma ka­biliyeti vermiştik. [Sad/20]

Ayette geçen (fasl) güzel; (hitâb) da konuşma anlamına gelmek­te ve ikisi birlikte 'güzel konuşma sanatı' manasını ifade etmektedir.

7. Tartışmak

Allah ile kul sözkonusu olduğunda farklı bir mana kazanarak, kimsenin Allah ile tartışamayacağı anlamını kazanmaktadır:

Allah, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O rahmandır. O gün insanlar O'nunla tartışamazlar. [Nebe/37]

'Tartışamazlar' demek 'konuşamazlar' demektir. Oradaki konuşmanın tartışma şeklinde olacağı fikrinden  hareketle bu manayı yükledik.

Laf atmak, baş vurmak, amaç, maslahat, umut, konuşmak ve tartışmak manaları ile (hıtbe) kavramı, evlilik teklifinin içinde yer almaktadır. Çünkü evlilik teklifinde, amaç, ümit, güzel konuşma ve durumu arzetme var­dır. Kelime yer aldığı ayetin içeriğine göre mana kazanır.

(a-ra-da) kelimesi ile (hıtbe) kelimesi bir araya gelince, evlen­me hususunda düşüncesini üstü kapalı biçimde anlatmak, evlenme niyetini hissettirmek, evlilik teklifini çıtlatmak manalarını ifade eder. Kocasından ay­rılan ve iddet bekleyen kadına evlilik teklifi yapmanın günah olmadığını ifa­de eden bu ayetin, medenî hukukun en ince konularına girmekte olduğu gö­rülmektedir.

Diğer taraftan a-ra-da kelimesinin 'hıtbe'ye bir nezaket, kibarlık ve has­sasiyet kattığını da söylemeliyiz. Namuslu bir kadına, namuslu bir erkeğin evlilik teklifindeki edaya, tavra ve kibarlığa kadar inen bu ayet, evlilik tekli­finin nezaket boyutunu da ele almaktadır. Böylece Kur'an'ın, kadm hakların­da yaptığı devrimi, iletişim alanına kadar uzattığı anlaşılmaktadır.

(Ya da böyle bir arzuyu içinizde saklamanızda si­ze günah yoktur).

Ayetin birinci bölümü, evlenme isteğini açıkça söylemeyi ele alırken, bu bölümü niyet veya arzu olarak içinde tutmayı konu edinmektedir. Ayetin bu kısmı ile Yüce Allah, konunun psikolojik boyutu ile ilgilenmekte, dışa vurul­mayan niyet ve arzuların günah olup olmadığını hükme bağlamaktadır. Bu­radan, içte gizlenen arzu ve niyetin, ya da fantazilerin bazılarının sakıncalı olduğu manası da çıkmaktadır. Nitekim Bakara/225'de 'kalplerin kazandığın­dan sorumlu tutulacağı' ifade edilmişti. Ayetin devamında, gizlenen niyetten dolayı niçin bir günah olmadığına cevap verilmektedir:

(Allah bilir ki siz onları anacaksınız).

İddet bekleyen bir kadınla evlenme niyetinin saklanması, bunun Allah ta­rafından bilinmediği anlamına gelmez. Zira -ayette de ifade buyurulduğu üzere- Allah onu bilmektedir. İstikbalde bu niyetin açıklanacağını bildiği için Yüce Allah onu günah saymamaktadır. Psikolojik bir olgunun sosyolojik bir olguya dönüşmesi, psikolojik olguyu sakıncalı olmaktan çıkarmaktadır.

Yüce Allah bu niyetin, yani psikolojik olgunun sosyolojik olguya nasıl dönüşmesi gerektiğini de bildirmektedir. İddet bekleyen kadına karşı içte beslenen niyetin, nasıl açığa vurulacağının da kuralları olmalıdır. Ayetin de­vamı bunları tesbit etmektedir:

(Fakat salan onlarla gizlice buluşmak için sözleşmeyin).

İddet beklemekte olan bir kadmla gizlice buluşarak evlilik teklifinde bu­lunmanın yanlış olduğunu bildiren bu kısım, evlilik teklifinin birinci kuralı­nı koymaktadır: Gizlice buluşma yok. Bu kural, olmaması gerekeni belirt­mektedir.

Ayetin, (meşru sözler söylemeniz müstesna) kısmı ise, ol­ması gerekeni belirtmektedir. İyi niyetli bir erkeğin, bir kadına evlenme ni­yetini açığa vurması, meşruiyyet dairesi içinde olmalıdır. İnsanlık tarihi meş­ru bir evlilik teklifinin nasıl yapılacağını belirlemiştir:

(Bekleme süresi sona ermeden önce evlilik bağını kurmaya kalkışmayın).

Farz olan iddet (bekleme) süresi içinde evlenme teklifi yapılabilir; evlilik niyeti kalpte tutulabilir ama, asla nikah akdi yapılamaz.

Ayetin bu kısmına kadarki bölümünden anlıyoruz ki: Evlilik konusunda­ki kuralların temelini kadınm tabiatı oluşturmaktadır. İddet, ayetin eksen ko­nusunu teşkil etmektedir. Evlilik teklifinin meşru olması, niyetin içte gizlen­mesi ve gizlice buluşmama hükmünün temelinde de kadının durumu yer al­maktadır.

Ayetin amacı, iddet bekleyen kadının rencide olmamasını, yoldan çıkarıl­mamasını, duygularına saygı duyulmasını, istismar edilmemesini, kötü niyet­lere alet edilmemesini temin etmek ve nikah akünden önce geçecek olan saf­hanın hukukî ve ahlâkî alt yapısını hazırlamaktır. Bütün bu kuralların, ahlâkî ve hukukî boyutunun oturduğu bilinç de ayetin sonunda ifade edilmektedir. Bu kuralların yerine getirilebilmesi, iki şeyin bilinmesine bağlıdır:

1. (Bilin ki Allah, gönlünüzden geçirdiklerinizi bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının).

Bir kadına yapılan evlilik teklifinin samimi olup olmadığını Allah bilir. Gönüldeki kötü niyete rağmen, ağızdan dökülen güzel sözler kadını aldata­bilir, ama Allah'ı aldatamaz. Öyleyse kişi, Allah'ın, niyetini bildiğini aklından çıkarmamalı, niyetinin zıddını söylemekten sakınmalıdır. Allah'tan sakınma­yan ve yukarıda bahsettiğimiz bilinçte olmayan insanın bu kurallara uyması zordur. Yüce Allah bilinç ile sakınma duygusunu medenî hukukun bu boyu­tunun temeline koymaktadır.

2. (Ve şunu da bilin ki, Allah affedicidir; merhamet sahibi­dir).

Kötü niyetle kadına yaklaşan, ona gizli buluşma teklifinde bulunan, niye­ti ile söyledikleri birbirini tutmayan insan, af dileyip hatasından döndüğünde Allah'ı gafur ve halîm bulacaktır. [107]

 

Mehri Tesbit Edilen Ve Edilmeyen Kadının Boşanması:

 

236. Eğer kadınları, kendilerine dokunmadan ve mehir kesmeden boşarsanız, bunda size bir günah yoktur. Ancak böyle durumlarda onları marufa uygun olarak faydalandı­rın; imkanı geniş olan kendi gücüne, dar olan da kendi gücüne göre... ve bu, güzel davrananlar üzerine bir yüküm­lülüktür.

237. Ve eğer onları, kendilerine el sürmeden boşar da, me-hir tayin etmiş bulunursanız, o vakit üzerinize düsen yü­kümlülük: tayin ettiğiniz mehrin yarısını vermektir. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikah bağı elinde bulunanın vazgeçmesi hali müstesna! Mehirden vazgeçmeniz takva­ya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.

Yüce Allah boşama hukukunda üç konuyu gündeme getirmektedir.

1. Nikah yapılıp mehri belirlenen ve cinsel ilişkide bulunulan kadının du­rumu 228 ve 229. ayetlerde ele alınmıştı. Bu kadınlara, Nisa/24 ayetine göre mehirin tamamı verilir ve verilen mehirden hiçbir şey geri alınmaz. O kadın­lar da üç ay hali beklerler.

2. Bakara/236, ayette ise nikahlanıp cinsel ilişkide bulunulmayan ve meh­ri tesbit edilmeyen kadının durumu ele alınmaktadır. Bu kadınlara -tayin edilmiş bir mehir olmadığı için- mehir verme zorunluluğu yoktur, ama, er­keğin gücü oranında ona yardım etmesi, yani kadının ihtiyacını karşılaması gerekir.

3. Nikahlanmış, mehri belirlenmiş, fakat cinsel ilişkide bulunulmamış olan kadının durumu da 237. ayette ele alınmaktadır. Bu durumdaki kadını boşayan erkek, kesilen mehrin yansını ödemek zorundadır. Ancak kadın, hakkından, yani mehrin yansından vazgeçebilir. Fakat kocanın vazgeçmesi takvaya en yakın davranıştır.

4. Ahzab/49'a göre yukandaki son iki maddede bahsi geçen kadının iddet bekleme zorunluluğu yoktur:

Mü'min kadınları nikahlayıp, cinsel ilişkide bulunmadan onları boşadığınız zaman, onlar hakkında sayacağınız bir iddet yoktur. O halde bir şeyler vere­rek onları güzel bir şekilde serbest bırakın. [Ahzab/49]

Yüce Allah, aşiret toplumunda medenî hukukun boşanma kanunlannı en ince detayına kadar belirlemekte ve bütün bu kanunlar, kadın haklan üzerin­de cereyan etmektedir. Cinsel münasebette bulunulan kadına ayn bir hak ta­nınarak verilen mehrin geri alınamayacağı söylenmekte; cinsel ilişkide bulunulmayan kadına ise başka haklar verilmektedir. Nikahlanan ve cinsel ilişki­de bulunulan kadın ile cinsel ilişkide bulunulmayan kadmın durumu büyük farklılık arzetmektedir. Böylece cinsel ilişkinin belirleyiciliği ortaya çıkmak­tadır. Şimdi ayetlerin analizine geçebiliriz: [108]

 

Messe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

Ayetin bu kısmında geçen ve 'dokunmak' manasına gelen (temessû-hunne) kelimesinin kökü ,p (messe)dir. Asıl manası 'dokunmak' olmasına rağmen, bununla cinsel ilişki kasdedilmektedir. Demek ki nikahlanıp cinsel ilişkide bulunulmadan boşanan bir kadma mehir verme zorunluluğu yoktur.

Dokunmak, el sürmek, temas etmek, bitişik olmak, tecavüz etmek, mu-kaddesliğini bozmak, aynı yerde oturmak, vurmak, vaki olmak, başa gelmek, zarar vermek, yaralamak, ilişki içinde olmak manalarına gelmektedir.

İsim kalıbında alınınca dokunuş, temas, bela musibet, bedbahtlık, felaket, hücum, hastalık nöbeti, delilik, cinnet; temas kalıbından alınınca, cinsel iliş­ki manasına gelmektedir. [109]

 

Messe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları :

 

1.  Dokunmak

'Dokunmak', genelde sıkıntının, zarar ve belanın fert veya toplumun ba­şına gelmesini ifade etmektedir. Mesela Yunus/l 2'de (İnsana bir zarar dokunduğu zaman) ifadesindeki 'dokunmak', 'gelmek' manasına­dır. Kur'an'ın pek çok ayetinde de bu manada yer almaktadır.

2. Düşmek

Atalarımız da darlık ve sıkıntıya düştüler. [A'raf/95]

Aslında ibarenin mota-mot karşılığı; 'Darlık ve sıkıntı atalarımıza da do­kundu' şeklindedir. Bolluk, ferah ve mutluluktan sonra darlık ve sıkıntı gel­diği için, iyi halden kötü hale düştü manasını vermeyi uygun bulduk.

3. Ulaşmak

Allah tarafından önceden buyurulmuş böyle bir ilke olmasaydı, aldığınız bü­tün bu (tutsaklar) yüzünden size mutlaka büyük bir azap ulaşırdı. [Enfal/68]

İbareye "Başınıza büyük bir azap çökerdi, size büyük bir azap dokunur­du" şeklinde mana vermek de mümkündür.

Azabın insana dokunması, ona ulaşması demek olduğundan 'ulaşmak' manasını uygun bulduk.

4. Yakalamak

Hz. Yusuf un kardeşlerinin düştükleri darlık ve sıkıntıyı ifade için messe kelimesi kullanılmıştır:

Bizi ve ailemizi darlık ve sıkıntı yakaladı. [Yusuf/88]

Buradaki darlık ve sıkıntı, fakirliktir. Dolayısıyla 'dokunmaktan' ziyade 'sımsıkı yakaladı' anlamına gelmektedir. İbareye 'Bizim ve ailemizin başına sıkıntı ve darlık çöktü' şeklinde de karşılık verilebilir.

5. Yaklaşmak

Eğer bela ve sıkıntılar, insanın etrafında dolaştığı halde dokunmuyorsa, yaklaşma merhalesinde kalıyor demektir. Ama insanın sosyal ve psikolojik çevresini rahatsız ediyorsa dokunmasa bile yaklaştı demekte yarar vardır. Bunu A'raf/188'de geçen messe kelimesinden anlayabiliyoruz:

De ki: "Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim gücümde değil. Eğer gaybı bilseydim, mutlaka iyilik adına ne varsa çoğaltırdım ve kötülük asla bana yaklaşamazdı".

Hz. Peygamber doğrudan Allah'ın kontrolü altında olduğu için, kötülük ona dokunmamış, onu sıkıntı ve zarara uğratmamıştır. Onun için bu kelime­ye 'yaklaşma' manasını uygun gördük.

6. Çökmek

Messe kelimesi Kur'an'da, yaşlılığın dokunması (gelip çatması) manasın­da da kullanılmaktadır. Yaşlılık insana dokunmaz, bir daha geri dönmemek şartıyla üzerine çöker:

"Üzerime yaşlılık çökmüş olduğu halde bana böyle bir müjde veriyorsunuz öyle mi?" diye sordu İbrahim, "Peki hangi şeyle müjdeliyorsunuz beni?" [Hicr/54]

Biyolojik bir olgunun insanın üzerine çökmesi)insana gelip çatması ma­nasıyla bu kavram, telafisi mümkün olmayan bir durumu anlatmaktadır.

7. Bulmak

Enbiya/83'te Hz. Eyyub'un Allah'a yakarışında da bu kelime kullanılmak­tadır:

(Hastalık beni buldu).

'Dokunmak' manası burada hafif kalmaktadır. Hastalığı meydana getiren mikrop insanı buluyor ve gerekeni yapıyor. İhtiyarlık insanın üzerine çök­mekte; hastalık ise insanı bulmaktadır.

8. Bulaşmak

Mutlu ve bahtiyar olup düzenli bir sosyal hayat yaşayan topluma dışardan gelen çatışma, gerginlik ve bıkkınlık, o topluma sosyal ve psikolojik hasta­lıkları bulaştırır. Sosyal ve psikolojik hastalıklar, toplumdan topluma, tıpkı bulaşıcı hastalıkların bulaşması gibi bulaşır. Onun için Fatır/35'teki messe kelimesine 'bulaşmak' anlamını vermeyi uygun buluyoruz:

Allah, lütfuyla bu konak yerine bizi yerleştirdi: Orada bize ne bir çatışma ve gerginlik; ne de yorgunluk ya da bıkkınlık bulaşır. [Fatır/35]

9. Anlamak

Bir şeye -burada kitaba- dokunmak demek, ona ulaşmak, onu kavramak, onu anlamak demektir. Vakıa/79'da geçen (messe) kelimesi 'anlamak' ma­nasına alınmalıdır. Ayetin öncesine ve sonrasına bakıldığında böyle olduğu an­laşılmaktadır:

(O korunmuş bir kitaptadır. Onu ancak (kalben) temiz olanlar doğru anlayabilirler). [Vakıa/78-79]

Beyni ve gönlü yanlıştan, batıldan ve sahte fikirlerden temizlenmiş olan insanlar Kur'an'ı anlayabilir ve ondan istifade edebilir. Beyni ve gönlü kirli olanlar ona dokunamaz, yani onu anlayamazlar. Temiz kalpli insanlar onun manalarına ulaşır ve ondan istifade edebilir.

Bu ayetteki messe kelimesini, mushafa el ile dokunmak şeklinde almak yanlış olur. Zaten Vakıa/81 ayeti verdiğimiz manayı desteklemektedir: Şimdi böyle bir habere leke sürmeye mi çalışıyorsunuz?

Kalbi kirli olanlar Kur'an'a leke sürmeye çalışırken; kalbi temiz olanlar onu iyice anlar ve istifade eder.

10. Cinsel ilişkide bulunmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/236'daki 'dokunma' cinsel ilişki­de bulunmaktan kinayedir. Bu anlamda pek çok ayette yer almaktadır:

(Hanımlanyla cinsel ilişkide bulunmadan önce). [Mücadele/3]

Hanımına zıhar yapan, yani hanımının sırtını annesinin sırtını benzeterek kendisine haram kılan kişinin, hanımıyla cinsel ilişkide bulunmadan önce yapması gereken şeyler vardır. Bunları yapmadan hanımıyla cinsel ilişkide bulunamaz.

(Bana hiçbir beşer dokunmadı). [Meryem/20]

Bu ifade 'Benimle hiçbir erkek cinsel ilişkide bulunmadı' anlamında nezih bir ifadedir. Cebrail Hz. Meryem'e bir çocuk müjdeleyince, "Bana bir insan eli değmedi, iffetsiz olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi.

Görüldüğü gibi, (messe) kelimesinin esas manası belanın, sıkıntı ve fakirliğin bir toplumun üzerine çökmesi ve onu kıskıvrak yakalamasıdır. İkincil manası, cinsel ilişkidir. Peygamberle ilgili olarak geçtiğinde 'yaklaş­mak' manası verebiliriz. Kur'an'la ilgili geçtiğinde ise, 'anlamak' manasını tercih ettik. [110]

 

Ferada Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

(Veya mehrini tesbit etmediğiniz kadınları boşarsanız...)

Ayetin bu kısmında geçen (ferada) kelimesi karar vermek, hüküm ver­mek, belirlemek, tayin etmek, emretmek, takdir etmek kararlaştırmak tahsis etmek, taksim etmek, yerini tayin etmek, zorla yüklemek, yasaklamak, tem­bih etmek, vazifelendirmek, kendi üzerine almak manalarına gelmektedir.

(fard) kalıbında alındığında, yarma, deşme, dar dağ geçidi, görev, emir, hüküm, ahlâkî kaide, dinî görev, kanuna uygun miktar, meşru pay, fa­raziye, önceden farzetmek, kaziye, postula, hipotez anlamlarına gelir. [111]

 

Ferada Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. İfa etmek

Deruhte etmek, yerine getirmek manalarına gelen bu kavram Baka-ra/197'de geçmektedir:

Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı ifa ederse...

Buradaki 'ifa etme'yi, niyet etmek manasına da alabiliriz. Ama ayetteki '& (ferada) kelimesi niyet etmenin ötesinde, niyetini tatbikata geçirmeyi ifade etmektedir. Bu kelime, insanın öznesi olduğu bir fiil olunca, bir eylemi ye­rine getirmek, tatbikata koymak, deruhte etmek anlamına gelir.

2. Vermek

Kelimeye, Nur/l ve Kasas/85 ayetlerinde takdir etmek, vaz'etmek mana­ları verilebilir:

Yücelerden indirdiğimiz ve kesin hükümlerle vaz'ettiğimiz bir suredir bu... [Nur/l]

Apaçık bir üslupla bu Kur'an'ı sana veren Allah... [Kasas/85]

Nur/l'de geçen (feradnâhâ) kelimesine 'vaz'etmek', Kasas/85'tekine ise 'vermek' manası daha münasip düşmektedir. Aslında her ikisinde de 'farz kılmak' anlamına gelmektedir; ancak farz kelimesi Arapça olduğu için Türk­çe karşılık bulmak gerekiyor.

3. Takdir etmek

Allah'ın Peygamber için taktir ettiği şeyi yapmasından dolayı ona hiçbir suç isnad edilemez. [Ahzab/38]

Burada evrensel bir görevi, yükümlülük ve kanunu ifade etmektedir. Bir kişiye mahsus olarak geçtiğinde 'takdir etmek' manasım vermek daha uygun olur.

4. Emretmek

Allah (doğru ve haklı bir gerekçesi olmayan) yeminlerinizi bozmayı ve kefa­retini vermeyi emretmiştir. [Tahrim/2]

Ayetteki 'üjo (feradallâhu=Allah farz kıldı) ifadesindeki fe-ra-da fiili, 'emretti' manasına gelir.

5. Tesbit etmek

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/236'daki fiil hali, tesbit etmek, belirlemek anlamına gelir. Evlenecek olan taraflardan erkeğin, kadına vere­ceği mehrin belirlenmesini fiil olarak ifade esnasında farz kelimesi kullanıl­maktadır. Erkek, kadına ödeyeceği mehrin yükümlülüğünü yüklenmekte ve o mehri belirlemektedir. Aslında mehir karşılıklı olarak belirlenmektedir ama, kadın tarafı daha ağır basmaktadır. Bu kelime, Bakara/237'de de geç­mektedir.

6. Mehir

(ferada) kelimesi '£ (ferida) kalıbında alınınca mehir anlamına gel­mektedir. Bakara/236-237 ve Nisa/24'te bu anlamı ifade etmektedir.

7. Kararlaştırmak

(Kuşkusuz biz mü'minlere, hanımlan ve sa­hip oldukları cariyeleri hakkında ne kararlaştırdığımızı biliyoruz). [Ah-zab/50]

Ayetteki ferada kelimesi 'farz kılmak' anlamına geliyor, ama Türkçe'de buna, tayin etmek, kararlaştırmak, emretmek manalarını vermek daha uygun olur; bunlardan birini seçmek gerekirse, 'karara bağlamak' daha uygun gö­rünmektedir.

8. Emir

Nisa/l l'de (ferida) kalıbında geçen bu kelimeye 'Allah'ın emirleri' ve­ya 'Allah tarafından konmuş farzlar' manası verilebilir. Buradaki farzı 'emir' olarak almak gerekir.

9. Yaşlı

Bakara/60'da (fârıd) kalıbında yer almakta ve 'yaşlı' anlamına gel­mektedir. Konumuz olan Bakara/236'da takdir etmek, belirlemek manasına gelmektedir. Ayetin birinci bölümüyle bu kısmını bir araya getirdiğimiz za­man Yüce Allah'ın, nikahtan sonra cinsel ilişkide bulunulmadan ve belli bir mehir tayin edilmeden gerçekleşen boşamayı gündeme getirdiği anlaşılır. Müfessirler, ayette cinsel ilişki ile tayin edilmiş mehir arasında yer alan Jf (ev=yahut) edatının, (ve) manasında kullanıldığını ifade etmişlerdir. Yüce Allah burada iki şeyi ele almaktadır: Cinsel ilişkide bulunulmamış ve mehri belirlenmemiş kadınm boşanması.

Ayetin bu kısmından çıkarılacak önemli hükümler vardır: Mehir, nikahın esaslarından biridir. Mehir belirlenmeden önce de nikah kıyılabilmektedir. Yüce Allah, mehri belirlenmemiş kadının boşanmasından bahsettiğine göre, mehir belirlenmeden nikah kıyılabilir. Böylece mehirin, nikahın olmazsa ol­mazını değil, esasını teşkil ettiği anlaşılır. Ayetin üçüncü bölümünde ise "Bu durumda onları marufa uygun olarak faydalandırın: İmkanları çok olan ken­di gücüne, dar olan da kendi gücüne göre. Bu, güzel davrananlar üzerinde bir yükümlülüktür" hükmü yer almaktadır.

