Zıll Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:
Seele Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:
Seele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Beşer Kavramının Kur'an'daki Manaları:
İnzâr Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:
Be's Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:
Be's Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Zelzele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
İnsan Yanlış Değerlendirebilir:
Adam Öldürme İle Fitnenin Karşılaştırılması:
Haram Aylarda Savaş Ve Bu Aylarda Savaşın Hangi Şartlarda
Caiz Olduğu:
Allah'ın Rahmetini Kimler Umabilir?
Hecr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Cehede Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:
Cehede Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Recâ Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Hamr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
İsm Kavramının Kapsamına Giren Durumlar:
Kur'an Yetim Meslesini Nasıl Çözümlemektedir?
Muhalata Kavramının Kur'an'daki Kullanımı:
Muhalata Kelimesinin Kur'an'daki Manaları
Müslüman Kadının Gayr-i Müslim Erkekle Evlenememesinin
Sebepleri:
Ezâ Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Kadın Ayhalinde Neler Yapamaz?
İyilik, İttika Ve Islah Hususunda Allah'ı Engel Yapmamak:
Allah'ın Sorumlu Tutmadığı Yeminler:
Ehaze Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
İttihaze Kalıbından Ehaze Fiilinin Manaları:
Lağv Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Talak Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Kur'an'ın Boşama Konusunda Gerçekleştirdiği Radikal
Değişimler:
Kur'an'ın, Erkeğin Boşamasına Getirdiği Engeller:
Boşanmada Haklar Karşılıklıdır:
Boşanan Kadının Uyması Gereken Kanunlar:
Allah'ın Hududunu Aşan Zalimdir:
Talak Hukukunda Yapılan Düzenlemeler:
Boşanan Kadının Eski Kocasına Dönebilmesînin Şartları:
Kadına Zulüm Kendine Zulümdür:
Engel Olmayın Emrinin Muhatabı:
Süt Emme Çağında Çocuğu Bulunan Kadının Boşanması ve
Nafakası:
Fisâl Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:
İddet Bekleyen Kadına Evlenme Teklif Etmek:
Arada Fiilinin Kur'an'daki Anlamları:
Hatabe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:
Hatabe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Mehri Tesbit Edilen Ve Edilmeyen Kadının Boşanması:
Messe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:
Messe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları :
Ferada Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:
Ferada Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Mehir Kesilmekle Birlikte, Cinsî Münasebette Bulunulmadan
Boşanan Kadının Durumu:
Hafeza Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:
Hafeza kelimesinin Kur'an'daki manaları:
Kanete Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:
Kanete Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Tehlike Anında Bile Namaz Kılınmalıdır:
Yaya Yahut Binekli Olarak... Hükmünden Çıkarılacak
Esaslar:
Geride Eşler Bırakarak Ölecek Olanlar Ne Yapmalı?
Ayetlerin Açıklanması İfadesinin Anlamı:
Ölüm Korkusu Sebebiyle Görevden Kaçmak:
Elf Kelimesinin Kur'ân'daki Anlamları:
İnfak Allah'a Verilen Borçtur:
Kareda Fiilinin Kur'an'daki Kullanımı:
Kareda Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:
Bast Kelimesinin Kur'andaki Manaları:
Vatan Sevgisinin En İyi Göstergesi Savaştır:
Mele' Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Mele Kelimesinin Kur'an'daki manaları:
Be'ase Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:
Be'ase Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Ayette Üzerinde Durulan Üç Önemli Mesele:
Liyâkata Dayanan Ehliyetin Özellikleri::
Talut'un Melikliğinîn Delili Tabut:
Zafer Askerlerin Çokluğuna Değil Dayanma Gücü İle Allah'ın
Yardımına Bağlıdır:
Nefse Karşı Kazanılan Zaferin Kaynağı
Ferağ Kelimesinin Kur’andaki Manaları:
İyiler Kötüleri
Engellemezse Dünya Fesada Gider
Ayetten Çıkarılan
Genellemeler
Son Altı Ayetin
Değerlendirilmesi
Peygamberlerin Birbirine Olan Üstünlükleri Ve Savaşa Varan İhtilaflar
Üstün Olan
Peygamberlerin Vasıflarından Bazıları
210. Onlar, illede
buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini mi bekliyorlar? Ama
o zaman her şeye karar verilmiş ve her şey Allah'a döndürülmüş olurdu.
Ayette geçen
(yenzurûn) kelimesinin kökü (na-za-ra)dır. Anlamak, idrak etmek, farkına
varmak, görmek, bakmak, beklemek manalarına gelen bu kavram, Bakara/l 04'te
açıklanmıştır.
Yukardaki ayette
yenzurûn kelimesi 'beklemek' manasını ifade etmektedir. "Onlar
bekliyorlar mı?" sualinin muhatapları, kendilerine açık deliller gelmesine
rağmen "barıştan sapan"lardır. Bakara/208-209, ayetlerde Yüce Allah
onları doğrudan muhatap aldığı halde, 210. ayette onlara üçüncü şahıs olarak
hitapta bulunmaktadır. "Topluca barışa girin" ve "Barıştan
saparsanız..." ifadeleriyle ise Yüce Allah müslümanlara doğrudan hitap
etmektedir. Ama 210. ayette "Bekliyorlar mı?" ifadesiyle, barıştan
ayrılanlara doğrudan değil, üçüncü şahıs olarak hitap etmektedir.
Aslında bu hitap,
Bakara/204-206, ayetlerde bahsi geçen hasım insan ile barışı terkedip şeytana
tâbi olanları da kapsamaktadır: Hasımlığı/düşmanlığı ile siyaseti, toplum ve
kültürü helak eden insanlara barışla dur diyemeyen veya demeyen kimseler,
kötülüklerde onlarla ortaktırlar. Sosyal, siyasal, kültürel problemlere,
çözülme ve çürümelere çare bulamayanlara Yüce Allah "Onlar bekliyorlar
mı?" sorusunu yöneltmektedir. Bu meseleleri onların halletmesini isteyen
Yüce Allah "Yoksa sizin çözmeniz gereken problemleri Allah'ın çözmesini
mi istiyorsunuz?" diye sormaktadır.
Ayetin bu kısmından sonra,
onların beklentilerinin ne olduğu ve çözümün nasıl olacağı açıklanmaktadır:
"Buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini mi
bekliyorlar?"
Buradaki soru iki
şekilde anlaşılabilir: a) Bozulan
siyasî, sosyal ve kültürel dengelerin yeniden tesis edilmesi için Allah'ın ve
meleklerin gelmesini mi bekliyorlar? b) Barışı
ortadan kaldırıp, siyasî, sosyal ve kültürel dengeleri bozarak insanlığı
toz-duman içinde bıraktılar da, o dumanın ortadan kaldırılması için Allah ve
meleklerini mi bekliyorlar? Bilgiye, kültür ve barışa sırtlarını dönmekle
insanlığı cehalet bulutu ve karanlığı içinde bıraktılar da, o bulutun ve
karanlığın giderilmesini Allah ve meleklerinden mi bekliyorlar?
'Bulut' kavramı
Kur'an'da azabı da ifade etmektedir. Bu anlamdan hareket edersek, ibareyi
"Allah'ın azabını mı bekliyorlar?" şeklinde yorumlamamız mümkündür.
Ayette geçen
(zulel) kelimesi (zaile) fiilinden türemiştir. Zaile olmak, dönüşmek, yapmaya
devam etmek, sebat etmek, ayrılmamak, kalmak, daim olmak, ısrar etmek, bir
şeyin gölgeli olması, yaklaşmak manalarına gelir.
(zili) kalıbından
alınınca; gölge, karanlık, sığınak, muhafaza, himaye, renkli, işaret, zayıf,
suret, şekil, hafif parlamak anlamlarını ifade eder. Kur'an'ın muhtelif
ayetlerinde farklı manalarda geçmektedir; şöyle ki:
[1]
1. Gölge
Ra'd/15'te bu manaya
gelmektedir:
Göklerde ve yerde
bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez Allah'a boyun
eğerler.
Ayette geçen ve
onların gölgeleri) ifadesi, fizikî cisimlerin gölgesini ifade etmektedir.
2. Karanlık
Şuara/189'da
'karanlık' manasına gelen 'gölge'yi ifade etmektedir:
(Onu yalanladılar da
kendilerini karanlık günün azabı yakalayıverdi).
"Karanlık, yani
gölge gününün azabı" ile "sıkıntılı günün azabı" aynı anlama
gelmektedir. Buradaki -fa (karanlık) kelimesi psikolojik manada insanın içini
kaplayan 'sıkıntı' anlamını ifade ettiği gibi, yanardağın fışkırttığı karanlık
bulutlan da ifade edebilir. Böylece ifade, bir oluşumun insana yüklediği
psikolojik sıkıntı anlamına da gelmektedir.
3. Dağ
Hâzin ve onu takip
eden müfessirler (Dağlar gibi dalgalar onları kapladığı zaman) [Lokman/32]
ayetindeki zulel kelimesinin, 'dağlar' manasına geldiğini söylemektedirler.
Dalgaların yüksekliğini ifade etmek için gölgeye bu mana verilmektedir.
Kelimeye 'ölümün gölgesi' şeklinde mana vermemiz de mümkündür.
4. Tabaka, kat
Zümer/16'da şu ifade
yer almaktadır:
Onların üstlerinde
ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar vardır.
Yani, insanların
amelleri, onların üzerlerinde ve altlarında ateşten meydana gelen tabakalar,
yani katlar oluşturacaktır. Beynini doğru kullanmayan insanlarla, iffetini
koruyamayanların duçar olacakları ateş azabının katmanlarını ifade etmektedir.
5. İzzet ve nimet
İsfehanî Mürselat/41'de
yer alan fö (zılal) kelimesine, izzet ve nimet manası vermiştir:
Şüphesiz takva
sahipleri gölgeliklerde ve pınar başlarındadırlar.
Bu ayetteki gölgelik,
şeref ve nimet içinde olmayı ifade etmektedir. Serin bir bulutun içinde olmak
da nimet içinde olmak demektir.
Demek ki 210. ayetteki
(zulel) kelimesi tabakalar, katmanlar, gölgeler manasını ifade etmektedir.
Onlar Allah ve meleklerin bulut katmanları arasından çıkıp gelmesini
bekliyorlardı.
Peki, Allah'ın ve
meleklerin onların bekledikleri şekilde gelmeleri mümkün müdür? Gelip gitme
işi yaratıklara ait değil midir? Gelen varlık, geldiği yerde var, terk ettiği
yerde yok; giden varlık da gittiği yerde var, ayrıldığı yerde yok olduğuna
göre, Allah'a böyle şeyler isnad olunabilir mi?
Bunların cevabı,
herhangi bir varlık gibi Allah'ın gelmesi değil, iradesinin tecelli etmesi, iyi
veya kötü manada iradesini uygulamaya koymasıdır. Kur'an'ın bazı ayetlerinde
Allah'ın gelmesinden bahsedilmektedir. Bunun mecazî manada olduğu akıldan
çıkarılmadığı takdirde anlaşılmasında zorluk çekilmeyecektir. Fecr/22
ayetindeki ifade şöyledir:
(Rabbin geldi)
Bakara/210'daki ifade
şöyledir:
(Allah onlara gelir).
Fecr/22'deki ifade ise
şu şekildedir:
(Rabbin geldi).
Bu ifadeler aynı
anlama gelmektedir. Böyle olduğu, Nahl/33 ayetinden anlaşılmaktadır:
Onlar ancak
kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin emrinin gelmesini bekliyorlar.
Buradaki (yahut
Rabbinin emrinin gelmesindeki emr kelimesi, Allah'ın kendi zatının değil de
hükmünün, yani emrinin geleceğini beyan etmektedir. Böylece Bakara/210 ile
Fecr/22'deki Allah'ın gelişinin ne anlam ifade ettiği ortaya çıkmaktadır.
Aslında Bakara/210 ayetinin devamında emr kavramı gelmektedir. Belki de Yüce
Allah emr kelimesini iki kere kullanmamak için, uygun olan yerde, yani başta
kullanmıştır.
Haşr/2'de de 'Allah'ın
gelmesi'nden bahsedilmektedir: Ama Allah onlara hiç beklemedikleri bir şekilde
geldi). Burada 'Allah'ın gelmesi' ile 'kalplerine korku salması'
kasdedilmiştir. Ayetin devamı 'korku salmak'la ilgilidir.
(Allah da onların
binalarını temellerinden söktü). [Nahl/26]
Burada 'Allah'ın
gelmesi' onların binalarını temellerinden söküp tavanlarını tepelerine
indirmesi anlamına gelmektedir.
'Allah'ın gelmesi'
demek, emrini ve azabını göndermesi demektir. Ayette, meleklerin gelmesi de yer
almaktadır. Melekler de çeşitli görevlerle; vahiy getirmek, kadir gecesinde
işleri planlamak, Allah'ın azabını getirmek gibi görevlerle yeryüzüne
inmektedirler:
O gün gök,
bulutlarıyla parçalanacak, melekler de indirildikçe indirilecekler. [Furkan/25]
Kadir/4'te, meleklerin
kadir gecesinde her iş için indiği olgusu yer almaktadır. Kıyamet günü de
ineceklerdir.
B akara/210'da
Allah'ın ve meleklerin bulut katmanları arasından çıkıp gelmelerini
beklemeleri, onların bu konuda bilgileri olduğunu veya bu bilgiler onlara
anlatılırken bu beklentiye girdiklerini göstermektedir. Onların bu beklentisi,
ilahî azapla alay etmeleri manasına da gelebilir. Onların, bulut katmanları
arasından Allah'ı ve melekleri beklemeleri, rahmet istemelerine de işaret
olabilir. Çünkü bulut çoğunlukla rahmeti ifade etmektedir. Ama rahmet
bulutundan azabm inmesi de muhtemeldir.
Ahkaf/24 ayeti
şöyledir:
Nihayet onu,
vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce, "Bu bize yağmur
yağdıracak bir buluttur" dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz
şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgardır.
Ahkaf halkının rahmet
getirdiğini zannettikleri bulutun azap taşıdığını söyleyen Yüce Allah, aynı
şeyin iki amaçlı olarak kullanıldığına dikkat çekmektedir.
(İş bitirilir).
Allah ve meleklerin
bulut katmanları arasından gelmelerini bekleyenlerin beklentisi gerçekleşseydi,
kıyamet kopardı, yani iş biterdi. Bu ibare, beklentilerinin yanlış ve çok
büyük bir şey olduğunu ifade etmektedir. Allah'ın kudretinin tecelli etmesi,
dünyanın yok olması anlamına gelmektedir. A'raf/143 ayetine göre, Hz. Musa da
Allah'ı görmek istemişti. Yüce Allah bunun mümkün olmadığını/olamayacağını ve
bu isteğin yanlış olduğunu bir tecrübeyle göstermişti:
Rabbi o dağa tecelli
edince, onu paramparça etti.
"İşin
bitirilmesi" bu anlama geldiği gibi, kıyametin kopması manasına da
gelebilir. Sosyal çatışmaların barışla neticelenmemesi, toplum veya toplumlar
için birer kıyameti andırmaktadır. Barıştan uzak yaşayan toplumların işi bitmiş
demektir.
(Bütün işler Allah'a
döndürülür).
Bütün işler Allah'ın
takdir ve yaratmasıyla gerçekleştiği gibi, neticeleri de O'na dönecek ve
değerlendirilecektir. İşlerin çıkış yeri de varış yeri de Allah'tır. İlahî
irade ve yaratmadan mükemmel olarak çıkan işlerin bazısına insanlar kötü
manada müdahalede bulunmaktadır. Bu müdahale toplumsal düzeni bozmaktan yana
gerçekleşince Yüce Allah barışı, yani o işi insanın düzeltmesini
emretmektedir. O işlerin kendisine bozuk olarak dönmemesini temin etmek üzere
emir vermektedir. Bu durumu biz de yaşamaktayız; bir amir, yapılmasını
emrettiği işin kendisine mükemmel olarak dönmesini ister. Bunu beceremeyenleri
cezalandırma yoluna girer.
[2]
211. İsrailoğullan'na
sor: Onlara nice açık ayetler verdik. Kim kendisine geldikten sonra Allah'ın
nimetini değiştirirse, bilsin ki Allah'ın cezası şiddetlidir.
Ayette yer alan
kavramlardan başlayarak, ayetin analizini ve sentezini yapmaya çalışacağız.
[3]
1. Ayetteki
ilk kavram 'sor' manasına gelen (sel)dir. Bu kavram sormak, araştırmak, ricada
bulunmak, istemek, hakkını talep etmek, yalvarmak, niyaz etmek, rica etmek
manalarına gelir.
Mesele kalıbından
alınınca soru, mesele, problem, iş, hâdise, durum, rica, kaziye, teorem
anlamlarını ifade eder.
Musaele kalıbından
getirilince; sorgulama anlamına gelir.
Tese'ül kalıbından
dilek, dilencilik, (mesul) kalıbından sorumlu manasını ifade eder.
[4]
1. Sormak
"Eğer" dedi
Musa, "bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık
etme". [Kehf/76]
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/211 'deki 'sor' kelimesi de bu manayı ifade etmektedir.
2. İstemek
(Hem bunun için sizden
bir karşılık da istemiyorum). [Şu-ara/109]
Seele kelimesi
Kur'an'da isteğin pek çok çeşidi için kullanılmaktadır. Mesela, burada yapılan
bir iş için, yani peygamberin tebliğ faaliyeti için dünyevî bir karşılık
istememesini ifade etmektedir.
3. Sorgulamak
(Elbette kendilerine
peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz).
[A'raf/6]
4. Dilenmek
(Dileneni asla geri
çevirme). [Duha/10]
Sail kalıbından
olduğunda dilenmek manasım ifade etmektedir. Bakara/273'te (onlar yüzsüzlük
yaparak dilenmezler) buyurulmaktadır.
5. Sorumluluk
(se-e-le) kelimesini
(mes'ûlâ) kalıbından aldığımızda, sorumluluğu ifade etmektedir. (çünkü verilen
söz, sorumluluğu gerektirir). [İsra/34]
Soru sormak öğretim
faaliyetinin en önemli metodlanndan biridir. İleri safhada, öğrenmek için
sorulan sorular; sorgulama şekline dönüşür. Öğrenmek için soru sorulur,
yanlışı ortadan kaldırmak için sorgulama yapılır. Bir bilginin doğru veya
yanlışlığını tesbit etmek için düşünceyi harekete geçirmenin ilk basamağı
sorgulamaktır. İşte Yüce Allah, Bakara/211 ayetinde Hz. Peygamber'e
İsrailoğullan'na sormasını, yani onların Allah'ın ayetlerini değiştirmeleri
sebebiyle başlarına gelenleri sorup öğrenmesini tavsiye etmektedir.
2. (Onlara
nice açık ayetler verdik).
Ayetin bu kısmında yer
alan ayet kavramına 'mesaj, mucize, delil ve nimet' manaları verilebilir.
Ayetin ileriki kısmına dikkat edip mana verecek olursak, farklı bir mana
yüklememiz doğru olacaktır. Buradaki 'ayet1 e, 'nimet' manası da verebiliriz.
Çünkü ayet (Allah'ın nimetini kim değiştirirse) şeklinde devam etmektedir.
Buradaki 'nimet' kavramı, bir önceki 'ayet' kelimesini izah etmektedir. Nimetin
değiştirilmesi demek, 'ayetin' değiştirilmesi demektir. "İsrailoğullan
hangi nimeti, yani ayeti değiştirdiler?" sorusunu Razi, "Kitaplarında
bulunan Hz. Muhammed'e ilişkin vasıflan ve ona gönderilen dinin doğruluğunu
isbat eden delilleri" cevabını vermektedir,[5]
Ayeti nimet, nimeti de
mucize manasına alırsak, Hz. Musa ve kavmi için denizin yarılması, çölde
bulutlarla gölgelendirilmeleri, kudret helvası ve bıldırcınla beslenmeleri,
Tur/Sina dağı ile şereflendirilmeleri, hidayetin dalaletten ayrılması, Allah'ın
Hz. Musa ile konuşması, onları kölelikten kurtarıp hürriyetlerine kavuşturması
gibi mucizeleri sayabiliriz. Yeryüzünde fesat çıkarmanın, kültürü ve nesli
helak etmenin, büyüklük taslayıp hakikati kulak ardı etmenin daha önce
İsrailoğullan'na nelere mal olduğunu bilmeleri gerekirdi. Firavun'un atalanna
neler yaptığını bilmeli ve ona göre davranmalı idiler. Buna göre
İsra-iloğulları'ndan kasıt, Hz. Peygamber zamanında yaşayanlardır. Firavun, toplumu
gruplara ayınyor, bir kısmını eziyor, sömürüyor, köleleştiriyor, İsrailoğullan'nın
erkeklerini kesiyor, kızlannı sağ bırakıyordu. Yüce Allah onu bozgunculuk
çıkarmakla suçluyor.[6]
Şimdi aynı
bozgunculuğu, kültür ve nesli helak etmekle barışı zedeleyenler yapmaktadır.
Banş, Allah'ın insanlara olan nimetlerinin en önemlilerin-dendir. Banşı bozmak,
Allah'ın nimetini değiştirmektir.
Demek ki 'nimetin
değiştirilmesi' olgusunu geçmişe yönlendirirsek Hz. Peygamber'in vasıflannın
Tevrat'tan çıkartılmasının; İslâm dininin kabul edilmemesinin; Hz. Peygamber
dönemine ait olduğu söylenirse, barışı bozup
fesat ile kültür ve
neslin helak edilmesi olarak değerlendirilebilir. Nimet insana geldikten sonra
onu değiştirmek, yani Yüce Allah'ın insana öğrettiği bilgileri, gönderdiği
mesajı değiştirmek çok ağır bir netice ile sonuçlanır. (Elbette Allah'ın azabı şiddetlidir).
Yüce Allah bu ayetiyle
insanlara, özellikle müslümanlara ve İsrailoğulla-n'na şiddetli azaba götüren
sebepleri öğretmektedir. Allah'ın öğrettiği delilleri ve verdiği nimetleri
değiştirmek azabın sebeplerindendir. Ayet sebep-sonuç ilişkisini kurmakta ve
değiştirmenin çok hassas bir konuda yapıldığını beyan etmektedir. Allah'ın
nimetini değiştirmenin, çıplak elle elektrik yüklü kabloya dokunmaktan farkı
yoktur.
Allah'ın nimetini
-ekonomik manada- değiştirmenin ne olduğu sorusunu İbrahim/28 ayetiyle
cevaplandırmamız mümkündür:
Allah'ın nimetlerini
küfür ile değiştiren kimseyi görmedin mi?
Nimete karşı nankörlük
etmek, nimeti değiştirmek demektir. Ayetteki nimet Allah'ın gönderdiği 'apaçık
ayetler' yani 'deliller' olarak kabul edilirse, o nimetin karşılığı inkar olur;
bu durumda değiştirme, inkarla imanı değiştirmek manasına gelir.
Fetih/15 ayetine göre,
onların değiştirmek istedikleri, Allah'ın kelamı olabilir: (Onlar, Allah'ın
sözünü değiştirmek isterler).
Hz. Peygamber ile sırf
ganimet için savaşa çıkmak isteyenlerin, Allah'ın kelamını değiştirmek
istediklerini bu ayetten anlıyoruz. İsrailoğullan'nın kendilerine gelen nimeti
değiştirme eylemi ile bunların Allah'ın sözünü değiştirmek istemeleri arasında
yakın bir benzerlik vardır.
Bakara/108 ayetine
göre, iman ile küfrün değiştirilmesi söz konusudur: (Kim iman ile küfrü
değiştirirse...)
İman bir nimettir,
iman yerine küfrü tercih etmek ise bir azaptır. Onun içindir ki, Bakara/211
ayeti "Allah'ın azabı şiddetlidir" diye sona ermektedir. Nimeti
inkar, nimete nankörlük, küfürle imanı değiştirmek eş anlamlı ve aynı değerde
eylemlerdir. Ebu Müslim ayette geçen (yubeddil) kelimesini (yekfur) kelimesiyle
tefsir etmektedir.[7] Buna göre, değiştirmek,
inkar etmek demektir. Öyleyse bunu, Bakara/108 ayetiyle tefsir etmek gerekir.
Razi, (Kendisine
geldikten sonra) ifadesini, (İyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif
ederlerdi) [Bakara/75] ayetiyle tefsir etmektedir. Bu da Allah'ın gönderdiği
nimeti, yani ayetleri, kavradıktan sonra bilerek tahrif etmek demektir.
Netice itibariyle bu
ayet şunu ifade etmektedir: Yüce Allah'ın gönderdiği ayetler, mesajlar, nimet
ve kelam asla değiştirilemez; ama çağa göre yorumlanabilir.
Onlar akan bir su
gibidirler. Herkes ondan istifade edebilir, ama asla kirletip tabiatını
değiştirme hakkına sahip değildir.
Ayet,
İsrailoğullan'nın düştükleri hatalara düşmemeleri için müslümanlan
uyarmaktadır.
[8]
212. İnkar edenlere bu
dünya hayatı güzel görünür. Bu nedenle, iman edenlerle alay ederler. Ama,
kıyamet günü Allah'a karşı sakınma duygusu taşıyanlar, onlardan daha üstün
olacaklardır. Allah dilediği kimselere hesapsız rızık verir.
Muhammed Esed ayetteki
'güzel kılınmıştır' ifadesine 'güzel görünür'; A. Yusuf Ali 'cezbedici gelir'
anlamını verirken; Zemahşeri "başkasını istemeyecek kadar dünya hayatını
severler" manasını vermektedir.
Ayetin analizini
yapacak olursak şu bölümlere ayırabiliriz: (Kafirlere dünya hayatı süslendi).
Ayetin bu kısmını
açıklamaya bir soru ile başlamak yerinde olur: Kafirlere, dünya hayatım kim
süsledi? Yüce Allah, süsleme fiilini meçhul, yani öznesi belli olmayan bir
kalıpta kullanmaktadır. Kur'an'ın diğer ayetlerine bakacak olursak, cevap
olarak 'şeytan' diyebiliriz. (Ve şeytan da onlara yaptıklarım süsledi).[9] İnkar
psikolojisi, sadece cazibesizi cazibeli; çirkini güzel; geçiciyi ebedî; çürüğü
sağlam göstermekle kalmamakta, başka alanlara da tesir etmektedir. Yüce Allah
onun ikinci tahribatım şöyle anlatmaktadır:
(Onlar, iman edenlerle
eğleniyorlar). Dünya hayatının süsüne aldanıp, onu kutsallaştıranlar, iman
edenlerle alay ederler. Bu onların ayrılmaz vasfı olduğu için, çeşitli
ayetlerde yer almaktadır.
Dünya hayatımn
cazibesine kapılan inkarcının başka bir eylemi de, inanan insanlarla alay
etmektir. Yüce Allah burada, iki farklı inanç grubuna mensub olanların
ilişkisini anlatırken, inananların inanmayanlarla alay etmesine ihtimal
vermiyor, inanmayanların inananlarla alay edeceğine dikkat çekiyor, inkâr
psikolojisine sahip olan insanların, inananlara tahammül edemediklerinin bir
delili de bu ayettir.
Maddî
imkânsızlıklarından dolayı az miktarda sadaka veren müslüman-larla alay
edenlerin bulunduğuna Tevbe/79 ayeti işaret etmektedir. Hz. Nuh, Allah'ın
emrettiği gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri ona uğrar ve onunla alay
ederlerdi (bkz. Hud/38). Kavminin Hz. Nuh ile alay etmelerinin iki sebebi
olabilir: Biri imanını ilan edip peygamberlik görevini sürdürmesi, diğeri de yeni
bir teknoloji kullanması.
Yüce Allah,
inkarcıların nelerle alay ettiklerine şu ayetlerde ışık tutmaktadır:
Sen (Allah'ın
kudretine ve onların inkârlarına) şaşarken, onlar alay ediyorlar. Kendilerine
öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar. Bir mucize (ayet) görseler alay ediyorlar.
[Saffat/12-14]
Kâfirler, Allah'a iman
edip O'ndan af dileyen müslümanlara öyle gülüyorlardı ki... [Mü'minun/109-110]
Bu ayetlerden şu
sonucu çıkarabiliriz: Allah'a, ahirete, vahye ve peygambere inanmak, insan
ilişkilerini ahlâksız boyutlara taşıyan 'alayı' ortadan kaldırmakta; onun
yokluğu da 'alayı' toplumun hayatına taşımaktadır. Böylece imanın başka bir
görevi de ahlâkî alanda ortaya çıkmaktadır. Dünya hayatının geçici ve sahte
değerlerini yüceltenlerin; ebedî değerlere, yani imana ve hakka sahip olanlara
karşı alaycı bakışlarının her zaman olacağını bir gerçeklik olarak ortaya
koymaktadır. Kâfirlerin mü'minleri alaya alması ve onları küçümsemesi, tarihin
başlangıcından beri devam etmekte, şeytanın başlattığı kirli ırmağın suyundan
gıdalanmakta, insanların sosyal ilişkilerini ve manevî çevrelerini
kirletmektedir.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/212 ayeti, bu alayın nereye kadar devam edeceğine de ışık
tutmakta, üstünlüğün nerede olduğunu belirlemektedir:
(Halbuki, inkârdan
sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir).
İnkâr psikolojisinin
bataklığından uzak duranların ahirette, bu dünyada kendileriyle alay edenlerden
üstün olacağını bildiren ayetin bu kısmı, üstünlüğün ne ile sağlanacağının
öğretimini de yapmaktadır.
Yüce Allah bu dünyada
üstünlüğün ne ile olacağını şu ayette beyan etmektedir:
Şüphesiz, Allah
katında en üstün olanınız, O'ndan en çok sakınanınızdır. [Hucurat/13]
Bu iki ayeti bir araya
getirirsek şu neticeye ulaşmamız mümkündür: Dünya ve ahirette Yüce Allah
'takva' denen ruh olgunluğuna ulaşanları üstün tutmakta ve onlara farklı bir
değer atfetmektedir. İmanı benliğine sindirip takvaya dönüştüren insanlarla,
dünyaya tapan ve onun süsüne alda-nan, ırkçılık yaparak kendini üstün gören
insanlar arasında derin bir farkın olduğunu ifade eden bu ayetler, ilahî
değerlendirmenin hangi alanda olduğunun öğretimini de yapmaktadır. Diğer
taraftan Hucurat/11 ayetinde, dünyanın geçici değerlerine bakarak erkek ve
kadınların birbirleriyle alay etmelerinin yanlış olduğuna, kendisiyle alay
edilenlerin alay edenlerden Allah katında daha üstün olabileceğine dikkat
çekilmektedir. Bir grubun başka bir grubu aşağı görüp onunla alay etmesi,
yaralayıcı, incitici ve onur kinci lakapla çağırmaya kadar gidebilir. Yüce
Allah buna 'zulüm' demektedir.
Şimdi şu suali
sorabiliriz: İnkâr psikolojisine sahip olanlar, iman edenlerle nasıl alay
ediyorlardı? Bu sorunun cevabını Yüce Allah Mutaffifin suresinde vermektedir:
Muhakkak ki mücrimler,
iman edenlere gülerler; onlara rastladıkları zaman, birbirlerine kaş-göz
işaretleri yaparlar; kendileriyle aynı görüşü paylaşanlara keyf ve neşe içinde
dönerler; inananları gördüklerinde, "Yazık bu insanlar doğru yoldan
sapmış" derler; halbuki onlar mü'minlerin üzerine bekçi olarak gönderilmedi;
hesap gününde ise, iman edenler kafirlere güleceklerdir. [Mutaffifin/29-34]
Yüce Allah, kâfirlerin
gülerek, kaş-göz işareti yaparak, sapık olduklarını söyleyerek mü'minlerle alay
etmelerini konu edinmektedir. Çağımızda bu alay etme şekli farklı metodlarla yapılmaya
başlamış ve daha geniş alanlara yayılmıştır.
Artık 'alay' kitap,
makale, televizyon gibi değişik vasıtalarla gerçekleşmektedir. Farklı inanç
gruplarına mensup olanlar, bu kitle haberleşme vasıtalarıyla alay edip
birbirlerini aşağılamaktadırlar. Bir grup, diğerini tekfir etmeye kadar
giderken, diğeri de onu aşağılamaktadır. Farklı dinlere mensup olanlar da
birbirleriyle alay edip aşağılamakta ve hatta işi düşmanlığa kadar
götürmektedirler.
Bakara/13 ayetine göre
münafıklar, inananlara 'sefih' yani 'beyinsiz/dar kafalı' diyerek alay
etmektedirler. Yüce Allah Kur'an'ın değişik yerlerinde bu alay konusunu gündeme
getirerek insanlığın bu derin yarasının sarılmasını temin etmek için insanları
eğitmektedir. Fakat ayetin son bölümüne baktığımızda alay etmenin daha çok
'ekonomik' açıdan yapıldığı anlaşılır:
(Ve Allah dilediğine
hesapsız rızık verir). Dünya hayatını sonsuz görüp onun cazibesine kapılanlar,
durmadan mal yığarlar ve bu ekonomik değere sahip olmayanlarla alay ederler.
Yüce Allah sahip olduğu
ekonomik imkânlarla başkalarını alaya alanların durumunu, Kehf suresinde iki
kişinin ilişkisi bağlamında tasvir ederek bu konuda önemli bir eğitim
faaliyeti yapmaktadır. Allah Teala iki üzüm bağı, hurmalık ve tahıl tarlası
olan bir kimseyle bu imkâna sahip olmayan bir kişinin kıssasını anlatmaktadır.
Kıssanın tamamını nakletme yerine, zengin olanın
fakire söylediği şu
sözü ele almak istiyoruz:
(Arkadaşı ona muhavere
ederek dedi ki: "Benim malım mülküm senden çok; nüfusça da senden daha
güçlüyüm"). [Kehf/34] Fakir olan imanlı kişi de ona şöyle karşılık verdi:
(Rabbim bana senin
bağından/bahçenden pekala daha hayırlısını verebilir). [Kehf/40]
Bu konuşma çok
tehlikeli boyutlara uzayıp gitti. Kendini üstün görenin bağı-bahçesinin- yerin
dibine geçmesinin ardından Yüce Allah şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
Mal-mülk ve çocuklar
dünya hayatının süsleridir; ama ürünü kalıcı olan dürüst ve erdemli
davranışlar ise, karşılık bakımından, Rabbinin katında daha değerli ve bir ümit
kaynağı olarak daha verimlidir.
Böylece Yüce Allah,
dünya hayatının süsü olan mal-mülk ve evlatların başkalarına karşı
kibirlenmeye, büyüklük taslamaya götürmemesi gerektiğini beyan ederek, kalıcı
olanın erdemli davranışlar olduğunu bildirmiştir. Zira gerçekten de önemli
olan ekonomik değer değil, insanı felaha erdirecek olan erdemli davranışlardır.
Çünkü dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, mal ve evlat açısından bir iftihar
vesilesi, ve kendini kandırmanın zevkini tatmaktan başka bir şey değildir.
[Bkz. Hadid/20]
İşte bütün bu alay konusu
olan şeylerden kurtulmanın yolu şu gerçeği kabullenmekten geçmektedir:
"Allah dilediğine hesapsız rızık verir" [Bakara/212]. Rızkın
Allah'tan geldiğini bilen insan onu, başkalarına karşı büyüklük taslama sebebi
olarak görmez. Sahip olunan ekonomik değerin kaynağının unutulması, insanlar
arası ilişkilere yansıyarak sosyal hayatı çürütmekte, gurur ve alayı besleyen
bir bataklık haline gelmektedir. Bu durum, insanların erdemini alıp götürmekte,
dünyaya bakışı alt-üst edip onu tanrılaştırmaya kadar uzanmaktadır.
[10]
213. İnsanlar bir tek
ümmetti, Allah onlara müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Ve
peygamberler aracılığı ile insanların anlaşmazlığa düştükleri konular hakkında
aralarında hüküm vermek için hak kitap da indirdi. Halbuki, o konularda
anlaşmazlığa düşenler, kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra,
aralarındaki haset yüzünden ihtilafa düşen kitap ehlinden başkası değildi.
Bunun üzerine Allah, kendi iradesiyle, inananları ihtilafa düştükleri hakikate
eriştirdi. Çünkü Allah, isteyeni doğru yola ulaştırır.
Yüce Allah bu ayette,
insanların ihtilafa düşme sebeplerini, peygamber ve onlarla beraber vahy
göndermesinin nedenini ve bu vahyin görevinin ne olduğunu açıklamaktadır.
Şimdi ayette geçen konulan birer birer ele alarak inceleyebiliriz.
[11]
1. İnsanlar
tek ümmetti
Yüce Allah, ayetin bu
kısmıyla, sosyolojik bir gerçeği dile getirmekte ve insanlığın bir tek gruptan,
yani aile grubundan türediğine işaret etmektedir. 'Ümmet'in ne olduğumu birinci
ciltte açıklamıştık. Grup ve millet manalarına gelen bu kavram, insanlığın ilk
grubunu, yani hücre topluluğunu ifade etmektedir.
Ayette geçen
{kâne) kelimesi, insanlığın başlangıcının sosyal grup olduğunu söylememize
imkân tanımaktadır. Bu bilgiden hareket ederek, insanlığın tek bir gruptan
çoğalıp yayıldığını söyleyebiliriz. Demek ki, insanlar dünyanın ayrı ayrı
kıtalarında yaratılmış değil, bir gruptan türeyip her tarafa dağılmışlardır.
Ümmet kelimesinin
uymak manasına gelen (i'timam) kelimesinden geldiğini Razi'den öğreniyoruz.[12]
Bu manadan hareket
edersek ümmetin, aynı şey üzerine ittifak eden, parçalan birbirine uyan, hayat
tarzı, dünya görüşü ve ideal bakımından uyum içinde olan topluluk olduğunu
söyleyebiliriz. (İnsanlar tek bir ümmetti) ifadesinde ümmet kavramı, yapı
itibarıyla doğurgan olan kadına benzetilmiştir, ki bu, ümmet denen grubun,
durmadan artan ve gittikçe fark-lılaşan bir yapıya sahip olduğu anlamına gelir.
Umm yani ana kelimesinden geldiği için de, kardeş gibi birbirine yakın, uyum
içinde, çatışma olmayan bir yapıyı da ifade etmektedir. İttifakın, uyumun,
birlik ve beraberliğin bozulduğu bir sosyal yapıya ümmet denemez. Ümmet
kelimesi, grubun işleme tarzını ve sosyal yapısını ifade etmektedir.
Ayetteki ümmet
kelimesini 'din, inanç' manasına da alabiliriz. Vaktiyle insanlar tek bir
inancı paylaşıyorlardı, o inançta ittifak etmişlerdi ve uyum içindeydiler.
Dinî inanç insanları bir araya getirdiği, aralarında ittifak sağladığı, birlik
ve beraberliği temin ettiği için 'ümmet' adını almaktadır. İnsanların tek bir
ümmet olduğunu söylemek; onların tek bir inanca, yani tek dine mensup
olduklarım ifade etmektir. Böylece, dinin görevi de ortaya çıkmaktadır. Sosyal
ve kültürel bütünlüğü temin eden kurallar topluluğuna din denmektedir.
Zuhruf/22 ayetindeki 'ümmet' kelimesi dini ifade etmektedir. (Doğrusu biz,
babalarımızı bir ümmet (din) üzerine bulduk).
Tek bir din üzerinde
olan insanların tek bir sosyal grup, yani millet oluşturacakları da bir
gerçektir. Aynı dine mensup oldukları halde milletlerinin farklı olduğunu iddia
edenler de vardır; ve bu da sosyal bir gerçekliktir. İnsanlığın ilk
dönemindeki kapalı toplumu dikkate alırsak, aynı dine mensup tek bir sosyal
grup oldukları anlaşılacaktır. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin devamına
bakarsak, buradaki 'ümmet' kelimesine 'din' manası vermemiz uygun olacaktır.
2. Allah
onlara müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi.
Aynı dinin etrafında
toplanmış bir topluluğa Allah niçin uyarıcı ve müjde-leyici peygamberler
göndersin? Bu sorunun cevabını, ayetin devamında kısmen bulmaktayız, ama esas
cevabı Yunus/19 ayetindedir:
İnsanlar bir tek
ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı,
ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi.
Ayetten anlaşıldığına
göre, peygamberlerin gönderilmesinin sebebi, insanların arasında ihtilaf
çıkmasıdır. Sosyal bütünlüğü bozan, birlik ve beraberliği ortadan kaldıran
çatışmalar insanlık için bir bataklık oluşturur. Bu bataklığı kurutmak için
Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Çatışmalar ister dinî, isterse sosyal
içerikli olsun, toplumda tedavisi mümkün olmayan sosyal yaralar açmadan
müdahale edilmesi gerektiği için Yüce Allah hemen uyarıcı ve müjdeleyici olarak
peygamberler göndermiştir.
Yunus/9 ayetinden
hareket edersek, ihtilafın ilk konusunun din olduğunu söyleyebiliriz. Dinde
ihtilafın çıkması demek, insanları şirk ve inkâra götürecek tartışmaların
başlaması ve ileri safhaya ulaşması demektir. İlk dinin İslâm olduğu, yani
tevhid inancı olduğu gerçeğinden hareket edersek, şirk ve inkârın sonradan
ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yunus/19 ayetinde
geçen ümmet kelimesine -'sosyal grup' manası verirsek- topluluk diyebiliriz. O
zaman, toplumda çıkan, ama din içerikli olmayan ihtilafları, çatışmaları
gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Yüce Allah ister dinî, isterse sosyal
içerikli olsun, insanların ihtilafa düşmelerinin, peygamberlerin ve vahyin
gelmesine neden olduğu gerçeğine dikkat çekmektedir. Çünkü Yunus/l 9'da Yüce
Allah, ihtilafların toplumu yıkıma götürebileceği gerçeğine işaret etmiştir.
3.
İhtilaflara müdahale şekli
Peygamberler, toplumda
çıkan ihtilaflara, çatışmalara, bölünmelere mü-
decek olanlara
verilecek mükâfaatlara dikkat çekerler; zira sosyal çatışmalar üzerine karamsarlık
ve tehditle gitmek onların daha da derinleşmesine sebep olur. Müjdelemek
kavramı ayette (beşşere) kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kavram;
sevindirmek, memnun etmek, bahtiyar olmak, iyi haberleri ilan etmek, iyi
haberler getirmek, yaymak, neşretmek, telkin etmek, nasihat etmek manalarına
gelmektedir. (bişr) kalıbından alındığında sevinç, haz, neşe anlamına gelir.
"(beşir) kalıbından getirilince, güzel haberler getiren, haberci, müjdeci,
geleceği haber veren, kutsal kitabı vaazeden manalarını ifade etmektedir.
'Beşere' kelimesinin başka anlamlan da vardır: Kabuğunu soymak, derisini
yüzmek, kazıyarak temizlemek, soymak, tırmalamak, rendelemek, el sürmek,
dolaylı temas etmek, cinsel ilişki kurmak, kulak vermek, yaklaştırmak, tutmak,
takip etmek bunlardan bazılarıdır.
Bu kavram 'çekirge'
ile birlikte kullanılınca çekirgenin, yerde olan bitkiyi yeyip araziyi çıplak
hale getirmesini ifade eder.
(beşer) kalıbından
alındığında, insan/insanlık anlamına gelmektedir.
[13]
1. Sevinmek
Fussilet/30 ayetinde
bu manaya gelmektedir: (Size vaadolunan cennetle sevinin).
2. Karısıyla cinsî münasebette bulunmak
(Mescidlerde itikafa
çekildiğinizde, hanımlarınızla cinsî münasebette bulunmayın!)
Bu fiilin müjde
kavramından türetilmesi, cinsî münasebetin insana verdiği nazdan
kaynaklanmaktadır. Belki de müjdelemeyi en iyi anlatan 'tabii' bir davranıştır.
3. Müjdelemek
Bakara/25 ayetinde
dünyada iyi amel yapanlara, ahirette alacakları ödülü haber verip müjdelemek
anlamında kullanılmaktadır:
(İman edip iyi
davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!..)
4. Beşer, insanoğlu, insanlık
Yüce Allah insanoğluna
da (beşer) demektedir. Müjde ve sevinç ile insanı birleştirmektedir. İnsanın
genel ismi olan 'beşer' kavramı sevinçten, müjdeden türemiştir, veya müjde
insanoğlu denen 'beşer'den gelmektedir.
Hangisinin hangisinden
türediği o kadar önemli değildir, önemli olan ikisinin aynı kavramda buluşmuş
olmalarıdır. Demek ki müjde, sevinç ve mutluluk ile insanlık aynı kavramdan
gelmekte ve aynı manadan beslenmektedir. Böylece insanlığın sevince doğru yol
alması, onu amaç edinmesi ve ona sevdalanması en doğal hakkı ve belki de
vazifesidir.
(İçimizden bir beşere
mi uyacağız? O takdirde, biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz).
[Kamer/24]
Kur'an'da 'insanoğlu'
manasına gelen 'beşer' kelimesi 'eşitliği' ifade etmektedir:
(De ki: "Ben de
sizin gibi ölümlü bir insanım"). [Kehf/110]
İnsanlar yaratılış
itibariyle birbirlerine eşittirler. Bu yönleriyle 'beşer' adını alırlar.
Sonradan kazandıklanyla birbirinden ayrılırlar; mesela: Peygamberlerin vahy
alması, bazılarının derin bilgiye sahip olması gibi. Sonradan alman vahyi ve
kazanılan bilgiyi bir tarafa bırakırsak insanlar eşittirler. Bunu ifade etmek
için 'beşer' kavramı kullanılmaktadır.
Diğer taraftan 'beşer'
kavramının özünde, ölümlülük manası da vardır. Yaratılmış olmak, ölümlülük
özelliğine sahip olmak, müşterek yönümüz olduğu için 'beşer' gibi genel bir
kavramla ifade edilmekteyiz. Demek ki, sonradan kazandıklarımızdan
sıyrıldıkça, yaratılış kanununa inildikçe insanlar eşitlenmekte, müşterek
özellikleri ortaya çıkmakta ve bir kavramın içine ko-nabilmektedir.
İşte hukuk, insanın
'beşer' olan yönünü ele almakta, sonradan kazandıklarına bakmadığı için eşitliği
sağlamaktadır. "Hukuk karşısında herkes eşittir" ilkesi bundan
kaynaklanmaktadır. Bu manaları bir araya getirip bir genelleme yapacak
olursak, kabuğunu soymak anlamıyla 'beşere' kelimesini ele aldığımızda, insanın
ruhundaki kederi gidermek, onu soyup atmak ve insanın özünü ortaya çıkarıp
sevince boğmak manasını ifade eder. Peygamberler müjdelerken, verdikleri iyi
haberlerle insanlığın üzerine çöken korku ve keder bulutunu soyup atarlar.
Rendelemek manasıyla
'tebşir' insanın kabalıklarını ortadan kaldırmak, ona bir şekil verip
inceltmektir. Müjde insanın ruhunu incelttiği için, rendelemek manasını
kazanmıştır. Peygamberler müjdeleyicidir, çünkü onların getirdiği vahiy ve
vahiy doğrultusundaki faaliyetleri insanların ruhlarını inceltmekte, şahsiyetlerini
kibarlaştırmaktadır.
Cinsî münasebet
manasıyla tebşir, iki kişiyi birbirine yaklaştırmak, kavgaları kaldırmak
anlamını ifade eder. Cinsî münasebette bir anlaşma, bir kaynaşma ve bir
beraberlik vardır. Toplumda veya insanlıkta kavgaların ortadan kalkması,
anlaşma ve kaynaşma sağlanması da peygamberlerin bu müjdeleme görevinden
gelmektedir. Diğer taraftan (beşer) yani insan olma ile müjdenin/sevincin aynı
kelimeden gelmesi, sevincin insanın en doğal hakkı olduğunu göstermektedir.
İnsan için aslolan sevinçtir, keder ve üzüntü ârizî şeylerdir. Onun içindir ki,
peygamberlerin en önde gelen vazifeleri; müjdelemek, insanları sevince
gargetmek, özlerindeki duyguyu ortaya çıkarmaktır.
Allah'ın emrini ve
Peygamber'in sünnetini hayata geçirmek isteyen din adamları, insanlara daima
müjde vermeli ve onları sevince boğmalıdırlar. İçlerindeki sevinç duygusunu
ortaya çıkarıp yüzlerinde panldamasını sağlamak, din adamının en önemli ve en
önde gelen görevlerinden biridir.
Ümitsiz ve kötümser
olan insanlara ümit ve müjde vermek, onları sevince garketmek dinin temel
gayesidir. Ümidin kesildiği yerde ve anda müjdenin çıkagelmesi o insanlara
yeni bir hayat vermekte ve o yolu açan Allah'a yeni bir duygu ve iman
doğurmaktadır. Toplumu bölen, tefrika yaratan sosyal ve dinî ihtilafları
ortadan kaldırmak, ancak ümit ve müjde vermekle mümkün olabilir. Tefrika denen
sosyal kirlenmeyi temizlemek manasına gelen 'tebşir', bu anlamıyla sosyolojik
bir mana kazanmaktadır. Bu temizlik aslında, insana insan olduğunu hatırlatmak
ve hissettirmektir.
[14]
Sosyal hayat ve
dindeki bütünlüğü idame ettirmenin yolu, tefrikaya kadar giden ihtilafları
ortadan kaldırmaktan geçer. İhtilafların ortadan kaldırılmasının diğer bir
yolu da 'inzar'dır. Peygamberlerin ikinci görevi olan ve uyan manasına gelen
inzann diğer anlamlan şunlardır:
(nezere) kendini
vakfetmek, takdis etmek, adamak, and içmek, yemin etmek, uyarmak, ikaz etmek,
ihtar etmek, nasihat, öğüt, tenbih, haber vermek, ilan etmek, tebliğ etmek
demektir.
Bu kelime (nezir)
kalıbından alınınca, kendini Allah'a vermek, adamak, ciddi bir şekilde yemin
etmek, uyancı, haber veren, müjdeleyici, tehlikeyi haber veren manalarına
gelmektedir. Bu kavramın Kur'an'daki manalarına gelince:
1. Adamak
Bir vakit İmran'ın
karısı şöyle demişti: "Ey benim Rabbim! Karnımdakini sana adadım".
[Âl-i İmran/35]
Burada 'nezr/adama'
karnındaki çocuğun hem erkek olması ve hem de güzel bir şekilde terbiye edilip
büyütülmesi için bir annenin yalvarışını ifade etmektedir.
Diğer taraftan
"oruç adamak" manasına da gelmektedir:
("Ben, çok
merhametli olan Allah'a susma orucu adadım" de!) [Meryem/26]
Fiil anlamında
'adamak', isim olarak da 'adak' anlamına gelmektedir:
Yaptığınız her
harcamayı ve adadığınız her adağı kesinlikle Allah bilir. [Bakara/270]
Bu ayette, hem fiil ve
hem de isim olarak kullanılmıştır.
2. Uyarmak
Yüce Allah Hz. Hud'un
tebliğini anlatırken kavramı fiil olarak kullanmaktadır: Ve hatırla Ad'ın
kardeşini, Ahkaf ta kavmini uyardığı vakit... [Ahkaf/21]
Peygamberlerin nelerle
ve hangi konularda uyardıklarını şu ayetlerden öğrenebiliriz:
Yıldırımla [bkz.
Fussilet/13]; alev alev yanan bir ateşle [bkz. Leyl/14]; yakın bir azapla [bkz.
Nebe/40] yakalanıp çarpılmakla [bkz. Kamer/36]; vahy ile [bkz. Enbiya/45];
kitapla [bkz. En'am/92]; Kur'an'la [bkz. Yasin/6]; buluşma günüyle [bkz.
Mü'min/15]; ahiret/kıyamet ile [bkz. Zümer/71]; hasret günü ile [bkz.
Meryem/39] Allah'ın tek olduğu ile [bkz. Nahl/2].
Genelde uyanlar bu
konularda yapılmaktadır. Peygamberler, insanları Allah'ın vahyi ile uyarmaya
çalışırken, insanları kötü davranışlardan caydırmayı hedef almaktadırlar.
Dünyada yapılan davranışların ahirette değerlendirileceğini, kötü amellerin
cezalandırılacağını bildirerek uyarma, caydırıcı olma özelliğini taşımalıdır. Dinî
açıdan yapılan uyarılar ilahî vahye dayanmalı ve ondan kaynaklanmalıdır.
Yüce Allah uyandan
kimlerin istifade edeceğini de bildirmektedir. Bu, dolaylı olarak uyandan
istifade etmeyeceklerin/edemeyeceklerin bulunabileceğine de işaret etmektedir:
(Sen ancak Kur'an'a
uyan ve görmeden Rah-man'dan korkan kimseyi uyarabilirsin). [Yasin/11]
Kur'an, Hz.
Peygamber'e ataları uyanlmamış bir toplumu uyarmak için gönderilmiştir [bkz.
Yasin/6]. İman etmeyip, gaflet uykusuna devam edenler, aslında kendi
beyinlerine zincir vurmakta; önlerine bir set, arkalarına da bir set konmasına
sebep olmaktadırlar [bkz. Yasin/7-9].
Yüce Allah, iman
etmemekte direnen, gaflet uykusundan uyanmayan, beynine zincir vuran, etrafını
duvarla çeviren insanların, uyanlardan etkilenmeyeceklerini ifade etmektedir
[bkz. Yasin/10].
Geçmişten gelen yanlış
bilgilerin zincirinden beynini kurtaramayan, bâtılın etrafında ördüğü duvarı
yıkamayan, gönlünde iman tohumunu yeşerteme-yen ve uyanma ihtimali olmayan,
gafletin karanlığını aydınlatma isteği taşımayan insanların uyanlardan
etkilenmeyeceklerini; uyarmakla uyarmamanın onlar açısından eşit olduğunu
söylemek suretiyle Yüce Allah, eğitilemeyecek insanların bulunduğuna işaret
etmekte ve böylece din eğitiminde emeğin boşa gitmesini engellemektedir.
3. Aydınlatmak
Tevbe/22 ayetinde
geçen inzar kelimesi, 'nasihat etmek, aydınlatmak ve öğretmek' manalarına
gelmektedir. Ayet mealen şöyledir:
Bütün bunlarla
birlikte, (savaş zamanı) mü'minlerin hepsinin toptan yola çıkması doğru olmaz;
onların arasında her gruptan bazılarının seferden geri kalmaları, din hakkında
derin ve sağlam bir bilgi elde etmek için çaba göstermeleri ve seferden dönen
kardeşlerini aydınlatmaya çalışmaları daha yerinde olacaktır. Böylece belki,
onlar kötülüğe karşı kendilerini korurlar.
Din ve ilim adamlan
önce derinlemesine dini incelemeli, sonra elde ettikleri Vilgîleri,
\otuluk"lerden "korunabîlmelefı için "insanlara ogretmeiıöır.
Allah bu ayetteki 'inzar' kelimesini peygamberlerin dışındaki ilim adamlan
için kullanmakta ve böylece onlann da bu faaliyeti sürdürebileceklerine işaret
etmektedir. Onun için ayetteki bu kelimeye öğretmek, aydınlatmak ve nasihat
etmek manasını vermekteyiz.[15]
Bu manadan hareket
ederek diyebiliriz ki: İnzar, 'korkutmak'tan daha çok 'aydınlatmak, öğretmek,
nasihat etmek, irşad etmek' faaliyeti ile alakalı bir eyleme yakın düşmektedir.
Peygamberler uyarır, alimler ise öğretip aydınlatırlar. Bütün peygamberlerin
ortak görevleri arasında yer alan müjdelemek ve uyarmak, eğitim faaliyetinin
hem metodu ve hem de amacı olmalıdır. Bir bakıma müjdelemek, öğretim faaliyeti
için insan gönlünü ve beynini hazırlamak; inzar da öğretimi yani
bilgilendirmeyi gerçekleştirmektir. Başka bir ifadeyle, müjdelemek insanlarda
alaka uyandırma safhasını; uyan da öğretim safhasını teşkil etmektedir. Alaka
uyandırmadan öğretim faaliyetinin verimli olması mümkün olmadığı gibi,
müjdelemeden de dinî öğretimin verimli olması imkânsızdır. Onun içindir ki
Kur'an'da müjde, uyarıdan önce gelmektedir.
İnsanların tek ümmet
olmaları ile onlara müjdeliyici ve uyarıcı peygamberlerin gönderilmesi
arasındaki bağlantıyı nasıl kurmalıyız? Peygamberlerin görevi insanları
gruplara ayırmak değil, onları bir millet olarak görerek görevlerini icra
etmektir.
(İnsanlar arasında,
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak
yolu gösteren kitaplar da gönderdi).
Ayetin bu kısmı, Yüce
Allah'ın kutsal kitapları niçin gönderdiğini açıklamakta; kitapların
gönderiliş amacını bildirmektedir. İlahî vahyin, yani peygamberlerin getirdikleri
mesajın amaçlarından biri ve en önemlisi, insanların çözemedikleri, ihtilafa
düştükleri konulan çözüme kavuşturmaktır. Eğer insanlar, aralarındaki
meseleleri çözümleyebilselerdi, bazı konularda ihtilafa düşmeselerdi vahyin
gelme nedenlerinden biri eksik kalacaktı.
İnsan aklının çözmek
için gayret sarfettiği alanlarda ve anlarda devreye nefis girdiği için, akıl,
etraflı düşünüp meseleye çok yönlü yaklaşamamakta, nefsin muhalefetini
kıramamaktadır. İşte bu ihtilaflan gidermek, hakikati ortaya çıkarmak ve
çözümsüz görünen meseleleri çözümlemek için Yüce Allah peygamberleriyle beraber
kitap göndermiştir. Ayetin bu kısmında yer alan (bi'1-hakkı) kavramı ile kitap
arasındaki bağlantı, kitaplann hakikati ortaya koyma özelliği olduğunu
göstermekte; peygamberlerle gönderilen ilahî mesajların, hakikati bütün
çıplaklığı ile ortaya koyduklannı, çözümlemelerinde taraf olmadıklarını,
evrensel ve objektif olduklarını ifade etmektedir. Aslında (bi'l-hak) ifadesi
hak ile demektir; yani Yüce Allah, gönderdiği kitaplara 'hak' yüklemiştir;
onlar hakkı taşımakta; gerçek çözümü içlerinde barındırmakta; tarafsız, adil,
hatasız ve sağlam çözümü getirmektedirler.
Ayetin bu kısmından
şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: İnsanların ihtilaf etmeleri; çatışmaları ve
münakaşa etmeleri tabiidir. Tabii olmayan şey, o ihtilaf ve çözümsüzlükleri
ortadan kaldırmamaktır. İşte Yüce Allah bu ihtilafları derinleşmeden, kavga ve
tefrika haline gelmeden, insanları bölmeden ve yaralamadan çözümlemek için
kitaplarım göndermiştir. İnsanın olduğu yerde ihtilafın olması tabiidir; ancak
onların insanlığa zarar verecek hale gelmesini önlemek zorunludur.
(Ancak kendilerine
kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan
dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler).
Ayetin bu kısmında
Yüce Allah delil ve bilgi geldikten, yani kendilerine hakikat öğretildikten
sonra insanların ihtilafa düşmelerinin nedenini bildirmekte; sebep sonuç
ilişkisini tesbit etmektedir. Buna göre sebep (bağy), yani 'haset'tir, sonuç
ise bilgiye sahip olanların ihtilaf etmeleridir. Yüce Allah inanan ve bilen
insanların sosyolojik manada ihtilafa düşüp bölünmelerine, psikolojik bir
oluşum olan 'hasedin' sebep olduğunu ifade etmektedir. Demek ki hasedin
tahribatı, sosyal bölünmeleri derinleştirme ve insanlar arası ilişkilerde
kapanmayacak tefrika ve yaralar açma şeklinde kendini göstermektedir.
Hasedin derin sosyal
yarası, bilgili insanların o kötü duyguya kapılmalarından kaynaklanmaktadır.
Bilmeyen insanların hasedi ile bilen insanların hasedi arasında fark olacağı
için Yüce Allah, "Apaçık deliller geldikten sonra" ifadesini
kullanmaktadır. "Apaçık deliller geldikten sonra" ifadesi, onlara
eğitim-öğretimin yapılıp hakikatin öğretildiğini, buna rağmen onların ihtilaf
ettiklerini göstermektedir.
'Hased' karşılığını
verdiğimiz (bağy) kelimesine Zemahşeri, 'Dünyaya olan hırsın meydana getirdiği
zulüm ve insafın azlığı' manasını vermektedir. Bu manadan hareket edersek,
hasedin toleransı yok ettiğini söyleyebiliriz. Bilgili insanların toleranslı
olmaları gerekir. Toleranssızlık hasedin ateşini artınp genişletmekte, insanlar
arasındaki birlik ve beraberliği yakıp kül etmektedir. Ormanda farklı ağaç ve
bitki örtüsünün bulunması, nasıl tabii ise, insanların farklı düşüncelere
sahip olmaları da tabiidir. Nasıl ki "Neden bu ormanda farklı cins ve
yapıda ağaçlar vardır?" diyerek orman yakılamıyorsa, "Neden insanlar
farklı düşünüyor?" diyerek insanlar da haset ateşiyle yakılamaz-lar.
Hasedin girdiği yerde, bilginin besleyip büyüttüğü o güzelim yeşilliklerin yanıp
kül olacağım öğretmek için Yüce Allah bu ayeti indirmiştir. Kendilerine gelen
apaçık delillere rağmen insanlar hangi konuda ihtilaf ettiler? İlahî vahyin
anlamı -Zemahşeri'nin dediği gibi- o kitabın hükümleri hakkında ihtilafa
düştüler. Burada tehlikeli olan nokta, dini öğrendikten sonra, din hakkında
ihtilafa düşüp mezhepleşme olgusudur; çünkü mezhepleşme, dini
beşeri-leştirmektedir. Yorumlar dine sokulmamalıdırlar. İşte Yüce Allah,
İslâm'dan önceki din mensuplarının düştüğü bu hatayı bildirerek, Hz. Muhammed'e
inananların aym hataya düşmelerini önlemeyi murad etmektedir.
İnsanın duygularının
bilgi karşısında en zor eriyeni, en zor etkileneni ve en inatçı olanı hasettir.
Bilginin etkisini devre dışı bırakan, hasetten başka bir duygu yoktur. Hasedin
karanlığını bilginin ışığı bile dağıtamadığından, insanlık haset denen
psikolojik tanrıya kulluk etmektedir. Haset denen tanrıyı en çok memnun eden
kurban, insanların birlik ve beraberliğinin bozulmasıdır. İnsanlar derin
ihtilaflarla tefrikaya düştükçe, haset tanrısı gıdalan-makta, zevklenmekte ve
kullarından memnun olmaktadır. Ayetin başında yer alan "İnsanlar tek bir
ümmetti" ifadesi, birliği darmadağın eden şeyin, bilen insanların haset
saikiyle ihtilafa düşmeleri olduğunu beyan etmektedir. Hasedin olduğu yerde
bütünlük, birlik, kardeşlik yoktur; derinlemesine ihtilaf, parçalanma, tefrika
ve kavga vardır. Onun içindir ki Yüce Allah, insanların kendi iradeleri ile
hasetten kurtulmalarının mümkün olmadığını beyan sadedinde şöyle buyurmaktadır:
Haset ettiği zaman
haset edenin şerrinden (şafağın/aydınlığın rabbine sığınırım). [Felak/5]
Yorumunu yapmakta
olduğumuz ayette, "deliller geldikten sonra" buyu-rulurken, başka
ayetlerde "ilim geldikten sonra" ifadesi yer almaktadır.[16]
Zemahşeri'nin (bağy)
kavramına 'zulüm' anlamını vermesi çok manidardır; çünkü bilgiyi yerli yerinde
kullanmamak, ihtilafların devam etmesi demektir. Zaten 'zulüm' de bir şeyi
yerli yerinde kullanmamak demektir. Peygamberlerin müjde ve uyarıları, Yüce
Allah'ın mesajı hedeflerine ulaşmadıkça, yanlış alanlarda kullanıldıkça zulüm
devam ediyor demektir. Bilindiği gibi, bir "sosyal bütünleşme" bir
de "kültürel bütünleşme" vardır. Kültürel bütünleşmenin temel taşlan
veya üzerinde oturduğu temel değerler akıl, bilgi, iman ve ortak hayattır.
Kültürel bütünleşmeyi yıkan şeyler de aklını kullanmamak, bilgiyi yerli
yerinde istihdam etmemek, imanda zayıflık ve ortak hayatın doğurduğu örf ve
adetleri küçümsemektir. Yüce Allah, Bakara/213'te 'ümmet' kavramı ile hem
sosyal bütünleşmeyi ve hem de kültürel bütünleşmeyi ele almaktadır. Ayetteki
'insan' kavramı ile 'ümmet' kavramının bütünleşmesine, yani milletler arası
evrensel bütünleşmeye dikkat çekmekte; peygamber kavramıyla da kültürel
bütünleşmeye ışık tutmaktadır. Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, hangi
kültür ve etnik gruptan olursak olalım insan olma özelliğimizle bir bütünüz.
Peygamberlerin getirdiği ilahî mesajlarla da bu bütünleşmenin kültürel boyutu
veya türü ortaya çıkmaktadır.
Hucurat/13 ayetinde,
sosyal bütünleşmenin dayandığı temel değerlerden olan kaynaşma, tanışma ve
birbirini sevme 4/ (arefe) kavramıyla karşılanmıştır.
(Allah, inananları,
-izniyle- üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate şevketti).
Ayetin bu kısmından
çıkartılacak neticelere gelince:
1. Allah'ın
rehberlik faaliyeti (hidayeti) iman edenleri kapsamına almaktadır. Bu noktadan
hareket edersek diyebiliriz ki iman, ihtilafların çözümüne Allah'ın
müdahalesini getiren alt yapıyı oluşturmaktadır. İnsanlar kendi iradeleriyle,
derin ihtilaftan ortadan kaldıramayabilirler; o zaman ilahî irade devreye
girer. İlahî irade de imanı şart koşmaktadır.
2. Zeccac,
ayette geçen (bi-iznihi) ibaresine "ilmi ile"[17]
manasını vermektedir. Zeccac'a hak vermek gerekiyor; çünkü, ihtilaflar ancak
bilgi ile çözümlenebilir. Allah insanların hak üzerindeki ihtilaflannı ilmi
ile gidermektedir. Bu da, rehberliğin bilgi ile yapılacağını göstermektedir.
Aynca -Razi'nin naklettiğine göre- (bi-iznihî=izniyle) kavramını 'iradesiyle'
şeklindede tefsir edenler de vardır. 'İzn' kelimesini 'irade' ile karşılamak
doğrudur, çünkü her iznin içinde izni verenin iradesi vardır. İstenmeyen şeye
izin verilmez.
Yine Razi, -AV (O'nun
izniyle) ifadesinin "O'nun emri ile" manasına geldiğini
söyleyenlerin bulunduğunu nakletmektedir.
Demek ki, ayetin bu
kısmında yer alan hidayet, yani doğruya iletmek, çözmek, rehberlik etmek eylemi
ile 'izin' yani 'ilim, irade ve emr' kelimeleri bir araya gelmektedir. Bu
birliktelikten şu noktaya varmamız mümkündür: İnsanların ihtilaf edip de
çözemedikleri meseleleri Yüce Allah hadi sıfatı ile çözümlemektedir. Hidayet,
ihtilafları çözmek manasına gelmektedir. Bu manadaki çözümlemenin özünde izin,
emir, bilgi ve irade yer almaktadır. Emir, bilgi ve irade bu ayette 'izin'
kavramı ile ifade edilmiştir.
(Allah isteyeni doğru
yola ulaştırır).[18] Aslında ayetin bu kısmına
"Allah dilediğini doğru yola ulaştırır" manasını vermek daha doğru
olabilir.
'Dilediğini'
ifadesiyle, "iman eden kimse" kasdedilmektedir. Allah'ın iman
edenleri hidayete erdirmeyi dilediği, bundan önceki bölümden anlaşılmaktadır.
İman edenlerin ihtilafını gidereceğini daha önce beyan ettiğini dikkate
alırsak -ki izni ile bunu yapacağım belirtmişti- bir önceki
(bi-izni-/îf=izniyle) ifadesini, bu kısımdaki 'dileme' kelimesi ile tefsir
edebiliriz. "Allah kimi hidayete erdirmeyi diler?" sorusuna,
"İman edenleri" şeklinde cevap vermemiz en doğrusudur.
Burada soracağımız
ikinci soru şudur: Buradaki sırât-ı müstakim (dosdoğru yol) kavramı neyi ifade
etmektedir? Cevap: İhtilafların ortadan kaldırılmasını. Öyleyse, haset saikiyle
insanların düştükleri derin, yıkıcı ve bölücü ihtilafların giderilmesi, sosyal
ve kültürel bütünleşmenin sağlanması "doğru yolu" oluşturmaktadır.
Demek ki hasedin meydana getirdiği derin ihtilaflar, doğru yoldan sapmak
manasına gelmektedir. Dolayısıyla antlaşma, bütünleşme, birlik-beraberlik,
kaynaşma, birbirlerine karşı toleranslı olma, birbirinin fikrine saygı
gösterme doğru yolun temel taşlarını oluşturan değerlerdir.
Şimdi Bakara/213
ayetini bir bütün olarak yorumlarsak, şu genellemeleri yapabiliriz:
1. Sosyolojik
manada, insanlar başlangıçta bir çekirdek gruptan oluşmuştu. Ayette buna
"bir ümmet" denmektedir. Başlangıçta bir grup olan insanlar, daha
sonra çeşitli grup, kavim ve milletlere ayrılmışlardır.
2. Kendilerine
açık deliller geldikten sonra insanlar haset sebebiyle ihtilafa düştüler. Yüce
Allah bu ihtilafları gidermek, taraflardan haklı ve haksız olanı belirlemek
için müjdeleyen, uyaran ve beraberinde ilahî mesaj bulunan peygamberler
gönderdi. Yüce Allah ihtilaflara müjde, uyan ve ilahî vahy ile müdahale
edilmesi halinde ihtilafın ortadan kaldırılma şansının yüksek olacağını bu
ayetiyle beyan etmektedir.
3. Hasedin
meydana getirdiği ihtilafların yarası çok derin olduğu, ilahî müdahale
gerektirdiği için Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Ancak peygamberlerin
müdahalesi de yetersiz kalabilir. O zaman Yüce Allah kendi iradesini,
takdirini, iznini ve ilmini devreye sokarak iman edenlerin ihtilaflarını
gidermektedir. Böylece Yüce Allah, imanın ilahî çözümü bir lütuf olarak
getireceğine işaret etmiş olmaktadır.
4. İhtilafların
ortadan kalkması, barış, birlik ve beraberlik içinde bir sosyal hayata
ulaşmak, doğru yolda olmak demektir. Kısaca Yüce Allah, bölünmelerin altında
yatan psikolojik nedeni açıklamakta, peygamberlerin gönderiliş nedenini
bildirmekte ve kendi takdirini kimlerden yana kullandığını ve kullanacağını
beyan etmektedir.
[19]
214. Yoksa siz, sizden
önce gelip geçenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve
öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki müminler
"Allah'ın yardımı ne zaman?" dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı
yakındır.
[20]
Bu ayetten şu
neticeleri çıkartabiliriz:
1. Yüce
Allah, farklı inanca mensup gruplar arasında çatışma olacağı gerçeğini
vurgulamakta; 213. ayetteki ihtilafların zamanla kavgaya, kavganın da savaşa
dönüşebileceği olgusunu gözler önüne sermektedir.
Ayetin nüzul sebebi
olarak kimileri Hendek savaşım, kimileri Uhud savaşını, kimileri de hicrete
sebep olan sıkıntıları göstermektedir. Ayetin "Yoksa siz, sizden önce
gelip geçenlerin başına gelenlerin sizin de başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız?" bölümü, yeni bir din ve peygamberin
gönderildiği toplumlarda benzer olguların meydana geldiğini ve bunun bir süreç
olduğunu anlatmaktadır.
Her peygamber ve onun
mü'minleri memleketlerini bırakıp hicret etmiş, bazen de çetin mücadelelere
girmişlerdir. Hemen hemen her peygamberin hayatında bir çeşit hicret vardır.
Hz. Adem'in cennetten çıkarılması ile, Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışı, Hz.
Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret etmesi buna örnek gösterilebilir.
"Mum dibine
ışık vermez" deyiminden hareket ederek diyebiliriz ki peygamberler,
doğdukları toplumda etkili olamadıkları için, yabancıları aydınlatmak için
hicret etmişlerdir.
