Medine
87
286
Mushafta ikinci, nüzul
sıralamasında 87. sûredir, Medine'de nazil olmuştur. Kur'an'in en uzun
süresidir. Tamamının bir nüzul sebebi olmamakla birlikte bİr-çok âyeti için
Özel iniş sebepleri vardır, O âyetler açıklanırken nüzul sebepleri hakkında da
bilgi verilecektir.[1]
Adını, 67-71.
âyetlerdeki kıssadan almıştır. Buna göre Allah Teâlâ, Hz. Mû-sâ aracılığı ile
İsrâiloğulları'na bir inek (bakara) kesmelerini emretmiş, onlar ise çeşitli
bahaneler ileri sürerek bu emri sürüncemede bırakmışlardı. [2]
Kur'ân-ı Kerîm'in
kendine mahsus tertip ve üslûbu içinde şu ana konulan ihtiva etmektedir:
İslâm'ın getirdiği inanç, ibadet ve hayat düzeniyle ilgili temel bilgiler;
münafıkJar, Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, insanın yaratılışı,
kabiliyetleri, imtihanı; İsrâiloğullan tarihinin önemli kesitleri, kâmil bir
din olan İslâm'ın, daha önceki dinlerin evrensel kısmını ihtiva ettiği, buna
karşılık onların -değişmesi, ıslah edilmesi, düzeltilmesi gereken- hükümlerini
de ıslah ettiği; Hz. İbrahim kıssası, Kabe'nin yapılışı ve bble oluşu;
yiyecekler, kısas, vasiyet, oruç, savaş, hac, nikâh, boşama, dulluk, yetimlik,
şarap, kumar, faiz, akidlerin yazılması, din ve vicdan hürriyeti, Allah-kul
ilişkisi, örnek dualar vb. hususlarla ilgili hükümler ve irşadlar.
Bakara sûresi daha
ziyade Fâtiha'ntn, ''doğru yolu bulanlarla ondan sapanlara işaret eden
kısmının, örnekler ve tarihî vakıalarla açıklanması gibidir. [3]
Bakara sûresinin
değerini ve özelliklerini anlatan sahih hadisler vardır: "Evlerinizi
(içinde Kur'an okumayarak) kabirlere çevirmeyiniz. Şeytan, içinde Bakara sûresi
okunan evden ürker ve uzaklaşır" [4] "Kur'an'ı
okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaat edecektir. İki
nur yumağını, yani Bakara ve Âl-i İmrân sürelerini okuyunuz; çünkü onlar, kıyamet
gününde iki büyük bulut veya gölgelik ya da kuş sürüsü gibi gelerek kendilerini
okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyunuz; çünkü ona
sahip olmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlık sebebidir; ona sihirbazların
güçleri yetmez" [5] "Bakara
sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet -o gece-
ona yeter" [6]
Sahabeden Üseyd b.
Hudayr bir gece hurma yığınının yanında Kur'an (Bakara sûresi) okurken atı
birkaç kere ürküp heyecanlanmıştı. Üseyd atın, çocuğu Yahya'yı çiğnemesinden
kaygılanarak kalktığında başının hizasında (gökte), ışıklarla donatılmış bir
tavan gördü. Tavan gözünün atabildiğine, semanın derinliklerine doğru uzayıp
gidiyordu. Üseyd, Resûlullah'a gelerek durumu anlattı. Resûlul-lah ondan Bakara
sûresini okumaya devam etmesini istedi. Fakat çocuğuna bir şey olmasın diye
okumaya ara verdi. Sabahleyin durumu Hz. Peygamber'e söyleyince şöyle
buyurdular: "Onlar seni dinlemeye gelmiş meleklerdi. Eğer okumaya devam
etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan
gizlemeyecek-lerdi" [7]
Meali
Rahman ve rahim olan
Allah'ın adıyla...
1. Elif-lâm-mîm.
2. Bu kitap, hiç şüphe
yok, sakınanlar için bir rehberdir.
3. (Onlar) gayba iman
ederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiklerimizden hayra harcarlar;
4. Sana indirilene ve
senden önce indirilene iman ederler ve âhirete kesin olarak inanırlar,
5. Rablerinden gejen
doğru yol üzerinde olanlar ancak onlardır ve kurtuluşa erenler de yalnızca
onlardır. [8]
Tefsiri
1. Çoğu
Mekke'de nazil olan yirmi dokuz sûrenin başında ya bir âyet ya da bir âyetin
başlangıcı olarak, kelime oluşturmayan bazı harfler yer almakta olup bunlara
hurûf-ı mukattaa (ayrı ayrı harfler) denir. Bunlar Arap alfabesinin on dört
harfidir ve bazı sûrelerin başında tek harf olarak, bazılarının başında ise birden
fazla harfin yan yana dizilişi şeklinde yer almışlardır. Bu harflerin Kur'ân-ı
Kerîm'den bir âyet veya âyet parçası olduğunda şüphe yoktur. Mânaları ve hikmetleri
üzerinde ise farklı görüşler ve yorumlar ileri sürülmüştür. Sıradan insanların
bilgi vasıtalarıyla mânalarını ve kullanılış maksatlarını (hikmet) bilmek ve anlamak
mümkün olmayan bu harflere, keza lügat mânalarında kullanılmamış olup ne mânaya
geldikleri de açıklanmamış bulunan bazı kelimelere müteşâbihat adı
verilmektedir. Selef denilen ilk devir din bilginleriyle onların yolundan giden
sonraki bazı âlimler müteşâbihatı yorumlamazlar, oldukları gibi benimseyip
iman ederler. "Kur'an'da bulunmasının elbette bir hikmeti vardır, Allah ve
Resulü bunları açıklamadığına göre aklımıza dayanarak açıklamaya kalkışmak
bizim işimiz değildir, yetki sınırımızı aşar" derler. Kelâm, felsefe ve
tasavvuf ehli bazı âlimler ise tefekkür veya ilham yoluyla müteşâbihatın
mânalarının anlaşılabileceğini ileri sürmüş ve her biri İçin çeşitli yorumlar
yapmışlardır.
Bakara sûresinin ilk
âyetini teşkil eden "elif-lâm-mîm"in manasıyla ilgili olarak yirmiden
fazla yorum vardır. Bunlardan şu üçü nispeten daha tutarlı görünmektedir:
a) Bunlar,
mânaları olmayan alfabe harfleridir, Kur'ân-ı Kerîm'in vahiy yoluyla Allah'tan
geldiğine inanmayanlara meydan okumak ve âciz olduklarını ortaya çıkartmak
için bazı sûrelerin başına konmuştur ve "Bu Kur'an, şu gördüğünüz
harflerden yapılan kelime ve cümlelerden oluşmaktadır. Siz harfleri de biliyorsunuz.
O halde haydi yapabiliyorsanız siz de böyle kelime ve cümlelerden oluşan ve
Kur'an'a benzeyen bir kitap yazın!” denilmek istenmiştir,
b) Başında
bulundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek için yemin olarak
gelmiştir,
c) Başlarında
bulunan sûrelerin isimleri olarak indirilmiştir.[9]
İmâm-ı Rabbani önce
Selef âlimleri gibi düşünürken bilâhare Allah Te-âlâ'nın kendine, bu harflerin
mâna ve sırlarından bir kısmını açtığını; böylece "müteşâbihatın
mânalarının, Allah'ın bildirmesiyle bilinebileceğini ve bunların, açık manalı
âyetlerin (muhkemât) özü ve amacı olduğunu" anladığını ifade etmiştir. [10]
Şah Veliyyullah,
"Arap dilinde tek başına veya kelimelerin başlarına gelen harflerin
özellikleriyle kelimelerin mânaları arasında bir ilişkinin bulunduğu"
tes-bitinden yola çıkarak sûrelerin başlarında bulunan harflerin de muhtevalarına
delâlet ve onların özünü ihtiva ettiğini ileri sürmüştür. Buna göre
"elif-lânwnîm"İn mânası, "Yaratılmışların çeşitli oluşlar ve
ilişkilerle belirlenmiş hayatlarının gerekli kıldığı, ihtiyaç duyduğu irşadlar
gayb âleminden gelerek onların hayatlarına girmekte ve yollarına ışık
tutmaktadır" demektir.[11]
2. Bakara
süresi Medine'de nazil olduğuna göre daha önce birçok sûrenin gelmiş olması
gerekir. Bu sûrelerle önemli bir kısmı tamamlanmış bulunan metne
"kitap" demek uygun görülmüştür.
"Şüphe yok"
ifadesi, hem kitabın Allah'tan geldiği, anlatmak istediğini açıkça
anlatabildiği hem de onun bir kılavuz, rehber, ışık olmasıyla ilgilidir; her
iki konuda da şüpheye yer yoktur.
"Rehber"
diye çevirdiğimiz hiidâ hidâyetle aynı kökten olup Allah'ın razı olduğu hayat
tarzında, iman. ibadet ve ahlâk yolunda İlâhî rehberliği ifade etmektedir. Bu
rehberlikten yararlanabilmek için kişide yukarıdaki âyetlerde nitelikleri açıklanan
bilincin bulunması gerekir.[12]
Muttaki (takva sahibi)
ve takva dilimizde de kullanılan Arapça asıllı kelimelerdendir. Müttakilcr
kelimesinin lügat mânası, "sakınılması gereken şeylerden sakınanlar"
demektir. Kur'an'da ve özellikle bu âyette geçen takvanın mânası onu takip eden
âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre takva sahibi kimselerde şu beş vasıf vardır:
Gayba iman etmek, namazı doğru ve devamlı kılmak, Allah'ın verdiklerinden bir
kısmını O'nun rızâsı için harcamak, Kur'an'a olduğu gibi diğer peygamberlere
gönderilen kitaplara da inanmak ve âhiret konusunda kesin inanç sahibi olmak.
Bu vasıflan kendinde gerçekleştirmiş olan mümin takva sahibidir, müttaki-dir.
Böylece takva sahibi olan müminlerde hâsıl olan şuur, duygu ve davranışlarla
ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır. Konuyla ilgili birkaç hadisin anlamı
şöyledir: "Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan da çekinmedikçe
takva sahibi olamaz"[13] "Kul,
vicdanını rahatsız eden şeyi terketmedİkçe takva derecesini elde edemez. [14] Ebû
Hüreyre'ye nispet edilen bir benzetme, "Yolda yürürken dikenler görürsen
ya yolu değiştirirsin ya da dikene dokunmadan geçmenin bir yolunu arar ve bulursun;
işte takva da budur; hayatı Allah Teâlâ'nın yasakladığı kötülüklere bulaşmadan
yaşamaya çalışmaktır" [15]
3. Gayba
iman etmek, namaz kılmak ve Allah rızâsına uygun harcama yapmak; İslâm'ın fert
ve topluluk olarak insana getirdiklerinin ve ondan istediklerinin güzel bir
özetidir. Gayba iman, iman esaslarına; namaz kılmak, özel duygu ve davranışlarla
Allah'a ibadet etmeye; Allah rızâsına uygun harcamada bulunmak (in-fak) ise
dayanışmaya, düzen ve adalete, yani muamelâtın ruhuna ve amacına işaret
etmektedir.
İman akıl ve vicdanın
doğrulaması (tasdik), dilin bunu itiraf edip söylemesi (ikrar) ve davranışların
da bunlara uygun olmasıyla gerçekleşip tamamlanmaktadır. Yalnızca tasdik
bulunur, fakat söz ve davranış buna aykırı ve tutarsız olursa iman zayıf
demektir. Böyle bir imanla gerçek manasıyla İslâm yaşanmış ve temsil edilmiş
olmayacağı gibi, İslâm'ın insanlara vaad ettiği mutluluğa da erişilemez. Söz ve
uygun davranış bulunur da kalbin tasdiki bulunmazsa ya şuursuz, rastgele bir
dış uygunluk yada ikiyüzlülük (münafıklık), durumu gizleme (takıyye) söz konusudur.
Her ne kadar âhirette zerre kadar İmanın bile insana fayda vereceği ve sonunda
onu cehennemden çıkararak cennete sokacağı sahih hadislerde bildirilmişse de[16]
dinin vaad ettiği dünya ve âhiret saadeti ancak "tasdik, ikrar ve tutarlı
amel" unsurlarının birlikte var oluşu halinde gerçekleşir.
Gayb "gözle
görülmeyen; akıl, duyular vb. beşerî bilgi vasıtalarıyla bilinemeyen
varlıklar, ilişkiler ve oluşlar"dır. Allah, vahiy, kader, yaratılış, ruh,
kıyametin zamanı, kabirde olacaklar, yeniden dirilme, toplanma, sırat, terazi,
cennet, cehennem,., hep gayb âlemine dahildir. Bunlar hakkında bilgi
alınabilecek iki kaynak vardır: Vahiy ve ilham. Akıl, ancak bu iki kaynaktan
alınacak bilgiler üzerine tefekkür yoluyla açıklamalar getirebilir. Keşif, kalp
gözünün açılması, Allah tarafından haber verilmek (tahdîs) gibi çeşitleri veya
isimleri bulunan ilham, ancak İslâm'a sağlam iman ve onun esaslarını
samimiyetle (İhlâs) yaşama sonucu elde edilmiş bulunursa muteber olur. Yine de
ilham objektif ve herkes için geçerli, üzerine genel hüküm bina edilebilecek bir
bilgi kaynağı değildir, kime gelmişse onu ilgilendirir, umumi ve kesin
delillere (vahiy) aykırı olmamak şartıyla onu bağlar.
"Namaz
kılarlar" (yüsallûne) yerine "namazı ikame ederler"
(yukîmûne's-sa-lâte) ifadesinin kullanılmış olması, namaza önem verilmesi, onun
devamlı ve şartlarına uyularak eda edilmesi gerektiğini anlatmak içindir.
Namaz dinin direği, ibadetlerin özü ve özetidir, Allah'ın Resulü, mutluluğu
namazda bulduğunu, onunla yaşama sevinci kazandığım ifade buyurmuştur.[17]
"Kendilerine
verdiklerimizden harcayanlar" nitelemesi iki önemli konuya ışık
tutmaktadır:
1. Allah
Teâlâ'nın bütün verdikleri harcanmayacak, yeteri ve gereği kadarı harcanacak,
geri kalanı yine iyi maksatlarla tasarruf edilecektir.
2. Harcama
Allah'ın rızâsına uygun olacaktır. Bu da kişinin kendisi, ailesi, yakınları ve
diğer ihtiyaç sahipleri için yapacağı harcamaları, vakıf, tesis, hayrat vb.
yatırımları kapsamaktadır. Dünya nimetleri, yer altı ve yer üstü servetleri
mülk olarak yaratıcısına aittir. İnsanlar meşru yollardan onlara sahip
olduklarında bu sahiplik mecazidir ve sınırlanmıştır; asıl sahibinin izin
verdiği kadar ve O'nun gösterdiği yerlere, belirlediği şekillerde
sarfedilebilir. Bir zerresi yersiz, faydasız ve gereksiz sarfedildiğinde
Allah'ın mülküne, O'nun halen yaşayan ve gelecekte yaratacağı kullarının
haklarına tecavüz edilmiş olur. Bu tecavüzlerin yaptırımı dünyada sosyal ve
ekonomik krizlerdir, tabiatın tahrip edilmesi, çevrenin içinde yaşanamaz hale
gelmesidir; âhirette ise mutlak âdil olan hâkimin vereceği cezalardır. [18]
4. Allah bir
olduğuna, din de Allah'ın gönderdiği,kendisiyle kulları arasında bir bağ,
kullan için bir irşad, bir hayat düzeni olduğuna göre gerçek bir peygamberin
aracılığı ile Allah'ı tanıyan ve O'na iman edenlerin diğer peygamberlere ve hak
dinlere de iman etmesi kaçınılmazdır. Ancak böyle bir imanla tevhide ulaşılır:
Allah birdir ve bütün insanlar bir tek, eşi ve ortağı olmayan Allah'ın
kullandır, bütün peygamberler bir Allah'ın elçileridir, bütün hak dinler bir
Allah'tan gelmiş ve aynı esaslan getirmiştir. Kültür ve medeniyet geliştikçe
insanlar bu bakımdan değiştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve dinler
göndererek nihaî dini tamamlamış, eskiyen kısımlan (önceki ümmetlerin
ihtiyaçlannı karşılamaya yönelik amelî hükümleri, öğretileri) yenilemiştir.
Hak dinin adı İslâm'dır, bütün semavî dinler ardarda gelerek İslâm binasını
tamamlamıştır. Son peygamber Hz. Muham-med'den sonra yeni bir peygamber ve din
gelmeyeceği bildirilmiştir. Son kitabın ışığı altında işletilecek olan insan
aklı, yeni ihtiyaçları karşılamak için yeterli hale gelmiştir. Müslümanlar
tarihe ve dünyaya bu iman, düşünce ve duyguyla bakıp böyle değerlendirirler.
İnsanlan tek Allah'ın ve tek dinin sevgi, rahmet ve kardeşlik bayrağı altında
toplayabilecek başka bir iman ve düşünce de mevcut değildir.
Bütün hak dinlerde
âhirete seksiz ve şüphesiz inanma esası vardır. Âhirete iman unsuru bulunmadan
ne din olur ne de sağlıklı bir dünya düzeni kurulabilir. Dünya gelip geçicidir,
âhiret ise ezelî ve ebedîdir. Dünyada kesintisiz mutluluk ve ölümsüzlük
arayanlar hüsrana uğramış, asıl mutluluk ve sonsuzluğu da kaybetmişlerdir.
Bütün dinlerin âhiret inancı üzerinde ısrar etmesinin hikmeti bu ziyanı ve
hüsranı önlemektir. [19]
5. Allah
Teâlâ'dan vahiy yoluyla geldiğinde ve takva sahipleri için doğru yolun
kılavuzu olduğunda şüphe bulunmayan Kur'ân-ı Kerîm'i kendilerine rehber edinen
müttakilerin (âyet ve hadislerde açıklanan iman, ibadet ve ahlâk yolunu benimseyenlerin,
yaşayanların) doğru yolda olmaları mantık gereği ve tabiidir. "Rablerinden
gelen doğru yol üzerinde olanlar ancak onlardır" cümlesi bu tabii ve
mantıkî sonucu açıklamakta ve teyit etmektedir. Her yolun ulaştığı bir son, bir
menzil, bir hedef vardır; burası yolu takip edenlerin ulaşmak istedikleri yerdir,
yolu seçenler buraya ulaşmak için seçmişlerdir. Dünyada her bir yolun, oradan
gideni nereye götüreceği bellidir, bilenlerden sorulur, öğrenilir ve yol takip
edilerek istenilen yere ulaşılır. Fert ve topluluklar olarak
davranışlarımızın, yapıp ettiklerimizin ne sonuç vereceği, bizi nereye
götüreceği, hem geçici hem de ebedî âlemde bize neleri kazandırıp neleri de
kaybettireceği konusunu bilmek için yalnızca insanî bilgi kaynaklan yeterli
değildir. Bu sebepledir ki, girilen yollar çok kere çıkmaz olmuş, iyi sanılıp
umulan sonuçlar elde edilememiş, elde edilenlerin iyi olmadığı anlaşılmış,
fertler ve gruplar mutsuz olmuş; sıkıntılar, krizler, olumsuzluklar birbirini
kovalamıştır. İnsanın Allah, kâinat ve diğer insanlarla ilişkisinde tutacağı
doğru yol -dinin rehberliğinin dışlandığı durumların çoğunda- bulunamamıştır,
bulunamayacaktır. Yalnız takva sahiplerinin bu yolda olduklarını bildiren âyet
işte bu gerçeği dile getirmektedir. Yol doğru seçilmişse ve insanlar o yolda
usulünce yürüyorlarsa hedefe ulaşılacaklardır, bu hususta şüpheye yer yoktur.
Dünya hayatı bir yolculuk olarak düşünülürse yolcunun amacı mutluluktur;
korktuklarından kurtulup umduklarına nail olmaktır. İşte kurtuluş budur, zafer
ve felah buna denir. İslâm, her gün beş kere ezanda "haydin felaha!"
diyerek insanları kurtuluşa, iki cihan saadetine çağırmaktadır. Kur'ân-ı
Kerîm'i rehber edinenlerin buna erişecekleri müjdesini ise birçok benzeri gibi
konumuz olan âyet de en güçlü üslûpla açıklamaktadır: "Kurtuluşa erenler
ancak onlardır."
Bakara sûresinin bu
ilk beş âyetinin hüküm ve mâna bakımından büyük önemi yanında, hadislerde
manevî özellik ve şifa hususiyetlerinin bulunduğu da bildirilmiştir.[20]
Meali
6. İnkâr edenleri
uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, asla iman etmezler. 7. Allah onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde
bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır. [21]
Tefsiri
6. Küfür
(küfr) kelimesinin lügat mânası "örtme"dir, kâfir de
"örten" demektir. Ektiği tohumun üzerini toprakla örttüğünden dolayı
çiftçi için de kâfir kelimesi kullanılmıştır. Dİn dilinde küfür, "hak
dinin getirdiği gerçekleri kabul etmemek, onların üstünü örtmek, yok
saymak"tır. Dilimizdeki "inkâr etmek" tabiri bu mânaya, diğer
kelimelerden daha uygun düşmektedir. Ayrıca Türkçe'de küfür kelimesi terim
anlamı yanında "sövme, hakaret etme" mânasına da geldiği için gerek
burada gerekse meal ve tefsirin diğer yerlerinde çoğunlukla "küfür"
yerine "inkâr", "kâfir" yerine de "İnkarcı" veya
"inkâr eden" kelimeleri tercih edildi.
Fatiha sûresinde doğru
yolda olanlar, doğru yoldan sapanlar ve Allah'ın gazabına uğrayanlardan söz
edilmişti. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde doğru yolda olanların (muttaki
müminler) en önemli özellikleri dile getirildi. Bu âyetlerden İtibaren de
doğru yoldan sapanların, Allah'ın gazabına uğrayanların ahlâk ve tutumlarıyla
akıbetleri anlatılıyor.
Âyetin niteliklerini
verdiği "inkâr edenler", hak din karşısındaki olumsuz düşüncelerini
ve tutumlarını gizlemeyen, tercihlerim açıkça inançsızlık ve red yönünde
kullanan, zaman geçtikçe inkarcılıkla şartlanan, başka düşüncelere ve inançlara
(bu arada hak dine) kulaklarını, göz ve gönüllerini kapayan kimselerdir.
Kulakları, dikkat ve idrakleri ilâhî irşada kapalı olan inkarcılara nasihat ve
uyarının fayda vermeyeceği, uyarıların ancak gerçeği arayan ve Allah kelâmını
dinleyenler üzerinde etkili olacağı açıktır. Hz. Peygamber inkarcılarla çok
meşgul olmuş, onların İman ehline katılmalarım istemiş, gayretlerinin fayda
vermediğini gördükçe de üzülmüştür. Bu sebeple Allah Teâlâ zaman zaman
peygamberine iman-küfür gerçeğini anlatarak onu teselli ve teskin edip âdeta
şöyle demiştir: "Habîbim! Bütün gayretlerine rağmen onların inkârdan
vazgeçip imana gelmemelerinin kusuru sende ve tebliğ ettiğin dinde değildir,
kusur kendi irade ve tercihleriyle inkârlarında ısrar eden, kulaklarını hak
söze kapalı tutanlardadır. Sen ne kadar uğraşırsan uğraş böyle kâfirler iman
etmeyeceklerdir." [22]
7. Kur'ân-ı
Kerîm'de insanların doğru yoldan sapmaları (dalâlet) veya doğru yolu bulmaları
(hidayet), iyilik veya kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri
(irade, meşîet); hakikate his, düşünce ve idrak kapılarını kapamaları
(mühürleme, perdeleme) sonucunu doğuran fiiller birçok âyette Allah'a nispet
edilmekte, Allah'ın onlara böyle yaptığı, yaptırdığı ifade edilmektedir. Allah
Teâlâ ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğuna göre hem kullarına, onların irade
ve etkileri olmadan günah isletmesi, onları doğru yoldan saptırması,
kalplerini mühürlemesi hem de bunlardan dolayı kullarını ayıplaması,
cezalandırması düşünülemez. Aynca pek çok âyet ve hadiste kulların
iradelerinden, belli alanlarda hürriyete sahip olduklarından ve serbest
tercihleriyle yapıp ettiklerinin İyİ veya kötü sonucunu elde edeceklerinden
söz edilmektedir. Aklın hükmünü ve naklin (vahiy) rehberliğini birlikte
değerlendiren Ehli sünnet âlimleri şöyle bir sonuç çıkarmışlardır: Kader
Allah'ın ezeldeki bilgisi ve hükmü, kaza ise yaratılmışlar âleminde kaderin
icrasıdır, yerini bulması ve uygulanmasıdır. Kulların hür ve serbest bulundukları
alanda ne yapacaklarını, neyi tercih edeceklerini ezelde bilen Allah Teâlâ, o
alanda kader ve kazâsıiu bu hür tercihe uygun kılmıştır. Bu düzeni kuran güç ve
irade, varlıklara mahiyet ve özelliklerini veren yaratıcıdır. Bu noktadan
bakıldığında kulun serbest iradesiyle yaptığı fiiller de dahil olmak üzere her
şey O'nun ilim ve iradesine uygun olarak oluşmakta ve gerçekleşmektedir. O
istemeseydi kul irade ve tercih sahibi olamazdı; hayrı veya şerri, doğruyu
veya yanlışı, küfrü veya İmanı tercih edemezdi; kulağını hak davetine açamaz
veya tıkayamazdı. Bu anlamda "hidayete erdiren, saptıran, mühürleyen,
hayrı veya şerri işleten Allah'tır." Bu makro düzeyden mikro düzeye
inilerek kulun hayatı, idrak ve şuuru içinde olup biten davranışlara
bakıldığında, kula ait hürriyet, irade ve tercih ortaya çıkmakta, etkili
olmaktadır. Davranışları değerlendirmeye, aidiyeti tespite böyle yaklaşıldığında,
doğru veya yanlış yola giren, hayır veya şer işleyen, mümin veya kâfir olan, idrakini
sınırlayıp karartanın... kulun kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Ayet ve hadisler
farklı üslûplarla bu iki bakış açısını da dile getirmekte, gerçeğin her iki yönden
de görünüşünü vermektedir. Nitekim Nisa sûresinin 155. âyetinde kâfirlerin
kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu
yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf sûresinin 105. âyetinde de
kâfirlerin yer ve göklerde mevcut olup Allah'ın varlık ve birliğini gösteren
nice delili (âyet) görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri ifade edilmiş,
böylece "kalplerin kılıflanması ve mühürlenmesi"nin mânasına,
sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur. Şu hadîs-İ şerif de
konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir: "Mümin bir günah
İşlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşturur. Kul tövbe eder, günahı terkeder
ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve
arttınrsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah'ın
"Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp
karartmışür"[23]
buyruğundaki "karartma"dan maksat budur.[24]
Sonuç olarak insanlara
ceza ve azap görmelerini gerektiren günahları işleten, onları buna mecbur
barakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri
veren Allah'tır. Bunları O'nun rızâsı veya gazabı yönünde kullanan, sarfeden
-ki, bu sarfa "kesb" denilmiştir- insandır. Dünyadan göçüp giderken
insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o
kesbetmiştir. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun
elde ettiği kazanç veya uğradığı zarardır. [25]
Meali
8. İnsanlardan
bazıları da vardır kî inanmadıkları halde "Allah'a ve âhi-ret gününe
inandık" derler,
9. Akıllarınca Allah'ı
ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar; halbuki onlar farkında obuadan
yalnızca kendilerini aldatmış oluyorlar.
10. Kalplerinde bir
bozukluk vardır, Allah da onlardaki bozukluğu arttırmıştır. Yalan söylemeleri
yüzünden kendilerine acı veren bîr azap da vardır.
11. Onlara
"Yeryüzünde düzeni bozmayınız" denildiğinde, "Hayır, biz
yalnızca düzelticileriz" derler.
12. Biline ki,
gerçekten bozanlar onların ta kendileridir, ama farkında olmuyorlar,
13. Onlara "Diğer
insanlar gibi siz de iman ediniz" denildiğinde, "Akılsızların
inandıkları gibi biz de inanalım mı?" derler. Biline ki, asıl akılsızlar
onlardır, fakat bilmezler.
14. İman edenlerle
karşılaşınca 'inandık" derler, şeytanlanyla baş başa kaldıklarında ise
"Biz sizinleyiz, bjz yalnızca alay etmekteyiz" derler.
15. Asıl onlarla alay
eden ve azıp saparak dolaşmalarına izin veren Allah'tır.
16. Doğruya karşılık sapıklığı
satın alanlar işte onlardır. Bu sebeple ticaretleri kâr etmemiş ve doğru yolu
da bulamamışlardır. [26]
Tefsiri
8. Hak dine
inananlarla bunu açıkça inkâr edenlerden sonra üçüncü bir İnanç ve davranış
grubu olarak münafıklara geçilmiştir. Münafık "gönülden inanmadığı halde
Allah'ı, Peygamber'i ve onun bildirdiği diğer iman ilkelerini benimsediğini
söyleyen, müslümanmış gibi görünen kimse" demektir. Bu grubun en belirgin
özelliği ikiyüzlü oluşlarıdır; inanmadıkları halde inanır görünmeleri ve
akıllarınca müminleri kandırmalarıdır. Açık inkarcılardan ve bilinen İslâm
düşmanlarından, gizli olanlar daha tehlikeli oldukları ve bunların doğru yolu
bulma ihtimalleri daha zayıf bulunduğu için kâfirlerin en aşağı tabakada
olanları bunlardır. Münafıkların ebedî âlemdeki cezalan da diğer inkarcılardan
daha ağır olacaktır. [27]
Her ümmet, cemaat ve
topluluk içinde, inancı farklı olduğu halde bunu açığa vurmayan, inanmış
görünerek durumu İdare eden ve amacına ulaşmayı hedefleyen insanlar vardır.
Nifak denilen bu davranış biçiminin sebebi ya kişinin ve grubun zayıf olması
veya bir taktik ve yöntem olarak bunu tercih etmesidir. Hz. Peygamber ve
müslümanlar Mekke döneminde müşriklerle mücadele etmişlerdi. Medine'ye göç
edince müşriklere iki sınıf inkarcı daha katıldı: Yahudiler ve münafıklar.
Müslümanlar Medine'ye gelmeden Önce oradaki ahaliye üstünlük sağlamış bulunan
ve onları sömüren yahudiler, Hz. Peygamber ve ashabının oraya intikalinden
sonra üstünlüklerini kaybedip giderek tâbi bir azınlık haline gelmişlerdir. Bu
statüyü kendileri veya menfaatleri için uygun bulmayan bir kısım yahudiler,
sözle müslüman olduklarını ifade etmiş, İslâm cemaatinin içine girmiş, cemaate
zarar vermek ve onu içeriden çökertmek için ellerinden geleni de geri
koymamışlardır. Resûlullah'ın Medine'ye geldiği sıralarda buranın
yöneticiliğine hazırlanan Abdullah b. Übey de bu beklentisi gerçekleşmeyince
Hz. Peygamber'e ve müslüman-lara kin beslemiş fakat inkarcı olarak kalması
halinde onlara fazla zarar veremeyeceğini anlayıp Bedir Savaşı'nı takiben
müslüman olduğunu açıklamıştır. Ölünceye kadar (h. 9. yıl) nifak hareketinin
başını çeken Abdullah b. Übey müslümanlar aleyhine türlü entrikalar çevirmiştir.
[28]
Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e münafıkları bildirdiği halde, bunlar görünürde
müslüman oldukları, çevre onları müslüman bildiği için Hz. Peygamber,
"Muhammed arkadaşlarını da öldürüyor" [29] şeklinde
bir propagandanın yayılmasını önlemek için müjıafıkları teşhir etmemiş ve
-belli suçlan sabit olmadıkça- cezalandırmamıştır.
İman yönünden
münafıklık yanında bir de ahlâk bakımından münafıklık vardır ve Hz. Peygamber
müminlerin bundan da sakınmalarını istemiştir. "Münafığın üç belirtisi
vardır: Haber ve bilgi verdiğinde yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez
ve kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder" [30]
mealindeki hadis bu konuda yapılmış önemli bir uyarıdır. [31]
9.
İnkârlarını gizleyen, müminlerin yanında inanmış gözüken münafıklar bu
davranışlarıyla hem müminleri hem de Allah'ı aldattıklarını zannederler;
halbuki asıl aldananlar kendileridir. Çünkü Allah onların durumunu bilmekte,
fakat imtihan için fırsat vermektedir. Müminlerin birçoğu onları teşhis
etmekle birlikte, göründükleri gibi kabul edip ona göre davranmaktadırlar.
İkiyüzlüler bütün bunlardan habersiz oldukları, kendilerini gülünç duruma
düşürdükleri, irşad ve davetin kendilerine yönelmesinden de mahrum kaldıkları
için asıl aldananlar kendileri olmaktadır. [32]
10. Kalbi bozuk
olan münafıklar, Allah Teâlâ'nm Hz. Peygamber'e ve müminlere çeşitli
lutuflarını gördükçe, İslâm'ın adım adım tamamlanarak yerleştiğini müşahede
ettikçe haset ve kinleri artmakta, bu da bozuk kalplerini daha bozuk hale
getirmektedir. Ruh ve beden sağlığı bakımından kalp çok önemli bir organdır; o
sağlıklı olunca bütün vücut sağlıklı olur. Kur'an dilinde kalp daha ziyade
vicdan, iman ve ahlâkın merkezî mânasında kullanılmaktadır. Münafıklık, ikiyüzlülük
bir ahlâksızlıktır; vicdanda, ahlâk merkezinde mevcut bir bozukluğun acı
meyvesidir, nifak devam ettikçe bozukluk da nicelik ve nitelik yönünden artarak
devam eder. [33]
11. Her
insan kendi aklını beğenir ve tuttuğu yolun doğru olduğunu iddia eder. Sıra
iddianın deliline gelince müminle kâfirin farkı ortaya çıkar. Müminin delili,
aklının yanında, hatta önünde bulunan ve doğru bilginin kaynağı olan vahiydir,
Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde yer alan bilgiler ve açıklamalardır. Hz. Peygamber'e
İnanmayanlar ise yalnızca beşerî bilgi kaynaklarıyla yetinmek durumundadırlar.
Beşerî bilgi kaynaklan birçok konuda, tek başına doğruyu bulmaya, bilmeye
yeterli olmadığından bununla yetinenler hataya düşerler, yanlış yollara saparlar;
ancak gerçeği bilmedikleri için kendi bildikleri ve yaptıklarının doğru olduğunu
savunmakta ısrar ederler. Hak dine inanmayanlar, akıl üstü konularda yanıldıklarını
ancak çıkmaza saplandıkları, sistemleri tıkandığı, bunalımlar baş gösterdiği
zaman kısmen anlarlar, çoğu defa yine anlamaz, yanlış yorumlara girişirler,
gerçeğin bilgisi âhirete kalır ki bunun da artık dünyada onlara faydası olmaz. [34]
13. İman ve
inkâr yalnızca akıl ve bilgi işi olsaydı bütün akıl ve bilgi sahipleri inanır
veya inanmazlardı. Halbuki tarih boyunca ileri düzeyde akü ve ilim sahibi
kişiler arasında hem iman edenler hem de inkâr edenler bulunmuştur. Bu sebeple
iman edenler akıllanyla övünmezler; hidayeti, imana kavuşmayı, kendi irade ve
tercihleri yanında Allah'ın hidayet ve yardımına da bağlarlar, O'na şükrederler.
İnkarcılar ise yalnız ahllarma güvenir, akıl üstü varlıklara inanmaktan kurtulduklarını
düşünür, iman ehlini akılsızlıkla, saflıkla, ekonomik ve kültürel yönlerden
geri kalmışlıkla vasıflandırırlar, imanı bu etkenlere bağlarlar. 13. ve
yuka-rısındaki âyetler işte bu tavır ve psikolojiyi açığa çıkarmakta; asıl
akılsızların, aklını doğru kullanmayanlar, tercihlerini iman ve İslâm yönünde
yapmayanlar olduklarını ilân etmektedir. [35]
14-16.
"Alay etmek, aldatmak, tuzaklara karşılık vermek" gibi fiillerin Allah'a
nispet edilmesi, bunları yapanları, fiillerine uygun bir şekilde cezalandırması,
kazdıkları kuyuya kendilerini düşürmesi sebebiyledir; nispet bu mânaya yöneliktir.
Münafıklar durumlarını gizlediklerini ve müminleri aldattıklarını zannederek
işlerini yürütürken ve bunda başarılı olduklarını düşünerek kendi aralarında
müminleri alay konusu edinirken, Allah her şeyi bildiği ve Hz. Peygamber'e durumu
bildirdiği için -yaptıkları, gizli kameradan ekrana aktarılan kimseler
gibi-kendilerini alay konusu haline getirmektedirler. İkiyüzlülüğün dünyadaki
cezası bununla da kalmamakta; kendilerini akıllı, iman edenleri de akılsız ve
ahmak sananlar, kendilerine emanet edilen hayat, akıl ve irade sermayesiyle
hidayet yerine sapkınlığı aldıkları için hayat ticaretini de iflasla
kapatmaktadırlar. İnsanoğlunun hayat çizgisini belirleyen âmiller yalnızca onun
kendi akıl ve iradesi, kendi çabasıyla elde ettiği bilgiler değildir; bunların
ve daha başka âmillerin yanında eğitim çevresinin, rahman veya şeytandan gelen
yönlendirici etkilerin önemli tesirleri vardır. Şeytanın cin türünden
yardımcıları olduğu gibi insanlar arasından edindiği iş birlikçileri de vardır.
14. âyet "şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında..." diyerek bu
saptırıcı etkiye işaret etmekte ve insanları, kimlerle beraber olduklarına,
kimlerin tesiri altında kaldıklarına dikkat etmeleri konusunda uyarmaktadır. [36]
Meali
17. Onların misali,
bir ateş yakan insan gibidir. Ateş tam etrafını aydınlattığında Allah
ışıklarını yok eder de onları karanlık içinde, hiçbir şeyi görmez bir halde
bırakıverir,
18. Artık onlar
sağırlardır, dilsizlerdir ve körlerdir; bu yüzden geri de dönemezler.
19. Yahut onlar,
karanlıklar içinde gökten boşanan gök gürültülü, şimşekli bir yağmura tutulmuş
kimseler gibidirler. Yıldırımlar yüzünden ölümden korkarak parmaklarıyla
kulaklarını tıkarlar. Halbuki Allah inkarcıları çepeçevre kuşatmıştır,
20. Şimşek gözlerini
kör edercesine çakar, onlara ışık verdikçe yürürler, ışığı karartınca da kalakalırlar.
Allah dileseydi onların işitme ve görmelerini büsbütün giderirdi. Şüphesiz
Allah her şeye kadirdir. [37]
Tefsiri
17-20.
Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş vakalardan
istifade ederek anlatma usulü çok eski zamanlardan beri bütün milletlerde
olduğu gibi İslâm'ın ilk muhatabı olan Araplar'da da kullanılmıştır. Kur'ân-ı
Kerîm de bu usul ve üslûba sık sık başvurmuş, eğitim öğretimde sesli ve görüntülü
yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır. Münafıkların durumunu
misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir edenler çeşitli yorumlar yapmışlar;
ışığı İslâm'ın nuru, karanlığı imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök
gürültüsünü ve şimşeği inkarcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır.
Biz bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı "güdüler, duyu organları,
akıl" gibi beşerî bilgi kaynaklan ve araçları; karanlık, yağmur, gök
gürültüsü, yıldırım, şimşek ve bunlar arasında ilerlemeye, yol almaya çalışan
inşam da "bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve manevî meseleleriyle
insanın dünya hayatı" olarak anlıyoruz. İnsanoğlu dünyada problemleriyle
başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî güç ve imkânlarıyla yetinir veya
bunlara ilâhî yardım ve irşadı da ekler, Kur'an'in ve Sünnet'in rehberliğinden
faydalanır. İnkarcılar dini hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular
ve tecrübelerle -daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda
hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı
ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde
kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı idrak kanallarını
kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye çalışmak, yok saymak fayda vermiyor.
Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su
yüzüne çıkar gibi oluyor, bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün
çözümden âciz kaldığı problemleri unutmak için başvurulan tedbirler (zevku
safa âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki faaliyetler, İçki,
uyuşturucu...) fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar
insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde
gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten geçmiş bulunuyor.
Allah Teâlâ'nın kullarına verdiği beşerî bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli
oldukları alanlarda kullanılmaları hem de insanın içindeki ve dışındaki
işaretleri (âyetler) okuyarak rabbini bulması, O'nun irşadına kulak vermesi
içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan,
bunlardan mahrum bulunan yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin
bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan sorumlu bulunuyor,
emanetten hesaba çekiliyor. Münafıklar da bir yandan akıllan, diğer yandan
zahiren uyum gösterdikleri müs-lümanların dinden gelen bilgileri sayesinde
dünya hayatlarını kısmen düzgün gö-türebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına,
madde ve ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar
içinde kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz ilâhî irşad ve
ışıkla desteklenmediğinde bir yakındık ateşin, bir kibritin, bir şimşeğin ışığı
kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler onları bu çıkmazdan
kurtaramıyor. [38]
Meali
21. Ey insanlar! Sizi
ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk edin ki, sakınabilesiniz. 22.
Rabbiniz ki, sizin için yeri döşek, göğü bina kılmıştır; gökten su indirmiş,
bununla sizin için nzık olarak çeşitli ürünler çıkarmıştır; artık siz de bile
bile O'na eş ve ortaklar koşmayın. [39]
Tefsiri
21. Bundan
önceki âyetlerde iman bakımından İnsanlar "mümin, kâfir, münafık"
olarak çeşitlendirilmiş, her bir grubun özellikleri açıklanmıştı. Bu âyette
inanç durumları ne olursa olsun bütün insanlara hitap edilerek hepsi birden
Allah'a kul olmaya davet edilmekte ve bu çağrı İslâm'ın şu özelliklerini ortaya
koymaktadır:
a) Bu ilâhî
çağrı (İslâm) din, dil, ırk, bölge, sınıf... farkı gözetmeksizin bütün
İnsanlığa yöneltilmiştir,
b) Bu
çağrıya muhatap olmak ve Allah kulluğuna kabul edilmek İçin bir ön şart yoktur.
Daha önce neler yapmış, ne kadar büyük suç ve günah işlemiş olursa olsun bir
kimse gönülden benimseyerek "Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O'nun
elçisidir" dediği anda müslüman olmuş, Allah'a kulluğa ilk adımı atmış,
geçmiş günahlarını silmiş olur.
c) Kulluk
edilecek varlığın yaratılmamış (varlığı zorunlu, kendinden, ebedî ve ezelî),
yaratıcı ve eşyaya özelliklerini verici olması gerekir. Bu vasıfları taşıyan
tek varlık kâinatın yaratıcısı ve rabbi olan Allah Teâlâ'dır. Bu sebeple O'ndan
başkasına kulluk edilemez,
d) Yukarıda
verilen meale göre "Allah'a kul olma" emri ile takva (sakınma)
arasında bir sebep-somıç ilişkisi kurulmuştur. Allah'a kulluk etmenin (İslâm'a
özgü iman, ibadet ahlâk ve diğer amellerin) hâsıl edeceği sonuç takvadır.
Sakınma kavramı, sakınılacak alan ve varlık İle sakınma İradesini gerektirir;
bu da İslâm'ın tasarladığı insanın resmini çizer: Müslüman insan her
istediğini yapmayan, önce durup düşünen, belli değer ölçüleri ve sınırlara göre
ölçüp biçen, bu ölçülere uygun düşmediği takdirde nefsinin isteklerim ve
arzularını frenleyen; akıllı, imanlı, iradeli varlıktır. Allah'a kulluk olmadan
sakınma (takva) gerçekleşemez, sakınma olmadan da kâmil insan olunamaz.
Âyeti, "Sizi ve
sizden öncekileri sakınsınlar diye yaratan Allah'a kulluk edin" şeklinde
çevirmek de mümkündür. Buna göre de takva ile kulluk birbirini tamamlayan,
biri bulunmadan diğeri bulunmayan, her ikisi bir bütün olarak yaratılışın
amacını teşkil eden iki kavram olarak ortaya çıkmış olur; yani insanlar Allah'a
kulluk edince yaratılış amaçlarım teşkil eden takvayı gerçekleştirmiş, bunu
ger-çekleştirince de kulluğu yerine getirmiş olurlar.[40]
22. Allah
Teâlâ kullarını yaratıp kendi hallerine bırakmamış; onların yaratılış
amaçlarına doğru ilerleyebilmeleri için maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamış;
yani bunları karşılayacak bir kâinat düzeni kurmuş, "kayyûm" isminin
tecellisi olarak da bir an bile ihmal etmeksizin bu düzeni korumuş, yürütmüş
ve gözetmiştir. Yeryüzünü insanların burada oturmalarına, istirahat
etmelerine, huzur bulmalarına ve üretim yapmalarına uygun kılmıştır.
Yerkürenin her noktasından
yukarıya doğru bakıldığında görülen ve görülemeyen bütün uzaklıkların ve
yaratılmış varlıkların bir kısmı "sema"dır. Bu da uzay dahil olmak
üzere maddî (şehâdet, mülk) ve kısmen manevî (gayb ve melekût) âlemleri
demektir. Uzaydan ve manevî semalardan sonra her biri diğerinden büyük olup
onu kuşatmak üzere kürsî, arş ve melekût âleminin diğer katmanları gelmektedir. [41] Uzayda sağlam, ince, dengeli ve hikmetli bir
düzen ve yapı oluşturulmuştur. Bu yapı hem dengeyi hem de dünyadakilerin gök
cisimlerinden, gökte olup bitenlerden zarar görmemelerini sağlamaktadır.
İnsanlara verilen bilgi edinme ve bilgiden yeni bilgilere ulaşma kabiliyeti
doğru kullanıldığı takdirde yaratıcı Allah'ın varlık ve birliğine kolayca
ulaşmak mümkündür. Kuvve halinde (potansiyel olarak) insanda mevcut olan bu
bilgiye rağmen onun, Allah'a ortak koşması, O'nu bırakıp başka varlıklara
tapınması veya itaat etmesi veya her şeyin kendiliğinden ve bir tesadüf sonucu
oluştuğuna inanması "bile bile şirk koşmak ve inkâr etmek" sayılmaktadır.
Çünkü bu inanç ve anlayış (inkâr ve şirk) insanın fıtrat ve tabiatına
(potansiyel bilgisine) ters düşmektedir. [42]
Meali
23. Kulumuza
indirdiğimiz kitaptan dolayı bir şüphe içinde iseniz onun benzeri bir sûre de
siz getirin, Allah'tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın; eğer
iddianızda samimi iseniz!
24. Bunu yapamazsanız
-ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ve taş olan ateşten sakınm; o
inkarcılar için hazırlanmıştır. [43]
Tefsiri
23. Önceki
âyetlerde insanlar tevhide (bir tek Allah'a kul olmaya) çağırılmışlar, buna
tefekkür yoluyla varabilmeleri için teşvik edilmişler, ayrıca deliller getirilerek
onlara ışık tutulmuştu. İnsan kendi düşünce ve İradesiyle inanmaya karar
verince Allah, yaratılış, yaratılmışlar, gayb âlemi, dünya hayatının sonu;
Allah, İnsanlar ve eşya ile ilişkilerde takip edilecek yol ve usul gibi
konularda bilgilenmeye ihtiyaç duymaktadır. İnsanın kendi bilgilenme
kapasitesi bu meçhulleri aydınlatmaya yeterli olmayınca, beşer üstü bir biigi
kaynağına başvurma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Bu kaynak vahiydir; özel bir
dil veya iletişim aracı ile Allah'ın kullarına bilgi vermesidir. Bu bilginin
peygamber dışındaki insanlar için elde edileceği kaynak Kur'an'dır ve vahye
dayanan sünnettir. Bu sebepledir ki kitaba iman inanç esaslarından biri olmuş,
kitabın şüpheden uzak bulunduğunu ispat için âyetler gönderilmiş, deliller
getirilmiştir. Sürenin başında "Onda şüphe yoktur" ifadesiyle gerçek
ortaya konmuş, burada ve daha başka yerlerde ileri sürülen delillerle de ispat
edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in kaynak ve muhteva yönlerinden "şüphesiz-lik,
gerçeklik ve tutarlılık" şeklindeki nitelik ve Özelliklerinin ispatı, aynı
zamanda onu alıp tebliğ eden Hz. Peygamber'in ve içinde geçen gayb
bilgilerinin gerçekliğinin ispatı dernektir. Böylece İslâm'a özgü iman
esasları ve bunların ispat delilleri verilmiş olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in daha
önce Mekke'de inen sûrelerinde de İnkarcılara meydan okunmuş; bu kitabın
Allah'tan geldiğinde şüphesi olanların, onu Hz. Peygamber'in uydurduğu
iddialarında samimi iseler benzerini yapıp getirmeleri istenmiştir. Bu
cümleden olarak Kur'an'a benzer bir kitap [44] onun sûrelerine benzer on sûre[45] sûrelerine
benzer bir sûre[46] onda bulunanlara benzer
bir söz[47]
yapıp getirerek iddialarını ispat etmeleri istenmiştir. İnkarcı Araplar bütün
arzularına ve teşebbüslerine rağmen bunu yapamamışlar, bir âyete benzer söz
dahi söyleyememişler; böylece âciz oldukları, yapamayacakları ortaya çıkmış,
"asla yapamayacaksınız" sözü gerçekleşmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'in bir
sûresinin, hatta bir âyetinin bile benzerinin yapılamaması özelliğine i'câz
denir. Kelimenin sözlük mânası "âciz, çaresiz bırakmak"tır. Mu'ciz
"çaresiz bırakan", mucize ise "sıradan insanların yapamadığı,
ancak peygamberlere Allah'ın lütfettiği, olağan üstü fiiller, etkiler ve
haller" demektir. Kur'an mu'cizdir; çünkü meydan okuduğu halde kimse
benzerini yapamamıştır. Kur'an mucizedir; çünkü bu eşsiz kitap, son
Peygamber'in risâletinin hak ve gerçek olduğunu ispat eden en kalıcı delil
olmuştur. Bu aziz kitabın mu'ciz ve mucize oluşu hangi özelliklerinden
gelmektedir? Hangi bakımlardan o bir mucizedir? Bu sorunun cevabım vermek üzere
i'câzü'l-Kur'ân konulu irili ufaklı çok sayıda kitap yazılmıştır. Burada bir
fikir vermek üzere Kur'an'ıu i'câzını ortaya koyan üç özelliğinden söz etmek
mümkündür:
1. Söz Sanatı.
Seçilen kelimeler ve dizilişi, grameri, uygulanan edebî sanatlar, kelimelere
-dilin imkânları sonuna kadar kullanılarak- yüklenen mânalar.
2. Üslûp ve Şekil Özelliği. Kur'ân-ı Kerîm'den önce Araplar'da, sözlü edebiyatın
İki şekli vardı: Şiir ve nesir. Nesir de hitabet ile kâhinlerin kafiyeli sözlerinden
ibaretti. Kur'ân-ı Kerîm şiir olmadığı gibi Araplar'm bildiği nesirden de
farklıdır. O, öğüt ve talimattan ibaret bulunan iki amacım gerçekleştirmek
üzere şeklin ve üslûbun en uygununu seçmiş, yerine göre uygun geçişler yaparak;
misaller, kıssalar ve tarihî olaylardan yararlanarak vermek istediğini en
güzel ve etkili bir şekilde vermiştir,
3. Muhteva Özelliği. Kur'ân-ı Kerîm'in muhtevası iman (inanmak), inanılacak esaslar,
ibadet ve çeşitleri, hükümler ve talimat, ahlâk bilgisi ve eğitimi, yaratılış
ve oluş, gayb âlemi ve buradaki varlıklar, kısmen peygamberler ve kavimler
tarihi, insan ve kâinatın yapısı, gelecekle ilgili bazı haber ve bilgilerden
oluşmaktadır. Hz. Peygamber'in çevresi ve yetişme şartları bellidir. O'nun ve
çevresindekilerin bu bilgilere sahip olmadıkları, bu bilgilerin bir kısmına o
çağda yaşayan başkalarının da sahip bulunmadıkları bilinmektedir.
Peygamberliğinden önce okuma yazma bilmeyen (ümmî) bir zatın ağzından çıkan,
hepsinin de doğru olduğu ya o anda yahut zamanı gelince anlaşılan ve bundan
sonra da anlaşılacak olan, yakın çevredeki dinlerin ve bu dinlere ait
kitapların yanlışlarını düzelten, tahrifleri açıklığa kavuşturan bu muhteva
(Kur'ân-ı Kerîm'in içeriği) olağan üstüdür, mucizedir, ancak doğru bilginin
kaynağı olan Allah'tan gelmiş olabilir, başka bir ihtimal yoktur veya mâkul
değildir. [48]
24. Âyette
zikredilen "ateş" cehennem ateşidir. Bu ateşin yakıtının taşlar ve
insanlar oluşu düşündürücüdür. İnsanlar bu âyetin gelmesinden yüzyıllar sonra
kömürü bulup yaktıklarında, taş gibi nesnelerin de yandığım anlamışlardır.
Cehennemin yakıtı olanlar ise kim bilir nasıl taşlardır? Bazı müfessİrler bu
taştan maksadın tapınılan taş heykeller, tanrı timsalleri olduğunu
düşünmüşlerdir. "Şüphe yok ki siz ve Allah'tan başka taptığınız tanrılar
cehennem yakıtısınız" mealindeki âyet de bu anlayışı destekler gibidir.
Ancak heykel ve putun ham maddesi bile olsa eşyanın cezalandırılması âdil ve
mâkul görülmediğinden ceza olarak yakılanları "şuurlu ve iradeli
yaratıklar" olarak anlamak, taş yakıtı ise "gayb âlemine ait,
mahiyeti dünyalılar tarafından bilinemeyen bir nesne" olarak yorumlamak
daha uygundur. Hadislere göre cehennem ateşi, yakıcılık bakımından dünya
ateşinden yetmiş misli daha şiddetlidir.[49] Bugün
lazerle elmas kesiliyor. Mahiyet ve şiddetini bilmediğimiz ateşlerle taşların
da ayrışıp yanması mümkündür. İnsan vücudu gibi narin bir cismin böyle bir
ateşte ölmeden ve tükenmeden azap görmesinin tasavvuru bile dehşet vericidir.
Kur'ân-ı Kerîm insanları işte bu ateşten korumak için gönderilmiştir ve onları
rahmete, cennete, ebedî saadete çağırmaktadır.
[50]
Meali
25. İman eden ve iyi
işler yapanlara, kendileri için zemininden ırmaklar akan cennetler bulunduğu
müjdesini ver. Onlara cennetteki meyvelerden biri rızik olarak her
sunulduğunda, "Bu daha önce de bize rızık olarak verilendir" derler.
O kendilerine benzer şekilde verilmiştir. Ayrıca orada kendileri için tertemiz
eşler de vardır ve orada onlar sonsuza kadar kalıcıdırlar. [51]
Tefsiri
25.
"İyi işler" diye çevirdiğimiz amel-i sâlih, mümin için dünyada ve
âhiret-te yararlı bütün işleri, tutum ve davranışları kapsayan geniş bir
içeriğe sahiptir. Allah'ı tanıyan, bildirdiği kadar bilen kullar, başkaca bir
teşvike İhtiyaç kalmaksızın O'na kulluk eder, huzur ve mutluluğu kullukta
(ibadet) bulurlar. Bu irfan ve şuur zayıf veya yetersiz olduğu müddetçe de
teşvike ihtiyaç vardır. Teşvik, itaat etmeyene verilecek cezayı bildirmek
suretiyle yapılabileceği gibi itaat edenlere verilecek ödülü açıklayarak da
yapılabilir. Daha önceki âyetlerde kullar ibadete davet edilmiş, inkarcıların
karşılaşacakları korkunç akıbet bildirilmiş; burada ise itaat ve ibadet
edenlerin atacakları ödül açıklanmıştır. Kur'an'da ve hadislerde açıklanan
teşvik ödülleri cennet ve nimetleri, ilâhî cemalin görülmesi ve "rıdvân"dır,
yani Allah'ın kullarına hitap ederek kendilerinden razı olduğunu, imtihanın
sona erdiğini ve başardıklarını bildirmesidir. Bu âyette sözü edilen ödül ise
cennettir, oradaki çeşitli nimetlerdir, eşlerdir ve orada kalmanın sonsuza
kadar süreceği müjdesidir.
Gerek cennet gerekse
içinde bulunan şeyler öz ve yapı itibariyle dünyada bilinen nesnelerden
farklıdır. Ancak insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, hayal bile
edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, bildikleri nesnelerin isimlerini
kullanmaktır. Allah Teâlâ da cenneti ve nimetlerini bildiğimiz isim ve kelimelerle,
kavram ve tasavvurlarla İfade etmiştir. Arada bir benzerlik vardır, ancak asla
biri diğerinin aynı ve misli değildir. İbn Abbas "Cennette olan şeylerin
dünyada yalnızca isimleri vardır" [52]
diyerek bu gerçeği anlatmıştır. Cennetin ve nimetlerinin dünyada
bildiklerimizden, hatta hayal ettiklerimizden farklı, bütün bunların ötesinde
olduğunu açıklayan başka âyet ve hadisler de vardır. Hz. Peygamber bir
sohbetinde cenneti anlatırken, "Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçmeyen şeyler vardır"
buyurmuş, ardından da "Korku ve ümit İçinde rabbine ibadet ve dua etmek
üzere vücutları yatak görmez, kendilerine verdiğimiz nzıktan da Allah için
harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar İçİn saklanan mutlulukları hiç
kimse bilemez" [53]
mealindeki âyetleri okumuştur.[54]
Kur'an'da
cennetliklere her istediklerinin verileceği vaad edildiği için insanlar
dünyadaki düşüncelerinin, arzu ve ihtiyaçlarının sonucu ve gereği olarak Hz.
Peygamber'e "Orada şu kadar kadın var mı, at var mı?... Bize şunlar,
şunlar verilecek mi?" diye sormuşlar, O da Kur'an'daki vaade dayanarak bu
sorulan, "Her istediğiniz verilecek" diyerek cevaplamıştır [55] Bazı
kimseler buradan yola çıkarak "Cennette bir erkeğe şu kadar kadın
verileceğine göre erkek cinsel açıdan bunlara nasıl yetecek, dünyadaki
kadınları ne olacak?" gibi sorular sormuşlar ve bunlara yine dünya şartlan
ve düzeni çerçevesinde cevaplar oluşturmuşlardır. Bizce doğru olanı,
açıklanmakta olan âyet ve benzerlerini genel bir kural olarak kabul etmek ve
âhirette olup bitecek, verilecek, yaşanacak şeyleri dünyadakilere kıyas
etmemek, olumlu ve olumsuz yanlarıyla dünyayı âhirete taşımamaktır. [56]
Meali
26. Şüphe yok ki,
Allah herhangi bir şeyi, bir sivrisineği, hatta onun da ötesindekini misal
vermekten utanıp çekinmez. Bunun karşısında iman edenler onun, Allah'tan gelen
gerçek olduğunu bilirler, inkâr edenler ise "Allah misal olarak bununla
neyi kastediyor?" derler. Allah birçok kimseyi onunla saptırır, birçok
kimseyi de onunla doğru yola iletir; onunla başkalarını değil, ancak emrine
karşı gelenleri saptırır.
27. Onlar ki, iyice
pekiştirdikten sonra da Allah'a verdikleri sözden dönerler, Allah'ın
birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar, yeryüzünde fesat çıkarırlar; işte
sonunda zararlı çıkacak olanlar da yalnız bunlardır. [57]
Tefsiri
26. Temsil,
teşbih, örnekleme edebî sanatlardan olup hem sözün güzelleşmesini hem de
anlamanın kolaylaşmasını sağlar. Sonsuz merhamet ve lütuf sahibi olan Allah,
kitabını kullarının zevkle okumaları ve kolay anlamaları için gerektiğinde bu
sanatları da kullanmıştır. İnkarcıların yağmur, bulut, örümcek gibi örnekleri
ileri sürerek "Allah böyle şeyleri örnek vermez" demeleri üzerine,
"Gerektiğinde sivrisineği, hat,ta daha küçük ve önemsiz şeyleri bile
örnek verir" denilerek bu düşünce reddedilmiştir.
Allah Teâlâ'nın
kullanna, gerçekleri görmeleri ve bilmeleri için verdiği alet ve araçlara,
gönderdiği kitaplara ve peygamberlere rağmen inkarcılar, düşünme ve irade
denilen yeteneklerini inkâr yönünde işletmiş, onu tercih etmişler, ilâhî İrşad
ve yardımdan yararlanmamışlardır. Aynı irşadlar ve bilgi araçları bir kıstın
insanların imanı tercih etmelerine yardımcı olurken bir kısım insanların da
sapmalarına vesile olmuştur. İman veya inkâr, hidayet veya sapma, hayır veya
serden birini seçen insandır, insanın seçtiğini yaratan ise tek yaratıcı olan
Allah'tır. Doğru yolu bulma veya sapma, seçim ve tercih yönünden kula (insana),
yaratma yönünden ise Allah'a aittir. Fiil faile (özne) böyle bağlanır ve
"... saptı, saptırdı, hidayete erdi, hidayete erdirdi" denir.
Allah'ın hidayet ve yardımının, fıtratı bozulmamış insanı doğru yola ileteceği,
hidayete erdireceği; sapanların ise kendi iradeleriyle Allah emrine karşı
geldikleri, irşadına sırt çevirdikleri, nefislerine uydukları İçin saptıkları
âyette açıkça anlatılmıştır: "... onunla ancak emrine karşı gelenleri
saptırır."
Mealde "emrine
karşı gelen" şeklinde çevrilen fasık sözlükte belirli bir sınırı aşan,
onun dışına çıkan" anlamına gelir. Dinî bir terim olarak "haktan
sapan, Allah'ın emirlerine karşı gelen kişi" demektir.[58]
27. Allah'ın
emrine karşı gelen ve isyan yolunu seçenlerin kötü ahlâk ve davranışlarının üç
önemli örneği zikredilmiştir:
1. Allah'a
verdikleri sözden dönmeleri. Bu söz ya ezelde "elestü birabbiküm"
(Ben sizin rabbİniz değil miyim?) şeklindeki ilâhî suale insanların özlerinin,
kutsal mecliste "evet!" diyerek verdikleri Allah'ı rab olarak
tanımayı ve O'na kulluk etmeyi içeren sözdür veya dünya hayatındaki çeşitli
ilişkilerde Allah'ı şahit tutarak, O'nun adını anarak verdikleri sözlerdir. Münafıkların
ve onların özelliklerini paylaşan diğerlerinin âdetlerinden biri de verdikleri
sözde durmamalarıdır.
2.
"Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyler"i kesip ayırmaları. Bazı
tefsir-ciler tarafından bu ifadenin "birleştirilmesi emredilen" kısmı,
akraba ile ilgilenmek (sıla-i rahim), karı kocanın arasını bulmak gibi özel
ilişkilere tahsis edilmiştir. Doğrusu bunu daha geniş bir çerçevede almak ve
anlamaktır. Allah Teâlâ bütün dinlerin, peygamberlerin, kitapların, insanlığın
tevhid anlayış ve inancı çerçevesinde birleştirilmesini; bir ve beraber
olmaları gerektiği halde ayrı düşmüş, parçalanmış olanların bir araya
getirilip kaynaştınlmalanm istemiş; her nesnenin ve her kişinin olması gereken
yerde olmasını, lâyık olduğunu bulmasını murat etmiştir. Düzen bozucular
(fesatçılar) ve günahkârlar (fâsıklar, zalimler) ise bunları parçalamak ve
ayırmakla meşguldürler.
3.
"Yeryüzünde fesat çıkarmaları", bozgunculuk yapmaları. Tarih boyunca
yeryüzünde, maddî ve manevî olarak düzeni bozan, çevreyi kirleten, huzursuzluk,
acı ve felâketlere sebep olanlar genellikle inkarcılar, ahlâksızlar, zalimler
ve günahkârlar olmuştur. Her günah (Allah'ın yapılmasını yasakladığı,
yapanları cezalandıracağını bildirdiği her şey) aynı zamanda yeryüzünde bir
kötülüktür, fesattır, dengeyi ve düzeni bozmaktır. Amaçları ne olursa olsun
sonunda günahkârların, Allah'ı bırakıp nefis ve şeytana kul olanların zararlı
çıkacaklarında şüphe yoktur; çünkü bunlar, ömür sermayesiyle fâni dünyayı satın
almışlar, ebedî saadetten mahrum kalmışlardır.
[59]
Meali
28. Cansız nesneler
iken size O hayat verdiği halde Allah'ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz? Sonra sizi
öldürecek, sonra diriltecek, sonra O'na götürüleceksiniz. 29. Yeryüzünde ne
varsa tamamını sizin için yaratan, sonra göğe yönelerek onlan,yedi gök olarak
tamamlayıp düzene koyan O'dur ve O, her şeyi hakkıyla bilmektedir. [60]
Tefsiri
28. İnsanın
kendi vücudunda, yakın ve uzak çevresinde (kâinatta) Allah'ın varlığını ve
birliğini gösteren sayısız işaret ve delil vardır. Bunlardan biri de insanoğlunun
yaratılıp hayata getirilmesi, sonra ecel gelince öldürülmesidir. İlk insanın,
yok iken toprak ve çamurdan var edilmesi, sonra babada, boşa atılınca ölmeye
mahkûm bir sperm; anada da, aybaşında kanama ile atılınca Ölmeye mahkûm bir
yumurta halinde iken ilâhî takdirle bu unsurların birleşmesiyle insan denen
canlının meydana gelmesi kendi başına olabilecek bir şey değildir. Bir taş
yerinden oynasa, bir yerde bir ot bitse, insanoğlu taşı yerinden oynatanı, otu
oraya ekip bitireni düşünür. İnsanın hayatı ve yapısı, bir taşın hareketi ve
bir otun bitmesiyle kıyas edilemeyecek kadar karmaşık, büyük, ince, sanatlı,
düzenli, hesaplı ve esrarlıdır. İnsanı ve hayatı düşünüp de Allah'a ulaşmamak
İçin insanın kalbinin mühürlenmiş, aklının nefis^şeytan, yanlış eğitim
yüzünden perdelenmiş ve şartlanmış olması gerekir. Doğum ve ölüm gözler önünde
olmaktadır, bunları inkâr mümkün değildir. Allah'ın peygamberleri, insanın
öldükten sonra tekrar dirileceğini, dünyada yapıp ettiklerinin hesabını
vereceğini, hesabın sonucuna göre muamele göreceğini haber vermişlerdir. Bu
haberi kabul edip inanmaya fıtrî (tabii, bozulmamış, şartlanmamış) akıl engel
değildir. Tam aksine akıl, yok İken yaratıp hayat verenin öldürdükten sonra
yeniden hayat vermesinin daha kolay olacağını kıyas metodu ile kolayca çıkarır
ve kabullenir.
Burada insanlara
"cansız nesneler" İken (lafzî anlamıyla "ölüler" iken)
hayat verildiği, sonra yine öldürülüp tekrar diriltilecekler! bildirilmiştir.
Baştaki "ölüler iken diriltilme" ifadesi bazı kimselerin aklına, ilk
ölü olma halinden önce de bir hayatın bulunması gerektiği düşüncesini
getirmiştir. Buradan da insanların defalarca ölüp başka bir bedende yeniden
dünyaya geldikleri (reenkarnasyon, tenasüh) inancı ortaya çıkmıştır. Bu
inancı, Kur!ân-ı Kerîm ve hadislerden çıkartmak ve delillendirmek mümkün
değildir. Çünkü bir başka âyette inkarcıların, "Ey rab-bimiz! Bizi iki
defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahımızı itiraf etmiş bulunuyoruz,
bir çıkış yolu yok mu?" diyecekleri bildirilmiştir (Mü'min 40/11).
"Kur'an âyetleri birbirini açıklar" kaidesinden hareket ederek 28.
âyeti ele alırsak bunu, "peş peşe defalarca ölüp her defasında bir başka
bedende dünyaya gelme, dirilme" şeklinde anlamak tutarlı olmaz. Mü'min süresindeki
meali verilen âyete göre "Ölmek de iki keredir, dirilmek de iki
keredir," Bu âyetle konumuz olan âyeti aynı olayın iki ayrı yönden
açıklanması olarak aldığımızda şu mâna ortaya çıkar: İnsanlar yaratılmadan,
doğmadan Önce yokturlar ve bu bakımdan ölü gibidirler. Önce bu ölülere, yani
yok olanlara varlık ve hayat verilmiştir. Bu "birinci di-riltme"dir.
Sonra dünya hayatını tamamlayanlar birinci Ölümü tatmışlardır, bütün dünya
insanlarının ve dünyanın ömürleri sona erip kıyamet kopunca yeryüzünde canlı
kalmamıştır. Arkadan sûra üflenmiş ve bütün insanlar yeniden diriltilmişler,
âhiret hayatına başlamışlardır. Bu da "ikinci diriltme"dir.
Özetleyecek olursak insanlar yok iken var edilmişler, sonra dünyada bir kere
ölmüşler, kıyametten sonra da ikinci defa hayata gelmişlerdir; İki ölüm ve iki
dirilme bundan ibarettir. Bu âyetin lafzından, "Yaşayan insan iki kere
ölmekte ve her iki ölümden sonra da birer kere diriltilmektedir" şeklinde
de bir anlam çıkarılabilir. Buna göre yaşayan insan eceli gelince ölür, sonra
kabirde diriltilir; ilk sorgudan sonra tekrar ölür ve kıyametten sonra tekrar
diriltilir (Ebü'1-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü'l-edille, II, 764). Yok iken
yaratılma ve can vermeye "ölü İken diriltme" demek mecazi olduğu için
gerçek mânada iki kere ölme ve dirilme olayı da Mü'min süresindeki âyette açıklanmış
olmaktadır. Ölmek ve dirilmekle İlgili âyetler nasıl yorumlanırsa yorumlansın,
ölmenin iki ve dirilmenin de iki kereden ibaret olması sonucu değişmez. Bu vakıa
da reenkarnasyon İnancına ters düşer, onun aslı olmadığını ortaya koyar. Ayrıca
birçok âyet ve hadisin açıkladığı insanın yaratılma amacı, dünya hayatının
sebebi ve hikmeti, ölümden sonra dirilerek dünyada hak edilene göre mükâfat veya
ceza görmesi gerçeği, insan nefsinin terbiye edilerek kâmil insanın olgun nefsi
haline gelebilmesi için gösterilen yollar ve çareler vb. konulardaki bilgiler,
yeniden bedenlenme inancının İslâm'a aykırı olduğunun kesin kanıtlandır.
Yeniden bedenlenmenin aklî ve ilmî bakımdan da hiçbir delili yoktur. Dünyada
yaşayan 6 milyar insanın, daha önce gelip bir başka bedende yaşadıklarına dair
bilgileri ve şuurları mevcut değildir. Bu gerçekler karşısında bazı insanların
hipnoz veya telkin altında, geçmişlerine aitmiş gibi bazı bilgiler
vermelerinin başka açıklamaları olmalıdır. Nitekim kollektif şuur, rüya benzeri
görüntüler, cinlerle temas, hafızanın oyunları gibi nazariyelerle bu tür
açıklamalar yapılmaktadır. [61]
29. Yerin ve
göklerin bir başlangıcının bulunduğu, bundan önce yer ve göklerin mevcut
olmadığı matematik, astronomi, güneş fiziği gibi ilgili bilim dallann-ca da
tespit edilmiştir. "Yapılan araştırma, gözlem ve hesaplar, ilk evren
maddesinin çıplak atomlardan oluşan kocaman bir küre halinde olduğunu, bu
çıplak atomlar arasındaki karşılıklı şiddetli itme ile bu ilk evren maddesinin
açılarak patlayan bir bomba gibi evrene yayıldığını göstermektedir. Ancak bu
ftk evren maddesinin nasıl meydana geldiği bugün, araştırmalara rağmen tam
olarak bilinmemektedir. Başlangıçta uzay ve zaman yoktu. Bir teoriye göre
maddenin ve mekânın olmadığı, ışık ve enerji mefhumlarından söz edilmediği,
boşluğun bile mevcut olmadığı bir devirde her şey, dehşetli bir patlama ile
ortaya çıktı. Korkunç bir sıcaklıkta atomlar yaratıldı. Fizik ve kimya
kanunları hükümlerini yerine getirdiler. Proton, nötron ve elektronlardan ağır
elementler husule geldi. Yıldızlar doğdu, güneşler ortaya çıktı, galaksiler
meydana geldi" [62] Bilim
adamları bu büyük patlamanın tarihini milyarlarca yıl geriye götürmektedirler.
Şu halde dünyanın ve güneşin İçinde bulunduğu Samanyolu galaksisi gibi sayısız
galaksi, milyarlarca yıl öncesinden yaratılmaya başlanmıştır, daha öncesinde
ise bunlar mevcut değildi.
İlk evren maddesinin
nasıl var olduğu bilimin meçhulüdür. Bütün semavî dinler bunun bir
yaratıcısının olduğu, sonraki gelişmeleri de ilmi sonsuz, hikmeti, kudreti ve
sanatı essiz olan yaratıcının sağladığı konusunda ittifak etmişlerdir. Bu ve
başka âyetlerde yerküreyi Allah yarattığı gibi âyette "yedi sema"
diye anılan gökleri de yedi gök olarak yaratıp düzenleyenin Allah olduğu
bildirilmektedir. Bu yedi göğü dünyanın gökleri veya uzayın gökleri olarak
kabul eden tefsirciler, eski Aristo ve Batlamyus nazariyesine göre Ortaçağ'dan
sonra da Kopernik, Galile, Kepler, Newton, Einstein, S. Hawkiag çizgisinde
gelişen güneş ve kâinat sistemleriyle ilgili bilgilere göre açıklamalar
yapmışlardır. Ancak bu yedi gökten maksadın ne olduğu konusunda kesin bir
bilgi yoktur. Arap dilindeki kullanıma göre bunun çokluktan kinaye olarak
düşünülüp birçok gök şeklinde anlaşılması da mümkündür.
Öte yandan, keşif ve
ilham kaynağı ile zenginleştirilmiş bulunan tasavvuf ve irfan kolunda,
"yedi gök"le ilgili farklı ve ilgi çekici açıklamalar vardır. Bunlardan
biri şöyledir: Allah Teâlâ'nın yarattıkları (mâsivallah, mâ-halakallah),
"halk ve emir âlemleri" olarak İkiye ayrılır. Halk âlemi maddîdir,
cisimlidir; emir âlemi cisimsİ2dir, latiftir. Bu iki âlemi birbirinden
"arş" ayırır. Halk alemindeki maddîlik, aşağıdan yukarıya doğru
azalıp incelerek maddesizliğe dönüşür. Halk âleminin en alt katında, bütün
büyüklük ve sonsuzluk görüntüsü içinde, bir yukarısına göre çok küçük olan
evren vardır. Bu evren maddîdir. Kur'an'da geçen yedi semaya dahil değildir.
Bundan sonra birinci sema başlar, bu semanın -bütün galaksileriyle birlikte-
evrenden büyüklüğü, damlaya nispetle deniz gibidir. Bu oran yukarıya doğru
aynı ölçülerde büyüyerek devam eder. Yedinci semadan sonra kürsî, ondan sonra
da arş vardır. Arşın üstünden itibaren emir âlemi başlar. Burada insanın
hakikatini ve manevî mahiyetini teşkil eden ve "latifeler" diye
bilinen, bir yukarıdakinin -kendisine nispetle çok küçük kalan- bir
aşağıdakinİ kuşattığı "kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ" vardır. Bazı
hadislerde geçen ve çok geniş olduğundan söz edilen "mümin kalbi"
işte bu latîfe olan kalptir. Bu anlayışa göre yedi kat sema, bilinen ve henüz
keşfedilmemiş bulunan evrenin ötesindedir, madde-yoğun değildir. Bu semalarda
ruhlar, melekler, cennetler vb. varlıkların yer aldığı, mi'rac hadisi vb.
hadislerde geçmektedir. Bütün bunlar, her şeyi hakkıyla bilen ve her şeye kadir
olan Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır, O'nun izni ve iradesi dahilinde hareket
ederler. [63]
Meali
30. Hani rabbin
meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar,
"(Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada
fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?" dediler. Allah
"Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim" buyurdu.
31. Ve Âdem'e bütün
isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz
şunların isimlerini bana söyleyin" dedi.
32. "Seni tenzih
ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve
hikmet sahibi şüphesiz sensin" cevabını verdiler.
33. "Ey Âdem!
Bunların isimlerini onlara bildir" dedi. Onlara bunların isimlerini
bildirince de "Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim;
yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim" demedim mi!"
buyurdu.
34. Meleklere,
"Âdem'e secde edin" dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secde
ettiler; o direndi, büyüklendi ve kâfirlerden oldu. [64]
Tefsiri
30, Sûrenin
28. âyetinden itibaren hem Allah'ı inkâr mânasındaki küfrü hem de ilâhî
nimetlerin kıymetini bilmemek ve şükran vazifesini yerine getirmemek
mânasındaki küfrü engelleyen deliller, işaretler ve nimetler sıralanmaya başlanmıştı.
İnsana hayat verme, öldükten sonra tekrar diriltme, yeryüzünde ne varsa hepsini
insan için yaratma nimetlerinden sonra 30-35. âyetlerde hilâfet, ilim, meleklerin
secdesi ve cennet nimetleri sıralanmaktadır.
İleride gelecek birçok
âyette[65]ilk
insan olan Âdem'in nasıl yaratıldığı ve diğer insanların nasıl üreyip
çoğaldıkları anlatılacaktır. Burada anlatılan insanın yaratılması değil, Allah
tarafından ona verilen özellikler, sorumluluklar, yetki ve nimetlerdir.
Bunlardan biri ve belki de en önemlisi hilâfet özelliğidir. Sözlükte hilâfet,
"bir kimsenin diğerinin yerini alması, onu temsil etmesi, onun
salâhiyetlerini kullanması" mânasına gelir. Allah'ın yeryüzünde
yaratacağı halife ya Allah'ın halifesidir ya da daha önce yeryüzünde yaşamış
şuurlu varlıkların halifesidir; onların yerine gelmiş, onların yerini almıştır.
Meleklerin, ileride insan soyunun neler yapacağına dair bildiklerini ortaya
koyarak buna rağmen Âdem'in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları,
Allah Teâlâ'mn da Âdem'in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı
imtihan, Âdem'e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili
olduğunu, Âdem'in ve insanoğlunun yeryüzünde Allah'ın halifesi olacaklarını
göstermektedir. Bir ümmeti yeryüzünde halife kılmak, onlara "hilâfet yetkisi
vermek" mânasındaki "istihlâf" vaadinin iman ve amel-i sâlih
(Allah rızâsına uygun hareket, amel, davranış) şartına bağlanmış bulunması da
bu yorumu desteklemektedir (Nûr 24/55). Ancak insanoğlunun bu mânadaki halifeliği,
kendi mahiyeti ve sıfatlarına uygun olarak kısıtlı ve sınırlıdır. İnsan dahil
hiçbir varlığın Allah Teâlâ'yı temsil etmesi, O'nun yerini alarak tasarrufta
bulunması mümkün değildir. Âdem'in ve neslinin halifeliği, Allah'ın mülkü
bulunan yeryüzünde O'nun iradesine uygun yaşamak ve talimatı doğrultusunda
tasarrufta bulunmaktan ibarettir. İnsanların Allah'a kul olsunlar diye
yaratıldıklaruıı ifade eden âyetle [66] halifeler olarak yaratıldıklarını ifade eden
âyetler aynı gerçeği anlatmaktadır: İnsanoğlu Allah'a kul olsun diye
yaratılmış, yeryüzündeki çeşitli nimetler de bu maksadı gerçekleştirsin diye
ona tahsis edilmiştir. İnsanoğlu kendisine verilen imkân ve nimetlerin Allah'ın
mülkü olduğunu, bir amaca ve şarta bağlı olarak kendisine emanet edildiğini,
bunlar üzerinde sahibinin irade ve rızâsına uygun bir şekilde tasarruf etmekle
(hilâfet) yükümlü bulunduğunu bilecek ve bu şuur içinde davranacaktır. Meleklerden
farklı olarak İnsanoğlu bu hilâfeti gerçekleştirecek fıtratta ve kabiliyette
yaratılmış olup fıtratını bozmadığı takdirde bu vazifesini başarabilecektir.
Allah Teâlâ meleklerin şahsında bunu insanoğluna da bildirip şuuruna
yerleştirmiştir. Yukarıda işaret edildiği üzere buradaki hilâfet (genel
hilâfet), yalnızca Âdem'e mahsus değildir; birçok âyet [67] bu
kabiliyet ve salâhiyetin bütün insanlar için söz konusu olduğunu açıkça ifade
etmektedir. Özel (siyasî) hilâfet, Kur'ân-ı Kerîm'de bu isimle bulunmayan, Hz.
Peygamber'den sonra ihtiyacın ortaya çıkardığı bir kavram ve kurumdur. Siyasî
anlamda hilâfet fonksiyonunu üslenenler için Kur'an'da kullanılan tabir
"ülü'l-emr"dir (Nisa 4/59). "Hilâfet benden sonra otuz yıldır,
daha sonra ısırıcı saltanat yönetimi olacaktır" mealindeki hadiste [68]
zikredilen halifelik özel ve siyasî olanıdır. Hadisin sahih olması halinde,
İslâmî kaynaklarda bu mânada hilâfet -bir görev ve makam adı olarak- ilk defa
burada zikredilmiş olmaktadır. [69] Hz.