Yüce Allah mehri tesbit edilmemiş ve cinsel ilişkide bulunulmamış bir ka­dını boşarken, marufa göre onları faydalandırmayı emretmektedir. Faydalan­dırma, süs eşyası verilerek olacağı gibi geçimlik verilerek de olabilir.

a. Herkesin kendi ekonomik imkanlarına göre faydalandırması esastır. Ekonomik imkanları geniş olan erkeğin böyle bir boşamada vereceği miktar ile, ekonomik imkanları dar olanın vereceği miktar aynı olmamalıdır. Böyle­ce Yüce Allah'ın hükmünü, boşayan erkeğin mali imkanına göre koyduğu or­taya çıkmaktadır.

b. Bu ekonomik açıdan faydalandırma 'örfe göre' olmalıdır, yani makul bir miktarda olmalıdır. Allah Teala, faydalandırmanın ölçüsü olarak boşayan erkeğin ekonomik imkanlarını göstermekle beraber, verilecek miktarın ma­kul bir ölçüde olmasını da hükme bağlamaktadır.

c. Peki, cinsel ilişkide bulunulmamış ve mehri belirlenmemiş bir kadını boşarken onu faydalandırmak, boşayan erkeğin isteğine mi bağlıdır, yoksa bu ilahî bir zorunluluk mudur? Bu soruya, ayetin üçüncü bölümünde yer alan (ve onları faydalandırın) emriyle cevap verilerek bu faydalandırma farz kılınmış, ardından da (güzel davranışta bulunanlar üzerine bir yü­kümlülüktür) buyurularak bu bir 'hak/yükümlülük' olarak belirlemiştir. As­lında ayetin sonundaki 'hak' kavramı farzın nasıl bir farz olduğunu tayin et­mekte ve açıklamaktadır. Yukarıda belirtilen şekilde boşanan kadının bir hak­kı olmaktadır. Hakkın buradaki anlamı, yükümlülüktür.

Yüce Allah bu sorumluluğu, Allah'ın iradesine uygun davranan muhsinle-re yüklemektedir. Bu hakkı yerine getiren, yani boşadığı kadma mali imka­nına göre makul bir şeyler veren kimse muhsindir.

Mehrin belirlenmemiş olmasını bir fırsat olarak görmeyip Allah'ın bu hu­sustaki enirini yerine getiren erkek, muhsin sıfatını alacak ruh olgunluğuna sahip demektir.

Boşamada, kadını ekonomik olarak faydalandırmanın zorunluluğu, başka ayetlerden de anlaşılabilir. Allah Teala, Hz. Peygamber'i dünya geçimliği ve süsü için sıkıştıran zevcelerine şöyle demesini emretmektedir:

Eşlerine söyle: "Eğer siz bu dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, ge­lin sizi faydalandırayım ve sonra sizi uygun bir şekilde salayım". [Ahzab/28]

Peygamber bile olsa boşayan erkeğin, hanımını ekonomik olarak faydalandırmak mecburiyetinde olduğu bu ayetten anlaşılmaktadır. Nitekim Baka­ra/241 'de ise "Boşanan kadınların da, örfe göre faydalandırılmaları hakları­dır" hükmü yer almaktadır. [112]

 

Mehir Kesilmekle Birlikte, Cinsî Münasebette Bulunulmadan Boşanan Kadının Durumu:

 

237. ayette ise Yüce Allah, mehir kesilmiş olmakla birlikte, cinsî münase­bette bulunulmadan boşanan kadının durumunu ele alıp hükme bağlamaktadır.

1. Bu durumda, belirlenmiş olan mehilin yansı verilmelidir.

2. Boşanan kadının halandan vazgeçmesi halinde mehir ödenmeyebilir.

3. Nikahın düğümünü elinde tutan kimsenin bağışlaması müstesna' ifa­desiyle kasdedilen kimse ise -Hz. Ali, Said b. Müseyyeb ve İmam-ı Azam'a göre- kocadır.[113]

Nikah düğümünü elinde tutan kimse ile velinin kasdedildiğini söyleyen­ler de vardır. Ancak bizim anladığımız kadarıyla bununla kasdedilen kimse, kocadır. Dolayısıyla koca, belirlenen mehrin tamamını verebilir. Öyleyse ka­dın, hakkı olan mehrin yarısını bağışlayabilceği gibi, koca da belirlenen meh­rin tümünü ödeyebilir, tümünü ödemesi daha güzeldir.

4. (Ey erkekler!) Size düşenden vazgeçmeniz (yani belirlenen mehrin tü­münü vermeniz) takvaya daha uygundur.

Yüce Allah, hukukî bir davanın eksiksiz işlemesi, tarafların kırılmadan birbirinin hakkına riayet etmesi için, davanın temeline 'takva' denen, sakın­ma duygusunu koymaktadır. Takva/Allah'a karşı sorumluluk duygusu, sami­miyet, ihlas ve sakınma gibi psikolojik bir ruh olgunluğunun nerelere kadar etkili olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır. Takva, psikolojik bir duygu ol­maktan çıkarak, sosyal ve hukukî yapının oluşumunda itici bir güç haline gelmektedir.

Kadının alacağı mehrin yansını bağışlaması veya boşayan kocanın karar-laştınlan mehrin tamamını ödeyerek fedakarlıkta bulunması takvaya en uy­gun bir davranış olduğunu söylemekle Yüce Allah, takvayı eksen bir değer olarak kabul ettiğini vurgulamaktadır.

Demek ki davranış, psikolojik ve sosyolojik takvaya yakınlığı, yani ona uygunluğu nisbetinde meşruluk kazanır.

Takva ile hukukun ilişkisini biraz daha ötelere taşırsak şöyle diyebiliriz: Hukuk yanıltılabilir ama 'takva' denen sorumluluk duygusu, ihlas ve mane­vî korunma sistemi yanıltılamaz. Onun yanılmazlığı hukukun teminatıdır.

5. Birbirinize lütufkar davranmanız gerektiğini unutmayın.

Koca, cinsel ilişkide bulunmadan boşadığı kadına belirlenen mehrin yan­sını vermek suretiyle 'hak' çerçevesinde kalabilir; ama takva denen basama­ğa çıkamaz. Takva basamağına çıkabilmesi için, mehrin öteki yansını da ödemelidir. Koca, mehirin ikinci yansını da ödeyerek lütufta bulunduğu tak­dirde hukukun emrettiğini yerine getirmenin ötesinde erdemli bir davranış sergileyerek, takva denen değeri de elde etmiş olur. Aslında bu şekilde dav­ranma da 'unutmayın' emri ile hukuka dahildir.

6. Doğrusu Allah bütün yaptıklarınızı görür.

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette Yüce Allah iki boyutlu bir hüküm ortaya koymaktadır:

a. Cinsel ilişkide bulunmadan boşanan kadına, belirlenen mehrin yansını vermek, meselenin hukukî boyutudur.

b. Kadın veya koca fedakarlık ederek; kocanın mehrin tamamını vererek lü­tufta bulunması, ya da kadının hakkı olan yanyı bağışlaması da meselenin tak­va boyutudur. Cenab-ı Allah her iki davranışı da gözlediğini ifade etmektedir. Yüce Allah'ın gözlemesi, takvanın ötesinde, hukuka bir sağlamlık getirmekte­dir. İnsanın içinden çıkan takva duygusu ile Allah'ın gözlemesi bir araya gelin­ce, hukukun etrafında kınlması mümkün olmayan bir zırh örülmüş olmaktadır. Bu iki değer, hukukun yerine getirilmesini kolaylaştırmaktadır.

Bakara/227 ila 237 arasındaki ayetlerde, boşanma hukukunun çeşitli bo-yutlan ele alınmıştır. Sosyolojik anlamda ailenin yıkılışı diyebileceğimiz bo­şanma konusunu Yüce Allah en ince aynntılanna varıncaya kadar ele alıp ay­dınlatmakta ve hükme bağlamaktadır. Bu hükümlerin temeline de iyiliği, tak­vayı, Allah'ın gözlemesini, haberdar olmasını, af ve merhametini koymakta­dır. Hukukla manevî değerleri ilişkilendirmek, hukukun temeline psikolojik oluşumlan koyduğunu göstermekte; hukukun, manevî olgunluğa sahip olan insanların elinde rencide olmayacağını vurgulamaktadır.

Boşanma hukukuyla ilgili olarak Allah'ın koyduğu ilkelerden çıkaracağı­mız başka sonuçlar da vardır, şöyle ki: Örfün egemen olduğu aşiret toplu­mundaki boşamada koca, hem hakim hem davacı durumundaydı. Şartlan kendisi koyar ve boşamayı kendisi yapardı. Günümüzde de hâlâ 'üçten do­kuza şartım olsun sen benden boşsun' ifadesini kullanan koca, hanımını bo-şamış olmaktadır. Hammıyla ilgili olmayan başka bir iş için şart etse ve o işin tersini yapsa, yine karısı boş olur. Mesela 'Üçten dokuza şartım olsun, bun­dan sonra kumar oynamayacağım, oynarsam karım boş olsun' dese ve sonra kumar oynasa, karısı boş olur. Nice kadınlar bu yanlış anlayışın kurbanı ola­rak ya tamamen boşanmış veya hülle ile kocasına dönebilmiştir.

Hülle, kocası tarafından üç talakla geri dönüşü mümkün olmayacak bir şekilde boşanan kadmın, kocasına tekrar dönebilmek için başka bir erkekle -nikahtan hemen sonra boşanmak üzere- nikahlanması ve boşanmasıdır. Hülleye fetva veren din adamları büyük günah işlemekte, din adına Allah'a iftirada bulunmaktadırlar.

Kur'an aşiret toplumunun boşanma anlayışını yıkarak konuyu hukuka bağladı. Kadının bu konudaki hakkını, erkeğin iki dudağının arasından ala­rak, hukuka ve onun sosyal müesesesesi olan mahkemeye havale etti. Kur'an, hakimi devreye soktu, kadma ayrılma davası açma hakkı tanıdı, mahkemenin cereyan usûlünü belirledi, şahitlik müessesesini devreye soktu, boşanan kadına iddet bekleme zorunluluğu getirdi, mehir konusunu ele aldı, mahkemenin birinci ve ikinci celselerinden sonra boşamadan vaz geçme hak­kı tanıdı, eşlerin birbirlerine güzel davranmasını tavsiye etti. Getirdiği bu müesseselerle Kur'an modern hukukun temellerini atarken kadınların hakla­rını da öne çıkarıp korudu. [114]

 

Orta Namaz:

 

238. Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlı­lık ve saygı ile ayakta durun. [115]

 

Hafeza Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

Ayetin izah edilmesi gereken kavramlarının başında (hâfızû) kelime­si gelmektedir ki korumak, muhafaza etmek, himaye etmek, müdafaa etmek, dikkatle bakmak, zihinde tutmak, unutmamak, dikkatli olmak, devam ettir­mek, tutmak, besleyip kuvvet vermek, elinden tutmak, yapışmak, dikkat et­mek, ezberlemek, manalarına gelmektedir.[116]

 

Hafeza kelimesinin Kur'an'daki manaları:

 

1. İffet

Kur'an'da (hafeza) kelimesi birlikte kullanıldığı kelimelere göre (ter­kip olarak) mana kazanır. Cinsel organlarla beraber kullanılınca namus, iffet manasını ifade eder:

Irzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar. [Ahzab/35]

'Irzlarını koruyan erkekler' ifadesi, namuslu erkekler; 'ırzlarını koruyan kadınlar' da iffetli kadınlar anlamına gelmektedir. Koruma kavramı, burada iffetten kinayedir.

Ve onlar iffetlerini korurlar. [Mü'minun/9]

Nur/30-31 ve Nisa/34'te de aynı anlama gelmektedir.

2. Korumak

Bu manada Kur'an'da pek çok şey hakkında kullanılır:

Allah'ın gökteki burçları şeytanların etkisinden koruması [Hicr/16-17]; insanın insanı koruması [Yusuf/64]; namazı korumak [Mü'minun/9]; Allah'ın kainatı koruması [Bakara/255]; meleklerin insanı koruması [Tank/4]; Al­lah'ın Kur'an'ı koruması [Hicr/9]; emri korumak [Yusuf/55]; levhanın korun­ması [Buruc/22].

3.  Sadık olmak

Öyleyse yeminlerinize sadık olun. [Maide/89]

Yeminin korunması, yani yapmadan önce iyice düşünülmesi, gelişi güzel yemin yapılmaması manasına geldiği gibi, yapılan yemine sahip çıkmak, sa­dık davranmak anlamına da gelir.

4. Devam etmek

Namazlarına devam ederler. [Mü'minun/9]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/238'de kelime, 'devam etmek' manasına gelmektedir. Bir ibadet nasıl korunur, sorusuna, 'Onu devamlı yap­mak suretiyle' diye cevap verilebilir. Devamlı ve sistemli bir şekilde yapılan ibadet korunmuş olmaktadır.

5. Himaye etmek

Himaye etmekle korumak aynı manaya gelmektedir. Korumak genel, hi­maye ise özel anlam taşımaktadır. Maide/44'te 'Allah'ın kelamının bir kısmı din adamları ve hahamların himayesine emanet edilmişti' Duyurulmaktadır. Burada hafeza kalıbı, istahfeza kalıbına dönüştürüldüğü için, himayesine emanet edildi manasını verdik.

6. Dikkat etmek

Yusuf/64'te Allah'ın (hafiz) sıfatını ifade etmektedir:

Daha önce kardeşinizi size nasıl emanet ettiysem onu da aynı şekilde size emanet edeyim öyle mi? Allah en hayırlı koruyucudur. O, acıyanların en mer-hametlisidir. [Yusuf/64]

Bu ayetteki 'koruyucu' kavramı, dikkat eden manasına alınmalıdır. Dik­kat edilmezse korumak mümkün olmaz; onun için dikkat etmek, korumanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

7. Gözetmek

Tevbe/112'de (Allah'ın sınırlarını gözetenlerdir) buyuruluyor. Aslmda ibarenin mota-mot karşılığı 'Allah'ın sınırlarını koruyanlardır' şek­lindedir. Buradaki korumak, bizzat kişinin hayata tatbik ederek koruması an­lamına gelir ki, bu da gözetmektir. Allah'ın sınırlarını gözeten adam, onların dışına çıkmaz, onları ölçü edinir.

'Bu işleri gözetim altında tutan bizdik' [Enbiya/82] ayetinde geçen {^L (hâfızîn) kelimesi, gözetim altında tutmak anlamına gelmektedir.

'Halbuki üzerlerinde gözetleyici güçler vardır' [İnfitar/10] ifadesindeki iŞtoC- (hâfızîn) kelimesi de aynı anlama gelmektedir. İnfitar/33; En'am/61 ve Hud/57'de de aynı anlamı ifade etmektedir.

8. Bekçi

'Biz seni onlara bekçilik yapman için göndermedik' [Nisa/80]; ayetinde ve En'am/104'te de aynı manayı ifade etmektedir. Bu ayetlerde hafeza kalı­bı, ahfız kalıbına dönüşmektedir.

9.  Şaşmaz

Biz toprağın onların bedenlerini nasıl çürütüp yok ettiğini iyi biliriz, çünkü katımızda şaşmaz bir sicil vardır. [Kaf/4]

Ayetteki (Katımızda muhafaza eden bir kitap vardır) ifadesinde-ki, kitaba 'sicil', koruyana da 'şaşmaz' manasını vermek uygun olur.

10. Akılda tutmak

Bu anlamdan hareketle, Kur'an'ı ezberleyene 'hafız' denmektedir. Çünkü o, Kur'an'ı hafızasında tutmaktadır. Yine, Allah'ı daima aklında tutan kimse için de bu ifade kullanılmaktadır.

'Size vaadedilen cennet budur. Allah'a yönelen ve O'nu her zaman aklın­da tutanlara' [Kaf/32] ayetindeki hafız kelimesine, Allah'ı daima aklında tu­tan manasını vermek gerekir.

Bu manaları Bakara/238'deki hafızun emriyle birleştirirsek; namazlarınızı koruyun, namazlarınıza karşı sadık davranın, namazlarınıza devam edin, na­mazlarınızı himaye edin, namazlarınıza dikkat edin, namazlarınızı gözetin, namazlarınızın bekçiliğini yapın, namazlarınızda şaşmayın, namazlarınızı aklınızdan çıkarmayın manalarına gelir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/238'deki hafızu kelimesine; Ha­zin devam etmek; Nesefi vakit, rükün ve şartlan ile devam etmek; Razi ve İbn Abbas ise korumak anlamını vermişlerdir.

Yüce Allah, bu emriyle namaz ibadetinin kesintiye uğramayan bir süreç olduğunu insanlara hatırlatmakta ve bunun yerine getirilmesini emretmekte­dir. Salat'm ne olduğunu Bakara/3'te anlatmıştık. Burada salavat şeklinde ço­ğul olarak gelmesi, namazların ikiden fazla olduğunu gösterir.

(Orta namaza devam edin).

Müfessirler 'orta namaz'm ne olduğunu tartışmışlar ve bu konudaki bütün rivayetleri nakletmişlerdir. Kimi, orta namazın ikindi, kimi sabah, kimi de öğle namazı olduğunu söylemiştir.

Bu tartışmalara girmeden hadislerden hareket etmeyi uygun buluyoruz:

Hz. Ali ve Hz. Aişe'den rivayet edilen hadislere göre 'orta namaz' ikindi na­mazıdır.

Hz. Ali, Hendek savaşının bir safhasını şöyle nakletmektedir:

Hendek savaşında Allah'ın Rasulü "Bizi orta namazdan alıkoydular. Allah ev­lerini ve kabirlerini ateşle doldursun" dedi ve ikindi namazını, akşamla yatsı arasında kıldı.[117]

Abdullah ibn Mesud'dan gelen rivayete göre 'orta namaz', ikindi namazı­dır.[118] Sabah ve öğle namazı, ikindiden önceki iki namazı, akşam ve yatsı da ikindiden sonraki iki namazı teşkil etmektedir. Buna göre orta namaz, ikindi namazıdır.

Ama günün, gün batımından itibaren başladığını düşünürsek, akşam ile yatsı sabah namazından önce, öğle ile ikindi de sabah namazından sonra olur. O zaman da orta namaz, sabah namazı olur.

Yüce Allah'ın 'orta namaz'ı özellikle vurgulamasının sebebi, ikindi nama­zının çalışma saatine, sabah namazının da uykunun yoğun olduğu âna rastla­ması olabilir.

Bize göre orta namaz ikindi namazıdır. Çünkü Hz. Ali'den gelen rivayeti sahih kabul edersek -ki ediyoruz- savaş nedeniyle geciktirilen namazın ikin­di namazı olması gerekir. Böylece 238. ayette geçen salavaî kelimesi, dört vakit namazı, salatı'l-vusta da orta namazı ifade etmekte ve böylece beş va­kit namaza işaret olunmaktadır.

(Saygı ile Allah'ın huzurunda durun).

Böylece ayetin bu kısmı, namazın rükunlanndan biri olan 'kıyam'ın yani ayakta durmanın delili olmakta; salat'm sadece dua'dan ibaret olduğunu id­dia edenlerin yanıldığı da ortaya çıkmaktadır.

Allah için ayağa kalkılmasından bahsedilmesinden anlıyoruz ki Allah'tan başkası için de ayağı kalkılıyordu. 'Allah için' ifadesi, Allah'tan başkası için ayağa kalkılmasını yasaklamakta ve müslümanın niyeti hususunda bir reh­berlik ve eğitim yapmaktadır. Bazen insanlar, gösteriş için de namaza kalka­bilirler:

Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar, onlar gösteriş yaparlar. [Maun/4-6]

Onlar namaza üşenerek kalkarlar ve insanlara gösteriş yaparlar. [Nisa/142]

Başka bir şey için ayağa kalkma ihtimalinden ötürü Yüce Allah, 'Allah için ayağa kalkın' buyurmuştur. [119]

 

Kanete Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

Buradaki zâ (ka-ne-te) kelimesine, Razi 'zikrederek, huşu ile'; Hazin 'dua ederek, zikrederek'; Nesefi 'itaat ederek, huşu ile ve zikrederek'; Ze-mahşeri 'zikrederek'; Muhammed Esed 'içten bağlılıkla', A. Yusuf Ali 'bü­tün samimiyetiyle' manalarını vermişlerdir.

(ka-ne-te) kelimesi lügatte itaat etmek, tevazu göstermek, alçak gö­nüllülük, kendini Allah'a vakfetmek manalarına gelir.

Kur'an'da birbirine çok yakın manalarda kullanılmaktadır: [120]

 

Kanete Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1.  Samimiyetle itaat etmek

Yüce Allah'ın, bütün kadınlara örnek olmaları gereken Hz. Peygamber'in hanımlarından istediği en önemli özelliklerden biri de samimiyetle Allah'a ibadet etmektir:

Öte yandan hanginiz Allah'a ve Elçisi'ne samimiyetle itaat eder ve yararlı iş­ler yaparsa, onu iki kat ödüllendiririz; onun için ahirette en muhteşem nzıkla-n hazırlayacağız. [Ahzab/31]

Bu ayetteki kunut kelimesi, iyi amelden önceki imanı, samimiyet ve itaati kapsayan psikolojik alt yapıyı ifade etmektedir.

2. Huşu ile bağlanmak

Âl-i İmran/43'te Hz. Meryem'i konu alan bir emir olarak yer almaktadır:

Ey Meryem! Rabbine huşu ile bağlan, secdeye kapan ve (Allah'ın önünde) eğilenlerle birlikte eğil.

Bu ayet ile yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/238 ayeti arasında bir benzerlik vardır. 'Namaza devam edin' emrinin içinde secde ve rüku da var­dır. Orada kıyamın, 'kunut' ile yani samimiyetle olmasını, burada ise nama­zın farzlarından olan kıyamın manevî alt yapısını ifade etmektedir.

Hz. Meryem'e önce huşu ile bağlılığı, sonra da namazın diğer farzları olan secde ve rükuyu emrediyor. 'Allah'a huşu ile bağlılık' namazın olmazsa ol­mazım teşkil etmektedir. Bu manada diyebiliriz ki, bütün farzları yerine ge­tiren insanın namazının bereketini, etkisini görememesinin altında, huşu ile bağlanmaması vardır.

3. Kendini Allah'a adamak

Zümer/9'da da kunut, secde ve kıyam ile, yani namazla alakalı olarak kul­lanılmaktadır:

Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak kendini Allah'a adayan, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (ile kendinizi) bir mi tutuyorsunuz? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [Zümer/9]

'Kendini Allah'a adamak' diye çevirdiğimiz, kanit kelimesine 'ibadet et­mek' manasını da verebiliriz. İbadet, zaten kendini Allah'a vermek anlamına gelmektedir.

4. Yürekten bağlanıp boyun eğmek

Nahl/120'de Cenab-ı Hak Hz. İbrahim'i, yürekten Allah'a bağlanıp boyun eğen bir model olarak takdim etmektedir.

