172. Ey iman edenler! Size nzık olarak verdi­ğimiz temiz şeylerden yeyin ve eğer Al­lah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin.

173. O size, ölüyü, kam, domuz etini ve Al­lah'tan başkası için kesilen (hayvan) i haram kıldı. Bununla beraber, kini mecbur kalırsa, haris olmamak ve haddi aşmamak üzere (bunlardan yemesinde) herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

 

172 Allah Ta'âlâ'nın insanlara rızık olarak verdiği yiyecekler, gerek cins­leri ve gerekse tad, koku ve renkleri itibariyle sayılamıyacak kadar çoktur. Ancak, insanlık tarihinde görülmüştür ki, bazı kavimler, bu yiyeceklerden bazılarını kendilerine haram kılmışlar ve onları yemekten şiddetle kaçın­mışlardır. Meselâ câhiliye devrinde Araplar arasında sâihe denilen deve­nin eti yenmediği gibi, sütü içilmez, üzerine binilmez ve herhangi bir işe koşulmazdı. Sahibi onu âzâd eder ve ölünceye kadar başıboş dolaşmaya bırakırdı. Bu deve de, ya erkek yavrusunun erkek yavrusunu görmüş, ya on batında dişi yavrulamış, yahutta sahibi tarafından sâibe olması nezre-dilmiş bir deve olurdu. Binecek hayvanı kalmadığı için şaibesine binen bir ârâbîye   bir   diğeri   «harama   mı biniyorsun.» dediği zaman, onun yerkebu'l-harâme men lâ helâle lehıı (helâli olmayan, harama biner) cevabı darb-ı mesel olmuştur. Bunun gibi, başka kavimlerde de, başka hayvanla­rın yenmesi haram sayılmıştır. Hıristiyanlar, bir çok temiz yiyecekleri ken­dilerine haram kılarak nefse eziyet etmeyi Allah'a yaklaşmak için büyük bir vesile olarak kabul etmişlerdir. Ruhban sınıfı, biribirinden farklı olarak, balık dışında et ve yağı yemiyor, yahut balığı, sütü ve yumurtayı kendile­rine haram ediyorlar ve bu maksatla sık sık oruç tutuyorlardı. Aslında bunlar, Tevrat'ta veya İncil'de bulunmayan, fakat rab (cem'i erbâb) edini­len bazı liderler tarafından vazolunan ahkâmdır ki, bu liderler, Allah'ın indirdiklerinden yüz çeviren kitap ehlinin endâd'ı, yani Allah'a ortak kılınan kimseler olmuşlardır. Nitekim Tövbe sûresinin 31 inci âyetinde de açık­landığı gibi, kitap ehli, hahamlarını ve rahiplerini kendilerine rab edinmiş­lerdir.

İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetiyle, mü'minleri, kendilerine Al­lah'tan başkasını erbâb ve endâd edinen kâfirlerden ayırt etmek için, onlara rızık kapısını genişletmiş, ruhun ihtiyacı kadar vücudun da gıdaya ihtiyacı olduğunu öğreterek, temiz ve helâl olan yiyecekleri, kendilerine haram kılmamalarını onlara emretmiştir. Bu sebepledir ki, âyet-i kerîmede yer alan külü (yeyin) emri, bazı müfessirlerin işaret ettikleri ibâha'ya değil, vücûb'a delâlet eder. Zira ibâhada, temiz ve helâl olan yiyeceklerin yenip yenmemesinde kulun seçme hakkı vardır. Bu hak, kula zâten verildiği için, âyet-i kerîmenin bunu beyan için geldiğini düşünmeye gerek bulunmadığı gibi, bunun konuyla da ilgisi yoktur. Konu, Allah'a ortak kılınan kimselerin, bazı yiyecekleri haram saymaları ve peşlerinden gelenlere de, bunu böy­lece telkin etmeleridir ki, Allah Ta'âlâ, buna karşılık rnü'minleri uyarmış ve helâl olan yiyecekleri, diğerleri gibi, kendilerine haram kılmamalarını ve onlardan yemelerini emretmiştir. Buna göre, hiçbir mü'min, helâl olan herhangi bir yiyecek için, «bu haramdır; ben yemem» diyemez; kısacası, helâl olanı haram kılamaz. İşte âyet-i kerimedeki «yeyin» emrini bu manâ­da, yani «helâl olan yiyeceği haram kılarak yemekten çekinmeyin» manâ­sında anlamak gerekir; bu da vücûb ifade eder.

Allah Ta'âlâ, mü'minlere yönelttiği bu emirle, yukarıda da işaret etti­ğimiz gibi, rızık kapısını genişletmiş ve onlara sayısız nimetlerden fayda-fanma imkânını vermiştir. Bu, O'nun, kullarına fadl ve ihsanıdır. O halde, ey mü'minler! Bu nimetleri sizin için yaratan, onları elde etmenizi kolaylaş­tıran ve yenmesini helâl kılan Allah'a şükredin. Eğer gerçekten O'nun birliğine, kâinat üzerindeki hükümranlığına ve her şeyin yalnız O'nun kudret ve iradesiyle vücut bulduğuna inanıyor ve bu inançla ibadetinizi yalnız O'na tahsis edip kulluk görevinizi hakkıyle yerine getiriyorsanız, O'na şükretmeniz gerekir. Yalnız O'na şükredin ki, O'ndan başkalarını O'na ortak kılıp O'nun nimetlerini onlardan istemiyesiniz. Aksi halde, O'na ortak kılıp kendinize önderyaptığınız bu kimseler, Allah'ın helâl kıldıklarını size haram ettikten başka, sizi müşrik ve kâfir zümresine de sokarlar. Onun için, yalnız Allah'ın indirdiklerine uyun ve size ihsan ettiği nimetle­rinden dolayı yalnız O'na şükredin. [1]

 

173 Ancak, size rızık olarak verdiği bu sayısız nimetler arasında, sizin için zararlı olan bir kaç şey vardır ki, Allah bunları zararları dolayısıyle haram kılmıştır. Bunlar, ölü hayvan eti, akmış kan, domuz eti ve Allah'tan başkası için kesilmiş hayvan etidir. Ölü hayvan, kesilmeksizin kendi kendine ölmüş hayvan demektir. Onun neden öldüğünü, insan kesinlikle bilemez. Ya önceden kendisinde bulunan bir hastalık sebebiyle ölmüştür; ya zehir­lenmiştir. Bazan hastalığın tehlikeli bir mikroptan ileri gelmiş olması da mümkündür, ve insan, etinin sağlıklı olduğundan emin olamaz. Mâide sûresinin 3 üncü âyetinde de işaret edildiği gibi, boynu sıkılıp boğularak, ve başına vurularak öldürülen hayvanlarla, kuyuya veya yüksek bir yer­den düşerek ölen, yahut yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanarak öldürü­len hayvanların etleri de keza haram kılınmıştır. Aynı şekilde, akmış ve pıhîılaşmış kanla domuz eti de diğerleri gibi iğrenç ve insan için zararlı maddelerdir. Bilhassa domuzun başlıca gıdasını kazuratın teşkil ettiği düşünülürse, vücudunun insan için ne zararlı mikroplara yataklık ettiği kolayca anlaşılır.

Allah'tan başkası için kesilen hayvanlarla, bir puta kurban olarak takdim edilen ve bu maksatla kesilen hayvanlar kasdedilmiştir. Böyle bir hayvan etinin haram kılınması, vahdaniyet inancının korunması gibi ta-mamiyle dinî olan bir gayeye matuftur. Çünkü Allah'tan başkası için kur­ban kesmek, putperestlik âdetlerîndendir ve bu maksatla kurban kesen kimse, adına kurban kestiği putu, Allah'a ortak koşmuş ve kurbanıyle o puta yaklaşmak ve onu yüceltmek gayesini gütmüş olur.

İşte, Allah Ta'âlâ, bizce bilinebilen, fakat kendisinin daha başka ve daha büyüklerini bildiğine şüphe olmayan zararları dolayısıyle, yukarıda sayılan maddelerin yenmesini haram kılmıştır. Bununla beraber, insanın, açlık ve Ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi halinde, haram kılınan bu maddelerden yemesinde bir günah yoktur. Ancak bunlardan yenebilecek miktar, âyet-i kerîmeyle tayin ve tesbit edilmiş ve «o şeylere haris olma­mak, yani istekle ve iştiha ile yememek ve ihtiyaçtan fazlasını yeyip haddi aşmamak şartıyle» bunlardan yenilmesine izin verilmiştir. Bundan anlaşı­lan manâ şudur ki: Aç kalan insan, yiyecek helâl ve temiz bir şey bulama­dığı zaman, açlıktan ölmemek için, haram olan bu şeylerden bir miktar yiyebilir. Kendisini ölümden kurtaracak olan miktarın fazlası yine haram­dır.

Allah Ta'âlâ'nın kullarına ihsan ettiği sayısız nimetlerden ancak bir kaçını yine kendisinin bildiği zararları dolayısıyle haram kılması, sonrada açlık halinde ölmemek için bunlardan bir miktar yenmesine izin vermesi, O'nun kulları üzerindeki rahmetinin bolluğundandır ve Rahîm sıfatının bir tezahürüdür. O, Rahim olduğu gibi Gafûr'dur da. Kullan, ayak sürçmesi denilebilecek hareketlerle düştükleri günahlardan tövbe ettikleri zaman, onları bu sıfatıyle affeder.

Allah Ta'âlâ, ahkâm âyetleri arasında, yiyeceklerle ilgili ilk hükmünü böylece beyan ettikten sonra, yahudîlere ve onlar gibi davrananlara karşı deliller getirmeye devam ederek şöyle buyurmuştur. [2]

 

174. Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizle­yen ve onu yok pahasına değişen kimse­ler, işte onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemezler; kıyamet günü Allah onlarla konuşmıyacak, onları temize de çıkarmıyacaktır.   Onlar  için  elim  bir azâb vardır.

175. Hidayete karşılık dalâleti, mağfirete kar­şılık azabı satın alan kimseler, işte on­lardır. Ateşe karşı ne de sabırlılar!.

176.  Bu da, Allah'ın, kitabı hak olarak in­dirmiş olması sebebiyledir. Kitap üze­rinde ihtilâf edenler ise, muhakkak (hak yoldan) uzak bir ayrılık içindedirler.

 

Allah Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmelerde, şeytanın adımlarına ayak uyduran bir takım akılsızların, kendilerine Allah'tan başkasını rab edinip onların kendi heveslerine göre vazettikleri şeriata uyduklarını ve bu sebeple onlar tarafından haram kılman bir çok nimeti kendilerine haram ettiklerini bildirmişti. Halbuki insanlar için büyük zararlarını ancak Allah'ın bildiği bir kaç madde dışında hiçbir şey haram kılınmamıştı. Allah Ta'âlâ bu hususu belirtirken, bir taraftan, Kur'ân-ı Kerîm'den yiyeceklerle ilgili ola­rak ilk hüküm âyetini indirmiş, bir taraftan da kulları için yarattığı sayısız nimetlerini, lutfunun ve rahmetinin genişliğine bir deli! olmak üzere onların gözleri önüne sermiş oluyordu.

Yukarıda âyet-i kerîmelerde ise, Allah'ın şeriatını bir tarafa iterek kendi heveslerine göre şeriat vazeden ve Allah'ın helâl kıldığı şeyleri kendi uydularına haram kılan bir takım liderler, Allah'ın hak olarak indirdiği kitap hükümlerini gizleyen ve uydularına gerçeği aksettirmeyen kimseler olarak tanıtılmış ve bu gibilerin kıyamet günü uğrayacakları elim azaba işaret edilmiştir.

Böylece, Bakara sûresinin bundan sonraki âyetlerine de ince bir atıf yapılmış olmaktadır. Zira Allah Ta'âlâ, yiyeceklerle ilgili ilk şer'1 hükmü vazettikten sonra, aşağıdaki âyetlerle yeni hükümler vazedecek ve bu hükümlere uyulması hususunda açık ve kesin emirlerini bildirecektir. Bu bakımdan, yukarıdaki âyet-i kerimeleri, Allah'ın hak olarak gönderdiği bu hükümleri gizlememek ve nefsin arzularına göre onlarda değişiklik yap­mamak hususunda müslümanlara bir ihtar, aynı zamanda, Bakara sûre­sinin ahkâm âyetlerine bir geçiş olarak değerlendirmek gerekir. İşte bu manâda, Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [3]

 

174. Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizle­yen ve onu yok pahasına değişen kimse­ler; işte onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemezler. Kıyamet günü, Allah onlarla konuşmıyacak, onları temize de çıkarmıyacaktır. Onlar için elim bir azâb vardır.

175. Hidayete karşılık dalâleti, mağfirete kar­şılık azabı satın alan kimseler, işte on­lardır. Ateşe karşı ne de sabırlılar!.

176. Bu da, Allah'ın, kitabı hak olarak in­dirmiş olması sebebiyledir. Kitap üze­rinde ihtilâf edenler ise, muhakkak (hak yoldan) uzak bir ayrılık içindedirler.

 

174 Allah'ın peygamberlerine gönderdiği kitaplardaki herhangi bir hük­mün, yahut emir veya yasağın gizlenmesi, ya onu tahrif etmekle, ya da gerçek manâsından uzak birmanâya gelecek şekilde te'vîl etmekle olur. Bunu yapanlar da, yaptıklarının karşılığı olmak üzere, ya bir ücret alırlar, yahutta gönüllerine hoş gelen bir makama kavuşurlar. Kısacası, Allah'ın kitab'ını, dünya menfeatı karşılığında tebdil ve tağyir ederler; aslını değişti­rip başkalarından gizlemiş olurlar. Bu, umumiyetle, akılsız kişilerin, kendi­lerine önder yaptıkları ve her hususta peşlerinden gittikleri kimselerin işidir. Ancak bu liderler, yaptıkları bu işin, kendilerine ne büyük zararlar getireceğini ve ticaretlerinin kendilerini nasıl bir iflasa sürükleyeceğini düşünemiyecek kadar da beyinsizdirler. Çünkü dünya menfeatı karşılı­ğında elden çıkardıkları şey, ebedî âhıret saadetidir ve bu saadeti, onlar, yok pahasına, geçici olan ve hiçbir kıymeti bulunmayan dünya menfeatına feda etmektedirler. Bu sebepten, oniarın karınlarını dolduracak olan dünya malı, aslında, onları içine alacak olan Cehennem ateşidir; karınla­rını bu ateşle doldurmaktadırlar. Onlar, âhıret saadeti yerine, Cehennem ateşini tercih ettikleri için, kıyamet günü A!lahT elbette onlarla konuşmıya-cak ve onları temize çıkarmıyacakttr. Allah'ın onlarla konuşmaması, şüp­hesiz, onlara olan gadabından kinayedir. Onları temize çıkarmaması ise, işledikleri büyük günahta, ölünceye kadar ısrar etmeleri ve tövbeye ya­naşmamaları dolayısıyle onları affetmemesi manâsındadır. İşte, işledikleri bu ağır günah dolayısıyle Allah'ın gazabını üzerlerine çeken ve hiçbir surette af ve mağfiret edilmiyecek olan bu kâfirler için, acısını şiddetle hissedecekleri bir azâb vardır. [4]

 

175 Hidayete karşılık dalâleti satın alanlar, işte bunlardır. Allah'ın hidayet olarak İndirdiği kitab't veya bu kitab'ın hükümlerini dünya menfeatına karşılık tebdil ve tağyir ederek, yahut değiştirerek gizlemişler; böylece, hidayeti sapıklık uğruna feda etmişlerdir. Halbuki bunlar, hidayeti tercih ve Allah'ın indirdiği kitapla amel etmiş olsalardı, Allah'ın af ve mağfiretini hak ederler, hem dünya, hem de âhıret saadetine ererlerdi. Oysa bunlar, hidayet yerine sapıklığı tercih etmişler, bunun tabii bir neticesi olarak da. mağfiret yerine yukarıda işaret olunan şiddetli azaba hak kazanmışlardır. Onların görecekleri bu azâb, şüphesiz, Cehennem azabıdır. Fakat yaptık­ları işlerle bu ateşe kendi kendilerini sürüklemelerine ve ona âdeta koşar­casına gitmelerine hayret etmemek mümkün değildir. Çünkü Allah'ın indirdiklerini gizliyerek dalâleti ve neticede azabı tercih eden kimselerin bu hareketi, Cehennem ateşini umursamadıklarını ve ona sabretmeyi göze aldıklarını gösterir. Fakat bu nasıl bir sabırdır; ve onlar, bu ateş İçinde ne sabırlı insanlardır?! Akıl sahibi insanların işi değildir bu. [5]

 

176 Şurası muhakkaktır ki, bu kimselerin Cehennem azabına müstehak ve kıyamet günü, bu azabı Cehennem ateşinde mutlaka yanarak görecek olmaları, Allah Ta'âlâ'nın, bu kitabı hak olarak göndermiş olması sebebiy­ledir. Kitap hak olunca, onun üzerinde tebdîi ve tağyir yapmaya, diledi-ğince tasarrufta bulunmaya ve hoşuna gitmeyen hükümlerini başkaların­dan gizlemeye, hiç kimsenin hakkı yoktur. Hiç kimse, bu kitap karşısında, ona hâkim ve galip olduğunu, onu dilediği şekle sokabileceğini iddia edemez. Kim galibiyet ve hâkimiyet iddiasında bulunursa, mağlûb ve mahkûm olur.

Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah'ın hak olarak indirdiği kitap üzerinde ihtilâf edenler, hükümlerini kendi heveslerine göre yorumlayarak gerçeği saptıranlar, hak yoldan uzak bir ayrılık içindedirler. Çünkü herkesin kendi hevesine göre yorumladığı hükümlerle kitap, tek bir kitap olmak­tan çıkar ve «hangi kitap?» sorusuna muhatap kılınan bir kitap haline gelir. Bunun tabii bir neticesi olarak, kitabın hükümleri üzerinde görüş ayrılığına düşenler, bölünüp parçalanırlar; tek bir din içinde, birbirinden uzak, fakat hepsi birden hidayetten veya hak yoldan daha uzak yönlere dağılırlar. Bundan anlaşılıyor ki, kitap üzerinde görüş ayrılığıyle ilgili bu hüküm, ilk âyette söz konusu edilen ve kitaptan bir şeyin gizlenmesiyle ilgili olan hükümden ayrıdır. O halde, kitap üzerinde ihtilâfa düşmek, ondan her­hangi bir şeyi gizlemek kadar haktan uzaklaşmaktır. Çünkü hak birdir ve o da, kitabın insanları davet ettiği haktır. Oysa kitap üzerinde ihtilâfa düşen­ler, ne kendileri tek olan bu hak üzerindedirler; ne de başkalarını bu hakka davet etmektedirler. Nitekim Allah Ta'âlâ, En'âm sûresinin 153 üncü âyetinde, bütün ilâhi kitap sahiplerine tek bir hak ve tek bir yol üzerinde bulunmalarını emretmiş ve bu yolun, yalnız kendi yolu olduğunu açıklıya-rak şöyle buyurmuştur: «Muhakkak ki bu yol, benim dosdoğru yolumdur. O halde bu yola uyun; başka yollara tâbi olmayın. Aksi halde bu yollar, sizi O'nun yolundan ayırır, uzaklaştırır». Hak yoldan ayrılanların cezasını ver­mek ise, aynı sûrenin 159 uncu âyetinde de açıklandığı gibi, Allah'a aittir: «Sen, hiçbir surette dinlerini (farklı inançlar ve farklı amellerle) parçalayan ve fırka fırka olanlardan değilsin. Onların cezası Allah'a aittir. Sonra onlara ne yaptıklarını haber verecektir».

Ancak, Allah'ın indirdiği bazı hükümlerde, insan yaratılışının tabii bir neticesi olarak, farklı anlayışa sahip olmak, yukarıdaki âyet-i kerime'de söz konusu edilen kitap üzerindeki ihtilâftan ayrı mütalâa edilmek gerekir. Zira anlayıştan ileri gelen farklı görüşlerin, Kitap ve Sünnetin hakem kabul edilerek birleştirilmesi mümkündür. Nitekim Allah Ta'âlâ, Nisa sûresinin 59 uncu âyetinde buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: «Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere döndürün (yâni Kitab'a ve Sünnete başvurun)». Kitap ve Sünnete başvurulduğu takdirde, bu farklı görüşlerin tek bir görüş üzerinde birleşeceğinden şüphe edile­mez.