2. Cennetin
yolu sıkıntı ve ızdıraplarla doludur. Bu sıkıntı ve ızdıraplara katlanmadan,
cennetin önündeki engelleri aşmadan cennet denen ödüle kavuşmak, onu elde
etmek mümkün değildir. Sosyal hayatta çekilen sıkıntı ve ızdıraplar insanları
eğitmekte ve sabırlarını tecrübe etmektedir. Ankebut/1-2 ayetleri bu sıkıntı ve
çilelerin imtihan olduğunu bildirmektedir:
İnsanlar (sadece)
'inandık' demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihana çekilmeyeceklerini mi
sanıyorlar? Andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de denedik, o halde
(bugün yaşayanlar da sınanacak ve) elbette Allah, doğru davrananları ortaya
çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir.
Sadakat gösterenlerle,
yalandan iman edenleri belirlemek için imtihan şarttır. İmtihan bu farkı ortaya
çıkaracaktır. İmtihanın sorulan, sıkıntı, ızdı-rap ve çile olacaktır. Bu tarz
imtihan, ilahî bir uygulamadır. Hz. Muham-med'in ümmeti de ondan öncekiler gibi
bu imtihanı yaşamış ve yaşayacaktır.
İmanın cennete
götürebilmesi için sosyalleşmesi, zorluklar karşısında sabır ve sadakate
dönüşmesi gereklidir. İhtilafların doğurduğu mücadele, kavga, savaş ve onların
getirdiği çilelere göğüs germek, onları çözmek çok ciddi bir sınavı basan ile
geçmektir. Bu başannın ödülü de cennet olmaktadır. Âl-i İmran/142 ayeti de
benzer bir mesaj içermektedir:
Allah (kendi yolunda)
üstün çaba gösterdiğinizi ve zorluklara karşı sabırlı olduğunuzu görmedikçe
cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Cihad denen üstün
gayret ve çaba ile sabır ilahî imtihanın sorulan olarak takdim edilmekte,
bunların bilinmesi ile de cennetin kime verileceği ortaya çıkacaktır. Demek ki
cennete giden yol, Allah uğrunda cihad ve sabırdan geçmektedir. Dünyadaki
üstün gayret ve sabnn karşılığı ahirette cennettir.
Buharî'nin Kitâbu
İkrahının 1. hadisinde bu sıkıntılann neler olduğunu, geçmiş toplumlann hangi
belalarla karşılaştıklannı anlatan ve ilahî davanın mutlaka bir gün zafere
ulaşacağını bildiren Hz. Peygamber, çilesiz zaferin olamayacağına işaret
etmektedir.
3.
Yoksulluk, sıkıntı ve korku geçmiş toplumlardaki iman edenlerin çilesini
oluşturmuş ve imtihanlann sorulannı teşkil etmiştir.
[21]
Ayetteki ibü1
(el-be'sâu) kavramı, yoksulluk manasına gelmektedir. Be'sâu, buus kelimesinden
türemiştir. Razi bu kelimenin fakirlik ve yoksulluk manasına geldiğini
söylemektedir. Kelime lügatte kuvvetli, güçlü, cesur, korkusuz, yiğit anlamına
geldiği gibi, sefil, pek fakir, kötü halde, perişan manasını da ifade
etmektedir. Aynca yalandan yapmak, taklit etmek, felaketin perişanlığı,
üzüntülü olmak, sıkıntı çekmek, kederli olmak anlamını da ifade etmektedir.
[22]
l.Güç
îsra/5'te (be's)
kalıbıyla yer almakta, canlı bir varlığın gücünü ifade etmektedir: (Üzerinize
güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik). Yüce Allah yeryüzünde fesat çıkaran
insanları disipline etmek, zararlarını önlemek ve kontrol altına alabilmek
için, güçlü insanları görevlendirmektedir. Onların bu gücünü ifade ederken
(be's) kelimesini kullanmaktadır.
Farklı inanca mensup
olan bir grubun diğerine; mesela kafirlerin müslü-manlara karşı sahip oldukları
gücü ifade etmektedir. Nisa/84'te bu anlama gelmektedir: (Umulur ki Allah,
kafirlerin gücünü kırar). Burada inançsız grubun sahip olduğu gücü ifade
etmektedir.
Bu kavram, aynı
zamanda 'Allah'ın gücü" manasına da gelmektedir. Nisa/84'te bu anlamda
kullanılmıştır:
(Allah'ın gücü daha
çetindir).
Bir madenin gücünü
ifade etmek için kullanılmaktadır:
(Biz demiri indirdik
(lütf u ihsan ettik), ki onda büyük bir güç vardır). [Hadid/25]
Bir canlının, sosyal
grubun, Allah'ın ve madenin gücünü ifade etmek için kullanılan bu kavram,
aslında yoksulluğun ağırlığını, güç ve kuvvetini beyan etmektedir.
2. Azap
(be's) kavramı
Kehf/2'de azap manasına kullanılmıştır: Kendi tarafından çetin bir azap ile
ikaz etmek için.
Bu anlam ile yoksulluk
arasında bir bağlantı kuracak olursak, yoksulluğun ferdî ve sosyal manada
azaptan bir farkı olmadığı sonucuna varırız.
3. Şiddet
Nahl/81'de toplumların
birbirlerine karşı şiddet kullanmaları ve tehlikeli olmaları anlamına
gelmektedir:
(Sizi tehlikelerden
korumak için).
Bu ayette, korunulması
gereken her tehlikeyi ifade etmektedir.
4. Öfke, ceza
En'am/147'de 'öfke'
anlamında 'cezayı' ifade etmektedir: (Onun öfkesi (cezası) suçlulardan
uzaklaştınlamaz).
be's) kavramı Allah'a
atfedilince hem güç, hem de ceza manasına gelir.
5. Savaş
Haşr/14'te 'savaş'
anlamını ifade etmektedir: (Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir).
Yoksulluk, hem fert ve
hem de toplum için savaşılması gereken bir olgu olduğundan, esas manası
yoksulluk olan bu kavram 'savaş' manasında da kullanılmaktadır.
6. Kötü
İnsanı hayrete
düşürecek kadar kötü olanı ifade etmekte; o zaman (bi'se) kalıbından
alınmaktadır. Yapılan bir davranışın veya ahirette varılacak yerin kötülüğünü
hayretle ifade etmek için kullanılmaktadır:
(Karşılığında
kendilerini sattıkları şey ne kötüdür). [Bakara/102]'
7. Elem verici
Bu kavram jr£f. (beis)
kalıbından alınınca 'elem verici' manasını ifade etmekte ve 'azabın' sıfatı
olmaktadır:
(Zulümleri ve yapmakta
oldukları kötülükleri nedeniyle onları elem verici bir azapla yakaladık).
[A'raf/165]
Yoksulluk, fert ve
topluma elem getirmekte, psikolojik ve toplumsal acıyı ifade etmektedir.
8. Yoksul
Hac/28'de 'yoksul'
yani 'fakir' manasına gelmekte; hacda kurban etlerinin verilmesi gereken
insanları ifade etmek için kullanılmaktadır.
İşaret edilen ayette
(bais) kalıbında kullanılmaktadır: (Yoksulu, fakiri doyurun).
Görüldüğü gibi, ayette
hem 'bais', hem de 'fakir' kavramları yer almaktadır.
Bakara/214'te 'be'sa'
kalıbında 'yoksulluk' anlamına gelmektedir.
Yukarıda verdiğimiz
manaları bir potada eritip senteze gidecek olursak, şu sonuçlara varabiliriz:
Yoksulluk, öylesine ağır bir oluşumdur ki, demir gibi güçlüdür. Demirin,
vurulan darbelere karşı gösterdiği tepki ne denli güçlü ise, yoksulluğun
ortadan kaldırılması da o denli güçtür. Tabii olarak yoksulluk bir toplum için
savaş ve azaptır. Toplumun kemiklerini çatırdatan yoksulluk, toplumu
düşmanının ayağına düşürür. Yoksulluk toplumda öfke uyandırır, idarelerin
devrilmesine kadar giden bir savaş ve öfke alanı oluşturur. Yoksulluk,
öylesine kötü bir sosyal alan meydana getirir ki, orada ahlâkî değerler boy
atamaz, solar ve kaybolup giderler. Yoksulluk ortamı, savaş alanından
farksızdır. Böyle ortamlarda tüm değerler teker teker katledilir; toplumun
hayatı, katledilen değerlerin kanları ile sel gibi akınca, ahlâk denen müessesenin
ölüm ağıtları her tarafı çınlatır.
İşte bu nedenle Yüce
Allah, yoksulluğu, yaptığı imtihanın sorusu haline getirmiş, getirmekte ve
istikbalde de getirecektir. Müslümanlardan önceki toplumların imanını denemek
için Yüce Allah onları yoksullukla imtihan etmiştir. Fakat ayette geçen bu kavramın
fail (özne) olması ilginçtir. Yüce Allah, yoksulluğu kendisinin verdiğini
söylemiyor; tam tersine onlara yoksulluğun dokunduğunu/isabet ettiğini
söylüyor, yani yoksulluğu cümlede 'özne' makamında kullanıyor.
(Onlara öylesine
yoksulluk dokunmuş...)
Dikkat edilirse Yüce
Allah, yoksulluğu dokundurduğunu değil, yoksulluğun dokunduğunu söylüyor.
Demek ki bir Allah'ın verdiği yoksulluk; bir de insanın kendi yaptıklarıyla
gelen yoksulluk vardır. Yoksulluk, fertten topluma sirayet eden sosyolojik bir
kavramdır. Kitle haberleşme vasıtaları yoksulluğun boyutlarını bilinir hale
getirince; toplumlarda bir yoksullar sınıfı olduğu gün yüzüne çıkmıştır.
Yoksulluk ile fakirlik arasında fark vardır. Fakirlik, başa çıkılabilen,
üstesinden gelinebilen ve çözümlenmesi kolay olan bir olgudur. Ama yoksulluk
müzminleşmiş, demir gibi katılaşmış ve elem verici bir hale gelmiş, çözümü çok
zor olan bir yapıyı temsil etmektedir. Onun içindir ki Yüce Allah, Hac/28'de
bu kavramları ayrı ayrı kullanmaktadır.
Fakirlik, tedavisi
kolay bir hastalığı; yoksulluk ise müzminleşmiş ve bulaşıcı bir hastalığı
andırır. Süratle yayılıp toplumun bütün maddî ve manevî müesseselerinin
direncini kırar, gelişmelerini durdurup gerilemelerine sebep olur. Fakirlik
maddî değerlerin, yoksulluk ise manevî değerlerin elden çıkartılmasına vesile
olur ve toplumların bağımsızlığını yok ederek başkalarının hakimiyetini kabul
ettirmeye kadar götürür. Vücudun her tarafını saran bir kanser gibi ameliyat
edilmesi imkânsız bir hale gelir. İşte yoksulluğun bu özelliği sebebiyledir ki
Yüce Allah ayette (messethum=onlstra dokundu) ifadesini kullanmaktadır. Mes
yani 'dokunma' kelimesi, teyet geçmek demektir. Çünkü yoksulluk, bir topluma
yerleşmeye görsün, artık onun ortadan kaldırılması imkânsız denecek derecede
zorlaşır. Ama 'dokunması' imtihan için yeterlidir. Yoksulluğun dokunması bile
çok ağır bir imtihandır. Zira yoksulluğun bir toplumun yanından geçmesi bile,
bütün sosyal dengeleri alt-üst etmeye yeter. Onun içindir ki ayetteki
(messe=dokunma) fiili çok manidardır.
Geçmiş toplumlara
dokunan sadece yoksulluk değildir; aynı zamanda sıkıntı da dokunmuştur. Ayette
geçen (darra) kelimesi, felaket, musibet
manalarına da gelir. Razi buna, 'korku' manasını vermiştir.
[23]
Sıkıntı ve korku
psikolojik kaynaklıdır; ama felaket ile musibet dış sebeplerden kaynaklanan
sosyal boyutlu kavramlardır. Felaket ve musibetler toplumda sıkıntı ve korku
uyandırırlar. Bu yakınlıkları nedeniyle Yüce Allah onları tek bir kelime ile;
darra kelimesiyle ifade etmiştir. Yoksulluk ve sıkıntı toplumlara dokununca,
onları giderme/ortadan kaldırma yerine Allah'a isyan edercesine feryad
etmeleri, imtihanı kaybetmelerine neden olacaktır. Yoksulluk ve sıkıntının
topluma neler yaptığını anlatırken Yüce Allah zelzele kelimesini kullanmakta;
(zulzilu) 'sarsıldılar' buyurmaktadır. Aslında zil-zal, kıyametin kopması,
şiddetli deprem manasına geldiği halde, yoksulluk ve sıkıntının meydana
getirdiği 'sosyal depremi' de ifade etmektedir. Bu kelime Kur'an'da farklı
manalarda kullanılmıştır:
1. Kıyametin kopuşu
Yerküre kendine özgü
bir sarsılmayla sarsıldığı zaman. [Zilzal/1]
Yeryüzünün
içindekileri dışarıya çıkaracağı, insanın "Buna ne oluyor?" diyeceği,
yerin bütün haberlerini anlatacağı bir sarsılmayı ifade etmektedir.
2. Savaştaki
sarsılma
Hendek savaşında
düşman ordularının müslümanlan aşağıdan ve yukarıdan kuşatmalarını;
müslümanlann derinden sarsılmalarım ifade eden Ah-zab/10-11 ayetlerinde bu
manada kullanılmaktadır.
3. Sosyal
sarsıntı
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/214'te yoksulluk ve sıkıntının meydana getirdiği psikolojik
korku ve sosyolojik sarsılma manasına gelmektedir.
Bütün bu manalardan
hareketle diyebiliriz ki; çeşitli nedenlerden ötürü insanın içinde sıkıntı ve
korkunun öne geçip bütün güven ve ümit duygularını devre dışı bırakmasını, daha
sonra topluma sıçrayıp içtimaî dengeleri alt-üst etmesini, ahlâkî yapmm
temellerinin çatırdamasını ve nihayet kötülükle savaşırken dehşet içinde
kalmayı anlatan bir kavramla karşı karşıyayız.
Psikolojik ve
sosyolojik manasıyla bu depremin din olgusu ve eğitimini de sarstığını,
yorumunu yapmakta olduğumuz ayetten öğrenmekteyiz. Ayetin son kısmında bu
sarsıntının bir peygamberde nasıl bir etki uyandırdığından bahsedilmektedir:
(Nihayet peygamber ve beraberindeki
mü'minler, "Allah'ın yardımı ne zaman!" dediler).
Savaşın, yoksulluk ve
sıkıntının doğurduğu sosyal sarsıntının dehşeti karşısında bir peygamber ve
beraberindekilerin, Allah'ın yardımını dilemekten öte bir şeye güçleri
yetmiyordu. Bize göre bu ayet, Ahzab/10-11 ayetlerine gönderme yapmaktadır.
Hendek savaşı bir taraftan yoksulluğu, diğer taraftan korku ve sıkıntıyı
beraberinde getirmişti..Böylece Yüce Allah, savaşın hem ekonomik, hem sosyal,
hem de psikolojik dengeleri bozacağına; dolayısıyla insanlığın hayatında savaşm
en aza indirilmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Biraz önce
bahsettiğimiz yoksulluk ve sıkıntıyı ortadan kaldıramadıklarında peygamber ve
mü'minler Allah'ın yardımını dilemişlerdir. Demek ki çözümü insan iradesini
aşan konularda dua çözüm getirebilir. Onun için Yüce Allah, bir peygamber ve
beraberindekilerin (Allah'ın yardımı ne zaman) dediklerini bize bildirerek, bu
gibi durumlarda bizim de aynı şekilde davranmamız için bizi eğitmektedir.
(Bilin ki Allah'ın
yardımı yakındır).
"Bilin ki,
Allah'ın yardımı yakındır" sözünü kimin-kimlerin söylediğine gelince:
"Allah'ın yardımı ne zamandır?" sorusu da, "Bilin ki Allah'ın
yardımı yakındır" cevabı da, peygamber ve onunla beraber olanlara ait
olabilir.
Yahut o peygamber ve
beraberindekiler "Allah'ın yardımı ne zamandır?" diye sorduklarında,
Yüce Allah da "Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır" cevabını vermiş
olabilir.
Ayette Hendek
savaşından bahsedildiği varsayıldığında Allah'ın yardımının nasıl
gerçekleştiği sorulabilir. Bunun cevabını Ahzab/9'da bulabiliriz:
Ey iman edenler!
Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz
onlara karşı bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne
yaptığınızı çok iyi görmekteydi.
Yüce Allah iki türlü
yardım göndermişti: a) Rüzgar ve
fırtına ile düşmanların saldırılarını engelledi; b) Meleklerden oluşan bir ordu ile onların dağılıp gitmelerini
temin etti.
Bu olgunun Hendek
savaşında gerçekleştiğini şu ayetlerden anlayabiliriz:
Onlar hem yukarı tarafınızdan,
hem aşağı tarafınızdan üzerinize yürüdükleri;
gözler yıldığı,
yürekler gırtlağa dayandığı ve siz Allah hakkında türlü türlü
şeyler düşündüğünüz
zaman; işte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş
ve şiddetli bir
sarsıntıya uğramışlardı. [Ahzab/10-11]
Bakara ve Ahzab
suresinde geçen zilzal (sarsıntı) kelimeleri bu bağlantıyı kurmamıza imkân
tanımaktadır.
Eğer
Bakara/214'deki yoksulluk ve sıkıntı hicrete işaret ediyorsa Allah'ın
yardımını, Medine dönemindeki -Mekke'nin fethiyle doruk noktasına ulaşan-zaferler
olarak anlamamız mümkündür. Bedir savaşında gönderdiği sekiz bin melek O'nun
yardımını göstermektedir [bkz. Âl-i İmran/122-125]. Ayetin son kısmındaki
"Allah'ın yardımı yakındır" ifadesi bize, insanların başına gelen ve
kulun gücünü aşan sıkıntı ve belalara karşı Allah'ın yardımını dilemenin gerekliliğini
ve bu hususta dua etmenin çok önemli bir çıkış kapısı olduğunu öğretmektedir.
Allah'ın yardım edeceğine dair inanç, çaresizliği çareye, çözümsüzlüğü çözüme,
kötümserliği iyimserliğe ve ümitsizliği ümide çevirmekte; kemikleri çatırdatan
sıkıntılara karşı sabrı temin etmektedir.
Allah'ın yardımının
yakın olduğunu bilmek, sönen ümit ışığını yeniden yakar, bela ve sıkıntıların
ağırlığını hafifletir, hacmini küçültür ve insanın manevî yapısmı canlı ve dinç
tutar. Allah insana yakın olduğu için, yardımı da yakındır.
[24]
215. Sana, kimlere
infak edeceklerini soruyorlar. De ki: "İyilik umarak yapacağınız harcama
anne-babanıza, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir, her ne
iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu bilir".
İnfak kavramını
Bakara/3'te açıkladığımız için burada sadece kimlere infak yapılacağını kısaca
izah etmeyi uygun buluyoruz. Ayetin analizinden şu ilkeleri çıkarmamız
mümkündür:
1. İnfak
iyilik uğruna yapılır
Harcama manasına
gelen infak'm, ibadet olabilmesi için niyetin Allah rızası için olması
gerekir. Allah adına yapılmayan bir harcama ibadet olamaz. Bazı ayetlerde
(fî-sebîlillâh=A\\ah yolunda) [bkz. Bakara/261], bazı ayetlerde de, (ibtigâe
merdâtillâh=Allatim rızasını arayarak) [bkz. Bakara/265] ifadeleriyle niyetin
Allah rızası için olması gerektiği vurgulanmaktadır. Onun için, Allah rızası
için olmadıkça hiç bir iyilik, hiç bir yardım, hiçbir ibadet insanı
hayra/erdemliliğe eriştirmez. Bakara/177'de, hayra erişmenin/erdemliliğin
şartlan sayılmaktadır: İman, infak, namaz, zekat, ahde vefa ve sabır.
İmandan sonra,
yoksulluğun ortadan kaldırılması için mücadele edilmesini öngören bu ayet,
infaka çok büyük önem vermektedir. Bakara/177 ayeti de hayra ermenin altı
şartından birinin infak olduğunu belirtmekte ve kimlere infak yapılacağını da
açıklamaktadır. Bu ayette îf (el-birru=hayr ve erdem) kavramı yer alırken,
tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/215'te (hayr) kavramı yer almaktadır. Her
iki kavram da 'iyilik/erdem' manasında buluşmaktadır.
İnfak, iyiye
kavuşmak/hayra ermek, iyiliğin insanlığa yayılması, kötülüklerin kaynağında
yer alan fakirliğin ortadan kalkması için yapılmalıdır. O nedenle ayette
(İyiliği umarak yapacağınız infak) ifadesi yer almaktadır.
2. İnfak
kimlere yapılır?
Ayetin ikinci bölümü,
iyiliği umarak yapılacak harcamanın kimlere yapılacağını belirlemektedir.
Bunlar, Bakara/l 77'de akraba, yetim, yoksul, yolda kalmış, dilenci ve köle
olarak sıralanırken, Bakara/215'te ana-baba, akraba, yetim, muhtaç, yolda kalan
şeklinde sıralanmıştır. Her iki ayeti birleştirdiğimizde infakın kimlere
yapılacağı tam olarak netleşmektedir: Ana-baba, akraba, yetim, muhtaç, yolda
kalan, dilenci ve köle.
Ayetlerde sayılan
fakir gruplar, önemli olandan önemsize doğru sıralanmaktadır. Ana-baba ilk
sırayı almaktadır. Ana-babasına harcama yapmayan insan, uzaktakilere harcama
yaparak birr'e (hayra) eremez. Bir gölete atılan taşın oluşturduğu dalgaların
yakından uzağa doğru yayılması gibi, infak da ana-babadan başlayarak çevreye
yayılmalıdır.
3. Allah
yapılan iyiliği bilir
Bu ifade,
toplumda-insanlıkta mevcut olan fakirlikle mücadele için yapılan infakın Allah
tarafından bilindiğinin şuurunda olarak infak etmeyi öngörmektedir. Hayra
ermek ve Allah rızasını kazanmak niyetiyle yapılan infakın Allah tarafından
değerlendirmeye tâbi tutulacağının şuurunda olarak infakta bulunmanın
neticeleri sadece bu dünyada görülmekle kalmayıp ahirette de görülür.
"Allah yaptığınız iyiliği bilir" ibaresi insanları, hem iyilik
yapmaya, hem de bunun devamlı olmasına teşvik etmekte; gözardı edilen
amellerin, başarıların ve faaliyetlerin zamanla ortadan kalkacağına işaret
etmektedir. Ayetin bu kısmını insanlığın hayatına uyarlarsak şöyle bir neticeye
varabiliriz: İyi adına insanların ürettikleri her şey bilinmeli, kayda
geçmeli, değerlendirilip ödüllendirilmelidir. Eğitim-öğretim faaliyetinin daha
ileri ve daha verimli olabilmesi için bu ilkenin uygulanması bir mecburiyettir.
Başarıları ödüllendirmeyen bir siyaset ve bir eğitim faaliyeti aslında kendi
hayat damarlarım kesmektedir. Yapılan iyilik ve ulaşılan basan gelişmenin can
damarı mesabesinde olup toplumun hayatta kalması için gerekli olan ruhu
sağlar. O iyilik ve başarının yaşaması ve kalıcı olması da bilinip
değerlendirilmelerine ve ödüllendirilmelerine bağlıdır.
[25]
216. Hoşunuza gitmese
de savaşmak size farz kılındı, mümkündür ki hazan hoşunuza gitmeyen bir şey
sizin için iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah
bilir, siz bilmezsiniz.
Üç gruba ayırarak
ayetin analizini yapabiliriz:
1. Savaş
insanlığın sosyal bir gerçeğidir
Savaş korkunç ve
zararlı bir oluşumun adıdır. İnsanın insanı öldürmesi kadar vahşi bir hareket
olabilir mi? Ama dünyadaki bazı oluşumlar, savaşı zorunlu hale getirmektedir.
Maide/32'de bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmeye denk sayan Yüce
Allah'ın, bu ayette savaşı mü'minlere farz kılması ne ile açıklanabilir? Bu
iki ayet arasında bir tezat yok mu?
Yüce Allah
kötülerin tahribatını engellemek ve iyiyi muhafaza edebilmek için savaşı farz
kılmıştır. Bakara/251 'de "Eğer Allah insanlardan bir kısmının kötülüğünü
diğer insanlarla savmasaydı, elbette yeryüzü alt-üst olurdu"
buyurulmaktadır.
İşte Yüce Allah bu
ayetiyle savaşı neden farz kıldığını beyan etmektedir. Kötülük üreten, iyiyi
tahrib etmeye çalışan ve böylece yeryüzünü fesada verecek olanlara dur demek
için savaşmak zorunlu hale gelebilir; o zaman savaşmak farz olur.
Diğer taraftan haksız
yere, inançlarından dolayı insanları yurtlarından çıkarmak da savaş için bir
neden teşkil etmektedir:
Onlar, başka değil,
sırf 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından
çıkarılmışlardır. Eğer Allah, bir kısım insanları, diğer bir kısmı ile
de-Jfedip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan
manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine
yardım edenlere kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.
[Hac/40]
Yüce Allah,
ibadethanelerin yıkılıp yok olmasını istememekte ve onların korunması için
savaşa müsaade etmektedir. İnsanları, inançlarından ötürü yurtlarından
çıkarmak, Bakara/84-85 ayetine göre Tevrat'ta da yasaklanmıştır. Bu yasağı
hafife almak bir savaş nedeni olabilir. Canın, vatanın, bayrak ve bağımsızlığın
korunması için de savaşa ihtiyaç duyulabilir. Danvin'in canlılar arasında
gördüğü 'tabii ayıklama' nazariyesi; toplumlar arasında kötüleri ortadan
kaldırmak için 'sosyal ayıklama' olarak Kur'an tarafından belirlenmiştir.
Kötülük işleyenler hukukî bakımdan cezalandırılarak eğitilebilirler. Ama
kötülükler uluslararası bir boyut kazanır ve hukukî yollarla çö-zümlenemezse,
istenmeyen ve insanlığı geriye götüren savaşlar kaçınılmaz olabilir.
Aklın, toleransın,
sevginin ve haklara saygının bulunmadığı ortamlar savaşa hazır hale gelmiş
demektir. Hukukun çiğnendiği ve insana saygının yi-tirüdiği yerlerde savaş
denen ejderhanın beslenip büyümesi doğaldır. İşte o zaman Yüce Allah son çare
olarak savaşmayı emretmektedir. Savaş kavramı, ilk planda caydırıcılık
özelliği, ikinci planda da eğiticilik yönü ile ele alınmalıdır. Hukukla
önlenemeyen kötülüklerin savaşla ortadan kaldırılması, tıpkı ilaçla tedavi
edilemeyen vücuttaki ur'un ameliyatla alınması gibidir.
Yangında içeride kalan
çocuğu kurtarmak için kapıyı kırmak, vücudu kurtarmak için kangren olmuş bir
organı kesmek zorunlu olduğu gibi, dünyada çıkan bozgunculuğu önlemek, fitneyi
ortadan kaldırmak, haksızlığa uğrayanlan kurtarmak için savaşmak da zorunlu
olabilir.
Yüce Allah yorumunu
yapmakta olduğumuz ayette psikolojik bir gerçeği; insanın savaşmaktan
hoşlanmadığı gerçeğini dile gekirmektedir. İnsan, doğal olarak savaşmaktan
hoşlanmaz. İnsanın savaşmak konusundaki isteksizliğini hoş gören Yüce Allah, bu
olguyu başka bir ortama çekerek psikolojik alandan delil getirmektedir.
2. İnsan
değerlendirmesinde hata edebilir
Sizin için daha
hayırlı olmasına rağmen bir şeyi sevmemeniz mümkün olduğu gibi, sizin için
daha kötü olmasına rağmen bir şeyi sevmeniz de mümkündür.
Yüce Allah istek veya
sevgi alanının izafi olduğunu dile getirdiği ayetin bu kısmında, insanın
zararlı ve kötü olan bir şeyi sevip isteyebileceği, buna karşılık faydalı ve
iyi olan bir şeyi de sevmeyip istemeyebileceği olasılığına dikkat çekmektedir.
Sevgi ve nefret,
insanı duygusal aleme götürüp yanıltabilir. Kötüden hoşlanması, iyiden
hoşlanmaması ile insanın değerlendirmelerinde ne kadar ya-nılabileceğine işaret
eden Yüce Allah, savaşma hususundaki hoşnutsuzluğun psikolojik delilini beyan
etmektedir. Hoş karşılanmayan savaşın neticesinde ortaya iyilikler çıkabilir.
Onun için meselelere geniş açıdan bakmakta yarar vardır. Sevgi daima iyiyi
getirir; nefret daima kötüden korur şeklindeki bir iddia doğru olmayabilir.
Onun içindir ki Yüce Allah, bu ayette (asâ=ih-timal) kavramına iki defa yer vermiştir.
Allah Teala İsra/ll'de
bu yanılgıyı başka bir boyutuyla ele almaktadır: (İnsan, iyilik için dua eder
gibi şerre dua eder. Çünkü insan tez canlıdır).
İnsan, aceleci olduğu
için, değerlendirmelerinde hata yapar ve neticede iyi için dua ederken kötüyü
çağırmış olur. Savaş denen gerçeğe duygu ile yaklaşmanın yanıltıcı olduğuna
işaret eden Yüce Allah, ayetin son kısmında meseleye nasıl yaklaşılması
gerektiğine ışık tutmuştur.
3.
Konuya bilgi ile yaklaşılmalıdır
Allah bilir, ama
siz bilmezsiniz. Neticesinin ne olacağı bilinmeyen bir eylem hakkında yapılan
değerlendirmede insanın yanılma ihtimali her zaman vardır. Onun içindir ki
ayetin sonunda, insanın ne netice doğuracağını bilmediği bir konuda
hoşnutsuzluk göstermesinin doğru olmayacağı vurgulanmakta, değerlendirme ile
bilgi arasındaki bağ gösterilmektedir. Yüce Allah her şeyi bildiği için,
eylemlerin neticesinin ne olacağının değerlendirmesini de yapabilmektedir.
İnsanın, bilmediği bir
şeyi sevmesi veya istemesi; bilmediği bir şeye karşı hoşnutsuzluk göstermesi
doğru değil; bu, Allah'ın farz kıldığı bir şeyden hoşlanmamak gibi ciddi bir
hataya sebep olabilir.
Kısaca diyebiliriz ki,
Hac/39 ayetine göre zulme uğrayanlara savaşma izni verilmiş ve bunu, duygu ile
değil, bilgi ile değerlendirme salık verilmiştir.
[26]
217. Sana haram ayı
(yani onda savaşmayı) soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük bir
günahtır. İnsanları Allah'ın yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i
Haramın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında
daha büyük günahtır. Fitne de, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır".
Eğer onların güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı
savaşa devam ederler. Sizden de kim dininden döner ve kafir olarak ölürse,
onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar
cehennemliktirler ve oraa)a devamlı kalırlar.
Ayette bahsi geçen
kimselerin, yani sual soranların kimler olduğu hakkında ihtilaf bulunduğunu
Razi nakletmektedir.[27]
Yapılan izahlar,
ayetin iniş sebebini de belirlemektedir. Soruyu- müslü-manlann sorduğu fikrim
öne sürenlerin görüşünü benimseyerek açıklamamızı yapabiliriz.
Daha önce açıklamasını
yaptığımız Bakara/214 ve 216 ayetlerini birlikte ele alırsak, sual soranların
Hz. Peygamber'in arkadaşları olduğu anlaşılır. 214. ayet şöyledir:
Yoksa siz, sizden önce
gelip geçenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle yoksulluk ve sıkıntıya düşmüş ve öyle
sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki mü'minler,' Allah'm
yardımı ne zaman?' dediler. Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır.
Bu ayetin ardından
216. ayette, savaşın mü'minlere farz kılındığı söylenmiştir. Bu iki ayet, 217.
ayetteki sualin sorulmasına neden olmuş ve bu soru da 217. ayetin inişinin
sebebini teşkil etmiştir. Savaşın farz kılındığını bildiren 216. ayet, haram
aylarda nazil olduğu için bu soru sorulmuş olabilir. Zaten 217. ayette yer
alan olgular buna ışık tutmaktadır:
(haram ay) kavramı
Bakara/194'te ele alınmıştı. Fakat konu gereği burada da bir açıklama yapmakta
yarar vardır. İslâm'dan önce Arap kültüründe bir 'saldırmazlık örfü' vardı.
Biz buna 'saldırmazlık paktı' da diyebiliriz. O devirde 'saldırmazlık örfü'
Kamerî ayların birinci, yedinci, on birinci ve on ikinci aylarında devreye
giriyordu, yani bu aylar savaşın yasak olduğu aylardı.
Kur'an bu örfü kabul
etmiş ve insanlığa, saldırmazlık antlaşması kavramini getirmiştir. Bakara/194
ayeti de 'saldırmazlık örfüne' hürmet edilmesini, yani haram aylarda
savaşılmamasını gerekli kılmaktadır.
İşte müslümanlar,
savaşın yasak olduğu bu haram aylarda savaşmanın hükmünü sordular, cevap olarak
da bu ayet nazil oldu. Çünkü savaş emri, saldırmazlık örfünün bulunduğu
aylarda gelmişti. Onun için Allah Teala soruyu yerinde bulmuş ve
cevaplandırılmasını gerekli görmüştür. Yüce Allah ayetin devamında, haram
aylarda savaşmanın hükmünü zikrettikten sonra, bu hükmün istisnası
olabileceğine de dikkat çekmiştir.
[28]
(O aylarda savaşmak
büyük bir günahtır) ifadesinden iki şey anlıyoruz: Kur'an savaşın yasak olduğu
ay örfünü kabul etmiş ve onu hukuka bağlamıştır. Artık 'saldırmazlık örfü', örf
olmaktan çıkmış, ilahî hüküm halini almıştır. Diğer taraftan 'saldırmazlık
örfü' hukuka dönüştükten sonra, günah kavramı ile de dinî bir özelliğe
bürünmüştür. Böylece Kur'an, 'saldırmazlık paktı' kavramını insanlığın
hayatına evrensel boyutu ile sokmuş; savaş yapmamak için yapılan antlaşmayı
kutsamış; o antlaşmayı çiğnemeyi de büyük günah olarak kabul etmiştir. Genelde
ilmihallerde, büyük günahlara yer verilmemektedir; bu önemli bir eksikliktir.
Halbuki, saldırmazlık antlaşmasını bozarak savaşmanın nasıl bir günah olduğunu
belirtirken Yüce Allah, (kebîr=büyük) sıfatını kullanmaktadır. Demek ki büyük
günahlar ilmihallerde sayılanlardan ibaret değildir.
Hangi şartlarda, haram
aylarda savaşın caiz olabileceğini Yüce Allah ayetin devamında saymaktadır:
1. (Allah
yolundan menetmek).
İnsanları Allah
yolundan menetmek, yani onların o yolda yürümelerine engel olmak; ya şeytanın
[bkz. Neml/24], ya da kafirlerin işidir [bkz. Mu-hammed/1]. Zira Allah'ın yolu,
aklın yoludur; peygamberlerin getirdikleri ilahî mesajın yoludur; hakikat
bilgisinin yoludur; yaratılış kanununun yoludur. Aklın önünü tıkamak, ona
zincir vurmak; ilahî mesajın hayata geçirilmesini engellemek; hakikatin sesini
susturmak; yaratılış kanununa ters düşen işler yapmak, insanları Allah
yolundan çevirmektir.
İşte bu işleri
yapanlarla haram aylarda, yani saldırmazlık örfünün geçerli olduğu dört ayda da
savaşmak caizdir. Çünkü bu faaliyetleri yapanlar Allah'ın yolunu
tıkamışlardır. Bu manada savaş, Allah'a giden yolu açmak; yolu tıkayan
fiilleri, etki ve yanlışları ortadan kaldırmak; -tıpkı kolesterolün tıkadığı
damarı açıp insanı hayata kavuşturmak gibi- Allah'a giden yolu tıkayan kötü
davranışları ortadan kaldırıp
insanlığa hayat vermektir.
2. (O'nu
inkar etmek).
Buradaki O'nu
ifadesiyle Allah kasdedilmektedir. Allah'ı inkar etmek ve bunu eyleme
dönüştürmek, saldırmazlık örfünü bozmak için yeterli bir sebeptir.
'Allah'ın yolundan
menetmek' ifadesinden önce 'Allah'ı inkar etmek' ibaresi gelmeli değil miydi?
Bize göre, "Allah'ı inkar etmek" ifadesi, 'Allah yolundan menetme'
ibaresini tefsir etmektedir. Menetme fiilinin inkar fiilinden önce gelmesinin
sebebi, inkarın sadece inançta kalmayıp eyleme dönüştüğünü de göstermek
içindir. Bunun anlamı şudur: Eyleme dönüşmeyen bir inanç sebebiyle savaş
yapılamaz. Herkes inancında serbesttir; ama bir inancı zorla karşısındakine
kabul ettirmeye kalkışmak bir savaş nedenidir.
Demek ki, Allah'a
giden yolu tıkayan eylem, küfrün zorbalıkla kabul ettirilmesidir. Bu durumda
Allah'ın yolunun, iman yolu olduğu açıkça belli olmaktadır. O halde kafirlerin,
insanları iman yolundan alıkoyması bir savaş nedenidir.
3. (Mescid-i
Haram'ın ziyaretine mani olmak).
İnsanların kutsal
mescidi ziyaret etmelerine; hac ve umre yapmalarına
mani olmak da başka
bir savaş nedeni; savaşın yasak olduğu aylarda dahi savaşı caiz kılan
sebeplerden biridir.
(Allah yolundan ve
Mescid-i Haram'dan menediyorlar) [Hac/25]) ve (Allah yolundan engelleme ve
Mescid-i Haram'dan menetmek) [Bakara/217] buyurarak, Allah yolundan menetme ile
Mescid-i Haram'ın ziyaretine mani olmayı peş peşe sıralamaktadır.
(Onlar ki inkar
ettiler, Allah yolundan ve Mescid-i Haram'dan menediyorlar; oysa biz onu bütün
insanlar -hem orada ikamet edenler, hem de misafir olarak gelenler- için eşit
yaptık. Her kim orada zulüm ile haktan saparsa ona muhakkak acı bir azap
tattırırız). [Hac/25]
Yüce Allah, insanların
kendi yolundan engellenmesini ve ibadete mani olunmasını bir zulüm ve bir
haktan sapış olarak nitelendirmekte ve cezaya layık görmektedir.
Bakara/217'de yer alan
'Mescid-i Haram' kavramı hem ibadet edilen yer, hem de öğretim yapılan bir okul
olarak görülmelidir. Böylece Mescid-i Ha-ram'dan engelleyenler; bir taraftan
ibadeti, diğer taraftan eğitimi engellemiş oluyorlar. Çünkü Yüce Allah
Bakara/125'te Beytullah'ı iyinin, güzelin, doğrunun ve hakikatin öğretildiği
bir yer olarak tesbit ettiğini ifade etmektedir. Öyleyse insanlığın ilk
ibadethanesi ve ilk eğitim kurumu olan bu yerin faaliyetini engellemek,
insanların ibadet veya öğretim için oraya gitmelerine mani olmak; savaşın
yasak olduğu aylarda savaşa neden teşkil edecek bir zulümdür.
Allah'a imanı
engellemek inanç hürriyetini; Mescid-i Haram'dan menetmek de ibadet
hürriyetini ve eğitim hakkını yok etmektir. İnanç, ibadet ve eğitim özgürlüğünü
ortadan kaldıranlara karşı savaşmak meşru bir gerekçedir. Görüldüğü gibi
ayetteki Mescid-i Haram kavramı ibadet-eğitim hak ve özgürlüğünü ifade eden bir
motiftir.
4. (Ve
halkını oradan çıkarmak).
İnsanları haksız yere
yurtlarından çıkarmak da karşı çıkılması gereken bir zulümdür. Yüce Allah bu
fiili işleyenlere Tevrat ve Kur'an'da; dünya hayatında rüsvaylık, ahirette de
şiddetli bir azap vereceğini beyan etmektedir [Bakara/85]. Hac/39'da ise böyle
bir zulme karşı savaşmaya izin vermektedir.
İnsanları Allah
yolundan engellemek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'dan menetmek, yani
ibadet ve öğretim hakkına mani olmak, insanları haksız yere vatanlarından
çıkarmak; savaşm yasak olduğu aylarda savaşma günahından daha büyük günahtır.
5. (Fitne,
adam öldürmekten daha büyük bir günahtır).
Toplumun düzenini
bozmak için insanların arasına fitne sokmak, tefrika yaratmak; toplumun
bütünlüğünü, birlik ve beraberliğini zayıflatacak şekilde ayrılıklara düşürmek,
ferdî manada öldürmekten daha tehlikelidir; çünkü tüm toplumu ölüme
götürmektedir.
Onun içindir ki Yüce
Allah ayetin bu kısmında, fitnenin ölümden daha tehlikeli olduğunu beyan etmiş
ve fitnenin ortadan kaldırılması için haram aylarda savaşa izin vermiştir.
Böylece Yüce Allah
sosyolojik bir analiz yapmakta; toplumsal hayat için tehlikeli oluşumlara
dikkat çekmektedir. Fitne bir toplum için sosyal bir depremi andırmakta; bütün
sosyal ilişkileri çürütmekte; geri dönüşü olmayan manevî yoksulluğa
götürmektedir.
6. (Güçleri
yetse, dininizden döndürünce-ye kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmeyeceklerdir).
Yüce Allah, saldırmazlık
örfünü bozan düşmanların amaçlarına ve bu uğurdaki çalışmalarına dikkat
çekmektedir. Ateistlerin en büyük amacı, mü'minleri inançlanndan/dinlerinden
döndürmektir. Bu amaç onlar için bir tutku halini aldığı için Yüce Allah ayette
(devam ederler, vazgeçmezler) ifadesini kullanmaktadır.
Onların bu tutkusu
öncelikle kalplerinde mayalanıp oluşmaya başlar, sonra da silaha sarılarak
savaşa girişirler. Demek ki, onların kalplerinde kök salan bu tutku,
meyvelerini savaşla-öldürmekle vermektedir. Allah Teala, bu düşmanlığın
boyutunu şöyle beyan etmektedir:
Onlar sizi yoldan
çıkartmak için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler ve sizi sıkıntıda
görmekten hoşlanırlar. Kin ve öfkeleri ağızlarından taşmakta, kalplerinde
sakladıkları kin ve öfke ise daha da büyüktür. Aklınızı kullanası-mz diye
işaretleri size açıkça bildirdik. [Âl-i Imran/118]
Kendi başlarına
kalınca size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. [Âl-i İmran/119]
Eğer bir iyilikle
karşılaşırsanız bu onları üzer, başmıza bir kötülük gelince de
memnun olurlar. [Âl-i
İmran/120]
Görüldüğü gibi önce
yoldan çıkarma niyeti ve gayreti, sonra ağızlardan dökülen kin-öfke ve
kalplerinde besledikleri daha büyük kin-öfke, -öyle bir öfke ki parmaklan
ısırmaya kadar uzanmakta- inananlara gelen iyilikten ötürü üzülmek ve
kötülükten dolayı da sevinmek gibi korkunç bir düşmanlığa dönüşmektedir. Allah
Teala bu tip insanların -güçleri yettiği takdirde-müslümanları dinlerinden
döndürecek kadar ileri gideceklerini bildirmektedir.
Bu altı neden,
saldırmazlık örfünü ihlal etmekte, savaşmanm yasak ve büyük günah olduğu
aylarda savaşı meşru hale getirmektedir. Aslında inançsız insanların yaptıkları
bu eylemler savaşın kendisidir. Allah yolundan menetmek, Allah'ı inkar etmek;
Allah'a açılan bir savaş cephesi; ibadeti engellemek, halkı vatanından
çıkarmak, toplumda bozgunculuk yapmak, dinlerinden döndürmek için baskı yapmak
da mü'minlere açılan bir savaş cephesidir. Ateistlerin bu iki cephede savaş
vermeleri ve zafere ulaşmaları mümkün değildir. Yüce Allah onların zafere
ulaşmalarını engelleyecek önemli silahlan da göstermektedir.
Âl-i İmran/118 ayeti,
aklı kullanmaya dikkat çekerek sona ermektedir. Düşmana karşı en büyük silah
aklı kullanmakta Akıl düşmanın niyetini, gayretini, amacını ve içinde sakladığı
kini anlamak için etkili bir silahtır. Bir diğer önemli silah da Allah'ın
dinine arka çıkmaktır. Allah'ın dinine arka çıkmanın önemli bir silah olduğuna
işaret eden ayet şöyledir:
Muhakkak ki Allah,
O'nun davasına arka çıkanlara yardım edecektir. [Hac/40]
Allah'ın yardımını
alacak kadar Allah'ın davasına sahip çıkmak, en büyük silaha sahip olmak
demektir. Yüce Allah'ın verdiği bu bilgilere rağmen müs-lümanlar kafirlerin
etkisi altına kalır da dinlerini değiştirirlerse, ne duruma düşeceklerini Yüce
Allah ayetin devamında beyan etmektedir:
Sizden kim, dininden
döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dün. Onlar cehstmemer ve
orada devamlı kalırlar.
Önceki bölümleriyle bu
bölüm arasında bir bağlantı kurduğumuzda şu neticeye ulaşmamız mümkün olur:
Ateistlerin açtıkları savaş bir din ve iman savaşı, bir kültür savaşıdır.
Kur'an'ın indiği dönemde de böyle idi; bugün de böyledir.
Kültür mücadelesi,
kitle haberleşme vasıtalarıyla belli bir kültürün ezici üstünlüğü ile devam
ederken; dinî nedenlerle yapılan savaşlar da -galip ile mağlup belli olmadan-
devam etmektedir. Yüce Allah, ateistlerin etkisi altında kalıp dinini
değiştirenlerin amellerinin boşa gideceğini bildirmiştir. Amellerin boşa
gitmesi, Allah tarafından değerlendirilmeye tâbi tutulmamasıdır. Mücadeleden
yılarak küfre döneni çok acı bir netice beklemekte: ebediyyen cehennemde
kalmak.
İşte Yüce Allah böyle
acı bir akıbete maruz kalmamaları için müslümanlan uyarmakta ve
bilgilendirmekte; cehennem yaranı olmamaları için almaları gereken tedbirleri,
savaşın nedenlerini ve düşmanın niyetini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu durum eğitimin evrensel kanununu hayata geçirmekten başka bir şey değildir.
Bir eğitim sistemi, toplumun fertlerine dost ve düşmanını tanıtmalıdır. Bu
yapılmadıkça eğitim, amacına ulaşmış sayılamaz. Allah Teala dost ve
düşmanlarını tanıtmak, onların tesiri altında kalmanın kötü akıbetini haber
vermek suretiyle caydırma metodunu kullanarak müslü-manları eğitmektedir.
îrtidat eden kimseler,
dünya ve ahiretlerini cehenneme çevirmektedirler. İman-küfür mücadelesinden
mağlup çıkanların amellerinin değerlendirmeye tâbi tutulmayacağı için, dünya
ve ahirette hiçbir fayda temin edemeyeceklerdir.
[29]
218. Şüphe yok ki,
iman etmiş olanlar, zulüm ve kötülük diyarından uzaklaşanlar ve Allah yolunda
üstün bir gayretle mücadele verenler, işte ancak onlar Allah'ın rahmetini
umabilirler. Allah çok affedici ve merhamet sahibidir.
Bu ayetin eksen
kavramı, Allah'ın rahmetini ummaktır. Allah'ın rahmetini ummanın hangi şartlara
bağlı olduğunu da açıklayan ayet, bu şartlan önem sırasına göre sıralamaktadır.
Birinci şart, diğerlerinin olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Şimdi bu
şartlan kısaca açıklayarak, onların Allah'ın rahmetine vesile oluşlarını izah
edebiliriz.
1. (Şüphesiz
iman edenler).
İman, gönülde meydana
gelen radikal değişimin adıdır. İman olmadan hiçbir amelin değeri olmadığı
için, Allah katında değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. İman, inanç
duygusunun objesini bulup ona doğru akmasıdır. Yaratıcısının bilgisine ulaşan
insanın O'na gönülden bağlanmasıdır.
Ayetin bu kısmında
iman kelimesinden önce (ellezine) lafzı yer almaktadır. Umumilik ifade eden bu
lafız, kıyamete kadar gelecek olan iman sahiplerini kapsamına almaktadır. Diğer
taraftan ayetin başında yer alan ve pekiştirmek için kullanılan il (inne) de,
rahmet umudunun kesinliğini ifade etmektedir.
Demek ki, Allah'ın
rahmetini ummaya götüren basamakların ilkini iman teşkil etmektedir. İman
basamağını tırmanamayanlar, umuda varamazlar.
2. (Allah yolunda
hicret edenler).
Ha-ce-re kelimesi
başka bir memlekete yerleşmek niyetiyle vatanını ter-ketmek; birbirinden
ayırmak, tefrik etmek, bir cismi meydana getiren unsurları birbirinden
ayırmak, ayrı yaşamak, dünyadan ayrılmak, bir teşkilattan ayrılmak, uzak
kalmak, alakasını kesmek, ümidini kesmek, vazgeçmek, sakınmak, hukukundan
vazgeçmek, feragat etmek, hizmetinden ayrılmak, feshetmek, teşvik etmek, saçma
laf konuşmak, kaçmak; oruç halindeyken cinsî münasebetten uzak durmak, dostluğu
kesmek anlamlarına gelmektedir.
(hacire) kalıbından
alındığında öğle sıcağı, öğle vakti manalarına gelir.
(hicâr) kalıbından
alındığında kiriş, taç, devenin bileğine bağlanan ip anlamını ifade eder.
[30]
(hecr) kötü söz
demektir. Bu kelime Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır:
1. Saçma laf konuşmak
(Büyüklük taslayarak,
gecelerinizi saçma laflar konuşarak geçiliyordunuz). [Mü'minun/67]
İnsanı insandan
ayırdığı için kötü söze hecr denmiştir. Allah'ın ayetlerine sırt dönen,
kibirlenen ve geceleri saçma laflar konuşan kimselerin hali Mü'minun/66'da bu
kavramla ifade edilmiştir; zira bu laflar, onları hem Allah'tan, hem de
Kur'an'dan uzaklaştırmıştır.
Kötü laf ve saçma söz
itici, kinci, uzaklaştırıcı olması hasebiyle birlik ve beraberliği
parçalayıcıdır. İşte bu nedenlerden dolayı hicret denmiştir.
Furkan/30'da da aynı
manaya gelmektedir:
(Kavmim bu Kur'an'ı
hezeyan saydı). Yani saçma, aslı olmayan, hakikatle ilişkisi bulunmayan bir
söz olarak nitelendirdiler. Aslında mehcur kelimesi 'terketmek' anlamına da
gelir. Beğenilmeyen, değer verilmeyen, kötü ve boş olarak kabul edilen bir söz
terkedilir. Burada boş söz ile terketmek, bu anlamda bir araya gelmektedir. Hz.
Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
(vela tekûlû
hucren=kötü söz söylemeyin).[31]
2. Kötü şeyleri terketmek
Müddessir/5'te, kötü
alışkanlıkları terketmek, kötülüklerden uzak durmak manasına geldiğini
görüyoruz:
(Bütün pisliklerden
kaçın).
Bunun diğer bir anlamı
da, "kötü şeyleri tamamen terket" demektir.
Ayetin muhatabının Hz.
Peygamber olduğunu varsayarsak ibareye, "kötü alışkanlıkları terket"
manasını veremeyiz; ama ayetin muhatabının Rasulul-lah dışındaki insanlar
olduğunu kabul ettiğimizde, kötü alışkanlıklarınızı ter-kedip o pisliklerden
kurtulun anlamını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda, kendinde
olmayan ve fakat dışarıda olan pisliklere bulaşmaktan kaçınma manasına da
gelmektedir.
3. Uzak durmak
Doğru yola davet
edince, babasının Hz. İbrahim'e söylediği bir cümle içinde de bu kelime
kullanılmaktadır:
(Haydi bir süre benden
uzak dur). [Meryem/46]
4. Ayrılmak
Müşriklerin Hz.
Peygamber'e gösterdiği olumsuz ve ağır tepkiye karşı, ne yapması gerektiğini
Yüce Allah ona bildirirken bu kavramı kullanmıştır:
(Onların
söylediklerine katlan ve onlardan güzellikle ayni). [Müzzemmil/10]
Olumsuz tepkinin
meydana getirdiği ayrılığı ifade etmektedir. Bu ayrılık, eğitimin çok önemli
bir metodunu oluşturmaktadır.
5. Yalnız bırakmak
Yine bu kavram,
kocanın, serkeşlik eden karısını terbiye maksadıyla yatağını ayırması, onu yalnız
bırakması manasında da kullanılmaktadır:
Bunun, nasihatin fayda
vermediği serkeşlik eden kadına karşı -eğitim amaçlı- bir uygulama olduğu
açıktır.
6. Gelmek
Hicret edilen yere
ulaşmayı ifade etmek için de kullanılmaktadır: l&O&Stâk (Kendilerine
gelenlerin hepsini severler). [Haşr/9] j\ (ila) cer harfi ile kullanılınca
'gelmek' anlamını ifade eder.
7. Dönmek
Yine (ila) cer harfi
ile kullanıldığında 'dönmek' manasına da gelmektedir:
("Ben Rabbime
döneceğim" dedi). [Ankebut/26] h. Terketmek
Uğranan zulüm
nedeniyle vatanım terkedip başka yere yerleşmeyi ifade etmek için de
kullanılmaktadır. [Bakara/218]
Allah uğruna, O'nun
yolunda ve O'nun için yapıldığında manevî bir anlam kazanarak "hicret
etmek" anlamına gelmektedir. İnançlarından dolayı baskıya maruz kalan
insanların Allah için vatanlarını terketmelerini Yüce Allah, -yorumunu yapmakta
olduğumuz ayette- imandan sonra ikincil bir ibadet olarak kabul etmektedir.
Allah'ın rahmetini ummanın ikinci basamağını teşkil eden bu fedakarlık aynı
zamanda Allah'a olan imanın çok önemli bir göstergesidir.
Tefsirini yapmakta
olduğumuz ayetteki hicret kavramını, sadece bir yerden başka bir yere
'göçetmek' manasına almamalıyız. Hicrete psikolojik bir mana da yüklememiz
mümkündür: İman etmeden önce nefis ülkesini vatan edinen insan veya insanların,
nefis ülkesinden gönül ve akıl ülkesine hicret etmesidir. Zaten bu hicret
gerçekleşmeden öteki hicretin gerçekleşmesi mümkün değildir. Nefis ülkesini
yurt tutan şeytan, insana ağır baskılar uygulamakta, entrikalarla yaklaşmaktadır.
İman insanı o diyardan kurtarıp güven, sevgi, düşünce ve bilinç ülkeleri olan
beyin ve gönül ülkesine hicret ettirmektedir. Bu tür hicret, hicretin en
önemli basamağını teşkil etmektedir. Din eğitiminin ana hedefi insanları akıl
ve gönül ülkesine hicret ettirmek olmalı ve ancak bunu gerçekleştirdiğinde
kendini başarılı saymalıdır.
Hicretin, sosyal ahlâk
açısından ihtiva ettiği bir manası daha vardır ki o da, kötü alışkanlıklardan,
kötü ortamdan iyi alışkanlıklara, iyi ortama hicret etmektir. Ahlâksızlık
diyarını terkedip iyiler diyarına göçmek de bir büyük hicrettir. Onun içindir
ki Yüce Allah (Pislikleri terket) buyurmuştur.
İnsanı, nefis
ülkesinden hicret ettiren imandır; ahlâksızlık diyarından hicret ettiren ise
iradedir. İman ile irade buluşunca, ikinci hicret de tamamlanmış olmaktadır.
Diğer bir hicret de,
bilginin meydana getirdiği hicrettir. Cehalet ülkesinden aydınlık ülkesine
gitmek de bir hicrettir, belki de hicretlerin en büyüğüdür. Aydınlık ülkesine
yapılan hicret hem çok zor, hem de çok yavaş seyreden bir yapıya sahiptir.
Cehaletin insanları boğan kara bulutlarından kurtulup, aydınlık ülkesine
hicret etmek, ancak bilgi gibi çok büyük bir değerin işidir. Bilginin elde
edilmesi çok zaman almakta ve çok ağır işlemektedir. Akıl güneşinin doğduğu bu
aydınlık ülkesine hicret etmek, çok büyük bir kurtuluş ve çok büyük bir
saadettir.
Demek ki Kur'an, akıl,
düşünce, iman, irade ve bilgi ile insanı nefis, cehalet ve ahlâksızlık
ülkesinden alıp aydınlık ülkesine hicret ettirerek insanlığın hayatında kökten
bir değişim meydana getirmektedir. İşte Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye
olan hicreti bunlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bu hicrete, sadece bir göç
olarak bakmak doğru değildir; zira o, cehalet ülkesinden Kur'an'm, aklın,
bilginin, iman ve iradenin oluşturduğu aydınlık ülkesine yapılan bir
hicrettir.
Keza İsrailoğullan'nın
Mısır'dan çıkışı da kölelik ve zulüm ülkesinden hürriyet ve aydınlık ülkesine
hicreti ifade etmektedir. Artık insanine bir daha kölelik, baskı, zulüm,
hukuksuzluk ve cehalet ülkesinden göç etmek durumunda kalmamak için akıl,
bilgi, iman ve hukuk ile yaşamayı öğrenmeli ve o aydınlık ülkenin vatandaşı
olma onurunu tatmalıdır. İşte ilahî bilgi denen Kur'an'ın amacı dünyayı akıl,
hukuk ve bilgi ülkesi haline getirmektir. İnsanlık cehaletin, bağnazlığın,
zulmün, azgınlığın, sömürü ve hürriyetsizliğin hakim olmaması için olanca
gücünü sarfetmelidir. Tüm eğitimciler bu erdemlere sevdalı olmalı ve bu
erdemleri aşılamak için hırsla çalışmalı ve insanlığı Allah'a yaraşır bir
topluluk haline getirmelidir.
Bu sevda, bu tutku ve
bu gayret içinde olan insanlar Allah'ın rahmetini ummanın ikinci basamağına
yükselmiş demektir.
3. (Allah
yolunda üstün gayret gösterenler).
[32]
Ayetin bu kısmında yer
alan ve "üstün gayret" manası verdiğimiz (cehede) kelimesi, ce-he-de
fiil kalıbından alındığında gayret etmek, çalışmak, üstün gayret göstermek,
uğraşmak, zahmet çekmek, gücünün üstünde bir çalışma yapmak, tahammülünden
fazla iş görmek, yorgunluk vermek, kuvvetini tüketmek, savaşmak, yorulmak, bir
şeyin üzerine konsantre olmak, beynini bir şeyin üzerine yoğunlaştırmak,
içtihat etmek manalarına gelmektedir.
Cehd şeklinde okununca
'meşakkat'; cuhd şeklinde okununca 'güç' manalarına gelmektedir.
[33]
1. Zorlamak
Bir kimseyi, olumsuz
bir iş yapmaya zorlamak anlamında kullanılmasına örnek:
(Eğer onlar seni,
hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa...)
[Ankebut/8; Lokman/15]
2. Üstün gayret göstermek
(Ama davamız uğruna
üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşkusuz
Allah, iyilik yapanlarla beraberdir). [Ankebut/69]
Buradaki cihad
kavramı, fiil halinde gelmiş olmakla birlikte savaşmayı değil, Allah uğrunda
gösterilen üstün gayreti ifade etmektedir. Ayetin devamındaki (sübül=yollai)
kelimesinden hareketle buradaki cihad kavraminin, Allah'a giden yollan bulmak
için gösterilen üstün gayreti ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bütün ırmakların,
nehir ve derelerin hep denize aktığı gibi; bütün olumlu gayretler, ibadetler,
düşünceler ve aklî faaliyetler de hep Allah'a doğru gider ve Allah'ın
yollarını oluştururlar. Aklını, düşüncesini, bilgisini, sevgisini, iman ve
ibadetlerini Allah'a doğru akıtmaya Yüce Allah "Üstün gayret
sarfetmek" demektedir. Bu gayret (cihad) bir eğitim faaliyetine işaret
etmektedir.
3. Savaşmak
Allah'a ve
Peygamberine inanır ve Allah yolunda malınız ve canınızla savaşırsanız, bu
sizin kendi iyiliğinizedir, keşke bilseydiniz. [Saf/11]
Malı ve canıyla Allah
yolunda savaşmak, O'nun insanlığa sunduğu evrensel değerleri korumak için
mücadele etmek çok büyük bir erdemdir. Kavram, yorumunu yapmakta olduğumuz
Bakara/218'de de bu anlamda kullanılmaktadır:
(Allah'a bütün
güçleriyle yemin ettiler). [Maide/53]
Allah'a yemin ederken,
yeminin önemli bir özelliğini ifade etmekte, insanın yeminindeki kararlılığını
göstermektedir.
4. Direnç göstermek
Yüce Allah, Kur'an'a
ve Peygamber'e aşın tepki gösteren kafirlere karşı nasıl bir tavır takınacağını
Peygamber'e anlatırken, cihad kelimesini kullanmaktadır:
(Kafirlere boyun eğme
ve Kur'an ile onlara karşı bütün gücünü ortaya koyarak büyük bir direnç ve çaba
göster). [Fur-kan/52]
Allah Teala -hem emir,
hem de isim kalıbında geçen- bu ayetteki cihadın, Kur'an ile yapılmasını
istemektedir. Kur'an ile savaş yapılamayacağına göre, buradaki cihad kavramı,
Kur'an ile onlan yola getirmek için sarfedilen gayreti, harcanan çabayı ve
onlann tecavüzlerine karşı gösterilen direnci ifade etmektedir.
Demek ki, Yüce Allah cihadın
Kur'an ile yapılmasını istemektedir. Kur'an doğru anlaşılır ve doğru
anlatılırsa, en büyük cihad yapılıyor demektir. Yukanda zikrettiğimiz ayette
onun için 'büyük cihad' kavramı kullanılmıştır. İctihad ile 'savaşmak' manasına
gelen cihad arasında mana yakınlığı vardır. İctihad, bütün gücünü sarfederek
düşünmek, cehaletle savaşmaktır. Harp meydanında düşmana karşı kıtal ne ise,
ilim meydanında cehalete karşı ictihad da odur. Her ikisi de insanlığın
yararınadır.
Zahirî düşmanla
savaşmak, şeytanla savaşmak, nefisle savaşmak ve nihayet cehaletle savaşmak
cihadın çeşitli boyutlarım göstermektedir. Bu savaşlardan en zoru nefisle olan
savaştır. Çünkü nefis, insanın kendi safında yer almaktadır. Kendi safında yer
alan nefisle cihad etmek, Peygamberimizin ifadesiyle 'büyük cihad'tır. Bundan
sonra cehalet, şeytan ve dış düşmanlar gelmektedir.
Hz. Peygamber mücahidi
şöyle tanımlamaktadır:
Asıl mücahid, Allah'a
itaat etme hususunda nefsi ile cihad edendir.[34]
Allah'a itaat etmekle,
nefsin istekleri ters yönde çalışır. Nefse baskı yaparak, Allah'ın emirlerini
öne almak, gerçekten üstün bir gayret gerektirir.
Hac/78'deki cihad
kavramı; düşman, şeytan, nefis ve cehalet ile savaşmayı kapsamaktadır.
(Allah uğrunda
hakkıyla cihad edin).
Bu ayette hem emir,
hem de isim olarak yer alan cihad kavramının yanında hak kavramı da bulunmakta
ve Allah yolunda gösterilecek en zorlu, en üstün ve en yorucu çabayı ifade
etmektedir.
İyinin düşmanları olan
şeytan, nefis ve cehalet Allah'a giden yolu tıkamakta, insanlığın ufkunu
karartarak yücelmesini önlemektedir. İşte bu yolu tıkayan engelleri kaldırmak,
Allah yolunda sarfedilen üstün bir gayrettir. Bu cihadın silahı Kur'an, bilgi,
sevgi, merhamet ve eğitimdir. Allah'a inanan insanlar bu silahlan kullanarak,
Allah yolunda en zorlu ve en meşakkatli faaliyetlere girişirler ve
girişmelidirler.
Zorlamak, üstün gayret
göstermek, savaşmak ve direnç göstermek mana-lanyla cihad, bir eğitim
sistemidir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin birinci bölümünde üç eylem yer
almaktadır: iman, hicret ve cihad. İman gönlün eylemi, cihad beynin eylemi,
hicret de nefis ülkesinden göçün eylemidir. İctihad eden beyin, bilgi üreteceği
için cehaletle mücadeleyi kolaylaştıracaktır. İman da inkar psikolojisi ile
mücadeleyi kolaylaştırır. Beynin cihadı, aklın faaliyeti ile olduğuna göre,
gönlün cihadı da imanla olacaktır. Hicret ise nefis ülkesinden ayrılan insanın,
beyin ve gönül ülkesine sığınması; onlardan yardım dilemesidir.
Bu üç eylemi
gerçekleştiren insanlara önemli bir ödül vardır. İşte ayetin ikinci kısmı bunu
beyan etmektedir:
[35]
4. (İşte bunlar
Allah'ın rahmetini umarlar).
Ayetin bu kısmında yer
alan ve bizim 'umarlar' anlamını verdiğimiz
(yercûne) kelimesi sözlükte şu manalara gelmektedir: Ümit etmek, beklemek,
ummak, arzu etmek, istemek, rica etmek, istirham etmek, yalvarmak, hoş görüsüne
sığınmak, hürmetten dolayı korkmak.
[36]
a. Beklemek
Sen, bu kitabın sana
vahyolunacağını beklemiyordun. [Kasas/86]
Burada 'beklemek' manasını
verdiğimiz (tercû) kelimesine 'ümit etmezdin' anlamını vermek de mümkündür;
ama biz 'beklenti' manasını uygun bulduk.
b. Ümit etmek
Kur'an'ın pek çok
ayetinde bu anlama gelmektedir. Bunlardan biri de Nisa/104 ayetidir:
(Ama siz, Allah'tan
onların ümit etmediklerini ümit ediyorsunuz).
Cenab-ı Hak savaşta
kafirlerin de müslümanlar kadar sıkıntı çektiklerini, buna karşın müslümanlann
Allah'tan, kafirlerin ümit etmediklerini ümit ettiklerini ifade etmektedir.
Çünkü Allah'tan bir şey ümit etmek iman işidir. Demek ki, ümitle iman arasında
sıkı bir bağ vardır.
c. Kabul etmek
Allah'ın bir sıfatı
ile ilgili olarak kullanılınca, 'kabul etmek/etmemek' anlamına gelir:
(Size ne oluyor ki,
Allah'ın büyüklüğünü kabul etmiyorsunuz!) [Nuh/13]
Kabullenme, olumsuz olarak
alınırsa, reddetmek manası da verilebilir. Ayetteki 1£şA (la tercûne) ibaresine
'korkmuyorsunuz' anlamını vermek de mümkündür. O zaman ayetin manası şöyle
olur: "Size ne oluyor ki, Allah'ın büyüklüğünden korkmuyorsunuz!" Bu
manalardan birini öne çıkarmak gerekirse, 'kabullenmek' anlamını tercih etmek
bize daha doğru gelmektedir. Çünkü ümitten önce kabullenmek vardır. Kabul
edilmeyen bir şeyde ümit olmaz.
d. İhtiyaç duymak
İsra/28'de 'ümit
etmek' manasına gelen (tercu) kelimesi, 'ihtiyaç duymak' anlamına da gelir:
(Ve eğer sen de
Rabbinin katından ihtiyaç duyduğun bir rahmeti arama çabası içinde olduğundan
dolayı ihtiyaç sahiplerine ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman hiç değilse,
onlara yumuşak söz söyle). [İsra/28]
Bu kelimeye yukarıdaki
gibi 'beklemek' ve 'ümit etmek' manalarını verebileceğimiz gibi 'ihtiyaç
duymak' anlamını da verebiliriz. İhtiyacın olmadığı yerde, beklenti doğmaz ve
ümit de ortaya çıkmaz. Manaların arka basamağına gidip ayetteki (ibtiğâ)
kelimesiyle bağlantı kurunca 'ihtiyaç duyma' manasını verdik. Çünkü AZ^l
(ibtiğâ), ihtiyaç duyulan şeyi arayıp bulmak veya ihtiyacı gidermek için
yapılan bir eylemdir.
e. Alıkoymak
A 'raf/111 'de emir
kalıbında yer alan bu kavram, bir insanı bekletmek ma-, nasında 'alıkoymak'
anlamına gelmektedir:
(Dediler ki: "Onu
ve kardeşini alıkoy"). Şuara/36'da da aynı manaya gelmektedir.
f. Umut
Bu kavram, kendisi
hakkında umut beslenen kişi için de kullanılmaktadır:
(Dediler ki: "Ey
Salih! Sen bundan önce aramızda büyük umut beslenen biri idin). [Hud/62]
Bu ayette (recâ) fiili
(mercuvven) kalıbında alınmıştır. g. Bırakmak
(recâ) kelimesi, çoğul
halinde (mürcevne) kalıbından alınınca 'bırakılmak' anlamına gelir:
Diğer bir grup da
Allah'ın emrine bırakılmışlardı. [Tevbe/106] h. Taraf
(recâ) kelimesi,
çoğul olarak .(ercâ') kalıbından alınınca 'etraf anlamına gelir:
(Ve melekler onun
etrafında olacaklardır). [Hâkka/17] i. Korkmak
İsfehanî Nuh/l3'te
geçen (mâ-lekum lâ tercûne lillâhi vekâran) ibaresine, "Size ne oluyor ki,
Allah'ın azametinden korkmuyorsunuz?" şeklinde mana vermek suretiyle,
kavrama 'korku' anlamını yüklemiştir.
Kısaca diyebiliriz ki:
Beklemek, ümit etmek, kabullenmek, ihtiyaç duymak, alıkoymak, umut vaadetmek
ve korkmak manalanyla reca kavramı, insanın bütün psikolojisini her yönü ile
kapsadığı için 'taraf manasında yoğunlaşmaktadır. İman edip Allah için hicret
ve cihad eden insanın umudu, tüm psikolojisini kaplamıştır.
İnsanların umutlarını
hayal olmaktan çıkarıp gerçeklik alemine getirecek olan amelleri bu ayette
sıralayan Yüce Allah, umudun gerçeği nasıl takip edeceğine işaret etmektedir.
Allah'ın rahmetini ümit etmek de, bu ümidin gerçekleşmesi de insanın
eylemlerine bağlıdır. Nefis ülkesinden, akıl ve gönül ülkesine hicret edince,
boşalan yeri Allah'ın rahmetine olan ümit dolduracaktır.
Cehalet, şeytan,
düşman ve nefisle mücadele etmenin en önemli sonucu, Allah'ın rahmetine olan
umuttur. Cehaletin bulunduğu yerde, şeytanın etkisini hissettirdiği bir
psikolojik yapıda, sosyal değerlerin müdafaa edilmediği toplumda ve nefisle
mücadeleyi sürdüremeyen bir şahsiyette umut ışıklan sönmüş demektir. Yüce Allah
Bakara/218'de, Allah'ın rahmetinden ümitvar olmanın hangi şartlara bağlı
olduğunu beyan etmektedir. 'Umut', hayalde değil insanın eylemlerinde yer
almaktadır.
5. (Allah
affedicidir ve merhamet sahibidir).
Allah Teala ayetin
sonunda gafur-rahim sıfatlarını zikretmekle, çok önemli bir gerçeğe işaret
etmektedir: İman ettikten sonra, hicret ve cihad gibi önemli ve ağır görevleri
yerine getirme hususunda insanlar ihmal gösterebilecekleri gibi, hata da
yapabilirler. İşte o anda Yüce Allah, gafur-rahim sıfatlarını devreye
sokmaktadır.
İnsanlar da
başkalarının eksiklik ve hatalarına karşı af ve merhametle muamele etmeyi
ahlâk edinmeli ve böylece dünyayı af ve merhamet denizine çevirmelidirler. Yüce
Allah, rahmetinin hangi ameller için olduğunu beyan ederken, bu amelleri
layıkıyla yerine getiremeyecek olanların çıkacağını da elbette ki biliyordu. Bu
amellerde kusur ve eksiklik yapıldığında, çare af ve merhamet kapısında
aranacaktaktır.
[37]
219. Sana alkol ve
kumar hakkında soruyorlar. De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve
insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından
büyüktür". Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. "'ihtiyaç
fazlasını" de. Düşünesiniz diye Allah size ayetlerini böyle açıklıyor.