Kelime, dinî açıdan insanlara örnek olan kişinin önemli bir özelliğini ifa­de etmektedir:

Gerçek şu ki İbrahim, insana yakışan bütün erdemleri kendinde toplamasını bilen, yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden yüz çevirerek Allah'ın iradesine yü­rekten bağlanıp boyun eğen biriydi. [Nahl/120]

5. Sadık ve itaatkar

Bu kelime, kan-koca ilişkileri için kullanılınca, kocasına sadık ve ona ita­at eden manasına gelmekte; kadının önemli bir erdemini ifade etmektedir:

Sadık ve itaatkar kadınlardır. [Nisa/35]

6. İradesine tâbi olmak

İnsanın dışındaki varlıklar için kunut, Allah'ın iradesine tâbi olmayı ifade etmektedir:

Göklerde ve yerde olan her şey O'na aittir; hepsi O'nun iradesine tâbidir. [Rum/26]

Bakara/l 16'da da aynı manaya gelmektedir.

Kunut'un bütün bu manalarını Bakara/238'e götürürsek, namazda, özellik-)e kıyamda naşı} bir ruh hah içinde olmamız gerektiği ortaya çıkar ki bu, sa-mimiyet, huşu, kendini adamak, yürekten bağlanmak ve kendini Allah'ın ira­desine bırakmak şeklinde ifade edeceğimiz bir manevî alt yapıdır. 238. aye­tin başında yer alan "Koruyun veya devam edin" emri ile sonundaki "Huşu ile Allah için ayakta durun" emri birbirini tamamlamaktadır. Huşu duyan, ya­ni kendini Allah'a vererek samimi bir şekilde namaz kılan insan, namazı ko­rumuş ve onun devamım temin etmiş demektir. Namazdaki hamd, şükür, zi­kir, teşbih ve kıraat ondaki 'kunut'un yapısını oluşturmakta ve bereketini te­min etmektedir.

Ayetin sonunda yer alan kanitin kelimesini, Mü'minun/2'deki haşiun ke­limesiyle tefsir edebiliriz:

Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşuyu yaka­lamışlardır. [Mü'minun/1-2]

Kunut ve huşu, yürekten samimi olarak bağlanıp boyun eğme anlamında birleşmektedir, tşte namazı korumak, bu duygunun meydana gelmesiyle mümkündür. Namazın gerçek bir ibadet olması, 'kunut' veya 'huşu' dediği­miz ruh halinin oluşmasına bağlıdır. Bu anlamda, korunmuş veya devam edilmiş olan namaz, başlı başına bir eğiticidir. [121]

 

Tehlike Anında Bile Namaz Kılınmalıdır:

 

239. Ama eğer tehlikede iseniz, yaya veya binekli olarak kılın; güvene kavuşunca Allah'ı anın, çünkü bilmedikleri­nizi size öğreten O'dur.

Ayet, namaz konusunda önemli bir fıkıh meselesini gündeme getirmekte ve namazın hangi şartlarda nasıl kılınacağına ışık tutmaktadır.

(Eğer korkarsanız...)

Buradaki korkmaya, tehlike içinde olma manası verilebilir. İnsan düşman­ları sebebiyle tehlikede olacağı gibi, yırtıcı hayvanlar nedeniyle de tehlikede olabilir. Kısaca Yüce Allah, namazın yürürken veya binekli olarak kılınabil­mesi için tehlike bulunmasını şart koşmuştur.

Korkunun alanı genişletilerek; ameliyat yapan doktorları, uzun toplantıla­ra katılan devlet adamlarını, çok önemli teknolojik işlerin başında bulunan mühendisleri ve benzeri durumlardaki kişileri de bu ruhsatın kapsamına da­hil etmek mümkündür.

(Yaya, yahut binekli olarak...) [122]

 

Yaya Yahut Binekli Olarak... Hükmünden Çıkarılacak Esaslar:

 

İnsan, tehlikeli anlarda, yürürken veya binek üzerinde giderken namazım kılabilir. Yüce Allah'ın bu hükmünden çıkaracağımız esaslara gelince:

1. Tehlike altında yaya veya binekli olarak kılınan namazda kıbleye yö­nelmek şart değildir. Demek ki şartlar, kıbleye yönelme farzını ortadan kal­dırabilmektedir.

2. Yaya veya binek üstünde namaz kılarken, rüku ve secde zarureti de or­tadan kalkmaktadır. Rüku ve secde için başı sallamak, bu da mümkün değil­se gönülden yapmak yeterlidir.

3. Namazın yerine getirilmesinde güvenlikte olmak, çok önemli bir rol oynamaktadır. Güvenlik ortamı Nisa/l 01 'de ele alınmaktadır:

Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, inkar edenlerin size bir kötülük yapma­sından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.

Bu ayet, dört rekatlı namazları iki rekat kılmaya müsaade etmektedir.

4. Günümüzde binek şekli değişmiştir. Artık insanlar uzayda seyahat et­mektedirler. Savaş arımda uçak kullanan insanlar, 'binekli olarak' ifadesinin kapsamına girmektedir. Savaşta motorize birlikler ile piyadenin namazına da ışık tutulmaktadır.

(Güvene kavuştuğunuzda Allah'ı anın).

Buradaki 'anın' emri, 'namaz kılın' manasını ifade etmektedir. Çünkü na­mazın bir adı da ' zikir 'dir.

"Beni anmak için namaz [Taha/14] emri gereği, güvende olan kişi, namazını normal bir şekilde kılmak durumundadır.

(Çünkü bilmediklerinizi size öğreten O'dur).

Allah Teala, namaz konusunda kolaylıklar getirmek ve yol göstermek su­retiyle, insanlara, bilmediklerini öğretmektedir. Din görevlileri de, şartlara göre farklı uygulama getiren ilahî eğitimi örnek alarak toleranslı davranma­lı, şartlara göre insanlara farklı uygulama yapılabileceğini öğretmelidirler.

Mesela: Bir memur, normal namaz kıldığı takdirde memuriyet hayatının tehlikeye girmesi korkusunu taşıyorsa, kıbleye dönmeksizin göz işaretiyle namazını kılabilir. Önemli olan, Fatiha'yı okumasıdır. Tuvalete gidip abdest alabiliyorsa alır; alamıyorsa olduğu yerde gizlice teyemmüm yapabilir.

Bu şartlar altında önemli olan insanın; beyninin, gönlünün ve nefsinin secde etmesidir. O duygu halini onlara yaşatmaktır.

Bu namaza 'korku namazı' denmektedir. Korku namazında, kıble, rüku ve secde aranmaz.

İşte bu ayet, İslâm'ın kolaylık dini olduğunu da isbat etmektedir. Kur'an'ın koyduğu din, şartlara göre uygulama getiren bir dindir. Sosyal şartların mey­dana getirdiği psikolojik şartlar, ibadette farklı uygulamanın temelini teşkil etmektedir. Ayetteki korku ifadesi psikolojiktir; korkuyu da dış şartlar mey­dana getirdiği için sosyaldir. [123]

 

Geride Eşler Bırakarak Ölecek Olanlar Ne Yapmalı?

 

240. İçinizden ölüp geride eşler bırakanlar, eşlerinin evle­rinden çıkarılmadan bir yıla kadar geçimlerinin sağlan­masını vasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkarlarsa, onların kendileri hakkında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.

241. Boşanmış olan kadınların marufa uygun olarak ge­çimlerini sağlamak, takva sahipleri üzerine bir yükümlü­lüktür.

242. Düşünesiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklıyor.

Ölüp geride eşler bırakan erkeklerin, hanımlarının bir yıl dolana kadar ge­çimliklerinin temin edilmesi için vasiyet etmelerini Allah hükme bağlamaktadır.

Buradaki vasiyet hükmünün, "Çocuğunuz yoksa, sizin de yapacağınız va­siyetten ve borçtan sonra bıraktığınızın dörtte biri hanımlarınızındır. Çocu­ğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır" [Nisa/12] ayeti ile neshe-dildiğini iddia edenler vardır. Fakat bize göre bu ayetler farklı şartlarla ala­kalı olup birbirlerine aykırı değildir.

Onun için ayetlerin bazılarının bazılarını neshettiğini söyleyerek ayetleri nasih ve mensuh diye ayırmak, ayetlerin illet ve hikmetlerini tayin ede­memekten ileri gelmektedir.

Aslında ayette, miras değil, nafaka ele alınmakta; boşanan kadının nafa­kası ile, kocası ölen kadının nafakası belirlenmektedir. Dolayısıyla, nafaka ile mirası karıştırmamakta yarar vardır. Nisa/12'de geçen miras kanunu ile Bakara/240-241 'de yer alan (meta') kavramı ibare ve anlam bakımından çok farklıdırlar. Bu ayetler, aynı konuyu işlememektedir; onun için araların­da neshin cereyan ettiğini iddia etmek doğru olmaz.

Komünizm gibi, miras hukukunun olmadığı bir sistemde, Bakara/240-241 ayetlerini devreye sokmak gerekir. Ayrıca vasiyetten miras hukukuna giden bir çizgi izleyen Kur'an'ın hükümlerini mensuh (kaldırılmış) kabul etmek doğru değildir. Kadının miras hakkı olmadığı bir toplumda, vasiyetle onun geçimini temin etmek, oradan miras hukukuna geçmek bir süreçtir. Bu süre­cin bir merhalesini, veya bir halkasını yok kabul etmek, hükmü temelsiz kı­lacakta Oturulan daire hariç, binayı yok kabul etmek akıl işi değildir. O bi­na her şeyi ile bir bütün olarak düşünülmelidir.

(Eğer o kadınlar çıkıp giderlerse, kendi­leri hakkında yaptıkları meşru şeylerden dolayı size bir günah yoktur. Allah azizdir, hakimdir).

Kocası ölen kadın iddetini bitirdikten, yani dört ay on gün geçtikten son­ra, meşru sınırlar dahilinde hareket etmek şartıyla evden çıkıp gidebilir; ya­ni evlenebilir veya babasının evine dönebilir.

Kur'an burada iki önemli hususa dikkat çekmektedir:

1. Kadın tercih hakkına sahiptir.

Ölen kocasının evinde kalmayı tercih edebileceği gibi, evden çıkıp baba­sının evine gidebilir veya evlenebilir.

2. Maruf kavramı ile kadınm tercihine bir kayıt koymaktadır.

Yani kadın, meşru sınırlar dahilinde tercihini kullanma hakkına sahiptir.

Kur'an'ın getirdiği bu hukukî kurallar, hukuksuz aşiret toplumunda bir hukuk kültürü oluşturma amacına yöneliktir.

Cenab-ı Hak, ayetin sonunda (Allah azizdir, hakimdir) buyura­rak, vermiş olduğu hükmün altına imzasmı atmakta; "Bu, aziz ve hakim olan Allah'ın hükmüdür" dercesine hükmün kime ait olduğunu bildirmektedir. Böyle bir hükmü koymak, kudret ve hikmet (yerli yerinde hüküm vermek) vasıflarım gerekli kılmaktadır.

(Ve boşanmış kadınların güzel bir şekilde geçimlerinin sağlanması gerekir).

Yüce Allah burada nafaka konusunu ele almakta; boşanan kadınların nafa­kasının temin edilmesini emretmektedir, ki bu, aşiret toplumunda gerçekten bir devrimdir. Kur'an bu konuda da modern hukukun temellerini atmıştır.

(Bu, muttakiler üzerine bir yükümlülüktür).

Yüce Allah, boşanmış bir kadının nafakasını hak haline getirmekte; bu hakka riayet eden kimsenin takva sahibi olduğuna işaret etmektedir. Yüce Al­lah, şartlara göre kadına karşı erkeğin üzerine yükümlülük yüklemekte ve ka­dın haklarını en ince ayrıntılarına kadar işlemektedir.

(Aklınızı kullanmanız için, Allah size hükümle­rini böyle açıklıyor). [124]

 

Ayetlerin Açıklanması İfadesinin Anlamı:

 

Ayetteki 'ayetlerin açıklanması' ifadesi şu manalara gelmektedir?

1. Buradaki 'ayet' ile, 240 ve 241. ayetlerdeki kocası ölen kadınla, boşa­nan kadın hakkındaki 'hükümler' kasdedilmektedir. Çünkü her ayet bir hü­küm, her hüküm de bir ayettir.

2. Ayetlerin açıklanması, kocası ölen ve boşanan kadın ile ilgili hükümler konması ve bu hükümlerin açıklanması manasına da gelir. Ailevî veya içti­maî meseleleri çözümlemek, onları açıklamak demektir. Yüce Allah'ın bir şe­yi açıklaması, onu hükme bağlaması, çözümlemesi, bilinmezliğini ortadan kaldırması anlamını ifade eder.

3. Yüce Allah, buradaki açıklaması ile bir hukuk öğretimi yapmaktadır. Kocası ölen ve boşanan kadının durumu 'merkeze' alınarak olayın nasıl de­ğerlendirilip hükme bağlanacağının öğretimi yapılmakta, onun bir 'hak/yü­kümlülük' olduğu, bu yükümlülüğün kime ait bulunduğu meselelerinde eği­tici açıklamalar yapılmaktadır.

4. Yukarıda bahsi geçen kadınlar hakkında konan hükümlerin ve o konu­daki açıklamaların eğitimsel amacı, insanlara akıllarını kullanmayı, yani doğru düşünmeyi öğretmektir. Ayetteki (Aklınızı kullanasınız di­ye) ifadesi, buna işaret etmektedir.

Böylece Yüce Allah, aklın hukukî meselelerde yerini almasını, hukukun temelinde aklın bulunmasını amaçlamış ve bu konudaki eğitimin akla hitap etmesi gerektiğini bildirmiştir. Aklın hukukî meselelerde yer almasını iste­mekle Yüce Allah, kadın haklarına duygusal yaklaşımı değil, akla dayanan yaklaşımı öngörmüştür. Çünkü Yüce Allah ayetin bu kısmı ile, hukukun duy­gu işi değil, akıl işi olduğunu vurgulamaktadır.

Genel manada haklar, özel manada kadın haklan, duygu alemine bırakıla­maz, takvanın özünü teşkil eden akla, yani düşünce alemine bırakılması ge­rekir ve bu Allah'ın hukuk eğitiminin biricik amacıdır. [125]

 

Ölüm Korkusu Sebebiyle Görevden Kaçmak:

 

243. Sen ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce ki­şiyi görmedin mi? Ki bu durumda Allah onlara 'ölün' de­mişti ve sonra da onları hayata döndürmüştü. Unutmayın ki Allah, insanoğluna karşı lütufta sınırsızdır, ancak in­sanların çoğu nankördür.

Ayette geçen (ve hum ulûfun) ifadesine Razi, "Kalpleri birbirlerine karşı sevgi ve muhabbet dolu olduğu halde"[126] manasını vermektedir.

Buna göre ayete şöyle mana verebiliriz:

Sen, ölüm korkusuyla yurtlarını terkeden gönülden birbirini seven insanları görmedin mi? [127]

 

Elf Kelimesinin Kur'ân'daki Anlamları:

 

Müfessirlerin neredeyse tümü ve hum ulufun ibaresine 'sayılan binlere varan' manasını vermektedirler. Biz burada ulûf kavramının kökünü ve Kur'an'daki manasını araştırmakla meseleye açıklık getirmeye çalışacağız.

Ulûf kelimesi, 'bin' manasına gelen elf kelimesinden türemiş olup onun çoğuludur ve 'binlerce' manasına gelmektedir.

Elif şeklinde alınırsa, Arap alfabesindeki ilk harfin adı olur.

Elife kalıbında alındığında; aşina olmak, tanımak, yakından bilmek, can­dan arkadaş olmak, yumuşak olmak, ehlileşmek, komite veya hükümet kur­mak, bir araya getirmek, birleştirmek, kompoze etmek, telif etmek, ahenkli kılmak manalarına gelir.

İlf kalıbında, candan dost, yakın arkadaş, sırdaş, aşık manalarına gelir.

Bu kelimenin Kur'an'daki manaları şunlardır:

1. Birleştirmek:

Kur'an'da psikolojik ve maddî anlamda iki türlü birleşme yer almaktadır:

a.  Düşmanlığın ortadan kalkıp insanların gönüllerinin birleşmesidir ki, Âl-i İmran/103'te bu anlama gelmektedir:

Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sanlın, birbirinizden ayrılmayın. Ve Al­lah'ın size verdiği nimetleri hatırlayın. Siz birbirinize düşman iken kalplerini­zi birleştirdi.

Manevî anlamda, insanların gönlünden düşmanlık duygusunu çıkartıp, onların kaynaşmasını, birleşmesini, birbirine bağlanmasını ifade etmektedir.

b. Nur/43'te fizikî anlamda bulutların bir araya gelip birleşmelerini ifade etmektedir:

Görmüyor musun, bulutlan sürükleyen, sonra onlan birleştiren...

Buradaki birleştirmek, üstüste yığmak, iç içe koymak anlamına gelmekte­dir.

Rahmet taşıyan bulutların birleşmeleri gibi, merhamet taşıyan gönüllerin birleşmelerini ifade etmektedir.

2.  Sevgi koymak

Enfal/63'te aynı inanca mensup olanların gönülleri arasına sevgi koyarak kaynaştırma anlamına gelmektedir:

Ve Allah onlann kalplerinin arasına sevgi koyarak birleştirmiştir. Sen yeryü­zünde bulunan her şeyi verseydin, yine onlann gönüllerini birleştiremezdin.

3. Kazanmak

Gönülleri ısındırmak, elde etmek ve kazanmak manasına da gelmektedir:

Kalpleri kazanılacak olan kimseler içindir... [Tevbe/60]

Bu ayette (el-muellefe) kalıbından gelmekte; kalpleri hakikate, İs­lâm'a ısındırılmak için kazanılması gereken insanları ifade etmektedir. Gön­lün, bir inanca, bir fikre ve hakikate intibak etmesi, onunla kaynaşması ve onu benimsemesidir. Onun için zekat, gönüllerini İslâm'a ısındırmak için ka­firlere de verilebilir. Buradaki kazanım, eğitimin amacını tayin etmekte; maddeyi manaya çeviren faaliyete işaret etmektedir.

4. Emniyet

Kureyş/l-2'de 'güven', fiil olarak da 'güvenliği temin etmek' anlamına gelmektedir:

Kureyş'in emniyeti sağlanabilsin diye, kış ve yaz seferlerindeki emniyeti... Bu mana, ele aldığımız kavramın £&; (îlâf) kalıbından doğmaktadır.

5. Bin

Onların her biri bin yıl yaşamak ister. [Bakara/96]

'Bin' rakamı ile kaynaşma, emniyet, birleşme manaları arasında bir bağ­lantı vardır. Rakamlar birleşince bine ulaşmaktadırlar. Rakamların birleşme­si ile gönüllerin birleşmesi arasında derin bir ilişki vardır. Rakamlar toplan­dığında bine ulaşılır; gönüller de toplandığında bir topluluk meydana gelir. Böylece Kur'an rakamların, bulutların ve gönüllerin birleşip kaynaşmalarını aynı kelimeden türetmiş ve ifade etmiştir.

Bin tane rakamın, bin sayısının içinde bir araya gelmesi gibi, binlerce gö­nül de sevgi ve imanın çatısı altında bir araya gelebilir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/243'te ki (ulûf) ibaresine, 'binlerce kişi' manasını verebileceğimiz gibi, 'gönülden birbirine bağlı kişi­ler' anlamını da verebiliriz. Birinci mana ile, bir toplumun nüfus bakımından büyüklüğünü ifade ederken; ikinci manada bir toplumun psikolojik ve sosyal açıdan yapısını ifade eder.

Hangi anlamını alırsak alalım bu ifadeyle Yüce Allah'ın, psikolojik bir duy­gunun, bir toplumu nasıl sarsıp ülkelerinden aynlmaya mecbur bıraktığını açıklama amacını güttüğünü anlarız. Bu psikolojik duygu ise, -ayette ifade edildiği üzre-'ölüm korkusu'dur. 'Ölüm korkusu' burada eksen kavramdır ve göç olgusunun da sebebidir. Yüce Allah sebep sonuç ilişkisi kurarak, psikolojik duygunun hangi neticelere müncer olduğuna işaret etmekte; 'yurdu terket-me' eylemini sonuç olarak tesbit etmektedir. Ölüm korkusu ise sebeptir.

Binlerce kişinin veya kalpleri birbirine bağlı olan insanların bu korku ile memleketlerini terketmelerinin yanlışlığını Yüce Allah, sebep sonuç ilişkisi kurarak açıklamakta ve yermektedir. Cenab-ı Hak bunların kimliğini, bildir-memektedir. Bize göre bildirmemesinin sebebi, böyle toplulukların her za­man olabileceği fikrini genelleştirmek içindir. Bu olgu sadece geçmiş top­lumlarla ilgili değil, gelecek toplumlarla da ilgilidir. Başka toplumlarla sa­vaşma cesaretini kaybeden, bir savaş kültürü oluşturamayan toplumlarda, düşmanlarının saldırısına karşı duramayacakları endişesi 'ölüm korkusunu' doğurur. İşte Allah Teala burada, nüfus çokluğunun, bu korku karşısında hiç­bir şey ifade etmeyeceğini vurgulamaktadır.

Tefsirlerde, Talmut'tan nakillere rastlıyoruz. İsrailiyat ile tefsir yapmayı doğru bulmadığımız için o hikayeleri nakletmiyoruz. Bizim için önemli olan, 'ölüm korkusunun' binlerce nüfusa sahip toplumları, geçmişte yurtlarından ettiği gibi, gelecekte de edeceği meselesidir. Psikolojik olgu ile sosyolojik ol­gular arasındaki bağlantının kurulmasıdır.

Diğer taraftan ayette geçen 'yurdunu terketmek' ifadesi, hem siyasî hem de içtimaî bir mesaj vermektedir. Yurdunu terketmek bağımsızlık ve hürriye­tini terketmek demektir. Yerleşiklikten, göçebeliğe dönmek; yerleşik bağım­sız toplumun sahip olduğu bütün kültürel değerleri terketmek demektir. Ba­ğımsız devlet kurmanın olmazsa olmazını teşkil eden yurt denen toprağı ter­ketmek, sürü haline gelmektir.

Bağımsızlığım, hürriyetini, yurdunu, kültürünü savunamayan topluma Al­lah, 'ölün' dedi; çünkü, ölüm korkusu ile yurdunu terkedene ölüm yakışır.

(Sonra onları hayata döndürdü).

Meseleyi maddî anlamda alırsak, 'onları tekrar diriltti' manasını verme­miz gerekir.

Ayetteki ölüm ve dirilme olaymı sosyolojik manada alamaz mıyız? Düş­manlarıyla ölüm korkusundan dolayı mücadele veremeyecek hale gelen top­lumlar, düşmanlarına karşı manevî değerlerinden fedakarlıkta bulunarak ha­yatta kalma yolunu seçerler. Manevî değerlerinden durmadan fedakarlıkta bulunanlar, zamanla ölü bir toplum haline gelirler.

Ruhun bedenden çekilip gitmesi ile maddî ölümün meydana geldiği gibi, toplumu toplum yapan manevî değerlerin kaybolmasıyla da manevî ölüm gerçekleşir.

Müddessir/19'da 'Ölesice, ne biçim ölçtü biçti' buyurulduğu gibi, ölüm korkusu ile yurtlarını terkedenlere de 'ölesice' denmiş olamaz mı?

(Sonra onları hayata döndürdü) ibaresi de, yurtlarını terkeden bu insanlardan sonra gelen nesillerin, kültürlerini ihya edip ayağa kalkmalarını, kültürel, siyasî ve sosyolojik manada canlanmalarını ifade etmiş olamaz mı?