Allah Ta'âlâ, müslümaniara ve ilâhi kitap sahibi olan diğer bütün din mensuplarına, Allah'ın kitabı üzerinde tebdil ve tağyir yaparak hükümlerini gizlemeyi, bu hükümler üzerinde ihtilâfa düşüp tek olan dini parçalamayı ve ayrı ayrı fırkalara ayrılmayı kesinlikle yasakladıktan ve bu işi yapanları en şiddetli azâbla tehdit ettikten sonra, daha önce üzerinde durulan kıble meselesine tekrar dönmüş ve onun dînde bir asıl olmadığını hatırlatarak şöyle buyurmuştur: [6]

 

177 İyilik (hayır), yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat iyi­lik, o kimselerin (iyiliği) dir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere îman etmişlerdir. Mal sevgisine rağmen, onu, yakınlarına, ye­timlere, düşkünlere, yolda kalmışlara ve kölelerin kurtuluşuna vermişlerdir. Namazı dosdoğru kılmış, zekâtı vermiş, ahidleştikleri zaman, ahidlerini yerine getirmişlerdir. Zorda, darda ve savaşta sabırlıdırlar. İşte doğruyu söyleyenler onlardır; takva sahibi olanlar da onlar­dır.

 

142 nci âyetten 152 nci âyete kadar kıblenin değiştirilmesi konusu üzerinde durulmuş ve bu konu etrafında kitap ehlinden gelen itirazlar ele alınarak bunlara cevaplar verilmiş, ikna edici delillerle bu itirazların ne kadar yersiz ve ne|kadar haksız olduğu akıl ve insaf sahibi her insan tarafından kabul edilir bir şekilde gözler önüne serilmişti. Fakat akıl ve insafın zerresinden nasîbi olmayan kitap ehli, yani yahudîler ve hıristiyan-lar, kıblenin Kudüs yönünden Kabe yönüne değiştirilmesini o derece büyütmüşler ve günlük yaşayışlarının o derece vazgeçilmez bir konusu haline getirmişlerdir ki, sebep oldukları münakaşalara, ister istemez müs-lümanların da atılmalarına yol açmışlardır. Esasen insan yaratılışının-tabiî bir sonucudur: Nerede kendi duygu ve düşüncesinin, yahut kendi inanç ve itikadının aksine, birtakım inanç ve itikadlann, yahut duygu ve düşüncele­rin münakaşa ve müdafa edildiğini görse, o münakaşaya katılmaktan ve sahip olduğu görüşleri diğerlerine karşı müdafa etmekten kendini alamaz. Kitap ehlinin kıble meselesini büyüterek her gün münakaşa konusu yap­malarında da, durum aynen böyle olmuştur. Onlar, kendi kıblelerinden başka bir tarafa yönelerek yapılan ibadetlerin Allah katında makbul olma­dığını, çünkü bunun, geçmiş peygamberlerin kıblesine aykırı olduğunu iddia ederken, münakaşaya katılan müslümanlar da, hem İbrahim (a.s.) in kıblesi ve hem de yeryüzünde Allah'a ibadet etmek için ilk yapılan ev olması dolayısıyle asıl kıblenin Kabe olduğunu ileri sürüyorlar ve münaka­şalar böylece uzayıp gidiyordu. İşte, Allah Ta'âlâ, bu münakaşaların ne kadar boş ve yersiz olduğunu göstermek, sadece belirli bir tarafa yönel­menin Allah'a itaat manâsına gelmiyeceğini, fakat bunun yanında yapıl­ması gereken başka şeyler de bulunduğunu, müslüman olsun, yahudî, hıristiyan veya müşrik olsun, bütün insanlara bir daha hatırlatmak için bu âyet-i kerîmeyi indirmiş ve şöyle buyurmuştur: [7]

 

177. İyilik (hayır), yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat iyilik, o kimselerin (iyiliği) dir

ki, Allah'a    âhiret gününe,  meleklere,   Kitab'a  ve peygamberlere  iman  etmişlerdir.   Mal sevgisine rağmen, onu, yakınlarına, ye­timlere, düşkünlere, yolda kalmışlara ve kölelerin   kurtuluşuna   vermişlerdir. Namazı dosdoğru kılmış, zekâtı vermiş, ahidleştikkri zaman, ahidlerini yerine getirmişlerdir. Zorda, darda ve savaşta sabırlıdırlar. İşte, doğruyu söyleyenler onlardır; takva sahibi olanlar da onlar­dır,

 

177 Ayet-i kerîme'de, karşılığını «iyilik» (hayır) olarak verdiğimiz birr keli­mesi, hayırlı işlerdeki vüs'at veya genişlik manâsına gelir ki, büyüklüğü ve genişliği dolayısıyle «kara» manâsında kullanılan berr (bahr: denizin zıddı) den türemiş bir isimdir. Buna göre, âyet-i kerîmedeki manâsının, insanı

Allah'a yaklaştıran îman, ibadet, ahlâk ve şâir amellerin hepsine birden şâmil olduğu anlaşılır. Kısacası birr, tam bir îmanla Allah'a, bütün emir ve yasaklarında itaattir. O halde bu manâda itaat, sadece yüzleri doğuya veya batıya çevirmekten ibaret değildir. Başka bir ifadeyle, insan, doğuya veya batıya yönelmekle Allah'a itaat etmiş olmaz. Asıl itaat, önce Allah'a îman etmekle başlar; bunu, îmanın diğer esasîarıyle amel-i sâlih de deni­len iyi ve hayırlı işler takip eder. Ancak bu îmanın, açık ve kesin delilleriyle kalbe iyice yerleşmiş ve onu mutmain kılmış olması gerekir. Ra'd sûresi­nin 28 inci âyetinde de işaret edildiği gibi, kalpler, ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur; zikir ise, O'na olan îmanın bir neticesidir. Allah'a îmanı olmayan, O'nu zikretmez; O'nu zikretmeyenin de kalbi mutmain değildir. İşte, Allah'a îman etmek denildiği zaman, bu manâdaki îmanı anlamak gerekir. Yoksa bir insanın, Alfah adını, sadece şunun bunun vallahi ve billahi gibi yeminlerinde işiterek «Allah vardı?» demekle yetinmesi, O'na îman etmek manâsına gelmez. Keza halkın konuşmalarında, âhırete âit duyduğu şeylere dayanarak, dünya hayatından başka bir de âhıret haya­tının olduğunu kabul etmesi de gerçek bir îman sayılmaz. Çünkü bunlara îman denilmiş olsa bile, böyie bir îman, âyet-i kerîme'de birr olarak tavsîî olunan ve itaatin birer gereği sayılan hayırlı amelleri işlemesinde müessir olamaz. Daha açık bir ifadeyle, Allah adını, sadece haikın yeminlerinde işitip de O'na inandığını söyleyen bir kimsenin bu inancı, onu, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inanmaya ve bunlar vâsıtasıyle insanlara bildirdiği emir ve yasaklarına uymaya sevketmez. Toplumlarda görülen ahlâk bozukluğunun, ibadetlere gereğince önem vermemenin ve sadece dünya menfeatı peşinde koşmanın başlıca sebebi de, işte budur: Allah inancının sadece ağızlarda dolaşan adından neşet etmesi, fakat kalbe gidecek bir yol bulamamış olması. Nitekim Allah'ın haram kıldığı bir çok günahı irtikâb eden, fakat emirlerine hiç kulak asmayan pek çok kimsenin, Allah'a îman söz konusu olunca, O'na îman ettiğini söylemesi bundandır. İşte, Allah Ta'âlâ yuarıdaki âyet-i kerîme'de, Allah'a tam ve gerçek itaat manâsına gelen birr'\n ilk şartı olarak, Allah'a îman etmeyi zikrederken, bu îmandan, yukarıda sözü edilen kimselerin değil, fakat Allah'ı çok zikreden ve bu zikirle kalpleri mutmain olan kimselerin îmanını anlamak gerekir. Öyle bir îman ki, birr'm veya gerçek itaatin şartlan olan ve âyet-i kerîme'de birbiri arkasına sayılan iyi amelleri de arkasından sürükleyip getirsin.

Birr’in, Allah'a îmandan sonraki ikinci şartı, âhıret gününe îmandır. Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerinde, Allah'a îmanla âhıret gününe îmanın birarada zikredildiği görülür; çünkü âhırete İman, Allah'a îman etmenin tabiî bir neticesidir. Allah'a îman eden bir kimse, O'nun, kendisini se­bepsiz yaratmadığına, yarattıktan sonra da başıboş bırakmayıp bazı görevlerle mükellef kıldığına inanır. İnsanın, Allah tarafından mükellef kılındığını bilmesi, kendisinin, dâima murakabe altında bulunduğuna inanmasını gerektirir. Murakabe ise, tabii olarak, ceza ve mükâfat ile neticelenir. O halde, bu ceza ve mükâfatın, onları hak edenlere dağıtıl­dığı bir günün bulunması îcab eder ki «ceza günü» de denilen bu gün, insanların hesaba çekilmek üzere yeniden dirilecekleri kıyamet günü­dür.

Birrin üçüncü şartı, meleklere imandır. Bu iman, vahye inanmanın da şartıdır; çünkü Allah Ta'âlâ, Peygamberine Kitab'ı vahiy yoluyla ve melek vâsıtasıyle göndermiştir. Bu sebepledir ki, âyet-i kerîme'de me­leklere îman, Kitâb'a ve peygamberlere imandan önce zikredilmiştir. Meleklere îman eden bir kimse, vahye îman ettiği gibi, Kitab'a ve pey­gamberlere de îman eder.- Meleklerin inkârı ise, diğerlerinin inkârı neti­cesini doğurur.

Birr in dördüncü şartı, Kitab'a îmandır. Ayet-i kerîme'de Kitab lafzı müfred sîgasıyle gelmiş, «kitaplar» denilmemiştir. Halbuki Kur'ân-ı Ke­rîm'in diğer bazı âyetlerinde «kitaplara iman» lafzının yer aldığı görülür. Ayet-i kerîme'de «Kitab» in rnüfred olarak gelmesinde, yahudî ve hıristi-yanların, kendi kitapları olan Tevrat ve İncil'e hakktyleîman etmediklerini gösteren bir işaret vardır. Eğer onlar, kendi kitaplarına gerçekten iman etmiş olsalardı, onları tahrif etmezler ve dolayısıyle bu kitaplar, onlar için birer hidayet kaynağı olur, Kur'ân'a da hiç tereddüt etmeden inanmala­rını sağlardı. Fakat onlar, kendi kitaplarına inanmadıkları için, Kur'ân'a da inanmamışlardır. Bununla beraber, kendi kitaplarına inandıklarını iddia etseler bile, Kur'ân'a inanmadıkça mü'min sayılmazlar; çünkü dîn birdir; Allah tarafından hak olarak gönderilen bütün kitaplar, tek olan bu dini tamamlamak için gönderilmiştir. Dînin tamamlanması ise, ilk kitapla­rın hak olan muhtevasını da içine almış olarak gelen son Kitap'la müm­kün olmuştur. O halde son Kitab'a, yani Kur'ân'a îman etmek, Allah'a itaatin bir gereğidir ve ona iman eden kimse, onun, daha önce geldiğini ,'; haber verdiği kitaplara da îman etmiş olur. Kitab'a îman, şüphesiz, ,( sözde kalan bir inançtan ibaret değildir. Kur'ân'dan her gün bir cüz ? okuyan, yahut başından sonuna hıfz edip ayda bir kaç defa hatim indiren

<imse, eğer onun içindeki emir ve yasaklardan haberdar değilse ve bu smir ve yasaklara uymuyor, ahlâkını güzelleştirmiyorsa, kısacası Kur'ân ahlâkiyle ahlâklanmıyorsa, o kimsenin, Kitâb'a İman ettiğini söylemesi kuru bir sözden ibaret kalır ve îmanı,/» rnn.veya Allah'a itaatin şartı olan îman değildir.

birrm beşinci şartı peygamberlere îmandır. Bu İman, onlara inanan kimsenin, onların hidayetiyle hidayet bulmasını, onların ahlâkiyle ahlâk-lanmasını ve onlann âdâbıyle edeblenmesini gerektirir. Nisa sûresinin 80 inci âyetinde peygamber'e itaat, Allah'a itaatin şartı olarak gösteril­miş ve «kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiştir» denilmiştir. Bu, Peygamber'e itaat etrniyen kimsenin, Allah'a da itaat etmemiş ol­duğu manâsına gelir. Peygamber'e itaat ise, ona iman etmenin gereği­dir. Eğer ona itaat etmezse, iman ettiğini söylemesi, boş ve kuru bir sözden ibaret kalır.

Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede,bimn şartı olan iman esaslarını beyan ettikten sonra, yine bîrrîn şartı olan,aynı zamanda, bu iman esaslarının bir tezahürü ve tabii bir neticesi sayılan iyi amelleri zikretmiştir. Gerçek­ten bu ameller, yukarıda sayılan iman esaslarının bir gereğidir. Çünkü insan, Allah'a, âhıret gününe, meleklere, Kitâb'a ve peygamberlere, yukarıda açıkladığımız şekilde îman ettiği, bu imanı, sözde kalan bir îman olmayıp, kalbi mutmain kılan bir îman olduğu takdirde, o insanın, aşa­ğıda zikredilecek olan iyi amellerden herhangi birini terketmesi mümkün değildir; kalbe yerleşmiş ve orada kökleşmiş olan bu îman, onu, bu amelleri yapmaya zorlar; daha doğrusu, zorlama söz konusu olmadan, insan, kendisini bu amellerin içinde bulur; fakat onun bu îmanı, sözde kalan bir îman ise ve kalbinde bu îmandan herhangi bir eser yerleşmiş değilse, ona, bu amellerden herhangi birini yaptırmak mümkün değildir. Bu sebepledir ki, âyet-i kerîmede, îman amelden önce zikredilmiş ve amele destek kılınmıştır. Eğer bu destek yok olursa, amelden eser kalmaz.

birnn şartı olan amellerin başında, Allah sevgisiyle veya insanın mala olan sevgisine rağmen mal vermesi zikredilmiştir. Verilen malın, Allah sevgisiyle veya mal sevgisine rağmen verilmiş olması hususun­daki bu farklı terceme şekli, âyet-i kerîmenin ala hubbihi ibaresindeki hâ zamirinin mercii üzerindeki görüş ayrılığından ileri gelmektedir. Bazı müfessirlere göre zamirin mercii Allah Ta'âlâ'dır. Buna göre manâ, «Allah sevgisiyle» veya «Allah için» demek olur. Ancak müfessirlerin .çoğuna göre merci, zamirden önce zikredilen «mal» kelimesidir. Ayet-i kerîmede zamirin irca edilebilmesi için Allah isminin zikredilmediği gözönünde bulundurularsa, ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılır. Al-i İmrân sûresinin 14 üncü âyetinde de açıklandığı gibi, insanlara, yaratılış­tan, kadın, oğul, altın ve gümüş, at, sair hayvanlar ve ekin gibi dünya nimetleri aşırı derecede sevdirilmiştir. Kısacası, insanda, yaratılıştan, mala karşı son derece büyük bir sevgi vardır. O haldes/rHn şartı,insanın yaratılışında olan bu mal sevgisine rağmen, malından, başkalarına hiçbir karşılık beklemeden vermektir. Ancak verilen bu mal, zekâttan ayrıdır. Zekât için nisab aranır ve malın belirli bir miktara ulaşması gerekirse de, âyet-i kerîmedeB^-Hn şartı olarak zikredilen malın belirli miktara ulaş­ması şart değildir. Bu itibarla, muhtaç olmayan insanın, zekât dışında ve kudreti nisbetinde, muhtaç olanlara malından dağıtması vâcibtir.

Ayet-i kerîmede, dağıtılan bu malda hakkı olan muhtaçlar, derece­lerine göre zikredilmiştir. Bunların başında, mal sahibinin akrabası gelir. Bir kimse zengin ise ve akrabaları arasında fakir ve muhtaç kimseler varsa, mal dağıtımına onlardan başlaması akrabalık görevidir. İkincisi, kendilerine bakacak yakınları kalmıyan yetimlerdir. Bunların bakımı, hali vakti yerinde olan müslümanların üzerine borçtur.Üçüncüsü, çalışma gücünü kaybederek geçimini temin edemiyen, başkalarından istemeyi de hoş görmiyen, ancak, ölmemek için çok az yiyecekle yetinen düşkün­lerdir ki, bunların bakımı da müslümanlara aittir. Dördüncüsü, yola çık­mış, fakat maddî gücünün tükenmesiyle ne yoluna devam edebilmiş, ne de geri dönebilmiş, akrabası veyatanıdığı bulunmayan yabancı bir yerde çaresiz kalmış kimselerdir. Beşincisi, dilenciliğin İslâm'da haram oldu­ğunu bilerek ve fakat açlığın verdiği çaresizlik içinde yüzünü kızartarak ve zilleti göze alarak şundan bundan yiyecek bir şeyler istemek zorunda kalan kimselerdir. İslâm, dilenciliği haram kılmış olsa bile, açlık, bazan insanları buna zorlar. Bununla beraber, bir ülkede dilenmek zorunda kalanlar çoğalmışsa, bunun sorumluları, şüphesiz, hali vakti yerinde olan rnüslümanlardır. Dilenciliği ortadan kaldırmak için, müslümanların, Allah'ın bu emrinde titiz davranmaları ve aralarındaki açları, dilenmek zorunda kalmadan önce doyurmaları gerekir. Altıncısı, esir ve köle olan­ların, hürriyetlerine kavuşmak için ödemek zorunda kaldıkları fidye veya kitabet ücretinin temininde onlara yardım etmek gerekir. Bu hüküm, İslâm'ın köleliği ortadan kaldırmak için başvurduğu yollardan biridir. İslâm'a göre insan hür doğmuştur ve hür yaşamalıdır. Kölelik İslâm'ın ruhuna aykırıdır ve müsiümanlar bu müesseseyi yıkmak için çeşitli vesi­lelerle kölelerin kurtuluşuna yardımcı olmalıdırlar. Ve filhakika İslâm, bu müesseseye karşı açtığı savaşta muvaffak olmuş ve müsiümanlar, diğer milletlerden önce onu ortadan kaldırmışlardır.

Allah Ta'âlâ Birr\x\ mal dağıtımını ve bu malda hakkı olanları zikrettik­ten sonra diğer şartiarı beyan etmiştir ki, bunların başında, usûl ve erkânına riayet edilerek dosdoğru kılınması gereken namaz gelir. Ancak usûl ve erkân, umumiyetle, namazın şekline taalluk eden ve fıkıh veya jiimihal kitaplarında teferruatıyle anlatılan hususlardır. İnsan, çok defa bunlara riayet ederek namazını kılar; bununla beraber, böyle kılınan bir jnamazın, onu yine de bazı kötülüklerden alıkoymadığı görülür. Halbuki ÎAnkebût sûresinin 45 inci âyetinde de açıklandığı gibi, namaz, insanları her türlü edepsizlikten, akla ve şerîaîa aykırı her çeşit kötülükten alıko­yan bir ibadettir. Meâric sûresinin 19-22 nci âyetlerinde, insanın, hırsına düşkün, kendisine bir şerr dokunduğu zaman feryadı basan, hayır doku­nunca da cimriliği artan bir varlık olduğu açıklandıktan sonra, namaz kılanlar bundan istisna edilmiş ve onların böyle olmadıkları bildirilmiştir. Bununla beraber, namaz kılanlar arasında öyleleri vardır ki, bazı edep­sizlikten ellerini bir türlü çekememişlerdir. O halde, namazı dosdoğru kılmak, onun, sadece usûl ve erkânına riayet etmek değildir. Fakat bunun yanında, insanı kötülüklerden alıkoyan başka bir şey daha vardır ki, namazın ruhunu ve özünü teşkil eder. O da, insanın, AîSah'ın huzu­runda olduğunu, şeref timsali olan alnını yalnız O'nun önünde eğip toprağa sürdüğünü ve böylece, O'nun azameti karşısında kendi hiçliğini itiraf ettiğini bir ân da olsa hatırından çıkarmamasıdır. O halde,Birr'm diğer bir şartı, namazı âdâb ve erkânına olduğu kadar, ruhuna da uygun bir şekilde kılmaktır.

Ayet-i kerimede Binin şartı olarak zikredilen amellerden bir başkası da zekât vermektir ve daha önce sayılan akrabaya, yetimlere düşkünle­re, yolda kalmışlara isteyenlere verilen ve kölelerin kurtuluşu için sarfedi-ien maldan ayrı bir şeydir. Ancak zekâtı, hali vakti yerinde olan ve malı belirli miktara ulaşan kimseler verir. Kur'ân-ı Kerîm'de zekât, umumi­yetle namazdan hemen sonra zikredildiği için, İslâm'ın en önemli rükün­lerinden ve imanın başlıca alâmetlerinden biri sayılır. Bu sebeple saha­be, Hazret-i Peygamberin vefatı üzerine, zekât vermekten kaçan bazı müslüman kabilelere savaş açmak hususunda ittifak etmişlerdir. Zekâta engel olmak ve onu iptal etmek, altında en mühim îman esasının yattığı İslâm'ın en büyük rüknünü yıkmak manâsına getir.