Bakara/217'de haram
aylarda, yani saldırmazlık örfünün geçerli olduğu dört ayda savaşmanın hükmünü
sormuşlardı. Burada ise alkol ve kumarın hükmünü soruyorlar. Artık insanlar,
işledikleri fiilleri ve sahip oldukları sosyal müesseseleri sorgulayarak
öğrenme yolunu tutmuşlardı. 219. ayetin, içki ve kumar konusunda sorulan
sualleri cevaplandırmak için geldiği açıkça görülmektedir. Şimdi ayette yer
alan kavramların açıklamalarını yaparak tefsire devam edebiliriz:
Lügatte (hamr)
kapamak, örtmek, kaplamak, gizlemek, saklamak; mayalandırmak, maya ile
kabartmak, ifsad etmek, bozmak, tahrik etmek, heyecanlandırmak, içine geçip
yayılmak, istila etmek, karıştırmak, şaşkınlık hali, imtizaç etmek, işgal
etmek, ele geçirmek, yakalamak, galip gelmek, hakkından gelmek, iltica etmek,
eğlendirmek, avutmak, kin taşımak, bir kimseye kızmak, başı örtmek, fesat
maksadı ile gizli ittifak yapmak, hileli tedbir, tuzak kurmak, dolap çevirmek,
hilekarlık etmek, -isim kalıbından alınınca-alkollü içecek manalarına
gelmektedir.
[38]
(hımar) kalıbından
alınınca, kadının başını ve yüzünü örten örtü anlamını ifade eder.
Kelimenin Kur'an'daki
manalarına gelince:
1. Yüce Allah,
Muhammed/15 ayetinde muttakilere vaadettiği cennetteki ırmakları sayarken,
bunlardan birinin (hamr) ırmağı olduğunu
ifade etmektedir:
(İçene lezzet
veren şaraptan ırmaklar).
Cennetteki bu 'şarap
ırmağına' aslında 'şerbet ırmağı' demek gerekiyor. İçtiği zaman insana lezzet
veren 'tatlı su' ırmağını ifade etmektedir. Dünyada içildiğinde insanı sarhoş
eden alkol anlamına gelmemektedir. Kısaca, içene lezzet veren maddeye hamr
denir.
2. İçki
İnsana sarhoşluk veren
ve insanın şuurunu örten 'alkol' anlamını ifade etmektedir. İşte haram kılınan
da budur.
(Biriniz efendisine
içki sofrasında şakilik yapacak). [Yusuf/41]
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/219'da da bu anlamı ifade etmektedir.
3. Başörtüsü
Nur/31 ayetinde
'başörtüsü' anlamına gelmektedir:
(Başörtülerini
yakalarının üstüne salsınlar).[39]
Hımar (başörtüsü) ile
hamr (alkollü içki) 'örtmek' manasında birleşmektedir. Alkollü içki bilinci,
başörtüsü de başı örttüğü için (hamr) adını almaktadır.
4. Şeytanın pisliği
Yüce Allah Maide/90
ayetinde alkollü içkiyi, kuman, dikili taşlan, fal ve şans oklannı şeytanın
pisliği olarak nitelendirmektedir.
'Kanştırmak' manası
ile hamr (alkollü içki), insanların ilişkilerini kanş-tırmadan önce, insanın
bilincini kanştınp alt-üst etmektedir. Psikolojik yapısı alt-üst olan bir
insanın bütün sosyal ilişkileri de alt-üst olmaktadır.
'İşgal etmek' anlamı
ile hamr (alkollü içki), insanın bilincini işgal etmekte, iradesini elinden
almakta, erdemli davranışlan üreten ne varsa hepsinin yerine geçmektedir.
Bunun yanısıra 'ele
geçirmek' manasına da gelen hamr, insanın beyin güçlerini işgal edip ele
geçirmekte, akıl alanını şuur altının işgal edip ele geçirmesi eylemini ifade
etmektedir.
'Birine kızmak' manası
ile (hamr), insanlar arasına kin ve
düşmanlık sokmaktadır. Maide/91'de bu manada kullanılmaktadır:
Şeytan içki ve kumar
yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokar.
Hamr'm diğer bir
anlamı da 'avutmak'tır. Avutmak, insanı gerçekleri görmekten alıkoyarak olumlu
iş yapmasını engeller. 'Kabartmak' manası ile bir araya getirilince insanın
benliğini, gururunu kabartarak Allah'a ibadet yapmasını engelleme eylemini
ifade eder. Nitekim Allah Teala hamr'm (alkolün), insanın iyi amel işlemesini
engellediğini ifade etmektedir:
(Sizi Allah'ı anmaktan
ve namazdan alıkor). [Maide/91] İçki insanın bütün kabiliyetlerini, iyi
duygulannı devre dışı bıraktırarak iyi eylemler üretmesini engeller ve insan
ilişkilerini bozar.
(ha-me-ra) kalıbından
alındığında 'entrika çevirmek' manasına gelir. İnsanın bütün erdemlerini yok
ettiği, sağlığını bozduğu için alkol, entrika manasını kazanmaktadır. Hamr'da,
insanın biyolojik ve psikolojik yapısını bozmak manası da vardır. Önceleri hamr
kelimesi 'şarap' olarak tercüme edilirdi. Eski çağlarda, şaraptan başka içki
çeşidi olmadığı için bu manayı verenler mazur görülebilir, ama günümüzde içki
çeşitleri çoğalmıştır. Halbuki hamr kelimesine 'alkol' manası verilseydi,
şarabın dışındaki içkilerin haram olup olmadığı tartışmasına girilmemiş olurdu.
Artık hamr kelimesinin
anlamı gittikçe genişlemekte, kokain, eroin ve esrar gibi insana zarar veren
uyuşturucu maddeleri de içine almaktadır. İnsanlar, vücudun ihtiyaç duyduğu
alkol miktarını, meyveleri yerken tabii yolla elde etmektedirler. Kısaca
diyebiliriz ki, Kur'an'da geçen hamr kelimesi tüm alkollü içkilerle birlikte
uyuşturucu maddelerin hepsini de kapsamaktadır.
'Kumar' manasına gelen
(meysir) kelimesi,(yesura) fiilinden türemiştir. 'İşi kolay olmak' anlamım
ifade eden bu kelimenin kalıplan zengin olmak, hamile kadının kolay doğum
yapması, hazırlamak, bolluk manalarına gelmektedir. Bu kelimenin (teyâsera)
kalıbı, kumara konan devenin etini paylaşmayı ifade etmek için
kullanılır. (yesura) kalıbı ise kumarbaz
anlamına gelir.
Peki asıl manası
'kolay olmak' olan (yesura) kelimesinden (meysir=k\ımar) manası nasıl
çıkmaktadır? Emek safredilmeden para kazandırması, parayı kolayca elden
çıkartması hasebiyle kumara meysir denmektedir. Her iki kavramın ortak manası
'kolaylık'tır. Kolayca para kazandırması ve kaybettirmesi sebebiyle meysir
kelimesinden türetilmiştir. Meysir (kumar) kavramı ile Yüce Allah emeksiz elde
edilen kazancı yasaklamaktadır.
[40]
Alkol ile kumarın
neden aynı ayet içinde bir arada değerlendirilmeye tâbi tutulduğu sorusuna da
şu şekilde cevap verebiliriz: Her ikisi de insanda kötü alışkanlık meydana
getirmektedir.
Alkollü içkiler
insanın psikolojisini, bedenini tahrib ettiği gibi, parasmı da yok yere elinden
çıkarmaktadır. Hiçbir değer elde etmeden parayı elden çıkartmaları, haram
kılınmaları için yeterli bir sebeptir. Diğer taraftan alkol insanın
maneviyatını ve bedenini tahrib etmekte; hayatın, bilinçsizce yaşanmasına
neden olmaktadır.
Kumar da hemen hemen
aynı zararlara sebep olmaktadır. İnsanın sinir sistemini alt-üst etmekte, boş
yere parayı elden çıkartmakta ve zamanı öldürmektedir.
İçki ve kumar, kin ve
düşmanlığı körüklemekte müşterek iş gördükleri için bir arada
zikredilmektedirler.
Bir alışkanlık haline
gelmesi halinde kumar, insanın mal ve ailesini rehin olarak vermesine sebep
olabilir. Malını, ailesini sinir sistemini ve zamanını rehin alan kumar gibi;
alkollü içkiler de insanın parasını, sıhhatini, bilinç ve zamanını rehin
almaktadır.
(meysir) kelimesinden gelen ,1u (teyâsera)
kelimesinin, kumara konan devenin kesilip etinin parçalanması ve dağıtılması
anlamına geldiğini söylemiştik. Demek ki meysir (kumar), bir şeyi
bölüştürmektir. Alkollü içkiler de insanın parasını, sıhhat ve zamanını
bölüştürmektedirler. Bu anlamda da alkol ile kumar bir araya gelmektedirler.
İnsanlar kumar ve içki nedeniyle nelerini bölüşmüyorlar ki! Demek ki kumarın
asıl manası haksız bölüşüm-dür. Alkollü içkiler de bu manada kumar ile
ortaktır. Kumara konan devenin kesilip etinin paylaşılması gibi, insan da kendi
erdemlerini boğazlamakta, zamanım öldürmekte, sıhhatini katletmekte ve onları
şeytana ve kötülük yuvalarına dağıtmaktadır. Kendi iradesini katleden,
insanlarla ilişkilerini boğazlayan kumarcı ve içkiciler hem kendilerine ve hem
de topluma ihanet etmektedirler.
Allah Teala içki ile
kumarın insanları benzer yönde etkilediklerini beyan etmektedir:
Şeytan içki ve kumar
yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? [Ma-ide/91]
İçki ve kumar kin ve
düşmanlıklara sebep olmakta; kin ve düşmanlık da ilişkileri bozup sosyal hayatı
çürütmektedir. Ayrıca Allah'ı anmak, düşünmek ve hatırlamak, namazı kılmak gibi
Allah ile olan ilişkileri de akamete uğratarak insanı kulluğun gereklerinden
uzaklaştırmaktadır. Dikkat edilirse Ma-ide/91'de Yüce'Allah, önce içki ile
kumarın insanlar arasında meydana getirdiği tahribata, sonra kendisi ile
kullan arasında meydana getirdiği kopukluğa dikkat çekmektedir. Öyleyse içki
ile kumar önce insanda kin ve düşmanlık duygusunu uyandırmakta, sonra da bu
duyguların sosyal yapıya yayılmasını gerçekleştirmektedirler.
Onların bu etkinliği
sadece psikolojik ve toplumsal boyutta kalmıyor; kulun Allah'a olan ibadetine
de yansıyor. Yüce Allah içki ile kumarın zararlarını birkaç boyutlu olarak ele
alıp açıklamaktadır. Bir taraftan zararlarını açıklıyor; diğer taraftan
tiksindirmek metodunu kullanarak onların şeytanın pisliği olduğunu ifade
ediyor. Maide/91 ayetinin sonunda da (Artık vazgeçtiniz değil mi?) buyuruyor.
Yüce Allah bu
ayetleriyle eğitime evrensel bir metod kazandırmaktadır: İnsanları kötü bir
alışkanlıktan vazgeçirmek için, o alışkanlığın zararlarını açıklamak gerekir.
Bakara/219'da şu ifade yer alıyor:
(De ki: "Her
ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır")[41]
Ayette geçen 2i (ism)
kavramı, fiil kalıbında, yani (esime) olarak alındığında günah işlemek, hata
etmek, yanılmak, ayağı kaymak; (esem) kalıbından alınınca günah, suç, kötü
hareket, davranış bozukluğu, kabahat manalarını ifade etmektedir. Kur'an'da
farklı kalıplarda yer alan ism (günah) kelimesinin kapsamına giren durumları
ele alabiliriz:
1. Allah'a
şirk koşmak ism'dir
Yüce Allah şirk
koşmanın iftira olduğunu, iftiranın da ism yani günah olduğunu söylemektedir:
(Allah'a ortak koşan
kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur). [Nisa/48]
Lokman/l3'te geçen
(Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür) ifade -sindeki zulm, Nisa/48'de ism (günah)
olarak geçmektedir. Böylece şirkin, hem büyük bir zulüm, hem de büyük bir günah
olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki ism, aynı zamanda . Nisa/50'de de uydurulan
yalanın Allah'a isnad edilmesinin, açık bir ism (günah) olduğu
belirtilmektedir.
2. İhaneti
huy edinmek
Yüce Allah,
insanın kendisine ihanet etmesini ism (günah) olarak nitelendirmektedir:
Kendilerine ihanet
edenleri savunma; çünkü Allah ihaneti huy edinmiş kimseleri sevmez. [Nisa/107]
İsm kelimesi, bu
ayette esim kalıbında gelmiştir.
Kendine ihanet etmenin
ne anlama geldiği, Nisa/l 08'de açıklanmaktadır: Allah'ı yanında hissetmeyip,
geceleri entrikalar kurup, insanlardan çekinip Allah'tan çekinmeyen insanların
işlediği günahtır. Sosyolojik açıdan açıklayacak olursak bu, sosyal kontrolü
dikkate aldığı halde, ilahî kontrolü gözar-dı etmektir. Bu durumu Yüce Allah,
insanın kendine ihaneti olarak görmektedir.
3.
Kendi suçunu başkasına yüklemek
İşlediği suçu,
başkasının üzerine yıkmak ism'dİT. Yüce Allah bu durumu ifade ederken, Nisa/l
12'de CLİ& (apaçık bir günah) tabirini kullanmaktadır.
4. Vasiyet
hususunda yalan beyanda bulunmak
Vasiyet hususunda
yalan beyanda bulunan kimse ism (günah) işlemiş olur. Maide/107'de bu konu ele
alınmakta ve bunun zulüm olduğu söylenmektedir:
(Bu şahitlerin
sonradan yalan söyleyerek bir günah kazandıkları anlaşılırsa, haklarına
tecavüz ettikleri ölüye daha yakın olan iki kişi onların yerini alır).
5.
İnananlara eziyet etmek
Yüce Allah Ahzab/58'de
yapmadıkları bir şeyden dolayı inanan erkek ve kadınlara eziyet edenlerin, bir
iftira ve apaçık bir günah yüklendiklerini ifade ederken ism terimini
kullanmaktadır.
6. Vasiyeti
değiştirmek
Bakara/l 81 'de de
açıkladığımız üzere, yapılan vasiyeti değiştiren insan ism (günah) işlemiştir.
7.
Şahitliği gizlemek
Yüce Allah, şahitliği
gizleyeni günahkar kabul ettiği için, işlediği fiili de günah kabul etmektedir.
Bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Şahitliği gizlemeyin.
Kim onu gizlerse, onun kalbi günahkardır. [Bakara/283]
Yüce Allah burada
(âsim) kalıbından getirerek, kalple ilişkisini kurmaktadır. Kalbin
günahkarlığından bahsederek, günaha yeni bir boyut getirmekte ve psikolojik
bir açılımı gündeme taşımaktadır. Maide/106'da da şahitliği gizleyenlerin,
günahkarlardan olacağı ifade edilmektedir.
8. Haksız
yere cana kıymak, zina etmek
Allah Teala
Furkan/68'de müslümanlan şirk, adam öldürme ve zinadan nehyetmektedir. Şirk
konusunu -daha önce ele aldığımız için- burada incelemedik. Haksız yere cana
kıymayı ve zina etmeyi ism (günah) kapsamına dahil etmektedir.
9. Faiz
yemek
Cenab-ı Hak
Bakara/276'da faiz yiyeni ve yemekte ısrar edeni iki vasıfla
nitelendirmektedir: Nankörlükte ve günahta ısrar etmek. İşte bu ayette (esim)
kavramı, günahta ısrar eden, tehlikeli, kötü ve habis kişiyi ifade etmektedir.
10. İyiliğe
mani olmak
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
(İyiliğe mani olan
günahkar zorbaya). [Kalem/12] Allah Teala burada iyiliği engellemeyi günahkarlık
ve zorbalık olarak nitelendirmektedir. (esîm) kavramını, günaha dadanmış,
günahta ısrar eden ve aşmya kaçan, boğazına kadar günaha batan kişi olarak
anlamak gerekir.
11. Ahireti
inkar etmek
Mutaffifîn/11-12
ayetlerinde ceza gününü ancak günaha dalan kimselerin inkar edeceği
söylenirken, yine *,Ş\ (esîm) kalıbından getirilmektedir, tşte bu ameller ism
denen günahın kapsamına girmektedir. Bu eylemlerin her biri ism'dii
(günahtır). Cenab-ı Allah neyin ism (günah) olduğunu açıklayarak insanları
uyarmakta ve eğitimini bu şekilde gerçekleştirmektedir. Bu konuda Yüce Allah'ın
insanlara sunduğu en önemli amaç, günahsız ya da günahı en az olan bir dünya
oluşturarak, ahirette böyle bir ortam hazırlamaktır.
Dünya hayatında
insanı cezbeden içki alemleri boş konuşmaya, saçmalıklara, yanlış hareket ve
kararlara sebebiyet verir. İçkinin fazla kaçırılması ile çeşitli günahlar
işlenir. Öteki dünyada cennete gitme hakkını kazananlar, bu dünyada içki
alemlerine katılmadıkları için, orada karşılıklı cennet şarabından içecekler,
ama asla sarhoş olmayacak ve günah işlemeyeceklerdir:
(Orada karşılıklı
kadeh tokuştururlar, ama onda ne saçmalatma vardır, ne de günaha sokma).
[Tur/23]
Cenab-ı Hak bu ayette
(te'sîm) kelimesini kullanarak ahirette günaha sokacak içkinin olmadığını ifade
etmiş, böylece içki ile günahın arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.
İsm (günah) sadece
eylemlerle değil, sözlerle de kazamlabilir. Vakıa/25'te yine Z& (te'sîm)
kalıbından getirilmek suretiyle, günah ile duyma organı arasında bir irtibat kurulmaktadır:
(Orada boş bir söz ve
günaha sokan bir laf işitmezler).
Demek ki içki ve kumar
insanın bilinç ve iradesini ortadan kaldırınca, hem eylem, hem de söz ile
insanın günah işlemesine vesile olabilmektedir. Onun içindir ki, Yüce Allah
Bakara/219'da (De ki: "İçki ve kumarda büyük bir günah vardır")
buyurmuştur.
Yüce Allah bu ayette
günahın büyüklüğüne dikkat çekmektedir. Günahın çokluğu mu önemlidir, yoksa
büyüklüğü mü? Maddî cisimler için kullanılan 'büyüklük' kavramı, burada niçin
'günah' hakkında kullanılmıştır? Fahred-din Razi, Hamza ve Kisai'nin bu
ayetteki (kebir) kelimesini (kesir) olarak okuduklarını nakletmektedir. Kebir
okunursa 'büyük', kesir okunursa 'çok' anlamına gelmektedir. Kelimenin kebir
(büyük) olduğunu kabul edersek bu büyüklüğün, çeşitli günahların biraraya
gelmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Çünkü içki ve kumar
sadece tek bir günahı değil, pek çok günahı bir araya getirerek gittikçe
büyüyen ve sonra çığ haline gelen kartopuna benzemektedir. Ayetteki 'büyük bir
günah' ifadesi 'pek çok günah' anlamına gelir. Bir kez daha hatırlatmakta yarar
vardır: İnsanlar arasına kin ve düşmanlık sokması; Allah'ı hatırlamayı ve O'na
ibadet etmeyi engellemesi, haksız kazanç sağlaması veya paranın boş yere elden
çıkmasına sebep olması gibi olumsuz işleri ürettiği için içki ve kumar büyük
günahlardan sayılmıştır.
Yüce Allah Kur'an'da
başka günahlar için de kebir (büyük) sıfatını kullanmaktadır: Günahların
büyüğü olduğu gibi, daha büyüğü de vardır. Bakara/217'de ifade edildiği üzere,
saldırmazlık örfünün bulunduğu haram aylarda savaşmak büyük günahtır. Ama,
Allah'ın yolundan menetmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'ı ziyaret
etmekten engellemek, halkını oradan çıkarmak daha büyük günahtır. Günahların
büyüklüğü ve daha büyüklüğü, Allah'a olan isyan ile insanlara verdiği
zararlara nisbetledir.
Allah Teala (lemem)
kelimesiyle de 'küçük günah' kavramını gündeme getirmektedir. Kur'an'da sadece
Necm/32'de yer alan (lemem) kelimesi, ufak-tefek kusuru, yani küçük günahı
ifade etmektedir.
Bu izahtan sonra şu
genellemeyi yapabiliriz: Yüce Allah Kur'an'da günahları şöyle
sınıflandırmaktadır: Küçük, büyük ve en büyük. Bu ayrım, dünyevî hukukta
suçların bu şekilde aynıma tâbi tutulmasına işaret ederek bir hukuk öğretimi
gerçekleştirmektedir. Ortaçağ dönemini yaşayan ve aşiret hayatı sürdüren
insanlara, suç ve günahların küçükten büyüğe doğru sınıflamaya tâbi
tutulmasının öğretilmesi büyük bir devrimdir. İçkinin, kumarın ve saldırmazlık
örfünün ihlal edilmesi büyük günahlar sınıfına konulduğu halde, insan
haklarının en büyük günahlar arasına konulması çok büyük bir devrimdir.
Allah'ı inkar etmek, insanların Rablerine ibadet etmelerine mani olmak,
insanları yurtlarından çıkarmak ve toplumda fitneye sebep olmak en büyük
günahlar arasında yer almaktadır.
İşte Yüce Allah içki
ile kumarın fayda ve günahı hakkında şöyle buyuruyor:
De ki: "İçki ve
kumarda büyük bir günah ve insanlar için bazı faydalar vardır".
[Bakara/219]
İsm'in (günahın)
karşıtı olarak 'fayda' kelimesi kullanıldığına göre, buradaki ism kavramına
mecazi anlamda 'zarar' manası verilebilir. Çünkü içki ve kumarın günah olması,
verdikleri zarardan ötürüdür.
(Ve insanlar için
birtakım faydalar vardır).
İçki ve kumarda
insanlar için fayda var mıdır? Bizce (linnâs) kelimesinin başındaki (lam)
harfine göre mana verilmelidir. O zaman ayetin bu kısmına şu anlamı vermek
gerekir: "Ve insanlara göre içki ve kumarda bazı faydalar vardır."
Şimdi her iki manaya
göre ayetin bu kısmını açıklayabiliriz: İçkinin faydalan, özellikle ilaç
yapımında ve anestezide kullanılmasıdır. Kumarhane açıp, kumardan para
kazananlar vardır. Ama bu faydalar içki ve kumarın meşruluğu için yeterli
değildir. O zaman alkolün, insanın faydasına kullanılacak yerlerde
kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bazı kimseler "Ve insanlar için bazı
faydalar vardır" ifadesinden hareketle aklîleştirme yoluna giderek, yani
bazı mazeretler göstererek içki ve kumarda bazı faydalar olduğunu iddia
ederler. Bu, onların içki içmek ve kumar oynamak için bahane olarak ileri
sürdükleri bir fikirdir. Kendilerince onlarda bazı faydalar gördüklerinden
bunu yapmaktadırlar. Onların bu sözüne karşılık Yüce Allah şu karşılaştırmayı
yapmaktadır:
(Ancak günahları
faydalarından daha büyüktür).
Birinci manaya göre
Yüce Allah içki ile kumarın fayda ve zararını mukayese etmektedir. Bizim
tercih ettiğimiz 'insanlara göre' manasında ise, fayda ve zararlarının oranına
dikkat çekilmektedir. Ayetin bu kısmına kadar yapılan açıklamalardan şu
genellemeyi yapmamız mümkündür:
Allah Teala, içki ve
kumar hakkındaki soruyu cevaplandırma yetkisini Hz. Peygamber'e vermeyip bizzat
kendisi cevaplandırmaktadır. Öyleyse içki ve kumarın dinî açıdan
değerlendirilip onlara günah sıfatını verme yetkisi beşere değil, Allah'a
aittir.
Cenab-ı Hak böylece
bir şeyin günah olup olmadığına dair fetva vermek için, fayda ve zararını
dikkate alma metodunu öğretmektedir. Günah ve suçlar verdikleri zararlara göre
tasnif edilmelidir.
Burada şu ilke
konmaktadır: Tıp ve eczacılıkta kullanılması, alkolün insanlar tarafından
içilmesini meşru kılmaz. Zehirinden panzehir yapılıyor diye insanların
kendilerini yılana ısırtmalarının doğru olmadığı gibi, bazı faydalan vardır
diye insanların alkol içmeleri; hem kendilerine ve hem de topluma zarar
vermeleri doğru değildir.
(Neyi harcayacaklarını
sana soruyorlar. "İhtiyaç fazlasını" de!)
Allah yolunda neyin
infak edileceği sorusu, içki ve kumar hakkındaki soru ile aynı ayette yer
aldığına göre, içki ve kumarla ilgili suali de müslüman-lann sorduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü kafirlerin içki ve kumarla ilgili sual sormaları normal
olsa bile, infak hakkında sual sormaları normal değildir. Böylece,
Bakara/219'daki her iki sualin de müslümanlar tarafından sorulduğu ortaya
çıkmaktadır.
İnfakın ne olduğunu ve
ne şekilde yapılacağını birinci ciltte izah etmiştik. Burada açıklanması
gereken kelime (afv)dır. Afv kelimesine, artakalan, ihtiyaç fazlası,
ayınlabilecek her şey manası verilebilir.
Allah, infak
konusundaki soruyu da bizzat cevaplandırmaktadır. Allah uğruna yapılacak
harcamanın, insanın kendi ihtiyacından fazlasından olacağını söylemekle Yüce
Allah, ihtiyacın ölçü olduğunu belirtmektedir.
Allah mesajlarını
açıklamaktaki gayesinin insanları düşündürmek olduğunu söylemektedir. İnsan,
yaptığı eylemleri ve Allah'ın bu eylemler hakkındaki hükümlerini düşünmek
durumundadır. Herkesin bunu yapması mümkün olmadığından 'tefekkür' kelimesinin
başına 'ihtimal' kelimesi getirilmiştir. 'Umulur ki düşünürsünüz' veya
'düşünesiniz diye' mana verilebilecek olan bu ibare, yapılan açıklamaların
insanı düşünceye sevkedici olması gerektiği ilkesini de eğitime
kazandırmaktadır.
Ayetin bu kısmından
çıkartacağımız diğer bir netice de şudur: Yüce Allah, emir ve nehiylerine
riayet edebilmeleri için insanların düşüncelerini harekete geçirmeleri
gerektiğine işaret etmektedir. İnsanın düşüncesinde yer bulmayan bir mesaj,
bir hüküm, davranış haline gelse bile ahlâkî olamaz. Ancak, düşünceden gönüle,
oradan iradeye uzanan serüvenden sonra yapılacak olan davranış, hem tapınımsal,
hem de ahlâkî bir davranış olur.
(Böylece Allah ayetlerini
size açıklıyor ki düşünesiniz).
İçki, kumar ve infak
gibi iki kötü, bir iyi amelin aynı ayet içinde ele alınması, gerçekten
üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. İnfakın, 'artakalan' ya da 'ihtiyaç
fazlası' olan maldan yapılması hükmü ile, içki ve kumarın ne alakasının olduğu
sorulabilir. Kumar ve içkiye müptela olanların çoğu, 'artakalan' mallarından
dolayı bunu yaptıklarım söylemektedirler. İhtiyaç fazlası malını nerede
harcayacağını bilemeyenler, kumar ve içkiye düşmektedirler. Onun için Yüce
Allah, aynı ayette ihtiyaç fazlası malm Allah yolunda infak edilmesini tavsiye
etmektedir. İnfak etmenin tadını alan insanların, içki ve kumar alışkanlığından
kurtulma şansları olduğunu hatırlatmak için, aynı ayette onları bir araya
getirmektedir.
Öğretim ve eğitimdeki
açıklamalar insanın düşüncesini hedef almalıdır. Yüce Allah bu kanunu ayetin
son kısmına koymakta ve bizlere öğretmektedir.
Bakara/219'daki
açıklamalar üzerinde düşünmemizi öngörmüş olabileceği gibi, 220. ayetteki
dünya ve ahiret üzerinde düşünmemizi de öngörmüş olabilir.
[42]
220. Dünya ve ahiret
hakkında düşünün. Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: "Onların
durumlarını düzeltmek en hayırlı olanıdır". Eğer onlarla birlikte
yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah işleri bozanla düzelteni bilir.
Eğer Allah dileseydi sizi meşakkate sokardı. Çünkü Allah güçlüdür, hakimdir.
Ayetin analizini
yapacak olursak şu bölümlere ayırmamız mümkündür:
1. (Dünya ve
ahiret hakkında).
Ayetin bu kısmım 219.
ayetin sonuna bağlayarak şöyle mana verebiliriz: Dünya ve ahiret hakkında
düşünesiniz diye Allah ayetlerini size açıklıyor.
Bu manadan hareket
edersek, 219. ayetin sonundaki 'düşünme' eyleminin, geriye ve öne doğru iki
boyutlu olarak işlemesi gerektiğini söyleyebiliriz. Geriye doğru düşünme
faaliyeti; içki, kumar ve infak konularına yöneliktir. İçki ve kumar gibi kötü
alışkanlıkları tedavi etmenin en önemli metodu, iradeyi düşünce ile
beslemektir. İnfak gibi önemli bir amelin Allah katındaki sevabını ve
toplumsal faydalarını düşünmenin gerekliliğini vurgulamaktadır. Öne doğru olan
boyutu ise, 220. ayette yer alan "dünya ve ahiret hakkında"
düşünmektir. Bu şekilde mana verilmesi halinde iki ayet bir araya getirilmekte
ve düşüncenin çok boyutlu işlevi ortaya konulmaktadır.
Ayette 'dünyanın'
önce, 'ahiretin' sonra gelmesi çok ilginçtir. Dünya üzerinde düşünüp onun
sorunları halledilmedikçe ahiretin kazanılamayacağı gerçeğine bir işaret olsa
gerek. Ahiretin bu dünyada kazanılacağı veya kaybedileceği bilinci, her iki
alemin dengede tutulması anlayışını getirecektir. Onun içindir ki Kur'an, dünya
ve ahireti bir araya getirip, her ikisinin sorunlarıyla da ilgilenilmesini ve
dünyanın ahiret mutluluğunu kazanacak şekilde planlanmasını öngörmektedir.
Diğer taraftan ayetin
bu kısmında, ahiretin gözardı edilerek dünya sorunları üzerinde düşünmenin
çözüm getirmeyeceği gibi, dünyayı bir yana atarak sırf ahiret hakkında
düşünmenin de saadet getirmeyeceği vurgulanmaktadır. Dünyasız ahiret; ahiretsiz
dünya yaşanmayan zaman gibidir. Böylece Yüce Allah, düşüncenin konularını,
dünya ve ahiret olarak belirlemiş ve programını tesbit etmiştir. Kötü
alışkanlıkların hem dünyevî, hem de uhrevî sorunlar yarattığının bilinmesi ve
bunun üzerinde düşünülmesini isterken Yüce Allah, onların hem bu dünyadaki, hem
de ahiretteki getirişi ile götürüşünün bilinmesini amaçlamaktadır.
2. (Sana
yetimler hakkında sorarlar).
Ayetin bu kısmı,
yetimlerin insanlık için bir sorun oluşturduğuna işaret etmektedir.
Toplumların en önemli sorunlarından biri yetimlerin korunması, beslenmesi ve
yetiştirilmesidir. Yetimin milleti, dini önemli değildir. Çünkü yetimlik
evrensel bir kavramdır. Yetimin sorunları ele alınırken kültür, din ve ırk
farklılıkları dikkate alınmamalıdır. Anası veya babası, yahut her ikisi de olmayan
yetim çocuk, insanlık için bir sorun yumağı olmuştur. Bu sorun yumağının
çözülüp mesele olmaktan çıkarılması Allah'ın emridir. Cenab-ı Hak, insanlığın
bu nazik meselesine Kur'an'da çok önemli bir yer ayırmış ve çözüm yollarını da
göstermiştir.
Yetimlerle ilgili
sorunun cevabım Yüce Allah vermektedir. Dünya ve ahiret hakkında düşünme
tavsiyesinin ardından bu sorunun cevaplandırılması ne anlama gelmektedir?
Bu soruyu şu şekilde
cevaplandırabiliriz:
Dünya ve ahiretin en
önemli konularından biri 'yetim' meselesidir. Bu meselenin bu dünyada
çözümlenmesi, hem dünya ve hem de ahiret mutluluğuna katkıda bulunacaktır.
Bakara/215'teki infakla ilgili sorunun; 217'deki saldırmazlık örfünü çiğnemenin
cezasının; 219'daki kötü alışkanlıkların fayda ve zararlarına işaret
edilmesinin ardından yetim konusunun ele alınması, dünya sorunlarının
halledilmesini amaçlamakta; böylece buradaki yanlışların anketteki saadeti
etkileyeceği gerçeği ortaya konulmaktadır.
Demek ki fakirin
elinden tutmak, saldırmazlık örfüne riayet etmek, kötü alışkanlıkları
terketmek, yetim meselesini çözümlemek için insanların düşünmeleri, dünyanın en
önemli işleri arasında yer almaktadır. Düşüncenin önünde dağ gibi dünya-ahiret
ilişkisi durmakta ve bunların çözümünün nereden başlayacağı ve nasıl devam
edeceği hususu belli bir düzeyde bu ayetlerde cevap bulmaktadır.
[43]
Şimdi Kur'an'ın yetim
meselesini nasıl çözümlediğini ele alabiliriz:
a. Yetimin
durumunu düzeltmek
Fahreddin Razi'nin
Kadi'den naklettiği bir yorumda ayetin önemli kavramlarından biri olan (ıslah)
kelimesi, "bilgi, terbiye ve fazilet üzere yetişmesi için yetimin işlerini
yoluna koymak ve benzeri şeyleri yapmak"[44]
şeklinde
yorumlanmıştır.
Bu yorumu aynen kabul
ederek diyoruz ki: Yetimin durumunu/işlerini düzeltmek çok boyutludur.
Bunlardan biri, onların erdemli ve insanlığa faydalı olmaları için
eğitilmelerinin gerekliliğidir. Eğitimin olduğu yerde düzen vardır, barış
vardır, ıslah vardır. Yetimlere yetimliklerini unutturacak en büyük değer
bilgidir. Onlar bilgi ile tanıştırıldıkça, bilgi ile arkadaş oldukça ve bilginin
gücü yanlarında bulundukça yetim olduklarını unutacaklardır. Onlara değer
vermek, onları itip kakmamak onların eğitimi için çok önemlidir.
(De ki: "Onların
durumlarını düzeltmek en hayırlı olanıdır").
Durumlarını düzeltme
eylemi, eğitilmeleri olarak alınınca, ''(hayr) kelimesine 'iyi iş' karşılığını
vermek daha uygun olur. Eğitim çok önemli bir faaliyet olduğu için Yüce Allah
yetimlerin eğitilmesini en önemli değer olarak görmektedir. Demek ki, yetim
sorununun çözümünde ilk adım eğitimdir.
b. Kardeş
edinmek
(Eğer onlarla bir
arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir).
[45]
Burada geçen muhalata
kavramı, birbirine karıştırmak, karışmak, meczet-mek, uymak, zihnini karıştırıp
yanıltmak, anlaşmazlık, terkip, bir karışımın unsurları anlamlarına
gelmektedir. İnsan vücudunun kan, balgam, siyah ve beyaz safralardan oluşan
dört unsuru için de kullanılmaktadır.
Konuşmada anlaşılmayan
laflar etmek, cinsel ilişkide bulunmak, şuurun bozulması, karışık insan
topluluğu, ortaklık, insanlara çok kansan, entrikacı, bu kelimenin çeşitli
kalıplarının manalarıdır. Bu kavramın Kur'an'da çeşitli ayetlerde
kullanıldığına şahit oluyoruz:
[46]
1. Karıştırmak
Tevbe/102'de bu anlama
gelmektedir:
(Bir de iyi davranışlarını kötü olanlarla
karıştırdıktan sonra, günahlarının farkında olan...)
Tevbe eden herkesin
durumu, bu ayetin kapsamına girmektedir.
Bu ayetteki karışma,
yani ihtilat düşüncenin amelleri ayırd edememesini, onların iyi ile kötü
olanını farkedememesini ifade etmektedir. Bilinçli olmadığı dönemlerde iyi
davranışlar ile kötü davranışları farkedemeyip yanlış yapanlar, baskılar
ortadan kalkıp kendilerini muhasebe ettiklerinde bu karıştırmanın farkına
varırlar. Bu sebeple ayette geçen haleta kelimesi, tamamen ahlâkî bir ihtilata
işaret etmektedir.
2. Bir arada yaşamak
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/220'de bu anlama gelmektedir. "Yetimlerle bir arada
yaşarsanız'', yani aynı mekanı ve aynı sorunları paylaşırsanız demektir.
3. İlik
En'am/146'da (kemiğe
kansan yağlar) ifadesi yer almaktadır. Kemiğe kansan yağ, kemiğin içindeki
iliğe işarettir. Bununla birlikte 'kemik yağı' manasına da gelebilir. Muhammed
Esed'in bu ayete verdiği manayı yerinde buluyoruz.
4. Emmek
Yunus/24'te bitkilerin
yağan yağmur suyunu emmesi anlamına gelmektedir: (Onu yeryüzü bitkileri emer).
Su emilince bitki ile
karışık hale geldiği için bu kelime kullanılmıştır.
5. Ortak, yakın
Sad/24'te (huletâ)
çoğul kalıbında gelmiştir. Ortak, ya da yakın kimseler manasını ifade
etmektedir. İki kişi Hz. Davud'a gelir ve mahkeme olurlar. Birinin diğerine
haksızlık ettiğini söyleyen Hz. Davud, çoğu ortakların böyle haksızlık ettiğini
söylerken bu kavramı kullanmaktadır:
Davud dedi ki:
"Bu adam senin koyununu kendisininkilere katmayı istemekle sana haksızlık
yapmıştır. Zaten yakınların çoğu birbirlerine aynı şeyi yaparlar".
Cenab-ı Allah 'yetim'
kavramı ile beraber 'kardeşlik' ve 'bir arada yaşama'yi da zikretmektedir.
Yetim kavramının evrensel bir kavram olduğunu daha önce söylemiştik. Yetimin
milleti, dinlisi, dinsizi olmaz. Dünyanın her yerinde yetim yetimdir. Ancak,
yakında olan yetim vardır, uzakta olan yetim vardır. Doğrudan doğruya işleriyle
ilgilenilen yetimlerle olan birliktelik, aynı mekanı paylaşma durumuna gelirse
'kardeşlik' statüsü kazanmış olur.
Buradaki
'kardeşlik', muhtaçlığın, yoksulluğun ve sahipsizliğin giderilmesi ile ortaya
çıkan kardeşliktir. Aynı karında büyüyen ve aynı annenin sancılan ile dünyaya
gelenler biyolojik kardeş; aynı sosyal problemleri paylaşan, aynı iniltileri
duyan ve olumsuzlukların meydana getirdiği sosyal karında yaşayanlar ise
'sosyal kardeş'tir.
Böylece Yüce Allah,
sahipsiz yetimleri sosyal kardeş ilan etmiş, böylesi bir kardeşliği dinî ve
içtimaî erdem olarak görmüştür. Asıl kardeşlik, yetimin göz yaşını silen,
iniltisini dindiren, çaresiz bakışlarına mutluluk getiren ve elinden tutup
kaldıran insanların kardeşliğidir.
c. Yetime
ikram etmek
Buradaki ikram'ın bir
anlamı da onlara infak etmek, ekonomik ihtiyaçlarını gidermektir. Yetime infak
etmek, hayra erişmenin önemli bir şartıdır [bkz. Bakara/177]. İyilerin
cennette, kafur karışmış bir kadehten içebilmele-rinin şartlarından biridir.
[Bkz. İnsan/5-8]
Yetime ikram etmemenin
kötü sonuçlarından biri de, malın elden çıkmasıdır. [Bkz. Fecr/16-17]
d. Yetimi
ezmemek
Yüce Allah Duha/9'da
önce Hz. Peygamber'e, sonra tüm insanlara şunu emretmektedir:
(Öyleyse yetime
haksızlık etme!)
Buradaki haksızlık etmek,
yetimi wezmemek, itip kakmamak, dışlamamak anlamına gelmektedir.
e. Yetimin
malına yaklaşmamak
Allah Teala, yetimin
malının muhafaza edilmesini, kötü niyetle o mala yaklaşılmamasını
emretmektedir:
Rüşd çağına erişmeden
önce yetimin malına -onun iyiliği için olmadıkça-yaklaşmayın. [En'am/152]
Aynı emri İsra/34'te
de tekrarlayan Yüce Allah, yetimin malına dokunmak şöyle dursun, yaklaşılmasını
bile istememektedir.
Yetimin küçüklüğünden,
güçsüzlüğünden istifade ederek malını yemek veya kendi menfaatine kullanmak,
iki kat günahtır: kul hakkı ve yetim hakkı yemek. Ebeveyninden miras düşen
yetimin malını buluğ çağına kadar korumak, buluğ çağına ulaşmca ona teslim
etmek bir görevdir:
Yetimlere mallarını
verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır. [Nisa/2]
Kul hakkına, bir de
yetim hakkı ilave edilince günah, daha da büyümektedir. Onun için Nisa/2'de
yetim hakkı yemek, büyük günah olarak takdim edilmektedir. Allah Teala, yetim
malı yiyenlerin durumunu tasvir etmek ve bundan caydırmak için dehşet verici
ifadeler kullanmaktadır:
Yetimlerin
mallarını haksız yere yiyenler, sadece karınlarını ateşle doldurmuş olurlar.
Onlar ahirette yakıcı ateşe mahkum olacaklardır. [Nisa/10]
Allah Teala, yetim
malını haksız yere yemeyi zulüm olarak isimlendirmekte ve onu ateş
saymaktadır. Yetim malını zulmederek yiyen insan, aslında bütün erdemlerini
yakıp kül eden ateş yemektedir. Karnında kendi cehenneminin ateşini yakmakta
ve o ateşin verdiği ızdırabı tatmaktadır. Bu sadece dünyadaki cezasıdır,
ahirette de alevli ateşe yaşlanacaktır.
Yetim malı yiyenlerin
bu dünyada başlattıkları cehennemleri öteki dünyaya intikal edip devam
edecektir. Yüce Allah'ın bu izah ve cezası, insanları bu davranıştan caydırmaya
yöneliktir.
f. Yetime
adil davranmak
Yetim kızlarla
evlenenler, onlara zulüm derecesine varacak kötülükler yapabilirler. Bu
ihtimali ortadan kaldırmak için Yüce Allah konuya şöyle yaklaşmaktadır:
Onlar, kadınlar ile
ilgili düzenlemeler konusunda kendilerini aydınlatmanı istiyorlar. De ki:
"Allah onlarla ilgili hükümler konusunda sizi aydınlatmaktadır. Onlarla
evlenmek istediğinizden onlar için emredileni kendilerine vermediğiniz yetim
kızlar ile kimsesiz çocuklar ve sizin yetimlere karşı adaletli davranma
yükümlülüğünüz hakkında size tebliğ edilen bu ilahî kelamda Allah'ın iradesi
tecelli etmiştir. Ve ne iyilik yaparsanız Allah onu tamamıyla bilir". [Nisa/l
27]
Yetim kızlarla evlenip
malını aldıktan sonra, boşamak gibi büyük bir haksızlığı yukarıdaki ayet ile
Nisa/3 ayeti yasaklamaktadır. Yetim kızların onuru ve namusu ile oynamanın,
mallarını yemenin çok kötü bir davranış olduğuna dikkat çeken bu ayetler,
yetimlere güzel bir sosyal çevre oluşturmayı emretmektedir. Yetim haklarının
korunmasına yönelik öğretinin, Allah katından kendisine rahmet verilip ilim
öğretilmiş kişi tarafından Hz. Musa'ya verildiğine şahit oluyoruz. Allah
katından kendisine bir rahmet verilip ilim öğretilen kişi ile yola çıkan Hz.
Musa üç olay ile karşılaşır:
a. Hz.
Musa'nın arkadaşı, bindikleri gemide bir delik açar;
b. Suçsuz
bir çocuğu öldürür;
c. Kendilerini
misafir etmeyen, yemek vermeyen bir kasabada -karşılıksız olarak- yıkılmakta
olan bir duvarı düzeltir. [Bkz. Kehf/65-77]
Allah katından
kendisine rahmet verilip ilim öğretilen kişi, diğerlerini yapma sebebini izah
ettikten sonra; yetim çocuklara ait duvarı düzeltmesinin sebebini de şöyle izah
eder:
Duvara gelince: O,
kasabada yaşayan iki yetim oğlan çocuğuna aitti ve duvarın altında onlar için
saklanmış bir hazine vardı. Onların babası dürüst ve erdemli biriydi; bunun
için Rabbin irade etti ki: İkisi de ergenlik çağına erişsinler ve hazinelerini
-Rabbinden bir rahmet olarak- çıkarsınlar. [Kehf/82]
Allah katından
kendisine bir rahmet verilip ilim öğretilen kişinin bu izahından anlıyoruz ki:
Yetimin malını ve haklarını korumak, ilahî bir sünnettir. Yetim malını
koruyanlar Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmışlardır. Allah katından kendisine bir
rahmet verilip ilim öğretilen kişi, Hz. Musa'ya yetim malının korunması gerektiğini
öğretmiş, Allah'ın muradının bu olduğunu ve böylece de sosyal meselelerin en
önemlilerinden birinin yetim hakkını korumak olduğunu öğretmiştir.
Malı olan yetimin
malım korumayı emreden Yüce Allah, malı olmayan yetimlere de yardım etmeyi
-diğer kutsal kitaplarda da- emrettiğini ifade etmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki,
yetimin hakkını korumak, onlarla ilgilenmek, maddî ve manevî ihtiyaçlarım
karşılamak, eğitimleri için uğraş vermek, insanın bu dünyadaki imtihanının
önemli aşamalarından biridir. Yakınında olmayan yetim ile de ilgilenmek
gerekir. Toplumun ortak malını yemek, yetim malını da yemektir. Çocukların
borçlu doğduğu bir toplumda haksız kazanç elde etmek, yetim malı yemekten
başka bir şey değildir.
Yetimi itip kakmak,
dini yalanlayan kimsenin özelliği olarak takdim edilmektedir:
Dini yalanlayanı
gördün mü? İşte o yetimi itip kakar. [Maun/1-2]
Bu ayetteki din
kavramına, Muhammed Esed 'ahlâk kanunu', A. Yusuf Ali 'ahiret/mahkeme günü',
Zemahşeri 'ceza', Razi 'ceza veya İslâm', Hazin 'ceza ve hesap günü' manasını
vermektedir.
Bütün bu manalardan
anlıyoruz ki, yetimi itip kakanlann ahirette hesap vereceklerine dair
inançlarında proplem vardır. Bu insanlar ahiret hakkındaki inançlarını bir
kere daha sorgulamalıdırlar. Bu ay etiyle Yüce Allah 'yetim' meselesini
'iman'ın bir parçası haline getirmektedir. Temizliğin imandan olması gibi,
-Maun/1-2 ayetlerinden hareketle- "yetimi itip kakmamak imandandır"
demekte hiçbir sakınca yoktur. Onun için yetimi itip kakanlar, imanlarını bir
daha gözden geçirmelidirler.
Muhammed Esed'in,
yetimi itip kakmayı, ahlâk kanununu inkar etmek şeklinde yorumlaması da
manidardır. Çünkü sosyal ve dinî ahlâkın temel direklerinden biri yetim
haklarını yerine getirmektir. Muhammed Esed'in Maun/l ayetindeki din kavramına
verdiği 'ahlâk kanunu' manasını, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/220 ayeti
de destekler mahiyettedir. Çünkü bu ayetin devamı şöyledir: (Allah, işleri
bozanla düzelteni bilir).
Bu ifadeyle Yüce
Allah, yetimlerle ilgili sual soranlara, onların yetiştirilmesini,
büyütülmesini, terbiye edilmesini ve kardeş olarak kabul edilmesini tavsiye
ettikten sonra, fesat çıkaranlarla ıslah edenleri bildiğini beyan etmektedir.
Yani, yetimlerle ilgilenmemek, onları itip kakmak, ezmek, onlara adaletsiz
davranmak, mallarını yemek, eğitimleriyle ilgilenmemek, kardeş gibi görmemek,
toplumda fesat çıkarmaktır. Yüce Allah'ın "Fesat çıkaranı bilirim"
demesi, bir tehdit mahiyetinde olup onun amellerini değerlendirdiğini ve
cezasını vereceğini beyan etmektir. Böylece, yetime karşı güzel davranıl-masını
teşvik etmektedir. Yine, "Islah edeni bilirim" buyurması da, yetimlerin
durumunu düzeltmeye gayret edenlerin amellerini de değerlendireceğine ve
mükâfaatını vereceğine işarettir. Böylece yetim meselesinin, ilahî bilgi dahilinde
olduğu ve onların sorunlarını diğer insanlar için bir imtihan vesilesi
kıldığını bildirmektedir.
Yetim sorunu bulunan
bir toplumda fesat ateşi yanıyor demektir. Sosyal ateş dediğimiz bu fesadın,
zamanla bütün toplumu saracağı unutulmamalıdır. Yetim sorunu, samanlığa ateş
verme gibi tehlikeli hale geldiğinde, toplumun bütün erdemlerini yakıp kül
eder.
(Eğer Allah dileseydi,
sizi zahmet ve meşakkatlere sokardı). Elmalılı Hamdi Yazır ayetin bu kısmını
şöyle açıklamaktadır:
Allah dileseydi sizi
zorluklara koşar, ağır tekliflerle zahmetlere giriftar ederdi, aciz bırakır,
yetimlere hiç müdahale ettirmezdi, kendi derdinize düşer, onlara ne ıslah, ne
ifsad hiçbir şey yapmaya muktedir olamazdınız; bunun için Allah'ın verdiği
kuvvet ve kudrete şükrane olmak üzere yetimlere ve güçsüzlere ifsad ile değil,
ıslah ile muamele ediniz.[47]
Bize göre bunu başka
bir açıdan yorumlama imkanı da vardır: Yetimlerin karşılaştıkları zorluk ve
meşakkati, -sizi de yetim yapmak suretiyle- size de yükleyebilirdim. Onlara,
sizin de aynı durumda olabileceğinizi düşünerek muamele edin. Aynı zorluklarla
sizler karşılaşsaydınız durumunuz nice olurdu bir düşünün de ona göre
davranın.
Böyle düşünen insanlar
yetimlerle ilgilenir; onların problemlerini çözmek için olanca gücünü sarfeder;
ifsad yerine ıslah yolunu tercih eder.
Toplumsal ıslahat,
yetim sorunundan başlamalıdır. Buradaki yetim kavramı, yoksulluğu ifade
etmektedir. Yoksulluğun kol gezdiği bir toplumda, kalıcı anlamda ıslahat
yapılamaz. Çünkü yoksulluk, yapılan her ıslahatın duvarını delecek, barajın
biriken suyunu boşaltacakta Yoksulluk, ıslahatların amansız depremidir; öyle
fay hattı üzerine ıslahat bina edilemez, edilse bile yıkılmaya mahkumdur.
Kurtubî, yetimin ağlaması nedeniyle arşın titrediğini[48]
söylemektedir.
Hz. Peygamber yetimin
elinden tutan, onun sorunlarıyla ilgilenip bakımını üstlenen kişiyle ilgili
olarak şöyle buyuruyor:
Ben ve yetimin
bakımını üstlenen kişi, cennette (iki parmağını göstererek) şu iki parmak
gibiyiz.[49]
Cennette Hz.
Peygamberle beraber olma onur ve payesine kavuşacak kadar önemli bir ibadet
olan, yetimin sorunlarıyla ilgilenmek, topluma ve insanlığa asalet getirir.
(Şüphesiz Allah,
mülkünde galip ve hikmet sahibidir).
Allah dileseydi sizi
de onlar gibi yetim ve yoksul bırakabilirdi. Bir hikmete mebni sizleri yetim
ve yoksul yapmadı. Yine, sizleri yetimlerle sınamasında da bir hikmet vardır.
İşte 219. ayetin
sonundaki düşünce faaliyeti, bu konular üzerinde yoğun-laşmalı ve onlara çözüm
üretmelidir.
[50]
221. İman etmedikçe
müşrik kadınlarla evlenmeyin. Beğendiğiniz müşrik bir kadından, iman eden bir
cariye kesinlikle daha iyidir, iman etmedikçe müşrik erkekleri de kızlarınızla
evlendirmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kişiden, inanmış bir köle
kesinlikle daha iyidir. Müşrikler cehenneme çağırır. Allah ise, izniyle
cennete ve affa çağırır. Allah düşünüp anlasınlar diye ayetlerini insanlara
açıklar.
Bu ayetin nüzulü
konusunda iki rivayet nakledilmektedir:
a. Müslümanlardan
Mersed ibn Mersed'in, müşrik bir kadınla evlenmek için Hz. Peygamber'den izin
istemesi üzerine bu ayet inmiştir.
b. Zenci
cariyesini döven Abdullah ibn Revaha yaptığına pişman olup durumu Hz.
Peygamber'e arzetmiş, Hz. Peygamber cariyenin halini sorduğunda Abdullah, onun
namaz kıldığını, oruç tuttuğunu, Rasûlullah'a iman ettiğini söylemiş, Hz.
Peygamber de o cariyenin mü'min olduğunu ifade etmiş. Abdullah da yaptığı
hatayı telafi için onu azad edip evlenmeye yemin etmiş ve öyle de yapmış. Bazı
kimselerin, onun cariyesiyle evlenmesini kınaması üzerine de bu ayet inmiş.[51]
Ayetten şu sonuçlan
çıkarabiliriz:
1. Bu ve
benzer ayetleriyle Kur'an, kiminle evlenilip evlenilemeyeceğini gündeme
getirmekte; evlenilemeyecek kadın ve erkeklerin kimler olduğunu hükme
bağlamaktadır.
Yüce Allah evlenilecek
ve evlenilmeyecek kişileri, sahip oldukları inanca göre belirlemektedir.
Evlenme çağına gelen insanların iman durumu, evlilikleri hususunda sınır
koymaktadır. İşte bu sınır, Yüce Allah'ın yasak koyma hükmünün alt yapışım
oluşturmaktadır.
2. Nikahın
helal ve haramlığınm, kulun gönlündeki imana göre belirlenmesi, hukukun
temellerinden birinin psikolojik oluşumlar olduğunu göstermektedir. (İman
edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenmeyin); (Ortak koşan erkeklere de
kızlarınızı vermeyin) şeklindeki yasaklar, imanı eksen almaktadır.
Müşrik olan kadın veya
erkek; tevhid inancına sahip olan biri ile evlene-mez. Evlilik hukukî bir işlem
olduğuna göre, kişinin inancı ona niçin engel olmaktadır?
Nikah denen olgu, aile
hayatmın temellerini atmakta ve bu ailede sosyal kültürün tohumlan
yeşermektedir. Kültürlerin farklılığım belirleyen değerlerin en önemlisi
imandır. Tevhid inancı ile şirk inancının doğurduğu veya mayaladığı
kültürlerin farklılığına dikkat çekmek istediği için Yüce Allah bu yasağı
koymaktadır.
Temelde birbirine zıt
inanca sahip erkek ve kadının, cinsel tatminden başka paylaşacakları ortak
değer yoktur. Oysa cinsel tatmin insan hayatında çok kısa bir ânı işgal
etmektedir. Zıt inançlara sahip erkek ve kadın kültürel faaliyetlerde daima
zıt düşeceklerinden, anlaşmaları, evlilik hayatını huzur içinde sürdürmeleri
çok zordur. Alîm olan Allah, eşler arasında çatışma çıkacağını ve neticede
ailenin yıkılacağını bildiği için bu yasağı koymaktadır.
Eşler arasındaki
kültürel faaliyetin eksen değerini inanç oluşturacağından Yüce Allah, hukukî
olan bu işlemi, dinî ve kültürel alana taşıyıp hükme bağlamaktadır. Böylece
dinî inanç ve kültürden soyutlanarak kanun yapılamayacağına da işaret
etmektedir. Kanunlar, toplumların kültürel yapısından ve dinî tecrübelerinden
soyutlanarak yapılamaz. Evrensel hukuk bile, insanlığın yücelttiği evrensel
değerlere göre yapılmalı ve yapılmaktadır. Allah da bu konudaki hükmünü,
kullarının gönüllerindeki değerlerin boyutuna, rengine ve yapışma göre
vermektedir. İnsanın ihtiyaçlarını gözardı eden, değerlerini tanımayan ve
kültürünü dikkate almayan hukuk, zulümden başka bir sonuç doğurmaz.
3. Diğer
taraftan aile hayatının en önemli ürünü olan çocuğun, hangi inanca göre
yetiştirileceği meselesi, doğal olarak ailede çatışmaya sebep olacaktır. Biri
mü'min, diğeri müşrik olan kan-kocadan hangisi çocuğun yetişmesi hususunda
etkin rol oynayacak? O çocuğun gönlüne hangi inancın tohumu ekilip büyütülecek?
İşte bu tartışma ve çatışma, çocuğun eğitiminde büyük depremler meydana getireceği
için Yüce Allah hukukî bir faaliyeti, kültürel nedenlerle yasaklamakta ve
gelecekteki depremleri haber vermektedir.
Dünyada en nazik, en
ciddi ve en önemli faaliyetlerden biri çocuk eğitimidir. Çocuğun eğitimi,
ebeveynin inanç kavgasına kurban edilemez. Ebeveynin inançlarının, çocuğun
eğitiminde yaralayıcı bir hançer olmasına müsaade edilemez. Kendi inanç
sorunlarını halledemeyen kan-kocanın kucağına çocuk vermek, eğitimin
katledilmesinden başka bir işe yaramayacaktır. Ebeveynin sorunları çocuğa
intikal edecek; kendi aralarındaki savaşı çocuk üzerine kanalize edecekler;
birbirine karşı zafer kazanamadıklarından çocuğun eğitimindeki etkinlikleri
ile zafere ulaşma yolunu seçeceklerdir.
Tertemiz bir duygu ile
dünyaya gelen çocuğun din eğitimi bir kavga alanı olacağından, belki de bir
daha düzelemeyecek yönlere doğru akıp gidecektir. İşte bunun için yüce Allah
hukukî olan bir faaliyeti, eğitim alanına çekerek yasaklamıştır.
4. Yüce
Allah nikah hususunda bu yasağı koyarken, insanlarla ilgili değer yargısını
sosyal statüden alarak imana vermektedir. Tevhid inancına sahip bir köle ve
cariyenin, hür olan müşrik bir kadın ve erkekten daha değerli olduğunu
söyleyerek, koyduğu hükmün sebebini açıklamaktadır. Ayette bu iki grubu
mukayese ederken, "l£ (hayr) kelimesi kullanılmaktadır. "Daha iyi,
daha üstün, daha faydalı ve daha değerli" manalarına gelen bu kelime; evlilik
müessesesinin "daha iyi" olanın üzerine kurulması gerektiğine işaret
etmektedir. Böylece Yüce Allah kullarına eş seçiminde rehberlik ederek, daha
iyi olanı tercih etmelerini tavsiye etmektedir.
İyi ile iyinin, kötü
ile kötünün eşleşmesi Nur/26'da ilahî bir kanun olarak ortaya konulmaktadır:
Kötü kadınlar kötü
erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz
erkekler de temiz kadınlara yaraşır.
Yüce Allah iyiyi
iyiye, kötüyü kötüye verme kanununu koyduğu halde insanların yanlış beğeni ve
tercihi bu ilahî kaderi bozma yoluna gitmektedir. Eş seçiminde mantık yerine
nefis rol oynayınca, iyinin kötüye gitmesi sözkonu-su olmaktadır. Aile
müessesesinin 'iyi' denen evrensel değerler üzerine kurulmasını kader haline
getiren Yüce Allah, insanın gönlünü bu iyinin kaynağı olarak görmektedir.
'İyi' üzerinde uyuşan gönülleri birbirine bağlamakta ve böylece derin çatışmaların
yaşanmadığı bir aile hayatının temelini atmaktadır.
Nur/26'da zikri geçen
'iyi kadın' hangi vasıflara sahiptir? Bu sorunun cevabını şu ayetlerde
bulmaktayız: Tevhid inancına sahip olan [bkz. Bakara/221]; zina etmeyen ve
şirk koşmayan kadın [bkz. Nur/3]. Tevhid inancına sahip, iffetli kadın iyi
kadındır. 'Kötü kadın' ise müşrik ve zina eden kadındır [bkz. Nur/3]. Bu durum
aynı zamanda erkek için de söz konusudur.
Demek ki, Yüce Allah
namuslu bir erkekle zinakar bir kadının; zani bir erkekle iffetli bir kadının
evliliğini uygun görmemektedir. Aynı şekilde, müşrik bir kadınla mü'min bir
erkeğin; mü'min bir kadınla müşrik bir erkeğin evliliğini de tasvip etmeyerek
yasaklamaktadır.
5. Yüce
Allah müşrik ile kendisinin amacının ve bu amaca yönelik etkinliklerinin
farklılığını belirterek bu yasağı koyma sebebini gözler önüne sermektedir:
(Müşrikler cehenneme
çağırır, Allah ise izni ile cennete ve mağfirete çağırır). [Bakara/221]
Müşriklerin eğitim ve
kültürlerinin cehenneme sürüklediğini, ilahî eğitimin çağırışının ise cennete
ve mağfirete olduğunu ifade etmek suretiyle Allah, kültür ve eğitimin
ayrılığına işaret etmektedir. Cehenneme çağıranla cennete çağıran bir eğitim
faaliyetinin aile kurması ve yaşatması mümkün değildir. Cehenneme çağıran ile
cennete çağıran nasıl bir arada yaşar ve doğacak çocuk nasıl eğitilir? Ayetin
bu kısmını derin bir tahlile tâbi tutarsak şu gerçeğe ulaşırız: Yüce Allah
kullarını düşündüğü için müşrikle mü'minin evlenmesini yasaklamıştır.
(Allah, düşünüp
anlasınlar diye ayetlerini insanlara açıklar).
Yüce Allah'ın bu
konudaki mesajını detaylı bir şekilde açıklamakla güttüğü hedef, insanların
düşüncelerini harekete geçirmek ve evlilik konusunda emin adımlar atmalarını
temin etmektir. Düşünen insanlar, aile hayatının hangi temeller üzerine bina
edileceğini ve Allah'ın hangi hikmetle böyle hüküm verdiğini anlayacaklardır.
Şimdi nikah konusunda
Kur'an'ın diğer hükümlerini ele alabiliriz: Müslüman bir erkek yahudi veya
hristiyan bir kızla evlenebilir mi? Kapalı toplumlarda, yahudi veya hristiyan
bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesi çok nadir görülürdü. Günümüzde artık
kapalı toplum nerede ise kalmadığından, farklı din ve inanca mensub insanların
evlenmelerinde bir çoğalma görülmektedir. Maide/5'te bu konuya açıklık
getirilerek yahudi, hristiyan veya sabii bir kadınla, namuslu olmak, dost
tutmamak ve mehrini vermek şartıyla evlenilebileceği ifade edilmektedir:
Kitap ehlinden iffetli
kadınlar, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli
dost tutmamak üzere size helaldir. [Maide/5]
Demek ki müslüman bir
erkek; hristiyan, yahudi veya sabii bir kadınla evlenebilir. Bu evliliğin
şartlan; tek tanrı inancına sahip olmak, namuslu olmak, mehrini vermek ve
gizli dost tutmamaktır.
Yüce Allah teslis akidesine,
yani üçlü bir ilah anlayışına sahip olan hris-tiyanlann [Maide/73] ve Üzeyir'i
Allah'ın oğlu kabul eden yahudilerin kafir olduğunu ifade etmektedir
[Tevbe/30]. Bunlar kendilerini kitap ve tevhid ehli kabul etseler bile Allah
bunların kafir olduklarını ilan etmektedir. Öyleyse bunların kızlarıyla
evlenmek mümkün değildir. Ancak bu hüküm hakkında bir çekince vardır. Çünkü
Maide/21 ve Nur/3'te kafir değil, müşrik kavramı kullanılmaktadır. Bu durumda
"Ehl-i kitabın kafir kanadının kızlarıyla evle-nilebilir mi?" sorusu
ile karşılaşmamız mukadderdir. Kafir olana ehl-i kitap denemez hükmü verilirse,
evlenilmesi yasak olan kadınların kapsamı, ehl-i kitabm kafir olanlarına da
teşmil edilebilir.
Peki mü'min bir kadm,
ehl-i kitap bir erkekle evlenebilir mi? Bu soruya Kur'an'da cevap bulmamız
mümkün değildir. Süleyman Ateş'in İbn Kesir, Fahreddin Razi ve Taberi'den
naklettiği bir rivayete göre Cabir "Biz ehl-i kitabın kadınlarıyla
evlenebiliriz, ama onlar bizim kadınlarımızla evlenemez-ler" demiştir.[52]
Kur'an mü'min bir
erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenebileceğini açıkça ifade ettiği halde,
mü'min bir kadının ehl-i kitap bir erkekle evlenip evlene-meyeceği hususunda
herhangi bir beyanda bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu meselede karar
müslümanlara bırakılmış olmaktadır. Ümmetin alimleri, müs-lüman bir kadının
gayr-i müslim bir erkekle evlenmesine izin vermemektedir, ama bu, töre ve
kültürün neticesidir. Bununla beraber müslüman kadının müslüman olmayan erkekle
niçin evlenemeyeceğini irdelemekte yarar vardır:
a. Bazı
kimseler, çocuğun babaya tâbi olduğunu öne sürerek, bu evliliği uygun
görmemektedirler.
b. Muhammed
Esed, müslüman kadınların müslüman olmayan erkeklerle evlenemeyeceğini ifade
etmiş ve bu hükme sebep olarak da; iman ve saygıyı emretmesine karşılık, diğer
din mensuplarının bir kısım peygamberleri -mesela hristiyanlann Hz. İslâm'ın
bütün peygamberlere Muhammed'i, yahu-dilerin hem Hz. Muhammed'i hem de Hz.
İsa'yı- inkâr etmelerini göstermekte, ardından da şöyle demektedir:
Böylece bir müslüman
ile evlenen ehl-i kitap bir kadın, -bütün itikat farklılıklarına rağmen-
inandığı peygamberlerin İslâmî çevrede tam bir saygı ile anılacaklarına emin
olduğu halde, ehl-i kitap bir erkekle evlenen müslüman bir kadın, her an
Allah'ın elçisi olduğuna inandığı zatm hakarete uğramasıyla her zaman
karşılaşabilir.[53]
Muhammed Esed, ehl-i
kitap bir erkekle evlenen müslüman kadının inancının rencide olma ihtimalini
dikkate alarak, müslüman kadının ehl-i kitap olan erkekle evlenemeyeceğine
hükmetmektedir. Bu hususta Esed'e hak vermemek mümkün değil, ama
"Müslüman bir kadın ehl-i kitap bir erkekle ev-lenemez" demek için bu
neden yeterli midir? Başka nedenler de olabilir mi?
c. Yukardaki
nedenlerin yanısıra, meseleye, çocuğun eğitimi açısından da yaklaşılmalıdır.
Müslüman bir aileye gelin gelen ehl-i kitap bir kadının doğacak çocuğu İslâmî
bir terbiye ile yetişecektir. Ama, ehl-i kitap bir aileye gelin giden müslüman
bir kadının çocuğu gayr-i İslâmî bir terbiye ve inançla yetişecektir. Çocuğun
eğitiminde böyle bir çatışmaya mahal vermemek için müs-lüman kadının ehl-i
kitap erkekle evlenmesini yasaklamak uygun olabilir.
Ama şu da
unutulmamalıdır ki, yahudi veya hristiyan kültürünün hakim olduğu bir çevrede
müslüman bir erkek, çocuğunu müslüman olarak yetiştirme hususunda zorluklarla
karşı karşıya kalabilir. Diğer taraftan, İslâm kültürünün hakim olduğu bir
çevrede, ehl-i kitap bir erkekle evlenen müslüman bir kadın, çocuğunu müslüman
olarak yetiştirebilir. Bu durumda öne sürdüğümüz üçüncü şart geçerliliğini
yitirir.
Bize göre bu üç
maddeyi, yasağın nedeni olarak almakta yarar vardır. Aidiyet, inancın hakarete
uğraması ve çocuğun eğitimi bu yasağı koymak için yeterli sebep olsa gerek. Ama
Kur'an'ın müslüman kadının, ehl-i kitap bir erkekle evlenip evlenemeyeceği
hususunda suskun kalması manidardır. Öyle şartlar oluşur ki müslüman kadın
ehl-i kitap bir erkekle evlenmek zorunda kalabilir. O zaman; Kur'an'ın bu
konudaki suskunluğu ruhsat olarak alınabilir.
Nikah bir akit
olduğuna göre, nikahın dinîsi, lâ-dinîsi olur mu? Bu konuda Kur'an'da bazı
açıklamalar getirilmiştir.
Kur'an'a göre nikah
evrensel bir olgu ve akittir. Tevhid ehli olmayan toplumlarda da nikah vardı
ve hâlâ da vardır. Müşrikle müşriğin; kafirle kafirin nikahı caizdir.
Bunun caiz olduğu
Nur/3 ayetiyle de teyit edilebilir:
Zina eden erkek, zina
eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlene-mez; zina eden kadınla da
ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.
Ayetten anlaşılıyor
ki, zinakar erkekle zinakar kadının ve müşrik erkekle müşrik kadının evlenmesi
caizdir. Kur'an'da böyle bir evliliğin örneği var mıdır? Tebbet suresinde Yüce
Allah, müşrik olan Ebu Leheb'in karısından bahsetmektedir:
Odun taşıyıcı olarak
ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe
girecek). [Tebbet/4-5]
Dördüncü ayette geçen
(ve'mraetuhû=omın karısı) ifadesinden anlıyoruz ki, Ebu Leheb gibi bir
müşriğin, müşrik bir kadınla olan nikahını Allah geçerli kabul etmiş; onu onun
karısı olarak vasıflandırmıştır. Bu olgu, önemli ve somut bir delildir.
Peygamberler
tarihinden de bir delil gösterebiliriz: Meryem/42-46 ve En'am/74 ayetlerine
bakıldığında anlaşılır ki; Hz. İbrahim'in babası müşrikti. Eğer müşrik bir
insanın nikahı geçerli kabul edilmemiş olsaydı, Hz. İbrahim'in nesebinin
durumu ne olurdu?
Bir delil de
Rasûlullah döneminden gösterebiliriz: İslâm gelmeden önce Arap toplumunun çoğu
müşrikti. Bunların bir kısmı ve çocukları müslüman oldu. Şimdi bu çocukların
gayr-i meşru oldukları söylenebilir mi? Mesela: Müşrik olarak yaşayıp ölen Hz.
Ali'nin babasının, annesi ile olan nikahı, nasıl bir nikahtı? Müslüman olan
pek çok sahabînin ana-babası -Hz. Ali örneğindeki gibi- müşrikti. Nikahta
'dinî' ve 'lâ-dinî' ayırımına gidersek, o çocukların gayr-i meşru olmaları
gerekir.
Demek ki, Bakara/221
ayeti müşrik ile mü'minin evlenmesini yasaklarken, özellikle ailenin selameti
ve çocuğun din eğitimi açısından yetiştirilmesini temel neden olarak almıştır.
Ama aynı inanca mensup olan kişilerin evliliğinde bir sakınca görmemektedir.
Dolayısıyla kafir erkek kafir kadın ile, müşrik erkek müşrik kadın ile, zina
eden erkek zina eden kadın ile evlenebilir. Önemli olan nihakın hukukî
şartlarının yerine gelmesidir.
Bu hususta başka bir
delil de şudur: Hz. Peygamber, İslâm gelmeden on beş sene önce evlendi. Peki
hangi nikahla evlenmişti? Elbette ki o günkü toplumda mevcut olan geleneksel
nikahla evlenmişti. Tarihte inananlarla inanmayanların evlilikleri devam etmiş
midir? Etmiş ise bu evliliklerin hükmü nedir?
Bu soruların cevabı
Kur'an'da mevcuttur. Müşrik bir erkekle, mü'min bir kadının evliliğine örnek
olarak Firavun ile hanımını vermektedir:
İman etmiş olanlara da
Allah, Firavun'un karısını örnek getirmiştir. [Tahrim/11]
Firavun müşrik, karısı
mü'min olduğu halde Yüce Allah onların nikahını geçerli kabul etmiş ve ayette
'Firavun'un karısı' ifadesini kullanmıştır. Peki bu durum nasıl
değerlendirilmelidir?