Ebû Bekir, devlet başkanlığı bakımından Resûlullah'ın yerini aldığı için (bu
sebeple) kendisine "Resûlullah'ın halifesi" denilmiş, Hz. Ömer'den
"Resûlullah'ın halifesinin halifesi" diye söz edilmiş, bu zincir
uzayıp gideceği için daha sonra yalnızca halife kelimesiyle yerinilmiş, bu
arada siyasî halife "emîrü'l-mü'minîn, imam" gibi unvanlarla da
anılmıştır. Allah'ın kullarından, fert olarak değil de toplu olarak istediği,
onları topluluk olarak yükümlü kıldığı vazifeleri yerine getirebilmek, ferdin
halifeliği yanında ümmetin halifeliğini de hayata geçirebilmek için siyasî
teşkilâtlanmaya ihtiyaç hâsıl olmuş; bunun zaruri sonucu olarak da fertler,
yetkilerinin ve sorumluluklarının bireyi aşan tarafını -şartlı olarak-
içlerinden lâyık olan birine devretmişlerdir. Halifeye verilen itaat sözü
(biat), onun Allah'ın emir ve yasaklarına (hukuka, göreviyle ilgili dinî hükümlere)
uygun davranması şartına bağlıdır.
Asıl vatanları olan
metekût âleminde daha önce yaratılmış ve insandan farklı özelliklerle
donatılmış bulunan melekler, mülk âlemine dahil bulunan dünya (arz) yaratılmca
burada, Allah adına hâkim olacak, her mümin için eşit derecede bağlayıcı
(kanun) olan kitapta apaçık bildirilen ilâhî iradeyi temsil edecek ve gerçekleştirecek
şuurlu varlıkların (halife, halâif), kendileri olacağını beklemişler, topraktan
yaratılacak insanın bu kaynağa bağlı özellikleri dolayısıyla eksikleri olacağı,
fesad çıkarmaya müsait bulunacağı için hilâfete lâyık olmadığını zannetmişlerdi.
Yüce yaratıcı bu beklentiye uymayan iradesini, bu nimetin insan türünden olan
kullarına tahsis buyurulduğunu ve bunun gerekçesini meleklere açıklamıştır.
Melekler "emir,
gayb, melekût" gibi isimlerle anılan âlemlere ait oldukları ve insanların,
kendi bilgi vasıtalarıyla bu âlemlere ait bulunan varlıklar hakkında bilgi
sahibi olmaları mümkün bulunmadığı için bu konudaki bilgiler daha ziyade vahye
dayanmaktadır. Beşerî yorum ve kıyaslarla elde edilen bilgiler üzerinde ise
görüş ayrılıkları vardır. Meleklerin varlıkları ve özellikleriyle ilgili
bilgiler büyük ölçüde vahye dayanmakla beraber akıl, keşif ve tecrübe yoluyla
da meleklerin varlıklarının ve bazı özelliklerinin bilinebileceği ileri
sürülmüştür. "Akıl ve şuur sahibi (nâtık) ölümlü varlıklar yaratılmış
bulunduğuna göre bunların, dünya durdukça ölümsüz olanlarının da yaratılmış
olması, keza daha aşağı bir seviyede bulunan dünyada akıllı ve şuurlu varlıklar
yaratıldığına göre daha üstün ve şerefli olan se-mâvât âleminde de bu
özellikleri taşıyan varlıkların yaratılmış olmaları evleviyet-le (aklın öncelik
hükmü) sabittir" şeklindeki açıklamalar iknaya yönelik akıl delillerine
örnektir. Özel ruhî temrinler yapan ve eğitim gören kimselerin, sıkıntı ve
hastalıktan çaresiz kalıp meleklerin yardımlarından istifade edenlerin ve
melekleri rüyada görenlerin nakilleri kendileri için sübjektif anlamda kesin
delildir, bunları duyanlar için ise bağlayıcı değildir.
Müslüman âlimlerin
çoğuna göre melekler, latîf (madde yoğunluğu olmayan, görüşü engellemeyen),
çeşitli şekillere girebilen ve asıl yerleri -madde ötesi- semalar olan, üreme
yoluyla değil de devamlı yaratılma yoluyla çoğalan varlıklardır. Allah nezdinde
yüce değerleri ve yakınlıkları, O'nun bahşettiği büyük güçleri vardır, ilâhî
emir ve iradeye göre davranmak ve asla bunun dışına çıkmamak üzere
programlanmışlardır. Bazı filozoflara göre ise melekler insandaki akıl türünden
varlıklardır.[70]
Kur'an'daki açıklamalara
göre melekleri, özellik ve vazifeleri bakımından şu sınıflara ayırmak
mümkündür:
1. Arşı
taşıyanlar . [71]
2. Arşı
kuşatıp Allah'ı teşbih edenler. [72]
3. Büyük
melekler:
a) Cebrail.
Cibril ve Rû-hulkudüs isimleriyle de anılan bu melek peygamberlere vahiy
getirmekle görevlendirilmiştir. Tekvîr sûresinin 20. âyetinde onun belli başlı
sıfatlan şöyle sıralanmıştır: "Gerçekten değerli, güçlü ve Arş'ın sahibi
katında itibarlı, orada saygın ve güvenilir bir elçi",
b) Mîkâil.
Cebrail'le birlikte adı Kur'an'da anılmış ve bunlara düşman olana Allah'ın
düşman olacağı bildirilmiştir. [73]
c) İsrafil.
Kıyamet ve yeniden diriliş başlarken üflenecek olan sûr, Kur'ân-ı Kerîm'de
zikredilmiştir. [74]Bu sûra üflemekle
görevlendirilmiş meleğin İsrafil olduğu da hadislerde bildirilmiştir.[75]
d) Azrail.
Kur'ân-ı Kerîm'de hem ölüm meleğinden[76] hem
de vefat ettirme görevini yüklenmiş meleklerden[77] söz edilmiştir. Sahih hadislerde bu isim
geçmemekle beraber diğer İslâmî literatürde Ölüm meleği Azrail olarak anılır. [78] Bu
işle görevlendirilen melek sayısı çok olduğuna göre Azrail'in bunların reisi
olması ihtimali vardır.
4. Cennet
melekleri. Cennette çok sayıda meleğin bulunduğu ve buraya girme mutluluğuna
erişmiş müminlere hizmet edecekleri ifade buyurulmuştur. [79]
5. Cehennem
melekleri. Burada da azap çekenlerle ilgili vazifelerini yerine getiren
melekler vardır. [80] Bunların cins ismi
"zebânf'dir. [81] başkanları da "mâlik" isimli bir
melektir. [82]
6. Gözeten,
koruyan melekler (hafaza melekleri). Bunlar insanların yanlarında bulunmakta,
onları gözetme, koruma, iyiliklerini isteme, onlara iyi şeyleri ilham etme gibi
vazifeler yapmaktadırlar. [83]
7. Yazıcı
melekler. Bunlar da insanların yakınlarında bulunmakta ve yapıp ettikleri her
şeyi yazmaktadırlar (İnfitâr 82/10-11). 8. Madde âleminde görevli melekler. Bunlar
maddî kâinatta olup biten her şeyin İçinde bulunmakta ve Allah'ın kanunlarının
yerine gelmesini sağlamaktadırlar. [84]
Meleklerin, yaratılan
bu yeni varlığı yani Âdem'i nereden tanıdıkları, onun yeryüzünde fesat çıkarıp
kan dökeceğini nasıl bildikleri konusunda çeşitli yorumlar yapılmış; bunu,
olacakların yazıldığı levh-i mahfuzdan öğrendikleri; daha önce yaratılıp
yeryüzüne gönderilmiş benzer varlıklar olabileceği ve bunlara bakarak bilgi
sahibi oldukları; cinlere veya yırtıcı hayvanlara kıyas ettikleri vb. görüşler
ileri sürülmüştür. Biz şu iki ihtimali ve yorumu akla ve vakıaya daha yakın ve
hadisenin anlatılış üslûbuna daha yatkın buluyoruz:
1. Allah
Teâlâ'nın yaratacağı insanı onlara önce tanıtması, sonra da onu yeryüzüne
halife yapacağını bildirmesi üzerine -bu bilgiye dayanarak- kanaatlerini
açıklamışlardır.
2. Âdem'in
yaratılışını müşahede etmişler, onun maddî ve manevî özelliklerini görüp
bilmişler ve bu özellikleri taşıyan bîr varlığın hem iyi hem kötü işler yapabileceğini,
onun yapısından ve tabiatından çıkarmışlar, buna dayanarak sorularını
sormuşlardır.[85]
31-33.
Allah, kendinin bildiği ve meleklerin bilmediği hikmetler, gerekçeler sebebiyle
Âdem'i yarattığını haber verince bu üstü kapalı ve doğrulanması inanca dayalı
olan açıklama melekleri ikna için yeterli idi. Fakat yüce Allah bilginin ve
imanın yalnızca kendisine güvenilen kimselerin haber ve bilgi vermesi yoluyla
elde edilmesini (taklid) yeterli bulmadığı, meleklerinin şahsında insanları
gözlem, deney ve düşünceye yönlendirmeyi murat ettiği için bir deneme
düzenledi. Âdem'e bütün isimleri, yani maddî ve manevî varlıkların, kavramların
isimleriyle bunların özelliklerini veya isim verme, dil icat etme kabiliyetini
öğretti; sonra her şeyin aslı gayb âleminde, ilâhî planda mevcut olduğu için
bunları meleklerine gösterdi. Meleklerden, Âdem'in müsbet vasıflarının ve
kabiliyetlerinin fazlasıyla kendilerinde mevcut bulunduğu kanaatlerinde haklı
ve isabetli iseler bunların isimlerini bilip söylemelerini istedi. Melekler bu
deneme sonucunda kendilerine verilen bilme ve bilgi üretme kabiliyetinin Âdem'e
verilenden farklı olduğunu ve bu sebeple halife olmaya onun ehil bulunduğunu
anlayıp itiraf ettiler; Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmetini, eserini görerek
(ayne'l-yakîn olarak) daha üst dereceden tasdik ettiler. [86]
34. Terim
olarak secde ayaklar, dizler, eller ve alın yere konarak yapılan özel bir
ibadet şekli olup namazın en önemli kısmıdır ve ibadetin ruhuna en uygun davranış
biçimidir. Bu şekildeki bir hareketin, ibadet maksadıyla Allah'tan başkasına
yapılması, hak dinlerin hiçbirinde caiz görülmemiştir. İbadet maksadı taşımaksızın
insanların birbirine, saygı göstermek üzere secde etmeleri, İslâm'dan önceki
bazı dinlerde ve kültürlerde caiz görülmüş ve uygulanmıştır. Nitekim Hz. Yûsuf'un
babası ve annesiyle diğer aile fertleri ona kavuştuklarında secde
etmişlerdi [87]Meleklerin
Âdem'e secde etmeleri Allah'ın emriyle olmuş, bu bir tek hareketle melekler üci
şey yapmışlardır:
a) Allah
Teâlâ'ya ibadet,
b) yeryüzünde
O'nun halifesi olmak üzere yaratılmış ve birçok üstün vasıflarla donatılmış
Âdem'e saygı ve onun hilâfete liyakatini tasdik. Âdem için yapılan secde şeklindeki
saygı hareketi, Allah'ın emriyle olduğu ve Adem'e ibadet maksadı taşımadığı
için şirk şaibesinden de uzak bulunmuştur.
Meleklerin arasında
bulunan ve onlar Allah'ın emri üzerine Âdem'e secde ettikleri halde bu emre
karşı koyan İblîs'in "melek mi, cin mi" olduğu konusu tartışılmıştır.
Bazı rivayetler yanında özellikle bu âyette geçen "... İblîs hariç melekler
secde ettiler" ifadesine dayanan bazı tefsİrcİler onun önde gelen bir
melek olduğunu, bu isyandan sonra meleklik sıfatını kaybettiğini ve kendisine
Allah tarafından farklı özellikler verildiğini ileri sürmüşlerdir. Yine bazı
rivayetler yanında özellikle "O, cinlerdendi; rabbinin emrinden dışarı
çıktı" (Kehf 18/50) mealindeki âyeti delil olarak kullanan tefsirciler de
İblîs'in melek değil, cin türünden olduğunu, hatta nasıl Âdem insanlığın
babası ise onun da cinlerin babası olarak yaratıldığını savunmuşlardır. Her ne
kadar "İblîs hariç" şeklindeki istisna, İblîs'in meleklerden olduğu
kanaatini veriyorsa da, bir toplulukla beraber bulunan, fakat onların
cinsinden, türünden olmayan varlıklar için de istisna ifadesi kullanıldığı
(is-tisnâ-i munkatı'), meselâ "Koyun sürüsü geldi ancak çoban
gelmedi" denilebildi-ği, ayrıca meleklerin yaratılış özellikleri arasında
"Allah'ın emrine karşı çıkmamak ve buyurulara yerine getirmek"
vasfının da bulunduğu göz önüne alındığında İblîs'in melek türünden olmadığı
tespiti ve yorumu ağır basmaktadır. [88]
Meali
35. "Ey Âdem! Sen
ve eşin cennette oturun, istediğiniz yerinden rahatça yiyip için ve şu ağaca
yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz" dedik.
36. Şeytan oradan
onların ayağını kaydırdı da bulundukları yerden onları çıkardi. Biz de
"Birbirinize düşman olmak üzere inin! Bir zamana kadar sizin için orada
yerleşecek bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır" dedik.
37. Bunun üzerine
Âdem rabbinden bazı kelimeler aldı (bunlarla tövbe etti); rabbi de onun tövbesini
kabul buyurdu. Şüphesiz O, tövbeleri kabul buyuran ve rahmeti sınırsız
olandır.
38. Onlara şöyle
dedik: "Oradan hepiniz inin! Benden size muhakkak bir yol gösterici
gelecektir." Kim benim gönderdiğim rehbere uyarsa artık onlara ne korku
vardır ne de üzüleceklerdir.
39. İnkâr eden ve
âyetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar cehennemliklerdir ve orada devamlı
kalıcıdırlar. [89]
Tefsiri
35. İnsanın
atasının cennete konması ve oradan yere indirilmesi hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de
üç yerde anlatılmıştır:
1. Yukarıda
meâli verilen âyetlerde.
3. Tâhâ
sûresinde Burada daha öncekilere nispetle farklı olan ve bazı karanlık
noktalan aydınlatan ilâve açıklamalar vardır. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ
Âdem'le eşini, şeytanın kendilerine düşman olduğunu, onları cennetten
çıkarmasına fırsat vermemelerini bildirerek ikaz etmiş, cennette kalmaları
halinde acıkmayacaklarını, çıplak kalmayacaklarını, susamayacaklannı ve
sıcaktan bunalmayacaklarını ifade buyurmuştur.
İlk insanın nerede ve
nasıl yaratıldığını anlatan âyetlerle cennete konması ve oradan çıkarılmasını
açıklayan âyetler birlikte göz önüne alınıp yorumlandığında şu sonuçlar
çıkmaktadır: İlk insanı Allah Teâlâ özel bir topraktan yeryüzünde yaratmış,
ondan eşini de var etmiş, sonra bunları cennete koymuştur. Bu cennetin ve içindeki
hayatın yeryüzünde mevcut herhangi bir bölgede olabilecek insan hayatından
farklı olduğu açıkça İfade edilmiştir. Şu halde bu cennet kulların ödüllendirileceği,
içinde ebedî olarak mutlu yaşayacakları cennettir. Cennetin çeşitli bölgeleri
ve dereceleri vardır. "İçinde devamlı kalınan" cennete (huld) giren
bir daha çıkmazsa da diğer bölgelerine girenlerin çıkmayacağı konusunda bir
açıklama yoktur. Ayrıca ölümden sonra devamlı kalmak üzere cennete girmek ile
insanoğlunun dünya hayatı başlamadan bir imtihan için cennete konulması
arasında fark vardır; imtihan cennetinden de imtihan dünyasından da çıkmak
mümkündür.
İnsanların atasının
önce cennete konması, sonra oradan yeryüzüne indirilmesinin birçok hikmeti
düşünülebilir, Bunlardan bîri de kullara, ebedî ve ana yurdun cennet olduğu
düşünce ve duygusunun verilmesi, bu düşünce ve duygunun ilâhî irşada uyma
konusunda bir teşvik unsuru olmasıdır, Ebedî mutluluk yurduna dönmek ve orada
eşi bulunmaz nimetlere mazhar olmak İsteyenler, atalarının düştüğü gaflete
düşmemeli, Allah'ın uyanlarını ve O'na ezelde verdikleri sözü unutmamalı,
şeytana ve nefse uymamalıdırlar.
Âdem'in ve eşinin
ürününü yedikleri ağacın ne ağacı olduğu konusunda çeşitli rivayetler vardır;
ancak hiçbiri sağlam bir bilgi kaynağına dayanmamaktadır. Burada önemli olan
yenilen ağacın ürününden ziyade Allah'ın yasağının çiğnenmiş olmasıdır.
Cennette yasağın çiğnenmesi, emre uyulmaması nasıl insanlığın atasını oradan
çıkardı, nimetlerle külfetlerin, acı ile tatlının, mutlulukla mutsuzluğun yan
yana bulunduğu imtihan dünyasına indirdiyse bu dünyada ilâhî emirlerin ve
yasakların çiğnenmesi de insana imtihanı kaybettirecek ve onun ebedî mutluluk
yurduna geri dönmesine engel olacaktır. [91]
36-39.
Yeryüzünde insan tek başına değil toplu olarak yaşayacaktır; rabbi onu sosyal
bir varlık olarak yaratmıştır. Topluluk halinde yaşayan insanların arzu ve
ihtiyaçlarının çatışmaması mümkün değildir. Çatışan arzular ve ihtiyaçlar anlaşmazlıklar
ve düşmanlıkları beraberinde getirecek, insanlar birbirinin kurdu olacaklardır.
Onları ıslah edecek, uygarlaştıracak, ihtiyaç ve arzuların kültür ve medeniyete
kaynaklık etmesini sağlayacak bir nizama ihtiyaç vardır. İşte hak dinler bu
nizamı koymak üzere gönderilmiştir. Ona uyanlar dünyada korkudan kurtulacak,
hür ve güvenlik içinde yaşayacak; dileyen mümin, dileyen kâfir, isteyen sâ-lih,
isteyen fâsık olabilecek; âhiret hayatında da sâlihler hüzün ve kederden kurtulup
mutluluğa kavuşacak, kâfirler ise dünyada ettiklerinin cezasını çekeceklerdir.
Kur'an'ın açık ifadesine
ve buna dayalı İslâm inancına göre Hz. Adem'in İşlediği, bağışlanmamış,
dünyaya taşınmış, nesline miras kalmış ve Hz. îsâ'nın kurban edilmesine sebep
teşkil etmiş bir "aslî günah" yoktur. Hz. Âdem'in davranışı ya günah
değildir ya da Allah tarafından kendisine öğretilen ve onun da yerine getirdiği
tövbe sayesinde temizlenmiştir. Ayrıca bütün hak dinlerin de adı olan İslâm'a
göre kimse kimsenin günahım yüklenmez suç
ve günah şahsîdir.
Yine yahudi ve
hıristiyan kaynaklarından İslâmî geleneğe geçmiş bulunan kadın hakkındaki
olumsuz telakki, yani "kadının şeytanlığı, fettanlığı, Âdem'in şeytana
kanmasına ve cennetten çıkarılmasına sebep oluşu, bu yüzden 'aslî günahın'
asıl sebebinin kadın olduğu, dünyada ondan uzak kalınması gerektiği..."
inanç ve anlayışı da Kur'an'ın lafız ve ruhuna aykırıdır. Kur'ân-ı Kerîm bu
macerada Hz. Âdem'le eşini birlikte (tekil değil, ikil olarak) anmakta, gerek
Allah'ın uyarısına ve gerekse şeytanın saptırmasına birlikte muhatap
olduklarını; ayak kaydıra-nın da kadın değil şeytan olduğunu açıklamaktadır.
Bir insan ve Allah'ın bir kulu olarak kadının erkekten farkının bulunmadığı,
kemal yolculuğu ve yansında erkek ile eşit fırsata sahip bulunduğu ise pek çok
âyette açık ve kesin olarak ortaya konmuştur. [92]
Meâli
40. Ey îsrâiloğulları!
Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben
de size vaad ettiklerimi vereyim. Asıl bana itaatsizlikten sakının.
41. Elinizdekini
(Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin; sakın onu inkâr
edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın. Yalnız benden
korkun.
42. Bilerek hakkı
bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.
43. Namazı kdın,
zekâtı verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.
44. Sizler kitabı
okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?
Aklınızı kullanmıyor musunuz?
45. Sabır ve namazla
Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz bunlar, Allah'a huşu ile boyun eğenlerden
başkasına ağır gelir.
46. Onlar kesinlikle
rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini bilen kimselerdir.
47. Ey İsrâiloğuüarı!
Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.
48. Öyle bir günden
korkun ki, o gün kimse başkası için bir şey ödeyemez; hiç kimseden şefaat
kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yaramı da yapılmaz. [93]
Tefsiri
40. Sûrenin
buraya kadar olan bölümünde müşrikler ve münafıklar hakkında açıklamalar
yapılıp uyanlarda bulunulduktan sonra buradan itibaren 123. âyete kadar devam
eden bölümünde, yer yer başka konulara da değinilmekle birlikte, ağırlıklı
olarak İsrâiloğullan'nın eski durumlarıyla dinî ve ahlâkî bakımdan bozulmaları,
İslâm'a karşı tutumları hakkında buyruklar, bilgi ve eleştiriler yer
almaktadır. Arap yarımadasındaki yahudilerin önemli bir kısmı Medine ve
civarında yaşadığı için Medine'de inen uzun sûrelerin ilki olan Bakara
sûresinde Allah onlan İslâm'a davet etmekte, İslâm'ın hak din olduğunu
kanıtlayan deliller göstermekte; bu arada onların dinlerinin mahiyeti ve
atalarının tarihi hakkında bilgi vermektedir.
Yahudilik, İslâm'dan
önceki semavî dinler arasında -tahrife uğramış da olsa-şeriatı ve kutsal kitabı
halen yaşamakta olan en eski dindir. Hıristiyanlık'tan farklı olarak bir
şeriat dini olması da Kur'ân-ı Kerîm bakımından bu dinin önemini arttırmaktadır.
Ayrıca Medine ve çevresinde, Romalılar'ın baskısı sebebiyle milâdî I. yüzyıldan
itibaren Filistin'den buralara göç etmiş olan geniş bir yahudi topluluğu
yaşamakta ve doğal olarak bunlarla müslümanlar arasında ilişkiler bulunmaktaydı.
Bu sebeplerle Kur'an'da Hz. Musa'nın ismi otuz dört sûrede 136 defa anılmış;
birçok sûrede Yahudilik ve Tevrat hakkında bilgiler verilmiş; özellikle Bakara
sûresinin bu bölümüyle A'râf (7/103-176), Yûnus (10/75-93), Tâhâ (20/9-97),
Şuarâ (26/10-66), Kasas (28/3-44) ve Mü'min (40/23-54) sûrelerinde Hz. Mûsâ'nın
öğretileri, tebliğ faaliyetleri, İsrâiloğulları'nın ve başta Firavun olmak üzere
Karun ve Hâmân'ın bu faaliyet karşısındaki olumsuz tutumları gibi konulara
ilişkin olarak ayrıntılı açıklamalar ve değerlendirmeler yapılmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de
İsrail kelimesi iki âyette [94] Hz.
İbrahim'in Hz. İshak'tan torunu olan Hz. Ya'kub'un ismi olarak geçmekte; kırk
âyette ise yahudiler "Benî İsrail" {İsrâiloğulları) diye
anılmaktadır.[95] Tevrat'ta, Ya'kub
peygamberin Tanrı ile güreşip O'nu yendiği, bu sebeple Tann'mn ona İsrail
adını verdiği bildirilir. [96]
Ancak kelimenin etimolojisinin ve asıl anlamının belirsiz olduğu da ileri
sürülmüştür.[97] İslâmî kaynaklarda da
İsrail kelimesinin Hz. Ya'kub için kullanıldığı ifade edilmekle birlikte,
yahudi kaynaklarında bu kelimenin anlamı konusunda verilen bilgiler İslâm'ın
ulûhîyyet ve peygamberlik inancıyla bağdaşmadığı için müslüman bilginler bu
hususta farklı açıklamalar getirmişlerdir. Meselâ Taberî'nin Tarîhu'l-ümem
ve'l- mülûk'ünde[98], İsrail kelimesinin
"gece vakti Allah'a giden" anlamına geldiği ifade ediljr. Aynı ismin
İbrânîce'de "Allah'ın kılıcı", "Allah yolunda cihad eden",
"Allah'ın seçkin kıldığı insan" veya "Allah'ın kulu" anlamına
geldiği de bildirilmektedir.[99]
On iki yahudi kabilesi
de İsrail adıyla anılır. Hz. Süleyman'dan sonra yahudi ülkesinin ikiye
ayrılması üzerine İsrail kelimesi, kuzeyde kalan bölümü oluşturan kabilelerin
krallığını nitelemek üzere kullanılmıştır. Bununla birlikte sonraları İsrail
tabiri, yahudilerin tamamını ifade eden etnik bir kavram haline gelmiştir.
Yahudi inancına göre Hz. Ya'kub'a İsrail ismi Tanrı tarafından verilmiştir;
Yahudilik millî bir din, Yahova da millî bir tanrı kabul edilmiştir. Aynı
telakkiye göre İsrâiloğullan da seçkin bir kavimdir. Söz konusu kavim,
Filistin'e yerleşmeden önce İbranî, Filistin'de İsrâİlî, sürgünden sonra ise
İsrâiloğullan diye anılmaktaydı. Bununla birlikte bu kavim için İbranî ve
Yahudî terimlerinin kullanımı da yaygındır.[100]
Kur'ân-ı Kerîm'de Benî
İsrail isminin ilk defa geçtiği konumuz olan âyette özellikle, başta din
bilginleri olmak üzere, Hz. Peygamber dönemindeki yahudilere hitap edilmekte ve
Allah'ın kendilerine verdiği nimet hatırlatılmakla beraber bu nimetin ne olduğu
o zamanki yahudilerce bilindiği için bu hususta açıklama getirilmemektedir.
Taberî bu nimeti, Allah Teâlâ'nın geçmişte İsrâiloğullan arasından peygamberler
göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından
çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara
yerleştirmesi vb. şeklinde sıralamıştır. [101] Bunlara
daha başka nimetleri ekleyenler de vardır. [102] B u
nimetleri anmaktan maksat, onlara şükretme görevlerini hatırlatmaktır.
"Bir şeyin yerine
getirilmesini emretmek, söz vermek" veya "ittifak, anlaşma,
sözleşme" gibi mânalara gelen ahid kelimesi Kur'an'da yerine göre, hem insanların
birbirine söz vermesi hem de Allah ile kullan arasındaki bir tür sözleşme için
kullanılmaktadır. Ahid kelimesinde "söz verme"nin yanında
"yemin" anlamı da vardır. Kur'an'da yer yer aynı anlamda mîsâk, vaad
gibi başka kelimelerin kullanıldığı da görülür. Tanrı ile İsrâiloğullan
arasındaki anlaşmanın hükümlerini, Allah tarafından belirlenen yükümlülükleri
ihtiva ettiği için yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Eski Ahid ve Yeni
Ahid denilmiştir. Bu iki kutsal kitapta Allah'm muhtelif peygamberler ve
ümmetlerle ahidleştiğine, bu arada İsrâiloğulla-rı'ndan da söz aldığına dair
bilgiler bulunmaktadır. [103]
Kur'ân-ı Kerîm'üı çeşitli âyetlerinde de Allah'ın İsrâiloğullan'ndan değişik
konularda, meselâ Tevrat'a sımsıkı sarılacaklarına[104] namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine,
peygamberlere inanacaklarına, muhtaçlara Allah nzası için borç vereceklerine[105]
kendilerine indirilen kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına[106]dair
söz aldığı bildirilmektedir. Müfessirlerin çoğu konumuz olan âyetteki ahdi
genel anlamda yorumlamışlardır. Taberî ise buradaki ahdi, özellikle Allah'ın
yahudİlere, onların kutsal kitaplarında kendisi hakkında bilgi verilmiş
bulunan Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanıyıp ona inanmalarını, bu gerçeği
İnsanlara da açıklamalarını emretmesi ve bu hususta onlardan söz almış olması
şeklinde yorumlamaktadır.[107]
Ancak bu ahid hakkında el-Menâr'da [108]
verilen bilgiler daha mâkul görünmektedir. Buna göre Allah İsrâiloğullan'ndan
"Allah'a kulluk edip O'na ortak koşmayacaklarına, doğru olduklarına
ilişkin kanıtlar getiren peygamberlere iman edeceklerine, Allah'ın hükümlerine
ve kanunlarına boyun eğeceklerine", özellikle kendi milletlerinden olan
Hz. İsmail'in soyundan gelen Hz. Mu-hammed'e inanacaklarına ilişkin söz
almıştır. Ayrıca buradaki ahdin İçine, fıtratın gereği olarak bütün beşerden
alınmış olan "aklın ölçülerine göre düşünme ve hareket etme sorumluluğunu
yerine getirme vaadi" de girer. Âyetin, "Ben de size va-ad
ettiklerimi vereyim" kısmındaki vaad ise tefsirlerin çoğunda [109]
Allah'ın onlara yardım edeceği, iyiliklerine karşı sevap verip cennetine kabul
edeceği yönünde vaadde bulunması şeklinde açıklanmıştır. [110]
41.
"Elinizdeki" ifadesinden maksat Tevrat, onu "tasdik edici"
olan da Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'an'in Tevrat'ı tasdik etmesinin anlamı, tevhid
inancı, geçmiş peygamberlere iman, iyiliklerin yapılması, kötülüklerin
terkedilmesi gibi Tevrat'ta yer alan temel öğretilerin Kur'an tarafından da
tanınmasıdır. Bunun mantıkî sonucu, Kur'an'ın da Tevrat gibi Allah'tan
geldiğini kabul edip ona inanmak olduğu için yahudiler ve özellikle kutsal
kitabın muhtevası hakkında geniş bilgisi olan yahudi din bilginleri Kur'an'a
inanmaya, böylece inüslüman olmaya davet edilmekte; Kur'an'ı herkesten önce
alelacele inkâr etmek yerine, öğretilerinin kendi kutsal kitaplarıyla ne kadar
uyuştuğunu iyi düşünmeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Bunu
yaptıklarında, müşrikler gibi hemen onu inkâr etmeyip, tam tersine, ellerindeki
kutsal kitabı tasdik ettiği için vakit kaybetmeden ona inanıp müslüman olmaları
gerektiğim anlayacaklardır.
İbn Abbas'a nispet
edilen bir rivayete göre Medineli bazı yahudi bilginlerine fakır halktan
hediyeler geliyor, onlar bu hediyelerden mahrum kalacaktan korkusuyla İslâm'ı
kabul etmekten kaçmıyorlardı. [111]
Ancak tefsirlerin çoğunda yer alan daha genel bir açıklamaya göre âyette
yahudİlerden, nimetlerin en büyüğü olan hak dini reddedip âhiret kurtuluşundan
mahrum kalma pahasına, bunlarla mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam
ifade etmeyen dünya malı, dünyevî mevki ve itibar peşinde koşmamaları
istenmektedir, Ayrıca "Ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın"
mealindeki ifade, Allah'ın yüce ve kutsal kitabını ve dinini kişisel ve maddî
çıkarlar için kullanıp yanlış yorumlayanlara, harandan helâl, helâlleri haram
göstermeye kalkışanlara karşı kesin bir uyandır.
Bazı bilginler, âyetin
söz konusu bölümüne dayanarak, Kur'an öğretme karşılığında para almanın caiz
olmadığını ileri sürnıüşlerse de bu para, Kur'an'in değil, harcanan emek ve
zamanın bedeli olduğu için, İslâm bilginlerinin çoğu bu görüşe itibar
etmemişlerdir. [112]
İbadet olan fiillere karşılık ücret almak caiz olmamakla beraber bu hüküm
konumuz olan âyetten çıkarılmış değildir. [113]
42-43.
Yukarıda yahudiler Kur'ân-ı Kerîm'e iman etmeye çağınldıkları için burada da,
bu imanın gereklerinden olmak üzere, onlara Kur'an'in önem verdiği
prensiplerden söz edilmekte; özellikle hakkı tanımaları ve korumaları, namaz kılıp
zekât vermeleri emredilmektedir. Böylece Kur'an yahudilere ve dolaylı olarak
müslümanlara, hatta bütün insanlığa, maddî ve dünyevî menfaatlerin, egoist arzu
ve eğilimlerin etkisine kapılarak doğru ve gerçek olan ile eğri, yanlış ve
asılsız olanı kasıtlı olarak birbirine kanştırmamaları, hakkı örtüp
saklamaktan kaçınmaları gerektiği yönünde son derece Önemli bir uyanda
bulunmuştur. Yahudiler de dahil olmak üzere o dönem insanları bakımından temel
gerçek Kur'an'ın hak kitap ve Hz, Muhammed'in hak peygamber olduğudur. Bu
sebeple âyette öncelikle bu husus kastedilmiş; inkârcılann hak ile bâtılı
birbirine karıştmp hakkı gizlemekten vazgeçmeleri, müslümanlarla birlikte
namazı kılıp zekâtı vermeleri, Allah'ın hükmüne boyun eğmeleri istenmiştir.
Burada, pek çok dinî hükümler içinden özellikle namaz ve zekâtın emredilmesi,
bunlardan ilkinin bedenî ibadetlerin, ikincisinin de malî ibadetlerin en
önemlisi olmasından ileri gelmektedir. [114] 42.
âyette yahudilerin gerçek Tevrat'a onda bulunmayan ilâveler yapmalarına [115] veya
Hz. Muhammed'in geleceğinin Tevrat'ta haber verildiği gerçeğini saklamalarına [116] işaret
edildiği de söylenmiştir. [117]
44. Sözlükte
"iyilik, doğruluk" anlamına gelen birr kelimesinin, dinî ve ahlâkî
bir terim olarak, iman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat,
doğruluk, günahsızlık gibi mânalarda kullanıldığı görülür.[118]
Bu âyetten, asıl
muhatapların yahudi din bilginleri olduğu anlaşılmaktadır. Başka benzerleri
gibi yahudi din bilginleri de halka kutsal kitaba inanıp onunla amel
etmelerini, gerek sözleri gerekse davranışlarıyla Allah'ın rızâsına uygun şekilde
yaşamalarını emrederlerdi. Ancak âyet bize, başkalarına iyiliği emrederken
kendilerini unuttuklarını yani onların kendi yaşayışlarının bilgileri ve
sözleriyle çeliştiğini, sonuç olarak samimi dindarlık hislerini kaybettiklerini
göstermekte; "Aklınızı kullanmıyor musunuz?" ifadesiyle bu çelişkili
tutumlarının, yalnızca dinin hükümlerine değil, akla da aykın olduğuna işaret
etmektedir.
Kur'an'ın geçmiş
ümmetlerin tarihine ilişkin verdiği bilgilerde de sonraki nesiller İçin
mesajlar ve dersler vardır. Bu bakımdan, söz-davranış uyumu şeklinde
özetlenebilecek evrensel ahlâk kurallarından birini ihlâl etmeleri sebebiyle
yahu-dileri eleştiren söz konusu âyet, bir yandan yahudi din bilginlerinin bu
çelişkili tutumları ve samimiyetsizlikleri hakkında bilgi verirken, bir yandan
da genel olarak İslâm ümmeti, özellikle müslüman din önderleri ve bilginleri
için de bir uyan anlamı taşımaktadır. Şu halde kendilerini din bilgini, din
adamı ya da din önderi konumunda görenlerin veya öyle tanımlananların bu
uyarıyı hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaları gerektiği açıktır. Zira başkalarına
iyiliği öğütleyenlerin kendi yaşayışlarında bunun aksine davranmaları
Kur'an'ın kesinlikle reddettiği bir tutumdur. Nitekim Saf sûresinde "Ey
iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niye söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri
söylemeniz Allah katında çok sevimsiz bir davranıştır!" (61/2-3)
buyurulmaktadır. [119]
45-46. Ahlâk
ve tasavvufun temel kavranılanndan olan sabır, "acıya katlanma, sıkıntıya
göğüs germe; Allah'a tevekkül ederek O'ndan gelen sıkıntılara katlanma;
insanın kendisini, aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü işleri yapmaya
veya yapılmasını yasakladığı, uygun bulmadığı davranışlardan uzak durmaya
zorlaması; kişinin hayırlı amacına ulaşma yönündeki direnci" gibi
anlamlarda kullanılır. [120]
Gazzâlî, sabrı "inanç gücünün bencil istek ve tutkulara karşı
koyması" şeklinde oldukça kapsamlı bir ifadeyle tanımlar. İnkarcılık da
bir tür inançtan kaynaklandığı için inkarcılarda görülen sabrı da bu anlamda
değerlendirmek mümkündür. Buna göre sabrın değeri arkasındaki İnancın
keyfiyetine göre değişir. Gazzâlî bu erdemin, bütün yaratılmışlar içinde
sadece insana verilmiş bir ayrıcalık olduğunu belirtir. Çünkü hayvanlar akıl gücüne
sahip olmayıp sadece içgüdüleriyle davrandıkları; melekler de -zaten yetkin varlıklar
olmaları sebebiyle- sabrı gerektiren bir durumla karşılaşmadıkları için, sabır
gösterme imkânları ve buna ihtiyaçtan yoktur.[121]
Kur'ân-ı Kerîm'de,
rahatlık ve bolluk kadar sıkıntı ve darlık da bir hayat gerçeği olarak
gösterilmiş[122] Hz. Peygamber'e hitaben,
"Azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret" buyurulmuş. [123]
Allah yolunda cihad eden müminlerin yiğit, sebatkâr ve kararlı tutumlarından
verilen örnekle[124]
sabrın, zorluklar karşısında acizlik gösterip sıkıntılara teslim olmak
anlamına gelmediğine; aksine, Allah'ın inayetine güvenerek güçlükleri aşma
iradesini göstermek olduğuna işaret edilmiştir.
Yukarıdaki âyetlerde
yahudiler ve özellikle onların din önderleri, eski anlayış ve yanlışlarını
terkederek Allah'a verdikleri sözü tutmaya, Hz. Muhammed'in risâletini
tanımaya, Kur'an'a inanmaya, dolayısıyla İslâmiyet'i kabul etmeye davet
edilmiş; hakka saygı duyup onu bâtılla karıştırmamaları, namazı kılıp zekâtı
vermeleri, başkalarına buyurdukları iyilikleri kendilerinin de yapmaları
istenmiştir. Fahreddin er-Râzî'ye göre yahudilerin, gerektiğinde mallarını ve
itibarlarım tehlikeye atma pahasına, eski inanç ve alışkanlıklarından
sıyrılarak bu yeni inanç ve hayat düzenini yani İslâmiyet'i kabul edip
uygulamaları onlara güç ve meşakkatli geldiği için âyette bu güçlüğü sabredip
namaz kılarak yenmeleri öğütlenmiştir. [125] Kuşkusuz
bu isabetli tespit, her zaman için ve aynı konumda bulunan her kişi veya zümre
hakkında geçerlidir. Zira insanların din değiştirmek gibi çok önemli
kararlarında sadece aklî olarak bu dinin doğruluğunu kavramaları yeterli
değildir. Bunun yanında pek çok psikolojik ve haricî baskılar insanların eski
yanlış İnanç ve tutumlarını sürdürmelerinde etkili olmaktadır. Kur'an bu
güçlüğün aşılmasında belirtilen baskılara sabır denilen psikolojik ve ahlâkî
irade İle direnmeyi, ayrıca bu iradeyi namazla da fiilî olarak destekleyip
güçlendirmeyi Öğütlemektedir. Namaz, Allah ile kul arasındaki İlişkiyi bir
ömür boyu amelî olarak sürdüren en canlı ve sürekli bir ibadet olduğu için
âyette bu ibadetin, insanın inancını ve inancı doğrultusunda oluşturacağı
kararlarını güçlendirip eylemlerini dinî ve ahlâkî hükümler çerçevesinde
geliştirmesine yardımcı olacağına işaret edilmektedir. Nitekim "Kuşkusuz
namaz hayasızlık ve kötülükten meneder" mealindeki âyette de[126] namazın
bu tesiri açıkça ifade edilmiştir.
Terim olarak huşu
"Allah'a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmek"
demektir. Sabrın ve özellikle namazın yukarıdaki olumlu tesirinden nasibini
alacak olanlar, ancak Allah'a huşu ile bağlanan, boyun eğenlerdir. 46. âyete
göre onların Allah'a olan bu içten bağlılık ve saygılarının en başta gelen sebebi
ise rablerine kavuşacaklarına, sonunda mutlaka O'na döneceklerine olan kesin
inançlarıdır. Ancak bu inanç sayesindedir ki insan, rabbine kavuşmayı ve dolayısıyla
âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha önemli görür ve bu uğurda
her. türlü meşakkate rıza gösterir. Esasen İslâm akaidinde, âhiret inancının,
-Allah'a iman ve peygamberlere imanla birlikte- "usûl-i selâse" (üç
ilke) denilen en önemli itikad esasları arasında yer alması da bu inancın
belirtilen dinî ve ahlâkî fonksiyonundan ileri gelmektedir. [127]
47.
İsrâiloğullan'nın "cümle âleme üstün kılınnıası"ndan maksat, onların
kendi dönemlerinde küfür ve dalâlet içinde yaşayan milletlere karşı ilâhî dini
benimsemeleri sebebiyle kazandıkları üstünlükleridir; buna karşılık, yine
Kur'an'ın açıklamasına göre müslümanlar "en hayırlı ümmet"tir. [128]
Başka bîr görüşe göre Benî İsrail'in bu üstünlüğü, peygamberler atası olan Hz.
İbrahim'in soyundan gelmeleri ve içlerinden birçok peygamber çıkmasından ileri
geliyordu. [129] Âyette dolaylı olarak
onların bu üstünlüklerinin, tevhid geleneğine sahip olmalarından kaynaklandığına
ve bununla kayıtlı olduğuna da bir işaret vardır. Nitekim onların, tevhid
dininin ilke ve kurallarından sapmaları sebebiyle bu üstünlüklerini kaybettiklerini,
Hz. Musa'nın onları "fâsık" olarak nitelediğini, sonuçta türlü
şekillerde cezalandırıldıklarını bildiren âyetler de vardır. [130]
Tevrat'ta da yer yer İsrâiloğulları'mn basit arzulan veya çıkarları sebebiyle
ahdi bozdukları, yoldan çıktıkları, başka tanrı veya tanrılar edindikleri, şeriatın
hükümlerini ihlâl ettikleri belirtilerek onlara lanetler yağdırıldığı görülmektedir.
[131] Buradan,
dolaylı olarak, müslümanlann "en hayırlı ümmet" niteliğini
korumalarının da "Allah'a itaat edip emirlerine uymalarına, yasaklarından
sakınmalarına" bağlı olduğu anlaşılmaktadır.[132]
48. Şefaat
"bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya manevî
bir İmkânı elde etmesi için yetkilisi nezdİnde aracılık yapma", özellikle
dinî bir terim olarak "günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek
derecelere ulaşması için Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O'na dua
etmesi, dilekte bulunması" anlamına gelmekte ve daha çok bu yüksek
mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vuku bulacak
dileklerini ifade etmektedir. Mu'tezile bilginleri bu âyete dayanarak âhirette
günahkârlara şefaat edilmesinin söz konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba
müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefaat edilebileceğini
ileri sürmüşlerdir. Ehl-İ sünnet bilginleri ise her iki durumda da şefaatin
mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı
yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefaat edilebileceğini
savunurlar. [133]
Ancak Allah'ın izin
vermediği hiçbir kimse şefaat edemeyecektir. [134]
Kur'an'm ilgili
âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefaat mümkün olmakla birlikte bunun son
derece sınırlı tutulacağı ve İnsanların şefaate bel bağlamadan, kendi
kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid
inancına sarılarak, Allah'a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve
ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir. Çünkü
gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerekse hadislerde içtenlikle yapılacak tövbelerin
geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur'an*in
şefaat konusundaki ümit kinci üslûbu, şefaat beklentisinin insanları dinî ve
ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur'an'm tövbelerin kabul
buyurulacağına dair çok net ve ümit verici ifadeleri ise, tövbenin kişiye
hatalı inanç ve davranışlarını terkettirme-sinden, böylece düzeltici ve ıslah
edici bir fonksiyon icra etmesinden ileri gelmektedir. İşte, peygamberlerinin
kendilerine şefaat edeceklerine güvenerek İslâm'ı kabul etmemekte ve Hz.
Muhammed'e inanmamakta direnen yahudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda
bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta; insanın asıl
kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine başta imanı olmak üzere, dünya hayatında
kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu vurgulamaktadır. [135]
Meali
49. Hatırlayın ki sizi
Firavun'un adamlarından kurtardık. Onlar size işkencenin en kötüsünü reva
görüyorlar, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı.
Bu size reva görülenlerde rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
50. Bir zamanlar biz
sizin için denizi yardık, sizi kurtardık; Firavun'un adamlarını da siz bakıp
dururken denizde boğduk.
51. Musa'ya kırk gece
için söz vermiştik. Sonra siz, haksızlık ederek buzağıyı (tanrı) edindiniz.
52. Bundan sonra,
(akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.
53. Doğru yolu
bulaşınız diye Musa'ya kitabı ve hak ile bâtılı ayıran hükümleri verdik.
54. Mûsâ kavmine
demişti ki: "Ey kavmim! Şüphesiz siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize
zulmettiniz. Onun için yaratanınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün. Öyle
yapmamz yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir; böylece Allah tövbenizi
kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tövbeleri kabul eden ancak O'dur".
55. Bir zamanlar,
"Ey Mûsâ! Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayız" demiştiniz
de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.
56. Sonra ölümünüzün
ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.
57. Ve sizi bulutlarla
gölgeledik; size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik; ''Verdiğimiz güzel
nimetlerden yiyiniz" (dedik). Gerçekte onlar bize değil, kendilerine
kötülük ediyorlardı.
58. Dedik ki: "Şu
şehre girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bol bol yiyip için,
kapıdan eğilerek girin ve af dileyin ki hatalarınızı bağışlayalım. Biz iyi
davrananlara fazlasıyla vereceğiz."
59, Fakat zalimler
kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine, yapmakta
oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik. [136]
Tefsiri
49-59. Hz.
Mûsâ, gerek Kitâb-ı Mukaddes'te gerekse Kur'ân-ı Kerîm'de kendisine en geniş
yer ayrılmış bulunan peygamberdir, Kur'an'da 136 defa adı geçer. Tevrat'ın beş
kitabından dördü [137] onu
ve başından geçenleri anlatır. Tevrat'a göre Hz. Mûsâ, Ya'kub'un oğullarından
Levi'nin soyundandır. Babası Amran (îmrân), annesi Yokebed'dir.[138]
Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan ve ana hatlarıyla Kitâb-ı Mukaddes'in verdikleriyle
uyuşan bilgilere göre Hz. Musa'nın doğduğu yıl Mısır Firavunu, yüzyıllardır bu
ülkede yaşayan ve sosyoekonomik durumları gittikçe kötüleşen İsrâİloğulları arasından
çıkacak birinin kendi saltanatını elinden alacağına işaret eden bir rüya görmüş;
bunun üzerine onların erkek çocukları hakkında ölüm fermanı çıkarmıştı. Sıkı
bir şekilde uygulanan bu katliamdan Musa'yı kurtarmak isteyen annesi, Allah'ın
emri uyarınca onu [139] Nil
nehrine bırakmış, ablasına da gelişmeleri uzaktan takip etmesini söylemişti.
Nihayet Firavun'un ailesi bebeği bularak Firavun'un eşi Âsiye'ye getirirler.
Çocuğun hayatına kıyılmaması ve kendisinde kalması hususunda kocasını da razı
eden Âsiye, onun için bir süt annesi arar; fakat çocuk hiçbir kadının memesini
emmez. Durumu öğrenen ablası onlara annesini tavsiye eder. [140] Böylece
evinde annesi tarafından emzirilen Mûsâ tekrar Firavun ailesine teslim edilir;
okuma yazma da dahil olmak üzere çok iyi bir eğitim görür. Olgunluk çağına
ulaşınca Allah tarafından kendisine "hüküm ve İlim" verilir. [141]
İsrâiloğullan'ından
birinin Mısırlı biriyle dövüştüğünü gören Mûsâ, İsrailli'nin yardım istemesi
üzerine Mısırlı'ya bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. Beklemediği bu durum
karşısında Allah'tan af diledi; Allah da onu bağışladı. [142]Ertesi
gün olayın duyulması üzerine yetkililer Musa'nın öldürülmesine karar verdiler.
Durumu öğrenen Mûsâ Medyen'e kaçtı. Burada tanıştığı bir kızla evlendi ve sekiz
(veya on) yıl boyunca kayınpederinin koyun sürüsünü güttü. Daha sonra Mısır'a
dönmek üzere ailesiyle birlikte yola çıktı. Yolda, Tûr dağının yanında gördüğü
bir ateşe yaklaştığında yakındaki bir ağaçtan "Ey Mûsâ! Muhakkak
âlemlerin rabbi olan Allah benîm!" şeklinde bir ses geldi ve bu sözle başlayan
ilk vahye muhatap oldu (bu ve daha başka vesilelerle Allah kendisine aracısız
hitap ettiği için Hz. Mûsâ "kelîmullah" diye anılır). Bu arada Allah
tarafından kendisine, asasının yılana dönüşebilmesi ve elinin kar gibi
beyazlaşması şeklinde iki mucize verildi ve Firavun'a gidip kavmini onun
zulmünden kurtarmakla görevlendirildi; İsteği üzerine kendisinden daha güzel
konuşan büyük kardeşi Harun'u da yanına alması uygun görüldü. Mûsâ, ailesini
Medyen'e geri göndererek Mısır'a gitti ve Harun'u da yanına alıp Firavun'un
huzuruna çıktı. Ona Allah'ın elçisi olduğunu bildirdi ve İsrâiloğullan'mn
kendisiyle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin vermesini istedi. Ancak,
mucizeler göstermesine rağmen Firavun'u ikna edemedi; bu arada Firavun ve
Mısır halkının başına gelen şiddetli felâketler de Firavun'un ikna olmasına
yetmedi. Her felâket gelmesinde Musa'ya, eğer Allah'a dua edip kendilerini
musibetten kurtarırsa isteğini yerine getireceğine dair söz veriyor, fakat sıkıntı
geçince sözünden dönüyordu [143] Nihayet
Allah'ın buyruğu uyarınca Mûsâ, bir gece İsrâiloğullan'nı yanına alarak,
Sina'ya geçmek üzere gizlice Kızıldeniz'e doğru yola çıktı; sabahleyin durumu
öğrenen Firavun da kuvvet toplayarak peşlerine düştü. Bir mucize sonucu denizin
yol vermesiyle Mûsâ ve kavmi karşıya geçerken, aynı yoldan geçmeye kalkışan
Firavun ve beraberindekiler boğulup gittiler.
Kavmiyle birlikte
Sînâ'ya ulaşan Mûsâ, onların başına Harun'u bırakarak ilâhî vahyi almak üzere
Tûr dağına gitti ve kırk gece orada kaldı. Bu arada kavmi, Harun'un ikazlarına
rağmen, Sâmirî isimli bir kuyumcunun yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya
başladı. Döndüğünde durumu öğrenince son derece üzülen ve öfkelenen Mûsâ,
kavminden seçtiği yetmiş kişiyle birlikte, işledikleri günahlardan dolayı tövbe
etmek üzere tekrar Tûrisînâ'ya gitti.
Hz. Mûsâ
İsrâiloğullan'nı, Allah'ın kendileri için takdir ettiği kutsal topraklara
götürmek istedi. Fakat kavmi onun bu isteğini reddettiği için arz-ı mev'ûd
kendilerine kırk yıl haram kılındı ve bu süre içinde, Hz. Mûsâ da yanlarında
olmak üzere, çölde dolaşıp durdular. [144]
Tevrat'taki bilgilere göre kırk yıllık çöl hayatının sonuna doğru Hz. Hârûn
123 yaşında Hor dağında öldü; daha sonra arz-ı mev'ûda yaklaştıklarında da Hz.
Mûsâ 120 yaşında vefat etti; Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki dereye defnedildi.[145]
Bakara sûresinin
yukarıda meali verilen kısmı, Hz. Musa'nın hayatından, Kızıldeniz'i geçmesiyle
başlayan bir kesit içermekte olup İsrâiloğullan'mn tarihine dair aynntılı
bilgilerin yer aldığı A'râf süresindeki yirmi iki âyetin [146] tam
bir özetidir. Ancak A'râf sûresindekilere ilâveten burada bazı bilgiler daha
bulunmaktadır. Şöyle ki: 52. âyette, İsrâiloğullan'mn, altın buzağıyı tann
edinmelerinden sonra Allah tarafından affedildikleri, 55. âyette tekrar yoldan
çıkarak, Allah'ı açıkça görmedikçe Musa'ya inanmayacaklannı açıkladıklan, bu
yüzden bir zelzele felâketine uğratılarak yerlere serildikleri, 56. âyette de
ölülerin dirilmesini andı-nr bir şekilde ayılıp kendilerine geldikleri
bildirilmektedir. [147]
Yukanda da özetle
belirtildiği üzere, Hz. Mûsâ Mısır'a giderek burada Firavunlar yönetiminde
yüzyıllar boyu esir ve parya muamelesi gören İsrâiloğullan'nı kurtarmak
istemiş; ancak uzun tartışmalara ve mücadelelere rağmen Firavun'u ikna
edemeyince kavmini yanına alarak Mısır'dan kaçmış; İsrâiloğullan, bir mucize
eseri olarak yarılıp kendilerine yol açan Kızıldeniz'den geçerken, onları takip
eden Firavun ve onun güçleri, denizin tekrar eski halini almasıyla boğulup
gitmişlerdir. Bu suretle İsrâiloğullan'nı Sînâ'ya geçiren Hz. Mûsâ, Allah'ın
buyruğuna uyarak, şeriat hükümlerini öğrenmek ve Tevrat levhalarını almak üzere
Tûr'a gitmiş, kırk gün burada kalmıştır. Bu sırada Musa'ya vekâlet eden Hz. Harun'un
muhalefetine rağmen İsrâiloğullan Sâmirî denilen bir kuyumcunun icat ettiği
altın buzağı heykeline tapmaya başladılar. 54. âyette bu buzağıya tapma olayı
İsrâiloğullan'nın nefislerine zulmetmesi şeklinde değerlendirilmiştir.
Sözlükte zulüm
kelimesi "bir şeyi olması gerekenin dışına saptırma, adaletsizlik,
zorbalık, haksızlık, kötülük" gibi anlamlar ifade etmekte olup, terim
olarak genellikle "dinî ve ahlâkî kanunlarda belirlenmiş sınırları aşan;
adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine ters düşen davranışlar" için
kullanılır. Aynca hukuk ve ahlâk dilinde, çok genel bir ifade ile "haktan
bâtıla sapmak, rızâsına aykırı olarak birinin mülkü üzerinde tasarrufta
bulunmaya kalkışmak, haddi aşmak" gibi tanımların yapıldığı da görülür.
Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli isim ve fiil kalıplarıyla pek çok âyette geçen zulüm
kelimesi, biri itikad, diğeri ahlâk alanıyla ilgili olmak üzere iki ayrı
bağlamda kullanılır. İlk kullanıma göre zulüm kelimesi genellikle şirk, inkâr,
günahkârlık (fısk, fücur), itikadî ve amelî bakımdan Allah'ın koyduğu
kuralları, sınırları çiğneme, aşma (taaddî, israf) gibi kavramlarla yakın bir
anlam ifade eder. Buna göre "Şirk büyük bir zulümdür"[148]"Kâfirler
zalimlerin ta kendileridir. [149]
"Her kim Allah'ın koyduğu kuralları çiğnerse işte onlar zalimlerin ta
kendileridir"[150]
Kur'an'da ahlâkî
bağlamdaki kullanımına göre zulüm kelimesi hak, hürriyet, eşitlik gibi konulara
ilişkin olarak "haddi aşmak ve başkasının hakkını ihlâl etmek, başkasına
zarar vermek" anlamını ifade eder. Bu tanıma göre zulüm, "haksızlık
ve adaletsizlik" demek olup her şeyden önce Allah için düşünülmesi
imkânsız olan bir durumdur. Zira "Allah kullarına asla zulmedici değildir[151] Hiçbir
kimse O'ndan "kıl payı kadar bile haksızlık görmez" (Nisa 4/49). Şu
halde bu anlamıyla zulüm dinî sorumluluğu olan, akıl sahibi varlıklara özgü
bir tutum olup, Allah tarafından kesinlikle haram kılınmıştır. Aynca kişi, kime
karşı ve ne tür bir kötülük işlemiş olursa olsun, aslında Kur'ân-ı Kerîm'e göre
bu kötülüğü öncelikle kendi nefsine karşı işlemiştir. [152] Nitekim
konumuz olan kısmın 54. âyetinde de İsrâiloğulla-rı'nın, altın buzağıya taparak
şirke sapmak suretiyle inanç ve amel konusunda Allah'ın koyduğu sının
aşmaları, böylece bir kuralı çiğnemeleri sebebiyle onlara "Şüphesiz siz
buzağıyı (tann) edinmekle kendinize zulmettiniz" Duyurulmuştur.
A'râf süresindeki
bilgilere göre, Sînâ dağından dönen Musa'nın, bu ağır suçtan dolayı gösterdiği
çok sert tepkinin ardından yüce Allah, şükretmelerine (ıslah olup kendilerine
gelmelerine) bir fırsat vermek üzere onları bağışlamış; bu arada Hz. Mûsâ,
onlardan, altın buzağıyı tanrı edinerek Allah'a şirk koşmuş olmalarından
dolayı tövbe edip yaratanlarından af dilemelerini istemiş ve
"Nefislerinizi öldürün" demiştir. Bu son ifadeden neyin kastedildiği
hususunda kesin bilgi yoktur. Müfesstrlerin çoğunluğu bu ifadeyi
"Birbirinizi Öldürün" şeklinde anlamışlardır. Fakat Kur'an'da ve
sahih hadislerde bunu destekleyen bir kanıta rastlanmamaktadır. Buna karşılık
Tevrat'ın "Çıkış" bölümünde[153],
Tann'nın buzağıya tapanlara, cezalarını çekmek üzere, ellerine kılıçlarını
alarak birbirini öldürmelerini emrettiği, böylece baba-oğul demeden insanların
birbiriyle çarpıştığı ve neticede 3000 kişinin öldürüldüğü bildirilmektedir. Bu
ifade, genellikle peygamberlerini dinlememeyi alışkanlık haline getiren
İsrâiloğullan'nın, bu yüzden iç savaşa kadar varan toplumsal bir ihtilâfa
düşüp kan döktüklerine ve ancak Hz. Musa'nın gayretleriyle iç barışı sağladıklarına
işaret eder. M. Reşid Rızâ, makbul (nasûh) bir tövbenin, kötülükten vazgeçerek
pişman olup özür dilemekle, ibadet ve hayırlı amellere yönelmekle
gerçekleşebileceğini, bunun ise genellikle insan nefsine çok ağır geldiğini
ifade ederek, âyetteki nefsi öldürmekten böyle bir tövbenin kastedilmiş
olabileceğini düşünür. [154]
Mutasavvıflar ise "Nefislerinizi öldürün" buyruğunu, "Kötü
duygularınızı, bencil isteklerinizi yok ediniz" şeklinde ahlakî arınma
mânasında yorumlamışlardır. [155]
60. Mûsâ kavmi için su
istemiş, biz de ona, "Asanı taşa vur!" demiştik. Bunun üzerine taştan
on iki göze fışkırdı. Her topluluk kendi içeceği yeri bildi. "Allah'ın
rızkından yiyin için; yeryüzünde fitne fesat çıkarmayın" (dedik). 61. Hani
siz, "Ey Mûsâ! Biz bir tek yiyecekle dayanamayacağız. Bizim için rabbine
dua et de bize toprağın mahsullerinden; sebzelerinden, kabakgillerinden,
sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bitirsin" demiştiniz. Mûsâ ise,
"Daha iyiyi daha kötü ile değişmek mi istiyorsunuz? Şehre inin; istedikleriniz
orada var" dedi. Zillete, fakru zarurete mahkûm oldular; Allah'ın gazabına
uğradılar. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerinin, bu yaptıkları da isyan etmeleri ve haddi
aşmalarının sonucuydu. [156]
Tefsiri
60. Hz. Mûsâ
çölün kavurucu sıcaklığında susuzluk çeken kavmini suya kavuşturması için
Allah'a niyazda bulunmuş veya su aramaya başlamış yahut yağmur duası yapmıştı.
[157]
Allah'ın buyruğuna uyarak Kızıldeniz'i ikiye bölen ve kendilerine yol açan
mucizeli asasını bir kayaya vurunca kayanın on iki ayrı yerinden on iki kaynak
halinde sular fışkırmaya başladı. İsrâiloğullan, Hz. Ya'kub'un on iki oğlundan
gelen on iki oymağa (sıbt) ayrılmışa. Muhtemelen, su yüzünden aralarında bir
çatışma çıkmasın diye yüce Allah her oymak için ayrı busu kaynağı halketmiş
olup, âyete göre, ihtilâf ve karışıklığa mahai kalmayacak şekilde her oymağa
kendi pınarının hangisi olduğu bildirilmişti. [158]
61.
İsrailoğullan, aslında Hz. İbrahim'in torunları olup yüksek bir dinî-ahlâkî
kültür ve geleneğe sahip oldukları halde, yüzyıllar boyunca Mısır'da kaldıkları
için oranın putperest kültürüyle dejenere olmuş; orada ikinci sınıf insanlar
olarak muamele görmeleri sebebiyle günlük rahatlarından öte bir gaye
tanımayacak; iman, özgürlük, bağımsızlık gibi yüksek değerler uğruna
sıkıntılara katlanmayı göze alamayacak kadar bayağılaşmış, hatta korkak bir
toplum haline gelmişlerdi. Nitekim Hz. Mûsâ, "Allah içinizden peygamberler
çıkardı, sizi hükümdarlar yaptı, âlemlerde hiç kimseye vermediğini size
verdi" şeklindeki sözleriyle onlara millî değerlerini hatırlatıp kendilerine
vatan kılınan mukaddes topraklara doğru arkalannı dönmeden ilerlemelerini
emrettiği halde, onlar, o ülkede güçlü bir kavim bulunduğunu ifade ediyor ve
"Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla giremeyeceğiz.
Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız" diyorlardı. [159]
Halbuki eski yurtlan olan kutsal topraklara dönüp bağımsız ve onurlu bir
toplum olarak yaşamaları, böyle bir onura lâyık olmaları için de her şeyden
önce Allah'a ve O'nun elçisi, kendilerinin de rehberi ve kurtarıcısı olan Hz.
Musa'ya tam bir sadâkatle inanıp bağlanmaları, onun öğretisini benimseyip
hazmetmeleri, amaçlarını gerçekleştirme yolunda maddî sıkıntılara katlanmaları
gerekiyordu. Fakat onlar, hâlâ Mısır'da iken yaşadıkları sıradan hayatı
özlüyor, bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylüyor ve Musa'dan çeşitli
sebzeler İstiyorlardı. Oysa Musa'nın önlerine koyduğu İdeale göre bunlar son
derece bayağı isteklerdi; ayrıca çölde çok çeşitli yiyeceğe sahip olmasalar
da, yedikleri kudret helvası ve bıldırcın eti, kayadan fışkıran on iki çeşme
de sıradan yiyecek ve içecekler olmayıp Allah tarafından özel olarak
lutfedildiği için ayrı bir önem -ve belki de yüksek bir besin değeri-
taşımaktaydı. Bu sebeple Mûsâ onları, "Daha iyiyi daha kötü ile değişmek
mi istiyorsunuz" diyerek suçlamıştır.
Âyette
İsrâiloğullan'nın alçaklık ve acizlikle damgalanmalarına ve Allah'ın gazabına
uğramalarına sebep olarak gösterilen suçlardan bir kısmını onlar, Hz. Mûsâ'nm
döneminden birkaç kuşak sonra işlemişlerdir. Ancak, çöldeki yiyeceklere
katlanmak istememeleri olayı gibi Allah'ın âyetlerini İnkâr etmeleri, geçmişte,
haksız olduklarını bile bile peygamberlere karşı hasmane duygular besleyip İçlerinden
bazılarını öldürmeleri, isyankârlık yapmaları ve Allah'ın koyduğu sınm aşmaları
da konumuz olan âyetin inzalinden önceki dönemlerde olup bittiği için, burada
yeri gelmişken, çölde bayağı isteklerde bulunmaları yanında, daha sonra işledikleri
suçlara da işaret edilerek, hem müslümanlara hem de Hz. Peygamber dönemindeki
yahudilere bir hatırlatmada bulunulmakta; bir bakıma onların, atalarının
işlediği bu eski suçlan tekrar etmemeleri, basit dünya menfaatleri uğruna Hz.
Muhammed'e karşı düşmanlık duygulan besleyip ona gönderilen âyetleri İnkâr etmekten
sakmmalan istenmektedir.
Nebî (çoğulu enbiyâ)
Allah ile kullan arasında elçilik görevi yapan, O'nun buyruk ve yasaklannı
kullarına haber veren seçkin kullar için kullanılan dinî bir terimdir.
Türkçe'de nebî ve resul kelimeleri genellikle, "haber alan, haber getiren
ve götüren" anlamına gelen Farsça peygamber kelimesiyle ifade edilir.
İslâm bilginleri nebî kelimesinin kökü ve anlamı konusunda iki farklı görüş
ortaya koymuşlardır,
a) Bir
görüşe göre nebî, Arapça'da "yüce, ulu, şerefli" anlamına gelen nebve
veya nebâve kelimesinden türetilmiş olup, peygamberin mazhar olduğu nübüvvet
makamı, kaynağı ve sonuçlan itibariyle yücelik ve aşkınlık ifade ettiği için;
aynı şekilde peygamberliğin temelini oluşturan vahiy ve onun sonuçlan olan
bilgi ve haberler diğer bilgilere göre özel bir değer ve üstünlüğe sahip olduğu
için bu bilgileri getiren olağan üstü kabiliyetlerle donatılmış insana nebî
denilmiştir,
b) İkinci
görüşe göre nebî, Arapça'da "haber" anlamına gelen nebe' kelimesinden
türetilmiş olup peygamber Allah'tan gelen bilgi ve haberleri insanlara
duyurduğu için kendisine bu isim verilmiştir.
Bu görüş farkı sadece
kelimenin köküyle ilgili olup nebinin terim olarak tanımı konusunda ciddi bir
ihtilâf olduğu anlamına gelmez. Nitekim hemen bütün İslâm bilginleri nebinin,
"Allah'ın insanlar arasından seçtiği ve sıradan insanlardan farklı bazı
üstün kabiliyetlerle donattığı, ilâhî mesajları bir kavme, bir millete veya
bütün insanlara tebliğ etmek üzere görevlendirdiği kişi" anlamına
geldiğini belirtirler. Ayrıca nebî ile resul kelimelerinin aynı veya farklı
anlamlara geldiği hususunda da değişik görüşler ileri sürülmüştür.[160]
Bütün İslâm bilginleri
nübüvvetin, çalışmakla elde edilemeyen Allah vergisi (vehbî) bir mertebe
olduğunu kabul ederler. Bazı bilginler "Allah hikmeti dilediğine
verir"[161] mealindeki âyette gecen "hikmet"
kelimesini vahiy olarak açıklamış ve bu âyeti, nübüvvetin vehbî (Allah
vergisi) olduğuna deül olarak göstermişlerdir. İbrahim sûresinin 11. âyeti de
bu anlamda yorumlanmıştır. Ayrıca pek çok âyette peygamberlerin gönderilmesinden
"Biz,[162]elçi olarak
gönderdik" şeklinde söz edilmesi de peygamberliğin vehbî olduğunu
gösterir.
İslâm'da "İman
esasları" veya "imanın şartlan" denilen altı inanç ilkesinden
biri de peygamberlere İmandır. Bazı âlimler bu altı esası "usûl-i
selâse" (üç temel inanç esası) başlığıyla üçe indirerek bunları ilahiyat,
nübüvvet ve âhiret şeklinde sıralamışlar; bunun sonucu olarak, Allah'a iman
etse bile, peygamberliği inkâr eden bir kimsenin dinden çıkmış olacağı
görüşünde birleşmişlerdir.
İslâm bilginleri peygamberlerin,
onları diğer insanlardan farklı ve seçkin kılan başlıca beş temel
niteliklerinin bulunduğunu belirtirler. Bunlar sıdk (doğruluk ve dürüstlük),
emanet (güvenilirlik), ismet (günahsızlık), fetânet (zeki ve güçlü bir muhakeme
yeteneğine sahip olma), tebliğ (İlâhî mesajı eksiksiz bildirme, duyurma)
şeklinde tespit edilmiştir. Buna göre peygamberler, genel davranışlarında
olduğu gibi Allah'tan aldıkları bilgileri insanlara iletirken de daima doğruyu,
gerçeği bildirmişlerdir; güvenilir kişilerdir. Günah işlememişler; nadiren
işledikleri ve "zelle" denilen küçük yanılgıları vahiy yoluyla Allah
tarafından düzeltilmiştir.
Zeki oldukları ve
muhakeme yetenekleri güçlü olduğu için ilâhî öğretiyi en iyi ve doğru bir
şekilde kavramışlar ve ümmetlerine açıklamışlardır. Temel işlevleri ise
tebliğdir; yani onlar, Allah'tan vahiy yoluyla aldıkları bilgileri belirtilen
Ölçüler İçinde eksiksiz olarak ümmetlerine duyurmuşlardır. Ancak her konuda
olduğu gibi peygamberler konusunda da orta ve mâkul yolu gözeten İslâm dinî
onları, Hıristiyanlık'ta Hz. îsâ için yapılanın aksine, tanrılık mertebesine
çıkarmamış, Allah'ın seçkin elçileri ve kullan kabul etmiştir. [163]
Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde ifade Duyurulduğu üzere peygamberler,
tebliğ ettikleri ilâhî gerçeklere öncelikle kendileri inanmışlar; dînî, ahlâkî,
hukukî hükümleri en titiz bir şekilde kendi hayatlarına uygulamışlardır. Onlar,
tebliğ görevleri ve peygamberlik özellikleriyle ilgili olmayan yeme-içme, evlenme,
mal-mülk edinme, hastalanma, ölme gibi beşerî durumlar bakımından diğer
insanlardan farksız olup olağan üstü bir özellik taşımazlar, onlara bu tür
nitelikler atfetmek caiz değildir.[164]
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyette işaret buyurulduğu üzere insanlar, peygamberlerin
öğretilerinden ve irşadlanndan uzaklaştıkları dönemlerde bâtıl inançlara
sapmışlar; çeşitli ahlâkî bozukluklara müptelâ olmuşlar; mal-mülk, makam-mevki,
şehvet, şöhret gibi ihtiraslarını tatmin etmek için haksızlık, zulüm ve şiddete
yönelerek fitne ve fesat çıkarmışlar; birbirlerine en ağır kötülükleri reva görmüşler;
güçlüler zayıflan ezmiş; yine de Allah, engin merhametinin eseri olarak,
çeşitli devirlerde peygamberler göndermek suretiyle insanlığı bu tür
buhranlardan kurtarmış, onlara dünya ve âhirette mutlu olmalarının yollarını
göstermiş; son olarak bu şerefli görevi Hz. Muhammed'e yüklemiştir.
Çağımızda özellikle
Batı dünyasmda -Hıristiyanlığın boşluklannm da etkisiyle- önce peygambersiz
bir tanrı inancıyla (deizm) başlayan peygamberlik yolundan sapış, pozitivizm
ve Marksizm'le giderek tam bir dinsizlik ve tannsızhk inancına dönüşmüş; bunun
sonucunda yukanda belirtilen olumsuz gelişmeler yeniden ortaya çıkmış; çağın
teknik, ekonomik, iletişim vb. imkânlarından da güç alan bu olumsuz gelişme
insanlığın temel değerlerini, dünya ve âhiret mutluluğunu, hatta doğrudan
doğruya insanlığın varlığını ortadan kaldırma noktasına varan bir tehlike
halini almıştır. Bütün bunlar, peygamberlik kurumunun İnsanlık için ne kadar
önemli ve vazgeçilmez olduğunu göstermektedir. Ancak, eski devirlerde ilâhî
kitaplar kaybolduğu veya tahrif edildiği için yeni bir kutsal kitaba ve
dolayısıyla yeni bir peygambere ihtiyaç duyulurken, Hz. Muhammed'den sonra
böyle bir durum söz konusu olmadığı ve Kur'ân-ı Kerîm Allah tarafından geldiği
şekliyle ortada olduğu için yeni bir peygamber gelmesine de İhtiyaç
kalmamıştır. Bu sebeple Kur'ân ı Kerîm son kitap, Hz. Muhammed de son
peygamberdir. Nitekim Kur'an'da o, "hâtemü'n-nebıyyîn"
(peygamberlerin sonuncusu) olarak tanıtılmış-tu. [165]
Kur'ân-i Kerîm'e göre
ilk insan (Hz. Âdem) aynı zamanda ilk peygamberdir. Ondan sonra ne kadar
peygamber gelip geçtiğine dair bilgi yoktur. Kur'an'da adı anılan ve haklarında
bilgi verilen yirmi sekiz peygamber şunlardır: Âdem, İdrîs, Nuh, Hûd, Salih,
İbrahim, İsmail, İshak, Lût, Ya'kub, Yûsuf, Eyyûb, Zülkifl, Şu-ayb, Mûsâ,
Hârûn, İlyas, Elyesa', Yûnus, Dâvûd, Süleyman, Lokman, Üzeyir, Zülkarneyn,
Zekeriyyâ, Yahya, îsâ, Muhammed (ancak bunlardan Lokman, Zülkar-neyn ve
Üzeyir'in peygamber veya velî oldukları hususunda İhtilâf vardır). [166]
Meali
62. Şüphesiz, iman
edenler; yahudilerden, hıristiyanlardan ve Sabi-îler'den de Allah'a ve âhiret
gününe inanıp sâlih amel işleyenler için rahlen katında mükâfatlar vardır.
Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler. [167]
Tefsiri
62. Bundan
önceki âyetlerde yahudilerin tarihte Allah'ın hükümlerini çiğneyip pek çok
kötülük işlediklerine işaret edildikten sonra bu âyette de müslüman-larla
birlikte Ehl-i kitabın imanları doğru, işleri düzgün olanlarından söz edilmekte,
onlara müjdeler verilmektedir. Burada dört dinî topluluktan söz edildiği görülmektedir:
1. Müslümanlar. "İman
edenler"den maksat müslümanlardır. Haricîler ve Mu'tezile dışındaki bütün
İslâm mezhepleri, amelî bakımdan kusurları, günahları ne kadar çok olursa olsun,
iman esaslarına içtenlikle inanan bütün müslümanların, amelî durumlarına göre,
doğrudan veya bir süre cehennemde kaldıktan sonra mutlaka cennete
gireceklerini kabul ederler. Haricîlerle Mu'tezile âlimleri ise büyük
günahlardan birini veya birkaçını işleyip de tövbe etmeden ölenlerin cehennemde
ebedî olarak kalacaklarını savunmuşlardır.
2. Yahudiler. Hz. Musa'nın tebliğ ettiği
ilâhî dinin mensupları bu isimle anılırlar. Yahudi kelimesi, Hz. Ya'kub'un on
iki oğlundan dördüncüsü olan Yahu-da'dan gelmektedir. Önceleri bir şahıs ismi
olan bu kelime, daha sonra Yahuda sıptına (soy) mensup olanlar İçin
kullanılmış; bu kabilenin yerleştiği bölgeye de ad olmuştur. Bâbil esareti[168] sonrasında ise İsrail (Ya'kub) nesli
yahudi-ler diye anılmaya, Hz, Musa'nın tebliğ ettiği ilâhî dine de Yahudilik
denmeye başlanmıştır. Yahudilik millî bir din olduğu için yahudiler ismi, bu
dinin mensuplarının millî isimleri olan İbrânîler ve İsrâiloğullan isimleriyle
aynı topluluğu ifade eder. Günümüzde, dünyanın çeşitli bölgelerinde 15-20
milyon civarında yahudi nüfusu bulunmaktadır.
3. Hıristiyanlar.
Hz. îsâ'nm tebliğ ettiği ilâhî dinin mensuplarına verilen isimdir. İslâmî
kaynaklara göre îsâ'nm doğduğu köyün ismi olan Nâsira'dan dolayı nasrânî
(çoğulu nasârâ) olarak adlandırılmışlardır. [169]Hıristiyan
(Christian) kelimesi, Hz. îsâ'nın kutsal ve kurtarıcı niteliğini ifade eden
Me-sîh kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı olan clırist (Grekçe aslı:
christos) kelimesinden gelmekte olup İbrânîce'de genellikle "Mesîh'e
saygı gösteren" anlamında kullanılır. Kelime ilk defa 44 yılında bu dini
kabul eden Antakyalılar için kullanılmış, daha sonra giderek bu dinin her
mezhepten bağlılarını ifade etmiştir. Hz. isa'nın tebliğ ettiği dine ise
Hıristiyanlık (Christianisme) denilmiştir. Bugün yeryüzünde, birbirinden derin
çizgilerle ayrılmış olan çeşitli mezheplere bağlı 1,5 milyarın üstünde
hıristiyan yaşamaktadır.
4, Sâbiîler.
Sâbiî kelimesinin aslı, Arâmîce'nin Mandence lehçesindeki "sb"1 kökü
olup bu kök, "vaftiz olmak, suya dalmak, yıkanmak" anlamına gelmektedir.
Bu kelime aynı zamanda Sâbiîler'in en belirgin özelliği olan akarsuya dalıp
çıkmak suretiyle vaftiz olmayı ifade etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de üç yerde
müs-lümanlar, yahudiler ve hıristiyanlarla birlikte Sâbiîler de anılmakta[170]; bu
âyetlerden, yahudiler ve hıristiyanlar gibi Sâbiîler'in de aslı itibariyle bir
hak dine mensup oldukları anlaşılmaktadır. Bununla birlikte onların tarihleri
ve inançları hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. İlk dönem İslâm
kaynaklarındaki malûmata göre Sâbiîler monoteist bir inanç taşıyorlardı;
Sâbiîlik de Yahudilik, Hıristiyanlık ve Mecusîlik arası bir yapıya sahipti.
Mensupları Irak'ta yaşıyorlardı. Halife Me'mun sonrası kaynaklarda ise
Kıtr'an'da sözü edilen, Güney Mezopotamya'da yaşayan bu Sâbiîler'le Harran'da
yaşayan ve yıl-dızperest olan Sâbiîler birbirine kanştınlmıştrr. Kur'an'da
anılan Sâbiîler, günümüzde Bağdat ve Basra'da yaşayan, Ginzia isimli bir
kutsal kitapları bulunan ve kendilerini Mandenler (bilenler) veya Nasuralar
(dinî yükümlülükleri gözetenler) olarak adlandırılan toplulukla tamamen
uyuşmaktadır. Bu topluluk yıldızlara tapmadığı gibi tapanları da lânetlemekte,
putperestliği de yasaklamaktadırlar. Günümüzde, üçte ikisi Irak ve İran
sınırlan içinde olmak üzere dünyada 60-70 bin civarında Sâbiî bulunduğu tahmin
edilmektedir. [171]
Önceki âyetlerde
İsrâiloğullan çeşitli yanlış inanç ve tutumlarından dolayı eleştirilip
kınanmış; fakat âdeta "İsrail milletinden oldukları için mi böyle kınanıyorlar?"
gibi bir kuşkuyu bertaraf etmek için de sadece "isyan edip haddi aşmaları"
sebebiyle böyle bir eleştiriye mâruz kaldıkları özellikle belirtilmiş; 62.
âyette ise hiçbir ayınm gözetmeden yahudiler diğer Ehl-İ kitap gruplarıyla
birlikte zikredilerek, bunlar arasında Allah'a ve âhiret gününe inanıp hayırlı
İşler yapanların kurtuluşa erecekleri ifade buyurulmuştur. [172]
Klasik tefsirlere göre
bu âyette zikredilen İslâmiyet dışındaki dinlerin mensupları, Hz. Muhammed'e
ve Kur'an'a inanıp "İslâm milleti"ne girmedikçe iman etmiş
sayılmayacaklar, bu sebeple de âyette ifade buyurulan âhiret ecrine ve güvenliğine
nail olamayacaklar, yani ebedî olarak cehennemde kalacaklardır. [173] Ancak
bazı çağdaş müfessirler, yahudiler ve hıristiyanlarla Sâbiîler'in, kurtuluşa
erebilmeleri için İslâm ümmetine dahil olmaları gerektiği şeklinde bir şartın
âyetin metninde yer almadığını; sadece,
a) şirkten
uzak olarak Allah'a iman etmek,
b) âhket
gününe inanmak,
c) sâlih
amel işlemek şeklinde üç temel şart ortaya konduğunu dikkate alarak bu üç şartı
yerine getiren diğer din mensuplarının da cennete girebileceklerini
savunmuşlardır. [174] Nisa
sûresinin 123-124. âyetleri de bu görüşü destekler mahiyettedir. İfadeleri net
olmamakla beraber Mevdûdî'nin de bu görüşü paylaştığı anlaşılmaktadır. [175]
Gazzâlî dinde
hoşgörünün önemi üzerine yazdığı Faysala't-îefrika beyne'l-İslâm ve'z-zendeka
isimli eserinde [176] bu
husustaki görüşünü şöyle özetlemiştir: "Derim ki, Allah'ın rahmeti eski
ümmetlerden birçoğunu da kapsar... Hatta ben, zamanımızdaki Rum ve Türk asıllı
hıristi-yanlann çoğunun yani Rum ve Türk ülkelerinin uzak bölgelerinde bulunup
kendilerine davet ulaşmamış olanların da inşallah rahmetten nasiplerini
alacaklarını söylüyorum. Bunlar (Ehl-i kitap) genellikle üç sınıftır: İlk
sınıfa Muhammed ismi hiç ulaşmamıştır; bunlar mazurdurlar. İkinci kesim, onun
ismi, nitelikleri ve mucizelerinin ulaştığı, İslâm ülkelerine komşu yörelerde
veya müslümanlarla iç içe yaşayan zümrelerdir. Bunlar kâfir ve mülhiddirler.