Birr'm diğer bir şartı, ahidleşildiği vakit ahde sâdık kalmak, yani verilen sözü tutmak, veya yapılan andlaşmayı ihlâl etmemektir ki, iyi amellerin ahlâkla ilgili sosyal yönünü teşkil eder. Ahid veya sözleşme, umumiyetle, insanlar arasındaki görüş birliğine delâlet ederse de, dînde, insanlarla Rabları arasında ve insanların O'na îman ve itaat etmek hususunda yaratılışta verdikleri söze de şâmildir. Ancak insanlar ara-, sındaki sözleşmelerin ve bunlara bağlı kalmanın şartı, sözleşme konu­sunun hiçbir sûrene dîne aykırı olmamasıdır. Hiç kimse, masiyet üzerin­de, yani dînin yasakladığı bir şeyi yapmak hususunda bir başkasıyla sözleşemez. Esastan bâtıl olan böyle bir sözleşmede vefa, veya söz­leşmeye bağlılık bahis konusu olamaz.

Ahde vefa, İslâmda, ahlâkın temel unsurlarından biridir. Ahde vefa­sızlık ise, HazreH Peygamber'in sahîh bir hadîsinde, münafıklığın dört alâmetinden biri olarak zikredilmiştir. Buhârî (Sahih, i. 14) ve Müslim (Sahih, ı. 78) tarafından da nakledilen bu hadîsinde Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: «Dört şey vardır ki, kimde bulunursa hâlis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu terkedinceye kadar, kendisinde münafıklıktan bir parça var demektir. Bu dört şey: Kendisine emniyet olunduğunda hıyanetlik etmek; bir şey söylediği zaman yalan söylemek; söz verdiği zaman sözünde durmamak; husumet ettiği zaman da haktan

ayrılmak».

Bir mü'minin ahde vefasızlık ederek mü'min vasfını yitirmesi, buna karşılık münafık vasfını kazanması, hazmediiebilir bir hal olmadığı gibi, bir toplumun ahde vefa göstermiyen insanlardan müteşekkil olması halinde, onun nasıl ahlâkî bir çöküntüyle karşı karşıya kaldığını tahmin etmek de güç değildir. Bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, ahde vefayı, birrin, yâni kendisine tam ve mükemmel bir itaatin şartlarından saymıştır.

Nihayet Birrin âyet-i kerîmede zikredilen son şartı sabırlı olmaktır ki, âyette, insanların maruz kalabilecekleri üç büyük felâkete tahsis olun­muştur. Bunlar, sırasıyle, fakirlik manâsında tefsîr edilen be'sâ, hastalık yaralanma ve bir yakının ölümüyle tefsîr edilen darrâ ve savaşla tefsîr edilen be's gibi felâketlerdir. İnsan, bu çeşit felâketlerle karşılaştığı zaman, bunlara sabretmek zorundadır; çünkü bu sabır, Allah'a olan îmanın bir gereği ve bu gibi felâketlerin Allah'tan gelmiş olması dolayı-sıyle O'nun emrine itaatin bir şartıdır. Ancak, burada yanlış anlaşılma­ması gereken bir hususa işaret etmek gerekir. Fakirliğe sabır, hastalığa, ölüme veya düşmanla savaşa sabır, tembelliği ihtiyar edip oturmak değil, bu felâketlerden meşru yollarla kurtuluş çarelerini de aramak ve bulmaya çalışmak, fakat bu gayreti gösterirken sabırsızlığa düşüp meşru olmayan yollara sapmamaktır. Bazen insanların, fakirliğe karşı sabırsızlık gösterip, hırsızlık, rüşvet, dolandırıcılık gibi ahlâk dışı yollarla ondan kurtulmaya çalıştıkları görülür. Yahut savaşa sabırsızlık, onları ölüm korkusuyle savaştan kaçmaya zorlar. Bütün bunlar, bir mü'minin yapabileceği işler değildir. Fakat kim bunları yaparsa,Birrin, veya Allah'a itaatin şartlarını yerine getirmemiş ve dolayısıyle mü'min olma vasfını yitirmiş olur.

Ayet-i kerîmede, sabrın üç felâkete tahsis edilmesi, bunların en büyük felâketler olması dofayısıyledir. Bunlara sabretmesini bilen insan, bunlardan daha küçük ve daha hafif diğer felâketlere kolayca sabredebi­lir. Bu sebeple üç büyük felâkete gösterilecek sabır, zikredilmeyen diğer felâketlere de şâmildir.

İşte, Allah Ta'âlâ,Bimn, veya Allah'a gerçek itaatin şartlarını böy­lece beyan buyurduktan sonra, yukarıda âyet-i kerîmenin umumi ma­nâsı hakkında bilgi verirken işaret ettiğimiz kıble değişikliğiyle ilgili mü­nakaşayı büyüten yahudî ve hiristiyanlara, sonra da bu münakaşaya katılan müslümanlara hitap ederek «İşte bunlardır, o doğru söyleyenler; işte bunlardır, o takva sahibi olanlar» demiştir. Bunlar, yani yukarıdan beri sayılan ve itaatin şartı olarak zikredilen hususları en mükemmel şekilde yerine getirenler... Allah'a, âhıret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere hakkıyle îman edenler; yakınlarına, yetimlere, düşkünle­re, yolda kalmışlara, isteyenlere ve kölelerin kurtuluşuna gönülden mal sarfedenler; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verenler; ahidlerine sâdık kalanlar; fakirlikte, hastalıkta ve savaşta sabır gösterenler... İşte, gerçek itaat, bunların itaatidir; doğruyu söyleyenler bunlardır. Allah'tan, gerçek­ten korkanlar da bunlardan başkası değildir. O halde, ey yahudîler ve ey hıristiyanlar! Siz de böyle misiniz? Yukarıda sayılan itaat şartlarını yerine getiriyor musunuz? Kıble, Kudüs tarafı olmuş, yahut Kabe tarafı olmuş, siz onu bir tarafa bırakın da, îmanınızın ve amellerinizin yukarıdaki şartlara uyup uymadığına bakın. Eğer bu şartlara hakkıyle riâyet eden gerçek mü'minler, size kıblenin Kabe olduğunu söylüyorlarsa, onlara da inanın; çünkü gerçek îmanın tabiî bir neticesi olarak doğruyu söyleyen­ler, yalnız onlardır.

Ve siz, ey müslümanlar! Yahudî ve hıristiyanların kıble konusunda çıkardıkları yaygaraya kapılmayı bir tarafa bırakın. Kıble olarak Kabe'ye yönetiyorsunuz ama, itaatin şartı', sadece kıbleye yönelmekten ibaret değildir. Yukarıda zikredilen şartlar karşısında kendinizi kontrol edin. Eğer bu şartlara gerçekten riâyet ediyorsanız, îman davasındaki iddianız doğru olur; o zaman, mü'min olduğunuza ve Allah'tan korktuğunuza inanılır. Yok, eğer bu şartlara uymuyorsanız, îmanınız, kuru bir sözden, amelleriniz de boş bir gösterişten ibaret kalır.

Allah Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle, gerçek itaat demek olanB/rrin şartlarını, hem gerçek îmanla mutlak küfrün, hem de îmanla küfür ara­sında ne olduğu belirsiz inanç derecesinin ölçüsü olarak beyan buyurduktan ve böylece, ister mü'min olsun ister kâfir, veya ister âsî olsun ister fâsık olsun, her inanana bu şartlar karşısında kendi nefsini değer­lendirmek imkânını sağladıktan sonra, mü'minieri, yeni bir hüküm âye-tiyle karşı karşıya bırakan şu emri indirmiştir: [8]

 

178.  Ey îman edenler! Öldürülenler hak­kında size kısas yazıldı: Hürre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşı­lık kadın. Bununla beraber, öldürüle­nin kardeşi tarafından kaatil lehine bir şey affolunursa, artık örfe uymak ve öldürülen (taraf) e (borcu) güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbınızdan size bir kolaylık ve rahmettir. Buna rağ­men, kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için, acısı büyük azâb vardır.

179.  Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri! Tâ ki sokmasınız.

 

Allah Ta'âlâ bu âyet-i kerîmelerle kısası müslümanlara farz kılmıştır. Kısas, lugatta, yapılan bir fiile misliyle mukabele etmektir. Bu manâda kelime, eşitliği ifade ettiği gibi, başkasına yapılan bir fiilin, yapana da aynen yapılmasına delâlet eder. Kelimenin âyet-i kerîmedeki manâsı da budur ve kaatiiin kasıtlı olarak öldürdüğü adama karşılık, kendisinin de öldürülmesi ve böylece ikisi arasında eşitliğin sağlanmasıdır.

t-i kerîme, sadece işlenen fiil yönünden değil, fakat aynı zamanda, o fiili işleyenler yönünden de tam bir eşitlik getirmiştir. Câhiliye df erinde, Araplar arasında yaygın olan bir âdete göre, şerefi yüksek, kuvvetli bir kabileye mensup kaatil cezalandırılmaz, buna karşılık, böyle bir kabileden herhangi bir kimse öldürüiürse, onu öldürenin cezalandı­rılması yeterli görülmez, onunla birlikte suçsuz da olsalar, başkalarına da cezalandırılmaları istenirdi. Bazan soylu bir kişinin bedeli, kaatilin kabilesi tarafından çok kaniı bir ücretle ödenirdi.

Aynı kabile içinde vukubulan öldürme olaylarında da hak, yine ailelerin soy sop yönünden üstün olanlarında idi. Kısacası, şeref ve kuvvet sahibi olan kabife veya ailenin, kaatilin aile veya kabilesinden öldürmek için isteyeceği kimselerin sayısında herhangi bir hudud yoktu. Eğer istenilenler verilirse, onlar öldürülür, verilmezse, kabileye karşı savaş ilân edilir ve pek çok kan dökülürdü. Bu ise, büyük bir zulümdü. İşte, Allah Ta'âlâ, bu zulmü kaldırmak ve insanlar arasındaki eşitliği sağlamak için, kısas âyetlerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur: [9]

 

178. Ey îman edenler! Öldürülenler hak­kında size kısas yazıldı: Hürre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın. Bununla beraber öldürülenin kardeşi tarafından kaatil lehine bir şey affolunursa, artık örfe uymak ve öldürü­len (taraf) e (borcu) güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbımzdan size bir kolay­lık  ve  rahmettir.  Buna  rağmen,  kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için, acısı büyük azâb vardır.

179.  Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri. Tâ ki sakınasınız.

 

178 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kısas, kaatille maktul arasında eşit­liği sağlamak için, kaatiiin de öldürülmesidir; çünkü şeriat nazarında kaati­lin maktul karşısında hiçbir imtiyazı yoktur. İkisi arasındaki eşitlik, kaatilin makîûle karşı işlediği öldürme fiilinin, aynen kaatiie de tatbik edilmesini gerektirir. Eğer hür olan bir kimse, kendisi gibi bir hürrü öidürmüşse, kısas, hürrün mensûb olduğu kabilenin liderine, yahut ileri gelenlerinden bir kaçına değil, öldüren kimseye tatbikolunur. Keza bir köle, başka bir köleyi, yahut kadın, başka bir kadını öidürmüşse, ne öldüren kölenin efendisi, ne dekadının babası veya kardeşi, kaatitlere bedel olarak öldürürlür. Öldürü­lecek olanlar, öldürme fiilini bizzat işleyenlerdir.

Ayet-i kerîmenin zahiri, açıkladığımız bu manâya delâlet ederse de, bir hürrün bir köleyi, veya bir kadını, yahut bir kölenin bir hürrü veya bir kadını, yahutta bir kadının bir hürrü veya bir köleyi öldürmesi halinde, kısasın tatbik edilip edilemiyeceği hususunda bazı tereddütlerin belirmesi mümkündür. Nitekim hür olan bir kimsenin bir köleyi öldürmesi halinde, hürrün kısas ile öldürülüp öldürülemiyeceği hususunda imamlar arasında görüş ayrılığı belirmiş, Ebû Hanlfe, İbn Ebî Leylâ ve Dâvûd ez-Zâhirî, eğer köleyi öldüren efendisi değilse, o hürrün öldürülmesi gerektiğini ileri sür­müş, çoğunluk ise, hürrün öldürülmemesi görüşünde birleşmiştir. Fakat, âyetin zahiri manâsı dışındaki anlayışta herhangi bir tereddüde sebep bulunmadığını da burada hemen belirtmek gerekir. Zira âyet-i kerîme, câhiliye devrinde âdil olmayan bir tatbikata son vermek ve insanlar ara­sındaki eşitliği sağlamak için indirilmiştir. Binâanaleyh âyetin özü, ruhu veya esası, eşitlik prensibi üzerine oturtulmuştur. Eğer bir hür, bir hürrü öldürdüğü için üzerine kısas tatbik edilir de, bir köleyi veya bir kadını öldürdüğü zaman kısastan kurtulursa, bu tatbikat, âyetin getirdiği eşitlik prensibine, yahut onun ruhuna aykırı düşer. Bu sebepledir ki, âyet-i kerî­meyi, kaatil kim olursa olsun ve hür, köle veya kadın olarak kimi öldürürse öldürsün, yaptığı fiilin adalet üzere kendisine tatbik edilmesini emrettiği manâsında anlamak gerekir. Eşitliğin esası budur. Buna göre, Öldürülen kimsenin yakınları tarafından kısas talebinde bulunulur ve kaatilin öldü­rülmesi istenirse, bu âyet gereğince kısas hükmünün tatbiki farzdır. Fakat kısasa hükmedecek olan hâkimin, kısas talebine cevap vermemesi ve kaatilin öldürülmesine hükmetmemesi, öldürülen kimsenin yakınlarında intikam duygusunun belirmesine, iki taraf arasında daha büyük kavganın çıkmasına ve daha çok kanın dökülmesine yol açar. Bu sebeple, hâkimin, kısas talebini kabul etmesi, hem daha büyük fitnenin önlenerek emniyetin sağlanması, hem de 'ayet hükmünün yerine getirilmesi bakımından zarurî görülmüştür.

Ailah Ta'âiâ, eşitliğin ve adaletin esası olan kısası müslümanlara farz kıldıktan sonra, sonsuz rahmetinin tabiî bir neticesi olarak, af meselesine de işaret etmiş ve öldürülen kimsenin yakınları veya vârisleri tarafından kısası gerektiren öldürme fiilinden cüz'i de olsa bir şey affolunduğu takdir­de, buna uyulmasının da vâcib olduğunu bildirmiştir.

Ayet-i kerîmede, kısas hakkından vazgeçip kaatili affetme salâhiye­tine sahip olan kimse, kaatilin kardeşi olarak zikredilmiş ve bununla öldü­rülenin vârisleri veya kısas talebinde bu'' ınrna hakkına sahip olan yakınları

kasdolunmuştur. Öldürülenle kanbağı olan bu kimselerin, kaatilin kardeşi olarak zikredilmesinden maksat ise, öldürenle öldürülen arasında var olan din kardeşliğine işaret etmektir. Çünkü bir müslüman, bir dîn kardeşini kasden öldürmüş olsa bile, dînden çıkmış sayılmaz ve ikisi arasındaki dîn kardeşliği bozulmaz. Ayet-i kerimede bu kardeşliğe işaret edilmekle, hem kardeşlerin biribirlerini öldürmek değil, biribirlerinin canlarını korumak zorunda oldukları gösterilmiş, hem de iki kardeş arasında öldürme fiili cereyan ettiği takdirde, öldürülen tarafın öldüren dîn kardeşlerini affetme­leri teşvik olunmuştur; çünkü suç ne kadar büyük olursa olsun, bu suçtan geçmek ve suçluyu bağışlamak, kardeşliğin gereklerindendir. Nitekim Bakara sûresinin 237 nci âyetinde «bağışlamanız takvaya daha yakındır» buyurulmuştur. Her ne kadar bu âyet, nikâhla ve mehirle ilgiliyse de, bağışlama hükmü umumîdir ve İslâm'ın ruhuna uygundur.

Öldürülenin vârisleri tarafından kısastan vazgeçilip öldüren affolun­duğu takdirde, gerek af ve gerekse diyet tesbiti, halk arasında maruf olan usûlde yapılır. Vârislerin kaatili affetmeleri, onları hiçbir surette kaatile zulmetme hakkını kazandırmaz. Bu sebeple, vârislerle hâkimin beraberce tesbit edecekleri diyetin, kaatilin ödeme gücünün üstünde olmaması ve halk arasında bilinen miktarı aşmaması gerekir. Diyet böylece tesbit olun­duktan sonra, artık kaatilin de bunu güzellikle ödemesi, îesbit edilen miktarı düşürmemesi ve ödeme şartlarını ihlâl etmemesi icab eder.

Burada, şuna da işaret etmek gerekir ki, vârislerden birisi kaatili affeder, fakat diğerleri kısas üzerinde ısrar ederlerse, hüküm, onu affeden vârisin hükmüne uygun olur. Çünkü âyet-i kerîmede «öldürülen taraftan kaatil lehine bir şey affolunursa» denilmiştir ki, bunu, «kaatilin cüzi bir affa nail olması» manâsında anlaşılması gerekir. Buna göre, vârislerden birinin onu affetmesi, onun, cüz'î bir affa nail olduğunu gösterir.

İşte, Allah Talâ'nın, kaatilin affı ve buna mukabil üzerine diyet îesbiti hususunda şeriat olarak vazettiği bu hükmün, O'nun, kullarına getirdiği bir hafiflik, bir kolaylık ve bir rahmettir. İnsanlar arasındaki kardeşliği pekişti­ren ve kan dökülmesini önleyen aftan daha üstün ve daha makbul hangi kolaylık ve hangi rahmet olabilir?

Bununla beraber, kim kaatili affettikten ve diyete rıza gösterdikten sonra, öldürülen yakınının intikamını almaya kalkışır ve böylece haddi aşarsa, işte o kimse için, kıyamet günü mutlaka göreceği acısı büyük azâb vardır. Öldürülen kimsenin yakınları arasında kaatili affetmeyen ve diyete razı olmayan kimseler bulunsa bile, bunlar, onu affedip diyete rıza göste­ren diğer yakınlarına uymak zorundadırlar. Aksi halde haddi aşmış ve elim azabı hak etmiş olurlar. [10]

 

179 Allah Taâlâ, Araplar arasında câri olan öldürmeyle ilgili câhili âdetleri ortadan kaldırıp, insanlar arasında adaleti sağlayacak olan kısası emret­tikten, buna rağmen, affın onlar için daha büyük bir kolaylık ve daha büyük bir rahmet olduğunu beyanla onları affa teşvik ettikten sonra, dikkatları tekrar kısasa çekmiş ve umumî olarak kısas hükmünün gönüllere daha iyi yerleşmesini ve câhilî âdetlerin terkedilipbuhükmeuyulmasınısağlamak maksadıyie «kısasta sizin için hayat vardır» demiştir.

Kısasta hayat bulunması, onun, insanların biribirlerini öldürmelerine engel olması dolayısıyledir. Zira öyle kimseler vardır ki, diyetle iktifa et­mezler ve düşmanlarını öldürmek için servetlerini harcadıkları gibi, fırsat bulunca onların kanlarını dökmekten de bir ân geri kalmazlar. Halbuki böyle bir kimse, düşmanını öldürdüğü takdirde, kendisinin de kısasla öldürüleceğini bilirse, öldürmek istediği kimseyi öldürmekten vazgeçer ve böylece, hem onun hayatını, hem de kendi hayatını kurtarmış olur. Bun­dan da anlaşılır ki, gerek ona ve gerekse onun öldürmek istediği kimseye hayat veren, yahut hayatlarını devam ettirmelerini sağlayan şey, kısastır. Bu sebepledir ki, Araplar arasında, kısasın faydasını belirten darb-ı mesel haline gelmiş bir takım sözler söylenmiştir. Bunlardan bir kaçı şöyledir: El-Katht enfâ H'l-katli (öldürmek, öldürmenin en iyi önleyicisidir). Eksim'l-katle liyukılle'l-katle (öldürmeyi azaltmak için öldürmeyi çoğaltı­nız). Katlu'l-ba'zı ihyâun li'l-cem'ı (bazısının öldürülmesi ceminin ihyası-dır). Her üç meselde de tavsiye olunan veya emredilen öldürme fiili, kısasa delâlet eder; kısasla öldürmenin tavsiye edilmesi ise, zâlimce öldürmeleri önlemek içindir. Ancak Kur'ân-ı Kerîım'in «kısasta sizin için hayat vardır» mealindeki âyetini, gerek uslûb ve îcazındaki üstünlüğü ve gerekse ihtiva ettiği manânın genişliği yönünden yukarıdaki mesellerle mukayese etmek elbette mümkün değildir.