Bu yorumdan hareket edersek Yüce Allah'ın, toplumsal çürüme ve canlan­mayı anlatıp, siyasî ve sosyolojik eğitim yaptığım anlamış oluruz.

(Unutulmamalıdır ki Allah, insanlara olan lütfunda sınırsız­dır).

Buradaki lütuf, -maddî anlamda alırsak- ölüm korkusu ile yurtlarını ter-kedenlerin ölümlerinin ardından diriltilmeleridir. Diğer mana ile alırsak, ölüm korkusu ile yurtlarını terkeden, yani hürriyetlerini, bağımsızlıklarını ve ürettikleri değerleri bir tarafa atıp müdafaa edemeyen sosyal manada ölmüş insanların, tekrar ayağa kalkıp medenî seviyede hayat bulmaları Allah'ın lüt-fudur. Kısaca ifade edecek olursak, çeşitli nedenlerle çöken bir toplumun tek­rar ayağa kalkması Allah'ın lütfü sayesinde olacaktır. Buradaki lütuf, çöken toplumun tekrar ayağa kalkıp siyasî, sosyal ve kültürel zenginliğine kavuş­masıdır.

Ayetin bu kısmı şu gerçeğe de işaret ediyor: İyiden yana toplumların ge­çirdiği değişim ve gelişimin arka planında Allah'ın lütfü vardır. Ayrıca ^jJjVİ^ (Allah lütfunda sınırsızdır) ifadesiyle, ilahî lütfün bütün insanları kapsadığı da vurgulanmaktadır. Çöken toplum karamsarlığa kapılmadan ça­lıştığı takdirde ilahî lütfa mazhar olup gelişeceği inancını beslemelidir:

(Fakat insanların çoğu nankördür).

Aslında ayetin bu kısmının mota-mot karşılığı 'Fakat insanların çoğu şük­retmez' şeklindedir. Şükretmemek ile, nankörlüğün aynı manaya gelmesi se­bebiyle bu şekilde çeviriyi uygun bulduk.

Çöken bir toplumun, Allah'ın lütfü sayesinde yeniden dirilmesi; siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik manada ayağa kalkması büyük bir dünyevî ni­mettir. O toplumun bu ilahî nimete şükretmesi başta gelen ibadetlerden biridir. Şükürle karşılanmayan lütuf zamanla kaybedilebilir. Buradaki şükrün manası ne olabilir? Bu sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz:

1. Bir toplumun kötüden iyiye doğru olan değişiminin getirdiği gelişmiş­lik seviyesinin -çalışarak- korunması gerekir:

Ve dedik ki: "Ey Davud kavmi! Allah'a şükretmek için çalışın". [Sebe/13]

Bu ayetten çıkan sonuç: çalışmak eşittir şükür. Bir topluma Yüce Allah'ın nasip ettiği gelişmişliğe şükretmek demek, gelişmişliği daha ileri götürmek için durmadan çalışmak demektir.

2. Sahip olunan nimetin kaynağında ilahî iradenin bulunduğu bilinciyle Allah'a dua edip O'nu anmak, O'nun emirlerinin dışına çıkmamak ve o nimet ile gururlanmamak demektir.

Sahip olduğu nimetten dolayı daima Allah'ı anmak, hatırdan çıkarmamak ve asla o nimetin kaynağında Allah'ın bulunduğunu unutmamak, bir şükür­dür/ibadettir. Yüce Allah, ayetin son kısmında insanların çoğunun şükretme erdemini gösteremediklerini belirtmektedir. Demek ki, toplumlar belli bir se­viyeye gelince, bir daha gerilemeyeceklerini zannederek çalışmayı elden bı­rakmakta; gelişmişliğin verdiği rehavet onları tembelliğe sevketmekte ve ge­lişmişliğin ruhu olan Allah'a şükretmek için çalışmayı kaybederek ölü bir sosyal beden haline gelmektedirler. Diğer taraftan, gelişimi kendi güçleriyle kazandıklarını zannedip ilahî lütfü unutarak Allah'ı anmayı terketmektedirler. İşte bu iki durum toplumları sosyal çürümeye götürmektedir. [128]

 

Allah Uğrunda Savaşmak:

 

244. Öyleyse Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

Bu ayeti, daha önce yorumunu yapmış olduğumuz Bakara/190 ayetiyle beraber düşünmemiz gerekiyor. Müslüman kendisine saldırmayan insan veya toplumlarla savaşmaz. Müslüman için savaş, bir nefis müdafaasından baş­ka bir şey değildir. Onun için Bakara/l 90'da tisûtij (salon aşın gitmeyin) yasağı yer almakta ve ayetin sonunda da Allah'ın aşın gidçnleri sevmediği ifade edilmektedir. Demek ki, müslümanın Allah uğruna yapacağı savaşın da belli bir ölçüsü vardır ve olmalıdır.

Peki Bakara/244'teki "Savaşın" emrinin muhatabı kimdir? Tabii olarak müslümanlardır. O zaman 243. ayetteki muhtevanın müslümanlarla alakalı olduğu söylenebilir mi? Diyebiliriz ki: 243. ayette Yüce Allah ölüm korkusu ile kaçmanın yersiz olduğunu genel manada bir model olarak anlatmakta ve aynı duruma düşmemeleri için müslümanlara Allah için savaşmalarını emret­mektedir. Öyleyse burdan çıkan sonuç, 243. ayetin muhtevasının, 244. aye­tin alt yapısını oluşturduğudur. Yüce Allah müslümanlara savaş emrini ver­meden önce savaşmamanın, ölüm korkusu ile yurdu terk etmenin nelere mal olacağını bir olgu olarak anlatıp onların ruhunu hazırlamaktadır.

243. ayetin muhatabının müslümanlar olduğunu söylersek, o zaman Ü^j ifadesini "kalpleri içten kaynaşmış olanlar" şeklinde tercüme etme­miz uygun olur. Çünkü müslümanlar yurtlan olan Mekke'yi terkedip hicret ederken, sayılan binlere ulaşmamıştı; ölüm korkusu ile yurtlarım terketmele-ri onlar için bir kusur sayılmaz. Onlar Allah yolunda öldüler, ama sonra di­rildiler. Her ölüm onlara bir hayat getirdi ve Allah'ın lütfuna mazhar oldular. Ama Medine'yi yurt edinip de güçlenince Allah onlara savaşma emrini ver­di. Bu şekildeki yorum, 243. ayete yeni bir bakış açısı getirmektedir.

(Bilin ki Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir). Yüce Allah 244. ayetteki savaşma eyleminin bir bilgiyi gözardı etmeden yerine ge­tirilmesini emretmekte; savaşa çıkarken yapılan bütün konuşmalan Allah'ın işittiğinin ve bildiğinin bilincinde olunmasını istemektedir. Savaşa hangi ni­yetlerle çıktıklarını, bu savaş için olumlu veya  olumsuz tepkilerin meydana getirdiği bütün konuşmalan duyduğunu söylemekle Allah Teala, bir savaş di­siplini oluşturmak için eğitim yapmaktadır. Savaşla ilgili bütün konuşmala-nn ve kalpteki bütün niyetlerin Allah tarafından işitilip bilindiğini bilen ve O'na inanan insanlann savaşta aşın gitmeleri imkansız olduğu gibi, Allah'ın yardımının onlara geleceği de bir gerçektir.

İşte savaşın üzerine oturacağı manevî bilgi budur. Demek ki, müslüman için fi­zikî anlamda bir savaş bilgisi olduğu gibi, manevî anlamda da bu bilgi olmalıdır. [129]

 

İnfak Allah'a Verilen Borçtur:

 

245. Allah'ın kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceği bir gü­zel borcu O'na verecek kimdir? Allah alır ve kat kat faz­lasıyla geri verir ve hepiniz sonunda O'na döndürüle­ceksiniz. [130]

 

Kareda Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

Ayetin açıklamasını yaparken bazı kavramların manasını ortaya koymak gerekiyor: Ka-re-da kelimesi kesmek, ayırmak, koparmak, bölmek, yolunu kesmek, kemirmek, ölmek, ödünç vermek, yardım etmek manalarına gel­mektedir. Kur'an'daki anlamlan ise şunlardır: [131]

 

Kareda Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:

 

1. Dokunmak

Güneşin Ashab-ı Kehf in mağarasına karşı durumunu anlatırken Yüce Al­lah Kehf/17'de isabet, yani dokunma manasında bu kelimeyi kullanmaktadır:

(Batarken de onlara dokunmadan sol yandan geçip gitti­ğini....)

2. Karşılığı alınmak üzere verilen her şeydir.

Bu manada Kur'an'ın pek çok ayetinde yer almaktadır. Fakire yardım et­meyi Yüce Allah, kendisine borç vermek olarak nitelendirmektedir. "Allah'a borç verme" ameli Tevrat ve İncil'de de olan çok eski bir ibadet şeklidir. Ma-ide/12'de Yüce Allah İsrailoğullanyla yaptığı antlaşmanın maddelerinden de birini teşkil etmektedir:

(Allah onlara şöyle demişti: "Ben sizinle beraberim; eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberlerime inanır, onları destekler­seniz ve Allah'a güzel borç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örte­rim ve sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere koyarım).

Razi tefsirinde karz-ı heseriin (güzel borç vermenin) hükmünü çeşitli ri­vayetlerle açıklamıştır. Biz o rivayetlere girmeden, bu ayetten onun ne oldu­ğunu çıkarmaya gayret edelim. Yukarıdaki ayette, namazı kılmak, zekatı ver­mek, peygamberlere iman, onları desteklemek ve Allah'a güzel bir borç ver­mek şeklinde sıralanan maddelerden birine farz, diğerine nafile deme imka­nımız var mıdır? Farzla içice, ya da yanyana olan şeyin farz olduğu kaidesi doğru değil midir? Demek ki, Allah'a borç vermeyi nafile ibadetler arasında zikretme imkanına sahip değiliz. Ama herkesin bu borcu, sahip olduğu imka­na göre vereceği de bir gerçektir. Müzzemmil/20'de de "Allah'a verilen gü­zel bir borç" namaz ve zekat ibadetinden sonra gelmektedir: "...Namazı kı­lın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin". Bu üçlü ibadetin, ilk ikisi farz, sonuncusu nafile sayılabilir mi?

"Allah'a güzel bir borç vermek", Hadid/18'de hakikati tasdik etmekten sonra gelen bir ibadet olduğu gibi, o tasdikin de işareti, delili olmaktadır:

Hakikati tasdik eden erkek ve kadınlara ve Allah'a güzel bir borç verenlere ge­lince; onlara kat kat fazlası geri ödenecek ve ahirette değerli bir mükafat ka­zanacaklar.

'Karz-ı hasen' kavramı pek çok ayette geçmektedir. Şimdi yorumunu yap­makta olduğumuz Bakara/245'e dönersek, karz-ı hasen'in (güzel bir borç ver­menin) başka bir manasım arayabiliriz: 245. ayeti 244. ayetle irtibatlandırır-sak, karz-ı hasen'e, Allah yolunda canını feda etmek manasını verebiliriz. Bu manadan hareket ettiğimizde, karz-ı hasen'in malla olduğu gibi canla da ola­bileceği gerçeğine ulaşırız. Bütün bu açıklamalardan sonra, karz-ı hasen'i şu şekilde tanımlamamız mümkündür: Allah uğrunda savaşmak için orduya yar­dım etmek, fakirlerin elinden tutmak için infakta bulunmak Allah'a güzel bir borç vermek (karz-ı hasen)dir. Allah Teala, kendisine güzel bir borç verene ne yapacağım da ayetin sonraki bölümünde açıklamaktadır:

(Verdiğinin kat kat fazlasını ona ödeyecektir).

Yüce Allah, -Bakara/3'te geniş bir şekilde anlattığımız gibi- infak edenin niyetine ve yardım yaptığı yere göre sevabını yediyüz kat verdiği [Bakara/261] gibi, dilerse bundan daha fazlasını da verir [Bakara/261]. Ne kadar vereceği belli değildir; çünkü onun karşılığı Allah katodadır [Bakara/262]; o insan için mahşerde korku ve üzüntü olmayacaktır [Bakara/262]; onun duru­mu yağmur yağdığında iki kat ürün veren, yağmur yağmadığında da normal ürün veren bir bostan gibidir [Bakara/265]; Allah onun günahlarını örtecek [Bakara/271]; ona yaptığının on katını verecek [En'am/160]; daha değerlisi­ni verecek [Kasas/84].

Kısaca bire birden sonsuza kadar uzanan bir karşılık takdir etmektedir. Bütün bu bilgilerden sonra ayete dönersek, şu neticeye ulaşabiliriz: "Verdiği­nin fazlasını kat kat ona ödeyecektir" ifadesi, sevabın sonsuzluğunu ifade et­mektedir. Bu ifadenin karşılığı yedi yüz kattan sonra zikredilen '&$Z*£iia\j (Allah dilediğine kat kat verir) [Bakara/261] ayetinde bulunmaktadır.

Allah'ın istediği güzel borcu O'na verenin ödülünü bu dünya ölçülerine göre değerlendirip hesaplamak mümkün değildir. Onun için Yüce Allah, di­ğer ayetlerdeki gibi belli ölçüler koymamış, ödülün çeşidini de belirlememiş­tir. Allah uğruna gerektiğinde canını ve malını veren insanın alacağı karşılı­ğı ancak Allah hesaplayabilir.

Eğer, "Allah'a güzel bir borç vermekten" maksat, hayatını Allah yolunda feda etmek ise, onun ödülü şehitlik mertebesini kazanmaktır. Bakara/l 54'te, şehit olana "ölü" denemeyeceği hükme bağlanmıştır. Dünya durdukça şehit de yaşayacağına göre, şehit olmasaydı, yaşayacağı ömrün kaç katını Allah'ın ona verdiğini hesaplamak mümkün müdür? Feda edilen sayılı seneler karşı­lığında sonsuz bir ömür kazanmaktadır.

"Allah'a verilen güzel bir borç" ifadesiyle, savaşanlara ve fakirlere maddî yardım kasdediliyorsa, harcanan miktarın fazlası ile ödeneceği vaad edil­mektedir. [132]

 

Kabd Kelimesinin Anlamları:

 

(Allah kısar da, genişletir de).

Ayetin bu kısmmda iki kavram vardır; bunlar (kabd) ve (bast) kelimeleridir. Birincisi daraltmak, ikincisi de yaymak anlamına gelmektedir­ler. Şimdi bu kelimelerin lügat ve Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz: Ka-be-da tutmak, yakalamak, iyice anlamak, almak, kapmak, tutmak için elini kapamak, sıkı tutmak, yapışmak, durdurmak, parayı almak, sıkmak, büzmek, mukavele yapmak, bağırsaklardaki peklik, canını sıkmak, kederlendirmek, ümidini kırmak, şevkini kırmak, eksiltmek, ruhunu almak, öldürmek, kapa­mak, beynini bir şeye kapamak manalarına gelmektedir.

1. Almak

Hz. Musa İsrailoğullan'ndan ayrılıp yerine Hz. Harun'u bırakınca, Samiri denen kişi elçinin izinden bir tutam alıp attı. İşte bu durumu, kendisini sor­guya çeken Hz. Musa'ya ifade ederken (fe-kabedtu kabdaten=bk tu­tam aldım) kelimelerini kullandı. Bu alınan şeyin ne olduğu konusunda ihti­laf vardır. Bazıları rasulün ayağmın izinden alman bir avuç toprak, bazıları da elçinin öğretisinden alınan bir miktar bilgi olduğunu söylemektedir. Birin­ci manada maddî bir alma, ikinci manada manevî bir alma sözkonusudur. İki­si arasında ise çok büyük fark vardır. Ama her iki mana da "almak" eylemin­de buluşmaktadır.

2. Tutam

Taha/96. ayetinde (kabda) şeklinde geçmekte ve bir tutam anlamına gelmektedir ki insanın avucuna almış olduğu şeyi ifade etmektedir.

3. Çekmek

Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzatıyor, eğer dileseydi, hiç şüphesiz onu olduğu gibi bırakırdı, fakat sonra gölgeye güneşi yol gösterici kılmışızdır. [Furkan/45] Yüce Allah, 46. ayette gölgeyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

(Ve sonra da onu yavaş yavaş kendimize çekmekteyiz). [Furkan/46]

Bu ayette (kabeda) tutup çekmek anlamına gelmektedir.

4. Kapamak

Kuş kanatlarını açıp kapayarak uçar. Yüce Allah onun bu durumunu anla­tırken Mülk/l 9'da (kabeda) kelimesini kullanmaktadır:

Üstlerinde kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Ayette kanatlarını kapamayı (yakbidne) kalıbından getirmektedir.

5. Cimrilik etmek

Yüce Allah münafıkların cimriliklerini bu kelimeyle ifade etmektedir: (ellerini sıkarlar) [Tevbe/67], yani "cimrilik ederler".

6. Avuç içi

Zümer/67'de yeryüzünün kıyamet gününde Allah'ın tasarrufunda olduğu­nu  ifade  etmek  için  "avucunun  içindedir"  ibaresi  kullanılmaktadır: Nir (Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun avucunun içinde­dir), yani onun tasarrufundadır.

Bütün bu manaların ışığında yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/245'e dönersek (Allah daraltır) ibaresi, Allah'ın verdiği şeyi geri alması, geri çekmesi, nzık kapılarını kapaması gibi işlerde tasarrufta bulun­masını ifade etmektedir.

Kuşun uçmasından ekonomiye ve kıyamette yeryüzünün Allah'ın tasarru­funda oluşuna kadar geniş bir yelpazede kullanılan bu kavramın, özünde ekonomik nimetlerin daralması vardır.

Bu kavramın eş anlamlısı (yakdiru) kelimesidir. Yüce Allah insanı denemek için nimetlerini daraltır:

(Ama rızkını daraltarak onu denediğinde ise...) [Fecr/16]

Rızkım daraltmak, onu geri almak, geri çekmek manasına geldiği için  (kabeda) kelimesiyle aynı manayı ifade etmektedir. [133]

 

Bast Kelimesinin Kur'andaki Manaları:

 

(Bolluk veren de O'dur).

(bast) kelimesi, (kabz) kelimesinin zıttıdır. Bast kelimesinin manaları şunlardır: Yaymak, düzeltmek, genişletmek, sermek, açmak, ihsan etmek, bağışlamak, memnun etmek.

(basît) kalıbından alındığında basit, karmaşık olmayan, hafif, küçük, sade, mütevazi, itibara layık olmayan, ehemmiyetsiz manalarına gelmektedir.

Kur'an'da ise şu manalara gelmektedir:

1. Bol vermek

Bu anlam, ilahî nzıkla alakalıdır: Eğer Allah kullarına bol nzık vermiş ol­saydı... [Şura/27] ayetinde, nimeti bol bol verme anlamına gelmektedir.

2. Uzatmak

Bir insanın, diğerini dövmek veya öldürmek için ellerini ona uzatmasını ifade etmektedir:

Beni öldürmek için el uzatsan bile, ben öldürmek için sana el uzatmayacağım. [Maide/28]

Maide/ll'de de aynı anlama gelmektedir.

3. İsraf etmek

Cimriliğin karşıtı olan savurganlık anlamında kullanılmaktadır:

Eli sıkı olma, büsbütün sonuna kadar açıp varını yoğunu saçıp savurma; son­ra kınanır ve yoksul biri olup çıkarsın. [îsra/29]

4. Yaymak

Rum/48'de bu anlamda kullanılmaktadır:

Bulutlan yükseğe kaldırsın diye rüzgarları estiren O'dur. O, bulutlan göklerin üzerine dilediği gibi yayar.

Yüce Allah, bu ayette "yayma" fiilini (bast) kavramı ile ifade et­mektedir.

5. Açmak

Su içmek için ellerini açan kimsenin bu hareketini ifade etmek için Yüce Allah bu kelimeyi kullanmaktadır. Allah'tan başka sahte tanrılara dua eden­lerin durumunu anlatırken şu benzetmeyi yapmaktadır:

El açıp yalvarmaya layık olan Allah'tır. O'nun dışında el açıp dua ettikleri an-lann isteklerini hiçbir şeyle karşılayamazlar. Onlar ancak ağızına gelsin diye iki avucunu suya doğru açan kimse gibidirler. Halbuki (suyu ağızına götürme­dikçe) su onun ağızına girecek değildir. Kuşkusuz kafirlerin duası hedefini şa­şırmıştır. [Ra'd/14]

6. Boğmak

Allah üzerine yalan uyduran, kendisine vahiy indirilmediği halde indiril­di diyen, Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğini iddia eden adamın canı­nı melekler alırken, elleriyle onu boğarken yaptıkları hareketi ifade etmek için Yüce Allah bu kelimeyi kullanmaktadır: (Melekler de pençelerini uzatmış onlara haydi canlarınızı kurtarın...) [En'âm/93]

Aslında buradaki bast'rn manası ikinci maddedekine yakın düşmesine rağmen; oradaki, insanın insanı öldürmek için elini uzatması; buradaki ise meleğin insanın canını almak için boğması anlamına geldiği için ayrı ayrı mana verdik.

7. Sergi

Yüce Allah bazı ayetlerde yeryüzünü insanlar için döşek yaptığını [Baka­ra/22] söylemektedir. Nuh/l 9'da da yeryüzünü bir sergi, bir halı gibi yaptığı­nı beyan ederken ^ (bisât) kelimesini kullanmaktadır.

8. Üstünlük

Bakara/247'te ilim ve beden bakımından üstünlüğü ifade etmektedir. İlim­de derinliği, bedenî bakımdan gücü ve yetenek bakımından üstün kabiliyet­lerle donatılmışlığı ifade etmektedir.

(Allah onu sizden daha üstün kılmış ve ona derin bir bilgi ve mükemmel bir beden bahsetmiştir).

Bütün bu manaları bir araya getirince, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/245'te, Allah'ın rızkını veya nimetini kullarına bol bol ihsan etmesi manasına geldiğini görürüz. Çünkü ayetin başındaki, "Allah'a güzel bir borç verme" ifadesi infakın bizzat kendisidir. Bazı insanların rızkını daraltıp di­ğerlerine bolca verdiğini söyleyerek, kendilerine bol nzık verilenlerin dar n-zık verilenlere infak etmesini teşvik etmektedir. Böylece, ekonomik bolluk ve darlığın kaynağmda ilahî iradenin olduğu eğitimini yaparak, fakir olanla­ra karşı zenginlerin "Çalışıp kazansaydı; ona ben mi fakir ol dedim" diyerek ilahî kadere karşı çıkmasını önlemektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayete psikolojik, yani manevî bir yorum getirmemiz de mümkündür: Allah'a güzel bir borç vermek, yani fert veya toplumun ihtiyaçları için infakta bulun­mak, bir gönül işidir. Fakirin iniltisini duymak, açlıktan kıvranmasını gör­mek, vatanın müdafaası için Allah yolunda harcama erdemliliğini göstermek bir gönül işidir. (Allah daraltır) ifadesi, yardım etmeyen insanın gön­lünü daraltır manasına alınabilir. (Allah genişletir) ifadesi de, Allah'a güzel bir borç verenin gönlünü açar, ona mutluluktan derin bir pay verir anlamına alınabilir. Böylece kabı ve bast kelimelerine psikolojik mana yüklenmiş olur. Dar gönüllü insanlar yardım edemezler; erdemli bir eylem ve yardımı gönlü açık insanlar yapabilirler.