Üçüncü kesim İse bu ikisi arasında bir durumda bulunanlar yani Muhammed ismini
duymuş olmakla birlikte özellikleri hakkında doğru bilgi edinememiş; aksine
çocukluğundan itibaren, 'Muhammed isimli yalancı ve sahtekâr birinin,
peygamber olduğunu iddia ettiği..,' şeklinde yanlış bilgilere sahip olarak
yetişmiş kimselerdir. Bana göre bunların durumları da ilk sınıfa girenlerin
durumu gibidir," Gazzâlî'ye göre yalnızca Hz. Mu-hammed ve daveti hakkında
doğru bilgilere sahip oldukları halde inkârda ısrar edenler kâfir olup ebedî
olarak cehennemde kalacaklardır ki, bunlar azınlığı oluşturur. Bir dine
(millet) mensup olup da Allah'a ve âhirete inanan, kendisini dünya
ihtiraslarına kaptırmayan kimse, kulağına böyle bir bilgi geldiğinde onun
aslını araştırması gerekir. Böyle bir araştırmaya girişmekle birlikte ölüm gibi
bir engelden dolayı sonuçlandıramayanlar da affedilecek ve Allah'ın geniş
rahmetine nail olacaklardır. Gazzâlî bize şu öğüdü de verir: "Yüce
Allah'ın rahmetim geniş tut; ilâhî işleri dar ve resmî ölçülere göre
ölçme!" [177]
Uhrevî kurtuluş
konusunda Kur'ân-ı Kerîm'in ısrarla üzerinde durup vazgeçilmez gördüğü
şartlar, Allah'ın varlık ve birliği ile âhirete inanmak, Hz. Muham-med'in
peygamberliğini ve öğretisini tanımak, Allah'ın razı olduğu güzel işler
yapmaktır. [178] Geçmişteki
peygamberlerin tebliğ ettiği bütün ilâhî dinler gibi İslâmiyet'in de özü budur.
Son Peygamber'e, kabul edilebilir bir mazeret sebebiyle iman edememiş
olanların, Gazzâlî'nin önerdiği geniş bakışla mümin sayılıp cennete gireceği
ümit edilebilir. 1960'lı yıllarda gerçekleştirilen II. Vatikan Konsİli belgelerinde
İslâmiyet'le ilgili resmî Katolik tavrının -yeterli olmamakla birlikte- önemli
ölçüde yumuşadığı, müslümanlarrn Allah ve âhiret inancıyla ibadet ve ahlâka
dair anlayış ve uygulamalarından övgüyle söz edildiği görülmektedir. Bu durum,
hıristiyaıı dünyasının İslâmiyet hakkında daha samimi ve sağlıklı bir yaklaşım
geliştirmeye yöneldiği şeklinde değerlendirilebilir. Bu noktada konumuz olan
âyetin çok açık ve net ifadelerle uhrevî kurtuluşun kapsamına getirdiği
genişliği bir defa daha hatırlamakta yarar vardır:
"Şüphesiz, iman
edenler; yahudİlerden, hıristiyanlardan ve Sâbiîler'den de Allah'a ve âhiret
gününe İnanıp sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır.
Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler." [179]
Meali
63. Hatırlayın ki,
sizden sağlam bir söz almış, üzerinize de dağı kaldırmıştık. "Size
verdiğimizi kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın; umulur ki
korunursunuz" (demiştik).
64, Bundan sonra yine
döndünüz. Eğer Allah'ın keremi ve rahmeti üzerinizde olmasaydı muhakkak zarara
uğrayanlardan olurdunuz. [180]
Tefsiri
63-64. Hz.
Peygamber dönemindeki yahudiler, Allah'ın İsrâiloğullan'ndan hangi konuda ne
tür bir söz aldığını bildikleri için âyette bu hususta bilgi vermeye gerek
görülmemiştir.[181]
Âyette
îsrâiloğulları'mn üstüne kaldırıldığı bildirilen Tûr'dan maksat Sînâ'da Musa'ya
vahyin geldiği dağ veya herhangi bir başka dağ olabilir. [182] Hz.
Mûsâ Tûr'dan Tevrat levhalarını alarak halkına döndüğünde, onlara, kurtuluşa
erebilmeleri için Tevrat'ı alıp ona sarılmalarını emretmiştir. Bu konuyla
ilgili olarak tefsirlerde yer alan rivayetlerden birine göre İsrâiloğullan
Musa'nın bu talebine karşılık, "Allah, sana konuştuğu gibi bize de
konuşmadıkça bu dediğini yapmayız!" cevabını verince aniden bayılıp yere
yığılmışlar; fakat ayıldıklannda yine direnmişler; nihayet Allah'ın emriyle
melekler Filistin'deki bir dağı yerinden kopararak, Musa'nın buyruğunu
tutmaları için bir tehdit unsuru olarak, büyük bir bulut gibi yahudilerin
üstünde askıda tutmuşlar; daha başka tehditlerle de sıkıştırılan yahudiler
ancak bu zorlamalarla inatlarından vazgeçip gerekeni yapmışlardır.
İsrâiloğullan'nı ıslah amacı taşıyan bu olayın bir mucize olduğu anlaşılmakla
birlikte mahiyeti hakkında tefsirlerde yer alan bilgilerin hangi kaynağa
dayandırıldığı bilinmemektedir. Mevcut Tevrat nüshalarında ise bu konuda net
bir bilgi yoktur. Sadece Çıkış kitabında [183]
Sînâ dağının tüttüğünden, dağın dumanından ve titrediğinden söz edilmektedir.
Kur'an Hz. Peygamber dönemindeki yahudilere böyle bir olayı hatırlattığına
göre, gerçek Tevrat nüshalarında bulunan bilgilerin sonradan Tevrat
nüshasından düştüğü veya belirtilen şekle sokulduğu, sözlü kültürde ise
Kur'an'da anlatılan şekliyle devam ettiği düşünülebilir. Nitekim Talmud'da [184]
"O kutsal varlık, dağı büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırdı ve
Tevrat'ı kabul ederseniz iyi otur, yoksa burası mezarınız olacaktır'
dedi" şeklinde bir ibare yer almaktadır.
Reşîd Rızâ'nın
kaydettiğine göre Muhammed Abduh, bu hadisenin İsrâilo-ğııllan'nı tehdit amacı
taşımadığını, çünkü tehdit ve baskıyla inandırmanın, yükümlülük ilkelerine
aykırı olduğunu İfade etmiş; A'râf sûresinin 71. âyetİndeki İfade şeklini de
hatırlatarak hadisenin bir tür deprem olabileceğine dikkat çekmiş; her
halükârda olayın tehdit ve zorlamadan ziyade, insanların imanlarını güçlendirip
şuur ve vicdanlarını harekete geçiren bir mucize karakteri taşıdığına işaret etmiştir.
[185] Esasen
âyetteki "... Sizden sağlam bir söz almış, üzerinize de dağı
kaldırmıştık" şeklinde geçen söz dizilişinden, önce söz alındığı, sonra
dağın kaldırıldığı, dolayısıyla dağı kaldırmanın söz almada bir tehdit unsuru
olarak kullanılmadığı anlaşılmaktadır.
İsrâiloğullan bu
gelişmeler karşısında bir süre Tevrat'ın hükümlerine uymuş-larsa da, 64. âyetin
ifade ettiğine göre tekrar İtaat etmekten vazgeçerek ağır bir cezayı hak
etmişler; ancak Allah'ın lütuf ve merhameti sayesinde bir felâkete uğramaktan
kurtulmuşlardır. [186]
Meali
65. İçinizden
cumartesi günü hakkındaki hükmü çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Bu yüzden
onlara, "Aşağılık maymunlar olun!" demiştik.
66. Biz bunu, hem
çağdaşlarına hem de sonradan gelenlere ibret veren bir ceza, mütta-kiler için
de bir öğüt kıldık. [187]
Tefsiri
65-66.
Cumartesi anlamındaki "sebt" kelimesi, İbrânîce'deki
"şabbat" kelimesinin Arapçalaşmış şeklidir. Bu son kelime ise
"ara vermek, dinlenmek" anlamındaki "şabaf'tan gelmektedir.
Yahudi inancına göre Tann altı günde yaratılışı tamamlamış, yedinci gün olan
cumartesi ise istirahata çekilmiştir. [188]
Tesniye'de ise (5/15), cumartesi günü dinlenmenin sebebi olarak Mısır'dan çıkış
gösterilir. Hz. Mûsâ Tur dağında iken Allah ona, kendisiyle İsrâiloğullan
arasında "nesiller boyu sürecek bir alâmet" olmak üzere, cumartesi
(sebt) gününü kutsal tatil günü olarak ayırdığını bildirmiş, bu günde
çalışmalarını kesin olarak yasaklamış ve bu yasağın ebedî olarak uygulanmasına
hükmetmiştir. Hatta "on emir"den biri de cumartesi günü çalışma yasağıdır.[189]
Ahd-i Atîk'te
İsrâiloğullan'na cumartesi günü yapmaları yasaklanan işler şunlardır: Yemek pişirmek,
besin toplamak, ekip biçmek, ateş yakmak, odun toplamak ve yük taşımak [190] Talmud'da
bunlara daha başka yasaklar da eklenmiştir. Fakat Kitâb-ı Mukaddes'te bazı
yahudilerin bu yasaklara uymadıkları belirtilmektedir. [191]
İşte 65. âyette
bildirildiğine göre bu yasaklan ihlâl eden yahudilere Allah Teâlâ,
"Aşağılık maymunlar olun!" demiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu son
ifadenin fiziksel bir dönüşmeye mi, yoksa ahlâkî ve manevî bir değişim ve
bozulmaya mı işaret ettiği hususunda açıklama yoktur. Müfessirlerin çoğunluğu,
bu buyruk üzerine cumartesi yasağını çiğneyenlerin bedenlerinin maymunlar
haline dönüştüğünü (mesh) savunurken, tabiîn miifessirlerinden Mücâhid,
"Onların kalpleri değişti; (yoksa bedenî olarak) maymunlara
dönüşmediler" demiş ve Cum'a süresindeki gibi (62/5) buradaki
"Aşağılık maymunlar olun!" ifadesinin de temsilî bir ifade olduğunu
belirtmiş olup[192],
bazı çağdaş tefsirlerde de bu görüşe meyledildiği görülmektedir. [193] Böylece
ilâhî hükümleri çiğneyen İsrâiloğullan, Allah tarafından fiziksel veya ruhsal
olarak, ahlâkî tutum ve davranışları itibariyle maymun haline getirilerek,
çağdaşları için Allah'ın hükümlerine baş kaldıranların ne hallere düştüğünü
gösteren korkunç bir örnek, takva sahipleri için de ders alınması gereken bir
İbret olmuşlardır. [194]
Meâli
67. Bir zaman Mûsâ
kavmine, "Allah size bir inek kesmenizi emrediyor" demiş; onlar da
'*Bizimle alay mı ediyorsun!" demişlerdi. Mûsâ, "Cahillerden olmaktan
Allah'a sığınırım!" dedi.
68. "Bizim
adımıza rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın" dediler. Mûsâ
dedi ki: "Allah şöyle buyuruyor: 'O, yaşlı da değil düve de değil;
ikisinin arası bir inek olacak.' Haydi size emredileni yapın."
69. "Bizim için
rabbine dua et de renginin nasıl olacağını bize açıklasın" dediler. Mûsâ,
"O buyuruyor ki: Rengi parlak sarı, bakanların içini açan bir inek
olacak" dedi.
70. Yine, "Bizim
için rabbine dua et de onun nasıl bir şey olduğunu bize iyice açıklasın; çünkü
bu sığır bize ayırt edilemez geldi; inşallah doğrusunu buluruz" dediler.
71. Mûsâ, "Rabbim
şöyle buyuruyor, dedi: O, henüz boyunduruk altına alınıp yer sürmemiş, ekin
su-lamamış, serbest dolaşan ve alacası bulunmayan bir inektir." "İşte
şimdi doğrusunu anlattın" dediler ve ineği (bulup) kestiler, ama az daha
(bunu) yapmayacaklardı.
72. Hani siz bir adam
öldürmüştünüz de bu hususta birbirinize düşmüştünüz. Halbuki Allah
sakladığınızı ortaya çıkaracaktı.
73. Sonra "(kesilen
ineğin) bir parçasıyla ölüye vurun" dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir
ve belki akıllanırsınız diye size âyetlerini gösterir.
74. Bundan sonra
kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır.
Taşın öylesi vardır ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de vardır ki, çatlayıp
bağrından su fışkırır; bazı taşlar da vardır ki, Allah korkusuyla yerinden
düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir. [195]
Tefsiri
67-73. Bu
âyetlerde İsrail tarihine ilişkin olaylardan bir sahne anlatılmaktadır.
Burada, Hz. Peygamber dönemindeki yahudilerce bilindiği için, söz konusu ineğin
kesilmesini gerektiren olayın ayrıntısı hakkında bilgi verilmemiş, sadece 72.
âyette bir adam öldürme olayından söz edilmiştir. Muhtemelen Hz. Peygamber
dönemindeki yahudiler ya ellerinde Tevrat'ın sıhhatli bir nüshası bulunduğu
için veya sözlü kültür olarak kendilerine ulaşan bilgiler sayesinde bu olayın
detayı hakkında malumata sahiplerdi. Bazı sahâbîler de onlardan edindikleri
bilgilerle olayın teferruatı hakkında açıklamalar yapmışlardır. Abdullah b.
Abbas, Ubeyde b. Sâmit, Ebü'l-Âliye gibi sahâbîler ve diğer bazı ilk dönem
müfessirlerinin verdiği birbirine yakın bilgilere göre hayli zengin ve yaşlı
bir yahudi, mirasına ve kan bedeline göz diken yeğeni tarafından Öldürülüp bir
yere atılmış, cinayet bir masumun üstüne yıkılmak istenmişti. Katilin
bulunamaması yüzünden toplumda neredeyse silâhlı mücadeleye kadar varacak bir
gerginlik doğdu ve olay Musa'ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması
istendi. O da Allah'tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve
bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin
yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı. [196] Böylece
bir mucize olarak ölünün dirilmesiyle bir yandan adalet yerini bulup ihtilâf
ortadan kalkarken bir yandan da yüce Allah'ın ölüleri diriltmeye muktedir
olduğu gösterilmişti.
67. Ayette kendilerine
bir inek kesmeleri emiedildiğinde İsrâiloğullan'nın, "Bizimle alay mı
ediyorsun?" diyerek hayret ettikleri bildiriliyor. Muhtemelen bu, onların
sığıra bir kutsallık atfetmelerinden ve onu kesmek istememelerinden ileri
geliyordu [197] Bilindiği gibi
İsrâiloğullan uzun yıllar Mısır'da kalmışlardı. Mısır kültüründe sığıra
kutsallık atfedilmekteydi. Öyle anlaşılıyor ki onlar dâ Mısır'daki bu bâül
inançtan etkilenmişlerdi. Nitekim Hz. Mûsâ Sînâ dağında bulunduğu sırada da
kavmi Sânıirî'nin yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya kalkışmışlardı. [198] Konumuz
olan âyetlerde, İsrâiloğullan'nın, kesmeleri gereken sığır hakkında bir sürü
sorular sormaları onu kesmek istememelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim 71.
âyetin sonunda "Az daha yapmayacaklardı" şeklindeki açıklama da
istemeye istemeye kestiklerini göstermektedir. Tevhid dininde Allah'tan başka
hiçbir şeye tapmak mümkün değildir. Bu sebeple Allah onlardan bir inek
kesmelerini istemekle dolaylı olarak onun kutsal olduğu inancını da yıkmak
istemiştir.[199]
Yüce Allah
İsrâiloğullan'na başlangıçta herhangi bir nitelik belirtmeden mutlak olarak bir
inek kesmelerini emretmiştir. Allah'ın emrine sorgusuz sualsiz itaat etmek
gerektiği halde onlar, bu buyruğu önce garip karşılamışlar, sonra da kesilecek
hayvanın nitelikleri hakkında ardarda sorular sorarak işlerini güçleştirmişlerdir.
Burada, insanlann din konusunda fazla soru sormalannın kendileri için yararlı
ve uygun olmadığına, soruların teferruatı arttıracağına ve işleri güçleştireceğine
de bir işaret vardır. Nitekim Mâide sûresinin 101. âyetinde "Ey iman edenler!
Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın"
buyu-mlmuştur. Hz. Peygamber de din konusunda çok soru sormanın doğru olmadığını
ifade buyurmuşlardır.[200]
74. Yukarıda
anılan mucizenin gerçekleşip katilin bulunmasıyla sulh ve sükûnun geri
gelmesinden sonra İsrâiloğullan'nın kalplerinin yine katılaştığı bildirilmektedir.
Onların çölde geçirdikleri kırk yıl boyunca pek çok defa bu şekilde ters tutum
ve davranışlar sergiledikleri, Musa'ya karşı gelip onunla çekiştikleri ve bu
yüzden türlü şekillerde cezalandırıldıkları hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de olduğu
gibi Kitâb-i Mukaddes'te de pek çok açıklama ve tenkitler bulunmaktadır:
"Ve Rab Musa'ya dedi: Ne vakte kadar bu kavim beni hor görecek!"[201];
"Ve Mûsâ ve Hârûn kavmi kayanın önünde topladılar. Ve (Mûsâ) onlara dedi:
Ey Âsiler! Şimdi dinleyin..." [202]
Kur'ân-ı Kerîm'de kalp
kelimesi, bilinen anlamı yanında, İnsanın düşünüp taşınarak bilgi üretme, varlığın
hakikatini kavrama, iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırma gibi
zihinsel faaliyetler gösteren melekesini yani aklı da ifade eder.[203] Konumuz
olan âyette İsrâiloğullan'nm nice ibretli olayların ardından ısrarla yine
düşüncesiz, anlayışsız, bencil ve hoyrat kişiler haline geldikleri; taşlar bile
genel planda Allah'ın kanunlarına uyup bereketli ve yararlı olabilirken,
onların ilâhî buyruklar karşısında duyarsız kalıp isyan ettikleri, böylece
hayırsız ve bereketsiz bîr hayata saptıkları anlatılmaktadır. [204]
Meali
75. Şimdi (ey
müminler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir zümre,
Allah'ın kelâmını işitirler; sonra o kelâmı iyice anlamış olmalarına rağmen
yine de bile bile onu tahrif ederlerdi.
76. Onlar inananlarla
karşılaştıklarında "İman ettik" derler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında
ise, "Allah'ın size açtıklarım (Tevrat'taki bilgileri) rabbiniz katında sizin
aleyhinizde delil getirsinler diye mi onlara anlatıyorsunuz; bunları düşünemiyor
musunuz!" derler.
77. Onlar bilmezler mi
ki, gizlediklerini de açığa vurduklarını da Allah bilmektedir!
78. İçlerinde birtakım
ümmîler vardır ki, kitabı bilmezler; bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir.
Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar. [205]
Tefsiri
75. Bundan
önceki âyetlerde eski yahudiler hakkında bilgi verilmişti. Burada ise Hz.
Peygamber'in dönemindeki yahudilerin İslâm ve müslümanlar karşısındaki
tutumları anlatılmaktadır.
Özellikle Medineli
müslümanlar, uzun zaman yahudilerle iç içe yaşadıkları için onların dinleri ve
kutsal kitapları hakkında geniş bilgi sahibi olmuşlardı. Buna göre yahudiler,
inançları ve şeriatları İslâm'a hayli yakın olan bir ümmetti; Allah'ın
birliği, peygamberlik ve âhiret günü gibi iman esaslarına inanıyorlardı; ye-nİ
bir peygamberin geleceğinden de söz ediyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm de temel dinî
konularda Tevrat'la çelişmek şöyle dursun, -çeşitli âyetlerdeki kendi ifadesiyle-
"onların elindeki kutsal kitabı tasdik edici olarak" gelmişti. [206] Bu
durumda onlardan, Hz. Muhammed'in nübüvvetini kabul etmeleri beklenirdi ve
müslümanlarm böyle bir beklenti içinde olmaları normaldi. Ancak yahudiler,
dinî olmaktan ziyade dünyevî ve siyasî sebeplerle bu beklentileri boşa
çıkardılar. Esasen daha önceki âyetlerde eski yahudilerin, dinleri ve
peygamberleri karşısındaki olumsuz tutumlarına ilişkin bilgiler de gösteriyor
ki onlar, ilâhî gerçeklere ve bu gerçekler ışığında hidayete ulaşma düşüncesinden
çok, ırkçı bir gurur anlayışına ve dünyevî menfaatlere Önem verecek, dini de bu
ırkçılık ve çıkarcılığın aracı olarak kullanacak kadar yozlaşmış bir toplum
haline gelmişlerdi.
Âyette bilhassa
yahudilerden bir grubun (din bilginlerinin) "kelâmullâh"ı yani
kutsal kitabın sözlerini işitip iyice kavradıktan sonra onu bile bile, kasıtlı
olarak tahrif ettikleri belirtilmektedir. Sözlükte tahrif "bir sözün veya
metnin lafzını ya da mânasını değiştirip bozma" anlamına gelir. Burada
lafzın mı, mânanın mı kastedildiği konusunda farklı açıklamalar vardır.
Tefsirlerde çoğunlukla buradaki tahriften yahudilerin asıl Tevrat nüshasının
metnini ve lafzını değiştirip bozmalarının kastedildiği ifade edilmektedir. [207]
Ancak Abdullah b. Abbas'ın buradaki tahrifi, "Tevrat'ın lafzı aynen
kaldığı halde yorumunun saptırılması" şeklinde açıkladığı rivayet edilir. [208] Taberî
de tahrifi bu anlamda açıklamıştır. [209] Tefsirlerde
yahudilerin bilhassa, Tevrat'ta Hz. Muhammed'in peygamberliği ile ilgili
haberler ile recim gibi bazı hukukî hükümlere ilişkin âyetleri tahrif ettikleri
belirtilmektedir. Bu suretle kendi kutsal kitaplarını bile tahrif edecek kadar
yoldan çıkmış olan yahudilerin, dinlerini terkederek İslâm Peygamberi'ni
tanımalarını ve onun getirdiklerine inanmalarını beklemek aşın iyimserlik
olurdu.
Âyette dolaylı olarak
Allah'ın kelâmım asıl maksadının dışına çıkarılacak şekilde yanlış yorumlayıp
tahrif etmenin büyük bir suç olduğuna işaret eden genel bir uyarı anlamı da
vardır. [210]
76-77. Hz.
Peygamber dönemindeki yahudilerin ikiyüzlü tutumlarının anlatıldığı âyetlerde
bu karakterdeki bir topluluktan, içtenlikle iman edip müslümanla-ra
katılmalarının beklenemeyeceğine işaret edilmektedir. Tefsirlerdeki çeşitli
rivayetlere göre bazı yahudiler müslümanlarla karşılaştıklarında kendilerinin
de iman ettiklerini söyler ve Hz. Muhammed'in peygamberliği, atalarının isyanları
sebebiyle çektikleri cezalar ve hakaretle anılmaları gibi konulara ilişkin
olarak Tevrat'ta yer alan açıklamalar hususunda miislümanlara bilgi
verirlerdi. Daha sonra bunlar, bir araya geldikleri diğer yahudiler, özellikle
de din adanılan tarafından bu tutumları sebebiyle eleştirilirler; bu
yaptıklarının akıllıca bir iş olmadığı, çünkü miislümanlara verdikleri bu tür
bilgilerin yeri geldiğinde (veya âhirette) kendilerinin aleyhinde
kullanılabileceği hatırlatılarak uyarılırlardı. Halbuki Allah onların sakladıklarını
da açıkladıklarını da biliyordu ve İsrâiloğullan'nın tarihine ilişkin olarak
Kur'an'da muhtelif sûrelerinde yer alan geniş pasajlardaki bilgilerle miislümanlara
da bildiriyordu. [211]
78. Burada
bazı yahudilerin kendi dinleri ve kutsal kitapları konusunda son derece
bilgisiz olduklarına, din adına bildiklerinin kuruntu ve zandan ibaret bulunduğuna
işaret edilmektedir.[212]
Meali
79. Elleriyle kitap
yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için "Bu Allah'ın
katandandır" diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıkları yüzünden vay
haline onların! Ve yapıp ettikleri yüzünden vay haline onların! 80.
"Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacak" dediler. De ki:
"{Bu hususta) Allah'tan söz mü aldınız; -öyleyse Allah sözünden
dönmeyecektir-yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
81. Hayır! Kim bir
kötülük işler de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte bu kimseler
cehennemliktirler; onlar orada ebedî olarak kalırlar. 82. İman edip hayırlı işler
yapanlara gelince, onlar da cennetliktirler; onlar orada ebedî kalacaklardır. [213]
Tefsiri
79. Burada
yahudi bilginlerinin, çeşitli dinî konularda birtakım kitaplar yazarak
bunların Allah katından gelmiş dinî gerçekleri içerdiğini ileri sürdükleri ve
yukarıda sözü edilen cahil halka önemsiz bir bedelle sattıkları
bildirilmektedir. Yahudi bilginleri bu tutumlarıyla, halkı din konusunda
bilgilendirme amacı taşımadıklarım ortaya koydukları, aksine kendi sözlerini
ve yorumlarını Allah kelâmı gibi gösterip böylece kişisel görüşlerini
kutsallaştırmaya, dinin aslı gibi göstermeye kalkıştıkları, üstelik bu yolla
dini bir istismar ve kazanç aracı haline getirdikleri için âyette ağır bir
dille kınandıkları görülmektedir. Kuşkusuz burada müslümanlara da dolaylı bir
uyan vardır. [214]
80-82.
Tefsirlerde yer alan bazı rivayetlerde, yahudilerin cehennemde kalacaklarını
İddia ettikleri "sayılı birkaç gün" hakkında farklı bilgiler
verilmiştir. Bir rivayete göre Hz. Peygamber yahudilere "Cehennem ehli
kimdir?" diye sormuş; onlar da "Biziz; fakat bizden sonra yerimize
siz gireceksiniz" demişler; Hz. Peygamber de "Yalan söylüyorsunuz!
Çok iyi biliyorsunuz ki biz sizin yerinizi almayacağız" buyurmuş; daha
sonra konumuz olan âyet inmiştir. Başka bir rivayete göre, Hz. Musa'nın Sînâ
dağında bulunduğu kırk gün zarfında yahudiler buzağıya taptıkları için, bunun
cezası olmak üzere cehennemde sadece kırk gün kalacaklarına inanıyorlardı.
Diğer bir rivayette yahudilerin, dünyanın ömrünün yedi binyıl olduğuna ve
kendilerinin, her bin yıl için bir gün olmak üzere, toplam olarak sadece yedi
gün azap göreceklerine inandıktan belirtilir. Gerçekte bu tür iddialar, onların
Allah'tan aldıkları bir vaade dayanmayıp sadece kendi kuruntularından, Allah'ın
âhiretteki hüküm ve takdiri hakkında bilgisizce söylenmiş boş sözlerden
ibarettir. Allah'ın bildirdiği ve adaletin gereği olan gerçek şudur ki,
herkesin âhiretteki cezası günahlarının büyüklüğü ve çokluğu nispetinde
olacak; dolayısıyla inkâra sapıp kötülüklerle kuşatılmış, günahlara boğulmuş
olanlar ebedî olarak cehennemde kalırken iman edip din ve dünyayı alâkadar
eden her alanda "sâlih ameller" (hayırlı, faydalı işler) yapanlar da
ebedî cennette kalacaklardır. İşte Allah'ın insanlara verdiği ahid budur.[215]
Meali
83. Bir zamanlar biz
İsrâiloğulları'ndan, "Yalnız Allah'a kulluk edeceksiniz; ana-babaya,
yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz
söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin" diyerek söz almıştık. Sonra,
içinizden küçük bir kesim dışında, sözünüzden döndünüz; hâlâ da sırt
çevirmektesiniz.
84. Vaktiyle sizden,
birbirinizin kanlanın dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan
çıkarmayacağınıza dair de söz almıştık. Siz de ka-bullenegeldiniz. Hâlâ da
(buna) şahitlik ediyorsunuz.
85. Sonra işte şimdi
sizler birbirinizi öldürüyorsunuz; içinizden bir kesimi yurtlarından sürüyor,
anlara karşı kötülük ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkıyorsunuz. Esirler
olarak size geldiklerinde de fidye verip kendilerini kurtarıyorsunuz. Halbuki
onları sürgün etmek size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp
bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya
hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın
en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz
değildir.
86. İşte onlar,
âhirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları
hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir. [216]
Tefsiri
83-84. Bu
âyetlerde İsrâiloğullan'nın yükümlü kılındıkları ve yahudi-hıristi-yan
literatüründe "on emir" diye bilinen [217]
dinî ve ahlâkî vecîbelerden bazıları hatırlatılmakta; Allah'ın onlardan bu
vecîbeleri ifa edecekleri yönünde söz aldığı ifade buyurulmaktadır. Kitâb-ı
Mukaddes'te, Tanrı'nın "kendi parmaklarıyla" taş levhalar üzerine
yazarak Hz. Mûsâ aracılığıyla İsrâiloğullarına bildirdiği ifade edilen [218] bu
emirler [219] şöyle sıralanır:
1. Allah'tan
başka ilâhların olmayacak.
2. Kendin
için oyma put yapmayacaksın.
3. Allah'ın
ismini boş yere anmayacaksın.
4. Cumartesi
günü hiçbir iş yapmayacaksın.
5. Babana
ve anana hürmet edeceksin.
6.
Katletmeyeceksin.
7. Zina
etmeyeceksin.
8.
Çalmayacaksın.
9. Yalan
şahitliği yapmayacaksın.
10. Komşunun
hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.
Kur'ân-ı Kerîm'in İsrâ
sûresinin 101. âyetinde, "Andolsun biz Musa'ya açık seçik dokuz âyet
verdik. Haydi İsrâiloğullan'na sor" şeklinde işaret ettiği dokuz âyetin,
Tevrat'taki on emrin cumartesi yasağı dışında kalanlarını kapsadığı anlaşılmaktadır.
Cumartesi gününe saygı ise sadece yuhudileri bağlayan bir hüküm idi.[220]
Konumuz olan âyette
Allah'tan başka tanrı tanımamak, ana-babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara
iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namaz kılıp zekât vermek,
birbirinin kanını dökmemek, kendi yurttaşlarını vatanlarından kovmamak şeklinde
sıralanan yükümlülükler arasında On Emir1 den bazı hükümlerin de yer aldığı
görülmektedir. On emrin cumartesi yasağı dışında kalanları, bütün
peygamberlere gönderilen kutsal kitapların ortak öğretileri olup Kur'ân-ı Kerîm'de
müslümanlar da bu tür vecîbelerle yükümlü kılınmıştır.[221]
83. âyette
İsrâiloğullan'ndan çoğunun zamanla Allah'a verdikleri sözden döndükleri yani
belirtilen hükümlere uymadıkları, Hz. Peygamber dönemindeki yahudilerin de bu
hükümlere sırt çevirdikleri bildirilmektedir. [222]
85-86.
Vaktiyle İsrâiloğullan'ndan birbirinin kanını dökmemek, kendi yurttaşlarını
vatanlarından ülkelerinden kovmamak hususunda da söz alınmış olmasına rağmen
Hz. Peygamber dönemindeki yahudilerin bu sözlerinden de döndükleri
bildirilmektedir. Nitekim Yesrib (Medine) yahudİlerinden Nadîr ve
Kureyza-oğullan, aynı şekilde birbirine düşman olan iki büyük Arap kabilesinden
Evs İle, Kaynukaoğullan da diğer büyük Arap kabilesi Hazrec ile ittifak
kurmuşlardı. Daha sonra Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki sürekli İhtilâf ve
çatışmalara bu ya-hudi kabileleri de katılmak zorunda kaldılar. Bu çatışmalarda
yahudiler, kutsal kitaplannın yasaklamasına rağmen, kendi dindaşları ve
irkdaşlanm öldürüyor veya esir alıyor; savaş bitince de kitaplarının hükmü
uyarınca aralarında yardım toplayarak esir yahudileri fidye karşılığında
kurtarıyorlardı. [223]
İşte âyetlerde onların bu çelişkili tutumları "kitabın bir kısınma inanıp
bir kısmını inkâr etmek" şeklinde değerlendirilmekte; söz konusu Arap
kabileleriyle çeşitli dünya menfaatlerine dayalı İlişkiler kurup kendi
aralarında bölünerek birbiriyle savaşmaları, kardeşlerini esir alıp fidye
karşılığında serbest bırakmaları kınanmakta ve bu tutumları yüzünden dünyada
perişan olacakları, âhirette de azap görecekleri haber verilmektedir.
85. âyette geçen ve
"rezil rüsvâ olmak" diye çevrilen "hizy"den maksat insanlara
zulmeden, özellikle onların din ve inanç özgürlüğünü kısıtlayan fert ve
grupların kamu vicdanı tarafından mahkûm edilmeleri, nefretle karşılanmaları,
kötü amaçlarında uzun vadede başarılı olamamalarıdır. [224]
Meali
87. Andolsun biz
Musa'ya kitabı verdik. Ondan sonra da ardarda peygamberler gönderdik. Meryem
Oğlu îsâ'ya da deliller verdik ve onu Rûhul-kudüs ile destekledik. Ama ne zaman
sim bir peygamber nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse büyüklük
taslayarak kimini yalanladığınız, kimini de öldürdüğünüz, doğru değil mi?
88. Yahudiler
"Kalplerimiz perdelidir!" dediler. Aksine, inkârları sebebiyle Allah
onlara lanet etmiştir; o yüzden çok az inanırlar.
89. Onlara Allah
katından ellerindekini (Tevrat) doğrulayan bir kitap gelince, daha önce
kâfirlere karşı zafer isterlerken işte şimdi bilip tanıdıkları (Kur'an)
kendilerine ulaşınca onu inkâr ettiler. Allah'ın laneti böyle inkarcılaradır.
90. Allah'ın, kullarından
dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini
(Kur'an'ı da) inkâr karşılığında kendilerini harcamaları ne kötü şeydir!
Böylece onlar gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı bir azap
vardır.
91. Kendilerine,
"Allah'ın indirdiğine iman edin" denilince, "Biz sadece bize
indirilene inanırız" derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o
Kur'an, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak
kitaptır. (Resulüm!) Onlara, "Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha
önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?" deyiver. [225]
87. Musa'ya
verilen kitap Tevrat'tır. Allah, Isrâiloğullan'ndan. Musa'dan sonra onun
şeriatını yaşatan ve bir kısmı Kur'an'da da zikredilen birçok peygamber
göndermiştir.
Sözlükte beyyine
"gerçeği kanıtlayan kesin delil" demektir. Benî İsrail arasından
gönderilmiş son peygamber olan Hz. îsâ'ya verilen beyyinât (deliller) ise,
başta onun olağan üstü doğum olayı olmak üzere, peygamberliğini kanıtlayan mucizelerdir.
Muhammed Abduh, bunu, "Hz. îsâ'nın ümmetini uymaya çağırdığı Tevrat
hükümleri" şeklinde yorumlar. [226]
"Temiz ruh" veya "kutsal ruh" anlamına gelen Rûhulkudüs
çoğunlukla Cebrail olarak açıklanmıştır. Her ne kadar bunu Hz. îsâ'nın ruhu,
Allah'ın ism-i a'zamı veya İncil diye açıklayanlar olmuşsa da, Nahl sûresinin
102. âyetinde Rûhulkudüs'ün vahiy meleği yani Cebrail olduğu açıkça
bildirilmektedir. [227]
Âyette Hz. îsâ'nın Rûhulkudüs'le desteklendiği belirtilmektedir. Esasen bütün
peygamberler için böyle bir destek söz konusu olmakla birlikte, Meryem
sûresinin 16-22. âyetlerinde ifade buyurulduğu üzere, îsâ'nın doğumu, Hz.
Meryem'e "tertemiz bir erkek çocuğu bağışlaması için" Allah tarafından
beşer suretinde bir elçi olarak gönderilmiş Ruh (Cebrail) vasıtasıyla vuku bulduğundan,
Hz. îsâ açısından Cebrail'in, vahiy meleği olmanın da ötesinde bir anlamı
vardır. [228]
İsrâiloğullan'nın,
bütün bu ilâhî lütuflan kendileri için birer meziyet olarak kabul edip
peygamberleri tanımaları, onlara saygı göstermeleri ve Allah'a şükretmeleri
gerekirken, tam bir küstahlıkla, işlerine gelmeyen, keyiflerine uymayan durumlarda
peygamberlere karşı çıkmışlar; bir kısmını yalancılıkla itham etmişler,
Zekeriyyâ ve Yahya gibi bazılarını da öldürmüşler; Hz. îsâ'yı asmaya kalkışan
Romalılar'a da yardımcı olmuşlardır. Medine yahudileri de, daha önceki peygamberler
gibi Cebrail vasıtasıyla vahye mazhar olan ve kesin delillerle nübüvvetim
kanıtlayan Hz. Muhammed karşısında aynı olumsuz tavrı sürdürmüşlerdir. Âyette
onların bu tutumunun tarihî hastalıkları olduğu vurgulanmaktadır. [229]
88. Medine
yahudileri, Hz. Peygamber'in davetine karşı, "Kalplerimiz perdelidir"
yani "Senin söylediklerinden bir şey anlamıyoruz, söylediklerin aklımıza
yatmıyor" veya "Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan
uzaklaştıracak hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen
reddederiz" diyerek olumsuz karşılık veriyorlardı. Yüce Allah ise, onların
bu duyarsızlığının asıl sebebinin, tabiatlarında böyle bir kavrama ve anlama
kıtlığı bulunması veya dinlerine bağlılıkları olmadığını; tam tersine, öteden
beri peygamberleri ve onlara indirilen ilâhî hakikatleri inkâr etmeleri,
böylece inkarcılığın kendilerinde âdeta bir alışkanlık ve huy halini alması
yüzünden Allah'ın rahmetinden mahrum kaldıkları için bu şekilde Hz. Muhammed'
in tebliğ ettiği ilâhî hakikatlere karşı kapalı hale geldiklerini
belirtmektedir. [230]
89.
Medine'deki yahudiler yakında yeni bir peygamber geleceğini, Tevrat'ı tasdik
eden yani tevhid ve diğer temel itikad konularıyla dinin aslî hedeflerinde
Tevrat'la uyuşan, ayrıca Tevrat'ın son peygamberle ilgili müjdesini doğrulayan [231]
yeni bir kitap indirileceğini biliyor; bu peygamberin ve getirdiği kitabın
tevhidi yeniden hâkim kılarak, Yahudiliğin de düşmanı olan putperestliği
ortadan kaldıracağına, böylece Musa'nın dinini yeniden güçlendireceğine ve bu
suretle kendilerinin de Medine müşrikleri karşısında üstün duruma geçeceklerine
inanıyorlardı. Yahudiler, Evs ve Hazrec adlı Medineli Arap kabileleriyle
savaşıp yenildiklerinde onlara," Sizinle asıl beklediğimiz peygamber
gelince hesaplaşacağız ve o zaman sizi yeneceğiz" derlerdi. [232]
İşte bekledikleri peygamber ve kitap geldiğine göre onu Araplar'dan önce
kendilerinin kabul etmeleri gerekirdi. Fakat onlar İnkâr ettiler. Çünkü bu
peygamber, umduklarının aksine, İsrâiloğulları'ndan değil Araplar arasından
gönderilmişti. [233]
90. Hz.
Muhammed'in hak peygamber, Kur'an'ın hak kitap olduğunu bile bile, Allah'ın
dilediği kavimden, dilediği kuluna kitap indirip peygamberlik ihsan etmesini
gönül rızasıyla kabullenip iman etmek gerekirken inkâr yolunu seçmek bü-tün
kötülüklerin en fenasıdır ve yahudiler, ırkçılık ve benlik gururuna kapılarak
bu kötülüğü işlemekle gerçekte benliklerini kaybetmişler, kendilerini boşa
harcamışlar, mümin olmanın şerefinden yoksun kalmışlardır. Böylece onlar,
esasen Mû-sâ'nın dinini canlarının istediği gibi yorumlayıp sapmaları yüzünden
uğradıkları ilâhî gazaba, bu kez de Hz. Muhammed ve Kur'an karşısındaki olumsuz
tutumlarıyla mâruz kalmışlar; alçaltıcı bir cezaya müstahak olmuşlardır. [234]
91. Vahyin
kime indirildiği değil kimin taralından indirildiği önemlidir. Nitekim âyette
"Muhammed'e indirilene inanın" yerine "Allah'ın indirdiğine
İnanın" buyurularak bu gerçeğe işaret buyurulmuştur. Oysa yahudiler
"Biz sadece bize indirilene inanırız" demekie, gerçeğin peşinde
olmadıklarını, İsrail ırkçılığını ilâhî vahyin de üstünde tuttuklarını ortaya
koymuşlar; Tevrat'tan sonra indirilen Kur'an da hak kitap olduğu ve esasen asıl
Tevrat'taki ezelî ebedî değişmez gerçekleri de onayladığı halde, sözde kendi
dinlerinde kararlı olduklarını ileri sürerek onu inkâr etmişlerdir. Gerçekte
daha önce atalarının kendi içlerinden gönderilmiş bazı peygamberleri
öldürmeleri, bu toplumun kendi dinlerine bağlılıklarında da samimi olmadıklarını
göstermektedir. [235]
Meali
92. Ândolsun Mûsâ size
apaçık mucizeler getirmişti. Sonra onun ardından haksızlıkla buzağı putunu
edindiniz. 93. Hatırlayın ki sizden sağlam bir söz almış, dağı da üzerinize
kaldırmıştık. "Size verdiklerimizi kuvvetle tutun, söylenenlere kulak
verin" demiştik. Onlar, "İşittik ve isyan ettik!" dediler.
İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: "Eğer
inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!"
94. Onlara,
"Şayet Allah katında âhiret yurdu, diğer insanlara değil de yalnız size
ait ise ve bu iddianızda doğruysanız haydi ölümü isteyin bakalım!" de.
95. Kendi elleriyle yapıp
ettikleri işler sebebiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah
zalimleri iyi bilir.
96. Yemin olsun ki,
onları insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun. Müşriklerden her biri
de ister ki bin sene yaşasın. Oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan kurtaramaz.
Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür. [236]
Tefsiri
92.
Yahudilerin, Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e inanmayıp eski dinlerinde sebat
edecekleri şeklindeki iddialarına karşılık, burada onların kendi dinlerine bağlılıklarının
da asılsız olduğu ortaya konmaktadır, Zira onlar daha önce kendilerine Tevrat'ı
getiren ve çeşitli mucizelerle peygamberliğini kanıtlayan Musa'ya karşı da
sıkıntılar çıkarmışlar; onun yokluğunu fırsat bilerek uydurma bir tanrı bile
edinmişlerdi. [237]
93. Allah
İsrail oğulları'ndan "Allah'a kulluk edip O'na ortak koşmayacaklarına,
doğru olduklarına ilişkin kanıtlar getiren peygamberlere İman edeceklerine,
Allah'ın hükümlerine ve kanunlarına boyun eğeceklerine," özellikle kendi
milletlerinden olan Hz. İsmail'in soyundan gelen Hz. Muhammed'e inanacaklarına
ve daha başka konulara İlişkin olarak söz almış[238]; bu
arada üzerlerine dağı kaldırmıştır. İsrâiloğulları'na Allah'ın kudretini
göstererek tehdit yoluyla söz vermelerini veya sözlerinde durmalarını sağlama
ya da genel olarak ıslah etme amacı taşıdığı rivayet edilen bu dağı kaldırma
olayının bir mucize olduğu anlaşılmakla birlikte mahiyeti hakkında tefsirlerde
yer alan bilgilerin hangi kaynağa dayandırıldığı bilinmemektedir.[239]
Buna rağmen onlar, Hz. Musa'nın ikazlarına, "İşittik ve İsyan ettik"
şeklinde karşılık vermek veya bu anlama gelebilecek eylemlerde bulunmak suretiyle
inat ve isyanlarını sürdürmüşlerdir. "İnkârları sebebiyle kalplerine
buzağı sevgisi dolduruldu" anlamındaki ifadeden, İsrâiloğullan'nm,
asırlarca Mısır'da kalmalarının bir sonucu olarak, Mısırlılar gibi sığıra
kutsallık atfetmelerinin kastedildiği düşünülebilir.[240] Her
ne sebeple olursa olsun bu durum inkâr etmelerinin bir sonucuydu. Medine
yahudileri, "Bİz sadece bize indirilene İnanırız" diyorlardı. Oysa
onların inanç tarihleri, belirtildiği gibi bir sürü sapmalarla doluydu; onun
için de onların yanlış inançları kendilerine böyle çok kötü şeyler emrediyordu;
Hz. Peygamber'i ve Kur'an'ı reddetmeleri de bu kötülüklerden biriydi. [241]
94-95.
Yahudilerin, âhİret yurdunun yalnızca kendilerine ait olacağı, sadece
kendilerinin cennete girecekleri yolundaki iddialarına cevap verilmekte, eğer
bu iddialarında samimi iseler, asıl yurtlarından bile uzaklaşmış olarak çeşitli
zahmet, elem ve kederler içinde yaşadıkları şu dünyadan ayrılarak, eksiksiz bir
mutluluk yeri olan cennete kavuşabilmek için bir an önce ölmeyi istemeleri
gerektiği ifade edilmektedir. Onlar böyle bir temennide bulunamazlar, çünkü
kendi iddialarından kendileri de emin değillerdir. Bunun sebebi de bizzat
kendilerinin işledikleri cürüm ve cinayetlerdir. Her ne kadar sözde
kendilerine İndirilen kitaba inandıklarını, doğru yolda olduklarını ve bütün
insanlar içinde âhiret mutluluğuna sadece kendilerinin lâyık olduğunu İddia
ediyorlarsa da, işledikleri kötülükler yüzünden vicdanları bu iddialarını
doğrulamamaktadır. Bunun için asla ölümü temenni edemezler. [242]
96.
Yahudiler, âhiret yurdunda sadece kendilerinin mutlu olacaklarım ileri
sürmelerine rağmen hakikatte insanlar İçinde, âhireti düşünmeden dünya hırsına
en fazla kapılanların da onlar olduğu ifade edilmektedir. Bu durum tecrübeyle
de sabittir. Onun için âyette, "Onlar, insanların yaşamaya en düşkün
olanlarıdır" de-nîlmeyİp, "Onları, insanların yaşamaya en düşkünü
olarak bulursun" buyurulmuştur. İşte iddialanndaki bu samimiyetsizlik
nedeniyle 95. âyette yüce Allah onları "zalimler" diye nitelemiştir.
Yahudilerin dünya
hırsına bu derece kapılmalarının temelinde, iddia ettiklerinin aksine, âhirete
imanlarının zayıflığı bulunmaktadır. Esasen Yahudiliğin Hz. Musa'ya nispet
edilen ve Tevrat'ı oluşturan beş kitabında âhiret fikri son derece zayıf ve müphemdir.
Nitekim Yahudiliğin buyruklarının Tevrat'ta yer alan bütün yaptırımları
dünyevîdir; teşvik ve sakındırmalar dünya hayatıyla ilgilidir. İyilik yapanlar
için sıhhat, afiyet, bolluk, evlât çokluğu, düşmanlara karşı galibiyet ve
hâkimiyet; isyan edenler için hastalık, kıtlık, mağlûbiyet, esaret Tevrat'ta
sık sık tekrarlanan yaptırımlardır. Ancak daha sonraki dönemlerde, özellikle
Hz. Mûsâ'dan yedi asır sonra vuku bulan Bâbil esareti sırasında ve İran
kültürünün etkisiyle Yahudilik'te âhiret inancı daha net bir şekilde oluşmaya
başlamış; zamanla Hıristiyanlık ve İslâmiyet'in de etkisiyle bu inanç,
Yahudiliğin belli başlı itikad esaslarından biri haline gelebilmiştir. Bunda,
ikisi de İslâm kültürü içinde yetişmiş olan Mısırlı Saadîa Gaon İle (Saîd b, Yûsuf
el-Feyyûmî) Endülüslü Moşe ben Maimun (Mûsâ İbn Meymûn) isimli ilâhiyatçıların
büyük payları olmuştur.[243]
Aynı âyette dünyaya
aşın bağlılık konusunda yahudüerle müşrik Araplar arasında bir paralellik
kurulması ilgi çekicidir. [244]
Gerçekten yahudiler gibi Câhilİye Arapları da putperestliğe özgü dinî
faaliyetleriyle uhrevî bir amaç gözetmeyip sağlık, afiyet, servet kazanmak,
savaşlarda zaferler elde etmek, erkek evlât sahibi olmak gibi dünyevî amaçlar
güderlerdi. Bu da onların âhİrete inanmamalarının bir sonucuydu. Kur!ân-ı
Kerîm'de de müşriklerin ba's, haşir, cennet ve cehennem gibi âhiret hallerine
inandıklarına dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Aksine birçok âyette onların
âhi-reti İnkâr ettikleri bildirilmektedir. [245]
Onlar yeniden dirilmeyi "eskilerin masalları" sayarlardı [246]
Câhiliye şiirinde de âhireti İnkâr eden ifadelere rastlanır. Meselâ Şeddâd b.
Esved'e isnat edilen bir kıtada, "İbn Kebeşe (yani Hz. Muhammed), beni
yeniden diriltileceğimi söyleyerek mi korkutuyor?" denildikten sonra,
insan ruhu bir kuşa dönüşerek bedenden ayrıldıktan sonra yeniden canlanmanın
imkânsız olacağı savunulmakta; Tarafe'nin ünlü Muallaka'sında da ebedîlikten
söz edilemeyeceğine göre insan için yapılacak en iyi şeyin elden geldiğince
dünya zevklerinden yararlanmak olduğu belirtilmektedir.[247]
Meali
97. Söyle
(yahudilere): Cebrail'e kim düşmansa bilsin ki, Allah'ın izniyle önce gelen
kitapları doğrulayıcı, müminler için bir hidayet rehberi ve müjdeci olarak
Kur'an'ı senin kalbine indiren odur.
98. Her kim Allah'a,
meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mîkâil'e düşman ise bilsin ki Allah
da inkarcıların düşmanıdır. [248]
Tefsiri
97-98.
Cebrail kelimesi İbrânîce veya Keldânîce'de "Tanrı'mn güçlü adamı"
anlamına gelen Gabriel (Gavriel) isminin Arapçalaştırılmış şekli olup İslâm inançlarına
göre ilâhî emirleri peygamber ve meleklere ulaştıran vahiy meleğinin adıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Cibril, Rûhulkudüs, Rûhulemîn, Ruh ve Resul şeklinde beş
değişik isimle anılır. Necm sûresinde (53/5-6) işaret edildiğine göre Cebrail,
karşı konulamayan müthiş bir güce ve kesin bilgilere sahiptir. Hz. Peygamber
onu bir kere "açık ufuk"ta, bir kere de
"sidretü'l-müntehâ"da aslî hüviyetiyle görmüştür. Cebrail hadislerde
de Hz. Peygamber'e vahiy getiren, Kur'an'ı öğreten ve değişik konularda hükümler
bildiren, Resûl-i Ekrem'e, hatta bazan sahabîlere insan şeklinde görünen bir
melek olarak sık sık anılır. Medine'de Hz. Peygamber'in huzurunda oturduğu
yer, daha sonra "makam-ı Cibril" diye anılmıştır. Özellikle ramazan
aylarında her gece Resûlullah'a gelerek daha önce nazil olmuş âyetleri baştan
sona kadar onun ağzından dinlerdi.[249]
İslâmî kaynaklara göre Cebrail, arşı taşıyan ve "mukarrebîn" diye
anılan meleklerden olup nurdan yaratılmıştır. Makamı yedinci kat gökteki
sidretü'l-müntehâdır. En son ölecek ve âhirerte ilk diriltilecek
varlıklardandır. Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere de vahiy getirmiş ve
başka bilgiler öğretmiş; yine onlara birçok konuda yardımcı ve destek
olmuştur.
Mîkâil de İbrânîce'deki
Mikhaeî'in Arap telaffuzundaki şekli olup büyük meleklerden birinin ismidir. Bu
isim Kur'an'da sadece konumuz olan 98. âyette geçer. Bazı hadislerle diğer
İslâmî kaynaklarda Mîkâil'in yağmur yağdırmak, bitki bitirmek gibi tabiat
olaylarını düzenlemekle ve yaratıkların rızıklarını yönetmekle görevli olduğu
belirtilir. Bir hadiste Hz. Peygamber'in, cehennemin bekçisi Malik ile Cebrail
ve Mîkâil'i rüyasında gördüğü[250],
başka bir hadiste de Mîkâil'in Hz. Peygamber'e Kur'an'ı yedi harfe göre okuttuğu
ifade edilir.[251]
Cebrail'in Hz.
Peygamber'e vahiy getirdiğini bildiren ve Medine yahudileri-nin bu melek
hakkındaki yanlış kanaatlerine işaret eden yukarıdaki âyetlerin iniş sebebiyle
ilgili olarak müfessirlerin verdiği bilgilere göre Fedek yahudilerinden bir
grup Hz. Peygamber'e gelerek, dört konuda sorulan olduğunu, bunlara doğru
cevaplar verirse müslüman olacaklarını ifade etmişlerdi. Üç sorunun cevabını
bekledikleri gibi aldılar. Dördüncü sorulan Hz. Peygamber'e vahiy getiren
meleğin isminin ne olduğu idi. "Cebrail" cevabını alınca yahudiler,
"Cebrail bİzİm düşmanı-mızdır; çünkü o savaş, kıtlık ve kuraklık
meleğidir. Eğer sana vahiy getiren melek Mîkâil olsaydı iman ederdik; çünkü
Mîkâil rahmet, bolluk ve yağmur meleğidir" dediler. Diğer bir rivayete
göre Hz. Ömer yahudilere, Hz. Muhammed'i yalanlamak için böylesine çaba
göstermelerinin sebebini sorduğunda, "Çünkü ona vahiy getiren Cebrail
bizim düşmanımızdır" demişlerdi. Bazı tefsirlerde, yahudilerin, Bâbil
Kralı Buhtunnasr'm (Nebukadnezzar) Kudüs'ü işgal edip[252] yahudi krallığına son vermesi sırasında
Cebrail'den yardım gördüğünü ileri sürerek bu yüzden onu kendilerine düşman bildikleri
de kaydedilmektedir.[253]
İşte yukarıdaki İki âyette, yahudilerin bu düşmanlıklarının yersiz ve haksız
olduğuna İşaret edilmektedir. Çünkü Cebrail, daha önceki kitapları ve bu arada
Tevrat'ı doğrulayan, inananlar için bir rehber ve mutluluk vesilesi olmak gibi
yüce değerler taşıyan Kur'an'ı Hz. Peygamber'e getiren, âyetteki ifadesiyle
onun kalbine indiren bir melektir; bu görevini de Allah'ın izniyle yapmıştır;
yani sadece Allah'ın kendisine verdiği bir görevi ifa etmiş, Allah ile
peygamberleri arasında bir elçilik yapmıştır. Şu halde bundan dolayı ona
düşmanlık duygusu beslemek, gerçekte onun getirdiği vahye ve vahyi gönderene
karşı düşmanlıktır. Bu sebeple 98. âyette, Cebrail'e düşman olmanın bir bakıma
Allah'a, peygamberlere ve diğer meleklere, bu arada yahudilerin çok
sevdiklerini söyledikleri Mîkâü'e düşman olmak anlamına geleceğine işaret
edilmekte; bu yüzden Allah'ın da bu kâfirlerin düşmanı olduğu belirtilmektedir. [254]
Meali
99. Andolsun ki sana
apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar inkâr eder.
100. Ne zaman onlar
bir ahidde bulundularsa yine kendilerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten
onların çoğu iman etmezler.
101. Allah tarafından
kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince Ehl-i kitabın
bir kısmı, Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına atıp
terkettiler. [255]
Tefsiri
99. Yüce
Allah'ın Hz. Peygamber'e açık seçik âyetler indirdiği kesin bir dille ifade
edilerek fâsıklardan başkasının bu âyetleri inkâr etmelerinin mümkün olmadığı
belirtilmekte ve bu suretle yahudiler fâsiklıkla suçlanmaktadır. Fâsik "dinın
emir ve yasaklarına aykırı davranma" anlamına gelen "fısk"
kelimesinden türetilmiş bir isim olup "Allah'ın buyruklarına itaat
etmeyip âsi olan mümin, münafîk veya kâfir" mânalarında kullanılan bir
terimdir. Genellikle büyük günahlar işleyen kimselere fâsık denmiştir. Bu
günahlar içinde dinin itikad ilkelerinden biri veya birkaçı bulunursa fâsıkın
aynı zamanda kâfir olduğu hususunda görüş birliği vardır; fakat haksız yere ve
kasten adam öldürmek, zina etmek, hırsızlık yapmak gibi dinin büyük günah
saydığı fiilleri işlemenin de insanı dinden çıkarıp çıkarmayacağı hususunda
mezhepler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Ehl-i sünnet dışı bazı
mezhepler bu tür günahlar işleyen fâsıkların mümin olma niteliğini kaybettiklerini
ve ebedî olarak cehennemde kalacaklarını ileri sürerken bu görüşü çok sert ve
aşın bulan Ehl-i sünnet bilginleri müminlerin de büyük günah işleyebileceklerini,
bu sebeple iman esaslarını kabul eden fâsıkı kâfir saymanın yanlış olduğunu,
bunların -eğer affedilmezlerse- günahlarının büyüklüğüne göre bir süre cehennemde
azap çektikten sonra cennete kabul buyurulacaklarrnı hem Kur'an ve hadislerden
getirdikleri delillerle hem de aktı gerekçelerle kanıtlamaya çalışmışlardır. [256]
Konumuz olan âyette "fâsiklar" kelimesi, İslâm'ı, Kur'an'ı ve Hz.
Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden yahudileri veya Allah'ın âyetlerini
inkâr eden herkesi kapsadığı için "kâfirler" anlamında kullanılmıştır. [257]
100-101.
İsrâiloğutları'nın, Mısır'dan ayrıldıktan sonra çölde kaldıkları kırk yıl
boyunca sık sık Musa'nın peşine takıldıklarına pişman oldukları, ona isyan ettikleri,
bu yüzden Tann'nın öfkesine maruz kaldıkları ve "sert enseli kavim"
şeklinde kınandıkları, zaman zaman da cezalandırıldıkları bildirilmektedir. [258] Bu
âyetlerde ise kınayıcı bir üslûpla, kendi dinlerine ve peygamberlerine karşı bu
sadakatsizliği gösterenlerin, Hz. Muhammed'in peygamberliğini reddetmelerinde
şaşılacak bir durum bulunmadığı bildirilmektedir. Hz. Peygamber, onların eski
dinlerini ve kitaplarını tasdik ettiği, ayrıca yahudilerin kendi kitapları da
bu son peygambere inanmalarını gerektirdiği halde, şimdi Medine yahudileri bunu
bilmezlikten gelip, bir bakıma kendi kitaplarını da hiçe sayarak Hz.
Muhammed'in peygamberliğini tanımamaktadırlar. Âyette yahudilerin bu
tutumlarının, yukarıda belirtilen tarihî karakterleriyle uyuşmakta olduğuna
işaret edilmekte ve böylece Hz. Muhammed'den, yahudilerce sergilenen olumsuz
tavırlara şaşmaması, bu yüzden huzursuz olmaması istenmektedir. [259]
Meali
102. Onlar,
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular.
Gerçek şu ki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü
insanlara sihri, Bâbil'de iki meleğe, Hârût'ia Mârufa indirileni
öğretiyorlardı. Halbuki bu iki melek, "Biz ancak imtihan vasıtası-yız;
sakın küfre sapma!" demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi. Fakat onlar
bu iki melekten, kan ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa
Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine de kendilerine
fayda sağlayanı değil zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu (sihri)
satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığım çok iyi biliyorlardı.
Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!
103. Eğer onlar iman
edip kendilerini kötülükten korusalardı şüphesiz Allah tarafından verilecek
sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi! [260]
Tefsiri
102-103. Hz.
Süleyman Kitâb-ı Mukaddes'te ve Kur'ân-ı Kerîm'de kişiliğinden ve
faaliyetlerinden genişçe söz edilen bir peygamberdir. Yahudi literatüründe
kendisinden, peygamberden çok kral olarak bahsedilir. Kitâb-ı Mukaddes'te ismi,
"barış, selâmet" anlamında Şelomo olarak geçer. Babası Hz. Dâvûd,
annesi Batşeba'dır.[261] Hz.
Davud'un yaşlılığında onun yerine, yaklaşık milâttan önce 970'te İsrail tahtına
geçmiş; dönemin Mısır firavununun kızıyla evlenmiş; kırk yıl hükümdarlıkta
kalmış; bu sırada Irmak'tan (Fırat) Filistîler diyarına ve Mısır sınırına
kadar uzanan geniş bir ülkede hüküm sürmüştür. [262]
Oldukça zengin ve aynı zamanda hikmet sahibi bir hükümdardı. Sadece bir defa
savaş yapmış ve galip gelmiştir. Kendi adıyla anılan ve yahudilerce en kutsal
mekân olarak bilinen Kudüs'teki ünlü mabedi inşa etmiştir. [263]
Kitâb-ı Mukaddes'te bir bölüm, "Süleyman'ın Meselleri" başlığıyla ona
nispet edilir, ayrıca 72 ve 127. Mezmurlar'ın da ona ait olduğu kabul edilir.
Kur'ân-ı Kerîm'in on
altı yerinde Hz. Süleyman'ın adı anılmakta; keskin zekâsı, engin bilgisi ve
hikmetinden söz edilmekte; bu meziyeti sayesinde girift hukukî ve sosyal
meseleleri hallettiği, kuşların ve diğer hayvanların dillerini bile öğrendiği;
bitkilere, rüzgâra, hayvanlara ve cinlere hükmettiği; erimiş bakırı kullanarak
çeşitli araçlar ve gereçler yaptığı bildirilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes'te Hz.
Süleyman'ın âhir ömründe putlara taptığı, bu yüzden Allah'ın gözünden düştüğü
ve O'nun öfkesine uğrayarak hükümdarlığının elinden alınmasıyla tehdit edildiği
ileri sürülürken, Kur’ân-ı Kerîm'de bütün peygamberlerin masumiyeti yönündeki
yaklaşım Hz. Süleyman için de sergilenerek bu iddia kesinlikle reddedilmiş[264] ve
onun sadece bir defa, çok sevdiği cins atlarıyla meşgul olmak yüzünden Allah'ı
anmayı ihmal ettiği (dua veya ibadetinin vaktini geçirdiği), fakat çok geçmeden
bu hatasından dolayı tövbe edip af dilediği ve bağışlandığı bildirilmiştir. [265]
Âyetteki
"şeyâtîn" (şeytanlar) kelimesi klasik tefsirlerde geleneksel anlamda
şeytanlar şeklinde anlaşılmış; ancak M. Reşîd Rızâ, En'âm sûresinin 116.
âyetine dayanarak buradaki şeytanları "birtakım kıssalar ve masallar
anlatan insanlar veya vesvese veren cinler veya her iki cinsten
varlıklar"[266],
Süleyman Ateş de "şeytan ruhlu kişiler" şeklinde yorumlamıştır. [267] Anılan
kelimenin, bu söylenenlerin hepsini kapsadığı da düşünülebilir.
Sözlükte sihir
"sebebi ve kaynağı gizli durum, büyü, gözbağcılık" gibi anlamlara
gelen Arapça bir kelime olup, terim olarak tabiat üstü güçlerle ilişki kurmak
veya kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı tabii nesneleri kullanmak
suretiyle faydalı, koruma gayeli ya da zararlı bazı sonuçlar elde etmek için
yapılan işleri ifade eder. Sihir veya büyünün başlıca gayesi, bitkileri,
hayvanları, insanları, doğal olayları, güçleri veya nesneleri kullanarak veya
kontrol ederek birine iyilik ya da kötülük etmek suretiyle maddî veya manevî
bir menfaat ve başarı sağlamaktır. Bu anlamda büyü, tarihin çok eski
dönemlerinden beri her toplumda yapılmış ve yapılmakta olup antropoloji,
sosyoloji, fenomenoloji, dinler tarihi, etnoloji, mitoloji gibi bilim
dallarıyla uğraşanlar büyünün nitelik ve özellikleri, tarif ve tasnifi, dinle
büyünün ilişkisi, benzer ve farklı yönleri vb. konular üzerinde durmuşlar,
sonuçta bu alanda çok geniş bir literatür oluşmuştur.
Câhiliye döneminde de
sihir yaygındı. Cincilik, kehanet, fal okları atmak, yıldızlara bakmak, küçük
kareler çizip içlerine harf veya sayı yazmak, düğüm atmak ve üflemek gibi
sihir çeşitleri uygulanmaktaydı ve bütün bu işler putperestlikle birlikte
yürütülüyordu. Araplar sihirbazlardan çekinir ve onlara saygı duyarlardı.
Özellikle eski dönemlerde Firavun gibi hak dine karşı mücadele verip onu
başarısız kılmaya kalkışanların sihir ve sihirbazlardan yararlanma yoluna
gitmesi; aynca müşriklerin, Hz. Peygamber'in ve İslâm'ın başarısını sihir diye
niteleyerek gölgelemeye çalışmaları sebebiyle Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde de
sihir konusuna yer verilmiştir,
Fahreddin er-Râzî[268],
sihrin mümkün olup olmadığı sorusuna cevap vermeden önce sihir kavramı içine
giren bütün uygulamaları sekiz madde altında toplamıştır:
1.
Keldânîler'in sihri. Yıldızperestliğin hâkim olduğu, dünyanın yıldızlar
tarafından yönetildiğine inanılan bu kültürde, tılsım da denilen bu sihir
çeşidinin gök cisimlerinin yardımıyla yapıldığına inanılırdı.
2. Güçlü ruh
(nefis) sahiplerinin sihri. Bazıları, insanın ruhu uygun biçimde eğitilirse
gizli şeyleri görecek düzeyde duyu, algı ve irade gücünün
geliştirilebileceğini, bu sayede başkalarınca imkânsız gibi düşünülen birçok
bilgi edinebileceğini, işler başarabileceğini söylerler.
3. Yerdeki
ruhlardan yardım alınarak gerçekleştirilen sihir. İnsan ruhunun bu ruhlarla
veya cinlerle bağlantı kurması suretiyle yapıldığına inanılan sihirdir.
4. El
çabukluğu ve algı yanıltmaları şeklindeki sihir. Hokkabazlık, gözbağcılık gibi
uygulamalar bunun örneğidir.
5. Bazı
teknik cihazlarla sergilenen sihir. Maharetli bir aleti kullanarak bununla ilk
defa sergilenen görüntüler (ses çıkaran heykeller, ışık gösterileri gibi), işin
mahiyetini bilmeyen insanlarca olağan üstü sanılır.
6. İlâçlar
yardımıyla yapılan sihir (sporcunun doping yapmak suretiyle normal gücünün
üstünde performans göstermesi gibi).
7. Kalbi
bağlayarak yapılan sihir. Sihirbazın, şarlatanlık yaparak, ism-i a'zamı
bildiğine, bununla istediğini yapabileceğine muhatabım İnandırmak suretiyle
onu etki altına alıp dilediğini yaptır-masıdır.
8. Kovculuk
yapmak, insanları birbirine düşürmek suretiyle yapılan sihir. Râzî, bunun
insanlar arasında yaygın olduğunu da belirtir.
Râzî'nin tespitine
göre Mu'tezile âlimleri, sihir adı altında ileri sürülen, fakat gerçekte doğal
sebeplere dayalı doğal olaylardan ibaret olan gösterilerin sihir olmadığını
belirtmişler; bunun dışında kalan ve olağan üstü güçler yardımıyla gerçekleştirildiği
öne sürülen bütün sihir çeşitlerini asılsız, imkânsız olan sahte gösterilerden
ibaret saymışlardır.[269]
Ehl-i sünnet âlimlerinin önemli bir kısmı, sihir diye ortaya konan işlemlerin
büyük bölümünün gerçekte hünerli bazı kimselerin sergilediği el çabukluğu,
algı yanıltması, halkın bilgisizliğinden yararlanarak bazı fizik kanunlarını
istismar etme; esrar, morfin vb. uyuşturucu veya sarhoş edici maddeler veya
ilâçlar İçirerek bir kısım insanları etkileme, umulmadık yöntemlere başvurarak
insanları birbirine düşürme gibi gerçekte normal olan bir olayın olağan üstü
bir yanı varmış gibi gösterilmesinden ibaret olduğunu belirtmişlerdir. Bunlar
mümkündür, fakat gerçek anlamda sihir değildir. İbn Haldun, Mukaddime'sinin [270] "Sihir
ve Tılsım İlimleri" başlıklı bölümünde bazı insanların, ruhun (nefis)
kuvveti veya şeytanî güçlerin yardımıyla varlıkları etkileyerek, yıldızların
ruhaniyetinİ celbederek, bu sayede varlıklar üzerinde tasarrufta bulunabileceklerini,
nitekim kâhinlerin "şeytânı güçler yardımıyla gayb konularını bilme
özelliğine sahip olduklarım" düşünmektedir. Ehl-i sünnet çizgisindeki
müfessirler de, özellikle konumuz olan âyet ile Felâk sûresinin 4. âyetine,
bazı hadis veya haberlere dayanarak genellikle sihirde kısmî bir gerçeklik
payı bulunduğu kanaaün-dedirler.
Bununla birlikte
a) hakiki
olanının hayalî olanından ayırt edilememesi,
b) böyle bir
ayırıma imkân veren objektif Ölçüler bulunmaması,
c)
Dolayısıyla kontrol edilemez olması,
d) Allah'ın
kurduğu tabii düzeni değiştirmeyi amaçlaması,
e)
insanların -dinde "sünnetullah" diye ifade edilecek kadar önemli
kabul edilen- bilimsel gerçeklere (meselâ bilimsel tedavi yöntemlerine)
güvensizlik duymalarına yol açması,
f)
insanların zaaflarını, dertlerini, korkularım veya ümitlerini sömürmeye ve
onları aldatmaya elverişli olması gibi sakıncaları sebebiyle büyücülerin veya
sihirbazların birçok gizli şeyi bilebildiği, tabiat üstü işler başarabildiği
şeklindeki yaygın inançlar, birkaç istisna dışında bütün kaynaklarda İslâm'a
aykırı görülmüş; sihri mubah saymanın, haramı helâl saymak anlamına geleceği,
bu sebeple de müslümanın dinden çıkmasına sebep olacağı kanaatine varılmıştır.
Ayrıca en yetkili ve güvenilir müslüman bilginler, bir kimsenin, sihrin haram
olduğuna inanmakla birlikte, sihir yapmasının veya yaptırmasının ya da sihre
ve sihirbaza inanmasının da büyük günah olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.[271]
Aslında sihir menfaat amaçlı bir uygulama olduğundan Allah, Peygamber ve din
gibi kutsal gerçekleri tanımaz; bununla birlikte ihtiyaç duyduğunda söz konusu
değerleri menfaat ve basan aracı olarak kullanmaktan da çekinmez. Bütün bu
anlayış ve uygulamalar, Allah'ın irade ve kudretinin üstünde işler
başarabileceği iddiasında olan veya öyle sanılan ya da eyleminin içeriğinde
böyle bir İddia saklı bulunan sihirbaza Peygamber'den, hatta Allah'tan daha
büyük değer vermek anlamım ortaya çıkarmakta olup sihir yapmayı ve yaptırmayı
yasaklayan hükmün temelinde öncelikle bu gerekçeler bulunmaktadır.[272]
Bâbil Eski
Mezopotamya'nın en büyük ve en ünlü şehridir. Bağdat'ın 88 km. güneyinde,
Fırat'ın doğu kıyısındaki yedi tepe üzerinde kalıntıları bulunan ve 2000
seneden fazla tarih sahnesinde kaldığı bilinen şehrin adına ilk defa milâttan
önce EL binyılın sonlarına ait Akkad vesikalarında rastlanırsa da kuruluşunun
çok daha eski olduğu tahmin edilmektedir. Şehir, içinde çeşitli medeniyetleri
barındırmış olup bunların en önemlileri, kanunlarıyla ünlü hükümdar
Hammurabi'nin yetiştiği Amumılar dönemiyle, Bâbil'e en parlak çağını yaşatan
Keldânîier döne-mindekilerdir. Bâbîl'e dünyanın yedi hârikasından biri sayılan
ünlü asma bahçeleriyle, Büyük İskender'in de içinde öldüğü muhteşem sarayı
kazandıran Buhtunnasr da (II. Nebukadnezzar) bir Keldânî hükümdarıydı. Milâttan
önce 598'de Kudüs'ü işgal eden Buhtunnasr, kral olarak görevlendirdiği
Tsedekiya'nm Bâbil'e vergi Ödemeyi reddetmesi üzerine şehri 586!da ikinci defa
işgal ve tahrip etmiş; yahudilerin tamamını Bâbil'e görürmüş ve yahudi tarihine
"Bâbil esareti" diye geçen bu olay kırk yedi yıl sürmüştür. Bâbil,
ne zaman yapıldığı bilinmeyen, bugün harabesi bulunan, yaklaşık 85 m.
genişliğinde bir plan üzerine oturtulan 75 m. yüksekliğindeki ünlü kulesİyle de
şöhret bulmuştur.
Bâbil'in diğer bir
özelliği ise, tarihi boyunca Mezopotamya'nın astronomi, astroloji, kehanet ve
sihir merkezi olmasıdır. Nitekim konumuz olan âyette de şehrin bu özelliği
zımnen dile getirilmektedir.[273]
Konumuz olan âyette
iki melek ismi olarak geçen Hârût ve Mârut kelimelerinin aslıyla ilgili
çeşitli görüşler vardır. Bir görüşe göre bu kelimelerin aslı Ha-urvatat ve
Ameretât'tır. [274] Bu
takdirde dinî varlıklar olarak Hârût ve Mârût'a ilk defa Zerdüştfliğin dinî
metinlerinde rastlanmaktadır.[275]
İslâmî literatürde
Hârût ve Mârût hakkında nakledilen rivayetlerin çoğu az farkla, bir geç dönem
yahudi eseri olan Midraş Avkir''de bulunur. Buradaki rivayete göre tufandan
sonra putperestlik ibadetinin hâlâ sürmesi Elohim'i (Tanrı) kızdırır. Şemhazai
ve Azael adında iki melek Tann'ya, insanı yaratmasının kötü olduğunu
söylerler; çünkü insanlar yeryüzünde bozgunculuk yapmışlardır. Bu iki meleğin,
dünyaya indiklerinde insanlar arasında Tann'nın hükmünü yayacaklarını vaad
etmeleri üzerine Tanrı onları yeryüzüne gönderir. Hikâyenin geri kalan kısmına
bakılırsa bu melekler insanlara sihir öğretirler. Kökeni çok daha eski rivayetlere
uzanan bu hikâye şüphesiz Tekvin'deki (6/2-4) "Tanrı oğullarının insan
kızlarıyla" olan evliliklerini açıklamaya yöneliktir.
"Tobit
Kitabı" (3/8) ve "Süleyman'ın Ahdi" adlı apokrifal (uydurma)
yahudi metinlerinde Tann'nm denemek için gönderdiği melek, Asmodaios
(Asmode-us) adını alır. Zerdüşölik'te insanlara kötülüğü telkin eden bu cin,
"Süleyman'ın Ahdi"nde Kur'ânî ifadeyi çağrıştıracak şekilde kan ve
kocanın arasını açmak için insanlara büyü öğreten kötü bir varlık
pozisyonundadır. [276]
Yeni Ahİd külliyatında
Petrus'un II. Mektubu (2-4) ve Yehuda'nın Mektubu'nda (6) "düşmüş
(yeryüzüne gönderilmiş) melekler"e atıf varsa da, bunların
or-yantalistlerce ileri sürüldüğü üzere Hârût ve Mârût'u ima etmesi zayıf bir
ihtimaldir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
Hârût ve Mârût'un zikredildiği konumuz olan âyet, Süleyman'a atılan
iftiralarla Hârût ve Mârût'un sihir öğretişi hakkında iki ana konuya dair
bilgi verir. Müfessirler bu âyetin sihir Öğretme ve öğrenmenin sakıncalarını
vurguladığı konusunda hemfikirdirler.
Bu âyette Hârût ve
Mârût hakkında aynntıya girilmediği, ayrıca Hârût ve Mârût'la ilgili senedi
güvenilir hiçbir hadis bulunmadığı halde tarih ve tefsir kitaplarında,
özellikle "İsrâiliyat" denilen ve hadis literatürüne de giren yahudi
kaynaklı rivayetlerde bazı ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Ancak Taberî,
Kadî İyâz, tbn Hazm, Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, Kurtubî, İbn Kesîr, Îbnü'l-Cevzî,
Fahreddin er-Râzî, Tabersî gibi müfessir ve bilginler bu rivayetleri tenkit
etmişler, uydurma veya zayıf olduğunu ifade etmişlerdir. Meselâ İbn Kesîr bu
rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu ve gerçekte yahudi asıllı Kâ'b el-Ahbâr'dan
kaynaklandığını belirtir.[277]
Öte yandan âyetteki
ilgili kelimenin mütevâtir olan okunuşu "melekeyn" (iki melek)
şeklinde olmakla birlikte tbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Ebü'l-Esved ve Dah-hâk gibi
bazı âlimler bu kelimeyi "melikeyn" (iki melik, iki kral) şeklinde
okuyarak Hârût ve Mârût'u insan isimleri olarak kabul etmişlerdir. İbn Hazm
ise bunların melek değil iki şeytan veya iki cin kabilesi olduğunu ileri
sürmüştür. Buradaki "melekeyn" (iki melek) kelimesinin, "iki
kudretli kişi" veya "iki ruhanî kişi" anlamında mecaz olduğunu
ileri sürenler de vardır.[278]
Sözlükte fitne
kelimesi "sınama, deneme, maddî ve manevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve
felâketle imtihan etme" şeklinde açıklanır. Kelime Kur'ân-ı Kerîm'de daima
kişinin inanç ve ahlâk bakımından denenip sınanmasını ifade edecek biçimde
kullanılmıştır. Hadislerde ve diğer İslâmî literatürde ise Kur'an'daki anlamı
yanında, "dinî, sosyal ve siyasî kargaşa" anlamında da yaygın olarak
kullanılmaktadır. İnanç uğruna mâruz kalınan ağır işkence İçin de fitne
kelimesi kullanılmıştır. [279]
Konumuz olan âyette de fitne kelimesi "insanların imanlarında ne kadar
sebatkâr olduklarının sınanıp denenmesi, onların bu bakımdan imtihandan
geçirilmesi" anlamında kullanılmıştır. İlgili melekler ise böyle bir
imtihan aracı olarak gönderilmişlerdir.[280]
Hz. Peygamber
dönemindeki yahudiler, Kur'an'nın verdiği bilgileri kabul ederek, diğer bütün
peygamberler gibi Hz. Süleyman'ın da masum, faziletli ve hikmet sahibi bir
peygamber olduğuna inanmak yerine, yahudi literatüründe geçen ve onu, işlerini
sihirle yürüten, işretçi, âsi ve günahkâr, hatta putperestliğe sapmış bir kral
olarak gösteren düzmece bilgilere, isnat ve iftiralara inanırlardı. Yersiz
yurtsuz dolaşmaları ve uzun zamanlar esir hayatı yaşamaları sebebiyle
cahilleşen, yoksullaşan ve İbrâhimî kültürden uzaklaşıp yozlaşan yahudiler,
kendi tarihlerinde gelip geçmiş birçok peygamber gibi Hz. Süleyman'ın
hükümdarlığı hakkında da şeytanların, cinlerin veya şeytan karakterli
insanların telkinlerine, kâhinlerin derlediği sihir kitaplarına uyarak gerçek
dışı kanaatlere sapmışlardı. Keza onlar, cinlerin insanlara gaybı öğrettiği,
Süleyman'ın ilminin bu kaynaktan geldiği, saltanatını da bu bilgilerle
gerçekleştirdiği, bu bilgiler sayesinde insanları, cinleri, rüzgârı emri altına
aldığı yolunda inançlara kapılmışlardır.[281]
Asıl kâfir olan
Süleyman değil şeytanlardır; "Çünkü insanlara sihri ve Bâ-bü'de iki
meleğe, Hârût'la Mâruf a indirileni öğretiyorlardı." Müfessirlerin çoğu
Hârût ve Mârufa indirilenin de sihir olduğunu belirtirler. Buna göre
şeytanların öğrettiği şey, Allah tarafından bu iki meleğe indirilen sihirdir.
Fakat bazı eski ve yeni müfessİrler, "ve mâ ünzile ale'l-melekeyni"
cümlesindeki "mâ" kelimesini olumsuzluk edatı kabul ederek bu
cümleyi, "tki meleğe (Cebrail ve Mîkâil) böyle bir şey indirilmedi"
şeklinde anlamışlardır.[282] İbn
Abbas ve Rebî' b. Enes'e isnat edilen bu yorumu dikkate alan Taberî âyeti şöyle
anlamlandırıyor: "Onlar (yahudiler), Süleyman'ın hükümranlığı hakkında
şeytanın düzüp koştuğu şeylere uydular. Halbuki iki meleğe böyle bir şey
indirilmedi. Fakat inkarcı şeytanlar Bâbil'de, yani insanlara Hârût ve Mârût'a
sihir öğretiyorlardı. Buna göre âyetteki iki melekten maksat Cebrail ve
Mîkâü'dir. Çünkü yahudi sihirbazları, Allah'ın Süleyman'a sihri Cebrail ve
Mîkâil'İn diliyle indirdiğine inanırlardı. Âyette Allah bunu yalanlamış ve
elçisi Hz. Muhammed'e, Cebrail ve Mîkâil'in asla sihir indirmediğini haber vermiş;
ayrıca Süleyman'ı, yahudilerin isnat ettikleri sihirden tenzih etmiş; sihrin
bir şeytan işi olduğunu, şeytanların Bâbil'de insanlara sihir öğrettiklerini;
aslında insanlara bunu öğretenin, Hârût ve Mârût isimli iki kişi olduğunu
bildirmiştir. Bu anlayışa göre Hârût ve Mârût insan isimleridir ve böylece
yahudilerin iddiaları reddedilmiş olmaktadır. [283]
Seyyid Kutub da âyeti
bu yönde açıkladıktan sonra şöyle diyor: "Anlaşılan ortada bu iki melekle
ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan, bu iki meleğin büyücülüğü
bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla İlgili
bilginin onlara Allah tarafından verildiğini yayıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm bu iftirayı,
yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor"[284].