Allah Taâlâ kısasın hikmetini beyan ettikten sonra, hitabını umumî olmasına rağmen akıl sahiplerine tahsis etmiş ve böylece, hayatın kıyme­tini ancak onların anlayabileceklerini ve onu ancak onların koruyabilecek­lerini göstermiştir. Çünkü kısasla ilgili hükmün sırrını ve hikmetini, topluma getirdiği sayısız faydaları anlayabilecek olanlar, yalnız akıl sahibi olan ve doğruyu eğriden ayırt edebilen kimselerdir. Bu sebepledir ki Allah Taâlâ, «kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri!» diyerek onları uyarmış ve kısasla ilgili hüküm üzerinde akıllarını kullanmalarını ve bu hükmün bütün inceliklerini öğrenmelerini emretmiştir. Zira ittikânın, yani başkalarına te­cavüzden sakınmanın ve kan dökmekten el çekmenin yolu budur. Nitekim Allah Taâlâ âyet-i kerîmede, akıl sahiplerine kısasta hayat bulunduğunu hatırlattıktan ve onları akıllarını kullanmaya davet ettikten sonra, «tâ kisakınasınız» buyurmuştur ki, yapılan kötülüklerin kötü neticeler doğura­cağını bilerek bunları yapmaktan sakınanların, ancak akıl sahipleri olduk­ları anlaşılır.

Allah Taâiâ, öldürme fiilinde tatbik olunması gereken kısasla ilgiii hükmünü beyan ettikten sonra, yine ölümle ilgili olarak yeni bir hüküm getiren şu âyetleri indirmiştir: [11]

 

180. İçinizden  birine Ölüm yaklaştığında, eğer mal bırakacaksa, Allah'tan sakı­nanlara bir hak olmak üzere, anaya babaya ve akrabaya, bilinen bir şekilde vasiyette bulunması, üzerinize farz kı­lındı.

181.  Kim vasiyet olunanı işittikten sonra onu değiştirirse, bunun günahı, onu değişti­renlerin   üzerinedir.   Allah,   şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.

182. Bununla beraber, kim de, vasiyet edenin halaya düşmesinden ve günah işleme­sinden korkar da aralarını düzeltirse, onun üzerine bir günah yoktur. Allah, şüphesiz,  çok bağışlayan,  çok esirge­yendir.

 

174 üncü âyetin tefsirine girerken de işaret ettiğimiz gibi, Allah Taâlâ, yiyeceklerle ilgili ilk hüküm âyetinden sonra, birbirini takip eden diğer ahkâm âyetlerini indirmiş ve ooyıece, banara suresi, Medine'ye meretten sonra kurulan ilk İslâm Devletinin ve bu devletin idaresinde yaşayan müslüman cemaatın, kaidelere bağlı bir nizam içinde teşekkülünü ve gelişip büyümesini sağlayan başlıca rehber olmuştur. Nitekim daha ön­ceki âyet-i kerîmelerde, gerçek müslümanlığın ve gerçek itaatin tarifi yapıldıktan ve şartlan gösterildikten sonra, bu vasıftaki müslümanların tatbikinde güçlük çekmiyecekleri kısas hükmü vazedilerek, herhangi bir kimsenin kasıtlı olarak bir başkasını öldürmesi halinde, kaatilin de ceza olmak üzere öldürülmesi emredilmiştir. Böylece, hem eskiden beri Arap­lar arasında câri olan haksız öldürme olaylarına son verilmiş, hem de müslümanların kanun olarak uyacakları ve uygulayacakları adaletli bir hüküm getirilmiştir.

Gerek bir kimsenin zulmen öldürülmesi ve gerekse onu Öldüren kimseye kısas hükmünün uygulanması, ölümle ilgili konulardır ve her ikisi de ölümün bir çeşididir. Konu ölüm olunca, bu konuyla İlgili yeni bir hükmün getirilmesi kadar tabiî bir şey olmaması gerekir. İnsan, ister başkası tarafından öldürülmüş olsun, ister kısasla öldürülsün, ve hattâ ister ölümü tabiî olsun, ölümünden önce yapması gereken bazı işler vardır. İşte, Allah Ta'alâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle, ölümü yaklaşan ve bırakacak malı olan kimselere, ölmeden önce yapmaları gereken bir işi bildirmiş ve bırakılan maldan vasiyette bulunmayı farz kılmıştır. Böylece, kısas âyetıyle cemiyet ve ferdleri zulmen öldürülüp telef olmaktan koru­nurken, vasiyet âyetiyle de, malın belirli kimseler elinde kalıp akraba ailelerin fakirlik yüzünden yıkılıp dağılmaları önlenmiştir.

Allah Taâlâ, vasiyetle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: [12]

 

180. İçinizden  birine ölüm yaklaştığında, eğer mal bırakcaksa, Allah'tan sakınan­lara bir hak olmak üzere, anaya babaya ve akrabaya, bilinen bir şekilde vasiyette bulunması, üzerinize farz kılındı.

181.  Kim vasiyet olunanı işittikten sonra onu değiştirirse, bunun günahı, onu değişti­renlerin  üzerindedir.  Allah,  şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.

182. Bununla beraber, kim de, vasiyet edenin hataya düşmesinden ve günah işlemesinden korkarda aralarını düzeltirse, onun üzerine bir günah yoktur. Allah, şüphesiz, çok bağışlayan, çok esirge­yendir.

 

180 Ayet-i kerîme'den açıkça anlaşılmaktadır ki, kim, kendisinde beliren hastalık, bitkinlik ve yaşlılık gibi çeşitli emarelerle ölümün kendi­sine yaklaştığını hissederse, geride bırakacağı malını, anasına, babasına ve yakın akrabasına vasiyet etmesi, onun üzerine farz kılınmıştır. Ancak bu vasiyetin, halk arasında maruf olan ve çok az veya çok fazla olması dolayısıyle hoşnudsuzluğa ve itiraza yol açmıyacak bir şekilde yapılması gerekir. Böyle bir vasiyet, Allah'tan sakınanların üzerine bir hak veya bir borç olarak yazılmıştır.

Ayet-i kerîmede «mal» karşılığında hayr kelimesi kullanılmış ve «ölüm yaklaştığında, eğer hayır bırakacaksa...» buyurulmuştur. Hayr, lugatta, mal manâsına gelirse de, umummiyetle, servet manâsında ve çok olan mal hakkında kullanılmıştır. Nitekim bir adam Hazret-i Aişe'ye gelip «ben vasiyet etmek istiyorum», dediği zaman. Hazret-i Aişe, malının miktarını ve ailesinin kalabalık olup olmadığını sorup öğrendikten sonra, Allah Taâlâ «eğer hayr bırakacaksa» buyuruyor; senin malın ise az; onu da ailene bırak, demiştir[13]

Bundan da anlaşı­lıyor ki, sahabe devrinde hayr kelimesinin delâlet ettiği manâ, mâl-ı kesir, yani çok maldır. Ancak malın hangi miktara ulaştığı zaman hayr sayılaca­ğı, zaman ve örfe göre değiştiği için, bu hususta kesin bir ölçü vermek mümkün değildir. Basit bir misalle açıklamak gerekirse, evi barizi olmıyan-ların yaşadığı fakir bir muhitte, başını sokacak bir kulübesi olan kimse, o muhit için hayr sahibi addebilebilirse de, villa ve konak sahipleri yanında ona hayr sahibi demek mümkün değildir. Buna göre, âyet-i kerîme, servet sahibi olanlara vasiyeti farz kılmıştır. Bununla beraber, şuna da işaret etmek gerekir ki, hayrı, zengin olsun fakir olsun, öldüğü zaman geride bıkaktığı az veya çok malla tefsir edenler de olmuştur.

Ayet-i kerîme, ölümü yaklaşan kimseye vasiyeti farz kılmış olmakla beraber, miras âyetleri indirildikten ve Hazreti Peygamber veda haccında «Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Binâenaleyh vârise vasiyet etmek yoktur» hadisini buyurduktan sonra[14]

ve bu konuda görüş ayrılığı belirmiştir.

Nisa sûresin 11-12 nci âyetlerinde, ölen bir kimsenin eşi, erkek ve kız çocukları, anası babası, erkek ve kız kardeşleri varsa, yahut bunlardan bazısı var, bazısı yoksa, ölenin geride bıraktığı malın, onun yakınları ara­sında, belirli miktarlarda taksimi emredilmiştir. Buna göre, ana ve baba, kendileri için tesbit edilmiş olan miktarda mala hak sahibidirler ve dolayı­sıyle bunlara vasiyetle mal bırakmaya gerek yoktur. Halbuki yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, kalan maldan anaya babaya ve yakın akrabaya vasiyet etmek farjz  kılınmıştır.

İşte, miras âyetleriyle vasiyet âyetinin zahiri manâları arasındaki bu farklılık ve Hazret-i Peygamber'in yukarıda işaret ettiğimiz «vârise vasiyet yoktur» hadîsi, vasiyet âyeti hakkında değişik görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Bu görüşleri şöyle sıralamak mümkündür:

1) Vasiyet âyeti, mîras âyetlerinden önce nazil olmuştur. Bu âyetle umumî manâda anaya babaya ve yakın akrabaya vasiyet farz kılınmıştır. Fakat miras âyetleri nazil olup anaya babaya ve yakın akrabaya düşen mal miktarı belli olunca diğer âyetin hükmü kalkmış olmaktadır. Yani âyet mensûhtur. Hazret-i Peygamber'in mezkûr hadîsi de buna delâlet eder.

2) Vasiyet âyetinin, sadece miras âyetlerinde ismi geçen ana ve babayla ilgili kısmı mensûhtur; fakat verese arasında olmayan ve dolayı­sıyle malda hakkı bulunmayan yakın akrabaya vasiyet hükmü muhkemdir. Kısacası âyetin bir kısmı neshedilmiş olsa bile, diğer kısmı neshedilmemiştir.

3) Vasiyet âyeti miras âyetiyle neşhediimemiştir; muhkem bir âyettir ve dolayısıyle vasiyet vâciptir.Kanaatımızca âyeti kerîmeyi mensûh ad­detmek, veya miras âyetleriyle vasiyet hükmünün tamamen kaldırıldığını ileri sürmek mümkün değildir. Her ne kadar Hazret-i Peygamber «vârise vasiyet yoktur» buyurmuş ise de, bu, vâris olmayana da vasiyet edilemi-yeceği manâsında değildir. Miras âyetleri, sadece ölenin malından miras alabilecek akarabayı saymış, fakat bazı akrabayı zikretmemiştir. Anaya babaya gelince, bunların daima mirasçılar arasında bulunmadığı da gö­rülmektedir. Meselâ müslüman olan bir kimsenin anası babası müslüman değilse, bunları verese arasında saymak mümkün değildir. Bununla bera­ber Allah Taâlâ, Ankebût sûresinin 8 inci âyetinde onlara iyi muamele edilmesini ve fakat şirke davet etmeleri halinde onlara itaat edilmemesini emretmiştir. Bu iyi muamele arasında, kafir bile olsalar, anaya babaya müslüman evlâdın malından bilr miktarını-|bu miktar sülüs (üçte bir) ten fazla değildir- vasiyet etmesine engel olacak hiçbir hüküm yoktur. Buna göre, âyeti kerîmedeki anaya babaya vasiyeti farz kılan emrin miras âyetiyle nesholunduğunu düşünmek doğru görülemez. Keza verese arasında zikredilmeyen akraba da böyledir ve onlara da vasiyette bulunmak bu âyetin hükmüdür. Diğer taraftan, eskiler (selef) arasında, vârislerden bazısına vasiyet etmeyi caiz görenler bile vardır. Ölen adamın, birisi zengin, diğeri fakir ve çeşitli sebeplerle çalışıp kazanmaktan âciz iki oğlu varsa, fakir olanı korumak için ona, miras dışında vasiyetle mal bırakmak da miras âyetinin hükmüne aykırı değil, fakat İslâm'ın eşitlik prensibine uygundur. Zira miras âyetlerinde, zikredilen vârislere tahsis olunan mik­tarların, vârislerin maddi yönden eşit olmalarına göre tesbit edildiğini düşünmek yanlış olmaz; çünkü İslâmî adalet bunu gerektirir. Bununla beraber, vârislerden bazılarının çalışıp kazanamaz durumda olmaları sebebiyle bu eşitlik bozulmuşsa, vasiyetle bunu telâfiye çalışmak da, önce onların yakınlarına düşer. Miras âyetleriyle tesbit olunan miktarların, halleri vakitleri eşit olan vârisler için söz konusu olduğu düşünülür ve fakir olan bir vârise ayrıca vasiyette bulunulursa, bu tatbikat, Hazret-i Peygam-ber'in «vârise vasiyet yoktur» hadîsine de aykırı düşmez. Çünkü Hazret-i Peygamber, bu hadîsiyle, miras âyetlerini beyan etmiş ve fakat fakir ve muhtaç olan bir vârise vasiyet ediiemiyeceği hususunda bir hüküm getir­memiştir. Burada, hadîs kitaplarında yer alan sahîh bir hadîse de işaret etmekte fayda vardır. Bu hadîsinde Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuş­tur: «Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunan müslüman kimseye, vasiyeti yanında yazılı olarak bulunmadıkça, iki gece bile yatması caiz değildir»[15]

Netice itibariyle, vasiyet âyetini miras âyetleriyle neshedilmiş saymak yerine, biribirlerini beyan edip tamamladıklarını kabul etmek, vasiyet âye­tinin ibaresinde görülen uslûb ve bilhassa «üzerinize farz kılındı» denildik­ten sonra, bunu teyîd etmek için zikredilen «Allah'tan sakınanların üzerine bir hak olarak» ibaresinin gelişi, böyle bir hükmün bir kaç sene içinde neshedilmiş olabileceği düşüncesini zayıflatmaktadır. Bununla beraber, doğrusunu, şüphesiz, en iyi Allah bilir. [16]

 

181 Allah Taâlâ, anaya babaya ve akrabaya vasiyeti, kendisinden sakı­nanlara bir borç olmak üzere farz kıldığını beyan buyurduktan sonra, bu vasiyeti işitip de ondan hoşnud olmayan kimsenin onu değiştirmesini menetmiş, böyle bir değişiklik yapıldığı takdirde, bunun günahının, onu değiştirenin üzerine olacağını bildirmiştir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, bir kimse ölümünden önce vasiyette bulunursa, Ölümünden sonra vârisle­rin vasiyet hükümlerine aynen uymaları şarttır. Vasiyette bulunmak, vasi­yet edeceği malı olan kimseye nasıl bir borç olarak farz kılınmışsa, o vasiyete uymak da,jgeride kalan vârisler için borçtur ve hiç kimsenin bu vasiyette değişiklik yapmaya hakkı yoktur. Bununla beraber, herhangi bir kimse onu değiştirirse, Allah, şüphesiz, bu değişiklik için kimin ne söyledi­ğini ve kimin ne yaptığını çok iyi bilir ve değişiklik yapanı, işlediği bu günahtan dolayı cezalandırır. [17]

 

182 Şu da var ki, vasiyette bulunacak kimsenin, halk arasında maruf olan usuller dışında vasiyet etmesinden ve böylece, hak ve adalet ölçülerini aşarak vârislerin şikâyetine yol açacak bir vasiyette bulunmasından kor-karsa, onun hataya düşmesini ve günaha girmesini önlemesinde ve vasi­yette bulunanla vârisler arasını bulup düzeltmesinde herhangi bir beis, herhangi bir günah yoktur. İyi niyet ve temiz duygularla böyle bir girişimde bulunan kimsenin gayretiyle hatalı olan vasiyette değişiklik yapılsa bile, bu değişiklik, bir önceki âyette sözü edilen ve günaha yol açan değişiklikten tamamıyle farklıdır. Birincisi, hak oian bir vasiyetin değiştirilmesi dolayı-sıyle günahı gerektirdiği halde, İkincisi, âdil olmayan bir vasiyetin adalet çerçevesi içine sokulması ve vasiyette bulunanın hataya düşmekten ve günah işlemekten korunması gayesine matuf olması doiayısıyle günahı değil, belki Allah'ın ecr u sevabına vesile olur. Nitekim âyetin sonunda, Allah Taâlâ'nın çok bağışlayıcı ve çok esirgeyici olduğu beyan edilmiştir ki, bunda, vasiyeti hakka uygun bir şekilde değiştirmeye ve vasiyet edenle verese arasını bulup düzeltmeye teşebbüs edenlerin Allah'ın mağfiretine mazhar olacaklarına ve sevab kazanacaklarına açık bir işaret vardır.

Allah Ta'âlâ, vasiyetle ilgili hükmünü beyan ettikten ve onu çok mal sahibi olan kimselere farz kıldıktan sonra, İslâm'ın, üzerine bina kılındığı ana temellerinden biri sayılan oruç ibadeti hakkındaki hükümlerini bildir­miş ve onu da müslümanlara farz kılmıştır. Böylece, kısas âyetiyle toplu­mun, vasiyet âyetiyle ailenin ve nihayet oruç âyetiyle de ferdin yaşayışı, belirli bir düzen içine alınmış olmaktadır. Zira oruçta, nefis terbiyesi yö­nünden, hiçbir ibadette bulunmayan bir üstünlijk vardır.Ailenin ve toplu­mun ıslahı da, onları meydana getiren ferdlerin nefis yönünden terbiye edilmiş olmalarına bağlıdır. Bu sebepledir ki Allah Taâlâ, ahkâm âyeîleriy-le, bir taraftan toplum ve aile düzenini temin ederken, bir taraftan da ferdlerin nefis terbiyesini sağlamak için orucu müslümanlara farz kılmış ve şöyle buyurmuştur: [18]

 

183.  Ey îman edenler! Oruç, sizden önceki­lere farz kılındığı gibi, size de farz kılın­dı; tâki konmasınız.

184.   Sayılı günler... İçinizden kim hasta, yahut seyahatta olursa, (tutamadığı gün­leri) başka günlerde tutsun. Gücü yet-miyenlere de bir yoksulu doyuracak fidye gerekir. Fakat kim gönül rızasıyle hayı*islerse, bu, kendisi için daha iyidir. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için hayırlıdır.

185.   (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve doğruyla  eğriyi birbirinden ayırıp açıklayan   bir   rehber   olmak   üzere, Kur ân işte bu ayda indirilmiştir.  Bu sebeple içinizden her kim bu aya ulaşırsa oruç tutsun. Her kim de hasta, yahut  seyahatta olursa, (tutamadığı günleri) başka günlerde tutsun. Allah, müddeti tamamlamanız, sizi doğru yola iletme­sine karşılık O'nu yüceltmeniz ve böy­lece şükretmeniz için, size kolaylığı ister; güçlüğü istemez.

186. (Ey Muhammedi) Kullarım sana ben­den sorarlarsa, ben, şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiği zaman, duasını kabul ederim; o halde onlar da benim davetimi kabul etsinler ve bana inansınlar; ola ki doğru yolu bulurlar.