Bize göre Firavun'un
hanımı, Firavunla mü'min olmadan önce evlenmişti. Tevhid inancını
benimsediğinde ise Firavun'la evli bulunmaktaydı.
Bu durumdan şu hükmü
çıkarmamız mümkündür: Tevhid inancına sahip olmayan erkek ile kadın
evlenebilirler; onların nikahı Allah katında geçerli kabul edilmektedir; ama
eşlerden biri -mesela kadın- tevhid inancını benimserse nikahlan
bozulmamaktadır. Demek ki, eşlerden biri inancını değiştirdiğinde nikahın
bozulacağına dair bir hüküm yoktur.
Yine Tahrim suresinde
Hz. Nuh ile Hz. Lut'un hanımları örnek verilmektedir:
Hakikati inkara
şartlanmış olanlara Allah Nuh'un karısı ile Lut'un karısını örnek
getirmektedir: O hanımlar iki dürüst ve erdemli kulumuzun nikahı altında
idiler, ama kocalarına ihanet etmişlerdi. [Tahrim/10]
Bu ihanetin ne tür bir
ihanet olduğunu açıklamanın yeri burası değildir. Ancak, bu iki hanım kocaları
gibi tevhid inancına sahip değillerdi. Kocaları tevhid ehli ve peygamber
oldukları halde, kendileri tevhid inancını kabul etmemiş ve kafir olarak
kalmışlardı. Buna rağmen, Yüce Allah 'Nuh ile Lut'un karısı' ifadesini
kullanmaktadır. Demek ki, bu iki hanım kocaları peygamber olmadan önce onlarla
evlenmiş, daha sonra kocaları peygamber olunca da küfürlerinden
vazgeçmemişlerdir. Bu olgulardan şu neticeyi çıkartabiliriz: Peygamber olan bir
erkek, eşine İslâm'ı teklif etmiş, fakat bunu reddeden karısını boşamamıştır.
Bunu günümüze uyarladığımız zaman şu sonuca ulaşırız: Dünyanın herhangi bir
yerinde tevhid inancına mensub olmayan iki kişi evlenir de, eşlerden biri daha
sonra tevhid inancını seçerse, nikahlan bozulmaz. Eşlerden birinin tevhid
inancını benimsemiş olması, evliliklerinin son bulmasını gerektirmez.
Şimdi bu örneklerle
beraber Bakara/221 ayetine bir daha dönebiliriz: Kur'an'ın bu ayeti ile Nur/3
ayeti, yeni evlenen çiftler arasında şirk ile tevhid inancı gibi bir uçurumun
olmamasını öngörüp hükme bağlamakta; müşrik ile muvahhidin evliliğini
yasaklamaktadır. Ama, farklı inançlara mensup olmadıkları dönemde evlenirler
de, sonra eşlerden biri tevhid inancını benimserse, nikahlan bozulmaz. Bu
hükümden sonra akla şu soru gelir: Tevhid inancını benimsemiş eşlerden biri
irtidat ederse nikahlan ne olur? Bu konuda Kur'an'da örnek bulmamız mümkün
değildir. Ancak, kötüye dönüş olmasından dolayı bu durum -büyük bir
olasılıkla- aile ilişkilerini çıkmaza sokacaktır. Bu durum, boşama için önemli
bir sebep kabul edilebilir.
Bütün bu izahlardan
anlıyoruz ki, evliliğin başlangıcında şirk ile iman arasındaki uçurum önemli
rol oynamakta ve Allah bu evliliği tasvip etmeyip yasaklamaktadır. Ancak, evli
olan çiftlerden birinin daha sonra müslüman obuası, nikahın feshedilmesini
gerektirmez; bu inanç farklılığına rağmen aile ilişkileri devam edebiliyorsa,
evlilik devam edebilir.
Nikah meselesinde,
ahlâkın da büyük rolü vardır. Nur/3 ayeti, zani ile ancak bir zâniyenin ve müşrikenin
evlenebileceğini ifade etmekte ve böylece ahlâkın nikahtaki ağırlığına dikkat
çekmektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber, eş seçiminde inanç farklılığını konu
edinmeden; müslümanla müslümanın evliliğinde neyin ölçü alınacağını
açıklamaktadır:
Kadın dört şeyinden
dolayı alınır: Malından, soyundan, güzelliğinden ve dindarlığından. Sen
dindarını seç, mutlu olursun.[54]
222. Sana kadınların
ay halleri hakkında soruyorlar. De ki: "O bir eziyettir. Adet halinde
kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın; temizlendiklerinde
ise Allah'ın emrettiği şekilde onlara yaklaşın. Doğrusu, Allah tevbe edenleri
ve temizlenenleri sever".
Kadınların ay başı
halleriyle ilgili olarak Hz. Peygamber'e sorulan suali de Yüce Allah
cevaplandırmaktadır. Hayz kelimesi, akmak, taşmak, suyu biriktirmek, bir şeyin
etrafını dolaşmak, havuz yapmak manalarına gelmektedir. Akmak ve taşmak
manalarından hareketle, kadının aybaşı olması anlamını kazanmaktadır.
İradesi dışmda kadında
yaratılan bir tabiat kanunu olduğu içindir ki Yüce Allah, koyduğu bu doğa
kanunu hakkında yine kendisi hüküm vermektedir. Aybaşı halini bir başka açıdan
değerlendiren Allah, onun bir hastalık olduğunu söylemektedir.
(De ki: "O bir
eziyettir").[55]
1. Üzmek; fena muamelede bulunmak
Bir grup insanın, bir
peygambere gösterdiği olumsuz tepkinin ona fena muamele yapmak anlamına
geldiğini ve bunun ona verdiği üzüntüyü ifade etmektedir:
(Ey iman edenler! Siz
de Musa'ya fena muamelede bulunanlar gibi olmayın). [Ahzab/69]
(Benim, Allah'ın size
gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni üzüyorsunuz?) (Saff/5)
Bir bakıma, toplumun
ferde verdiği üzüntüyü ifade etmektedir.
2. Acı ve eziyet
Bir grup insanın,
müminlere yaptıkları baskıyı ifade etmek için kullanılmaktadır:
(Sizin bize verdiğiniz
eziyete/acıya elbette katlanacağız). [İbrahim/12]
Burada kavram, inanç
çatışmasından dolayı, sosyal baskının meydana getirdiği acıyı ifade
etmektedir.
Kadının aybaşı
halinin, bir yara ve bir kirlenme olması gibi, toplumda grupların birbirine
fena muamele yapması da sosyal bir yara ve kirlenmedir.
3. Canını
sıkmak
Yanlış davranıştan
dolayı bir gruba karşı birinin ifade edemediği can sıkıntısını ifade etmek
için kullanılır:
(Sizin, Allah'ın
Resulü'nün canını sıkmanız...) [Ahzab/53]
4. İncitmek
Bir insanın yapmadığı
bir işi, yapmış gibi davranmasının o insanı incitmesi anlamında kullanılır:
("O, bir
kulaktır" diyerek Peygamber'i incitenler de vardır). [Tevbe/61]
Söylenen lafların
insanın gönlünde meydana getirdiği incitici hali ifade eder. İncitme de, bir
nevi aybaşı hali gibi, psikolojik bir kirlenmedir.
5. Cezalandırmak
İşlenen suç veya
günahtan dolayı insana verilen hukukî ceza için kullanılır: İçinizden fuhuş
yapan her iki tarafa ceza verin. [Nisa/16]
Ayette geçen CiJit
(fe-âzûhumâ=on\an cezalandırın) emri, ahlakî kirlenmenin giderilmesi için
gerekli olan cezalandırma manasına gelmektedir.
Zina, ahlâkî bakımdan
toplumun kirlenmesidir. Bu kirlenmenin getirdiği cezalandırma da bir eziyettir;
hem zina eden, hem de toplum için. O nedenledir ki Yüce Allah cezalandırmayla
ilgili emrini bu kavramla ifade etmektedir.
6. Zarar görmek
Âl-i İmran/195'teki
Şrîû&fo (Benim yolumda zarar görenler) ifadesine, -Allah yolundaki eziyetin
zarar görme şeklinde olduğunu göstermek için-'zarar görme' manasını verdik.
7. Rahatsızlık, hastalık
(Yahut başından
rahatsızlığı olan kimse). [Bakara/196]
Bu ayette kavram,
biyolojik bir rahatsızlığı, ya da hastalığı ifade etmek için kullanılmaktadır.
Ama bu kelime Kur'an'da, daha ziyade baş ağrısı için kullanılır.
8. Zahmet
Bu kavram, yağmurun
insanlara verdiği sıkıntı ve zahmeti ifade etmek üzere de kullanılmıştır:
(Fakat yağmurdan
dolayı zahmet çekerseniz...). [Nisa/102]
9. Yara, kirlenme
Bakara/222'de kadının
aybaşı halini ifade etmek için kullanılan bu kavram, yara ve kirlenme anlamına
gelmektedir.
Ayhali, kirlenmenin
yanısıra, bir hastalıktır da. Bu da biyolojik manada bir kirlilik ve bir
rahatsızlığı ifade etmektedir. Genelde bu hastalık, cünüplüğe eş tutulmuştur.
Oysa böyle bir kirlenmeye 'cünüplük' denemez.[56]
Şimdi şu soruyu
sorabiliriz: Kadm ayhali denen kirlilik durumunda neler yapamaz? Bu sorunun
cevabını Yüce Allah Bakara/222 ayetinin devamında vermektedir:
a. (Öyleyse,
hayızlıyken kadınlardan uzak durun).
İ'tizal kavramı
ayrılmak, uzak durmak anlamına gelmektedir. Ayetin bu kısmındaki emir erkeklere
verilmektedir. 'Uzak durma' emrinin, cinsel ilişki ile ilgili bir emir olduğu
ayetin sonundan anlaşılmaktadır.
b.
(Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın).
'Uzak durma' ile
'yaklaşmama' aynı anlama gelmektedir. Ayhalinin getirdiği en önemli yasak,
kadınlarla cinsel ilişkide bulunulmamasıdır.
"Hayız halinde
kadından uzak durun ve temizleninceye kadar ona yaklaşmayın" emri,
kadının iradesi dışında Yüce Allah'ın onun tabiatma koyduğu bir eziyet veya
hastalıktan dolayı ona saygı duyulması gerektiğine işarettir. Kur'an'ın
getirdiği saygınlığın bir uzantısı da burada görülmektedir. Ay halinde kadma
cinsel ilişki teklif etmek, onun hastalığına saygı duymamak olacağından Yüce
Allah bu yasağı koymaktadır.
Dikkat edilirse, 'ayrı
durma' ve 'yaklaşmama' emri, kadına değil erkeğe verilmekte, böylece erkeğin
kadınla olan ilişkisi düzenlenmektedir. Kadının hayızlı iken cinsel ilişkiye
istekli ve elverişli olmaması sebebiyle, bu husustaki emir erkeğe
verilmektedir.
c. Koca,
hayızlı olan karısıyla sevişebilir
Hz. Peygamber,
-göbekle diz kapaklan arası örtülü olmak şartıyla- hayızlı eşleriyle mübaşeret
ederdi.[57]
Deri manasına gelen
beşere kökünden türeyen mübaşeret kelimesi, karşılıklı derilerin birbirine
değmesi anlamını ifade etmektedir. Hz. Peygamber döneminde, kadınların hayız
kanının elbiseye bulaşmasını önleyecek şekilde özel bez-pet yoktu. O zaman
giyilen elbiseler arasında iç çamaşırın bulunduğunu da tahmin etmiyoruz. Onun
için bu kavram, hayızlı iken kan-ko-canın öpüşüp sevişmesinde herhangi bir
sakınca olmadığına işaret etmektedir. Kısaca mübaşeret, cinsel ilişki hariç,
öpüşüp sevişmeye müsaade etmektedir.
"Ben hayızlı iken
Hz. Peygamber'in başını yıkardım"[58]
diyen Hz. Ai-şe'den gelen hadisin doğru kabul edilmesi halinde, aybaşı halinde
kadından uzak durmanın ve yaklaşmamanın ne ifade ettiği açıklık kazanmaktadır.
Yüce Allah 'cinsî münasebette bulunmayın' yerine, daha dolaylı/örtülü ve nezih
bir ifade olan 'yaklaşmayın' ifadesini kullanmaktadır.
d. Hayızlı
kadın mescide girebilir mi?
Bu soruya Hz.
Peygamber'in uygulamasından cevap bulabiliriz.
Hz. Aişe ve
Meymune'den rivayet edilen hadislere göre, Hz. Peygamber onlardan seccadesini
mescide getirmelerini isterdi. Onlar da getirip mescide yayarlardı. Bir
defasmda Hz. Aişe hayızlı olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber "Senin
hayızın elinde değil ki" cevabını vermiştir.[59]
Hz. Peygamber'in
"Senin hayzın elinde değil ki" demesi, mescide girme konusunda endişe
etmemesini ifade etmektedir. Kendi iradesinde olmayan bir kirlenme neticesinde,
kadım mescitten uzak tutmanın doğru olmayacağı Hz. Peygamber'in bu ifadesinden
anlaşılmaktadır. Öyleyse, zaruret halinde hayızlı kadın mescide girebilir.
e. Kadın hayızlıken
oruç tutabilir, namaz kılabilir mi?
Hz. Aişe'den rivayet
edilen bir hadise göre, aybaşı halinde Hz. Peygamber hanımların oruç
tutmamalarını ve namaz kılmamalarını emrederdi. Ancak, oruçlarını kaza
etmelerini emrettiği halde namazlarını kaza etmelerini emretmezdi.[60]
Oruç ve namazı bırakma
hususunda bir mazeret olarak kabul edilen hayız-dan sonra orucun kaza
edilmesine rağmen, namazın kaza edilmemesi, normal zamanlarda kılınmayan
namazın kaza edilip edilemeyeceği konusunda çok önemli bir ipucu vermektedir.
Hz. Aişe'den gelen
başka bir rivayette, "Hayızlı kadın namazı bırakır"[61]
ifadesi yer almaktadır.
f. Kadın
hayızlıyken Kur'an okuyabilir mi?
Tirmizi'nin, Taharet,
98'de İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadise göre, hayızlı kadın ve cünüp olan
kişi Kur'an'dan hiç birşey okuyamaz. Fakat bu, Hz. Peygamber'e ulaşmayan bir
haberdir. Bu konuda hüküm verme yetkisi Hz. Peygamber'e aittir. Namaz kılmayın,
oruç tutmayın diyen Peygamber, Kur'an okumayın diyemez miydi? Ayrıca İbn Abbas
ve İbrahim Nehai, cü-nübün Kur'an okumasında[62] bir
beis görmemişlerdir. Fakat Kur'an'ı eline alarak mı, yoksa ezberden okumayı mı
kasdettikleri anlaşılamamaktadır.
Bize göre hayızlı kadm
cünüp değil hastadır. Çünkü Kur'an hayız halini, hastalık olarak
nitelendirmektedir. Herhangi bir hastalığa yakalanan kişiye, Kur'an okumak
yasaklanamayacağına göre, bir hastalık olan hayıza yakalanan kadına Kur'an
okuyamazsın denebilir mi? Bu soruya verilecek cevap dinin ruhuna uygun
olmalıdır.
Hz. Peygamber Kur'an'a
dayanarak, hasta olan kadının orucunu kazaya bırakabileceğini söylemiştir,
çünkü Bakara/l 84-185'te, hasta olanın oruç tutmamasına ruhsat verilmiş;
iyileştikten sonra kaza etmesi emredilmiştir. Diğer taraftan, aybaşı olan
kadının kanaması nedeniyle namaz abdesti alması mümkün olmadığından, abdestsiz
namaz da kılınamayacağından ötürü Hz. Peygamber, hayızlı kadının namaz
kılmamasını emretmiştir. Bu açılardan bakınca, Hz. Peygamber'in -Kur'an'da
bulunmayan- bu fetvalarının, aslında Kur'an'a dayandığı anlaşılır.
Böylece Hz. Peygamber
Bakara/l 84-185'te geçen ve orucu kazaya bırakmaya ruhsat veren hastalık
kavramına hem bir yorum getirmiş, hem o kavramın içini doldurmuş ve hem de
kadının aybaşı halinin bir hastalık olduğunu belirtmiştir.
Diğer taraftan Hz.
Peygamber'in bu fetvası, eğitim açısından ve dinde zorlama olmadığını gösterme
bakımından önemli hikmetler içermektedir. Hasta olan bir kişiyi ibadetleri
yapmaya zorlamak, insanları dinden soğutabilir. Kadının hem biyolojik hem de
psikolojik yapısını sarsan aybaşı halini dikkate alarak, ibadetlerden muaf
tutmak, dinin zorlayıcı bir yapıya sahip olmadığının delilidir. Enes'ten gelen
bir habere göre, başka dine mensup olanlar, ha-yızlı kadmla beraber yiyip
içmezler, aynı evde oturup kalkmazlardı. Ashabın bu durumu Hz. Peygamber'e
sormaları üzerine inen Bakara/222 ayeti, geçmişteki örf-adeti ortadan
kaldırmış, cinsel ilişki dışında hanımlarla her türlü ilişkinin caiz olduğunu
hükme bağlamıştır.
Kur'an öncesi kültürün
kadını küçümsemesinin en önemli işaretlerinden biri olan hayızlı kadını tamamen
terk etme davranışı, Kur'an tarafından değiştirilmiştir. Kur'an'ın kadına
verdiği önemin bir işareti de bu ayettir. Kadının, bir hastalık durumu olan
aybaşı haline saygı duymak, doğası gereği olan bu durumu nedeniyle onu
aşağılamamak, İslâm'ın, kadın haklan hususundaki önemli inkılaplarının bir
parçasını teşkil eder.
Hz. Peygamber'in, Hz.
Aişe'ye "Senin hayızın elinde değil ki"[63]
buyurması, dinin insan tabiatına ne denli dikkat ettiğinin ve hükümlerini ona
göre koyduğunun en önemli delilidir.
Aybaşı halinde kadınla
cinsî münasebette bulunulmayacak, peki temizlenince ne yapılacak?
Bakara/222'nin devamı bu soruyu cevaplandırmaktadır:
(İyice temizlendikleri zaman, Allah'ın size
emrettiği yerden onlara varın).
Kadının hayızdan
temizlenmesi, kanının kesilip yıkanmasıdır. Ayetin bu kısmında yer alan (min
haysu) kavramını mekan anlamında alırsak, taraf, yön, yer manasına gelir ve
kadına ferci dışında başka bir mahalden yak-laşılamayacağım ifade eder.
"Erkeğin hanımına
başka bir mahalden yaklaşma imkanı var mı?" şeklinde bir sorunun cevabı
sadedinde pek çok lüzumsuz fetvaları tartışan Süleyman Ateş'in lüzumsuz
izahlarını buraya almayı terbiye dışı buluyoruz.[64]
Ayetteki (min haysu) ibaresini 'zaman' manasa alırsak,
ayetin bu kısmına şöyle mana verebiliriz:
Temizlendiklerinde,
Allah'ın size emrettiği zamanda onlara yaklaşın.
Bu mana ayetin birinci
bölümüne de uygun düşmektedir. Aybaşı zamanında kadına yaklaşmanın
yasaklanmasından, aybaşı hali geçince yaklaşılacağı anlamı çıkmaktadır. Cinsî
münasebetin vaktini tesbit eden Yüce Allah olduğuna göre, min haysu ibaresiyle
zamanın kasdedildiği ve bu zamanın da iki aybaşı arasındaki zaman olduğu
anlaşılmaktadır.
(min haysu) ibaresinin
-yukarıda zikrettiğimiz- birinci manada kullanıldığına delil olarak Bakara/96
ayeti gösterilebilir.
Bakara/222'nin sonu
ise şöyledir:
(Elbette Allah, tevbe
edenleri ve iyice temizlenenleri sever).
Ayette geçen tevbe,
daha önce bu konuda yapılan hatalardan dönüşü; mütetahhir ise iyice
temizlenmeyi ifade etmektedir?
Kavminin cevabı sadece
"Lut ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar temizliği seven
insanlardır" demek oldu. [Neml/56]
Ayetteki 'temizliği
sevmek' ifadesi, 'homoseksüellikten nefret etmek' anlamına gelmektedir. Lut
kavmi, homoseksüel olmayan kimseleri mütetahhir, yani 'temizliği sevenler'
olarak nitelendirdiklerine göre, bu manayı Bakara/222 ile karşılaştırabiliriz.
Orada da bu kavram, Allah dönenleri ve hanımına arkadan yaklaşmayanları sever
anlamına gelmektedir. Öyleyse hanımına fercinden değil de, dübüründen yaklaşmak
bir ahlâksızlık olup Allah'ın nefretine mucip olur.
Min haysu ibaresini
'zaman' anlamında kabul edersek, o zaman tevbe, o zamana kadar aybaşı
halindeyken de yapılmakta olan cinsel ilişkiden dönmeyi ve pişmanlığı;
mütetahhir (temizliği sevmek) de, kadına temizlik döneminde yanaşmayı ahlâk
edinenleri ifade etmiş olur. Bazı şartlarda bazı gençler, ay halinde
hanımlarına yaklaşmış olabilirler, bu durum istisna da olabilir, ama derhal
tevbe edip kendilerini disipline etmelidirler.
Yüce Allah eşlerin
cinsel ilişkilerini düzenlerken, hem onların faydalarını, hem de tabiat
kanunlarını dikkate almaktadır. Öncelikle biyolojik bir kanun olarak kadının
tabiatına koyduğu hayız haline göre kurallar getirmekte,
yasaklar koymakta ve
emirler vermektedir. Böylece ilahî emirlerin hem insanın faydasına olduğunu,
hem de yaratılış kanunlarına uymayı hedef aldığını öğrenmiş oluyoruz. Yüce
Allah, insanların bu emirlere uymaları için sevgisini ödül olarak koymaktadır.
Karısının aybaşı haline saygı duyup cinsel ilişki teklif etmeyen ve bu fiili
işlemeyen; hanımına dübüründen değil fercinden yaklaşan temiz insanlara
sevgisini ilan etmektedir.
Çünkü Allah, bu emir
ve yasaklan, sevgisi ile kabul etmeye ve uygulamaya insanları teşvik
etmektedir. Böylece, aile içindeki ahlâkî kuralların uygulanmasının, ancak
sevgi bağlarının güçlü tutulmasıyla mümkün olacağı şeklindeki eğitim ilkesini
de koymaktadır.
[65]
223. Eşleriniz sizin
için ürün veren topraktır. Öyleyse, toprağınızı dilediğiniz gibi işleyin.
Kendiniz için önceden hazırlık yapın. Allah'tan sakının, bilin ki siz Allah'a
kavuşacaksınız. Müzminleri müjdele.
Yüce Allah evli
kadınları (hars)a benzetmiş, insanlık için kadmm işlevini bu kavram ile ifade
etmiştir. (hars) kavramını Bakara/205'de ele aldık. Ancak kadının hars olarak
takdim edilmesi burada özel bir mana taşımaktadır. Şimdi bu kavram ile kadın
arasındaki bağlantıyı inceleyebiliriz.
[66]
Hars Kavramı İle Kadın Arasındaki Bağlantı:
1. Tohum
Cinsel ilişkide
erkeğin tohumu kadının rahmine ekildiği için hars kelimesi, tohum manasına da
kullanılmaktadır. Demek ki, kadma, tohum ekilen mahalle sahip olması
dolayısıyla hars denilmektedir.
2. Ateşi
tahrik etmek, tutuşturmak
Hars kavramını fiil
kalıbında ateşle bir araya getirince ateşi tutuşturmak manasım kazanmakta;
kadın da tahrik edici yönüyle hars özelliği ile anılmaktadır.
3. Malı
biriktirip toplamak
Yumurta ile spermi bir
araya getirip döllenme yatağına sahip olduğu için bu ismi almaktadır. Hars'm
toplamak manası, kadının karnında döllenmek manasına dönüşmektedir.
4. Yeri
sürmek
Hars kelimesi,
ihterese kalıbından alınınca, 'yeri sürmek' manasına gelir. Yeri sürmek ile
cinsel ilişki arasında bir benzerlik vardır.
5. Ekin
Hars, ekin
anlamını ifade eder. Ziraate hazırlanmış tarla demektir. Kadın, sperm ile
yumurtayı rahminde bir araya getirince, önemli bir kültür faaliyeti yaparak
çocuk doğmaktadır. Böylece kadın, insanlığın kültürünü üretmekte ve devam
ettirmektedir. İlk kültür safhası, spermin yumurtaya ekilme anıdır. Bu ekilme
anından itibaren kültür faaliyeti başlar, çeşitli aşamalardan geçer ve nihayet
bir insan olarak dünyaya gelir. İşte böylece kadın, insanı üreten tarla
anlamında hars unvanını kazanır. İnsan denen ürünü veren kadın, başlı başına
bir kültür abidesidir. Kadının bu anlamından hareket ederek Bakara/222'ye
dönmemizde yarar vardır. "...Temizlendiklerinde, Allah'ın emrettiği
şekilde onlara yaklaşın" ifadesinden hareketle bazıları, kadına 'arkadan'
yaklaşılabileceğini söylemişlerdir. Şimdi kadının fercinden rahmine akan tohum
bir kültür varlığı olan insanı meydana getirdiğine göre, kadına ancak fercinden
yaklaşılması gerektiği fikri ortaya çıkmıyor mu? Kadına arkadan yaklaşınca bir
kültür doğar mı? Bakara/223'te kadının hars olarak takdim edilmesi, onunla
cinsel ilişkinin, ancak ürün verecek yerinden olacağına en büyük delil teşkil
eder.
(Eşleriniz sizin için
ürün veren bir topraktır) ifadesiyle Yüce Allah, karı-koca arasındaki ilişkiye
yeni bir boyut ve tanım getirmiştir. Koca hanımını bir kültür âbidesi olarak
görmeli, bütün peygamberleri ve insanlığa yön veren büyük kişileri onun türünün
doğurduğunu bilmeli ve ona göre muamele yapmalıdır. Böylece Yüce Allah erkeğe
karısını nasıl göreceğine dair bir bakış açısı kazandırma eğitimi yapmaktadır.
Bir milletin kültür müesseseleri, ürün veren sanatkâr ve mütefekkirleri, o
milletin en önemli varlıklarıdır. Onlar korunmalı, üzerlerine titrenmeli ve
kaybedilmemesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Kadınlar da insanlık için bir
mütefekkir, bir sanatkâr ve bir kültür müessesesi mesabesinde olup ihtimama,
korunmaya ve hizmet edilmeye layıktırlar.
Bu açıklamadan sonra
diyebiliriz ki Allah Teala kadma hars demekle ona bir değer atfetmiş ve onun
işlevini, kültür üretimi sayılan insan doğurup büyütme olarak belirlemiştir.
(Toprağınızı
dilediğiniz gibi işleyin) ifadesi, kadının sakıncalı anlarının dışında onunla
cinsel ilişki kurabileceğini ifade etmektedir. Ayetteki (ennâ) kelimesine
mekan manası verilebilir. O zaman cinsel ilişkideki pozisyona; ayaktayken,
otururken, yatarken, yan üstü ve çömelerek ilişkinin olabileceğine işaret etmiş
olur.
(ennâ) kelimesini
zaman manasına aldığımızda, hanımların özel halleri dışında istenildiği zaman
onlarla ilişki kurulabileceği sonucunu çıkarabiliriz. Kişinin hanımı ile
cinsel ilişki kurmasının muayyen bir zamanı yoktur; istediği zamanı seçebilir.
Yüce Allah, kocaların hanımları ile istedikleri zaman ve istedikleri şekilde
cinsel ilişkide bulunabileceklerini ifade etmek suretiyle cinsel eğitim
yapmaktadır.
Razi tefsirinde bu
ayetin, yanlış bir anlayışı düzeltmek için indiğini söylemektedir. Bazıları,
kadına fercinden olmakla birlikte arkasından yaklaşıldığı takdirde doğacak
çocuğun şaşı olağacağına inanıyorlardı. Yüce Allah istenildiği pozisyonda
cinsel ilişkide bulunulabileceğini ifade etmekle bu hurafeyi ortadan
kaldırmıştır.
(Kendiniz için
hazırlık yapın) buyruğunun manalarından biri de, nesil üretmektir. İnsanı bu
dünyada ebedileştiren şeylerden biri de sulbünden gelen nesildir. Ebeveynler
ölür ama nesilleri devam eder.
Onun için ayet, nesil
yetiştirilmesini tavsiye etmektedir.
"Kendiniz için
hazırlık yapın" buyruğunun diğer bir manası da "Ruhlarınız için doğru
harekette bulunun, hazırlık yapın"dır. Allah cinsel eğitime dikkat
çekerek, kan-koca ilişkisinde, insanın ruhunu ferahlatacak hareketlerde bulunmanın
önemini vurgulamaktadır. İlahî emirlere göre hareket etmek, ruhlara manevî
gönderimler yapmak, ruhları beslemek ve onları olgunlaştırmaktır.
"Kendiniz için
hazırlık yapın" buyruğunun bir diğer anlamı ise, cinsel ilişki kurmadan
önce ruhsal hazırlık yapılmasıdır. İnsanın cinsel ilişkisini hayvanın cinsel
ilişkisinden ayıran bir fark da, cinsel ilişkinin ruhsal ilişkideki
etkinliğidir. Cinsel ilişkiden önceki ruhsal hazırlık ile, cinsel ilişkiden sonraki
sükunet, yani tatmin; kan koca arasındaki ilişkilerde meydana gelen manevî
ürünlerdir. İşte bu manevî ürünün olgunluğu, doğacak çocuk için çok önemli
psikolojik bir çevre oluşturur.
'itıj^î (Allah'tan
sakının) ifadesi, -Muhammed Esed'in de ifade ettiği üzere- "Allah'a karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun" demektir. Doğal olarak takvada akıl ve
bilinç vardır. Buradaki akıl ve bilinç, kadına karşı takınılacak tavn ve
onunla cinsel ilişkideki akıllı ve bilinçli davranışı ifade etmektedir. Kadını
bir kültür âbidesi olarak görmek, cinsel ilişkide onun özel hallerini dikkate
alıp saygı duymak takvalı davranışın kendisidir. Bu davranışların Allah'tan
sakınarak, O'na karşı sorumluluğun bilincinde olarak yapılması, onları birer
ibadet haline getirir.
Demek ki, sorumluluk
bilinci denen takva duygusunun mayaladığı her davranış ibadete dönüşmektedir.
(Ve bilin ki, mutlaka
O'na kavuşacaksınız).
Yüce Allah burada,
Allah'a kavuşulacağını bildirerek, takva ile Allah'a kavuşulacağı bilgisini
bir araya getirmekte ve yukarda verdiği emirleri bu eğitim üzerine oturtmaktadır.
Sorumluluk duygusu ile
bilgi bir araya gelince, ahlâkî davranışların temeli atılmaktadır. Kan-koca
arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin olmazsa olmazını teşkil eden cinsel
ilişkinin düzenli yürümesi ve ailede mutluluğun boy atması için Allah'ı devreye
sokmanın önemi vurgulanmaktadır. Bu ilişkilerde Allah'tan sakınmak, bir gün
O'na kavuşacağını bilerek hareket etmek mutluluğun temelini teşkil eder.
(Mü'minleri müjdele).
Allah Teala burada ise
imanı devreye sokmakta ve aile ilişkilerinin temelindeki üçüncü temel taşı
koymaktadır. Takva, bilgi ve iman aile eğitiminin, ahlâkının ve mutluluğunun üç
temel taşmı teşkil etmektedirler.
Yüce Allah inanıp da
kan-koca ilişkileri hakkındaki emir ve yasaklarını yerine getirenleri müjdeleme
görevini Hz. Peygamber'e vermektedir. Böylece Yüce Allah, aile ilişkilerinin
düzenli yürümesinden müjdenin doğacağına, cennetin orada kazanılacağına işaret
etmektedir.
Hanımını bir cinsel
alet olarak gören, ona bir kültür âbidesi olarak bakmayan ve saygı duymayan
insan, hem takvasını, hem bilincini ve hem de ilahî müjdeyi kaybetmiş demektir.
Bilgi, takva ve iman aile eğitiminin, ahlâkının ve mutluluğunun üç temel taşını
teşkil etmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz son iki ayetin neticesi olarak
şunu söyleyebiliriz: Cennete giden yol, bu dünyadaki aile mutluluğundan
geçmektedir.
Şimdi 223. ayette şu
sentezlere varabiliriz:
(Kendiniz için önceden
takdim edin) emri, Allah'a karşı yapılması gereken bütün amelleri yerine
getirmeyi ve bütün ahlâkî davranışları kapsar. Bütün bu ibadet ve davranışların
etkisi insanın kendi ruhunda meydana gelecek olgunlukta kendini gösterir.
'iııjiıj (Allah'tan
sakının) emri de yapılmaması gereken davranışlardan kaçınmayı, başka bir
deyişle haram işlememeyi; yani kulun değerini Allah katında düşürecek olan
davranışlardan uzak durmayı ifade eder.
(Bilin ki elbette O'na
kavuşacaksınız). Bu ifade ahirete imam öngörmektedir. (Müminleri müjdele).
Bu ifade ise dindeki
farzları yerine getiren, haramlardan sakınan ve ahiret inancına göre hareket
eden kimselere verilecek mükâfaata dikkat çekmektedir.
[67]
224. Allah adına
yaptığınız yeminler, iyilik yapmanıza, takvaya ve insanlar arasında barısı
gerçekleştirmenize engel olmasın. Zira Allah, her şeyi duyan, her şeyi
bilendir.
Bazı kimselerin sıla-ı
rahim, iki kişinin arasını bulmak veya evlatlıklarından birine ikram ve
ihsanda bulunmak gibi iyi işleri yapmamaya yemin etmesi, sonra da
"Yeminimi bozma hususunda Allah'tan korkarım" diyerek -yeminine sâdık
kalma bahanesiyle- iyi ve güzel olan şeyleri yapmaması[68]
üzerine bu ayet nazil olmuştur.
Demek ki bir insan,
iyi bir işi yapmamaya yemin etmemeli ve yemin ettiği için de iyi işi yapmaktan
geri durmamalıdır. Mesela: Kızı kocaya kaçmış bir ebeveyn, kızları ile
görüşmemeye yemin edebilir, daha sonra barışmak isteyebilirler. Fakat yemin
ettikleri için "Onunla barışmamak üzere yemin ettik, onun için yeminimizi
bozamayız" diyerek barıştan uzak durabilirler. İşte Yüce Allah bu gibi
yeminlerin bozularak banşılması gerektiğine işaret etmektedir.
Aslında bu ayet
'talak' konusuna bir giriş mahiyetinde olup aile ilişkilerinde olması gereken
bir iyilik için, "Ben bunu yapamam çünkü Allah'a yemin etmiştim"
diyerek, Allah'ı iyiliğe engel yapmanın yanlışlığını ifade etmektedir.
(Yeminlerinizden
dolayı Allah'ı engel kılmayın) buyruğu, durmadan yemin ederek, Allah'ın ismini
istismar etmeyi de yasaklamaktadır. İyilik yapmamak için, yeminini bahane
ederek iyiliğe Allah'ı engel kılmak, Allah'ın adını istismar etmekten başka
bir şey değildir.
Bu ayeti tefsir
edercesine Hz. Peygamber şöyle demektedir:
Bir kişi bir şeye
yemin eder de onun aksini yapmayı daha hayırlı görürse, daha hayırlı olanı
yapsın, yemini için de kefaret versin.[69]
Yüce Allah burada
evrensel bir kanun koyarak; iyiliğe hiçbir şeyin engel olamayacağını hükme
bağlamaktadır. İyilik engellenemez ve engellenmemelidir.
(en-teberrû=iyilik
yapmanız) buradaki teberru kelimesi (birr)-den türemiştir. Bakara/177'de
birr'in (iyinin/iyiliğin) ne olduğunu ve hangi amellerden oluştuğunu beyan
etmiştik. Kısaca insanı olgunlaştıran, Allah'a yaklaştıran ve kendi faydasına
olan her şey, her amel, her düşünce ve her inanç birr (iyi) kavramının
kapsamına girmektedir.
(sakınmanıza) Buradaki
sakınma, yanlış davranışlardan, Allah'ın günah olduğunu belirttiği şeylerden
uzak durma hususunda yapılan yemini ifade etmektedir. Bir insan başka birine
bir kötülük yapacağına yemin eder ve sonra bu kötülüğü yapma fırsatı doğarsa,
"Ben bu adama bu kötülüğü yapmaya yemin ettim; onun için yeminimden
dönemem" diyemez ve dememelidir. Kötülük yapmak üzere edilen yemin,
insanın kötülükten sakınmasını engellememelidir.
(İnsanların arasını
bulmanıza...)
Barışı tesis etme
hususunda olumsuz anlamda yapılan yemin bozulmalı, bansın tesisi için gereken
yapılmalıdır. Yüce Allah, kendisinin adının barışa engel kılınmasının yanlış
olduğunu ifade etmiştir; çünkü O, dünyada barışı tesis etmek için, 'barış'
anlamına gelen 'İslâm'ı göndermiştir.
İnsanların arasını
düzeltmek ve banş ağacına su vermek, her yemine değer bir hareket olduğundan,
Allah Teala bu emri vermektedir. İyilik, sakınmak ve banş; uğruna yeminlerin
bozulacağı değerleri teşkil etmektedir.
(Allah işiten ve
bilendir).
Ayetin sonuna işiten
ve bilen sıfatlannm getirilmesi, insanın niçin yemin ettiğini ve yeminini niçin
bozduğunu Yüce Allah'ın işittiğine ve bildiğine işaret etmektedir. Bu bilince
eren; yani Allah'ın söylenenleri işittiğine, yapılanları bildiğine inanan
kişi, hem yanlış yapmamaya özen gösterecek, hem de yanlıştan vazgeçerek doğruyu
yapmaya gayret edecektir.
[70]
225. Allah, düşünmeden
yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz, ama kalplerinizin
kazandıklarından sorumlu tutar. Allah, çok affedicidir, çok tahammül (hilm)
sahibidir.
Kısımlara ayırmak
suretiyle ayetin tefsirini yapabiliriz:
(Allah, düşünmeden
yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz).
Ayetin bu kısmında
açıklanması gereken kavramlar:
(sorumlu tutar)
kelimesinin kökü, (ehaze)dir. Bu kelime; almak, beraber götürmek, elde etmek,
kabul etmek, ele geçirmek, zapt etmek, tutmak, kapmak, zorla almak, anlamak,
farkına varmak, bir araya getirmek, netice çıkarmak, gönül çelmek, tesir
etmek, sıkı tutmak, heyecanlandırmak, büyülemek, saklamak, yapışmak, kabul
etmek, nasihat vermek, uyarmak, önüne katıp sürmek, emretmek, zorla yüklemek,
sitem etmek, ayıplamak, icbar etmek, öğrenmek, bilgi elde etmek, araştırmak,
başlamak, bir şeyi hazırlamak, aynı çizgiyi benimsemek, cezalandırmak, arkadaş
olmak, görüşünü sormak, kucaklamak, benimsemek, ilgilenmek, engel olmak,
mesuliyetini yüklenmek, sorumluluk altına sokmak, yardım etmek, nefes almak,
büyünün etkisinde kalmak, edinmek, gücenmek, yardım etmek, şöhret olmak,
ahlakıyla ahlâklanmak, taklit etmek manalarına gelmektedir. Bu kelimenin
Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
[71]
1. Söz almak
Bakara/83'te misak
kelimesi ile beraber kullanılan bu kelime, Allah'ın İsrailoğullan'ndan söz
aldığını/antlaşma yaptığım ifade etmektedir:
(İsrailoğullan'ndan
aldığımız sözü hatırlayın).
2. Sıkıca tutmak
Elleriyle bir şeyi
kavrayarak sıkıca tutmak anlamına gelmektedir:
(Tevrat levhalarını
yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı).
[A'raf/150]
Fizikî manada eli ile
bir şeyi tutup kavramak manasına gelen bu kelime, öfkeli bir halde bulunan Hz.
Musa'nın, kardeşi Hz. Harun'un başını sıkıca tutmasını ifade etmek için
kullanılmıştır.
3. Kabul etmek
Bu kavram, 'tasdik
etmek, yüklenmek, almak ve kabul etmek' manasıyla Âl-i İmran/8rde yer
almaktadır:
("Bu şarta dayalı
ahdimi tasdik ve kabul eder misiniz?" dedi).
"Ahdimi
yüklendiniz mi" veya "Ahdimi üzerinize aldınız mı" manalarını da
verebiliriz. Buradaki 'almak' fizikî manada bir 'alma' olmayıp benimsemek,
kabullenmek manasında bir almadır. Böylece 'alma'nın psikolojik manası ortaya
çıkmaktadır.
4. Cezalandırmak
(İşte senin Rabbin,
tepelediği zaman böyle tepeler; halkı zalim olan kasabaları). [Hud/102]
Aslında 'yakalamak'
manasına gelen bu kavram, bu ayette, halkı zalim olan kasabaları şiddetli bir
şekilde cezalandırmak manasında kullanılmaktadır.
5. Alıkoymak
Yusuf/78'de,
hırsızlıktan zanlı olan kişiyi alıkoymak anlamını ifade etmektedir:
"Ey soylu
kişi!" dediler, "Onun çok yaşlı bir babası var, bu yüzden onun yerine
bizden birini alıkoy".
Aynı zamanda bir
cezanın uygulamasında insanlarda oluşan acıma duygusunun, o cezayı,
uygulamaktan o insanları alıkoymasını da ifade etmektedir. Demek ki, bir eylemi
yapmayı acıma duygusunun engellemesini ifade ederken Yüce Allah Nur/2'de psikolojik
bir analiz yapmaktadır.
6. Alıp götürmek
(De ki: "Ne
sanıyorsunuz? Eğer Allah işitme ve görme duyularınızı alıp götürürse...")
İnsanın duyu
organlarının işlevine son vermek, o melekelerini almak manasını ifade
etmektedir. Bir bakıma işitme ve görme duyularını silmektedir.
7. Alıp çıkarmak
Türetmek, çocuklarını
ebeveynlerinin bellerinden alıp çıkarmak manasına gelmektedir:
Rabbin,
Ademoğullan'nın sulblerinden onların soylarını alıp da. [A'raf/172]
Allah Teala'nın
-koyduğu yasa gereği- çocuğu anne karnından almasını/çıkartmasını ifade
etmektedir.
8. Giyinmek, takınmak
Yunus/24'te (ehaze)
fiilinin faili 'yeryüzü' olduğu için kavram, yeryüzünün yeşilliklerle donanıp
gözalıcı görkemine kavuşması anlamında kullanılmaktadır:
(Nihayet yeryüzü
zinetini takınıp süslendiğinde).
Bahar mevsimiyle
birlikte bitkilerin canlanıp yeryüzünün süslerle bezenmesini ifade etmek için
kullanılmaktadır. Sanki yeryüzü o süsü alıp giyinmiştir. A'raf/31'de de aynı
anlama, yani giyinip süslenmek manasına gelmektedir.
9. Sevketmek
Allah Teala
Bakara/206'da gururun insanı nasıl etkilediğini beyan ederken bu kelimeyi fiil
kalıbında kullanmakta; gururun insanı günaha sevketmesi veya celbetmesi
manasını ifade etmektedir:
Kendine ne zaman
"Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!" dense, yersiz gururu
onu günaha sevkeder.
Gururun insanı günaha
sevketmesi, günah işletmesi demektir. Böylece (ehaze) bir psikolojik etkinin
fiili olmaktadır.
10. Yakalamak
Yanlış bir iş yapan
kimseyi cezalandırmadan önceki yakalamayı ifade etmektedir:
Eğer Peygamber,
sözlerinden bir kısmını bize isnad etseydi, onu sağ elinden yakalar ve şah
damarını keserdik. [Hakka/44-46]
Şah damarını kesme
cezasından önceki 'yakalama' eylemi için Yüce Allah bu kelimeyi
kullanmaktadır.
11. Gasbetmek
Zorla, rızası olmadan
birinin elinden malını almak; korsanların gemileri gasbetmlerini ifade etmek
üzere Kehf/79'da geçmektedir:
(Çünkü arkalarında her
tekneye zorla el koyan bir hükümdar vardı).
12. Sarılmak
(Bu değersiz dünyanın
geçici zevklerine sarılırlar). [A'raf/ 169]
Değersiz dünya malını
almak, ona sarılmak demektir. Bir daha ondan ay-rılmayacakmış gibi ona
sarılmayı, yani onu kutsallaştırmayı ifade etmektedir.
13. Bir yol tutmak
A'raf/199'da (ehaze)
fiili emir halinde gelmektedir: (Sen af yolunu tut).
Demek ki 'yolunu
tutmak' manası ile bu kelime 'seçmek' anlamını ifade etmektedir. Ahlâkî
bakımdan insanın önünde var olan birkaç yoldan birini tutması demek, o
yollardan birini seçmesi demektir. Yüce Allah burada af yolunu tutmasını, yani
o yolu seçmesini istemektedir.
Aslında bu kelimenin
asıl manası olan 'almak', yukarda verilen bu mananın özünü oluşturmaktadır.
İnsanların yaptıkları yanlış davranışlara karşı gösterilecek çeşitli tepki
şekilleri vardır. Bunlardan birini almak, onlardan birini seçmek demektir.
Seçilen bu tepki şekli, insanın takip edeceği bir yol, bir usûl ve metodtur.
Onun için Razi ve Muhammed Esed'in verdiği bu mana gayet uygundur.
14. Almak
Bakara/48'de 'almak'
manası maddî bir şeyi almak manasına değil, ahiret-te günahkârlardan fidye al(ma)mak
anlamına gelmektedir:
(Kimseden fidye
alınmayacağı günün...) Yapılmayan bir amel veya yapılan yanlış bir davranışa
karşı mahşerde
kimseden fidye
alınmayacağı bildirilirken 2f (ehaze) fiilinin şimdiki hali meçhul kalıbında
kullanılmaktadır.
15. Sorgulamak veya sorumlu tutmak
Yorumunu yaptığımız
Bakara/225'te 'sorumlu tutmak' manasında kullanılmaktadır:
(Allah sizi sorumlu
tutmuyor).
İşlenen bir
davranıştan dolayı sorgulamayı veya sorumlu tutmayı ifade etmektedir.
16. Azarlamak
Kehf/73'te Hz. Musa,
Allah'ın kendisine rahmet bahşettiği ve tarafından bir ilim öğrettiği kula,
yaptığı yanlıştan dolayı kendisini paylamamasını söyler:
(Unuttuğumdan dolayı
beni azarlama).
Paylama, sorgulama
manasına azarlamak anlamını ifade etmektedir.
17. Edinmek
(ehaze) fiili,
(ittehaze) kalıbından alındığında 'edinmek' anlamına gelir.
[72]
a. Dost edinmek
Allah'tan başkasını
dost edinmek manasıyla, müslümanm müslümandan başkasını dost edinmesi [bkz.
Âl-i İmran/118]; müslümanm yahudi ve hristi-yanları dost edinmesi [bkz.
Maide/51]; müslümanm dinini alay ve eğlence konusu edineni dost edinmesi [bkz.
Maide/57]; ve ayrıca "Çünkü onlar Allah'ı bırakıp, şeytanları kendilerine
dost edindiler" [A'raf/30] ayetinin belirttiği gibi şeytanı dost edinmek.
b. Çocuk edinmek
(Ve Allah çocuk edindi
diyenleri de uyarmak için). [Kehf/4] Buradaki edinmenin anlamı, 'doğurmak'tır.
c. İlah edinmek
(Kendi arzusunu ilah
edineni gördün mü?) [Casiye/23]
İlah olmaya layık
olmayan bir şeyi ilah kabul etmeyi Yüce Allah bu ayette, 'ilah edinmek' olarak
nitelendirmektedir.
d. Yol edinmek
İnsan öğrendikleriyle
kendisine bir yol edinir. Öğrenilen bu şey Kur'an ise, o zaman Allah'a giden
bir yol edinmiş olur:
Şüphesiz ki bu bir
öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol edinir. [İnsan/29]
İnsan Kur'an'ın daveti
karşısında hürdür; isterse Allah'a giden bir yol tutabilir.
e. Vekil edinmek
(Benden başka bir
vekil edinmeyin). [İsra/2] Dayanılacak yer, sahip manalarına gelen vekilliğe
sadece Allah layıktır.
f. Namazgah edinmek
Yüce Allah Kabe'nin
işlevini beyan ederken, orada bulunan Hz. İbrahim'in makamının namazgah
edinilmesini ifade için jg. (ittehaze) kelimesini kullanmaktadır:
(Siz de İbrahim'in
makamından bir namazgah edinin). [Bakara/125]
g. Düşman edinmek
Mü'minlerin, şeytanı
düşman olarak bilmesini isterken Yüce Allah 'edinmek' kelimesini
kullanmaktadır:
Şeytan sizin açık
düşmanınızdır; siz de onu düşman edinin. [Fatır/6]
h. Yardımcı edinmek
(Doğru yoldan
saptıranları da yardımcı edinmiş değilim). [Kehf/51]
Burada kavram,
(ittehaze) kalıbından £' (muttahıze) şeklinde gelmiştir. 'Yardımcı'
kelimesiyle bir araya gelince 'yardımcı edinmek' anlamını ifade eder.
i. Oyun ve eğlence edinmek
(Dinlerini oyun ve
eğlence edinenleri kendi hallerine bırak). [En'am/70]
Buradaki "oyun ve
eğlence edinmek", küçümsemek, hafife almak, geçici zevklerini dinleri
haline getirmek manalarını ifade etmektedir. Ama Yüce Allah 'oyun' ve
'eğlence' kelimelerini ^ (ittehaze) kelimesiyle bir araya getirip din alanında
kullanmaktadır. Doğru olan bir şeyi başka bir şekilde nitelendirip, sahip
olduğu özelliğinin dışında bir muamelede bulunmaktır. Burada kelimeye 'almak'
manası da verilebilir.
18. İnşa etmek
Hatırlayın Allah'ın
sizi Ad kavminin yerine getirdiğini, ovalarında köşkler inşa edip dağlarında
evler yaptığınız bu topraklara yerleştirdiğini. [A'raf/74]
"Mutlaka
yanlarında bir mescit inşa edeceğiz" dediler. [Kehf/21]
Her iki ayette de 'ev'
ve 'mescit' kelimeleriyle beraber 'A (ittehaze) kelimesi kullanılmaktadır. Ev
ve mescit edinmek; ev ve mescit inşa etmek anlamına gelmektedir.
19. Çıkarmak
Bir maddeden bir şeyi
imal edip çıkarmak anlamına da gelmektedir. Mesela: Meyveden şarap imal etmek
gibi:
Hurma ağaçlarının
meyvelerinden ve üzümlerden hem içki hem de güzel güzel yiyecek ve içecekler
elde edersiniz. [Nahl/67]
Görüldüğü gibi kavram
bu ayette imal etmek, çıkarmak, üretmek ve elde etmek manalarını ifade
etmektedir.
20. İstihdam etmek
Biz onlardan kimini
kimine derecelerle üstün kıldık ki, bir kısmı diğerlerini istihdam etsin).
[Zuhruf/32]
(suhriyya) kelimesiyle
bir araya gelince iş gördürmek, yani istihdam etmek anlamını kazanmaktadır.
Açıklamasını
yaptığımız bu kelimenin aslı £jf (ehaze=almak)tır. Yüce Allah, bu kelimeyi
çeşitli kelimelerle bir araya getirerek, çeşitli olguları açıklamış ve ona
farklı manalar vermiştir. Bakara/225'te sorumlu tutmak/sorgulamak manasında
kullanmıştır. Bu kelime, izahını yapmakta olduğumuz ayette (lağv) kelimesiyle
bir araya gelmiştir:
(Allah, düşünmeden
yapmış olduğunuz yeminleriniz sebebiyle sizi sorumlu tutmaz).
[73]
Lağv, anlamsız
konuşmak, konuşurken hata yapmak, faydasız bir şey yapmak; muteber olmayan,
manasız, hükümsüz, bozulmuş, ilga edilmiş bir şeyi deklere etmek; bir projeyi
iptal etmek; bir sözü veya teklifi geri çekmek manalarına gelmektedir.
Bu kelimenin
Kur'an'daki manalarına gelince:
1. Anlamsız söz söylemek
Bu kelime
Fussilet/26'da fiil kalıbında kullanılmaktadır:
(Bu Kur'an'ı
dinlemeyin ve onun hakkında anlamsız şeyler uydurun ki onu bastırasınız).
Kur'an okunurken
dinlememelerini yeterli görmemekte, saçma ve anlamsız sözler söyleyerek onun
mesajını boğmaya çalışmaktadırlar.
2. Manasız söz
Yüce Allah mü'minlerin
felaha ulaşabilmeleri için Mü'minun suresi'nin ilk ayetlerinde bir takım ilkeler
sunmaktadır. Bunlardan biri:
(Onlar ki, manasız
şeylerden yüz çevirirler). [Mü'minun/3] Manasız şeylerden kasıt, bir söz, bir
davranış olabilir. Bize göre her ikisi de bu kelimenin kapsamına girmektedir.
3. Abes şey
(Abes şeylerle uğraşan
kimselere rastladıklarında, yanlarından vakarla geçip giderler). [Furkan/72]
Rahman'ın kulu olmaya
layık olanların özelliklerinden biri de budur. Abes, saçma, boş ve batıl bir
uğraşı içinde olanların yanından geçerken etkilenmeden geçip giderler.
4. Hafif meşreplik
(Karşılıklı kadeh
tokuştururlar, ama orada ne hafif meşreplik vardır, ne de günaha girme).
[Tur/23]
Dünyada insanlar alkol
alınca, bilinç perdesi kalkar ve bilinç altı harekete geçip içeni hafif meşrep
davranışlara ve günaha sevkeder. Bu ayetteki lağv kelimesi, içki içen insanın
yaptığı hafif meşrepliği ifade etmektedir. Hafif meşreplik ise, hem sözde, hem
de fiilde olur.
5. Düşünmeden söylenen söz
Kelime, Maide/89 ayeti
ile yorumunu yapmakta olduğumuz Baka-ra/225'te bu anlama gelmektedir.
"Düşünmeden yapılan
yemin" anlamında bu ayette yer almakta; düşünmeden yapılan yeminin
sorumluluğuna ilişkin de, düşünmeden yapılan yeminler sebebiyle sorumluğun
bulunmadığı hükmü verilmektedir.
Ayet, Allah'ın
nelerden sorumlu tutacağını öğretmesinin yanısıra, düşüncesizce yemin etmenin
sakıncasını da bildirmektedir. Allah'ın, düşüncesizce yapılan yeminden sorumlu
tutmayacağını bildirmesi, devamlı bu şekilde yemin etmeye ruhsat verdiği
anlamına gelmez.
Burada, düşüncesizce
yapılan yeminin, nasıl bir yemin olduğu sorulabilir, bunun cevabı, 224. ayette
iyi bir işi yapmamak üzere yapılan yemin şeklinde verilmişti. 'İyi iş'
yapılması gerekli olan iştir. Yapılması gerekli olan işi yapmamak için yemin
etmek, düşüncesizce yapılmış bir yemindir.
Mesela: Kızı kocaya
kaçmış bir baba, hanımına, "Şart olsun bir daha o kızla
konuşmayacaksın" diyerek yemin etmemelidir. Çünkü annesinin kızıyla
konuşması iyi, konuşmaması ise kötüdür. Böyle bir durumda yapılan yemin,
düşünmeden yapılan bir yemindir; o yeminin bozulması sebebiyle Allah kişiyi
sorumlu tutmaz.
Ayetin bu kısmını
Bakara/226'ya da bağlayabiliriz. Hanımına yaklaşmamaya yemin etmek de
düşüncesizce bir yemindir. Kişinin bu yemini bozup hanımıyla bir araya gelmesi,
lağv olan, yani düşüncesizce yapılan yemini bozma olacağından, sorumlu
tutulmaz.
Hz. Peygamber bir
örnekle düşüncesizce yapılan yemine açıklık getirmektedir:
Cuma namazında imam
hutbe okurken, arkadaşına 'sus' diyen, boş söz söylemiş olur.[74]
Hz. Peygamber burada,
yemindeki lağv'ı değil, konuşmadaki lağv'ı izah etmektedir. Boşa yemin etmek
ile boşa konuşmak arasındaki ortak özellik, düşüncesizliktir. Aslında konuşan
insana 'sus' demek, düşüncesizce bir konuşma değildir, ama Cuma hutbesi
okunurken bunu söylemek, konuşan kişileri ikiye çıkartacağından boş olmaktadır.
Hz. Aişe düşüncesizce
yapılan yemini şu şekilde tanımlamaktadır:
Kişinin kullandığı
'vallahi hayır', 'billahi evet' gibi sözlerinden dolayı şu ayet nazil olmuştur:
Allah düşüncesizce yaptığınız yeminler sebebiyle sizi sorumlu tutmaz; fakat
kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafurdur,
rahimdir.[75]
Hz. Aişe hem ayetin
nüzul sebebini bildirmiş, hem de yemin sözcüklerinin ağızdan gelişi güzel
çıkmasını, düşüncesizce yapılan yemin olarak tanımlamıştır.
Lağv'ı, Bakara/225
ayetiyle açıklamamız da mümkündür. Ayetin ikinci bölümünün yorumunu
yaptığımızda bu ortaya çıkacaktır.
(Ancak, şuurlu irade
ile yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar).
Başka bir mana
verirsek "Ancak, kalplerinizin kazandığı ile sizi sorumlu tutar".
Yüce Allah kalb
kavramını, sorumluluğun merkezi olarak görmektedir. Kalpten gelen, niyetli,
kasıtlı, bilinçli ve iradî olan yemin insanı sorumluluk altına sokarken; sadece
ağızdan çıkan yemin lağv yemin olduğu için insanı sorumluluk altına sokmaz.
Böylece, hangi yeminin lağv, yani düşüncesizce yapılan yemin olduğunun tanımı
bizzat ayet tarafından yapılmış ve aralarındaki fark gösterilmiştir. Kalpten
gelen yemin insanı Allah'a karşı sorumlu kılarken, kalpten gelmeyen yemin
sorumlu kılmamaktadır» İşte buradaki 'kalbin kazancı', bilinci, niyeti, kasdı
ve iradeyi ifade etmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir şeye yemin eden
kişi, aksinin daha iyi olduğunu görürse, o daha iyi olanı yapsın, sonra da
yemininden dolayı keffaret versin.[76]
Bu hadis, 225. ayeti,
224. ayete bağlamakta ve ikisine birden bir yorum getirmektedir. Daha iyi olanı
görünce yapılan yeminin bozulması gerektiğine dair hüküm Bakara/224'te
verilmişti. Böyle etraflı bir şekilde düşünülmeden yapılan yeminler bozulunca,
keffaret verilmesi gerektiğini söyleyen Hz. Peygamber, aslında Maide/89'a
işarette bulunmuştur. Maide/89'da, bozulan yeminin keffareti olarak yapılması
gerekenler şöyle sıralanmaktadır: On fakiri doyurmak veya giydirmek; yahut bir
köle azat etmek; bunları yapamayan için üç gün oruç tutmak.
Dikkat edilirse Yüce
Allah yemini bozmanın keffareti olarak ibadet emretmektedir. Yapılan bir
hatayı bir ibadetle telafi etmek veya ettirmek, modern ceza hukukuna önemli
bir ilke getirmiştir: Bazı suçluların cezasını, kamu hizmeti yapan gönüllü
kuruluşlarda çalıştırmak suretiyle vermek. Hakimin bazı suçluları, kamuya
hizmet veren müesseselerde çalıştırmakla cezalandırması, aslında Maide
suresi'nin bu ayetinden çıkartılabilecek bir ceza şeklidir. Fakiri doyurmak,
onları giydirmek, köle azat etmek kamuya yönelik hem ibadet hem de keffaret
olmaktadır. Oruç ibadetiyle keffaret ödemek ise ferdî ibadetle cezayı yerine
getirmektir.
Kur'an, yeminini bozma
gibi sorumluluk getiren bir günahı cezalandırırken bile, ibadete alıştırma
metodunu kullanarak eğitim yapmaktadır. Yüce Allah kullarını sorumlu tutarken,
onlara ibadet yapmalarını önermektedir. Cezalandırırken insanlara ibadet
yaptırmak, din eğitiminin insanlara öğreteceği çok önemli bir terbiye
metodudur. Mesela: Okulda çok yaramaz olan, yerinde duramayıp herkesle kavga
eden bir öğrenciyi okulun eğitsel kollarındaki önemli işlerde istihdam etmek,
güzel bir yöntemdir. Bu tip öğrenciler, kooperatif kolunda, edebiyat veya spor
kolunda görevlendirilip kendisine bu kollardan birinin liderliği verilir.
Böylece o öğrencinin enerjisi olumlu yolda kullanılmış olur. Bunun tersine, o
öğrenciye başka cezalar vermek; okuldan sürmek eğitici bir yol değildir.
Yeminini bozan kişi de yaramaz bir öğrenci gibidir. Yüce Allah o kişiyi kamu
işlerinde istihdam ederek veya kişisel ibadet teklif ederek cezasını
ödetmektedir.
(Allah gafurdur,
halimdir).
Allah Teala bu gibi
yeminleri bozanlara, 'günahları örtme' manasına gelen gafur sıfatıyla muamele
edeceğini beyan etmek için bu sıfatı ayetin sonuna getirmiştir. Böylece Yüce
Allah, günahı ortaya çıkarmanın değil örtmenin önemli olduğunu insanlara
öğretmektedir.
Diğer taraftan 'teenni
ile hareket etmek', 'vakar' ve 'ağır başlılık' manalarına gelen hilm sıfatını
da devreye sokmak suretiyle insanlara, sorumlu tutup ceza verirken teenni ile
hareket etmelerini beyan eden Yüce Allah, cezalandırmada teenni ile hareket
etmenin önemini vurgulamaktadır. 'Günahları örtme' ile 'teenni ile hareket
etme', suçlulara karşı belirlenecek tavnn temelini teşkil etmektedir. Yeminini
bozanlara veya düşüncesizce yemin edenlere bu sıfatlarla müdahale etmek ilahî
bir metodtur.
[77]
226. Hanımlarına
yaklaşmamaya yemin edenler (azamî) dört ay bekleyebilirler. Eğer bu müddet
zarfında hanımlarına dönerlerse, şüphesiz Allah af ve merhamet sahibidir.
Razi'nin naklettiğine
göre cahiliyye döneminde hanımını istemeyen, onun başkası ile evlenmesine de
nza göstermeyen erkek, onunla cinsel ilişkide bulunmamaya yemin eder, hanımını
ne kocalı ne de kocasız bir durumda bırakırdı; gayesi, o kadına zarar
vermekti.[78]
Kadın haklarında bir
inkılab yapan Kur'an, kadmın bu şekilde zarar görmesini önlemek üzere
Arapların bu adetini değiştirdi. Böyle bir yeminin varlığını kabul etmekle
beraber, kadının zarar görmesini önlemek için 'azamî dört ay süre' koydu. Bu
ayet ile Yüce Allah, aile ilişkilerinde yeminin etkinliğini ele alarak,
yeminden dönüşün hükmüne örnek vermektedir. O devrin Arap toplumunda zulüm
haline gelen aile hayatının problemlerini çözme gayreti Kur'an'ın getirdiği en
önemli değişimin müjdesini teşkil etmektedir. Aile hayatında erkeğin ağır
egemenlik hakları, kullanıldığında aileyi cehenneme çevirmekteydi.
Diğer taraftan bu
ayet, İslâm öncesi Arap toplumunda bir yemin kültürünün varlığına delildir.
Aslında ilk yemini Sad/82'ye göre şeytan yapmıştır: (Senin mutlak kudretine
yemin ederim ki, hepsini mutlaka azdıracağım).
İşte bu yemin,
varlıklar aleminde yemin kültürünün temellerini atmıştır. (Hanımlarına
yaklaşmamaya yemin edenler...)
Yüce Allah, aile
hayatının bir gerçeğini ele almaktadır. Kan-koca arasındaki ilişkilerde, durum
bu safhaya ulaşabilir. Çeşitli nedenlerle çıkan tartışmalar veya takınılan
tavırlar kocanın bu şekilde yemin etmesine neden olabilir. Hatta bu, erkeğin
egemenliğinden değil, kadının kocasını küçük görmesinden de kaynaklanabilir.
Hangi nedenle olursa olsun, ayet böyle olayların olabileceğini reddetmiyor.
(Azamî dört ay
bekleyebilirler).
Ayetin bu kısmı,
cinsel ilişkide bulunmama yeminini hukuka bağlamaktadır. Kur'an bizzat bu
durumu çözümleyen yazılı hukuk olma özelliğini taşımaktadır. Azamî dört ay
beklenebileceği hükmünü vermek suretiyle Yüce Allah, cinsel ilişki konusunda
gelişi güzel yemin yapılmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
Diğer taraftan koca
'dört ay' zarfında hanımına ihtiyaç duyabilir, yaptığının yanlış olduğunu
anlayabilir. Bu süre, aynı zamanda hanımına dönecek olan erkek için bir bakıma
ceza da olabilir. Gösterdiğimiz bu üç hikmet, aile ilişkilerinin ciddiyetini,
hassasiyet ve önemini vurgulamaktadır.
Hangi nedenle olursa
olsun, devamlı bir şekilde hanımının başında duran bir sopa gibi ila denen
yemini yapmanın doğru olmadığının da altı çizilmektedir. Dört ay sonunda iki
seçeneğin bulunduğunu bildiren Yüce Allah, ilk seçeneğin hanımına geri dönmek
olduğunu ifade etmektedir. Onun için yemin ile hanımına dönmeyi aynı ayette
zikrettiği halde, boşama seçeneğini bir sonraki ayette zikretmiştir:
(Eğer dönerlerse,
kesinlikle Allah af ve merhamet sahibidir).
Hanımının ağır bir
suçu olmadan, onunla cinsel ilişkide bulunmamak üzere yemin etmenin Allah
katmda bir günahı olmasaydı, ayetin sonunda gafur ve rahim sıfatları yer
almazdı. Bu durumdaki kişi, yemininden geri dönerse, Allah'ın af ve merhametine
muhatap olacağını bilmelidir. Yaptığı yanlıştan geri dönmenin bir erdem
olduğunu bildiren bu ayet, hukukta af kavramının önemini de vurgulamaktadır.
Eşine yaklaşmamaya
yemin eden kocanın karısına geri dönüşü, aslında 'dönme' manasına gelen
'tevbe'yi ifade ettiği için, 'af'ı harekete geçirmektedir. Şimdi bu ayetin
muhtevasından hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: Allah'ın affı ve merhameti,
düzelen aile ilişkileri sebebiyledir. Hatasını anlayıp eşine dönen koca,
ailesini af ve merhamet deryasına sokmaktadır. Allah'ın af ve merhametinin
anahtarı, düzelen aile ilişkilerinin elindedir.
[79]
227. Eğer boşamaya
karar verirlerse, şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
Yüce Allah boşama
konusunu da hukuka bağlamış ve Kur'an'ı bu konu için yazılı hukuk kaynağı
olarak belirlemiştir. İslâm öncesi Arap toplumunda, cemiyetin yapısı aşiret
olduğu için, hukukî meseleler örf-adetlere göre düzenleniyordu. Kur'an boşama
veya boşanma konusunu örf ve adetin elinden alarak yazılı ve evrensel
kurallara bağladı.
Türkçe'de 'boşama'
denen talak -ki sosyoloji dilinde buna ailenin yıkılışı denir- insanlığın
önemli meselelerinden biri olması hasebiyle medenî hukukun da önemli konulan
arasında yer almaktadır. Cemiyetin en küçük hücresi olan aile müessesesinin
sorunu olması nedeniyle de, sosyoloji bilimini yakından ilgilendirmektedir.
Diğer taraftan çocuğu ilgilendirdiği için, eğitimin ilgi alanına da
girmektedir.
Talak sözlükte neşeli,
keyifli ve mutlu olmak, ayrılmak, doğumda ağrı çekmek, salıvermek, serbest
bırakmak, başı boş bırakmak, koyvermek, kendi haline bırakmak, terketmek,
vazgeçmek, boşamak manalarına gelmektedir.
'Talk' kalıbından
alınınca doğum sancıları, zahmet çekmek, hür, açık, serbest, zapdedilmemiş,
engel koyulmamış, yasaklanmamış anlamlarına gelir.
'Tılk' şeklinde
alınırsa, müsaade edilir, kabule şayan manasını ifade eder. Talak çabuk
yürümek, yarış etmek, koşu yarışması anlamına gelmektedir.
'Mutlak' kalıbından
getirilince, serbest, sınırsız, mutlak, tamamen, kat'î surette, istisnasız,
hürmete layık anlamlarına gelir.
[80]
Şimdi talak kavramının
Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz:
1. Boşamak
(Kadınlarınızı
boşadığınızda). [Bakara/231]
Bu ayette talak
kelimesi, hukukî manada nikah bağının çözülmesi anlamına gelmektedir.
2. Öne atılmak
(İleri gelenleri öne
atıldı). [Sad/6]
Bu ayette kelime, bir
tartışmada, belli bir fikrin veya inancın lideri durumunda olanların, fikir ve
inançlarının tehlikede olduğunu gördüklerinde insanları inançlarında
tutabilmek için öne atılıp konuşma yapmalarını ifade etmek üzere
kullanılmaktadır.
3. Yola koyulmak
(Bunun üzerine yola koyuldular).
[Kehf/71]
Kelime, bu ayette ise,
belli bir şeyi birine öğretmek amacıyla, sefere çıkmak, yani eğitim amaçlı
gezi anlamına gelmektedir. Hz. Musa ile Allah'ın kendisine rahmet bahşedip
tarafından ilim öğrettiği kulun öğretim amaçlı geziye çıkmalarını ifade
etmektedir.
4. Gitmek
(Siz, ganimet vaad
eden bir savaşa katılmak için gittiğiniz zaman...) [Fetih/15]
Aslında burada
kelimenin anlamı 'yola çıkmak'tır; yani yapılacak büyük bir işe katılmak ve o
işi yapmak için evden ayrılıp yola çıkmayı ifade etmektedir.
5. Kekemeleşmek
(Ve göğsümün
daralacağından ve dilimin dolaşacağından). [Şuara/13]
Kekeme insan, meramını
yeterince anlatamaz. Burada dilin dolaşması, talak kavramının ıntılak
kalıbından getirilerek ifade edilmektedir.
Bütün bu manaları 'ta/a£=boşama'
konusuna bağlayarak şöyle izah edebiliriz:
Eşlerden biri,
özellikle erkek 'öne atılarak' nikah bağını çözmeye çalışmakta ve bu uğurda
yapılacakları yapmak için 'yola çıkmakta' ve böylece 'aile bağım' hukuka
'dolamaktadır'. 'Dilin dolaşması' gibi kan-koca arasındaki iletişimin de
dolaşması, yani kopması sözkonusu olduğu için boşama yoluna gidilmektedir. Dili
kekemeleşn Hz. Musa'nm göğsünün daralması gibi, kan-koca arasında da
iletişimin bozulması, göğüslerinin daralmasına sebep olmakta ve buna bir çıkış
yolu bulmaya çalışmaktadırlar. Onun için yapılacak bu işe talak adı
verilmiştir.
Demek ki talak
kavramı, psikolojik manada kekemelik, sosyolojik manada iletişim kopukluğu,
hukukî manada da bunlardan kurtulmanın çıkış yolu olmaktadır.
Talak konusunda
açıklanması gerekli olan en önemli konulardan biri de şudur: Koca hanımını
"Benden boşsun" diyerek boşayabilir mi, yoksa mahkemeye müracaat
etme zorunluluğu var mıdır? Halen İslâm aleminde, bir erkek hanımına üç kere
benden boşsun derse, hanımının boş olacağı hükmü caridir. Nice hanımlar,
erkeğin iki dudağı arasından çıkacak ve üç defa tekrarlanacak olan 'boşsun'
kelimesiyle haksızlığa uğramış ve uğramaktadır.
"Üçten dokuza
şart olsun benden boşsun" sözünü üç kere tekrar edince, kadının hiçbir savunma
hakkı kalmamakta, hukukî bir korumadan yoksun bulunmakta, insanlık ve hukuk
dışı bir muameleye maruz kalmaktadır. Kadının bir hata yapıp yapmaması önemli
değildir. Mesela erkek "Karım boş olsun ki bundan sonra sigara
içmeyeceğim" dese ve sonra içse karısı boş olur. Pişman olup geri dönmek
istediğinde ise hülle yaparak karısına dönebileceğine dair fetva verilmiştir.