Ancak Elmalılı, âyetin devamının böyle bir yorumu kabule elverişli olmadığı kanaatindedir.[285]
Ayette sihrin bir
fitne, yani ona inanıp inanmayacakları, bu işle meşgul olup olmayacakları
hususunda insanlar için bir imtihan vasıtası olduğu; sihirbazların, Allah'ın
izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyecekleri bildirilmiş; bu arada
yahudilerin, kendisini sihre kaptıran bir kimsenin âhiret hayatını büsbütün
kaybedeceğini bile bile, yarar sağlayacak bilgiler yerine zarar getirecek
bilgiler peşinde koştukları ifade edilmek suretiyle sihre İnanmanın, yapmanın
ve yaptırmanın dînî bakımdan ne kadar sakıncalı olduğu bir defa daha ortaya
konmuştur.
Sonuç olarak bu âyet,
Hz. Peygamber dönemindeki Medine yahudilerinin ve onlardan etkilenen Araplar'm
bîr peygamber olan Hz. Süleyman'ın putperestliğe saptığı yolundaki iftiralarını
reddetmektedir. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes'te de bu iftira yer almaktadır.
"I. Kırallar"da [286],
"Ve vâki oldu ki Süleyman'ın ihtiyarlığı zamanında kanları onun yüreğini
başka ilâhların ardınca saptırdılar. Ve babası Davud'un yüreği Allah'ı Rab ile
bütün olduğu gibi onun yüreği bütün değildi" denildikten sonra
Süleyman'ın (hâşâ!) sapkınlığından örnekler sıralanmakta, daha sonra
cezalandırıldığı anlatılmaktadır. İslâm dinî bütün peygamberleri masum (Allah
tarafından günah işlemekten korunmuş) olduklarını bildirir; onları iman,
hidayet ve fazilet önderleri olarak kabul eder. Konumuz olan âyete göre Hz.
Süleyman ne sihir yapmış ne de kâfir olmuştur. Bu, yahudilerin iftirasından
başka bir şey değildir. Sihir denilen sahtekârlık veya fitne-fesat işlerini
ancak şeytanlar türetip insanlara öğretirler. Bunlar müslüman işi değildir.
Melekler insanlara, kötiilük yapsınlar diye bilgi vermezler. Çünkü bu büyük bir
günahtır, melekler ise günah işlemeyecek yapıda yaratılmışlardır. Onların
öğrettiği hususlar birer deneme vesilesidir; dolayısıyla insanlar onları iyi
maksatlar veya -eşlerin arasını bozmak gibi- kötü maksatlar için
kullanabilirler ve Allah katında bu tutumlarına göre yargılanırlar. Şunu da
bilmek gerekir ki, Allah'ın izni olmadıkça kötü niyetliler zarar veremezler;
onlar sadece âhirette kendilerine zarar verecek şeyleri satın almış ve böylece
çok kötü bir iş yapmış olurlar.
Şu halde âyetin asıl
maksadı Hz. Süleyman'ı yahudilerin iftiralarından tenzih etmek, kötülüğün
kaynağının peygamberler veya melekler değil, şeytanlar veya şeytan tabiatlı
cinler veya insanlar olduğunu, meleklerin insanlara telkin edeceği bilgileri
birer imkân ve dolayısıyla imtihan sebebi bilip bunları hayırlı konularda
değerlendirmek gerektiğini anlatmak, böylece müminleri yanlış İnanç ve uygulamalardan
korumaktır. [287]
Meali
104. Ey iman edenler!
"Râinâ!" demeyin; "unzurnâ" deyin ve iyi dinleyin.
Kâfirler için elem verici bir azap vardır.
105. Ehl-i kitaptan
kâfirler ve putperestler Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler.
Halbuki Allah rahmetini ancak dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf
sahibidir.
106. Biz bir âyetin
hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya
benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.
107. Yine bilmez misin
ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnız Allah'ındır. Sizin için
Allah'tan başka ne bir dost ne de yardımcı vardır.
108. Yoksa daha önce
Musa'ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz?
Kim imam küfre değişirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur. [288]
Tefsiri
104.
"Râinâ" kelimesi için tefsirlerde değişik mânalar verilmiş ve
açıklamalar getirilmiştir.[289] Bir
yoruma göre "râi" (emir kipi) şeklindeki türetilmiş fiil kalıbı
(müfâale babı) genellikle iki kişi veya iki zümre arasındaki karşılıklı
ilişkileri, tutum ve davranışları ifade ettiğinden, "râinâ" sözü
"Bizi kolla, gözet; sen bizi gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz"
veya "Bizi can kulağıyla dinle; sen bizi dinlemezsen biz de seni dinlemeyiz!"
şeklinde bir anlam içerir. Bu ise Peygamber'e karşı bir saygısızlığı çağrıştırmaktadır.
Oysa Kur'ân-ı Kerîm müslümanları Peygamber hakkında her zaman edepli ve nazik
olmaya davet etmekteydi. Bu âyette de Resûl-i Ekrem'le konuşurken ona,
belirtilen anlama gelebilecek bir kelimeyle ve kaba bir tavırla hitap etmelerini
yakışıksız bulmuş; bunun yerine "unzurnâ", yani "Bize bak, bize
ilgi göster" veya "Bize tebliğde bulunurken mühlet ver, durumumuzu
gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim"
demelerini; ayrıca Resulullah'ı dikkatle dinleyip söylediklerini zihinlerine
yerleştirmelerini emretmiştir. Başka bir yoruma göre "râinâ" kelimesi
Arapça'da hakaret anlamı taşımamakla birlikte, İbranî dilinde
"râinâ" gibi telaffuz edilen bir hakaret kelimesi bulunmaktaydı.
Medine yahudileri hakaret maksadıyla bu kelimeyi kullandıkları. Hatta Hz.
Peygamberle tartışırken aynı kelimeyi telaffuz ettikleri[290] için
âyette müslümanlara, bunun yerine aynı anlama gelen "unzurnâ"
kelimesini kullanmaları öğütlerimiştir.[291]
105. Ehl-i
kitap (ehlü'l-kitâb) tamlaması, "ilâhî bir kitaba inananlar" anlamına
gelmekle birlikte, terim olarak müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahipleri
için kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Muhammed dışındaki peygamberlere indirilmiş
bazı kitaplardan, Zebur ve sahîfelerden bahsedilmekle birlikte[292],
Allah katından indirilmiş ve hükümleriyle amel edilmesi gereken Kur'an'ın
dışında İki kitap (Tevrat ve İncil) bulunmaktadır. Kur'an'da otuz bir defa
tekrar edilen "ehl-i kitap" tabiriyle de özellikle bu iki kitabın
muhatabı olan yahudİlerle hıristiyanlann kastedildiği anlaşılmaktadır. [293]
Kur'an ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda ehl-i kitap tabiri yanında, Yehûd
ve Benî İsrail tabirleriyle yahudîlerden, nasârâ kelimesiyle de
hıristiyanlardan geniş olarak söz edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de diğer bazı
dinlere de işaret edilmekle birlikte, özellikle bu iki din üzerinde geniş olarak
durulmasının çeşitli sebepleri vardır. Öncelikle Kur'an'm o dönemdeki muhatapları
bu iki dini biliyorlardı; bu dinlerin mensupları Hicaz bölgesinde önemli bir
etkinliğe sahip olup müslümanlarla iç içe yaşıyorlardı; bunun sonucu olarak ilk
temaslar da onlarla kuruluyordu. Ayrıca, bu iki dinin mensuplarının, bazı eksikliklerinin
ve yanlışlıklarının yanında Allah, Peygamber, âniret ve kutsal kitap inançlarının
bulunması, bu suretle ilâhî kaynağa dayanmaları da Kur'ân-ı Kerîm'in bu iki
dine ve mensuplarına daha çok yer vermesine yol açmıştır. Özellikle bu son durumları
sebebiyle İslâm dini Ehl-i kitap hakkında müşrikler, ateistler ve diğer bâtıl
din mensuplarına göre daha ayrıcalıklı hükümler getirmiştir. Meselâ Ehl-i kitap
kadınlarla evlenilebilir, kestikleri hayvanların etleri yenilebilir. İslâm
toplumunda onlar tam bii din ve ibadet hürriyetine sahiptirler; İslâm
devletinin vatandaşları olarak, temel insan haklarının yanında, vatandaşlık
(zimmîlik) haklarından da yararlanırlar.[294]
Sözlükte müşrik
kelimesi, "ortak kabul etmek, ortak saymak" anlamına gelen şirk kökünden
türetilmiş olup akaid terimi olarak "Allah'ın dışında herhangi bir varlığa
Allah'a özgü fiil ve sıfatlar isnat etmek suretiyle o varlığı veya varlıkları
Allah'a ortak koşan" anlamına gelir. Müşrik İle Allah'a inanmayan arasındaki
en önemli fark, ikincisinin Tanrı tanımaz (ateist) olmasına karşılık müşrikin,
bir yaratıcının varlığını kabul etmesi, fakat başka varlık veya varlıklara da
tanrısal nitelikler yükleyerek onları gerçek Tanrı'ya ortak koşmasıdır. Fakat
sonuçta şirk de. Allah'ın her yönden birliğini ve eşsizliğini inkâr anlamı
taşıdığı için küfrün bir çeşidi sayılır. Meselâ iki tanrı inancına sahip olan
Mecûsîler İslâm'a göre hem müşrik kem de kâfirdirler. Kur'an'da ise müşrik
kelimesiyle çoğunlukla Hz. Peygamber'in ilk muhatapları olan putperest Araplar
kastedilmiş ve eleştiriler onlara yöneltilmiştir. Ancak öteki peygamberlerin
mücadele ettiği inkarcı kavimlerden müşrikler diye söz eden veya onların
inançlarını şirk olarak niteleyen âyetler de bulunmaktadır. [295]
Konumuz olan âyette
müsliimanlar hakkında düşmanlık duyguları besleyen Ehl-İ kitap ve özellikle
yahudilerle müşriklerin ortak bir özelliğine işaret edilmektedir. Buna göre
her iki kesim de Allah tarafından müslümanlara iyilik gelmesini, onların maddî
ve manevî nimetlere mazhar olmalarını istemiyor; bilhassa müslü-manların İslâm
ve Kur'an'la müşerref olup itibar kazanmaları onların kıskançlık duygularını
kabartıyor ve huzurlarını kaçmyordu. Çünkü yahudiler kutsal kitaba sahip olmayı
ve peygamberler gönderilmesini kendi kavimlerinin tekelinde gördükleri için
son peygamberin Araplar içinden seçilmesini hazmedemiyor; müşrik Araplar ise
İslâm'ın hızla gelişmesini ve müslümanların çoğalıp güçlenmelerini kendi
gelecekleri için tehlikeli görüyorlardı. Bakara sûresinin, müslümanların açık
bir şekilde güç kazanıp bağımsız bir dinî ve siyasî toplum haline geldikleri
Medine döneminde indiği dikkate alınırsa, müslümanların başlıca düşmanları
olan ya-hudilerle müşriklerin, hem dinî hem de siyasî açıdan kendi gelecekleri
için tehlikeli gördükleri bu gelişmeler karşısında kaygı ve telâşa
kapılmalarının, bu yüzden müslümanlara kıskançlık, duyguları besleyip onların
İlâhî hayır ve lutuflara maz-har olmalarından rahatsızlık duymalarının sebebi
daha iyi anlaşılır.
Âyette "Halbuki
Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir"
buyurularak onların kıskançlıkları, kötü niyetleri ve müslümanlar aleyhindeki
temennilerinin sonuçsuz kalacağına işaret edilmiştir. Ehl-i kitap ve müşrikler,
müslümanların iyiliğini istemezken, bu tutumlarıyla iyiliklerin sahibi olan Allah'ın
takdirinden hoşnut olmadıklarını ortaya koyuyorlardı. [296]
106.
Sözlükte "iptal etmek, gidermek, yok etmek, nakletmek" gibi anlamlara
gelen nesh (nesih), İslâmî bir terim olarak "dinî bir hükmün yürürlükten
kaldırılması veya daha sonra gelen bir hükümle değiştirilmesi" anlamında
kullanılır. Sadece buyruk ve yasaklarda nesih söz konusu olabilir. Ortadan
kaldırılan hükme mensuh, onu ortadan kaldırana da nâsih denir.
Prensip olarak neshin
aklen mümkün olduğu, ayrıca diğer dinlerde de fiilen meydana geldiği hususunda
görüş birliği vardır. Nitekim Tevrat'ın bazı hükümleri İncil ile yürürlükten
kaldırılmıştır. Aynı şekilde Tevrat ve İncil'deki hükümlerin bir kısmı da
Kur'ân-ı Kerîm tarafından değiştirilmiş veya kaldırılmıştır. Ayrıca Hz.
Peygamber'in kabir ziyaretiyle İlgili hadislerinde olduğu gibi İslâm'ın gelişme
sürecine bağlı olarak önceki bazı hükümler sonradan değiştirilmiştir. Ancak
Kur'ân-ı Kerîm'de neshedilmiş âyetler bulunup bulunmadığı konusu tartışmalıdır,
İslâm bilginlerinin çoğunluğu bâzı âyetlerin sonradan gelen başka âyetler veya
hadislerle neshedildiğini savunurken bazı âlimler de bu görüşü
reddetmişlerdir. Bu arada Kur'an'da neshi mümkün görenler de mensuh âyetlerin
sayısıyla ilgili olarak 5 ile 200 arasında değişen farklı rakamlar ileri
sürmüşlerdir.
Daha çok son dönem
İslâm bilginlerinin tercih ettiği ve bizce de isabetli olan anlayışa göre bir
konuda iki farklı hüküm içeren iki âyetten, sonra gelenin -nihâî bir düzenleme
getirme amacının açıkça anlaşıldığı durumlar dışında- öncekinin hükmünü tamamen
ortadan kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki âyetin de kendi şartlarında
geçerli ve yürürlükte olduğunu, hangisinin indiği şartlar mevcutsa onun
hükmünün uygulanması gerektiğini, böylece duruma göre birinin veya ötekinin
uygulanabileceğini, eğer birinin şartlan artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa pratikte
o hükmü uygulamaya da imkân bulunmayacağını düşünmek daha isabetli
görülmektedir.[297]
"Unutturursak"
diye çevirdiğimiz "nünsİ(hâ)" fiiliyle ne kastedildiği konusunda
farklı yorumlar yapılmıştır. Şevkânî'nin Özetlediği bilgilere göre söz konusu
fiili "nense(hâ)" şeklinde okuyanlara göre âyette bu fiil,
"(neshedilmesini) ertelersek" anlamında kullanılmıştır. Bizim de
tercih ettiğimiz "nünsi(hâ)" şeklindeki okunuşa göre bu
ifade,"... o âyeti (değiştirmeden, neshetmeden) olduğu gibi bırakırsak"
veya "o âyetin yürürlükten kadınlmasına izin verirsek" şeklinde
açıklanmıştır. Şevkânî, son yorumun, "lügat ve nazar ehlinin çoğunluğunun
üzerinde birleştiği yorum" olduğunu söyler. [298] Buradaki
"unutturma" ifadesiyle, geçmiş dinlere ait kitaplarda bulunan İlâhî
mesajların unutturulmasi, yani sonraki kitaplara ve rivayetlere hiç intikal
etmemesi de kastedilmiş olabilir. [299]
107.
"Göklerin ve yerin hükümranlığı"ndan maksat, evrendeki canlı ve cansız
bütün varlıklarla olayların yaratılıp yönetilmesidir. Kur'an öğretisine göre Allah
kadir-i mutlaktır; evrende olup biten her şey O'nun İlim, irade ve kudret sıfatlarının
eserleridir. O, bütün sebeplerin sebebi, hâkimler hâkimidir. Evrenin yasalarını
koyan, sebep ve illetleri belirleyen ve her şeyin bu yasalara ve sebeplere
sö-re işleyişini sağlayan O'dur. Aynı şekilde bir öğretinin veya hükmün
konulmasını veya yürürlükten kaldırılmasını sağlayan da O'dur. Bu çerçevede farklı
zamanlarda İhtiyaç ve şartlara göre yeni peygamberler gönderip yeni dinler
vazeden ve böylece eski yasaları yürürlükten kaldırarak (nesih) yeni yasalar
koyan da O'dur. Evrenin genel düzeni ve yasaları yanında çeşitli devirlerdeki
insanlık yasalarının gelişimi de genel planda Allah'ın belirtilen hükümranlığı
çerçevesinde gelişmektedir. Böyle olunca, bütün varlıklar gibi bireylerin
hayatı da O'nun bu sınırsız hâkimiyetine bağlı olup bu durumda insanların
O'ndan başka hiçbir dostu, sahibi ve yardımcısı yoktur. "Lâ ilahe
illallah" şeklindeki kelinıe-i tevhid cümlesi, Kur'an'ın her vesileyle
vurgulayarak gönüllere işlemek istediği böyle bir tann inancını dile getirmekte
olup İslâm'da bu inanç, dinin temeli ve müslüman olmanın da birinci şartıdır.
Allah'ın yer ve gökler
üzerindeki hükümranlığının âyette soru şeklinde ortaya konması, bunun
kesinliğine işaret eden Kur'an üslûbunun bir örneğidir. Buna göre "bilmez
misin" sorusu, "Bunu açık seçik biliyorsun. Şu halde yer ve göklerin
hükümranlığı kendisine ait olan Allah'ın bir hükmü neshedip veya unutturup,
onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getirmesinin de O'nun yetkisinde olduğunu
bilmen gerekir" anlamına işaret eder. Hz. Peygamber'in bunda hiçbir kuşkusu
yoktu. Şu halele âyetin lafzına göre ResûMlah'a sorulan bu soru onun şahsında,
başta müslümanlar olmak üzere bütün insanlığa yöneltilmiştir. Nitekim âyetin
sonunda çoğal ifadenin yer
alması da bunu
gösteriyor. [300]
108.
Tefsirlerde nakledilen rivayetlere göre yahudilerin Hz. Musa'ya, "Allah'ı
bize açıkça göster"[301]demeleri
gibi, müşrik Araplar da Resûlullah'tan buna benzer isteklerde bulunmuşlardı.
İçlerinden, "Bizim için Safa tepesini altın haline getir" şeklinde
dünyevî isteklerde bulunanlar da vardı. [302] Bütün
bunlar İslâm'ı içlerine sindiremeyenlerin, inkârlarına sözde gerekçe hazırlama
gayretlerinden İbaret olup asıl niyetleri Allah tarafından bilindiği için,
âyette onların olur olmaz isteklerle Peygamber'i güç durumda bırakmaya kalkışmaları
"imanı küfre değişmek" yani iman etmek yerine inkarcılıkta direnmek
şeklinde değerlendirilmiş ve bu suretle gizli niyetleri ifşa edilmiştir. [303]
Meali
109, EbJ-i kitap'tan
çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki haset
duygusundan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine
de siz, Allah hükmünü ortaya koyuncaya kadar affedin ve hoşgörün. Şüphesiz
Allah her şeye kadirdir.
110. Namazı kıhn, zekâtı
verin. Önceden kendiniz için ne hayır yaparsanız onu Allah katında bulursunuz.
Şüphesiz Allah yaptıklarınızı eksiksiz görür.
111. Onlar,
"Yahudi veya hıristiyan olanlar hariç, hiç kimse cennete giremeyecek"
dediler. Bu onların kuruntusudur. De ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz
kesin kanıtınızı getirin!"
112. Bilâkis, kim
güzel niyet ve davranış sahibi olarak kendini Allah'a teslim ederse rabbinin
katında onun mükâfatı vardır. Öylelerine korku yoktur, onlar üzülmeyecekler
de.
113. Hepsi de kitabı
okumakta oldukları halde yahudiler, "Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe
dayanmıyor" dediler; hıristiyanlar da "Yahudiler hiçbir gerçeğe
dayanmıyor" dediler. Bilmeyenler de onların dediklerine benzer şeyler
söylediler. Allah, ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında
hükmünü verecektir. [304]
Tefsiri
109.
Müslümanların İslâm'la şereflenmelerini ve Hz, Muhammed'in önderliğinde
güçlenip seçkin bir konuma yükselmelerini kıskanan yahudilerin çoğu, onların
İslâm'dan koparak tekrar inkarcılığa dönmelerini arzuluyorlardı. Onların bu
arzusu âyette "içlerindeki haset" duygusuna bağlanmıştır.
"Kıskançlık ve
çekemezlik duygusu, bu duygunun etkisiyle birinin sahip olduğu nimetin
zevalini arzulama" anlamına gelen hased, İslâm ahlâkı kaynaklarında
başlıca kötülükler arasında gösterilmiştir. [305]
Konumuz olan âyette yahudilerin müslümanlan inkarcılığa döndürme yönündeki
niyet ve istekleri "onların nefıslerindeki hasetTe bağlanmak suretiyle hasedin
temelde bir duygu ve irade problemi olduğuna işaret edilmiştir. Aynı zümrenin
Allah tarafından müslümanlara nasip edilen başarılan kıskanıp çekememeleri de
haset kavramıyla ifade edilmiştir[306] "Haset
ettiği vakit hasetçinin şerrinden" Allah'a sığınılmasını emreden [307]
âyetteki "hâsid" kelimesinden, hasedin insanda tabiatından gelen bir
duygu olarak bulunduğu, "hasede" fiilinden de bu duygunun bazı
kimseleri masum insanların zarara uğraması yönünde bîr niyet ve temenniye sevkettiği
anlamı çıkarılmıştır.[308]
Hadislerde haset
kelimesi, yukarıda belirtifen olumsuz anlamı yanında, "İmrenme" ve
"hayırda rekabet" anlamlarında da kullanılmış[309];
daha sonra İslâmî literatürde bunların İlkine gıpta, ikincisine de münâfese
denilmiştir. Öte yandan hadislerde "bir hakkı sahibinden kıskanmak, onu
çekememek" anlamındaki haset hakkında oldukça sert ifadeler de vardır.
Buna göre "Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz"[310];
"Ateşin odunu yemesi gibi haset de iyilikleri yer" [311].
Bütün hadis kaynaklarında yaklaşık ifadelerle sık sık tekrar edilen konuyla
ilgili hadislerin birinde din kardeşliği ve sosyal barış için gerekli görülen
şu ahlâkî buyruklar yer alır: "Dedikoduların peşine düşmeyin, kusur
araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin
gütmeyin! Ey Allah'ın kullan, kardeş olun!" [312]
Haset problemini
Muhâsibî'den itibaren sistematik olarak İnceleyen İslâm ahlâkçıları hasedin
genellikle aralarında meslekî, iktisadî, ilmî, siyasî, sosyal, medenî
İlişkiler bulunan insanlarda baş gösterdiğini belirtirler.[313] Âlimler
ilgili âyet ve hadislere dayanarak, ayrıca psikolojik ve sosyal zararlarını göz
Önüne alarak, belirtilen olumsuz anlamıyla hasedi haram kabul etmişlerdir. Kaynaklarda
sık sık İblîs'in Âdem'i kıskanmasına da atıfta bulunularak hasedin şeytanî bir
huy olduğu ifade edilir. İblîs'in Âdem'i kıskanması "gökte işlenen ilk
günah", Kabil'in Hâbil'i kıskanması "yerde işlenen ilk günah"
olarak değerlendirilir.[314]
Gıpta ve miinâfese ise yine şer'î ve aklî gerekçeler ışığında meşru kabul
edilmekle birlikte, insanların bir rekabet anlayışı içinde yaptıkları işlerin
hükmüne göre münâfesenin de vacip (farz), müstehap, mubah veya haram
olabileceği belirtilir.[315]
Gazzâlî, İhya'da yer
alan ve sonraki bazı âlimlerce aynen iktibas edilen [316] hasetle
ilgili tahlillerinde -muhtemelen Ebû Bekir Râzî'nin et-Tibbü'r-râhânî'deki [317]
psikolojik-ahlâkî tahlillerinden de yararlanarak- hasedi bir tür ruh hastalığı
saymıştır. Gazzâlî'ye göre duygusal düzeydeki hasedi yok etmek herkes için
mümkün değildir. Fakat insanlar, aklın ve dinin buyruğuna uyarak bu duyguyu
baskı altında tutar, bu yönde çaba gösterirlerse dinî ve ahlâkî sorumluluktan
da kurtulurlar. [318]
İslâm ahlâkçıları
haset duygusunu yok etmenin veya etkisinden korunmanın bazı yollarına işaret
ederler. Ancak bunun için tjtıcelikle hasedi doğuran sebepleri bİhnek gerekir.
Ebû Bekir Râzî hasedi cimrilik ve aşın ihtirasın birleşmesinden doğan
psikolojik bir hastalık olarak görür ve ahlâk eğitimcilerinin kötü insanı (şerir)
"insanların zarara uğramasından zevk duyan kişi" diye
tanımladıklarını hatırlatarak bu tanımda hasedin esas alındığına işaret eder. [319]
Gazzâlî ise, Muhâsibî'nin er-Ri'âye'sinden de istifadeyle hasedin sebeplerini
daha ayrıntılı olarak şöyle sıralar: Düşmanlık ve kin gütme, üstünlük duygusu
(teazzüz), kibir, böbürlenme (ucub), ulaşılmak istenen şeylerden mahrum kalma
korkusu, makam ve mevki tutkusu, ruhun kirlenmesi[320]
İlgili kaynaklarda
"haset hastalığının tedavisi ilim ve amel şeklinde iki esasa
dayandırılır. İlimle kişinin bu duygunun mahiyeti, sebepleri, maddî ve manevî,
dünyevî ve uhrevî zararları hakkında bilgi edinmesi, amelle de kendisini haset
duygusuna yol açan sebeplerin tersine olan davranışlara zorlaması, kıskançlık
ve çeke-memezlik eğilimlerini ortadan kaldıracak veya hafifletecek ya da hiç
olmazsa bu eğilimlerin baskısından kurtulma İmkânı sağlayacak iyi işler yapması
kastedilir.
Yukarıdaki bilgilerden
de anlaşıldığı üzere hasetçİnin temel özelliği, bir kimsenin, kendinden daha
üstün durumda olan başka birini çekememesi; onun sahip olduğu nimet ve
imkânlardan yoksun kalmasını istemesi, böyle bir mahrumiyetten sevinç
duymasıdır. Konumuz olan âyette de gösterildiği gibi böyle bir durum, bireyler
arasında olduğu gibi gruplar ve ümmetler arasında da görülebilir. Medine
yadudilerinin çoğu müslümanlar hakkında böyle bir kıskançlık duygusu taşıyorlardı.
Müslümanların yanlış bir din üzerinde bulunmalarından dolayı yahudilerin onları
kıskanmaları anlamsız olacağına göre âyetten, dolaylı olarak yahudilerin, -ikrar
etmemelerine rağmen- İslâm'ın hak din olduğu kanaatine vardıkları anlamı da
çıkmaktadır. Nitekim âyetin, "hakikat kendilerine apaçık belli olduktan
sonra..." mealindeki kısmı da bunu göstermektedir. Fakat ırkçı duyguları
onların İslâm'ı tanımalarına, en azından müslümanların kendilerine gösterdiği
barışçı ve hoşgörülü tutuma aynı şekilde karşılık vermelerine engel oluyor;
müslumanların giderek daha güçlü ve başarılı olduklarını gördükçe huzursuzluk
duyuyor, onların tekrar putperestlik dinine dönmelerini arzuluyorlardı.
Taberî'nin de belirttiği gibi [321] bu
âyet dolaylı olarak, müslümanların kendi dinlerine ait meselelerde yahudilerin
ve diğer bâtıl dinlerin mensuplarının görüş ve önerilerine itibar etmemeleri,
Hz. Peygamber ve İslâm'ın kutsal değerleri üzerinde konuşurken onların ifade
ve üslûbunu kullanmaktan kaçınmaları gerektiği yönünde bir uyarı anlamı da
taşımaktadır.
Âyette "Yine de
siz Allah hükmünü gerçekleştİrinceye kadar affedin ve hoşgörün"
buyurulmak suretiyle, en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanlann kendi
temel ahlâk ölçülerinden sapmamaları, hoşgörülü olmaları emredilmiştir. İslâmî
literatürde bu şekildeki uygarca davranışlar genellikle hilim kelimesiyle ifade
edilir ve bu kelime İslâm ahlâkının anahtar terimlerinden biri olarak görülür.
Af (afv),
"kasıttı veya kasıtsız olarak kötülük ve haksızlık eden, suç veya günah
işleyen birini bağışlama, cezalandırmaktan vazgeçme" anlamına gelen bir ahlâk
terimi olup İslâm'ın müminlerde bulunmasını istediği Önemli erdemlerden birini
İfade eder. Terim ayrıca fıkıh ve kelâm bilimlerinde de kullanılır.
"Hoşgörün"
şeklinde tercüme edilen fiilin masdarı safh olup bu, "bir kimsenin
kendisine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi, onu hoş görüp bağışlaması"
anlamına gelir; âyet ve hadislerle diğer îslâmî kaynaklarda sık sık af
kelimesiyle birlikte kullanılır.
Câhiliye toplumunda
kötülüğü kötülükle karşılamak genel bir anlayış ve uygulama idi. Bunun aksine
davranış, çoğunlukla zayıflık ve acizlik işareti sayıldığından insanlar
affetmekten ziyade cezalandırma yolunu seçerlerdi. Buna karşılık Kur'ân-ı
Kerîm'de Allah'ın affediciliği çeşitli vesilelerle dile getirilerek affın ilâhî
bîr sıfat ve yüksek bir meziyet olduğu ortaya konmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'e göre
bir kötülüğün karşılığı ona denk bir cezadır ve bu adaletin gereğidir. Hiçbir
suçlu daha fazlasıyla cezalandmlamaz, çünkü bu zulümdür. Buna karşılık
haksızlığa uğrayan affederse "Onu ödüllendirmek Allah'a aittir"[322]Bu
sebeple müslümanlar bu erdemi benimseyip uygulamaya çağırılırken "Onlar
bağışlasınlar, hoş görsünler; Allah'ın sizi bağışlamasını arzu etmez
misiniz!" buyurulmuştur. [323]
Hz. Peygamber'in
affediciliğine dair de pek çok hadis bulunmaktadır. Ayrıca bütün ahlâk
kitaplarında dinî, ahlâkî ve sosyal hayat bakımından affın önemi üzerinde
durulmuş; birey ve topluma sağlayacağı yararlar gösterilmiştir. Kur'ân-ı
Kerîm'de affın teşekkür ve minnet duygularını harekete geçireceğine işaret edilmiş;
Hz. Peygamber de "Allah kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz kılar"
buyurmuştur. [324]
Arapça'da aziz kelimesinin hem "şerefli" hem de "güçlü"
anlamına geldiği göz önüne alınırsa bu hadiste affın faydasının oldukça geniş
tutulduğu görülür. Râgıb el-tsfahânî affın sağladığı mutluluğa cezalandırma ile
ulaşılamayacağını, bu erdemin insana toplum içinde itibar kazandıracağını belirterek,
özellikle cezalandırma gücü ve imkânı bulunanların buna rağmen affı tercih
etmelerini saygıdeğer bir davranış olarak nitelemektedir (ez-Zen'a ilâ
mekâri-mi'ş-şerî'a, 344). Bu bakımdan affın tebliğ ve eğitim metodu olarak da
önemi büyüktür. Kur'ân-ı Kerîm'de affın ıslah edici yönüne de işaret edilmiş[325]Resûl-i
Ekrem'in tebliğindeki başarısı, onun davranışlanndaki inceliğe, yumuşak kalpli
olmasına bağlanmış ve kendisine bağışlayıcı olması öğütlenmiştir. [326]Bu
sebeple İslâm eğitimcileri af ve hoşgörüyü eğitimin vazgeçilmez ilkeleri
arasında göstermişler ve eğitim metotlarını bu İlkeler ışığında geliştirmişlerdir.
Bazı tefsirlerde
konumuz olan âyetin, müslümanlar hakkında kötü duygular besleyenlere karşı
bağışlayıcı ve hoşgörülü olmayı emreden kısmının daha sonra gelen ve Ehl-i
kitap'la savaşmayı emreden Tevbe sûresinin 29. âyetiyle neshedildiği (hükmünün
değiştirildiği) ileri sürülmüşse de[327],
her İki âyetin hükmünün de geçerli olduğunu düşünmek daha İsabetlidir. Buna
göre bağışlama ve hoşgörü genel bir ilkedir; fakat bu, şartlar mecbur
bıraktığında savaşmaya da engel değildir. Esasen Muhammed Abduh'un ifade ettiği
gibi[328],
ancak aksini de yapabilecek kadar güçlü olanlardan af ve hoşgörü istenir;
ilgili bütün kaynaklarda hilinı erdemi de bu şekilde açıklanır. [329] Şu
halde burada müslümanlann düşmanları karşısında güçlü bir toplum konumuna
yükselmeleri de istenmiş olmaktadır. Ayrıca âyette Hz. Peygamber'in Medine
yahudileriy-le yapmış olduğu ve onların canlarını, mallarını, dinî
özgürlüklerini teminat altına alan anlaşmaya sadakat gösterilmesine de bir
işaret sezilmektedir. Nitekim daha sonra yahudiler bu anlaşmayı ihlâl edip müsl
umanlara karşı düşmanca davranışlara giriştiklerinde kendileriyle
savaşılmıştır. İşte âyetin son kısmındaki "Allah'ın hükmünü
gerçekleştirmesi"nden maksat da bu savaşlar sonucunda yahudi probleminin
tabii akışı içinde çözüme kavuşturulması ve böylece Kur'an'ın daha önce verdiği
bir haber de gerçekleşmiştir. [330]
110. Bir
önceki âyette verilen mesajdan sonra burada müslümanlara, kendilerine
düşmanlık duyguları besleyenlerle verimsiz ve anlamsız bir mücadeleye girişerek
gerilimi daha da arttırması kaçınılmaz olan bir ortam oluşturmak yerine,
müslüman olmanın gerekleri olan namazlarım kılıp zekâtlarını vermeleri ve genel
olarak Allah nezdinde mükâfatını görecekleri, yararlı sonuçlar alacakları
hayırlı işler yapmaları emredilmekte; her şeyi gören ve bilen Allah'ın,
yaptıkları bu güzel işleri de göreceğine ve hak ettikleri karşılığı vereceğine
işaret buyurulmaktadır. [331]
111.
Yahudiler sadece yahudilerin, hıristiyanlar da sadece hıristiyanların cennete
gireceklerini ileri sürdüler. Fakat Kur'an, "Eğer sözünüzde doğru iseniz
kesin kanıtınızı getirin" şeklindeki çağrısıyla bu iddiaların delilsiz ve
temelsiz olduğuna işaret etmektedir.
"Kesin
kanıt" diye tercüme edilen burhan kelimesi, bilimsel ve felsefî bir terim
olarak "doğruluğunda asla kuşku bulunmayan ve kesin bilgi sağlayan
delil" anlamında kullanılmaktadır. Bu açıdan bazı alimler Kur'an'm bir
adının da burhan olduğunu belirtirler.[332]
Bazı hadislerde de burhan "kesin bilgi ve kanıt" mânasında
kullanılmıştır.[333]
İslâm dünyasında
burhanın felsefe, kelâm ve fıkıh usulünde bir kanıtlama yöntemi ve kıyas türü
olarak kullanılması, Grek felsefesinin Arapça'ya tercüme edilmesiyle başlamış
ve bu yöntem, "beş sanat" denilen kanıtlama yöntemlerinin (burhan,
cedel, hatâbe [hitabet], şiir, safsata) en güçlüsü sayılmıştır.[334]
Konumuz olan âyette
burhanın, bütün şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara yer
bırakmayacak kesinlikte bir delil olduğuna işaret edilmiş; dolayısıyla bir
iddianın kabulü veya reddi, kuruntulara değil, bu şekildeki bir kanıtlamaya
bağlanmıştır. Buna göre yahudilerle hıristiyanların, kendi dinlerinden olmayanların
cennete giremeyecekleri yolundaki iddiaları böyle bir kanıttan yoksun olup
sadece onların bir kuruntusudur. Çünkü onlar akıllanyla değil duygularıyla hareket
ediyorlar; müslümanlan kıskanıyor, onların küfre dönerek ilâhî lutuflardan
mahrum karmalarını arzuluyorlardt. İşte onların cennete sadece kendilerinin
gireceklerini İleri sürmeleri de bir hakikat olmayıp, kıskançlık duygularının
ürünü olan bir temennidir. Kur'an ise boş temennilere değil, gerçeklere Önem
verdiği için "Kanıtınızı getirin" buyuruyor. Çünkü Kur'an kendi
tabiriyle, burhana veya basirete önem verir. [335]Aslında
bir iddianın doğruluğunu burhanla kanıtlamak şeklindeki ilke, görüldüğü gibi
Kur'an'ın da vazgeçilmez saydığı evrensel bir ilke olup bu âyette dolaylı
olarak müslümanlann da dinî, fikrî ve bilimsel görüşlerini savunurken,
duygusal hükümlerden, taklitten sıyrılmaları; görüşlerini ve inançlarım
gerçekliği kuşkulu delillere değil, kesin kanıtlar üzerine temellendir-meleri,
dindarlıklarını bu düzeye yükseltmeleri gerektiğine işaret edilmekte olup bu,
Kur'an'm her vesileyle üzerinde durduğu bir öğreti ve mesajdır. [336]
112.
Yahudilerin veya hıristiyanların, sadece kendi dinlerine mensup olanların
cennete girecekleri yolundaki İddiaları bir delilden yoksun olup kuruntudan ibarettir.
Gerçekte ise kim "ihsan sahibi" olarak kendini Allah'a teslim ederse
işte o ecrini Allah'tan alacaktır; dolayısıyla cennete girecek olan da
bunlardır.
Arapça'da
"vech" (yüz) kelimesi "bir şeyin veya bir kimsenin kendisi,
zatı, benliği" anlamlarında kullanılmakta olup [337]
Kur'an'da da sık sık bu anlamda hem Allah hem de insan için geçmektedir.[338]
Âyetteki
"muhsin" kelimenin masdarı olan ihsan ise "bir işi samimiyetle,
iyi niyet ve ihlâsla yapmak" anlamına gelir. Ayrıca "başkalarına
haklarını veya haklarından daha fazlasını verme" anlamında da
kullanılmaktadır. Hz. Peygamber, Cebrail'le aralarındaki bir konuşmayı içeren,
bu sebeple "Cibril hadisi" dîye bilinen bir hadisinde bu kavramı,
"İhsan, Allah'ı göriiyormuşsun gibi ibadet etmendir; çünkü her ne kadar
sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir" şeklinde açıklamıştır. [339] Bu
açıklamada ihsan kavramı, "ibadeti en iyi şekilde yapma" anlamında
özel bir terim olarak kullanılmıştır. Ancak ihsan daha genel olarak, "İyi
niyet ve ihlâsla, bütün işlerin en hayırlısını ve en güzelini en iyi şekilde
yapma" anlamında bir ahlâk terimi olarak kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu
şekilde iyi işler yapanlar, sık sık "muhsin" ve "muhsinler"
şeklinde anılarak övülmektedir.
Ahlâk bilginleri,
"Allah size adalet ve İhsanı emreder"[340] mealindeki âyeti de dikkate alarak, adaleti
başkalarının haklarını ihlâl etmemeyi gerektiren, ihsanı da -buna ek olarak-
başkalarının yaran için kendi haklarından fedakârlık etmeyi, onlara iyilik
etmeyi sağlayan bir erdem olarak açıklamışlardır.
Konumuz olan âyetteki
muhsin kelimesinin, yukarıdaki hadiste işaret edilen "Allah'ı görüyormuş
gibi ibadet etme, ibadeti en iyi ve en güzel şekilde yapma" mânasına uygun
bir anlam taşıdığı anlaşılmaktadır. Sonuç olarak cennete girebilmek için
inançların ve düşüncelerin kesin kanıtlara dayandırılması, ayrıca insanın
Allah'a iman edip yüzünü O'na çevirmesi, bütün benliği ve varlığı ile, tam bir
içtenlikle O'na teslim olması, hem bedeni hem de kalbiyle O'na kulluk etmesi,
kısaca samimi bir dindar olarak Allah'ın hükümlerine teslim olması gerekir. Bu
teslimiyeti sağlayan dine İslâm, bu şekilde teslim olan kişiye de
"müslim" (müslüman) denir. [341]
113.
Yahudiler ve hıristİyanlar sadece müslümanlara karşı olumsuz tavır takınmamışlar,
tarih boyunca kendi aralarında da kavgalı olmuşlardır, İşte âyette aslı
itibariyle ikisi de hak olan bu iki dinin mensupları arasındaki tarihî
çekişmeye temas edilmekte ve bunların karşılıklı olarak birbirini
tanımadıkları, karşı tarafın dinini bâtıl ve hükümsüz olarak niteledikleri bildirilmektedir.
İlginçtir ki âyette bu iki dine, "Oysa bunların ikisi de bâtıldır"
gibi bir itham yöneltilmemiştir. Çünkü Kur'an gerek Yahudiliğin gerekse
Hıristiyanlığın özü İtibariyle hak din olduklarını; ancak doğal olarak
Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla Yahudiliğin, İslâmiyet'in gelmesiyle de
Hıristiyanlığın yürürlükten kaldırıldığını kabul etmektedir. Esasen bu üç din
arasında sonra gelenleri, öncekilerin -ulûhiyyet, nübüvvet ve âhiret gibi
itikadı konularla ilgili inançlar başta olmak üzere- zaman, mekân, toplum gibi
değişken şartlara bağlı olmayan mutlak doğrularını devam ettirmiş; daha çok
amelî konulara ilişkin hükümler arasında şartlara bağlı olarak önemini yitirmiş
olanların yerine ise hayatın icaplarına uygun yeni hükümler koymuştur. Ayrıca
kutsal kitapları koruma imkânlarının son derece kısıtlı olduğu geçmiş
dönemlerde sonradan yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına katılmış, onlardan
çıkarılmış veya değiştirilmiş (tahrif) hükümlerle ilgili olarak da gerekli
düzeltmeleri yapmıştır. Esasen birçok müfessire göre nesihle ilgili 106. âyetin
ele aldığı temel konu da budur.
Aklın ve ilmin icabı
olan yukarıdaki gerçeklere rağmen yahudİler Hıristiyanlık ve Müslümanlığı,
hıristiyanlar da Yahudilik ve Müslümanlığı tanımamışlardır. Ayete göre onların
bu tutumları kendi kitaplarındaki bilgilere de aykırıdır. Nitekim Tevrat Hz.
îsâ'nın geleceğini müjdelemiş; İncil ise Yahudiliği tanımakla kalmayıp Hz.
îsâ'nın Mûsâ şeriatını tamamlamak üzere geldiğini haber vermiştir. [342]
Ayetteki
"Bilmeyenler de onların dediklerine benzer şeyler söylediler" mealindeki
ifade câhil ve bağnaz toplulukların asılsız inançlara körü körüne bağlılıklarına
ve doğru olup olmadığını araştırmaksızm diğer bütün inançlara, fikirlere karşı
çıkmalarına işaret etmektedir. Buradaki "bilmeyenler" ifadesiyle
kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler varsa da Taberî'nin de işaret
ettiği gibi, başta Kur'an'ın ilk muhatapları durumundaki müşrik Araplar olmak
üzere, doğru bir bilgi ve inanca sahip olmayan her topluluk bu ifadenin kapsamına
girer. Yine Taberî'nin yorumuna göre "Allah Teâlâ bu âyetiyle müminlere
şunu bildiriyor: Allah'ın kendilerine peygamber göndermediği, kitap
indirmediği cehalet ehlinin Allah, kutsal kitaplar ve peygamberler hakkında
söylediklerinin benzerlerini yahudi-ler ve hıristiyanlar da söylüyor, bâtıl
sözler sarfediyor, Allah'a yalan isnadında bulunuyor, peygamberleri inkâr
ediyorlar. Halbuki (söz konusu cehalet ehlinden farklı olarak) onlar Ehl-i
kitap'tır; söylediklerinin yanlış olduğunu, inkârlanyla kendi dinlerinden
saptıklarını ve Allah'a iftira ettiklerini bilirler (bilmeleri gerekir)."
Bu âyete göre Allah Teâlâ'nın yasakladığını bilmesine rağmen O'na karşı isyankâr
davranışlarda bulunan birinin din hususundaki suçu, bu günahları bilgisizlikten
dolayı işleyeninkinden daha büyüktür. [343]
Meali
114. Allah'ın mescidlerinde
O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan
daha zalim kim olabilir? Aslında bunların oralara ancak korka korka girmeleri
gerekir. Böyleleri için dünyada rezillik var, âhirette de onlar için büyük azap
vardır.
115. Doğu da
Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın zâtı oradadır. Şüphesiz Allah
(zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, çok bilgilidir. [344]
Tefsiri
114.
Sözlükte "secde edilen yer" anlamına gelen mcscid (çoğulu mesâcid) terim
olarak, müslümanlann namaz kılmalarına ayrılmış mekânı ifade eder. Secde, bir
hadise göre müminin Allah'a en yakın bulunduğu an olduğu, [345] bu
sebeple namazın en önemli rüknünü oluşturduğu ve âdeta namaz ibadetini
sembolize ettiği için hem Kur'ân-ı Kerîm'de hem hadislerde hem de diğer İslâmî
kaynaklarda özel olarak namaz ibadetine tahsis edilmiş yerler secde fiiline
nispetle mescid diye anılmıştır. Sözlükte "toplayan, bir araya
getiren" anlamına gelen cami ismi ise başlangıçta sadece cuma namazlarının
kılındığı büyük mescidleri ifade ederken daha sonra bilhassa Türkler'de mescid
kelimesi sadece çoğu mahalle aralarında inşa edilen küçük mâbedler İçin
kullanılmış, vakit namazlarının da kılındığı bütün büyük mescidlere de cami
denilmiştir. Ayrıca bayram ve cenaze namazlarının kılındığı açık alanlara
musalla, yol boylarında üstü açık olarak İnşa edilen mescidlere de namazgah
denilir.
Taberî, âyette
mescidlerin harap olması İçin çalıştıkları bildirilen zümrenin hıristiyanlar olduğunu,
zira onların Kudüs'teki Beytülmakdis'i (Süleyman Mabedi) tahrip ettiklerini,
bu hususta Buhtunnasr'a yardımcı olduklarını, Buhtunnasr Kudüs'ten ayrıldıktan
sonra da Benî İsrail'in bu mâbedde ibadet etmelerini engellediklerini ileri süren
görüşü tercih etmişse de[346],
Fahreddin er-Râzî'nin de Ebû Bekir er-Râzî'nİn Ahkâmü'l-Kur'ân'ıada yer alan
açıklamalarını dikkate alarak belirttiği gibi [347]
Buhtunnasr'ın Kudüs'ü işgal ederek Beytülmakdis'i yıktırması Hz. îsâ'dan ve
dolayısıyla hıristiyanlardan çok önce (m. Ö. 586) vuku bulduğu, ayrıca
yahudiler gibi hıristiyanlar da bu mabede saygı duydukları için bu açıklamayı
kabul etmek mümkün değildir. Ancak Romalilar'ın, yahudi ayaklanmasını
bastırmak üzere 70 yılında Kudüs'ü kuşatmaları sırasında Beytülmakdis de
yanmıştı.
Ayette, müşriklerin
Hudeybiye Gazvesi sırasında Hz. Peygamber'in ve yanındaki müslümanlann
Mescid-i Harâm'a girmelerini engellemelerinin kastedildiği yolunda bir görüş
daha varsa da [348] bu
yorum isabetli görülmemiştir. Zira bu âyette, bahsedilen kimselerin mescidleri
harap etmeye çalışmalarnıdanTla söz edilmektedir. Halbuki Araplar Mescid-i
Harâm'a daima saygı göstermişlerdir. Bununla birlikte, bu bölümdeki âyetlerin
temel konusu dikkate alınarak "mescidlerin harap olması İçin çalışan"
İfadesiyle, Süleyman Mâbedi'ni yakan Romalı putperestlerin, "Allah'ın
mescidlerinde O'nun adının aml-masma engel olan" ifadesiyle de
müslümanlann Mescid-i Haram'a girip ibadet etmelerini engelleyen Mekkeli
putperestlerin kastedildiği düşünülebilir. [349]
Fahreddin er-Râzî, bu hususta dört yorum zikrettikten sonra beşinci bir yoruma
yer vermekte ve bunu daha güçlü bulmaktadır. Buna göre yahudiler, Kabe'ye
yönelerek namaz kılınmasını hazmedemiyorlar, müşrikleri Kabe'yi tahribe teşvik
ettikleri gibi kendileri de Medine'deki Mescid-i Nebevî'yi tahrip için
çalışıyorlardı. [350]
Bu tür yorumlar,
âyette mutlak mânada ibadet ve mâbed düşmanlığının hedef alındığını
düşünmemize de engel değildir. Buna göre, geçmişte veya gelecekte mâbedlerde
Allah'a ibadet edilmesini engelleyen, oraların maddî veya manevî anlamda
yıkılıp harap olması veya her ne suretle olursa olsun işlevsiz bir duruma
düşmesi için çabalayan her türlü olumsuz hareketler Kur'ân-ı Kerîm tarafından
kesin bir surette kınanmıştır. Zira ibadet, insanın yaratıcısıyla ilişkisini
sağlamada ve bu suretle onda kulluk bilincini canh ve sürekli kılmada en önemli
işleve sahip düzenli davranış biçimleri; mâbedler de sadece bu işlevin yerine
getirilmesi için tesis edilmiş kutsal mekânlardır. Şu halde âyette verilen asıl
mesaj, mâbedlerin dokunulmazlığı ve ibadet özgürlüğüdür. Nitekim bu temel
yaklaşım dolayısıyla Kur'an, "içinde Allah'ın isminin anıldığı"
(ibadetlerin yapıldığı) mescidlerle birlikte kiliselere ve havralara da saygı
gösterilmesi gerektiğine işaret etmiştir. [351] Bazı
yanlışları da bulunsa, Allah inancını ana eksen olarak alan Ehl-i Ki-tabm
ibadet özgürlükleri ve tapınaklarının saygınlığı Hz. Peygamber'den itibaren
müslüman yöneticilerin titizlikle uydukları bir ilke olarak yaşattlmıştır.
Hatta Hz. Peygamber, Necranlı bir hıristiyan heyetinin Medine Mescidi'ne
girerek burada kendi dinlerine göre âyin yapmalarına bile izin vermiştir. [352] İşte
diğer kitabî dinlerin ibadet ve mâbedleri için bile böylesine sayılı bir bakış
getiren İslâm dini,kendi mâbedleri olan mescidlerde ibadet edilmesine engel
olan ve bu mukaddes mekânların tahribine çalışanları zalimlerin en zalimi
saymış (zulüm teriminin Kur'ânî anlamı için bk. Bakara 2/54); bu sebeple
konumuz olan âyette onların mescidlere, ancak müminlerin gücünden, onlar
tarafından yakalanmaktan korkup çekinerek girebileceklerine[353],
bunun için de müminlerin güçlü olmaları gerektiğine; aynca mâbedlerin, kötü niyetlilerin
oraları tahribe ve ibadet edilmesini engellemeye cesaret edemeyecekleri şekilde
güvence altında tutulması gerektiğine işaret edilmiştir.[354]
115.
"Doğu" ve "batı" kelimelerinden maksat, yeryüzünün tamamı,
hatta yeryüzüyle birlikte orada bulunan bütün varlıklardır. [355]
Dolayısıyla yeryüzü Allah'ın eseri ve mülkü olduğundan şu veya bu yönün
diğerine göre herhangi bir üstünlüğü yoktur; yeryüzü bütünüyle bir mâbed gibi
olup aslolan ibadetin Allah için yapılmasıdır. İbadet esnasında zorunlu olarak
bir tarafa yönelmekse ancak sembolik bir anlam taşır. Nitekim müslümanlar,
başlangıçta kutsal bir mekân olarak Kudüs'teki Beytülmakdis'e yönelerek ibadet
etmişler, daha sonra bu sûrenin kıbleyi belirleyen 144. âyetinin inmesi
üzerine Kabe'ye yönelmeye başlamışlardır. Her ne kadar 115. âyetin 144. âyetle
neshedildiğini savunanlar olmuşsa da[356], bu
iki âyet arasında nesihle izahı gerektiren bir uyumsuzluk söz konusu değildir.
115. âyet, her yerde ve her yöne yönelerek Allah'a ibadet ve dua
edilebileceğine, yani konunun özüne işaret etmekte, 144. âyet ise namazla
ilgili özel uygulamayı belirlemektedir. [357]
Bazı rivayetlerde[358] bu
âyetin, kıblenin hangi tarafta olduğunun bilinmemesi veya bilinse bile
hastalık, yolculuk, savaş gibi özel durumlar sebebiyle o yöne dönmenin güç,
tehlikeli ya da imkânsız olması gibi hallere ilişkin özel bir hüküm belirlediği
ifade edilmiştir. Buna göre normal durumlarda namazı kıbleye yönelerek kılmak
farzdır; 144, âyet bu hükmü koymuştur. Ancak yukarıda değinilen mazeretlerin
baş göstermesi durumunda mümkün ve elverişli olan her yöne doğru yönelerek
namaz kilınabilir; konumuz olan 115. âyet de işte bu ruhsatı vermektedir.
Yaratılmışların tamamı
mutlaka birçok yönden sınırlıdır. Allah Teâlâ ise hem zâtı hem de sıfatlan
itibariyle eşsiz, benzersiz ve sınırsızdır. Âyette geçen "vâsi"' işte
bu sınırsızlığı ifade eder. [359]
Meali
116. "Allah çocuk
edindi" dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. Bilâkis, göklerde ve yerde
ne varsa yalnız O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğmişlerdir.
117. O, göklerin ve
yerin eşsiz-örneksiz yaratıcısıdır; bir şeyin olmasını dilediğinde ona "O1!"
der, hemen oluverir. [360]
Tefsiri
116. Burada
Ehl-i kitap'la müşrik Araplar arasında ortak olan yanlış bir inanç söz konusu
edilmektedir. Buna göre bazı yahudİler Üzeyir'İn, hıristiyanlar da Isâ'mn
Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürmüşler; müşrik Araplar ise melekleri Allah'ın
kızları olarak kabul etmişlerdi.[361]
Kitâb-ı Mukaddes'te de çeşitli vesilelerle "Allah'ın oğlu" ve
"Allah'ın oğulları" şeklinde ifadeler geçmektedir. Meselâ Tekvîn,
6/2,4; Tesniye 14/1; Eyub, 1/6; Matta, 5/9'da insanlar için "Allah'ın
oğullan'1, Matta, 26/63'te Hz. îsâ için "Allah'ın oğlu Mesîh",
Mezmûrlar, 2/7'de Hz. Dâvûd için "Tanrı!nın oğla"; Matta, 5/45 ve
Luka 6/36'da da Tann için "babanız" denilmektedir. Konumuz olan
âyette ise yüce Allah, kendisinin bu tür yakıştırmalardan münezzeh olduğunu
ifade buyurmakta; kendisiyle diğer varlıklar arasında, babalık-evlâtlık gibi biyolojik
bir ilişki değil, hâlik-mahlûk ilişkisi, diğer bir ifadeyle yaratma-itaat etme
ilişkisi bulunduğuna işaret etmektedir. Buna göre İhlâs sûresinde özetlendiği
gibi, Allah her yönden bir ve tektir; bir varlık türüne mensup olmadığından
doğurması da, doğurulması da söz konusu değildir, bir denginin bulunması da
düşünülemez. İnsanlar da dahil olmak üzere göklerde ve yerde bulunan her şey
Allah tarafından yaratılmış olup hepsi O'na aittir, O'nun mülküdür; küllî ve
evrensel planda hepsi de O'na boyun eğmişlerdir. Her varlık, sürekli bir
biçimde O'nun kanunlarına itaat etmekte, kendi lisân-ı hâli ile O'na kulluk
etmektedir. [362]
117. Bazı
eski dinler ve felsefî akımlarca, evrenin Allah'tan doğup taştığı veya O'ndan
bir kopma olduğu şeklinde inançlar ve görüşler ileri sürülmüş olup, âyette bu
tür inançlar reddedilmekte; Allah'ın semâvât ve arzı yani bütün evreni ve
evrendekileri -bir asıldan, bir kaynaktan veya kendi zâtından, zâtının bir
parçası olmak üzere ortaya çıkarmayıp- yoktan var ettiği; her yaratmanın da
sadece bîr "ol!" buyruğuyla gerçekleştiği ifade edilmektedir. Bu
şekilde her şeyi yaratan ve her şeyin sahibi olan, bütün varlıkları kendi
kanunlarına boyun eğdiren Allah'ın evlât edinmeye neden ihtiyacı olsun? Bu,
bilgisiz inkarcıların yakıştırmalarından başka bir şey değildir. [363]
Meali
118. Bilgiden yoksun
olanlar, "Allah bizimle konuşmalı veya bize bir mucizeli işaret gelmeli
değil miydi?" dediler. Bunun gibi onlardan öncekiler de onların
dediklerinin benzerini demişlerdi. Kalpleri hep birbirine benziyor! Biz,
gerçeği kabul edenlere âyetleri açıkladık.
119. Doğrusu (ey
Peygamber), biz seni hak ile desteklenmiş bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik. Yakıcı azaba mahkûm olanlardan sen sorumlu değilsin. [364]
Tefsiri
118.
Miifessirlerin çoğunluğu, "bilgiden yoksun olanlar"ı müşrik Araplar
diye açıklamışlardır. Ancak Ehl-i Kitap mensuplarının da Hz. Peygamber'den bu
tür istekte bulundukları bilinmektedir. [365] Bu
iki zümre de, Hz. Peygamber1 e iman etmeleri için Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği
bilgi ve delilleri yeterli görmüyor; Allah'ın doğrudan kendileriyle konuşması
gibi güya daha kesin ve ikna edici kanıtlar istiyorlardı. Ancak âyette
bunların, eski peygamberlerin dönemlerinde de inkarcılıkta ısrar edenlerce
ileri sürülmüş olan samimiyetten uzak bahaneler olduğu [366], bu
bakımdan eski inkarcılarla yenilerin niyetleri arasında tam bir benzerlik
bulunduğu bildirilmektedir. Oysa yüce Allah, gerçekten doğrulan arayan, doğru
İnanç ve yaşayış konusunda samimi bir arayış içinde olanların yeterli bulacağı
âyetleri, başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere çeşitli kanıtları açık seçik
bildirmiş, onlar da bu sayede îman etmişlerdir. Diğerlerinin inkârları ise, bu
kanıtların yetersiz oluşundan değil, İslâmiyet'i kabul etmemekte ön yargılı
davranmalarından ve inatlarından kaynaklanmaktadır. [367] Bu
sebeple, Enfâl sûresinde de bildirildiği gibi (8/23), Allah onların taleplerini
yerine getirseydi yine de gerçeğe sırt çevireceklerdi. [368]
119.
Resûlullah't teselli amacı taşıyan âyette onun, insanları doğru inanç ve güzel
yaşayışa çağırarak onlara cenneti müjdelemek, inkarcılık ve kötü davranışlar
konusunda uyararak, aksine davrananların âhirette uğrayacakları kötü akıbeti
haber vermek üzere gönderildiği, bu görevi yerine getirirken kendisinin hak ile
yani Kur'ân-i Kerîm'in içerdiği sağlam bilgiler, doğru itikad esasları ve
kesin delillerle desteklendiği; bunun ötesinde onun İnkarcıları cehennemin
yakıcı ateşinden kurtarmak gibi bir sorumluluğunun bulunmadığı
bildirilmektedir.[369]
Meali
120. Sen onların
dinlerine uymadıkça yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla memnun
kalmayacaklardır. De ki: "Asıl doğru yol ancak Allah'ın yoludur."
Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık
Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır. 121. Kendilerine kitap verdiğimiz,
onu hakkını vererek okumakta olanlar var ya, işte kitaba iman edenler onlardır;
ama her kim onu inkâr ederse işte ası) kaybedenler onlardır. [370]
Tefsiri
120.
"Din" diye çevrilen millet kelimesi, "Allah'ın, peygamberleri
aracılığıyla insanlara bildirdiği, onları Allah'a yakınlaştıran yol; dinî
ilkelerin ve kuralların bir toplum tarafından benimsenip geleneklegtirilmiş
şekli" anlamına gelir. Başka bir tanıma göre millet, Allah'ın koyduğu
kuralları ve İlkeleri, din de kişinin uyguladığı kuralları ve ilkeleri ifade
eder. Buna karşılık dinin aslî biçimine olduğu gibi, az çok yozlaştırılmış
şekline de millet denilebilir. Nitekim âyette millet kelimesinin, ikisi de
tahrife uğramış olan Yahudilik ve Hıristiyanlık İçin kullanılmış olduğunu
görüyoruz. Milletin dinden bir başka farkı da, sadece bir peygambere veya bir
topluluğa nispet edilebilir olmasıdır. Meselâ "İbrahim'in milleti, hıristiyan
milleti, İslâm milleti" denilebildigi halde "Ahmed'İn milleti, Ali'nin
milleti" denilmez; buna karşılık din kelimesi her durumda kullanılır.
Ayrıca Allah'ın dini (dînullah) denilir, fakat Allah'ın milleti (milletullâh)
denilemez. [371]
Bir önceki âyette
buyurulduğu gibi Hz. Muhammed, gerçek bir elçi sıfatıyla bütün insanlar İçin
bir rehber, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiş olmasına rağmen,
Medine'deki yahudiler tam bir taassup ve tutuculukla Hz. Peygamber'e ve İslâm'a
karşı tavır almışlar; ona ve onun getirdiği yeni dine uymaları ve bu dinin
gerçekleştirdiği yenilikleri benimsemeleri gerekirken, tam tersine Peygamber
kendi dinlerini benimsemedikçe ondan asla hoşnut olmayacaklarını ortaya koyan
bir tutum sergilemişlerdir. Fakat Allah nezdinde önemli olan, şu veya bu kişi
ya da zümrenin hoşnutluğunu kazanmak değil, hidayet üzere olmak, doğru ve kurtuluşa
götüren yolu izlemektir. Bu yol ise Allah'ın yoludur; O'nun bildirdiği iman
esaslarını, ibadet ve hayat tarzını benimseyip yaşamaktır. Bunlara dair bilgi
geldikten sonra, yani Allah Teâlâ resulüne vahiy yoluyla hak dini ve onun
esaslarını bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanlann arzularına
uymak, İslâm'la bağdaşmayan inanç, ibadet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün
değildir; bunu yapan bir kimse Allah'ın dostluğunu ve yardımını da kaybetmiş
olur. Âyette bu uyarıyı ifade eden bölümde Hz. Peygamber'e hitap edilmekteyse
de, onun böyle bir sapma göstermesi mümkün olmadığından asıl muhatap müslüman
bireyler ve topluluklardır.
Yuhudilerle
hıristiyanların, kendi dinlerine uymadıkça müslümanlardan memnun ve hoşnut
olmayacakları yönündeki Kur'ân-ı Kerîm'in bu tespiti, tarihî olarak da
ispatlanmış bir gerçektir. Nitekim müslümanlar kendi topraklarındaki Ehl-i
kitaba karşı son derece adaletli ve insanî bir tavır sergiledikleri, hatta
zaman zaman İslâm beldeleri onlar için bir sığınak olduğu halde, müslüman
İspanya'nın (Endülüs) İşgalinden başlamak üzere istilâ ettikleri bütün İslâm
ülkelerinde yahu-di ve hıristiyan yönetimler müslümanlara karşı çok zaman
vahşete kadar varan baskı, sindirme ve sömürü politikaları izlemişlerdir.
Ayrıca hıristiyan Batı dünyası, Macarlar gibi hıristiyanlaşmış Türkler'i
benimsediği halde Müslümanlığını korumuş Türkler'i hiçbir zaman dost olarak
görmemiş; özellikle Tanzimat'tan bu yana Türkler'in göstermiş olduğu Batı
dünyasıyla yakınlaşma çabaları, onların bu olumsuz tavırları yüzünden daima
sonuçsuz kalmış ve Türkler'in aleyhine işlemiştir, Hıristiyan dünyanın diğer
müslüman milletler, hatta hıristiyan olmayan bütün toplumlar karşısındaki
tutumu da bundan farklı değildir. Hıristiyan Batılılar'ın Müslümanlığı
Hıristiyanlığa karşı, müslümanlan da htristiyanlara karşı tehlikeli bir güç
olarak algılamaları, İslâm'a ve miislümanlara karşı daha zalim ve haksız
tavırlar sergilemeleri sonucunu doğurmakta; bu yüzden bir kısmı iyi niyete
dayalı dinler arası diyalog ve benzeri teşebbüsler de ya sonuçsuz kalmakta veya
müslümanlar aleyhine bir komplo şüphesini haklı çıkaran işaretler
taşımaktadır.
Bütün bu tespitler
yahudilere ve hıristiyanlara karşı, körü körüne dostluk duygusu besleyip
kişiliksiz ve teslimiyetçi bir davranış tarzını benimsemenin de, onların
hatasını tekrarlayarak, kör bir düşmanlık duygusuna kapılıp haksız davranışlara
kalkışmanın da yanlış olduğunu göstermektedir. Her iki aşırılık da en başta
Kur'ân-ı Kerîm'in öğretisine aykırıdır. Zira Kur'an müslümanlara bir taraftan
"Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin.
Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur"[372]derken,
diğer taraftan da üzerinde durduğumuz âyette görüldüğü gibi, "Eğer sana
gelen ilimden (vahyin ortaya koyduğu gerçeklerden) sonra onların arzularına
uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır"
der. Şu halde müslümaniar için yapılacak iş, dostluk ve düşmanlık gibi
duyguların etkisiyle zulüm veya zillet tavırları sergilemekten sakınmak;
İslâm'ın genel öğretisine uyarak iman, akıl, ilim, irfan, dürüstlük ve adalet
gibi zihnî ve ahlâkî erdemlerle donanmak, bu erdemlerle desteklenen bîr
kültürel, siyasî ve ekonomik rekabet ve gelişme İradesini en verimli biçimde harekete
geçirerek onurlu ve kişilikli bir ilişki zeminini oluşturmaktır.[373]
121.
"Yetlûne" fiilinin masdarı olan tilâvet kelimesi sözlükte
"birine, bir şeye uymak, onu yakından takip etmek"; terim olarak ise
"hem okumak hem de emir ve yasaklarım, teşvik ve uyarılarını hayata
geçirmek suretiyle Allah'ın kitabına uymak" anlamına gelir ve bu anlamıyla
"kıraat" kelimesinden daha özel bir mâna ifade eder. Buna göre her
tilâvet bir kıraattir, fakat her kıraat tilâvet değildir. Bu sebeple tilâvet genellikle
yalnızca ilâhî kitabın okunması için kullanılır; çünkü ilâhî kitaplar sadece
okunmak için değil, aynı zamanda hükümlerinin uygulaması için gönderilmiş olup
ancak bu uygulamanın yerine getirilmesi şartıyla tilâvet gerçekleştirilmiş
olur (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "telâ" md.). Bu sebeple âyetin
"yetlûnehû hakka tilâvetin" kısmı mealinde "onu hakkını vererek
okuyanlar" şeklinde tercüme edilmiştir.
"Kendilerine
kitap verilenlerde kimlerin, kitapla da hangi kitabın kastedildiği hakkında
tefsirlerde iki farklı görüş ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre buradaki
kitaptan maksat Kur'ân-ı Kerîm, kitap verilenler de Hz. Muhammed'e uyan
müs-lümanl ardır. Ancak daha güçlü olan bir başka yoruma göre kitapla Tevrat,
kendilerine kitap verilenlerle de Tevrat'ı hakkıyla okuyarak onunla amel eden,
özellikle Hz. Muhammed'in geleceğine dair Tevrat'ta geçen bilgileri dikkate
alarak onun peygamberliğini tasdik eden yahudiler kastedilmiştir.[374]
120. âyette Ehl-i
kitabın müslümanlar karşısındaki genel tavrının olumsuz olduğu bildirilmişti.
Bu âyette ise yahudiler arasında hâlâ kendi kitaplarını hakkıyla okuyan,
geleneksel yahudi taassubundan ve ön yargıdan uzak kalabilen bazı kimselerin
bulunduğu, bunların Hz. Peygamber ve müslümanlar hakkında İnsaflı ve adaletli
hükümler verebildikleri belirtilmektedir. İşte kitaba (Tevrat) asıl inananlar
ve hükümlerine uygun yaşayışlarıyla onu tasdik edenler bunlardır. Tevrat'ın
tahrif edilmesi ve zamanla Yahudilik adına uydurulan birçok yanlış inancın
yahudi kültürüne yerleşmesi yüzünden yoldan çıkmış ve bu suretle bir bakıma
gerçek Tevrat'ı inkâr etme konumuna düşmüş olanlara gelince, asıl hüsrana
uğrayanlar, âhi-ret saadetinden mahrum kalanlar onlardır. [375]
Meali
122. Ey
İsrâiloğulları! Geçmişte sîze verdiğim nimetimi ve sizi cümte âleme üstün
kıldığımı hatırlayın.
123. Öyle bir günden
korkun ki, o gün kimse başkası için bir şey ödeyemez; hiç kimseden fidye kabul
edilmez, kimseye şe-faat fayda vermez, onlara asla yardım da yapılmaz. [376]
Tefsiri
122-123. Bu
âyetlerden ilki, aynı sûrenin 47. âyetinin, ikincisi ise birkaç kelime
farkıyla 48. âyetinin -farklı münasebet ve sebeplerle- tekrarı olup gerekli
açıklamalar, özellikle şefaat kavramıyla ilgili ayrıntılı bilgi orada
verilmiştir. Söz konusu nimetlerle âhirete dair uyanların bu bağlamda yahudilere
bir defa daha ha-tırlatılmasmın sebebi, onların -bundan sonraki bölümde
kendisinden söz edilecek olan- Hz. İbrahim'in soyundan gelmeleriyle övünmeleri
ve bu özellikleri sayesinde âhİrette kurtuluşa erecekleri ümidine
kapılmalarıdır. Bu iki âyette onlara bir bakıma şöyle denilmektedir: Allah
sizlere, peygamberler atası olan İbrahim'in soyundan gelmeniz dahil olmak
üzere, zaman zaman dünyanın en üstün milleti olmanızı sağlayan pek çok
lutuftarda bulunmuştur. Fakat imtihan için ve şartlı olarak mazhar olduğunuz
bu lutuflar, size boş bir şefaat ümidi verip gevşekliğe kapılmanıza yol
açmamalı, aksine sizin için bir sorumluluk sebebi olmalıdır. Zira âhi-ret
gününde hiç kimseye soyuna göre muamele edilip iltimas geçilmeyecek, şefaat
edilmeyecektir. [377]
Meali
124. Vaktiyle rabbî
İbrahim'i bazı sözlerle sınayıp da İbrahim onları eksiksiz yerine getirince,
"Ben seni insanlara önder yapacağım" buyurmuştu. İbrahim,
"soyumdan da" deyince rabbi, "Vaadim zalimleri kapsamaz"
buyurdu.
125. O zaman biz beyti
insanların gidip gelip ziyaret edecekleri bir makam ve bir güvenlik yeri
yaptık. Siz de İbrahim'in makamından kendinize namaz kılacak bîr yer edinin,
İbrahim ve İsmail'e de, "Tavaf edecekler için ibadete kapanacaklar, rükû
ve secde edecekler için evimi temiz tutun" diye talimat verdik.
126. İbrahim,
"Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe
inananları da çeşitli ürünlerle rıziklandır" diye dua etmişti. Allah
buyurdu ki: "İnkâr edene de az bir süre dünya nimetleri veririm, ama
sonunda onu cehennemin azabına sürerim. O ne kötü bir sondur!"
127. İbrahim İsmail'le
birlikte beytin temellerini yükseltiyordu: "Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul
buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.
128. Ey rabbimiz! Bizi
sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar.
Bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et. Şüphesiz tevbeleri kabul
eden, merhameti bol olan yalnız sensin.
129. Soyumuz içinden,
onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları
temizleyecek bir elçi çıkar rabbimiz! Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet
sahibi." [378]
Tefsiri
124. İbrahim
aleyhisselâm Kur'ân-ı Kerîm'de hayatı ve tebliğ faaliyetleri hakkında bilgi
verilen büyük peygamberlerden biridir. Hakkındaki en eski bilgiler Tevrat'ın
Tekvîn kitabına dayanmaktadır. Burada verilen bilgilere göre onun ismi önceleri
"yüce baba" anlamında Abram idi. Fakat daha sonra bunun yerine Tanrı
ona "milletlerin babası" anlamına gelen Abraham (İbrahim) ismini vermiştir.
[379] Soy
kütüğü, babadan oğula doğru Nûh, Sam, Arpagşad, Şelah, Eber, Peleg, Reu, Serve,
Nahor, Terah, Abram (İbrahim) şeklinde gösterilir.[380]
Hz. İbrahim
Mezopotamya'da, Keldânîler'in Ur şehrinde doğmuş; eşi Saray t Sâre), babası
Terah ve diğer akrabalarıyla birlikte buradan Harran'a gitmiş; baba-sı burada
ölmüş, kendisi de Tanrı'dan aldığı buyruk üzerine eşi Sâre ve kardeşinin oğlu
Lût ile birlikte Filistin'deki Ken'an diyarına göçmüştür. Tann'dan, bu ülkenin
kendi soyuna verileceği müjdesini alan îbrâhim, ülkede baş gösteren kıtlık yüzünden
eşiyle birlikte Mısır'a gitmiş, orada Hâcer kendisine câriye olarak verilmiş,
daha sonra tekrar Ken'an diyarına dönmüştür, Yine Tevrat'ın verdiği bilgilere
göre İbrahim'in Sâre'den çocuğu olmayınca onun İsteğiyle Hâcer'le evlenir ve
seksen altı yaşındayken ondan oğlu İsmail[381],
100 yaşına geldiğinde de Sâre'den İshak dünyaya gelir.[382]
Sâre'nin kıskançlığı yüzünden Hâcer oğlu İsmail'i alarak Paran çölüne gidip orada
yaşamak zorunda kalır. [383] Öte
yandan İbrahim, ilâhî İradeye boyun eğerek İshak'ı kurban etmek istemesiyle
Tanrı' nın takdirini kazanır [384] ve
kendisine soyunun göklerdeki yıldızlar, denizdeki kumlar kadar çoğalacağı va-ad
edilir. Daha sonra evlendiği Ketura isimli eşinden de çocukları olur. 175 yaşında
ölen İbrahim, eşi Sâre'nin yanma defnedilir. [385] Kitâb-ı
Mukaddes'e göre rab, İbrahim'e görünmüş ona zürriyetini çoğaltıp
bereketlendireceğini bildirmiş ve kendisiyle nesiller boyu devam edecek bir
ahid yapmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de on
dördüncü sûreye İbrahim ismi verilmiştir. Hz. İbrahim Kur'an'da altmış sekiz
defa anılmakta; çeşitli âyetler yanında özellikle Bakara sûresinin konumuz
olan bu âyetleriyle (124-135). 258 ,260. âyetlerinde ve Âl-i İmrân (3/67-68 ,95-97),
En'âm (6/74-86), Hûd (11/69-76), İbrahim (14/35-39). Meryem (19/41-50), Enbiyâ
21/51-73), Sâffât (37/83-113) sûrelerinde bu büyük peygamber hakkında geniş
açıklamalar yer almaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz.
İbrahim'in babası Âzer ismiyle anılır. [386] Daha
ergenlik çağma germeden kendisine fikrî olgunluk (rüşd) verilmiş olan [387] Hz.
İbrahim ayrıca vahye mazhar olmuş[388] ve kendine "suhuf' indirilmiştir. [389] Ne yahudi ne de hıristiyandır; tek Tanrı
inancını esas alan Hanîf dininin temsilcisidir. Bu yüzden, kendinden sonra
tevhid inancını sürdüren hak dinin bütün dönemlerdeki müntesiplerine
"İbrahim milleti" denir. [390] Kur'ân-ı
Kerîm, Hz. Mu-hammed'le birlikte Hz. İbrahim'i de "üsve-i hasene"
(güzel örnek) olarak gösterir (Mümtehİne 60/4). Bütün bu özellikleriyle o, hem
fikrî hem de fiilî olarak putperestlikle ve -başta babası olmak üzere-
putperestlerle mücadele etmiş[391] bu sebeple inkarcılar tarafından ateşe
atılmış fakat Allah'ın, "Ey ateş! İbrahim İçin serinlik ve esenlik
ol!" buyruğu üzerine ateş onu yakmamıştır. [392] Bu
olaydan sonra Hz. İbrahim, "âlemlere bereketli kılman bir yer"e
(Filistin) getirilmiştir. [393] Kendisine İsmail ve
İshak isimli iki oğul verildiğini Kur'ân-ı Kerîm de bildirir. [394] Hz.
İshak dünyaya geldikten sonra annesi Sâre, Hâcer'i ve oğlu İsmail'i istemez;
bunun üzerine Hz. İbrahim Allah'ın emrine uyarak Hâcer'le İsmail'i Mekke'nin
bulunduğu bölgeye getirir. Kur'an'da bu husus Hz. İbrahim'in ağzından,
"Rabbimiz, neslimden bîr kısmını senin Beytülharânı'mın yanında, ekinsiz
(kuru) bir vadiye yerleştirdim"[395]şeklinde
ifade edilir. Daha sonra Hz. İbrahim, 127. âyette bildirildiği üzere oğlu
İsmail'le birlikte Kabe'yi inşa eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz.
İbrahim'in vefatıyla ilgili bilgi yoktur. Kısas-ı enbiyâ kitaplarında onun 195
veya 200 yaşında öldüğü, eşi Sâre'nin yanma defnedildiği ifade edilir.[396]
Yüce Allah bu sûrenin
başında mümin ve kâfirlerin, ardından da münafıkların temel niteliklerinden
söz etmiş; daha sonra 40. âyetten itibaren uzun bir şekilde yahudilerin ve
hıristİyanların yanlış inançlarını, tutum ve davranışlarım anlatıp tenkit
etmiştir. Burada ise söz, Hanîflik diye ifade edilen tek Tanrı inancının en
önde gelen temsilcilerinden olan ve bütün bu belirtilen inanç gruplarının
kendine büyük bir saygı duyduğu Hz. İbrahim'e getirilerek, eğer gerçekten ona
saygı duyuyorlarsa onu iyi tanımaları gerektiği hatırlatılırcasına, onun Allah
tarafından kendine yöneltilen buyrukları nasıl eksiksiz yerine getirdiği ve
böylece büyük sınavı nasıl kazandığı anlatılmakta; Allah yolundaki
faaliyetleri hakkında bilgi verilmektedir.
Allah'ın İbrahim'i
sınamak, imtihan etmek maksadıyla kendisine yönelttiği bildirilen
"sözler"le (kelimât) ne kastedildiği hususunda tefsirlerde, sünnet
olma konusu da dahil olmak üzere, çeşitli görüşler yer almaktadır. Bunlarla
ilgili rivayetleri aktaran Taberî görüşlerini şöyle özetler: "Allah Teâlâ'nın
İbrahim'i denemesinin anlamı, bir imtihan olmak üzere ona, kendine farz
kıldığı görevleri ve buyruklarını bildirmesidir. Allah'ın İbrahim'e vahyettiği
bir imtihan ve deneme olarak kendini, gereğini yerine getirmekle yükümlü
kıldığı kelimeler bu görevler ve buyruklardır." Dolayısıyla âyeti bu görev
ve buyrukların sadece biri veya bir kısmıyla ilgili saymak isabetli olmaz.
Çünkü ne burada ne de başka bir âyet veya hadiste buna imkân veren bir açıklama
yer almaktadır. [397]
Hz. İbrahim bu
kelimeleri yani kendisine yöneltilen buyrukları eksiksiz yerine getirince
Allah ona, "Ben seni insanlara önder yapacağım" buyurdu; İbrahim'in
kendi soyundan gelenler içinden de önderler yetişmesi yönünde dilekte bulunması
üzerine ise "Vaadim zalimleri kapsamaz" buyurarak, üstünlüğün
biyolojik sebeplere, kan bağına değil, dinî ve ahlâkî liyakate bağlı olduğunu
bildirdi. Bu açıklama diğer yahudiler gibi Hz. Peygamber dönemindeki
yahudilerin de kendilerini "Allah'ın seçilmiş halkı" saymalarına bir
cevap teşkil etmektedir. Buna göre zalimler İbrahim'in soyundan da olsalar,
Allah'ın vaad ettiği önderlik, liderlik, üstünlük gibi ayrıcalıklara, -lâyık
olmadıkları sürece- sahip de olamazlar; Allah'ın bu husustaki şarta bağlı vaadi
onları kapsamaz. Böylece âyet öncelikle Medine ya-hudilerine Hz. Peygamber ve
müslümanlar karşısında üstünlük, seçkinlik taslamalarının boş bir kuruntudan
ibaret olduğunu; zalimlerin, yani dinî ve ahlâkî konularda Allah'ın belirlemiş
olduğu sınırları aşan; özellikle şirk, veya inkâra sapan; adalet, hakkaniyet ve
eşitlik ilkelerine aykırı davranan; kör bir inatçılıkla gerçeğe karşı direnip
savaşan kişi veya toplumların önder olmaya hakları bulunmadığını hatırlatmakta[398]fakat
ilke olarak bütün insanlara, yalnız inanç ve yaşayış olarak değerli ve üstün olmaya
lâyık olanların bunu hak edeceklerini bildirmektedir. [399]
125.