 

Allah Ta'âlâ, bu âyet-İ kertmelerle Ramazan orucunu müslümanlara farz kılmıştır. Ancak orucun farz oluşu, sadece müslümanlara hâs bir keyfiyet değildir. Ayet-i kerîme'de kimlikleri belirtilmemiş olsa bile, geçmiş milletlere de onun farz kılındığı açıklanmış ve böylece, yaratılıştan bu yana, Allah Taâlâ'nın, Peygamberleri vâsıtasıyie tebliğ ettiği dinin, esas ve gaye yönünden birliği bir defa daha teyld olunmuştur. Eski Mısırlılarda, Yunan ve Romalılarda oruç, maruf ve meşhurdu. Hattâ yine putperest olmalarına rağmen, Hindular arasında bile yaygındı. Tevrat ve İncil'de orucun farz kılındığını gösteren açık ve kesin emirlere rastlanmasa bile, Mûsâ (a.s.) ve İsâ (a.s.) nın kırk gün oruç tuttuklarını belirten (meselâ bkz. Tevrat, Çıkış, 35/27; incil, Matta, 4/2), yahut orucu ve oruçluyu medheden sözler görmek mümkündür. Meselâ Matta İncili (6/16-17) nde «ve oruç tuttuğunuz zaman, iki yüzlüler gibi surat asmayın; zira onlar, oruç tuttuklarını insanlar görsünler diye suratlarını asarlar. Fakat sen, oruç tuttuğun zaman başına yağ sür ve yüzünü yıka...» denilmiştir. Hıristiyanların en meşhur oruçları fısh denilen hamursuz bayramından önce tuttukları, Mûsâ (a.s.) tarafın­dan, daha sonra da İsâ (a.s.) ve havarileri tarafından tutulan oruçtur. Bundan başka, çeşitli mezheblere mensup kilise ileri gelenleri tarafından konulan oruç şekilleri de vardır. Bütün bunlar, orucun çok eski milletlerce de bilindiğini göstermektedir ki, yukarıdaki âyeti kerîmelerde de buna işaret edilmiş ve «oruç, sizden öncekilere de farz kılınmıştı» denilmiştir. Ancak diğer milletlerde, farz kılınışmdaki gayesi ve hikmeti unutulan, ya­hut dîn adamları tarafından gayesinden saptırılarak keyfî bir takım yasaklamalarla nefse işkence vâsıtası haline getirilen oruç, Medine'ye hicretin ikinci senesinde yeni bir İslâm toplumunun vücut bulmasından sonra, bu toplumun daha çok ve daha çabuk gelişip kuvvetlenmesi için, nefisleri terbiye ederek Allah'a daha fazla yaklaştırmak maksadıyle nihai olarak yeniden farz kılınmıştır. Yukarıdaki âyet-i kerîme'lerde, orucun müslüman-lar üzerine yazılmış bir borç olduğu bildirilirken, onun gaye ve hikmeti de (açıklanmıştır. Bununla beraber, orucun nefislere bir işkence vâsıtası ol-1 maması için, oruç tutmaktan âciz kalanlara bir takım kolaylıklar getirilmiş |ve bu gibi kimselerin, oruç tutamadıkları zamanlarda yapmaları gereken işler gösterilmiştir. Bu husus, İslâm dîninin güçlük dîni değil, kolaylık dîni [olduğunu, âyet-i kerîme'de de belirtildiği gibi,Allah'ın kulları için güçlüğü i değil, kolaylığı murad ettiğini gösteren en açık delillerden biridir. Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [19]

 

183. Ey (man edenler! Oruç, sizden önceki­lere farz kılındığı gibi, size de farz kılın­dı; tâ ki konmasınız-

 

183 Allah Ta'âlâ, mü'minlere hitap ederek, orucun, geçmiş mületlerin mü'minierine farz kılındığı gibi onlara da farz kılındığını beyan buyurmuş ve böylece, müslümanlarla geçmiş milletlerin mü'minleri arasında bir benzetme yapmıştır. Ancak bu benzetme, sadece orucun farz kılınışıyle ilgili olup, şekli, mahiyeti ve sayısıyle ilgili değildir. Çünkü geçmiş milletlere farz kılınan orucun sayısı, şekli ve mahiyeti hakkında herhangi bir açık­lama yapılmamıştır ve bizim bu hususta sahip olduğumuz herhangi bir bilgi yoktur. Bununla beraber, Meryem sûresinin 26 ncı âyetinde, Rabb'ının emriyle bir çocuk sahibi olan Meryem'e «Ben, Rahmân'a oruç adadım; bugün hiçbir insanla konuşmayacağım» demesi ernrolunmuş ve yemekten, içmekten ve cinsi münasebetten uzak durmak yanında, ko­nuşmamak da orucun şartı olarak zikredilmiştir. Buna göre, eğer konuş­mamak, geçmiş milletlere farz kılınan orucun şartlarından biriyse, bu orucun, müslümanlara farz kılınan oruçtan farklı olduğunu kabul etmek gerekir. Maamafih âyet-i kerîme'den de anlaşıldığı gibi, oruç, eski millet­lere farz kılındığı gibi, müslümanlara da farz kılınmıştır; fakat eskilere farz kılınan orucun mahiyeti ve miktarıyle, müslümanlara farz kılınan orucun miktar ve mahiyeti arasında benzerlik bulunup bulunmaması söz konusu değildir.

Allah Ta'âlâ, orucu müsiümanlara farz kıldığını beyan ettikten sonra, orucun farz kılınışının sebep ve hikmetini açıklamış ve «tâ ki korunasınız» buyurmuştur. Bundan da anlaşılmaktadır ki, oruç, insanın korunması için farz kılınmıştır.

Bizim «korunmak» manâsını verdiğimiz ittika .kelimesi, büyük olsun küçük olsun her türlü günahtan ve her çeşit kötülükten sakınarak Allah'ın emirlerine uymak ve ubudiyet zevkine vararak Allah'a kulluk görevini hakktyle yerine getirmek manâsindadır. Buna göre, âyet-i kerîrne'yi şöyle açıklamak mümkündür; «Büyük küçük her türlü günahtan ve her çeşit kötülükten sakınmanız ve ilâhî emirlere uyarak ubudiyet zevkine varmanız için, sizden öncekilere oruç nasıl farz kılındıysa, size de farz kılındı.»

Oruç, yahut âyet-i kerlme'deki asıl ifadesiyle savm veya sıyâm, bir şeyden mutlak surette el çekmek, nefsi meylettiği şeylerden uzak tutmak demektir ki buna imsak de denir. Nefsin meylettiği şeyler ise, insan yaratı­lışının tabiî bir neticesi olarak, başlıca iki kaynaktan zuhur eder. Bunlardan birisi karın şehveti, diğeriyse, cinsî şehvettir. İnsan, çok defa bu iki şehve­tin tesiri altında kalır ve eğer nefsini bunların baskısından kurtaramazsa, onların esiri olarak her türlü kötülüğü yapmaya müsait hale gelir. Böyle bir kimsenin içinde, artık dîn duygusuna, Allah korkusuna ve Peygamber sevgisine yer yoktur. Bütün benliğini, karın şehvetini tatmin edecek mal hırsıyle, cinsiyet şehvetini yatıştıracak kadın sevgisi kaplamıştır. Ne var ki insan, bunlara sahip oldukça, hırsı yenilenir ve daha fazlasını elde etmeye çalışır.

Oruç, insanı bu türlü şehvetlerden koruyan ve onun Allah'a daha çok yaklaşmasını sağlayan bir ibadettir. Nitekim Hazret-i Peygamber bir hadi­sinde, «oruç bir kalkandır» buyurmuştur.[20]

Aynı hadîs'in Nesâl tarafından nakledilen bir rivayetinde ise[21]

oruç, savaşta, insanı ölümden koruyan bir kalkana benzetilmiş ve onun, Cehennem ateşinden koruduğu belirtilmiştir. Filhakika orucun manâsı, şehvetlerden el çekmek ve onları azaltıp yok etmek olunca, oruç tutan insan, onun sayesinde, Cehennem ateşine götürecek olan kötülük­lerden uzak kalmış ve dolayısıyle kendisini ateşe karşı korumuş olur. Bu sebepten oruç, bir savaşta, kılıç ve mızrak darbelerine karşı insanı koru­yan kalkan gibidir.

Ancak, savaşta kullanılan kalkan, kılıç ve mızrak darbelerine daya­nıklı olduğu sürece koruyuculuk görevini yapabilir. Kâğıttan, mukavvadan veya tahtadan yapılmış bir kalkan düşünülemez; çünkü bunların, insanı kılıca karşı koruması mümkün değildir. Bunun gibi, orucun da insanı Cehennem ateşinden koruyabilecek derecede sağlam olması gerekir.

Orucun sağlamlığı ise, onun ihlâsla tutulmuş olmasına bağlıdır. Oruç, ancak böyle tutulduğu zaman insanın şehvetini kırar ve onu kötülüklerden alıkor. Eğer insan, hem oruç tutar, hem de elini kötülüklerden çekmezse, bu oruç, ihlâsla ve Allah için tutulmuş bir oruç değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber, bir hadls'inde «kim yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi terketmezse, Allah, o kimsenin yemesini ve içmesini terketmesine bak­maz» buyurmuştur.[22]

Oruçta ihlâs, âyet-i kerîme'de zikredilen ittika ile gerçekleşir. Yâni Allah'tan korkarak her türlü kötülükten sakınmak ve O'na tam bir îmanla ibadet etmek. Bu gayeye yönelmeyen oruç, insanı en küçük kötülükten bile koruyamaz.

Allah Ta'âlâ, orucu, insanların kötülüklerden el çekip Allah'a daha çok yaklaşmaları için farz kıldığını beyan ettikten sonra, sayılı günlerde oruç tutmaktan âciz kalanlara bazı kolaylıklar getirmiş ve şöyle buyurmuş-[23]

 

184. Sayılı günler... İçinizden kim hasta, yahut seyahatta olursa, (tutamadığı gün­leri) başka günlerde tutsun. Gücü yet-miyenlere de bir yoksulu doyuracak fidye gerekir. Fakat kim gönül rızasıyle hayır işlerse, bu, kendisi için daha iyidir. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için hayırlıdır.

 

184 Oruç tutulacak günler, belirli ve sayılı günlerdir. Bir sonraki âyette de açıklanacağı üzere bu günler, Ramazan ayının günleridir. Binâanaleyh bunlar, gözde büyütülecek, usanç duyulacak, veya bıkkınlık getirilecek kadar çok değildir. Böyle olmasına rağmen, o bir aylık oruç günlerinin Allah katındaki değeri çok büyüktür; insanlara faydası ise, sayılamıyacak kadar çoktur.

Bununla beraber, oruç tutamıyacak kadar hasta olan, yahut bir yolcu­luk dolayısıyie evinden ve memleketinden uzaklaştığı için oruç tutmakta güçlük çekeceğini hisseden kimseler, sayılı günlerde tutamadıkları oruçla­rını, Ramazandan sonraki günlerde tutup tamamlasınlar. Yaşlılık dolayı­sıyie artık oruç tutmaya hiç gücü yetmiyecek olanlar, yahut hiç geçmiyecek bir hastalığa müptelâ olup oruç tutmaktan ümidlerini kesenler ise, sayılı günlere âit oruç borçlarını fidye vererek ödesinler. Fidye, ortalama olarak, kendisinin bir günlük yiyeceği miktarla bir yoksulu doyurmaktır. Görüldüğü gibi, oruç, bir ibadet olarak müslümanlara farz kılınmış olmakla beraber, hasta, yolcu ve güçsüz olan kimseler için bazı kolaylıklar getirilmiş, bu gibilerin halleri ne olursa olsun, kendilerinden oruç tutmaları istenmemiştir. Onlara bu kolaylığın tanınması, orucun nefse şziyet etmek için bir vâsıta olmadığını ve nefis terbiyesinin, ona eziyet etmekle hiçbir ilgisi bulunmadığını gösteren en açık delili teşkil eder.

Hasta olan kimseye, sayılı günlerde oruç tutmaması için verilen ruh­sat, hastalığın şiddet derecesiyle sınırlandırılmamış, yahut hastalığı hafif olanlara oruç tutmaları emredilmemiştir. Çünkü bilinmektedir ki, bazı has­talıklarla birlikte oruç güç gelmese bile, hastalığın artmasına, veya hastalık süresinin uzamasına sebep olması ihtimali bulunabilir. Bu ise, orucun hikmetine ve Allah Ta'âlâ'nın hastalara kolaylık olmak üzere tanıdığı ruhsata aykırıdır. Ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki, bu ruhsat, bir takım kimseler için oruçtan kaçıp kurtulma vesilesi de değildir; zira ruhsa­tın istismarı takvaya aykırıdır.

İbadetler arasında yalnız oruç, içine riya karışmadan yapılanbir iba­det sayılır; çünkü o, namaz ve zekât gibi fiil ve hareketlerle zahir olan bir ibadet değildir. İnsanın, yatıp kalkmasından namaz kıldığı anlaşılırsa da, bunun ibadet veya gösteriş maksadıyle kılındığını anlamak mümkün de­ğildir. Fakat oruç tutulduğu fiil ve hareketlerden anlaşılmaz. O, sadece kalbe taalluk eden bir ibadettir ve gayesi takvadır. Nitekim Hazret-i Pey-gamber'in, Rabb'mdan naklettiği bir hadls-i kudsVde «oruç, yalnız Benim için yapılan bir ibadettir ve onun mükâfatını vermek de Bana aittir» buyurulmuştur.[24]

Bu sebeple insan, oruç tutmak isterse, bunu sırf Allah için tutmak zorundadır. Fakat hastalığını bahane ederek ruhsat hükmünden faydalanmayı ve oruçtan kaçıp kurtulmayı düşünürse, zihnini boşuna yormuş olur. Zira kendisini oruç tutmaya zorla­yan bir kuvvet bulunmadığı inancına sahip olduğu anlaşılan böyle bir kimsenin ruhsata sığınması gereksizdir. Netice olarak şunu ifade edebili­riz ki, oruç, bir evvelki âyette de açıklandığı gibi, insanı büyük küçük her türlü günahtan uzaklaştırmak ve Allah'a ibadet etme zevkini ona kazan-. dırmak için farz kılınmıştır. Nefsini bu yolda terbiye etmek isteyen kimse, Allah'ın bu emrini severek yerine getirir. Bununla beraber, eğer kendi­sinde bir hastalık belirirse, oruç tutup tutmamak hususundaki fetvayı yine kendi nefsinden ister: Oruç tuttuğu takdirde, kendisine güç gelecekse, veya güç gelmese bile hastalığını artırmasından, yahut süresini uzatma­sından korkarsa, başka günlerde kaza etmek şartıyle oruç tutmaktan vazgeçer; çünkü Allah ona bu ruhsatı vermiştir. Eğer orucun hastalıkla birlikte kendisine zarar vermiyeceğine ve nefsine güç gelmiyeceğine ina­nırsa, sayılı günlerde orucunu tamamlar. Fakat hiçbir surette ruhsata oruçtan kaçıp kurtulma çaresi olarak başvurmaz. Bu konuda bilmesi gereken husus şudur ki, Allah'ın, onun tutacağı oruca ihtiyacı yoktur; tutarsa, kendisine, tutmazsa, yine kendisinedir.

Yolculuk da böyledir. Hazret-i Peygamber'in sünnetiyle sabit oimuş-tur ki, kendisi, üç gün veya üç fersah sürecek bir yola çıktığı zaman, namazını kısaltıp müsafir namazı kılmıştır. Namazın kısaltılmasına sebep olan bu mesafe, aynı zamanda, orucu terketmek için de sebep sayılır. Buna göre, eğer insan, üç günlük bir yola çıkacak olursa, orucunu daha sonraki günlerde kaza etmek şartıyle terkedebilir. Yolculukta orucun yenmesinde bu mesafeye itibar edilmiş, fakat zaman, veya bu mesafenin en süratli vâsıtalarla katedilmiş olması nazarı dikkate alınmamıştır.

Çok oruç tutmakla tanınan sahabîlerden Hamza el-Eslemî, Hazret-i Peygamber'e, seferde oruç tutup tutmayacağını sormuş, Hazret-i Pey­gamber de ona, «ister tut, ister tutma» demiştir, Aynt hadîsin başka bir rivayetinde ise, Allah Ta'âiâ'nın ruhsatını hatırlatarak ona uymanın daha güzel olduğunu, bununla beraber tutmak İsteyene de günah olmıyacağını Söylemiştir.[25]

Rivayet edilen pek çok hadîsten anlaşıldığına göre ashâb, Hazret-i Peygamberle birlikte bir yolculuğa çıktıkları zaman, bir kısmı oruçlu, bir kısmı da yolculuk dolayısıyle oruca niyet etmemiş olurdu; fakat bu durum, hiç kimse tarafından yadırganmaz, kimse kimseyi ayıplamazdı. Ancak, ne zaman bir güçlük belirir ve oruçlu olanlarda fazlaca bir halsizlik görülürse, Hazret-i Peygamber hepsine orucu bozmalarını emreder, beraberce iftar ederlerdi.

Bu konuda mezheb imamlarından değişik görüşler nakledilmiştir. Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafii, oruç tutacak gücü kendisinde hisseden ve herhangi bir meşakkatle karşılaşmıyacağından emîn olan kimseler için oruç tutmanın daha iyi olduğunu, Ahmed İbn Hanbei ve Evzâî ise, ruhsatla amel edip oruç tutmamak gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Yaşlılık veya müzmin bir hastalık sebebiyle, ömrünün geri kalan kısmında hiç oruç tutamıyacak olanlara gelince, bunların da borçlu kal­mamaları için, âyet-i kerîme'yle ayrı bir kolaylık getirilmiş ve «gücü yetme­yenlere de, bir yoksulu doyuracak fidye gerekir» denilmiştir.

Ayet-i kerîme'de «oruca gücü yetmiyenler» manâsında yutîkûnehu ibaresi zikredilmiştir. Her ne kadar itâka, bir şeye gücü yetmek, dayanmak manâsına gelirse de, bu manânın içerisinde, bir de zorluk vardır ve bir şeye zor dayanmak, dayanabilmek için zorlanmak ve hattâ böyle olmasına rağmen dayanamamak manâsı vardır. İşte bu manâda Allah Ta'âlâ, yaşlılık veya müzmin hastalık sebebiyle oruca zor dayanacak, veya daya-namıyacak kadar güçlük çekecek ve ölünceye kadar da oruç tutacak gücü kendinde bulamıyacak olan kimselere fidyeyi vâcib kılmıştır. Bu fidye, oruç tutmadığı her bir gün için bir yoksulu doyurmaktır. Ancak, bu yoksula vereceği bir günlük yiyecek veya yiyecek karşılığı para, kendisini veya ailesinden herhangi birisini doyuran yiyecekten veya karşılığı olan para­dan daha az olmamalıdır. Zengin olan bir kimse, her gün kendisini ve ailesini kalitesi yüksek ve çeşitli yiyeceklerle doyururken, fidye olarak yoksula vereceği yiyeceğin kalitesini düşürür, çeşidini ve miktarını azaltır­sa, üzerine vâcib olan fidyeyi vermiş olmaz ve dolayısıyle oruç borcunu da ödemiş sayılmaz.

Burada, şu hususu da belirtmek gerekir ki, bazı tefsirler, oruca güç dayanabilecek, oruç tuttuğu takdirde çocuğunu besleyemiyecek olan hâmile ve emzikli kadınlarla, ailesinin geçimini temin etmek için ağır ve güç işlerde çalışan ve bu işi seneler boyu devam ettirmek zorunda olan işçileri de âyet'in bu hükmü içerisinde mütalâa etmişler ve bu gibilerin oruç tutmaya güçleri yetmediği takdirde, fidye vermek suretiyle oruç borcunu ödemiş olacaklarını belirtmişlerdir.Ancak, hâmile ve emzikli kadınların, oruca hiç gücü yetmiyen ve ileride de kaza etmesi mümkün olmayan yaşlılar gurubu içinde sayılıp sayılamıyacakları, mezheb imamları ara­sında ihtilaflı bir konudur. İmam Şafiî'ye göre, hâmile ve emzikli kadınların da, yaşlılar gibi oruç tutamamaları halinde, fidye ödemeleri, ayrıca tuta­madıkları orucu da kaza etmeleri gerekir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise, hâmile ve emzikli kadınlar, hasta kimseler gurubuna girerler ve onlar gibi oruçlarını sadece kaza ederler. Zira fidye, yaşlı olup da ileride orucu kaza etme ihtimali bulunmayan kimseler içindir. Kaza ise, özrü dolayısıyle oruç tutamıyan, fakat bu özür kalktıktan sonra oruç tutabilecek gücü kazanan­lara mahsustur. Hâmile ve emzikli kadınlarda, hamilelik ve emzikli olmak, muvakkat birer özürdür. Hamilelik bittiği ve kadın emzikli olmaktan çıktığı zaman oruç tutabilecek duruma gelmiş olur ve özürlü iken tutamadığı oruçlarını kaza eder. Fidyeyle birlikte kaza ise, hiç mümkün değildir; çünkü gerek fidye ve gerekse kaza, ayrı ayrı orucun bedelleridir. Bir oruca iki ayrı bedel ödemek doğru görülemez. Netice olarak, şuna işaret edebili­riz ki, hâmile ve emzikli kadınların oruç borçlarını ödeme şekli üzerinde görüş ayrılığı bulunsa bile, bunların da ruhsata tâbi oldukları hususunda herhangi bir tereddüt yoktur.

Eğer orucun, insan nefsine eziyet etmek, oruç tutana veya onun yakınlarına zarar vermek maksadıyle far? kılınmadığı gözönünde bulundurulursa, bu görüşü kabul etmemek, orucun hikmetine ve istisnai hailer-de, AHah'ın kullarına bahşettiği ruhsata uygun bulmamak mümkün değil­dir. Ancak, bir daha hatırlatmak gerekir ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, orucun fidyeyle ödenmesi halinde de, bu ruhsatın oruçtan kaçmak için bir vesile kılınması, fidye ödeyeni oruç borcundan kurtarmıyacağı gibi, onu Allah katında günahkâr da yapar. Bu sebeple, orucu terkederek fidye verecek olanların mesele üzerinde titizlikle durmaları gerekir.

Allah Ta'âlâ, müsiümanlara farz kılınan orucu, hasta ve müsafir olan­lar için daha sonra kaza etmek, yaşadıkları sürece hiç gücü yetmiyecekler için de fidye ödemek şartıyle yemeğe ruhsat verdikten sonra, «kim gönül rızasıyle fazladan hayır işlerse, bu, kendisi için daha iyidir» buyurmuştur. Müfessirler arasında, umumiyetle, bu hitabın, fidye ödemek durumunda ofan yaşlılar hakkında geldiği kabul edilmiştir. Buna göre, kim, fidye öder­ken gerekenden fazlasını verir, yahut bir yoksul yerine daha fazla yoksul doyurur ve bunu, kendi gönyl rızasıyle yaparsa, bu, kendisi için daha hayırlı olur. Ancak bazı tefsirlerde, bunlara ilâveten, fidye ödeyen şahıs, fazladan bir de oruç tutarsa, bunun daha hayırlı olacağı görüşüne yer verilmiştir ki, bu görüşün, ruhsat hükmüne ve orucun hikmetine aykırı düştüğünü kabul etmek gerekir. Zira oruç îutamıyacak derecede gücünü yitirmiş bir yaşlıya oruç tutmak yerine fidye ödemesine ruhsat verildikten sonra, âyet-i kerîme'nin bu ibaresiyle, fidye ödendikten sonra bir de oruç tutmasının daha hayırlı olacağının murad edildiği ileri sürülürse,' bu, o yaşlı ve itaatkâr kutu oruç tutmaya zorlamak ve dolayısıyle nefsini telef etmesini istemek manâsına gelir ki, Allah Ta'âlâ'nın kullarından böyie bir şey istediğini kabul etmek mümkün değildir.