Göstermelik nikah olan hülle, kadınm başka bir erkekle nikahlanıp sonra onun
tarafından boşanması ve eski kocasıyla tekrar nikahlanmasıdır.
Allah'ın hoşlanmadığı
talakı,[81] daha
da sevimsiz hale getiren bu uygulamalar, kadın için zulme dönüşmüştür.
[82]
Boşanma problemini
içinden çıkılmaz bir düğüm haline getiren hülle anlayışını ve uygulamasını
ortadan kaldırmak için, boşama konusunu Kur'an'ın ışığı altında incelememiz
gerekiyor. Bunun için Kur'an'm boşama konusunda gerçekleştirdiği köklü
değişimlere dikkat edilmesi gerekir; şöyle ki:
1. Talak
kavramı mahkemenin celselerini ifade etmektedir.
Kur'an, kocayı, boşama
hadisesinde hem taraf, hem de yargıç olmaktan çıkararak ona sadece mahkemeye
müracaat etme hakkı tanımıştır. Eşler arasındaki nikah bağını çözme yetkisini
kocadan alıp hukuka teslim etmiştir. Koca boşama davası açabilir, kadın da
ayrılma davası açabilir. Bunun en güzel uygulaması Ahzab/37'de görülmektedir:
Hz. Peygamber'in evlatlığı Zeyd ile Zeyneb'in evliliğinde, eşler ayrılmak
istemelerine rağmen, Hz. Pey-gamber'e müracaat etmeden boşanamadılar. Hz.
Peygamber, dönemin hakimi, yani kadısı olduğu için Zeyd ona başvurmuştur.
Rasûlullah Zeyd'i birkaç kere geri çevirdi, neticede ayrılık kararını Yüce
Allah verdi. Eğer Zeyd "Üçten dokuza şart olsun benden boşsun" deme
yetkisine sahip olsaydı, bunu yapardı.
Zeyd'in Hz.
Peygamber'e birkaç kere gelmesi, mahkemenin değişik zamanlarda yapılan
celselerini hatırlatmaktadır. Öyleyse üç talakla boşama, üç mahkeme celsesiyle
boşanabileceğini ifade etmektedir. Birinci ve ikinci celseden geri
dönülebilir. Bakara/229 ayeti buna işaret etmektedir. Esas boşanma üçüncü
celseden sonra gerçekleşir.
Nisa/35 ayeti
geçimsizlik sebebiyle boşanma meselesini ele almakta ve mahkemenin seyrini
göstermektedir.
2. Heyet
müessesesini koymuştur Nisa/35 ayeti şöyledir:
Eğer kan ile kocanın
aralarının açılmasından endişeye düşerseniz, bir hakem erkeğin ailesinden, bir
hakem de kadının ailesinden gönderin. Eğer iki taraf da aralarını düzeltmek
isterse, Allah onları uzlaştınr.
Ayette geçen
(hakemen min-ehlihî) ifadesine "erkeğin ailesinden bir heyet",
(hakemen min-ehlihâ) ifadesine ise "kadının ailesinden bir heyet"
anlamını vermek de mümkündür.
Ayette yer alan (eğer
endişe ederseniz) ifadesinin muhataplarının, ifadenin çoğul olması nedeniyle
üçüncü şahıslarlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu üçüncü şahıslar ise ilkel
toplumlarda toplumun hakim rolündeki kişileri, modern toplumlarda da
hakimlerdir.
Yüce Allah, hakimlerin
mahkemeyi nasıl devam ettireceklerine bile ışık tutarak, heyet kurmalarını
emretmektedir.
Bize göre Yüce Allah
bu ayetle hem jüri, hem de heyet müesseselerine işaret etmekte ve modern
mahkemenin yürüyüş sisteminin temelini atmaktadır.
Ahzab/299 ve Nisa/35
ayetlerini bir araya getirdiğimizde, boşama yetkisinin erkekten; erkeğin iki
dudağı arasından çıkacak sözcüklerden alınıp, objektif hukuka verildiği
anlaşılır. Özellikle Nisa/35 ayeti boşanma hukukunda 'heyet' kavramına işaret
etmekte, modern hukukun objektif temellerini atmış olmaktadır.
3. Şahitlik
ve yemin müessesesini getirmiştir
İslâm, nikahın geçerliliği
için şahidi şart koşmaktadır. Şahitlik müessesesiyle hukuklaşan bir evlilik,
şahitsiz çözülebilir mi? Talak/2'de geçen (içinizden de iki şahit getirin)
ifadesi, boşanma hukukunun bu müessesesini de kurmaktadır. Şahitlik müessesesi
mahkemeyi kendiliğinden gündeme getirmektedir.
Boşanma davasının
mahkemede olacağının diğer bir delili de, şahidi olmayana yemin düşeceği
hükmüdür:
Kendi hanımlarını zina
ile suçlayan, fakat kendilerinden başka şahitleri olmayan kimselere gelince;
bu suçlamayı yapanların her biri, doğru söylediğine dair, dört kere Allah'ı
şahit tutması, beşincisinde ise, eğer yalancılardansa Allah'ın lanetinin kendi
üzerine olmasını istemesidir. Kadının, dört kere Allah'a yemin edip, kocasının
iddiasında yalancı olduğuna Allah'ı şahit tutması, beşincisinde ise,
kocasısının iddiasmda doğru olması halinde, Allah'ın gazabının kendisi üzerine
olmasını istemesi, üzerinden cezayı kaldırır.
Bu ayetlerden
çıkarılacak önemli hükümler vardır: Hanımına zina isnad eden kişi, şahitleri
kime götürecek? Şahitleri bulunmayan kişiye teklif edilen beş yemin kimin
huzurunda yapılacak? Elbette ki mahkemede ve hakimin huzurunda.
Biri çıkıp "Nur
suresi'nin bu ayetleri zinanın cezasıyla alakalıdır; boşanmayla alakası
yoktur" diyebilir. O zaman, Nur/8'e bakılmasının gerektiği kanaatindeyiz.
O ayette dört kere yemin eden kadından zina cezasının kalkacağı ifade edildiği
halde; beşinci yemin niçin 9. ayette zikredilmektedir. Çünkü ceza, dördüncü
yeminde düşmekte, beşinci yemin ise talak için teklif edilmektedir. 7. ayette
erkek Han yapmakta, yani Allah'ın lanetinin üzerine olmasını dileyerek
yeminini tamamlamaktadır. Kadm ise beşinci yemininde Allah'ın gazabının
üzerine olmasını dilemektedir. İşte bu beşinci yeminler, boşanma davasına
yöneliktir, bunun neticesinde hakim onların evliliğine son verir.
Hanımına zina isnad
eden kişi "Üçten dokuza şart olsun sen benden boşsun" deme yetkisine
sahip olsaydı, bu ifadeyi kullanıp karısını boşayabilirdi. Şahit bulunmadığında
yeminle cezanın düşeceğini bildiği halde mahkemeye gitmesi neyi ifade
etmektedir? Nur/4'e göre, isnad ettiği zinayı isbat edemediğinde, -yemin de
etmediğinde- seksen deynek cezasına çarptırılır.
Allah'ın lanetini
üzerine alan eşlerin boşanmaları konusu, Hz. Peygamber'in huzurunda da cereyan
etmiştir. Abdullah ibni Ömer'den gelen bir rivayete göre, birbirine lanet ile
yemin eden karı kocaya Rasûlullah şöyle demiştir:
Hesabınız Allah'a
aittir. İkinizden biri yalancıdır. (Kocaya dönerek) Allah'ın lanetini üzerine
almakla, hanımının üzerindeki alâka ve kocalık hakkını kaybettin.[83]
Bu hadis Nur/6-9
ayetlerinde işaret edilen mahkemenin bir tatbikatı olmaktadır. Ayetler hükmü
bildirirken, hadis pratiği ifade etmektedir. Hz. Pey-gamber'e, hanımının zina
ettiğini söylemesi ve bu hususta lian yapması, mahkeme ve hakim huzuruna
çıktığını göstermektedir. Rivayetten, iki tarafın da Allah'ın lanetini üzerine
almaları üzerine Hz.Peygamber'in, ayrılmalarına karar verdiği anlaşılmaktadır.
Zina gibi ağır bir suç/günaha rağmen erkek, hanımını üç talakla boşayabilseydi,
Hz. Peygamber'e niçin müracaat etsin? Bu durumda bile, hakime baş vurmak
zorunluluğu vardır ve bu medenî hukukta Kur'an ve hadisin yaptığı bir
devrimdir.
IV. Boşama
hakkı
Boşamak için mahkemeye
müracaat etme hakkı kocaya, ayrılmak için mahkemeye müracaat hakkı da kadına
aittir. Bazı alimler, Bakara/23l'de yer alan "kadınları
boyadığınızda" ifadesinden, boşama hakkının mahkemeye gitmeden kocaya ait
olduğu hükmünü çıkarmaktadırlar. Bu ayeti, "Ey Peygamber! Kadınları
boşayacağınız vakit" [Talak/l] ifadesiyle bir araya getirerek düşünmekte
yarar vardır. Bu ayetin, talak hukukunun mahkemede ve mahkemeden sonra nasıl
cereyan edeceğini bildirmek üzere nazil olduğu anlaşılmaktadır. Yoksa Hz.
Peygamber, hanımlarından hiç birini boşamamıştır. O zaman bu hükmün Peygamberle
ne alakası olduğu sorulabilir. Cevaben deriz ki: Yüce Allah boşama hukukunu
nasıl tatbik edeceğini -hakim olması hasebiyle- Hz. Peygamber'e öğretmektedir.
Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilmiştir:
Rifaa'nın karısı Hz.
Peygamber'e geldi ve "Ya Rasulallah! Rifaa beni boşa-mıştı, ben de
Abdurrahman b. Zübeyr ile evlendim. Fakat Abdurrahman'ın erkeklik organı şu
elbise saçağı gibidir" dedi. Hz. Peygamber de "Sanırım sen eski
kocana dönmek istiyorsun. Fakat Abdurrahman senin balcağızından, sen de onun
balcağızından tatmadıkça bu olamaz" cevabım verdi.[84]
Bu hadisten konumuzla
ilgili şu sonuçlan çıkarabiliriz:
a.
Boşanmanın en önemli sebeplerinden biri cinsel gücün olmamasıdır.
b. Bir kadm
o zamanın hakimi olan Hz. Peygamber'e gelebiliyor, kocasının durumunu
anlatarak ayrılma talebinde bulunabiliyordu. Bu da bizim için, kadınm eşinden
ayrılma davası açabileceğine delildir.
c. Bir kocadan ayrılıp
ikinci koca ile evlenen kadın, ikinci kocasıyla cinsel ilişkide bulunmadan
boşanıp birinci kocasına dönemez.
îbn Abbas'tan şöyle
rivayet edilmiştir:
Sabit b. Kays'ın
hanımı Hz. Peygamber'e gelerek kocasından ayrılmak istediğini söyledi. Hz.
Peygamber, kocasının ona verdiği bahçeyi geri verip veremeyeceğini sordu,
kadın verebileceğini söyleyince Hz. Peygamber, Sabit b. Kays'a, bahçeyi
almasını ve bir talak ile kadım boşamasını söyledi.[85]
Keza Hz. Peygamber şu
sözüyle de kadının kocasından ayrılma talebinde bulunabileceğini, yani
mahkemeye müracaat edebileceğini gündeme getirmiş ve hükme bağlamıştır:
Hangi kadın çok ciddi
bir sebep yokken kocasından boşanma talebinde bulunursa, bilsin ki cennetin
kokusu kendisine haramdır.[86]
Bu hadisten de şu
sonuçlan çıkarabiliriz:
a.
Kadının ayrılma davası açma hakkı olmasaydı,
Hz. Peygamber böyle söyler miydi? Hadis hem kadma bu hakkı tanıyor ve hem de
engelini de tes-bit ediyor.
b. Kocasının
yanında kadın, Hz. Peygamber'e kocasından ayrılma davası açıyor. Hz. Peygamber,
yani kadı/hakim, mehri geri verip veremeyeceğini soruyor, olumlu cevap alınca
kocasına boşamasını emrediyor.
Demek ki, kadın
ayrılma davası açtığında ayrılık bir celsede gerçekleşmektedir. Koca boşama
davası açınca üç celse, kadın ayrılma davası açınca tek celse yapılabiliyor,
hatta kocanın boşamasında üç celse şarttır. Boşanma davasında esas neden
sevginin yokluğudur. Bu hadis, bir kadın mahkemeye müracaat edip hakime,
"Kocamı sevmiyorum" derse, hakimin boşama kararı vereceğine de delil
teşkil etmektedir. Ama kadın, evlenirken aldığı mehri geri vermelidir.
Bu iki hadis bir araya
getirilince ortaya şu netice çıkmaktadır: Cinsel zayıflık ve sevgisizlik,
kadının kocasına ayrılma davası açması için önemli nedenlerdir. Bu hükümden
bir adım daha ileri gidersek, kadının kocasına ayrılma davası açabileceği
gerçeğini yakalarız. İşte bu, İslâm'ın kadın haklarında, boşanma hukukunda
yaptığı en önemli devrimlerden biridir.
[87]
Kadın haklarının en
çok çiğnendiği alanlardan birinin boşanma hukuku olması nedeniyle Kur'an,
koyduğu bütün kuralları ile erkeğin boşamasına bazı engeller getirmektedir.
1. Allah
Teala Bakara/226'da hanımına yaklaşmamaya yemin eden kimsenin, azamî dört ay
bekleyebileceğini, sonra ya geri dönmesi, ya da ayrılması gerektiğini ifade
esnasında 'af-merhamet' sıfatlarını, geri dönmeyip ayrılması durumunda da,
'işitme-bilme' sıfatlarım zikretmektedir. Böylece, haksız yere hanımını
boşayanın ne dediğini işittiğini, ne yaptığını bildiğini, karşılığını da ona
göre vereceğini ifade etmiş olmaktadır. Ayetlerin sonunda zikredilen Allah'ın
sıfatlan, Cenab-ı Hakk'ın lian'a (karısına yaklaşmama yeminine), boşanma ve
geri dönüşe karşı tavrını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna göre
Allah'ın merhamet ve affı, lian yapan kocanın hanımına dönmesi ortamıyla;
işitme ve bilmesi ise dönmeyip ayrılmaya karar verdiği ortamla alakalı olarak
zikredilmektedir.
Hz. Peygamber ciddi
bir sebep olmadan kocasından ayrılma davası açan kadına, cennet kokusunun haram
olacağını belirtmekle, boşanmanın önüne büyük bir engel koymuştur. Bu engeller
de, boşanmanın hukukî boyutları arasında yer almaktadır.
[88]
228. Boşanmış
kadınlar, evlenmeksizin, üç ay hali boyunca bekleyeceklerdir. Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri
onlara helal olmaz. Ve bu süre zarfında barışmak isterlerse, kocalarının
onları almaya öncelikle haklan vardır. Erkeklerin, adalet ölçülerine göre
kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları
vardır. Yalnız erkekler kadınlar üzerinde bir üstün dereceye sahiptirler. Allah
kudret ve hikmet sahibidir.
Boşanma davasının
sonuçlanmasından sonra kadını ilgilendiren bazı kurallar koyan bu ayet,
boşanma hususunda ne derece ince noktalara kadar inil-diğini göstermektedir.
[89]
1. Boşanan
kadının itauT (el-mutallakat) uyması gereken birinci kanun, (üç ay hali
beklemek)tir. Boşanan kadın hayız görecek yaşta ise, üç hayız gördükten sonra
başka biri ile evlenme hakkına sahip olur. Ayetin devamında da, boşanan
kadının hayızdan kesilmiş biri olması halinde id-det müddetinin ne kadar olduğu
ifade edilmiştir.
2. Boşanan
kadının uyması gereken diğer bir kanun da, ayetin şu kısmı ile
belirlenmektedir:
(Allah'a ve ahiret
gününe inanıyorlarsa, Allah'ın onların rahimlerinde yarattığını gizlemeleri
onlara helal olmaz).
Birinci hükmün hikmeti
buradan anlaşılmaktadır: Genç kadınların gebe kalma ihtimali olduğu için, üç
hayız müddetinde gebe olup olmadıkları anlaşılmış olacaktır. Karnındaki
çocuğun boşandığı kocasına.ait olduğu ortaya çıkacak ve böylece çocuğun nesebi
belirlenmiş olacaktır. Bu hükümden hareketle, hayızdan kesilmiş bir kadının
boşanması halinde üç hayız müddeti beklemesi gerekmediğini söyleyebiliriz.
Yüce Allah, boşanan
kadının gebeliğini gizlemesinin helal olmadığını, Allah ve ahirete iman edenin
bunu yapmayacağını/yapmaması gerektiğini ifade etmektedir. Ayetteki 'gizleme'
kavramı, gebelik nedeniyle talibinin çıkmayacağını düşünerek, çocuğu aldırmayı
veya düşürmeyi de kapsamına ala-labilir. Tabii ki bu gizliliğin esası, çocuğun
önceki kocasından olduğunu gizleyip, sonraki kocasına ait olduğunu
söylemesidir. Bu entrikalar, sonraki evliliğinin şüpheler üzerine kurulmasına
sebep olacağı için, Allah Teala konuyu kadının menfaatine önemsemekte, kadının
bu hatayı yapmaması için iman ile kontrol etmektedir. Böylece imanın sosyal
hayattaki önemli görevlerinden biri ortaya çıkmaktadır. Cenab-ı Hak, kadının
karnında yarattığı varlığı, iman ile koruma altına almakta; böylece iman, var
olma ve varlığını sürdürmek için çocuğu korumakla hayatın temeli olmaktadır.
3. Bansın
getirileri vardır
(Bu iddet bekleme
süresi içinde barışırlarsa, kocaları onları geri almaya herkesten daha
layıktır).
Ayetin bu kısmından
elde edilecek genellemeler vardır: Boşanma davasında kadının her temizlik
devresinde, hakim bir celse yapacak; üç temizlik döneminde üç celse yapılıp
boşanma gerçekleştirilecektir. Böylece Yüce Allah üçüncü celseye kadar eşlerin
barışma yollarını açık tutmaktadır.
4. Hakların
durumu
(Erkeklerin meşru
surette kadınlar üzerindeki haklan gibi, kadınların da onlar üzerinde haklan
vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerindeki haklan bir derece fazladır).
Yüce Allah bu ayetle
kadın haklannı insanlık tarihinde gündeme getirmiştir, îlkel bir toplumda,
kadmın horlandığı, itilip-kakıldığı, sosyal konumunun olmadığı bir ortamda
hakkının öne çıktığını görüyoruz. Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir
toplumda kadının erkek üzerinde hakkı olduğunu Allah'tan başkası söyleyemezdi.
İlahî vahiy erkeğin
kadın, kadının da erkek üzerinde hakkı olduğunu bütün insanlığa ilan ettiğinde
kadınlar alemine bir güneş doğmuştu. Yüce Allah'ın 'hak' kavramını, talak ile
alakalı hükümlerini koyarken ilan etmiş olması da dikkat çekici bir husustur.
Yüce Allah ayetin bu
kısmında başka bir konuya dikkat çekerek, (Erkeklerin kadınlar üzerinde bir
derece farklan vardır) buyurmaktadır. Bu derece farkının nereden
kaynaklandığını müfessirler ayetlere dayanarak beyan etmişlerdir. Bize göre bu
derece farkı, bu ayetin muhtevası içinde aranmalıdır.
Boşanan kadının üç
iddet dönemi beklemesinin emredilmesinin esas sebebi, gebe olup olmadığının
tesbit edilmesine yöneliktir. Kadın gebe ise, erkekle müşterek olan bir
varlığı taşımaktadır. Kadına ait bir varlığı taşımadığı için erkek, kadın
üzerinde bir derece fazla hakka sahip olmaktadır. Kadımn, karnındaki çocuğun
boşandığı erkeğe ait olduğunu gizlememesi ve onu dünyaya getirmesi, erkeğin
kadın üzerindeki ilave bir hakkıdır.
Erkeklerin kadınları,
yani namuslarını korumaları uğruna canlarını vermeleri de bir hak
doğurmaktadır. İşte bunun da, ilave hakkın içine konması gerekir.
Bakara/228'de talak
hukukunda, iddet bekleme, gebeliği inkar etmeme, barış yapıp geri dönme, kadın
ve erkeğin birbirlerinin üzerindeki haklan ve erkeğin bir derece hakda ileri
olması konulan düzenlemektedir. Allah Teala ayetin sonunda (mülkünde galip)
diye tercüme ettiğimiz aziz ve (her şeyi yerli yerinde yapan) diye
çevirdiğimiz hakîm sıfatlarını zikretmiş; böylece, bu konudaki devrimi yapacak
güçte olduğunu ve koyduğu hükümlerin yerli yerinde olduğunu vurgulamıştır.
[90]
229. Boşama iki
defadır. Ondan sonra ya iyilikle tutmak veya güzellikle ayrılmak gerekir.
Kadınlara mehir olarak verdiğiniz bir şeyi geri almanız helal değildir. Meğer
ki eşler, eşlik haklarını yerine getirememekten korkmuş olsunlar. Yalnız erkek
ve kadının, Allah'ın sınırlarında durmayacaklarından korkarsanız, o zaman
kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede (hakkından vaz geçmesinde) ikisine de
bir günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Sakın bunları aşmayın.
Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, onlar zalimlerdir.
Bu ayet talak
hukukunda bazı düzenlemeler yapmaktadır. Bunlar, mahkeme safhasından
başlayarak, boşanacak ve boşanmış eşler arasında uyulması gerekli olan ana
kuralları açıklamaktadır. Yüce Allah bu kanunların çiğnen-memesini emretmekte
ve bu emri gözardı edeni zalim olarak nitelendirmektedir. Peki bu kanunlar
hangileridir?
[91]
1- (Boşanma
iki defadır. Ondan sonra ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmak gerekir).
Cenab-ı Hak daha önce,
boşanma davasının üç mahkeme celsesinden sonra gerçekleşeceğini ifade
buyurmuş, bu ayette ise üçüncü celseden evvel geri dönülebileceğini hükme
bağlamıştır. "Boşama iki defadır" ifadesini, "Geri dönüşü olan
boşanma davasının celseleri ikidir" şeklinde anlamamız mümkündür. Buna
göre boşama davasmı açan koca, mahkemenin birinci celsesinden sonra da, ikinci
celsenin sonunda da davasından vazgeçebilir.
âvrüfi (iyilikle
tutmak) ibaresi, bunu ifade etmektedir. Allah Teala ayetin bu kısmında ilginç
bir ibare kullanmakta; 'maruf ile tutmak' buyurmaktadır. Maruf ile tutmak ise,
boşama davasından vazgeçildikten sonra hanıma kötülük yapılmaması; iyiliğin
aile hayatına geri dönmesi anlamına gelmektedir.
(yahut iyilikle salmak)
ifadesi, üçüncü celse yapıldığında, artık geri dönmenin mümkün olmadığını ifade
etmektedir. Burada da Yüce Allah ihsan (iyilik) kavramını kullanmaktadır.
Aslında maruf ile ihsan hemen hemen aynı anlamı ifade etmektedir.
Müslümanın karısını
boşamasında da, tutmasında da eksen değer iyilik olmalıdır. Kader birliği ile
kader ayrılığı bu değeri yerinden oynatmamalıdır. Ayrılışında ve yeniden
birleşmesinde maruf ve ihsan üzere davranan kimse, imanını isbat etmiş olur.
Yüce Allah ayetin
devamında ayrılan eşlerin biribirine karşı nasıl davranacaklarını hükme
bağlamakta ve böylece, "iyilikle salma" ifadesinin tefsirini
yapmaktadır.
2. (Ve
kadınlarınıza verdiklerinizden her hangi bir şeyi geri almanız size helal
değildir).
Allah Teala, erkeğin
hanımına evlenirken verdiği mehir ve elbise gibi eşyaları geri almaması
hükmünü koymakla 'ihsan' kavramının manasına kısmen açıklık getirmektedir.
Nisa/19'da aynı mana
başka kelimelerle ifade edilmektedir:
Kendilerine verdiğiniz
şeylerin bir kısmını almak için kadınları zorlamayın.
'Size helal değildir'
ifadesiyle 'zorlamayın' ifadesi, hemen hemen aynı derecede bir hükmü beyan
etmektedirler. 'Zorlamayın' veya 'Size helal değildir' emirleri birbirini
açıklamaktadır. Kocanın boşama esnasındaki ihsanı, ona verdiği şeyleri geri
almamasıdır. Yüce Allah bir istisna hüküm getirmekte ve bu istisnayı çok
önemli bir şartın üzerine oturtmaktadır:
(Allah'ın koyduğu
sınırlan koruyamamaktan korkmaları hali dışında...)
Cenab-ı Hak eşlerin,
Allah'ın sınırlarını koruyamamaktan korkmasını, kocanın hanımına verdiği
şeyleri almaması hükmünün istisnası olarak zikretmektedir. Allah'ın hududunu
korumanın ne anlama geldiğini Nisa/l 9'dan öğreniyoruz:
(Arayı açacak bir
fuhuş işlemiş olmaları müstesnadır).
Aynı durumu, Talak/l
'de de müşahede ediyoruz. Demek ki 'Allah'ın hududu', 'fuhuştan sakınma'
anlamındadır. Fuhuş yapan, Allah'ın hududunu koruyamamış demektir. 'Allah'ın
hududu' kavramına yönelik bir diğer izahı da Talak/2'de buluyoruz:
(İçinizden adalet
sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın).
Şahitlikte adalet ve
şahitliği Allah için yapmak da, Allah'ın koyduğu sınırlardandır. Böylece bu
ayetler "Allah'ın hududunu koruma"nın ne manaya geldiğini
açıklayarak; fuhuştan sakınma, Allah için adil şahitlik yapmak olduğunu tesbit
etmiştir. Kan-koca arasında bu endişeler devam ederken Yüce Allah, üçüncü
şahıslan devreye sokmakta ve onlara da şöyle buyurmaktadır:
3. (O halde,
kan ile kocanın Allah'ın koyduğu sınırlan koruyamayacaklanndan korkuyorsanız,
kadının kocasına fidye vermesinde her iki taraf için de günah yoktur).
Ayetin bu kısmından
çıkartılacak sonuçlan şöyle sıralayabiliriz:
a. Allah
Teala'nın (korkarsanız) ifadesinin muhatabı -hitap çoğul olduğu için- kan-koca
dışındaki üçüncü şahıslardır. Bu üçüncü şahıslar ise hakim, mahkemenin
bulunmadığı dönemlerde de toplumun ileri gelenleri olabilir, ama modern
toplumlarda bunların hakimler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yüce Allah
modern hukuk müesseselerinden olan mahkemeyi, ayetin bu kısmındaki hitabıyla
kurmuş olmaktadır. Böylece boşanma hukukunda mahkemeyi devreye sokmuş,
hakimlerin endişesini de değerlendirme alanına almıştır.
Bunun en güzel örneği,
-yukarda kadının boşanma davası açabileceğini açıklarken zikrettiğimiz- Sabit
b. Kays'ın hanımının Hz. Peygamber nezdin-de açtığı ayrılma davasıdır.
b. Kadın
kocasına ayrılma davası açabilir; kadın boşanmak için kocasına bazı şeyler
verebilir. Bakara/229, ayette buna fidye adı verilmiştir.
Hz. Peygamber, Sabit
b. Kays'ın karısının -kocasının verdiği bahçeyi iade ederek- ayrılmasına
hükmetmiştir.[92]
Sabit'in hanımının,
imam bırakıp küfre dönmekten ne kadar nefret ediyorsa, Sabit'ten de o derece
nefret ettiğini söylemesi üzerine Hz. Peygamber, Sabit'in verdiği bahçeyi iade
etmesini emretmiş. Kadın da bu emri yerine getirince boşanmalarına karar
vermiştir.
4. (Bu
verilen hükümler Allah'ın sınırlarıdır. Sakın o sınırları aşmayın).
Yüce Allah boşanma
davasıyla ilgili bazı hükümler koymuş ve bunları 'Allah'ın sınırlan' olarak
vasıflandırmıştır. Boşanmanın ilk iki celsesinde geri dönülebileceği,
dönülmesi halinde ise iyilikle tutulacağı; üçüncü celseden sonra geri dönüşün
olamayacağı; ve artık iyilikle bırakılacağı, hanıma verilenlerin -fuhuş
yapmaları hali müstesna- geri alınamayacağı; kan-kocanın Allah'ın sınırlarını
korumada gerekeni yapmayacakları hususunda toplumun ileri gelenleri veya
hakimlerinde bir endişe varsa kadının aldığı şeyleri kocasına iaede etmek
suretiyle serbest kalabileceği hükümleri Allah'ın sınırlarını teşkil
etmektedir.
Bu sınırlar/hükümler,
kan ve kocanın haklannı koruma hususunda hukukî değerleri oluşturduğu için,
Yüce Allah onlara dokunulmamasını istemektedir. Bu hükümler, bağımsız bir
devletin sınırlarını andırmaktadır. Bağımsız bir devletin sınırlarına tecavüz
savaş ilamdır. İşte bağımsız bir devlet gibi sınırlara sahip olan bu hükümlere
tecavüz etmek de, hukuka savaş açmak demek olduğundan, Allah tarafından zalim
damgasının vurulmasına sebebiyet vermektedir. Cenab-ı Allah, kadın ile erkeğin
bağımsız haklara sahip olduklarını ilan etmek suretiyle, örf ve adetle idare
edilen aşiret toplumundan modern topluma geçişin kapısmı aralamış ve kadın
haklarını hukukî alana taşıyarak erkeğin elinden çektiği ızdıraplara ayrılma
hakkı vermek suretiyle son vermiştir.
5. (Kim
Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerdir).
Allah'ın koyduğu
hududu aşanlar; ayette belirtilen hükümlere aldırış etmeden hanımını boşamaya
kalkan koca, boşama hukukuna riayet etmeyen kadın ve bunların boşanmasında hata
yapan hakimlerdir.
[93]
230. Eğer erkek kadını
üçüncü defa boşarsa, ondan sonra kadın bir başkası ile evlenmedikçe, onu alması
kendisine helal olmaz. İkinci kocası da onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını
koruyacaklarına inandıkları takdirde, eski karı-ko-canın yeniden evlenmelerinde
bir sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları, öğrenmek
isteyenler için açıklıyor.
Ayetteki (eğer
hanımını boşarsa) ibaresi, bir önceki ayette yer alan (yahut onu iyilikle
bırakmalı) ibaresiyle eş-anlamlıdır. Her iki ibare de, mahkemede gerçekleşecek
olan üçüncü celseden sonraki durumu hükme bağlamaktadır. 'Üçüncü defa boşamak',
mahkemede üçüncü celseyi yapmayı ifade etmektedir. Birinci talak (boşama),
ikinci talak ve üçüncü talak, kavramları mahkemenin birinci, ikinci ve üçüncü
celselerini ifade etmektedir. Kadının üç temizlik devresinde boşanmasının
manası budur. Ayrılma davası açan kadının, bir celsede boşanma ihtimali var,
ancak boşama davası açan erkeğin bir celsede boşama ihtimali yoktur. Bir
önceki ayetin tefsirinde bu husustaki delilleri ortaya koymuştuk.
(Kadın, başka bir
erkekle evlenmedikçe, bir daha kocasına helal olmaz).
Asırlardır insanların
tatbik edemediği hüküm budur. Boşamanın yanlış anlaşılması ve yanlış tatbik
edilmesi, hülle adetine kapı açmıştır. Boşamayı, erkeğin iki dudağı arasından
çıkacak üç kelimeye bağlamanın hatası çok vahim olmuştur.
İslâm aleminde,
hanımlarına kızan erkekler "Üçten dokuza şart olsun sen benden
boşsun" derler ve sonra pişman olup hocalara koşarlar; neticede 'hülle'
yani hileli nikah ile hanımlarını geri alırlar. Hülle, üç talakla boşanan kadının,
bir erkekle zahiren nikahlanması, sonra da ayrılarak kocasına dönmesidir. Bu,
Yüce Allah'ın hududuna tecavüz etmektir. Cenab-ı Hak, üç talakla boşanan bir
kadının, -bir başkasıyla gerçekten evlenip onun tarafından da boşanmadıkça-
eski kocasına dönmesinin mümkün olmadığını açıkça bildirmiştir. 'Hülle' ile,
Allah'ın koyduğu hükmü çiğnemek ve kendi arzularına uydurmak bir zulümdür.
Eğer boşanma mahkemede
üç celsede gerçekleşseydi; hakim her temizlik döneminde bir celse yaparak üç
ayda veya üç ayda bir celse yaparak dokuz ayda boşasaydı, birinci veya ikinci
celseden sonra pişman olan erkek hülle gibi iğrenç bir yola başvurmak zorunda
kalmadan karısına dönebilirdi. Boşanma ile ilgili hükümler doğru bir şekilde
uygulanmadığından, kadm, erkeğin ağzından çıkan bir kelimeyle boş olduğundan,
hülle yoluna müracaat edildi. Asırlardır kadınlar, hulle'nin ızdırabım çekmiş
ve hâlâ da çekmektedirler.
(İkinci kocası da onu boşarsa, eski
kan-kocanın Allah'ın koyduğu sınırları koruyabileceklerine inanmaları şartıyla,
birbirlerine dönmelerinde ikisi için de bir günah yoktur).
[94]
Demek ki, Yüce Allah,
boşanan kadının eski kocasına dönebilmesini birtakım şartlara bağlamıştır.
Şöyle ki:
a. Hileli
yollarla değil normal bir şekilde başka bir erkekle evlenip, ondan da normal
şartlar altında boşanmış olması,
b. Allah'ın
koyduğu sınırlan/hükümleri muhafaza edebileceklerine dair düşünce ve
iradelerinin bulunması.
Birinci şart yerine
gelmemişse, ikinci şartın olması, onları birbirine helal kılmaz. Onun için
birinci şart, meselenin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
(Bunlar, bilenlere
Allah'ın açıkladığı sınırlardır).
Yukarıda maddeler
haline sıraladığımız hükümler, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Allah bilen bir
topluma bunları açıklamaktadır. Aslında sadece bu hükümler değil, 225. ayetten
itibaren Allah'ın koyduğu hükümlerin tümü Allah'ın sınırlarını
oluşturmaktadır. Ayetin sonundaki "bilen bir toplum" ifadesi,
anlayan ve anlama gayretinde olan manasına gelir. Demek ki, Cenab-ı Allah'ın
koyduğu ve hikmetini beyan ettiği bu hükümlerin muhatabı anlama ve kavrama
yeteneğine sahip olanlardır. Hukuk eğitiminin seçkin öğrencilere yapılması, bu
bilgilerin anlama ve kavrama yeteneği iyi olanlara verilmesi en doğrusudur.
Zira aile hayatıyla ilgili nazik hükümleri ve hikmetlerini, anlama yeteneği
zayıf olan kimselere açıklamanın bir faydası olmaz.
[95]
231. Böylece kadınları
boyadığınızda ve onlar bekleme sürelerini bitirdiklerinde, artık onları ya
iyilikle tutun veya iyilikle bırakın. Ama arzuları hilafına, eziyet etmek için
alıkoymayın. Kim böyle yaparsa kendine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini
oyuncak yerine koymayın. Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için
indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan sakının ve Allah'ın her şeyi
hakkıyla bildiğini bilin.
Boşanma hukukunun
başka bir boyutunun ele alındığı bu ayette, kadına zulüm olmaması için nelerin
yerine getirilmesi gerektiği açıklanmaktadır.
1. Bekleme
süresini bitiren kadının durumu
Mahkemede üçüncü
celsenin sonunda boşanan bir kadın, Bakara/228'de geçen şu ifadeye göre üç
temizlik dönemi geçirmelidir:
(Boşanmış kadınlar,
evlenmeksizin üç ay hali boyunca bekleyeceklerdir).
İşte 231. ayette yer
alan "Bekleme sürelerini bitirdiklerinde" ifadesi, bunu
açıklamaktadır. Bekleme süreleri, 228. ayette 'üç hayız dönemi' olarak
belirlenmişti. Demek ki 231. ayet, boşanmış ve üç hayız dönemini tamamlamış
kadının durumunu ele alıp incelemektedir.
2. (Artık
onlan, ya iyilikle tutun veya iyilikle bırakın). 231. ayetin bu kısmı ile 229.
ayetin ' (Ondan sonrası ya
iyilikle tutmak, ya
iyilikle salmaktır) ifadesi arasında fark olup olmadığı, aynı konunun tekrar
edilip edilmediği hususunda alimlerin farklı görüşleri bulunmaktadır. Bu
görüşlerin ayrıntılarına girmeden konuyu ele almayı uygun buluyoruz. 229.
ayetteki talak (boşanmanın celseleri) ikidir. Ondan sonra iyilikle tutulması
veya iyilikle bırakılmasına dair hüküm, geri dönüşü mümkün olan ikinci celseden
sonraki seçenekleri göstermektedir. Koca, birinci ve İkinci celseden sonra
boşama davasından vazgeçip aile hayatını devam ettirme seçeneğine sahip olduğu
gibi, davasından vazgeçmeyip üçüncü celsenin yapılmasını isteyebilir. 229.
ayette yer alan 'iyilikle bırakmak' ifadesi, üçüncü celseyi, yani talakla
boşamayı ifade etmektedir.
Ama 231. ayette geçen
'tutma' ile 'bırakma' farklı döneme işaret ettiği için farklı manalara
gelmektedir: Bu ayette üçüncü celseden sonra kesin olarak boşanmış olan
kadının durumu ele alınmakta ve bekleme süresi olan üç ayı bitirdikten sonra
nasıl davranacağı açıklanmaktadır. Buradaki 'tutmak', evliliğini sürdürmek
anlamına gelmemektedir. Boşanmış kadınm, akrabası ve döneceği bir baba evi
olmayabilir. Dolayısıyla 'tutmak', kolundan tutup kadını sokağa atmamayı, kalma
zorunluluğu olması durumunda iyilikle tutmayı hükme bağlamaktadır.
Diğer taraftan da
iddeti bitince kadının serbest kalmasını, geçimini temin edecek imkanlara
sahipse, iyilikle bırakılabileceğini hükme bağlamaktadır. Ayetin bu kısmında,
ayrılmış eşlerin -özellikle kocanın- birbirlerine karşı medenî bir şekilde
davranmaları, iki düşman gibi davranmamadan, geçmişte yaşadıkları güzel günlere
saygı gereği iyilikle muamele etmeleri öğütlen-mektedir.
Kur'an, boşanma gibi
sevilmeyen bir olayda bile eşlerin birbirlerine karşı nasıl davranmaları
gerektiği konusunda da bir devrim yapmıştır. Tutmanın da, bırakmanın da
iyilikle olmasını emreden Kur'an eşlerin, boşanma esnasında da, boşanma
sonrasında da iyilikten ayrılmamalarını tavsiye etmektedir. Boşanma olgusunda
beşerî arzular rol oynayınca, taraflar birbirine düşman kesilir, ama ilahî
irade rol oynayınca, değil düşmanlığın kalkması, iyiliğin hakim olması zorunlu
hale gelir.
3. (Ama,
arzulan hilafına eziyet etmek için alıkoymayın).
Yüce Allah'ın buradaki
hükmü 229. ayette geçen j£iii^> (iyilikle tutmak) ifadesine denk
düşmektedir. 'Arzulan hilafına, eziyet etmek için alıkoymayın' demek,
'iyilikle tutun' demektir. Böylece Yüce Allah, konuyu hem olumlu yönüyle gündeme
getirmiş, hem de olumsuz emriyle kuvvetlendirmiştir.
Allah Teala 231.
ayetin bu kısmı ile, boşanan kadının arzusu hilafına bir muamele yapılmasının
doğru olmayacağını hükme bağlamıştır. Bu durum da, kadın haklarının
iyileştirilmesi konusunda büyük bir değişimi ifade etmektedir. Arzusu hilafına
kadını tutma hususunda ise, ayetin devamında şöyle denilmektedir:
4.
(Çünkü böyle bir davranışta bulunan kendine
zulmetmiş olur).
'Kendisine zulmetmiş
olur' ifadesi, 'kendisine yakışmayan harekette bulunmuş, kendisine haksızlık
etmiş olur' anlamına gelmektedir. Arzusu hilafına kadını tutan kişi, aslında
kendisine zulmetmekte, Allah'ın hükmüne karşı gelmekte ve medenî ilişkileri
bozmaktadır.
Boşanma hukukunda
taraflardan biri olan erkeğin, kadının tercihini çiğneyerek yapacağı bir
uygulama, geri teperek kendine zulüm halini almaktadır. Böyle bir davranış
sadece kendine zulmetmek değil, ayrıca Allah'ın ayetlerini eğlence yerine
koymaktır:
5. (Allah'ın
ayetlerini eğlenceye almayın).
Arzusu hilafına kadını
tutan kimse, hem kendine zulmetmiş, hem de Allah'ın ayetlerini önemsememiş,
alaya almış olur. Cenab-ı Hak, 'böyle yaparsanız, Allah'ın ayetlerini
eğlenceye alırsınız' demiyor da; 'Allah'ın ayetlerini eğlenceye almayın'
diyerek, olumsuz emir cümlesiyle kesin hale getiriyor.
Boşanan kadının
iyilikle tutulması veya iyilikle bırakılması, Allah'ın ayetlerinin eğlence
yerine konulmaması gibi hükümlerin yerine getirilebilmesi için de şöyle
buyuruluyor:
6.
(Allah'ın size olan nimetini hatırlayın).
Buradaki 'hatırlamaya',
'düşünme' manasını verebiliriz. Kocanın, boşadı-ğı kadına bir haksızlık
yapmaması için, Allah'ın ona olan nimetini hatırlaması, yani düşünmesi
gerekir. Bu hatırlama veya düşünme onu yanlış hareketten alıkoyacaktır. Yüce
Allah, ayetin ilk bölümlerinde vermiş olduğu hükümlerin yerine getirilmesi
için düşünceyi harekete geçirmektedir. Allah'ın insana olan ve üzerinde
düşünülmesi, yani hatırlanması gereken nimetler ise, tüm dünyevî ve uhrevî
nimetleridir. Fakat 'nimet' kavramını burada biraz daha özelleştirerek,
boşadığı hanımı ile daha önce yaşamış olduğu 'mutlu hayat' olarak anlamak
mümkündür. Allah Teala ayetin ilk kısmında verdiği hükümlerle, kadının
hakkını, koza gibi koruma altma almıştır. Koca, daha önceki hayatını
hatırlayarak, bu kozayı mahvetmemelidir. Böylece Yüce Allah, bosanma hukukuna
'düşünme' gibi zihin ve gönül eylemini de katmaktadır. Bunun anlamı şudur:
Boşanma gibi, sevilmeyen bir hadisede bile, müslüman zihin ve gönül dengesini
bozmamalı ve Allah'ın hükümlerine muhalefet etmemelidir. Diğer taraftan ilahî
hükümlerin ev sahipliğini, düşüncenin yaptığı; ilahî hükümlere ters düşmenin,
onları eğlenceye almak olup bunun da düşüncesizliğin eseri olduğu
vurgulanmaktadır. İşte bu düşünce, boşadığı hanımına karşı adil davranmayı, haklarına
riayet etmeyi ve düşmanca davranmamayı temin etmekte ve Allah'ın hükümlerini
koruma altına almaktadır. Peki Allah'ın nimetlerini, hatırlamak veya düşünmek
yeterli midir? Bu sorunun cevabı da ayetin devamında verilmektedir:
7. (Size
öğüt için indirdiği kitap ve hikmeti düşünün).
Cenab-ı Hak insanlara
öğüt vermek için kitap ve hikmeti indirmiştir. Başka bir ifadeyle Allah, vahy
ve hikmetle kullarına öğüt vermektedir. Öyleyse Yüce Allah'ın öğüdü olan kitap
ve hikmet üzerinde düşünmek gerekir. Bir taraftan Allah'ın nimetleri üzerinde
düşünürken, diğer taraftan da insanlara öğüdü olan vahy ve hikmet üzerinde
düşünmek gerekir.
Allah'ın hükümlerini
tatbik etmek, onlara karşı çıkmamak, onları eğlenceye almamak için atılması
lüzumlu olan ilk adım, düşünme/hatırlamadır. Demek ki, ilk adımımızı Allah'ın
insanlara olan nimetini, öğüt vermek üzere indirdiği vahy ve hikmeti
düşünmekle atmış olacağız. Bu, düşünmenin olmadığı yerde doğru adım
atılamayacağı anlamına gelir.
8.
(Allah'tan sakının).
'Allah'tan sakınmak',
kendi arzu ve isteklerini O'nun hükümlerinin önüne geçirmemektir. Bu durum,
Allah'a karşı olan edebi ifade eder. Takva denen bu edebe sahip olmayanlar,
Allah'ın ayetlerini, yani hükümlerini eğlenceye alabilirler.
Bu edeb ve ahlakın en
önemli kuralını, Hucurat/1'de bulmaktayız:
(Ey iman edenler!
Allah ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah'tan sakının).
Buradaki 'öne geçmek',
kendi arzularını, istek ve fikirlerini Allah'ın hükümleri ile Peygamberinin
sünnetinin önüne geçirmek ve önde tutmaktır.
Allah'ın hükümlerine
karşı sorumluluğunu bilmek ve bu bilgiyi tatbikata geçirmek takva denen büyük
edebi doğuracaktır.
9. (Ve bilin
ki, Allah her şeyin aslını bilir).
Allah'ın hükümlerini
korumanın, tatbik etmenin, öne çıkarmanın, eğlenceye almamanın ve o hükümlerin
öngördüğü kadın haklarına saygı göstermenin üçüncü merhalesi, 'Allah'ın her
şeyi bildiğinin bilgisine sahip olmaktır'. Üçüncü merhalede Yüce Allah,
meseleyi bilgi temeli üzerine bina etmektedir. Boşama esnasında hanımına
yaptığı bütün muamelelerin, Allah tarafından bilindiğini bilen insan, asla
haksızlık yap(a)maz. Yalnız buradaki bilginin, imanla mayalandığını bilmek
gerekir.
Kısaca diyebiliriz ki,
Yüce Allah hükümlerinin yerine getirilebilmesi için, düşünce, takva ve bilgiyi
harekete geçirmekte; böylece hukuk eğitiminde, düşünce, takva ve bilginin
önemini ve yerini tesbit etmektedir. İnsanların, Allah'ın kadın haklan
konusunda koyduğu hükümleri çiğnememeleri, onlara saygı duymaları, onları
eğlenceye almamalarının yolu, düşünce, takva ve bilgiden geçmektedir. Verilen
nimetler, vahy ve hikmet üzerine düşünmek, Allah'a karşı sorumluluğunun
bilicinde olup O'nun her şeyi bildiğinin bilgisine sahip olmaktan geçmektedir.
[96]
232. Kadınları
boyadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında
iyilikle anlaştıkları takdirde, eski kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın.
İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt
verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız, kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah
bilir, siz bilmezsiniz.
Bu ayetin nüzulü ile
ilgili olarak Razi iki olay nakletmektedir:
Ma'kil ibn Yesar
kızkardeşini, Cemil ibn Abdullah'a verdi. Daha sonra Cemil hanımını boşadı.
Kadının iddeti bitinceye kadar ondan ayrı yaşadı. Daha sonra yaptığına pişman
oldu ve hanımına dönmek istedi. Hanımı, Cemil'in isteğini kabul etti. Ma'kil
ise bunu istemedi. Kızkardeşini, kocasına geri döndüğü takdirde görüşmemekle
tehdit etti. Hz. Peygamber, Ma'kil'i yanına çağırarak bu ayeti okudu. Bunun
üzerine Ma'kil düşüncesinden vazgeçti.[97]
Bu ve benzeri
olayları, -kadının velisini muhatap aldığı için- ayetin nüzul sebebi olarak
doğrulamamız zordur. Acaba burada ayetin muhatap aldığı veli midir, yoksa
boşayan koca mıdır?
Bize göre,
(kadınları boşadığınızda) ifadesi, kocayı muhatap aldığından, (onlara mani
olmayın) emrinin muhatabı da kocadır. 'Mani olmayın' enirinin muhatabı olarak
velilerin kabul edilmesi, birtakım sakıncalar doğurur. Daha sonra bu
sakıncalara dönmek üzere ayeti kısımlara ayırarak analizini yapabiliriz:
1. (Kadınları
boşadıktan sonra bekleme sürelerinin sonuna gelmişlerse...)
Allah Teala, boşanıp
da iddetini bitiren bir kadının durumunu başka bir boyutu ile ele alacağı için,
aynı ibareyi tekrar etmektedir. Bağımsız ayetlerle, boşama hukukunun çeşitli
yönlerini ele alan Yüce Allah, eski kocasına dönme meselesini hükme
bağlamaktadır. Bakara/230'da boşanmış olan bir kadının başka bir erkekle
evlenmedikçe eski kocasma dönemeyeceği hükmü yer almıştı. Bu ayette ise, ikinci
kocanın boşamasından sonraki durumu hükme bağlanmaktadır.
2. (Aralarında
uygun bir şekilde anlaştıkları takdirde eski kocasına varmalarına engel
olmayın).
Ayette geçen (adale)
kelimesi, 'darlık' anlamına gelir. Çocuğun annesinin karnında büyüyüp yeri
daraldığı zaman bu kelime kullanılmaktadır. Hastanın doktorları aciz
bırakmasını ifade ederken de bu kelime kullanılır. Ayrıca bu kelime, men etmek,
engel olmak anlamına da gelmektedir. Özellikle kızının kocaya gitmesine engel
olan veliyi ifade için bu kelime kullanılir. Hareket veren kuvvetin kaynağı
olan pazulara da 'adale' denilmektedir.[98]
Şimdi Yüce Allah'ın
'engel olmayın' emrinin muhatabının kimler olduğu meselesini ele alabiliriz:
a. Nüzul
sebebi olarak gösterilen -yukarda naklettiğimiz- olaya bakılırsa, 'engel
olmayın' emrinin muhatabı velilerdir.
Bir kadının veli veya
velileri, yani onun evliliği ile ilgilenecek olan birinci derecedeki
yakınları, eski kocasına dönmesini istemeyebilirler. İşte bu kişilerin, bu
ayete göre hareket edip, boşanmış kadını eski kocasına dönmemesi konusunda
zorlamamalan gerekir.
Bu yoruma, ancak
kısmen katılabiliriz. Çünkü kapalı toplumlarda bile, bazı kadınların velisi
bulunmayabilir veya ölmüş olabilir. Günümüz toplumlarında ise kişi, velisinden
çok uzak bir yerde yaşıyor olabilir. Bu hallerde velinin karalını beklemek,
doğru olmasa gerek. Diğer taraftan, kız çocuğunun evlendirilmesinde velinin
etkinliği fazla iken, dul kadının evliliğinde o kadar fazla değildir.
b. Ayetin
muhatabı, kocalardır.
Razi'nin dediği gibi,
ayetin gramer bakımından kurgusu, kocalara yönelik olduğunu göstermektedir. Dul
bir kadının eski kocasına varması veliden çok, yeni boşandığı kocasının onuruna
dokunabilir. Yeni boşandığı kocası, eski kocasına dönmesini onur meselesi
yapabilir. Bu nedenle boşadığı karısına baskı yaparak, eski kocasına dönmesini
engelleme girişiminde bulunabilir.
'Kadınları boşadığınız
zaman' ifadesinin muhatabı kim ise, 'Onları engellemeyin' ifadesinin muhatabı
da odur.
'Onların eski
kocalarına dönmelerini engellemeyin' emrini, Bakara/230'a bağladığımız zaman,
mesele daha net anlaşılacaktır. Boşanan bir kadının, başka bir erkekle
evlenmedikçe eski kocasına dönemeyeceği hükmü, ikinci kocasından boşanan
kadının eski kocasına dönebileceğine izin verdiğine göre, veli veya kocanın
buna karışması mümkün değildir. Kadının eski kocasına dönmesi, ilahî hukuka
uygundur. Dolayısıyla ikinci kocasının kadına koyacağı engel, Allah'ın hukukunu
çiğnemek olur.
Yüce Allah, ikinci
kocasından boşanan kadının, birinci kocasına dönebil-mesinin şartı olarak
'Aralarında meşru bir şekilde anlaştıkları takdirde...' buyuruyor. Yani,
karşılıklı anlaşma şartı ile Yüce Allah kadının birinci kocasına dönmesine
müsaade edip bunu hükme bağlıyor.
Bize göre buradaki
'rızanın/anlaşmanın' iki boyutlu bir temeli vardır. 'Rıza' kavramı, evliliğin
psikolojik, yani sevgi boyutunu, 'örf' de hukukî boyutunu gündeme
taşımaktadır. İkinci kocasından boşanan kadının, birinci kocasına
nikahlanabilmesi için aralarında sevgi bağı oluşmalıdır.
Diğer taraftan nikahın
hukukî boyutu da gerçekleşmeli; mehir, şahitler ve velinin yer aldığı bir
akitle evlilik bağı kurulmalıdır. Böylece Yüce Allah, ikinci kocasından dul
kalan kadın ile birinci kocası arasındaki karşılıklı rızaya dayanan meşru bir
anlaşmayı öne çıkarmakta ve bu anlaşmaya başkasının müdahalede bulunmasını
yasaklamaktadır. Bu hükme ters yönden bakılınca, dul kadın ile birinci kocası
arasında meşru bir anlaşma olmadığında, başkalarının müdahale edebilecekleri
sonucu çıkar. Bunun anlamı şudur: Birinci koca, ikinci kocadan dul kalan eski
karısına zorla sahip çıkarak nikahına alamaz, çünkü Yüce Allah kadının
rızasını önemsemekte ve hükmünü ona göre vermektedir.
ikinci kocasından
boşanan kadının, birinci kocası ile anlaşarak evlenmesinde, kadmın aleyhinde
olan, ama kadının farkında olmadığı bir unsur varsa, velinin müdahale hakkı
doğabilir. Çünkü veli, birinci kocanın bu kadını tekrar alma niyetinin arka
planındaki etkenleri bilebilir, kadın ise bunun farkında olmayabilir. Kadın bu
anlaşmada samimi davranırken, erkek kadına karşı samiyetsiz davranabilir. Bu
durum için Yüce Allah 'meşruluğu' gündeme getirerek hukukî boyut ile
psikolojik boyutun bir araya gelmesi gerektiğine dikkat çekmektedir.
3. (İşte
sizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt veriliyor).
Yüce Allah, bu ayette
koyduğu hükmün tatbik edilmesinin, muhataplarda imanî bir alt yapının
oluşmasına bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Allah'a ve ahiret gününe inanan
erkek, boşadığı kadmm birinci kocasına dönmesini engellemez ve engellememelidir.
Bu hususta engeller koyanlann imanlarında problem vardır.
Ayette geçen 'öğüt
vermeyi' çift yönlü düşünmek gerekir: Hukuka uygun bir şekilde davranmayı
teşvik ve bunun önemine dikkat çekmektedir. Diğer taraftan hukuka ters
düşmenin kötülüğünü vurgulayarak uyarıda bulunmaktadır.
Demek ki va'z
kavramınında hem teşvik, hem de sakındırmak için uyan manası vardır. Aksi
takdirde, va'z kavramını hafife alma gibi bir hataya düşülebilir. Allah'a ve
ahirete imanı şart koşan bu ayet, kafirleri hükmün dışında mı tutmaktadır?
Dikkat edilirse Yüce Allah, imanın diğer şartlarını burada saymayarak, imanın
iki şartını öne çıkarmaktadır. Bunu açıklamak için Bakara/62'ye dönmemiz
gerekir. Orada, müslüman, yahudi, hristiyan ve sabiilerin müşterek iman
esasları ikiye indirilmiştir: Allah'a ve ahirete iman. Buna göre, Allah'a ve
ahirete inanan herkes bu ayetin kapsamına girmektedir. Böylece Allah'ın öğüdü,
aynı toplumda yaşayan ve birbiriyle evlenmelerine müsaade edilen farklı dine
mensup kişilerin Allah ve ahiret inancını esas almaktadır.
4. (Bu sizin
için, en erdemli ve en temiz olanıdır.)
Cenab-ı Hakk'ın,
Allah'a ve ahirete inananlara, boşadıklan hanımlarının iddetleri bitince eski
kocalarına dönmelerini engellememeleri konusunda verdiği öğüt, insanlar için
bir erdem ve bir temizlik yolu oluşturmaktadır. jgr (ezka) aslında daha temiz,
daha bereketli ve daha erdemli manalarına gelmektedir. Yüce Allah'ın olumlu
emirlerini yerine getiren kişinin ahiretteki sonsuz ödülü hak edeceğini; kadın
haklarına riayet eden kişinin, Allah katında derecesinin yükseleceğini ifade
etmektedir. Çünkü (zekâ) artmak, gelişmek ve ruh olgunluğu kazanmak anlamına
da gelmektedir.
Diğer taraftan (ather)
kavramı da günahlardan temizlenmeyi ifade etmektedir. (ezkâ) ibadetlerin
meydana getirdiği ruh olgunluğunu, jzfi (ather) ise iyiliklerin günahları
temizlemesini ifade etmektedir. Talak konusunda, Allah'ın öğüdünü dinleyip
hükümlerini tatbik etmek, bir taraftan insana erdem kazandırırken, diğer
taraftan da günahlarını temizlemektedir.
Bu kelimelere başka
bir yorum getirmemiz de mümkündür: Ezkâ, insanın psikolojik manada ruh
safiyetine, ether ise sosyal ilişkilerin temizliğine işaret etmektedir. Birisi
ferdî, diğeri de içtimaî temizliği kapsamaktadır. Demek ki, kadın haklarına
riayet etmenin bir ferdî, bir de içtimaî boyutu ve bu alanlarda kazanımlan
vardır. Çünkü boşanma meselesi, ferdî olduğu kadar da içtimaî içerikli bir
oluşumdur. Ferdî temizlikten içtimaî temizliğe giden bir süreci meydana
getirmektedir.
5. (Allah
herşeyi hakkıyla bilir, ama siz bilmezsiniz).
Bu ayetin sonunda da
Cenab-ı Hak konuyu bilgi üzerine temellendirmek-tedir. ikinci kocasından
boşanan kadınm iddeti bitince, birinci kocasına dönebileceği hükmünü koyan
Yüce Allah, bu hükmü bilerek koyduğunu, insanların bu konuda bilgileri
olmadığından o hükmü tartışmaya açma, çiğneme yetkilerinin olmadığına işaret
etmektedir.
Kadın haklarının
boşanma hukukunu ilgilendiren bu hükümler ilahî bilgiye dayandığı için,
tersine bir tartışma açılamaz. Tartışmaya açılan konular hakkında bilgi
yetersizliği var demektir. 'Ben bilirim siz bilmezsiniz' ifadesi buna işaret
etmekte ve böylece hukukî eğitimin bilgiyi eksen değer olarak almasını da
öğütlemektedir. Hukuk bilgisinin, sosyoloji ve psikoloji bilgisine büyük
ihtiyacı vardır. Bu bilgiler hukukun, insanın doğasına ve toplumun yapısına
uygunluğunu temin edecektir.
İşte (ezkâ) insanın
doğasına yani psikolojisine, (ether) de toplumun yapısına, yani doğasına
uygunluğu ifade etmektedir. Bu kelimelerin taf-til isim kalıbından getirilmesinin
anlamı da 'uygunluğu' ifade etmektedir. Boşanma hukukunda kadın haklan
konusunda Allah'ın öğüdünü dinlemek, ferdin ve toplumun temizliği için
yapılacak en uygun harekettir.
Demek ki, bu konuda
Yüce Allah'ın koyduğu hükümlerin amacı, fert ve toplumların olgunluğunu ve
mutluluğunu temin etmektir. Yüce Allah'ın, kendi menfaati için bir hüküm
koymadığı, kullarının daha temiz bir hayat sürmelerini, daha temiz bir
psikolojik ve sosyal bir çevre oluşturmalarını amaç edindiğini de bu ayetten
anlıyoruz.
[99]
233. Ve (boşanmış)
anneler, eğer emzirme müddetini tamamlamak istiyorlarsa, çocuklarını iki tam
yıl emzirebilirler; onların yeme-içme ve giyimlerini uygun bir şekilde temin
etmek, çocuğun babasına düşer. Hiç kimse, taşıyabileceğinden daha fazlasıyla
yükümlü tutulamaz: Ne çocuğundan dolayı anneye eziyet edilsin, ne de
çocuğundan dolayı babaya. Ve (babanın) mirasçısına da aynı görev düşer. Ve
eğer ana-baba, çocuğun sütten kesilmesine karşılıklı rıza ve danışma ile karar
verirlerse, onlara bir günah yoktur; ve eğer çocuğunuzu süt annelere emanet
etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir
şekilde sağladığınız takdirde size bir günah yüklenmez. Allah'tan sakının ve
bilin ki Allah bütün yaptıklarınızı görür.
Ayetteki 'anneler'
kavramının bütün anneleri mi, yoksa boşanan anneleri mi kapsadığı meselesini
Râzî derinlemesine incelemiş, kendisinden önceki müfessirlerin görüşünü
özetlemiştir. Râzî'nin açıklamasını dikkate alarak şu izahı yapmamız mümkündür:
I. Ayette
'anneler' kelimesi boşanmış veya boşanmamış bütün anneleri kapsamına
almaktadır.
Bu görüşten hareket
ettiğimiz zaman, emzirme müddetinin iki yıl olduğu ortaya çıkmaktadır:
Anneler, çocuklarını
iki tam yıl emzirirler.
Bu ifade, emzirme
zamanını belirlemekte ve hangi yaşta emzirmenin süt anneliğe sebep olacağı
meselesini de hükme bağlamaktadır. Buna göre, iki yaşından sonraki emzirmelerde
süt annelik gerçekleşmez. Mesela: Üç yaşında bir çocuk yabancı bir kadını emse,
o kadın çocuğun süt annesi olmaz. Bir koca, hanımının memesini emse, hanımı
kendisinin süt annesi olmaz. Ayetteki 'anneler' kavramını evrensel manada
aldığımız zaman bu hükümleri çıkarma imkanına sahip olmaktayız.
Ayetten başka sonuçlar
da çıkarmamız mümkündür: Anne sütünün, besle-yiciliği ve mikroptan koruyuculuğu
iki yıl sürer. Yüce Allah'ın tesbit ettiği 'iki yıl' aynı zamanda tıbbî
bakımdan, anne sütünün gıdasına ve çocuğun karakterine olan etkisine de işaret
etmektedir. Anne sütü, doğumundan itibaren 'iki yıl' içinde çocuğun karakterine
şekil verdiği için, bu süre zarfında çocuğu emziren yabancı bir kadın onun süt
annesi olmaktadır. 'Süt anne'lik, sütün çocuğun karakterine olan etkisinden
kaynaklanmaktadır. Eğer bu etki olmasaydı, çocuğu emziren yabancı bir kadına
'anne' sıfatını vermek yersiz olurdu.
II. Ayetteki 'anneler' kelimesinden maksat, boşanmış
annelerdir.
Boşanma ile ilgili
ayetlerin ardından gelen bu ayet, Bakara/231 'deki (Haksızlık ederek zarar
vermek için onları tutmayın) hükmü ile Bakara/232'deki (Aralarında meşru
şekilde anlaştıkları vakit, eski kocalarına dönmelerine engel olmayın) hükmüne
açıklık getirmektedir. Süt emme çağında çocuğu olan bir kadın kocasından
ayrılmış ise, çocuğun emzirilme meselesi dikkate alınmalıdır.
Boşandığı kocası,
çocuğu emzirmesi için iki yıl kadını evinde tutabilir mi?
Emzirme zamanında eski
kocasına dönmesini engelleyebilir mi?
İkinci koca, kadının
eski kocasıyla veya başka bir erkekle evlenmesini engelleyemez hükmünü
netleştirmekte midir?
Ayetin devamı, bu
sorulara cevap vermektedir: (Bu, emmeyi tam yaptırmak isteyen içindir).
'Emmeyi tam yaptırmak
isteyen' ifadesiyle kasdedilen kimdir? (erâ-de) fiiline bakınca, bunun 'baba'
olduğu anlaşılmaktadır. Boşanan kadının kocası, çocuğun iki yıl emzirilmesini
isterse, bu istek dikkate alınmalıdır. Koca, böyle bir külfeti boşadığı
karısına yüklediği takdirde, kendisinin de bazı görevleri yerine getirme
zorunluluğu doğmaktadır:
(Anne ile çocuğun örfe
uygun olarak beslenmesi ve giyimi babaya aittir).
Demek ki, boşadığı
karısından çocuğunun emzirilmesini isteyen koca, günün ekonomik standartlarına
göre anne ve çocuğunun beslenme ve giyimini üstlenmek zorundadır. Bu
ifadelerden anlaşılıyor ki ayet, boşanmış,boşanma-mış tüm anneleri kapsamına
almaktadır.
Ayette yer alan
(bi'l-ma'rûfi='6rfe göre), eşlerin yaşadığı çağ ve yerdeki beslenme ve giyim
standartlarını ifade etmektedir. Bu ifadeyle de ayet evrensel boyut
kazanmaktadır. Köyde yaşayan eşlerin beslenme ve giyim masrafları ile şehirde
yaşayan eşlerin beslenme ve giyim masrafları aynı değildir. Asırlarca önce
yaşayan insanların beslenme ve giyim masrafları ile bugünkü ve gelecekteki
insanların beslenme ve giyim masrafları aynı olmayacağı için, Yüce Allah 'örfe
göre' kavramını kullanmıştır.
'Örfe göre' kavramının
ne ifade ettiği ayetin devamından anlaşılmaktadır: (Bir insan ancak gücünün
yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğu sebebiyle zarara
uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun
benzeri, varis üzerine de gerekir).
Kadmın, çocuğunu
emzirmek için kocasından isteyeceği beslenme ve giyim parası, kocasının
ekonomik gücünü aşmamalıdır. Bu konuda karar verecek olan hakim, kocanın
ekonomik gücünü iyi araştırmalı ve kocanın gücünü aşan bir karar vermemelidir.
Diğer taraftan, çocuğu
konusunda anne de takatinin üstünde bir fedakarlığa zorlanarak zarara
uğratılmamalıdır. Bu, az nafaka verilerek çocuğunun bakımından dolayı annenin
fakirliğe terkedilmesi manasına gelebileceği gibi; çıkan talibiyle evlenmesini
engelleyip, çocuğunu büyütmeye zorlanmaması manasına da gelebilir. Dul bir
kadın için evlenmek zordur. Evlenme fırsatı doğan bir kadına, 'Çocuğun
emzirmesini iki yıla tamamla!' diyerek evliliğine mani olmak, o kadından
takatinin üstünde bir şey istemek ve zararına olan bir şeyi teklif etmektir.
Kocanın gücü, çocuğunu
emzirmekte olan boşanmış hanımının beslenme ve giyimini temin etmeye
yetmiyorsa, nafakayı temin etmek varise düşer. Yine evlenme fırsatı çıkan
kadının engellenmemesi için varis çocuğun bakımını üstlenebilir. Yüce Allah
hakim için; ekonomik güç, zarara uğratmama ve kadının evlenmesinin
engellenmemesi ve varislerin devreye sokulması gibi ölçüler koymaktadır.
Ayetin devamında Yüce
Allah, anne-babanın zarara uğramasını ortadan kaldırmak için başka bir yol daha
göstermektedir:
(Eğer ana ile baba
birbirleriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek
isterlerse kendilerine günah yoktur).
Ayetin, genel anlamda
eşlerin çocuklarını sütten kesmeleri ile alakalı olduğunu kabul edersek: Yüce
Allah, ana-babanın istişare ile çocuğu -iki yıl dolmadan- memeden
kesebileceklerine ruhsat vermektedir. Öyleyse, iki yıl emzirme hükmü mutlak
değil, ana-babanın antlaşması ile bu süre kısaltılabilir.
Ama ayetin boşanmış
eşlerin çocuklarının sütten kesilmesi ile ilgili olduğunu düşünürsek: Boşanmış
eşler anlaşarak çocuğu sütten keser ve böylece kadın serbest kalmış olur.
Anlaşarak sütten kesmeleri, hem ekonomik gücü yetersiz olan babayı zarara
uğramaktan kurtarır, hem de anaya doğan evlilik fırsatının değerlendirilmesi
yolu açılmış olur. Böylece ne ana ve ne de baba çocuğu yüzünden zarara uğramış
olur.
[100]
Ayetteki (fisâl)
kelimesine, 'sütten kesme' manası verilmektedir.' Ayrılmak' manasına gelen bu
kelimenin Kur'an'daki manaları şunlardır:
1. Yola koyulmak
Bir yerden ayrılıp
yola çıkmaktır. Bakara/249'da bu anlama gelmektedir: (Ve Talut askerleriyle
yola koyulduğunda...)
Maddî anlamda bir yere
gidebilmek için bir yerden ayrılmayı ifade etmektedir.
Yusuf/94'te de aynı
manaya gelmektedir:
(Yakub'un oğullarına
ait) kervan yola koyulduğu sırada...
2. Hüküm vermek
Çözülemeyen bir mesele
çözülüp dava sona erdirilince kişilerin arası ayrılmış olur. 'Ayırmak'
manasında 'hüküm vermek' anlamıyla Hac/17'de yer almaktadır:
Gerçek şu ki,
inananlar, yahudi inancına bağlı olanlar, sabiiler, hristiyanlar ve mecusiler
ve bir de Allah'tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştıranlar
arasındaki hükmü kıyamet günü Allah verecektir. Çünkü Allah her şeye tanıktır.
[Hac/17]
Bu ayette geçen (Allah
onlar arasında hüküm verecek) ifadesi, 'onların arasını ayıracak' anlamında
'hüküm vercek' demektir.
3. Açıklamak
Mesajı bir yerden
ayırıp birinin o konudaki cehaletini ortadan kaldırmak için yapılan faaliyete
54- (fessale) denmektedir. Bu anlamda pek çok ayette geçen bu kavramın
kullanılışına bir örnek veriyoruz:
İşte bu, Rabbinin
şaşmaz yoludur. Gerçekten ayetlerimizi, düşünen insanlar için açık bir şekilde
anlatıyoruz. [En'am/126]
Açıklayan bilgiyi yola
çıkarıyor, bulunduğu yerden ayırıyor; öğrettiği kişinin cehaletini de ondan
ayırıp ortadan kaldırıyor.
Derinlemesine bir şeyi
açıklamak manasıyla bu kelime, öğretim faaliyetinin bir bölümünü
oluşturmaktadır. Sütten kesilen bir çocuk gibi, kişi de bu açıklama ile
cehaletten kesilip ayrılmaktadır. Cehaletten beslenen kimseyi, bebeğin sütten
kesilmesi gibi cehaletten kesip ayırmak için yapılan açıklamayı ifade
etmektedir.
4. Ayrılık
Yüce Allah kıyamet
gününün özelliklerinden bahsederken (fasl) kelimesini kullanmaktadır.
Yüce Allah kıyamet
gününde günahkar ile günahsızı; inananla inanmayanı; cehennemlikle cennetliği
birbirinden ayıracaktır. Böylece haklı ile haksız ortaya çıkmış olacaktır. Onun
için o güne (yevmu'l-fasl=aynm günü) [bkz. Mürselat/14] adını vermiştir.
Bu dünyada haklı ile
haksız, doğru ile yanlış birbirine karışmış olduğundan, o gün bu karışıklık
ortadan kalkacak şekilde ayıracak olan hüküm verilecektir. Onun için
(yevmu'1-fasl) terimine 'hüküm günü' şeklinde de mana verilebilir, ki bu, her
şeyi birbirinden ayıracak nitelikteki hükmü ifade etmektedir.
5. Güzel
Bir konuda
belirsizlik, karmaşıklık ve noksanlıklar kalkınca o konu güzelleşir. Hz.
Davud'un konuşmasındaki güzelliği anlatmak için bu kavram kullanılmaktadır:
(Ve güzel konuşma
yeteneği verdi). [Sad/20]
Hitap ile fasi bir araya
gelince 'sağlam hüküm verme' manasını da ifade etmektedir. Ama asıl mana,
'güzel konuşma'dır. Bütün noksanlıklardan uzaklaşıp ayrıldığı için ona güzel
diyoruz. Bu güzellikle ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
(O, boş bir lakırdı
değil). [Tank/14]
Boş olmayan konuşma
güzeldir. Çünkü Tarık/13'te ££$$. (Bakın bu ilahî kelam doğruyu yanlıştan
ayıran bir sözdür) buyurulmaktadır. Demek ki, boş olmayan, hak ile batılı
ayıran konuşma 'güzel' sıfatını almaktadır. Hz. Davud'un konuşmasındaki
güzellik de bu manadadır.