"Beyt"ten maksat Kabe'dir. Kur'an'rn başka yerlerinde de bu mukaddes
mekândan yine "beyt" kelimesi[400] ve
Kabe ismiyle birlikte[401]"Bey-tülharâm"[402]"Beytüla-tîk"[403]"Beytülma'mûr"[404]
şeklinde de söz edilmiştir.[405]
Âyette Kabe'nin,
dünyanın muhtelif yerlerinden insanların bıkmadan, tekrar tekrar gelip ziyaret
edecekleri, ibadet sevabı kazanacakları bir hac mahalli olarak yapıldığı, bu
sebeple oranın güvenli bir yer kılındığı, başlangıçtan itibaren yüce Allah'ın
muradının bu olduğu bildirilmekte, bunun Araplar için şükredilmesi gereken bir
nimet ve bir onur vesilesi olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim Kabe Hz.
İbrahim'den itibaren bilinen bütün tarihi boyunca bir hac ve ziyaret mahallî
olarak işlev görmüş, bu durum başta Mekkcliler olmak üzere Araplar için maddî
ve manevî faydalar sağlamış; bu yüzden orada bulunan insanların, hatta bütün
canlıların güvenliğine de özel bir Önem verilmiş; bu iki hususa, yani Kabe'nin
hem bir hac mahalli olarak ziyaret edilmesine hem de güvenliğinin korunmasına
putperest Araplar'ca bile önemle riayet edilmiştir.
"Siz de
İbrahim'in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin" şeklindeki
bölümün muhatabının kimler olduğu hususunda iki farklı görüş vardır. Bir görüşe
göre bu buyruğun muhatabı Hz. Muhammed'in ümmeti, daha güçlü olan diğer görüşe
göre ise Hz. İbrahim'in kavmidir. Bu son görüş tercih edildiğinde âyeti,
"Biz onlara, siz de İbrahim'in makamından kendinize namaz kılacak bir yer
edinin, diye emrettik" şeklinde anlamak gerekir. Bununla birlikte, muhatap
belirtilmeksizin sadece buyruk cümlesiyle yetinilmiş olması dikkate alınırsa,
Muham-med ümmetinin de bu kapsamda düşünülmesine engel yoktur. [406]
İbrahim'in makamı
(Makam-ı İbrahim), Hz. İbrahim'in Kabe'yi inşa ederken üstüne bastığına,
üzerine ayak İzlerinin çıktığına inanılan taş veya bu taşm bulunduğu yerdir.[407] Bugün
bu taş Kabe'nin kuzeydoğu kenarının karşısında, Kabe'ye yaklaşık 15 m.
mesafededir. Konumuz olan âyetteki "İbrahim'in makamından kendinize namaz
kılacağınız bir yer edinin" buyruğu uyarınca müs-lümanlann namazgah
saydıkları, tavaf namazının kılındığı bu makamın korunması için halifeler ve
diğer hükümdarlar özel tedbirler almışlar, taşın çevresine kıymetli
madenlerden çemberler geçirmişlerdir. Sonraki dönemlerde makam-ı İbrahim İçin
özel bir oda İnşa edildi. Hicrî 900 yılında bu yapı yenilendi. Osmanlı Sultam
Abdülaziz aynı yapının kubbesini 1 m. kadar yükselttirdi. Ancak Suudi Prensi
Suûd b. Abdülazîz bu kubbeyi kaldırtarak taşı ve üzerindeki ayak izini rahatlıkla
görülebilecek bir hale getirdi. Zamanla hacıların sayısı artınca Kabe'nin çevresindeki
"metâf" denilen alandaki küçük yapıların tavafı güçleştirmesi üzerine
Kral Faysal'ın emriyle bu yapılarla birlikte makam-ı İbrahim için yapılan oda da
yıkıldı; asıl makam-ı İbrahim sayılan taş ise camlı bir kafes içine alındı.
Hz. İbrahim ve oğlu
İsmail mabedi inşa ettikten sonra Allah Teâlâ onlara, "Tavaf edecekler
için ibadete kapanacaklar, rükû ve secde edecekler için evimi temiz
tutun" diye emretmiştir. Yüce Allah'ın "beytiye" (evim) diye
andığı yer de Kabe'dir. Bu ifadeden dolayı bütün müslümanlar Kabe'yi Beytullah
diye de adlandırırlar. Tavaf edenlerden (tâiftn) maksat, hac ve umre niyetiyle
Kabe'yi ziyarete gelip Beytullah'ın çevresini usulüne göre dolaşanlar;
"ibadete kapananlar" seklinde çevirdiğimiz "âkifîn"den
maksat, ibadet etmek gayesiyle Harem-i şerifte bulunanlar, "rükû ve secde
edenler"den (er-rukkei's-sücûd) maksat da orada özellikle namaz
kılanlardır. [408] Yüce Allah, Hz. İbrahim
ve İsmail'e, belirtilen maksatlarla Beytullah'ı ziyarete gelenler için orayı
temiz tutmalarını emretmiştir. Hz. İbrahim ve İsmail'in şahsında Beytullah'tn
bakım ve gözetiminden sorumlu bulunan daha sonraki bütün müminlere hitap eden
bu buyruktaki "temiz-lik'le hem maddî hem de manevî temizlik
kastedilmiştir. Buna göre Harem-i şerif bir namazgah olduğu için bu kutsal
mekânın namazın sıhhatine engel olan maddî pisliklerden; insanın imanını,
ihlâsını ve kulluğunu Allah'a arzettiği yer olduğu için putperestliği
çağrıştıran her türlü tutum ve davranışlardan; bütün milletlerden müslümanlann
bir araya gelerek tanışıp kaynaşmaları, sevgi ve şefkatin en güzel örneklerini
vermeleri gereken yer olduğu için de insanları incitici söz ve hareketlerden,
hatta hayvanlarla bitkilere zarar veren, mekânın kutsiyetiyle bağdaşmayan her
türlü ahlâk dışı tutum ve davranışlardan arındırılması istenmektedir. [409]
Nitekim hac ibadetinin esas ve âdâ-bma dair İstâmî kaynaklarda da bütün bu
konularla ilgili olarak ayrıntılı hükümler tespit edilmiş ve düzenlemeler
yapılmış olup bunlar titizlikle uygulanmaktadır. [410]
126. Hz.
İbrahim Kabe'nin inşasına başlarken burada bir şehir oluşacağını düşünerek
Allah'tan bu şehri, zorbaların saldırılarına karşı güvenlikli bir şehir kılmasını,
orada ikamet edecek müminleri de her türlü düşman saldırısı veya doğal âfetlere
karşı korumasını niyaz etti. Buna karşılık Allah Teâlâ sadece müminlere değil,
inkarcılara da dünya hayatında bir geçimlik vereceğini, ama sonunda inkarcıları
cehennemin azabına süreceğim bildirdi. Âyette Allah'ın inkarcıları cehenneme
sürme işi "edtarru" fiiliyle ifade edilmektedir. Bu fiilin masdan
olan ıdtırâr (tz-tırar), zorunluluk anlamı ifade etmekte olup
"İhtiyar"ın, yani özgür olarak seçmenin zıddıdır. Buna göre
insanların imam veya inkârı seçip ona göre bir hayat yaşamaları onların kendi
iradelerine bağlı olmakla birlikte, bu seçimlerinin sonucunda hak ettikleri
akıbeti kabul edip etmemek hususunda özgür olmayıp zorunluluğa tabidirler. Şu
halde her kim Allah'ı ve âhîret gününü inkâr ederse, inkarcılığının kaçınılmaz
sonucu olarak Allah onu cehenneme sürecektir. Bu, Allah için değil (çünkü
O'nun fiilleri hakkında zorunluluktan söz edilemez), fakat kul için kaçınılmaz
bir sonuç olacaktır. Çünkü bir insan, "Ben imanı veya inkârı tercih
ediyorum" diyebilir; fakat kâfir olmayı seçmiş biri artık, "Ben
cehenneme gitmeyi tercih etmiyorum" diyemez. İşte bu husus âyette
"ıztırar" kelimesiyle ifade edilmiştir. Burada görüldüğü gibi,
tarihî bir olayı anlatırken bile araya muhatabını uyarıcı bir mesaj koymak ve
böylece olayın asıl dikkat edilmesi gereken yönüne işaret etmek, Kur'ân-ı
Kerîm'in yeri geldikçe uyguladığı etkili bir eğitim yöntemi olarak dikkat
çekmektedir. [411]
127-129.
Müfessirler genellikle 127. âyetteki "... temellerini yükseltiyordu"
İfadesine dayanarak, Kabe'nin yerinde daha önce bir yapı bulunduğunu, bunun zamanla
(Nûh tufanında) harap olup üstünü kum örtüsünün kapattığını, Hz. İbrahim'in bu
eski temelleri açığa çıkararak bunların üzerine Kabe'nin binasını yükselttiği
belirtirler. Ayrıca Kabe'nin ilk defa melekler veya Hz, Âdem tarafından
yapıldığına dair bazı rivayetleri aktarırlar. [412] Ancak
Taberî bu hususta kesin bir bilgimizin bulunmadığını belirtirken çağdaş
müfessirlerden M. Reşîd Rızâ, söz konusu rivayetleri kıssacıların uydurması
saymakta, özellikle bir kısım yahudilerin yaydıkları İsrâiliyat türünden
rivayetler olarak nitelemekte ve Kabe'nin ilk defa Hz. İbrahim tarafından inşa
edildiğini ifade etmektedir. [413]
Genel anlamıyla ümmet,
çoğu aynı kökten gelen, önceki kuşaklardan devralınan özelliklerin veya ortak
menfaat ve ideallerin ya da din, zaman, vatan gibi faktörlerin bir araya
getirdiği insan topluluğunu ifade eder. Çoğulu ümemdir. Dinî anlamda bir
peygambere inanıp onun yolundan giden cemaate, ilâhî dinlere mensup kavimler
topluluğuna ümmet denir. [414]
Aynı âyette geçen
müslim kelimesinin masdan olan İslâm kelimesi "li" edatıyla
kullanıldığında "teslim olma" anlamına gelir. Hz. Muhammed'in tebliğ
ettiği son dine İslâm isminin verilmesinin bir sebebi de İslâm kelimesinin
"teslim olma", yani "Allah'ın varlığım ve birliğini tanıyarak
O'nun peygamberi vasıtasıyla insanlığa bildirdiği itikadı ve amelî hükümleri
benimseyip uygulama" anlamına gelmesidir. Esasen bütün ilâhî dinler
insanlardan böyle bir teslimiyet istediği için, bu dinlerin hepsi geniş anlamda
İslâm sayılmış, bu cümleden olmak üzere tefsirlerde Hz. İbrahim'in söz konusu
duasında geçen "müslimeyni" ve "müslimeten" kelimeleri
İslâm ismiyle bağlantılı olarak açıklanmıştır. Buna göre Hz. İbrahim, Kabe'yi
inşa etmekle işlemiş oldukları hayrın kabul edilmesini niyaz ettikten sonra,
kendisi ve oğlu İsmail'le soylarından gelecek ümmetin Allah'a teslim olup itaat
eden hâlis kullar olmaları, yüce Allah'ın takdirinin bu yönde tecelli ettirmesi
dileğinde bulunmuştur. Çünkü Allah isteyip takdir etmedikçe insanın O'na
teslim olup itaat eden gerçek bir mümin ve müslim olması mümkün değildir. Bir
kimsenin, "Mümin olmak da kâfir olmak da sadece benim elimdedir"
diyerek ilâhî iradeyi dışlaması, her şeyin yapıp yaratıcısı olan Allah'a karşı
bir edepsizlik ve saygısızlıktır. Ayrıca İnsan yalnız itaatkâr bir kul olmasında
değil, Allah'a ne suretle itaat ve ibadet edeceği, yani ibadetlerin şekillerini
ve esaslarını bilme hususunda da O'na muhtaç olduğu için Hz. İbrahim duasının
devamında, "Bize ibadet usullerimizi göster" diye yakarmış; bu arada
kendisinin ve oğlunun, peygamber de olsalar yanılgıları bulunabileceği
düşüncesiyle Allah'tan tövbelerini kabul etmesini dilemiştir.
Menâsik (tekili
mensek) kelimesinin kökü olan nüsük "ibadet" anlamına gelir. Buradan
türetilen mensek ise "ibadet yeri" veya "ibadetin uygulanış biçimi,
usulü" demek olup [415]
âyetin bağlamından, bu kelimenin özellikle haccın erkân ve âdâbıyla bunların
uygulandığı mahallere işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim'in son
duası, yüce Allah'ın kendi soyundan bir elçi göndermesini dilemesi olmuş ve bütün
müfessİrlerin görüşüne göre bununla da özellikle Hz. Muhammed'in risâleti
kastedilmiştir. Nitekim daha sonra İsmail aleyhisselâm Mekke'ye yerleşerek
Yemen'den gelen ve Arab-ı âribe'den olan Cürhümlüler arasında yaşamış,
onlardan Arapça öğrenmiş, iki defa evlenerek on iki çocuk babası olmuş;
Mekke'de İkamet eden çocuklarından her biri bir kabilenin reisi olmuştu.
Böylece Hz. İsmail'in soyu Cürhümlüler'le karışarak Araplaştığı için bunlara
Arab-ı müsta'ribe denilmiştir. Hz. Peygamber'in yirmi birinci göbekten atası
olan Adnan da Hz. İsmail'in soyundan ve dolayısıyla Arab-ı müsta'ribe'dendir. [416] Bu
suretle Hz. İbrahim'in duası kabul edilmiş ve son peygamber Hz. Muhammed onun
soyundan gelmiştir. Nitekim hemen bütün müfessİrlerin kaydettiği bir hadiste
Hz. Peygamber, "Ben atam İbrahim'in duası, îsâ'nın müjdesiyim"
buyurmuşlardır.[417]
İbrahim'in duasından maksat konumuz olan 129. âyet, îsâ'nın müjdesinden maksat
da Hz. îsâ'nın İsrâiloğulları'na hitaben, "Ey İs-râiloğullan! Bilin ki
benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafmelan
gönderilmiş elçiyim" mealindeki ifadesini nakleden Saf sûresinin 6.
âyetidir. Bu sebeple müslümanlar, "Allâhümme salli" ve
"Allâhümme bârik" dualarında, Hz. Peygamberle birlikte Hz. İbrahim'i
de saygıyla anmayı dinî bir gelenek haline getirmişler, hadislerde ve diğer
İslâmî kaynaklarda İbrahim aleyhisselâm Halîlullah (Allah'ın dostu) olarak
isimlendirilmiştir.[418]
Hz, İbrahim duasında,
kendi soyundan seçilip gönderilmesini dilediği elçinin ifa edeceği başlıca
işlevleri şöyle sıralamıştır: Halkına Allah'ın âyetlerini okuyup bildirmesi,
onlara kitabı, hikmeti öğretmesi ve onları temizlemesi. Kuşkusuz bir
peygamberin daha birçok görevi varsa da burada anılanlar, elçilik ve
rehberlikle ilgili temel işlevler olması bakımından özellikle kayda değer
görülmüştür. Müfessirler buradaki "âyetler"i kısaca "vahiy,
Allah'ın varlığını, birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu kanıtlayan
deliller; "kitab"ı "Kur'ân-ı Kerîm", "hikmefi
"Peygamber'in sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve
yaşayışta doğruluk"; "tezkiye"yi de "temizleme yani inkâr
ve sirkle kötü huylardan ve günah kirlerinden arındırma" şeklînde
açıklamışlardır.[419]
Meali
130. Kendine câhilce
kötülük edenden başka kim İbrahim'in inanç sistemini reddeder? Oysa biz,
gerçekten onu dünyada seçkin kıldık; şüphesiz ki o, âhirette de iyiler arasında
yer alacaktır.
131. Çünkü rabbi ona,
"Bana teslim ol" buyurmuş; o da, "Âlemlerin rabbine teslim
oldum" demişti.
132. İbrahim de bu
dini oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da. "Oğullarını! Allah sizin için bu
dini seçti; öyleyse yalnız O'na teslim olmuş müminler olarak can verin!"
(dediler).
133. Yoksa Ya'kub son
nefesini verirken siz orada mıydınız? O sırada Ya'kub oğullarına, "Benden
sonra kime kulluk edeceksiniz?" demiş; onlar da "Senin, ataların
İbrahim, İsmail ve İshak'm ilâhı olan tek Tann'ya kulluk edeceğiz; biz sadece
O'na teslim olduk" demişlerdi.
134. Onlar bir ümmetti
gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir.
Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz. [420]
Tefsiri
130-132. İlk
âyette yahudilerle ve hıristiyanlarla putperest Araplar'a yönelik bir eleştiri
bulunmaktadır. Zira 124 ve onu takip eden âyetlerden anlaşılacağı üzere,
"İbrahim'in İnanç sistemi" (mİllet-i İbrahim) kısaca, Allah'ın
birliğini tanımak, kalben O'na teslim olmak, yalnız O'na kulluk etmek,
Beytullah'ı kutsiyetine yakışmayan her türlü maddî ve manevî kirden temiz
tutmak ve orada gerekli ibadet kurallarını uygulamak gibi hükümleri içermektedir.
Hz. İbrahim'in dünyada seçkin kılınması, âhirette iyiler arasında yer alması da
böyle bir dinin kendi dönemindeki en büyük temsilcisi olmasından dolayıdır,
132. âyette ifade buyurulduğu üzere o, söz konusu dini kendi çocuklarına ve
dolayısıyla sonraki nesillere de vasiyet etmiştir. 132-133. âyetlerde onun
torunu ve Hanîf dininin diğer bir temsilcisi olan Hz. Ya'kub'un da kendi
oğullarına aynı vasiyeti tekrar ettiği, tevhid inancından, sapmamaları oı
emrettiği; onların da tevhid geleneğini yaşatacaklarına dair söz verdikleri
bildirilmektedir. Bu durum karşısında Hz. Peygamber döneminden itibaren gerek
yahudiler ve hıristiyanlar gerekse müşrik Araplar, kendilerini İbrahim'in suyuyla
bağlantılı görmelerine rağmen, İslâm dinini ve Hz, Muhammed'in peygamberliğini
kabul etmemekle, temelde İbrâhimî geleneği, diğer bir deyişle Hanîf dinini de
reddetmiş oluyorlardı. Çünkü hem konumuz olan âyetlerde hem de Kıır'ân-t
Kerîm'İn başka birçok yerinde Hz. Muhammed'in getirdiği dinle İbrâhim ve diğer
hak peygamberlerin getirdikleri dinlerin aynı ilâhî hakikatleri içerdiği
bildirilmekte, hatta bu sûrenin 135. âyetinde müsIiİmanlara,"Biz, Hanîf
olan İbrahim'in dinine uyarız" demeleri emredilmektedir. Öte yandan 132.
âyetin son cümlesinden de anlaşılacağı üzene İbrahim'le Ya'kub'un, oğullarına
vasiyet ettikleri din de genel anlamda İslâm'dan başkası değildi.
Kur'ân-ı Kerîm'de de
Hz. Ya'kub'un, İshak'ın oğlu olduğuna işaret edilir. [421]ayrıca
Yûsuf sûresinde (12/4) Yûsuf'un babası olduğu belirtilerek oğlunun kuyuya
atılmasından duyduğu derin üzüntüden ve bu olay üzerine gözlerini
kaybetmesinden, engin sabrından, kırlık üzerine oğullarını Mısır'a göndermesinden,
Yûsuf a kavuştuktan sonra gözlerinin açılmasından bahsedilir. Kur'an'da ayrıca
onun sâiih kullardan olduğu[422] Allah'ın kendisine vahiy indirdiği. [423]Allah'ın
güçlü ve basiretli kulları arasında yer aldığı [424]
bildirilir.
Tevrat'ta, Ya'kub
peygamberin asıl isminin İsrail olduğu, Tanrı ile güreşip O'nu yendiği için
Tann'nın ona İsrail adını verdiği bildirilir.[425] İslâmî
kaynaklarda da İsrail kelimesinin Hz. Ya'kub için kullanıldığı İfade edilmekle
birlikte, yahudi kaynaklarında bu kelimenin anlamı konusunda verilen bilgiler
İslâm'ın ulûhiyyet ve peygamberlik inancıyla bağdaşmadığı için müslüman
bilginler bu hususta farklı açıklamalar getirmişlerdir. [426]
133. Müfessirlerin
çoğu bu âyetin başındaki "em" kelimesinin soru edatı olduğunu ve red
anlamı taşıdığını ifade ederler. Buna göre âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Ey
yahudiler! Ya'kub ölüm döşeğinde iken siz orada değildiniz; o halde onun
benimsediği ve oğullarına vasiyet ettiği ve onlardan, uyacaklarına dair söz aldığı
dinin, şimdi sizin benimsediğiniz din olduğunu nasıl söylersiniz? Oysa o, ölüm
döşeğinde soyuna, atası İbrahim'in vasiyetini tekrar etmiş; onlardan tevhid
dinine bağlı kalacakları sözünü almıştı. Fahreddin er-Râzî, "em"
edatının bağlaç olarak da alınabileceğini belirtir ve buna göre âyeti şöyle
yorumlar: "Yani sizin Benî İsrail'den olan atalarınız, Ya'kub'un,
oğullarını İslâm dinine ve tevhide davet ettiğine şahit olmuşlardı; siz de
bunu biliyorsunuz. O halde nasıl olur da peygamberler hakkında onlara
yakışmayan şeyler ileri sürersiniz!"[427]
134.
Yahudiler, kendi milletlerinin İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub gibi peygamberlerin
soyundan geldiğini, bu sebeple kendilerinin seçilmiş ve imtiyazlı bir ümmet
olduklarını, bundan dolayı Allah karşısında da özel bir muameleye tâbi tutulup
mükâfat göreceklerini savunuyorlardı. Âyette söz konusu peygamberlerle onların
neslinin artık gelip geçtiği, onların amellerinin ve bunlardan doğan sonuçların
sadece kendilerini ilgilendirdiği, herkesin yalnızca kendi yapıp ettiklerinden
sorumlu olacağı; bu sebeple atalarıyla övünen yahudilerin, boş bir kuruntu
içinde oldukları, bu kuruntuları bırakarak kurtuluşun yolunu kendi amelleriyle
aramaları gerektiği ifade buyurulmakta; bu suretle sorumluluğun şahsîliği
ilkesi de ortaya konmuş bulunmaktadır. "Üstün ırk", "imtiyazlı
ümmet" gibi görüşlerin ve iddiaların reddedildiği bu âyette, dolaylı
olarak Hz. Âdem ve eşinin işlediği hata yüzünden bütün İnsanların günahkâr
olduğu ve bu "aslî günah"ın sorumluluğunu bütün insanlığın paylaştığı
yönündeki Hıristiyanlık doktrini de çürütülmüştür. [428]
Meâli
135. Onlar,
"Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız" dediler. Sen
de de ki: "Hayır! Biz, Hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden
değildi."
136. "Biz Allah'a
ve bize indirilene; keza İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve torunlarına
indirilenlere; yine Mûsâ ve İsa'ya verilenlere ve bütün peygamberlere rableri
tarafından gönderilenlere inandık. Onlar arasında ayırım yapmayız; biz O'na
teslim olanlarız" deyin,
137, Eğer onlar da
sizin inandığınız gibi inanırlarsa kesinlikle doğru yolu bulmuş olurlar; fakat
eğer yüz çevirirlerse bilesin ki bir ayrılıkçılığın içindedirler. O takdirde
artık onlara karşı Allah sana yeter; O, işitendir, bilendir.
138. "Allah'ın
boyasıyla boyandık. Boyaca O'ndan daha güzel olan kim vardır? Biz yalnız O'na
kulluk ederiz" (deyin).
139. De ki:
"Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbiniz olduğu halde O'nun hakkında
bizimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin
yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlananlarız.
140. Yoksa siz
İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve sıbtların yahudi yahut hıristiyan olduklarını
mı söylüyorsunuz?" De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah
mı?" Allah tarafından kendisine verilmiş bir kanıtı saklayandan daha
zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. 141. Onlar bir
ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız
sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz. [429]
Tefsiri
135.
Yahudiler müslümanlara, "Yahudi olun ki kurtuluşa eresiniz"; turisti
-yanlar da "Hıristiyan olun ki kurtuluşa eresiniz" diyorlardı. Yüce
Allah, resulüne bu teklif ve telkinlere karşı şu cevabı vermelerini emretti:
"Ne Yahudiliğe ne Hı-ristilânkğa uyarız; ne de başka bir dini kabul
ederiz. Biz, yalnızca Hanîf olan İbrahim'in dinine, onun dininden olanlara
uymuşuzdur" [430]
Müşrik Araplar, kendilerinin Hz. İbrahim'in yolundan gittiklerini, kendi bâtıl
itikadlannın da İbrahim'in dininin bir devamı olduğunu ileri sürdükleri için
âyetin bu kısmını istismar ederek, "Muhammed İbrahim'in dinine uyduklarını
söylüyor, biz de onun yekûnda düşünebilirlerdi. İste âyette yakandaki ifadenin
hemen ardından, "O müşriklerden değildi" buyurulmak ve zımnen
"Halbuki siz müşriksiniz" hatırlatması yapılmak suretiyle özellikle
müşrik Araplar'in ileri süreceği böyle bir iddianın önü kesilmiş bulunmaktadır.
[431]
Hanîf kelimesinin
anlamı ve menşei konusunda gerek eski müslüman âlimler gerekse yerli ve
yabancı çağdaş yazarlarca birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. [432]
Müslüman âlimlerin çoğu kelimenin, "meyletmek, yönelmek" anlamına
gelen Arapça "hnf' kökünden türetildiğini savunarak, "sapkınlıktan
doğru yola, başka bir dinden îslâm'a yönelen" anlamına geldiğini
belirtirler. [433] Taberî hanîf kelimesini
çok genel bir ifadeyle, "her şeyin doğru olanı" şeklinde açıkladıktan
sonra terimin çeşitli âlinılerce yapılmış değişik tanımlarını şuralar ve sonunda,
"İbrahim'in dinine uyarak doğru yoldan giden, din konusunda onu kendine
rehber edinen" anlamına geldiğini ifade eder. [434]
Câhiliye devrinde sünnet olduktan sonra Kabe'yi tavaf edene hanîf denmekteydi.
Çünkü onlar, Hz. İbrahim'in dininden sadece sünnet olmayı ve Kabe'yi tavaf
etmeyi yaşatıyorlardı.
Kur'ân-ı Kerîm'de
hanîf kelimesi on yerde tekil, iki yerde de çoğul (hunefâ) şekliyle geçmekte;
bunların dokuzunda Hanîfliğin müşriki iğin karşıtı olduğu belirtilmekte; bu
arada sekiz yerde Hz. İbrahim'in imanını tanımlamakta; bunların beşinde
"din" anlamına gelen "millet" kelimesiyle kullanılmaktadır.
Konumuz olan âyette de hanîf kelimesi açık bir şekilde "müşrik"
kelimesinin karşıtı olarak müslüman anlamında kullanılmıştır. Şu halde bu
kelime Kur'an dilinde, her şeyden önce tevhid anlamını içerir ve "Şirk
kuşkusu taşıyan her türlü sapdt görüşten uzaklaşarak, Allah'ın birliği İnancına
yönelen ve İhlâslı bir şekilde yalnız O'na kulluk eden" anlamına gelir.
Âyete göre Hanîflİk, putperestlik olmadığı gibi Yahudilik ve Hıristiyanlık da
değildir; Allah'ın başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği, insanın
tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Nitekim Rûm sûresinin 30. âyeti de bu
anlamı desteklemektedir. Böylece Hz. İbrahim'den önceki peygamberlerin dinleri
de Hanîflik kapsamına girmekle birlikte, özellikle Hz. İbrahim'in dininin bu
isimle anılmasının sebebi, Hz. Muhammed'den önceki bütün peygamberler içinde
sadece bu yüce peygamberin, kendisinden sonra gelip geçecek bütün insanlara
önder kılınmış olmasıdır. [435]
136.
Sözlükte "torun" anlamına gelen sıbt (çoğulu esbât), âyette Özellikle
Hz. Ya'kub'ım on iki oğlundan torunları olan peygamberleri ifade eder.
Müslümanları kendi
dinlerine davet eden yahudilerle hıristiyanlara cevap veren önceki âyetin,
"Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız" mealindeki cümlesinin
açıklaması mahiyetinde olan bu âyette, Öncelikle Allah'a iman emri yer
almıştır. Çünkü bu, bütün hak dinlerin ortak inanç ilkesidir. Âyette daha sonra
müslümanlara indirilen Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen
peygamberlere, hâsılı genel olarak bütün peygamberlere bildirilen ilâhî hakikatlere,
bir kısmına doğrudan doğruya vahyediîmiş, bir kısmına da önceki peygamberden
intikal etmiş olan kutsal kitaplara inanılması emred ilmektedir.
Buna göre
müslümanların, peygamberler arasında, bazısına inanıp bazısına inanmamak gibi
bir ayırım yapmadan, hepsinin de Allah'ın elçileri olduğuna iman etmeleri
gerekir. Her ne kadar Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah'ın peygamberlerden bir
bölümünü diğerlerine üstün kıldığı ifade buyurulursa da[436], bu
üstünlük -bazısının resul, bazısının nebî olması veya ilim ve manevî mevkileri
bakımından farklı derecelerde bulunmaları gibi- peygamberler arasında ortak
olmayan durumlarla ilgili olup, peygamber olmaları ve peygamberler arasındaki
ortak niteliklere sahip bulunmaları itibariyle aralarında fark yoktur. Bu yüzden,
konumuz olan âyetle daha başka âyetlerin [437]
hükmü gereğince müslümanlar, geçmiş bütün peygamberlerin Allah'ın seçkin
kulları olduklarına, onların bizzat kendilerine indirilen veya daha önceki bir
peygamberden intikal eden kutsal kitabın hükümleri uyarınca elçilik görevlerini
gerektiği şekilde yerine getirdiklerine, haramlara asla bulaşmadıklarına,
fazilet ve dindarlık bakımından örnek bir hayat yaşadıklarına inanır, bu
bakımdan peygamberler arasında bir ayırım yapmadan hepsini saygıyla anar; âyetin
sonunda da ifade buyurulduğu üzere, müslümanlar bunu Allah'a teslimiyet ve
bağlılıklarının bir gereği sayarlar. Çünkü bütün peygamberleri seçen ve seçkin
kılan Allah'tır. [438]
137.
"Ayrılıkçılık" şeklinde çevrilen "şikak" kelimesi için
tefsirlerde "düşmanlık duygularıyla ayrılıkçılık yapmak, doğru yolda
olanlarla ihtilâfa düşmek, inatlaşmak, tartışma ve çekişmeye girişmek, haktan
sapmak" gibi anlamlar verilmiştir. [439] Bir
önceki âyette müslümanlara, Allah'a inandıklarını; Kur'an'a, diğer
peygamberlere ve onlara indirilenlere aynım gözetmeksizin iman ettiklerini dile
getirmeleri emredilmişti. Bu âyette ise yahudilerle hırisüyan-lardan da aynı
şekilde davranmaları, bu cümleden olmak üzere, İslâm'ın peygamberine ve kutsal
kitabına da iman etmeleri istenmekte; böyle yaptıkları takdirde doğru yolu
bulmuş sayılacakları, aksi halde hak yoldan uzaklaşarak sapıklığa düşmüş,
ayrılıkçılığa ve düşmanlık duygularına kapılmış olacakları bildirilmektedir.
Âyette daha sonra, yahudilerle hıristiyanlann olumsuz düşünce ve davranışları
karşısında Hz. Peygamber'in kaygılanmasına gerek olmadığı, zira yüce Allah'ın vardım
ve desteğinin onun için yeterli olduğu ifade buyurularak Hz. Peygamber teselli
edilmektedir.
"Allah'ın
boyası" (sıbgatullah) deyimine tefsirlerde "İslâm, İslâm boyası,
Hanîflik, Allah'ın ezelî-ebedî değişmez dini (ed-dînü'1-kayyim), Hz. Nûh ve ondan
sonraki bütün peygamberlerin bildirdikleri din, Allah'ın insan tabiatına lütfetmiş
olduğu temiz fıtrat, Allah'ın kanunu (sünnetullah), hücceti, Allah'ın arındırıp
temizlemesi, sünnet olma" gibi anlamlar verilmiştir. [440]
Bir önceki âyette
anılan peygamberlere indirildiği veya verildiği bildirilen ilâhî gerçeklerin
aslı ve özü hak dindir; yani Allah'ın varlığına ve birliğine inanmak, O'nu rab
tanıyıp -biçimi devirden devire değişse de- O'na kulluk etmek, adalet,
doğruluk vb. evrensel ahlâk ilkelerine riayet etmek, âhiret gününe, o günde
herkesin inançlarından ve yaptıklarından hesaba çekileceğine İnanmak gibi öğreti
leriyle, İlk peygamberden sonuncusuna kadar değişmeyen dindir. "Allah'ın
boyası" da bu hak dinden veya bu dine uyma ve onu yaşama sayesinde
kazanılan ru-hî-ahlâkî kemalden ibarettir.
Müfessirlere göre
âyette dolaylı olarak hıristiyanların vaftiz uygulamalarının yanlışlığına da
işaret edilmiştir. Zira onlar, yeni doğan çocukları sarım tırak boyalı bir
suya batırarak gerçek Hıristiyanlığa soktuklarına, onunla boyadıklarına inanırlar,
Kur'an'a göre ise böyle sunî yollarla, sembolik uygulamalarla gerçek dindarlığa
ulaşılamaz; gerçek iman öyle boyalı suya girip çıkmakla kazanılamaz. Gerçek
iman, Allah'ın boyasıyla boyanarak, Allah'ın, yaratılışta insanın temiz fıtratına
aşıladığı hak dinle bezenerek kazanılır. Allah'ın insanlığa verdiği böyle bir
din ile boyanıp bezenmekten, böyle bir fıtratla donanmış olmaktan daha güzel
bir şey de yoktur; hele vaftiz gibi sunî bir uygulama böyle bir dinin ve
inancın yerini asla tutamaz. Ayetin ifadesine göre müslümana yakışan da
kendisine ve genel olarak insanlığa bu güzellikleri bahşetmiş olan Allah'a,
lâyık olduğu şekilde kulluk etmektir; bu kulluğunu bir şükran ifadesi olarak
dile getirmektir. Bu şekilde inanıp kulluk eden insan Allah'ın hak dini ile
veya tevhid inancına yatkın olan fıtrat boyasıyla boyanmış olup bundan güzel
bir armma ve bezenme de yoktur. [441]
139. Ehl-i
kitap, Allah Teâlâ'nın, İsrâiloğullan dışındaki bir milletten peygamber
göndermesinin mümkün olmadığım ileri sürerek Hz. Muhammed'in peygamberliğini
reddediyor; kendilerinin "Allah'ın çocukları ve sevgilileri" olduklarını[442] şu halde yeni bir peygamber gelecekse, bunun
Araplar'dan değil, eskiden olduğu gibi yine kendi kavimleri arasından çıkması
gerektiğini savunuyor; yalnız yahudilerin veya yalnız hıristiyanların cennete
gireceklerini iddia ediyor ve müslümanlara, doğru yolu bulabilmeleri için
yahudi ya da hıristiyan olmaları gerektiğini söylüyorlardı. [443]
Halbuki Allah, ne yalnız müs-lümanlann ne de yalnız Ehl-i kitabın rabbidir; 0,
bütün insanlığın, bütün yaratılmışların rabbidir. Böyle olduğu halde Ehl-i
kitabın, yukarıdaki gibi haksız ve mesnetsiz birtakım iddialar ileri sürerek,
temel inançları az önce özetlenen müslüman-larla hâlâ Allah konusunda
tartışmaya girişmeleri son derece anlamsızdır. İsrâiloğullan Allah'ın, iyi
yolda oldukları sürece kendilerine verdiği üstünlüğü mutlak ve şartsız bir
üstünlük saymışlardır. Oysa onların, doğru yoldan sapsalar bile yine de Allah
nezdinde üstün bir millet olmaya devam edecekleri şeklindeki inançları, Allah'a
karşı bir haksızlık isnadı ve iftira anlamına getir. [444] Buna
karşılık müslümanlar herhangi bir ayrılıkçılığa sapmadan ihtilâf ve düşmanlık
duygularına kapılmadan Hz. Muhammed ve ona indirilenle birlikte İbrahim, Mûsâ,
îsâ gibi geçmiş peygamberleri ve onların kutsal kitaplarını da tanımış; bütün
bu kitapların ortak öğretisi olan hak dini benimsemiş; Allah'ın varlığına ve
birliğine her türlü ortaklık şaibesinden arınmış bir şekilde seksiz şüphesiz
iman etmişler, böylece "Allah'ın boyası"yla boyanmışlardır. İşte
âyet, bu içeriği ile Ehl-i kitaba, belirtilen ilkeler doğrultusunda Allah'ı hep
birlikte rab olarak tanıma yolunda bir çağrı anlamı taşımakta; hâlâ yanlış
anlayış ve tutumlarında ısrar etmelerine karşılık da, herkesin tutum ve
davranışlarından doğacak sorumluluğun kendine ait olacağı uyarısında bulunmakta
ve müslümanlara Allah'a olan içten bağlılıklarını sürdürdüklerini açıkça ifade
etmeleri talimatını vermektedir. Sonuç olarak şu veya bu kavimden, ırktan gelmenin
insanlık değeri bakımından önemi yoktur. Allah bir zamanlar İsrail kavmini
üstün kılmışsa bu onların doğru inançta ve iyi yolda olmalarındandı. Her
bireyin ve her toplumun değeri ameline, benimsediği inancın doğruluğuna ve bu
inancının ürünü olan İyi hal ve hareketlerine göredir. [445]
140. Ehl-i
kitap, kendilerinin müslümanlardan daha üstün ve seçkin oldukları şeklindeki
kuruntularını kanıtlamak veya güçlendirmek için İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub
ile onun soyundan (esbât) gelenlerin de kendileri gibi yahudi ya da hıristiyan
olduklarını söylüyorlardı. Oysa Âl-i İnırân sûresinin 65. âyetinde de ifade
edildiği üzere, Tevrat ve İncil Hz. İbrahim'den sonra indirilmiş; bu kitaplarda
bildirilen dinlerle ilgili Yahudilik ve Hıristiyanlık isimleri de yine bu peygamberden
asırlarca sonra ortaya çıkmıştır. Nitekim yahudi kelimesi, Hz. Ya'kub'un on iki
oğlundan dördüncüsü olan Yahuda'nın ismine nispetle türetilmişti ve başlangıçta
bir dinin adı olmayıp Yahuda sıbtına mensup olanları ifade eden bir kabile veya
boy ismi idi. Ancak Hz. Musa'dan en az yedi yüzyıl sonradır ki, İsrail soyuna
aynı zamanda yahudi, bunlann dini inançlarına da Yahudilik denilmiştir. Bu sebeple
âyette anılan peygamberlere ne dinî ne de ırkî anlamda yahudi demek mümkündür.
Aynı şekilde bu peygamberler hıristiyan da sayılamazlardı, çünkü bunların
hepsi de Hz. îsâ'dan asırlarca önce yaşamışlardır. Hatta îsâ'nın dini için bile
başlangıçta Hıristiyanlık kelimesi kullanılmıyor, o dönemde Hz. îsâ'ya tâbi
olan topluluğa "Nâsırahlar" deniliyordu; "hıristiyan"
kelimesi ise ilk defa Hz. îsâ'dan sonra Antakya'daki îsâ'ya inananları için,
sadece onlarla sınırlı olarak kullanılmıştır. Şu halde "yahudilik"
ve "hıristiyanlık" kelimeleri Hz. İbrahim ve âyette anılan diğer
peygamberlerin dinlerini ifade etmek şöyle dursun, Mûsâ ve îsâ'nın dinlerini
bile tam olarak ifade etmez. Çünkü bu isimler, söz konusu peygamberler
tarafından tebliğ edilen dinlerin tahrife uğradığı ve dolayısıyla Özünde
bulunmayan inanç ve ibadet unsurlarının katılmasıyla bu dinlerin yapı
değişikliği sürecine girdiği dönemlerde ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak Âl-i
İmrân sûresinin 67. âyetinde de ifade edildiği gibi İbrahim ne yahudi ne de
hıristiyandı, bilâkis o, Hanîf bir müslüman idi." Her türlü şirk ve
benzeri kusurlardan da arınmıştı; soyundan gelen diğer peygamberler de onun yolunu
izlemişlerdi. Hz. İbrâhİm'inki gibi onların dinleri de Hanîflik idi. Hanîflik
ise putperestlik olmadığı gibi Yahudilik ve Hıristiyanlık da değildir;
Allah'ın, başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği, insanın tabiatına en
uygun olan tevhid dinidir. Bu sebeple onların yahudi ya da hıristiyan
olduklarını iddia etmek büsbütün gerçeğe aykırıdır. Gerçekleri yahudiler ve
hıristiyanlar mı daha iyi biliyor yoksa Allah mı? Bu konularda az çok bilgisi
olan yahudi ve hıristiyan din bilginleri de bunları kendi toplumlarından
gizliyorlardı. Halbuki ilâhî hakikatlere ilişkin bu tür bilgileri ve kanıtlan
saklamak en büyük haksızlıktı. Bu sebeple âyette onlar, "Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir" şeklinde ikaz edilerek işledikleri
suçun ağırlığına dikkat çekilmiştir, [446]
141. Ehl-i
Kitabın, Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen diğer peygamberlerin de yahudi
veya hıristiyan olduğunu, dolayısıyla onlarla aynı dîni paylaştıklarını
ısrarla savunmalarına ve bununla övünmelerine karşılık, onlara 134. âyetteki
aynı ifade ile cevap verilmiş, böylece asıl sorumlulukları bir defa daha
hatırlatılmıştır. [447]
Meali
142. İnsanlardan bir
kısım sefihler, "Onları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren
sebep nedir?" diyeceklerdir. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O,
dilediğini dosdoğru yola iletir."
143. İşte böylece, siz
insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek)
bir ümmet yaptık. Biz bu yöneldiğin kıbleyi özellikle resule uyanlarla sırt
çevirenleri açıkça ayırt edelim diye belirledik. Bu, Allah'ın hidayet verdiği
kimselerden başkasına elbette ağır gelecektir. Allah imanınızı asla zayi edecek
değildir. Çünkü Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.
144, Biz senin, yüzünü
göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun
olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haranı tarafına çevir;
nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin. Kuşku yok ki kendilerine kitap
verilenler onun rablerinden gelmiş bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah
onların yaptıklarından habersiz değildir.
145. Ehl-i kitaba her
türlü mucizeyi getirsen onlar yine de senin kıblene asla dönmezler. Sen de
onların kıblesine uymayacaksın. Onlar birbirinin kıblesine de uymazlar. Eğer
sana gelen ilimden sonra onların arzusuna uyarsan, işte o vakit sen kesinlikle
hakkı çiğneyenlerden olursun.
146. Kendilerine kitap
verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıktan gibi tanırlar. Yine de içlerinden
bir grup bile bile gerçeği saklıyorlar.
147. Gerçek, rabbinden
gelendir; o halde sakın şüpheye düşenlerden olma! [448]
Tefsiri
142.
Sözlükte sefîh (çoğulu süfehâ'), halimin zıddı olup "hem cahil ve ahmak
hem de kaba ve saldırgan" anlamına gelir; Türkçe'ye, yerine göre, "aklı
ve bilgisi tat, beyinsiz, dar kafalı, barbar" diye çevrilmektedir.
Âyetteki süfehâ' kelimesi tefsirlerde "cahiller, ahmaklar, kıt
akıllılar" şeklinde açıklanmış ve bununla da yahudilerin, putperest
Araplar'in veya münafıkların ya da her üç zümrenin kastedildiği hususunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Râzî'nİn
açıklamalarına göre Hz. Peygamber, Medine'ye hicret ettikten sonra -yahudîlerle
ilişkilerin nispeten iyi olduğu sıralarda- bir süre Kudüs'teki Beytülmakdis'e
yönelerek namaz kılmıştı; yahudiler de bundan memnundu. Fakat -yahudilerle
ilişkilerin bozulmasının ardından- Kabe'nin kıble olması üzerine bu değişiklik
onları rahatsız etti. Müşrik Araplar ise Resülullah'm Kudüs'e yönelmesinden
hoşnutsuzluk duyuyorlardı. Bu yüzden Medine'de Kabe'nin kıble yapıldığı
haberinin Mekke'ye ulaşması üzerine bundan memnun oldular; fakat bu gelişmeyi,
Resûlullah'm eski tutumunu değiştirerek kendileriyle uzlaşmak istediği şeklinde
yorumladılar. Münafıklar da yönlerin birbirinden farkı bulunmadığını, dolayısıyla
kıble değiştirmenin mâkul bir gerekçesi olamayacağını, Hz. Peygamber'in, böyle
bir değişiklik yapmakla keyfi davrandığım ileri sürerek bunu bir eleştiri ve
alay konusu yaptılar. Âyette, cahillik ve kıskançlıktan kaynaklanan bu tür
görüş ve iddiaların sahipleri "sefihler" diye nitelenmiştir. Bazı
müfessirler bu sûrenin 13. âyetinde "süfehâ"' kelimesinin özellikle
münafıklar İçin kullanıldığını dikkate alarak, büyük bir ihtimalle burada da
aynı kelimeyle onların kastedildiğini düşünmüşlerdir. [449]
Ancak tarihî bağlama göre yahudilerin kastedilmesi ihtimali daha büyüktür.
Âyette, bu dar görüşlü
insanların, "Onları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren sebep
nedir" şeklindeki sorularına karşı, "Doğu da batı da Allah'ındır"
buyurularak, hiçbir mekânın kendiliğinden kıble olamayacağına, bunu oranın
gerçek sahibi ve mâliki olan Allah'ın tayin edeceğine ve işte Kudüs'teki
Beytülmakdis yerine Mekke'deki Mescid-i Harâm'm kıble olmasını murat edenin de
O olduğuna işaret edilmiştir. İnsanlardan dilediğini dosdoğru yola, kendi yoluna
iletmek gibi, dilediği yönü kıble tayin etmek de mutlak güç ve irade sahibi
olan Allah'ın yetkisindedir ve aklıselim sahipleri için bunda yadırganacak bir
durum yoktur.
Sırât-ı müstakim
"her türlü eğrilik, aşırılık ve sapıklıktan uzak, dosdoğru, adaletli,
ölçülü, ılımlı ve dengeli bir yol, bir inanç ve yaşama biçimi" demektir.
Âyette, kıble değişikliğinin "dosdoğru yol" ile ve dolayısıyla
İslâm'la irtibatlandı-rılması, kıblenin İslâmî bir şiar olduğuna, bu sebeple
söz konusu değişikliğin, "be-yinsizlefin anlayamayacağı kadar ince bir
anlam taşıdığına işaret etmektedir.
Sözlükte
"yön" anlamına gelen kıble İslâmî bir terim olarak "namaz
sırasında kendisine doğru dönülen özel mekân"ı, yani Kabe'yi İfade eder.
Namazda Kabe'ye dönmeye "istikbâl-i kıble" denilir. İstikbâl-i kıble
namazın sahih olmasının şartlanndandır. İslâm bilginlerine göre, Kabe'yi
görebilen birinin tam olarak Kabe'ye dönmesi gerekir. Uzakta bulunanların ise
fakihlerin çoğunluğuna göre Kabe tarafına yönelmeleri yeterlidir. Nitekim Hz.
Peygamber, "Doğu ile batı arası kıbledir" buyurmuşlardır. [450]
Buna göre kıbleden sağa ve sola doğru 45'er derecelik sapmalar istİk-bâl-i
kıbleye aykırı değildir yani bu şekilde kılınan namaz geçerlidir. Kıblenin
hangi tarafta bulunduğunda tereddüt eden biri, bilgi alacağı bir kimse veya
kıbleyi gösteren bir işaret bulamazsa güneş, ay veya yıldızların konumuna
yahut rüzgârın yönüne bakarak kıbleyi belirlemeye çalışır ve kıble olduğuna
kanaat getirdiği tarafa yönelir. Namazın tamamlanmasından sonra yanlış tarafa
döndüğü anlaşılsa bile kılınan namaz geçerlidir. Ancak namaz içindeyken durumun
farkedtlmesi halinde, namazı bozmadan, kalan bölümünü kıbleye dönerek
tamamlamak gerekir. Araştırmasına rağmen kıblenin yönü konusunda hiçbir kanaate
varamayan; aynı şekilde hastalık, sakatlık, düşman korkusu gibi zaruretler
dolayısıyla kıbleye dönmesi imkânsız veya tehlikeli olan kimse ise kolayına
gelen bir tarafa yönelerek namazını kılar. Hayvan üzerinde veya ulaşım
araçlarında yolculuk edenler, -her vakitte araçtan inmelerine engel varsa ve
namazları cem ederek kılmak da mümkün değilse- namaza başlarken imkân ölçüsünde
kıbleye dönerek araç üzerinde farz ve vacip namazlarını kılarlar. [451]
143.
Dilediğini dosdoğru yola ileten Allah, bu cümleden olmak üzere müslü-manlan da
"vasat bir ümmet" yapmıştır. "Sırât-ı müstakîm"in,
"her türlü eğrilik, aşırılık ve sapıklıktan uzak, dosdoğru, adaletli,
ölçülü, ılımlı ve dengeli bir yol, bir inanç ve yaşama biçimi" anlamına
geldiği ifade edilmişti. Vasat ümmet de aynı şekilde "ifrat ve
tefritlerden korunarak inancında, ahlâkında, her türlü tutum ve davranışlarında
doğruluk, dürüstlük ve adalet çizgisinde kalmayı başaran dengeli, sağduyulu,
ölçülü, insaflı ve uyumlu nesil, toplum" anlamına gelir. Buradaki
"vasat" kelimesi, "hem maddî ve bedensel tutkulara kapılmaktan,
zevk ve sefahate dalmaktan hem de bedensel ve dünyevî İhtiyaçları büsbütün
reddederek bir tür ruhbanlık hayatına kendini kaptırmaktan korunan"
şeklînde de açıklanmıştır. İslâm'dan önceki dönemlerde genellikle yahudiler ve
müşrik Araplar gibi bazı toplumlar maneviyattan büsbütün uzaklaşarak
dünyevîleşmişler, materyalist bir hayat anlayışına sapmışlardı. Hıristiyanlar,
Mecûsîler ve çeşitli Hint tarikatlarına mensup olanlar gibi bazı topluluklar
da dünyevî ve bedensel lezzetlere büsbütün sırt çevirerek kendilerini koyu bir
ruhaniyete kaptırmışlardı. İşte İslâm dini bütün bu aşırılıkları reddederek
ılımlı ve dengeli bir din ve dünya anlayışı getirdi; bu anlayışa uygun bir
toplum yapısı gerçekleştirdi. [452]
Böyle bir topluma "vasat ümmet", onun izlediği yola da "sırât-ı
müstakim" dedi. İbn Atıyye'nin naklettiğine göre bazı eski âlimler de,
Muhammed ümmetinin -İsrâiloğullan'nın aksine- din konusunda itidalden sapıp
aşırılığa kapılmamalan sebebiyle vasat ümmet diye nitelendirildiğini
belirtmişlerdir. [453]
Âyete göre yüce Allah
müslümanlara, bu seçkin nitelikleri dolayısıyla bütün insanlara şahit olma
yetkisi veya özelliği vermiştir. Tefsirlerde bu "şahitlik"le ilgili
farklı açıklamalar yapılmakta olup en yaygın yoruma göre âhirette bazı ümmetler,
peygamberlerinin kendilerine ilâhî hakikatleri bildirdiğini inkâr edecekler.
Muhammed ümmeti ise, Hz. Peygamber'in geçmiş peygamberler hakkında kendilerine
verdiği bilgilere dayanarak bu iddiayı yalanlayacak ve böylece o ümmetlere
karşı peygamberler lehinde şahitlik yaparak hakikati ortaya koyacaklardır.[454] Ancak
âyetin üslûbundan, bu şahitlik konusunun "vasat ümmet" nitelemesiyle
ilgisi olduğu anlaşılmaktadır. İslâmî literatürde şâhid kelimesinin
"örnek" ve "delil" anlamında da kullanıldığını dikkate
alarak bu kelimeyi "örnek ümmet" veya gerçek insanlığın nasıl olması
gerektiğine dair bir "delil değeri taşıyan toplum" şeklinde anlamak
ve böylece âyetin söz konusu bölümünü şöyle yorumlamak daha uygun
gözükmektedir: Allah Muhammed ümmetini, din ve dünya konusunda her türlü
aşırılıklardan uzak, akıllı, itidalli, adaletli ve dengeli bir ümmet kılmış;
bu ölçülere göre oluşmuş görüş ve inançlarıyla, fıtratı bozulmamış her insanın
kolaylıkla takip edebileceği sadelikteki güzel ahlâk ve yaşayışlanyla onları
bütün insanlara örnek bir nesil, bütün bu güzel nitelikleri sebebiyle üstün
insanlığın ne olduğunu gösteren, kanıtlayan bir delil kılmıştır. Bu
özellikleriyle onlar iyi toplumlar için lehte, kötüler için aleyhte bir delil
ve şahit olacaklardır. Böylece âyet dolaylı olarak müslümanlara, din ve dünya
işleri konusunda başkalarım örnek alıp taklit etmek yerine, başkalarına Örnek
olmaları; dünya milletleri karşısında pasif ve alıcı değil, aktif ve verici
olan bir konıuna yükselmeleri; maddî ve manevî alandaki bu konumlanyla özenilen
ve izlenen bir toplum düzeyine ulaşmaları sorumluluğunu da getirmektedir.
Kuşkusuz idealde bütün insanlar ve realitede bütün müslümanlar için -din ve
dünya işleri hususunda doğru, adaletli ve en üstün örnek, ölçü ve önder Hz.
Muhammed olduğu için- âyetin devamında Peygamber'in de müslümanlar hakkında bir
şahit, yani en iyinin ölçüsü, örneği ve kanıtı olduğu ifade buyurulmuştur.
Hz. Peygamber, kıble
değişikliği ile ilgili bu âyetler gelinceye kadar [455]
Kudüs'teki Bey-tülmakdis'e yönelerek namaz kılmışsa da, Kabe'nin kıble olması
hususunda derin bir istek duyuyordu. Muhtemelen yahudilerle siyasî ilişkilerin
bozulması üzerine bu arzusu daha da kuvvetlenmiş olmalıdır. Nitekim bir sonraki
âyette de onun bu özlemi dile getirilmektedir. Hz. Peygamber'in bu arzusu
yönünde kıblenin değiştirilmesiyle kimlerin gerçekten Allah'ın resulüne
gönülden bağlı samimi müminler olduğu, kimlerin müslüman görünmelerine rağmen
münafık oldukları da ortaya çıkacaktı. Nitekim âyetin üslûbundan anlaşıldığına
ve tefsirlerde yer alan bazı rivayetlere göre, hicretin 2. yılında Receb veya
Şaban aymda gerçekleşen kıble değişikliği, neredeyse bir fitne sebebi olmuş;
Hz. Peygamber ve müslümantar bu değişikliği memnunlukla karşılarken
yahudilerle birlikte münafıklar da bunu bir dedikodu vesilesi yapıp Hz.
Peygamber'e dil uzatmaya kalkışmışlardır. [456] Kıblenin
değiştirilmesi, "Allah'ın hidayet verdiği kimselerdin dışında kalanlara
yani yahudiler ve münafıklarla henüz İslâm'ı içlerine sindirememiş kesimlere
ağır gelmiş; önemli bir mesele olarak tartışma konusu yapılmış; hatta
-yahudilerin de telkiniyle- müslümanlar arasında daha önce Kudüs'e yönelerek
kılman namazların boşa gitmiş olacağı kaygısına kapılanlar bile olmuştur. [457]
İşte âyette "Allah imanınızı asla zayi edecek değildir. Çünkü Allah
insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir" buyurula-rak O'nun,
kendisine iman ve itaatin gereği olarak yapılan amelleri kabul edeceğine,
dolayısıyla bu hususta bir kaygıya kapılmanın yersiz olduğuna dikkat çekilmiştir, [458]
144. Kabe üç
büyük dinin temsilcisi olan peygamberlerin atası ve tevhid inancının öncüsü
durumundaki Hz. İbrahim tarafından bir mâbed olarak inşa edilmişti;
dolayısıyla kıble olmaya en lâyık mekân da burasıydı. Kabe kıble olarak benimsenmekle,
bütün müslümanlann bir olan Allah'a karşı ifa ettikleri en yüce ibadet sayılan
namazda yönelecekleri bir tevhid odağı haline gelecekti. Bundan sonra sıra, -o
dönemde henüz müşriklerin put evi olarak kullandıkları- bu kutsal mekânın
putlardan arındırılmasına, böylece -ilk kuruluşunda olduğu gibi- her yönüyle
tevhidin merkezi ve sembolü hüviyetine yeniden kavuşmasına gelecekti. Ayrıca
müsliimanlann Kudüs'e doğru namaz kılmaları muhtemelen yahudileri de şımartıyordu.
[459]
Halbuki İslâm, eski kitabî dinlerdeki evrensel doğruları devam ettirmekle
birlikte, hiçbir eski geleneğin taklidi olmayan, yepyeni ve insanlık onuruna en
uygun değerler getiren bir sistemdi. Yozlaştırılmış bir dinin mensupları olan
yahudileri taklit ediyor gibi görünmek her halde Hz. Peygamber'i rahatsız
ediyordu. Kısaca Kabe'nin kıble yapılması hem dinî hem de siyasî bakımdan
büyük Önem taşıyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı Resûlullah Allah'a yalvarıyor,
içinde doğup büyüdüğü, fakat zorla terketmek durumunda bırakıldığı kutsal
Mekke'deki Kabe'nin kıble olmasını diliyordu. Nihayet yüce Allah, "İşte
şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü
Mes-cid-i Haram tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne
çevirin" buyruğu ile resulünün bu özlemini gerçekleştirdi ve artık bu
âyetin indiği andan itibaren müslümanların, Kabe'nin de içinde bulunduğu
Mescid-i Harâm'a yönelerek namaz kılmaları farz oldu.
Ağırlıklı görüşe göre
Ehl-i kitabın, bazı müfessİrlere göre onların din adamları ve âlimlerinin de
bildiği ifade edilen "gerçek"ten maksat, kıblenin değiştirilmesiyle
ilgili hükümdür. Onların Kabe'nin kıble yapılmasının isabetli olduğunu nereden
bildikleri hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. [460] İbn
Atıyye bu hususta şöyle demektedir: "Yahudiler ve hıristiyanlar Kabe'nin,
ümmetlerin imamı İbrahim'in kıblesi olduğunu, dolayısıyla -kendi kitaplarından
da hakkında bilgi edindikleri- Hz. Muhammed'e uyarak Kabe'ye yönelmenin herkes
için görev olduğunu biliyorlardı" [461]
Buna rağmen kıble değişikliğini tepkiyle karşılayarak yanlış bir iş
yapmışlardır. Âyetin sonundaki "Allah onların yaptıklarından habersiz
değildir" cümlesi, Ehl-i kitabın bu yanlış tutumlarıyla ilgili bir uyarı
ve tehdit anlamı taşımaktadır. [462]
145.
Kıblenin değiştirilmesiyle ilgili kesin hükmün Allah'tan gelmiş olmasına
rağmen Ehl-i kitap bu değişikliği kabul etmemekte direndiler. Bir önceki âyetten
de anlaşılacağı üzere, onların bu direnişlerinin sebebi, değişiklik hükmünün
yüce Allah'tan geldiğini bilmemeleri değil bencillik, ırkçılık, taassup,
ayrılıkçılık gibi olumsuz düşüncelerinin ve duygularının esiri olmalarıdır.
Ancak değişiklik hükmü Allah'tan gelmiştir; bu sebeple Hz. Peygamber ve ümmeti
bu hükme uyacak ve artık asla yahudilerin kıblesine yönelmeyeceklerdir. Esasen
Ehl-i kitabın iki kesimi olan yahudilerle hıristiyanlann bu konudaki
uygulamaları da farklıydı; ya-hudiler Kudüs tarafına, hıristiyanlar ise doğuya
yönelerek âyin yapıyorlardı. Hz. Muhammed daha önce Kudüs'e yönelmişti; ancak
değişiklik hükmünün gelmesin-
den sonra sırf
yahudilerin hatırı için bu hükmü ihmal etmesi de mümkün değildi.[463]
146-147.
"Tanıma, bilme" ifadesinden anlaşıldığına göre kitap verilenlerden
maksat, özellikle yahudi ve hıristİyan din bilginleridir. Onların tanıdıklarının
ne veya kim olduğu hususunda tefsirlerde farklı açıklamalar vardır. Taberî'nin
naklettiği rivayetlerin tamamına göre tanıyıp bildikleri şey, Mescid-i
Harâm'ın kıble olduğu gerçeğidir. [464]
Ancak Râzî bu yorumu zayıf görmekte ve burada Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
kastedildiği yönündeki görüşü benimsemektedir. Çünkü:
a) Bu
ifadenin hemen öncesinde Hz. Peygamber'e bilgi geldiğinden söz edilmektedir ki,
bu bilgi en genel ifadesiyle nübüvvettir,
b) Kur'ân-ı
Kerîm yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarında Hz. Peygember'in geleceğine
ilişkin bilgi bulunduğunu haber vermekte, fakat Kabe'nin kıble olacağına
ilişkin böyle bir bilginin geçtiğinden söz etmemektedir. Şu halde kitap
ehlinin bilgi sahibi olduğu husus Hz. Muhammed'in peygamberliğidir,
c) Ehf-i kitabın
bir konuda vaktinden önce bilgi sahibi kılınmaları olayı bir mucizedir; bu
husustaki mucize ise Hz. Muhammed'in gerçekten peygamber olduğuna dair kendi
kutsal kitaplarında yer alan bilgidir. Kıble değişikliği ise vahiy yoluyla
bildirilmiştir; vahye inanmak için öncelikle Peygamber'i kabul etmek gerekir.
Âyette Ehl-i kitabın o Peygamber'i kendi kitaplarında verilen bilgilerle pekâlâ
tanıdıkları, bundan dolayı da peygamberliğini kabul etmeleri gerektiği ifade
edilmektedir.
Sonuç olarak yüce
Allah, Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed'in geleceği ile ilgili bilgi vermişti [465]
yahudiler ve hıristiyanlar da bir peygamber bekliyor, ancak ırkçı ve bağnaz bir
zihniyete sahip oldukları için, onun kendi kavimleri arasından çıkması
gerektiğini düşünüyorlardı. Bu sebeple Araplar arasından mütevazi bir aileden
yetim bir çocuğun büyüyüp Allah tarafından peygamber seçilmiş olmasını
hazmedemediler; onun peygamberliğini, diğer tebliğlerini, bu arada kıble ile
ilgili yeni hükmü reddettiler; böylece aslında kendi kutsal kitapları
vasıtasıyla bilgi sahibi oldukları bir gerçeği de gizlemiş oldular. 147.
âyette Ehl-i kitap ne derse desin asıl gerçeğin, Allah katından ortaya konan
bilgi ve hükümler olduğu belirtilerek Hz. Peygamber'in şahsında müs-lümanlar,
gerek kıble değişikliği gerekse diğer dinî ve sosyal konularda yahudiler-le
hıristiyanlann yanlış telkinlerine kapılarak kuşkuya düşmemeleri yönünde uyarılmaktadırlar.
Böyle bir uyarı 145. âyetin sonunda da yapılmıştı. Diğer birçok âyette de
benzer uyarılar yer almakta olup bütün bunlar, müslümanlann yabancı kültürlerin
etkisine kapılmadan öz değerlerini ve inançlarını korumaları gerektiği, ancak
bu sayede ayakta kalabilecekleri gerçeğini kafalara ve kalplere işlemeyi
amaçlamaktadır. Özellikle müslüman aydınların son yüzyıl boyunca
yahudi-hıris-tiyan Fikir dünyasının etki alanına girerek, dinî ve kültürel
alanlarda kuşkucu, taklitçi ve giderek inkarcı anlayışlara kapılmaları ve bu
yozlaşmanın doğurduğu kimlik bunalımları, bu bunalımların zamanla ahlâkî,
sosyal, siyasî ve ekonomik çalkantılara ve kilizlere dönüşmesi, Kur'an'm bu uy
ansının İslâm toplumları için ne kadar hayatî bir öneme sahip olduğunu
göstermektedir. [466]
Meali
148. Herkesin yüzünü
ona doğru çevirdiği bir yönü vardır. Öyleyse hayırlarda yarışın. Nerede olursanız
olun, Allah sizin hepinizi bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah her şeye
kadirdir.
149. Her nereden
(yola) çikarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu, elbette rabbinden
gelen bir gerçektir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
150, Her nereden
çikarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede bulunursanız yüzünüzü
yine o tarafa döndürün ki, -haksızlığa saplanmış olanları dışında- insanların
aleyhinize kullanacakları bir delil bulunmasın. Onlardan korkmayın, benden korkun.
Ve bir de size nimetimi tamamlayayım, siz de hidayete eresiniz.
151. Nitekim
aranızdan size bir peygamber gönderdik: O size âyetlerimizi okuyor, sizi arıtıp
temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine sîze daha önce bilmediklerinizi
öğretiyor.
152. Artık siz beni
anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin! [467]
Tefsiri
148. Her
toplum, ibadet ve âyinlerinde farklı yönlere dönmeyi âdet edinmiştir.
Geçmişteki peygamberler de farklı yönleri kıble edinmişlerdi. Şu halde daha
önce yahudiler Beytülmakdis'e yöneliyorlardı diye mutlaka o tarafın kıble
olarak devam ettirilmesi gerekmez. Allah insanlara kıbleyi bildirmiştir; artık
bunda tartışmaya gerek yoktur. Bundan sonra asıl yapılacak şey iyilikte
yatışmaktır. Allah, âhirette insanları bir araya toplayacak ve yapıp
ettiklerinden sorguya çekecektir. [468]
149-150.
Mekke dışında bulunanların kıbleye yönelmelerinin gerekmeyeceği gibi bir
kanaati önlemek üzere yolculuk sırasında kılınacak namazlarda da Mescid-i
Harâm'a dönülmesi emredilmiş, bu emrin Allah tarafından gelen bir gerçek olduğu
ifade edilmiş; ayrıca bunun sadece Hz. Peygamber için değil diğer müslü-manîar
için de geçerli olduğuna işaret buyurulmuştur.
İnsanların kıble ile
ilgili olarak müslümanlar aleyhinde nasıl bir delil ileri sürecekleri
hususunda tefsirlerde farklı açıklamalar yer alırsa da kanaatimize göre,
144-150. âyetler arasında hem Hz. Peygamber'e hem de müslüman topluma hitaben
Mescid-i Harâm'a dönmeleri hususundaki emrin birkaç defa tekrar edilmesinden
şöyle bir anlam çıkmaktadır: Eğer bütün bu buyruklara rağmen yine de Mes-cİd-İ
Harâm'a dönmez de eskisi gibi Kudüs tarafına yönelirseniz, o zaman insanlar
(yani müşrikler, Ehl-i kitap ve hatta münafıklar), "Muhammed gerçekten peygamber,
ümmeti de vasat ümmet olsaydı hem kıblenin değiştirildiğini ilân edip hem de
hâlâ eskisi gibi Kudüs'e yönelmezlerdİ" diyerek bu tutarsızlığınızı aleyhinize
delil olarak kullanırlar. Fakat kıble emrini titizlikle uygularsanız artık
söyleyecekleri söz kalmaz. Yalnız, siz ne kadar dikkatli ve ihtiyatlı
olursanız olun, mutlaka hakkınızda ileri geri konuşmaya devam eden
"zalimler" (haksızlığa saplanmış olanlar) bulunacaktır. Ama artık
bunlara da aldırmamak gerekir. Müslümanlar yalnız Allah'ı düşünüp O'na saygı
göstermeli, O'ndan korkmalıdırlar. Bu şekilde müslümanlar Allah'a ve O'nun
buyruğuna saygı duyarak ibadetlerinde daima Mescid-i Harâm'a dönerlerse Allah
onlara nimetini de tamamlayacak ve onları hidayete erdirecektir; onları
"ehl-i kıble" diye de anılan bir büyük İslâm milleti haline
getirecektir. Nitekim öyle de olmuş; müslümanlar şunun bunun dedikodusuna
bakmadan, zalimlerden korkup çekinmeden, yalnız Allah'ı düşünüp O'nun hükmünü
Önemsedikleri sürece Allah onlara her türlü maddî ve manevî nimetlerini bol bol
ihsan etmiştir. Yüzyıllar boyunca Arabistan çölüne sıkışıp kalmış, durmadan
birbirleriyle savaşan, birbirini yiyip tüketen Câhiliye dönemi kabileleri, Allah'ın
birliği, Hz. Muhammed'in peygamberliği, müslümanların kardeşliği, Kabe'nin
kıble oluşu gibi birleştirici ilkeler etrafında toplanmışlar, bunun ardından diğer
bazı milletlerin de İslâmiyet'e girmesiyle çok kısa zamanda müslümanlar üç
kıtaya hâkim olan bir dünya toplumu haline gelmişler; dünyanın en büyük devletlerini
geride bırakan bir sosyal, siyasî, askerî, idarî, bilimsel ve kültürel yapı
oluşturmuşlardır. [469]
151. Bu
âyet, yukarıda özetle belirtilen gelişmenin temelinde bilgi ve ahlâkî arınmanın
bulunduğuna işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir. Kuşkusuz Hz. Muhammed'i
peygamber olarak göndermesi, Allah'ın insanlara verdiği nimetlerin başta
gelenlerindendir. Bu âyette, Allah'ın rahmet ve inayetini hak etmenin yollan da
gösterilmiş bulunmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber'in risâletini tanıdıktan
sonra, onun tebliğ ettiği âyetlerden ilham alarak ruhumuzu arındırıp ahlâkımızı
güzelleştirirsek, Hz. Peygamber'in öğrettiği şekilde kitabı yani Kur'an'ı ve
hikmeti özümseyip kavrar, bilmeyip de öğrenmemiz gereken daha başka şeyleri de
öğrenerek ilim ve irfanda gelişirsek Allah'ın nimetlerine liyakat kazanmış
oluruz. İslâm'dan önceki döneme Câhiliye denmesinin sebebi, bu dönem
insanlarının hem zihnen hem de ahlâkî bakımdan geri olmalarıydı. Onları bu
gerilikten kurtaran da Hz. Peygamber olmuştur. Zira o, insanlara bir yandan
kitabı, bir yandan da "hik-met"i yani dini ve dinî konularla ilgili
en doğru bilgileri ve genellikle sünnet diye ifade edilen en güzel davranış
biçimlerini öğrettiği gibi, bilmedikleri daha başka konularda da insanları
aydınlattı ya da aydınlanmanın yollarım açtı. Böylece müslümanlar, bilgi ve
erdemlerle donanmış olarak basandan başarıya koştular. Hz. Peygamber'in açtığı
bu aydınlık yolda ilerleyerek sonraki yüzyıllarda dinî ve dünyevî ilimlerde ve
bunların uygulamaya geçirilmesinde İnsanlığa örnek ve önder olacak bir konuma
yükseldiler. Müslümanların gerileyişi de "kitap ve hikmet'i ihmal
etmeleriyle başladı. [470]
152. Allah'ı
anmak (zikir) hem kalple hem dille hem de eylemle olur. Kalple zikir, insanın
her türlü tutum ve davranışında Allah'ı hatırlamasıyla; dille zikir, Allah'ın
İsimlerini ve sıfatlarım, teşbih ve dua cümlelerini dilde tekrar etmekle;
eylemle zikir İse Allah'ın iradesine uygun yaşamakla olur. Özellikle tasavvufta
zikrin her üç çeşidine de önem verilmiş, bilhassa dille zikir için çeşitli
usuller geliştirilmiştir. Ancak insanın işini gücünü yaparken, normal hayatını
yaşarken kalple zikir halinde olması yani Allah'ı düşünüp O'nun hoşnutluğunu
gözetmesi, keza amelleriyle zikir halinde olması yani Allah'ın buyruk ve
yasaklanna titizlikle uyması en önemli, değerli ve yararlı zikirdir.
"Müslümanın,
verdiği her türlü nimetlerden ve imkânlardan dolayı Allah'a minnettarlık
duyması, bunu sözleri ve amelleriyle göstermesi" anlamına gelen şükür de
genel olarak İslâm ahlâkında, özellikle de tasavvufta kulun Allah'a karşı edep
ve saygısını dile getiren önemli kavramlardandır. Zikir gibi şükür görevi de
hem dille hem de eylemlerle yerine getirilir. Yaygın tanıma göre her nimetin
şükrü, o nimetten insanlara ihsan ve ikramda bulunmak, daha genel olarak o
nimeti Allah'ın uygun bulup hoşnut olduğu şekilde kazanıp harcamak ve
kullanmakla eda edilmiş olur.
Bunca nimetleri veren
Allah olduğuna göre, insanın görevi de daima diliyle, gönül ve eylemleriyle
O'nu anıp nimetlerine şükretmek, nankörlükten sakınmaktır. İnsan, her türlü
eyleminde Allah'ı hatırlar, işlerini O'nun koyduğu hükümlere ve genel olarak
O'nun rızâsına uygun düşüp düşmeyeceği ölçüsüne göre yaparsa Allah da insanı
anacak, yani dünyada hak ettiği şekilde ona yardım edecek, âhİrette de
derecesini yükseltecektir. [471]
Meali
153. Ey iman edenler!
Sabır ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerin yanındadır. 154.
Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyin. Hayır, onlar
diridirler, fakat siz bilemezsiniz. 155. Andolsun ki sizi biraz korku ve
açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız.
Sabredenleri müjdele! 156. Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde,
"Doğrusu biz Allah'a aidiz ve kuşkusuz O'na döneceğiz" derler. 157.
İşte rab-lerinin lütuflan ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış
olanlar da bunlardır. [472]
Tefsiri
153. Sabır
teriminin anlamı ve önemiyle sabır ve namazın İnsanı dirençli kılmadaki
etkileri üzerinde daha önce durulmuştu[473] Orada
bu buyruğun muhatabı îsrâiloğullan İdi; bu yüzden de "Şüphesiz bunlar
(sabır ve namaz), Allah'a huşu ile boyun eğenlerden başkasına ağır gelir"
buyuruluyordu. Halbuki burada muhatap müslümanlar olduğu için böyle bir
ağırlıktan söz edilmediği gibi âyetin sonunda müslümanların sabırlı ve
metanetli olduğuna işaret edilmektedir.
Âyette hangi konuda
sabırlı olmak gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple ibadetleri yerine
getirmek, haramlardan kaçınmak, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnmek,
musibet ve acılara katlanmak gibi dayanıklılığı gerektiren her durumda
sabretmek bu buyruğun kapsamına girer. Bunun yanında, kıble değişikliğinden
sonra vuku bulan olaylar dikkate alındığında, burada özellikle İslâm'ın
varlığına son verme kararında olan düşmanlara karşı verilecek mücadelelerde sabır
ve metanet göstermenin kastedildiği de anlaşılmaktadır. Nitekim kıble değişikliğinden
yaklaşık iki ay sonra Bedir Gazvesi vuku bulmuş, sonraki dönemlerde de
müşriklere ve diğer gayri müslim unsurlara karşı silâhlı mücadeleler devam
etmiştir. 153 ve devamındaki âyetler bir bakıma, müslümanlan böyle bir
sıkıntılı döneme hazırlıyor; bu dönemlerde sabır ve sebat göstererek, Allah'ın
divanına durup namaz kılarak O'ndan yardım dilemelerini istiyor; Allah'ın
sabredenlerin yanında olduğu müjdesini veriyor. Sabır, insanın bir amaç için
ortaya koyduğu özverinin, kararlılığın, güçlü azim ve iradenin ürünüdür;
dolayısıyla sabtr, insanın kendi benliğiyle ilgili tavrıdır. Namaz ise onun
bedeni, dili ve kalbiyle kısaca bütün varlığıyla Allah'a yönelmesi halidir; şu
halde namaz da müminin AUah ile ilgili tutumudur. Böylece sabırla benliğini
güçlendiren, namazla da Allah ile birliktelik kuran insan, başarının
psikolojik şartlarını tamamlamış olur. [474]
154. Allah
yolunda ölmek yani şehîd olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. Bu sebeple
şehidlere "Ölüler" demek, yani onların ölüp yok olduklarını düşünmek
yanlıştır; aksine onlar diridirler; fakat insanlar bunu farkedemez, onların
canlı olduğunu hissedemezler. Taberî âyeti şöyle yorumluyor: "Çünkü ölü,
hayatı bitmiş, duyulan yok olmuş İnsandır; bu sebeple de hiçbir şekilde hiçbir
şeyden lezzet alamaz, hiçbir nimeti algılayamaz. Halbuki sizden veya diğer
kullarımdan biri benim yolumda katledilmişse böyleleri benim nezdimde
diridirler; onlar, bol nimetler, geniş rızıklar içinde mutlu bir hayat
yaşamaktadırlar..." [475] Fahreddin
er-Râzî'nin tefsiri de şöyledir: "Sabır gösterip namaz kılarak dinimi
yaşatma konusunda benden yardım isteyin. Bu hususta düşmanlarıma karşı
mallarınızla, bedenlerinizle savaşmanız gerekir de bunu yaparken canlarınız
telef olursa zannetmeyin ki kendinizi zayi ettiniz! Aksine iyi bilin ki
ölenleriniz benim nezdimde diridirler" [476]
Bazı Mu'tezile
bilginleri buradaki ölüm kelimesini "yoldan sapma", diriliği de
"doğru yolda olma" anlamında yorumlayarak âyeti, "Allah yolunda
can verenlerin yoldan sapmış, yanlış yolda ölmüş kimseler olduğunu düşünmeyin;
onlar doğru yolda ölmüşlerdir" şeklinde açıklamışlardır. Aynı şekilde
âyetin şehidler hakkında "ölüler" diyerek uluorta konuşmanın doğru
olmadığını, onlardan saygıyla söz edilmesi gerektiğini belirten mecazi bir
anlam taşıdığı da ileri sürülmüştür. Fakat gerek Râzî gerekse -onun da işaret
ettiği gibi- müfessirlerin çoğu bu âyeti, ruhun ölümsüzlüğü inancıyla
açıklamışlardır. Buna göre esasen ölüm olayı, ruhun bedenden ayrılmasından
ibaret olup ölen ruh değil bedendir. Ölümle ruh bedeni terkeder, beden canlılık
fonksiyonunu tamamen kaybeder ve zamanla çürür gider[477];
ruh ise varlığını sürdürür. Ölümden sonra iyilerin ruhları âhiretteki güzel
makamlarını görerek onunla mutlu olurlar; kötülerin ruhları da cehennemdeki
yerlerini görerek bundan elem duyarlar. Şehidler ise, yalnız yüksek makamlarını
görmekle kalmayıp cennet nimetlerinden de faydalandırılırlar.[478]
155-157.
Müslümanlar Mekke'den Medine'ye göç ederek müşriklerin saldırılarından kısmen
kurtulmuşlardı. Bununla birlikte hicretin ilk yıllarında hâlâ kaygı ve
korkulan vardı; yeni vatanları olan Medine de putperestlerin tehdidi altındaydı.
Nitekim kısa zaman sonra çatışmalar başladı. Bu arada müslümanlar ağır maddî
sıkıntı çekiyorlardı; hicret edenler mallarını geride bırakmışlardı; çatışmalarda
da ma] ve can kaybına uğruyorlardı. İmkânlarını kardeşçe paylaşmalarına rağmen
-Peygamber ailesi de dahil olmak üzere- çok zaman günlerce karınlarını
doyuramıyorlardı. Âyette özellikle Medine döneminin ilk yıllarındaki bu
sıkıntılara işaret edilmekle beraber, genel anlamda Allah'ın insanları bu tür
sıkıntılarla imtihan etmesi her zaman mümkün olduğundan, âyetin anlamı ve
amacı da mutlak ve geneldir. Buna göre Allah müslümanlan o zaman denemiştir,
dilediği her zaman da dener. Allah'a dayanıp sıkıntıları altında ezilmeyenler
hem dinî hem de dünyevî bakımdan hep kazanmışlardır; bu Allah'ın yasasıdır.
Onun için 155. âyetin sonunda "Sabredenleri müjdele" buyurularak
yeniden sabra vurgu yapılmış; 156. âyette bu sabrın imanla ve teslimiyetle
bütünleşmiş bir sabır olduğu özellikle belirtilmiştir. Bu âyetler bir yandan
Hz. Peygamber'le ona inanan ilk müsJ limanların sahip oldukları kesin imanla
yüksek ahlâkı ve üstün moral gücünü yansıtmakta; bir yandan da örnek
müslümanın karakteristik yapısını tanımlamaktadır. Bu yapının temel taşı
Allah'a sarsılmaz iman, güven ve teslimiyettir; sadece Allah'a ait olduğumuzun
ve en sonunda O'na döneceğimizin bilinci içinde, başarı ve kurtuluşu da yalnız
Allah'tan beklemek, bu imanın bir ürünü olarak Allah karşısında her zaman
ümitli ve iyimser olmak, düşmanlar karşısında da onurlu ve kişilikli olmaktır.