Bize göre, her iki mananın da alınması gerekir. Psikolojik yorum ekono­mik yorumun sebebini, kaynağım teşkil etmekte; psikolojik oluşumdan eko­nomik oluşumlara giden yolu ifade etmektedirler. (Ve sonunda he­piniz O'na döndürüleceksiniz).

Allah uğrunda, vatanını, namusunu, hürriyetini ve manevî değerlerini mü­dafaa için ölenler; bu müdafaa için orduya yardımda bulunanlar; 'Allah'a gü­zel bir borç veriyorum' diye ihtiyaç sahiplerine yardım edenler de bunları yapmayanlar da neticede Allah'a dönecekler, hepsi Allah'ın huzurunda topla­nacaklardır.

Yüce Allah bu inancı insanların gönlüne yerleştirmek suretiyle, maddî ve manevî fedakarlıkta bulunmayı teşvik etmektedir. Her şeyin bu dünyada kalaca­ğına inanan; Allah'a dönüşün ne olduğunu bilmeyen bir insanın fedakarlık yapıp Allah'a güzel bir borç vermesi mümkün değildir. Bakara/243 ile 245. ayetlerde bu eğitim yapılarak insanın gönlünü açma faaliyeti yapılmaktadır. 242. ayette ise akıl ele alınmış, daha sonra da ölüm korkusuyla fedakarlığı işlenmiştir. [134]

 

Vatan Sevgisinin En İyi Göstergesi Savaştır:

 

246. Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerinin, peygamberlerinden birine: "Bize bir kral tayin et ki Allah yolunda savaşalım" dediklerini bilmez misin? O: "Ya savaşmamz emredilir de savaşmaktan kaçınırsanız?" dede-ğinde, onlar: "Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan sürül­müşken, Allah yolunda neden savaşmayalım?" diye cevap verdiler. Halbuki savaşmak onlara emredilince, bir kaçı dı­şında, uzak durdular; ama Allah zalimleri iyi bilmektedir.

Hz. Musa'dan sonra Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika kabilesinin başında imlik oğullarından Calut adında zorba bir hükümdar bu­lunuyordu. Calut'un komutasındaki Amalikalılar İsrailoğullan'yla yaptıkları savaşta galip gelmişler, vatanlarını zaptederek, şehzade ve çocuklarının pek çoğunu alıp götürmüş, kalanlarını ise vergiye bağlamış ve kutsal kitapları Tevrat'a bile el koymuşlardı. O sırada, İsrailoğullan'nın bir peygamberi yok­tu ve peygamber göndermesi için Allah'a yalvarmışlardı. Yüce Allah pey­gamber sülalesinden kalan tek bir kadından bir çocuk vermiş ve ona peygam­berlik ihsan etmişti. Bir taraftan onun peygamber olup olmadığını denemek, diğer taraftan da çıkarıldıkları yurtlarına dönebilmek için zafer arzularını ye­rine getirmek maksadıyla, -ayette belirtildiği gibi- peygamberlerinden ko­mutan tayin etmesini ve savaş emri vermesini istediler. Savaş emri gelince verdikleri sözden caydılar.[135]

İşte bu ayet, Hz. Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın başından geçen bu ol­guyu anlatmakta, olgunun cereyanında rol alan sebepler zincirini anlatarak o devir toplumunun şahsiyet analizini yapmakta; bir taraftan psikolojik, diğer taraftan da sosyolojik analizlere girmektedir.

Burada maksat, o dönemin olgularının, hikaye şeklinde analizini yapmak değildir; bize göre maksat, Hz. Muhammed'in dönemi ve ondan sonraki za­man içinde benzer olguların olacağma ışık tutmak, böyle ikili oynayan insan­ların bulunacağını önceden haber vermektir. Yaşanan zaman içinde, intikam duygusuyla savaş çıkmasını isteyenler, kendileri savaştan kaçarak alevlenen savaşı uzaktan seyrederler. Yüce Allah bu şahsiyet tipini anlatarak zamanla­ra ışık tutmaktadır.

Ayeti kısımlara ayırarak açıklamasını şöyle yapabiliriz:

I. (Musa'dan sonra İsrailoğullan'nın önde gelenlerinin, peygamberlerinden birine "Bize bir kral tayin et ki Allah yolunda savaşalım" dediklerini bilmez misin?)

Ayetin bu kısmından çıkartacağımız önemli hükümler vardır. Bu hüküm­lere geçmeden önce, bu kısımdaki kavramları açıklamakta fayda vardır: [136]

 

Mele' Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

(el-mele) (melee) kelimesinden türemiş olup doldurmak, dolup kabarmak, boşluğu kaplamak, işgal etmek, zamanı doldurmak, yardım et­mek, desteklemek, arka çıkmak, duygu ile dolu olmak manalarına gelmekte­dir.

(mele) kalıbında alındığında kalabalık, toplantı, cemaat, meclis, içti­ma, dinleyenler topluluğu, yaşlılar konsülü anlamlarına gelmektedir. (alâ mele'i'n-nâs) denince, alenen, aleme karşı; (el-mele'ü'1-a'lâ) ibaresi de göksel varlıklar, yani melekler anlamlarını ifade et­mektedir. [137]

 

Mele Kelimesinin Kur'an'daki manaları:

 

1. Doldurmak:

Kur'an'da doldurmak manasıyla bu kelime çeşitli ayetlerde çeşitli konu­lar için kullanılmaktadır:

a. Cehennemi doldurmak

Allah buyurdu: "Haydi yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım". [A'raf/18]

b. Korkunun gönüle dolması

Bu manasıyla melee psikolojik bir durumu ifade etmektedir:

Onlara rastlamış olsaydın, arkanı dönüp kaçardın; onlardan dolayı için kor­kuyla dolardı. [Kehf/8]

c. Göğün muhafız ve alevlerle dolu olması

Ve biz göğe uzandık, ama onu güçlü muhafız ve alevlerle dolu bulduk. [Cin/8]

Cinlerin ağzından ifade edilen bu durum, gökte uzay yaratıklarının muha­fız olarak bulunduğunu ve alevli yıldızlarla dolu olduğunu göstermektedir. Cinlerin konuşmasını ifade için mele kelimesi kullanılmaktadır.

d. Yer dolusu

Mahşerde kafirlerin "yer dolusu altın verseler bile kendilerinden kabul edilmeyeceği" [Âl-i İmran/91] ifade edilirken mele' kelimesi kullanılmakta­dır.

e. Karnı doldurmak

Kafirler cehennemde ölümcül meyve ağaçlarının meyveleriyle karınlarını dolduracaklardır. [Saffat/66]

Görüldüğü gibi 'doldurmak' manasıyla mele kavramı, cehennem, gönül, gök, yer ve insan karnı ile alakalı olarak kullanılmaktadır.

2. Lider

Mele kavramı, bir toplumun lideri, çoğulu da liderleri manasına gelir. Bu­radaki liderler, önde gelenler anlamını da ifade etmektedir. Ancak bazı ayet­lerde, Firavun gibilerin yanında olan önde gelen kimseler olduğu halde, bazı ayetlerde en öndeki insanlar, yani liderler anlamında kullanılmaktadır. Mese­la yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/246'da 'ileri gelenler' manasını ifade ettiği halde, A'raf/60'ta 'lider' anlamına gelmektedir.

3. Yüce topluluk

(Onlar orada tartışırken benim mele-i a'la (yüce top­luluk) hakkında hiçbir bilgim yoktu). [Sad/69]

Görüldüğü gibi mele kavramında doldurmak, lider, ileri gelenler, yüce topluluk manaları vardır.

Bakara/246'da kraldan sonraki önde gelenler topluluğunu ifade etmekte­dir. Ayetin ilk bölümünde, Hz. Musa'dan sonra lidersiz kalan topluluğun pey­gamberlerinden istedikleri meselenin ele alındığını görüyoruz. Ayetin bu bö­lümündeki melik kelimesine 'kral' manası verilebileceği gibi, 'komutan' ma­nası da verilebilir.

İsrailoğullan, Allah yolunda savaşmak için peygamberlerinden kral tayin etmesini istemektedirler. Bunun siyasî açıdan çok önemli bir hükme sahip ol­duğunu görüyoruz. Hz. Musa hem devlet başkanı, hem de peygamber olma­sına rağmen, ondan sonra gelen nebi, devlet başkanlığı vasfını kaybetmiş ol­duğu içindir ki, ondan kral istemişlerdi. Din işlerini yürüten nebinin yanısı-ra, devlet işlerini yürütecek krala da ihtiyaç duymuşlardı. Savaş için nebilerine sorumluluk yüklemek istemediler.

Diğer taraftan, önde gelenlerin de bir önde gelen aradıkları ve bir devlet başkanı olmadan devlet işlerinin yürümeyeceği gerçeğine de işaret edilmek­tedir. Bir toplumun önde geleni olmak başka şey, başkanı olmak ise başka bir şeydir.

Ayrıca ayetin bu kısmından günümüze taşıyacağımız önemli bir ilke var­dır. Devlet başkanlığına tavın edilecek olan kişinin ve aralarından seçilecek adayların tesbitinde, derin bilgi sahiplerinin rolü olması gerekir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda Şeyh Edebali'nin oynadığı rol buna en güzel örneği teşkil etmektedir. O dönemdeki İsrailoğulları'ndaki nebinin yerini, günümüz­de, derin bilgiye sahip siyaset bilimcileri almalıdır.

II.  (O "Ya savaşmanız emredilir de savaş­maktan kaçınırsanız?" dediğinde...)

Nebi'nin, kraldan çok savaştan kaçınma üzerine durması ilginçtir, sorum­luluk yüklenenlerin bundan kaçmasının doğru olmadığına işaret etmekteydi. Aslında nebi, onlarda var olan bu cesaretsizliği sezmiş ve onlara güveneme-diği için bu soruyu sormuştu. Onların isteğinden çok cesaretlerini önemsedi ve sorusunu onun üzerine yoğunlaştırdı. Bu durumu günümüz siyasetine şöy­le uyarlayabiliriz: Bir toplumu savaşa sokacak olan ileri gelenler; toplumun savaşmak için psikolojik durumunu iyi bilmelidirler. Çünkü en büyük silah, savaşacak olanların cesaretidir. Ölüm korkusu ile savaştan kaçacak olanların elinde en modern silahlar olsa bile, zafer mukadder değildir. Toplumun psiko­lojisini savaş için hazırlamanın, onların moral ve maneviyatını yüksek tutma­nın en büyük silah olduğunu vurgulamak gerekiyor. Çünkü savaş ateşi, za­manla o ateşi yakanları yakabilir. Anlık tereddüt ve korkular, mağlubiyeti be­raberinde getirebilir. Morali yüksek olan ve gözünü budaktan sakınmayan için mağlubiyet yoktur; ya zafer, ya da ölüm vardır. İşte onların nebisi, onlarda böyle bir moralin olup olmadığını anlamak için bu soruyu sormuştur.

III. (Onlar, "Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan sürülmüşken, Allah yolunda neden savaşmayalım" diye ce­vap verdiler).

Ayetin bu bölümünde "yurtlarından çıkarılma" ve "Allah yolunda savaş­ma" meseleleri ele alınmaktadır. "Yurtlarından çıkarılma" konusu, Bakara/84'te ele alınmıştı. "Birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına dair Yü­ce Allah İsrailoğulları'yla antlaşma yapmıştı" bu antlaşmaya rağmen onlar, birbirlerini yurdundan çıkarmak için yardımlaştılar ve Allah'a verdikleri sö­zü unuttular, ya da gözardı ettiler.

Bu yanlışlarından dolayı da kendilerinin yurtlarından çıkarıldığına bu ayette şahit oluyoruz. Ayrıca, Bakara/243'te "ölüm korkusuyla yurtlarını ter-keden binlerce kişinin olduğunu" gördük, ki bunlar da İsrailoğullan olabilir.

Hz. Peygamber ve arkadaşlarının da Mekke'den çıkarılmaları Hac/40'ta ifade edilmektedir:

Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtla­rından çıkarılmışlardır. Şeytan da Hz. Adem ile hanımını cennetten çıkarmıştır:

Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulun­dukları cennetten onları çıkarttı.

Aynı durumla Hz. Şuayb da karşı karşıya kalmıştır:

Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: "Ey Şuayb! Seni ve seninle bera­ber inananları memleketimizden kesinlikle çıkartacağız veya dinimize döne­ceksiniz". Şuayb, "İstemesek de mi?" dedi.

"Yurttan çıkarma" eylemi şeytanla ilk insan arasında başlamış ve bir sü­reç olarak insanlık tarihinde devam etmiştir/etmektedir. Bu durum tarihî, sos­yolojik ve dinî bir olgu olarak insanlığın hayatından çıkmayan bir gerçeklik olarak yaşamaktadır. Hemen hemen bütün peygamberler yurtlarını terketmiş veya terke zorlanmışlardır. Ama bu olgunun kirli ırmağının başında şeytanın Hz. Adem ve hanımı ile olan mücadelesi vardır. Bu öyle güçlü bir ırmaktır ki, akan pisliği hiç tükenmemekte, ilerleyen insanlığın sosyal ve manevî ya­pısını her asırda kirletmekte, gelecek nesillere kirli bir dünya tarihi bırak­maktadır.

İşte İsrailoğullan da yurdundan zorla çıkarılma olgusundan nasiplerini al­dıkları için, bir kralın başkanlığında savaşıp yurtlarını geri almak istemekte­dirler. Onların çıkarıldıkları ülkelerine hasret çektikleri gerçeği de ayetten anlaşılmaktadır. Böylece Yüce Allah, onların psikolojik yapısını yansıtarak, savaş isteklerinin altındaki nedene inmekte ve bunu vatan hasretine bağla­maktadır. Sosyal, kültürel ve dinî hatıralarını yaşayıp kendisiyle bütünleştirdiği vatanından ayrı kalmak, insanı yıpratan, aşağılayan ve derinden sarsan bir duygu olduğu için, canını ve malmı vererek onu geri almak uğruna sava­şı göze almaktadırlar. İşte Yüce Allah, ayetin bu kısmında insanları yurtların­dan çıkarmanın en büyük zulüm olduğunu insanlığa öğretmek için bu ayeti örnek olarak vermekte ve onun kötülüğünü insanların bilincine yerleştirmek­tedir.

IV. (Halbuki savaşmak onlara emredilince, bir kaçı dışında, uzak durdular).

Peygamberlerinden istedikleri savaş emri çıkınca, İsrailoğullan yüz çevir­diler. Ayetin bu kısmında (onlara yazıldı) ifadesi yer almaktadır. Sa­vaşın yazılması, farz kılınması, emredilmesi anlamına; (tevellev) de yüz çevirmeleri, arkalarını dönmeleri, uzak durmaları manasına gelmektedir. Yü­ce Allah, İsrailoğulları'mn savaştan kaçmalarını anlatmakla onların psikolo­jik yapılarını açıklamakta; gelecek nesillere vatanı, milleti, namusu, bayra­ğı/bağımsızlığı için savaştan kaçmanın kötülüğünü öğretmektedir.

V. (Ama Allah zalimleri iyi bilir).

Yüce Allah, peygamberlerinden savaş emri isteyip Allah'tan savaş emri geldikten sonra, savaştan kaçmayı zulüm, bunu yapanları da zalim olarak ilan etmektedir. Çünkü onlar, hem Allah'ın emrine karşı çıktılar, hem de pey­gamberlerini aldattılar. Böylece Yüce Allah, zulmün ne olduğuna ve zalimin kim olduğuna bu ayetin sonunda bir açıklık getirmiştir.

Verdiği sözde durmamak, kendisini olduğundan farklı göstermek, karşı­sındaki insanı aldatmak ve Allah'ın enirini yerine getirmemek gibi davranış­lar, bu ayette zulüm kavramının kapsamına girmekte ve tanımını vermekte­dir. Diğer taraftan onlar, "Allah uğruna savaşma" fikrini de istismar etmek­tedirler.

İsrailoğulları -ayetten anlaşıldığı üzere- bir çok istek ve vaatte bulunu­yorlar: Kral istiyorlar, peygamberlerini deniyorlar ve kral tayin edilen kişiyi kabul etmek istemiyorlar; savaş istiyorlar, kahramanlık göstereceklerini söy­lüyorlar. Bu kadar isteğin neticesinin kaçış olacağına da işaret eden Yüce Al­lah, isteklerin sınırlı tutulması gerektiğine de işaret etmektedir. Yüce Allah, zalimleri bildiğini söylemekle onların bu davranışlarını değerlendireceğini vurgulamaktadır.

Böylece bu ayette Yüce Allah, devlet başkanının toplum için önemini an­latmış, peygamber ile devlet adamının ayrı olabileceğine işaret etmiş ve bu açıklamalarıyla siyaset bilimine önemli ilkeler getirmiştir.

Yurtlarından çıkarma olgusuna ve bunun savaşa neden olacağına dikkat çekmekle sosyoloji bilimine ve bunun arkasındaki psikolojik nedenleri anlat­makla da sebep sonuç ilişkisinin sosyal olgu ve olaylardaki rolünü vurgula­yarak sosyal psikolojiye katkıda bulunmaktadır. [138]

 

Hükümranlığın Ölçüsü:

 

247. Ve onların peygamberleri, toplumunun önde gelenle­rine, "Bakın" dedi, "Allah Talut'u size kral olarak tayin etti! Onlar: "Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona fazla bir servet de verilmemişken nasıl bizim üzerimi­ze hüküm sahibi olabilir?" dediler. (Peygamber) "Bakın" dedi, "Allah onu sizden daha üstün kılmış, ona derin bilgi ve mükemmel bir beden bahsetmiştir. Ve Allah hükümran­lığı istediğine verir: Zira Allah her şeyi kuşatan ve her şe­yi bilendir".

Bu ayeti birkaç bölüme ayırarak açıklamaya çalışacağız:

I. Talut'un kral olarak atanması

(Ve onların peygamberi, toplumun önde ge­lenlerine, "Bakın" dedi, "Allah Talut'u size kral olarak tayin etti").

Ayetin bu kısmında (Talut)ve (be'ase) kelimelerini ele alacağız. Zemahşeri, Talut kelimesinin Calut ve Davud gibi Arabça olmayan kelime­lerden olduğunu söylemektedir. Mükemmel bir'bedene sahip olmasından ve uzunluğundan dolayı, kelimenin (tul) yani uzunluktan geldiğini zanne­denler olmuştur. Kelime İbranice kaynaklıdır.[139] Talut'un ismi Süryanice Sa-yil ve îbranice Savil b. Kays imiş. Demek ki Talut lakaptır.[140]

 

Be'ase Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

(be'ase) kelimesi göndermek, neşretmek, kurye ile göndermek, sev-ketmek, delegeye selahiyet vermek, çıkarmak, fışkırmak, davet etmek, daha yüksek mahkemeye çıkarmak, uyandırmak, canlandırmak, harekete geçir­mek, dirilmek, canlanmak, teşvik etmek, meydana getirmek, yeniden canlan­mak, kışkırtmak, sebep olmak, vücuda gelmek ölünün kıyam etmesi, neşet etmek, tekamül etmek manalarına gelmektedir. [141]

 

Be'ase Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

a. Göndermek

Bütün insanlık bir zamanlar bir tek topluluktu. (Sonra ihtilafa düşmeye başla­dılar), bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönder­di. [Bakara/213]

b. Çıkarmak

Allah, mesajlarım onlara iletmek, onları arındırmak ve onlara ilahî kelamı ve hikmeti öğretmek için içlerinden bir elçi çıkararak mü'minlere lütufta bulun­muştur. [Âl-i İmran/164]

Kelimeye, bu ayette "yetiştirmek" manası verilmelidir. Bir kişinin; bir halkın içinden çıkması, onun yetişmesi anlamına gelir. Eğitmek, öğretmek, terbiye edip yetiştirmek demektir. Alimler 'çıkarmak' manasım tercih ettik­leri için, biz de onlardan aynlmayarak mealde 'çıkarmak' kelimesini kullan­dık.

c. Kaldırmak

Geçişli olursa kaldırmak, geçişsiz olursa kalkmak manalarına gelmekte­dir. Yasin/52'de "kaldırmak" anlamını ifade etmektedir:

"Eyvah!" diyecekler, "Kim bizi kabrimizden kaldırdı?" Tevbe/46'da da "kalkmak" manasına gelmektedir: Zaten Allah onların kalkış tarzlarını beğenmedi...

Bu anlamı verirken, kelimenin (inbias) kalıbından getirildiğini bil­mekte yarar vardır.

d. Diriltmek

Sonra ölümünüzün ardından sizi diriltti ki şükredesiniz.

Hac/5 ayetinde isim olarak gelmiş ve "öldükten sonra dirilme" manasın­da kullanılmıştır. "Yeniden dirilme" aynı zamanda kıyamet günü gibi diriliş günü anlamında Kur'an'da geçmektedir. Bize göre kelimenin ana manası bu­dur.

e. Yükseltmek

Ve gecenin bir vaktinde kalkıp, kendi isteğinle nafile namaz kıl ki, böylece Rabbin seni belki övgüye değer bir konuma yükseltir. [İsra/79]

İbadetlerin insanı yücelteceğinin en önemli delillerinden biri de bu ayettir.

f. Tayin etmek

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/247'de bu anlama gelmektedir. Ama bu tayin tamamen siyasî amaçla yapılan bir atamayı ifade ederken; Nisa/3 5'teki tayin ise tamamen hukukî anlamda bir atamayı ifade etmekte­dir:

Şayet kan-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ve kadının ailelerinden birer hakem tayin edin. [Nisa/35]

g. İleri atılmak

İçlerinden en şaki olanı ileri atılırken... [Şems/12]

Bir yasağa karşı isyan eden ve bunu eyleme döken kişinin yaptığı hareke­ti Yüce Allah bu kavramla ifade etmektedir.

h. Alt-üst olmak

Kıyametin kopuşu esnasmda, kabirlerin durumunu Yüce Allah bu keli­meyle anlatmaktadır:

Ve kabirler alt-üst olduğunda... [İnfitar/4]

Yorumunu yapmakta olduğumuz 247. ayetin birinci bölümüne dönersek, peygamberleri onlara, Yüce Allah'ın Talut'u onlara kral olarak atadığını ha­ber vermişti. Demek ki Yüce Allah, peygamber gönderdiği gibi, kral da ata­mıştır. Kendi aralarından bir kral çıkartamayan topluma Yüce Allah siyasî müdahalede bulunarak kral atamıştır.

Bu olayı günümüze indirgersek, nasıl bir yorum yapabiliriz? Güçlü top­lumlar, yani derin bir siyasî geleneği olan, devlet tecrübesi bulunan toplum­lar kendi aralarından ehil olanı bulup çıkartırlar ve kendilerini idare etmek üzere siyasî erki ona verirler. Siyasî kültürü ve devlet tecrübesi olmayan kö­le ruhlu insanlar bunu yapamazlar. Talut zamanında, toplumda peygamber bulunduğundan onların isteklerini Allah'a bildirdi ve atamanın Allah tarafın­dan yapılmasını sağladı. Ama günümüzde bunu nasıl gerçekleştireceğiz?

Allah'ın "Emaneti ehline verin!" hükmü elimizdedir. Bu hükümle aklımı­zı ve siyasî tecrübemizi bir araya getirince bunu çözebiliriz. Ama hasedimiz, ehil insanların başa geçmesine karşı olan isteksizliğimiz öne geçerse, başka­ları o toplumu idare eder.