6. Akraba
Fasl kelimesini
(fasîle) kalıbından alınca 'yakın akrabalar' anlamını ifade etmektedir:
(Ve kendini himaye etmiş bütün akrabalarını).
[Mearic/13]
Koruduğu için akrabaya
fasile denmektedir. Korumak, insanı tehlikeden ayrı ve uzak tutma anlamını
içerdiği için bu manayı almıştır. Bebeği, sütten kesilmesi gibi tehlikelerden
uzaklaştırıp korumak da fasl kavramıyla ifade edilir.
Kavga eden iki kişinin
arasını ayırmak, onları korumaktır. Bu koruma işini de en iyi yapanlar
akrabalar olduğundan Yüce Allah akrabalar için bu kavramı kullanmaktadır.
Yola koyulmak, hüküm
vermek, açıklamak, ayrılık, güzel ve akraba manasıyla, fasl kelimesi, yorumunu
yaptığımız ayette şu anlama gelmektedir:
7. Çocuğu sütten kesmek
Anne ile çocuk
sözkonusu olduğunda fasl kelimesi, çocuğun 'sütten kesilmesi' anlamını ifade
etmektedir:
(Gebeliği ve sütten
kesilmesi otuz aydır). [Ahkaf/15]
Annenin, sütten
kesilen çocuğundan ayrılmasını ifade için bu kavram kullanılmaktadır:
(Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur).
[Lokman/14]
Kısaca diyebiliriz ki,
asıl manası 'ayrılık' olan fasl kelimesi, -bu anlamını muhafaza ederek-
çeşitli manalarda kullanılmıştır.
İki sene dolduktan
sonra çocuğun sütten kesilmesi için, ana-babanın istişare ile karar vermeleri
şartı aranmaz. Ama iki seneden önce kesilecekse, bu şartlar yerine gelmelidir.
Bu hüküm, boşanmamış
eşler için geçerli olduğu gibi, boşanmış eşler için de geçerlidir. Kan-koca ve
çocuk arasındaki ilişkilerde, boşanma anında haksızlık olmamasına Kur'an büyük
önem vermektedir. Boşanan kadın, boşandığı kocası ile anlaşarak başka biriyle
evlenebilir, bu durumda babanın, çocuğun emzirilmesini nasıl temin edeceği
hususunda da Kur'an yol göstermektedir:
(Ve eğer çocuğunuzu
süt annelere emanet etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun
emniyetini uygun bir şekilde sağlamanız şartıyla size bir günah yüklenmez).
Ayetin bu kısmında
Yüce Allah 'süt annelik' müessesesini gündeme geti-rererek, biyolojik anne ile
süt anne kavramlarını insan hayatına sokup düzenlemektedir. Gerçi Kur'an'dan
önce Arap Kültüründe 'süt annelik' müessesesi vardı. Hz. Peygamber de süt
anneye (Halime'ye) verilmişti. Süt annelik müessesesinin, eski semavî dinlerden
kalan bir uygulama olabileceği fikrini taşımaktayız. Arap toplumunda dinî
dayanağı olmayan bir örf-adet olarak vardı.
"Teslim
edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağladığınız takdirde"
şeklinde mana verdiğimiz ayetin bu bölümüne "Ücretini iyilikle vermek
şartıyla" anlamı verenler de vardır.
Muhammed Esed birinci
manayı tercih etmektedir, (selleme) fiilinin 'güven' manası olduğu kadar,
teslim olmak, teslim etmek manası da vardır. Muhammed Esed, çocuğun güven ve
huzurunu birinci plana aldığı için bu manayı tercih etmiştir. Onun fikrinden
hareket ederek diyebiliriz ki: Süt anneye verilen çocuk için en önemli şey,
onun güvenliğidir. Çocuğunu süt anneye teslim eden baba, onunla alakasını
tamamen kesmemelidir. Çocuğun güvende olması şartıyla, süt anneye vermekten
dolayı babaya günah yüklen-memektedir.
ikinci manaya göre;
çocuğun süt anneye verilmesine, emzirme bedelinin örfe göre ödenmesi şartıyla
müsade edilmektedir.
Bize göre her iki
manayı beraber düşünmek daha doğru olur: Hem çocuğun emniyeti sağlanmalı, hem
de süt annenin ücreti ödenmelidir.
III. Yüce
Allah ayetin son kısmında insanların bu hükümleri yerine getirebilmeleri için
iki önemli şeye dikkat çekmektedir:
a. Allah'tan
sakınma.
Allah'tan sakınmayan,
O'na karşı sorumluluğunun bilincinde olmayan insanlar, bu hükümlere riayet
edip tatbik edemezler. Bu tatbikat, takva, yani samimiyet ve sakınma duygusu
ister, Allah'dan haya ister. Onun için Yüce Allah bu hükümleri takva üzerine
temellendirmekte ve ancak bu hükümlere riayet edenlerin muttaki olduğunu ifade
etmektedir.
b. Allah'ın
yapılanları görüp bilmesi.
Yaptıklarını Allah'ın
görüp bildiğini bilen kimsenin, haksızlık yapması mümkün değildir. Yüce
Allah'ın, her şeyi gördüğü bilinci insanı yanlıştan alıkoyan en önemli güçtür.
Netice olarak
diyebiliriz ki, boşanmış anneler, çocuklarını iki yıl emzirebilir, bu süre
zarfında anne ve çocuğun nafakasını (yiyecek ve giyeceğini) babanın temin
etmesi gerekir. Emzirme müddeti, karşılıklı anlaşmak suretiyle kısaltılabilir.
Bu konularda ana veya baba çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Anneye,
yeniden evlenme fırsatı doğarsa, çocuğunu emzirmeye zorlanıp evlenmesine mani
olunamaz. Babanın ekonomik gücü yetersiz ise, devreye varisler girer.
Anne yeniden
evlenirse, baba çocuğu için süt anne tutabilir. Süt annenin ücreti örfe göre
ödenir ve çocuğun güvenliği garanti altına alınır. Bu şartlar ancak, takva
denen samimiyet duygusu ve Allah'ın yapılanları gördüğü bilinciyle yerine
getirilebilir.
Yüce Allah takva
ve bilgiye, kendisinin yapılanları gördüğüne dikkat çekmekle, hukukun
temellerine insan psikolojisini koyarak, hukukun zorlanmamasını ve
çiğnenmemesini temin etmektedir. Bu yapıya sahip olmayanların, hukuku çiğneme
olasılıkları büyüktür. Hukukî kurallara saygının, takva ve Allah'ın
gözlemlediği bilinciyle sıkı bir alakası vardır. Önce eğitim vasıtasıyla bu
manevî alt yapı oluşturulmalı, sonra hukukî kurallar devreye sokulmalıdır.
[101]
234. İçinizden
ölenlerin geride bıraktıkları kadınların yeniden evlenmeleri için dört ay on
günlük bir bekleme süresi geçirmeleri gerekir, bekleme süresinin sonuna vardıklarında
kendileri ile ilgili olarak meşru şekilde ne yaparlarsa yapsınlar bir günah
yoktur. Ve Allah tüm yaptıklarınızdan haberdardır.
Ayetin medenî hukuk
açısından önemi, ölen erkeğin geride bıraktığı hanımının, nasıl davranacağına
kadar inmesi, aile hukukunun en ince damarlarına kadar ulaşacak çözümler
getirmiş olmasıdır.
Allah Teala, kocası
ölen kadm için dört ay on gün bekleme süresi koymuştur. Boşanan kadın üç hayız
dönemi beklediği halde, kocası ölen kadın dört ay on gün beklemek mecburiyetindedir.
Bu bekleme süresinin üç ayı, ölen kocasından gebe olup olmadığının tesbiti, bir
ay on gün de yas içindir. Talak/4'te konuya başka bir açıdan bakılarak hüküm
tamamlanmaktadır:
Kadınlarınız içinden
hayızdan kesilmiş olanlarla, hayız görmeyenlerin iddeti hususunda tereddüt
ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise
doğum yapmalanyla sona erer. [Talak)4]
Kocası ölen kadm, gebe
ise bekleme süresi doğum yapması ile son bulmaktadır. Hadislerde, kocası ölen
kadının üç gün yas tutması uygun görülmüştür. Mute harbinde ölen Cafer
Tayyar'ın hanımına üç gün sonra Hz. Peygamber "Artık bu günden sonra yas
tutma" demiştir.[102]
Kur'an, bekleme
süresini bitiren kadının -meşru sınırlar dahilinde- istediğini yapmakta
serbest olduğunu bildirmektedir. Ayette geçen bi'l-ma'ruf ifadesi, 'meşru
sınırlar dahilinde kalmak şartıyla' şeklinde anlaşılmalıdır. Dört ay on gün
bekleyen bir kadın, artık meşru sınırlar dahilinde kalarak, yani dinî ve
ahlâkî sınırlan çiğnemeden evlenebileceği gibi, -Bakara/240'da Yüce Allah'ın
beyan ettiği üzere- bir yıl kocasının evinde kalma imkanına da sahiptir. İlgili
ayet -mealen- şöyledir:
İçinizden ölüp de
geriye eşler bırakan kimseler, eşlerinin, evden çıkanlmaksı-zın, bir yıla kadar
geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkarlarsa,
kendileri hakkında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur.
Görüldüğü gibi Kur'an,
kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanımaktadır: İsterse dört ay on gün sonra,
gebe ise doğum yaptıktan sonra yeniden evlenir; isterse de ölen kocasının
vasiyeti ile bir yıl daha kocasının evinde kaldıktan sonra evlenebilir.
Hukukî hükümlerin
çiğnenmemesi için verilecek eğitimin, metafizik boyutlu olması gerekir. Çoğu
zaman insanlar, hukuku tatbik edenlerin müdahale edemediği durumlarda
haksızlık yaparlar ve bu durum da toplumları yozlaştırarak yıkıma götürür.
Bunu önlemenin yolu,
dinî eğitimi devreye sokarak insanların imanlarını harekete geçirmek suretiyle,
Allah'ın her şeyden haberdar olduğunu aşılamaktan geçer. İşte Yüce Allah, bu
eğitimi vermek için ayetin sonunda, insanların yaptıklarından haberdar
olduğunu ifade etmektedir.
[103]
255. İddet bekleyen
kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı bir biçimde
anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir
ki siz onları anacaksınız. Fakat, meşru sözler söylemeniz müstesna, sakın
onlarla gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan,
nikah kıymaya kalkışmayın. Bilin ki, Allah gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple
Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah affedicidir, merhametlidir.
Ayette, kocası ölmüş
iddet beklemekte olan kadına yapılacak evlenme teklifiyle veya kalpteki evlenme
niyetiyle alakalı beyanlar bulunmaktadır ki buna göre, iddet beklemekte olan
kadına üstü kapalı biçimde -iddet sonrası için- evlenme teklifi yapılabilir
veya evlenme niyeti taşınabilir.
[104]
Ayette yer alan ve
arada fiilinden türeyen (arîd) kavramı; geniş olmak, genişlemek, bollaşmak,
görünür olmak, yola girmek, vuku bulmak, gerçekleşmek, olmak, hatırlamak,
ilgilenmek, dikkat etmek, birinin zihnine koymak, içeri girmek, göstermek,
arzetmek, takdim etmek, huzura çıkarmak, ileri sürmek, beyan etmek, zikretmek,
izhar etmek, açmak, teklif etmek, plan yapmak, evlenme teklifinde bulunmak
manalarına gelmektedir.
(ırd) kalıbında
alındığında, şeref, itibar, şan, kıymet, değer, vakar anlamlarını ifade
etmektedir.
(urd) kalıbında,
taraf, etraf, orta anlamına gelmektedir.
(arad) şeklinde ise,
esası olmayan araz, cevherin zıttı olan araz, mümkün manasına gelmektedir.
(urda) kalıbında ise
hedef, niyet, plan yapmak demek olur.
Ayetteki manası ile
yukarıda vermiş olduğumuz manalar arasında irtibat kurarsak, kadına yaklaşıp,
evliliği hedef edinerek evlilik teklifinde bulunmak anlamına gelmektedir.
İddeti biten kadmla evlenme maksadının etrafında dolaşmak manasını ifade
etmektedir.
A-ra-da kelimesinin
Kur'an'daki manaları şunlardır:
1. Karşısına çıkarmak
Yüce Allah, bu dünyada
inkar psikolojisi ile yaşayıp ölenlere, ahirette ne yapacağını bildirirken bu
kelimeyi kullanmaktadır. Yüz yüze getirmek manası da verebileceğimiz bu kelime
Kehf/100'de geçmektedir:
Ve o gün hakkı inkar
edenlerin karşısına cehennemi çıkarırız.
Kavram, inanmadığı ve
beklemediği bir olgu ile yüz yüze kalmayı ifade etmektedir. Ama ayette Yüce
Allah'ın fiili olarak yer almaktadır.
2. Sunmak
Bir varlığı denemek ve
sorumlu tutabilmek için ona psikolojik yetenekler vermek, tabiatında yaratmak
ve sunmak manalarına gelmektedir:
Gerçek şu ki, biz
(akıl ve irade) emanetini, 'göklere, yere ve dağlara sunmuştuk... [Ahzab/72]
Fakat gök, yer ve
dağlar bunu kabul etmeyi reddeti, ama insan onu üstlendi. Zaten insan,
haksızlık yapar ve akılsız davranma temayülündedir.
3. Önüne koymak
Melekler, insanın
yaratılışına, yeryüzünde kan akıtacak ve fesat çıkaracakları düşüncesiye karşı
çıktılar. Bu düşüncelerinin yanlışlığını göstermek için Yüce Allah Adem'e
öğretimde bulundu. Adem ile melekleri denemeye tabi tuttu. İşte bu imtihan
anında, Hz. Adem'e öğrettiklerini meleklerin önüne koyup ne olduklarını
söylemelerini istedi. İşte bu 'önüne koyma'yı arada kelimesiyle ifade
edilmiştir:
Ve Allah, Adem'e her
şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve
"Dedikleriniz doğru ise, bu şeylerin isimlerim bana söyleyin bakalım"
dedi. [Bakara/31]
İmtihan
sorularını, imtihan olanların önüne koymak manasına gelen bu kelime, Bakara/3
l'de tamamen eğitim ağırlıklı bir mana yüklenmektedir. Anlatılmış bir dersin
-ki bu ders hem siyaset, hem de tabiat kanunları olabilir-anlaşılıp
anlaşılmadığım veya kimin anlayıp anlamadığını tesbit için soruları
öğrencilerin önüne koymayı ifade etmektedir.
4. Önüne getirmek
İmtihan için sorulan
öğrencilerin önüne koymakla, bir idarecinin önüne ihtiyaç olan şeyleri getirmek
aynı şey olmadığı için farklı manalar olarak kabul ediyoruz:
Akşama doğru soylu
koşu atlan önüne getirildiğinde... [Sad/31] Hz. Süleyman hem peygamber, hem de
devlet başkanı idi. O dönemde devlet başkanının en önemli vasıtası attı. Ayette
böyle soylu atların akşam üstü Hz. Süleyman'ın önüne getiriliş sahnesi
anlatılmaktadır.
5. Huzura çıkmak
Kıyamet koptuktan
sonra insanlar, Allah'ın huzuruna çıkarılacaklardır: Ve dizi dizi Rablerinin
huzuruna çıkarıldıklarında... [Kehf/48]
Ayet, yer ve göklerin
kanunları tamamen değişip, ebedî hayat için ahiret-teki sorgulama için
meleklerin insanları Allah'ın huzuruna çıkarmaları arı kelimesiyle ifade
edilmektedir.
6. Mahkemeye çıkarmak
Hesaba çekilmek
manasını vermemiz de mümkün olan bu kavram Hakka/18'de de geçmektedir:
O gün arzolunursunuz
(hesaba çekilirsiniz); öyle ki gizli bir haliniz kalmaz.
7. Yüz çevirmek
Kur'an'da 'dönmek, yüz
çevirmek' manalarında pek çok ayette geçmektedir: Allah'ın ayetlerinden yüz
çevirmek [Kehf/57]; Kur'an'dan yüz çevirmek [Taha/124]; öğütten yüz çevirmek
[Taha/100]; müjde ve uyandan yüz çevirmek [Fussilet/4]; gerçekten yüz çevirmek
[Fussilet/13]; Peygamberden yüz çevirmek [Şura/48]. Buradaki yüz çevirmeler
manevî konulan içermektedir. Onun için biz bunlara, olumsuz yüz çevirme eylemi
diyebiliriz.
Bir de olumlu yüz
çevirme vardır: Boş laftan yüz çevirmek [Kasas/55]; şirk koşanlardan yüz
çevirmek [En'am, 106]; cahillerden yüz çevirmek [A'raf/199].
Olumlu ve olumsuz
tepkiyi ifade eden bu ayetlerde ard kavramı kullanılmaktadır.
8. Bahsetmemek
Kavram, işlenen yanlış
bir davranışı ifşa etmemek, onu gizlemek ve ondan hiç kimseye bahsetmemek
manasına da gelmektedir:
Yusuf! Sen bu olaydan
kimseye bahsetme! Ve (kadın) sen de işlediğin günahtan ötürü bağışlanma dile,
çünkü sen gerçekten hatası (büyük) olan birisin. [Yusuf/28-29]
Ayetteki (bu olaya
sırt çevir, bu olayın üzerinde durma) ifadesi, bundan kimseye bahsetme
demektir.
Hani, Peygamber
eşlerinden birine gizli bir şey söylemişti; eşi bunu ifşa edip Allah da
Peygambere bildirince, Peygamber bir kısmını anlatmış, bir kısmına da hiç
değinmemişti. [Tahrim/3]
(Bir kısmına da
değinmemişti) ifadesi, 'Bir kısmından da bahsetmemişti' anlamına gelir.
Bir haberi gizleyip
onu anlatmaktan yüz çevirmek manasını ifade eden bu kelime, insanın kişiliğini
zedeleyecek ve toplumda kötülüğün yayılmasını önleyecek davranış için de
kullanılmaktadır.
9. İlgisiz kalmak
Yine bu kelime, bir
şeyle meşgul olan birinin, başka şeye ilgisiz kalması anlamına gelmektedir:
Eğer Rabbinden umduğun
bir rahmet için, onlara ilgisiz kalıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül
alıcı bir söz söyle. [İsra/28]
Hz. Peygamber'in
sadakaları ile geçinen sahabiler (ashab-ı suffa) vardı. Peygamberimizin yanında
verecek bir şeyi olmadığında onlara karşı ister-istemez ilgisiz kalırdı. İşte
bu durum üzerine inen bu ayet, güzel bir sözün de sadaka olduğunu; dolayısıyla,
ilgisiz kalmak yerine gönül alıcı sözler söylenmesi gerektiğini ifade
etmektedir.
10. Sapmak
Şahitlikte adaletten
ayrılmayı ifade için ard kelimesi kullanılmakta, böylece kelimeye hukukî bir
mana yüklenmektedir:
Hislerinize uyup
adaletten sapmayın. [Nisa/135]
Burada, psikolojik bir
duygunun insanı etkileyerek adaletten saptırmasını ifade etmektedir.
11. Uzak durmak
Doğruyu savunan kişinin,
etkinliğini kaybetmesi durumunda, savunduğu değerin rencide olmaması için,
yanlışı savunanlardan uzak durması, kalkıp oradan gitmesi anlamını ifade
etmektedir. En'âm/68'de a-ra-da kelimesi bu manada kullanılmaktadır:
Şimdi ayetlerimiz
hakkında ileri geri konuşan kimselere rastladığın zaman, bu kimseler başka
konulara geçinceye kadar onlardan uzak dur.
Ayetin devamında,
(felâtak'ud=oturma) emri yer aldığına göre, (fa 'rid=uzak dur, kalk oradan git,
onlardan yüz çevir) anlamına gelir.
İçinde bulunulan ortamda,
sahip olunan değerlere karşı ileri-geri konuşuluyorsa, oradan uzaklaşmak en
doğru yoldur.
12. Vazgeçmek
Olmayacak bir istekten
vazgeçme manasında kullanılmaktadır: "Ey İbrahim! Bu yakarışından
vazgeç" dediler. [Hud/76]
13. Peşini bırakmak
Onlara döndüğünüzde
kendilerini rahat bırakasınız diye, sizi temin etmek için Allah'a yemin
edecekler. O halde bırakın peşlerini. [Tevbe/95]
Eğer her ikisi de
tevbe eder ve gidişatlarını düzeltirlerse, onları kendi hallerine bırakın.
[Nisa/16]
Gerek savaştan kaçanlara
ve gerekse çirkin bir fiil işleyenler karşı takınılacak tavır belirlenirken
ı-ra-da kelimesi kullanılmaktadır ki, yemin eden, ahlaken düzelen insanların
üzerine gitmeyip kendi hallerine bırakmak, peşlerine düşmemek anlamlarını
ifade etmektedir.
14. Büyüklük
Yüce Allah, iyi
kullarına bahşedeceği cenneti tasvir ederken, onun büyüklüğünü ifade etmek
için ard kelimesini kullanmaktadır:
Rabbinizin
bağışlayıcılığına nail olmak, Allah'a ve Elçisine iman edenler için hazırlanmış
bulunan ve genişliği göklerle yer kadar olan cenneti elde etmek için yarışın.
[Hadid/21]
Ayette yer alan
(arduhâ ke-'ardı's-semâi ve'l-ardı=omın genişliği gökler ve yer genişliği
kadardır) ifadesi, manevî bir büyüklüğü ifade etmektedir.
15. Terketmek
Kocanın karısını ihmal
etmesini, ondan yüz çevirmesini ve onu sevmemesini ifade için de bu kelime
kullanılmaktadır:
Eğer bir kadın,
kocasının kötü muamelesinden veya yüz çevirmesinden kor-karsa... [Nisa/128]
Ayetteki Cfttf (ev
ı'râden) ibaresi 'terketmek' anlamına gelmekte ve aile ilişkilerinde kocanın
karısına karşı -ıslahı gerekli olan- olumsuz tavrını ifade etmek için
kullanılmaktadır. Kelime, bu manası ile hem medenî hukuku, hem de aile ahlâkını
ilgilendirmektedir.
16. Nefretle reddetmek
En'am/35'te 'nefretle
reddetmenin' neticesi olan yüz çevirmeyi ifade etmektedir:
Eğer hakikati inkar
edenlerin nefretle reddetmeleri sana ağır geliyorsa...
Ayetteki (ı'râd)
kelimesi, inkar psikolojisinin meydana getirdiği ve Hz. Peygamber'e çok ağır
gelen nefretle reddetme tepkisini ifade etmektedir. Böylece kavram, farklı
inanç ve düşüncede olanların tepkisini ifade ederken kültürel bir mana
kazanmaktadır.
17. Umursamazlık
Bu kelime 'gaflet'
kelimesiyle beraber kullanılınca umursamazlık manasına gelir:
İnsanlar için hesap
görme vakti yaklaşıyor, ama onlar hâlâ inatla umarsamaz-lık gösteriyorlar.
[Enbiya/l]
'Gaflet içinde yüz
çevirmek' manasına da gelen bu kelime, akibete (ki burada kıyamet ve hesaptır)
karşı umursamazlığı ifade etmek için kullanılmıştır.
20. Menfaat
Kelime, Nisa/94'te
dünya hayatının gelip geçici kazancını veya menfaatini ifade etmektedir:
Ey iman edenler! Allah
yolunda (savaşa) çıktığınız zaman, karşılaştığınız durumu açıkça kavramaya
çalışın ve size barış teklif edene, bu dünya hayatının menfaatine duyduğunuz
istekle, sen mü'min değilsin demeyin. Çünkü asıl kazanç Allah'ın katındadır.
Siz de bir zamanlar aynı durumdaydınız, ama Allah size karşı lütufkar
davranmıştı. Öyleyse muhakemenizi kullanın. Şüphesiz Allah yaptığınızdan her
zaman haberdardır. [Nisa/94]
A'raf/169'da da değersiz
dünyanın geçici tadı, değeri ve menfaati manasına gelmektedir. Yüce Allah,
dünya hayatının değeri ile kendi katındaki değeri anlatırken bazen 'ard'
kelimesine yer vermektedir. Sadece bu dünya menfaati uğruna, insanlara
saldınlamayacağını söylerken Yüce Allah, bir savaş kültürü, anlayışı için bu
kelimeyi kullanmaktadır. Barış teklif eden kişiye veya topluma, samimi değilsin
diyerek, dünya menfaati için saldırmak doğru değildir. Böylece bu kavram,
barış kültürünün temellerinde yer alan bir kavram olmaktadır.
21. Uzun
(arîd) kalıbında kullanıldığında 'derin' veya
'uzun' manasına gelmektedir:
Ne zaman insana
nimetlerimizi bağışlarsak yan çizer ve uzaklaşır; başına bir kötülük gelince de
uzun dualar yapmaya başlar. [Fussilet/51]
'Geniş, kapsamlı' manasına
da gelen bu ayetteki arid kelimesine, dua ile bir araya geldiği için 'uzun'
manasını vermeyi uygun bulduk. Durmadan, devamlı ve her zaman dua etme
sürecini ifade etmektedir. Tamamen psikolojik bir mana yüklenmektedir.
22. Bulut
Ahkaf/24'te (ârid) kalıbında
gelen bu kelime, ceza olarak Allah'ın gönderdiği, içinde fırtına olan buluta
denmektedir:
Sonuçta yoğun bir
bulutun vadilerine doğru yaklaştığını fark ettiklerinde, "Bu bize yağmur
getirecek olan buluttur" diye haykırdılar.
Bu ayette arid
kelimesi iki kere geçmektedir. Yüce Allah insanları, tabiat olaylarını
kullanarak da cezalandırmaktadır.
23. Engel
Bakara/224'te (urda)
kalıbında 'engel' manasına gelmektedir:
Yeminlerinizden dolayı
Allah'ı iyilik etmenize, O'ndan sakınmanıza ve insanlann arasını düzeltmenize
engel kılmayın. Allah işitir ve bilir. [Bakara/224] Buradaki 'engel'i,
'mazeret' olarak almak da mümkündür.
24. Evlenme teklifinde bulunmak
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/235'te evlenme teklifinde bulunmak anlamına gelmektedir.
Fakat bundan önce 'karşısına çıkarmak', 'sunmak', 'önüne koymak', 'önüne
getirmek', 'huzura çıkmak' manaları ile yakından alakası vardır. Erkeğin,
boşanmış ve iddeti bitmiş bir kadının önüne kalbinden geçenleri koyması ve
sunması demektir.
Diğer manalarla da
alakası vardır. Bir düşünceye, bir inanca gösterilen olumsuz tavır manasıyla bu
kavram, aslında düşüncelerini onun önüne koyup engel olmaktadır. Bütün bu
manalar iç içe olmakla beraber, ayırmayı ve nüanslarını açıklamayı uygun
bulduk.
[105]
Ayette geçen diğer bir
kavram da (hıtbe)dir. Ha-ta-be fiilinden türeyen bu kelime, bir kıza evlilik
teklifinde bulunmak, evlilik teklifini kabul etmek, nişanlanmak, hitap etmek,
konuşmak manalarına gelmektedir.
(hatb) kalıbından
alındığında, mesele, hadise, iş, hal, dert, durum, şart, talihsizlik, felaket
anlamlarını ifade etmektedir.
[106]
1. Laf atmak
Farklı düşünce, fikir
ve inançta olan insanların birbirlerine karşı olan tutumlarını anlatırken Yüce
Allah, cahil insanların müslümanlara karşı tavrının birini bu kelimeyle ifade
etmektedir:
Rahmanın has kulları,
yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürürler; ne zaman cahil kimseler kendilerine
laf atacak olsa, sadece 'selam' derler. [Furkan/63]
2. Baş vurmak
Yüce Allah bu kelimeyi
Hud/37'de fiil kalıbında ve olumsuz emir şeklinde getirmiştir:
Bizim gözetimimizde ve
vahyettiğimiz biçimde tekneyi inşa et ve haksızlığa sapanlar için bana baş
vurma, çünkü onlar boğulacaklar. [Hud/37]
Aynı ifade
Mü'minun/27'de de geçmektedir. Her iki ayetteki emir (bana muhatab olma) yani,
bana dua ile başvuruda bulunma anlamına gelmektedir.
3. Amaç
İnsan, bir işi bir
amaçla yapar. Hz. Musa İsrailoğulları'ndan bir müddet ayrılınca, Samiri bir
buzağı heykeli yaparak halkı ona taptırmaya başladı. Hz. Musa dönünce Samiri'ye
şöyle dedi:
(Peki, ya senin amacın
neydi ey Samiri?) [Taha/95] Yapılan yanlış bir işin amacını sorarak, Hz. Musa
durumu çözmeye çalıştı.
4. Maslahat
Hz. Musa, Medyen'in su
kuyularına vardığında, hayvanlarını sulayan bir grup insanla karşılaştı. Kendi
hayvanlarını uzakta tutmaya çalışan iki de kadın gördü ve onlara yaklaşıp
'Amacınız nedir?' [Kasas/23] diye sordu. Burada da -Samiri'yi sorguladığı
sıradaki gibi- hatb kelimesini kulanarak 'Niye bekliyorsunuz, niçin
hayvanlarınızı uzak tutuyor da sulamıyorsunuz?' demek istedi.
5. Umut
Hatb kavramı Yusuf/51
'de 'umut' anlamına gelmektedir:
Bunun üzerine kral,
kadınlara, "Yusuf un gönlünü çelmek isterken ne sağlayacağınızı
umuyordunuz?" diye sordu. [Yusuf/51]
Aslında Hz. Musa'nın
Samiri'ye sorduğu sorudan pek farkı yoktur, ama biz ona 'amaç', buna da 'umut'
demeyi uygun bulduk.
6. Konuşmak
Bu kelime, hitab
etmek, konferans vermek, halka konuşmak, söylev ve demeç vermek, hutbe ve vaaz
vermek manalarına da gelmektedir.
Davud'un
hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma kabiliyeti
vermiştik. [Sad/20]
Ayette geçen (fasl)
güzel; (hitâb) da konuşma anlamına gelmekte ve ikisi birlikte 'güzel konuşma
sanatı' manasını ifade etmektedir.
7. Tartışmak
Allah ile kul
sözkonusu olduğunda farklı bir mana kazanarak, kimsenin Allah ile
tartışamayacağı anlamını kazanmaktadır:
Allah, göklerin, yerin
ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O rahmandır. O gün insanlar O'nunla
tartışamazlar. [Nebe/37]
'Tartışamazlar' demek
'konuşamazlar' demektir. Oradaki konuşmanın tartışma şeklinde olacağı
fikrinden hareketle bu manayı yükledik.
Laf atmak, baş vurmak,
amaç, maslahat, umut, konuşmak ve tartışmak manaları ile (hıtbe) kavramı,
evlilik teklifinin içinde yer almaktadır. Çünkü evlilik teklifinde, amaç, ümit,
güzel konuşma ve durumu arzetme vardır. Kelime yer aldığı ayetin içeriğine
göre mana kazanır.
(a-ra-da) kelimesi ile
(hıtbe) kelimesi bir araya gelince, evlenme hususunda düşüncesini üstü kapalı
biçimde anlatmak, evlenme niyetini hissettirmek, evlilik teklifini çıtlatmak
manalarını ifade eder. Kocasından ayrılan ve iddet bekleyen kadına evlilik
teklifi yapmanın günah olmadığını ifade eden bu ayetin, medenî hukukun en ince
konularına girmekte olduğu görülmektedir.
Diğer taraftan a-ra-da
kelimesinin 'hıtbe'ye bir nezaket, kibarlık ve hassasiyet kattığını da
söylemeliyiz. Namuslu bir kadına, namuslu bir erkeğin evlilik teklifindeki
edaya, tavra ve kibarlığa kadar inen bu ayet, evlilik teklifinin nezaket
boyutunu da ele almaktadır. Böylece Kur'an'ın, kadm haklarında yaptığı
devrimi, iletişim alanına kadar uzattığı anlaşılmaktadır.
(Ya da böyle bir
arzuyu içinizde saklamanızda size günah yoktur).
Ayetin birinci bölümü,
evlenme isteğini açıkça söylemeyi ele alırken, bu bölümü niyet veya arzu olarak
içinde tutmayı konu edinmektedir. Ayetin bu kısmı ile Yüce Allah, konunun
psikolojik boyutu ile ilgilenmekte, dışa vurulmayan niyet ve arzuların günah
olup olmadığını hükme bağlamaktadır. Buradan, içte gizlenen arzu ve niyetin,
ya da fantazilerin bazılarının sakıncalı olduğu manası da çıkmaktadır. Nitekim
Bakara/225'de 'kalplerin kazandığından sorumlu tutulacağı' ifade edilmişti.
Ayetin devamında, gizlenen niyetten dolayı niçin bir günah olmadığına cevap
verilmektedir:
(Allah bilir ki siz
onları anacaksınız).
İddet bekleyen bir
kadınla evlenme niyetinin saklanması, bunun Allah tarafından bilinmediği
anlamına gelmez. Zira -ayette de ifade buyurulduğu üzere- Allah onu
bilmektedir. İstikbalde bu niyetin açıklanacağını bildiği için Yüce Allah onu
günah saymamaktadır. Psikolojik bir olgunun sosyolojik bir olguya dönüşmesi,
psikolojik olguyu sakıncalı olmaktan çıkarmaktadır.
Yüce Allah bu niyetin,
yani psikolojik olgunun sosyolojik olguya nasıl dönüşmesi gerektiğini de
bildirmektedir. İddet bekleyen kadına karşı içte beslenen niyetin, nasıl açığa
vurulacağının da kuralları olmalıdır. Ayetin devamı bunları tesbit etmektedir:
(Fakat salan onlarla
gizlice buluşmak için sözleşmeyin).
İddet beklemekte olan
bir kadmla gizlice buluşarak evlilik teklifinde bulunmanın yanlış olduğunu
bildiren bu kısım, evlilik teklifinin birinci kuralını koymaktadır: Gizlice
buluşma yok. Bu kural, olmaması gerekeni belirtmektedir.
Ayetin, (meşru sözler
söylemeniz müstesna) kısmı ise, olması gerekeni belirtmektedir. İyi niyetli
bir erkeğin, bir kadına evlenme niyetini açığa vurması, meşruiyyet dairesi
içinde olmalıdır. İnsanlık tarihi meşru bir evlilik teklifinin nasıl
yapılacağını belirlemiştir:
(Bekleme süresi sona
ermeden önce evlilik bağını kurmaya kalkışmayın).
Farz olan iddet
(bekleme) süresi içinde evlenme teklifi yapılabilir; evlilik niyeti kalpte
tutulabilir ama, asla nikah akdi yapılamaz.
Ayetin bu kısmına
kadarki bölümünden anlıyoruz ki: Evlilik konusundaki kuralların temelini
kadınm tabiatı oluşturmaktadır. İddet, ayetin eksen konusunu teşkil
etmektedir. Evlilik teklifinin meşru olması, niyetin içte gizlenmesi ve
gizlice buluşmama hükmünün temelinde de kadının durumu yer almaktadır.
Ayetin amacı, iddet
bekleyen kadının rencide olmamasını, yoldan çıkarılmamasını, duygularına saygı
duyulmasını, istismar edilmemesini, kötü niyetlere alet edilmemesini temin
etmek ve nikah akünden önce geçecek olan safhanın hukukî ve ahlâkî alt
yapısını hazırlamaktır. Bütün bu kuralların, ahlâkî ve hukukî boyutunun
oturduğu bilinç de ayetin sonunda ifade edilmektedir. Bu kuralların yerine
getirilebilmesi, iki şeyin bilinmesine bağlıdır:
1. (Bilin ki
Allah, gönlünüzden geçirdiklerinizi bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının).
Bir kadına yapılan
evlilik teklifinin samimi olup olmadığını Allah bilir. Gönüldeki kötü niyete
rağmen, ağızdan dökülen güzel sözler kadını aldatabilir, ama Allah'ı
aldatamaz. Öyleyse kişi, Allah'ın, niyetini bildiğini aklından çıkarmamalı,
niyetinin zıddını söylemekten sakınmalıdır. Allah'tan sakınmayan ve yukarıda
bahsettiğimiz bilinçte olmayan insanın bu kurallara uyması zordur. Yüce Allah
bilinç ile sakınma duygusunu medenî hukukun bu boyutunun temeline koymaktadır.
2. (Ve şunu
da bilin ki, Allah affedicidir; merhamet sahibidir).
Kötü niyetle kadına
yaklaşan, ona gizli buluşma teklifinde bulunan, niyeti ile söyledikleri
birbirini tutmayan insan, af dileyip hatasından döndüğünde Allah'ı gafur ve
halîm bulacaktır.
[107]
236. Eğer kadınları,
kendilerine dokunmadan ve mehir kesmeden boşarsanız, bunda size bir günah
yoktur. Ancak böyle durumlarda onları marufa uygun olarak faydalandırın;
imkanı geniş olan kendi gücüne, dar olan da kendi gücüne göre... ve bu, güzel
davrananlar üzerine bir yükümlülüktür.
237. Ve eğer
onları, kendilerine el sürmeden boşar da, me-hir tayin etmiş bulunursanız, o
vakit üzerinize düsen yükümlülük: tayin ettiğiniz mehrin yarısını vermektir.
Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikah bağı elinde bulunanın vazgeçmesi hali
müstesna! Mehirden vazgeçmeniz takvaya daha uygundur. Aranızda iyilik ve
ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.
Yüce Allah boşama
hukukunda üç konuyu gündeme getirmektedir.
1. Nikah
yapılıp mehri belirlenen ve cinsel ilişkide bulunulan kadının durumu 228 ve
229. ayetlerde ele alınmıştı. Bu kadınlara, Nisa/24 ayetine göre mehirin tamamı
verilir ve verilen mehirden hiçbir şey geri alınmaz. O kadınlar da üç ay hali
beklerler.
2.
Bakara/236, ayette ise nikahlanıp cinsel ilişkide bulunulmayan ve mehri tesbit
edilmeyen kadının durumu ele alınmaktadır. Bu kadınlara -tayin edilmiş bir
mehir olmadığı için- mehir verme zorunluluğu yoktur, ama, erkeğin gücü
oranında ona yardım etmesi, yani kadının ihtiyacını karşılaması gerekir.
3. Nikahlanmış,
mehri belirlenmiş, fakat cinsel ilişkide bulunulmamış olan kadının durumu da
237. ayette ele alınmaktadır. Bu durumdaki kadını boşayan erkek, kesilen mehrin
yansını ödemek zorundadır. Ancak kadın, hakkından, yani mehrin yansından
vazgeçebilir. Fakat kocanın vazgeçmesi takvaya en yakın davranıştır.
4.
Ahzab/49'a göre yukandaki son iki maddede bahsi geçen kadının iddet bekleme
zorunluluğu yoktur:
Mü'min kadınları
nikahlayıp, cinsel ilişkide bulunmadan onları boşadığınız zaman, onlar hakkında
sayacağınız bir iddet yoktur. O halde bir şeyler vererek onları güzel bir
şekilde serbest bırakın. [Ahzab/49]
Yüce Allah, aşiret
toplumunda medenî hukukun boşanma kanunlannı en ince detayına kadar
belirlemekte ve bütün bu kanunlar, kadın haklan üzerinde cereyan etmektedir.
Cinsel münasebette bulunulan kadına ayn bir hak tanınarak verilen mehrin geri
alınamayacağı söylenmekte; cinsel ilişkide bulunulmayan kadına ise başka haklar
verilmektedir. Nikahlanan ve cinsel ilişkide bulunulan kadın ile cinsel ilişkide
bulunulmayan kadmın durumu büyük farklılık arzetmektedir. Böylece cinsel
ilişkinin belirleyiciliği ortaya çıkmaktadır. Şimdi ayetlerin analizine
geçebiliriz:
[108]
Ayetin bu kısmında
geçen ve 'dokunmak' manasına gelen (temessû-hunne) kelimesinin kökü ,p
(messe)dir. Asıl manası 'dokunmak' olmasına rağmen, bununla cinsel ilişki
kasdedilmektedir. Demek ki nikahlanıp cinsel ilişkide bulunulmadan boşanan bir
kadma mehir verme zorunluluğu yoktur.
Dokunmak, el sürmek,
temas etmek, bitişik olmak, tecavüz etmek, mu-kaddesliğini bozmak, aynı yerde
oturmak, vurmak, vaki olmak, başa gelmek, zarar vermek, yaralamak, ilişki
içinde olmak manalarına gelmektedir.
İsim kalıbında
alınınca dokunuş, temas, bela musibet, bedbahtlık, felaket, hücum, hastalık
nöbeti, delilik, cinnet; temas kalıbından alınınca, cinsel ilişki manasına
gelmektedir.
[109]
1. Dokunmak
'Dokunmak', genelde
sıkıntının, zarar ve belanın fert veya toplumun başına gelmesini ifade
etmektedir. Mesela Yunus/l 2'de (İnsana bir zarar dokunduğu zaman) ifadesindeki
'dokunmak', 'gelmek' manasınadır. Kur'an'ın pek çok ayetinde de bu manada yer
almaktadır.
2. Düşmek
Atalarımız da darlık
ve sıkıntıya düştüler. [A'raf/95]
Aslında ibarenin mota-mot
karşılığı; 'Darlık ve sıkıntı atalarımıza da dokundu' şeklindedir. Bolluk,
ferah ve mutluluktan sonra darlık ve sıkıntı geldiği için, iyi halden kötü
hale düştü manasını vermeyi uygun bulduk.
3. Ulaşmak
Allah tarafından
önceden buyurulmuş böyle bir ilke olmasaydı, aldığınız bütün bu (tutsaklar)
yüzünden size mutlaka büyük bir azap ulaşırdı. [Enfal/68]
İbareye "Başınıza
büyük bir azap çökerdi, size büyük bir azap dokunurdu" şeklinde mana
vermek de mümkündür.
Azabın insana
dokunması, ona ulaşması demek olduğundan 'ulaşmak' manasını uygun bulduk.
4. Yakalamak
Hz. Yusuf un
kardeşlerinin düştükleri darlık ve sıkıntıyı ifade için messe kelimesi
kullanılmıştır:
Bizi ve ailemizi
darlık ve sıkıntı yakaladı. [Yusuf/88]
Buradaki darlık ve
sıkıntı, fakirliktir. Dolayısıyla 'dokunmaktan' ziyade 'sımsıkı yakaladı'
anlamına gelmektedir. İbareye 'Bizim ve ailemizin başına sıkıntı ve darlık
çöktü' şeklinde de karşılık verilebilir.
5. Yaklaşmak
Eğer bela ve
sıkıntılar, insanın etrafında dolaştığı halde dokunmuyorsa, yaklaşma
merhalesinde kalıyor demektir. Ama insanın sosyal ve psikolojik çevresini
rahatsız ediyorsa dokunmasa bile yaklaştı demekte yarar vardır. Bunu
A'raf/188'de geçen messe kelimesinden anlayabiliyoruz:
De ki: "Allah
dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı
uzaklaştırmak benim gücümde değil. Eğer gaybı bilseydim, mutlaka iyilik adına
ne varsa çoğaltırdım ve kötülük asla bana yaklaşamazdı".
Hz. Peygamber doğrudan
Allah'ın kontrolü altında olduğu için, kötülük ona dokunmamış, onu sıkıntı ve
zarara uğratmamıştır. Onun için bu kelimeye 'yaklaşma' manasını uygun gördük.
6. Çökmek
Messe kelimesi
Kur'an'da, yaşlılığın dokunması (gelip çatması) manasında da kullanılmaktadır.
Yaşlılık insana dokunmaz, bir daha geri dönmemek şartıyla üzerine çöker:
"Üzerime yaşlılık
çökmüş olduğu halde bana böyle bir müjde veriyorsunuz öyle mi?" diye sordu
İbrahim, "Peki hangi şeyle müjdeliyorsunuz beni?" [Hicr/54]
Biyolojik bir olgunun
insanın üzerine çökmesi)insana gelip çatması manasıyla bu kavram, telafisi
mümkün olmayan bir durumu anlatmaktadır.
7. Bulmak
Enbiya/83'te Hz.
Eyyub'un Allah'a yakarışında da bu kelime kullanılmaktadır:
(Hastalık beni buldu).
'Dokunmak' manası
burada hafif kalmaktadır. Hastalığı meydana getiren mikrop insanı buluyor ve gerekeni
yapıyor. İhtiyarlık insanın üzerine çökmekte; hastalık ise insanı bulmaktadır.
8. Bulaşmak
Mutlu ve bahtiyar olup
düzenli bir sosyal hayat yaşayan topluma dışardan gelen çatışma, gerginlik ve
bıkkınlık, o topluma sosyal ve psikolojik hastalıkları bulaştırır. Sosyal ve
psikolojik hastalıklar, toplumdan topluma, tıpkı bulaşıcı hastalıkların
bulaşması gibi bulaşır. Onun için Fatır/35'teki messe kelimesine 'bulaşmak'
anlamını vermeyi uygun buluyoruz:
Allah, lütfuyla bu
konak yerine bizi yerleştirdi: Orada bize ne bir çatışma ve gerginlik; ne de
yorgunluk ya da bıkkınlık bulaşır. [Fatır/35]
9. Anlamak
Bir şeye -burada
kitaba- dokunmak demek, ona ulaşmak, onu kavramak, onu anlamak demektir.
Vakıa/79'da geçen (messe) kelimesi 'anlamak' manasına alınmalıdır. Ayetin
öncesine ve sonrasına bakıldığında böyle olduğu anlaşılmaktadır:
(O korunmuş bir
kitaptadır. Onu ancak (kalben) temiz olanlar doğru anlayabilirler).
[Vakıa/78-79]
Beyni ve gönlü
yanlıştan, batıldan ve sahte fikirlerden temizlenmiş olan insanlar Kur'an'ı
anlayabilir ve ondan istifade edebilir. Beyni ve gönlü kirli olanlar ona
dokunamaz, yani onu anlayamazlar. Temiz kalpli insanlar onun manalarına ulaşır
ve ondan istifade edebilir.
Bu ayetteki messe
kelimesini, mushafa el ile dokunmak şeklinde almak yanlış olur. Zaten Vakıa/81
ayeti verdiğimiz manayı desteklemektedir: Şimdi böyle bir habere leke sürmeye
mi çalışıyorsunuz?
Kalbi kirli olanlar
Kur'an'a leke sürmeye çalışırken; kalbi temiz olanlar onu iyice anlar ve
istifade eder.
10. Cinsel ilişkide bulunmak
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/236'daki 'dokunma' cinsel ilişkide bulunmaktan kinayedir. Bu
anlamda pek çok ayette yer almaktadır:
(Hanımlanyla cinsel
ilişkide bulunmadan önce). [Mücadele/3]
Hanımına zıhar yapan,
yani hanımının sırtını annesinin sırtını benzeterek kendisine haram kılan
kişinin, hanımıyla cinsel ilişkide bulunmadan önce yapması gereken şeyler
vardır. Bunları yapmadan hanımıyla cinsel ilişkide bulunamaz.
(Bana hiçbir beşer
dokunmadı). [Meryem/20]
Bu ifade 'Benimle
hiçbir erkek cinsel ilişkide bulunmadı' anlamında nezih bir ifadedir. Cebrail
Hz. Meryem'e bir çocuk müjdeleyince, "Bana bir insan eli değmedi, iffetsiz
olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi.
Görüldüğü gibi,
(messe) kelimesinin esas manası belanın, sıkıntı ve fakirliğin bir toplumun
üzerine çökmesi ve onu kıskıvrak yakalamasıdır. İkincil manası, cinsel
ilişkidir. Peygamberle ilgili olarak geçtiğinde 'yaklaşmak' manası
verebiliriz. Kur'an'la ilgili geçtiğinde ise, 'anlamak' manasını tercih ettik.
[110]
(Veya mehrini tesbit
etmediğiniz kadınları boşarsanız...)
Ayetin bu kısmında
geçen (ferada) kelimesi karar vermek, hüküm vermek, belirlemek, tayin etmek,
emretmek, takdir etmek kararlaştırmak tahsis etmek, taksim etmek, yerini tayin
etmek, zorla yüklemek, yasaklamak, tembih etmek, vazifelendirmek, kendi
üzerine almak manalarına gelmektedir.
(fard) kalıbında
alındığında, yarma, deşme, dar dağ geçidi, görev, emir, hüküm, ahlâkî kaide,
dinî görev, kanuna uygun miktar, meşru pay, faraziye, önceden farzetmek,
kaziye, postula, hipotez anlamlarına gelir.
[111]
1. İfa etmek
Deruhte etmek, yerine
getirmek manalarına gelen bu kavram Baka-ra/197'de geçmektedir:
Hac, bilinen
aylardadır. Kim o aylarda haccı ifa ederse...
Buradaki 'ifa etme'yi,
niyet etmek manasına da alabiliriz. Ama ayetteki '& (ferada) kelimesi niyet
etmenin ötesinde, niyetini tatbikata geçirmeyi ifade etmektedir. Bu kelime,
insanın öznesi olduğu bir fiil olunca, bir eylemi yerine getirmek, tatbikata
koymak, deruhte etmek anlamına gelir.
2. Vermek
Kelimeye, Nur/l ve
Kasas/85 ayetlerinde takdir etmek, vaz'etmek manaları verilebilir:
Yücelerden
indirdiğimiz ve kesin hükümlerle vaz'ettiğimiz bir suredir bu... [Nur/l]
Apaçık bir üslupla bu
Kur'an'ı sana veren Allah... [Kasas/85]
Nur/l'de geçen
(feradnâhâ) kelimesine 'vaz'etmek', Kasas/85'tekine ise 'vermek' manası daha
münasip düşmektedir. Aslında her ikisinde de 'farz kılmak' anlamına
gelmektedir; ancak farz kelimesi Arapça olduğu için Türkçe karşılık bulmak
gerekiyor.
3. Takdir etmek
Allah'ın Peygamber
için taktir ettiği şeyi yapmasından dolayı ona hiçbir suç isnad edilemez.
[Ahzab/38]
Burada evrensel bir
görevi, yükümlülük ve kanunu ifade etmektedir. Bir kişiye mahsus olarak geçtiğinde
'takdir etmek' manasım vermek daha uygun olur.
4. Emretmek
Allah (doğru ve haklı
bir gerekçesi olmayan) yeminlerinizi bozmayı ve kefaretini vermeyi
emretmiştir. [Tahrim/2]
Ayetteki 'üjo
(feradallâhu=Allah farz kıldı) ifadesindeki fe-ra-da fiili, 'emretti' manasına
gelir.
5. Tesbit etmek
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/236'daki fiil hali, tesbit etmek, belirlemek anlamına gelir.
Evlenecek olan taraflardan erkeğin, kadına vereceği mehrin belirlenmesini fiil
olarak ifade esnasında farz kelimesi kullanılmaktadır. Erkek, kadına ödeyeceği
mehrin yükümlülüğünü yüklenmekte ve o mehri belirlemektedir. Aslında mehir
karşılıklı olarak belirlenmektedir ama, kadın tarafı daha ağır basmaktadır. Bu
kelime, Bakara/237'de de geçmektedir.
6. Mehir
(ferada) kelimesi '£
(ferida) kalıbında alınınca mehir anlamına gelmektedir. Bakara/236-237 ve
Nisa/24'te bu anlamı ifade etmektedir.
7. Kararlaştırmak
(Kuşkusuz biz
mü'minlere, hanımlan ve sahip oldukları cariyeleri hakkında ne
kararlaştırdığımızı biliyoruz). [Ah-zab/50]
Ayetteki ferada
kelimesi 'farz kılmak' anlamına geliyor, ama Türkçe'de buna, tayin etmek,
kararlaştırmak, emretmek manalarını vermek daha uygun olur; bunlardan birini
seçmek gerekirse, 'karara bağlamak' daha uygun görünmektedir.
8. Emir
Nisa/l l'de (ferida)
kalıbında geçen bu kelimeye 'Allah'ın emirleri' veya 'Allah tarafından konmuş
farzlar' manası verilebilir. Buradaki farzı 'emir' olarak almak gerekir.
9. Yaşlı
Bakara/60'da (fârıd)
kalıbında yer almakta ve 'yaşlı' anlamına gelmektedir. Konumuz olan
Bakara/236'da takdir etmek, belirlemek manasına gelmektedir. Ayetin birinci
bölümüyle bu kısmını bir araya getirdiğimiz zaman Yüce Allah'ın, nikahtan
sonra cinsel ilişkide bulunulmadan ve belli bir mehir tayin edilmeden
gerçekleşen boşamayı gündeme getirdiği anlaşılır. Müfessirler, ayette cinsel
ilişki ile tayin edilmiş mehir arasında yer alan Jf (ev=yahut) edatının, (ve)
manasında kullanıldığını ifade etmişlerdir. Yüce Allah burada iki şeyi ele
almaktadır: Cinsel ilişkide bulunulmamış ve mehri belirlenmemiş kadınm
boşanması.
Ayetin bu kısmından
çıkarılacak önemli hükümler vardır: Mehir, nikahın esaslarından biridir. Mehir
belirlenmeden önce de nikah kıyılabilmektedir. Yüce Allah, mehri belirlenmemiş
kadının boşanmasından bahsettiğine göre, mehir belirlenmeden nikah kıyılabilir.
Böylece mehirin, nikahın olmazsa olmazını değil, esasını teşkil ettiği
anlaşılır. Ayetin üçüncü bölümünde ise "Bu durumda onları marufa uygun
olarak faydalandırın: İmkanları çok olan kendi gücüne, dar olan da kendi
gücüne göre. Bu, güzel davrananlar üzerinde bir yükümlülüktür" hükmü yer
almaktadır.
Yüce Allah mehri
tesbit edilmemiş ve cinsel ilişkide bulunulmamış bir kadını boşarken, marufa
göre onları faydalandırmayı emretmektedir. Faydalandırma, süs eşyası verilerek
olacağı gibi geçimlik verilerek de olabilir.
a. Herkesin
kendi ekonomik imkanlarına göre faydalandırması esastır. Ekonomik imkanları
geniş olan erkeğin böyle bir boşamada vereceği miktar ile, ekonomik imkanları
dar olanın vereceği miktar aynı olmamalıdır. Böylece Yüce Allah'ın hükmünü,
boşayan erkeğin mali imkanına göre koyduğu ortaya çıkmaktadır.
b. Bu
ekonomik açıdan faydalandırma 'örfe göre' olmalıdır, yani makul bir miktarda
olmalıdır. Allah Teala, faydalandırmanın ölçüsü olarak boşayan erkeğin ekonomik
imkanlarını göstermekle beraber, verilecek miktarın makul bir ölçüde olmasını
da hükme bağlamaktadır.
c. Peki,
cinsel ilişkide bulunulmamış ve mehri belirlenmemiş bir kadını boşarken onu
faydalandırmak, boşayan erkeğin isteğine mi bağlıdır, yoksa bu ilahî bir zorunluluk
mudur? Bu soruya, ayetin üçüncü bölümünde yer alan (ve onları faydalandırın)
emriyle cevap verilerek bu faydalandırma farz kılınmış, ardından da (güzel
davranışta bulunanlar üzerine bir yükümlülüktür) buyurularak bu bir
'hak/yükümlülük' olarak belirlemiştir. Aslında ayetin sonundaki 'hak' kavramı
farzın nasıl bir farz olduğunu tayin etmekte ve açıklamaktadır. Yukarıda
belirtilen şekilde boşanan kadının bir hakkı olmaktadır. Hakkın buradaki
anlamı, yükümlülüktür.
Yüce Allah bu
sorumluluğu, Allah'ın iradesine uygun davranan muhsinle-re yüklemektedir. Bu
hakkı yerine getiren, yani boşadığı kadma mali imkanına göre makul bir şeyler
veren kimse muhsindir.
Mehrin belirlenmemiş
olmasını bir fırsat olarak görmeyip Allah'ın bu husustaki enirini yerine getiren
erkek, muhsin sıfatını alacak ruh olgunluğuna sahip demektir.
Boşamada, kadını
ekonomik olarak faydalandırmanın zorunluluğu, başka ayetlerden de
anlaşılabilir. Allah Teala, Hz. Peygamber'i dünya geçimliği ve süsü için
sıkıştıran zevcelerine şöyle demesini emretmektedir:
Eşlerine söyle:
"Eğer siz bu dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin sizi
faydalandırayım ve sonra sizi uygun bir şekilde salayım". [Ahzab/28]
Peygamber bile olsa
boşayan erkeğin, hanımını ekonomik olarak faydalandırmak mecburiyetinde olduğu
bu ayetten anlaşılmaktadır. Nitekim Bakara/241 'de ise "Boşanan
kadınların da, örfe göre faydalandırılmaları haklarıdır" hükmü yer
almaktadır.
[112]
237. ayette ise Yüce
Allah, mehir kesilmiş olmakla birlikte, cinsî münasebette bulunulmadan boşanan
kadının durumunu ele alıp hükme bağlamaktadır.
1. Bu
durumda, belirlenmiş olan mehilin yansı verilmelidir.
2. Boşanan
kadının halandan vazgeçmesi halinde mehir ödenmeyebilir.
3. Nikahın
düğümünü elinde tutan kimsenin bağışlaması müstesna' ifadesiyle kasdedilen
kimse ise -Hz. Ali, Said b. Müseyyeb ve İmam-ı Azam'a göre- kocadır.[113]
Nikah düğümünü elinde
tutan kimse ile velinin kasdedildiğini söyleyenler de vardır. Ancak bizim
anladığımız kadarıyla bununla kasdedilen kimse, kocadır. Dolayısıyla koca,
belirlenen mehrin tamamını verebilir. Öyleyse kadın, hakkı olan mehrin
yarısını bağışlayabilceği gibi, koca da belirlenen mehrin tümünü ödeyebilir,
tümünü ödemesi daha güzeldir.
4. (Ey
erkekler!) Size düşenden vazgeçmeniz (yani belirlenen mehrin tümünü vermeniz)
takvaya daha uygundur.
Yüce Allah, hukukî
bir davanın eksiksiz işlemesi, tarafların kırılmadan birbirinin hakkına riayet
etmesi için, davanın temeline 'takva' denen, sakınma duygusunu koymaktadır.
Takva/Allah'a karşı sorumluluk duygusu, samimiyet, ihlas ve sakınma gibi
psikolojik bir ruh olgunluğunun nerelere kadar etkili olduğu da böylece ortaya
çıkmaktadır. Takva, psikolojik bir duygu olmaktan çıkarak, sosyal ve hukukî
yapının oluşumunda itici bir güç haline gelmektedir.
Kadının alacağı mehrin
yansını bağışlaması veya boşayan kocanın karar-laştınlan mehrin tamamını
ödeyerek fedakarlıkta bulunması takvaya en uygun bir davranış olduğunu
söylemekle Yüce Allah, takvayı eksen bir değer olarak kabul ettiğini
vurgulamaktadır.
Demek ki davranış,
psikolojik ve sosyolojik takvaya yakınlığı, yani ona uygunluğu nisbetinde
meşruluk kazanır.
Takva ile hukukun
ilişkisini biraz daha ötelere taşırsak şöyle diyebiliriz: Hukuk yanıltılabilir
ama 'takva' denen sorumluluk duygusu, ihlas ve manevî korunma sistemi
yanıltılamaz. Onun yanılmazlığı hukukun teminatıdır.
5. Birbirinize
lütufkar davranmanız gerektiğini unutmayın.
Koca, cinsel ilişkide
bulunmadan boşadığı kadına belirlenen mehrin yansını vermek suretiyle 'hak'
çerçevesinde kalabilir; ama takva denen basamağa çıkamaz. Takva basamağına
çıkabilmesi için, mehrin öteki yansını da ödemelidir. Koca, mehirin ikinci
yansını da ödeyerek lütufta bulunduğu takdirde hukukun emrettiğini yerine
getirmenin ötesinde erdemli bir davranış sergileyerek, takva denen değeri de
elde etmiş olur. Aslında bu şekilde davranma da 'unutmayın' emri ile hukuka
dahildir.
6. Doğrusu
Allah bütün yaptıklarınızı görür.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz ayette Yüce Allah iki boyutlu bir hüküm ortaya koymaktadır:
a. Cinsel
ilişkide bulunmadan boşanan kadına, belirlenen mehrin yansını vermek, meselenin
hukukî boyutudur.
b. Kadın
veya koca fedakarlık ederek; kocanın mehrin tamamını vererek lütufta
bulunması, ya da kadının hakkı olan yanyı bağışlaması da meselenin takva
boyutudur. Cenab-ı Allah her iki davranışı da gözlediğini ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın gözlemesi, takvanın ötesinde, hukuka bir sağlamlık getirmektedir.
İnsanın içinden çıkan takva duygusu ile Allah'ın gözlemesi bir araya gelince,
hukukun etrafında kınlması mümkün olmayan bir zırh örülmüş olmaktadır. Bu iki
değer, hukukun yerine getirilmesini kolaylaştırmaktadır.
Bakara/227 ila 237
arasındaki ayetlerde, boşanma hukukunun çeşitli bo-yutlan ele alınmıştır.
Sosyolojik anlamda ailenin yıkılışı diyebileceğimiz boşanma konusunu Yüce
Allah en ince aynntılanna varıncaya kadar ele alıp aydınlatmakta ve hükme
bağlamaktadır. Bu hükümlerin temeline de iyiliği, takvayı, Allah'ın
gözlemesini, haberdar olmasını, af ve merhametini koymaktadır. Hukukla manevî
değerleri ilişkilendirmek, hukukun temeline psikolojik oluşumlan koyduğunu
göstermekte; hukukun, manevî olgunluğa sahip olan insanların elinde rencide
olmayacağını vurgulamaktadır.
Boşanma hukukuyla ilgili
olarak Allah'ın koyduğu ilkelerden çıkaracağımız başka sonuçlar da vardır,
şöyle ki: Örfün egemen olduğu aşiret toplumundaki boşamada koca, hem hakim hem
davacı durumundaydı. Şartlan kendisi koyar ve boşamayı kendisi yapardı.
Günümüzde de hâlâ 'üçten dokuza şartım olsun sen benden boşsun' ifadesini
kullanan koca, hanımını bo-şamış olmaktadır. Hammıyla ilgili olmayan başka bir
iş için şart etse ve o işin tersini yapsa, yine karısı boş olur. Mesela 'Üçten
dokuza şartım olsun, bundan sonra kumar oynamayacağım, oynarsam karım boş
olsun' dese ve sonra kumar oynasa, karısı boş olur. Nice kadınlar bu yanlış
anlayışın kurbanı olarak ya tamamen boşanmış veya hülle ile kocasına
dönebilmiştir.
Hülle, kocası
tarafından üç talakla geri dönüşü mümkün olmayacak bir şekilde boşanan kadmın,
kocasına tekrar dönebilmek için başka bir erkekle -nikahtan hemen sonra
boşanmak üzere- nikahlanması ve boşanmasıdır. Hülleye fetva veren din adamları
büyük günah işlemekte, din adına Allah'a iftirada bulunmaktadırlar.
Kur'an aşiret
toplumunun boşanma anlayışını yıkarak konuyu hukuka bağladı. Kadının bu
konudaki hakkını, erkeğin iki dudağının arasından alarak, hukuka ve onun
sosyal müesesesesi olan mahkemeye havale etti. Kur'an, hakimi devreye soktu,
kadma ayrılma davası açma hakkı tanıdı, mahkemenin cereyan usûlünü belirledi,
şahitlik müessesesini devreye soktu, boşanan kadına iddet bekleme zorunluluğu
getirdi, mehir konusunu ele aldı, mahkemenin birinci ve ikinci celselerinden
sonra boşamadan vaz geçme hakkı tanıdı, eşlerin birbirlerine güzel
davranmasını tavsiye etti. Getirdiği bu müesseselerle Kur'an modern hukukun
temellerini atarken kadınların haklarını da öne çıkarıp korudu.
[114]
238. Namazları ve orta
namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile ayakta durun.
[115]
Ayetin izah edilmesi
gereken kavramlarının başında (hâfızû) kelimesi gelmektedir ki korumak,
muhafaza etmek, himaye etmek, müdafaa etmek, dikkatle bakmak, zihinde tutmak,
unutmamak, dikkatli olmak, devam ettirmek, tutmak, besleyip kuvvet vermek,
elinden tutmak, yapışmak, dikkat etmek, ezberlemek, manalarına gelmektedir.[116]
1. İffet
Kur'an'da (hafeza)
kelimesi birlikte kullanıldığı kelimelere göre (terkip olarak) mana kazanır.
Cinsel organlarla beraber kullanılınca namus, iffet manasını ifade eder:
Irzlarını koruyan
erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar. [Ahzab/35]
'Irzlarını koruyan
erkekler' ifadesi, namuslu erkekler; 'ırzlarını koruyan kadınlar' da iffetli
kadınlar anlamına gelmektedir. Koruma kavramı, burada iffetten kinayedir.
Ve onlar iffetlerini
korurlar. [Mü'minun/9]
Nur/30-31 ve
Nisa/34'te de aynı anlama gelmektedir.
2. Korumak
Bu manada Kur'an'da
pek çok şey hakkında kullanılır:
Allah'ın gökteki
burçları şeytanların etkisinden koruması [Hicr/16-17]; insanın insanı koruması
[Yusuf/64]; namazı korumak [Mü'minun/9]; Allah'ın kainatı koruması
[Bakara/255]; meleklerin insanı koruması [Tank/4]; Allah'ın Kur'an'ı koruması
[Hicr/9]; emri korumak [Yusuf/55]; levhanın korunması [Buruc/22].
3. Sadık olmak
Öyleyse yeminlerinize
sadık olun. [Maide/89]
Yeminin korunması,
yani yapmadan önce iyice düşünülmesi, gelişi güzel yemin yapılmaması manasına
geldiği gibi, yapılan yemine sahip çıkmak, sadık davranmak anlamına da gelir.
4. Devam etmek
Namazlarına devam
ederler. [Mü'minun/9]
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/238'de kelime, 'devam etmek' manasına gelmektedir. Bir ibadet
nasıl korunur, sorusuna, 'Onu devamlı yapmak suretiyle' diye cevap
verilebilir. Devamlı ve sistemli bir şekilde yapılan ibadet korunmuş
olmaktadır.
5. Himaye etmek
Himaye etmekle korumak
aynı manaya gelmektedir. Korumak genel, himaye ise özel anlam taşımaktadır.
Maide/44'te 'Allah'ın kelamının bir kısmı din adamları ve hahamların himayesine
emanet edilmişti' Duyurulmaktadır. Burada hafeza kalıbı, istahfeza kalıbına
dönüştürüldüğü için, himayesine emanet edildi manasını verdik.
6. Dikkat etmek
Yusuf/64'te Allah'ın
(hafiz) sıfatını ifade etmektedir:
Daha önce kardeşinizi
size nasıl emanet ettiysem onu da aynı şekilde size emanet edeyim öyle mi?
Allah en hayırlı koruyucudur. O, acıyanların en mer-hametlisidir. [Yusuf/64]
Bu ayetteki 'koruyucu'
kavramı, dikkat eden manasına alınmalıdır. Dikkat edilmezse korumak mümkün
olmaz; onun için dikkat etmek, korumanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
7. Gözetmek
Tevbe/112'de (Allah'ın
sınırlarını gözetenlerdir) buyuruluyor. Aslmda ibarenin mota-mot karşılığı
'Allah'ın sınırlarını koruyanlardır' şeklindedir. Buradaki korumak, bizzat
kişinin hayata tatbik ederek koruması anlamına gelir ki, bu da gözetmektir.
Allah'ın sınırlarını gözeten adam, onların dışına çıkmaz, onları ölçü edinir.
'Bu işleri gözetim
altında tutan bizdik' [Enbiya/82] ayetinde geçen {^L (hâfızîn) kelimesi,
gözetim altında tutmak anlamına gelmektedir.
'Halbuki üzerlerinde
gözetleyici güçler vardır' [İnfitar/10] ifadesindeki iŞtoC- (hâfızîn) kelimesi
de aynı anlama gelmektedir. İnfitar/33; En'am/61 ve Hud/57'de de aynı anlamı
ifade etmektedir.
8. Bekçi
'Biz seni onlara
bekçilik yapman için göndermedik' [Nisa/80]; ayetinde ve En'am/104'te de aynı
manayı ifade etmektedir. Bu ayetlerde hafeza kalıbı, ahfız kalıbına
dönüşmektedir.
9. Şaşmaz
Biz toprağın onların
bedenlerini nasıl çürütüp yok ettiğini iyi biliriz, çünkü katımızda şaşmaz bir
sicil vardır. [Kaf/4]
Ayetteki (Katımızda
muhafaza eden bir kitap vardır) ifadesinde-ki, kitaba 'sicil', koruyana da
'şaşmaz' manasını vermek uygun olur.
10. Akılda tutmak
Bu anlamdan hareketle,
Kur'an'ı ezberleyene 'hafız' denmektedir. Çünkü o, Kur'an'ı hafızasında tutmaktadır.
Yine, Allah'ı daima aklında tutan kimse için de bu ifade kullanılmaktadır.
'Size vaadedilen
cennet budur. Allah'a yönelen ve O'nu her zaman aklında tutanlara' [Kaf/32]
ayetindeki hafız kelimesine, Allah'ı daima aklında tutan manasını vermek
gerekir.
Bu manaları
Bakara/238'deki hafızun emriyle birleştirirsek; namazlarınızı koruyun,
namazlarınıza karşı sadık davranın, namazlarınıza devam edin, namazlarınızı
himaye edin, namazlarınıza dikkat edin, namazlarınızı gözetin, namazlarınızın
bekçiliğini yapın, namazlarınızda şaşmayın, namazlarınızı aklınızdan çıkarmayın
manalarına gelir.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/238'deki hafızu kelimesine; Hazin devam etmek; Nesefi vakit,
rükün ve şartlan ile devam etmek; Razi ve İbn Abbas ise korumak anlamını vermişlerdir.
Yüce Allah, bu emriyle
namaz ibadetinin kesintiye uğramayan bir süreç olduğunu insanlara hatırlatmakta
ve bunun yerine getirilmesini emretmektedir. Salat'm ne olduğunu Bakara/3'te
anlatmıştık. Burada salavat şeklinde çoğul olarak gelmesi, namazların ikiden
fazla olduğunu gösterir.
(Orta namaza devam
edin).
Müfessirler 'orta
namaz'm ne olduğunu tartışmışlar ve bu konudaki bütün rivayetleri
nakletmişlerdir. Kimi, orta namazın ikindi, kimi sabah, kimi de öğle namazı
olduğunu söylemiştir.
Bu tartışmalara
girmeden hadislerden hareket etmeyi uygun buluyoruz:
Hz. Ali ve Hz.
Aişe'den rivayet edilen hadislere göre 'orta namaz' ikindi namazıdır.
Hz. Ali, Hendek
savaşının bir safhasını şöyle nakletmektedir:
Hendek savaşında
Allah'ın Rasulü "Bizi orta namazdan alıkoydular. Allah evlerini ve
kabirlerini ateşle doldursun" dedi ve ikindi namazını, akşamla yatsı
arasında kıldı.[117]
Abdullah ibn Mesud'dan
gelen rivayete göre 'orta namaz', ikindi namazıdır.[118]
Sabah ve öğle namazı, ikindiden önceki iki namazı, akşam ve yatsı da ikindiden
sonraki iki namazı teşkil etmektedir. Buna göre orta namaz, ikindi namazıdır.
Ama günün, gün
batımından itibaren başladığını düşünürsek, akşam ile yatsı sabah namazından
önce, öğle ile ikindi de sabah namazından sonra olur. O zaman da orta namaz,
sabah namazı olur.
Yüce Allah'ın 'orta
namaz'ı özellikle vurgulamasının sebebi, ikindi namazının çalışma saatine,
sabah namazının da uykunun yoğun olduğu âna rastlaması olabilir.
Bize göre orta namaz
ikindi namazıdır. Çünkü Hz. Ali'den gelen rivayeti sahih kabul edersek -ki
ediyoruz- savaş nedeniyle geciktirilen namazın ikindi namazı olması gerekir.
Böylece 238. ayette geçen salavaî kelimesi, dört vakit namazı, salatı'l-vusta
da orta namazı ifade etmekte ve böylece beş vakit namaza işaret olunmaktadır.
(Saygı ile Allah'ın
huzurunda durun).
Böylece ayetin bu
kısmı, namazın rükunlanndan biri olan 'kıyam'ın yani ayakta durmanın delili
olmakta; salat'm sadece dua'dan ibaret olduğunu iddia edenlerin yanıldığı da
ortaya çıkmaktadır.