Mealinde
"lütuflar" şeklinde çevirdiğimiz 157. âyetteki salavât kelimesi
sa-lâtın çoğuludur. Tefsirlerde salât çoğunlukla "mağfiret" (bağış)
kelimesiyle açıklanmıştır. Fahreddin er-Râzî ise bu âyetteki salât ve rahmet
kelimelerini şöyle açıklar: "Salât Allah'tan olunca sena, medih (övgü) ve
tazim (yüceltme) anlamına gelir; rahmet ise Allah'ın verdiği ve vereceği
nimetlerdir" [479]
Buna göre âyet, Hz. Peygamber müsliimanlarm yaptığı gibi hayatın türlü
zorluklarına karşı koyan; özellikle inançlarını, vatanlarını ve diğer yüksek
değerlerini koruma uğruna karşılaştıkları sıkıntılara sabır ve metanetle
direnen; Allah'a olan inançlarını, güven ve teslimiyetlerini, iyimserliklerini,
sabır ve metanetlerini her zaman koruyan yüksek karakterli müminler için, daha
yücesi düşünülemeyecek güzellikte bir iltifattır. Çünkü burada müminlere
övgülerde bulunup onların hidayette olduklarını bildiren bizzat Allah'tır. Bîr
mümin için bundan daha büyük bir lütuf ve şeref lemez. [480]
Meali
158. Safa ile Merve
Allah'ın nişanlamadandır; dolayısıyla hac veya umre yaparak Beytullah'ı
ziyaret eden bir kimsenin bu yerleri tavaf etmesinde kendisi için bir günah
yoktur. Kim gönüllü bir iyilik yaparsa bilsin ki Allah iyiliği mükâfatiyla
karşılayan ve çok iyi bilendir. [481]
Tefsiri
158. Safa ve
Merve Kabe yakınındaki iki küçük tepenin adıdır. Hz. İbrahim, eşi Sâre'nin
kaprisleri yüzünden diğer eşi Hâcer'le henüz bebek yaştaki oğlu İsmail'i ıssız
bir araziden ibaret olan Mekke'ye bırakıp Ken'an diyarına dönmek zorunda
kalmıştı. Bu arada Hâcer su bulmak ümidiyle iki tepe arasında koşup duruyor,
kendisini ve çocuğunu susuzluktan ve ölmekten kurtarması için Allah'a
yaka-nyordu. Nihayet Allah, sonraları Zemzem Kuyusu diye anılan yerden su
çıkararak annenin dileğini kabul buyurdu. İşte görünürde hiçbir ümit ışığının
bulunmamasına rağmen, büyük bir sabır ve metanetle Allah'a güvenini devam
ettirip bir sabır ve tevekkül sınavını başarıyla veren Hâcer'in anısını
yaşatmak üzere bu iki tepe arasında yedi defa gidip gelmek haccın uygulamaları
arasında yer aldı ve bu uygulamaya "sa'y" denildi. [482]
Esasen hac ve umre ile ilgili bir konuyu içeren ve yıllar sonra inmiş olan bu
âyetin, sabrın öneminden, sabır ve sebatla Allah'a sığınıp güvenenleri öven
âyetlerin devamında yer alması son derece anlamlıdır. Burada bir bakıma şöyle
denmek istenmiştir: Hâcer, su bulmanın imkânsız gibi göründüğü bu ıssız çöl
ortamında bile Allah'tan ümidini kesmemiş; yerinde oturup kendisinin ve
çocuğunun ölümünü beklemeye razı olmamış; aksine inanıp güvendiği Allah için
hiçbir şeyin imkânsız olmadığını düşünerek sabırla su aramaya devam etmiş,
sonunda da aradığını Allah ona lütfetmiştir. Allah insanları her zaman bu
şekilde sınamalardan geçirebilir; Hâcer'in gösterdiği İnanç, ümit, sabır,
tevekkül ve kararlılığı gösterenler de bir şekilde Allah'ın keremine nail
olurlar. Nitekim biraz önce geçen 143. âyette de "Allah imanınızı asla
zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok
merhametlidir" buyurulmuştu.
Câhİliye döneminde
Sara tepesinde îsâf, Merve tepesinde Naile isimli iki put bulunuyordu.
Putperest Araplar da bu iki tepe arasında gidip gelirler (sa'y) ve adı geçen
putların yanında kurban keserlerdi. İşte bu putperest geleneğinden dolayı
müslümanlar bu iki tepe arasında sa'y etmekten çekinİnce, bunda bir günah ve sakınca
bulunmadığını bildiren âyet nazil oldu. Âyetteki tavaf kelimesi, bu "iki
tepe arasında gidip gelme" anlamında olup hac ve umre ibadetiyle ilgili
terminolojide bu fiilden, sözlükte "koşma" anlamına gelen sa'y diye
söz edilir. [483]
Meali
159. İndirdiğimiz açık
delillerle hidayet bilgisini -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden
sonra- gizleyip saklayanlar yok mu, işte onlara hem Allah lanet eder hem de
lanet okuyanlar lanet eder.
160. Ancak tövbe edenler,
kendilerini düzeltenler Ye gerçeği açıkça ifade edenler bunun dışındadır. İşte
bunların tövbesini kabul edeceğim. Doğrusu ben tövbeleri kabul eden, rahmeti
bol olanım.
161. Gerçekleri inkâr
eden ve inkarcılığa saplanmış olarak ölenlere gelince, Allah'ın, meleklerin ve
tüm insanların laneti onların üzerinedir!
162. Onlar hep lanette
kalacaklar; azapları hafifletilmeyecek ve yüzlerine bakılmayacak! [484]
Tefsiri
159. Dinî
terminolojide lanet "Allah'ın, bir kimseyi, işlediği kötülüğün büyüklüğü
sebebiyle rahmetinden uzaklaştırması" anlamına gelir. Bu uzaklaştırmanın
sonucu, âhirette cennetten mahrum kalmak ve cehennem azabına çarptırılmaktır.
Bir insanın başka birine lanet okuması ise, kötülük ve zararları sebebiyle o kişi
hakkında beddua etmesi demektir[485]
Müfessirlerin çoğu
burada eleştirilenlerin, Tevrat'ın hükümlerini insanlardan saklayan veya Tevrat
üzerine sahte te'vil ve yorumlarıyla gerçekleri örtbas eden, bilhassa Hz. Muhammed'in
peygamberliğini müjdeleyen Tevrat haberlerini saklayan veya haksız te'villerle
çarpıtan yahudi bilginleri olduğunu belirtmişlerdir. Fahreddin er-Râzî, âyetin
ifadesinin genel olduğunu belirterek bu görüşe katılma-mışsa da, Muhammed
Abduh'un da belirttiği gibi[486],
bazan araya başka konular da girmekle birlikte, sûrenin 40. âyetinden itibaren
devam eden asıl konu Ehl-i kitap ve özellikle yahudiler olup, konumuz olan
âyette tekrar onlarla İlgili açıklamalara ve eleştirilere dönülmüştür. Nitekim
Tevrat'ta da yer yer inatçılık ve isyankârlıkları nedeniyle "sert enseli
kavim" diye anılan[487]
İsrâiloğulları'nın basit arzulan veya çıkarları yüzünden ahdi bozmaları, yoldan
çıkmaları, başka tanrı veya tanrılar edinmeleri, şeriatın hükümlerini ihlâl
etmeleri halinde başlarına büyük belaların geleceği ve lanete uğrayacakları
yönünde ciddi uyanlar yapılmış; ileride insanlar tarafından nefret edilip öfke
duyulan bîr kavim haline gelecekleri çok açık ve ağır eleştirilerle
bildirilmiştir (meselâ: "... şehirde lânetli olacaksın, kırda lânetli
olacaksın... dünyanın bütün ülkelerinde serseri olacaksın... seni kurtaran
olmayacak... daima sıkıştırılacaksın ve ezileceksin... ve o milletler arasında
rahat bulamayacaksın..."[488]
Kuşkusuz Kur'ân-ı
Kerîm bir ümmeti, bir kavmi yanlış inanç veya tutumları sebebiyle eleştirirken
o milletin kendisini değil, kötülük ve sapkınlıklarını hedef almakta, aynca bu
hususta müslümanlara da mutlaka bir mesaj vermektedir. Bu mesaj "Aynı
yanlışları yapanların aynı akıbete uğramalan kaçınılmazdır; bu ilâhî bir
yasadır" şeklinde özetlenebilir. Nitekim bu âyetin, yahudiler hakkında
inmiş olmasına rağmen hükmünün genel olduğu hemen bütün müfessirlerce vurgulanmıştır.
Buna göre yahudiler menfaatleri ve nefsânî arzulan sebebiyle bazı ilâhî gerçekleri
örtbas ettikleri veya uygunsuz te'vil ve yorumlarla saptırdıkları için belirtilen
sıkıntılara düşmüşlerdir. Eğer aynı yanlışı müslümanlar yaparlarsa onlar da
aynı kötü durumlara düşerler. Nitekim Abdullah b. Abbas'a atfedilen bir rivayette,
Allah'ın Kur'an'da Ehl-i kitaba yönelttiği her tenkidin, müslümanlar için de
bir uyan olduğu belirtilmiştir. Hemen bütün tefsirlerde verilen bir bilgiye
göre, çok fazla hadis rivayet ettiği için eleştirilen Ebû Hüreyre, "Eğer
Allah'ın bu husustaki âyeti olmasaydı artık bu eleştiriden sonra hiçbir
hadisten söz etmezdim" demiş ve konumuz olan âyeti okumuştur. İslâm
alimleri hiçbir yararlı bilgiyi insanlardan saklamanın caiz olmadığını ifade
ederken ileri sürdükleri delillerden biri de bu âyet olmuştur. [489]
160-162.
Allah'ın bildirdiği hükümleri, ilâhî gerçekleri insanlardan saklamak yahut
onları maksatlı olarak yanlış yorumlayıp asıl maksadından saptırmak hem
Allah'ın hem meleklerin hem de başka insanların ve özellikle bu saklamadan zarar
görenlerin lanetini hak edecek kadar büyük bir suç ve günahtır. [490] Bununla birlikte tövbe edip aklını başına
toplayan, ilâhî gerçekleri, bilip de insanlara açıklaması gereken diğer
bilgileri eğip bükmeden ifade edenleri de Allah bağışlayacak; fakat inkâr edip
küfrüyle ölenler ebedî lanetlenmiş olarak azabı boylayacaklardır. [491]
Meali
163. Tanrınız bir tek
Tanrı'dır; O'ndan başka tanrı yoktur; O rahmandır, rahimdir.
164. Kuşkusuz,
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara
faydalı yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökten indirerek onunla
ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini
sağladığı yağmurda, rüzgârlan ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen
bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde aklını işleten bir topluluk için
elbette nice deliller vardır.
165. İnsanlardan kimi
vardır ki, Allah'tan başka bazı varlıkları Allah'a denk tanrılar sayar da
bunlan Allah'ı sever gibi severler, İman edenler ise en çok Allah'ı severler.
Keşke zalimler -azapla yüz yüze geldiklerinde anlayacakları gibi- şimdi de
bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu
anlasalardı!
166. İşte o zaman,
izlenenler, kendilerini izleyenlerden hızla uzaklaşmışlardır; artık azabı
görmüşler, aralarındaki bağlar kopmuştur.
167. izleyenler şöyle
derler: “Ne olurdu, bize ikinci bir fırsat verilseydi de, şimdi onlar bizden
uzaklaştıktan gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" Böylece Allah onlara
yapıp ettiklerini kendileri için pişmanlık sebepleri olarak gösterir. Onlar
artık ateşten çıkacak değillerdir. [492]
Tefsiri
163. Âyette
geçen ilâh kelimesi Türkçe'deki Tanrı kelimesinin karşılığı olup Arapça'da
"kulluk etmek" anlamındaki elehe-ye'lehü veya "hayret ve
şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak" anlamındaki
"elihe-ye'lehü" ya da "velihe-yevlehü" kökünden
masdar-isimdir ve "tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen,
gönülden bağlanılıp sığınılan" mânalarım ifade eder. Vâhid kelimesi ise
"eşi, dengi ve benzeri olmayan, her yönden bir ve eşsiz olan" anlamına
gelir. Âyette müşrik Araplar ve türlü şekillerde tevhid inancını zedelemiş olan
Ehl-İ kitap da dahil olmak üzere bütün insanlık, Allah'tan başka varlıkları
tanrı tanımaktan, uydurma tanrılar edinerek onlara tapmaktan vazgeçip bir tek
Tanrı'ya inanmaya, tevhid İnancına çağınlmakta, bütün insanların tanrısının ve
mabudunun eşsiz, benzersiz tek Tanrı olduğu, O'ndan başka bir tann bulunmadığı
vurgulanmaktadır. Şu halde yalnız O'nu Tanrı tanıyıp O'na kulluk etmek
gerekir. O, sadece bir toplumun tanrısı değil bütün insanlığın tannsıdır;
çünkü "O'ndan başka tanrı yoktur."
Âyetteki "lâ
ilahe illâ hû" cümlesi, kelime-i tevhidle aynı anlama gelir. Rahman ve
rahîm ise esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimleri) arasında gösterilmiş olup bunlar,
Allah'ın yarattıklarına karşı merhamet ve şefkatinin genişliğini, nimetlerinin
bolluğunu dile getiren isimlerdir.[493]
164.
Allah'ın birliğini, eşsiz, benzersiz ve bir tek Tanrı olduğunu, O'ndan başka
bir tanrı bulunmadığını, O'nun rahman ve rahîm olduğunu bildiren âyetin ardından
bütün bu bildirilenlerin kanıtlan olmak üzere 164. âyette sekiz ayrı kozmolojik
delil sıralanmaktadır:
1. Göklerin
yaratılışı.
2. Yerin
yaratılışı.
3. Gece ve
gündüzün değişmesi.
4. Gemilerin
denizlerde seyretmesi.
5. Yağmurun
yağması ve onunla ölü haldeki toprağın canlanıp yeşermesi.
6.
Yeryüzünde her çeşit canlının gelişip yayılması.
7.
Rüzgârların çeşitli yönlere doğru hareket etmesi.
8. Bulutların
yer değiştirmesi.
Bütün bu kanıtların
insanı kuşatan, onun her gün görüp durduğu, içinde yaşadığı alelade tabiat
olaylarından seçilmiş olması ilgi çekicidir. Buna göre insanoğlu her an
Allah'ın varlığım, birliğini, kudretinin yüceliğini yansıtan kanıtların
ortasında yaşamaktadır. Tabiat bizatihi mucizedir; fakat insan tabiat
olaylarını her gün görüp durduğu için bu olaylardaki tecellilerin farkında
değildir. Meselâ gökler yani gök cisimleri ve bunların sistemi başka türlü
kurulsaydı, yer başka türlü yaratılsaydı orada, bildiğimiz hayat düzeni ve
canlılar olmazdı. Gece ve gündüzün aynı düzen içinde durmadan değişmesi, yalnız
insanlar için değil bütün canlılar ve özellikle bitkiler için pek çok yararlar
sağlamaktadır. Gemilerin denizlerde seyretmesi esasen nakil araçlarının ve bu
araçları kullanıp yararlanmamızı sağlayan ilâhî yasaların varlığımızı devam
ettirip hayatımızı rahatlatmadaki önemine örnek teşkil eder. Yağmur, dünyayı
yaşanır kılan en önemli tabiat olaylarındandır. Rüzgârın çeşitli yönlere doğru
esmesi, keza bulutların çeşitli yönlere hareket etmesi de meteorolojik
olayların düzeninden bitkilerdeki döllenmeye ve yağışların dağılımına kadar
sayılamayacak derecede geniş yararlar sağlamaktadır. Allah var olduğu içindir
ki tabiat vardır ve tabiattaki düzen sürmektedir. Tabiatın düzenli işleyişi
Allah'ın sadece varlığını değil, onun birliğini, ortaksızhğmı; bilgisinin,
iradesinin ve kudretinin mükemmelliğini, sürekliliğini, eşya üzerindeki
tasarruf ve tesirini de kanıtlamaktadır. Çünkü O'nun evrene yönelik ilgisi bir
an duracak, kesilecek olsa evren o anda yok olur veya ortada sadece bir kaos
kalırdı.
Bu kısa açıklamalar da
gösteriyor ki, vahiy kitabının yanında kâinat kitabı da bize Allah'ı kanıtlayan
âyetlerle doludur; fakat bu âyetleri ancak aklım kullananlar görüp anlarlar.
Bu sebeple âyetin sonunda bütün bu sıralanan varlık ve olaylarda "aklını
işleten bir topluluk için elbette nice deliller vardır" buyurulmuştur. Zira
akıl Allah'ın insana bahşettiği en büyük nimetlerden biri olup insanın, başka
konularda olduğu gibi yüce yaratıcının varlığım, birliğini ve kudretini
kanıtlayan olayları sağlıklı olarak inceleyip doğru sonuçlara ulaşabilmesi için
de akü yeteneğini doğru işletmesi gerekir. Fahreddin er-Râzî'ye göre bu âyet,
yaratıcının varlığını kanıtlama hususunda sadece geleneksel bilgilerle
yetinmeyip aklî delillerden de yararlanmanın gerekliliğini göstermektedir. [494]
Tabiattaki varlıkların ve olayların doğru incelenmesi, gözlenmesi, bu alanda
bilimsel hakikatlere ulaşılması ve bu suretle tabiattaki ilâhî düzen ve
kanunların keşfedilmesi, nihayet tabiatta bizi Allah'a götüren "âyetler"in
görülebilmesi için de inceleme, görme ve keşfetme yöntemleri demek olan tabiat
bilimlerini öğrenmek gerekir. Tabiatı inceleyecek aklî ve bilimsel
yetişmişliğe sahip olmayan bir kimsenin oradaki kanunları ve âyetleri görmesi,
yakalaması da mümkün değildir. Bu da gösteriyor ki Kur'an bizi bilgi ve bilim
dünyasından geçirerek imana ve hidayete götürmektedir. [495]
165-167.
Yukarıdaki iki âyette Allah'ın birliği, kesin bir dille vurgulanıp bunun İlk
bakışta göze çarpan bazı kanıtlan sıralandıktan sonra, 165. âyette hâlâ Allah'a
ortak koşmakta ısrar edenler kınanmakta, bunlar "zalimler" diye
nitelenmektedir. Çünkü zulmün asıl anlamı "yanlış fikre ve inanca
saplanmak, yapılmaması gereken şeyler yapmak"tır. Bu sebeple Kur'an
Allah'a ortak koşmayı "çok büyük bir zulüm" sayar. [496]
Kur'ân-ı Kerîm'in İnsanlığı ulaştırmak istediği birinci hedef, Allah'ın birliği
inancını ve Allah'ı her şeyden daha çok sevmeyi bütün ödevlerin en başında
görmektir. Âyette "İman edenler ise en çok Allah'ı severler"
buyurularak bu hususa işaret edilmiştir. Görüldüğü gibi âyetin bu bölümünde,
inananların yalnız Allah'ı sevdikleri değil en çok Allah'ı sevdikleri ifade
edilmektedir. Şu halde insan elbette sevilmesi meşru, mâkul ve yerinde olan Allah'tan
başka varlıkları da sevecektir. Bu, Allah'ın insan fıtratına verdiği doğal ve
aynı zamanda gerekli bir durumdur. Yeter ki başka sevgiler Allah sevgisini unutturmasın
ya da onun önüne geçmesin. Çünkü o zaman insan -düşünce, duygu ve inançlarını,
hayatını ve davranışlarını, Allah'ın iradesine göre düzenlemek yerine-Allah'ın
dışında sevip bağlandığı, Allah'ı sever gibi sevdiği şeyleri ölçü alacaktır.
Kur'an Allah'ın iradesine göre yaşamaya hidayet, o iradeyi dikkate almadan yaşamaya
da dalâlet adını verir. Allah'ın iradesini dikkate almayan insan, mutlaka bunun
yerine başka bir iradenin buyruğuna girer. Bu ya tanrı gibi bağlanıp boyun eğdiği
nefsinin, tutkularının buyruğudur veya aynı ölçüde mahkûmu olduğu başka bir
varlığın ya da varlıkların buyruğudur. Allah sevgisini başka hiçbir sevgiye
ka-nşürmayan ve hiçbir şeyle değişmeyen insan, diğer varlıklara sevgisinin
Allah sevgisiyle çatışması durumunda bütün ilişkilerini Allah sevgisine ve
dolayısıyla Allah'ın iradesine göre düzenleyeceğinden, onun bütün ilişkileri
bilinçli ve İradeli olacaktır. Bu sebeple güçlü bir iman gerçek bir
özgürlüktür. Çünkü hakiki mümin ve müslüman, Allah'ın onaylamayacağı bir
buyruğa uymamaya özen gösterir. Allah yalnız iyi ve doğru olan şeyleri
onayladığına göre hakiki müslüman her zaman doğruluğun ve doğruların
yanındadır. Gerçek özgürlük de budur. Asıl kölelik ise, gerçek ve iyi olanı
görüp seçemeyecek kadar kalbi ve iradesi körelmiş olan insanların köleliğidir.
Bu açıdan küfür ve şirk, yani kalbinde Allah sevgisi taşımamak ya da başka
şeylerin sevgisini Allah sevgisine üstün tutmak, bütün kötülüklerin başıdır.
Bu sebeple âyette başka varlıkları Allah'a eş ve ortak tutanlar "zalimler"
diye anılmıştır. Aslında onlar, bu tutumlarıyla önce kendilerine zulmetmişlerdir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm birçok yerde inkarcıları "kendilerine
zulmedenler" diye tanıtır. [497]
Buna göre Allah'ı tanıyıp Allah sevgisini başka her şeyin üstünde tutanlar ve
böylece hidayet yolunu seçenler de önce kendilerine karşı âdil davranmış, kendilerine
iyilik etmiş olurlar. [498]
Allah'ı sevmenin birinci
şartı O'nu tanımak ve bilmektir. İnsan bilmediği şeyi sevemez. Bu sebeple Önce
163-164. âyetlerde Allah'ın yüce zâtı tanıtılıp kanıtlar sergilenmiş, ardından
Allah'ı her şeyden çok sevmenin gerekliliğinden söz edilmiştir. İnsan Allah'ın
zâtı, sıfatlan ve fiilleri hakkında bilgi sahibi oldukça; O'nun ilim, irade ve
gücünün eserleri olan harikaları daha yakından ve derinden kavradıkça kuşkusuz
Allah'a olan sevgi, saygı ve bağlılığı da güçlenecektir. Nitekim Kur'ân-ı
Kerîm'de insanlar ısrarla, karıncasından gök cisimlerine kadar, bütün evren
hakkında bilgi edinip bunlar üzerinde düşünmeye, böylece yüce Allah'ın
"âyetler"ini daha İyi kavramaya çağırılmaktadır. İnsanın bu zihinsel
çabası sadece onun inancını ve Allah'a olan sevgisini güçlendirmekle kalmayacak,
amellerini yani dünya ve âhiret hayatını İlgilendiren her türlü tutum ve
davranışlarını da güzelleştirecek, zenginleştirecektir.
Bazı müfessirler, 165,
âyette kimi insanların Allah'a denk yani ortak tuttuğu bildirilen varlıklardan
putların; bazıları da önder ve liderlerin kastedildiğini belirtmişlerdir. 166.
âyet bu son anlamı desteklemektedir. Fahreddin er-Râzî'nin de belirttiği gibi [499]
sûfîlerin görüşüne göre insanın kalbini, zihnini Allah'ı unutturacak derecede
meşgul eden her şey âyette belirtilen varlıklar kapsamına girer. Şu halde
Allah'tan başka bîr şeye, -bu şey ister put, İster lider veya önder, isterse
para-pul, mal-mülk, makam-mevki olsun- taparcasına bağlananlar, böyle bir şeyi
Allah'ı sever gibi sevenler ve bu suretle, Kur'an'ın bütün uyarılarına rağmen
şirke sapanlar için artık kurtuluş ümidi yoktur. Onlar, sonunda âhirette inkâr
ve İsyanları yüzünden hak ettikleri azabı gördüklerinde bütün güç ve kudretin
Allah'a ait olduğunu, dünyada iken bu güce inanmamakla kendilerine ne büyük bir
kötülük ettiklerini, Allah'ın azabının ne kadar şiddetli olduğunu
anlayacaklardır. Fakat bunu dünyadayken anlamaları ve ona göre inanıp
yaşamaları gerekirdi. Bu sebeple iş işten geçmiş olacak, büyük ve önder bilip
tanrılık mertebesinde yücelttikleri, peşlerinden gittikleri, güvendikleri
kişilerin de kendi dertlerine düşüp onların yüzlerine bile bakmadıklarını,
bütün kurtuluş imkânlarının yok olduğunu, ümitlerin kesildiğini görünce
pişmanlık ve kederleri bir kat daha artacaktır. Sonuçta dünyada yaşadıktan
sürece yaptıkları bütün işler âhirette kendilerine sadece pişmanlıklar, acı ve
üzüntüler getirecek, bir daha kurtulamayacakları bir azaba atılacaklardır. [500]
Meali
168. Ey insanlar!
Yeryüzünde bulunan maddelerin helâl ve temiz olanlarından yeyin; şeytanın
peşinden gitmeyin, çünkü o apaçık diişmanımzdır.
169. O size ancak
kötülüğü, çirkinliği, Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi buyurur.
170. Onlara,
"Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde, "Hayır, atalarımızdan
gördüğümüze uyanz" dediler. Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru
yolu bulamamişlarsa!
171. inkarcıların
durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana haykıran çobanın
durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü onlar düşünmezler. [501]
Tefsiri
168-169.
Dinî bir terim olarak helâl şer'an İzin verilmiş olan, hakkında yasaklama veya
kısıtlama bulunmayan davranışı ve onun dinî-hukukî hükmünü ifade eder. Mubah
ve caiz gibi terimlerle de ifade edilir; mükellefin yapıp yapmamakta muhayyer
bırakıldığı davranışları belirtmek üzere kullanılır. Tayyib ise akliselim
sahibi, dengeli, erdemli, temiz tabiatlı her insanın beğendiği, hoşlandığı,
temiz, güzel, iyi ve yararlı bulduğu şeyler için kullanılır.
Genel bir kural olarak
eşyada aslolan mubahlık ve helâlliktir. Bu sebeple bir davranışın helâl
olduğunu anlamak için bu yönde bir açıklamanın bulunması gerekli değildir;
yasaklayıcı veya kısıtlayıcı bir hükmün bulunmaması yeterlidir. Kur'ân-ı Kerîm
Allah'ın kullan İçin serbest bıraktığı, helâl kıldığı nimetlerin, güzelliklerin
din adına, herhangi bir haklı gerekçeye dayanmadan haram sayılmasını yasaklamış[502];
ayrıca bizzat Hz. Peygamber'e hitap ederek, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri
kendisine haram kılmaması istenmiştir.[503]
Âhirette bütün
inançlarının, eylemlerinin, ümitlerinin yıkılıp gittiğini gören inkarcı
müşriklerin pişmanlıklarını, çaresizliklerini, kaygı ve korkularını kısa fakat
son derece çarpıcı ve ibret verici bir üslûpla yansıtan; böylece Allah'ın
yardım ve desteğini kaybedenlerin âhiretteki yalnızlığını ve yıkılışını gönlü
hakikate açık insanlara etkili bir biçimde hissettirmek suretiyle Kur'an'ı
doğru okuyabilenlere son derece değerli bir ders veren âyetlerin ardından
burada da insanlar, bu dersten yararlanarak helâl ve temiz olan şeylerden
yiyip-içmeye, şeytanın izinden gidip haramlara bulaşmamaya çağırtmaktadır.
Çünkü şeytan insanların düşmanı olup onlar için daima ve yalnızca kötü şeyler
ister; onları haramlara, edep dışı davranışlara, Allah hakkında O'nun her
bakımdan yetkinliği ve yüceliği ile bağdaşmayan sözler söylemeye kışkırtır.
Kuşkusuz bu uyanlar öncelikle Kur'an'ın ilk muhatabı olan müşriklere
yöneliktir. Bununla birlikte söz konusu uyanlar, bütün insanlar için hayatî
değer taşıyıp müminlerin de helâle harama riayet etmeleri, şeytanın kışkırtmalarına
karşı daima dikkatli ve ihtiyatlı davranmalan gerektiğini ima etmektedir.
"Şeytanın izinden
gitmek" onun kışkırtmalanna, dürtülerine açık ve zayıf bir ruha sahip
olmak demektir. Bundan kurtulmak ise en başta güçlü bir imana; her türlü dinî
ve dünyevî konularda doğru ve yeterli bilgiler yanında, kısaca takva kavramıyla
ifade edilen yüksek bir dinî ve ahlâkî duyarlılık geliştirmeye bağlıdır. Bu
şekilde ruhsal donanıma sahip olan insanlar, kendilerini şeytanın kışkırtmalarından
koruyacak kudret ve imkânı, şeytanî baskılara karşı direnecek irade gücünü de
kazanmış olurlar. Nitekim başka âyetlerde bildirildiğine göre şeytan son derece
kurnazca hileli, aldatıcı yollara başvurarak insanları yoldan çıkaracağına and
içmiş; sadece Allah'ın "ihlâslı kullannı" yani Allah'a yürekten bağlı
olup bütün içtenliğiyle ve tam bir kararlılıkla O'nun yolundan giden, Allah
nzâsını bütün ölçülerin üstünde tutan gerçek dindarları yoldan
çıkaramayacağını ifade etmiştir.[504] Kuşkusuz şeytanın musallat olmadığı, yoldan
çıkarıcı duygu, düşünce ve davranış telkin etmediği hiçbir insan yoktur. Bu
suretle şeytan insanın içine bir kötülük işleme arzusu da sokabilir. Fakat Hz.
Peygamber'in bir ifadesine göre "Kim bir kötülük yapmayı içinden geçirir
de bunu yapmazsa Allah ona bir tam iyilik (hasene) yazar" [505]
İşte bu iyilik, ihlâslı, temiz yürekli, takva sahibi müminin, şeytanın isteğine
karşı koymasının bir ödülüdür. [506]
170. İnkarcılara iman etmeleri için, bir kısmına
yukarıda işaret edilen pek çok bilgi verilip uyanlar yapılarak sonuçta,
"Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde -sanki kendilerine bu
bilgiler hiç verilmemiş, bu uyanlar hiç yapılmamış gibi- hâlâ "Biz
atalanmızdan gördüğümüze uyarız, onların yolundan gideriz" dediler.
Kur'an, tam bir taklitçilik, bilinçsizlik ve körlük ömeğî olan bu cevap karşısında,
"Ya atalannın aklı bir şeye ermemiş (lâ ya'kılûne şey'en), doğru yolu
bula-mamışlarsa (lâ yehtedûn)!" buyurarak bilgide ve yaşayışta doğruya
ulaşmanın iki temel aracını göstermektedir. Bunlardan biri akıl diğeri de hidayettir.
Aklı kullanmak kuldan hidayet vermek Allah'tandır. Bu sebeple kul, aklını
kullanıp her konuda doğruya ulaşabilmek için kendisi bakımından mümkün olan
bütün sebeplere başvurmanın yanında, Allah'ın "müsebbibü'l-esbâb"
(sebeplerin yaratıcısı) olduğunu da asla unutmamalı ve başarıyı daima O'ndan
beklemelidir. Kötü niyetli insan ne aklını doğru kullanıp akim buyruğuna
uyabilir ne de hidayete lâyık olabilir. Esasen âyette anılan inkarcıların
taklitçiliğe saplanarak akıl ve hidayet yolundan mahrum kalmalarının temel
sebebi de Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in uyarılarından rahatsız olmaları ve bu
kurtarıcı çağnya kötü niyetle yaklaşmalarıdır. Bu tutum sadece o dönem
taklitçilerine özgü de değildir. Basiretsizlik, bilinçsizlik, kötü niyet,
çıkarcılık gibi çeşitli psikolojik zaaflar, kompleksler yüzünden ruhlan
kötürümleşmiş, şeytanın kışkırtmalarına açık ve dirençsiz hale gelmiş insanlar
her devirde "atalarımızın yolu" dedikleri yanlışlara taassupla
bağlanarak akıllannı sağlıklı ve gerektiği gibi kullanma, hidayetten nasiplenme
imkânlarını kendi elleriyle ortadan kaldırmakta; Allah'ın, kitabı ve
peygamberi aracılığıyla bildirdiği hakikatlere karşı direnmek suretiyle
dalâlette kalmayı sürdürmektedirler. [507]
171. Taberî [508] ve
İbn Atıyye[509] gibi önde gelen müfessir-ler
bu âyetle ilgili başlıca iki yorum aktarmışlardır:
a) Hayvanın,
kendisine seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne söylendiğini anlamadığı
gibi, kâfir de kendisine açıklanan âyetleri, tebliğ ve davetleri duyar da
bunlann içerdiği hakikatleri bir türlü anlamaz, bu sebeple de inkârından
vazgeçmez,
b)
Kâfirlerin söylenenden hiçbir şey anlamayan putlanna yakarışları, çobanın ne
söylediğini anlamayan ko-yunlanna seslenip durmasına benzer.
Birinci yoruma göre
âyet, kâfirlerin İslâmî tebliğ ve davet karşısındaki anlayış kıtlığını ve
duyarsızlıklarını dile getirmekte; ikinci yoruma göre ise kâfirlerin,
yakarışlarını duymaktan bile âciz olan putlara değer verip tapmalarını
kınamaktadır. Taberî, âyetin yahudilerle ilgili olduğunu ileri sürerek birinci
yorumu tercih eder. İkinci yorum ise âyetin müşriklerle ilgili olduğu
ihtimaline dayanmaktadır. Ancak bu ihtimale birinci yorum da uygun düşmektedir.
Kâfirlerin atalarının yolunu körü körüne taklit ettiklerini anlatan bir önceki
âyetle 171. âyetin, "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü onlar
düşünmezler" mealindeki son cümlesi dikkate alındığında ilk yorum daha
isabetli görünmektedir.
Son iki âyette genel
olarak insanların körü körüne eskiye bağlı kalmalarının doğru olmadığı, yeni
fikirlere kulak verip insaflı ve ön yargısız bir şekilde bunları akıl ve vahiy
ölçülerine vurarak değerlendirmek gerektiği bildirilmektedir. Bu, Kur'an'ın her
vesileyle üzerinde durup önemini vurguladığı objektiflik ilkesidir. [510]
Meali
172. Ey iman edenler!
Size verdiğimiz rızıkların teiniz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin; eğer
kendisine kulluk ediyorsanız.
173. Allah size
yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilmiş
olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, smırı aşmadıkça
kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. [511]
Tefsiri
172.168.
âyette, başta müşrikler olmak üzere bütün insanlara yalnızca temiî ve helâl
nzıklardan yemeleri emredilmişti. Burada ise aynı buyruk müslümanlara yöneltilerek
onların da Allah'ın kendileri İçin yarattığı nzıklardan meşruiyet çerçevesi
içinde yararlanmaları, Allah helâl kıldığı halde bir zorunluluk olmadıkça nimetlerden
kendilerini mahrum bırakmamaları istenmiştir. Kuşkusuz rızkın sahibi Allah
olduğu ve bunlardan yararlanmaya da izin verdiği için O'na minnet duyup
şükretmek de kulun görevidir. Allah'a kul olduğunu söyleyen insanın, temel kulluk
görevlerinden olan bu şükür borcunu da asla unutmaması gerekir. Ayette
"...eğer kendisine kulluk ediyorsanız..." kaydıyla şükrü terkeden
insanın kulluk bilincinden de uzaklaşmış olacağı, O'nu unutmuş sayılacağı
anlatılmaktadır. [512]
173.
Câhilİye Arapları bazı hay vanlan ve ziraî ürünleri üç kısma ayırırlardı:
Bunlardan tanrıları için adadıklarından sahipleri yiyemez; ancak put
bakıcıları, kutsal mekânların hizmetçileri veya buraları ziyarete gelenler gibi
mal sahiplerinin uygun gördüğü kimseler yiyebilirdi. Bahîre, sâibe, vesîle ve
nâm isimleriyle andıkları bir kısım hayvanlara binmeyi yasaklar[513],
bir kısmını keserken de Allah'ın adını özellikle anmazlar, bir rivayete göre
bunları putlarının adını anarak keserlerdi.[514]
Ayrıca bahîre ve sâibe diye adlandırdıkları adak hayvanlarının sağ olarak
doğan yavrularını sadece erkekler yiyebilir, ölü doğan veya doğum esnasında
ölen yavruyu ise hem erkekler hem de kadınlar yiyebilirdi.
En'âm sûresinin 138.
âyetinde, dolaylı olarak bu tür uygulamalar şirk dininin kalıntıları
sayılmaktadır. Burada ise nzıklardan yararlanmaya İzin veren 172. âyetin
ardından, Araplar'ın eski helâl-haram telakkileri zımnen ilga edilmekte; yiyecek
olarak başlıca nelerin yasaklandığı bildirilmektedir. 138. âyette temiz nzıklardan
yenilmesi istenmişti. Temiz nzık içine giren maddelerin sayısı çok fazla olduğundan,
âyette bunları sayıp dökmek yerine sınırlı sayıdaki haramları sıralama yolu
tercih edilmiştir. Buna göre:
1.
Kendiliğinden ölmüş ya da usulüne uygun kesilmeden öldürülmüş hayvanın eti
haramdır. Hayvanın etinin yenilebilnıesi için kesim esnasında canlı olması, bu
kesim sonucunda Ölmüş olması gerekir. Fakihlerin çoğunluğu bu canlılığın, kesim
sırasında hayvanın hareket etmesi ve/veya kanının akmasıyla belli olacağını
belirtirler. Bayılmış veya bayıltılmış hayvan ölü olmadığından, onun kesilmesi
de şer'î kesilme sayılır; bu durumda hayvan, kesme sonucu ölmüş olur. Aynca hayvanı
kesen kimsenin, Allah adına kestiğini bilecek düzeyde aklî melekeye sahip,
müslüman veya Ehl-i kitap'tan olması[515] gerekir.
Anılan şartlan taşıyan kadın veya çocuğun kestiği de bu kapsamdadır.
2. Eti yenen
hayvan bile olsa, canlı veya ölü hayvanın vücudundan akıp ayrılmış olan kan
haramdır. En'âm sûresinin 145. âyetindeki "akıtılmış kan" ifadesinden
anlaşıldığına göre kan mutlak olarak haram olmayıp, sadece hayvanın bedeninden
akıp ayrılan haramdır. Bedende et içinde kalan kan ise et hükmündedir.
3. Domuz eti
haramdır. Bir rivayete göre İslâm'dan önce Araplar evcil domuzu yemezler,
fakat yaban domuzunu yerlerdi. Yahudilik'te domuz eti haram, Hıristiyanlık'ta
ise helâldir. İslâm'da ise domuzun eti kesin olarak haram kılınmıştır. Domuzun
iç yağımn haram olmadığını ileri süren bir görüş varsa da itibar görmemiştir.
Domuzun tabaklanmış derisini kullanmanın ve kılından yararlanmanın haram olup
olmadığı konusunda farklı görüşler vardır.[516]
İbn Âşûr haklı olarak
konumuz olan âyetten hareketle su domuzunun haram sayılamayacağını, zira
aslında yunusgillerden bir balık olan bu hayvana Arapça'da su domuzu
denilmesinin sadece bir isim meselesi olduğunu ifade eder ve fıkıhçı-larla
müfessirlerin bu hayvanı domuz türü olarak düşünmelerini yadırgar.[517]
4. Allah'tan
başkasının adına kesilmiş hayvanın eti haramdır. Âyetin bu kısmıyla her şeyden
önce, putlar adına kesilen, onlara kurban edilen hayvanlar kastedilmekte;
dolaylı olarak Allah'tan başka varlıklara ve güçlere kutsallık tanınması
reddedilmektedir. Bu sebeple -her ne kadar İmam Mâlik ister kasten olsun ister
unutkanlık veya bilgisizlik neticesinde olsun, Allah'ın adı anılmadan kesilen
hayvanın etini yemek haramdır, demişse de- Hanefîler'e göre sadece kasıtlı
olarak Allah'ı anmadan kesilen hayvanın eti haramdır. İmam Şâfıî ise âyetin
asıl maksadının Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kılmak
olduğunu düşünerek, böyle bir niyet bulunmadığı sürece, bilerek de olsa
bilmeden de olsa müslümanın Allah'ın ismini zikretmeden kestiği hay vanın
etinin yenilebileceğine hükmetmiştir.
Eti yenen ve yenmeyen
hayvanlar konusunda ve genel olarak yiyeceklerle ilgili helâller ve haramlar
hakkında ayrıntılı bilgi edinmek için fıkıh ve ilmihal kitaplarıyla İslâmî
konularda hazırlanmış ansiklopedik eserlerin ilgili maddelerinde ayrıntılı
bilgiler bulmak mümkündür. Nelerin haram olduğu hususunda kaynaklarda yer alan
görüş ve tercihlerde, Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde ortaya konan ilkelerin ve
amaçlann yanında, fakihlerin kendi bilgi ve deneyimlerinin, ayrıca her bölgenin
yiyeceklerle ilgili örf ve âdetlerinin, telakkilerinin, beğenilerinin de etkisi
olmuştur. Bu sebeple fakihler arasında yiyeceklerin hükmüyle ilgili görüş farkları
bulunduğu görülmektedir.
İslâm dininde bazı
yiyeceklerin haram kılınması çeşitli hikmet ve amaçlarla açıklanabilir. Ancak
bu açıklamaların her zaman kesinlik ifade ettiği söylenemez. Gerçek hikmet ve
sebepleri bilen Allah olup, helâl veya haramın temel gerekçesi O'nun izin
vermiş veya yasaklamış olması, amacı da insanın Allah'ın iradesine boyun eğme
sınavından geçirilmesidir. Bununla birlikte haramların bazı amaçlan ve
hikmetleri bulunduğunu düşünerek bunları araştırmakta hiçbir sakınca bulunmadığı
gibi, bunları mâkul bir zeminde kavrama imkânı verdiği İçin yararlı da olabilmektedir.
İslâmî kaynaklarda diğer dinî hükümler gibi haramların hikmetleri ve amaçlan da
çoğunlukla "makasıdü'ş-şerîa" ve "hikmetti't-teşrî"'
başlığı altında önemli bir konu olarak incelenmiştir.[518]
Meali
174. Allah'ın
indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir karşılık için satanlar
yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldur-muyorlar. Allah kıyamet
gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak! Onlar için elem verici
bir azap vardır. 175. Onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret
karşılığında azabı satm almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklılarmış!
176. Bu azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olması ve kitap
hakkında aykırı görüşlere sapanların derin bir ayrılıkçılık içine düşmüş
bulunmalarıdır. [519]
Tefsiri
174-175.
Menfaat kaynaklarının kuruyacağı kaygısıyla, kendi kutsal kitaplarında Hz.
Muhammed hakkındaki bilgileri kendi insanlarından saklayan, bu konuyla ilgili
dinî metinleri gerçek anlamından ve amacından saptıracak şekilde te'vil eden
yahudi din bilginlerini eleştiren bu âyetlerde, dolaylı olarak, dinî metinleri
çıkartan doğrultusunda açıklamak, yorumlamak suretiyle gerçekleri insanlardan
saklayan, böylece din konusunu kazanç aracı gibi gören, bir nevi din ticareti
yapan her kişi ve topluluğa karşı bir eleştiri söz konusudur.[520]
Allah, âyetlerini
yalnızca insanlar inançlarını, amellerini, din ve dünya hayatlarını doğru
bilgilere dayandırsınlar; istikamet üzerinde olsunlar; kendilerini her türlü
yanlış inançtan, kötü davranışlardan korusunlar; kısaca dalâletten korunup
hidayeti bulsunlar diye indirmiştir. Bu durumda Allah'ın bildirdiği hakikatleri
gizlemek, onları birer çıkar aracı olarak kullanmak Allah'ın indirdiklerini
belirtilen yüce hedeflerinden saptırmak çok ağır bir günahtır, Bu günah
karşılığında elde edilen menfaat maddî olarak ne kadar fazla olursa olsun,
işlenen suçun ağırlığına nispetle son derece önemsiz kalacağından, âyette bu
menfaat için "az bir karşılık" tabiri kullanılmıştır. Bu suretle
kutsal değerleri kullanarak çıkar sağlayanların bu sayede yiyip içtikleri
şeyler gerçekte cehennem ateşidir. Allah onları kendisine muhatap almaya değer
bulmayacak, onları arındırmayacak ve sonuçta acı bir azaba çarptırarak
cezalandıracaktır. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini çıkarlarına araç edinerek
asıl anlamlarını gizleyecek biçimde yorumlayıp gerçek anlamlarından saptırmak
suretiyle dünyevî bakımdan dalâleti hidayete, uhrevî bakımdan da azabı
bağışlanma ve kurtuluşa tercih etmiş bulunmaktadırlar. 175. âyetin sonunda
"Onlar cehennem ateşine bu kadar mı dayanıklıdırlar ki böylesine ağır
günahları işlemeye cesaret edebilmişlerdir!" anlamında bir ifade
kullanılarak son derece etkili bir uyarıda bulunulmaktadır. [521]
176.
"Kitap"tan maksat Tevrat, İncil veya Kur'ân-ı Kerîm'dir. Allah'ın
kitabındaki yüce gerçekleri tespit etmek üzere yapılan bilimsel çalışmalar
sırasında iyi niyete dayalı görüş ayrılıklarının, ietihad farklarının doğması
kaçınılmazdır ve doğaldır. Bu sebeple burada Allah'ın âyetlerinin içerdiği
hakikatleri keşfetme yolunda yapılan iyi niyetli çalışmalar sırasında ortaya
çıkan görüş ayrılıkları değil; çıkarcılık, taassup, inatçılık, itibar ve
şöhret arayışı gibi ahlâka aykırı sebeplerle âyetler üzerinde gerçeğe aylan
yorumlar yapıp onları kasıtlı olarak gerçek anlam ve amacından saptırmaya
yönelik davranışlar eleştirilmekte; bunu yapanların derin bir
"ayrılıkçılık" İçine düştükleri bildirilmektedir.
"Ayrılıkçılık" diye çevirdiğimiz şikak kelimesi için tefsirlerde
"düşmanlık duygularıyla ayrılıkçılık yapmak, doğru yolda olanlarla
ihtilâfa düşmek, inatlaşmak, tartışma ve çekişmeye girişmek, haktan sapmak"
gibi anlamlar verilmiştir. [522] Şu
halde Allah'ın âyetlerini yorumlarken hedef ayrılık çıkarmak olmamalıdır.
Geçmişte ve günümüzde müslümanlar arasında baş gösteren ve onlara her alanda
güç kaybettiren ihtilâf ve çatışmaların sebepleri arasında, bu tür kötü
niyetli gelişmelerin önemli ölçüde etkisi olmuştur ve olmaktadır. [523]
Meali
177. Yüzlerinizi
doğuya ve batıya çevirmeniz erdemlilik değildir. Asıl erdemli kişi Allah'a,
âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği maldan
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve
özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekâtı verendir.
Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar; darlıkta, hastalıkta ve
savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takva
sahipleri bunlardır. [524]
Tefsiri
177.
"Birr, ahlâk güzelliğidir" hadisindeki [525]
kullanımı da dikkate alarak "erdemlilik" diye tercüme ettiğimiz birr
(el-birru) kelimesi, bu âyetteki kullanımından da anlaşılacağı üzere, Kur'ân-ı
Kerîm'İn er kapsamlı kavramlarından biridir. Nitekim bu kelimenin geçtiği
âyetler bütün olarak değerlendirildiğinde bunun Kur'an'da, iman ve ibadetten
başlamak üzere her türlü İyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi
mânalarda kullanıldığı görülür. Burada "birr" kelimesinin kapsamına
giren; imana, ibadete, sosyal ahlâka ve bireysel ahlâka ilişkin olmak üzere
dört bölümde sıralandığı görülen meziyetler de "birr" kelimesinin
kapsadığı erdemlerin en önemlileri olup âyette kavramın muhtevası bunlarla
sınırlanmamış, sadece örnekleme yoluna gidilmiştir. Nitekim Fahreddin er-Râzî
de âyeti tefsir ederken birr kelimesini, "bütün saygı ifade eden
davranışları, itaatleri ve insanı Allah'a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan
bir kelime" şeklinde değerlendirmiştir. [526]
144-150. âyetler
açıklanırken işaret edildiği üzere, kıble değişikliği gerçekleştirildiğinde
İslâm karşıtı gruplar bu olayı bir fitne ve karışıklık vesilesi olarak
değerlendirmeye kalkışmışlardı. Konumuz olan âyette İslâmiyet açısından asıl
iyiliğin ve Allah'a saygının ibadet esnasında sırf şeklî olarak yüzünü doğuya
veya batıya çevirmek olmadığı ifade edilmekte; böylece içinde iman, ibadet ve
ahlâk erdemlerinin yer almadığı bir biçimselliğin din açısından temelde bir
önem taşımadığı tespit edilerek, bir yandan kıble konusundaki tartışmaya son
nokta konulmakta, bir yandan da özden yoksun bir biçimsellikle dindarlığa
ulaşılamayacağı şeklindeki çok önemli bir ilkeye vurgu yapılmaktadır.
Söz konusu âyetin
devamında gerçekten dürüst (sâdık) insanların ve takva sahibi sayılması
gerekenlerin, zikredilen hasletleri kazanmış kimseler olduğu ifade edilmiştir.
Burada birr kelimesiyle sıdk (doğruluk-dürüstlük) ve takva kelimeleri
arasında, neredeyse eşanlamlı kabul edilebilecek kadar yakın bir ilişki kurulması
Kur'an terminolojisi bakımından oldukça önemlidir. Bu husustaki dikkat çekici
başka bir âyetin meâlİ de şöyledir: "İyilik (el-birr) ve takva üzerinde
yardımlasın; kötülük (el-ism) ve düşmanlık yolunda yardımlaşmaym. Allah'tan
sakının (ittika). Çünkü Allah'ın vereceği ceza çok çetindir" [527]
Görüldüğü gibi burada "birr" kelimesi "İsnTin, yani kötülük ve
günah kavramının zıddı olarak kullanılmış ve takva ile birlikte zikredilmiştir.
Böylece Kur'ânî anlamda "birr", sıdk ve takvanın,birbirini tamamlayan
ahlâkî erdemler olduğu anlaşılmaktadır. Bu üç terim arasında hadislerde de aynı
İlişkinin kurulduğu görülür. Meselâ bir hadiste Hz. Peygamber "... Ben
sizin aranızda Allah karşısında en çok takva sahibi (et-kâ), en doğru (esdak)
ve en iyi (eberr) olanınızım" buyururken [528]
kendisini bu üç üstün nitelikle tanıtmıştır. Başka bir rivayete göre Hz,
Peygamber "Size doğruluğu (stdk) tavsiye ederim. Doğrulukla iyilik (birr)
bir bütündür ve bu ikisine sahip olanlar cennettedir" buyurmuşlar. [529]
Ticaret ehlini uyaran bir hadislerinde de kıyamet gününde "füccâr"
(günahkârlar) damgası yemekten, ancak muttaki davranan, iyilik eden ve dürüst
iş yapan ticaret erbabının kurtulabileceklerini bildirmiştir.[530]
Meâli
178. Ey iman edenler!
Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına
kadın. Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa artık ona
hakkaniyetle uymalı ve kalan diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, rabbinizden
bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici
bir azap vardır.
179. Kısasta sizin
için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız. [531]
Tefsiri
178. Önceki âyette
"birr"den söz edilmiş, onun iman, ibadet, ferdî ve sosyal ahlâk
bütünlüğü içinde nasıl gerçekleşeceği açıklanmış; kişiler zarara uğradıklarında
sabretmez, hukuk ve ahlâkın sınırlarını aşarlarsa "iyi insan"
olamayacakları anlatılmıştı. Buradan itibaren iki âyette, dinin korumayı
hedeflediği temel değerlerden biri olan hayatın korunmasıyla ilgili bir tedbir
olarak kısas ele alınmaktadır. Gerek kısasın diyete (kan bedeli) çevrilmesi ve
bunun güzellikle ödenmesi ve gerekse kısasın uygulanması konularının -önceki
âyette geçen- birr ahlakıyla ilgisi vardır.
İslâm'dan önce
Araplar'da kabileler arası savaş, baskın, yağma, Öç alma âdetleri çok yaygın
bulunuyor, kabile fertleri dışında kalan insanların hayatlarına değer
verilmiyor, bu sebeple güçlü olanlar zayıf olanları eziyor, hunharca katlediyorlardı.
Araplar da "Hayatı korumanın çaresi öldürmektir" diyor, öldüreni
öldürmek suretiyle hem tedbir hem de İntikam alıyorlardı; fakat bunu yaparken
intikam duygusuyla hareket ettikleri ve adalete riayet etmedikleri için yaşama
hakkını korumak yerine onu ortadan kaldırmış oluyorlardı. Rivayetlere göre bu
âyetin nazil olmasına da Araplar'm bu âdet ve tutumları sebep olmuştur.
İslâm'dan önce aralarında ihtilâf bulunan, karşılıklı olarak birçok insanın
katledildiği ve yaralandığı iki kabileden biri, kendini diğerinden üstün
görüyor, bir erkeğe karşı İki erkek, bir kadına karşı bir erkek, bir köleye
karşı bir hür erkek Öldürmek istiyorlardı. Her İki kabile de müslüman olduktan
sonra bu istek ve uygulamayı sürdürmeye kalkışınca, şahsî İntikamı hukukî
kısas cezasına çeviren, cezayı şahsîleştiren (katilden başkasının öldürülmesini
yasaklayan) canlar arasında değerli değersiz farkının bulunmadığını,
dokunulmazlık ve değer bakımından bütün canların birbirine eşit olduğunu
bildiren âyetler geldi.[532]
Kısas kelimesinin
kökünde "izlemek, izini takip etmek ve kesmek" mânaları vardır.
Kısas öldürme suçunu ve suçlusunu takip ve sürüp gidecek ihtilâfı kesme,
bitirme mâna ve maksadını ihtiva ettiği için bu ismi almıştır. Kasten ve haksız
olarak birini öldüren kimsenin ceza olarak Öldürülmesine, aynı şekilde birini
yaralayan kimsenin misilleme yoluyla yaralamak suretiyle cezalandırılmasına
"kısas" denilmiştir.
Kısasla ilgili olarak
" Tevrat'ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe
diş ve yaralar kısas yapılacaktır diye yazdık"[533]mealinde
bir âyet ve "Kâfire karşılık müslüman öldürülmez"[534],
"Köle karşılığında hür öldürülmez" [535] mealinde
hadisler bulunduğu için, âyetlerle hadisleri birlikte değerlendirerek hükmü
tespit konusunda farklı yaklaşım ve ictihadlar ortaya çıkmıştır:
a) Mâide
süresindeki âyet Tevrat ehline ait olmakla beraber Kur'ân-ı Ke-rîm'de
zikredildiğinden ve onu yürürlükten kaldıran bir nas bulunmadığından
müslümanlar için de geçerlidir. Hatta İbn Abbas'a göre bu âyet, tefsir etmekte
olduğumuz âyeti neshetmiş ve yalnızca cinsler arasında değil, karşı ve farklı
cinsler ve statüler arasında da kısasın uygulanması hükmünü getirmiştir. Bu
yorumu Nehaî, Sevrî, Ebû Hanîfe gibi müctehidler de benimsemişlerdir. Bu yorum,
iki âyet arasında -getirdikleri hüküm bakımından- çelişki bulunduğu anlayışına
dayanmaktadır. Halbuki âyetin geliş sebebi göz önüne alındığında getirdiği
hükmün, "Köleye karşı hür, kadına karşı erkek kısas edilmez" şeklinde
değil, "Kısas bakımından -kabileleri ve sosyal statüleri ne olursa olsun-
hürler, köleler, kadınlar arasında fark yoktur" şeklinde anlaşılması
gerekir. Konumuz olan âyet bunu açıklamış, Mâide âyeti de cinsler arasında
-can farkı gözetilmeksizin- kısas uygulanacağını açıklığa kavuşturmuştur;
âyetler arasında zıtlık yoktur, bir bütünün kısımlar halinde açıklanması söz
konusudur. Ebû Yûsuf cinsler arasında kısas yapılacağı hükmüne varırken
âyetleri böyle yorumlamış, neshi kabul etmemiştir.[536]
Âyetin başında yer alan "Öldürülenler hakkında bsas size gerekli
kılındı" mealindeki cümle tek başına mâna ve hüküm ifade eden ve hükmü
umumi olan (hem hüre hür, hem köleye hür; hem kadına kadın, hem kadına erkek...
kısas edilir diyen) bir cümle olduğu için Mâide âyetine başvurmadan da bu
âyetten, kısasta eşitlik ve genellik hükmüne ulaşmak mümkündür.
b)
Müctehidlerin çoğunluğu farklı düşünmekle birlikte Ebû Hanîfe gibi nesihten
hareket ederek Mâide âyetini, Ebû Yûsuf gibi bütünlükten hareket ederek her iki
âyeti genel (hem aynı cinsin fertleri hem farklı cinslerin ve statülerin fertleri
arasında bsas hükmü getiren) âyetler olarak anlayan müctehidlere göre bir köleyi
öldüren kimse ceza olarak kısas edilir. "Kölesini öldüreni
öldürürüz..." mealindeki hadis de [537] bu
hükmü desteklemektedir. Aynı anlayışın tabii bir sonucu olarak haksız yere
gayri müslimi öldüren müslüman da kısas edilir. Aksini ifade eden hadis,
müslümanlarla savaş halinde olan (harbî) gayri müslimlerle ilgilidir.
Müctehidlerin çoğuna
göre bir kimseyi haksız yere ve kasten öldürenler birden fazla olursa, sayılan
ne kadar olursa olsun tamamı kısas cezasına çarptırılır.
Mâliki fıkıhçı Ebû
Bekir İbnü'l-Arabî, 487 (1094) yılında Kudüs'te Mescid-i Aksâ'mn yanında, orayı
ziyarete gelen Zevzenî isimli meşhur bir Hanefî fıkıhçısı ile Atâ el-Makdisî
isimli yerli bir Şafiî fıkıhçısı arasında -o zamanın âdetine uygun olarak-
cereyan eden, bizzat dinlediği ve konumuzla ilgili olup İslâm'da insan haklan
anlayışına da ışık tutan bir tartışmayı şöyle nakletmektedir:[538]
(Kudüslü fıkıhçılar
Zevzenî'ye, "Kâfiri öldüren müslümanın kısas edilip edilmeyeceğini"
soruyorlar, o da "Kısas edilir" cevabını veriyor, delilini sorunca da
konumuz olan âyeti okuyor ve bunun "bütün öldürülenleri İçine
aldığını" söylüyor, bu noktada Atâ delile itiraz ederek tartışmayı
başlatıyor).
Atâ, "Hocanın
ileri sürdüğü delil (âyet) üç noktadan ona delil olmaz" diyerek şu
delilleri sıralar:
1. Allah
Teâlâ "Sîze kısas farz kılındı" buyurarak birbirine eşit olan
müslümanlar arasında kısas hükmünü getiriyor, kâfir müslümana eşit değildir;
çünkü hak dini inkâr etmesi onun derecesini aşağıya düşürmüştür.
2. Âyetin
başı İle sonu arasında mâna İlişkisi, bütünlüğü vardır; aslı kâfir olduğu için
köle hüre eşit olmayınca, halen kâfir olan kimsenin müslümana eşit olmayacağı
aşikârdır.
3. Âyetin
devamında "Her kime kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa..."
buyuruluyor. Kâfirle müslüman arasında kardeşlik olamaz; şu halde kâfir âyetin
hükmüne dahil değildir.
Zevzenî ise ileri
sürdüğü delilin sağlam olduğunu, Atâ'nın itirazlarının bunu çürütemediğini şu
gerekçelerle savunur:
a) Allah
Teâlâ'nın cezalandırmada eşitliği şart koştuğu yönündeki görüşünüze
katılıyorum; ancak "kısas bakımından müs-lümanla kâfir arasında eşitliğin
bulunmadığı" şeklindeki tespitinizi doğru bulmuyorum. Müslüman gibi,
İslâm ülkesinde yaşayan veya oraya izinli olarak girmiş bulunan gayri
müslimlerin de hayatları ebedî olarak dokunulmazdır, bu bakımdan eşitlik
vardır. Müslüman gayri müslimin malını çalsa cezalandırılır. Bu hüküm onun
canının da dokunulmaz olduğunu gösterir, sahibi dokunulmaz olmasaydı malının da
dokunulmazlığı bulunmazdı,
b) Âyetin
başının mâna bakımından devamına bağlı olduğu görüşünüze katılmıyorum, Âyetin
başı genel devamı özeldir, her biri kendi çerçevesinde geçerlidir,
c) "Köleyi
öldüren hür kısas edilmez" hükmünüzü kabul etmiyorum. Tam aksine o da
kısas edilir, bu hükmünüz size delil olmaz,
d)
Müslümanlarla kâfirler arasında din kardeşliğinin bulunmadığı doğrudur; ancak
buna dayalı hüküm af ve diyetle ilgili olup kısasla ilgili değildir, birisi
diğerini ortadan kaldırmaz.
İslâm öncesinde
Araplar intikam ve kısasta ısrar ederler, diyet (kan bedeli) karşılığında sulhu
ayıp sayarlar, bunu yapanları para karşılığında maktulün kanını satmakla
suçlarlardı. İslâm kısası tâdil edip adalet ve hakkaniyete uygun hale getirdikten
sonra, meşru görmekle beraber, maktulün yakınlarına kısastan vazgeçme ve bunun
yerine diyet kabul etme seçeneğini de getirmiş; bununla da kalmayıp
"kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa" diyerek iki tarafın
birbirlerine din kardeşligi esasına göre bakmaları gerektiğini hatırlatmış,
kısas yerine diyeti teşvik etmiştir. Maktulün yakınlarının kısastan vazgeçip
diyete razı olmaları halinde katilin üzerine düşeni ödemesini, güçlük
çıkarmamasını, gönlü yaralanmış din kardeşlerine elinden geldiğince iyi
davranmasını istemiştir.
Kısas cezası haksız ve
kasıtlı olarak öldürme ve yaralama suçlarına mahsustur. Bu suçun cezasının
diyet olarak verilmesi, maktulün yakınlarının veya mağdurun rızâsına bağlıdır.
Kasıt bulunmadan, kaza sonucu birini öldürme veya yaralama durumunda ise kısas
cezası söz konusu olmayıp tek karşılık olarak diyet ve kefaret vardır. [539]
Kısas cezası yanında,
maktul tarafının rızâsına bağlı bile olsa diyet seçeneğinin de meşru kılınması
hem -yukarıda değinilen- Câhiliye devri telakkisine hem İslâm'dan önceki
dinlerin bir kısmındaki hükümlere nispetle cezanın hafifletilmesi ve yüce
Allah'ın bir lütfü mahiyetindedir.
Tevrat'a göre kasten
adam öldürmenin ve yaralamanın cezası başka seçeneği olmamak üzere kısastır.[540]
Matta İncili'ne göre
Hz. îsâ, Tevrat'ta geçen "göz yerine göz, diş yerine diş. hükmünü
hatırlattıktan sonra "Fakat ben size derim: Kötüye karşı koma ve senin sağ
yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir" demiştir (5/38). Burada Hz. îsâ,
kısas hükmüne atıf yaptıktan sonra onu kaldırdığını söylememiş, yalnızca kısas
yerine bağışlamayı tavsiye etmiştir. Ayrıca Matta İncili'nde (5/17-18), Hz.
îsâ'nın açıkça "Sanmayın ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmaya
geldim; yıkmaya değil fakat tamam etmeye geldim... Şeriatten en küçük bir harf
veya bir nokta bile yok olmayacaktır" dediği nakledilir. Sonuç olarak
denebilir ki, Tevrat'a göre kasten öldürmenin ve yaralamanın cezası tekdir ve
kısastır; Matta'ya göre kısasın yanında bağışlama seçeneği getirilmiştir.
İslâm'da İse kısas istemek maktulün yakınlarıyla yaralanan mağdurun hakkıdır,
bağışlamaları halinde diyet devreye gİ-rer; ayrıca kamu otoritesinin -kısastan
hafif olmak üzere- ta'zîr yoluyla cezalandırma hakkı vardır.
Kısas bağışlanıp diyetin
tamamı veya bir kısmı alındıktan sonra maktul tarafı tekrar intikam peşine
düşerse veya katil ıslah olmaz yine cana kıyarsa haddi aşmış, sınırı çiğnemiş
olurlar. Bu durumda her iki taraf için de âhirette azap vardır. Kısas cezası
bağışlanmış bîr caninin tekrar aynı suçu işlemesi durumunda, dünyadaki
cezasının doğrudan kısas olacağı veya diyet yahut kısasa karar verme yetkisinin
devlete bırakılması gerektiği şeklinde iki farklı görüş vardır. [541]
179. Allah
Teâlâ "Kısasta sizin için hayat vardır" derken "Ey akıl
sahipleri!" nidasıyla insanları bu konuda düşünmeye; "Kısas da
öldürme demek olduğuna göre, hem öldürmek hem de hayat nasıl bir arada
olacak?" sorusuna, akıllan doğru işleterek cevap bulmaya teşvik
etmektedir. İlâhî nidanın yerli yerinde olduğunun bir delili de günümüze kadar,
akıllı olduklarım düşünen insanların idam cezasını tartışma konusu edinmelerine
rağmen kaldırmamış olmalarıdır.
Ya genel ya da
Özellikle öldürme suçuna mahsus olarak kısasa ve idam cezasına karşı çıkanlar
şu delillere dayanmışlardır:
1.
İnsanlığın faydasına olduğu gerekçesiyle bile olsa insanın tabiatı kısas ve
idamdan nefret etmekte, vicdanı onu reddetmektedir.
2. Öldürme
olayı bir insan kaybı olduğu gibi idam da ikinci bir cana kıymadır, insan
kaybıdır.
3. Kısas
yoluyla adam öldürmek kalpteki merhametsizlik ve intikam duygusundan
kaynaklanır. Bu duygular kötüdür, eğitim yoluyla kalpten çıkarılmalıdır. Cana
kıymak da kötüdür, ancak bunu engellemek için ikinci bir cana kıymak yerine
katili hapsetmek, güç işlerde kullanmak yoluyla eğitmek, suçu bu tedbirlerle
engellemek uygundur. Katili hasta olarak kabul etmek de mümkündür. Çünkü insan
akıl hastası olmadan cana kıyamaz; nasıl diğer akıl hastalan hastahanelerde
tedavi görüyorsa katillerin de buralarda ıslah ve tedavi edilmeleri gerekir.
4. Kanunlar
yapıldıktan zaman mevcut olan topluma, onun içinde bulunduğu şartlara ve
ihtiyaca uyar, buna uygun olarak yapılır. Bu sebeple herhangi bir kanunun
devamlı yürürlükte bulunması işin tabiatına aykırıdır. Kısas kanunu da
böyledir. Bugün toplumlar fertlerine muhtaçtırlar. Maktulün yakınları da katilin
cezalandırılmasını istemektedirler. Bu iki istek ve ihtiyacı bir arada tatmin
edecek çare, katili öldürmeyip Ömür boyu hapis vb. şekillerde cezalandırmaktır.
Kur'ân-ı Kerîm'in
konunun temeline ışık tutan şu ifadesi ise bu İtirazlara toplu bir cevap
niteliğindedir: "Yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapmaya veya bir
cana karşılık olmaksızın birisini öldüren kimse bütün insanları öldürmüş
gibidir, bir canı yaşatan ise bütün insanlara hayat vermiş gibidir"[542]
Hiçbir fark
gözetmeksizin yaşama hakkını tanıyan ve önemini vurgulayan bu âyete göre cana
kıymayı, iki kişi arasında veya bir ferde yönelik bir mesele, bir suç, bir
eylem olarak düşünmek yanlıştır. Ya cana kıyma önlenir, bütün İnsanlığın hayat
hakkı garanti altına alınır yahut da yaşama hakkı devamlı olarak tehlikeye
mâruz kalır. Toplum denilen yapı fertlerden oluşur, asıl ve hakikat olan
fertlerdir. Ferdin hayatını korumak mümkün olmazsa fertlerden oluşan toplumun
hayatını korumak da mümkün olmaz.
Yukarıda sıralanan
itirazlan tek tek cevaplamak üzere de şunlan söylemek mümkündür:
a) Hemen her
insan kendini öldürmek isteyen, buna teşebbüs eden insam, onu öldürme pahasına
da olsa engeller. Nitekim bütün hukuk sistemleri nefsi müdafaayı hukuka
uygunluk hallerinden saymışlardır. Toplumlar da ülkelerine, hayatlarına,
hayatî menfaatlerine göz diken, saldıran toplumlara karşı savaş ilân edip
fiilen savaşırlar. Bu iki vakıa, hayatı ve gereklerini korumak söz konusu
olduğunda insanların öldürülmesinin, insan tabiat ve vicdanına aykırı bulunmadığını
göstermektedir,
b) Bir
toplumda eğitim başarılı olur, insanlar ağır cezalar söz konusu olmadan da adam
öldürme suçunu işlemez hale gelirler, bu durum bilimsel verilere dayalı olarak
tespit edilirse nâdir hale gelen öldürme suçu için farklı cezalar ve tedbirler
düşünülebilir, İslâm, maktulün yakınlarına kısas talebinden vazgeçme ve diyet
isteme hakkı vererek bu kapıyı açmıştır. Yine eğitimin etkisiyle toplumda,
intikam duygu ve talebinin yerini "affm şerefli ve büyüklüğe yakışan
davranış olduğu" şuuru ve anlayışı alırsa veliler kısas yerine affı tercih
edeceklerdir. Bilimsel olarak kısas dışındaki önlem ve yaptırımların adanı
Öldürme suçunu önlediği veya çok nâdir hale getirdiği belirleninceye kadar ise
kısas cezası seçe-neksiz olma özelliğini koruyacaktır,
c) Merhamet
ve şefkat güzel duygular olmakla beraber yerinde kullanılmaz; zulme, hakların
çiğnenmesine, insanların can güvenliğinin ortadan kalkmasına sebep olur,
maktulü unutturur, hep katil lehine işletilirse makbul olmaktan çıkar, zaaf
olarak değerlendirilir,
d) Suçun
kendi cinsinden bir fiille cezalandırılması eğilimi şahsî ve nefsânî bir duygu
olmaktan çıkar, adalet ve hakkaniyetin gerçekleşmesine yönelirse, bir eğitim ve
suçu önleme aracı olarak değerlendirilirse, ona kötü gözle bakılamaz,
e) Cinayeti
akıl ve ruh hastalığına bağlamak ve canileri hapishanelere ve idam sehpalarına
değil, hastanelere göndermeyi önermek aslında cinayeti teşvik etmenin ötesinde
bir sonuç getirmez. Nitekim bugün uzmanların çoğunluğu bu kanaate katılmamış,
cinayeti bir hastalık değil, ceza gerektiren suç saymışlardır,
f) Günümüzde
pek çok ülkenin kanunlarında idam cezası vardır. Bu kanunları koyanlar önemli
gördükleri cinayetlerde -suçluyu hapishanede çalıştırarak ondan istifade etmek
yerine- idam etmeyi uygun bulmuş, yaşama hakkını korumak için zaruri
bulmuşlardır. Katilin ekonomik katkısı, insan hayatını korumaktan (dolayısıyla
kısas sayesinde korunacak olan insan hayatından) daha önemli ve faydalı olamaz. [543]
Meali
180. Birinize ölüm
yaklaştığında, eğer geriye mal bırakıyorsa anasına, babasma ve akrabasına uygun
bir vasiyette bulunması, sakınanlara bir borç olmak üzere yazıldı.
181. Onu işittikten
sonra kim değiştirirse günahı, yalnızca onu değiştirene ait olur. Allah her
şeyi işitir, her şeyi bilir.
182. Her kim bir
vasiyette bulunacak birinin hakkı çiğnemesinden veya günaha girmesinden korkar
da aralarım düzeltirse ona bir günah yoktur. Allah elbette bağışlayıcıdır,
sonsuz rahmet sahibidir. [544]
Tefsiri
180.
İslâm'dan önce Araplar'da miras taksimi şöyle yapılırdı: Ölenin erkek çocukları
varsa bütün mirası onlar alırlardı. Erkek çocuğu olmayanın malı yakından uzağa
doğru diğer erkek akrabasına kalırdı. Bazan vasiyet yoluyla çocuklara, akrabaya
ve arkadaşlara da mal bırakıldığı olurdu. Bu âyet başta ana ve baba olmak
üzere, kadın-erkek ayırımı yapmadan bütün akrabaya vasiyet etmenin gerekli
bulunduğunu ifade ederek müminleri, daha sonra gelecek olan miras hükümlerine
hazırladı. Nısâ süresindeki miras âyeti [545] zaten mirastan pay almakta olan bu erkekleri
doğrudan zikretmeksizin kadm akrabayı da mirasa dahil etti. Anılan miras âyeti
ve onu tamamlayan diğer âyetlerle hadisler değiştirilemez hak ve paylar
şeklinde mirasın nasıl paylaştırılacağını belirlemiştir. Hz. Peygamber'in Veda
haccmda, "Allah her hak sahibine hakkını vermiştir, artık vâris olana vasiyetle
mal bırakmak yoktur" [546].
buyurmasıyla mirastan belli hakkı olan akrabaya vasiyetle mal bırakılamayacağı
anlaşılmıştır. Sa'd b. Ebû Vakkas'ın hastalanması üzerine onu ziyarete giden
Hz. Peygamber'e, bütün malını Allah rızâsı için vasiyet edeceğini bildirmesi
üzerine üçte biriyle yetinmesini söylemesi ve "Yakınlarını zengin olarak
bırakman, onları halka el avuç açan yoksullar olarak bırakmandan daha
İyidir" buyurmasıyla da [547] vârisleri
olan bir kimsenin bütün malını vasiyet etmesinin uygun olmadığı ortaya
çıkmıştır. Tefsir etmekte olduğumuz âyeti, aynı konuyla ilgili diğer
açıklamalar içinde bir bütün olarak ele almaya çalışan tefsirciler ve
fı-kıhçılar farklı sonuçlara varmışlardır:
a)
"Üzerinize yazıldı" ifadesi bağlayıcı hüküm (farz, vacip) getirdiği
için Önce farz kılınan vasiyet, miras âyeti gelince kısmen değiştirildi ve
artık farz olmaktan çıktı, teşvik ve tavsiye edilmiş (mendup) bir davranış
haline geldi. Dört mezhep imamının da dahil bulunduğu müctehidler çoğunluğu bu
hükmü benimsemişlerdir,
b) Dahhâk,
Tâvûs, Taberî gibi müctehid-lere göre vasiyet âyeti ne kısmen ne de tamamen
neshedilmiştir. Baştan itibaren bu âyet, miras âyetinin dışında kalan yani bir
sebeple (dini farklı olan ana ve baba, köle olan akraba vb.) mirastan pay
alamayan akrabanın vasiyet yoluyla terikeden pay almasını hedeflemiştir. Kime
ne kadar vasiyet edileceği ise örfe, âdete ve hakkaniyet kurallarına (mâruf
ölçüsüne) bırakılmıştır. "Yakının aynı gruptaki daha uzak akrabayı
mirastan mahrum etmesi" (hacb) kaidesi gereği vâris olamayan torunlar
(dede yetimi) meselesi, çağımızda bazı İslâm ülkelerinde, bu ictihaddan yararlanmak
suretiyle çözülmüş, yetim torunlar mirastan paya kavuşturulmuştur. Meselâ
babası, dedesinden önce vefat eden bir çocuk dedesinin himayesine kalmış bir
yetimdir. Gün gelip dedesi de vefat edince, çocuğun amcası dedesine (yani ölen
dedenin hayattaki oğlu, babasına) ondan daha yakın olduğu için mirası almakta
torun mirastan mahrum kalmaktadır. Çocuğun ölen babasının yerine konarak (ona
halef olarak) vâris olması hükmü İslâm hukukunda yoktur. Bu ve benzeri
durumlarda karşımıza "vâris olamayan yakın akraba" meselesi
çıkmaktadır. Bunlar için gerekli (farz) olan vasiyet hükmü de bu meselenin
çözümünde kullanılmaktadır,
c) Mirastan
payı olan akrabaya (vâris) vasiyet yoluyla da mal bırakılmış olursa bazı
müctehidlere göre bu tasarruf geçerli değildir. Hanefîler, Hanbelî-ler ve daha
başka bazı müctehidlere göre ise diğer vârisler razı oldukları takdirde bu
vasiyet de geçerlidir,
d) İlgili
hadisi delil gösteren bazı müctehidler üçte biri geçen vasiyeti hükümsüz
sayarken, Hanefîler'in de dahil bulunduğu çoğunluk, vârislerin razı olmaları
halinde bunun da geçerli olduğu hükmünü benimsemişlerdir,
e) Vasiyet
Fiilen gerçekleştirilmesi ölüm sonrasına bırakılan bir hukukî tasarruftur. Bir
kimsenin üzerinde bir hak, bir borç varsa ölümünden sonra bunun terikesinden
ödenmesini, yerine getirilmesini vasiyet etmesi farzdır. Böyle bir borcun veya
sahibine teslim edilmesi gereken bir hakkın bulunmaması halinde vasiyet farz
değil menduptur; durum müsait olduğunda yapılması teşvik edilmiş bîr hukukî
tasarruftur, bir dinî hizmet ve ibadettir. Vasiyeti teşvik eden hadisler böyle
yorumlanmıştır. [548]
181-182.
Vasiyet usulüne uygun olur, bir yanlışlık ve haksızlık bulunmazsa bunun hayatta
kalan ilgililerce yerine getirilmesi gerekir. Yerine getirmeyen, ölünün
iradesi dışında değişiklik yapan kimse sorumlu ve günahkâr olur.
Ya meşru ve helâl
olmayan bir mal, menfaat ve fiil vasiyet edilmiş ya da vasiyetin dinî ve
hukukî kuralları çiğnenmiş, kasten veya bilmeyerek yanlışlar yapılmış, olursa
vârislerle lehlerinde vasiyet yapılan kimselerin arasına girerek durumu
düzeltmek, sakıncalı olmak bir yana müminlerin vazifeleri cümlesindendir; 181.
âyette "günah" olarak nitelenen "değiştirme" fiili bu nevi
düzeltmeleri, iyileştirmeleri kapsamaz. [549]
Meali
183-184. Ey iman
edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin
üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı. İçinizden hasta veya yolcu olan,
başka günlerden sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlar için bir yoksulun
(günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir. Bir iyiliği mecbur olmadan yapan için
bu (yaptığı) iyidir. Orucu tutmanız -bilirseniz- sizin için hayırlıdır[550]
Tefsiri
183-184.
Oruç Allah'ın buyruğunu yerine getirmek için veya farz yahut vacip olmamakla
birlikte O'nun hoşnutluğunu kazanmak için nafile ibadet niyetiyle müminin,
belirli bir süre zarfında her türlü yemeyi, içmeyi ve cinsî ilişkiyi
terket-mesidir. İslâm'ın getirdiği oruç, zamanı, süresi, şartları, hangi
fiillerle ve davranışlarla bozulduğu, tanınan kolaylıklar bakımından daha
önceki dinlerde ve milletlerde görülen oruçtan farklıdır.
Oruç ibadeti İslâm'dan
önce de bilinen ve İslâm'dakinden farklı da olsa uygulanan bir ibadet idi. Hz.
Peygamber'in mensup bulunduğu Kureyş kabilesinden olanlar da âşûrâ günü oruç
tutarlardı. Mekke'den Medine'ye hicret edilince burada yahudilerin de aynı
günde oruç tuttukları görüldü. Hz. Peygamber bunun sebebini sordu; "Bugün
Allah Teâlâ'nın Musa'yı kurtardığı gündür" dediler. "Bizim Mûsâ İle
hak ilişkimiz sizinkinden daha fazla" buyurdu ve o gün kendisi oruç tuttuğu
gibi müminlerin de tutmalarım emretti. Bir yıl sonra ramazan orucu farz kılınınca
Hz. Peygamber, âşûrâ orucu için " Dileyen tutsun, dileyen tutmasın"
buyurdu. Böylece sözü edilen oruç farz olmaktan çıktı, mendup bir ibadet
hükmünü aldı.[551]
Kur'an'da geçen
"üzerinize yazıldı" ifadesi -aksine bir karîne bulunmadığında-
"farz kılındı" mânasına gelmektedir. Bu âyet hicretin 1. yılında Hz.
Peygamber tarafından tutulması emredilen aşûrâ orucunun farz olma hükmünü
kaldırmış, onun yerine 2. yılın başmda ramazan orucunu farz kılmıştır.
"Sizden
öncekilere..."den maksat birinci derecede yahuditer ve hıristiyanlar-dır;
çünkü müslümanlann tanıdığı Ehl-i kitap'tan olan gayri müslimler bunlardır.
Yahudiler, ekim ayma rastlayan yılbaşılanndan on gün sonra, gün batınımdan ertesi
günün gün batımına kadar bir oruç tutarlar, günahların bağışlandığı gün olarak
kabul ettikleri bu farz kılınmış oruç gününe "kipur" adını verirler.
Ayrıca yı-lm farklı günlerinde tuttukları başka farz oruç ve nafile oruçlar da
vardır. Hıristiyan şeriatında -Tevrat'ta olandan başka- bir oruç yoktur. Hz.
îsâ kendisine peygamberlik gelmeden önce kırk gün oruç tuttuğu için hıristİyan
din adamları bunu da ibadet olarak telakki etmişlerdir [552]
Hz. Peygamber,
"Allah'ın en çok sevdiği oruç Dâvûd peygamberin orucudur. O, bir gün açar
(yer), bir gün oruç tutardı" buyurmuştur. [553] Bu
hadis daha başka peygamberlerin getirdikleri İlâhî dinlerde de oruç İbadetinin
bulunduğunu göstermektedir.
"Sakınmanız için,
sakınasınız diye" ifadesi oruç ibadetinin hikmetine ışık tutmaktadır.