Onlar, "Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona fazla bir servet de ve­rilmemişken nasıl bizim üzerimize hüküm sahibi olabilir?" dediler. [142]

 

Ayette Üzerinde Durulan Üç Önemli Mesele:

 

Ayetin bu bölümünde üç önemli mesele üzerine durulmaktadır:

a. Daha layık olmak

İsrailoğullan "daha layık olma" kavramını bildikleri halde "daha ehil ol­ma" özelliğini bilmiyorlar ve o özelliği gözardı ediyorlardı. "Daha layık ol­manın", "daha ehil olmaya" bağlı olduğu anlayışına veya bilgisine sahip de­ğillerdi. Ehliyetsiz liyakat, sadece bir tutkudan ibaret olduğu için, duygu ale­minin kaypak zeminine temel atacağından toplumu da kaygan bir zemine ta­şır ve toplum çürümeye ve kaymaya başlar. Ehliyetsiz liyakat aramak, -ağaç­lan kesip toprağı erozyona açık hale getirmek gibi- siyaseti ve dolayısıyla toplumu erozyona uğratır. Onun içindir ki Yüce Allah Nisa/5 8'de emanetin ehline verilmesini emretmektedir ki bu, siyasî erki ele almanın, emaneti ele almak olduğunu göstermektedir. Bu emaneti halk vereceği için, Yüce Allah"emaneti ehline verin" diyor. Demek ki kimse, siyasî hükümranlığı -halka rağmen- eline geçirmemelidir. Yüce Allah bin dört yüz küsur sene önce si­yasî erki halkın ehil olana vermesi gerektiğini söylemekle demokrasinin, ya­ni halk idaresinin temellerini atmıştır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette Talut'un, hükümdar olarak atan­masının, ondaki ehliyet ve liyakatten kaynaklandığına işaret edilmiş ve bun­lar Yüce Allah tarafından belirlenmiştir.

b. (Ve ona fazla bir servet verilmemişken...)

O dönemdeki İsrailoğullan, iktidarı eline alacak olan kişinin zengin olması­nın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Zenginlikle devlet başkanı olmak arasında bir ilişki kuruyorlar; fakir olanın devlet başkanı olamayacağını düşünüyorlardı.

c. ("Nasıl bizim üzerimize melik olabilir?" dediler).

Demek ki, İsrailoğullan kendilerini iktidara layık görüyorlardı ama içle­rinden birini seçemiyorlardı. Bu ayet bize; kendilerini iktidara layık görüp de, içlerinden birini seçemeyen insanları başkalarının idare edeceği hakikati­ni öğretmektedir. Kendi aralarından birini krallığa seçemeyip, peygamberle­rine müracaat edip kral seçmesini, ya da tayin etmesini isteyenlerin kral ol­maya layık olmadıklarını gören Yüce Allah, başka birini tayin etmiştir.

Yüce Allah'ın bu tayini, insanlığın siyasî geleneğine değişmeyen evrensel bir kural getirmiş ve böylece insanlığa siyasî bir öğreti bırakmıştır. Kendile­rini iktidara layık görüp de içlerinden birini seçemeyenler devleti yönetemez ve mutlaka dışardan birinin iktidara getirilmesi gerekir. Diğer taraftan kendi­ni layık görmek yetmez; ehil olmak ve ehil olanın başa geçmesi için fedakar­lık yapma kültürüne de sahip olmak gerekir. Aynı inancı, aynı düşünceyi, ay­nı değerleri ve aynı siyasî geleneği paylaşanlar arasında "ben olayım o olma­sın" anlayışı, onları doğal olarak iktidardan uzaklaştıracaktır. Bu ayet, o za­man da, başka birinin hükümranlığı ele geçirmesine hayıflanmanın yersiz ol­duğunu göstermektedir. [143]

 

Liyâkata Dayanan Ehliyetin Özellikleri::

 

III. (Peygamber "Bakın" dedi, "Allah onu sizden daha üstün kılmış ve ona derin bilgi ve mükemmel bir beden bah­setmiştir").

îşte ayetin bu bölümü, liyakatin dayandığı ehliyetin hangi özelliklerden kaynaklandığını bildirmektedir:

a. Talut'un, Yüce Allah'ın seçimine, yani tercihine layık olması.

Ayetteki (ıstafâ) kelimesi seçti manasına gelmektedir. Ayetin birin­ci bölümünde yer alan, (sizin için atadı) ifadesi, bu bölümdeki "seçme" eylemine dayanmaktadır. Bu ilahî atamanın gelişi güzel olmayıp bir seçime dayandığını vurgulamaktadır.

b. (İlimde ve bedende ona üstünlük verdi). Hükümranlığı, yani siyasî erki eline alacak olan kişinin ehliyeti, bilgiye

dayanmalıdır. Bilgide derinlik ve genişlik, iktidar için eksen özelliği oluştur­maktadır.

Talut'un bilgide ileri gitmesinin altında ilahî kudretin olduğu Sü (zade) fi­ilinin muhatabı olmasından anlaşılmaktadır. Demek ki, Allah ona derin bir bilgi vermişti.

c. Mükemmel bir bedene sahip olması.

Bedenin mükemmelliği, gücünü ifade etmektedir. Ondaki heybet, güç ve görünüm devlet başkanlığına layık olmasını temin ediyordu. Derin bilgiye sahip olması manevî üstünlüğe, güçlü bir bedene sahip olması da sahip oldu­ğu biyolojik değere işaret etmektedir.

Bedenen güçlü ve sıhhatli, fizyolojik olarak güzel olmak, kral olarak atan­manın diğer bir şartıdır. Allah, önce bu özellikleri ona verdi ve sonra onu seçti.

Ayetin bu muhtevasını günümüze taşırsak, iktidar sahipleri seçtikleri in­sanların özelliklerini öne çıkarmalıdırlar; zenginliklerini değil. Bilgiye sahip olmak en önemli özellik olduğundan, onu birinci sıraya koymalıdırlar.

Bilgi sahibi olmayan devlet başkanı, devlet idaresini, yani siyaseti bilgi­nin üzerine temellendiremeyeceğinden, topluma zarar verir ve onu duygu de­nen kaypak aleme çekmeye çalışır. Siyasetin kaypak alana çekilmesi, eroz­yona uğraması demektir. Siyasetteki erozyon, toprak erozyonundan daha teh­likelidir; çünkü toprak erozyonu toprağı kaydırır; siyasetteki erozyon ise top­lumu kaydırır.

IV. (Ve Allah hükümranlığı, istediğine verir). Ayetin bu kısmı çok önemli mesajlar vermektedir:

a. Bazı konular vardır ki orada beşerî güç ilahî takdire müdahale edemez. Orada Allah'ın dilemesi ve takdiri cereyan eder. Bunlardan biri de iktidar ko­nusudur.

b. Allah iktidarı kime vereceğini tayin ederken, özelliklere bakar. Demek ki takdir, özelliklere göre olmaktadır. Yeryüzündeki insanların sahip oldukla­rı özellikler; takdir ve tecelliyi yönlendirmektedir. Çünkü Allah'ın takdirinin, kaliteli ve bilgili olandan yana tecelli edeceği bir kanundur.

İnsanların, ehil olanın tesbitinde hata yapmaları mümkündür. Allah ehil olanı tesbit etmede yanılmayacağı için, bu konudaki tasarruf O'nun kudretin-dedir.

V. (Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir).

Her şeyi kuşatan ve her şeyi bilen Allah, takdir etme hakkına sahiptir. Yü­ce Allah "kuşatıcılık" ve "bilme" sıfatlarını gündeme getirerek, iktidarı belir­leme, iktidarı kime vereceğini tesbit etme ve bu konuda seçme yetkisinin kendisine ait olduğuna işaret etmektedir. Görüldüğü gibi Yüce Allah, hem kendi bilgisini, hem de Talut'un bilgisini gündeme getirerek problemin çözü­münü gerçekleştirmektedir.

Kısaca diyebiliriz ki: Yüce Allah bu ayette Talut'u kral olarak atarken han­gi ölçüleri dikkate alıp seçimini yaptığmı anlatmış; insanların hükümranlık için tesbit ettikleri değerlerin geçersiz ve yanıltıcı olduğunu vurgulamış; ila­hî takdire kimsenin karışamayacağını ve o takdirin iktidarı eline alacak olan insanın özelliklerine göre gerçekleşeceğini kanuna bağlamıştır:

De ki: "Ey mutlak egemenlik sahibi Allahım! Sen hükümranlığı dilediğine ve­rirsin, dilediğinden alırsın; dilediğini yüceltirsin dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler senin kudretindedir. Doğrusu, sen istediğini yapmaya kadirsin". [Âl-i İmran/26]

Bu ayette, siyasetin en ince meseleleri açıklandığı gibi, olmazsa olmazla­rı da tesbit edilmiştir. [144]

 

Talut'un Melikliğinîn Delili Tabut:

 

248. Peygamberleri onlara: "Onun hükümranlığının delili; tabut'un size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o tabut'un için­de Rabbinizden size bir sekine; Musa ve Harun ailelerinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için bunda şüphesiz bir alamet vardır" dedi.

Talut'u küçümsemeleri neticesinde -bir önceki ayette- onun bilgi ve be­den bakımından üstün olduğunu söyleyen peygamberleri, bu ayette de onun hükümranlığının delilini zikretmektedir. Ayeti kısımlara ayırarak açıklaması­nı yapabiliriz:

I.  (Peygamberleri onlara, "Onun hükümran­lığının alameti; tabutun size gelmesidir..." dedi).

Ayetin bu kısmında iki önemli kavram yer almaktadır: Birincisi "delil" ya da "alamet" şeklinde mana verebileceğimiz (ayet) kavramıdır. Kur'an'ın bir cümlesine ayet dendiği gibi, hükmüne de ayet denir. Mucize, işaret ala­met ve delil manalarına da gelmektedir. Burada ayet kavramı, işaret, alamet, delil anlamını ifade etmektedir.

Diğeri ise, (tabut) kavramıdır. Tabut'un ne olduğunu Razi geniş bir şekilde açıklamaktadır. Tabut içine önemli eşyaların konup saklandığı san-dık'tır. Razi'ye göre, İsrailoğullan bu sandığı biliyorlardı. Yüce Allah, Hz. Musa'nın ölümünden sonra, İsrailoğullan'na kızdığı için bu sandığı göğe çı­karmış, Talut'un hükümranlığında tekrar göndermiştir. Tabut'u melekler ko­rumuş ve İsrailoğulları inişini seyretmiştir. Razi'nin açıklaması, ayetin zahirine uygun görünmektedir.

Ama Zemahşeri'nin başka bir açıklaması vardır: Tabut kavramı (üb-tü=tevbe ettim) sözcüğünden türemiştir.

(et-tevbu=geri dönme) manası­na gelmektedir. Tevbe ve tabut kelimeleri, geri dönme manasında buluşmak­tadır. Sandığın içine eşya koymak için ona dönülür. Eşya çıkartmak için yi­ne ona dönülür.[145]

Bu manadan hareket edersek, tabut kavramının, değişim manasına gelen tevbe anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Allah'a dönüş manasıyla, tevbe, insanın hayatında çok büyük bir değişi­min meydana gelmesine sebep olmaktadır. Tabut'un İsrailoğullan'na gelme­si, tevbe etmelerine fırsat verilip değişimi gerçekleştirmeleri anlamındadır.

Muhammed Esed'in verdiği manadan hareket edersek tabut kelimesi, in­sanın kalbidir diyebiliriz. Kalb de bir sandık gibi içinde pek çok şeyi taşı­maktadır. Sevgimiz, imanımız, korkumuz, irademiz ve bütün sırlarımız kalb denen sandıkta bulunmaktadır. Bir sonraki bölümü açıklarken, bu ayetteki ta­but konusunda tercihimizi ortaya koyacağız.

II. (Tabut'un içinde Rabbinizden si­ze bir sekine, Musa ve Harun hanedanının bıraktıklarından bir kalıntı vardır).

Ayette, İsrailoğullan'na gelen bu sandıkta iki önemli şeyin bulunduğu ifa­de edilmektedir: Sekine ve Hz. Musa ile Harun'un hanedanından gelen kalın­tı. Şimdi bunların ne anlama geldiğini açıklayabiliriz: Bakara/83'te (mesakin) kavramını açıklarken sekine'nin ne olduğu hakkında geniş açıkla­malarda bulunmuştuk. Burada bu kavramın esas manalarına değineceğiz. Se­kine kavramı, hareketin zıttı olan "sükun" kelimesinden gelmektedir. Razi, bu kelimeye alimlerin verdiği manaları özetlemektedir: Tabut geldiği zaman sizler sükunete erer, Talut'un hükümdarlığını kabul edersiniz ve Talut'a karşı olan nefretiniz sona erer. Bu görüş Ebu Bekir el-Esamm'ın görüşüdür.

Ebu Müslim, "Tabut'un içinde Allah Teala'nın Hz. Musa ile Hz. Harun'a ve onlardan sonra gelen peygamberlere indirdiği kitaplar ile bu kitaplarda Al­lah'ın Talut ve ordusuna yardım edip onlardan düşman korkusunu kaldıraca­ğı vaadi vardı" diyor. [146]

 

Sekine Kavramının Manası:

 

Razi, sekine kavramını sebat ve emniyet ile tefsir ediyor.

Kur'an'da sekine kavramı muhtelif ayetlerde yer almakta ve çoğunlukla kalp ile alakalı bir kavram olduğu görülmektedir. Sekine'nin sosyolojik ma­nası da vardır.

a. Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ederken yolda bir mağara­ya Hz. Ebubekir'le beraber sığındılar. Mağaranın içinde düşman geliyor diye Hz. Ebubekir korku içindeydi. Onun korktuğunu gören Hz. Peygamber ("Üzülme Allah bizimle beraberdir" dedi). (Ve derken Allah ona katından bir sükunet (güven duygusu) indirdi). [Tevbe/40]

Bu ayetteki sekine kavramı, "güven duygusu" anlamına gelmektedir. Gü­ven duygusunun yeri de kalptir. Şimdi bu manadan hareket edip, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/248'e dönersek tabut'a. kalb, içindeki sekine'ye de "güven duygusu" anlamım verebiliriz. İsrailoğullan'mn kalplerinde, hem Talut'a güven; hem de düşmanlarına karşı korkunun yerine güven gibi olu­şumlar meydana geldi.

Fetih/26 ayetinden de sekine'nin kalble alakalı bir kavram olduğu anlaşıl­maktadır:

Hakikati inkara şartlanmış olanlar kalplerinde küstahça bir büyüklük duygu­su taşırken, Allah peygamberine ve mü'minlere iç huzuru (sekine) ihsan et­mişti.

Fetih/4 ayeti de şöyledir:

Mü'minlerin kalplerine sükunet bağışlayan O'dur, ki göklerin ve yerin bütün güçlerinin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın herşeyi bilen ve gerçek hikmet sa­hibi olduğunu görerek, imanlarını daha da artırabilsinler.

Bu ayette, sekine'nin kalbe indiğine şahit oluyoruz. Bu durumda sekine kalp huzuru anlamına gelmektedir. Bu iç huzurla, insan kainatın sırlarını da­ha iyi anlayabilir ve Allah'ın kudretini daha iyi takdir edebilir ve bunlar sa­yesinde imanını artırabilir. Buradaki iç huzuru (sekine), anlayışı ve imanı kat kat artıran kalpteki oluşumun adıdır. Sekine bulunmayan kalpte, anlayış ve iman artıp pekişmez. Bu manadan hareketle Bakara/248'e gidersek, 'tabut'a, anlayış ve imanı pekiştiren iç huzuru manasını verebiliriz.

b. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetteki sekine kavramına düşman karşısında elde edilen zafer manasını vermemiz mümkündür. Çünkü zaferi kazanan toplum hem psikolojik açıdan güvenlik duygusunu elde ediyor, hem de yerleşik düzene geçiyor. İşte tabut'ta olan sekine, zafer ve onun getirdiği yerleşik düzendir. Çünkü sekene bir yere yerleşmek manasına da gelir.

Sekine kavramının fetih (zafer) anlamına geldiğini, Enfal/19 ayetiyle is-batlayabiliriz.:

Zafer mi istiyordunuz, işte size zafer geldi. [Enfal/19]

(İşte zafer geldi) ifadesi ile (İçinde sekîne-nin/zaferin bulunduğu tabut'un gelmesidir) ifadesi arasında büyük bir ben­zerlik vardır.

İsrailoğullan'nm Bakara/246'da söyledikleri: "Biz ve çocuklarımız yurtla­rımızdan sürülmüşken, Allah yolunda neden savaşmayalım?" ifadesi, sürgün hayatından kurtulup, bir yere, yani yurtlarına yerleşmeyi ifade edebilir. Yurt-suzluktan, göçebe hayatından kurtulmak için, önce kendilerini yurtlarından çıkaranlara karşı bir zafer ve ardından yurtlarına yerleşmek manasına gelebi­lir. O zaman tabut, zaferi İsrailoğullan'na bildiren "mesaj" manasına da alı­nabilir. Sandığa, ihtiyaç için gidilir, gerekli eşyalar alınır ve kullanılır. Al­lah'ın mesajına da ihtiyaç vardır, oraya müracaat edilir ve hayat için gerekli şeyler alınır.

Onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz... [îbrahim/14]

Buna göre sekine'nvn sosyolojik ve siyasî manası, bir yere yerleşip devlet kurmaktır.

Yerleşmek ve devlet kurmak manası ile sekine'nin tabufla olan ilişkisini şu şekilde yorumlayabiliriz: Bir toplum bir toprağa yerleşip vatana sahip olup devletini kurunca, o devletin sınırlan ile beraber bir tabut'u andırır. Se­kine de, devlet kurmanın huzurunu, yani toplumsal huzuru ifade etmiş olur. Devlet kuramamış, vatan edinememiş toplumların iç huzuru olmadığı gibi dış huzuru da yoktur. Birinci ve ikinci manalanyla, gelen iç huzurunun Al­lah'tan gelen bir lütuf olduğu ayette,  (Rabbinizden) ifadesiyle açıklan­maktadır.

Diğer taraftan "O tabut'un içinde Hz. Musa ve Harun hanedanının tere­kesi vardır" ifadesindeki tereke kavramını; Tevrat, Hz. Musa'nın asası, elbiseleri ve kudret helvasının parçalan diye yorumlayanlar vardır.

Tabut maddî anlamda sandık olarak alındığında, içinde Hz. Musa ve Ha­run'dan kalan eşyalar olarak yorumlanabilir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, tabut'u kalb olarak alırsak, Hz. Musa ve Ha­run'un geriye bıraktıkları manevî kültür olduğunu söyleyebiliriz. O manevî kültürün, özünü oluşturan iman, yani tevhid inancıdır. Onun da yeri kalptir. Hz. Musa ve Harun'un geriye bıraktıkları ve kıyamete kadar devam edecek olan menevî mirasın varlığını ifade etmektedir.

Hz. Musa ve Harun'un geriye bıraktığı manevî mirasın diğer bir boyutu da, esaretten kurtulmaktır. Peygamberleri İsrailoğullan'na "Sizin sürgün ha­yatından kurtulup yurdunuza dönmeniz, Talut'un hükümranlığına delil ola­caktır" dedi. Köle nesilden, bağımsız bir devlet kuracak kadar şahsiyetli bir nesil yetiştirmek Hz. Musa ve Harun'un geriye bıraktığı sosyal, siyasî, eği­timsel mirası ifade etmektedir. İşte bu miras, Allah'ın gönderdiği mesaj olan o tabuttadır.

III. (Onu melekler taşıyor).

Ayetin bu kısmının maddî anlamda yorumlanması halinde denilebilir ki; maddî anlamdaki sandığı melekler Talut'un ordusunun önünde taşıyorlardı. O tabuta sahip olan ordunun yenilmesi mümkün değildi.

Manevî manada alırsak, "melekler taşıyor" yerine "melekler koruyor" an­lamını vermek daha doğru olur. Aslında taşımakla korumak çok yakın mana­dadırlar. Tabutu, ilahî mesaj olarak aldığımızda, tabii ki o mesajı melekler ta­şıyacaklardır.

Allah Bedir, Hendek ve diğer savaşlarda melekleri gönderip müslümanla-ra zafer bahşettiği gibi, daha önce de İsrailoğullan'na melekler vasıtasıyla yardım etmiş olabilir.

IV.   (Eğer inanıyorsanız, bunda sizin için bir işa­ret vardır" dedi).

İnanan insanlar için o tabut'un, Talut'un hükümranlığına bir işaret olduğu­nu söylemekle, işaretten/delilden anlamanın alt yapısını imanın teşkil ettiği­ne dikkat çekmiştir. Delili anlamak için, iman etmek şarttır.

Genel olarak ayetten çıkartacağımız netice şudur: Sosyal bakımdan ezilmış, psûcdiojikbsikiTnûan aşağı siz anlamaları ve meselelerin derinliklerine inmeleri mümkün değildir. Bu tip insanları eğitmek ve bilgi açısından tatmin etmek için delile ihtiyaç vardır. [147]

 

Zafer Askerlerin Çokluğuna Değil Dayanma Gücü İle Allah'ın Yardımına Bağlıdır:

 

249. Ve Talut, kuvvetleriyle yola koyulduğunda: "Bakın" dedi, "Allah sizi bir nehirle imtihan edecek: Ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise benden ola­caktır; ondan sadece bir avuç dolusu içen ise affa mazhar olacaktır". Ancak bir kaçı dışında hepsi ondan içtiler. O ve ona inananlar nehri geçer geçmez ötekiler: "Calut ve askerlerine karşı bugün hiç gücümüz yok" dediler. Kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler ise "Nice küçük topluluklar, Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gel­miştir; zira Allah güçlüklere karşı sabırlı olanlarla bera­berdir" diye cevap verdiler.

İsrailoğulları tabut'u gördükten veya tabutun içindekilere inanıp tatmin ol­duktan sonra Talut'un hükümranlığını kabul ettiler ve bunun üzerine Talut as­kerleriyle yola koyuldu. Ölüm korkusundan dolayı savaşmaktan uzak duran­lar, sekine ile iç huzura kavuşup Talut'un etrafında toplandılar.

Demek ki, komutan olmadıkça, sürü halinde olan bir topluluk savaş yapa­maz. Talut, ihtiyaç duyulan hükümdarın boşluğunu doldurmuştu. Bu ayetin eksen konusunu "imtihan" teşkil etmektedir. Şimdi kısımlara ayırarak ayeti açıklayabiliriz:

I. (Allah sizi bir nehirle imtihan edecek: ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise benden olacaktır).

a. Yüce Allah insanları çeşitli tabiat değerleriyle imtihan etmiştir. Hz. Adem'i ağaçla; Semud kavmini deveyle; Hz. Musa'dan sonraki İsrailoğulları'nı, yani Talut'un ordusunu nehirle; müslümanlan alkolle imtihan etmiş ve etmektedir. Bunu Bakara/35'in tefsirinde anlatmıştık. Toplumların gelişmiş­lik seviyesine göre, kendisiyle imtihan edilen tabiat motifi değişmektedir. Al­lah insanları, tabiattan geçinildiği dönemde, ağaçla; hayvancılığın başladığı dönemde deveyle; suyun önemli olduğu çöllerde su ile; sanai döneminde al­kolle imtihan etmiş ve etmektedir.