Aliah Ta'âiâ, hasta, misafir ve oruca hiç gücü yetmiyecek olan kimse­ler için şarta bağlı ruhsatını beyan ettikten sonra, farz kılınan orucun insanlara olan faydasını belirtmiş ve umumi manâda «eğer bilirseniz, oruç sizin için hayırlıdır» buyurmuştur. Orucun, şüphesiz, gerek nefis terbiyesi, gerek irade takviyesi ve gerekse insan vücudunun iç organlarına yeniden düzenli bir çalışma sağlaması yönünden sayılamiyacak kadar çok faydası vardır. Bunların yanında ve hepsinden önemlisi, insanın sahip olduğu îmanı, takva ile besleyip kuvvetlendirmesidir. Ancak şu şartla ki, oruç tutan insan, niçin oruç tuttuğunu yakînen bilmeli ve onun farz kılınışındaki hikmete tam manâsıyle vâktf olmalıdır. Eğer onun hikmetini ve bu hikmetin sırnnı bilmeden, sırf başkalarını taklid etmek maksadıyle oruç tutulacak olursa, borç ödenmiş oîsa bile, ondan beklenen fayda hâsı! olmaz.

Burada, âyet-i kerîme'nin bu son ibaresiyle ilgili olarak tefsîrlerde yer alan bir görüşe de işaret etmek gerekir. Bazı müfessirlere göre «eğer bilirseniz, oruç tutmak, sizin için daha hayırlıdır» hitabı, hasta, müsafir ve yaşlı olan kimseler içindir. Buna göre, hastalık, yolculuk ve yaşlılık dolayı­sıyle orucun sayılı günler dışında kaza edilmek veya fidyesi ödenmek şartıyle terkedilmesine ruhsat verilmiş olsa bile, hastanın, yolcunun ve yaşlının sayılı günlerde oruç tutmaları, kaza etmekten veya fidyesini öde­mekten daha hayırlıdır. Ancak bu görüş, yukarıda yaşlıların fidyeyle birlikte oruç tutmalarının daha hayırlı olacağı şeklindeki görüşe işaret ederken de belirttiğimiz gibi, ruhsat hükmüne ve orucun hikmetine olduğu kadar, HazreH Peygamberin tatbikatına da aykırıdır. Nitekim bundan sonraki âyet-i kerime'de de açıklandığı gibi, Allah Ta'âlâ kullan için güçlük değil kolaylık ister. Bu sebeple orucu, insanlara eziyet etmek için bir vâsıta değil, fakat onu, her yönden kendisinden istifade etmeleri gereken bir hidayet kaynağı görmek ve göstermek icabeder. Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah Ta'âlâ, oruca gücü yetmiyecek olanlara ruhsat vermekle, orucu onların üzerinden ıskat etmemiş, fakat oruca muâdil olmak üzere sayılı günlerde tutulmayan oruçların kaza edilmesi, veya yaşlılar için fidye verilmesi hükmünü koymuştur. İhlâs ile kaza ve fidye ödenerek edâ edilen oruç borçlarının, sayılı günlerde tutulan oruçlar kadar hayırlı olmadığını ileri sürmek, Allah'ın ruhsat hükmüne uygun değildir. Ancak, müteaddid defalar işaret ettiğimiz gibi, ruhsata oruçtan kurtuluş çaresi olarak sarıl­mamak kayıd ve şartıyle...

Allah Ta'âlâ, sayılı günlerde oruç tutmayı farz kıldıktan ve tutamıya-cak durumda olanlar için ruhsat hükmünü bildirdikten sonra, orucun farz kılındığı bu sayılı günleri beyan etmek maksadıyle şöyle buyurmuştur: [26]

 

185. (Size orucun farz kılındığı o sayılı gün­ler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve doğruyla eğ­riyi biribirinden ayırıp açıklayan bir rehber olmak üzere, Kur'ân işte bu ayda indirilmiştir. Bu sebeple, içinizden her kim bu aya ulaşırsa oruç tutsun. Her kim de, hasta, yahut seyahatta olursa, (tuta­madığı günleri) başka günlerde tutsun. Allah, müddeti tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşılık O'nu yüceltmeniz ve böylece şükretmeniz için, size kolaylığı ister; güçlüğü istemez.

 

185 Allah Ta'âlâ, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bir evvelki âyette zikredilen sayılı günlerin ne olduğunu bu âyet-i kerîme'yle açıklamış ve bunların Ramazan ayının günleri olduğunu bildirmiştir. Orucun Ramazan ayına tahsis edilmesinin sebebi ise, Hazret-i Peygamber'q,risalet görevi­nin bu ay içinde verilmiş ve Kur'ân âyetlerinin ilk defa bu ay içinde ona indirilmiş olmasıdır. Ramazan ayında indirilmesine başlanan Kur'ân, öyle bir Kitap'tır ki, bütün insanlar için mahzâ hidayettir ve hidayet olmak üzere gelmiştir. Ayetleri, açık, hükümlerinde herhangi bir karışıklık veya gizlilik yoktur. Bu vasfıyle Kur'ân, daha önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dîni açıklamak, hak ile bâtılı birbirinden ayırmak için indirilmiştir. İndirildiği ay ise, Ramazan ayıdır ve bu ayın diğer aylardan daha şerefli ve daha faziletli oluşunun sebebi de budur. Yine bu sebeple orucun Ramazan günlerinde tutulması farz kılınmıştır. O halde, kim, sağ ve salim olarak bu ayı idrak eder, yahut ona yetişirse, ayın ilk gününden itibaren onun oruç tutması gerekir. Hasta ve müsaf ir olanlarla, oruç tutmaktan âciz kalan yaşlılar için ruhsat vardır. Birincileri, oruç tutacak gücü kendilerinde buluncaya kadar, ileride tutamadıkları günleri kaza etmek, ikincileri ise, fidye ödemek şar­tıyla bu ruhsata uyarak oruç tutmazlar. Yukarıdaki âyet-i kerîme'nin, daha önce üzerinde durduğumuz ruhsat hükmüyle birlikte genel manâsı budur. Ramazan ayının ilk günü, Hazret-i Peygamber devrinden itibaren Ramazan hilâlinin gözeîlenmesiyle tesbit olunmuştur. Buhârl, Müslim ve diğer hadîs kitaplarında bu konuyla ilgili olarak, Hazret-i Peygamber'den şu hadîs nakledilmiştir: «Ay 29 gündür; ancak hilâli görmedikçe oruç tutmayın ve yine hilâli görmedikçe iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur, hilâli göremezseniz, süreyi 30 a tamamlayın»[27]

Bu hadîsten de anlaşıl­dığı gibi, bir ay, 29 gün olarak hesap edilse bile, yeni ayın girişi, hilâlin görülmüş olmasına bağlıdır. Buna göre, eğer Şaban ayının 29 uncu günü akşamı hilâl görülürse, ertesi günü Ramazanın birinci günüdür ve oruca o gün başlanmış olması gerekir. Fakat havanın kapalı olması dolayısıyle hilâl görülmezse, Şaban ayı 30 güne tamamlanır ve 31 inci gün Ramaza­nın birinci günü sayılarak oruca başlanır. Ramazan ayının bitiminde de aynı yol takip edilir. Eğer 29 uncu günün akşamı hilâl görülürse, o gün, Ramazanın sonu sayılır ve ertesi günü iftar edilir; fakat hava kapalı olur, hilâl görülmezse, Ramazan günleri 30 a tamamlanır.

İşte, Ramazan ayının giriş ve çıkışı, Hazret-i Peygamber tarafından belirtilen bu esaslar çerçevesi içinde tesbit olunmuş ve bu usûl, asırlar boyu tatbik edilegelmiştir. Ancak, asrımızda Astronomi ve Matematik 'imlerindeki gelişme ve teknik ilerleme, hilâlin hareketini çok önceden takip etme imkânı sağlamış ve bazı müslüman ülkeler, hilâli gözle gözet­lemek ve görmek usûlünü terkederek, teknik yoldan onun bulunduğu mevkii tesbit eder olmuşlardır. Diğer bazı ülkeler ise, yine gözetleme usûlüne bağlı kalmışlar ve bunu dînin bir gereği saymışlardır. Bunlara göre, yukarıdaki âyet-i kerîme ve Hazret-i Peygamber'in hadîsi, hilâlin gözle görülmesini zorunlu kılar. Çünkü âyet-i kerîme'de «her kim şehre (aya) şâhid olursa, oruç tutsun» denilmiştir ki, bu ibareyle «her kim hilâli görürse oruç tutsun» manâsı murad olunmuştur, Hazret'i Peygamber de «hilâli görmedikçe oruç tutmayın» buyurmuştur. Binâanaleyh bu emirler, Ramazan ayınm başlangıç ve bitiminin, teknik yollarla değil, hilâlin bizzat insan gözüyle görülerek tesbit edilmesini gerektirir.

İşte, müslüman ülkeler arasındaki bu görüş ayrılığı ve bir kısmının hilâli gözle görme usûlüne bağlı kalması, bir kısmının da onun hareketini teknik yollarla ve matematik hesaplarla takip etmesi sebebiyle, Ramazan ayının başlangıç ve bitiş günlerinde farklılıklar olmuş ve rnüslümanlar, ayrı ayrı günlerde oruç tutup bayram etmişlerdir. Ancak, meselenin münaka­şasına girmeden önce, akla gelen bir soruya açıklık getirmek gerekir. Bu soru şudur: Müslüman ülkelerde, Ramazan aytna farklı günlerde girilmiş olması ve farklı günlerde bu aydan çıkılıp bayram yapılması, dînî mesele­lerde müslümanlar arasında bulunması gereken vahdete aykırı mıdır ve bu vahdetin sağlanması zorunlu mudur?

Bu soruya cevap teşkil etmek üzere şunu hemen söyleyebiliriz ki, Ramazan ayına farklı günlerde girilmesi, gerek yukarıdaki âyet-i kerî-me'ye ve gerekse Hazret-i Peygamber'in hadîsine aykırı değildir, ve doiayısıyie müslümanlar arasındaki vahdeti bozan bir durum olarak değer­lendirilmemek gerekir.Çünkü.görüldüğü gibi, âyet-i kerîme'de vakit tayin edilmemiş ve o vakte girilince oruç tutun denilmemiştir. Fakat vaktin tesbiti müslümanlara bırakılmış ve «içinizden her kim aya şâhid olursa onu tutsun» buyuru (muştur. Ayet-i kerîmede vaktin tayin edilmemesi, yeryü­zünün her bölgesinde vakitlerin farklı olarak seyretmesi doiayısıyledir ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan Allah Ta'âlâ bu hikmete istinaden oruca başlama vaktini tayin etmemiştir. Ayet-i kerîme'deki «aya şâhid olmak» ibaresi, «hilâli gözle görmek» manâsında alınmış olsa bile, hilâlin Fas'da görüldüğü akşam Endonezya'da da görülmesi mümkün değildir. Ayet'in hükmüne göre, hilâli görmeyen ülke müslümanları, ancak onu gördükten sonra oruca başlayacaklardır. Ancak, âyet-i kerîme'nin «aya şâhid ol­mak» ibaresini, «hilâli gözle görmek» manâsı yerine «Ramazan ayına erişmek, o ayda hazır olmak» manâsında anlamak, gerçeğe daha uygun­dur. Zira şehâöet\en şehide fiili, Kur'ân-ı Kerîm'de görmek manâsında hiç

kullanılmamıştır. Bununla beraber, kelimenin, idrak etmek, yetişmek, kavuşmak, hazır olmak gibi birbirine yakın manâlarda kullanıldığı pek çok âyet vardır. Bu sebeple, âyetteki bu ibareyi «içinizden her kim hilâli gö­rürse oruç tutsun» manâsında anlamak mümkün değildir. Doğrusu «içi­nizden her kim Ramazan ayını idrak ederse orucu tutsun» manâsıdır. Buna göre âyet-i kerîme, Ramazan ayının başlangıç ve bitiminin, hilâlin gözetlenmesiyle tesbit olunması hususundaki görüş için delil sayılamaz.

Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen hadîslere gelince, bunlar, Ramazanın başlangıç ve bitiminin tayininde bir yol göstermiştir. Gaye, başlangıç ve bitimin tayinidir; çünkü âyet-i kerîme bu tayini yapmamış, müslümanlara bırakmıştır. Bunu yapmadan oruca başlanması mümkün değildir.- Tayinin nasıl yapılacağı meselesi ise, oruca başlamanın şartı değildir. Hazret-i Peygamber, zamanında câri olan bir usulle bu tayini yapmış, fakat bu usûlü tayinin şartı olarak vazetmemiş, hadîslerinde bir gaye olarak zikretmemiştir. Bu sebepledir ki, Ramazanın başlangıç ve bitiminin tayininde önemli olan husus, ister hilâl gözle görülsün, ister teknik âletler ve hesap yardımıyle olsun, bu tayinin sağlıklı biçimde yapıl­masıdır. Bölgeler arasındaki farklılıklar ise, tıpkı namaz vakitlerinde olduğu gibi, ne müslümanların vahdetini bozucu bir unsur olarak görülebilir; ne de Kur'ân'tn hükmüne aykırı düşer.

Allah Ta'âlâ, Ramazan ayını sağ ve salim olarak idrak eden bütün müslümanlara oruç tutmalarını emrettikten sonra, bir evvelki âyette tut­mamak hususunda ruhsat verdiği hasta ve müsafir olan kimseler hakkın­daki hükmünü tekrarlamış ve onların Ramazan ayı dışında oruç tutabile­cek gücü kazandıktan sonra tutamadıkları oruçları kaza etmelerini iste­miştir. Bu âyet-i kerîme'de ruhsat hükmünün tekrar edilmesi, önceki âyette «oruç tutmanız sizin için çok hayırlıdır» denilerek orucun Allah katında son derece önemli bir ibadet olduğuna işaret edildikten ve yukarı­daki âyette de «Ramazan ayına kim yetişirse oruç tutsun» denilerek emir yenilendikten sonra, müslümanlar arasında ruhsat hükmünün kaldırıldı­ğını zannedip oruç tutmaya kalkışacak hasta ve yolculara, bu hükmün kaldırılmamış olduğunu hatırlatmak gayesine yöneliktir. Ancak burada, oruç tutmaktan âciz olan yaşlılar hakkındaki fidye hükmüne tekrar işaret edilmemesi, bazı tefsircileri, evvelki âyette yer alan bu hükmün, yukarı­daki âyetle kaldırıldığı görüşünü benimsemeye sevketmiştir. Ne var ki bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira orucu, yolculuğu esnasında bile tutabilecek kadar dinç olan bir kimseye ruhsat verilip de, hiç oruç tutamı-yacak derecede yaşlanmış, hattâ hareket etmeye bile mecali kalmamış olan kimseden ruhsat hükmünün kaldırıldığını düşünmek, orucun hikmetine olduğu kadar, Allah Ta'âlâ'nın, kulları hakkında güçlüğü değil, kolay­lığı murad eden hükmüne de aykırıdır. Nitekim Allah Ta'âlâ, hasta ve yolcular dışında, Ramazan ayına sapasağlam erişen bütün müslümanla­rın oruç tutmalarını emrettikten sonra, «Allah size kolaylığı murad eder; güçlüğü murad etmez» buyurmuştur. Her ne kadar bu hüküm, burada ve oruç âyetiyle ilgili olarak gelmişse de, bütün şer'î tekliflerde aynı kolaylığı görmek mümkündür. Nitekim Hacc sûresinin 78 inci âyetinde «Allah, dîn işlerinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi» buyurarak, bu hususu kesin bir şekilde beyan etmiştir. Keza Hazret-i Peygamber de, bir çok hadîsin­de, müslümanlara dâima kolay olanı göstermiş ve onlara da kolaylaştır­malarını emretmiştir. Buhârî ve Müslim tarafından da nakledilen şu meş­hur hadîs, Hazret-i Peygamber'in bu konudaki emirlerinden biridir: «Ko­laylaştırın güçleştirmeyin; müjdeleyin nefret ettirmeyin».[28]

Allah Ta'âlâ, hasta ve yolcu olanlara daha sonra oruçlarını kaza etmek, bir evvelki âyetle de yaşlı olanlara fidye ödemek hususunda ver­diği ruhsatı, kullarına kolaylık olması sebebine bağladıktan ve esasen kulları için hiçbir zaman güçlük istemediğini kesin bir şekilde beyan ettik­ten sonra, söz konusu edilen bu kolaylığın da sebebini açıklamış ve şöyle buyurmuştur: «(Size güçlüğün değil, kolaylığın murad edilmesi), oruç müddetini tamamlamanız ve böylece, sizi doğru yola iletmesine karşılık Allah'ı yüceltmeniz ve nimetlerine şükretmeniz içindir».

Oruç müddetinin tamamlanması, şüphesiz, Ramazan ayı boyunca tutulması gereken 29 veya 30 günlük orucun tutularak tamamlanmasın­dan ibarettir. Sağlam olanların ve yolculuğa çıkmayanların bugünlerde oruçlarını kusursuz bir şekilde tutmaları, üzerlerine farzdır. Bununla bera­ber, hastalık veya yolculuk sebebiyle Ramazan günlerinin bir kısmında oruç tutamazlarsa, tutamadıkları gün sayısı kadar, Ramazandan sonraki günlerde tutarlar ve böylece 29 veya 30 günlük süreyi tamamlamış olurlar. Allah Ta'âlâ'nin hasta ve yolculara ruhsat vererek oruç hükmünü kolay­laştırması da, bu sürenin güçlük çekmeden tamamlanabilmesi içindir. Bu, şüphesiz, Allah'ın, kullarına büyük bir lutfudur. Bazan insan, bir şeyin kıymetini, ancak o şeyi yitirdikten sonra anlayabilir. Allah'ın bu lutfunu büyüklüğünü anlayabilmek için de, hasta, müsafir ve yaşlı olanlara verilen bu ruhsatın verilmediğini ve bu kolaylığın gösterilmediğini, bir an için düşünmek yeterlidir. Allah'tan korkan ve O'nun emirlerini titizlikle yerine getiren gerçek bir mü'min, kımıldayarmyacak derecede hasta yatağına düşmüşse, Ramazan günlerinde tutulması emredilen orucu acaba nasıl tutabilirdi? İşte bu düşünce, ruhsat hükmünün getirdiği büyük kolaylığı

anlamamıza yardım eder. O halde insanın, Dunu anladıktan sonra;-btf-taraftan orucun, nefsini terbiye etmek ve kendisini kılıç darbelerine karşı koruyan bir kalkan gibi, her çeşit kötülükten uzaklaştırarak Cehennem ateşinden korumak hususundaki faydasını görerek, Allah'ın, kendisini doğru yola hidayet etmesi dolayısıyle O'nu tekbîr etmemesi ve kendisine büyük bir nimet olmak üzere ihsan ettiği bu ve buna benzer kolaylıklar dolaytsıyle O'na şükürde bulunmaması nasıl mümkün olur?

Allah Ta'âlâ, Ramazan ayını oruca tahsis ederek o ay içinde, hasta, yolcu ve yaşlı olanlar dışında, bütün müslümaniara orucu farz kıldıktan sonra, dünya ve âhıret saadetine vesile olacak böyle bir ibadeti, son derece büyük bir nimet olmak üzere ihsan etmesi dolayısıyle, onlara Allah'ı tekbir etmelerini emretmiştir.

Allah'ın tekbîr edilmesi, O'nun büyüklüğünü, yüceliğini, şeriat olarak vazettiği ahkâm ile kullannı terbiye edip doğru yola iletmek hususundaki hâkimiyetini, vazettiği ahkâm karşısında âciz kalan kulları için durumlarına uygun ruhsatlar verip onlara lütuf ve ihsanda bulunmasını hatırdan hiç çıkarmadan O'nu zikretmek demektir. Allah'ı yücelterek zikretmek ise, kullarına bahşettiği sayısız nimetlere karşılık O'na şükretmeyi gerektirir. Bu sebepledir ki, âyet-i kerîme'de, kullarını vazettiği ahkâm ile doğru yola iletmesi dolayısıyle onların Allah'ı tekbîr etmelerini emrettikten sonra, «ola ki bu nimetlere karşılık şükredersiniz» denilmiştir.