Dinde sakınmak (takva, ittika) günahlarla ilgili bir sakınmadır, günahlardan
uzak durmak, günaha girmemek için çaba göstermektir. Kurtulmanın, uzak durmanın
yollan ve çareleri bakımından günahlar İkiye ayrılır: İçki, kumar, hırsızlık,
gasp gibi günahlardan kurtulmanın yolu ve çaresi -bunların getirdikleri sonuçlar
üzerinde- düşünmektir. Yasaklama, ceza tehdidi, başkalarının başlarına gelenler,
verilen öğütler üzerinde düşünen insanlar bunlardan uzaklaşabilirler. Bİr kısım
yasaklar ve günahlar da vardır ki, bunların sâikleri (İticileri) öfke ve şehvet
gibi tabii duygular ve içgüdülerdir. Bunlardan uzaklaşabilmek için yalnızca
üzerinde düşünmek yetmez; itici duygular ve içgüdülerin baskısını azaltacak
veya bu baskıya karşı iradenin gücünü arttıracak uygun araçlarla eğitime
ihtiyaç vardır. Oruç bu eğitim İçin ideal bir yoldur. Oruç ibadetinin ferdin
iradesini güçlendirmesi ve onu günahlardan uzaklaştırması yanında, maddî
imkânları yerinde olanları yoksulların, mahrumların halleriyle hallendirmek
gibi bir işlevi daha vardır. Yeme, içme ve cinsel ilişki arzularını İstedikleri
gibi tatmin edebilenler, bundan mahrum olanların durumlarını ancak, aynı
şartlan yaşayarak anlayabilirler ve ancak bu yoldan onlara yardımcı olma
konusunda daha duyarlı ve aktif hale gelebilirler. İslâm eğitimcileri bedenin
arzularım frenlemenin, isteklerini doyurma konusunda kısıntıya gitmenin, insana
mahsus olup ruh, nefis, kalp gibi kavramlarla ifade edilen diğer unsurun
gelişmesi üzerindeki müspet tesiri üzerinde de ısrarla durmuşlardır.
"Sayılı
günler" den maksat, 185. âyette gelecek olan ramazan ayıdır, Araplar daha
önce belli şekilde bir ay oruç tutmaya alışık olmadıkları için "Ramazana
ulaşan onda oruç tutsun" emri verilmeden önce müminler, psikolojik olarak
bu ibadete alıştırılmak istenmiş; bu amaçla mazereti olanların ne yapacakları,
genel olarak oruç tutmanın insana ne sağlayacağı üzerinde durulmuştur.
Âyet üç mazeretten söz
etmektedir: Hastalık, yolculuk ve oruca zor dayanır olmak.
a) Ağır
hastalığın oruç tutmamak için bir mazeret teşkil ettiği konusunda görüş
ayrılığı yoktur, Hafif hastalıkların mazeret olma sının hakkında çeşitli
ölçülerden söz edilmiştir. Birçok müctehîdin katıldığı mâkul sınırlama,
"sağlam bir kimsenin orucuna ek acı, ağrı, bitkinlik, açlık, susuzluk
getiren, oruç tutulduğu takdirde artan veya tedavisi geciken hastalık"
şeklinde olanıdır.
b)
Yolculuktan maksat, namazların kısaltılmasını [554] ve
-üç mezhebe göre- cemedilmesinİ caiz kılan mesafede yapılan yolculuktur. Böyle
bii yolculuğa çıkan kimse o günün sabahında -yolculuğa başlamadan- oruca niyet
etmiş olursa bazı müctehidlere göre orucuna devam edecek, ertesi günden
itibaren ruhsattan yararlanacaktır. Bu durumda orucunu bozması halinde ise
kefaret değil gününe gün kaza gerekli olmaktadır. Hz. Peygamber'in ramazan
ayında Medine'den Mekke'ye yolculuk ettiğini, yolda su isteyerek halkın gözü
önünde orucunu bozduğunu İfade eden sahih hadise [555]
dayanan Ahmed b. Hanbel gibi müctehİdier ise belirtilen durumda orucun açılmasının
sünnet olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Hasta iyileşince,
yolcu da vatanına ve oturduğu yere dönünce tutamadıkları günlerin oruçlarını
uygun zamanda kaza ederler. Kaza oruçlarının aralıksız tutulması şart
değildir.
c)
"Orucu tutmakta zorlananlar" şeklinde tercüme ettiğimiz kısımda geçen
"yutîkûne" fiili gerek dil bilimi gerekse kıraat şekilleri bakımından
farklı mânalara müsait olduğu için bu kısmı, "orucu tutabilecek durumda
olanlar" şeklinde anlayanlar da olmuştur. Bu ikinci anlayışa göre
başlangıçta, müminler oruca alışın-caya kadar böyle bir seçenek getirilmiş,
oruç tutabilecek durumda olanların da isterlerse fidye vererek bu ibadeti
yerine getirmelerine izin verilmiş, sonra bu izin kaldırılmış ve gücü
yetenlerin orucu tutmaları gerekli kılınmıştır.
Bizim tercüme
ettiğimiz şekil ve katıldığımız mânaya göre ya bünyesi veya içinde bulunduğu
durum ve şartlar sebebiyle orucu zor tutan, oruç tutmakta zorlanan, devam
ettiği takdirde hasta olmaktan veya mecbur olduğu işini yapamamaktan korkan
kimseler oruç tutmak yerine her gün için bir fidye verebileceklerdir. Eski
zamanlarda yaşlılık yüzünden zayıf düşmüş kimselerle emzikli ve hâmile kadınlar
"orucu tutmakta zorlananlar"a örnek olarak zikredilmiştir. Bunlardan
yaşlıların oruç yerine fidye vereceklerinde ittifak vardır. Diğer İkisine
gelince meselâ Şafiî ve Mâlik'e göre bunlar da fidye verirler, sonra da
mazeretleri ortadan kalkınca kaza ederler. Hanefîler'e göre bu ikisi fidye
vermezler, sonradan tutamadıkları oruçlarını kaza ederler.
Günümüzde dökümcü,
maden, beton ve yol işçisi, tellâk, hamal gibi ağır işlerde çalışan kimselerin
de "orucu tutmakta zorlananlar" sınıfına dahil edileceği hükmü birçok
fıkıhçı tarafından benimsenmiştir. Bunlar da zarar gördükleri takdirde oruç
tutmak yerine fidye verebileceklerdir. [556]
Fidye bir yoksulun bir
günlük yiyeceğidir. Fıkıhçılar bunu buğday, arpa ve hurmadan bir müd (dört
koşam) miktarı olarak belirlemişlerdir. Bu yiyecekler Hz. Peygamber döneminde
bölgenin temel gıdaları idi. Başka zaman ve mekânlarda da fidye "temel
yiyeceklerin orta kalitede olanından bir günlük ihtiyaç karşılığı" olarak
tespit edilmelidir. Bu miktar fidyenin alt sınırıdır. Âyete göre daha fazlasını
vermek, veren için dünya ve âhirette hayırlara vesile olacaktır. [557]
Hasta ve yolcu
olanlara oruç tutmama ve başka zamanda sayısınca kaza etme İzin ve imkânı
verilmiş olmakla beraber, önemli bir güçlüğün ve engelin bulunmaması halinde
bu durumlarda da orucun tutulması, "Tutmanız sizin için daha
hayırlıdır" buyurularak tavsiye edilmiştir. Bu cümleyi "genel olarak
oruç ibadetinin insanlar için İyilikler getireceği" şeklinde anlayan,
hastalık ve yolculukta oruç tutmakla ilgili olmadığını ileri süren fıkıhçılar
da vardır. [558]
185. O (sayılı
günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar re
insanlara rehber olarak Kur'an'ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık kim bu aya
yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden
sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor.
Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah'ın ululuğunu dile
getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).
186. Kullarım sana
beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben yakınım, bana dua ettiğinde
duacının dileğine karşılık veririm. Şu halde benim davetime gelsinler ve bana iman
etsinler ki doğru yolu bulalar.
187. Oruç gecesinde
kadınlarınızla birleşmek size helâl kılındı. Onlar sizin için elbisedir, siz
de onlar için elbisesiniz. Sizin kendinize hıyanet etmekte olduğunuzu Allah
bilmiş, tövbenizi kabul etmiş ve sizi bağışlamıştır. Şimdi artık onlarla
birleşin ve Allah'ın sizin için yazdığını isteyin. Fecirden siyah ip beyaz
ipten sizin için ayırt edilir hale gelinceye kadar yiyin ve için, sonra orucu
geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde ibadete çekilmişken kadınlarla cinsel
ilişkide bulunmayın. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır; sakın bu sınırlara
yaklaşmayın. Allah âyetlerini insanlar için işte böyle açıklar. Umulur ki
sakınırlar. [559]
Tefsiri
185. Önceki
âyetlerde orucun farz kılındığı bildirilmiş, bunun sayılı günlerde tutulacağı
açıklanmış; yükümlüler, süre ve şekil bakımlarından yeni olan bu ibadete
psikolojik olarak alıştırılmış, güçlük söz konusu olduğunda ruhsatların bulunduğu
haber verilmişti. Bu hazırlık mahiyetindeki açıklamalardan sonra farz kılınan
oruç ibadetinin ayrıntılarının bildirilmesine geçilmiştir; birbirini tamamlayan
âyetler arasında bir nesih (birinin diğerini hükümsüz kılması) ilişkisi yoktur,
Kur'ân-ı Kerîm'in Hz.
Peyganıber'e indirilmesi Mekke'de Hira mağarasında, milâdî 610 yılı Ramazan
ayının 17. gününde başlamış ve Allah Teâlâ'nın uygun gördüğü aralıklar ve
münasebetlerle yaklaşık yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Âyette geçen
"ramazan aynıda Kur'an'ın indirilmesi"nden maksat onun tamamının
değil ilk âyetlerinin İndirilmesidir; Bakara sûresinin başında olduğu gibi birçok
âyette, Kur'an'ın bir parçasına da kitap ve Kur'an denilmiştir. Yüce mevlâ
müslümanlara oruç ibadetini farz kılmayı murat edince bunun zamanının da ona
uygun ve lâyık bir zaman olmasını istemiş, bütün insanlığa son rehber ve irşad
aracı kıldığı kitabını vahyetmeye başladığı ayı oruç zamanı olarak seçmiştir.
Burada
"şehide" fiili "görmek" değil "erişmek, hazır
bulunmak" mânasmda-dır. Bu sebeple âyetin, "Ramazan hilâlini gören
oruç tutsun" şeklinde bir mânası yoktur. Kamerî aylardan biri olan
ramazanın giriş hilâlini görünce omca başlanması, çıkış hilâlini görünce de
oruca son verilip bayram yapılması, ayın bir engel yüzünden görülememesi
durumunda bir önceki ayın otuza tamamlanması ve ertesi günün, yeni ayın biri
olarak kabul edilmesi hükümleri âyetle değil hadisle sabit olmuştur.[560]
1978 yılında
İstanbul'da İslâm ülkeleri temsilcilerinin katılımıyla yapılan ilmî bir
toplantıda ramazan ve bayram hilâllerinin, dünyanın herhangi bir yerinde
görülebilir hale gelmesine dayalı hesaplar ve buna uygun takvim yapılmasına, ayrıca
özel rasathanelerden gözetleme yapılarak hesabın kontrol edilmesine karar verilmiştir.
O günden itibaren bu kararlara uyan ülkeler arasında birlik hâsıl olmuştur.
Kararlara ve bunların dinî-ilmî gerekçelerine katılmakla beraber bu kararlara
uymayan ülkelerde ise bazı yıllarda -hesaba göre- dünyanın hiçbir yerinden hilâlin
görülmesinin mümkün olmadığı zamanda görme iddialarına dayalı ilânlar yapılmaktadır.
Türkiye'de yaşayanlara, alınan kararlara titizlikle uyan Diyanet İşleri
Başkanlığının takvimine uymalarını, etrafı dinleyerek kafalarını karıştırmamalarını
tavsiye ediyoruz.
Hasta ve yolcu
olanların orucu başka günlerde kaza edebilecekleri yukarıda geçtiği halde
burada tekrarlanmasının bazı tefsircilere göre sebebi, "oruç tutmakla
fidye vermek arasında muhayyer bırakma" hükmünün bu âyetle kaldırılmış olmasından
dolayı diğer ruhsatların da kaldırıldığı zannını engellemektir. Onlara göre
"Artık ramazana erişen oruç yerine fidye veremez, oruç tutacaktır, ancak
hasta ve yolcu olanlar başka günlerde kaza edebilirler" denilmek
istenmiştir.
Bize göre âyetler
arasında nesih ilişkisi yoktur. Oruç tutmakta zorlananların fidye verme
imkânları devam etmektedir. Burada iki geçici mazeretin tekrar zikredilmesinin
sebebi, onların da neshedilmediğini, hükmün devam ettiğini anlatmaktır. Esasen
bu mazeretlerin yukarıda zikredilmesi bir hazırlık içindir, hüküm ise burada
verilmiştir.
Allah'ın ululuğunu
gönülden benimseyip dile getirmeye tekbir denir. "Allahü ekber"
cümlesiyle ifade edilen tekbirin mânası "Allah en uludur, en
büyüktür" demektir. Bu cümle aynı zamanda Allah'ın birlik, teklik ve
eşsizliğinin itirafıdır. Çünkü en büyük ve en uludan başkasında bir eksiklik,
bir küçüklük vardır ve böyle olan bir varlık Tanrı olamaz. Namaza başlarken,
rükûya ve secdeye giderken, kurban keserken tekbir getiren müminler, bununla
ibadetin ancak Allah'a yapılacağını, ondan başkasının buna lâyık olmadığını
dile getirmektedirler. Ramazan ayını oruçlu geçiren, kurban bayramında kurban
ibadetini yerine getiren müslü-manların bayram namazına giderken ve bayram
namazını kılarken tekbir getirmeleri, bayram hutbelerinde hatibin tekbir
getirmesi hep aynı mâna ve hikmete yöneliktir. Aynca kurban bayramlarına mahsus
olmak üzere "teşrik günlerinde" farz namazlardan sonra tekbir getirilmektedir.[561]
186. Oruç
İbadeti anlatılırken Allah-kul ilişkisini çok canlı ve sıcak bir üslûpla ele
alan bu âyete yer verilmesinin bize göre birden fazla sebebi vardır:
a) Bir
önceki âyetin sonlarında Allah'ın eşsiz ve benzersiz büyüklüğü, ululuğu
hatırlatılıp kulların da bunu dile getirmeleri istenmiştir. Tekbir akla şu
soruyu getirmektedir: Bu kadar büyük bu kadar yüce bir varlıkla küçük, âciz,
başı ve sonu belli, fâni, varlığına kendisi hâkim bulunmayan zavallı bir
insanın nasıl bir ilişkisi olabilir? Onun kulluğu, şükrü ve duası bu büyüklüğe
nasıl ulaşır? Âyet, o keyfıyetsiz ve akıl almaz büyüklüğün sahibi bulunan
rabbin kullarına yakın olduğunu, her an ve her yerde hazır ve nazır
bulunduğunu, fizik ve matematik ötesi büyüklüğün mesafe olarak uzaklığı
gerektirmediğini ifade ederek kullara, şuurlu ve canlı bir ibadetin yollarını
açmaktadır. Bu yakınlık başka âyetlerde "Biz ona (ölüm halindeki insana)
sizden daha yakınız" [562]
"Biz ona (insan) şah damarından daha yakınız"[563] "Allah
kişi ile kalbinin arasına girer"[564]şekillerinde
de ifade edilmiştir,
b) Kulun
Allah'a yakınlığını şuur halinde yaşaması ve hissetmesine mani olan şeyler
arasında yeme, İçme, cinsel ilişki gibi beden zevkleri de vardır. İnsanlar bu
zevklerle haşir-neşir oldukları sürece fizik ötesi âlemlere ve varlıklara
açılan pencerelerinin farkında olamazlar ve buradan başka âlemleri seyredemez,
onları düşünemez, onlarla İçli-dışlı olamaz ve bütün bunların insana vereceği
emsalsiz zevki yaşayamaz, İlhamı alamazlar. Belli bir süre bedenî zevklere
açılan pencereleri kapatan oruç, diğerlerinin açılması için insana önemli bir
fırsat sunmaktadır. Kul bu fırsattan hakkıyla yararlandığı takdirde Allah'ın yakınlığını
ve beraberliğini (huzuru), yiyip içtiği günlerdekinden daha şuurlu ve canlı
yaşama imkânını bulacaktır. Âyet oruçluya bunu hatırlatmakta, onu bu fırsatı değerlendirmeye
çağırmaktadır.
Hem insanlarla ve
dünya ile hem de Allah ile ilişkide doğru yolu bulmak, doğru hareket edebilmek
için (rüşd için) bağlantıları doğru kurmaya ihtiyaç vardır. Kâmil insanlığın
şartı Allah'ı tanımak, O'nunla ibadet yoluyla ve ibadet şuuruyla ilişki
kurmaktır. Âyet bunu "Allah'ın çağrısına katılmak, davetini kabul
etmek" şeklinde ifade ediyor. İbadetin bir şekli ve çeşidi de duadır.
Kulun rabbi ile en yakın ve sıcak ilişkisi namazda secde halinde ve içten
gelerek yapılan dua ve niyaz halinde kurulan ilişkidir. Allah'ın çağasına kulak
veren, O'nun dinine giren bir kimse bundan üç önemli kazanç elde etmektedir:
1. O'nun
yakınlığını bilmek ve yaşamak.
2. Doğru
düşünme, doğru yerde ve konumda olma imkânını elde etmek.
3. O'ndan
İstediğini almak (duasının kabul edilmesi). Şu iki hadis, her dua edenin nasıl
mutlaka sonuç aldığını anlamamıza yardımcı olmaktadır: "Acele etmedikçe
her birinizin duası kabul edilir. Bu sebeple (acelecilik yüzünden) insan, dua
ettim de kabul olunmadı der"; "Hiçbir dua eden yoktur ki, şu üç sonuç
arasında olmasın: "Ya istediği hemen verilir ya lehine ertelenip saklanır
yahut da dua bir günahına kefaret olur" [565]
Kader inancına göre
olacak ve olmayacak her şey bellidir, kulun istedikleri de kaderinde yoksa
kendisine verilmeyecektir. Şu halde duanın faydası nedir?
Allah Teâlâ madde
âleminde olup bitenleri kanunlara ve sebeplere bağlamıştır. İnsanı bir ana ve
babadan (onları aracı kılarak) yaratmaktadır, yağmuru bulut aracılığı ile
vermektedir, ölümü bir sebebe bağlı olarak gerçekleştirmektedir. Duymaya
kulağı ve beyni, görmeye gözü ve beyni vasıta kılmıştır. Sebepleri ve vasıtaları
ortadan kaldırarak Allah'tan istemek "ana-baba olmadan doğmayı, göz olmadan
görmeyi" istemek gibidir. Allah'ı unutup yalnızca sebeplere ve aracılara
yönelmek ise insansız kulağa, göze yönelmek, işitmeyi ve görmeyi böyle sağlamaya
çalışmak gibidir. İslâm'ın gösterdiği yol hem sebepleri ve aracıları kullanmak,
ihmal etmemek hem de sebep ve sonuç elinde olan, bunlara hâkim bulunan Allah'a
yönelmektir.
Allah'ın vermesi ve
vermemesi kadere bağlı olduğu gibi dua da kadere bağlıdır. Kul ister Allah
verir. İstemek kadere aykırı değildir, kader çerçevesi içindedir. Biz kullar
kaderimizi "şöyle şöyle olsun" şeklinde değil, "şöyle şöyle
olacak" şeklinde anlamalıyız. Kul âdabına uygun şekilde dua ederse Allah
da kabul edecektir. [566]
187.
Muhtemelen yahudilerin ve hıristiyanlarm âdetlerinden etkilenen bazı sahâbîler
ramazan gecelerinde cinsel ilişkinin caiz olmadığını zannediyorladı. Ayrıca
sahurun da uykudan önce yeneceğini, yatsı kılınıp uykuya yatuktan sonra uyanıp
sahurluk diye bir şey yenilemeyeceğini sananlar vardı. Bu yüzden bazıları sıkıntıya
düşüyor, sahura kalkmadıkları için gündüz açlıktan bayılıyorlar; gece cİn-sel
ilişkiyi yasak sananlar dayanamayıp eşleriyle birleşiyorlar ve bunu gizliyorlardı
(Kur'an'ın ifadesiyle böylece "kendilerine hıyanet ediyorlar", yani
başkalarına da ifade ettikleri zanlanna ve kanaatlerine gizlice aykırı
davranıyorlardı). Hadis kitaplarında ve tefsirlerde bu olaylarla ilgili birçok
örnek vardır. [567]
İslâm'a mahsus oruç ibadetinin farz kılınmasını takip eden günlerde bu gibi
olaylar ve yanlış anlamalar ortaya çıkınca sınırları belirleme ihtiyacı doğdu
ve bu âyet gönderildi. Âyete göre oruç gece bitince başlayacak ve ertesi
gecenin başlamasına kadar sürecektir; yani oruç ibadeti gündüze mahsustur, gece
bu ibadetin vakti değildir. Güneşin batma-sıyla başlayan gece boyunca yemek,
içmek, cinsi temas vb. bütün mubah (günah olmayan) şeyler serbesttir.
"Allah tövbenizi
kabul etti, sizi bağışladı" cümlesi daha önce böyle bir yasağın
bulunduğuna işaret ederse de bu konuda âyet ve hadis olarak bir delil yoktur.
"Hıyanet", tövbenin kabulü ve bağışlama, kendi zanlanna ve
anlayışlarına göre yaptıklarını günah sayanların bu kabulleri ve kanaatleriyle
ilgilidir. "Siz kendiliğinizden sınırlar koydunuz, sonra bunları
çiğnediniz, günah işlediğinizi düşünerek tövbe de ettiniz. Allah tövbenizi
kabul etti, sizi bağışladı, zaten böyle bir yasak da yoktur" denilmek
istenmiş, durum böylece açıklığa kavuşturulmuştur.
İsteyenin ramazan
gecesinde eşiyle cinsî temasta bulunabileceği bildirildikten sonra
"Allah'ın sizin için yazdığım isteyin" buyurulmaktadır. İstenecek
şeyin ne olduğu konusunda çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bize göre en uygun
olanı bu serbestlikten yararlanmaktır, temasın tabii meyvesi olan çocuktur;
Allah'ın hayırlı evlât vermesini istemektir.
Oruç ibadetinin
güneşin batmasıyla sona ereceği konusunda ihtilâf yoktur. Ne zaman başlayacağı
ve güneşin normal sürelerde doğup batmadığı yerlerde nasıl oruç tutulacağı
konusunda ise farklı anlayışlar ve yorumlar vardır:
a) Orucun
başlama zamanını da belirlemek üzere gönderilmiş bulunan bu âyette mesele -bize
göre- açıklığa kavuşmuştur. Şöyle ki âyette gece (leyi) kelimesi iki defa geçmektedir.
Baştaki gece -daha sonra gelen açıklamalarla birlikte- orucun başlangıcını
göstermekte, sondaki yani "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın"
cümlesinde geçen gece ise ibadetin bitiş vaktini işaretlemektedir. Başta
"Oruç gecesinde kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmak size helâl
kılındı" denirken bu iznin geceye mahsus olduğu, gündüze sarkmayacağı
açıkça bildirilmiş olmaktadır. Arapça'da gece tanımlanırken başlangıcının
güneşin batması olduğunda ihtilâf edilmemiştir. Sonu ise iki türlü
belirlenmiştir:
1. Tan
yerinin ağarması (fecr-i sâdık).
2. Güneşin
doğması, yani Arapça'da güneşin batımından tan yerinin ağarmaya başlamasına
kadar geçen süreye de, güneşin doğmasına kadar devam eden süreye de gece
denilmektedir. Buradaki gece yani oruç gecesi ile hangisi kastedilmiştir?
Şüphesiz birincisi. Çünkü âyette oruç yasaklarının başlamasıyla ilgili sınır
belirlenirken "fecir" kavramı esas alınmıştır. "Fecirden siyah
ip beyaz ipten sizin için ayırt edilir hale gelinceye kadar" ifadesi,
"tan yerinin beyazlığı gecenin siyahlığından ayrılıncaya kadar" yani
"fecir söküp tan yeri ağarmaya başlayıncaya kadar" anlamına
gelmektedir. Bu konuda rivayet edilen hadisler içinde [568]
geceyi güneşin doğmasına kadar götüreni yoktur. Hadislere göre gecenin sonu tan
yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu sebeplerden dolayı imsakin (orucun
başlangıcı) güneşin doğmasıyla başlayacağını söyleyen hiçbir müctehid ve
müfessir yoktur. Bazı zaman, mekân ve durumlarda ağarmanın tespiti güç
olduğundan, emin oluncaya kadar yeme-içme serbestliğinden faydalanılmasına izin
verilmiştir. Günümüzde olduğu gibi tan yerinin ağarmaya başladığı -birçok
araçla ve kolaylıkla- tespit edilince oruç başlar ve artık orucu bozan fiiller
yasak hale gelir,
b)
Ekvatordan kuzeye ve güneye doğru ilerledikçe güneşin doğma ve batma vakitleri
değişir, uzar ve kısalır, nihayet günlerce ve aylarca doğmadığı veya batmadığı
enlem derecelerine ulaşılır. Bu bölgelerde yaşayan müslümanlar namaz ve oruç
vakitlerini nasıl ayarlayacaklardır?
Bazı fıkıhçılann İleri
sürdüğü "Normal vaktin olmadığı yerlerde, normal mıntıkalara mahsus oruç
ve namaz ibadeti de olmaz" düşüncesi isabetli değildir. Allah Teâlâ Mekke
ve Medine gibi yerlerde yaşayan müslümanlara hitap ederek yirmi dört saatlik
bir zaman dilimi İçinde beş kere namaz kılmalarını ve yılda bir ay da oruç
tutmalarını istemiştir. İbadetin sebep ve hikmeti bir yandan İnsanın ibadetle
eğitilmesi, Allah'a yakınlık elde etmesi, diğer yandan âhirette geçer akçe olan
ecir ve sevabın elde edilmesidir. Güneşin aylarca doğmadığı veya batmadığı
yerlerde yaşayan müminler de -çalışma, dinlenme, yeme ve içme gibi hususlarda-hayatlannı
yirmi dört saate göre düzenlemekte yani normal mıntıkalarda yaşayan insanlar
gibi yaşamaktadırlar. Bu müminlerin de dinî eğitime ve sevaba ihtiyaçları
vardır. Bu sebeple ibadetlerini de aya ve güneşe göre değil, farazi ve itibari
(sanal) olarak ayarladıkları günlerine göre yapacaklardır.
Bu şartlarda yaşayan
müminlerin uygulayacakları vakit cetveli bakımından âiimlerce iki yol
gösterilmiştir:
1. Mekke
takvimini uygulamak.
2.
Kendilerine en yakın normal bölgenin takvimini uygulamak. Kıyamet yaklaştığında
ve deceâl çıktığında günün çok uzun olacağını bildirmesi üzerine Hz.
Peygamber'e, bu "bir yıl kadar uzun günde" namazları nasıl
kılacaklarım soran sahâbîler, "Daha önceki normal günlere göre
kılarsınız" cevabını almışlardı. Bu hadis de yukarıdaki çözüme ışık
tutmaktadır.[569]
"Mescidlerde
ibadete çekilmişken kadınlarla cinsî ilişkide bulunmayın" cümlesinde geçen
ibadetin İslâm geleneğinde adı itikâftır. İtikâf "cemaat, köy, mahalle vb.
halkından en az bir müminin, mescide çekilerek bir müddet kendini ibadete
vermesi, evinden, işinden ayrı kalması, halkla günlük ilişkilerini askıya alması"
şeklinde yapılır. İbadet niyetiyle kısa bîr müddet bile mescidde kalmak itikâf
sayılmıştır. Hz. Peygamber ramazanın son on gününde mescidde itikâf ibadeti
yapmış, son yılında bunu iki katına çıkarmıştır. [570] Bazı
eşleri ve sahâbîler de bu konuda ona uyup aynı ibadeti ifa etmişlerdir. İtikâf
ibadeti yapan kimseye yasak olan şey, tabii ve zaruri ihtiyaçları dışında
mescidden çıkmak ve eşiyle cinsel ilişkide bulunmaktır. [571]
Meali
188. Mallarınızı
aranızda haksızlıkla yemeyin. Bile bile, günaha saparak, insanların
mallarından bir kısmını yemeniz için onun bir parçasını yetkililere
aktarmayın. [572]
Tefsiri
188.
"Haksızlık" diye çevirdiğimiz bâtıl kelimesi "hakk"ın zıddı
olup "asılsız, gerçek bir şeyin karşılığı olmayan, kalıcı olmayan"
şeklinde tanımlanmıştır. [573] Âyette
İslâmiyet'in temel bir ilkesi ortaya konmaktadır. Buna göre -aksini mümkün
kılan özel bir hüküm bulunmadıkça- hiçbir müslüman kişi veya kurum, başka hiçbir
kimsenin malını, rızâsı olmadan veya tam ve gerçek bir karşılığını vermeden
alamaz, yiyemez; hâkimin karan da bu hükmü değiştiremez, haramı helâl yapamaz.
Bu genel bîr hüküm olup aslında bu hükmün kapsamına giren rüşvet yasağı, önemi
ve yaygınlık kazanmaya elverişli olması sebebiyle özellikle zikredilmiştir.
Âyetten hem kazanç hem
de harcama faaliyetlerinin meşru zeminde yürütülmesi şeklinde genel bir ilke
çıkmakta; haksız menfaat sağlamak, maddî veya manevî bir karşılık elde etmek
için iş başındakilere mal (veya para) vermek yasaklanmaktadır. Bu şekilde
çıkar elde etmek için yetkili kişilere menfaat sağlamaya rüşvet denir. Helâl
ve meşru yollardan kazanıp harcamayı emreden genel hükümlü başka birçok âyet ve
hadis rüşvet yasağını da kapsamakla birlikte, bu âyette ve bazı hadislerde
rüşvet özellikle söz konusu edilerek yasaklanmış, hatta hadislerde buna tevessül
edenler lanetlenmiştir. [574]
Rüşvet vermek ve almak haram olduğu gibi, rüşvet vererek temin edilen menfaat
da haramdır. Rüşvet zaman zaman bazı toplumlarda son derece ciddi, yaygın ve
yıkıcı bir hastalık halini alabilmektedir. Bu hastalıktan korunmayı veya tedavi
etmeyi başaran toplumların uygulamasından anlaşıldığına göre bunun için başta
eğitim olmak üzere din, ahlâk, hukuk, iktisat, siyaset gibi sosyal disiplinlerin
birlikte işletilmesi gerekmekte; bu illete karşı verilen mücadelenin başarılı
olmasında, bir yandan toplumda sosyal adaletin geliştirilmesi bir yandan da
hukuk düzeninin kurulması ve adalet mekanizmasının etkin biçimde çalıştırılması
özel bir önem taşımaktadır.
Âyetten,
"Gerçekte size ait olmayan bir mah elde etmek için haksız olduğunuzu bile
bile onun kendi malınız olduğunu iddia etmeyiniz, bu şekilde haksız kazanma
yollarına tevessül etmeyiniz, bunu dava konusu yapmayınız" anlamı da çıkmaktadır.
Buna göre bir mal başka birinin hakkı olduğu halde bir kimsenin bunu bile bile
kalkıp onun kendi malı olduğunu iddia etmesi, meseleyi mahkemeye taşıması,
haksız olduğunu bildiği halde haklı çıkmak İçin hâkim önünde dil dökmesi, avukat
tutması, hele rüşvet vermesi kesinlikle haramdır. Hz. Peygamber bir hadisinde
bazı insanların hitabet ve ikna kabiliyetlerinin başkalarına göre daha güçlü
olduğunu, birinin bu kabiliyetini iyi kullanarak mahkemede başkasına ait bir
malı kendisine hükmettirirse bu malın kıyamet gününde o kişi İçin bir ateş
parçası olacağını ifade buyurmuştur. [575]
Fahreddin er-Râzî
âyetin son cümlesinden beş farklı anlam çıkarıldığını belirterek bunları
sıralandıktan sonra en uygun anlamın rüşvet yasağı olduğunu ifade etmektedir. [576]
Meali
189. Sana hilâlleri
soruyorlar. De ki: "Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.
Erdemlilik asla evlere arkalarından gelip girmeniz değildir; fakat erdemlilik
kişinin Allah'a saygılı olmasıdır. Evlere kapılarından gelin; Allah'a saygılı
olun ki kurtuluşa eresiniz. [577]
Tefsiri
189. Ayın
ilk göründüğü birinci ve ikinci gecedeki (bir görüşe göre ilk üç gecedeki)
durumuna hilâl denir. Bir tane hilâl olduğu halde âyette bu kelimenin çoğul
(ehille) kullanılması ayın evrelerine işaret eder. [578]
Buna göre âyetin İlk cümlesini "Sana hilâlin evreleri hakkında soru
soruyorlar" şeklinde anlamak uygun olur.
Tefsirlerde aktarılan
bir rivayete göre bazı miislumanlar Hz. Peygamber'e ayın kimi zaman ip gibi
ince, kimi zaman da güneş gibi dolgun görünecek kadar çok değişik evreler
geçirmesinin "faydasını ve hikmetini" [579]
sormaları üzerine inen bu âyette, İncecik hilâlin bir ay boyunca bu şekilde
sürekli değişmesinin insanlara vakit tayiniyle ilgili türlü yararlar sağladığı
belirtilmiş, bu yararlardan yalnız hacla alâkalı olanına işaret edilmiştir.
Hicrî takvime göre ay ve yılların hesaplanması gibi takvim konulan yanında
İslâm'ın öngördüğü ramazan orucu, zekât, kurban, fitre gibi dinî vecîbelerin
ifa edileceği zamanların ayın evrelerine yani ay takvimine göre hesaplanması
âyette açıklamaya gerek görülmeyen yararların belli başlılarıdır.
Câhil iye dönemindeki
bir geleneğe göre Araplar ihramlı iken veya daha başka bazı dinî gerekçelerle
evlerine girmezler; mutlaka girmeleri gerektiğinde de -kapıyı kullanmanın doğru
olmadığına inandıkları için- evlerin arkasındaki bir pencereden veya açtıkları
bir delikten girerler, iyi ve erdemli davranışın bu olduğuna inanırlardı.
Halbuki bu anlamsız bir meşakkatten, şekilcilikten başka bîr şey değildir. Ayrıca
evdekileri rahatsız edeceği için edebe de aykırıdır. Asıl iyi ve erdemli olan
davranış, anlamsız geleneklerin tekrarı değil, insanın her işini takvaya göre
yapması yani tutum ve davranışlarını Allah'a saygı, O'nun buyruklarını yerine
getirip yasaklarından sakınma birinci içinde yerine getirmesidir.
"Evlere
arkalarından girme" ve "kapılarından girme"nin mecazi ifadeler
olduğu; "evlere arkalarından girme"nin, bir görüşü savunurken doğru
yöntemden sapmak; "evlere kapılarından ginne"nin İse doğru yöntem kullanmak
anlamına geldiği belirtilir. Buna göre âyet şu şekilde te'vil edilmiştir:
Herhangi bir inancı savunurken konuyla ilgisi bulunmayan veya kesin olmayan
gerekçeler, kanıtlar kullanmayınız. Gerçeğe ulaşmanın bir kapısı vardır, o da
açık seçik bilinen bilgi, kesin delildir. Şu halde görüşlerinizi ve
iddialarınızı bu tür bilgi ve delillere dayandırınız. [580]
Böylece âyette, bilime ve gerçeğe ulaşabilmek için en uygun metodun
kullanılması gerektiğine de işaret vardır.
Takva kavramının
Kur'an'ın iniş süresince kazandığı anlam genişlemesini dikkate alarak,
Medine'de inmiş olan bu âyetteki takva kökünden fiilleri "Allah'tan
korkmak" yerine ."Allah'a, O'nun buyruklarına, hükümlerine saygı
göstermek ve bu yönde çaba harcamak" şeklinde kapsamlı olarak yorumlamak
daha isabetlidir. [581]
Râzî'nin, bu âyet münasebetiyle yapmış olduğu "Takva haramları terketmek,
vacipleri (buyrukları) yerine getirmektir" şeklindeki tanım, bütün buyruk
ve yasakları içine alması bakımından takvanın oldukça kapsamlı tanımı
sayılabilir. Râzî'ye göre takvanın kapsamına giren görevler arasında en ağırı
savaş olduğu için bu âyetin hemen devamında savaş buyruğu yer almıştır.[582]
Meali
190, Sizinle
savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, Fakat aşırdığa sapmayın; Allah
aşırılığa sapanları sevmez.
191. Onlan
yakaladığınız yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın.
Fitne öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haranı civarında onlar sizinle
savaşmadıkça siz de orada onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşmaya
kalkışırlarsa o zaman onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir!
192. Eğer onlar
vazgeçerlerse, artık Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
193. Fitne ortadan
kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın; fakat
vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur.
194. Haram ayın
karşılığı haram aydır; saldırmazlık kurallarına riayet karşılıklıdır. Şu halde
kim size saldırırsa, onun saldırısının dengiyle siz de ona saldırın, Allah'ın
hükmüne saygılı olun ve bilin ki Allah kendisine saygılı olanların yanındadır.
195. Allah yolunda
harcama yapın; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin, kuşkusuz
Allah iyilik edenleri sever. [583]
Tefsiri
190.
Zemahşerî'nin açıklamasına göre [584]
"Allah yolunda savaşmak" deyimi, "Allah'ın ismini yüceltmek ve
O'nun dinini güçlendirmek için cihad etmek" anlamına gelir. Hicretten
önce, şartlar ne olursa olsun, müslümanlann müşriklerle savaşmaları
yasaklanmış, onlarla ilişkilerde barışçı yöntemlerin izlenmesi emredilmişti.
Hicretten sonra müslümanlar kendi devletlerini kurup siyasal bağımsızlıklarına
kavuşunca, zamanla ayrıntıları belirlenen bazı şartlara ve kurallara riayet
etmeleri kaydıyla, savaşmalarına izin verilmiş ve gerektiğinde emredilmiştir.
Bu iznin İlk kez Hac sûresinin 39. âyetiyle verildiği anlaşılmaktadır; ancak
konumuz olan âyeti de bu çerçevede düşünmek mümkündür. Âyette özellikle
savunma amaçlı savaşın emredildiği görülmektedir ve İbn Atıyye'ye göre [585] bu,
savaşı emreden ilk âyettir.
Müfessirlerin çoğunun
görüşüne göre âyetin "Aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları
sevmez" mealindeki bölümü hem haksız saldırıyı hem de başlanmış bir
savaşta aşın gitmeyi, gereksiz kan dökmeyi ve çevreye zarar vermeyi [586] yasaklamaktadır.
Nitekim Zemahşerî, âyetin, savaşı başlatmayı yani savaş çıkarmayı yasakladığı
gibi, başlamış bir savaşta kadınların, yaşlıların, çocukların ve benzerlerinin
öldürülmesini, anlaşmalı bir topluluğa saldırılmasın!, baskın saldırılar
düzenlenmesini de yasakladığını ifade etmiştir. Taberî'nin aktardığı bazı rivayetlerde
[587] din
adamları ve tek taraflı olarak ateş kesip banş teklifinde bulunanlar da
öldürülmesi yasaklananlar İçinde gösterilmiştir. Esasen âyetin "Sizinle
savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın" şeklindeki ifadesinden, sadece
fiilen savaşa katılanların ve savaşmayı sürdürenlerin öldürülebileceği açıkça
anlaşılmaktadır. [588]
191-192.
"Onları yakaladığınız yerde öldürün" ifadesindeki
"onlar"dan maksat bir önceki âyette geçen müslümanlara karşı savaş
açan düşman tarafıdır. Kuşkusuz barış zamanlarında barışın kural!an savaş
zamanlarında da savaşın kuralları geçerlidir. Önceki âyetin ikinci bölümünde
müslümanlara haksız saldırılara ve her türlü aşırılığa sapmaları yasaklanarak
savaşın temel ahlâk ilkesi açıkça belirtildikten sonra, burada da düşmana hücum
ederek askerlerinin yakalanıp öldürülmesi savaşı kazanmanın gereği olarak
ortaya konmaktadır. Zira savaşa kazanmak için girişilir. İnsan gücünün birinci
derecede önem taşıdığı bir savaşı kazanmanın ilk şartı da -özellikle klasik
savaş şartlarında- düşmanın insan gücünü kırmaktır. Hayatın gerçeklerinin,
kötülükleri önlemede savaşmayı gerekli kıldığı durumlarda "barışçılıktan
söz etmek anlamsızdır. Kur'ân-ı Kerîm olması gerektiği kadar barışçıdır.
Bununla birlikte miislümanın sebep olmadığı bir savaşta teslimiyetçi davranmayı
veya girişilen bir savaşı kazanmanın gereklerini, hümanist olduğu İleri sürülen
ütopik fikirlere feda etmeyi de onaylamaz. "Haksızlık etmeme ve haksızlığa
uğramama"yı emreden âyet [589] Kur'an'm bu husustaki temel kuralı olarak alınmalıdır.
İslâm kültüründe geniş
bir kullanım ve etki alanı kazanmış olan âyetteki fitne kelimesi, genellikle
"sınama, deneme, maddî ve manevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle
imtihan etme"; özellikle hadislerle diğer İslâmî literatürde "dînî,
sosyal ve siyasî kargaşa" anlamında yaygın olarak kullanılan bir terimdir.
İnanç uğruna mâruz kalınan ağır işkence için de fitne kelimesi kullanılmıştır. [590]
Fitne her zaman İnsan İçin bir sıkıntı veya risk anlamı taşır. Ancak fitne
olarak değerlendirilen bir durumla karşılaşan insanın bunun bir imtihan olduğu
bilincini koruyarak bu tehlikeli sınavı başarıyla sonuçlandırması mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında fitne, inanma iradesini daha da güçlendirme, ahlâkî
bakımdan arınma, insanın imanındaki kararlılığını ve erdemli yaşayışını
kanıtlama fırsatı vermesi itibariyle ferdin veya toplumun dinî ve ahlâkî
gelişmesine katkısı olan bir imtihan ve deneme yolu olarak da değerlendirilmektedir.
Nitekim Cürcânî [591] ve
Tehânevî [592] gibi bazı bilginlerin
fitne hakkındaki tariflerinde bu hususun dikkate alındığı far-kedilmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de otuz
dört âyette fitne kelimesi, yirmi altı âyette de türevleri geçmektedir.
Fitnenin Kur'an'daki kullanımına göre anlamlarını tespit etme hususunda en
önemli kaynak olarak bilinen ve bu bakımdan bazı özel araştırmalara konu olan
Taberî'nin Câmi'u'l-beyân'ı da dikkate alındığında fitne ve türevlerinin
Kur'an'da başlıca şu mânalarda kullanıldığı görülür: Sınama (ibtilâ), deneme
(ihtibâr) ve imtihan [593] şirk, inkâr, müşriklerin müslümanlara
uyguladıkları, inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan baskılar, [594] dalâlet,
sapma, saptırma[595] azap,
işkence, ateşe atma[596]
düşman saldırısı [597]
Allah'ın, kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı niyet ve
tutumlarını ortaya çıkarması[598] günah
[599]
şeytanın hile ve tuzağı[600]
şeytanın zayıf ruhlu kişilere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu[601] nifak [602] delilik[603]
Taberî sık sık Arap
dilinde fitnenin asıl anlamının "deneme ve sınama", bilhassa
"ateşe atarak deneme" olduğunu belirtir ve öteki kullanımların da
temelde bu mâna ile ilişkili bulunduğuna İşaret eder. Deneme ve sınama bazan
insanlar için daima bir risk taşıyan mal-mülk, evlât, sağlık gibi nimet sayılan
değerlerin verilmesiyle olduğu gibi, çok zaman yokluk hastalık, musibet,
şeytan veya düşman tasallutu gibi üzüntü ve sıkıntılara mâruz bırakılmakla da
olmaktadır.[604]
Kur’ân-ı Kerîm'de
fitne kavramının ifade ettiği deneme ve sınamanın çeşitli şekillerine işaret
edilmiştir. Fitne Allah tarafından kullarına yöneltilmiş bir deneme ve sınama
olabilir. Allah insanların iman ve ahlâktaki samimiyetlerini kanıtlamaları
için bir fitne (imtihan) olmak üzere onları hayırla da şerle de (hem nimet hem
de sıkıntılarla) sınar [605]
İnsanlar "dünya hayatının geçici güzellikleriyle" imtihan edilirler [606] Mal
ve evlât birer fitne (imtihan) vasıtasıdır [607] Bol
rızık veya genel olarak herhangi bir nimet de fitnedir. [608] Buna karşılık insanlar bir kederle[609] çeşitli belâlarla da[610]
imtihan edilirler. Fitne insanlar arası ilişkilerde de söz konusu olabilir.
İnkarcıların müstümanlara karşı olumsuz tavırları müslümanlar için bir
fitnedir; zira böylece onların sabır ve sebatları denemeden geçirilmiş olur. [611] Öte
yandan müslümanlann mâruz kalacakları herhangi bir sıkıntılı durum da
kâfirlerin bundan yanlış sonuçlar çıkarmalarına yol açan bîr fitne olabilir.
Nitekim müfessirler "Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir sınama (fitne)
konusu yapma"[612] mealindeki
âyeti, "Bizi onların eliyle veya başka bir şekilde eza ve cefaya uğratma;
aksi halde inkarcılar, bizim hakkımızda 'Eğer bunlar doğru yolda olsalardı
böyle sıkıntılara mâruz kalmazlardı' şeklinde yanlış düşüncelere
kapılırlar" tarzında açıklamışlardır. [613]
Kur'an'a göre insan inkarcılık, münafıklık gibi yanlış inançları veya kötü
davranışları sebebiyle kendi kendisinin de fitnesi olabilir. [614]
"Kalplerinde eğrilik olanlar"ın Kur'an'dakİ müteşâbih âyetleri
dillerine dolamalarının hedefi "fitne çıkarmak" [615] yani
inananların zihninde şüphe ve tereddütler meydana getirmektir. [616]
Kur'an'da ashâbü'I-uhdûd diye anılan inançlı insanlar da inkarcılar tarafından
ateşe atılmak suretiyle işkenceye tâbi tutulmuş ve böylece fitneye mâruz
bırakılmışlardır. [617]
Bazı âyetlerde müşriklerin müslümanlan dinlerinden vazgeçirmek, tekrar
inkarcılık ve putperestliğe döndürmek maksadıyla giriştikleri yıkıcı
faaliyetler, keza münafıkların, farklı metotlarla da olsa aynı yöndeki
girişimleri [618] fitne kavramıyla ifade
edilmiştir.
Fitne kavramı
Kur'an'dakİ anlamlarıyla hadislerde de geniş ölçüde geçmektedir. [619]
Hadislerde ayrıca "deceâl fitnesi", "mesih fitnesi"
şeklindeki deyimlerle kıyamet alâmetleri diye bilinen gelişmelere de fitne
denildiği görülür. Hadislerde fitne "dinî ve siyasî sebeplerle ortaya
çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş" anlamında da yaygın olarak
geçmekte; İslâm'ın ilk asırlarından itibaren vuku bulan dinî ve siyasî
çalkantıları, sosyal huzursuzlukları haber veren bir konumda da kullanılmaktadır.
Bu hadislerde fitne genellikle İslâm ümmetinin birlik ve bütünlüğünü tahrip
eden bir komployu veya her türlü yıkıcı faaliyetleri ifade eder. Bunların birinde
Hz. Peygamber "Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin
arasından aktığını görüyorum" buyurmuştur. [620] Hadis bilginleri burada özellikle Hz.
Osman'ın şehid edilmesiyle başlayıp sonraki dönemlerde devam eden kargaşa ve iç
savaşlara işaret edildiğini belirtirler. [621] Ebû
Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadiste "Zaman yaklaşacak, ameller
azalacak, aç gözlülük yayılacak, fitneler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları
artacak" denilmiştir. [622] Aynca
Buhârî, zamanla insanlar arasında bilgi ve dindarlık farkları kalkıp herkesin
cehalette ve dinî konulardaki gevşeklikte birbirine benzemeleri, amellerin
azalması, fitnenin çoğalması, öldürme olaylarının artması, can güvenliğinin
ortadan kalkması gibi olumsuz gelişmelerin vuku bulacağını haber veren hadisleri
"Fitnelerin Zuhuru" başlığını taşıyan babda toplamak suretiyle fitne
kavramının kapsamını dinî, ahlâkî, İlmî ve sosyal çöküş anlamlarını kapsayacak
şekilde geniş tutmuştur [623] "Yakında
fitneler meydana gelecektir. O sıralarda oturan ayakta durandan, ayaktaki
yürüyenden, yürüyen de koşandan hayırlıdır" [624]
anlamındaki ifadelerle başlayan hadiste de genellikle İlk iki asırdaki kargaşa
ve iç savaşlara işaret edildiği düşünülür.
İslâm âlimleri
genellikle Hz. Osman'ın öldürülmesiyle (35/656) doruk noktasına ulaşan kanlı
siyasî buhranı ilk fitne sayarlar [625] ve
bu olayı ayrıca "büyük fitne" diye de adlandırırlar.
Fitne kavramının tarih
boyunca müslümanlann ruhunda ürkütücü tesirler uyandırmasında ilk dönem
müslümanlan arasında ortaya çıkan üzücü olayların özellikle İlk iki asırda
yaşanan siyasî çalkantıların bıraktığı derin izlerin payı büyüktür. Onlar,
fitnenin Kur'an'daki ağırlıklı mânasını da dikkate alarak, bu çalkantıların
vuku bulduğu zamanlan dine, İslâm cemaatine ve meşru idareye bağlılıkları
konusunda denendikleri ve bu bağlılıklarım ispat etmek durumuyla karşı karşıya
bulundukları dönemler olarak düşünmüşlerdir. Hz. Osman'ın öldürülmesiyle
başlayıp Cemel Vak'ası (36/656), Sıffîn Savaşı (37/657), bu savaştan sonra
başlayıp uzun yıllar devam eden Haricî ayaklanmaları, Emevî iktidarına karşı
ayaklanan Abdullah b. Zübeyr'in Hicaz'daki hâkimiyetine son vermek üzere Yezîd
b. Muâviye'nin gönderdiği ordunun Medine yakınındaki Harre'de Medineliler'le savaşarak
şehri yağmalaması (63/683), aynı maksatla Abdülmelik b. Mervan tarafından
gönderilen Haccâc b. Yûsuf kumandasındaki ordunun altı ay kadar süren Mekke
muhasarası ve İşgali ile Abdullah b. Zübeyr'in öldürülmesi (73/692) gibi kanlı
olaylar ve iç savaşlar İslâm toplumunun karşılaştığı ilk fitne hareketleri olarak
tarihe geçmiştir. Özellikle Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayı müslümanlann dinî
ve siyasî kamplara bölünmesine yol açan daha sonra Sünnî-Şiî ihtilâfının
kökleşmesiyle gelecek kuşaklan derinden etkileyecek olan fitnelerin başlangıcı
sayılır.
Konumuz olan âyetin
"Fitne, öldürmekten daha kötüdür" cümlesinde geçen fitne kelimesinin,
hadislerde geçen "siyasî ve sosyal kanşıklıklar" anlamıyla ilgisi
olmayıp, tefsirlerde kısaca "Allah'a ortak koşma; müşriklerin müslumanlara
uyguladıkları, inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan, daha genel olarak onlann
iman-lannı tehlikeye sokan maddî ve manevî baskılar, İslâm ve müslümanlar
aleyhindeki tertipler ve propagandalar" şeklinde açıklanmıştır. [626] Âyete
göre bir müslümanın böyle bir tehlike sonucu imanım kaybetmesi, masum birini
Öldürmesinden daha büyük bir suçtur (veya kendisinin müslüman olarak öldürülmesinden
daha kötüdür). Mekke döneminde müşrikler tarafından yoğun baskılarla, zulüm ve
hakaretlerle uygulanan bu fitne faaliyetleri hicretten sonra da bilhassa Medine
dışındaki müslüman kabilelere yönelik olarak sürdürülmüş; henüz müslümanlığı
yeterince benliklerine sin-dirememiş olan bu kesimlerden bir kısmının
putperestliğe dönmeleri bile sağlanmıştır.[627]
Ayrıca bu şekildeki bir inkâr tehlikesi yalnız ük dönemlerde olmuş bitmiş bir
durum olmayıp sonraki zamanlarda benzer durumlar yaşandığı gibi, günümüz
dünyasında da müslümanlar dinleri, inanç ve ahlâkları konusunda zaman zaman son
derece ağır imtihanlar yaşamakta, çok yönlü ve çok çeşitli yıkıcı
faaliyetlerle karşı karşıya kalabilmektedirler. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'in,
söz konusu fitneler karşısında mutlaka tedbirli olmayı ve olabildiğince bu tür
gelişmelerle mücadele etmeyi amaçlayan uyarısının Önemi devam etmektedir.
191. âyet Hz.
İbrahim'den beri kutsaf mekân olma özelliğini sürdüren Mes-cid-i Haram
dahilinde kan dökmeyi yasaklayan geleneği devam ettirmekte; ancak 192. âyette
bir saldın vuku bulursa buna karşı konulması emredil mekte; saldırıdan
vazgeçilmesi halinde Allah'ın gafur ve rahim olduğu bildirilerek, müslümanlann
da, artık savaşmayı durduranlara karşı şiddet kullanmamaları gerektiği ima edilmektedir.
Bu ve bundan sonraki
âyetlerin iniş sebebiyle ilgili bir rivayete göre Hz. Peygamber, hicretten
sonra ilk defa Mekke'yi ziyaret etmek üzere kalabalık bir müslüman grupla yola
çıkmış; fakat Hudeybiye denilen yerde Mekkeli müşriklerin engellemesiyle
karşılaşmış; meselenin savaşmadan halledilmesi yolunu seçmişse de, bir müşrik
birliğinin saldırıya kalkışmaları üzerine savaşa izin veren bu âyetler inmiştir.[628]
193. Burada
savaşılması emredilenler de 190. âyetteki topluluk, yani müslümanlara karşı
savaş açanlardır. Ayetteki fitne kelimesi eski müfessirlerin çoğu tarafından
"Allah'a ortak koşma, inkâr etme (küfür)" şeklinde açıklanmıştır.[629]
Fahreddin er-Râzî ise buradaki fitne kelimesiyle ilgili iki farklı açıklama
getirmektedir:
1.
Müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesi ve riski, bu yöndeki baskılar,
tertipler.
2. Düşman
tarafından gelebilecek toplu saldırı riski.
Râzî'nin naklettiği
iki yoruma göre de âyetteki savaş buyruğunun asıl hedefi, küfür ve şirki
büsbütün ortadan kaldırmak ve herkesi müslüman yapmak değildir. Esasen
insanları savaşarak müslüman yapmak pratik bakımdan da imkânsızdır. Çünkü iman
bir ikna ve gönüllü kabul işi olup Kur'ân-ı Kerîm de bunu açıkça ifade etmiştir.
[630]
Öyle görünüyor ki âyetteki fitne kelimesi Râzî'nin işaret ettiği her iki
anlamı da içermektedir.
Şu halde âyete göre
savaşın ana hedefini, "müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesini ve
düşman tarafından gelebilecek toplu saldın riskini ortadan kaldırmak, herkes
için geçerli bir din ve inanma özgürlüğü ortamı sağlamak" şeklinde
Özetlemek mümkündür. Çünkü "dinin Allah için olması" yalnız İslâm
dinine değil, diğer dinlere inanan ve dinlerinin gereklerini yaşayanların da
baskıya mâruz kalmamaları, kendilerine din seçme hürriyetinin verilmesi hükmünü
İçermektedir. Çünkü zorlama sebebiyle dile getirilen imanın da ibadetin de
hükmü ve değeri yoktur.
Âyetin sonunda
"Fakat (müşrikler) vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak
yoktur" buyurulmakla birlikte, hangi şeyden vazgeçecekleri belirtilmemiştir.
Bu ya küfür ve şirkten veya savaşmaktan vazgeçmek olabilir. [631]
Taberî bu kısmı her ikisinden de vazgeçmek şeklinde yorumlamış ve şöyle
açıklamıştır: "Size savaş açan inkarcılar, savaşmayı bırakır da sizin
dininize girer, Allah'ın size yüklediği vecîbeleri kabul eder, putlara tapma
âdetlerinden vazgeçerlerse artık onlara saldırmayın, onlarla savaşıp cihad
etmeyi bırakın. Çünkü yalnız zalimlere yani Allah'a şirk koşup O'na kulluk
etmeyi reddedenlere, yaratıcılarından başkasına ibadet edenlere
saldrnlabilir" [632] Ancak
yine Taberî'nin aktardığı bilgilere göre [633]
âyetin, "...zalimlerden başkasına saldırmak yoktur" anlamındaki son
cümlesi, "Size savaş açandan başkasıyla savaşmayın" şeklinde de
açıklanmış olup kanaatimize göre bu yaklaşım, konumuz olan âyetlerin akışına,
Kur'an'ın genel tavrına ve Hz. Peygamber'in Hudeybiye'de müşriklerle antlaşma
yapması gibi tatbikatına [634]
daha uygun düşmektedir. [635]
194. Haram
"yapılması yasaklanmış olan, dokunulmaz, kutsal" anlamına gelir.
"Haram ay" tabiri ise, savaş yapmanın yasak ve haram olduğu, diğer
bir deyişle barış dönemi olan ayları ifade eder. Bunlar kameri takvime göre
birinci, yedinci on birinci ve on ikinci aylardır (muharrem, receb, zilkade,
zilhicce).
Hz. Peygamber hicretin
6. yılında, töre gereği savaşılması yasak olan aylardan zilkade ayında umre
yapmak, muhacirlerin sıla özlemini gidermek, ashabın Kabe'yi putlardan
arındırma idealini canlı tutmak ve belki de diğer sorunların çözümüne daha çok
zaman ve fırsat ayrılabilmesi için Mekkeliler'le bir barış antlaşması yapmak
gibi düşüncelerle 1400 müslumanla birlikte Mekke'ye doğru yola çıktı. Yolda
Mekke'ye 17 km. mesafedeki Hudeybiye denilen yerde konakladılar.
Mekkeliler'in
müslümanlar üzerine gönderdiği elli kişilik silâhlı birlik esir alındı; bununla
birlikte Resûlullah barışçı niyetlerle geldiklerini göstermek için esirleri
serbest bıraktı. Kabe'yi ziyaret maksadıyla geldiklerini bildirmek üzere Huzâa
kabilesinden bir müslümam Mekkeliler'e elçi gönderdi; bundan sonuç alamayınca,
Mekke'de büyük itibar sahibi olan Hz. Osman'ı gönderdi. Hz. Osman'ın dönmesi
gecikince, durumdan kaygılanan Hz. Peygamber Mekkeliler'le mücadele edeceklerine
dair müslümanlardan biat aldı. Onların kararlılığını öğrenen Mekkeliler,
müslümanlarla barış anlaşması yapmak üzere bir heyet gönderdiler. Yapılan anlaşmanın
ük maddesine göre müslümanlar o yıl geri dönecekler, ancak ertesi yıl üç gün
süreyle Mekke'yi ziyaret edebileceklerdi. İlk bakışta müslümanlann
aleyhi-neymiş gibi görünen bu anlaşma ile elde edilen barış ve güvenlik ortamı
zamanla müslümanlar için büyük faydalar sağladı. İlk madde uyarınca müslümanlar
ertesi yılın aynı haram ayında Mekke'yi ve Kabe'yi ziyaret ettiler. Böylece âyetteki
ifadesiyle "haram aym karşılığı haram ay" oldu; yani 6. yılın haram
aymda gerçekleşmeyen ziyaret 7. yılın haram aymda gerçekleşti. Aynı âyetin
hükmüne göre haram aylarda savaş yasağına uyup uymamak da karşı tarafın
tutumuna bağlıydı. Onların bu yasağı ihlâl edip müslümanlara karşı saldırıya
geçmeleri, dengiyle karşılık verme hakkını doğuracaktı. Görüldüğü gibi bu
âyette de "dengiyle" kaydı konularak, müslümanlar aşırıya sapmama
konusunda uyarılmıştır. "Allah'ın hükmüne saygılı olun ve bilin ki Allah
kendisine saygılı olanların yanındadır" şeklindeki ifadeler de aynı
uyarıyı pekiştirmektedir. [636]
195. Konumuz
olan âyetlerin içeriği dikkate alındığında, "Allah yolunda harcama
yapmak", öncelikle savaş masraflarını karşılamayı, ülkenin savunulması
için gerekli olan maddî fedakârlıklarda bulunmayı ifade eder. Ancak nüzul
sebebinin belirli olması âyetin hükmünü o sebeple sınırlamayı gerektirmez. Buna
göre âyet, insanın sahip olduğu maddî İmkânlardan kendine Allah'ın hoşnutluğunu
ve âhiret mutluluğunu kazandıracak hayır yollarına harcamada bulunmasını,
Kur'ânî kavramla infakta bulunmasını emretmektedir. Müslüman âlimlerce ve
İslâm medeniyeti tarihinde, böyle bir niyete dayanması şartıyla ülkenin
savunulması, hac hizmetleri, yoksulların desteklenmesi; okul, cami, yol,
köprü, çeşme, bakımevleri gibi toplumsal hizmet ve hayır müesseselerinin
kurulması ve güçlendirilmesi, hatta tabiatın korunup geliştirilmesine kadar çok
çeşitli hizmetler için yapılan her türlü harcama Allah yolunda harcama
sayılmıştır. [637] Savunma ve diğer
hizmetler için yapılan harcamalar hem harcama yapanın dinî hayatı hem de ülkenin
ve toplumun güvenliği, geliştirilmesi ve güçlendirmesi için son derece gerekli
olduğundan âyetin devamında "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"
buyurulmak suretiyle bir bakıma, cimrilik yaparak bu tür harcamalardan kaçınmanın
miislüman toplumlar ve bireyler için tehlike teşkil ettiği haber verilmiş;
âyetin sonunda bir defa daha müsliimanlar iyilik etmeye çağrılarak Allah'ın
iyilik edenleri sevdiği müjdesi verilmiştir. [638]
Meali
196. "Haccı re
umreyi Allah için eksiksiz yerine getirin; engellenirseniz kolayınıza gelen bir
kurban gönderin. Kurban, mahalline ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin.
Fakat içinizden biri hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa (tıraşını
olup) oruç, sadaka veya kurban olarak bir fidye ödesin. Güvenlikte olduğunuzda
hacdan önce umre yapan kişi, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin.
Bulamayan ise hac sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra da yedi gün yani tam
on gün oruç tutmalıdır. Bu, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar
içindir. Allah'ın buyruğuna saygılı olun ve bilin ki Allah'ın cezalandırması
çok şiddetlidir. [639]
Tefsiri
196.
Sözlükte hac "amaçlamak, yönelmek" demektir. Dinî bir terim olarak
"belirli vakitte Arafat'ta bulunmak (vakfe) ve usulüne uygun olarak
Kabe'nin çevresinde dönmek (tavaf) suretiyle yerine getirilen ibadet"i
ifade eder.
Hac ismini taşıyan
sûrede (22/27,29) Hz. İbrahim'e hitap eden ve "İnsanlar arasında haccı
ilân et..." buyruğu İle başlayan âyetlerden anlaşıldığına göre hac,
Kabe'nin de banisi olan Hz. İbrahim'den kalma bir ibadettir. Bazı rivayetlerde
bu ibadetin tarihi daha da gerilere, hatta Hz. Âdem'e kadar götürülmektedir. [640] Câhiliye
döneminde de -bazı putperest uygulamalar karıştırılmış olmakla birlikte-
Kabe'yi tavaf, Arafat ve Müzdelife'de vakfe,sa'y, kurban kesme gibi
uygulamalarla hac ve umre devam ettirilmekte; hacılara yönelik beslenme,
barınma, güvenlik gibi hizmetler de düzenli biçimde yürütülmekteydi. İslâmiyet'in
doğuşu sırasında da aynı uygulamalar mevcuttu.
Tercih edilen görüşe
göre (bk. a.gm., s. 388-389) hicretin 9. yılında farz kılınan hac İslâm'ın beş
şartından biridir. Kur'ân-ı Kerîm'de haccın farz olduğunu bildiren en kesin
ifade Âl-İ İmrân sûresinin 97. âyetidir. Aynca Hz. Peygamber'in sünneti,
müslüman bilginlerin ortak görüşleri ve bütün müslümanlann uygulama birliği de
haccm farz olduğunu göstermektedir. Hayatında bir defa hac yapan müslüman bu
görevi yerine getirmiş olur. Buna göre yoksul iken hacca gitmiş olan bir
müslüman daha sonra zenginleşse artık bir defa daha hac yapması gerekmez.
Hanefîler'e göre hacla
ilgili başlıca hükümleri şu şekilde özetlemek mümkündür: Haccın Rükünleri.
Haccın asıl farzları demek olan rükünleri, Arafat'ta vakfe yapmaktan ve ziyaret
tavafından ibarettir. Ancak fıkıh bilginlerinin çoğu, hac niyetiyle ihrama
girmeyi, Safa ile Merve arasında koşmayı da (sa'y) bu iki rükne eklemişlerdir.
Haccın Farz Olmasının Şartları, Bir kimseye haccın farz olması için,
a) Müslüman,
b) Akil
(temyiz gücüne sahip),
c) Baliğ
(ergin),
d) Özgür,
e) Hac yapacak
güce ve imkâna sahip,
f) Vaktinin
elverişli olması gerekir.
Haccı Yerine Getirmenin (Edasının) Şartlan,
a) Vücutça
sağlıklı olmak,
b) Yol
güvenliğinin bulunması,
c) Hac mevsimi
sırasında seyahat özgürlüğünün bulunması,
d) Mekke'ye
en az
e) Boşanmış
veya eşi ölmüş olan kadının evlenmesini engelleyen bekleme süresini (iddet)
tamamlamış bulunması gerekir.
Mâlikîler'e göre
güvenli yolculuk imkânı varsa kadınların grup oluşturmaları veya kadınlı
-erkekli grup içinde olmaları da yeterlidir. Böyle durumlarda yukarıda
"Haccı Yerine Getirmenin Şartlan" bölümündeki (d) şıkkında gösterilen
şart aranmaz. Günümüz imkân ve şartlarını dikkate alarak, diğer mezhep
mensuplarının da Mâlikîler'in bu görüşüyle amel edebilecekleri kanaatindeyiz.
Haccm Geçerli (Sahih) Olmasının Şartları. Başlanan bir haccın geçerli ve makbul olması için,
a) Müslüman
olmak,
b) Akil
(temyiz gücüne sahip) olmak,
c) Hac
niyetiyle ihrama girmek,
d) Haccın
rükünlerini özel zamanlarda yerine getirmek,
e) Yine
bunları Özel mekânlarda yerine getirmek.
Bunlardan başka fıkıh
kitaplarında haccın vacipleri, sünnetleri, hac sırasında yapılması sakıncalı
tutum ve davranışlarla hacca hazırlık, gidiş yolculuğu, uygulanması ve dönüş
yolculuğunun âdabı gibi çeşitli konularda ayrıntılı bilgiler yer alır. Ayrıca
hac hayli ayrıntılı ve karmaşık bir ibadet olduğu, bazı yanlışların yapılması
halinde bedeller ödenmesi gerektiği için, hac yolculuğunun başlangıcından
bitimine kadar süren uygulamasıyla ilgili geniş bilgiler verilir; değişik uygulama
aşamalarının her birinde okunması uygun olan duaların metinleri aktarılır.
Hem malî hem de bedenî
ibadetler olan hac ve umre, gerek birey gerekse ümmet çapında çok geniş etkiler
bırakan çok yönlü yararlan bulunan ibadetlerdir. Hac her şeyden önce, Allah'ın
buyruğu olması itibariyle önem taşır ve müslüman, bu buyruğa uymak düşüncesiyle
pek çok zorluk ve fedakârlıklara katlanarak bu ibadeti yerine getirmekte
inancının derinliğini dışa vurmuş olur. Bu sebeple Gaz-zâlî haccı, "dinin
kemale ermesi ve teslimiyetin tamamlanması" diye tanımlamıştır. [641] Hac
bir anlamda inanan insanların Allah'ın buyruğuna uyarak yurtlarını, ailelerini,
dostlarını, servetlerini terketmeye, arzularını sınırlayıp sıkıntılara göğüs
germeye hazır olduklarının bir ifadesi, bunu yansıtan bir uygulamadır. Bu
sebeple bilhassa tasavvuf geleneğinde hacca hazırlık aşaması, bir yönüyle ölüme
hazırlığa, ihram da kefene benzetilmiştir. Çünkü hac ibadeti süresince, özellikle
ihramlı iken kul âdeta dünyayı ve dünya işlerini terketmiş; kendisini Allah'a
kulluğa vermiş, O'nun iradesine teslim olmuştur. Böylece bir bakıma hac
"ölmeden önce ölmek"tir; Allah'ın huzurunda hesaba çekilmeden önce
kulun kendisiyle hesaplaşmasıdır. Hac esnasında insanlara ve bitkilere zarar
vermenin yasaklanması, müslümariın hemcinslerine ve tabiata daha çok saygı
duymasını telkin eden anlamlı bir görevdir; şeytan taşlama ise âdeta bütün
hacılarca günahlara ve günahkârlığa karşı duyulan nefretin eyleme
dönüşmesidir. Bu sebeple namazdaki hareketler ve özellikle secde nasıl sembol
diye hafife alınamazsa şeytan taşlama ve diğer hac sembolleri de küçümsenemez,
terkedilemez.
Dünyanın hemen bütün
milletlerinden, farklı dilleri konuşan, sayısı milyonları bulan müslümalann,
İslâm'ın en kutsal beldesinde en kutsal zamanda ruhları aynı inanç, duygu ve
heyecanla dolmuş, bedenleri aynı örtüye bürünmüş olarak bir araya gelmeleri,
hep birlikte aynı kuralları uygulamaları, aynı tekbir ve tehlîli terennüm
etmeleri muhteşem bîr tevhid manzarası oluşturur. Çok uzak ülkelerin
müslümanlan, -birbirlerinin dillerini anlamasalar da- aynı duygu, düşünce ve
inancı paylaştıklarını hisseder ve yaşarlar; birbirlerini tanıma ve kendi
ülkelerindeki dindaşlarına tanıtma fırsatını bulurlar. Hac insanın bedensel ve
malî birçok fedakârlığa katlanarak kulluğunu rabbine arzettiği, inancındaki
sadakati gösterdiği dinî bir vecîbe olduğu kadar, dünya müslümanlarının her
yıl gerçekleştirdikleri, ortak sorunlarını en üst düzeyde ve en geniş katılımla
görüşüp tartışma imkânını buldukları bir zirvedir. Bizzat Hz. Peygamber,
hayatının ilk ve tek haccını bu anlayış içinde icra etmiş; hac pratiklerinin
(menâsik) icra edildiği çeşitli mekanlardaki konuşmaları yanında, özellikle
"Veda hutbesi" diye tarihe geçen ve müslümanların ortak meselelerine
ilişkin görüşlerini ve çözümlerini içeren[642]
konuşmasıyla haccın, yalnız uhrevî yararı olan ruhanî bir ibadet olmadığını,
aynı zamanda dünyevî meselelerin gündeme getirildiği müslüman milletler arası
bir zirve işlevi görmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
Bütün güzellikleriyle
hac müslüman için bir özlemdir ve müslüman -başka amaçlar için para kazanması
yanında- kendine peygamber yurdunu görüp, zaman sınırlarını aşarak ashap ile
bütünleşme duygularını yaşatacak, manevî arınmaya ulaştıracak, dünyadaki
kardeşleriyle buluşturacak ve nihayet bağışlanmış olarak dönmek gibi nice
erişilmez güzellikleri yaşatacak olan hacca gidebilmek için de para kazanmaya
çalışır.
Sözlükte
"ziyaret" anlamına gelen umre, dinî bir terim olarak "yerinde
giyilmiş ihramla Kabe'nin çevresinde dönmek (tavaf) ve Safa ile Merve arasında
koşmak (sa'y) suretiyle yerine getirilen ibadet'ı ifade eder. Haccın aksine,
umrenin belirli bir vakti bulunmamakla birlikte, ramazan ayında yapılmasının
daha sevap olduğunu bildiren rivayetler vardır. Yerine getirilmesi Hanefîler'le
Mâlikîler'e göre sünnet-i müekkede, Şâfiîler'le Hanbelîler'e göre İse vaciptir.
Ayetin hükmünün genel
olduğu dikkate alınarak metindeki "etimmû..." kelimesi
"Eksiksiz yerine getirin" şeklinde çevrilmiştir. Ancak bu âyetin, Hz.
Peygamber ve diğer müslümanların Kabe'yi ziyaretlerine izin verilmemesi
üzerine imzalanan Hudeybiye Anlaşması'ndan sonra indiği dikkate alınarak,
sözleşme uyarınca bir sonraki yılda yarım kalan bu ziyaretin tamamlanmasını
emrettiği, bu sebeple ilgili kelimenin "tamamlayın" diye de çevrilebileceği
belirtilmektedir[643]
Âyetteki "Allah için" kaydı, "Haccı ve umreyi yalnız Allah'a
ibadet maksadıyla yapm; başka amaçlar gütmeyin, hacca riya katmayın"
anlamına gelir,
Müslümanların hicretin
7. yılı Zilkade ayında[644]gerçekleştirdikleri
umre ziyaretine İslâm tarihinde "umretü'1-kazâ" denilmiştir. Bu umre
yolculuğuna 2000 civarında müslüman katıldı; bunlar tekbirler getirerek
Mekke'ye girdiler. Mekkeliler, şehri boşaltarak etraftaki tepelerden
müslümanları izlediler. Üç gün süren bu umre süresince bir yandan da muhacirler
eski yurtlarını görüp Mekke'de kalan yakınları hakkında bilgi topladılar.
Âyette,
"Engellenirseniz kolayınıza gelen bir kurban gönderin"
buyurulmak-tadır. Buradaki engelden maksat ağırlıklı görüşe göre, hac yapma
imkânım ortadan kaldıran veya tehlikeye düşüren hastalık, yol emniyetinin
olmayışı, düşman tehlikesi gibi iç ve dış olumsuzluklardır. Nitekim âyetin
devamındaki "güvenlikte olduğunuzda" ifadesi de bunu
desteklemektedir. Mealinde "kurban" diye çevirdiğimiz hedy kelimesi,
sözlükte "gönderilen, hediye edilen" demektir veya hediye kelimesinin
çoğuludur. [645]Dinî bir terim olarak,
"Kabe'ye hediye olarak kesilen kurban" anlamına gelir. Konumuz olan
âyette de işaret buyuruldu-ğu üzere, aynı hac döneminde hem hac hem de umre
yapanların (kıran ve temettü' haccı) kurban kesmesi vaciptir; sadece hac (ifrad
haccı) yapanlar ise isterlerse kurban kesmeyebilirler.
Âyette bir engel
yüzünden Kabe'ye varamayanların uygun bir kurbanlık göndermeleri, bir özrü
bulunmayanların kurbanlık hayvan, mahalline ulaşıncaya kadar tıraş olmamaları
istenmektedir. Buradaki "mahal" (mahil) kelimesinin anlamından
dolayı âyetin uygulamasıyla ilgili iki farklı görüş ortaya çıkmıştır: Kelimeyi
"mekân" anlamında alan Ebû Hanîfe gibi âlimlerin görüşüne göre âyette
söz konusu edilen kurbanın kesim yeri Harem bölgesi olup hacca gitmesine engel
çıkanlar, birer kurban alıp Harem'e gönderirler ve kurbanları kesilinceye
kadar ihramdan çıkmazlar. "Mahil" kelimesini zaman ismi olarak alan
İmam Şafiî ve ona uyanlara göre kurban kesme yeri engellenenlerin bulundukları
yerdir, dolayısıyla kurbanlarını Harem'e göndermelerine gerek yoktur;
bulunduktan yerde keser, ihramdan çıkarlar.
Hacıların ihramlı
oldukları süre içinde tıraş olmaları yasaktır. Ancak âyet sağlık problemi
bulunanlara, bir fidye ödemeleri koşuluyla tıraş olma ruhsatı vermektedir.
Fidye, mazereti sebebiyle belirli bazı dinî görevleri yerine getiremeyen
kimseden, buna karşılık olarak ödemesi istenen bedeli ifade eder. Hac
görevleriyle ilgili bu bedel oruç tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmekle
ödenir. Bir hadise göre orucun süresi üç gündür; sadaka vermek isteyen kişi ise
altı yoksulu akşamlı sabahlı doyurur. [646]
Âyette "yoksulu
doyurma" anlamında geçen sadaka kelimesinin İslâmî literatürde oldukça
geniş bir anlamı vardır. Bu geniş anlamı, "muhtaç durumda bulunanlara, karşılık
beklemeden, Allah rızâsı İçin yapılan maddî yardım, bağış" şeklinde
özetlemek mümkündür. Sadaka kavramı "infak"la da yakından ilgili
olmakla birlikte infak daha geniş kapsamlı olup, sadaka vermenin yanında başka
türlü harcamaları da kapsar. [647]Kur'ân-ı
Kerîm'de servetlerin gerçek sahibinin Allah olduğu, Allah'ın dünya malım
insanlara emanet olarak verdiği vurgulanarak, sadaka vermek vb. hayırlar yapmak
suretiyle Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak gerektiği bildirilerek bunun dinî,
ahlâkî ve toplumsal bakımdan kazandıracağı yararlar üzerinde önemle durulur. [648] Allah
Teâlâ'mn sadaka verenleri ödüllendireceği belirtilir. [649] Ahzâb
sûresinde (33/35), iman, ibadet, sabır gibi başlıca görevlere düşkün olmaları
sebebiyle Allah'ın bağışına, mükâfatına kavuşacaklar arasında "sadaka
veren erkekler ve sadaka veren kadınlar" da sayılmıştır. Müslümanlar
arasında güçlü bir kardeşlik bağı kuran ve maddî dayanışmayı İslâm ümmetinin
başlıca özelliklerinden biri haline getiren Hz. Peygamber'le bazı sahâbî-ler
arasında geçen bir konuşma hem İslâmiyet'in çalışmaya verdiği önemi hem de
sadaka vermenin gerekliliğini göstermesi bakımından ilgi çekicidir: Ebû Mûsâ
el-Eş'arî'nin anlattığına göre Hz. Peygamber "Sadaka vermek her müslümanın
görevidir" buyurdu. Yanındakiler "Ey Allah'ın elçisi, elinde olmayan
kişi ne yapsın" diye sorunca Hz. Peygamberimiz "Etinin emeğiyle
çalışıp kazanır, böylece hem kendisine yararlı olur hem de sadaka
verebilir" buyurdular. [650]
Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde bir yandan sadaka vermenin önemi üzerinde
durulurken bir yandan da yüzsüzlük ederek insanlardan dİlenmeyenler övülmekte;
el emeğiyle geçinmenin gerekliliği üzerinde durulmaktadır. [651]Bazı
mutasavvıflar insanın elinde avucunda ne varsa hepsini sadaka olarak vermesini
büyük bir erdem saymışlarsa da, islâm bilginlerinin çoğunluğu bunu
onaylamamıştır. Hz. Peygamber de "Sadakanın en hayırlısı, ihtiyaçtan
artakalan maldan verilenidir" buyurmuştur. [652]
İslâm dininin
getirdiği sadaka anlayışının kurumsal yapı kazanan şekline sa-daka-i câriye
denir. Sadaka-i câriye deyimi cami, okul, köprü, yol, han. hamam, aşevleri,
bakımevleri ve yurtlar gibi sosyal hizmetler verilmesi amacıyla gerçekleştirilmiş
hayır kurumlarını ifade eder. Bu şekildeki sürekli hayır kurumlanılın,
özellikle vakıfların doğmasında Hz. Peygamber'in şu hadisinin büyük etkisi olmuştur:
"İnsan öldükten sonra ameli (defteri) kapanır; yalnız şu Üç şeyin sevabı
devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan İlim ve ölenin ardından dua
eden hayırlı evlât"[653]
İslâmiyet'te en başta
gelen hayır olmasının ve İslâm'ın başlıca ibadetleri arasında yer almasının
yanında vergi niteliği de taşıyan zekât, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde -bu
isminin yanında- sadaka diye de anılır. Fitrenin dinî literatürdeki adı da
sadaka-i fıtırdır. İslâm dini, özel olarak belirlenmiş bu tür sadakalar ve gönüllü
sadakalar yanında, bazı yasakların ihlâlinin cezası (kefaret) veya bir mazeret
sebbiyle yerine getirilemeyen görevlerin bedeli (fidye) olmak üzere çeşitli
malî dayanışma yükümlülükleri koymak suretiyle de yoksullara yardım edilmesine
vesileler hazırlamıştır. Konumuz olan âyetteki sadaka bu son kategoriye
girmektedir. [654]
197. Hac bilinen
aylardadır. Kim o aylarda hacca karar verip niyet ederse, bilsin ki hac
sırasında kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve tartışıp çekişmek yoktur. Ne
hayır isteseniz Allah onu bilir. Azak edinin; kuşkusuz azığın en hayırlısı
takvadır. Öyleyse bana saygı duyun, ey akıl sahipleri! 198. Rabbinizden bîr
lütuf beklemenizde sizin için bir günah yoktur. Arafat'tan dalga dalga indiğinizde
Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin; O'nu, size gösterdiği şekilde zikredin;
kuşkusuz siz bundan önce yolunu şaşırmışlardan idiniz. 199. Sonra insanların
dalga dalga ilerlediği yerden siz de ilerleyin. Allah'tan bağışlanmanızı
dileyin. Kuşkusuz Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir. 200. Hacca
mahsus ibadetlerinizi bitirdiğinizde de, atalarınızı andığınız gibi, hatta
daha canlı bir şekilde Allah'ı anın. Ama insanlardan öyleleri vardır ki,
"Ey rabbimiz! Bize bu dünyada ver" diye dua ederler. Böyle bir
kimsenin âhiretten hiç nasibi yoktur. 201. İnsanlardan öyleleri de vardır ki,
"Ey rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, öteki dünyada da iyilik ver;
bizi cehennem azabından koru" derler. 202. İşte kazandıklarından bir payı
olanlar bunlardır. Allah, hesabı çok çabuk görür! 203. Belirlenmiş günlerde
Allah'ı zikredin. Allah'a saygılı olan için iki günde (dönmekte) acele edene günah
yoktur; daha uzun kalana da günah yoktur. Allah'a saygılı olun. Bilin ki sizler
O'nun huzurunda toplanacaksınız! [655]
197. Yaygın
yoruma göre "bilinen aylar"dan maksat, şevval ve zilkade aylarıyla
zilhiccenin ilk on günüdür (ramazandan sonraki iki ay on gün). Bu döneme
"hac mevsimi" denir. Görüldüğü gibi âyetin hükmü geneldir (âm); yani
hac ibadetini meydana getiren fiillerin bu süre içinde ne zaman yapılacağına
ilişkin bir belirleme yoluna gidilmemiştir. Bu belirlemeyi Hz. Peygamber
yapmış, İslâm ümmeti de asırlar boyu bu uygulamayı devam ettirmiştir.