Allah için ayağa
kalkılmasından bahsedilmesinden anlıyoruz ki Allah'tan başkası için de ayağı
kalkılıyordu. 'Allah için' ifadesi, Allah'tan başkası için ayağa kalkılmasını
yasaklamakta ve müslümanın niyeti hususunda bir rehberlik ve eğitim
yapmaktadır. Bazen insanlar, gösteriş için de namaza kalkabilirler:
Yazıklar olsun o namaz
kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar, onlar gösteriş yaparlar.
[Maun/4-6]
Onlar namaza üşenerek
kalkarlar ve insanlara gösteriş yaparlar. [Nisa/142]
Başka bir şey için
ayağa kalkma ihtimalinden ötürü Yüce Allah, 'Allah için ayağa kalkın'
buyurmuştur.
[119]
Buradaki zâ (ka-ne-te)
kelimesine, Razi 'zikrederek, huşu ile'; Hazin 'dua ederek, zikrederek'; Nesefi
'itaat ederek, huşu ile ve zikrederek'; Ze-mahşeri 'zikrederek'; Muhammed Esed
'içten bağlılıkla', A. Yusuf Ali 'bütün samimiyetiyle' manalarını
vermişlerdir.
(ka-ne-te) kelimesi
lügatte itaat etmek, tevazu göstermek, alçak gönüllülük, kendini Allah'a
vakfetmek manalarına gelir.
Kur'an'da birbirine
çok yakın manalarda kullanılmaktadır:
[120]
1. Samimiyetle
itaat etmek
Yüce Allah'ın, bütün
kadınlara örnek olmaları gereken Hz. Peygamber'in hanımlarından istediği en
önemli özelliklerden biri de samimiyetle Allah'a ibadet etmektir:
Öte yandan hanginiz
Allah'a ve Elçisi'ne samimiyetle itaat eder ve yararlı işler yaparsa, onu iki
kat ödüllendiririz; onun için ahirette en muhteşem nzıkla-n hazırlayacağız.
[Ahzab/31]
Bu ayetteki kunut
kelimesi, iyi amelden önceki imanı, samimiyet ve itaati kapsayan psikolojik alt
yapıyı ifade etmektedir.
2. Huşu ile bağlanmak
Âl-i İmran/43'te Hz.
Meryem'i konu alan bir emir olarak yer almaktadır:
Ey Meryem! Rabbine
huşu ile bağlan, secdeye kapan ve (Allah'ın önünde) eğilenlerle birlikte eğil.
Bu ayet ile yorumunu
yapmakta olduğumuz Bakara/238 ayeti arasında bir benzerlik vardır. 'Namaza
devam edin' emrinin içinde secde ve rüku da vardır. Orada kıyamın, 'kunut' ile
yani samimiyetle olmasını, burada ise namazın farzlarından olan kıyamın manevî
alt yapısını ifade etmektedir.
Hz. Meryem'e önce huşu
ile bağlılığı, sonra da namazın diğer farzları olan secde ve rükuyu emrediyor.
'Allah'a huşu ile bağlılık' namazın olmazsa olmazım teşkil etmektedir. Bu
manada diyebiliriz ki, bütün farzları yerine getiren insanın namazının
bereketini, etkisini görememesinin altında, huşu ile bağlanmaması vardır.
3. Kendini Allah'a adamak
Zümer/9'da da kunut,
secde ve kıyam ile, yani namazla alakalı olarak kullanılmaktadır:
Yoksa geceleyin secde
ederek ve kıyamda durarak kendini Allah'a adayan, ahiretten çekinen ve Rabbinin
rahmetini dileyen kimse (ile kendinizi) bir mi tutuyorsunuz? De ki: "Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [Zümer/9]
'Kendini Allah'a
adamak' diye çevirdiğimiz, kanit kelimesine 'ibadet etmek' manasını da
verebiliriz. İbadet, zaten kendini Allah'a vermek anlamına gelmektedir.
4. Yürekten bağlanıp boyun eğmek
Nahl/120'de Cenab-ı
Hak Hz. İbrahim'i, yürekten Allah'a bağlanıp boyun eğen bir model olarak takdim
etmektedir.
Kelime, dinî açıdan
insanlara örnek olan kişinin önemli bir özelliğini ifade etmektedir:
Gerçek şu ki İbrahim,
insana yakışan bütün erdemleri kendinde toplamasını bilen, yalan ve sahtelik
taşıyan her şeyden yüz çevirerek Allah'ın iradesine yürekten bağlanıp boyun
eğen biriydi. [Nahl/120]
5. Sadık ve itaatkar
Bu kelime, kan-koca
ilişkileri için kullanılınca, kocasına sadık ve ona itaat eden manasına
gelmekte; kadının önemli bir erdemini ifade etmektedir:
Sadık ve itaatkar
kadınlardır. [Nisa/35]
6. İradesine tâbi olmak
İnsanın dışındaki
varlıklar için kunut, Allah'ın iradesine tâbi olmayı ifade etmektedir:
Göklerde ve yerde olan
her şey O'na aittir; hepsi O'nun iradesine tâbidir. [Rum/26]
Bakara/l 16'da da aynı
manaya gelmektedir.
Kunut'un bütün bu
manalarını Bakara/238'e götürürsek, namazda, özellik-)e kıyamda naşı} bir ruh
hah içinde olmamız gerektiği ortaya çıkar ki bu, sa-mimiyet, huşu, kendini
adamak, yürekten bağlanmak ve kendini Allah'ın iradesine bırakmak şeklinde
ifade edeceğimiz bir manevî alt yapıdır. 238. ayetin başında yer alan
"Koruyun veya devam edin" emri ile sonundaki "Huşu ile Allah
için ayakta durun" emri birbirini tamamlamaktadır. Huşu duyan, yani
kendini Allah'a vererek samimi bir şekilde namaz kılan insan, namazı korumuş
ve onun devamım temin etmiş demektir. Namazdaki hamd, şükür, zikir, teşbih ve
kıraat ondaki 'kunut'un yapısını oluşturmakta ve bereketini temin etmektedir.
Ayetin sonunda yer
alan kanitin kelimesini, Mü'minun/2'deki haşiun kelimesiyle tefsir edebiliriz:
Gerçekten mü'minler
kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşuyu yakalamışlardır.
[Mü'minun/1-2]
Kunut ve huşu,
yürekten samimi olarak bağlanıp boyun eğme anlamında birleşmektedir, tşte
namazı korumak, bu duygunun meydana gelmesiyle mümkündür. Namazın gerçek bir
ibadet olması, 'kunut' veya 'huşu' dediğimiz ruh halinin oluşmasına bağlıdır.
Bu anlamda, korunmuş veya devam edilmiş olan namaz, başlı başına bir
eğiticidir.
[121]
239. Ama eğer
tehlikede iseniz, yaya veya binekli olarak kılın; güvene kavuşunca Allah'ı
anın, çünkü bilmediklerinizi size öğreten O'dur.
Ayet, namaz konusunda
önemli bir fıkıh meselesini gündeme getirmekte ve namazın hangi şartlarda nasıl
kılınacağına ışık tutmaktadır.
(Eğer korkarsanız...)
Buradaki korkmaya,
tehlike içinde olma manası verilebilir. İnsan düşmanları sebebiyle tehlikede
olacağı gibi, yırtıcı hayvanlar nedeniyle de tehlikede olabilir. Kısaca Yüce
Allah, namazın yürürken veya binekli olarak kılınabilmesi için tehlike
bulunmasını şart koşmuştur.
Korkunun alanı
genişletilerek; ameliyat yapan doktorları, uzun toplantılara katılan devlet
adamlarını, çok önemli teknolojik işlerin başında bulunan mühendisleri ve
benzeri durumlardaki kişileri de bu ruhsatın kapsamına dahil etmek mümkündür.
(Yaya, yahut binekli
olarak...)
[122]
İnsan, tehlikeli
anlarda, yürürken veya binek üzerinde giderken namazım kılabilir. Yüce Allah'ın
bu hükmünden çıkaracağımız esaslara gelince:
1. Tehlike
altında yaya veya binekli olarak kılınan namazda kıbleye yönelmek şart
değildir. Demek ki şartlar, kıbleye yönelme farzını ortadan kaldırabilmektedir.
2. Yaya veya
binek üstünde namaz kılarken, rüku ve secde zarureti de ortadan kalkmaktadır.
Rüku ve secde için başı sallamak, bu da mümkün değilse gönülden yapmak
yeterlidir.
3. Namazın
yerine getirilmesinde güvenlikte olmak, çok önemli bir rol oynamaktadır.
Güvenlik ortamı Nisa/l 01 'de ele alınmaktadır:
Yeryüzünde sefere
çıktığınız zaman, inkar edenlerin size bir kötülük yapmasından korkarsanız,
namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.
Bu ayet, dört rekatlı
namazları iki rekat kılmaya müsaade etmektedir.
4. Günümüzde
binek şekli değişmiştir. Artık insanlar uzayda seyahat etmektedirler. Savaş
arımda uçak kullanan insanlar, 'binekli olarak' ifadesinin kapsamına
girmektedir. Savaşta motorize birlikler ile piyadenin namazına da ışık
tutulmaktadır.
(Güvene
kavuştuğunuzda Allah'ı anın).
Buradaki 'anın' emri,
'namaz kılın' manasını ifade etmektedir. Çünkü namazın bir adı da ' zikir 'dir.
"Beni anmak için
namaz [Taha/14] emri gereği, güvende olan kişi, namazını normal bir şekilde
kılmak durumundadır.
(Çünkü
bilmediklerinizi size öğreten O'dur).
Allah Teala, namaz
konusunda kolaylıklar getirmek ve yol göstermek suretiyle, insanlara, bilmediklerini
öğretmektedir. Din görevlileri de, şartlara göre farklı uygulama getiren ilahî
eğitimi örnek alarak toleranslı davranmalı, şartlara göre insanlara farklı
uygulama yapılabileceğini öğretmelidirler.
Mesela: Bir memur,
normal namaz kıldığı takdirde memuriyet hayatının tehlikeye girmesi korkusunu
taşıyorsa, kıbleye dönmeksizin göz işaretiyle namazını kılabilir. Önemli olan,
Fatiha'yı okumasıdır. Tuvalete gidip abdest alabiliyorsa alır; alamıyorsa
olduğu yerde gizlice teyemmüm yapabilir.
Bu şartlar altında
önemli olan insanın; beyninin, gönlünün ve nefsinin secde etmesidir. O duygu
halini onlara yaşatmaktır.
Bu namaza 'korku
namazı' denmektedir. Korku namazında, kıble, rüku ve secde aranmaz.
İşte bu ayet, İslâm'ın
kolaylık dini olduğunu da isbat etmektedir. Kur'an'ın koyduğu din, şartlara
göre uygulama getiren bir dindir. Sosyal şartların meydana getirdiği
psikolojik şartlar, ibadette farklı uygulamanın temelini teşkil etmektedir.
Ayetteki korku ifadesi psikolojiktir; korkuyu da dış şartlar meydana getirdiği
için sosyaldir.
[123]
240. İçinizden ölüp
geride eşler bırakanlar, eşlerinin evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar
geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkarlarsa,
onların kendileri hakkında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah
yoktur. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.
241. Boşanmış olan
kadınların marufa uygun olarak geçimlerini sağlamak, takva sahipleri üzerine
bir yükümlülüktür.
242. Düşünesiniz diye
Allah, size ayetlerini böyle açıklıyor.
Ölüp geride eşler
bırakan erkeklerin, hanımlarının bir yıl dolana kadar geçimliklerinin temin
edilmesi için vasiyet etmelerini Allah hükme bağlamaktadır.
Buradaki vasiyet
hükmünün, "Çocuğunuz yoksa, sizin de yapacağınız vasiyetten ve borçtan
sonra bıraktığınızın dörtte biri hanımlarınızındır. Çocuğunuz varsa,
bıraktığınızın sekizde biri onlarındır" [Nisa/12] ayeti ile
neshe-dildiğini iddia edenler vardır. Fakat bize göre bu ayetler farklı
şartlarla alakalı olup birbirlerine aykırı değildir.
Onun için ayetlerin
bazılarının bazılarını neshettiğini söyleyerek ayetleri nasih ve mensuh diye
ayırmak, ayetlerin illet ve hikmetlerini tayin edememekten ileri gelmektedir.
Aslında ayette, miras
değil, nafaka ele alınmakta; boşanan kadının nafakası ile, kocası ölen kadının
nafakası belirlenmektedir. Dolayısıyla, nafaka ile mirası karıştırmamakta yarar
vardır. Nisa/12'de geçen miras kanunu ile Bakara/240-241 'de yer alan (meta')
kavramı ibare ve anlam bakımından çok farklıdırlar. Bu ayetler, aynı konuyu
işlememektedir; onun için aralarında neshin cereyan ettiğini iddia etmek doğru
olmaz.
Komünizm gibi, miras
hukukunun olmadığı bir sistemde, Bakara/240-241 ayetlerini devreye sokmak
gerekir. Ayrıca vasiyetten miras hukukuna giden bir çizgi izleyen Kur'an'ın
hükümlerini mensuh (kaldırılmış) kabul etmek doğru değildir. Kadının miras
hakkı olmadığı bir toplumda, vasiyetle onun geçimini temin etmek, oradan miras
hukukuna geçmek bir süreçtir. Bu sürecin bir merhalesini, veya bir halkasını
yok kabul etmek, hükmü temelsiz kılacakta Oturulan daire hariç, binayı yok
kabul etmek akıl işi değildir. O bina her şeyi ile bir bütün olarak
düşünülmelidir.
(Eğer o kadınlar çıkıp
giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden dolayı size bir
günah yoktur. Allah azizdir, hakimdir).
Kocası ölen kadın
iddetini bitirdikten, yani dört ay on gün geçtikten sonra, meşru sınırlar
dahilinde hareket etmek şartıyla evden çıkıp gidebilir; yani evlenebilir veya
babasının evine dönebilir.
Kur'an burada iki
önemli hususa dikkat çekmektedir:
1. Kadın
tercih hakkına sahiptir.
Ölen kocasının evinde
kalmayı tercih edebileceği gibi, evden çıkıp babasının evine gidebilir veya
evlenebilir.
2. Maruf
kavramı ile kadınm tercihine bir kayıt koymaktadır.
Yani kadın, meşru
sınırlar dahilinde tercihini kullanma hakkına sahiptir.
Kur'an'ın getirdiği bu
hukukî kurallar, hukuksuz aşiret toplumunda bir hukuk kültürü oluşturma amacına
yöneliktir.
Cenab-ı Hak, ayetin
sonunda (Allah azizdir, hakimdir) buyurarak, vermiş olduğu hükmün altına
imzasmı atmakta; "Bu, aziz ve hakim olan Allah'ın hükmüdür" dercesine
hükmün kime ait olduğunu bildirmektedir. Böyle bir hükmü koymak, kudret ve
hikmet (yerli yerinde hüküm vermek) vasıflarım gerekli kılmaktadır.
(Ve boşanmış
kadınların güzel bir şekilde geçimlerinin sağlanması gerekir).
Yüce Allah burada
nafaka konusunu ele almakta; boşanan kadınların nafakasının temin edilmesini
emretmektedir, ki bu, aşiret toplumunda gerçekten bir devrimdir. Kur'an bu
konuda da modern hukukun temellerini atmıştır.
(Bu, muttakiler
üzerine bir yükümlülüktür).
Yüce Allah, boşanmış
bir kadının nafakasını hak haline getirmekte; bu hakka riayet eden kimsenin
takva sahibi olduğuna işaret etmektedir. Yüce Allah, şartlara göre kadına
karşı erkeğin üzerine yükümlülük yüklemekte ve kadın haklarını en ince
ayrıntılarına kadar işlemektedir.
(Aklınızı kullanmanız
için, Allah size hükümlerini böyle açıklıyor).
[124]
Ayetteki 'ayetlerin
açıklanması' ifadesi şu manalara gelmektedir?
1. Buradaki
'ayet' ile, 240 ve 241. ayetlerdeki kocası ölen kadınla, boşanan kadın
hakkındaki 'hükümler' kasdedilmektedir. Çünkü her ayet bir hüküm, her hüküm de
bir ayettir.
2. Ayetlerin
açıklanması, kocası ölen ve boşanan kadın ile ilgili hükümler konması ve bu
hükümlerin açıklanması manasına da gelir. Ailevî veya içtimaî meseleleri
çözümlemek, onları açıklamak demektir. Yüce Allah'ın bir şeyi açıklaması, onu
hükme bağlaması, çözümlemesi, bilinmezliğini ortadan kaldırması anlamını ifade
eder.
3. Yüce
Allah, buradaki açıklaması ile bir hukuk öğretimi yapmaktadır. Kocası ölen ve
boşanan kadının durumu 'merkeze' alınarak olayın nasıl değerlendirilip hükme
bağlanacağının öğretimi yapılmakta, onun bir 'hak/yükümlülük' olduğu, bu
yükümlülüğün kime ait bulunduğu meselelerinde eğitici açıklamalar
yapılmaktadır.
4. Yukarıda
bahsi geçen kadınlar hakkında konan hükümlerin ve o konudaki açıklamaların
eğitimsel amacı, insanlara akıllarını kullanmayı, yani doğru düşünmeyi
öğretmektir. Ayetteki (Aklınızı kullanasınız diye) ifadesi, buna işaret
etmektedir.
Böylece Yüce Allah,
aklın hukukî meselelerde yerini almasını, hukukun temelinde aklın bulunmasını
amaçlamış ve bu konudaki eğitimin akla hitap etmesi gerektiğini bildirmiştir.
Aklın hukukî meselelerde yer almasını istemekle Yüce Allah, kadın haklarına
duygusal yaklaşımı değil, akla dayanan yaklaşımı öngörmüştür. Çünkü Yüce Allah
ayetin bu kısmı ile, hukukun duygu işi değil, akıl işi olduğunu
vurgulamaktadır.
Genel manada haklar,
özel manada kadın haklan, duygu alemine bırakılamaz, takvanın özünü teşkil
eden akla, yani düşünce alemine bırakılması gerekir ve bu Allah'ın hukuk
eğitiminin biricik amacıdır.
[125]
243. Sen ölüm
korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce kişiyi görmedin mi? Ki bu durumda
Allah onlara 'ölün' demişti ve sonra da onları hayata döndürmüştü. Unutmayın
ki Allah, insanoğluna karşı lütufta sınırsızdır, ancak insanların çoğu
nankördür.
Ayette geçen (ve hum
ulûfun) ifadesine Razi, "Kalpleri birbirlerine karşı sevgi ve muhabbet
dolu olduğu halde"[126]
manasını vermektedir.
Buna göre ayete şöyle
mana verebiliriz:
Sen, ölüm korkusuyla
yurtlarını terkeden gönülden birbirini seven insanları görmedin mi?
[127]
Müfessirlerin neredeyse
tümü ve hum ulufun ibaresine 'sayılan binlere varan' manasını vermektedirler.
Biz burada ulûf kavramının kökünü ve Kur'an'daki manasını araştırmakla meseleye
açıklık getirmeye çalışacağız.
Ulûf kelimesi, 'bin'
manasına gelen elf kelimesinden türemiş olup onun çoğuludur ve 'binlerce'
manasına gelmektedir.
Elif şeklinde
alınırsa, Arap alfabesindeki ilk harfin adı olur.
Elife kalıbında
alındığında; aşina olmak, tanımak, yakından bilmek, candan arkadaş olmak,
yumuşak olmak, ehlileşmek, komite veya hükümet kurmak, bir araya getirmek,
birleştirmek, kompoze etmek, telif etmek, ahenkli kılmak manalarına gelir.
İlf kalıbında, candan
dost, yakın arkadaş, sırdaş, aşık manalarına gelir.
Bu kelimenin
Kur'an'daki manaları şunlardır:
1. Birleştirmek:
Kur'an'da psikolojik
ve maddî anlamda iki türlü birleşme yer almaktadır:
a.
Düşmanlığın ortadan kalkıp insanların
gönüllerinin birleşmesidir ki, Âl-i İmran/103'te bu anlama gelmektedir:
Hep birlikte Allah'ın
ipine sımsıkı sanlın, birbirinizden ayrılmayın. Ve Allah'ın size verdiği
nimetleri hatırlayın. Siz birbirinize düşman iken kalplerinizi birleştirdi.
Manevî anlamda,
insanların gönlünden düşmanlık duygusunu çıkartıp, onların kaynaşmasını,
birleşmesini, birbirine bağlanmasını ifade etmektedir.
b. Nur/43'te
fizikî anlamda bulutların bir araya gelip birleşmelerini ifade etmektedir:
Görmüyor musun,
bulutlan sürükleyen, sonra onlan birleştiren...
Buradaki birleştirmek,
üstüste yığmak, iç içe koymak anlamına gelmektedir.
Rahmet taşıyan
bulutların birleşmeleri gibi, merhamet taşıyan gönüllerin birleşmelerini ifade
etmektedir.
2. Sevgi koymak
Enfal/63'te aynı
inanca mensup olanların gönülleri arasına sevgi koyarak kaynaştırma anlamına
gelmektedir:
Ve Allah onlann
kalplerinin arasına sevgi koyarak birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her
şeyi verseydin, yine onlann gönüllerini birleştiremezdin.
3. Kazanmak
Gönülleri ısındırmak,
elde etmek ve kazanmak manasına da gelmektedir:
Kalpleri kazanılacak
olan kimseler içindir... [Tevbe/60]
Bu ayette
(el-muellefe) kalıbından gelmekte; kalpleri hakikate, İslâm'a ısındırılmak
için kazanılması gereken insanları ifade etmektedir. Gönlün, bir inanca, bir
fikre ve hakikate intibak etmesi, onunla kaynaşması ve onu benimsemesidir. Onun
için zekat, gönüllerini İslâm'a ısındırmak için kafirlere de verilebilir.
Buradaki kazanım, eğitimin amacını tayin etmekte; maddeyi manaya çeviren
faaliyete işaret etmektedir.
4. Emniyet
Kureyş/l-2'de 'güven',
fiil olarak da 'güvenliği temin etmek' anlamına gelmektedir:
Kureyş'in emniyeti
sağlanabilsin diye, kış ve yaz seferlerindeki emniyeti... Bu mana, ele
aldığımız kavramın £&; (îlâf) kalıbından doğmaktadır.
5. Bin
Onların her biri bin
yıl yaşamak ister. [Bakara/96]
'Bin' rakamı ile
kaynaşma, emniyet, birleşme manaları arasında bir bağlantı vardır. Rakamlar
birleşince bine ulaşmaktadırlar. Rakamların birleşmesi ile gönüllerin
birleşmesi arasında derin bir ilişki vardır. Rakamlar toplandığında bine
ulaşılır; gönüller de toplandığında bir topluluk meydana gelir. Böylece Kur'an
rakamların, bulutların ve gönüllerin birleşip kaynaşmalarını aynı kelimeden
türetmiş ve ifade etmiştir.
Bin tane rakamın, bin
sayısının içinde bir araya gelmesi gibi, binlerce gönül de sevgi ve imanın
çatısı altında bir araya gelebilir.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/243'te ki (ulûf) ibaresine, 'binlerce kişi' manasını
verebileceğimiz gibi, 'gönülden birbirine bağlı kişiler' anlamını da
verebiliriz. Birinci mana ile, bir toplumun nüfus bakımından büyüklüğünü ifade
ederken; ikinci manada bir toplumun psikolojik ve sosyal açıdan yapısını ifade
eder.
Hangi anlamını alırsak
alalım bu ifadeyle Yüce Allah'ın, psikolojik bir duygunun, bir toplumu nasıl
sarsıp ülkelerinden aynlmaya mecbur bıraktığını açıklama amacını güttüğünü
anlarız. Bu psikolojik duygu ise, -ayette ifade edildiği üzre-'ölüm
korkusu'dur. 'Ölüm korkusu' burada eksen kavramdır ve göç olgusunun da
sebebidir. Yüce Allah sebep sonuç ilişkisi kurarak, psikolojik duygunun hangi
neticelere müncer olduğuna işaret etmekte; 'yurdu terket-me' eylemini sonuç
olarak tesbit etmektedir. Ölüm korkusu ise sebeptir.
Binlerce kişinin veya
kalpleri birbirine bağlı olan insanların bu korku ile memleketlerini
terketmelerinin yanlışlığını Yüce Allah, sebep sonuç ilişkisi kurarak
açıklamakta ve yermektedir. Cenab-ı Hak bunların kimliğini, bildir-memektedir.
Bize göre bildirmemesinin sebebi, böyle toplulukların her zaman olabileceği
fikrini genelleştirmek içindir. Bu olgu sadece geçmiş toplumlarla ilgili
değil, gelecek toplumlarla da ilgilidir. Başka toplumlarla savaşma cesaretini
kaybeden, bir savaş kültürü oluşturamayan toplumlarda, düşmanlarının
saldırısına karşı duramayacakları endişesi 'ölüm korkusunu' doğurur. İşte Allah
Teala burada, nüfus çokluğunun, bu korku karşısında hiçbir şey ifade
etmeyeceğini vurgulamaktadır.
Tefsirlerde, Talmut'tan
nakillere rastlıyoruz. İsrailiyat ile tefsir yapmayı doğru bulmadığımız için o
hikayeleri nakletmiyoruz. Bizim için önemli olan, 'ölüm korkusunun' binlerce
nüfusa sahip toplumları, geçmişte yurtlarından ettiği gibi, gelecekte de
edeceği meselesidir. Psikolojik olgu ile sosyolojik olgular arasındaki
bağlantının kurulmasıdır.
Diğer taraftan ayette
geçen 'yurdunu terketmek' ifadesi, hem siyasî hem de içtimaî bir mesaj
vermektedir. Yurdunu terketmek bağımsızlık ve hürriyetini terketmek demektir.
Yerleşiklikten, göçebeliğe dönmek; yerleşik bağımsız toplumun sahip olduğu
bütün kültürel değerleri terketmek demektir. Bağımsız devlet kurmanın olmazsa
olmazını teşkil eden yurt denen toprağı terketmek, sürü haline gelmektir.
Bağımsızlığım,
hürriyetini, yurdunu, kültürünü savunamayan topluma Allah, 'ölün' dedi; çünkü,
ölüm korkusu ile yurdunu terkedene ölüm yakışır.
(Sonra onları hayata
döndürdü).
Meseleyi maddî anlamda
alırsak, 'onları tekrar diriltti' manasını vermemiz gerekir.
Ayetteki ölüm ve
dirilme olaymı sosyolojik manada alamaz mıyız? Düşmanlarıyla ölüm korkusundan
dolayı mücadele veremeyecek hale gelen toplumlar, düşmanlarına karşı manevî
değerlerinden fedakarlıkta bulunarak hayatta kalma yolunu seçerler. Manevî
değerlerinden durmadan fedakarlıkta bulunanlar, zamanla ölü bir toplum haline
gelirler.
Ruhun bedenden çekilip
gitmesi ile maddî ölümün meydana geldiği gibi, toplumu toplum yapan manevî
değerlerin kaybolmasıyla da manevî ölüm gerçekleşir.
Müddessir/19'da
'Ölesice, ne biçim ölçtü biçti' buyurulduğu gibi, ölüm korkusu ile yurtlarını
terkedenlere de 'ölesice' denmiş olamaz mı?
(Sonra onları hayata
döndürdü) ibaresi de, yurtlarını terkeden bu insanlardan sonra gelen
nesillerin, kültürlerini ihya edip ayağa kalkmalarını, kültürel, siyasî ve sosyolojik
manada canlanmalarını ifade etmiş olamaz mı?
Bu yorumdan hareket
edersek Yüce Allah'ın, toplumsal çürüme ve canlanmayı anlatıp, siyasî ve
sosyolojik eğitim yaptığım anlamış oluruz.
(Unutulmamalıdır ki
Allah, insanlara olan lütfunda sınırsızdır).
Buradaki lütuf, -maddî
anlamda alırsak- ölüm korkusu ile yurtlarını ter-kedenlerin ölümlerinin
ardından diriltilmeleridir. Diğer mana ile alırsak, ölüm korkusu ile yurtlarını
terkeden, yani hürriyetlerini, bağımsızlıklarını ve ürettikleri değerleri bir tarafa
atıp müdafaa edemeyen sosyal manada ölmüş insanların, tekrar ayağa kalkıp
medenî seviyede hayat bulmaları Allah'ın lüt-fudur. Kısaca ifade edecek
olursak, çeşitli nedenlerle çöken bir toplumun tekrar ayağa kalkması Allah'ın
lütfü sayesinde olacaktır. Buradaki lütuf, çöken toplumun tekrar ayağa kalkıp
siyasî, sosyal ve kültürel zenginliğine kavuşmasıdır.
Ayetin bu kısmı şu
gerçeğe de işaret ediyor: İyiden yana toplumların geçirdiği değişim ve
gelişimin arka planında Allah'ın lütfü vardır. Ayrıca ^jJjVİ^ (Allah lütfunda
sınırsızdır) ifadesiyle, ilahî lütfün bütün insanları kapsadığı da
vurgulanmaktadır. Çöken toplum karamsarlığa kapılmadan çalıştığı takdirde
ilahî lütfa mazhar olup gelişeceği inancını beslemelidir:
(Fakat insanların çoğu
nankördür).
Aslında ayetin bu
kısmının mota-mot karşılığı 'Fakat insanların çoğu şükretmez' şeklindedir.
Şükretmemek ile, nankörlüğün aynı manaya gelmesi sebebiyle bu şekilde çeviriyi
uygun bulduk.
Çöken bir toplumun,
Allah'ın lütfü sayesinde yeniden dirilmesi; siyasî, sosyal, kültürel ve
ekonomik manada ayağa kalkması büyük bir dünyevî nimettir. O toplumun bu ilahî
nimete şükretmesi başta gelen ibadetlerden biridir. Şükürle karşılanmayan lütuf
zamanla kaybedilebilir. Buradaki şükrün manası ne olabilir? Bu sorunun cevabını
şu şekilde verebiliriz:
1. Bir
toplumun kötüden iyiye doğru olan değişiminin getirdiği gelişmişlik
seviyesinin -çalışarak- korunması gerekir:
Ve dedik ki: "Ey
Davud kavmi! Allah'a şükretmek için çalışın". [Sebe/13]
Bu ayetten çıkan
sonuç: çalışmak eşittir şükür. Bir topluma Yüce Allah'ın nasip ettiği
gelişmişliğe şükretmek demek, gelişmişliği daha ileri götürmek için durmadan
çalışmak demektir.
2. Sahip
olunan nimetin kaynağında ilahî iradenin bulunduğu bilinciyle Allah'a dua edip
O'nu anmak, O'nun emirlerinin dışına çıkmamak ve o nimet ile gururlanmamak
demektir.
Sahip olduğu nimetten
dolayı daima Allah'ı anmak, hatırdan çıkarmamak ve asla o nimetin kaynağında
Allah'ın bulunduğunu unutmamak, bir şükürdür/ibadettir. Yüce Allah, ayetin son
kısmında insanların çoğunun şükretme erdemini gösteremediklerini
belirtmektedir. Demek ki, toplumlar belli bir seviyeye gelince, bir daha
gerilemeyeceklerini zannederek çalışmayı elden bırakmakta; gelişmişliğin
verdiği rehavet onları tembelliğe sevketmekte ve gelişmişliğin ruhu olan
Allah'a şükretmek için çalışmayı kaybederek ölü bir sosyal beden haline
gelmektedirler. Diğer taraftan, gelişimi kendi güçleriyle kazandıklarını
zannedip ilahî lütfü unutarak Allah'ı anmayı terketmektedirler. İşte bu iki
durum toplumları sosyal çürümeye götürmektedir.
[128]
244. Öyleyse Allah
yolunda savaşın ve bilin ki Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.
Bu ayeti, daha önce
yorumunu yapmış olduğumuz Bakara/190 ayetiyle beraber düşünmemiz gerekiyor.
Müslüman kendisine saldırmayan insan veya toplumlarla savaşmaz. Müslüman için
savaş, bir nefis müdafaasından başka bir şey değildir. Onun için Bakara/l
90'da tisûtij (salon aşın gitmeyin) yasağı yer almakta ve ayetin sonunda da
Allah'ın aşın gidçnleri sevmediği ifade edilmektedir. Demek ki, müslümanın
Allah uğruna yapacağı savaşın da belli bir ölçüsü vardır ve olmalıdır.
Peki Bakara/244'teki
"Savaşın" emrinin muhatabı kimdir? Tabii olarak müslümanlardır. O
zaman 243. ayetteki muhtevanın müslümanlarla alakalı olduğu söylenebilir mi?
Diyebiliriz ki: 243. ayette Yüce Allah ölüm korkusu ile kaçmanın yersiz
olduğunu genel manada bir model olarak anlatmakta ve aynı duruma düşmemeleri
için müslümanlara Allah için savaşmalarını emretmektedir. Öyleyse burdan çıkan
sonuç, 243. ayetin muhtevasının, 244. ayetin alt yapısını oluşturduğudur. Yüce
Allah müslümanlara savaş emrini vermeden önce savaşmamanın, ölüm korkusu ile
yurdu terk etmenin nelere mal olacağını bir olgu olarak anlatıp onların ruhunu
hazırlamaktadır.
243. ayetin muhatabının
müslümanlar olduğunu söylersek, o zaman Ü^j ifadesini "kalpleri içten
kaynaşmış olanlar" şeklinde tercüme etmemiz uygun olur. Çünkü müslümanlar
yurtlan olan Mekke'yi terkedip hicret ederken, sayılan binlere ulaşmamıştı;
ölüm korkusu ile yurtlarım terketmele-ri onlar için bir kusur sayılmaz. Onlar
Allah yolunda öldüler, ama sonra dirildiler. Her ölüm onlara bir hayat getirdi
ve Allah'ın lütfuna mazhar oldular. Ama Medine'yi yurt edinip de güçlenince
Allah onlara savaşma emrini verdi. Bu şekildeki yorum, 243. ayete yeni bir
bakış açısı getirmektedir.
(Bilin ki Allah her
şeyi işiten ve her şeyi bilendir). Yüce Allah 244. ayetteki savaşma eyleminin
bir bilgiyi gözardı etmeden yerine getirilmesini emretmekte; savaşa çıkarken
yapılan bütün konuşmalan Allah'ın işittiğinin ve bildiğinin bilincinde
olunmasını istemektedir. Savaşa hangi niyetlerle çıktıklarını, bu savaş için
olumlu veya olumsuz tepkilerin meydana
getirdiği bütün konuşmalan duyduğunu söylemekle Allah Teala, bir savaş disiplini
oluşturmak için eğitim yapmaktadır. Savaşla ilgili bütün konuşmala-nn ve
kalpteki bütün niyetlerin Allah tarafından işitilip bilindiğini bilen ve O'na
inanan insanlann savaşta aşın gitmeleri imkansız olduğu gibi, Allah'ın
yardımının onlara geleceği de bir gerçektir.
İşte savaşın üzerine
oturacağı manevî bilgi budur. Demek ki, müslüman için fizikî anlamda bir savaş
bilgisi olduğu gibi, manevî anlamda da bu bilgi olmalıdır.
[129]
245. Allah'ın kat kat
fazlasıyla geriye ödeyeceği bir güzel borcu O'na verecek kimdir? Allah alır ve
kat kat fazlasıyla geri verir ve hepiniz sonunda O'na döndürüleceksiniz.
[130]
Ayetin açıklamasını
yaparken bazı kavramların manasını ortaya koymak gerekiyor: Ka-re-da kelimesi
kesmek, ayırmak, koparmak, bölmek, yolunu kesmek, kemirmek, ölmek, ödünç
vermek, yardım etmek manalarına gelmektedir. Kur'an'daki anlamlan ise
şunlardır:
[131]
1. Dokunmak
Güneşin Ashab-ı Kehf
in mağarasına karşı durumunu anlatırken Yüce Allah Kehf/17'de isabet, yani
dokunma manasında bu kelimeyi kullanmaktadır:
(Batarken de onlara
dokunmadan sol yandan geçip gittiğini....)
2. Karşılığı alınmak üzere verilen her şeydir.
Bu manada Kur'an'ın
pek çok ayetinde yer almaktadır. Fakire yardım etmeyi Yüce Allah, kendisine
borç vermek olarak nitelendirmektedir. "Allah'a borç verme" ameli
Tevrat ve İncil'de de olan çok eski bir ibadet şeklidir. Ma-ide/12'de Yüce
Allah İsrailoğullanyla yaptığı antlaşmanın maddelerinden de birini teşkil
etmektedir:
(Allah onlara şöyle
demişti: "Ben sizinle beraberim; eğer namazı kılar, zekatı verir,
peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel borç
verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi zemininden ırmaklar
akan cennetlere koyarım).
Razi tefsirinde karz-ı
heseriin (güzel borç vermenin) hükmünü çeşitli rivayetlerle açıklamıştır. Biz
o rivayetlere girmeden, bu ayetten onun ne olduğunu çıkarmaya gayret edelim.
Yukarıdaki ayette, namazı kılmak, zekatı vermek, peygamberlere iman, onları
desteklemek ve Allah'a güzel bir borç vermek şeklinde sıralanan maddelerden
birine farz, diğerine nafile deme imkanımız var mıdır? Farzla içice, ya da
yanyana olan şeyin farz olduğu kaidesi doğru değil midir? Demek ki, Allah'a
borç vermeyi nafile ibadetler arasında zikretme imkanına sahip değiliz. Ama
herkesin bu borcu, sahip olduğu imkana göre vereceği de bir gerçektir.
Müzzemmil/20'de de "Allah'a verilen güzel bir borç" namaz ve zekat
ibadetinden sonra gelmektedir: "...Namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a
güzel bir borç verin". Bu üçlü ibadetin, ilk ikisi farz, sonuncusu nafile
sayılabilir mi?
"Allah'a güzel
bir borç vermek", Hadid/18'de hakikati tasdik etmekten sonra gelen bir
ibadet olduğu gibi, o tasdikin de işareti, delili olmaktadır:
Hakikati tasdik eden
erkek ve kadınlara ve Allah'a güzel bir borç verenlere gelince; onlara kat kat
fazlası geri ödenecek ve ahirette değerli bir mükafat kazanacaklar.
'Karz-ı hasen' kavramı
pek çok ayette geçmektedir. Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/245'e
dönersek, karz-ı hasen'in (güzel bir borç vermenin) başka bir manasım
arayabiliriz: 245. ayeti 244. ayetle irtibatlandırır-sak, karz-ı hasen'e, Allah
yolunda canını feda etmek manasını verebiliriz. Bu manadan hareket ettiğimizde,
karz-ı hasen'in malla olduğu gibi canla da olabileceği gerçeğine ulaşırız.
Bütün bu açıklamalardan sonra, karz-ı hasen'i şu şekilde tanımlamamız
mümkündür: Allah uğrunda savaşmak için orduya yardım etmek, fakirlerin elinden
tutmak için infakta bulunmak Allah'a güzel bir borç vermek (karz-ı hasen)dir.
Allah Teala, kendisine güzel bir borç verene ne yapacağım da ayetin sonraki
bölümünde açıklamaktadır:
(Verdiğinin kat kat
fazlasını ona ödeyecektir).
Yüce Allah,
-Bakara/3'te geniş bir şekilde anlattığımız gibi- infak edenin niyetine ve
yardım yaptığı yere göre sevabını yediyüz kat verdiği [Bakara/261] gibi,
dilerse bundan daha fazlasını da verir [Bakara/261]. Ne kadar vereceği belli
değildir; çünkü onun karşılığı Allah katodadır [Bakara/262]; o insan için
mahşerde korku ve üzüntü olmayacaktır [Bakara/262]; onun durumu yağmur
yağdığında iki kat ürün veren, yağmur yağmadığında da normal ürün veren bir
bostan gibidir [Bakara/265]; Allah onun günahlarını örtecek [Bakara/271]; ona
yaptığının on katını verecek [En'am/160]; daha değerlisini verecek [Kasas/84].
Kısaca bire birden
sonsuza kadar uzanan bir karşılık takdir etmektedir. Bütün bu bilgilerden sonra
ayete dönersek, şu neticeye ulaşabiliriz: "Verdiğinin fazlasını kat kat
ona ödeyecektir" ifadesi, sevabın sonsuzluğunu ifade etmektedir. Bu
ifadenin karşılığı yedi yüz kattan sonra zikredilen '&$Z*£iia\j (Allah
dilediğine kat kat verir) [Bakara/261] ayetinde bulunmaktadır.
Allah'ın istediği
güzel borcu O'na verenin ödülünü bu dünya ölçülerine göre değerlendirip
hesaplamak mümkün değildir. Onun için Yüce Allah, diğer ayetlerdeki gibi belli
ölçüler koymamış, ödülün çeşidini de belirlememiştir. Allah uğruna
gerektiğinde canını ve malını veren insanın alacağı karşılığı ancak Allah
hesaplayabilir.
Eğer, "Allah'a
güzel bir borç vermekten" maksat, hayatını Allah yolunda feda etmek ise,
onun ödülü şehitlik mertebesini kazanmaktır. Bakara/l 54'te, şehit olana
"ölü" denemeyeceği hükme bağlanmıştır. Dünya durdukça şehit de
yaşayacağına göre, şehit olmasaydı, yaşayacağı ömrün kaç katını Allah'ın ona
verdiğini hesaplamak mümkün müdür? Feda edilen sayılı seneler karşılığında
sonsuz bir ömür kazanmaktadır.
"Allah'a verilen
güzel bir borç" ifadesiyle, savaşanlara ve fakirlere maddî yardım
kasdediliyorsa, harcanan miktarın fazlası ile ödeneceği vaad edilmektedir.
[132]
(Allah kısar da,
genişletir de).
Ayetin bu kısmmda iki
kavram vardır; bunlar (kabd) ve (bast) kelimeleridir. Birincisi daraltmak,
ikincisi de yaymak anlamına gelmektedirler. Şimdi bu kelimelerin lügat ve
Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz: Ka-be-da tutmak, yakalamak, iyice
anlamak, almak, kapmak, tutmak için elini kapamak, sıkı tutmak, yapışmak,
durdurmak, parayı almak, sıkmak, büzmek, mukavele yapmak, bağırsaklardaki peklik,
canını sıkmak, kederlendirmek, ümidini kırmak, şevkini kırmak, eksiltmek,
ruhunu almak, öldürmek, kapamak, beynini bir şeye kapamak manalarına
gelmektedir.
1. Almak
Hz. Musa
İsrailoğullan'ndan ayrılıp yerine Hz. Harun'u bırakınca, Samiri denen kişi elçinin
izinden bir tutam alıp attı. İşte bu durumu, kendisini sorguya çeken Hz.
Musa'ya ifade ederken (fe-kabedtu kabdaten=bk tutam aldım) kelimelerini
kullandı. Bu alınan şeyin ne olduğu konusunda ihtilaf vardır. Bazıları rasulün
ayağmın izinden alman bir avuç toprak, bazıları da elçinin öğretisinden alınan
bir miktar bilgi olduğunu söylemektedir. Birinci manada maddî bir alma, ikinci
manada manevî bir alma sözkonusudur. İkisi arasında ise çok büyük fark vardır.
Ama her iki mana da "almak" eyleminde buluşmaktadır.
2. Tutam
Taha/96. ayetinde
(kabda) şeklinde geçmekte ve bir tutam anlamına gelmektedir ki insanın avucuna
almış olduğu şeyi ifade etmektedir.
3. Çekmek
Görmez misin, Rabbin
gölgeyi nasıl uzatıyor, eğer dileseydi, hiç şüphesiz onu olduğu gibi bırakırdı,
fakat sonra gölgeye güneşi yol gösterici kılmışızdır. [Furkan/45] Yüce Allah,
46. ayette gölgeyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
(Ve sonra da onu yavaş
yavaş kendimize çekmekteyiz). [Furkan/46]
Bu ayette (kabeda)
tutup çekmek anlamına gelmektedir.
4. Kapamak
Kuş kanatlarını açıp
kapayarak uçar. Yüce Allah onun bu durumunu anlatırken Mülk/l 9'da (kabeda)
kelimesini kullanmaktadır:
Üstlerinde kanatlarını
açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Ayette kanatlarını kapamayı
(yakbidne) kalıbından getirmektedir.
5. Cimrilik etmek
Yüce Allah
münafıkların cimriliklerini bu kelimeyle ifade etmektedir: (ellerini sıkarlar)
[Tevbe/67], yani "cimrilik ederler".
6. Avuç içi
Zümer/67'de yeryüzünün
kıyamet gününde Allah'ın tasarrufunda olduğunu
ifade etmek için
"avucunun
içindedir" ibaresi kullanılmaktadır: Nir (Kıyamet günü bütün
yeryüzü O'nun avucunun içindedir), yani onun tasarrufundadır.
Bütün bu manaların
ışığında yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/245'e dönersek (Allah daraltır)
ibaresi, Allah'ın verdiği şeyi geri alması, geri çekmesi, nzık kapılarını
kapaması gibi işlerde tasarrufta bulunmasını ifade etmektedir.
Kuşun uçmasından
ekonomiye ve kıyamette yeryüzünün Allah'ın tasarrufunda oluşuna kadar geniş
bir yelpazede kullanılan bu kavramın, özünde ekonomik nimetlerin daralması
vardır.
Bu kavramın eş
anlamlısı (yakdiru) kelimesidir. Yüce Allah insanı denemek için nimetlerini
daraltır:
(Ama rızkını
daraltarak onu denediğinde ise...) [Fecr/16]
Rızkım daraltmak, onu
geri almak, geri çekmek manasına geldiği için
(kabeda) kelimesiyle aynı manayı ifade etmektedir.
[133]
(Bolluk veren de
O'dur).
(bast) kelimesi,
(kabz) kelimesinin zıttıdır. Bast kelimesinin manaları şunlardır: Yaymak,
düzeltmek, genişletmek, sermek, açmak, ihsan etmek, bağışlamak, memnun etmek.
(basît) kalıbından
alındığında basit, karmaşık olmayan, hafif, küçük, sade, mütevazi, itibara
layık olmayan, ehemmiyetsiz manalarına gelmektedir.
Kur'an'da ise şu
manalara gelmektedir:
1. Bol vermek
Bu anlam, ilahî nzıkla
alakalıdır: Eğer Allah kullarına bol nzık vermiş olsaydı... [Şura/27]
ayetinde, nimeti bol bol verme anlamına gelmektedir.
2. Uzatmak
Bir insanın, diğerini
dövmek veya öldürmek için ellerini ona uzatmasını ifade etmektedir:
Beni öldürmek için el
uzatsan bile, ben öldürmek için sana el uzatmayacağım. [Maide/28]
Maide/ll'de de aynı
anlama gelmektedir.
3. İsraf etmek
Cimriliğin karşıtı
olan savurganlık anlamında kullanılmaktadır:
Eli sıkı olma,
büsbütün sonuna kadar açıp varını yoğunu saçıp savurma; sonra kınanır ve
yoksul biri olup çıkarsın. [îsra/29]
4. Yaymak
Rum/48'de bu anlamda
kullanılmaktadır:
Bulutlan yükseğe
kaldırsın diye rüzgarları estiren O'dur. O, bulutlan göklerin üzerine dilediği
gibi yayar.
Yüce Allah, bu ayette
"yayma" fiilini (bast) kavramı ile ifade etmektedir.
5. Açmak
Su içmek için ellerini
açan kimsenin bu hareketini ifade etmek için Yüce Allah bu kelimeyi
kullanmaktadır. Allah'tan başka sahte tanrılara dua edenlerin durumunu
anlatırken şu benzetmeyi yapmaktadır:
El açıp yalvarmaya
layık olan Allah'tır. O'nun dışında el açıp dua ettikleri an-lann isteklerini
hiçbir şeyle karşılayamazlar. Onlar ancak ağızına gelsin diye iki avucunu suya
doğru açan kimse gibidirler. Halbuki (suyu ağızına götürmedikçe) su onun
ağızına girecek değildir. Kuşkusuz kafirlerin duası hedefini şaşırmıştır.
[Ra'd/14]
6. Boğmak
Allah üzerine yalan
uyduran, kendisine vahiy indirilmediği halde indirildi diyen, Allah'ın
indirdiğinin benzerini indireceğini iddia eden adamın canını melekler alırken,
elleriyle onu boğarken yaptıkları hareketi ifade etmek için Yüce Allah bu
kelimeyi kullanmaktadır: (Melekler de pençelerini uzatmış onlara haydi
canlarınızı kurtarın...) [En'âm/93]
Aslında buradaki
bast'rn manası ikinci maddedekine yakın düşmesine rağmen; oradaki, insanın
insanı öldürmek için elini uzatması; buradaki ise meleğin insanın canını almak
için boğması anlamına geldiği için ayrı ayrı mana verdik.
7. Sergi
Yüce Allah bazı
ayetlerde yeryüzünü insanlar için döşek yaptığını [Bakara/22] söylemektedir. Nuh/l
9'da da yeryüzünü bir sergi, bir halı gibi yaptığını beyan ederken ^ (bisât)
kelimesini kullanmaktadır.
8. Üstünlük
Bakara/247'te ilim ve
beden bakımından üstünlüğü ifade etmektedir. İlimde derinliği, bedenî bakımdan
gücü ve yetenek bakımından üstün kabiliyetlerle donatılmışlığı ifade
etmektedir.
(Allah onu sizden daha
üstün kılmış ve ona derin bir bilgi ve mükemmel bir beden bahsetmiştir).
Bütün bu manaları bir
araya getirince, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/245'te, Allah'ın rızkını
veya nimetini kullarına bol bol ihsan etmesi manasına geldiğini görürüz. Çünkü
ayetin başındaki, "Allah'a güzel bir borç verme" ifadesi infakın
bizzat kendisidir. Bazı insanların rızkını daraltıp diğerlerine bolca
verdiğini söyleyerek, kendilerine bol nzık verilenlerin dar n-zık verilenlere
infak etmesini teşvik etmektedir. Böylece, ekonomik bolluk ve darlığın
kaynağmda ilahî iradenin olduğu eğitimini yaparak, fakir olanlara karşı
zenginlerin "Çalışıp kazansaydı; ona ben mi fakir ol dedim" diyerek
ilahî kadere karşı çıkmasını önlemektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayete
psikolojik, yani manevî bir yorum getirmemiz de mümkündür: Allah'a güzel bir
borç vermek, yani fert veya toplumun ihtiyaçları için infakta bulunmak, bir
gönül işidir. Fakirin iniltisini duymak, açlıktan kıvranmasını görmek, vatanın
müdafaası için Allah yolunda harcama erdemliliğini göstermek bir gönül işidir.
(Allah daraltır) ifadesi, yardım etmeyen insanın gönlünü daraltır manasına
alınabilir. (Allah genişletir) ifadesi de, Allah'a güzel bir borç verenin
gönlünü açar, ona mutluluktan derin bir pay verir anlamına alınabilir. Böylece
kabı ve bast kelimelerine psikolojik mana yüklenmiş olur. Dar gönüllü insanlar
yardım edemezler; erdemli bir eylem ve yardımı gönlü açık insanlar
yapabilirler.
Bize göre, her iki
mananın da alınması gerekir. Psikolojik yorum ekonomik yorumun sebebini,
kaynağım teşkil etmekte; psikolojik oluşumdan ekonomik oluşumlara giden yolu
ifade etmektedirler. (Ve sonunda hepiniz O'na döndürüleceksiniz).
Allah uğrunda,
vatanını, namusunu, hürriyetini ve manevî değerlerini müdafaa için ölenler; bu
müdafaa için orduya yardımda bulunanlar; 'Allah'a güzel bir borç veriyorum'
diye ihtiyaç sahiplerine yardım edenler de bunları yapmayanlar da neticede
Allah'a dönecekler, hepsi Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.
Yüce Allah bu inancı
insanların gönlüne yerleştirmek suretiyle, maddî ve manevî fedakarlıkta
bulunmayı teşvik etmektedir. Her şeyin bu dünyada kalacağına inanan; Allah'a
dönüşün ne olduğunu bilmeyen bir insanın fedakarlık yapıp Allah'a güzel bir
borç vermesi mümkün değildir. Bakara/243 ile 245. ayetlerde bu eğitim yapılarak
insanın gönlünü açma faaliyeti yapılmaktadır. 242. ayette ise akıl ele alınmış,
daha sonra da ölüm korkusuyla fedakarlığı işlenmiştir.
[134]
246. Musa'dan sonra
İsrailoğulları'nın önde gelenlerinin, peygamberlerinden birine: "Bize bir
kral tayin et ki Allah yolunda savaşalım" dediklerini bilmez misin? O:
"Ya savaşmamz emredilir de savaşmaktan kaçınırsanız?" dede-ğinde,
onlar: "Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan sürülmüşken, Allah yolunda
neden savaşmayalım?" diye cevap verdiler. Halbuki savaşmak onlara
emredilince, bir kaçı dışında, uzak durdular; ama Allah zalimleri iyi
bilmektedir.
Hz. Musa'dan sonra
Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika kabilesinin başında imlik
oğullarından Calut adında zorba bir hükümdar bulunuyordu. Calut'un
komutasındaki Amalikalılar İsrailoğullan'yla yaptıkları savaşta galip
gelmişler, vatanlarını zaptederek, şehzade ve çocuklarının pek çoğunu alıp
götürmüş, kalanlarını ise vergiye bağlamış ve kutsal kitapları Tevrat'a bile el
koymuşlardı. O sırada, İsrailoğullan'nın bir peygamberi yoktu ve peygamber
göndermesi için Allah'a yalvarmışlardı. Yüce Allah peygamber sülalesinden kalan
tek bir kadından bir çocuk vermiş ve ona peygamberlik ihsan etmişti. Bir
taraftan onun peygamber olup olmadığını denemek, diğer taraftan da
çıkarıldıkları yurtlarına dönebilmek için zafer arzularını yerine getirmek
maksadıyla, -ayette belirtildiği gibi- peygamberlerinden komutan tayin
etmesini ve savaş emri vermesini istediler. Savaş emri gelince verdikleri
sözden caydılar.[135]
İşte bu ayet, Hz.
Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın başından geçen bu olguyu anlatmakta, olgunun
cereyanında rol alan sebepler zincirini anlatarak o devir toplumunun şahsiyet
analizini yapmakta; bir taraftan psikolojik, diğer taraftan da sosyolojik
analizlere girmektedir.
Burada maksat, o
dönemin olgularının, hikaye şeklinde analizini yapmak değildir; bize göre
maksat, Hz. Muhammed'in dönemi ve ondan sonraki zaman içinde benzer olguların
olacağma ışık tutmak, böyle ikili oynayan insanların bulunacağını önceden
haber vermektir. Yaşanan zaman içinde, intikam duygusuyla savaş çıkmasını
isteyenler, kendileri savaştan kaçarak alevlenen savaşı uzaktan seyrederler.
Yüce Allah bu şahsiyet tipini anlatarak zamanlara ışık tutmaktadır.
Ayeti kısımlara
ayırarak açıklamasını şöyle yapabiliriz:
I. (Musa'dan
sonra İsrailoğullan'nın önde gelenlerinin, peygamberlerinden birine "Bize
bir kral tayin et ki Allah yolunda savaşalım" dediklerini bilmez misin?)
Ayetin bu kısmından
çıkartacağımız önemli hükümler vardır. Bu hükümlere geçmeden önce, bu
kısımdaki kavramları açıklamakta fayda vardır:
[136]
(el-mele) (melee)
kelimesinden türemiş olup doldurmak, dolup kabarmak, boşluğu kaplamak, işgal
etmek, zamanı doldurmak, yardım etmek, desteklemek, arka çıkmak, duygu ile
dolu olmak manalarına gelmektedir.
(mele) kalıbında
alındığında kalabalık, toplantı, cemaat, meclis, içtima, dinleyenler
topluluğu, yaşlılar konsülü anlamlarına gelmektedir. (alâ mele'i'n-nâs)
denince, alenen, aleme karşı; (el-mele'ü'1-a'lâ) ibaresi de göksel varlıklar,
yani melekler anlamlarını ifade etmektedir.
[137]
1. Doldurmak:
Kur'an'da doldurmak
manasıyla bu kelime çeşitli ayetlerde çeşitli konular için kullanılmaktadır:
a. Cehennemi doldurmak
Allah buyurdu:
"Haydi yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki onlardan kim
sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım". [A'raf/18]
b. Korkunun gönüle
dolması
Bu manasıyla melee
psikolojik bir durumu ifade etmektedir:
Onlara rastlamış
olsaydın, arkanı dönüp kaçardın; onlardan dolayı için korkuyla dolardı.
[Kehf/8]
c. Göğün muhafız ve alevlerle dolu olması
Ve biz göğe uzandık,
ama onu güçlü muhafız ve alevlerle dolu bulduk. [Cin/8]
Cinlerin ağzından
ifade edilen bu durum, gökte uzay yaratıklarının muhafız olarak bulunduğunu ve
alevli yıldızlarla dolu olduğunu göstermektedir. Cinlerin konuşmasını ifade
için mele kelimesi kullanılmaktadır.
d. Yer dolusu
Mahşerde kafirlerin
"yer dolusu altın verseler bile kendilerinden kabul edilmeyeceği"
[Âl-i İmran/91] ifade edilirken mele' kelimesi kullanılmaktadır.
e. Karnı doldurmak
Kafirler cehennemde
ölümcül meyve ağaçlarının meyveleriyle karınlarını dolduracaklardır.
[Saffat/66]
Görüldüğü gibi
'doldurmak' manasıyla mele kavramı, cehennem, gönül, gök, yer ve insan karnı
ile alakalı olarak kullanılmaktadır.
2. Lider
Mele kavramı, bir
toplumun lideri, çoğulu da liderleri manasına gelir. Buradaki liderler, önde
gelenler anlamını da ifade etmektedir. Ancak bazı ayetlerde, Firavun gibilerin
yanında olan önde gelen kimseler olduğu halde, bazı ayetlerde en öndeki
insanlar, yani liderler anlamında kullanılmaktadır. Mesela yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/246'da 'ileri gelenler' manasını ifade ettiği halde,
A'raf/60'ta 'lider' anlamına gelmektedir.
3. Yüce topluluk
(Onlar orada
tartışırken benim mele-i a'la (yüce topluluk) hakkında hiçbir bilgim yoktu).
[Sad/69]
Görüldüğü gibi mele
kavramında doldurmak, lider, ileri gelenler, yüce topluluk manaları vardır.
Bakara/246'da kraldan
sonraki önde gelenler topluluğunu ifade etmektedir. Ayetin ilk bölümünde, Hz.
Musa'dan sonra lidersiz kalan topluluğun peygamberlerinden istedikleri
meselenin ele alındığını görüyoruz. Ayetin bu bölümündeki melik kelimesine
'kral' manası verilebileceği gibi, 'komutan' manası da verilebilir.
İsrailoğullan, Allah
yolunda savaşmak için peygamberlerinden kral tayin etmesini istemektedirler.
Bunun siyasî açıdan çok önemli bir hükme sahip olduğunu görüyoruz. Hz. Musa
hem devlet başkanı, hem de peygamber olmasına rağmen, ondan sonra gelen nebi,
devlet başkanlığı vasfını kaybetmiş olduğu içindir ki, ondan kral
istemişlerdi. Din işlerini yürüten nebinin yanısı-ra, devlet işlerini yürütecek
krala da ihtiyaç duymuşlardı. Savaş için nebilerine sorumluluk yüklemek
istemediler.
Diğer taraftan, önde
gelenlerin de bir önde gelen aradıkları ve bir devlet başkanı olmadan devlet
işlerinin yürümeyeceği gerçeğine de işaret edilmektedir. Bir toplumun önde
geleni olmak başka şey, başkanı olmak ise başka bir şeydir.
Ayrıca ayetin bu
kısmından günümüze taşıyacağımız önemli bir ilke vardır. Devlet başkanlığına
tavın edilecek olan kişinin ve aralarından seçilecek adayların tesbitinde,
derin bilgi sahiplerinin rolü olması gerekir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda
Şeyh Edebali'nin oynadığı rol buna en güzel örneği teşkil etmektedir. O
dönemdeki İsrailoğulları'ndaki nebinin yerini, günümüzde, derin bilgiye sahip
siyaset bilimcileri almalıdır.
II.
(O "Ya savaşmanız emredilir de savaşmaktan
kaçınırsanız?" dediğinde...)
Nebi'nin, kraldan çok
savaştan kaçınma üzerine durması ilginçtir, sorumluluk yüklenenlerin bundan
kaçmasının doğru olmadığına işaret etmekteydi. Aslında nebi, onlarda var olan
bu cesaretsizliği sezmiş ve onlara güveneme-diği için bu soruyu sormuştu.
Onların isteğinden çok cesaretlerini önemsedi ve sorusunu onun üzerine
yoğunlaştırdı. Bu durumu günümüz siyasetine şöyle uyarlayabiliriz: Bir toplumu
savaşa sokacak olan ileri gelenler; toplumun savaşmak için psikolojik durumunu
iyi bilmelidirler. Çünkü en büyük silah, savaşacak olanların cesaretidir. Ölüm
korkusu ile savaştan kaçacak olanların elinde en modern silahlar olsa bile,
zafer mukadder değildir. Toplumun psikolojisini savaş için hazırlamanın,
onların moral ve maneviyatını yüksek tutmanın en büyük silah olduğunu
vurgulamak gerekiyor. Çünkü savaş ateşi, zamanla o ateşi yakanları yakabilir.
Anlık tereddüt ve korkular, mağlubiyeti beraberinde getirebilir. Morali yüksek
olan ve gözünü budaktan sakınmayan için mağlubiyet yoktur; ya zafer, ya da ölüm
vardır. İşte onların nebisi, onlarda böyle bir moralin olup olmadığını anlamak
için bu soruyu sormuştur.
III. (Onlar,
"Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan sürülmüşken, Allah yolunda neden
savaşmayalım" diye cevap verdiler).
Ayetin bu bölümünde
"yurtlarından çıkarılma" ve "Allah yolunda savaşma"
meseleleri ele alınmaktadır. "Yurtlarından çıkarılma" konusu,
Bakara/84'te ele alınmıştı. "Birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına
dair Yüce Allah İsrailoğulları'yla antlaşma yapmıştı" bu antlaşmaya
rağmen onlar, birbirlerini yurdundan çıkarmak için yardımlaştılar ve Allah'a
verdikleri sözü unuttular, ya da gözardı ettiler.
Bu yanlışlarından
dolayı da kendilerinin yurtlarından çıkarıldığına bu ayette şahit oluyoruz.
Ayrıca, Bakara/243'te "ölüm korkusuyla yurtlarını ter-keden binlerce
kişinin olduğunu" gördük, ki bunlar da İsrailoğullan olabilir.
Hz. Peygamber ve
arkadaşlarının da Mekke'den çıkarılmaları Hac/40'ta ifade edilmektedir:
Onlar, başka değil,
sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından
çıkarılmışlardır. Şeytan da Hz. Adem ile hanımını cennetten çıkarmıştır:
Şeytan onların
ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları cennetten
onları çıkarttı.
Aynı durumla Hz. Şuayb
da karşı karşıya kalmıştır:
Kavminden ileri gelen
kibirliler dediler ki: "Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları
memleketimizden kesinlikle çıkartacağız veya dinimize döneceksiniz".
Şuayb, "İstemesek de mi?" dedi.
"Yurttan
çıkarma" eylemi şeytanla ilk insan arasında başlamış ve bir süreç olarak
insanlık tarihinde devam etmiştir/etmektedir. Bu durum tarihî, sosyolojik ve
dinî bir olgu olarak insanlığın hayatından çıkmayan bir gerçeklik olarak yaşamaktadır.
Hemen hemen bütün peygamberler yurtlarını terketmiş veya terke zorlanmışlardır.
Ama bu olgunun kirli ırmağının başında şeytanın Hz. Adem ve hanımı ile olan
mücadelesi vardır. Bu öyle güçlü bir ırmaktır ki, akan pisliği hiç
tükenmemekte, ilerleyen insanlığın sosyal ve manevî yapısını her asırda
kirletmekte, gelecek nesillere kirli bir dünya tarihi bırakmaktadır.
İşte İsrailoğullan da
yurdundan zorla çıkarılma olgusundan nasiplerini aldıkları için, bir kralın
başkanlığında savaşıp yurtlarını geri almak istemektedirler. Onların
çıkarıldıkları ülkelerine hasret çektikleri gerçeği de ayetten anlaşılmaktadır.
Böylece Yüce Allah, onların psikolojik yapısını yansıtarak, savaş isteklerinin
altındaki nedene inmekte ve bunu vatan hasretine bağlamaktadır. Sosyal,
kültürel ve dinî hatıralarını yaşayıp kendisiyle bütünleştirdiği vatanından
ayrı kalmak, insanı yıpratan, aşağılayan ve derinden sarsan bir duygu olduğu
için, canını ve malmı vererek onu geri almak uğruna savaşı göze almaktadırlar.
İşte Yüce Allah, ayetin bu kısmında insanları yurtlarından çıkarmanın en büyük
zulüm olduğunu insanlığa öğretmek için bu ayeti örnek olarak vermekte ve onun
kötülüğünü insanların bilincine yerleştirmektedir.
IV. (Halbuki
savaşmak onlara emredilince, bir kaçı dışında, uzak durdular).
Peygamberlerinden
istedikleri savaş emri çıkınca, İsrailoğullan yüz çevirdiler. Ayetin bu
kısmında (onlara yazıldı) ifadesi yer almaktadır. Savaşın yazılması, farz
kılınması, emredilmesi anlamına; (tevellev) de yüz çevirmeleri, arkalarını
dönmeleri, uzak durmaları manasına gelmektedir. Yüce Allah, İsrailoğulları'mn
savaştan kaçmalarını anlatmakla onların psikolojik yapılarını açıklamakta;
gelecek nesillere vatanı, milleti, namusu, bayrağı/bağımsızlığı için savaştan
kaçmanın kötülüğünü öğretmektedir.
V. (Ama
Allah zalimleri iyi bilir).
Yüce Allah,
peygamberlerinden savaş emri isteyip Allah'tan savaş emri geldikten sonra,
savaştan kaçmayı zulüm, bunu yapanları da zalim olarak ilan etmektedir. Çünkü
onlar, hem Allah'ın emrine karşı çıktılar, hem de peygamberlerini aldattılar.
Böylece Yüce Allah, zulmün ne olduğuna ve zalimin kim olduğuna bu ayetin
sonunda bir açıklık getirmiştir.
Verdiği sözde
durmamak, kendisini olduğundan farklı göstermek, karşısındaki insanı aldatmak
ve Allah'ın enirini yerine getirmemek gibi davranışlar, bu ayette zulüm
kavramının kapsamına girmekte ve tanımını vermektedir. Diğer taraftan onlar,
"Allah uğruna savaşma" fikrini de istismar etmektedirler.
İsrailoğulları
-ayetten anlaşıldığı üzere- bir çok istek ve vaatte bulunuyorlar: Kral
istiyorlar, peygamberlerini deniyorlar ve kral tayin edilen kişiyi kabul etmek
istemiyorlar; savaş istiyorlar, kahramanlık göstereceklerini söylüyorlar. Bu
kadar isteğin neticesinin kaçış olacağına da işaret eden Yüce Allah, isteklerin
sınırlı tutulması gerektiğine de işaret etmektedir. Yüce Allah, zalimleri
bildiğini söylemekle onların bu davranışlarını değerlendireceğini
vurgulamaktadır.
Böylece bu ayette Yüce
Allah, devlet başkanının toplum için önemini anlatmış, peygamber ile devlet
adamının ayrı olabileceğine işaret etmiş ve bu açıklamalarıyla siyaset bilimine
önemli ilkeler getirmiştir.
Yurtlarından çıkarma
olgusuna ve bunun savaşa neden olacağına dikkat çekmekle sosyoloji bilimine ve
bunun arkasındaki psikolojik nedenleri anlatmakla da sebep sonuç ilişkisinin
sosyal olgu ve olaylardaki rolünü vurgulayarak sosyal psikolojiye katkıda
bulunmaktadır.
[138]
247. Ve onların
peygamberleri, toplumunun önde gelenlerine, "Bakın" dedi,
"Allah Talut'u size kral olarak tayin etti! Onlar: "Biz hükümdarlığa
ondan daha layık iken ve ona fazla bir servet de verilmemişken nasıl bizim
üzerimize hüküm sahibi olabilir?" dediler. (Peygamber) "Bakın"
dedi, "Allah onu sizden daha üstün kılmış, ona derin bilgi ve mükemmel bir
beden bahsetmiştir. Ve Allah hükümranlığı istediğine verir: Zira Allah her
şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir".
Bu ayeti birkaç bölüme
ayırarak açıklamaya çalışacağız:
I. Talut'un
kral olarak atanması
(Ve onların
peygamberi, toplumun önde gelenlerine, "Bakın" dedi, "Allah
Talut'u size kral olarak tayin etti").
Ayetin bu kısmında
(Talut)ve (be'ase) kelimelerini ele alacağız. Zemahşeri, Talut kelimesinin
Calut ve Davud gibi Arabça olmayan kelimelerden olduğunu söylemektedir.
Mükemmel bir'bedene sahip olmasından ve uzunluğundan dolayı, kelimenin (tul)
yani uzunluktan geldiğini zannedenler olmuştur. Kelime İbranice kaynaklıdır.[139]
Talut'un ismi Süryanice Sa-yil ve îbranice Savil b. Kays imiş. Demek ki Talut
lakaptır.[140]
(be'ase) kelimesi
göndermek, neşretmek, kurye ile göndermek, sev-ketmek, delegeye selahiyet
vermek, çıkarmak, fışkırmak, davet etmek, daha yüksek mahkemeye çıkarmak,
uyandırmak, canlandırmak, harekete geçirmek, dirilmek, canlanmak, teşvik
etmek, meydana getirmek, yeniden canlanmak, kışkırtmak, sebep olmak, vücuda
gelmek ölünün kıyam etmesi, neşet etmek, tekamül etmek manalarına gelmektedir.
[141]
a. Göndermek
Bütün insanlık bir
zamanlar bir tek topluluktu. (Sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun
üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. [Bakara/213]
b. Çıkarmak
Allah, mesajlarım
onlara iletmek, onları arındırmak ve onlara ilahî kelamı ve hikmeti öğretmek
için içlerinden bir elçi çıkararak mü'minlere lütufta bulunmuştur. [Âl-i
İmran/164]
Kelimeye, bu ayette
"yetiştirmek" manası verilmelidir. Bir kişinin; bir halkın içinden
çıkması, onun yetişmesi anlamına gelir. Eğitmek, öğretmek, terbiye edip
yetiştirmek demektir. Alimler 'çıkarmak' manasım tercih ettikleri için, biz de
onlardan aynlmayarak mealde 'çıkarmak' kelimesini kullandık.
c. Kaldırmak
Geçişli olursa
kaldırmak, geçişsiz olursa kalkmak manalarına gelmektedir. Yasin/52'de
"kaldırmak" anlamını ifade etmektedir:
"Eyvah!"
diyecekler, "Kim bizi kabrimizden kaldırdı?" Tevbe/46'da da
"kalkmak" manasına gelmektedir: Zaten Allah onların kalkış tarzlarını
beğenmedi...
Bu anlamı verirken,
kelimenin (inbias) kalıbından getirildiğini bilmekte yarar vardır.
d. Diriltmek
Sonra ölümünüzün
ardından sizi diriltti ki şükredesiniz.
Hac/5 ayetinde isim
olarak gelmiş ve "öldükten sonra dirilme" manasında kullanılmıştır.
"Yeniden dirilme" aynı zamanda kıyamet günü gibi diriliş günü
anlamında Kur'an'da geçmektedir. Bize göre kelimenin ana manası budur.
e. Yükseltmek
Ve gecenin bir
vaktinde kalkıp, kendi isteğinle nafile namaz kıl ki, böylece Rabbin seni belki
övgüye değer bir konuma yükseltir. [İsra/79]
İbadetlerin insanı
yücelteceğinin en önemli delillerinden biri de bu ayettir.
f. Tayin etmek
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Bakara/247'de bu anlama gelmektedir. Ama bu tayin tamamen siyasî
amaçla yapılan bir atamayı ifade ederken; Nisa/3 5'teki tayin ise tamamen
hukukî anlamda bir atamayı ifade etmektedir:
Şayet kan-kocanın
aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ve kadının ailelerinden birer
hakem tayin edin. [Nisa/35]
g. İleri atılmak
İçlerinden en şaki
olanı ileri atılırken... [Şems/12]
Bir yasağa karşı isyan
eden ve bunu eyleme döken kişinin yaptığı hareketi Yüce Allah bu kavramla
ifade etmektedir.
h. Alt-üst olmak
Kıyametin kopuşu
esnasmda, kabirlerin durumunu Yüce Allah bu kelimeyle anlatmaktadır:
Ve kabirler alt-üst
olduğunda... [İnfitar/4]
Yorumunu yapmakta
olduğumuz 247. ayetin birinci bölümüne dönersek, peygamberleri onlara, Yüce
Allah'ın Talut'u onlara kral olarak atadığını haber vermişti. Demek ki Yüce
Allah, peygamber gönderdiği gibi, kral da atamıştır. Kendi aralarından bir
kral çıkartamayan topluma Yüce Allah siyasî müdahalede bulunarak kral
atamıştır.