Peki Yüce Allah İsrailoğullan'nı nehir, yani su ile niçin imtihan etmekte­dir? Tabiatta bulunan bir madde ile imtihan etme Hz. Adem'den başlayan bir süreçtir. Müslümanlan da domuz eti, alkol gibi yasaklarla imtihan etmekte­dir. Bize göre bunun cevabı, tabiat ve çevre bilincini uyandırmaktır. Tabiatın ekolojik dengesinin korunmasına; çevrenin kirletilmemesine, tabiatın korun­masına işaret edilmektedir. Bakara/22 ayetine göre Yüce Allah yeryüzünü bi­zim için bir döşek yapmıştır. İnsanoğlunun döşeğini -çocuklar gibi kirletme­sini- engellemek, çevre bilincini geliştirmek için bu yasaklarla imtihan et­mektedir.

Rum/41 'de kara ile suyu kirletmekle insanların fesat çıkardığını söyleyen Yüce Allah, bu fesadı, yani kirlenmeyi önlemeyi bu imtihanlarla temin et­mektedir.

b. Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/249'da geçen "nehir" kelime­si, aslında suyu ifade etmektedir. Suyu insanın nefsine benzetirsek, yani insanın arzularının, nevasının nehirde akan su gibi olduğunu düşünürsek, nef­sin arzularıyla Yüce Allah insanı imtihan etmiş olmaktadır. "Nefsin arzula­rından kana kana tadanlar benden değil; ondan bir avuç alan ise affedilmeye müsaittir, içmemek için sabredenler ise bendendir" denmiş olur.

Nefsin nehir gibi akan arzularından tatmamak için sabreden insan, düş­manlarla savaşacak güçte olduğunu manen isbat etmiş ve imtihanı geçmiş olacaktır. O nefis denen nehirden tatmadan karşıya geçenler, kahramanlardır. İşte Yüce Allah bu kahramanlarla beraber olacağını bildirmektedir.

Bu imtihanı bir örnekle anlatabiliriz: Güreş antrenmanı yapanlar, kendi kilolarından daha ağır güreşçilerle antrenman yaparlarsa, resmî müsabaka­larda rakibi kendisine hafif geleceği için, onu rahatlıkla yenebilir. Yüce Al­lah insanları önce -en büyük cihad olan- nefisle cihad ile imtihan etmekte­dir, çünkü o imtihanı geçenlerin, düşmanı hafif görüp mağlup edeceğini bi­liyor.

Onun için önce nefisle imtihan etti, yani nefisle cihadı, sonra düşmanlar­la cihadı emretti.

c. Nehirden akan su, umumun malıdır. Ondan içmeyi yasaklamak, umu­mun malım kişisel menfaatler uğruna kullanmama ahlâkını öğretmeye yöne­liktir. Umumun menfaatine açık bir değerin kişisel menfaatler uğruna kirle-tilmemesi gerektiğine işaret edilmektedir.

Böylece Yüce Allah, tabiatın korumaya açık olan yönü ile ferdî menfaate açık olan boyutunu bildirmektedir.

Bize göre, ayetteki nehir, bir motiftir. Bu motif asırların getirdiği kamu alanı bilincinin her yönüne uygulanabilir. Buradaki içmek de motif olan bir davranışı ifade etmektedir. Toplumların veya tüm insanlığın müşterek men­faatine ait olan değerlerin, tahrip edilmemesinden, kişisel menfaat uğruna kullanılmamasına kadar uzanan bir ahlâk ve hukuk öğretisi vermektedir. Do­ğal olarak, bunun temelinde de nefis imtihanı vardır. İnsan arzusu ile kamu­nun menfaatinin çatıştığı çizgiyi Yüce Allah su denen değer ile deneyerek tüm insanlığa öğretim yapmaktadır.

II. (Ondan sadece bir avuç dolusu içen ise, affa mazhar olacaktır. Ancak, bir kaçı dışında hepsi ondan içtiler).

Yüce Allah "Ondan sadece bir avuç içen" ifadesiyle, insanoğlunun bir anlık gafletle nefsin arzusuna kapılabileceği gerçeğine dikkat çekmektedir. Bu durum insanın beşer olma hasebiyle şaşabileceğine işaret etmektedir. Bir anlık gafletin getirdiği şaşmadan hemen sonra durmak gerekir. Nasıl olsa bir avuç içtim, kana kana içebilirim demek, nefse karşı savaşı kaybetmektir. Bir avuç içmek, nefisle olan cihatta hafif bir yaralanma sayılır. Hafif yaralanma­dan dolayı, cepheden kaçmak gerekmez, aksine iman ve aklın bayrağını ayakta tutmak için mücadele vermek gerekir; bu da hemen içmeyi bırakmak­la mümkün olur.

Onun için Allah Teala bir avuç içip kendini frenleyeni affedeceğini söyle­mektedir. Bunu günümüze taşırsak, diyebiliriz ki işlenen küçük günahlar, bü­yüklerini getirmeden önce tevbe edip vazgeçmek gerekiyor. Hemen vazgeçi­len küçük günahın affedileceği müjdesi verilmektedir. Ayetin bu kısmını Necm/32 ayeti tefsir etmektedir:

Büyük günahlardan ve çirkin fiillerden kaçınanlara gelince, onlar arada bir ha­taya düşseler de (bilsinler ki) Rabbin bağışlamada cömerttir.

Hak Teala "Bir avuç içmek" ile küçük günah; "kana kana içmek" ile de büyük günah kavramlarına dikkat çekmektedir. Bilgi ve muhayyilesi geliş­miş insanlara, "avuç" kavramını kullanmadan, küçük ve büyük günahı anlat­mak mümkün iken; diğerleri için maddî ölçü kullanmak zorunluluğu bulun­duğundan ötürü böyle söylenebilir.

"Bir kaçı dışında hepsi ondan içti" ifadesi, insanların çoğunun nefsin ar­zularına mağlup olduğuna, çok az insanın bu konuda sabredip zafere ulaştığına işaret etmektedir. Psikolojik açıdan dahi insanlar toplumda ne kadar az ise, kamil müslümanlar da öyle azdır. Üstün zekalı insanlar, toplumun yüzde-onbirini teşkil ederler. Kamil müslümanlar da, bu orandaki gibi çok azdır. Onun için, o imtihanı çok azı geçmişti.

Yüce Allah bu olguyu anlatmakla hem Hz. Peygamber'e eğitim açısından önemli bir ilke öğretmekte; hem de kıyamete kadar gelecek din adamlarının bu kanunun bilincinde olmalarım tavsiye etmektedir. Nedir o kanun? Bütün insanları eğitecekmiş gibi yola çıkan, ama, pek çok insanın eğitilemez olduğunu gören din adamlarının ümitsizliğe kapılmamalarıdır. Çünkü eğitim açı­sından, dinî ve sosyal bakımdan insanların çok azı yola gelecek, hakikati gö­recek ve eğitimcilerin beklediği seviyeye ulaşacaktır.

Diğer taraftan ayetin birinci bölümüyle ikinci bölümünü bir araya geti­rince, Yüce Allah'ın, insanların dinî yasaklara uyma bakımından üç gruba ayrıldığına işaret ettiği anlaşılır: Hükümlere hiç aldırış etmeyenler, arasıra hata yapanlar ve yasaklara iyice riayet edenler. Bunu anlatmakla Yüce Al­lah, hem hukuka, hem de ahlâka çok önemli bir kural getirmektedir. Bu de­mektir ki, hukukun ve ahlâkın karşısında tüm insanlar bu üç gruptan birine dahildir.

III. (O ve ona inananlar nehri geçer geçmez, ötekiler: "Calut ve ordusuna karşı bugün hiç gücümüz yok!"
dediler).

Nehrin suyundan içip nefsine mağlup düşenler, düşmana karşı güçsüz kal­dıklarını söyleyerek savaştan kaçma teşebbüsünde bulundular. Nefisle yap­tıkları cihatta mağlub düştükleri için, düşmana karşı cesaretleri kırıldı.

Böylece Yüce Allah, savaşta düşmandan yılan ve kendinde cesaret bula­mayan insanların aslında mağlubiyetlerinin kendi içlerinden geldiğine işaret etmiş, psikolojik bir analiz ve sebep sonuç ilişkisi ile konuyu açıklamıştır.

IV. (Kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler: "Nice küçük topluluklar, Allah'ın iz­niyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir! Zira Allah sabırlı olanlarla bera­berdir" diye cevap verdiler).[148]

 

Nefse Karşı Kazanılan Zaferin Kaynağı

 

Yüce Allah, nehrin suyundan içmeyip nefsine mağlub olmayanların özel­liklerini sıralamakta ve nefislerine karşı kazandıkları zaferin kaynağına açık­lık getirmektedir.

a. (Onlar Allah'a kavuşacaklarını biliyorlar).

Bunun anlamı, savaştıklarında şehit düşerlerse Allah'a kavuşacaklarına dair kendilerinde bir bilgi ve inancın bulunduğudur. Bu inanç, aynı zamanda onların suyu içmelerini de engellemiştir. Onlar, Allah'ın yasakladığı bir şeyi çiğnemenin karşılığını, mahşerde görecekleri inanandaydılar. Bir gün onun hesabının kendilerine sorulacağını biliyorlardı.

Allah'a kavuşacağını bilen adam, bu kavuşmanın tadını, içilmesi yasak olan suyu içrek ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmaz. Böylece Yüce Al­lah, ahirete iman ve bilincin dünyevî davranışlara olan olumlu etkisine dik­kat çekmektedir.

b. Onlar, savaşların Allah'ın izniyle kazanıldığının bilincindedirler.

Çoğu insan, savaşı kendisinin kazandığını, ordunun kazandığını söyleye­rek tarih yazarlar. Allah'ın zafere olan katkısını unuturlar ki bu nankörlükten başka bir şey değildir. O insanlarda böyle bir nankörlük olmadığı gibi sava­şın Allah'ın izniyle kazanılacağına inanıyorlardı. İşte bu inanç, gayret ile bir araya gelince zafer gelir.

c.  Savaş bir kahramanlık, güç ve sabır işidir.

Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu söylemekle, imanlarını doruk noktasına çıkardılar. Sabreden insan, Allah'ın desteğini kazanmaktadır.

Bedir, Hendek ve Peygamberimizin diğer savaşlarında da ilahî yardımlar gelmiş, melekler müslümanlarla beraber savaşmışlardır. Yeri geldiğinde o ayetler açıklanacaktır. Öyleyse tarihi yazarken, kazanılan savaşlar için, 'Al­lah'ın yardımıyla zafere ulaştılar' demek bir zorunluluktur. Ayetin son kısmı bu gerçeği vurgulamaktadır. [149]

 

Savaşta Allah'a Dua

 

250. Onlar Calut ve kuvvetleriyle karşı karşıya geldikle­rinde: "Ey Rabbimiz! Bize zorluklara tahammül gücü ba­ğışla, adımlarımızı sağlam kıl ve hakikati inkar eden bu topluma karşı bize yardım et!" diye dua ettiler.

Talut'un ordusunda nehrin suyundan içmeyerek nefislerine karşı cihadı kaza­nanlar, Calut'un ordusuyla karşılaşınca Allah'a dua etmiş ve üç şey istemişlerdir:

1. ("Ey Rabbimiz üzerimize sabır yağdır" dediler).

Ayetin bu kısmında geçen ve ferağa'dan türeyen (ifrığ) emri; boşal­mak, boşaltmak, kullanıp bitirmek, boş. tüketmek, bitirmek, defetmek, başın­dan defedip kurtulmak, nihayete gelmek, doldurmak, işini tasviye edip bitir­mek, sona getirmek, tahsis etmek, vermek, dökmek, işten serbest kalmak, kusmak manalarına gelmektedir. [150]

 

Ferağ Kelimesinin Kur’andaki Manaları:

 

a. Kurtulmak

İnşirah/7'de "sıkıntıdan kurtulmak" manasına gelmektedir. Bu manasıyla kelime, tamamen sosyal sorumlulukların insanda meydana getirdiği psikolo­jik sıkıntıyı ifade etmektedir.

b. Karara bağlamak

Rahman/31'de sorgulamak, hesabını ele almak manalarına gelmektedir:

(Ey insan ve cin! Sizden hesap soracağız). Bu, sizin işlerinizi, durumunuzu karara bağlayacağız demektir. Bu anla­mıyla, kelime, uhrevî ve hukukî bir mana ifade etmektedir.

c. Dökmek

Zülkarneyn, gittiği yörenin halkından demir külçeleri getirip, körükle kız­dırmalarını söyler. Demir, iyice kor haline gelince erimiş bakır ister ve (Bunun üzerine dökeyim) [Kehf/96] der. Bu ayette (ferağa) sıvı bir mad­deyi bir yere dökmek anlamına gelmektedir. Dökmek, yerine boşaltmak tabi­ri de kullanılabilir.

A'raf/126 ve yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/250'de sabrı, sava­şan müslüman ordunun üzerine, yani gönüllerine boşaltmak anlamına gel­mektedir.

d. Dolup taşmak

 (Bu arada, Musa'nın annesi yüreği acıyla dolup taşarak saba­hı etti). [Kasas/10]

Çocuğundan ayrılan annenin, gönlündeki acının çokluğunu ifade ederken bu kelimeyi kullanmaktadır. Bu anlamıyla da, tamamen psikolojik bir oluşu­mu ifadede kullanıldığına şahit oluyoruz.

Yorumunu yapmakta olduğumuz 250. ayete dönersek, oradaki (ifriğ) kelimesinin ikili bir mana taşıdığını söyleyebiliriz. Düşman ordusuna karşı gönüllerine dolan korku ve endişeyi boşaltıp, yerine sabn doldurmayı ifade etmektedir. "Üzerimize sabrı boşalt" duasını yapma haklan oldu­ğunu 249. ayetin sonundan anlıyoruz. Çünkü orada "Allah sabredenlerle beraberdir" inancını ilan etmişlerdir. Bu inanç ve bilinçte olan insanlar, gö­nüllerine sabrın Allah tarafından boşaltılması için dua etme hakkına sahip­tirler. Allah da onlarla olan beraberliğini, gönüllerine sabır boşaltarak gös­termiştir.

2. (Adımlarımızı sağlam kıl).

Önce sabır gibi psikolojik sağlamlık ve dayanıklılık istediler; sonra da bu manevî oluşumun adımlarına, harekete yansımasını istediler. Çünkü sabır ol­madan, adımların sağlam olması mümkün değildir. İçi çürük olan insanın, adımlarının sağlam olmasını beklemek hayaldir.

O devrin meydan muharebelerinde, adımların sağlam kalması çok önem­liydi. Ayetin başındaki (beraze) kelimesinin ismi olan (el-beraz) hiç engeli olmayan düz arazi demektir. (el-buruz) da böyle bir meydanda karşı karşıya gelmektir. Böyle bir meydan savaşında ayaklan sabit kılmak bazen insanın takatini aşar, işte o zaman Allah'ın yardımını dilemek kaçınıl­maz hale gelir.

Günümüzün savaşları farklı boyutlarda yapılmaktadır. Gerçi hangi boyut­ta olursa olsun, piyade göğüs gögüse gelip kazanmadıkça zafere ulaşılamaz. Artık ayaklann sabit kılınması yerine, savaş teknolojisi için dua edilmelidir.

Çünkü günümüzde oklann yerini bombardıman uçaklan almıştır. Ok ye­rine füze atılmaktadır. Askerlerin bir kısmı, düşman ile yüz yüze gelmemek­te, ama savaş olgusuyla yüz yüze gelmektedir. O zaman da aynı duayı yap­makta yarar vardır.

3.  (Hakikati inkar edenlere karşı bize yardım et!)

"Gönüllerine sabır boşaltması, ayaklarının sabit kılınması yardım değil midir de aynca yardım dilemektedirler?" sorusunun cevabı, bizce şudur: İlk iki yardım bizzat müslümanlara olan yardımı ifade ederken; kafirlere karşı yardım, onlann kalplerine korku salmak, paniklemelerini temin etmektir. Böylece ilahî yardımın iki boyutlu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kısaca diyebiliriz ki, bu şekilde dua etmek, müslümanların ve özellikle peygamberlerin savaşırken uyguladıklan bir sünnet olmuştur. [151]

 

İyiler Kötüleri Engellemezse Dünya Fesada Gider

 

251. Bunun üzerine, onları Allah'ın izniyle bozguna uğrat­tılar. Davud de Çalut'u Öldürdü; Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve istediği her şeyin bilgisini öğretti. Eğer Al­lah, insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gü­cü vermeseydi, yeryüzü çürüme ve yozlaşmaya maruz ka­lırdı: Ama Allah bütün alemlere (insanlara) karşı sınırsız lütuf sahibidir"

Ayeti kısımlara ayırarak açıklamaya çalışacağız:

I. (Bunun üzerine, onları Allah'ın izniyle bozgu­na uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü).

Bakara/248'de meleklerin taşıdığı tabut'un içindeki sekine nin ve Hz. Mu­sa ile Hz. Harun'un terekesinin bu savaştaki etkisini kestirmememiz mümkün değildir. Ancak meleklerin, Talut'un askerlerinin gönlüne sekine'yi ve Tev­rat'ın hükümlerine itaati taşımak anlamında aldığımızda etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.

Talut'un askerleri Calut'un askerlerini kırıp geçirirken, Talut'un ordusun­da yer alan Davud da -ki sonradan peygamber olmuştur- Calut'u öldürdü. Böylece küfür ordusunun hem komutanı öldürüldü, hem de askerleri hezime­te uğradı.

Kısaca diyebiliriz ki, meydan muharebesi başlamadan, askerler göğüs gögüse çarpışmaya girmeden önce savaş, müslüman ordusunun gönlünde manen kazanılmıştı. İnanç, bilgi, samimiyet, sabır, komutana itaat ve Allah'ın yardımını dilemek için yapılan dualar; zaferin alt yapısını oluştur­muştu. İşte bütün bu olumlu oluşumların her biri etkili bir silah halini aldı; onların gönlündeki zaferi meydan savaşındaki zaferle tescil etmiş oldu. Yüce Allah'ın bize bu hadiseyi anlatma sebebi şudur: Hakikati inkar eden bir ordunun baskınına uğrayan müslüman ordusunun gerekli olan manevî silahlarının ne olduğunu öğretmektedir. Az bir ordunun hangi yollarla ve yardımlarla kalabalık bir orduyu yeneceğinin taktiğini vermektedir. Zafe­rin manevî, yani psikolojik boyutu ile maddî boyutunun analizini yapmak­tadır.

II. (Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet ver­di, dilediği ilimlerden ona öğretti).

Tefsirlerde, Hz. Davud'un Calut'u öldürmesinin ardından mı peygamber­liğe nail olduğu tartışılmaktadır. Yaptğı iş nedeniyle bir insana peygamberli­ğin verilmeyeceğini söyleyerek, tartışmalara girmek istemiyoruz. Ayetten an­lıyoruz ki, Talut'un Calut'la olan savaşından sonra Hz. Davud'a peygamber­lik verilmiştir. Tefsirlerde anlatılan Hz. Davud'un Talut ile olan olumsuz iliş­kisi hakkındaki hikayelere de itibar etmiyoruz. Yüce Allah Hz. Davud'a, aye­tin bu kısmında ifade edildiği gibi önemli üç değer vermiştir:

a. (Allah Davud'a hükümranlık verdi).

Hz. Davud'un öne çıkan vasıflarından biri, devlet başkanı olmasıydı. Bu yetkinin ona Allah tarafından verildiğini bu ayetten öğreniyoruz. Peygamber­likle devlet başkanlığını bir arada yürütmekteydi.

Ayetin bu kısmındaki (mülk) kavramının Sad/26'daki (halîfe) kavramı ile aynı anlama geldiğini, bu kelimelerin birbirini tefsir ettiğini söy­leyebiliriz. Sad/26 ayetinin ilk bölümü şöyledir:

 (Ey Davud! Seni yeryüzünde halife kıldık).

"Halife tayin ettik" ifadesiyle "Allah Davud'a hükümranlık verdi" ifade­si aynı manaya gelmektedir. Yüce Allah hükümranlığın birinci şartına Sad/26'da işaret etmektedir:

Öyleyse insanlar arasında adaletle hükmet!

İnsanlar arasında adil hüküm vermek, siyasî iktidarın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

b.  (O'na hikmet verdi).

Hikmet akıl, akıllı olma, ilim, irfan, basiret, felsefe, düstur, evrensel kural, söz ve fiilde doğruyu tutturma manalarına gelir. Bu kelimeyle ilgili açıkla­malar Bakara/269'da yapılacaktır.

Bu manalardan hareket ederek, Hz. Davud'a verilen hikmeti, hüküm ver­mede isabet etme yeteneği veya varlıkların özündeki manaları anlama ve or­taya çıkarma yeteneği bahsedilmesi olarak anlayabiliriz. Hikmet'i, anlamak manasına alırsak, Hz. Davud hem Allah'ın emirlerini anlıyordu, hem de in­sanların sorunlarını iyi kavrayarak çözebiliyordu diyebiliriz.

Hükümranlığın yanısıra ona, insanların sorunlarını çözme hususunda aklını en üstün seviyede kullanma kabiliyeti de verilmişti. Hükümranlığını sürdürürken basiretli davranması, onun hikmet sahibi olduğunu göstermek­tedir.

c.  (Ve ona dilediği şeylerden öğretti).

Yüce Allah, Hz. Davud'a neler öğrettiğini de açıklamaktadır: Zırh sanatını öğretti [Enbiya/80]; demirin keşfini ona nasib etti [Sebe/10]; kuşlarla konuşmayı öğretti [Neml/16].

Böylece Hz. Davud hem peygamber, hem hükümdar, hem bilim adamı, hem kaşif ve hem de teknoloji üreten bir sanatkardı.

III. (Ve eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi, dünya elbette fesada uğrardı».

Muhammed Esed ayetin bu kısmına, "Ve eğer Allah, insanlara kendileri­ni başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi yeryüzü çürüme ve yozlaşma­ya maruz kalırdı" şeklinde daha güzel bir mana vermiştir. Burada hem iki mana arasındaki farkın ortaya çıkması, hem de Muhammed Esed'in meali ile metnin arasındaki uzaklığın tenkit konusu yapılmaması için her iki meali de vermeyi uygun bulduk. Ayetin bu kısmından şu genellemeleri çıkarmak mümkündür: [152]

 

Ayetten Çıkarılan Genellemeler

 

a. Talut ile Calut'un arasındaki savaşa Yüce Allah'ın müsaade etmesinin ana amacı, o dönemde Calut'un halkının dünyada meydana getirdikleri fesadı ve sosyal hayattaki çürümeyi engellemek ve ortadan kaldırmaktı. Çünkü sosyal hayattaki dengelerin bozulması, ahlâkın ve ekonomik hayatın süflileş­mesi, savaştan daha tehlikelidir. Buradan, fesat ve çürümenin ortadan kalk­masını hedef alan bir savaşın meşru olduğu hükmü çıkmaktadır.

b. "Nefis müdafaası" şeklinde de ifade edilebilecek olan savaş, insanların kendilerini savunma mekanizması olabilir. Saldırganlara dur diyecek birile­rinin çıkması gerekiyor. İsrailoğullan'nı yurtlarından çıkarma zulmüne dur diyecek kişiyi seçerek ortamı bizzat Allah oluşturmuştur. Böyle büyük bir zulmün bertaraf edilmesi de savaşa meşruluk kazandırmaktadır. Bu anlamda savaş, vücuda giren mikroplarla vücudun bağışıklık sisteminin mücadele
vermesiyle meydana gelen ateş gibidir. Vücutta ateşin varlığı, vücudun ken­dini savunduğuna işarettir. İnsanları öldürme veya yurtlarından çıkarma da ağır sosyal hastalık getiren zulüm mikrobudur. İyi insanların buna karşı koyması nedeniyle aluşan sosyal ateşe de savaş diyoruz.

c. İnsanlığın geliştirdiği ve Yüce Allah'ın koyduğu manevî müessese ve değerlerin korunması da, iyi insanların kötüleri engellemesiyle mümkün ola­bilir:

Onlar ki, sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmıyla defedip önleme-seydi, mutlaka, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi. Allah kendisine yardım edenlere muhak­kak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. [Hac/40]

Manevî değerlerin ve Allah'a ibadet edilen yerlerin müdafaası da savaşı meşru hale getirmektedir. "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için insanları yurt­larından çıkarmayı Yüce Allah Hac/39'da zulüm olarak nitelendirmekte ve onlara kendilerini korumak için savaş izni vermektedir. Bu değerleri müda­faa etmeyi Yüce Allah, kendisine yardım olarak nitelendirmekte ve onlara yardım edeceğini bildirmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/251 ile Hac/40 ayetleri şu gerçe­ğe dikkat çekmektedir: Kötü insanlann tahribatını Yüce Allah iyi insanlarla engellemekte; iyi insanları istihdam ederek, kötü insanlann fesadını ortadan kaldırma yolunu izlemektedir.