Kulun, önce Allah'ı yüceltmesi, sonra da O'na şükretmesi, her hu­susta O'na muhtaç oluşunun delilini teşkil eder. İnsanın, Allah'a muhtaç olduğunu bilmesi ise, kalbe yerleşmiş bir îmanın neticesidir. Bu îmanladır ki insan, başı derde düşmüşse, bu dertten kurtulmak, düşmemişse, hiç düşmemek için dâima yardımına muhtaç olduğu Allah'a sığınır ve gerek haliyle, gerekse diliyle O'na duâ edip yalvarır. İnanır ki, Allah orucu farz kılmış olmakla beraber, oruç tutmaktan âciz olan kullarına nasıl kolaylıklar getirmişse, O'na yönelttiği duâlarıyie, kendi isteklerini de kabul eder ve yardımını kendisinden esirgemez. İşte, Allah Ta'âlâ, mü'min kulunun bu inancını, hem teyîd etmek've hem de oruç âyetleri arasında zikrederek, oruçla dua arasındaki yakınlığı kullarına göstermek için şöyle buyurmuş­tur: [29]

 

186. (Ey Muhammedi) Kullarım Sana Ben­den sorarlarsa, Ben, şüphesiz, onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiği zaman, duasını kabul ederim; o halde, onlar da Benim davetimi kabul etsinler ve Bana inansınlar. Ola ki doğru yolu bulurlar.

 

186 Oruç âyetlerinde mü'minlere yöneltilen ilâhî hitap, yukarıdaki âyet-i kerîme'de Hazret-i Peygamber'e yöneltilmiş ve Allah Ta'âlâ hakkında kullarından gelmesi muhtemel olan bir sorunun cevabı ona bildirilmiştir. Bu muhtemel sorunun ne olduğu âyet-i kerîme'de açıklanmamış ise de, bu soruya verilmesi istenen cevaptan, onun, Allah Ta'âlâ'nın kullarına olan yakınlığı ve kendisine duâ edildiği takdirde, bu duaya icabet edip etmiyeceği hususunda olduğu anlaşılır. Tefsirlerde nakledilen haberlere göre, Hazret-i Peygamber'e «Rabb'ımız yakın mıdır, O'na sessizce yalva-ralım; yoksa uzak mıdır, bağırarak duâ edelim?» diye sorulmuş olması, bu âyetin indirilmesine sebep olmuştur. Bir başka rivayette ise, Hazret-i Peygamber, Hayber gazvesinde, müslümanların yüksek sesle duâ ettik­lerini işitince, «durun, bir sağıra ve gaibe duâ etmiyorsunuz. Siz, İşiten, yakın olan ve sizinle beraber bulunan Allah'a duâ ediyorsunuz» buyur­muştur.[30]

Her ne kadar bu rivayette, hadîsin, âyet-i kerîme'nin indirilişiyie ilgisine işaret edilmemiş ise de, müslümanların, bir evvelki âyette kendilerine emredilen tekbîri yüksek sesle tekrarladıkları, bunun üzerine Hazret-i Peygamberin yukarıdaki âyetle birlikte tekbîri açıkladığı ve hattâ tatbikatını gösterdiği anlaşılır.

Allah Ta'âlâ, kendisi hakkında soru soran kullarına, kendisinin onlara çok yakın olduğunu bildirerek cevap vermiştir. Bu yakınlık, şüphesiz, mekân ve zamanla ilgili bir yakınlık değildir. Her ne kadar iki insanın birbirine yakınlığı, vücudlarının birbirine yakın iki ayrı yerde bulunmasıyle ifade edilirse de, Allah Ta'âlâ'yı belirli bir yerle tahdid etmek mümkün değildir; O, belirli bir yerde bulunmaktan münezzehtir. Allah'ın kullarına yakınlığı, ilmiyle her şeyi kuşatmış olmasındandır; Kim ne söyler veya düşünürse, onu bilir; kim ne yaparsa, onu görür. Bu sebeple, kim duâ etmek isterse, doğrudan doğruya Rabb'ına yönelmesi ve dilediğini O'ndan istemesi yeterlidir. Allah'la kulu arasında herhangi bir perde yok­tur; yahut kul, duasını Rabb'ına ulaştıracak herhangi bir vâsıtaya muhtaç değildir. O, Rabb'ından ne dilerse, onun dileği, Rabb'ının ilmi içindedir ve onu bilir. İnsan Rabb'ına duâ ettiği zaman, bu duaya icabet edecek olan da, bizzat Allah Ta'âlâ'nın kendisidir.

Allah katında makbul olan duâ, dileğin sözle ifadesi sırasında, kalben

Allah'a yönelerek yapılan duadır. Kalp, başka şeylerle meşgul olurken Allah'a arzedilen dileğin kabul edilmesi mümkün değildir. Zira insan, dileğini Allah'a değil kalbini işgal eden şeye arzetmiş olur. Dua esnasında yüksek sesle bağırmaya da gerek yoktur. Mademki Allah Ta'âlâ kullarına kendilerinden daha yakındır ve mademki ilmiyle her şeyi kuşatmıştır; o halde insanın kendi kulaklarının bile duyamıyacağı fısıltılarını Allah'ın işit­mesinden şüphe etmesi nasıl mümkün olur?

Duanın müstecâb olmasının bir başka şartı da, onun, Allah'ın sünne­tine ve yarattığı varlıklar hakkında vazettiği kanunlara uygun olmasıdır. İnsan, Allah'a yönelip dua ettiği zaman, dileği, Allah'tan istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır. Gerçekleş­mesi istenen bu şeylerle, onların gerçekleşmesine yardım edecek sebep­ler arasında sıkı bir münasebet vardır ve Allah Ta'âlâ bunları bir takım kanunlara bağlamıştır. Meselâ, bir insan,, Allah'tan rızkının artırılmasını dilerken, hiçbir zaman evinin bahçesine gökten altın veya gümüş yağdı­rılmasını istemez; çünkü rızkın, altın veya gümüş yağdırılmasıyle artması, Allah'ın kanunlarına aykırıdır. Bununla beraber rızkın artması için birtakım sebepler vardır ki, kul bir taraftan bu sebeplere yapışmaya çalışacak, bir taraftan da bu sebeplerin kendisi için kolaylaştırılmasını Allah'tan isteyecektir.

İşte, yukarıdaki âyet-i kerîme'de Allah Ta'âlâ, kullarının usûlü dâire­sinde duâ ettikleri takdirde, bu dualarını kabul edeceğini buyurduktan sonra, kullarının da kendi davetine icabet etmelerini ve kendisine iman hususunda kusurlu davranmamalarını onlara emretmiştir. Bu âyetin oruçla ilgili âyetler arasında yer alması ise, içine hiç riya karışmadan yapılan oruç ibadetinin duâ ile olan yakın ilgisine işaret içindir. Hazret-i Peygamber, orucun diğer ibadetler arasındaki müstesna yerini belirtmek için şöyle buyurmuştur: «Oruç bir kalkandır; her kim oruçlu ise, kötü söz söylemesin; câhiller gibi hareket etmesin ve bir kimse kendisiyle dövüş­mek veya dalaşmak isterse, ben oruçluyum, desin ve bunu iki defa tekrar­lasın. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha güzeldir. Allah Ta'âlâ buyurmuştur ki, oruç tutan kulum, yemesini içmesini ve şehvetini benim rızam için terketmiştir. Oruç bana yapılan bir ibadettir ve onun hesapsız mükâfatını vermek de bana aittir. Diğer ibadetler ise, on misliyle ödenir».[31]

Orucun Hazret-i Peygamber tarafından işaret olunan bu müstesna mevkii ve oruçlunun Allah katında kazandığı üstün mertebe, miskten daha güzel kokan oruçlu ağızlardan Allah'a yükselecek dualara ayrı bir özellik

kazandırmakta ve bu duaların, Allah katında, başka zamanlarda yapılan dualardan daha makbul olduğunu göstermektedir. Filhakika Hazret-i Peygamber de bir hadîsinde bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: «Üç çeşit insan vardır ki, bunların duaları reddolunmaz: Adil imam, iftar edinceye kadar oruçlu ve mazlum kişi...» [32]

 Başka bir hadisinde ise, Hazret-i Peygamber, «Oruçlunun iftar esnasındaki duası reddolunmaz» demiştir.[33]

Zikrettiğimiz bu bir kaç hadis, Allah'ın rızasını kazanmak için oruç tutan ve orucunu hayır duâlanyle süsleyen müslümanlara, Allah Ta'âlâ'nın, rahmetini ne derece yayacağını gösteren apaçık müjdelerdir. Oruç âyetinden sonra yer alan duâ âyeti de zaten bu müjdeyi vermiyor mu?

Allah Ta'âlâ, orucu müslümanlara farz kılıp şartlarını açıkladıktan ve bilhassa oruçlu iken yapılan duaların önemini hatırlatma kabilinden işaret ettikten sonra, oruçla ilgili âyetlerin beyanına devam etmiş ve şöyle bu­yurmuştur: [34]                       

 

187. Oruç (tutulan günlerin) gecesinde, ka­dınlarınıza yaklaşmak size helâl kılın­mıştır. Onlar sizin örtünüzdür; siz de onlar için bir örtüsünüz. Allah, sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu elbette biliyordu da, bu sebepten tövbe­nizi kabul etmiş ve sizi bağışlamıştır. Artık bundan sonra, onlara yaklaşabilir ve Allah'ın sizin için takdir ettiğini diler­siniz. (Keza oruç tutulan günlerin gece­sinde) fecrin beyaz ipliği siyah ipliğin­den sizce seçilinceye kadar yiyebilir ve içebilirsiniz; (bu vakitten) sonra da ge­ceye kadar orucu tamamlayın. Mescid-lerde itikâfa çekilmiş olduğunuz sürece kadınlara yaklaşmayın. Bunlar, Al­lah'ın hudududur; ona yaklaşmayın, işte, Allah, insanlara, kötülüklerden korunmaları için, âyetlerini böyle açık­lar.

 

Daha önceki âyet-i kerîme1 lerde de açıklandığı gibi, Allah Ta'âlâ, orucu, geçmiş milletlere farz kıldığı gibi müslümanlara da farz kılmış ve Ramazan ayını bu ibadete tahsis ederek, ayın ilk gününden son gününe kadar geçecek olan 29 veya 30 günlük süre içinde bütün müslümanların oruç tutmalarını emretmiştir. Ancak, hasta, yolcu ve oruç tutamıyacak derecede yaşlı olanları bu emrin dışında tutmuş, ilk ikisine, Ramazan dışındaki günlerde oruçlarını kaza etmek, yaşlı olanlara da fidye ödemek şartıyle orucu terketmelerine ruhsat vermiştir. Orucun önemine ve bil­hassa oruçlu iken yapılan duaların Allah katında nasıl makbul olduğuna işaret etmek maksadıyle duâ hakkındaki hükmünü de beyan ettikten sonra, müslümanlar için açıklanmasında zaruret görülen oruçla ilgili diğer hükümlere geçmiş ve yukarıdaki âyet-i kerîme'yle bu hükümleri bildirerek, orucun farz kılındığı sıralarda, müslümanlar arasında görülen bir tatbikata da son vermiştir. Bu tatbikat, kısaca şöyleydi: İftar vaktinde kısa bir süre için de olsa uyuyan bir kimse, uyandıktan sonra, artık imsak vaktine girmiş oluyor ve ertesi günün akşamında İftar vaktine kadar hiçbir şey yeyip içemiyor, eşiyle münasebette bulunamıyordu.

Buhârî tarafından da rivayet edilen ve yukarıdaki âyetin nüzul sebebi olarak gösterilen bir hadiste şöyle denilmiştir: «Sahabe arasında bir kimse, iftar vakti, iftar etmeden uyursa, ne gece ve ne de gündüz, akşama kadar bir şey yiyemezdi. Ansardan Kays İbn Sırma, iftar vakti eve gelmiş ve iftar etmek için eşinden yiyecek istemiştir. Ancak eşi hazırlık yapıncaya kadar yorgunluktan uyuyakalan Kays, sonradan uyanmış olsa bile, hiçbir şey yemeden orucuna devam etmek zorunda kalmış, fakat gündüz vakti de açlıktan baygınlık geçirmişti. Durum Hazret-i Peygamber'e aksettiril­miş, sonra da bu âyet nazil olmuştur».[35]

Ahmed İbn Hanbel tarafından nakledilen başka bir haberden de anlaşıldığına göre, Ömer İbnu'l-Hattâb, daha önce uyuyan eşine yaklaş­mış, sonra da nadim olarak, yaptığını Hazret-i Peygamber'e haber vermiş­tir. Ayet-i kerîme de bundan s[36]onra nazil olmuştur.

Ayetin indirilmesine, buna benzer başka hâdiselerin de sebep olduğu gözönünde bulundurulursa, orucun farz kılındığı ilk günlerde, sahabenin böyie bir oruca güç dayandığı, hattâ bazılarının dayanamayıp, ya uyuyup uyandıktan sonra bir şeyler yemek, yahut kadınlarına yaklaşmak zorunda kaldıkları, yahutta bütün güçlüklere dayanmayı göze alıp baygınlık geçir™ dikleri anlaşılır. İşte, sahabe arasında yaygınlaşan bu güçlükler sebebiyle, Allah Ta'âlâ müslümanlara rahmetini bir daha göndermiş ve gece oru­cunu kaldırarak oruç vaktini, âyet-i kerîme'de de görüldüğü gibi, ufukta geceyle gündüzü birbirinden ayırt eden fecir çizgisinin belirdiği vakitle akşam vakti arasına tahsis etmiş, bunun dışında yeyip içmeyi ve kadınlara yaklaşmayı helâl kılmıştır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, orucun farz kılındığı ilk günlerde görülen ve bu âyet-i kerîme'yle kaldırılan oruç şeklinin menşei hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Ne Kur'ân-f Kerîm'de ve ne de Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen hadisler arasında, iftar vakti uyuyan, kısa bir süre sonra da uyanan bir kimsenin, ertesi günü akşama kadar hiçbir şey yemiyeceği ve eşine yaklaşamıyacağı hususunda herhangi bir kayda rastlanmaz. Öyle anlaşılıyor ki, orucu farz kılan «sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı» mealindeki âyet nazil olduğu zaman, sahabe, bu sözü, orucun müslümanlarla önceki milletler arasında sadece farz olması yö­nünden bir benzerliğin bulunduğuna işaret manâsında değil, fakat, onların tuttukları şekildeki orucun farz kılındığı manâsında anlamışlar ve onlar gibi oruç tutmaya başlamışlardır. İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerî­me'yle, eskilerin tuttukları bu oruç şeklini değiştirmiş ve bildiğimiz gibi, onu, sabah vaktiyle akşam vakti arasındaki güne tahsis ederek şöyle buyurmuştur: [37]

 

187. Oruç (tutulan günlerin) gecesinde, ka­dınlarınıza yaklaşmak size helâl kılınmistir. Onlar sizin örtünüzdür; siz de onlar için birer örtüsünüz. Allah, sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu elbette biliyordu da, bu sebepten tövbe­nizi kabul etmiş ve sizi bağışlamıştır. Artık bundan sonra, onlara yaklaşabilir ve Allah'ın sizin için takdir ettiğini diler­siniz. (Keza oruç tutulan günlerin gece­sinde) fecrin beyaz ipliği siyah ipliğin­den sizce seçilinceye kadar yiyebilir ve içebilirsiniz; (bu vakitten) sonra da, ge­ceye kadar orucu tamamlayın. Mescid-lerde itikâfa çekilmiş olduğunuz sürece kadınlara yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın hudududur; ona yaklaşmayın. İşte Allah, insanlara, kötülüklerden korun­maları için âyetlerini böyle açıklar.

 

187 Allah Ta'âlâ, âyet-i kerime'nin baş tarafında, oruçlu geçen günün gecesinde, erkeklerin eşlerine yaklaşmalarım helâl kılmış ve her konuda olduğu gibi, eşler arasındaki münasebetten söz ederken de, bunu, müs-lümanlara terbiye dersi veren bir uslûb ve ifadeyle bildirmiştir. Zira kadına yaklaşmak manâsı verdiğimiz refes kelimesi, açıkça söylenmesi âdaba uygun olmayan bir şeyin, kinaye yoluyla ifade edilmiş şeklidir ki, âyet-i kerîme'den bunun, erkekle eşi arasında cereyan eden karı koca münase­beti olduğu anlaşılır.

Allah Ta'âlâ'nın iftar vaktinden sonra ve sâhûra kadar geçen süre içinde, karı koca arasındaki yaklaşmaya izin vermesi ve bunu helâl kılma­sı, kadın ve erkek olarak eşlerin, biribirlerinin libası, yâni elbiseleri gibi olmaları dolayısıyledir. İnsanla sırtına giydiği elbise arasında nasıl bir yakınlık varsa ve elbise, üzerinde bulunduğu kişiyi nasıl sarıp sarmalarsa, karı koca arasında da böyle bir yakınlık ve biribirlerini sarıp sarmalama vardır. Bu yakınlık ise, insanın yaratılışında bulunan karşılıklı arzuların dâima canlı kalmasına ve zaman zaman bunların hafifletilmesi zaruretine sebep olur. Bazı hallerde, bunun engellenmesi ise, insanda tahammül­süzlüğe ve denge bozukluklarına yo! açar. İşte, Allah Ta'âlâ, kan koca arasındaki bu yakınlığa istinaden, oruçlu geçen günlerin gecesinde, eşle­rin biribirlerine yaklaşmalarını helâl kılmış, hattâ onların, kendiliklerinden bunu nefislerine haram kılmalarını hoş karşılamamış ve bu hoşnudsuzluğunu «Allah, sizin, nefizlerinize ihanet etmeKte olduğunuzu eiDette Dili­yordu» beyanıyle ifade etmiştir.

Müslümanların, nefislerine ihanet etmeleri, geçmiş milletlere farz kılman orucun, gece yasağını da getirdiği ve kariyle kocanın biribirlerine yaklaşmalarını engellediği vehmine kapılmalarından ileri geliyordu. Müs­lümanlar, bu vehimle eşlerine yaklaşmayı nefislerine haram etmişler, sonra da tahammülsüzlük gösterip, haram ettikleri bu işi işlemişlerdir. Halbuki Allah, gündüz oruçlu kimseye haram kıldığı yeyip içmeyi ve eşine yaklaşmayı, gece için haram kılmamiştı; bu hususta O'ndan herhangi bir emir veya nehiy gelmemişti. Fakat müslümanlar, kendi ictihadları neticesi, eşlerine yaklaşmanın haram olduğuna inandılar ve böylece nefislerine ihanet ettiler. Ancak, Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi haram sayarak nefse ihanet etmek, onları, Allah'a karşı günah işlemiş kimselerin duru­muna düşürdü. Günah işleyenlerin yapacakları ilk iş de, günahlarından tövbe etmek, Allah'tan af ve mağfiret dilemektir. Filhakika Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, müslümanların, bu hatadan tövbelerini kabul edip onları bağışladığını bildirmiş, sonra da, «artık (oruçlu günlerin gecesinde) kadın­larınıza yaklaşın ve Allah'ın, sizin için takdir ettiğini dileyin» buyurmuştur. Ayet-i kerîme'de, yaklaşma fiili emir olarak ifade edilmiş ve bâşirûhunne denilmiştir. Mübaşeret kelimesi de, yukarıda geçen refes kelimesi gibi karı koca arasındaki münasebete kinaye yoluyla delâlet eden nezîh kelimeler­den biridir. Kelimenin emir sîgasıyle gelmesi ise, müslümanların kendi ictihadlarıyle haram saydıkları bir fiilden haram hükmünün kaldırılıp helâl kılınmasından sonra, bu fiile izin vermek manâsındadır ki, mutlak emre değil, fakat ibahaya, yahut başka bir ifadeyle, bu fiili yapıp yapmamanın, eşlerin ihtiyarına bırakıldığına delâlet eder. Bu sebepledir ki, âyetin mea­linde «kadınlarınıza yaklaşın» yerine «kadınlarınıza yaklaşabilirsiniz» ifa­desi tercih olunmuştur.

Ayet-i kerîme'de, eşlerin biribirlerine yaklaşmaları, Allah'ın kendileri için yazdığı veya takdir ettiği şeyi dilemek gayesine bağlanmış ve bu yaklaşmanın, sadece nefsanl arzuların giderilmesi için değil fakat Al­lah'ın, insan neslinin devamı için vazettiği bir kanuna uyulması için de gerekli olduğuna işaret edilmiştir. Ancak bu yaklaşmadan sonradır ki, eşler, kendileri için takdir olunan çocuğa sahip olurlar ve nesillerini devam

ettirebilirler.