Bu olayı günümüze
indirgersek, nasıl bir yorum yapabiliriz? Güçlü toplumlar, yani derin bir
siyasî geleneği olan, devlet tecrübesi bulunan toplumlar kendi aralarından
ehil olanı bulup çıkartırlar ve kendilerini idare etmek üzere siyasî erki ona
verirler. Siyasî kültürü ve devlet tecrübesi olmayan köle ruhlu insanlar bunu
yapamazlar. Talut zamanında, toplumda peygamber bulunduğundan onların
isteklerini Allah'a bildirdi ve atamanın Allah tarafından yapılmasını sağladı.
Ama günümüzde bunu nasıl gerçekleştireceğiz?
Allah'ın "Emaneti
ehline verin!" hükmü elimizdedir. Bu hükümle aklımızı ve siyasî
tecrübemizi bir araya getirince bunu çözebiliriz. Ama hasedimiz, ehil
insanların başa geçmesine karşı olan isteksizliğimiz öne geçerse, başkaları o
toplumu idare eder.
Onlar, "Biz
hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona fazla bir servet de verilmemişken
nasıl bizim üzerimize hüküm sahibi olabilir?" dediler.
[142]
Ayetin bu bölümünde üç
önemli mesele üzerine durulmaktadır:
a. Daha
layık olmak
İsrailoğullan "daha
layık olma" kavramını bildikleri halde "daha ehil olma"
özelliğini bilmiyorlar ve o özelliği gözardı ediyorlardı. "Daha layık olmanın",
"daha ehil olmaya" bağlı olduğu anlayışına veya bilgisine sahip değillerdi.
Ehliyetsiz liyakat, sadece bir tutkudan ibaret olduğu için, duygu aleminin
kaypak zeminine temel atacağından toplumu da kaygan bir zemine taşır ve toplum
çürümeye ve kaymaya başlar. Ehliyetsiz liyakat aramak, -ağaçlan kesip toprağı
erozyona açık hale getirmek gibi- siyaseti ve dolayısıyla toplumu erozyona
uğratır. Onun içindir ki Yüce Allah Nisa/5 8'de emanetin ehline verilmesini
emretmektedir ki bu, siyasî erki ele almanın, emaneti ele almak olduğunu
göstermektedir. Bu emaneti halk vereceği için, Yüce Allah"emaneti ehline
verin" diyor. Demek ki kimse, siyasî hükümranlığı -halka rağmen- eline
geçirmemelidir. Yüce Allah bin dört yüz küsur sene önce siyasî erki halkın
ehil olana vermesi gerektiğini söylemekle demokrasinin, yani halk idaresinin
temellerini atmıştır.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz ayette Talut'un, hükümdar olarak atanmasının, ondaki ehliyet ve
liyakatten kaynaklandığına işaret edilmiş ve bunlar Yüce Allah tarafından
belirlenmiştir.
b. (Ve ona
fazla bir servet verilmemişken...)
O dönemdeki
İsrailoğullan, iktidarı eline alacak olan kişinin zengin olmasının gerekli
olduğuna inanıyorlardı. Zenginlikle devlet başkanı olmak arasında bir ilişki
kuruyorlar; fakir olanın devlet başkanı olamayacağını düşünüyorlardı.
c.
("Nasıl bizim üzerimize melik olabilir?" dediler).
Demek ki, İsrailoğullan
kendilerini iktidara layık görüyorlardı ama içlerinden birini seçemiyorlardı.
Bu ayet bize; kendilerini iktidara layık görüp de, içlerinden birini seçemeyen
insanları başkalarının idare edeceği hakikatini öğretmektedir. Kendi
aralarından birini krallığa seçemeyip, peygamberlerine müracaat edip kral
seçmesini, ya da tayin etmesini isteyenlerin kral olmaya layık olmadıklarını
gören Yüce Allah, başka birini tayin etmiştir.
Yüce Allah'ın bu
tayini, insanlığın siyasî geleneğine değişmeyen evrensel bir kural getirmiş ve
böylece insanlığa siyasî bir öğreti bırakmıştır. Kendilerini iktidara layık
görüp de içlerinden birini seçemeyenler devleti yönetemez ve mutlaka dışardan
birinin iktidara getirilmesi gerekir. Diğer taraftan kendini layık görmek
yetmez; ehil olmak ve ehil olanın başa geçmesi için fedakarlık yapma kültürüne
de sahip olmak gerekir. Aynı inancı, aynı düşünceyi, aynı değerleri ve aynı
siyasî geleneği paylaşanlar arasında "ben olayım o olmasın"
anlayışı, onları doğal olarak iktidardan uzaklaştıracaktır. Bu ayet, o zaman
da, başka birinin hükümranlığı ele geçirmesine hayıflanmanın yersiz olduğunu
göstermektedir.
[143]
III.
(Peygamber "Bakın" dedi, "Allah onu sizden daha üstün kılmış ve
ona derin bilgi ve mükemmel bir beden bahsetmiştir").
îşte ayetin bu bölümü,
liyakatin dayandığı ehliyetin hangi özelliklerden kaynaklandığını
bildirmektedir:
a. Talut'un,
Yüce Allah'ın seçimine, yani tercihine layık olması.
Ayetteki (ıstafâ)
kelimesi seçti manasına gelmektedir. Ayetin birinci bölümünde yer alan, (sizin
için atadı) ifadesi, bu bölümdeki "seçme" eylemine dayanmaktadır. Bu
ilahî atamanın gelişi güzel olmayıp bir seçime dayandığını vurgulamaktadır.
b. (İlimde
ve bedende ona üstünlük verdi). Hükümranlığı, yani siyasî erki eline alacak
olan kişinin ehliyeti, bilgiye
dayanmalıdır. Bilgide
derinlik ve genişlik, iktidar için eksen özelliği oluşturmaktadır.
Talut'un bilgide
ileri gitmesinin altında ilahî kudretin olduğu Sü (zade) fiilinin muhatabı
olmasından anlaşılmaktadır. Demek ki, Allah ona derin bir bilgi vermişti.
c. Mükemmel
bir bedene sahip olması.
Bedenin mükemmelliği,
gücünü ifade etmektedir. Ondaki heybet, güç ve görünüm devlet başkanlığına
layık olmasını temin ediyordu. Derin bilgiye sahip olması manevî üstünlüğe,
güçlü bir bedene sahip olması da sahip olduğu biyolojik değere işaret
etmektedir.
Bedenen güçlü ve
sıhhatli, fizyolojik olarak güzel olmak, kral olarak atanmanın diğer bir
şartıdır. Allah, önce bu özellikleri ona verdi ve sonra onu seçti.
Ayetin bu
muhtevasını günümüze taşırsak, iktidar sahipleri seçtikleri insanların
özelliklerini öne çıkarmalıdırlar; zenginliklerini değil. Bilgiye sahip olmak
en önemli özellik olduğundan, onu birinci sıraya koymalıdırlar.
Bilgi sahibi olmayan
devlet başkanı, devlet idaresini, yani siyaseti bilginin üzerine
temellendiremeyeceğinden, topluma zarar verir ve onu duygu denen kaypak aleme
çekmeye çalışır. Siyasetin kaypak alana çekilmesi, erozyona uğraması demektir.
Siyasetteki erozyon, toprak erozyonundan daha tehlikelidir; çünkü toprak
erozyonu toprağı kaydırır; siyasetteki erozyon ise toplumu kaydırır.
IV. (Ve
Allah hükümranlığı, istediğine verir). Ayetin bu kısmı çok önemli mesajlar
vermektedir:
a. Bazı konular vardır ki orada beşerî güç ilahî takdire müdahale edemez.
Orada Allah'ın dilemesi ve takdiri cereyan eder. Bunlardan biri de iktidar konusudur.
b. Allah
iktidarı kime vereceğini tayin ederken, özelliklere bakar. Demek ki takdir,
özelliklere göre olmaktadır. Yeryüzündeki insanların sahip oldukları özellikler;
takdir ve tecelliyi yönlendirmektedir. Çünkü Allah'ın takdirinin, kaliteli ve
bilgili olandan yana tecelli edeceği bir kanundur.
İnsanların, ehil
olanın tesbitinde hata yapmaları mümkündür. Allah ehil olanı tesbit etmede
yanılmayacağı için, bu konudaki tasarruf O'nun kudretin-dedir.
V. (Allah
her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir).
Her şeyi kuşatan ve
her şeyi bilen Allah, takdir etme hakkına sahiptir. Yüce Allah
"kuşatıcılık" ve "bilme" sıfatlarını gündeme getirerek,
iktidarı belirleme, iktidarı kime vereceğini tesbit etme ve bu konuda seçme
yetkisinin kendisine ait olduğuna işaret etmektedir. Görüldüğü gibi Yüce Allah,
hem kendi bilgisini, hem de Talut'un bilgisini gündeme getirerek problemin çözümünü
gerçekleştirmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki:
Yüce Allah bu ayette Talut'u kral olarak atarken hangi ölçüleri dikkate alıp
seçimini yaptığmı anlatmış; insanların hükümranlık için tesbit ettikleri
değerlerin geçersiz ve yanıltıcı olduğunu vurgulamış; ilahî takdire kimsenin
karışamayacağını ve o takdirin iktidarı eline alacak olan insanın özelliklerine
göre gerçekleşeceğini kanuna bağlamıştır:
De ki: "Ey
mutlak egemenlik sahibi Allahım! Sen hükümranlığı dilediğine verirsin,
dilediğinden alırsın; dilediğini yüceltirsin dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler
senin kudretindedir. Doğrusu, sen istediğini yapmaya kadirsin". [Âl-i
İmran/26]
Bu ayette, siyasetin
en ince meseleleri açıklandığı gibi, olmazsa olmazları da tesbit edilmiştir.
[144]
248. Peygamberleri
onlara: "Onun hükümranlığının delili; tabut'un size gelmesidir. Meleklerin
taşıdığı o tabut'un içinde Rabbinizden size bir sekine; Musa ve Harun
ailelerinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz
sizin için bunda şüphesiz bir alamet vardır" dedi.
Talut'u küçümsemeleri
neticesinde -bir önceki ayette- onun bilgi ve beden bakımından üstün olduğunu
söyleyen peygamberleri, bu ayette de onun hükümranlığının delilini
zikretmektedir. Ayeti kısımlara ayırarak açıklamasını yapabiliriz:
I.
(Peygamberleri onlara, "Onun hükümranlığının
alameti; tabutun size gelmesidir..." dedi).
Ayetin bu kısmında iki
önemli kavram yer almaktadır: Birincisi "delil" ya da
"alamet" şeklinde mana verebileceğimiz (ayet) kavramıdır. Kur'an'ın
bir cümlesine ayet dendiği gibi, hükmüne de ayet denir. Mucize, işaret alamet
ve delil manalarına da gelmektedir. Burada ayet kavramı, işaret, alamet, delil
anlamını ifade etmektedir.
Diğeri ise, (tabut)
kavramıdır. Tabut'un ne olduğunu Razi geniş bir şekilde açıklamaktadır. Tabut
içine önemli eşyaların konup saklandığı san-dık'tır. Razi'ye göre,
İsrailoğullan bu sandığı biliyorlardı. Yüce Allah, Hz. Musa'nın ölümünden
sonra, İsrailoğullan'na kızdığı için bu sandığı göğe çıkarmış, Talut'un
hükümranlığında tekrar göndermiştir. Tabut'u melekler korumuş ve
İsrailoğulları inişini seyretmiştir. Razi'nin açıklaması, ayetin zahirine uygun
görünmektedir.
Ama Zemahşeri'nin
başka bir açıklaması vardır: Tabut kavramı (üb-tü=tevbe ettim) sözcüğünden
türemiştir.
(et-tevbu=geri dönme)
manasına gelmektedir. Tevbe ve tabut kelimeleri, geri dönme manasında buluşmaktadır.
Sandığın içine eşya koymak için ona dönülür. Eşya çıkartmak için yine ona
dönülür.[145]
Bu manadan hareket
edersek, tabut kavramının, değişim manasına gelen tevbe anlamına geldiğini
söyleyebiliriz.
Allah'a dönüş
manasıyla, tevbe, insanın hayatında çok büyük bir değişimin meydana gelmesine
sebep olmaktadır. Tabut'un İsrailoğullan'na gelmesi, tevbe etmelerine fırsat
verilip değişimi gerçekleştirmeleri anlamındadır.
Muhammed Esed'in verdiği
manadan hareket edersek tabut kelimesi, insanın kalbidir diyebiliriz. Kalb de
bir sandık gibi içinde pek çok şeyi taşımaktadır. Sevgimiz, imanımız,
korkumuz, irademiz ve bütün sırlarımız kalb denen sandıkta bulunmaktadır. Bir
sonraki bölümü açıklarken, bu ayetteki tabut konusunda tercihimizi ortaya
koyacağız.
II. (Tabut'un
içinde Rabbinizden size bir sekine, Musa ve Harun hanedanının bıraktıklarından
bir kalıntı vardır).
Ayette,
İsrailoğullan'na gelen bu sandıkta iki önemli şeyin bulunduğu ifade
edilmektedir: Sekine ve Hz. Musa ile Harun'un hanedanından gelen kalıntı.
Şimdi bunların ne anlama geldiğini açıklayabiliriz: Bakara/83'te (mesakin)
kavramını açıklarken sekine'nin ne olduğu hakkında geniş açıklamalarda
bulunmuştuk. Burada bu kavramın esas manalarına değineceğiz. Sekine kavramı,
hareketin zıttı olan "sükun" kelimesinden gelmektedir. Razi, bu
kelimeye alimlerin verdiği manaları özetlemektedir: Tabut geldiği zaman sizler
sükunete erer, Talut'un hükümdarlığını kabul edersiniz ve Talut'a karşı olan
nefretiniz sona erer. Bu görüş Ebu Bekir el-Esamm'ın görüşüdür.
Ebu Müslim,
"Tabut'un içinde Allah Teala'nın Hz. Musa ile Hz. Harun'a ve onlardan
sonra gelen peygamberlere indirdiği kitaplar ile bu kitaplarda Allah'ın Talut
ve ordusuna yardım edip onlardan düşman korkusunu kaldıracağı vaadi
vardı" diyor.
[146]
Razi, sekine kavramını
sebat ve emniyet ile tefsir ediyor.
Kur'an'da sekine
kavramı muhtelif ayetlerde yer almakta ve çoğunlukla kalp ile alakalı bir
kavram olduğu görülmektedir. Sekine'nin sosyolojik manası da vardır.
a. Hz.
Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ederken yolda bir mağaraya Hz.
Ebubekir'le beraber sığındılar. Mağaranın içinde düşman geliyor diye Hz.
Ebubekir korku içindeydi. Onun korktuğunu gören Hz. Peygamber ("Üzülme
Allah bizimle beraberdir" dedi). (Ve derken Allah ona katından bir sükunet
(güven duygusu) indirdi). [Tevbe/40]
Bu ayetteki sekine
kavramı, "güven duygusu" anlamına gelmektedir. Güven duygusunun yeri
de kalptir. Şimdi bu manadan hareket edip, yorumunu yapmakta olduğumuz
Bakara/248'e dönersek tabut'a. kalb, içindeki sekine'ye de "güven
duygusu" anlamım verebiliriz. İsrailoğullan'mn kalplerinde, hem Talut'a
güven; hem de düşmanlarına karşı korkunun yerine güven gibi oluşumlar meydana
geldi.
Fetih/26 ayetinden de
sekine'nin kalble alakalı bir kavram olduğu anlaşılmaktadır:
Hakikati inkara
şartlanmış olanlar kalplerinde küstahça bir büyüklük duygusu taşırken, Allah
peygamberine ve mü'minlere iç huzuru (sekine) ihsan etmişti.
Fetih/4 ayeti de
şöyledir:
Mü'minlerin
kalplerine sükunet bağışlayan O'dur, ki göklerin ve yerin bütün güçlerinin
Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın herşeyi bilen ve gerçek hikmet sahibi
olduğunu görerek, imanlarını daha da artırabilsinler.
Bu ayette, sekine'nin
kalbe indiğine şahit oluyoruz. Bu durumda sekine kalp huzuru anlamına
gelmektedir. Bu iç huzurla, insan kainatın sırlarını daha iyi anlayabilir ve
Allah'ın kudretini daha iyi takdir edebilir ve bunlar sayesinde imanını
artırabilir. Buradaki iç huzuru (sekine), anlayışı ve imanı kat kat artıran
kalpteki oluşumun adıdır. Sekine bulunmayan kalpte, anlayış ve iman artıp
pekişmez. Bu manadan hareketle Bakara/248'e gidersek, 'tabut'a, anlayış ve
imanı pekiştiren iç huzuru manasını verebiliriz.
b. Yorumunu
yapmakta olduğumuz ayetteki sekine kavramına düşman karşısında elde edilen
zafer manasını vermemiz mümkündür. Çünkü zaferi kazanan toplum hem psikolojik
açıdan güvenlik duygusunu elde ediyor, hem de yerleşik düzene geçiyor. İşte
tabut'ta olan sekine, zafer ve onun getirdiği yerleşik düzendir. Çünkü sekene
bir yere yerleşmek manasına da gelir.
Sekine kavramının
fetih (zafer) anlamına geldiğini, Enfal/19 ayetiyle is-batlayabiliriz.:
Zafer mi istiyordunuz,
işte size zafer geldi. [Enfal/19]
(İşte zafer geldi)
ifadesi ile (İçinde sekîne-nin/zaferin bulunduğu tabut'un gelmesidir) ifadesi
arasında büyük bir benzerlik vardır.
İsrailoğullan'nm
Bakara/246'da söyledikleri: "Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan
sürülmüşken, Allah yolunda neden savaşmayalım?" ifadesi, sürgün hayatından
kurtulup, bir yere, yani yurtlarına yerleşmeyi ifade edebilir. Yurt-suzluktan,
göçebe hayatından kurtulmak için, önce kendilerini yurtlarından çıkaranlara
karşı bir zafer ve ardından yurtlarına yerleşmek manasına gelebilir. O zaman
tabut, zaferi İsrailoğullan'na bildiren "mesaj" manasına da alınabilir.
Sandığa, ihtiyaç için gidilir, gerekli eşyalar alınır ve kullanılır. Allah'ın
mesajına da ihtiyaç vardır, oraya müracaat edilir ve hayat için gerekli şeyler
alınır.
Onlardan sonra sizi
mutlaka o yerde yerleştireceğiz... [îbrahim/14]
Buna göre sekine'nvn
sosyolojik ve siyasî manası, bir yere yerleşip devlet kurmaktır.
Yerleşmek ve devlet
kurmak manası ile sekine'nin tabufla olan ilişkisini şu şekilde
yorumlayabiliriz: Bir toplum bir toprağa yerleşip vatana sahip olup devletini
kurunca, o devletin sınırlan ile beraber bir tabut'u andırır. Sekine de,
devlet kurmanın huzurunu, yani toplumsal huzuru ifade etmiş olur. Devlet
kuramamış, vatan edinememiş toplumların iç huzuru olmadığı gibi dış huzuru da
yoktur. Birinci ve ikinci manalanyla, gelen iç huzurunun Allah'tan gelen bir
lütuf olduğu ayette, (Rabbinizden)
ifadesiyle açıklanmaktadır.
Diğer taraftan "O
tabut'un içinde Hz. Musa ve Harun hanedanının terekesi vardır"
ifadesindeki tereke kavramını; Tevrat, Hz. Musa'nın asası, elbiseleri ve kudret
helvasının parçalan diye yorumlayanlar vardır.
Tabut maddî anlamda
sandık olarak alındığında, içinde Hz. Musa ve Harun'dan kalan eşyalar olarak
yorumlanabilir.
Yukarıda belirttiğimiz
gibi, tabut'u kalb olarak alırsak, Hz. Musa ve Harun'un geriye bıraktıkları
manevî kültür olduğunu söyleyebiliriz. O manevî kültürün, özünü oluşturan iman,
yani tevhid inancıdır. Onun da yeri kalptir. Hz. Musa ve Harun'un geriye
bıraktıkları ve kıyamete kadar devam edecek olan menevî mirasın varlığını ifade
etmektedir.
Hz. Musa ve Harun'un
geriye bıraktığı manevî mirasın diğer bir boyutu da, esaretten kurtulmaktır.
Peygamberleri İsrailoğullan'na "Sizin sürgün hayatından kurtulup
yurdunuza dönmeniz, Talut'un hükümranlığına delil olacaktır" dedi. Köle
nesilden, bağımsız bir devlet kuracak kadar şahsiyetli bir nesil yetiştirmek
Hz. Musa ve Harun'un geriye bıraktığı sosyal, siyasî, eğitimsel mirası ifade
etmektedir. İşte bu miras, Allah'ın gönderdiği mesaj olan o tabuttadır.
III. (Onu melekler
taşıyor).
Ayetin bu kısmının
maddî anlamda yorumlanması halinde denilebilir ki; maddî anlamdaki sandığı
melekler Talut'un ordusunun önünde taşıyorlardı. O tabuta sahip olan ordunun
yenilmesi mümkün değildi.
Manevî manada alırsak,
"melekler taşıyor" yerine "melekler koruyor" anlamını
vermek daha doğru olur. Aslında taşımakla korumak çok yakın manadadırlar.
Tabutu, ilahî mesaj olarak aldığımızda, tabii ki o mesajı melekler taşıyacaklardır.
Allah Bedir, Hendek ve
diğer savaşlarda melekleri gönderip müslümanla-ra zafer bahşettiği gibi, daha
önce de İsrailoğullan'na melekler vasıtasıyla yardım etmiş olabilir.
IV.
(Eğer inanıyorsanız, bunda sizin için bir
işaret vardır" dedi).
İnanan insanlar için o
tabut'un, Talut'un hükümranlığına bir işaret olduğunu söylemekle,
işaretten/delilden anlamanın alt yapısını imanın teşkil ettiğine dikkat
çekmiştir. Delili anlamak için, iman etmek şarttır.
Genel olarak ayetten
çıkartacağımız netice şudur: Sosyal bakımdan ezilmış, psûcdiojikbsikiTnûan
aşağı siz anlamaları ve meselelerin derinliklerine inmeleri mümkün değildir. Bu
tip insanları eğitmek ve bilgi açısından tatmin etmek için delile ihtiyaç
vardır.
[147]
249. Ve Talut,
kuvvetleriyle yola koyulduğunda: "Bakın" dedi, "Allah sizi bir
nehirle imtihan edecek: Ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise
benden olacaktır; ondan sadece bir avuç dolusu içen ise affa mazhar
olacaktır". Ancak bir kaçı dışında hepsi ondan içtiler. O ve ona inananlar
nehri geçer geçmez ötekiler: "Calut ve askerlerine karşı bugün hiç gücümüz
yok" dediler. Kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler ise "Nice
küçük topluluklar, Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir; zira
Allah güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir" diye cevap verdiler.
İsrailoğulları tabut'u
gördükten veya tabutun içindekilere inanıp tatmin olduktan sonra Talut'un
hükümranlığını kabul ettiler ve bunun üzerine Talut askerleriyle yola koyuldu.
Ölüm korkusundan dolayı savaşmaktan uzak duranlar, sekine ile iç huzura
kavuşup Talut'un etrafında toplandılar.
Demek ki, komutan
olmadıkça, sürü halinde olan bir topluluk savaş yapamaz. Talut, ihtiyaç
duyulan hükümdarın boşluğunu doldurmuştu. Bu ayetin eksen konusunu "imtihan"
teşkil etmektedir. Şimdi kısımlara ayırarak ayeti açıklayabiliriz:
I. (Allah
sizi bir nehirle imtihan edecek: ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan
sakınan ise benden olacaktır).
a. Yüce
Allah insanları çeşitli tabiat değerleriyle imtihan etmiştir. Hz. Adem'i
ağaçla; Semud kavmini deveyle; Hz. Musa'dan sonraki İsrailoğulları'nı, yani
Talut'un ordusunu nehirle; müslümanlan alkolle imtihan etmiş ve etmektedir.
Bunu Bakara/35'in tefsirinde anlatmıştık. Toplumların gelişmişlik seviyesine
göre, kendisiyle imtihan edilen tabiat motifi değişmektedir. Allah insanları,
tabiattan geçinildiği dönemde, ağaçla; hayvancılığın başladığı dönemde deveyle;
suyun önemli olduğu çöllerde su ile; sanai döneminde alkolle imtihan etmiş ve
etmektedir.
Peki Yüce Allah İsrailoğullan'nı
nehir, yani su ile niçin imtihan etmektedir? Tabiatta bulunan bir madde ile
imtihan etme Hz. Adem'den başlayan bir süreçtir. Müslümanlan da domuz eti,
alkol gibi yasaklarla imtihan etmektedir. Bize göre bunun cevabı, tabiat ve
çevre bilincini uyandırmaktır. Tabiatın ekolojik dengesinin korunmasına;
çevrenin kirletilmemesine, tabiatın korunmasına işaret edilmektedir. Bakara/22
ayetine göre Yüce Allah yeryüzünü bizim için bir döşek yapmıştır. İnsanoğlunun
döşeğini -çocuklar gibi kirletmesini- engellemek, çevre bilincini geliştirmek
için bu yasaklarla imtihan etmektedir.
Rum/41 'de kara
ile suyu kirletmekle insanların fesat çıkardığını söyleyen Yüce Allah, bu
fesadı, yani kirlenmeyi önlemeyi bu imtihanlarla temin etmektedir.
b. Yorumunu
yapmakta olduğumuz Bakara/249'da geçen "nehir" kelimesi, aslında
suyu ifade etmektedir. Suyu insanın nefsine benzetirsek, yani insanın
arzularının, nevasının nehirde akan su gibi olduğunu düşünürsek, nefsin
arzularıyla Yüce Allah insanı imtihan etmiş olmaktadır. "Nefsin arzularından
kana kana tadanlar benden değil; ondan bir avuç alan ise affedilmeye müsaittir,
içmemek için sabredenler ise bendendir" denmiş olur.
Nefsin nehir gibi akan
arzularından tatmamak için sabreden insan, düşmanlarla savaşacak güçte
olduğunu manen isbat etmiş ve imtihanı geçmiş olacaktır. O nefis denen nehirden
tatmadan karşıya geçenler, kahramanlardır. İşte Yüce Allah bu kahramanlarla
beraber olacağını bildirmektedir.
Bu imtihanı bir
örnekle anlatabiliriz: Güreş antrenmanı yapanlar, kendi kilolarından daha ağır
güreşçilerle antrenman yaparlarsa, resmî müsabakalarda rakibi kendisine hafif
geleceği için, onu rahatlıkla yenebilir. Yüce Allah insanları önce -en büyük
cihad olan- nefisle cihad ile imtihan etmektedir, çünkü o imtihanı geçenlerin,
düşmanı hafif görüp mağlup edeceğini biliyor.
Onun için önce nefisle
imtihan etti, yani nefisle cihadı, sonra düşmanlarla cihadı emretti.
c. Nehirden
akan su, umumun malıdır. Ondan içmeyi yasaklamak, umumun malım kişisel
menfaatler uğruna kullanmama ahlâkını öğretmeye yöneliktir. Umumun menfaatine
açık bir değerin kişisel menfaatler uğruna kirle-tilmemesi gerektiğine işaret
edilmektedir.
Böylece Yüce Allah,
tabiatın korumaya açık olan yönü ile ferdî menfaate açık olan boyutunu
bildirmektedir.
Bize göre, ayetteki
nehir, bir motiftir. Bu motif asırların getirdiği kamu alanı bilincinin her
yönüne uygulanabilir. Buradaki içmek de motif olan bir davranışı ifade
etmektedir. Toplumların veya tüm insanlığın müşterek menfaatine ait olan
değerlerin, tahrip edilmemesinden, kişisel menfaat uğruna kullanılmamasına
kadar uzanan bir ahlâk ve hukuk öğretisi vermektedir. Doğal olarak, bunun
temelinde de nefis imtihanı vardır. İnsan arzusu ile kamunun menfaatinin
çatıştığı çizgiyi Yüce Allah su denen değer ile deneyerek tüm insanlığa öğretim
yapmaktadır.
II. (Ondan
sadece bir avuç dolusu içen ise, affa mazhar olacaktır. Ancak, bir kaçı dışında
hepsi ondan içtiler).
Yüce Allah "Ondan
sadece bir avuç içen" ifadesiyle, insanoğlunun bir anlık gafletle nefsin
arzusuna kapılabileceği gerçeğine dikkat çekmektedir. Bu durum insanın beşer
olma hasebiyle şaşabileceğine işaret etmektedir. Bir anlık gafletin getirdiği
şaşmadan hemen sonra durmak gerekir. Nasıl olsa bir avuç içtim, kana kana
içebilirim demek, nefse karşı savaşı kaybetmektir. Bir avuç içmek, nefisle olan
cihatta hafif bir yaralanma sayılır. Hafif yaralanmadan dolayı, cepheden
kaçmak gerekmez, aksine iman ve aklın bayrağını ayakta tutmak için mücadele
vermek gerekir; bu da hemen içmeyi bırakmakla mümkün olur.
Onun için Allah Teala
bir avuç içip kendini frenleyeni affedeceğini söylemektedir. Bunu günümüze
taşırsak, diyebiliriz ki işlenen küçük günahlar, büyüklerini getirmeden önce
tevbe edip vazgeçmek gerekiyor. Hemen vazgeçilen küçük günahın affedileceği müjdesi
verilmektedir. Ayetin bu kısmını Necm/32 ayeti tefsir etmektedir:
Büyük günahlardan ve
çirkin fiillerden kaçınanlara gelince, onlar arada bir hataya düşseler de
(bilsinler ki) Rabbin bağışlamada cömerttir.
Hak Teala "Bir
avuç içmek" ile küçük günah; "kana kana içmek" ile de büyük
günah kavramlarına dikkat çekmektedir. Bilgi ve muhayyilesi gelişmiş
insanlara, "avuç" kavramını kullanmadan, küçük ve büyük günahı anlatmak
mümkün iken; diğerleri için maddî ölçü kullanmak zorunluluğu bulunduğundan
ötürü böyle söylenebilir.
"Bir
kaçı dışında hepsi ondan içti" ifadesi, insanların çoğunun nefsin arzularına
mağlup olduğuna, çok az insanın bu konuda sabredip zafere ulaştığına işaret
etmektedir. Psikolojik açıdan dahi insanlar toplumda ne kadar az ise, kamil
müslümanlar da öyle azdır. Üstün zekalı insanlar, toplumun yüzde-onbirini
teşkil ederler. Kamil müslümanlar da, bu orandaki gibi çok azdır. Onun için, o
imtihanı çok azı geçmişti.
Yüce
Allah bu olguyu anlatmakla hem Hz. Peygamber'e eğitim açısından önemli bir ilke
öğretmekte; hem de kıyamete kadar gelecek din adamlarının bu kanunun bilincinde
olmalarım tavsiye etmektedir. Nedir o kanun? Bütün insanları eğitecekmiş gibi
yola çıkan, ama, pek çok insanın eğitilemez olduğunu gören din adamlarının
ümitsizliğe kapılmamalarıdır. Çünkü eğitim açısından, dinî ve sosyal bakımdan
insanların çok azı yola gelecek, hakikati görecek ve eğitimcilerin beklediği
seviyeye ulaşacaktır.
Diğer
taraftan ayetin birinci bölümüyle ikinci bölümünü bir araya getirince, Yüce
Allah'ın, insanların dinî yasaklara uyma bakımından üç gruba ayrıldığına işaret
ettiği anlaşılır: Hükümlere hiç aldırış etmeyenler, arasıra hata yapanlar ve
yasaklara iyice riayet edenler. Bunu anlatmakla Yüce Allah, hem hukuka, hem de ahlâka çok önemli bir kural getirmektedir. Bu demektir
ki, hukukun ve ahlâkın karşısında tüm insanlar bu üç gruptan birine dahildir.
III. (O ve ona inananlar nehri
geçer geçmez, ötekiler:
"Calut ve ordusuna karşı bugün hiç gücümüz yok!"
dediler).
Nehrin suyundan içip nefsine mağlup düşenler, düşmana
karşı güçsüz kaldıklarını
söyleyerek savaştan kaçma teşebbüsünde bulundular. Nefisle yaptıkları cihatta mağlub düştükleri
için, düşmana karşı cesaretleri kırıldı.
Böylece Yüce Allah, savaşta düşmandan yılan ve kendinde
cesaret bulamayan insanların aslında mağlubiyetlerinin kendi içlerinden
geldiğine işaret
etmiş,
psikolojik bir analiz ve sebep sonuç ilişkisi ile konuyu açıklamıştır.
IV. (Kesin olarak
Allah'a kavuşacaklarını bilenler: "Nice küçük topluluklar, Allah'ın izniyle
büyük kalabalıklara üstün gelmiştir! Zira Allah sabırlı olanlarla beraberdir" diye cevap verdiler).[148]
Yüce Allah, nehrin suyundan içmeyip nefsine mağlub
olmayanların özelliklerini
sıralamakta ve nefislerine karşı kazandıkları zaferin kaynağına açıklık
getirmektedir.
a. (Onlar Allah'a kavuşacaklarını biliyorlar).
Bunun
anlamı, savaştıklarında şehit düşerlerse Allah'a kavuşacaklarına dair kendilerinde bir bilgi ve inancın
bulunduğudur. Bu inanç, aynı zamanda onların suyu içmelerini de engellemiştir.
Onlar, Allah'ın yasakladığı bir şeyi çiğnemenin
karşılığını, mahşerde görecekleri inanandaydılar. Bir gün onun hesabının
kendilerine sorulacağını biliyorlardı.
Allah'a kavuşacağını bilen adam, bu kavuşmanın tadını,
içilmesi yasak olan
suyu içrek ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmaz. Böylece Yüce Allah, ahirete
iman ve bilincin dünyevî davranışlara olan olumlu etkisine dikkat çekmektedir.
b.
Onlar, savaşların
Allah'ın izniyle kazanıldığının bilincindedirler.
Çoğu insan, savaşı kendisinin kazandığını, ordunun
kazandığını söyleyerek
tarih yazarlar. Allah'ın zafere olan katkısını unuturlar ki bu nankörlükten
başka bir şey değildir. O
insanlarda böyle bir nankörlük olmadığı gibi savaşın Allah'ın izniyle
kazanılacağına inanıyorlardı. İşte bu inanç, gayret ile bir araya gelince zafer
gelir.
c.
Savaş bir kahramanlık, güç ve sabır işidir.
Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu söylemekle,
imanlarını doruk
noktasına
çıkardılar. Sabreden insan, Allah'ın desteğini kazanmaktadır.
Bedir, Hendek ve Peygamberimizin diğer savaşlarında da
ilahî yardımlar gelmiş,
melekler müslümanlarla beraber savaşmışlardır. Yeri geldiğinde o
ayetler açıklanacaktır. Öyleyse
tarihi yazarken, kazanılan savaşlar için, 'Allah'ın yardımıyla zafere
ulaştılar' demek bir zorunluluktur. Ayetin son kısmı bu gerçeği
vurgulamaktadır.
[149]
250. Onlar Calut ve kuvvetleriyle karşı karşıya geldiklerinde: "Ey Rabbimiz! Bize
zorluklara tahammül gücü bağışla, adımlarımızı sağlam kıl ve hakikati inkar eden bu topluma
karşı bize yardım et!" diye dua ettiler.
Talut'un
ordusunda nehrin suyundan içmeyerek nefislerine karşı cihadı kazananlar,
Calut'un ordusuyla karşılaşınca Allah'a dua etmiş ve üç şey istemişlerdir:
1. ("Ey Rabbimiz üzerimize
sabır yağdır" dediler).
Ayetin bu kısmında geçen ve ferağa'dan türeyen
(ifrığ) emri; boşalmak,
boşaltmak, kullanıp bitirmek, boş. tüketmek, bitirmek, defetmek, başından defedip kurtulmak, nihayete
gelmek, doldurmak, işini tasviye edip bitirmek,
sona getirmek, tahsis etmek, vermek, dökmek, işten serbest kalmak, kusmak
manalarına gelmektedir.
[150]
a.
Kurtulmak
İnşirah/7'de "sıkıntıdan kurtulmak" manasına
gelmektedir. Bu manasıyla kelime, tamamen sosyal sorumlulukların insanda
meydana getirdiği psikolojik sıkıntıyı ifade etmektedir.
b.
Karara bağlamak
Rahman/31'de sorgulamak, hesabını ele almak manalarına
gelmektedir:
(Ey insan ve cin! Sizden hesap soracağız).
Bu, sizin işlerinizi, durumunuzu karara bağlayacağız
demektir. Bu anlamıyla, kelime, uhrevî ve
hukukî bir mana ifade etmektedir.
c.
Dökmek
Zülkarneyn, gittiği yörenin halkından demir külçeleri
getirip, körükle kızdırmalarını
söyler. Demir, iyice kor haline gelince erimiş bakır ister ve
(Bunun üzerine dökeyim) [Kehf/96]
der. Bu ayette (ferağa) sıvı bir maddeyi bir yere dökmek anlamına gelmektedir. Dökmek, yerine
boşaltmak tabiri de
kullanılabilir.
A'raf/126 ve yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/250'de
sabrı, savaşan
müslüman ordunun üzerine, yani gönüllerine boşaltmak anlamına gelmektedir.
d.
Dolup taşmak
(Bu arada, Musa'nın annesi
yüreği acıyla dolup taşarak sabahı etti). [Kasas/10]
Çocuğundan ayrılan annenin, gönlündeki acının çokluğunu
ifade ederken bu
kelimeyi kullanmaktadır. Bu anlamıyla da, tamamen psikolojik bir oluşumu ifadede kullanıldığına şahit
oluyoruz.
Yorumunu yapmakta olduğumuz 250. ayete dönersek, oradaki
(ifriğ) kelimesinin
ikili bir mana taşıdığını söyleyebiliriz. Düşman ordusuna karşı gönüllerine
dolan korku ve endişeyi boşaltıp, yerine sabn doldurmayı ifade etmektedir.
"Üzerimize sabrı boşalt" duasını yapma haklan olduğunu 249. ayetin
sonundan anlıyoruz. Çünkü orada "Allah sabredenlerle
beraberdir" inancını ilan
etmişlerdir. Bu inanç ve bilinçte olan insanlar, gönüllerine sabrın Allah tarafından boşaltılması için
dua etme hakkına sahiptirler. Allah da onlarla olan beraberliğini, gönüllerine
sabır boşaltarak göstermiştir.
2.
(Adımlarımızı
sağlam kıl).
Önce sabır gibi psikolojik sağlamlık ve dayanıklılık
istediler; sonra da bu
manevî oluşumun adımlarına, harekete yansımasını istediler. Çünkü sabır
olmadan, adımların
sağlam olması mümkün değildir. İçi çürük olan insanın, adımlarının sağlam
olmasını beklemek hayaldir.
O devrin meydan muharebelerinde, adımların sağlam kalması
çok önemliydi.
Ayetin başındaki (beraze) kelimesinin ismi olan (el-beraz) hiç
engeli olmayan düz arazi
demektir. (el-buruz) da böyle bir meydanda
karşı karşıya gelmektir. Böyle bir meydan savaşında
ayaklan sabit kılmak
bazen
insanın takatini aşar, işte o zaman Allah'ın yardımını dilemek kaçınılmaz hale gelir.
Günümüzün savaşları farklı boyutlarda yapılmaktadır.
Gerçi hangi boyutta olursa olsun, piyade göğüs gögüse gelip kazanmadıkça
zafere ulaşılamaz.
Artık
ayaklann sabit kılınması yerine, savaş teknolojisi için dua edilmelidir.
Çünkü günümüzde oklann yerini bombardıman uçaklan
almıştır. Ok yerine
füze atılmaktadır. Askerlerin bir kısmı, düşman ile yüz yüze gelmemekte, ama savaş olgusuyla yüz yüze
gelmektedir. O zaman da aynı duayı yapmakta yarar vardır.
3.
(Hakikati inkar edenlere karşı bize yardım
et!)
"Gönüllerine sabır boşaltması, ayaklarının sabit
kılınması yardım değil midir de aynca yardım dilemektedirler?" sorusunun
cevabı, bizce şudur: İlk
iki yardım bizzat müslümanlara olan yardımı ifade ederken; kafirlere
karşı yardım, onlann
kalplerine korku salmak, paniklemelerini temin etmektir. Böylece ilahî yardımın
iki boyutlu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kısaca diyebiliriz ki, bu şekilde dua etmek,
müslümanların ve özellikle peygamberlerin savaşırken uyguladıklan bir sünnet
olmuştur.
[151]
251. Bunun üzerine, onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar. Davud de Çalut'u Öldürdü; Allah ona hükümranlık
ve hikmet verdi ve istediği her şeyin
bilgisini öğretti. Eğer Allah,
insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi, yeryüzü
çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı: Ama Allah bütün alemlere (insanlara) karşı
sınırsız lütuf sahibidir"
Ayeti kısımlara ayırarak açıklamaya çalışacağız:
I. (Bunun üzerine, onları Allah'ın
izniyle bozguna uğrattılar.
Davud da Calut'u öldürdü).
Bakara/248'de meleklerin taşıdığı tabut'un içindeki sekine
nin ve Hz. Musa ile Hz. Harun'un terekesinin bu savaştaki etkisini
kestirmememiz mümkün
değildir.
Ancak meleklerin, Talut'un askerlerinin gönlüne sekine'yi ve Tevrat'ın hükümlerine itaati taşımak
anlamında aldığımızda etkisinin olduğunu
söyleyebiliriz.
Talut'un askerleri Calut'un askerlerini kırıp geçirirken,
Talut'un ordusunda
yer alan Davud da -ki sonradan peygamber olmuştur- Calut'u öldürdü.
Böylece küfür ordusunun hem
komutanı öldürüldü, hem de askerleri hezimete uğradı.
Kısaca diyebiliriz ki, meydan muharebesi başlamadan,
askerler göğüs gögüse çarpışmaya girmeden önce savaş, müslüman ordusunun
gönlünde manen kazanılmıştı. İnanç, bilgi, samimiyet, sabır, komutana itaat ve
Allah'ın yardımını
dilemek için yapılan dualar; zaferin alt yapısını oluşturmuştu. İşte bütün bu olumlu
oluşumların her biri etkili bir silah halini aldı;
onların gönlündeki zaferi meydan
savaşındaki zaferle tescil etmiş oldu.
Yüce Allah'ın bize bu hadiseyi anlatma sebebi şudur:
Hakikati inkar eden
bir
ordunun baskınına uğrayan müslüman ordusunun gerekli olan manevî silahlarının
ne olduğunu öğretmektedir. Az bir ordunun hangi yollarla ve
yardımlarla kalabalık bir orduyu
yeneceğinin taktiğini vermektedir. Zaferin manevî, yani psikolojik boyutu ile
maddî boyutunun analizini yapmaktadır.
II. (Allah Davud'a hükümranlık ve
hikmet verdi,
dilediği ilimlerden ona öğretti).
Tefsirlerde, Hz. Davud'un Calut'u öldürmesinin ardından
mı peygamberliğe nail
olduğu tartışılmaktadır. Yaptğı iş nedeniyle bir insana peygamberliğin
verilmeyeceğini söyleyerek, tartışmalara girmek istemiyoruz. Ayetten anlıyoruz ki, Talut'un Calut'la
olan savaşından sonra Hz. Davud'a peygamberlik verilmiştir. Tefsirlerde anlatılan Hz. Davud'un Talut
ile olan olumsuz ilişkisi hakkındaki hikayelere de itibar etmiyoruz. Yüce
Allah Hz. Davud'a, ayetin bu kısmında ifade edildiği gibi önemli üç değer vermiştir:
a. (Allah Davud'a hükümranlık
verdi).
Hz. Davud'un öne çıkan vasıflarından biri, devlet başkanı
olmasıydı. Bu yetkinin
ona Allah tarafından verildiğini bu ayetten öğreniyoruz. Peygamberlikle devlet başkanlığını bir
arada yürütmekteydi.
Ayetin bu kısmındaki (mülk) kavramının Sad/26'daki
(halîfe) kavramı ile
aynı anlama geldiğini, bu kelimelerin birbirini tefsir ettiğini söyleyebiliriz. Sad/26 ayetinin ilk
bölümü şöyledir:
(Ey Davud! Seni
yeryüzünde halife kıldık).
"Halife tayin ettik"
ifadesiyle "Allah Davud'a
hükümranlık verdi" ifadesi aynı manaya gelmektedir. Yüce Allah hükümranlığın
birinci şartına
Sad/26'da
işaret etmektedir:
Öyleyse insanlar arasında adaletle hükmet!
İnsanlar arasında adil hüküm vermek, siyasî iktidarın
olmazsa olmazını
teşkil
etmektedir.
b.
(O'na hikmet verdi).
Hikmet
akıl, akıllı olma, ilim, irfan, basiret, felsefe, düstur,
evrensel kural,
söz
ve fiilde doğruyu tutturma manalarına gelir. Bu kelimeyle ilgili açıklamalar Bakara/269'da
yapılacaktır.
Bu manalardan hareket ederek, Hz. Davud'a verilen
hikmeti, hüküm vermede
isabet etme yeteneği veya varlıkların özündeki manaları anlama ve ortaya
çıkarma yeteneği bahsedilmesi olarak anlayabiliriz. Hikmet'i, anlamak manasına
alırsak, Hz. Davud hem Allah'ın emirlerini anlıyordu, hem de insanların sorunlarını iyi
kavrayarak çözebiliyordu diyebiliriz.
Hükümranlığın yanısıra ona, insanların sorunlarını çözme
hususunda aklını en üstün seviyede
kullanma kabiliyeti de verilmişti. Hükümranlığını sürdürürken basiretli davranması, onun hikmet sahibi olduğunu göstermektedir.
c.
(Ve ona
dilediği şeylerden öğretti).
Yüce Allah, Hz. Davud'a neler öğrettiğini de
açıklamaktadır:
Zırh
sanatını öğretti [Enbiya/80]; demirin keşfini ona nasib etti [Sebe/10];
kuşlarla konuşmayı öğretti
[Neml/16].
Böylece Hz. Davud hem peygamber, hem hükümdar, hem bilim
adamı, hem kaşif ve
hem de teknoloji üreten bir sanatkardı.
III. (Ve eğer Allah insanların bir
kısmını bir
kısmıyla defetmeseydi, dünya elbette fesada uğrardı».
Muhammed Esed ayetin bu kısmına, "Ve eğer Allah,
insanlara kendilerini
başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi yeryüzü çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı" şeklinde
daha güzel bir mana vermiştir. Burada hem iki
mana arasındaki farkın ortaya çıkması, hem de
Muhammed Esed'in meali ile
metnin arasındaki uzaklığın tenkit konusu yapılmaması için her iki
meali de vermeyi uygun
bulduk. Ayetin bu kısmından şu genellemeleri çıkarmak
mümkündür:
[152]
a. Talut ile Calut'un arasındaki
savaşa Yüce Allah'ın müsaade etmesinin ana amacı, o dönemde Calut'un halkının
dünyada meydana getirdikleri fesadı ve sosyal hayattaki çürümeyi engellemek ve ortadan
kaldırmaktı. Çünkü
sosyal
hayattaki dengelerin bozulması, ahlâkın ve ekonomik hayatın süflileşmesi, savaştan daha tehlikelidir.
Buradan, fesat ve çürümenin ortadan kalkmasını hedef alan bir savaşın meşru
olduğu hükmü çıkmaktadır.
b. "Nefis
müdafaası" şeklinde de ifade edilebilecek olan savaş, insanların kendilerini savunma mekanizması olabilir.
Saldırganlara dur diyecek birilerinin
çıkması gerekiyor. İsrailoğullan'nı yurtlarından çıkarma zulmüne dur diyecek kişiyi
seçerek ortamı bizzat Allah oluşturmuştur. Böyle büyük bir zulmün bertaraf edilmesi de savaşa meşruluk
kazandırmaktadır. Bu anlamda savaş, vücuda giren mikroplarla vücudun
bağışıklık sisteminin mücadele
vermesiyle meydana gelen ateş gibidir.
Vücutta ateşin varlığı, vücudun kendini savunduğuna işarettir.
İnsanları öldürme veya yurtlarından çıkarma da ağır sosyal hastalık getiren zulüm mikrobudur. İyi insanların buna
karşı koyması nedeniyle aluşan sosyal ateşe de savaş diyoruz.
c. İnsanlığın geliştirdiği ve Yüce Allah'ın koyduğu
manevî müessese ve değerlerin korunması da,
iyi insanların kötüleri engellemesiyle mümkün olabilir:
Onlar
ki, sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere
yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, bir
kısım insanları diğer bir kısmıyla defedip önleme-seydi, mutlaka,
içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi. Allah
kendisine yardım edenlere muhakkak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah,
güçlüdür, galiptir. [Hac/40]
Manevî değerlerin ve Allah'a ibadet edilen yerlerin
müdafaası da savaşı
meşru
hale getirmektedir. "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için insanları
yurtlarından çıkarmayı Yüce Allah Hac/39'da zulüm olarak nitelendirmekte ve
onlara kendilerini korumak için savaş izni vermektedir. Bu değerleri müdafaa etmeyi Yüce Allah, kendisine
yardım olarak nitelendirmekte ve onlara
yardım edeceğini bildirmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/251 ile Hac/40
ayetleri şu gerçeğe
dikkat çekmektedir: Kötü insanlann tahribatını Yüce Allah iyi insanlarla
engellemekte; iyi insanları istihdam ederek, kötü insanlann fesadını ortadan
kaldırma yolunu izlemektedir.
Bu, Allah'ın sosyal kaderini belirlemektedir. İyi
insanlar, kötüleri engelle medikleri takdirde, Enfal/25 ayetine göre, hem iyi,
hem de kötüleri kapsayan
cezayı tatbikata koymaktadır.
'İyi insanlar kötüleri engellemeseydi dünya fesada
giderdi' ifadesine, iki
yönlü bakmak gerekiyor. Birincisi, kötüler toplumun düzenine,
mutluluğuna son
verirler. İkincisi de iyiler görevlerini yapmadıkları takdirde ceza umumi
olur.
IV. (Ama Allah bütün alemlere karşı lütuf sahibidir).
Alemler
kelimesinin ne anlama geldiğini Fatiha suresinin
tefsirinde beyan etmiştik. Bu ayetteki alemler kelimesi, 'insanlar'
manasına gelmektedir. Yüce Allah tüm insanlara lütufkar davranmaktadır. Fakat bazı insanlar
bunu takdir
edemediklerinden, nankörlük ederler. Ayetin bütün parçalarım bir araya
getirdiğimiz zaman şöyle bir
neticeye varabiliriz: Talut'un Calut'u mağlup etmesi Allah'ın izni ile olmuştur.
Hz. Davud peygamber olmadan önce Talut'un ordusunda
görev aldı ve Calut'u öldürdü. Dolayısıyla, kötülüğün babası olan Calut ortadan
kalkınca, kötülerin tehlikesi de ortadan kalktı. Bu zaferin ardından Yüce
Allah, Hz. Davud'a
hükümranlık ve peygamberlik verdi ve onu eğitime tabi tutarak pek
çok şey öğretti.
Savaşın amacı, kötülerin tahribatını önlemek olmalıdır.
İyilerin yetişmesi
için
de Allah Hz. Davud'a peygamberlik görevi vererek, o günkü topluma lüt-funu bahsetmiştir.
Bu ve bundan önceki beş ayeti günümüze aktarırsak: bir
savaş politikası geliştirebiliriz: Kimlere savaş açılabilir? Savaşın amacı ne
olmalıdır? Savaşla neleri
koruyacağız? Toplumları yozlaşma ve çürümeye karşı korumanın yolları
nelerdir? Kötüleri engellemenin
neticesi nerelere kadar gidecektir?
Savaşın gaye ve hedefi iyi tesbit edilmek zorundadır.
Seçilen komutan ehil
biri
olmalıdır. Tabiatta tabii ayıklama olmasaydı, yani hayvanlar ve bitkiler
arasında eleme olmasaydı, bazı hayvan ve bitki türleri dünyayı istila ederdi.
Aynı şekilde, insanlar arasında
sosyal ayıklama olmasaydı, kötü insanlar dünyayı istila ederdi. Tabiattaki ekolojik dengeyi;
sosyal hayatta bazen savaşlar
temin etmektedir. Savaşın dışında, bu sosyal dengeyi koruyacak bir
kültür geliştirmedikçe
insanlar savaşı ortadan kaldıramayacaklardır.
[153]
252. Bunlar Allah'ın ayetleridir (mesajlarıdır). Biz
onları sana
doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş
peygamberlerdensin.
Yüce Allah son altı ayette yer alan bilgilerin ayet, yani
açıklayıcı mesaj
olduklarını söyleyerek değerlendirmesini yapmaktadır. Hz. Peygamber'e verilen bu mesajların doğru ve
onun peygamberliğinin de bir işareti olduğunu söylemektedir. Çünkü bu
ayetlerde, Hz. Peygamber'in bilmesi mümkün olmayan geçmişteki bir savaşın analizi en ince
noktalarına kadar yapılmaktadır. Ayetteki üç kavramı bir araya getirdiğimizde, önemli bir formül
ortaya çıkmaktadır:
Ayet, doğru öğretim ve peygamberlik müessesesi. Talut ile Ca-lut arasındaki
savaşta dinî, psikolojik, sosyolojik olgular vardır. Bunlar Allah
tarafından anlatılınca. Hz.
Peygamber'in hak peygamber olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu savaşla ilgili
anlatılanların tümü; mesajların nihai amacı Mu-hammed'in peygamberliğini isbat
etmektir.
[154]
253. O peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmıyla
konuşmuş, bazılarını derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya da mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs
ile güçlendirdik. Allah di-leseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten
sonra birbirleriyle savaşmaz-lardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de bazıları
iman etti, bazıları da inkar etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlar-dı; lakin Allah dilediğini
yapar.
Ayette, peygamberlerin birbirinden farklılığı, ümmetlerin
ihtilafları ve bunun
neticeleri ve Allah'ın savaşa etkisi gibi üç önemli konu işlenmektedir:
I. Peygamberlerin farklılığı
(O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah
onlardan bir kısmı ile
konuşmuş, bazılarım da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya
açık mucizeler verdik ve onu
Ruhu'l-Kudüs ile güçlendirdik).
[155]
Yüce Allah üstün olan peygamberlerin vasıflardan
bazılarını burada zikretmektedir:
a. Allah'ın bizzat konuştuklan
Araya Cebrail'i koymadan, doğrudan hitap ettiği
peygamberler vardır: Mesela: İlk insan ve
ilk peygamber olan Hz. Adem'e aracısız şöyle konuşmuştur:
("Ey Adem! Sen ve
eşin beraberce cennete yerleşin ve orada dilediğinizden
serbestçe yiyin; ancak
birtek şu ağaca yaklaşmayın ki zalimlerden olmayasınız" dedik).
[Bakara/35]
Hz. Nuh oğlu için Allah'a dua ettiğinde, Yüce Allah
onunla doğrudan konuşmuştur:
Allah buyurdu: "Ey Nuh! O asla senin ehlinden
değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir
iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana
cahillerden olmamanı tavsiye ederim". [Hud/46]
Hz. İbrahim oğlunu kurban ederken Yüce Allah doğrudan Hz.
İbrahim'le konuştu:
"Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri
böyle mükafatlandırırız. Bu, gerçekten
çok açık bir imtihandır" diye seslendik. [Saffat/104-106]
Yüce Allah Hz. Musa'ya Tur dağının yakınına geldiğinde bir
ışık gösterdi. Hz. Musa o ışığa doğru gidince, kendisine şöyle seslenildi:
Ey
Musa! Muhakkak ki ben evet ben senin rabbinim! Hemen papuçlannı çıkar! Çünkü
sen kutsal bir vadidesin. [Taha/11-12]
Allah Teala, pek çok hükmünü Hz. Musa'ya doğrudan
konuşarak verdiği
için
şöyle buyurmaktadır:
Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu. [Nisa/164]
Yüce Allah Hz. Davud ile de
doğrudan konuşmuştur:
Ey Davud! Biz seni yeryüzüne halife tayin ettik. O halde
insanlar arasına adaletle
hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptınr.
Doğrusu Allah'ın yolundan
sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. [Sad/26]
Hak Teala Hz. Peygamberle de bir çok defa doğrudan
konuşmuştur:
Ey
Peygamber! Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et: Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni
insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik
etmez. [Maide/67]
Bu ayetteki "Ey Peygamber!" hitabı doğrudan Hz.
Peygamber'edir. Ahzab ve
Tahrim suresinin ilk ayetlerindeki hitaplar da doğrudan konuşmaya
delildirler.
Diğer taraftan Necm/10'da ifade edilen vahyetme olgusu da,
-arada Cebrail
olmadan- doğrudan doğruya yapılmıştır:
Böylece Allah vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi
kuluna vahyetrruş oldu.
Miraç olgusunda. Hz. Peygambere Yüce Allah vahyettiği için,
miracın dinimizdeki yeri çok
farklıdır. Yukarda zikri geçen Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz.
Davud ve Hz. Muhammed gibi peygamberler, bu ayete göre diğerlerinden farklı bir üstünlüğe
sahiptirler. Ayrıca Hz.
İsa'nın durumunda da bir farklılık vardır. Yüce Allah yorumunu yapmakta
olduğumuz ayette
Hz. İsa için şöyle buyurmaktadır:
Biz Meryem oğlu İsa'ya hakikatin kanıtlarını bahşettik
ve onu Kutsal Ruh ile güçlendirdik.
Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: Yüce Allah
Hz. İsa'yı doğrudan
konuştuğu peygamberler arasında saymamış, ama onun üstünlüğünü farklı olgularla
anlatmıştır: Hz. İsa'ya beyyineler vermiştir. Beyyine, hakikati isbat eden bütün mucizevî
deliller anlamına gelmektedir. Hz. İsa'yı Kutsal
Ruh ile güçlendirmiştir. Kutsal Ruh, öncelikle Hz.
İsa'nın yaratılış olayında
rol almıştır:
Bu
durumdayken kendisine Ruhumuzu gönderdik. [Meryem/17]
Irzını korumuş olan Meryem'e ruhumuzdan üfledik. Onu ve
oğlunu cümle
alem
için ibret kıldık. [Enbiya/91]
İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem'e de ruhumuzdan
üfledik. [Tah-rim/12]
Melekler
demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi
müjdeliyor..." [Âl-i İmran/45]
Bu durum, Hz. İsa'nın yaratılışındaki farklılığı
göstermektedir. Ruh'un üf-lemesiyle yaratılan Hz. İsa'yı daha sonra Yüce Allah Kutsal Ruh ile
destekleme sürecini
devam ettirmiştir:
Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa!
Sana ve annene nimetimi hatırla. Hani seni Kutsal Ruh ile desteklemiştim; sen
beşikteyken insanlara
konuşuyordun..." [Maide/110]
Yaratılırken, doğduktan hemen sonra ve hayat boyunca
Kutsal Ruh'un desteğinin
Hz. İsa'yı takip etmesi, onun üstünlüğü için delildir.
Bütün bu söylediklerimiz, ayetteki (bir kısmını
bir kısmından üstün
kıldık) ifadesinin kısa bir açıklamasından öteye gidemez. Yüce Allah'ın
peygamberlerin kimini kiminden
üstün kılması, doğrudan/aracısız konuşması, kutsal ruh ile desteklemesi ve beyyineler vermesi
yoluyla gerçekleşmiştir.
Peygamberlerin derece farkına gelince:
[156]
a.
Kur'an'da
zikredilip zikredilmemek
Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir
kısmını ise sana anlatmadık. [Nisa/164]
Kur'an'da anlatılan peygamberlerin derece farkı olduğu
bir gerçektir. De-recelenmeyi
bu açıdan ele almamız mümkündür.
b.
Ulu'1-azm sahibi
olmak
O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği
gibi sen de sabret...
[Ahkaf/35]
Azim sahibi olmak da bize göre bir derce farkıdır. Bazı
peygamberler Allah'ın mesajını insanlara ulaştırırken çok büyük engellerle
karşılaşmışlardır. Bu engellerin üstesinden gelmeleri, onların farklı
meziyetlerinden kaynaklanmaktadır ki bunlardan biri. büyük sabır sahibi
olmalarıdır. Yılmadan büyük bir dayanma gücü ile engelleri aşmak kolay iş değildir. Şeytanla
Adem'in mücadelesi;
Hz. Nuh'un halkının beyinsizleriyle mücadelesi; Hz. İbrahim'in
ateşe atılması; Hz. Musa'nın nehre
atılması ve kurtuluş serüveni için Fira-vun'la mücadelesi; Hz. İsa'nın
öldürülme teşebbüsleri; Hz. Muhammed'in hicrete ve savaşa zorlanması, azm için
verilecek önemli örneklerdir.
II. İhtilaf savaşa götürür
(Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler,
kendilerine açık
deliller
geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtalafa düştüler de içlerinden kimi iman
etti, kimi inkar etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lakin Allah dilediğini
yapar).
Ayetin bu kısmında ihtilafın sebep olduğu iki neticeden
bahsedilmektedir:
savaş
ve inkar. Peygamberlerin insanlara getirdikleri beyyineler, yani açık
delillerden sonra ihtilafa düşmeleri savaş ateşini yakmalarına sebep olmuştur.
Dinde ihtilaf çıkarmak, savaş ateşini yakmaktan başka bir şey değildir.
Din alanında ihtilaf, düşmanlık
duygusunu kabartır. Bakara/213'te belirtildiği gibi aralarındaki kıskançlık duygusu onları ihtilafa
götürmüştür. Bu ayette
de, ihtilafın savaşa kadar uzandığı beyan edilmektedir. Yüce Allah bunu
bize anlatmakla, din alanında
kıskançlık, düşmanlık ve ihtilafın savaşa sebep
olacağını öğreterek bizi eğitmekte; müsülmanlann
da aynı hataya düşmemesini amaç edinmektedir. Öyle ise, din eğitimcileri
ihtilaf değil, ihtilaf ateşini
söndürme gayreti ve amacı içinde olmalıdır. Din adına bugün birbirini
kıskanan, hased
eden insanlar; yarının düşmanlık ateşini yakan itilafı körüklemiş olacaklardır.
İşte Yüce Allah bu beyanıyla bu büyük probleme dikkat çekmektedir.
İhtilaf sadece savaşın çıkmasına sebep olmuyor; aynı
zamanda insanların
küfre
gitmesine de sebep oluyor: (Kimi iman etti; kimi de kafir oldu) ifadesi buna işaret
etmektedir. Bize göre, ihtilaf eden insanlar, önce
kafir ve mü'min diye gruplara ayrılıyorlardı. Bu
grupların arasındaki düşmanlık giderek
artıyordu. Artan bu düşmanlık da zamanla savaşı doğuruyordu. Aslında bu ayet, sanki günümüzde dini
kullanarak savaş çıkaranları anlatmaktadır.
Demek ki, ihtilafın derinleşmesi, sıklaşması ve yayılması
bazı insanların
inkara
sapmasına neden olacaktır. Biz buna sosyolojik oluşumların, insan
psikolojisini etkilemesi
açısından bakabiliriz. Çünkü Yüce Allah'ın burada anlattığı konunun çok boyutlu
olduğunu görüyoruz:
"Hakikatin kanıtları geldikten sonra"
ifadesi, bu insanların bilgiye
sahip olduklarını
göstermektedir. Demek ki ihtilaf edenler, cahil değildirler; çünkü
hakikatin bilgisi peygamberler
tarafından onlara bildirilmişti. Buna rağmen
ihtilafa sapmaları, meselenin sosyolojik olduğunu
göstermektedir. Çünkü ihtilaflar toplumu gruplara ayırdığı için sosyolojik
olgu haline dönüşmektedir.
Gruplar ihtilafı derinleştirdikçe. bazıları inkar, bazıları da iman
ediyor. Böylece sosyolojik gruplaşmanın
alanı ve çeşidi değiştirerek, iman ve inkar grupları
gibi inanç gruplarının doğmasına kadar uzanıyor. Zamanla ihtilaf derinleşince, gruplar arasındaki iletişim ve
tolerans kanalları kopuyor. Kopan iletişim
ve tolerans kanalları yerini savaş ateşine bırakıyor. Çünkü haset, kin ve düşmanlık duygusu tanrı haline gelince kurban
istemektedir: Selim akıl, tolerans
ve iletişim onun sevdiği kurbanlardır. Bunları kurban eden insanlar, Allah'ın savaş istememesine rağmen savaşa müsaade
etmesi konusundaki takdirine sebep
olmaktadırlar. Çünkü aklı, toleransı ve iletişimi kurban eden- ler, savaş ateşiyle onları pişireceklerdir. İşte
bu hareket arş-ı a'layı titretme
tedir.
Çünkü insanların nefsinden çıkan ve adına düşmanlık fay hattı di} bileceğimiz
bu hattın meydana getirdiği deprem toplum hayatında bu değ
leri kökünden sallamakta ve onun uzantısı arş-ı
a'laya kadar uzanmaktadı
İnsanların ihtilafları ve ihtilafların doğurduğu
düşmanlıklar ilahî aleı
yükselmekte ve oradan savaşı alıp gelmektedir. "Nush ile
uslanmayanı etm tekdir,
tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" ata-sözünden hareketle di} biliriz
ki; Allah'ın gönderdiği delillerle aklını başına devşirmeyenlerin sa\ gibi bir
dayağı yemeleri zorunlu olmaktadır. Çünkü savaş birileri için zaf
diğerleri için ise kötek
olmaktadır. (Allah dileseydi onlar savı
mazlardı) ifadesi, onların yanlışlarının, ilahî dileğin
savaştan yana tavır kc
masına sebep olduklarına işaret etmektedir.
(Ama
Allah dilediğini yapar). Bir kere Allah bir şeyi ye mak istediği zaman, O'nu kimse durduramaz ve onu
mutlaka yapar. Böyle Yüce Allah,
ayetin sonunda "Benim dileğimin savaştan yana olmasına seb olmayın; sonra onu kimse değiştiremez"
tehdidinde bulunmaktadır.
Peygamberlerin farklılığından, deliller geldikten sonra
ihtilafların seb
olduğu
savaşa ve bu konudaki Allah'ın takdirine kadar uzanan bir yığın konuyu anlatan
bu ayet. insanlık için çok önemli mesajlar taşımaktadır. Özellikle, dinî alanı
düşmanlık alanı haline getirenlere ne kadar büyük günah
lediklerini haykırmaktadır.
[157]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/25-26.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/26-30.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/30.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/30-31.
[5] Razi, age, V/46.
[6] Bkz. Kasas/4.
[7] Razi, age, V/46.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/31-34.
[9] Nahl/63; Ankebut/38;
Enfal/48; Neml/24 ayetlerinde de aynı şekilde amellerin şeytan tarafından
süslendiği söylenmektedir.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/34-38.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/38-39.
[12] Razi, age, V/59 (Keffal'den
naklen).
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/39-42.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/42-44.
[15] Zemahşeri.
[16] Âl-i İmran/19; Şura/14;
Casiye/17.
[17] Razi, age, V/69.
[18] Muhammed Esed isteyeni
şeklinde mana verirken, diğer meallerde Allah dilediğini anlamı verilmiştir.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/44-52.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/52-53.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/53-54.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/54.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/55-58.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/58-61.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/61-63.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/63-66.
[27] Fahruddin Razi, sual
soranların müslümanlar veya kafirler olduğunu tartışmıştır. Bkz. V/89-91.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/66-68.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/68-73.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/73-74.
[31] Malik, Muvatta, Kurban
etlerinin taksimi babı. Ayrıca Zurkanî'nin şerhine bakılabilir: 3/76.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/74-78.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/78.
[34] Tirmizî, Zühd, 165.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/78-81.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/81.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/81-84.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/84-85.
[39] Ayette geçen hamr
kelimesine, bütün müfessirler ve Kur'an mealcileri başörtüsü manası vermektedir.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/85-87.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/87-89.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/89-96.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/96-98.
[44] Razi, age, c. 5, s. 126.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/98.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/99.
[47] Age; c. 2, s. 93.
[48] Kurtubî, el-Camiu
li-Ahkami'l-Kur'an'dan naklen Elmalılı Hamdi Yazır, age, c. 2, s. 93.
[49] Buharî, Talak, 25.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/99-105.
[51] Süleyman Ateş, age, c. 1, s.
380-381.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/105-106.
[52] Age, c. 1, s. 383.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/106-110.
[53] Age, s. 185; not: 15.
[54] Buharî, Nikah, 15.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/111-115.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/115-116.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/116-118.
[57] Ebû Dâvud, Taharet, 107;
Nesaî, Hayz, 12, 13.
[58] Buhârî, Hayz, 2.
[59] Müslim, Hayız, 11; Nesaî,
Hayız, 19. Bazı alimler bu haliyle kadının mescide giremeyeceğini, bazıları da
oraya girme konusunda Hz. Aişe'nin endişesini Hz. Peygamber'in yersiz gördüğünü
söyleyerek olumsuz tepki göstermediğini ifade etmektedir.
[60] Buhârî, Hayz, 20; Müslim,
Hayz, 67; Ebû Dâvud, Taharet 121'de de aynı konu işlenmekte ve namazın kaza
edilmeyeceğine işaret edilmektedir.
[61] Muvatta, Taharet, 100 (Bu
hadis senetsiz olarak rivayet edilmiştir).
[62] İbrahim Canan, Hadis
Ansiklopedisi (Kütüb-i Sitte, İstanbul, ts, c. X, s. 362).
[63] Müslim, Hayz, 11.
[64] Age, c. 1, s. 385-389.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/118-123.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/123.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/123-127.
[68] Râzî, age, c. V, s. 170.
[69] Müslim, Eymân, 4.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/127-129.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/129-130.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/130-134.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/134-136.
[74] Nesaî, Cuma, 22.
[75] Buhârî, Eymân, 14.
[76] Buhârî, Eymân, 1.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/137-141.
[78] Râzî, age, c. V, s. 177.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/141-143.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/143-144.
[81] Ebû Dâvud, Talâk, 3.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/144-145.
[83] Zebidî, Sahîh-i Buhârî
Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi (ter. Kâmil Miras), c. 11, s. 367 (1840.
hadis).
[84] Buhârî, Talâk, 7; Ebû Dâvud,
Talâk, 49; Nesaî, Talâk, 9; İbn Mâce, Nikah, 32.
[85] Buhârî, Talâk, 12.
[86] Ebû Dâvud, Talâk, 18;
Tirmizî, Talâk, 11; İbn Mâce, Talâk, 21.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/146-150.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/150-151.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/151-152.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/152-154.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/154-155.
[92] Buhârî, Talâk, 12.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/155-158.
[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/158-160.
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/160.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/160-165.
[97] Razi, age, c.
V,
s.
231.
[98] Bkz. Razi, a.g.e., c. V,s.
231.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/165-167.
[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/167-170.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/170-174.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/174-179.
[102] İbn Hanbel, c. VI, 369.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/179-180.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/180-181.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/181-188.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/188.
[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/188-192.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/192-194.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/194.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/194-197.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/197.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/197-201.
[113] Razi, age, c.
V,
s.
285.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/201-203.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/203-204.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/204.
[117] Buharî, Cihad, 98; Müslim,
Mesacid, 202.
[118] Tirmizî, Salat, 133.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/204-208.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/208.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/208-210.
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/210-211.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/211-212.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/212-215.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/215-216.
[126] Razi, age, c.
V,
s.
322.
[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/216.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/216-221.
[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/221-222.
[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/223.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/223.
[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/223-225.
[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/225-227.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/227-230.
[135] Elmahh Hamdi Yazır, age, 11,
139.
[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/230-232.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/232.
[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/232-237.
[139] Zemahşeri, age, 1/379.
[140] Elmalık Hamdi Yazır, age,
D/141.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/237-238.
[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/238.
[142] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/238-240.
[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/240-241.
[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/241-243.
[145] Zemahşeri, age, 1/379; Razi,
age, V/346.
[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/244-245.
[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/246-249.
[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/250-253.
[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/253-254.
[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/254-2545.
[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/255-256.
[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/257-259.
[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/259-261.
[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/262.
[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/263.
[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/263-266.
[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/266-268.