Resûlullah "Veda haca" denilen hayatının ilk ve son haccmdan bir yıl
Önce, hicretin 9. yılı Zilhicce ayında [656] Hz. Ebû Bekir'i hac emîri tayin ederek 300
müslümanla birlikte Mekke'ye gönderdi. Hz. Ebû Bekir, o yılın hac günlerinde
müslümanlara haccın esaslarını öğretti. Ertesi yılın 25 Zilkadesi'nde (22
Şubat 632) büyük bir müslüman kitlesiyle hac yolculuğuna çıkan Resûlullah,
Zilhicce'nin 4. günü Mekke'ye ulaştı. Bu sırada muhtelif bölgelerden gelen
müslüman hacı adaylarının sayısı 100.000'i aşmıştı. Hz. Peygamber, yanındaki
müslüman kitleyle birlikte 5, 6 ve 7 Zilhicce günleri Mekke'de kaldı. Bu esnada
kudüm (Mekke'ye ilk geliş) tavafı yaptılar, makam-ı İbrahim'de iki rek'at namaz
kıldılar, Safa ile Merve arasında sa'y yaptılar. 8 Zilhİcce'de Mİna'ya
gidildi; 9 Zilhicce sabahı Müzdelife üzerinden Arafat'a geçildi ve vakfe
yapıldı (bu, haccın riikünlerindendir). Hz. Peygamber burada ünlü Veda
hutbesini irat etti. Hutbe aynı anda ağızdan ağıza Arafat'taki bütün müslümanlara
aktarıldı. Daha sonra Müzdelife'ye inildi ve âyette de anılan Meş'ar-i Haram'da
istirahat edildi. 10 Zilhicce sabahı Cemretü'l-Akabe'ye varıldı, yedişer taş
atıldı (şeytan taşlandı). Resûlullah'ın Mina'da da bir hutbe okumasından sonra
kurban kesimi yerine gidilip kurbanlar kesildi. Bütün müslümanlar tıraş olup ihramdan
çıktılar; Kabe'ye gidip tavaf-1 ifâda yaptılar (buna ziyaret tavafı da denir;
haccın rüknü olan tavaf budur). Sonraki teşrik günlerinde Mina'ya gidilerek cemreler
tamamlandı. Beşinci günü sabah namazından önce veda tavafının yapılmasıyla hac
ibadeti tamamlanmış oldu.
İşte âyette "Hac,
bilinen aylardadır" buyurularak genel bir ifade ile anılan hac ibadetinin
yerine getirilme vakti, bizzat Hz. Peygamber'in bu uygulamasıyla tam olarak
tayin ve tespit edilmiş oldu, bugüne kadarki bütün uygulamalar da bu şekilde
sürdürüldü. Bu sebeple âyette geçen "Hac, bilinen aylardadır"
şeklindeki mutlak İfadeye bakarak, bu ibadetin belirtilen iki ay on günlük
müddet içinde başka günlerde de İfa edilebileceğini veya bazı güçlükleri
azaltmak ya da ortadan kaldırmak için bu süre içinde farklı zamanlara
yayılabileceğini düşünmek, bizzat Hz. Peygamberle Hulefâ-yi Râşidîn'in ve
bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün müslü-man bilginlerin görüşlerine ve 1400
seneyi aşkın bir süredir yürütülen uygulamaya aykırıdır. Doğabilecek
güçlükleri ortadan kaldırmak için yeterli imkânların mevcut olduğu bugünkü
şartlarda böyle bir değişiklik gereksizdir, yanlıştır. Ayrıca yapılacak
değişikliğin, bu ibadetin -yukarıda önemi ve değeri bir ölçüde ifade edilen-
dinî, ahlâkî, sosyal, siyasî işlevini de zayıflatacağında kuşku yoktur.
Hac, insanı âdeta
madde âleminden ruhanî âleme taşıyan bir ibadet olduğu için, "Kim o
aylarda hacca karar verip niyet ederse, bilsin ki hac sırasında kadına
yaklaşmak, günaha sapmak ve tartışıp çekişmek yoktur" buyurularak, insanın
bu ibadete niyet edip başladığı andan itibaren sözlerinde, tutum ve
davranışlarında, İnsanlarla ilişkilerinde son derece dikkatli olması
gerektiğinin attı çizilmiştir.
Tefsirlerde verilen
bilgilere göre özellikle Yemenli hacılar, güya Allah'a tevekkül ettiklerini söyleyerek
hazırlık yapmadan, azık almadan hac yolculuğuna çıkar, sonra da dilenmek
zorunda kalırlardı. [657] Bu sebeple âyette
"Azık edinin" buyurulmakta; ardında da "Kuşkusuz azığın en
hayırlısı takvadır" buyurularak hac yolculuğuna hazırlıksız çıkıp sonra da
insanlardan yiyecek-içecek istemenin iyi bir davranış olmadığına, takvaya da
aykırı olduğuna, hac sırasında bu tür yanlışlardan kaçınmak suretiyle Allah'a
karşı saygılı davranışlar sergilemek gerektiğine işaret edilmektedir. [658]
"Azık
edinin" ifadesi, "Hayırlı ameller işleyerek âhiret hazırlığı
yapın" anlamında da yorumlanmış; İbn Atıyye, Râzî gibi birçok müfessir bu
yorumu tercih etmişlerdir Ancak bize göre bu ifadeyi maddî hazırlığı da
kapsayacak şekilde yorumlamak takva şartını gerçekleştirme bakımından daha
isabetli olacaktır.
Takva kelimesi,
"koruma, esirgeme" anlamına gelen "vikaye" kökünden türetilmiştir.
Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât isimli terimler sözlüğünde takvanın
sözlüklerde "İnsanın, ibadet ve güzel işler yaparak kendisine acı verecek
durumlardan korunması" şeklinde tarif edildiğini; itaatler konusunda
takva denildi mi bundan "ihlâs", mâsiyetler konusunda ise "terk
ve sakınma"nın kastedildiğini belirtir. Takva sahibi kişiye
"muttaki", bazan da "takt" denir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
takva kelimesi on yedi âyette geçer. Ayrıca kırk dokuz âyette çoğul şekliyle
"muttaki", 160 kadar âyette de aynı kökten gelen isim ve fiiller
bulunmaktadır. İslâm öncesinde bu kelimeler hemen hemen daima "bir tehlikeyi
önlemek üzere konulmuş engel ve siper"! ifade ediyordu. İslâm'ın ilk dönemlerinden
itibaren takvanın eski profan anlamından giderek dinî anlama kaydığı görülmektedir.
İlk zamanlarda, âhiret inancının yoğun olarak işlendiği âyetlerde takva ve
aynı kökten gelen diğer kelimeler, Allah'ın şiddetli azabına karşı siper vazifesi
görecek olan korku ve kaygı şuurunu ifade eder. Ancak zamanla, İslâm cemaatinin
hem sayı hem de keyfiyet bakımından, yani dinî ve ahlâkî şuur açısından
gelişmesine paralel olarak, takva kavramının içeriğinin de geliştiği ve zenginleştiği
görülür.
Konumuz olan âyette:
a) Önce bazı
kötülükler, ahlâkî olmayan davranışlar sıralanıyor,
b) Sonra
mutlak olarak iyiliğin önemi vurgulanıyor,
c) Sonra da
genel olarak kötülükleri terkedip iyilikler yapmaya şâmil bir kavram olarak
takvanın önemi ifade ediliyor. Burada takvanın "en hayırlı azık"
şeklinde nitelendirilmesi onun vazgeçilmezliğine işaret eder. Aynı âyette kötü
söz, fısku fücur, çatışma ve sürtüşme gibi ahlâka ve özellikle haccın yüksek
ahlâkî ve manevî atmosferine yakışmayan tutumlardan sakınmak, dolaylı olarak
"hayır" ve "takva" diye isimlendirilmiştir ki, buradan
takvanın, haccm belirtilen atmosferine saygı ve ahlâkî olgunluk taşıdığı
sonucu çıkmaktadır. Yine bu sûrenin 237. âyetinde takvanın, bağışlama ve
feragati de içine alan geniş ahlâkî içeriği İma edilmiştir. Benzer bir ifade
Mâide sûresinin, şahitlik ve adaletle ilgili 8. âyetinde geçer. Bu âyette
takva, adaleti de içine alan bir fazilet olarak gösterilmiştir. Takvanın bu
sosyal fonksiyonu, Hucurât sûresinin 13. âyetinde evrensel boyutta ele
alınmıştır. Orada Altah'm bütün insanları bir erkekle bir kadından (Âdem ve
Havva) yarattığı; birbirleriyle (üstünlük ve soyluluk yarışma girişmek,
sürtüşmek ve çatışmak İçin değil), tanışıp bilişmek için onları halkiara ve kabilelere
ayırdığı ifade edildikten sonra "Allah nezdinde sizin en şerefliniz,
takvada en ileri olanını zdır" buyurulmuştur. Kanaatimizce insanlığın
eşitliği ve evrensel barışçılık ilkelerini vurgulayan ifadelerin ardından, en
büyük değer ölçüsü olarak takvanın zikredilmesi, bu erdemin, söz konusu
ilkelere saygı anlamını içerdiğine de işaret eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de
takvanın ahlâkî ve insancıl içeriğini ifade eden daha başka örnekler de
vardır. Meselâ Fetih sûresinin 26. âyetinde müşrik Araplar'la Hz, Peygamber ve
ashabı arasında bir mukayese yer alır. Buna göre müşrik Araplar'in kalbinde
"Câhiliye hamiyeti" vardır; Hz. Peygamber ve arkadaşlarının hasleti
ise "sekînet ve takvâ"dır. Câhiliye hamiyeti, tamı tamına
"hilim" kavramının zıddı olarak öfke, gurur, kibir, saldırganlık,
barbarlık ve saygısızlık ruhunu ifade eder. Bu durumda Hz. Peygamber ve
müminlerin hasleti olan sekînet ve takva kavranılan da "ağırbaşlılık,
soğukkanlılık, tevazu, insanların şeref ve haysiyetlerine saygı" anlamını
taşır. Takvanın aynı zamanda bir kibarlık erdemi olduğunu gösteren âyetler de
vardır. [659]
Takvanın anlamı
konusundaki ilginç örneklerden biri de onun "haya" ile ilişkisini
gösteren A'râf sûresinin 26. âyetidir: "Ey Âdemoğullan! Size mahrem yerlerinizi
örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi, işte o daha hayırlıdır..."
Bu ifadede takva, dolaylı bir üslûpla, günah duygularını örtüp kapatan,
bastıran bir koruyucu, ruhu bezeyen bir erdem şeklinde takdim edilmiştir. Yani
elbise bedeni, kapattığı, koruduğu ve süslediği gibi takva da hem ruhumuzun
kötü duygularını örter hem de ruhumuzu süsler. Böyle olunca takva sahibi
kişinin kaba, haşin, haksız, isyankâr, şehvet düşkünü, aç gözlü, edepsiz ve
hayâsız olması düşünülemez.
Önemle vurgulanması
gereken husus, takvanın tazim, hürmet, saygı, utanma gibi kelimelerle ifade
ettiğimiz yüksek ahlâkî faziletler İçin kullanıldığıdır. Hangi konumda geçerse
geçsin, Kur'an'da kullanılan takvada bu anlam mutlaka vardır. Fakat takva, her
şeyden önce Allah'a saygı ve O'nun koyduğu kuralları ihlâl etmekten
sakınmaktır. Bu sebepledir ki, kanaatimizce, Kur'an'da sık sık tekrar edilen
"ittekû" ve benzeri ifadeleri "Allah'tan korkunuz" şeklinde
tercüme etmek tam olarak Kur'an'm maksadını yansıtmamaktadır. Zira Kur'an
dilinde takva, patolojik bir duygu anlamındaki korku değil, -tabir yerindeyse-
çok sevdiğimiz, saydığımız ve aynı zamanda azabına uğramaktan kaygı duyduğumuz
Allah'ı gücendirmekten korkmak, yani O'na ve O'nun koyduğu dinî ve ahlâkî
kanunlara saygı duymaktır. Takvanın bu şekilde tazimi, ifade ettiğini gösteren
güzel örneklerden biri olan Hac sûresinin 30-33. âyetlerinde: a) Allah'ın
koyduğu kanunlara, ödevlere tazim göstermek, b) Putlara tapmaktan kaçınmak, c)
Yalancı şahitlikten kaçınmak, d) Tevhide bağlı kalmak ve Allah'ın belirlediği
şiarlara, yani İslâm'ın alâmetleri olan temel değerlere tazim göstermekten söz
edildikten sonra "Bunlar kalplerin takvâsındandır" buyuruluyor.
"Kalplerin takvâsı"ndan maksat, samimi ve riyasız saygı duygusudur.
Benzer bir yaklaşım aynı sûrenin 37. âyetinde geçen "Kurbanlarınızın
etleri de kanlan da Allah'a ulaşmaz; fakat O'na sizin takvanız ulaşır"
mealindeki âyette görülüyor. Bu âyet açıkça, bütün dinî ve ahlâkî faaliyetlerimizi
Allah'a saygı ve O'nun nzâsını kazanma niyetiyle yapmamız gerektiğini
gösteriyor.
Bazı âyetlerde takva,
bütün kötülükleri ifade eden "fücur" kelimesinin zıddı olarak
kullanılmıştır. Bununla ilgili birkaç âyetin nıeâlİ şöyledir: "(Yemin
olsun) nefse ve onu (insan olarak) şekillendirip düzenleyene; ona kötü ve iyi olma
kabiliyetlerini (fücur-takva) verene! Nefsini arındıran elbette kurtuluşa
ermiştir. Onu arzularıyla başbaşa bırakan da ziyan etmiştir"[660] Bu
âyetlerde takvanın anlamı iyice belirginleşmiş bulunmaktadır. Çünkü burada
nefsin yanı insan ruhunun bütün yetenekleri ve işlevleri arasında İyi
olanlarına "takva", kötü olanlarına da "fücur"
denilmiştir. Hemen ardından "Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir"
buyurularak açıkça takva bir ruhî annma ve gelişme olarak gösterilmiştir. Bunun
zıddı olan Fücur ise ruhu kirleten, günahlara batırıp alçaltan duygu, düşünce
ve davranışları ifade etmektedir.
Sâd sûresinin 26-28.
âyetlerinde takva siyasî ahlâkı da içine alacak şekilde kullanılmıştır. Burada
verilen ölçülere göre muttaki (takva sahibi) bir yönetici, yönetimini adalet
ve hakkaniyet ölçülerine göre sürdürür; hüküm ve kararlarında keyfi arzularına
uyup Allah'ın tayin ettiği ölçülerden sapmaz. Takva sahibi yönetici İnançlı
kişidir ve kendisi için olduğu gibi halkı için de en iyi, en yararlı olan
işleri yapar. Fâcir (kendini günahlarla kirletmiş) yönetici ise kötü arzularına
uyup Allah yolundan sapmıştır; o, yönetimiyle ülkeyi bozup tahrip eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de
takvanın karşıtı olarak gösterilen kavramlardan biri de "zulüm"dür.
Câsiye sûresinin 19. âyetinde bildirildiğine göre "Kuşkusuz haktan
sapanlar (zâlimler) birbirlerinin dostları ve koruyucularıdır, Allah da
kendisini sayanların (müttakîler) koruyucu dostudur." Bu âyette zulüm,
daha ziyade inkarcıların Allah'a ve İslâmî ilkelere karşı inatçı ve anlamsız
direnişlerini, müslümanla-ra reva gördükleri haksızlıkları ifade eder.
Açıkça görüldüğü
üzere, Kur'ân-ı Kerîm'in büyük Önem verdiği takva kavramı, bütün bu
bilgilerden çıkan sonuca göre başlıca şu iki temel anlamı içermektedir:
a) Takva,
itikadı konularda yanlış ve bâtıl inançlara kapılmaktan, ahlâkî ve amelî
konularda ruhu kirleten kütü duygulardan, fena huylardan; eksik, kusurlu,
zararlı ve haksız davranışlardan, İslâm dininde esasları belirlenmiş olan hayat
tarzına uymayan bir yaşayıştan sakınmak, uzak durmaktır,
b) Takva,
bütün faaliyetlerde, ödevlerin yerine getirilmesinde, her türlü kötülüklerin
terkedilmesinde öncelikle Allah'tan ittikadır; yani Allah korkusunu, O'na
karşı saygılı olmayı ön plana çıkararak bu saygıyı, davranışların ve hayatın
temeli, âyetteki deyimiyle hayatın azığı yani gıdası yapmaktır. İşte takva
bütün bu erdemleri kapsayan en geniş kapsamlı fazilettir. Bu sebeple de maddî
gıdaların bedenimizi beslemesi gibi -konumuz olan âyetin ifadesiyle-
"azığın en hayırlısı" olan takva da ruhumuzu besler. [661]
198-199.
Câhİliye devrinde, barış dönemi sayıldığı için "haram aylar" diye anılan
hac mevsimi (zilkade, zilhicce, muharrem ayları) aynı zamanda bir ticaret
mevsimiydi; fakat müslümanlar günah olacağı kaygısıyla ihrama girdikten sonra alışverişle
meşgul olmuyorlardı. İşte "Rabbinizden bir lütuf beklemenizde sizin için
bir günah yoktur" buyurularak miislümanların böyle bir endişeye kapılmalarının
gereksiz olduğu, meşruiyet çerçevesinde ihramlı iken de ticaret yapıp Allah'ın
lütfundan yararlanabilecekleri bildirilmektedir.
Arafat Mekke'nin
Meş'ar-i Haram
Müzdelİfe bölgesinde bulunan Kuzah dağındaki bir tepenin adıdır; bu tepe
dolayısıyla Müzdelife'nin tamamına da Meş'ar-i Haram denir. Hacılar Arafat'tan
sonra buraya gelir ve arefeyi bayrama bağlayan geceyi burada geçirir, ikinci
bir vakfe daha yaparlar. 198. âyette bu hususa işaret edildikten sonra, 199.
âyette -buyruk sözcüğü içermekle beraber- esasen müslümanlarrn, bir mahşer
topluluğu görünümünde, Allah'tan af ve mağfiretler dileyerek, kitleler halinde
Mina'ya doğru yola çıkışlarının canlı bir tasvirîne yer verilmektedir. [662]
200-202. Müfessirlerin
kaydettiği rivayetlere göre İslâm'dan önceki Araplar, haccı tamamladıktan sonra
(bazı rivayetlerde Mina'da halkalar halinde oturup) atalarının büyüklüğü
konusunda nutuklar çeker, onlarla övünme yarışına girerlerdi. Müslümanlar,
dolaylı bir biçimde bu yanlış uygulamayı reddetmeye, bunun yerine müşriklerin
atalarını anmalarından daha güçlü bir biçimde Allah'a hamd ve şükredip O'nu
anmaya çağrılmaktadır. [663]
îbn Abbas ve Ata gibi
âlimlere isnat edilen başka bir yoruma göre âyetin anlamı genel olup,
"Küçük çocuklar babalarını nasıl sevgiyle anar, onlardan yardım, ilgi ve
destek beklerse siz de Allah'ı o şekilde, hatta daha güçlü ve canlı olarak zikredin,
O'na sığınıp yardımını dileyin" anlamına gelmektedir. [664]
"Ama insanlardan
öyleleri vardır ki, Allah'ı anıp dua ederken, 'Ey rabbimîz! Bize bu dünyada
ver' derler" mealindeki İfadede, bu şekilde dua edenlerin, iyi-kö-tü
ayınım yapmadan sadece "Bize dünyada ver" dedikleri bildirilmiş,
fakat ne istedikleri belirtilmemiştir. Çünkü sırf dünyayı isteyen kimse
dünyanın kulu kölesi olmuş demektir; bu sebeple de o kişi için dünyaya ait her
şey iyi demektir. Böyle-leri yalnız dünyayı istedikleri İçin âhiretle ilgili
amelleri ihmal ederler, bu yüzden de "Böyle bir kimsenin âhiretten hiç
nasibi yoktur." Fakat 201-202. âyetlere göre Allah'tan doğru dilekte
bulunanlar ve dolayısıyla O'nun rızâsına liyakat kazananlar, hem bu dünyanın
iyiliklerini hem de öteki dünyanın İyiliklerini İsterler; İnanan insan için en
çok korkulan şeylerden biri olan cehennem azabından korkarlar. Dünyada
yaptıkları iyiliklerin karşılığını âhirette görecek olanlar bunlardır.
Zemahşerî 201. âyetin
metnindeki haseııe kelimesini, "iyi kulların Allah'tan diledikleri sağlık,
geçim rahatlığı, iyi işlerde basan gibi dünyevî yararlar ile âhİret sevabı"
şeklinde özetlemiştir (I, 125). Bunlara erdemli eş, hayırlı evlât, güzel amel,
ilim, İbadet gibi başka anlamlar da eklenmişti. [665]
Buna göre insanın dünyası ve âhireti için yararlı olan her şey hasenedir. [666] Enes
b. Mâlik, Hz. Peygamber'in dua ederken en çok bu âyetin "Rabbena
âtinâ..." bölümü okuduğunu [667] ve okunmasını tavsiye ettiğini [668]
belirtir. Müslim'in el-Câmi'u's-sahîh'imn "Zikir ve Dua" bölümünde,
bu âyeti okuyarak dua etmenin fazileti hakkında özel bir bab açılmıştır {9.
bab). Fatiha sûresinin yanında bu ayet de bütün müslümanlarm namazda ve namaz
dışında. her vesileyle okudukları dualar içinde veya sonunda tekrar etmeyi âdet
haline getirdikleri, bütün duaların ihmal edilemez bölümüdür. [669]
203.
"Belirlenmiş günler"den maksat, "eyyâmü't-tcşrîk" denilen
tekbir günleri; "Allah'ı zikretmek"ten maksat da bu günlerde, beş
vakit namazın farzlarından sonra okunması vacip olan tekbir sözleridir.
Hanbelîler'e ve Hanefîler'in uygulamaya esas olan görüşlerine göre bu
tekbirlerin ilki, kurban bayramının arefe günü sabah namazının farzından sonra,
sonuncusu da bayramın 4. günü ikindi namazından sonra okunur. Diğer
mezheplerdeki yaygın uygulamada teşrik tekbirlerinin başlangıç vakti bayramın
birinci günü öğle namazı, bitiş vakti de dördüncü günü sabah namazıdır.
Ayetteki "iki
gün"den maksat, bayramın iki ve üçüncü günleridir, Müfessir-lerin yorumuna
göre âyette acelesi olan hacıların isterlerse kalan cemreleri bu iki güne
sığdırarak üçüncü günün sonunda Mina'dan Mekke'ye dönmelerine izin verilmektedir.
Kalanlar İse dördüncü günde de şeytan taşlarlar. Her durumda önemli olan,
Allah'a saygı duyup O'nun hoşnutluğunu gözetmek, ve en sonunda O'nun huzurunda
toplanıp niyetlerimizin ve eylemlerimizin hesabını vereceğimizi unutmamaktır. [670]
204. İnsanlardan
öylesi vardır ki dünya hayatı konusundaki sözleri senin hoşuna gider; o,
hasımların en yamanı olduğu halde kalbinde olana Allah'ı şahit de tutar. 205.
Hâkimiyeti aldığında ise ülkede bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri yok
etmeye çalışır, Allah bozgunculuğu sevmez. 206. Ona, "Allah'tan
kork!" dense gururu kendisini günaha sürükler. Ona cehennem yeter! Orası
ne kötü bir yataktır! 207. İnsanlardan öylesi de vardır ki, kendisini Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmaya adamıştır. Allah, kullarına çok şefkatlidir. [671]
204-207.
Yukarıda biri yalnız dünyayı isteyen, diğeri de hem dünyanın hem de âhiretin
iyiliklerini isteyen iki insan tipinden söz edilmişti. Bu âyetlerde yine İki
tip insan başka açılardan tanıtılmaktadır. Bunlardan biri güzel sözlü fakat
kötü niyetli, bozguncu ve yıkıcıdır; diğeri de "kendisini Allah'ın
hoşnutluğuna adamış" olup -âyette zikredilmemekle birlikte- sözün
gelişinden açıkça anlaşılmaktadır ki, ötekinin taşıdığı kötü niteliklerden
arınmıştır.
Bazı münafıkların Hz.
Peygamber'in yanında dost gibi gözüküp arkasından yıkıcı hareketlerde
bulunmaları üzerine bu âyetlerin indiği yolunda rivayetler varsa da
müfessirlerin çoğunun görüşü, âyetlerin anılan nitelikleri taşıyan herkesi
kapsadığı yönündedir. [672] Râzî'nin de belirttiği
gibi Allah Teâlâ bir topluluğu, bazı kötü niteliklerini göstererek yerdiğinde,
bundan o kişilerin zatım değil niteliklerini yerdiği anlamı çıkar. Şu halde kim
bu kötü nitelikleri taşıyorsa yergiyi de hak ediyor demektir. [673],
Böylece bu âyetler Hz. Peygamber dönemindeki belli bir veya birkaç münafık
hakkında inmiş olsa bile münafıklık, riyakârlık, bozgunculuk, tahripçilik gibi
kötü huy ve davranışlar konusunda bütün insanlar için bir uyan ve caydırıcılık
değeri taşımaktadır,
"Hâkimiyeti ete
aldığında..." diye tercüme ettiğimiz 205. âyetteki İfade, "senin
yanından ayrılıp gittiğinde..." şeklinde de anlaşılmıştır. Riyakâr veya
münafık tabiatlı kişiler genellikle insanın yanında hoşa gidecek sözler söyler,
sözlerinin doğruluğuna Allah'ı şahit büe koşarlar. Ayrılıp gittiklerinde veya
herhangi bir yöneticilik elde ettiklerinde ise kötü ruhlu olmaları, düşmanlık
duygulan taşımaları sebebiyle önceki konuşmalarının aksine, insanların
geçimlerine ve nesillerine zarar vermek gibi yıkıcı ve düşmanca davranışlarda
bulunurlar. Muhammed Ab-duh'un yorumuna göre buradaki "ürünleri ve
nesilleri yok etme" ifadesi bir deyim olup bununla kötülerin, bencil
isteklerini ve tutkularını tatmin etmek uğruna insanları her türlü ağır
sıkıntılar içine sokmaları kastedilmiştir. [674]
Aynı bölümü
"hâkimiyeti ele alma" mânasında yorumladığımızda söz konusu âyetler
İkiyüzlü ve aldatıcı siyasetçilere karşı uyan anlamı da taşımaktadır. Gerçekten
kendilerini banşçı, insancıl, haksever gibi yaldızlı niteliklerle takdim eden
bazı münafıklara, iş başına geldiklerinde ilk iş olarak insanlann
"ürünlerini" yani gelir kaynaklanın kurutmaya,
"nesillerini" bozmaya kalkıştıkları sıkça görülmektedir.
Hucurât sûresinde de
bildirildiği üzere[675]müslümanlarm
genellikle insanlar hakkında hüsnüzan beslemeleri esas olmakla birlikte konumuz
olan âyetler, hüsnüzannın olur-olmaz insanlann her söylediklerine aldanıp
kapılma, her yüze gülene ahmakça inanma anlamına gelmediğini göstermekte ve
böylece önemli bir uyan değeri taşımaktadır.
"Allah'tan
kork!" şeklinde çevirdiğimiz 206. âyette geçen ifadedeki takva kökünden
kelime aslında, "müminin Allah'a duyduğu derin saygıdan dolayı bu tür
münafıkça tutum ve davranışlardan uzak durması" anlamına gelmektedir. Bu
da gösteriyor ki insanı münafıklık, riyakârlık, fitne ve fesatçılık gibi
ahlâksızca davranışlardan alıkoyacak en güvenilir erdem takvadır. Zira Allah'a
saygısı olan bu anlamda O'ndan korkan insanın doğru olan her kurala da saygılı
olacağı açıktır. Aynı âyet insanların takva erdemine ulaşabilmeleri ve her
durumda dürüstçe davranabilmeleri için gurur, kibir gibi egoist ve yıkıcı
duygulan aşmalan gerektiğini göstermektedir. Zira bu tür duygular, yapılan
uyanlann haklılığı üzerinde düşünüp taşınmayı engellemekte, hatta giderek daha
kötü ve yanlış davranışlara sürüklemektedir. Bu yüzden âyette "Artık onun,
cehennemi boylamaktan başka yolu kalmamıştır" anlamında, "Ona
cehennem yeter" buyurulmuştur.
Buna göre insanın,
"İyi ve doğru olan nedir" gibi bir soruyu içtenlikle sorması, böyle
bir arayışa yönelebilmesi, bu husustaki uyarılan sağlıklı değerlendirebilmesi
için önce gurur, kibir vb. saptırıcı duyguların tutsaklığından kurtulup Allah'ın
buyruğunu kendisine ölçü alması, rehber edinmesi gerekir. İşte 207. âyette
"İnsanlardan öylesi de vardır ki, kendisini Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmaya adamıştır. Allah, kullarına çok şefkatlidir" buyurularak bu
şekilde bir içtenliğe, temiz ve dürüst dindarlığa işaret edilmiştir. Şu halde
insan kendini ya nefsânî tutkularını tatmine adar ya da Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmaya adar. Bu da insanın bütün davranışları hususunda İki farklı ölçü
verir: İlk ölçüyü esas alan insan kişisel çıkar sağlayan davranışlara,
ikincisini esas alan ise Allah'ın hoşnut olacağı davranışlara yönelir.
200-201. âyetleri dikkate alarak bunlardan ilkinin yalnız dünyayı isteyen,
ikincisinin ise hem dünyanın hem de âhiretİn İyiliğini isteyen insan olduğunu
düşünebiliriz. Allah daima mutlak olarak iyi ve doğru olan davranışlardan
hoşnut olacağına göre, "kendini Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya
adayan" insan inancında, amelinde ve ahlâkında en doğruyu bulmaya, kısaca
bütün davranışlarında elinden geldiğince iyi olmaya çalışacaktır. Böylece
konumuz olan âyetlerle 200 ve 201. âyetleri birlikte değerlendirerek,
yöneticilik mevkiine seçilecek kişilerde -meslekî yetişmişlik yanında-
kendisini dünya tutkularından, gurur, kibir gibi olumsuz duyguların etkisinden
koruyan; bu suretle zulüm, baskı, riyakârlık, İkiyüzlülük, düşmanlık,
bozgunculuk, yıkıcılık gibi toplumsal zararlara ve huzursuzluklara yol açan
kötülüklerden alıkoyan; Allah'ın hoşnutluğuna uygun davranmak öyle
gerektiriyorsa bütün şahsî menfaatlerini bile terkettiren bir ruhsal gelişmişliğin,
bu anlamda bir dindarlık duyarlığının bulunup bulunmadığına da bakmamız
gerektiğini düşünebiliriz.
Yüce Allah'ın söz
konusu âyetlerin sonunda, "Allah, kullarına çok şefkatlidir"
buyurması son derece anlamlıdır. Zira O'nun bu çok yararlı bilgileri vermesi,
gerçek insanlığın ölçüleri konusunda açıklamalar yapması, kullarına şefkatinin
bir ifadesidir. Allah, tarih boyunca insanlara peygamberler gönderip kitaplar
indirerek onları vahyin ışığı ile aydınlatmasaydı insanların hayvanlardan ne
farkı olacaktı? Şu halde Allah'ın insanlara verdiği bütün bu bilgiler, koyduğu
bütün kurallar yine insanların kendi iyilikleri için olup bundan dolayı O'nun
kendisi için bir yarar gözetmesi düşünülemeyeceğine, buna asla İhtiyacı
olmadığına göre bütün bu hükümleri yalnız kullarına olan sevgi ve şefkatinden
dolayı koymuş ve bildirmiş olmalıdır, başka bir ihtimal mevcut değildir. [676]
208. Ey iman edenler!
Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü o, apaçık
düşmanmızdır. 209, Size açık seçik kanıtlar geldikten sonra yine de
yalpalarsanız bilin ki Allah güçlüdür, hakimdir. 210. Onlar, ille de Allah'ın
ve meleklerin, bulutların gölgeleri arasından çıkıp gelmesini mi bekliyorlar!
İş bitirilmiştir. Bütün işler Allah'a dönecektir! [677]
208.
Metindeki silm kelimesi, "uzlaşma, barış, teslimiyet, itaat" demektir. [678] Râgıb el-İsfahânî'nin tanımına göre silm,
"bir insanın diğerinden zarar görmemesi, iki tarafın birbirine
güvenmesi" anlamına gelir (el-Müf-redât, "sim" md.). Silmin bu
son anlamım en iyi ifade eden Türkçe karşılığı ise "barış"
kelimesidir. Aynı kökten gelen İslâm kelimesinde hem "teslimiyet ve itaat"
hem de "barışa katılma" anlamı olduğu için[679] tefsirlerde
silm kelimesi "İslâm" diye de açıklanmıştır. [680] Her
ne kadar âyetin "ey iman edenler" diye başlamasına bakarak silmin
İslâm anlamına geldiği şeklindeki açıklamanın isabetli olmayacağı
düşünülebilirse de, mümin ve müslüman oldukları halde dinin buyruklarına tam
olarak uymayan, hatta yaşayışlarına bakıldığında gayri müslimler-den farklı
oldukları bile anlaşılamayan insanların her dönemde bulunabildiği dikkate
alınarak âyeti, "Ey iman edenler! Hepiniz İslâm'a tam olarak girin; onun
gereklerini eksiksiz yerine getirin ve bu suretle doğru-düriist müslüman olun.
Müslümanlığın gereklerinden biri olmak üzere dostluk ve barışa yönelin,
Allah'a itaat edin; apaçık düşmanınız olan şeytanın kışkırtmalarına uyarak
yukarıda anılanlar gibi dışı başka içi başka olmayın. Sözünüzle yaşayışınız
uyumlu olsun; ikiyüzlülük yapmayın, birbirinize karşı düşmanca duygular
besleyip fitne ve fesat çıkarmayın" şeklinde anlamak uygun görünmektedir.
Taberî ve diğer müfessirlerin kaydettiği bir yoruma göre âyetin muhatabı
yahudilerdir. Buna göre âyette "Ey Tevrat'a inananlar! Hep birlikte barış
ve teslimiyet dini olan İslâm'a girin..." bu-yunılmuştur. [681]
209.
Kuşkusuz buraya kadarki âyetlerde başlıca örneklerine işaret edilen konularda
sırf bilgisizlik yüzünden yanlış yapanlar mazur görülürse de, o konularda
Allah'ın "açık seçik kamtlar"ı, âyetleri indikten sonra hâlâ
yalpalamaya, kötülükler yapmaya devam edenlerin artık mazeretleri yoktur.
Güçlü ve hakîm olan Allah, onları cezalandırmaya muktedirdir ve -eğer bir
sebeple affetmezse- cezalandıracaktır. Çünkü Allah hangi yolun silm yolu
(İslâm, barış, güven, itaat ve teslimiyet), hangi yolun şeytanın ve şeytanca
düşünceler taşıyanların yolu olduğunu bildirmiş; bu konularda kullarını aydınlatıp
uyarmıştır; buna rağmen yoldan sapanları cezalandıracağını da açıklamıştır. Bu
şekilde günah işlemekte ısrar edenlere âyette Allah'ın kudretinin
hatırlatılması onları tehdit anlamı taşımaktadır. Ayrıca O'nun hakîm olarak
anılması hem vereceği cezanın her bakımdan adaletli ve yerinde olacağına hem
de kötülük edenleri cezalandırması yanında, iyilik yapanları da
ödüllendireceğine işaret etmektedir. [682]
210.
"Allah'ın gelmesi" anlamındaki ifade çeşitli kelâmî doktrinlere göre
değişik şeklinde açıklanmıştır. Müşebbİhe veya Mücessime diye anılanlar
dışındaki bütün İslâm âlimleri, "gelme" fiilinin yaratılmışlara ait
bir eylem olduğunu, Allah'ın bu tür eylemlerle nttelendirilemeyeceğini kabul
etmişler; bunlardan Selefî-ler "müteşâbih" denilen bu tür âyetlerin
gerçek anlamını Allah'tan başkasının bilemeyeceğini, dolayısıyla bunları
te'vil ve tefsir etmenin caiz olmadığını, Kur'an'da geçtiği gibi kabul edip
mânasını Allah'a havale etmek gerektiğini savunurken, kelâm bilginlerinin
çoğunluğu bu tür ifadeleri Arap dilinin kurallarına ve İslâm dîninin genel
ilkelerine uygun biçimde yorumlama (te'vil) gereğini duymuşlar; bu cümleden
olmak üzere konumuz olan âyetteki "Allah'ın gelmesi" ifadesini,
"Allah'ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun veya azabının gelmesi" gibi
değişik şekillerde açıklamışlardır. [683]
Râ-zî'nin yer verdiği bir yoruma göre âyetin amacı, bütün günahkârların
yargılanmak üzere hükümdarların en güçlüsü olan yüce hakîmin huzuruna
çıkarılacakları kıyamet gününün azametini, dehşet ve şiddetini tasvir
etmektir.
Bulut genellikle
rahmet kaynağı olarak kabul edilirken Allah'ın hükmünün veya azabının,
"bulutların gölgeleri arasından" gelmesi, âhirette günahkârlar için
beklenmedik bir durumu ifade eder. Buna göre onlar rahmetin gelmesini umdukları
bulutlardan azabın gelmesi karşısında şaşkınlık ve dehşete kapılacaklardır.
Başka bir yoruma göre âyetteki bulutlardan maksat, kul ile ilâhî hakikat
arasındaki perdelerdir. Âhirette bu perdeler kalkacak dolayısıyla Allah ve
meleklerle ilgili metafizik gerçekler, "bulutların gölgeleri
arasından" doğar gibi açığa çıkacak; böylece Allah ve melekler hakkındaki
bilgisizlik silinip gidecek; Allah'ın varlığının hakikati inanan ve inanmayan
herkes için âhirette apaçık ortaya çıkacaktır.
[684]
İşte o zaman "iş bitirilmiş" olacak, yani artık tövbe edip hayırlı
işler yapma ve bağışlanma imkânı kalmayacak, herkes hak ettiğinin karşılığını
bulacaktır. Sonuç olarak "Bütün işler Allah'a döner" yani en sonunda
her şey daima O'nun iradesi yönünde olup biter. O'nun sarsılmaz kanunları
hükmünü daima sürdürür ve bu kanunlar uyarınca vahyin uyanlarından nasibini
alıp gerçeğe ve iyiliğe yönelenler ebedî kurtuluşa erer; bu uyanlara rağmen
yanlışlarda ve kötülüklerde ısrar edenler hak ettikleri cezayı çekerler.
Allah'ın âyetleri her şeyi apaçık haber verdiği halde hâlâ kötülük işlemeye
devam edenler, başlarına böyle bir geri dönülemez durumun gelmesini mi
bekliyorlar? Böylece âyet inanmayan veya inandığı halde günah işlemekten
çekinmeyen bütün insanlar için bir uyan amacı taşımaktadır.
Âyet, "Resulüm!
Yoksa o inkarcılar, 'Allah ve melekler bulutların karanlığından çıkıp
gelmedikçe, yani bizler Allah'ı ve melekleri apaçık görmedikçe sana
inanmayacağız' mı diyorlar?" şeklinde de açıklanmıştır. Nitekim
yahudilerin Hz. Musa'dan, putperest Araplar'ın da Hz. Muhammed'den bu tür
isteklerde bulun-duklannı bildiren âyetler vardır. [685] Bu
yorum dikkate alındığında "Allah'ın gelmesi"rti yukanda özetlendiği
biçimiyle belli bir kelamı doktrine göre te'vil etmeye gerek kalmaz. [686]
211. İsrâiloğulan'na
sor: Onlara nice apaçık âyet verdik! Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten
sonra değiştirirse bilsin ki Allah cezalandırmada çok şiddetlidir. [687]
211.
İsrâiloğullan'ndan maksat Hz. Peygamber dönemindeki Medine yahu-dileri, sorunun
konusu ise geçmişte yahudilerin yaptıklanyla ilgilidir. Burada Hz. Peygamber'e
hitaben, "İsrâiloğulan'na sor" buyurulmasmdan, yahudi din tarihinin
müslümanlar için bir ibret ve ders kaynağı olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.
Bir önceki âyette inanmayan veya inandıklan halde günah işlemekten
çekinmeyenler ya da Allah'ı ve melekleri apaçık görmedikçe inanmayacaklarını
söyleyenler hakkında uyanlar yer almıştı. 211, âyette ise geçmişte bu tür
uyanlara birçok defa muhatap olmuş bulunan İsrâiloğullan'nın tutumları ve
başlarına gelenler örnek ve ibret olarak gösterilmekte; Allah tarafından onlara
aydınlatıcı ve uyarıcı mahiyette nice âyetlerin verildiği veya peygamberlerinin
doğruluğunu kanıtlayan mucizelerin, belgelerin sergilendiği belirtilmekte, buna
rağmen Allah'ın nimetini değiştirdiklerine işaret edilmektedir. "Allah'ın
nimetlerTnden maksat O'nun âyetleridir; çünkü o âyetler insanların hidayet
bulmalarını sağlamak üzere gönderilmiştir. Bir kimse Allah'ın âyetlerini inkâr
eder, onlardan yüz çevirir ve bu yüzden hidayetten mahrum kalırsa onların
değerini ve önemini takdir etmemiş olur. Ayette bu tutum "nimeti
değiştirmek" diye ifade edilmektedir. [688]
Çünkü nimetin asıl işlevi hidayet sağlamak iken, onu reddeden ya da önemini
takdir edemeyip nankörlük gösteren kimse, bu tutumuyla imam küfre, hidayeti
dalâlete ve sonuçta mutluluğu azaba çevirmiş olur. [689]Nitekim
âyette bu şekilde davrananların Allah'ın şiddetli cezasına müstahak olduktan
bildirilmektedir. [690]
212. İnananlarla alay
ederek inkâra sapanlara dünya hayatı çekici kılındı; ama Allah'tan korkanlar
onlardan üstün olacaklardır. Allah dilediğine hesapsız rızık verir. [691]
212. Burada
da iki insan tipi yer almaktadır: Biri dünya hayatının yani dünyanın geçici
zevk ve menfaatlerinin, şan ve şöhretinin, makam ve mevkiinin çekiciliğine
kapılıp kalıcı iyiliklerden uzaklaşan, geçici ve aldatıcı şeyleri değer ölçüsü
sayarak, bunlara sahip olmayan veya kalıcı değerler olarak görüp önemsemeyen
müminlerle alay etme ilkelliğini gösteren inkarcılar; diğeri de onların alay ettikleri,
fakat herkesin gerçek değerinin ölçüldüğü kıyamet gününde onlardan üstün
tutulacak ve sonuçta Allah'ın hesapsız lütuflarını kazanacak olan takva
sahipleri yani dinî duyarlığı ve sorumluluk bilinci yüksek müminlerdir. [692]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/15.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/15.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/15.
[4] Müslim, "Müsâfirîn", 212.
[5] Müslim, "Müsâfirîn", 252.
[6] Buharı, "Fezâil", 10.
[7] Müslim, "Müsâfirîn", 242.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/15-16.
[8] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/16.
[9] İbn Aşûr, 1,216.
[10] Mektûbât, 1,296.
[11] el-Fevzii'l-kebîr, s. 64; hurûf-ı mukattaa konusunda
geniş bilgi için bk. M. Zeki Duman-Mustafa Altundağ, "Hurûf-ı
Mukattaa", DİA, XVIII, 401-408; "müteşâbihat konusunda bk. Âl-i
İrarân 3/7.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/17-18.
[12] geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, "Hidâyet",
DİA, XVII, 473-477.
[13] Tirmizî, "Kıyâme", 19; İbn Mâce,
"Zühd", 24.
[14] Buhârî,"Imân", I.
[15] takva hakkında ayrıca bk. Bakara 2/197.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/18.
[16] Buhârî, "îmân", 15; Müslim,
"îmân", 320,325.
[17] Nesâî, "Nisa", 1; namaz hakkında ayrıca bk.
Bakara 2/238-239; Mâide 5/6.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/18-20.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/20.
[20] meselâ bk. Dârimî, "Fezâilü'l-Kurân", 13-15.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/20-21.
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/21.
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/22.
[23] Mutaffîfîn 83/14
[24] Tirmizî, "Tefsir", 5; İbn Mace,
"Zühd", 29.
[25] ayrıca bk. Bakara 2/286
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/22-24.
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/24-25.
[27] Nisa 4/145
[28] aynca bk. Münâfıkûn 63/1-8.
[29] Buharı, Tefsir, 63/5,7.
[30] Buhari, "Şehâdât", 28; Müslim,
"îmân", 25.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/25-26.
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/26.
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/26.
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/26.
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/26-27.
[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/27.
[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/28.
[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/28-29.
[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/29.
[40] ayrıca bk. Bakara 2/197.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/2930.
[41] 29. âyetin tefsirine bk
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/30-31.
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/31.
[44] el-Kasas 28/49
[45] Hûd 11/13
[46] Yûnus 10/38
[47] Tûr 52/34
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/31-33.
[49] Buhârî, "Bed'ü'1-halk", 10; Timıizî,
"Cehennem", 7.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/33.
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/33.
[52] Beyhakî'den naklen Âlûsî, 1,204.
[53]Secde 32/16-17
[54] Müslim, "Cennet", 5.
[55] Buharı, "Bed'ü'1-halk", 8 vd.; Müslim,
"Cennet", 2-5.
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/34-35.
[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/35.
[58] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "fsk" md.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/35-36.
[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/36-37.
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/37.
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/37-39.
[62] Taşkın Tuna, Uzay ve Dünya, s. 22,27.
[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/39-40.
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/41.
[65] meselâ bk. Nisa 4/1; Zümer 39/6
[66] Zâriyât 51/56
[67] A'râf 7/69; Yûnus 10/14; Nemi 27/62.
[68] Müsned, V, 220-221; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 9;
Tirmizî, "Fi-ten", 48.
[69] hadîsin sıhhatiyk ilgili tereddütler ve kaynaklar için
bk. Casim Avcı, "Hilâfet", Dİ A, XVII, 539.
[70] Râzî, II, 160-161.
[71] Hakka 69/17
[72] Zümer 39/75
[73] Bakara 2/98
[74] Neml 27/87; Yâsîn 36/51
[75] Lütfullah Cebeci, "İsrafil", Dİ A, XXIII,
180-181.
[76] Secde 32/11
[77] Nisa 4/97; Enfâl 8/50; Nahl 16/32
[78] Ahmet Saim Kılavuz, "Azrail", Dİ A, IV,
350-351.
[79] Ra'd 13/23
[80] Müddessir 74/31
[81] Alak 96/18
[82] Zuhruf 43/77
[83] Kaf 50/17; En'âm 6/61
[84] 37,51,79. sûrelerin ilk âyetlerinde bunlara işaret
edilmiştir; geniş bilgi için bk. Râzî, II, 159 vd.
[85] İbn Âşûr, 1,402-403; Tabatabâî, 1,116.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/41-45.
[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/45.
[87] Yûsuf 12/100
[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/45-46.
[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/46-47.
[90] A'râf 7/23
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/47-48.
[92] Meselâ bk. Bakara 2/228; Ahzâb 33/35; Hucurât 49/13.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/48-49.
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/49-50.
[94] Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58.
[95] bk. M. F. Abdülbâki, Mu 'cem, "İsrail" md.
[96] Tekvîn, 32/24-28.
[97] bk. A. Haldar, "Israel, Names and Associations
of, The Interprete's Dictionary ofthe Bible, II, s. 765-766.
[98] I, 192.
[99] bk. Taberî, 1,248; Zemahşerî, 1,64-65; Elmalılı,
1,334; Reşîd Rızâ 1,289.
[100] bk. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, s.
178-179.
[101] 1,249.
[102] bk. Zemahşerî, 1,65; İbn Âşûr, 1,451 -45 2.
[103] Geniş bilgi için bk. Metin Yurdagür, "Ahid",
DM, 1,532-533.
[104] Bakara 2/63
[105] Mâide 5/12
[106] Âl-i İnırân 3/187
[107] I, 250.
[108] Reşîd Rızâ 1,290.
[109] Meselâ bk. Taberî, I, 250; İbn Âşûr, I, 453.
[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/50-52.
[111] Râzî, III, 42.
[112] Geniş bilgi için bk. Ateş, I, 155-156; İbn Âşûr,
1,467-469.
[113] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/52-53.
[114] Râzî, III, 44.
[115] bk. Taberî, 1,255.
[116] Reşîd Rızâ, 1,292.
[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/53.
[118] Ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/177; Âl-i İmrân
3/92.
[119] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/53-54.
[120] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "sbr" md.
[121] İhya, IV, 56.
[122] Bakara 2/155
[123] Ahkaf 46/35
[124] Bakara 2/249-250
[125] III, 48-49.
[126] Ankebût 29/45
[127] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/54-56.
[128] Âl-i İmrân 3/110
[129] İbn Atıyye, 1,138-139; II, 448; Râzî, XIV, 225; İbn
Âşûr, IX, 84.
[130] Meselâ bk. Mâide 5/20-26, 77-82; İsrâ 17/4-7.
[131] Meselâ bk. Tesniye, 28,29,30,31. bablar; daha
ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/159 ve tefsiri.
[132] Taberî, 1,265.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/56.
[133] Geniş bilgi için bk. Râzî, III, 55-66.
[134] meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109
[135] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/56-57.
[136] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/58.
[137] Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye.
[138] Çıkış, 6/18-20.
[139] Üç aylıkken, harç ve ziftle sıvadığı bir sepete
koyarak; Çıkış, 2/2-3.
[140] Tevrat'a göre Musa'yı nehirde bulan ve onu emzirmesi
için annesine veren, Firavun'un kızıdır; bk. Çıkış, 2/5.
[141] Geniş bilgi için bk. Kasas 28/7 vd.; krş. Çıkış,
2/2-10.
[142] Kasas 28/15-16
[143] Ayrıntılı bilgi için bk. A'râf 7/103-138.
[144] Mâide 5/21-26
[145] Tesniye, 32/50; 34/6-7.
[146] 141-162.
[147] Bu olay hakkında geniş açıklama için aynca bk. A'râf
7/141-162.
[148] Lokman 31/13
[149] Bakara 2/254
[150] Bakara 2/229; A'râf 7/19; Talâk 65/1
[151] Âl-i İmrân 3/182; Enfâl 8/51; Hac 22/10
[152] Bununla ilgili âyetler için bk. M. F. Abdülbâkî, Mu
'cem, "zlm" md.; hadisler için bk., Wensinck, Mu'cem, "zlm"
rad..
[153] 33/27-28.
[154] 1,320.
[155] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/58-62.
[156] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/63.
[157] Elmalılı, 1,364.
[158] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/63.
[159] bk. Mâide 5/20-24.
[160] Bu konuda bilgi için bk. A'râf 7/157.
[161] Bakara 2/269
[162] Nuh'u, İbrahim'i, Mûsâ'yı, seni
[163] Meselâ bk. Mâide 5/72-73,75; Tev-be 9/30.
[164] Meselâ bk. Âl-i İmrân 3/144; Ra'd 13/38; Furkan 25/20.
[165] Ahzâb 33/40
[166] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/63-67.
[167] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/67.
[168] Ahzâb 33/40
[169] Taberî, I, 318
[170] m.ö. 586-538
[171] Sâbiîler hakkında bilgi için bk. Şınasi Gündüz,
Sabitler Son Gnostikkr, Ankara 1996.
[172] Reşîd Rızâ, I, 334.
[173] Meselâ bk. Zemahşerî, 1,73; Şevkânî, 1,102..
[174] Reşîd Rızâ, I, 334-336; Ateş, I, 174-175; a. mlf.,
"Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir", İslâmî Araştırmalar, FIl/l, s.
7-24.
[175] I, 83-84.
[176] Mecmu'atü resâ'il içinde, s. 144-145.
[177] a.g.e.t s. 146.
[178] Özellikle bk. Bakara 2/136-137; Nisa 4/47, 136,
150-152, 171-173.
[179] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/67-70.
[180] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/70-71.
[181] Geniş bilgi için bk. 40. âyetin tefsiri.
[182] İbn Atıyye, 1,158-159.
[183] 19/18; 20/18-19.
[184] Shabbath, 88a
[185] I, 340-341.
[186] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/71-72.
[187] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/72.
[188] Tekvin, 2/2-3.
[189] Çıkış, 20/8-17.
[190] Çıkış, 16/23; 34/21; Yeremya, 17/21.
[191] Çıkış, 16/13-30; Sayılar, 15/32-36.
[192] bk. Taberî, I, 332.
[193] Meselâ bk. Reşîd Rızâ, 1,343-345; Seyyid Kutub, I,
65-66; Ateş, 1,179.
[194] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/72-73.
[195] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/74.
[196] Taberî, Is 337-340; Râzî, III, 114.
[197] Ateş, 1, 181; Mevdûdî, I, 85.
[198] bk. Bakara 2/51,54; A'râf 7/152; Tâhâ 20/85-96.
[199] İsrâiloğullan'nın, Hz. Musa'ya "Bizimle alay mı
ediyorsun?" demelerinin ve ardarda sorular sormalarının başka sebepleri
hakkında aynntılı açıklamalar için bk. Râzî, m, 115-1 İS.
[200] Buhârî, "Rikak", 22; Müslim,
"Akzıye", 10,11,12.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/74-75.
[201] Sayılar 14/11.
[202] Sayılar, 20/10, daha geniş bilgi için bk., Çıkış,
32/1-17; Levililer, 26/40-45; Sayılar, 11/1-15,14/1-12; 20/1-13.
[203] bk. A'râf 7/179.
[204] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/75-76.
[205] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/76.
[206] Meselâ bk. Bakara 2/91,97; Âl-i İmrân 3/3; Nisa 4/47.
[207] Meselâ bk. İbn Atıyye, 1,167-168; Râzî, III, 134-135.
[208] İbn Atıyye, I, 168.
[209] I, 368.
[210] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/77-78.
[211] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/78.
[212] ürnmî kelimesinin anlamı için bk. A'râf 7/157-158.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/78.
[213] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/78-79.
[214] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/79.
[215] Âyette geçen seyyie kavramı hakkında bk. En'âm 6/160.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/79.
[216] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/80.
[217] Çıkış, 20.
[218] Çıkış, 32/15.
[219] Çıkış, 20/1-17.
[220] bk.Nahl l6/124.
[221] Ayrıntılı bilgi için bk, En'âm 6/151-153; İsrâ
17/23-39.
[222] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/81.
[223] İbn Atıyye, I, 177.
[224] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/81-82.
[225] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/82-83.
[226] Reşîd Rızâ, 1,376.
[227] ruh kelimesinin anlamı hakkında geniş bilgi için bk.
İsrâ 17/85.
[228] (Hz. îsâ hakkında geniş bilgi için bk. Âl-i İmrân
3/42-60.
[229] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/83-84.
[230] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/84.
[231] Râzî, III, 180.
[232] İbn Atıyye, 1,178.
[233] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/84.
[234] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/84-85.
[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/85.
[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/85-86.
[237] bk. A'râf 7/148; Tâhâ 20/88.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/86.
[238] bilgi için bk. Bakara 2/40.
[239] bilgi için bk. Bakara 2/63.
[240] Bk. Bakara 2/51, 54, 67; A'râf 7/152; Tâhâ 20/85-96.
[241] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/86-87.
[242] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/87.
[243] Geniş bilgi İçin bk. Yaşar Kutluay, İslâm ve Yahudi
Mezhepleri, s. 123-131; ayrıca bk. Cum'a 62/5-8.
[244] Şirk ve müşrik terimleri hakkında bilgi için bk.
Bakara 2/105.
[245] Meselâ bk. En'ânı 6/29; Nahl 16/38; İsrâ 17/49.
[246] Neml 27/67-68
[247] bk. Zevzenî, Şerhu'l-Mu'allakât, Beyrut ts. [Mektebetü
Dâireti'l-Beyân], s. 82.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/87-88.
[248] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/88.
[249] Buhârî, "Savm", 7; Müsned, I, 288
[250] Buhârî, "Bed'ü'1-halk", 7.
[251] Müsned, III, 224.
[252] m. ö. 598
[253] bk. İbn Atıyye, I, 183.
[254] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/88-90.
[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/90.
[256] Geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz,
"Fâsık" DİA, XII, 202-205; Ali Şafak, "Fısk", DİA, XIII,
37-38.
[257] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/90-91.
[258] Meselâ bk. Çıkış, 33/3, 5; Sayılar, 16/12-50, 17.
[259] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/91.
[260] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/92
[261] II. Samuel, 12/24.
[262] I. Krallar, 4/21.
[263] Süleyman Mabedi hakkında bk. İsrâ 17/1.
[264] aş. bk
[265] Sâd 38/30-35
[266] 1,397.
[267] 1,203.
[268] III, 206-213.
[269] III, 213.
[270] s. 497.
[271] Bu husustaki hadisler için meselâ bk. Buhârî,
"Vesâyâ", 23; Müslim, "îmân", 144; Ebû Dâvûd,
"Vesâyâ", 10.
[272] Daha geniş bilgi için bk., Ateş, 1,206-211; Günay
Tümer, "Büyü", DİA, VI, 501-506.
[273] Daha geniş bilgi için bk. Ömer Faruk Harman,
"Buhtunnasr", DİA, VI, 380-381; Sargon Erdem, "Bâbil", DİA,
IV, 392-395.
[274] Lagarde, Gesaınmelte Abhandlungen, s. 15, 169.
[275] bk. M. Boyce, "Amurdad", Endclopeaia
Iranica, I, 998.
[276] E. Davis, "Asmodeus", Encydopeadia Judaica,
III, 754,755.
[277] Rivayetlerin tenkidiyle ilgili geniş bilgi için bk.
İyâde b. Eyyûb el-Kübeysî, "Kıssatü Hârût ve Mârût fî mîzâni'l-menkûl
ve'1-ma'kûl", ed-Dirâsâtü'l-İslâmiyye,XXVII/3,s.5-72.
[278] Reşîd Rızâ, 1,402.
[279] Meselâ bk. Câhiz, el-Osmâniyye, s. 29,30,32,40.
[280] Fitne teriminin Kur'ân-ı Kerîm, hadisler ve diğer
İslâmî literatürdeki anlamı hakkında geniş bilgi için bk. Bakara 2/191.
[281] Zemahşerî, 1,85.
[282] bk. Taberî, 1,452; Şevkânî, 1,131; Reşîd Rızâ, I, 403.
[283] Taberî, 1,452.
[284] 1,146.
[285] 1,95-96.
[286] 11/4-13.
[287] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/92-100.
[288] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/100-101.
[289] bk. Taberî, 1,469-471; Râzî, m, 224; Şevkânî, 1,136.
[290] Nisa 4/46
[291] Taberî, 1,473-474; Şevkânî, 1,136.
[292] Geniş bilgi için bk. Remzi Kaya, "Ehl-i
Kitap", Dİ A, X, 516-519.
[293] Bk., Taberî, VIII, 69.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/101.
[294] Geniş bilgi İçin bk. Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke
Kavramı, s. 311-319.
[295] Meselâ bk. En'âm 6/81.
[296] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/101-103.
[297] Nesih hakkında ek bilgi için ayrıca bk. "Tefsire
Giriş" bölümü, "I. Kur'ân-ı Kerîm F) Nesih" başlığı.
[298] Başka yorumlar İçin bk.Şevkânî,!, 138-139.
[299] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/103-104.
[300] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/104-105.
[301] Nisa 4/153
[302] Taberî, I, 483-484.
[303] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/105.
[304] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/105-106.
[305] Özellikle bk. Gazzâlî, İhya. III. 189-201
[306] Nisa 4/54
[307] Felâk 113/5
[308] Meselâ bk. İbn Kayyim, Zemmü'l-hased ve ehlih, s. 25;
Elmalık, VIII, 6402-6403.
[309] Buhârî, "İlim", 15; "Zekât", 5;
"Ahkâm", 3; Mümed, II, 9,36.
[310] Nesâî, "Cihâd", 8.
[311] İbn Mâce, "Zühd", 22; Ebû Dâvûd,
"Edeb", 44.
[312] Buhârî, "Edeb", 57, 58; Müslim,
"Bin", 24,28, 30,32.
[313] Meselâ bk. Muhâsibî, er-Riâye, s. 475-477; Mâverdî,
Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, s. 382-383; Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerî'a ilâ
mekârimi'ş-şerî'a, s. 348-349; Gazzâlî, İhya, III, 236, 239.
[314] Meselâ bk. Mâverdî, a.g.e., s. 381; Kurtubî, V, 251.
[315] Muhâsibî, a .g.e., s. 477-479,490; Gazzâlî, a.g.e.,
III, 236,237-238.
[316] Meselâ bk. Râzî, IH, 238-244.
[317] s. 50-52.
[318] İhya, El, 238-239.
[319] et-Tıbbü'r-rûhânî, s. 48.
[320] İhya, III, 242-243.
[321] 1,487.
[322] Şûra 42/40
[323] Nûr 24/22
[324] Müsned, II, 235, 438.
[325] Şûra 42/40
[326] Âl-i İmrân 3/159
[327] Meselâ bk. Taberî, I, 489-490; Reşîd Rızâ, 1,421-422.
[328] Reşîd Rızâ, I, 421.
[329] Bk. Mustafa Çağrıcı, "Hilm", Dİ A, XVIII,
33-36.
[330] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/106-110.
[331] Hayır kavramı hakkında geniş bilgi için bk. Bakara
2/215.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/110.
[332] Meselâ bk. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 264.
[333] bk. İbnü'1-Esîr, en-Nihâye, "Burhan" md.
[334] Geniş bilgi için bk. M. Naci Bolay, "Beş
Sanat", Dİ A, V, 546-547; Yusuf Şevki Yavuz, "Burhan", DM, V,
429-430.
[335] Yûsuf 12/108.
[336] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/110-111.
[337] Taberî, 1,494.
[338] Meselâ bk. Bakara 2/115,272: Nisa 4/125; Ra'd 13/22.
[339] Buhârî, "îmân", 37.
[340] Nahl 16/90
[341] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/111-112.
[342] bk. Matta, 5/17-20.
[343] 1,497.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/112-113.
[344] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/113-114.
[345] Müslim, "Salât", 215; Nesâî,
"Mevâkît", 35.
[346] I, 499.
[347] IV, 9,10.
[348] bk. Taberî, 1,499; Râzî, IV, 9,10.
[349] Reşîd Rızâ, 1,431.
[350] IV, 9-10..
[351] Hac 22/40
[352] İbn Sa'd, Tabakat, Beyrut ts., Dâru Sâdır, I, 357.
[353] Râzî, IV, 11.
[354] "dünyada rezillik" ifadesinin açıklaması
için bk. Bakara 2/85.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/114-115.
[355] Taberî, 1,503.
[356] Bk. Taberî, I, 502; Râzî, IV, 18-19.
[357] Kıble konusunda geniş bilgi için bk. Bakara 2/142 vd.
[358] bk. Şevkânî, I, 144-145
[359] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/115-116.
[360] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/116.
[361] bk. Tevbe 9/30; Nahl 16/57; Zuhruf 43/16; Tûr 52/39.
[362] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/116-117.
[363] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/117.
[364] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/117-118.
[365] bk. Nisa 4/153.
[366] Meselâ bk. Bakara 2/55,108.
[367] Râzî, IV, 29.
[368] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/118.
[369] Hak kelimesinin anlamı konusunda geniş bilgi için bk.
Yunus 10/35; îsrâ 17/81.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/118.
[370] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/119.
[371] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "mil" md..
[372] Mâide 5/8
[373] "doğru yol" diye çevirdiğimiz
"hüdâ" kelimesinin anlamı için bk. Bakara 2/2.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/119-121.
[374] Taberî, I, 520-522; Râzî, IV, 32.
[375] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/121.
[376] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/122.
[377] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/122.
[378] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/123.
[379] Tekvîn, 17/5.
[380] Tekvîn, 11/10-26.
[381] Tekvin, 16/16.
[382] Tekvin, 21/6.
[383] Tekvîn, 21/8-21; İsmail, İbrânîce'de "Allah
işitir" anlamına gelen Yişmael isminin Arapça'da telaffuz edilen şeklidir.
[384] Tekvîn, 22/1-13.
[385] Tekvîn, 25/1-10.
[386] geniş bilgi için bk. En'âm 6/74
[387] Enbiyâ 21/51
[388] Nisa 4/163
[389] A'lâ 87/19
[390] Bakara 2/!35; Nisa 4/125; Nahl 16/123
[391] bu mücadeleleri için bk. En'âm 6/74-81; Meryem
19/42-46; Enbiyâ 21/51-71
[392] Enbiyâ 21/69
[393] Enbiyâ 21/71
[394] Bu oğullarından hangisini kurban etmek istediği
konusunda bk. Sâffât 37/101-103.
[395] İbrahim 14/37
[396] bk. Saİebî, Arâisü'l-mecâlis, s. 75.
[397] 1,523-528.
[398] zulüm kelimesinin Kur'ânî anlamı için bk. Bakara 2/54
[399] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/123-126.
[400] Bakara 2/127,158; Âl-i İmrân 3/96,97; Enfâl 8/35; Hac
22/26; Kureyş 106/3
[401] Mâide 5/95, 97
[402] el-beytü'1-harâm: Kutsal, dokunulmaz mâbed; Mâide 5/97
[403] el-beytü'1-atîk: Eski mâbed; el-Hac 22/2933
[404] el-beytü'l-ma'mûr: Bakımlı mâbed; Tur 52/4
[405] Kabe hakkında ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/96-97.
[406] Reşîd Rızâ, 1,461.
[407] Râzî, IV, 48.
[408] Râzî, IV, 52.
[409] Taberî, I, 538-539; Zemahşerî, 1,93; Râzî, IV, 51-52.
[410] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/126-128.
[411] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/128.
[412] Bk. Taberî, 1,546-549.
[413] I, 466-468.
[414] Muhammed ümmeti, İslâm ümmeti, hıristiyan ümmeti gibi.
Kur'an bütünlüğü içinde ümmet kavramı hakkında daha geniş bilgi için bk. T.
Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 71-75.
[415] Râgıb el-İsfahânî. el-Müfredât, "nsk" md.
[416] Bk. Hakkı Dursun Yıldız, "Arap", Dİ A, III,
273.
[417] Müsned, IV, 127,128, V, 262; Hâkim, el-Müstedrek, II,
656.
[418] Daha geniş bilgi İçin bk. Râzî, IV, 65-66; İslâm
âlimlerinin, Yuhanna İncili'nde Hz. îsâ'dan sonra geleceği bildirilen
Periklytos'la [Paraklis] Hz. Muhammed'in kastedildiğine dair görüşleri ve
genel olarak eski kitaplarda İslâm peygamberini müjdeleyen haberler konusunda
bk. A'râf 7/157; Saf 61/6.
[419] Taberî, 1,556-558; Zemahşerî, 1,94; Râzî, IV,66.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/128-131.
[420] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/131.
[421] Hûd 11/71
[422] Enbiyâ 21/72
[423] Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/84
[424] Sâd 38/45
[425] Tekvin, 32/24-28.
[426] geniş bilgi için bk. Bakara 2/40
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/131-132.
[427] IV, 74-75.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/132-133.
[428] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/133.
[429] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/134.
[430] Taberî, I, 564.
[431] İbn Âşûr.1,737.
[432] bk. Şaban Kuzgun, "Hanif", DİA, XVI, 33 vd.
[433] Râgıb el-İsfahânî, eî-Müfredât, "hnf md.
[434] I, 564-566.
[435] Taberî, I, 566.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/134-135.
[436] bk. Bakara 2/ 253; İsrâ 17/55.
[437] Meselâ bk. Bakara 2/285; En'âm 6/83-90; Meryem 19/58.
[438] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/135-136.
[439] bk. Râzî, IV, 84-85.
[440] bk. Taberî, I, 570-. 572; Zemahşerî, 1,97; Râzî, IV,
86-87.
[441] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/136-137.
[442] Mâide 5/18
[443] bk. Râzî, IV, 87.
[444] bk. Bakara 2/47,122; A'râf 7/140.
[445] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/137-138.
[446] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/138-139.
[447] bk. Bakara 2/134
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/139
[448] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/140-141.
[449] bk. Râzî, IV, 93; Elmalılı, I, 522.
[450] Tirmizî, "Salât", 256; Nesâî,
"Sıyârn", 43; İbn Mâce, "İkame", 56.
[451] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/141-142.
[452] Reşid Rıza, II, 4-5.
[453] 1,219..
[454] Taberî JL 8; İbn Atıyye 1,219; Râzî, IV, 100-101.
[455] Ağırlıklı görüşe göre on altı veya on yedi ay, bk.
Tirmizî, "Tefsir", 3.
[456] Ayrıntılı bilgi için bk. Taberî, II, 11-12.
[457] İbn Atıyye, I, 220-221.
[458] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/142-144.
[459] bk. Râzî, IV, 109.
[460] bk. Râzî, IV, 123.
[461] I, 222.
[462] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/144-145.
[463] Râzî, IV, 128-130.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/145-146.
[464] II, 25-26.
[465] tslâmî literatürde eski kutsal kitaplarda yer alan bu
bilgiye "beşaret" [müjde] denir; geniş bilgi için bk. A'râf 7/157;
Saf 61/6
[466] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/146-147.
[467] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/147.
[468] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/148.
[469] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/148-149.
[470] hikmet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/149.
[471] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/149-150.
[472] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/150.
[473] bk. Bakara 2/45
[474] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/150-151.
[475] II, 38.
[476] IV, 145.
[477] her canlının ölümü tadacağı ve bunun ne anlama geldiği
hususunda bk, Âl-i İmrân 3/185.
[478] Taberî, II, 39-40; İbn Atıyye, 1,227; Râzî, IV,
145-146; geniş bilgi için bk. Ateş, 1,264-269.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/151-152.
[479] IV, 155.
[480] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/152-153.
[481] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/153.
[482] bk, Bakara 2/197 vd..
[483] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/153-154.
[484] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/154-155.
[485] İbn Âşûr, II, 68.
[486] Reşîd Rızâ, I, 48 vd.
[487] Çıkış, 33/3, 5.
[488] bk. Tesniye, 28, 29, 30. bablar; özellikle Tesniye,
28/15 vd., 31/20-21.
[489] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/155-156.
[490] ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/87
[491] bk. Âl-i İmrân 3/89-90
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/156.
[492] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/157.
[493] Bu isimlerin anlamlan için bk. Fatiha 1/1.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/157-158.
[494] IV, 179
[495] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/158-159.
[496] Lokman 31/13
[497] Meselâ bk. Bakara 2/54, 57; A'râf 7/177; Hûd 11/101;
Fâtır 35/32.
[498] Meselâ bk. Yûnus 10/108; Nemi 27/40,92; Rûm 30/44;
Fâtır 35/18.
[499] IV, 204.
[500] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/159-161.
[501] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/161.
[502] bk. A'râf 7/32.
[503] Tahrîm 66/1.
[504] Hicr 15/40; Sâd 38/83.
[505] Buhârt, "Rikak", 31; Müslim,
"îmân", 206, 207, 259; Dârimî, "Rikak", 70.
[506] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/161-163.
[507] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/163.
[508] II, 79 vd.
[509] 1,238-239
[510] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/163-164.
[511] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/164.
[512] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/164-165.
[513] bk. Mâide 5/103.
[514] Râzî, XIII, 207.
[515] Mâide 5/5
[516] Geniş bilgi İçin bk. Asaf Ataseven-Mehmet Şener,
"Domuz", Dİ A, IX, 507-509.
[517] II, 119.
[518] Geniş bilgi için bk. Mehmet Şener, "Hayvan
[Fıkıh]", DİA, XVII, 92-98; İbrahim Kâfi Dönmez, "Eti Yenen ve
Yenmeyen Hayvanlar", İFAVAns., 1,502-509.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/165-167.
[519] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/167.
[520] Râzî, V, 28,
[521] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/167-168.
[522] bk. Râzî, IV, 84-85.
[523] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/168.
[524] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/169.
[525] Müslim, "Biir", 14,15; Tirmizî,
"Zühd", 52.
[526] V, 37.
[527] Mâide 5/2
[528] Buhârî, "İ'tisâm", 27; Müslim,
"Hac", 141.
[529] İbn Mâce, "Dua", 5; Müsned, I, 3, 5, 8.
[530] Tirmizî, "Büyü"', 4.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/169-170.
[531] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/170.
[532] İbn Kesîr, 1,299-301.
[533] Mâide 5/45
[534] Buhârî, "Diyât", 24,31
[535] Dârimî, "Diyât", 7.
[536] Cessâs, Ah-kâmü'l-Kur'ân, 1, 135.
[537] Dârimî, "Diyât", 7; Tirmizî,
"Diyât", 18.
[538] 1,61-62.
[539] bk. Nisa 4/92.
[540] bk, Levililer, 24/20; Tesniye, 19; Sayılar, 35/16.
[541] İbn Âşûr, I, 144.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/171-174.
[542] Mâide 5/32
[543] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/175-176.
[544] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/177.
[545] 4/11 vd
[546] Tirmizî, "Vesâyâ", 5; Müsned, IV, 186-187,
V, 267.
[547] Buhârî, "Vesâyâ", 2.
[548] Buhârî, "Vesâyâ", 1; Müslim,
"Vasıyye", 1,4.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/177-178.
[549] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/178-179.
[550] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/179.
[551] Buharı, "Savm", 69, "Tefsir",
2/24; Müslim, "Sıyâm", 132-137.
[552] İbn Âşûr, 1,157; Matta, 6/16.
[553] Buharı, "Savm", 56; Müslim,
"Sıyâm", 181-202.
[554] bk. Nisa 4/101.
[555] Buhân, "Savm", 34; Müslim,
"Siyam", 88-89.
[556] İbn Âşûr, 1,167.
[557] Ayrıca bk. Mâide 5/89.
[558] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/179-182.
[559] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/183.
[560] Buhârî, "Savm", 5,11; Müslim,
"Siyam", 4,7,8,17-20.
[561] bk. Bakara 2/203
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/183-185.
[562] Vakıa 56/85
[563] Kaf 50/16
[564] Enfâl 8/24
[565] el-Muvatta', "Kur'ân", 29, 36.
[566] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/185-186.
[567] Meselâ bk. Buhârî, "Tefsir", 2/27; Taberî,
II, 163-167; Kurtubî, II, 314-315.
[568] Buhâri, "Savm",16, 17; Müslim,
"Sıyâm", 33, 39 vd.; Ebû Dâvûd, "Sıyâm", 17.
[569] Müslim, "Fiten", 110; geniş bilgi için bk.
Hayrettin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, 1,113 vd.
[570] Buharı, "İtikâf, 1-6; Müslim, "İtikâf', 1-6.
[571] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/187-189.
[572] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/189.
[573] Reşîd Rızâ, 1,195.
[574] bk. Tirmizî, "Ahkâm", 9; Ebû Dâvûd
"Akdıye", 4.
[575] Müsned, VI, 203, 290-291,307.
[576] V, 118.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/189-190.
[577] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/191.
[578] İbn Atıyye, 1,261.
[579] Râzî, V, 120.
[580] bk. Râzî, V, 126.
[581] takva hakkında bk. Bakara 2/197.
[582] V, 127.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/191-192.
[583] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/193.
[584] I, 118.
[585] 1,262.
[586] Reşîd Rızâ, II, 208.
[587] II, 190.
[588] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/193-194.
[589] Bakara 2/279
[590] Meselâ bk. Câhiz, el-Osmâniyye, s. 29, 30, 32, 40.
[591] et-Ta'rifât, "Fitne" md.
[592] Keşşaf, M, 1156.
[593] Bakara 2/102; Tâhâ 20/40, 85,90, 131
[594] Bakara 2/191, 193, 217; Nisa 4/91
[595] Mâide 5/41, 49; Sâffât 37/162
[596] Ankebût 29/10; Zâriyât 51/13, 14; Burûc 85/10
[597] Nisa 4/101
[598] En'âm 6/53; Furkan 25/20; bk. Taberî, VII, 206-207;
XVIII, 193-194
[599] Tevbe 9/49
[600] A'râf 7/27
[601] Hac 22/53
[602] Hadîd 57/14; bk. Taberî, XXVII, 226
[603] Kalem 68/6
[604] I, 461-462; XVI, 162,196-197,200,235.
[605] Enbiyâ 21/35
[606] Tâhâ 20/131
[607] Enfâl 8/28
[608] Zümer 39/49; Duhân 44/17; Cin 72/17
[609] Tâhâ 20/40
[610] Tevbe 9/126; Hac 22/11
[611] Furkan 25/20
[612] Mümtehine 60/5
[613] bk. Şevkânî, V, 246.
[614] Hadtd 57/14; bk. Şevkânî, V, 198.
[615] Âli İmrân 3/7
[616] Taberî, III, 180.
[617] Burûc 85/10.
[618] Tevbe 9/47-48; bk. Taberî, X, 145-147.
[619] bk. Wensinck, Mu'cem, "ftn" md; a.mlf.,
Miftâhu künûzi's-sünne, "fiten" md.
[620] Buhârî, "Fiten", 4.
[621] bk. Aynî, 'Umdetü'l-Kâ-rî, XX, 64.
[622] Buhârî, "İlim", 24, "Fiten", 5;
İbn Mâce, "Fiten", 25.
[623] bk. Buhârî, "Fiten", 5.
[624] Buhârî, "Fiten", 9, "Menâkıb" 25;
Müslim, "Fiten", 10, 12-13; Müsned, V, 39,48, 110.
[625] Meselâ bk. Câhiz. el-Osmâniyye, s. 173; Müsned, III,
422.
[626] Meselâ bk. Taberî, II, 191; İbn Atıyye, 1,262-263;
Râzî, V, 130.
[627] bk. Nisa 4/91; Taberî, V, 201-202.
[628] bk. 194. âyetin tefsiri.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/194-198.
[629] bk. Taberî, II, 194; Zemahşerî, I, 118; Şevkânî,
1,210.
[630] Meselâ bk. Kehf 18/29; Hucurât 49/14.
[631] Reşîd Rızâ, II, 211.
[632] II, 195.
[633] II, 195-196.
[634] Meselâ bk. Nisa 4/90; Tevbe 9/1-6, 7.
[635] Geniş bilgi ve bu istikametteki görüşler için bk.
Ateş, 1,332-338.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/198-199.
[636] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/199-200.
[637] Ayrıca bk. âyet 254.
[638] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/200-201.
[639] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/201.
[640] bk. Salim Öğüt, "Hac", DÎA, XIV, 386.
[641] İhya, I, 314
[642] bk. Buhârî, "Hac", 132; Ebû Dâvûd,
"Hac", 57
[643] bk. Ateş, 1,340
[644] Mart 629
[645] İbn Âşûr, II, 224
[646] Müslim, "Hac", 80-86
[647] geniş bilgi için bk. Bakara 2/254 vd
[648] meselâ bk. Al-i Imrân 3/26; Nûr 24/33; Hadîd 57/7
[649] Yûsuf 12/88
[650] Buhârî, "Zekât", 30; "Edeb", 33
[651] meselâ bk. Bakara 2/273; Buhârî, İLBüyû"\ 15;
"Hars", 12,15
[652] Müslim, "Zekât", 95,97,106
[653] Müslim, "Vasiyet", 14; Tirmizî,
"Ahkâm", 36
[654] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/201-206.
[655] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/207-208.
[656] Nisan 631
[657] Taberî, E, 279-281; İbn Atıyye, 1,273-274; Râzî, V,
169
[658] Taberî, II, 281
[659] meselâ bk. Bakara 2/189; Hucurât 49/1-3
[660] Şems 91/7-10
[661] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/208-212.
[662] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/212-213.
[663] Taberî, n, 295-297
[664] Taberî, II, 297; İbnAtıyye,I,276
[665] Reşîd Rızâ, I, 237
[666] hasene ve sey-yie terimlerinin anlamları hakkında
geniş bilgi için bk. En'âm 6/160
[667] Buharı, "Daavât", 55
[668] Müslim, "Zikir", 23
[669] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/213-214.
[670] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/214-215.
[671] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/215.
[672] Râzî, V, 187
[673] V, 197-198
[674] Reşîd Rızâ, II, 248
[675] bk. 49/12
[676] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/215-217.
[677] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/218.
[678] Reşîd Rızâ, II, 256
[679] bk. Râgıb, gös. yer
[680] İslâm kelimesinin anlamı konusunda bilgi için ayrıca
bk. Âl-i İmrân 3/19
[681] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/218-219.
[682] Râzî, V, 211
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:I/219.
[683] bk. İbn Atıyye, I, 283; Râzî, V, 213-214
[684] Re-şîd Rızâ, II, 266
[685] Bakara 2/55; Nisa 4/153
[686] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/219-220.
[687] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/220.
[688] başka bir âyette de "Allah'ın lütfettiği nimete
nankörlükle kargılık verme" ifadesi yer almaktadır; bk. İbrahim 14/28
[689] İbn Aşûr, E, 291
[690] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/220-221.
[691] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/221.
[692] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/221.