Bu, Allah'ın sosyal kaderini belirlemektedir. İyi insanlar, kötüleri engelle medikleri takdirde, Enfal/25 ayetine göre, hem iyi, hem de kötüleri kapsayan cezayı tatbikata koymaktadır.

'İyi insanlar kötüleri engellemeseydi dünya fesada giderdi' ifadesine, iki yönlü bakmak gerekiyor. Birincisi, kötüler toplumun düzenine, mutluluğuna son verirler. İkincisi de iyiler görevlerini yapmadıkları takdirde ceza umumi olur.

IV. (Ama Allah bütün alemlere karşı lütuf sahibidir).

Alemler kelimesinin ne anlama geldiğini Fatiha suresinin tefsirinde beyan etmiştik. Bu ayetteki alemler kelimesi, 'insanlar' manasına gelmektedir. Yü­ce Allah tüm insanlara lütufkar davranmaktadır. Fakat bazı insanlar bunu tak­dir edemediklerinden, nankörlük ederler. Ayetin bütün parçalarım bir araya getirdiğimiz zaman şöyle bir neticeye varabiliriz: Talut'un Calut'u mağlup et­mesi Allah'ın izni ile olmuştur.

Hz. Davud peygamber olmadan önce Talut'un ordusunda görev aldı ve Calut'u öldürdü. Dolayısıyla, kötülüğün babası olan Calut ortadan kalkınca, kötülerin tehlikesi de ortadan kalktı. Bu zaferin ardından Yüce Allah, Hz. Davud'a hükümranlık ve peygamberlik verdi ve onu eğitime tabi tutarak pek çok şey öğretti.

Savaşın amacı, kötülerin tahribatını önlemek olmalıdır. İyilerin yetişmesi için de Allah Hz. Davud'a peygamberlik görevi vererek, o günkü topluma lüt-funu bahsetmiştir.

Bu ve bundan önceki beş ayeti günümüze aktarırsak: bir savaş politikası ge­liştirebiliriz: Kimlere savaş açılabilir? Savaşın amacı ne olmalıdır? Savaşla ne­leri koruyacağız? Toplumları yozlaşma ve çürümeye karşı korumanın yolları nelerdir? Kötüleri engellemenin neticesi nerelere kadar gidecektir?

Savaşın gaye ve hedefi iyi tesbit edilmek zorundadır. Seçilen komutan ehil biri olmalıdır. Tabiatta tabii ayıklama olmasaydı, yani hayvanlar ve bitkiler arasında eleme olmasaydı, bazı hayvan ve bitki türleri dünyayı istila ederdi. Aynı şekilde, insanlar arasında sosyal ayıklama olmasaydı, kötü insanlar dün­yayı istila ederdi. Tabiattaki ekolojik dengeyi; sosyal hayatta bazen savaşlar temin etmektedir. Savaşın dışında, bu sosyal dengeyi koruyacak bir kültür ge­liştirmedikçe insanlar savaşı ortadan kaldıramayacaklardır. [153]

 

Son Altı Ayetin Değerlendirilmesi

 

252. Bunlar Allah'ın ayetleridir (mesajlarıdır). Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tara­fından gönderilmiş peygamberlerdensin.

Yüce Allah son altı ayette yer alan bilgilerin ayet, yani açıklayıcı mesaj olduklarını söyleyerek değerlendirmesini yapmaktadır. Hz. Peygamber'e ve­rilen bu mesajların doğru ve onun peygamberliğinin de bir işareti olduğunu söylemektedir. Çünkü bu ayetlerde, Hz. Peygamber'in bilmesi mümkün ol­mayan geçmişteki bir savaşın analizi en ince noktalarına kadar yapılmakta­dır. Ayetteki üç kavramı bir araya getirdiğimizde, önemli bir formül ortaya çıkmaktadır: Ayet, doğru öğretim ve peygamberlik müessesesi. Talut ile Ca-lut arasındaki savaşta dinî, psikolojik, sosyolojik olgular vardır. Bunlar Allah tarafından anlatılınca. Hz. Peygamber'in hak peygamber olduğu ortaya çık­maktadır. Bu savaşla ilgili anlatılanların tümü; mesajların nihai amacı Mu-hammed'in peygamberliğini isbat etmektir. [154]

 

Peygamberlerin Birbirine Olan Üstünlükleri Ve Savaşa Varan İhtilaflar

 

253. O peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıl­dık. Allah onlardan bir kısmıyla konuşmuş, bazılarını de­rece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya da mucize­ler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah di-leseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendile­rine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmaz-lardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de bazıları iman etti, bazıları da inkar etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlar-dı; lakin Allah dilediğini yapar.

Ayette, peygamberlerin birbirinden farklılığı, ümmetlerin ihtilafları ve bu­nun neticeleri ve Allah'ın savaşa etkisi gibi üç önemli konu işlenmektedir:

I. Peygamberlerin farklılığı

(O peygam­berlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarım da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile güçlendirdik). [155]

 

Üstün Olan Peygamberlerin Vasıflarından Bazıları

 

Yüce Allah üstün olan peygamberlerin vasıflardan bazılarını burada zik­retmektedir:

a. Allah'ın bizzat konuştuklan

Araya Cebrail'i koymadan, doğrudan hitap ettiği peygamberler vardır: Mesela: İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'e aracısız şöyle konuş­muştur:

("Ey Adem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin ve orada dilediğinizden serbestçe yiyin; ancak birtek şu ağaca yaklaşmayın ki zalimlerden olmayasınız" dedik). [Bakara/35]

Hz. Nuh oğlu için Allah'a dua ettiğinde, Yüce Allah onunla doğrudan ko­nuşmuştur:

Allah buyurdu: "Ey Nuh! O asla senin ehlinden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim". [Hud/46]

Hz. İbrahim oğlunu kurban ederken Yüce Allah doğrudan Hz. İbrahim'le konuştu:

"Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükafatlandırırız. Bu, gerçekten çok açık bir imtihandır" diye seslendik. [Saffat/104-106]

Yüce Allah Hz. Musa'ya Tur dağının yakınına geldiğinde bir ışık göster­di. Hz. Musa o ışığa doğru gidince, kendisine şöyle seslenildi:

Ey Musa! Muhakkak ki ben evet ben senin rabbinim! Hemen papuçlannı çı­kar! Çünkü sen kutsal bir vadidesin. [Taha/11-12]

Allah Teala, pek çok hükmünü Hz. Musa'ya doğrudan konuşarak verdiği için şöyle buyurmaktadır:

Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu. [Nisa/164] Yüce Allah Hz. Davud ile de doğrudan konuşmuştur:

Ey Davud! Biz seni yeryüzüne halife tayin ettik. O halde insanlar arasına ada­letle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptınr. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çe­tin bir azap vardır. [Sad/26]

Hak Teala Hz. Peygamberle de bir çok defa doğrudan konuşmuştur:

Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et: Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğ­rusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez. [Maide/67]

Bu ayetteki "Ey Peygamber!" hitabı doğrudan Hz. Peygamber'edir. Ahzab ve Tahrim suresinin ilk ayetlerindeki hitaplar da doğrudan konuşmaya delildirler.

Diğer taraftan Necm/10'da ifade edilen vahyetme olgusu da, -arada Ceb­rail olmadan- doğrudan doğruya yapılmıştır:

Böylece Allah vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi kuluna vahyetrruş oldu. Miraç olgusunda. Hz. Peygambere Yüce Allah vahyettiği için, miracın dinimizdeki yeri çok farklıdır. Yukarda zikri geçen Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. Muhammed gibi peygam­berler, bu ayete göre diğerlerinden farklı bir üstünlüğe sahiptirler. Ayrıca Hz. İsa'nın durumunda da bir farklılık vardır. Yüce Allah yorumunu yapmakta ol­duğumuz ayette Hz. İsa için şöyle buyurmaktadır:

Biz Meryem oğlu İsa'ya hakikatin kanıtlarını bahşettik ve onu Kutsal Ruh ile güçlendirdik.

Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: Yüce Allah Hz. İsa'yı doğ­rudan konuştuğu peygamberler arasında saymamış, ama onun üstünlüğünü farklı olgularla anlatmıştır: Hz. İsa'ya beyyineler vermiştir. Beyyine, hakika­ti isbat eden bütün mucizevî deliller anlamına gelmektedir. Hz. İsa'yı Kutsal Ruh ile güçlendirmiştir. Kutsal Ruh, öncelikle Hz. İsa'nın yaratılış olayında rol almıştır:

Bu durumdayken kendisine Ruhumuzu gönderdik. [Meryem/17]

Irzını korumuş olan Meryem'e ruhumuzdan üfledik. Onu ve oğlunu cümle

alem için ibret kıldık. [Enbiya/91]

İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem'e de ruhumuzdan üfledik. [Tah-rim/12]

Melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor..." [Âl-i İmran/45]

Bu durum, Hz. İsa'nın yaratılışındaki farklılığı göstermektedir. Ruh'un üf-lemesiyle yaratılan Hz. İsa'yı daha sonra Yüce Allah Kutsal Ruh ile destek­leme sürecini devam ettirmiştir:

Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene nimeti­mi hatırla. Hani seni Kutsal Ruh ile desteklemiştim; sen beşikteyken insanla­ra konuşuyordun..." [Maide/110]

Yaratılırken, doğduktan hemen sonra ve hayat boyunca Kutsal Ruh'un desteğinin Hz. İsa'yı takip etmesi, onun üstünlüğü için delildir.

Bütün bu söylediklerimiz, ayetteki (bir kısmını bir kısmından üstün kıldık) ifadesinin kısa bir açıklamasından öteye gidemez. Yüce Allah'ın peygamberlerin kimini kiminden üstün kılması, doğrudan/aracısız konuşma­sı, kutsal ruh ile desteklemesi ve beyyineler vermesi yoluyla gerçekleşmiştir.

Peygamberlerin derece farkına gelince: [156]

 

Peygamberlerin Derece Farkı

 

a. Kur'an'da zikredilip zikredilmemek Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlat­madık. [Nisa/164]

Kur'an'da anlatılan peygamberlerin derece farkı olduğu bir gerçektir. De-recelenmeyi bu açıdan ele almamız mümkündür.

b. Ulu'1-azm sahibi olmak

O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret... [Ahkaf/35]

Azim sahibi olmak da bize göre bir derce farkıdır. Bazı peygamberler Al­lah'ın mesajını insanlara ulaştırırken çok büyük engellerle karşılaşmışlardır. Bu engellerin üstesinden gelmeleri, onların farklı meziyetlerinden kaynak­lanmaktadır ki bunlardan biri. büyük sabır sahibi olmalarıdır. Yılmadan bü­yük bir dayanma gücü ile engelleri aşmak kolay iş değildir. Şeytanla Adem'in mücadelesi; Hz. Nuh'un halkının beyinsizleriyle mücadelesi; Hz. İbrahim'in ateşe atılması; Hz. Musa'nın nehre atılması ve kurtuluş serüveni için Fira-vun'la mücadelesi; Hz. İsa'nın öldürülme teşebbüsleri; Hz. Muhammed'in hicrete ve savaşa zorlanması, azm için verilecek önemli örneklerdir.

II. İhtilaf savaşa götürür

(Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtalafa düş­tüler de içlerinden kimi iman etti, kimi inkar etti. Allah dileseydi onlar savaş­mazlardı; lakin Allah dilediğini yapar).

Ayetin bu kısmında ihtilafın sebep olduğu iki neticeden bahsedilmektedir: savaş ve inkar. Peygamberlerin insanlara getirdikleri beyyineler, yani açık delillerden sonra ihtilafa düşmeleri savaş ateşini yakmalarına sebep olmuş­tur. Dinde ihtilaf çıkarmak, savaş ateşini yakmaktan başka bir şey değildir. Din alanında ihtilaf, düşmanlık duygusunu kabartır. Bakara/213'te belirtildiği gibi aralarındaki kıskançlık duygusu onları ihtilafa götürmüştür. Bu ayet­te de, ihtilafın savaşa kadar uzandığı beyan edilmektedir. Yüce Allah bunu bize anlatmakla, din alanında kıskançlık, düşmanlık ve ihtilafın savaşa sebep olacağını öğreterek bizi eğitmekte; müsülmanlann da aynı hataya düşmeme­sini amaç edinmektedir. Öyle ise, din eğitimcileri ihtilaf değil, ihtilaf ateşini söndürme gayreti ve amacı içinde olmalıdır. Din adına bugün birbirini kıska­nan, hased eden insanlar; yarının düşmanlık ateşini yakan itilafı körüklemiş olacaklardır. İşte Yüce Allah bu beyanıyla bu büyük probleme dikkat çek­mektedir.

İhtilaf sadece savaşın çıkmasına sebep olmuyor; aynı zamanda insanların küfre gitmesine de sebep oluyor: (Kimi iman etti; kimi de ka­fir oldu) ifadesi buna işaret etmektedir. Bize göre, ihtilaf eden insanlar, önce kafir ve mü'min diye gruplara ayrılıyorlardı. Bu grupların arasındaki düş­manlık giderek artıyordu. Artan bu düşmanlık da zamanla savaşı doğuruyor­du. Aslında bu ayet, sanki günümüzde dini kullanarak savaş çıkaranları an­latmaktadır.

Demek ki, ihtilafın derinleşmesi, sıklaşması ve yayılması bazı insanların inkara sapmasına neden olacaktır. Biz buna sosyolojik oluşumların, insan psikolojisini etkilemesi açısından bakabiliriz. Çünkü Yüce Allah'ın burada anlattığı konunun çok boyutlu olduğunu görüyoruz:

"Hakikatin kanıtları geldikten sonra" ifadesi, bu insanların bilgiye sahip olduklarını göstermektedir. Demek ki ihtilaf edenler, cahil değildirler; çünkü hakikatin bilgisi peygamberler tarafından onlara bildirilmişti. Buna rağmen ihtilafa sapmaları, meselenin sosyolojik olduğunu göstermektedir. Çünkü ih­tilaflar toplumu gruplara ayırdığı için sosyolojik olgu haline dönüşmektedir. Gruplar ihtilafı derinleştirdikçe. bazıları inkar, bazıları da iman ediyor. Böy­lece sosyolojik gruplaşmanın alanı ve çeşidi değiştirerek, iman ve inkar grupları gibi inanç gruplarının doğmasına kadar uzanıyor. Zamanla ihtilaf derinleşince, gruplar arasındaki iletişim ve tolerans kanalları kopuyor. Kopan iletişim ve tolerans kanalları yerini savaş ateşine bırakıyor. Çünkü haset, kin ve düşmanlık duygusu tanrı haline gelince kurban istemektedir: Selim akıl, tolerans ve iletişim onun sevdiği kurbanlardır. Bunları kurban eden insanlar, Allah'ın savaş istememesine rağmen savaşa müsaade etmesi konusundaki takdirine sebep olmaktadırlar. Çünkü aklı, toleransı ve iletişimi kurban eden- ler, savaş ateşiyle onları pişireceklerdir. İşte bu hareket arş-ı a'layı titretme tedir. Çünkü insanların nefsinden çıkan ve adına düşmanlık fay hattı di} bileceğimiz bu hattın meydana getirdiği deprem toplum hayatında bu değ leri kökünden sallamakta ve onun uzantısı arş-ı a'laya kadar uzanmaktadı

İnsanların ihtilafları ve ihtilafların doğurduğu düşmanlıklar ilahî aleı yükselmekte ve oradan savaşı alıp gelmektedir. "Nush ile uslanmayanı etm tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" ata-sözünden hareketle di} biliriz ki; Allah'ın gönderdiği delillerle aklını başına devşirmeyenlerin sa\ gibi bir dayağı yemeleri zorunlu olmaktadır. Çünkü savaş birileri için zaf diğerleri için ise kötek olmaktadır. (Allah dileseydi onlar savı mazlardı) ifadesi, onların yanlışlarının, ilahî dileğin savaştan yana tavır kc masına sebep olduklarına işaret etmektedir.

(Ama Allah dilediğini yapar). Bir kere Allah bir şeyi ye mak istediği zaman, O'nu kimse durduramaz ve onu mutlaka yapar. Böyle Yüce Allah, ayetin sonunda "Benim dileğimin savaştan yana olmasına seb olmayın; sonra onu kimse değiştiremez" tehdidinde bulunmaktadır.

Peygamberlerin farklılığından, deliller geldikten sonra ihtilafların seb olduğu savaşa ve bu konudaki Allah'ın takdirine kadar uzanan bir yığın konuyu anlatan bu ayet. insanlık için çok önemli mesajlar taşımaktadır. Özellikle, dinî alanı düşmanlık alanı haline getirenlere ne kadar büyük günah lediklerini haykırmaktadır. [157]

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/25-26.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/26-30.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/30.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/30-31.

[5] Razi, age, V/46.

[6] Bkz. Kasas/4.

[7] Razi, age, V/46.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/31-34.

[9] Nahl/63; Ankebut/38; Enfal/48; Neml/24 ayetlerinde de aynı şekilde amellerin şeytan tarafın­dan süslendiği söylenmektedir.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/34-38.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/38-39.

[12] Razi, age, V/59 (Keffal'den naklen).

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/39-42.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/42-44.

[15] Zemahşeri.

[16] Âl-i İmran/19; Şura/14; Casiye/17.

[17] Razi, age, V/69.

[18] Muhammed Esed isteyeni şeklinde mana verirken, diğer meallerde Allah dilediğini anlamı ve­rilmiştir.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/44-52.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/52-53.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/53-54.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/54.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/55-58.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/58-61.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/61-63.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/63-66.

[27] Fahruddin Razi, sual soranların müslümanlar veya kafirler olduğunu tartışmıştır. Bkz. V/89-91.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/66-68.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/68-73.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/73-74.

[31] Malik, Muvatta, Kurban etlerinin taksimi babı. Ayrıca Zurkanî'nin şerhine bakılabilir: 3/76.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/74-78.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/78.

[34] Tirmizî, Zühd, 165.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/78-81.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/81.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/81-84.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/84-85.

[39] Ayette geçen hamr kelimesine, bütün müfessirler ve Kur'an mealcileri başörtüsü manası ver­mektedir.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/85-87.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/87-89.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/89-96.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/96-98.

[44] Razi, age, c. 5, s. 126.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/98.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/99.

[47] Age; c. 2, s. 93.

[48] Kurtubî, el-Camiu li-Ahkami'l-Kur'an'dan naklen Elmalılı Hamdi Yazır, age, c. 2, s. 93.

[49] Buharî, Talak, 25.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/99-105.

[51] Süleyman Ateş, age, c. 1, s. 380-381.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/105-106.

[52] Age, c. 1, s. 383.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/106-110.

[53] Age, s. 185; not: 15.

[54] Buharî, Nikah, 15.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/111-115.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/115-116.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/116-118.

[57] Ebû Dâvud, Taharet, 107; Nesaî, Hayz, 12, 13.

[58] Buhârî, Hayz, 2.

[59] Müslim, Hayız, 11; Nesaî, Hayız, 19. Bazı alimler bu haliyle kadının mescide giremeyeceğini, bazıları da oraya girme konusunda Hz. Aişe'nin endişesini Hz. Peygamber'in yersiz gördüğü­nü söyleyerek olumsuz tepki göstermediğini ifade etmektedir.

[60] Buhârî, Hayz, 20; Müslim, Hayz, 67; Ebû Dâvud, Taharet 121'de de aynı konu işlenmekte ve namazın kaza edilmeyeceğine işaret edilmektedir.

[61] Muvatta, Taharet, 100 (Bu hadis senetsiz olarak rivayet edilmiştir).

[62] İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi (Kütüb-i Sitte, İstanbul, ts, c. X, s. 362).

[63] Müslim, Hayz, 11.

[64] Age, c. 1, s. 385-389.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/118-123.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/123.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/123-127.

[68] Râzî, age, c. V, s. 170.

[69] Müslim, Eymân, 4.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/127-129.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/129-130.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/130-134.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/134-136.

[74] Nesaî, Cuma, 22.

[75] Buhârî, Eymân, 14.

[76] Buhârî, Eymân, 1.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/137-141.

[78] Râzî, age, c. V, s. 177.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/141-143.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/143-144.

[81] Ebû Dâvud, Talâk, 3.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/144-145.

[83] Zebidî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi (ter. Kâmil Miras), c. 11, s. 367 (1840. hadis).

[84] Buhârî, Talâk, 7; Ebû Dâvud, Talâk, 49; Nesaî, Talâk, 9; İbn Mâce, Nikah, 32.

[85] Buhârî, Talâk, 12.

[86] Ebû Dâvud, Talâk, 18; Tirmizî, Talâk, 11; İbn Mâce, Talâk, 21.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/146-150.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/150-151.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/151-152.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/152-154.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/154-155.

[92] Buhârî, Talâk, 12.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/155-158.

[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/158-160.

[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/160.

[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/160-165.

[97] Razi, age, c. V, s. 231.

[98] Bkz. Razi, a.g.e., c. V,s. 231.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/165-167.

[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/167-170.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/170-174.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/174-179.

[102] İbn Hanbel, c. VI, 369.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/179-180.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/180-181.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/181-188.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/188.

[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/188-192.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/192-194.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/194.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/194-197.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/197.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/197-201.

[113] Razi, age, c. V, s. 285.

[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/201-203.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/203-204.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/204.

[117] Buharî, Cihad, 98; Müslim, Mesacid, 202.

[118] Tirmizî, Salat, 133.

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/204-208.

[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/208.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/208-210.

[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/210-211.

[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/211-212.

[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/212-215.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/215-216.

[126] Razi, age, c. V, s. 322.

[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/216.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/216-221.

[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/221-222.

[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/223.

[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/223.

[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/223-225.

[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/225-227.

[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/227-230.

[135] Elmahh Hamdi Yazır, age, 11, 139.

[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/230-232.

[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/232.

[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/232-237.

[139] Zemahşeri, age, 1/379.

[140] Elmalık Hamdi Yazır, age, D/141.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/237-238.

[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/238.

[142] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/238-240.

[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/240-241.

[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/241-243.

[145] Zemahşeri, age, 1/379; Razi, age, V/346.

[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/244-245.

[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/246-249.

[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/250-253.

[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/253-254.

[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/254-2545.

[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/255-256.

[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/257-259.

[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/259-261.

[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/262.

[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/263.

[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/263-266.

[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/266-268.