Allah Ta'âlâ, oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerin biribirlerine yaklaşmalarını helâl kıldığı gibi, yine bu gecelerde yenilip içilmesine de izin vermiş ve müslümanların, geçmiş milletlerin orucuna kıyasla tuttukları oruç şeklini iptal etmiştir. Buna göre, akşam vakti, iftar edildikten sonra bir süre uykuya varılsa bile, uyandıktan sonra yeyip içmek haram değildir. Ancak fecrin bir ip şeklindeki beyazlığı ufukta belirip de gökyüzünü kapla­yan karanlıktan ayrıldığı sırada artık imsak vakti girmiş olur ki, bu andan itibaren yeyip içmeyi ve kan koca münasebetini kesmek ve akşam, güneş ufukta kaybolup ışıkları yokoluncaya kadar orucu tutup tamamlamak ge­rekir. İşte, asıl oruç tutulacak vakit, âyet-i kerîme'de tarif edilen bu iki vakit arasıdır. Her müslüman, bu iki vakit arasında orucunu bozacak, veya ona zarar verecek her türlü davranıştan, yemekten içmekten ve eşiyle müna­sebette bulunmaktan sakınmak zorundadır.

Allah Ta'âlâ, orucun hükmünü böylece beyan ettikten sonra, karı koca arasındaki münasebetle ilgili olarak istisnaî bir hüküm getirmiş ve mescidlerde ibadet maksadıyle itikâfa çekilenlere, kadınlarına yaklaşmayı haram kılmıştır. İtikâf, insanın bir yerde kendisini hapsetmesi demektir ki, dîni manâda, ibadet etmek ve AÜah'a yaklaşmak maksadıyie mescide kapanmaktan ibarettir. Hazret-i Peygamber'in, Ramazanın son on gü­nünü dâima itikatta geçirdiğini bildiren sahîh rivayetler vardır. Buna göre, her kim ibadet maksadıyle mescidde itikâfa çekilirse, itikâf için niyet ettiği süreyi tamamlamadan gece bile oisa, çıkıp eşiyle münasebette buluna­maz. Gündüz eşle münasebet orucu bozduğu gibi, geceleyin yapılacak bir münasebetde İtikâfı iptal eder.

İşte, 183 üncü âyetten itibaren oruçla ilgiîi olarak indirilen âyetlerde yer alan bütün bu hükümler, Allah'ın oruç hakkında çizmiş olduğu bir hudud veya sınırdır ki, bununla bazı ameller tahdid edilmiş, başlangıç ve bitim yerleri, yahut vakitleri tesbit olunarak orucun sıhhati için şart sayıl­mıştır. Buna göre, her kim oruç tutmaya niyet ederse, bu hududu tecavüz etmemeli, hattâ ona yaklaşmamalıdır. Oruç ibadeîjnin, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde yapılabilmesi için bu şarttır; aksi halde oruç bâtıl ve oruç tutan kimse, hem Allah'ın emrini yerine getirmemiş, hem de oruç tutma­makla, elde edeceği maddî ve manevî faydalan kaçırmış olur.

Dikkat edilecek olursa, âyet-i kerîme'de «bu hududu tecavüz etme­yin» denilmemiş, fakat bir ihtiyat tedbiri olmak üzere «hududa yaklaşma­yın» buyuruimuştur. İnsan, bir çok hallerde hudud üzerinde bulunur da, hududu tecavüz etmiyeceğine güvenir. Fakat orucun hududu böyle değil­dir, ve insan iradesi çok defa onu tecavüz etmemek hususunda zayıf kalır ve nefse hâkim olamaz. Meselâ oruçlu iken kadına yaklaşmak haram kılınmıştır ve bu, orucun bir hudududur. Bir kimse, iradesine güvenerek ve hududu aşmıyacağına inanarak, münasebette bulunmaksızın eşiyle oy­naşmaya kalkışırsa, bu, hududa yaklaşmak olur ki, ona yaklaştıktan sonra nefsini onu aşmaktan alıkoyması çok güç olur. İşte bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, oruçlu kulunu korumak ve orucuna zarar gelmemesini sağlama* için ona doğru olan yolu göstermiş ve hudud çevresinde teşkil ettiği yasak bölgeye girmemesini emretmiştir.

Allah Ta'âlâ, geçmiş milletlere olduğu gibi müslümanlara da orucu farz kıldığını bildirdiği ilk âyetten itibaren, oruçla ilgili hükümleri, orucun şartlarını, ruhsatını, faydasını ve hikmetini nasıl mükemmel bir şekilde insanlara açıklamışsa, bütün âyetlerini ve bütün hükümlerini de böyie açıklamıştır. Allah'ın âyetlerini insantera böyle kusursuz bir şekilde açık­laması, onların, Allah'tan korkup günahtan sakınmaları ve doğru yolu bulmaları içindir. O halde, insanların da bu gerçeği bilerek O'na inanmaları ve O'nun emirlerine uyarak doğru yola girmeleri gerekir. Çünkü insanı asıl mutluluğa ulaştıracak olan başka bir yol yoktur.

Allah Ta'âlâ, oruç hükümlerini beyan ettikten ve bu hükümlerle oru­cun hududunu belirttikten sonra, yeni bir hükümle, oruçluya kendi malını yemesi nasıl haram kılındıysa, oruçlu olsun veya olmasın, başkasının malını haksız yere yemenin de haram olduğunu bildirmiş ve şöyle buyur­muştur: [38]

 

188. Aranızda birbirinizin mallarını bile bile, haksızlıkla yemeyin ve insanların malla­rından bir kısmını günahı gerektirecek şekilde yemek için, hâkimlere onu peş­keş çekmeyin.

 

Oruçla ilgili âyetlerde, Allah Ta'âlâ, oruçlu olan kimsenin yeyip içme­sini haram kılmış, fecirden akşam vaktine kadar yemeden içmeden kesil­mesini, tuttuğu orucun şartlarından biri saymıştır. Bu âyetleri açıklarken de işaret ettiğimiz gibi, orucun insan için en büyük faydası, aç ve susuz kalarak karın şehvetini kırmak, nefsini terbiye ederek, bu şehvetin sebep olduğu mal hırsını asgarî seviyede tutmak suretiyle, başkalarının hakkı olan mala göz dikip ona tecavüz etmesini önlemektir. Allah'ın rızasına uygun bir şekilde oruç tutan bir kimsenin, nefsini bu yolda terbiye etmemiş ve mala karşı duyduğu aşırı derecedeki hı-sı bu oruç sayesinde dizginlememiş olması mümkün değildir. Zira içerisine riya karışmadan tutulan orucun îman yönünden insanı ulaştırdığı en yüksek mertebe, takva merte-besidir ki, bu mertebedeki bir kimsenin, nefsini mal hırsıyle yok etmesi düşünülemez. İşte Allah Ta'âlâ, oruç âyetleriyle insanı, nefsini terbiye edecek ve îmanını takva mertebesine yükseltecek bir yola sevkettikten sonra, bu terbiye ve takvanın tabii bir neticesi olarak, insanın tatbikinde güçlük çekmiyeceği yeni bir hüküm getiriyor ve şöyle buyuruyor: [39]

 

188. Aranızda birbirinizin mallarını, bile bile, haksızlıkla yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını, günahı gerekti­recek şekilde yemek için, hâkimlere onu peşkeş çekmeyin,

 

188 Başkalarına âit malı bâtıl yoila, veya haksız şekilde yemek, o mala bu yolla sahip olup ondan faydalanmak demektir. İnsan, bir mala, ya çalışıp kazanarak kendi alın teriyle sahip oiur; ya o mal, ölen bir yakınından mîras olarak kalır; yahutta kendisine hibe edilir, İnsanın meşru bir yolla sahip olduğu mal dışfnda elde edip faydalanabileceği, veya mülkiyetini elinde tutabileceği başka bir mal yoktur, O halde insan için yenmesi helâl olan mal da, ancak meşru yoldan sahip olunan maldır.

Eğer bir kimse, elinde bulundurduğu bir malı, sahibi olmadığını bildiği halde yerse, onu, bâtıl ve haksız bir yolla yemiş olur ki, bu mal ona haramdır ve Allah'ın, yenmesini haram kıldığı bir malı yemiş sayılır.

Bazan insanların, sahip olmadıkları bir mala, mahkemeye başvura­rak hâkim kararıyle sahip oldukları, veya sahip olmaya çalıştıkları görülür. Hattâ bazan da, hâkimin lehlerine karar vermesini sağlamak için, o mal­dan hâkime rüşvet verirler; yahut yalancı şahitle malın kendilerine âit olduğunu isbat ederler. Fakat yakînen bilirler ki, o mal kendilerine âit değildir ve onda, kendilerinin zerre miktarı da olsa hakları yoktur. Gerek hâkime rüşvet vererek ve gerekse yalancı şâhid kullanarak başkasına âit mala sahip olmak, büyük günahı gerektiren davranışlardır. Hâkim karan ile de olsa, insanın bu yolla elde ettiği mal, onun için haram maldır ve hâkimin o malı kendisine vermesi, onu haram olmaktan çıkarmaz. Bazı hallerde, hâkime rüşvet verilmese ve yalancı şâhid kullanılmasa bile, hâkimin, hak iddiasında bulunan iki hasımdan birinin güzel söz söylemesi veya delillerini ustaca ortaya koyması sebebiyle hakkı ona vermesi mümkündür. Ancak, hâkim Kararıyıe du naKkı eiae eden şahıs, asiınaa haK sahibi olmadığını bilirse, yine haram yolla ona sahip olmuş sayılır.

Hazret-i Peygamber bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: «Ben de bir beşerim; anlaşmazlık halinde, bana başvuruyorsunuz. Bazılarınız delille­rini daha açık ifade ettikleri için, onlardan işittiklerime göre hüküm veriyo­rum. Fakat kimin lehine kardeşinin hakkından bir şey hükmedersem, bilsin ki, onu alan kimse, ancak Cehennem ateşinden bir parça almış Olmaktadır».[40]

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'yle, başkalarının hakkı olan mala, gerek hâkime rüşvet vererek ve gerekse yalancı şâhid kullana­rak bâtıl yolla ve büyük günahı gerektirecek şekilde sahip olmayı haram kılmış ve bunu, insanın kendi öz malını bile yemenin haram kılındığı oruçlu günlerle ilgili âyetlerinden sonra zikretmek suretiyle, müslümanlara, dü­şünmek ve haktan ayrılmamak gerektiğini unutmama imkânı sağlamıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, âyet-i kerîme'nin sonunda yer alan ve entum ta'lemûn (bildiğiniz halde, veya bile bile) ibaresi, bir malda hak iddiasındabulunan, veya o malı elinde bulunduran kimsenin, onun aslında kendisine değil, başkasına âit olduğunu kesinlikle bilmesi ve bunu bildiği halde yemesi manâsmdadır. Buna göre, zanna dayalı hak iddiası, bu hükmün dışında kalmaktadır. Meselâ bir kimse, tanıdığı bir kimseye bir mal emanet etse, aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra her ikisi de ölmüş olsa, mal sahibinin oğlunun malı emanetçinin oğlundan taleb etme­si, emanetçinin oğlunun da, malın emanet olduğunu bilmeksizin babasın­dan kendisine kalmış bir miras olduğunu ileri sürerek onu vermemesi halinde, malın sahibi, açık ve kesin delillerle isbat edilmedikçe, âyet-i kerîme'de söz konusu edilen mal bâtıl yolla yenmiş olmaz.

Allah Ta'âlâ, oruç hükümlerini ve bu hükümlerle gerek nefis terbiyesi ve gerekse takva yönünden ilgili olması dolayısıyle, haksız ve gayr-i meşru mal iktisab edip yemekle ilgili hükümleri beyan ettikten ve bunu müslümanlara haram kıldıktan sonra, Ramazan ayının başlangıç ve biti­minin, hac vaktinin ve diğer vakitlerin bilinmesinin, hilâlin görünmesine bağlı olması dolayısıyle, konunun tamamlanması için, aşağıdaki âyet-i kerîme'yi indirmiş ve şöyle buyurmuştur: [41]

 

189. (Ey Muhammedi) Sana hilâlleri soru­yorlar. De ki: Onlar, insanlar için ve hac için vakit ölçüleridir. İyilik, evlere arka­larından girmenizde değildir; fakat (asıl) iyilik, sakınan kimse (nin iyiliği) dir. Evlere kapılarından girin ve Al­lah'tan sakının ki, muradınıza eresiniz.

 

Biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, orucun farz kılındığı Ramazan ayının başlangıç ve bitimi, akşamvakti hilâlin gözle görülmesi halinde tayin ve tesbit olunabilmektedir. Hilâl, yeni doğmuş ay demektir. İlk doğduğu akşam, ince bir yay parçası halindeyken, her gün biraz daha genişleye­rek yay şeklini kaybetmeye ve daire şeklini almaya başlar. 29 veya 30 gün sonra, gurup vakti yine hilâl şekljinde batı ufkunda belirir. Hilâlin bir aylık belirli süre içerisinde değişik şekiller alması, ve bir ay sonra yine hilâl şeklinde belirmesi, eskiden beri insanların zaman tayininde kendisinden faydalandıkları başlıca öcülerden biri olmuştur. Bu ölçüde ne hesaba ve ne de kitaba ihtiyaç vardır. İnsan, ister âlim olsun, ister câhii olsun, hilâli gözetlemek suretiyle bir aylık süreyi tesbit edebilir ve ihtiyaç duyduğu zamanı ayarlayabilir.

Ramazan orucunun farz kılınması üzerine, ayın başlangıç ve bitiminin tesbit edilmesi maksadıyla hilâlin dikkatli bir şekilde gözetlenmeye tabi tutulmasının müslümanlarin zihinlerinde hilâlle ilgili bir takım soruların belirmesine sebeb olacağı tabiîdir. Hatta diğer bir çok meselede olduğu gibi, bu meselede de zihinlerinde beliren soruların cevabını bulmak için onlaıı Hazret-i Peygamber'e yöneltmeleri de yadırganacak hallerden değildir. Nitekim sahabeden bazı kimselerin hilâl hakkında Hazret-i Pey­gamber'e bir takım sualler sordukları, âyet-i kerîmenin ilk ibaresinden de anlaşılmaktadır.

Ancak, yeni doğan aylar hakkında Hazret-i Peygamber'e ne gibi soruların yöneltildiğini kesinlikle bilemiyoruz. Bununla beraber bütün tef­sirler, Kelbî tarikiyle İbn Abbâs'tan, âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olarak şu hâdiseyi naklederler: «Muâz İbn Cebel ve Sa'lebe, Hazret-i Peygam-oer'e, Ya Rasûlallah, nasıl bir iştir ki, hilâl önce ince bir ip gibi beliriyor;sonra büyüyor", düzleşiy67ve~yüvariak bir şekil alıyor; sonra teKrar incen-yor, kıvrılıyor ve ilk belirdiği şekle dönüyor. Güneş gibi bir kararda durmu­yor? Bu soru üzerine, yukarıdaki âyet nazil olmuştur».

Kelbî tarikiyle İbn Abbâs'tan gelen tefsirle ilgiii rivayetler, umumiyetle zayıf addedilmiştir. Bununla beraber müfessirler, âyetin nüzul sebebi olarak Kelbînin bu rivayetini zikretmekten geri kalmamışlar ve Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruların, bu rivayette yer alan sorular olduğunu kabul eder görünmüşlerdir. Ancak ortada bir müşkil vardır. Bu müşkil, âyet-i kerîrne'de yer alan cevabın sorulara uygun olmamasından ileri gelmektedir. Filhakika bu sorular, ayın dünya etrafında dönerken, güneş­ten ışık alan yüzünün, dünyada muhtelif şekillerde görünüşüyle ilgilidir ve bir astronomi bilginine sorulması gereken sorul ardır. Ayet-i Kerîmede ise, hilâlin, oruç ve haç gibi ibadetlerin ay ve günlerini tesbit için insanların faydalandıkları bir vakit Ölçüsü olduğu bildirilmiştir. Bu baktmdan,5orular'la cevap arasında bir uygunluk mevcut değildir. Bu müşkilin halli için şu iki ihtimali gözönünde bulundurmak gerekir:

1) Bu sorular, ya Kelbl rivayetinde yanlış tesbiî edilmiştir; yani sahabl-ler Hazret-i Peygamber'e, gökyüzündeki ayın bazan hilâl, bazan da yuvar­lak görünüşünün sebebini değil, fakat hikmetini ve faydasını sormuşlardır. Zira sebeble ilgili soruların Hazret-i Peygamber'e yöneltilmesi yakışık almaz; Çünkü o, bir Astronomi bilgini değil, fakat şeriat getiren, getirdiği şeriatı açıklayan ve insanlara doğru yolu gösteren bir peygamberdir. Gökyüzündeki ayın muhtelif şekillerde görünüşünün sebebini sorup öğ­renmenin ise, ne şeriatla ve ne de hidayetle ilgisi vardır. Hazret-i Pey­gamber de, bu gibi sorulara cevap vermekle mükellef değildir.Fakat ayın muhtelif şekillerde görünüşünün, insanlar için hikmet ve faydaları çoktur. En azından oruç ve haç ibadetlerinin, senenin hangi ayında ve ayın hangi gününde başlayıp biteceğini, ayın bu farklı görünüşüyle tesbit etmek mümkün olduğundan, Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruların bu ma­hiyette olması akla daha yakındır. Bu sorular.dlnle ve şeriatla doğrudan ilgilidir ve yukarıdaki âyet-i kerîme'de bu mahiyette olması muhtemel sorulara cevap verilmiştir.

2) İkinci ihtimal, Kelbî rivayetinin doğruluğunu kabul ederek, HazreM Peygamber'e yöneltilen sorularla âyet-i kerîme'de verilen cevap arasın­daki uyuşmazlığı, bir çok müfessire tâbi olarak tevil yoluyla gidermektir: Her ne kadar sahabller, Hazret-i Peygamber'e, ayın farklı görünüşünün sebebini sormuşlarsa da, Allah Ta'alâ, âyet-i kerîmede, onlara sebebini değil, fakat hikmet ve faydalarını açıklamışta. Zira dîn ve şeriat yönünden

öğrenilmesinde fayda bulunan husus, ayın farklı görünüşlerinin hikmeti ve faydasıdır.

Ayet-i kerîme'nin evlere arkasından girmeyi meneden ikinci kısmına gelince, eğer yukarıda işaret ettiğimiz Kelbî'nin rivayeti doğru kabul edile­cek olursa, ayın farktı görünüşler inin sebebiyle ilgili olarak, Hazret-i Pey­gamber'e soru yönelten sahabîler, âyetin bu kısmiyle ayıplanmış ve on­lara «siz Peygambere sorulması yakışık almayan sorular soruyorsunuz. O, bu çeşit sorulan cevaplandırmak için gönderilmemiştir. Siz bu çeşit sorularla, evlere arkasından giren kimseler gibisiniz. Evlere kapılarından girin; dîn yönünden sizin için faydalı olan ve öğrenmeniz gereken mesele­leri sorun» denilmiştir. Ancak Kelbl rivayeti bir tarafa bırakılırsa, âyetin bu ikinci kısmiyle, Araplar arasında câri olan bir câhiliye âdetinin iptal edildiği anlaşılmaktadır. Bunun izahını da aşağıdaki tefsire bırakmak yerinde ola­caktır.

Allah Taâlâ söyle buyurmuştur: [42]

 

189. (Ey Muhammedi) Sana hilâlleri soru­yorlar. De ki: Onlar, insanlar için ve hac için vakit ölçüleridir. İylik, evlere arka­larından girmeniz değildir; fakat (asıl) iyilik, sakınan kimse (nin iyiliği) dir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan sakının ki muradınıza eresiniz.

 

189 Bazı sahabîlerin hilâlle ilgili olarak Hazret-i Peygamber'e yönelttikleri sorular, bu âyet-i kerîme'de Allah Taâlâ tarafından cevaplandırılmıştır. Kur'ân-ı kerîm'in 15 değişik âyetinde Hazret-i Peygamber'e sorulan soru­ların Allah Taâlâ tartından bu şekilde cevaplandırdığı görülür: «Sana haram ayları soruyorlar»; «Sana içki ve kuman soruyorlar»; «Sana yetim­leri soruyorlar»; «Sana kadınların ay halini soruyorlar»; «Sana kıyamet saatini soruyorlar»; «Sana ganimetleri soruyorlar»; «Sana ruhu soruyor­lar»; «Sana Zulkarneyn'i soruyorlar». Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'e yöneltilen bu çeşit sorulara varilmesi gereken cevapları beyan etmiştir. Hilâlle ilgili soruya verilen cevapta, hilâlin, insanların dinî ve dünyevî işlerinde dâima faydalanabilecekleri bir Vakit ölçüsü olarak tanıtılmıştır. Filhakika insan, ister ziraatla meşgul olsun, ister ticaretle meşgul olsun, bazı işlerin yürütülmesinde ay olarak vakti bilmek zorundadır. Ziraatta ekim, dikim ve aşı vakitlerinin bilinmesi, hilâli gözetliyerek gelip geçen ayları tesbit etmekle mümkün olur. Keza ticarette ve şâir muamelâtta bazı sözleşme sürelerinin tesbiti de, hilâlin gözetlenmesi zorunluluğunu doğu­rur. Dînî işlerin yürütülmesinde de ayların bilinmesine ihtiyaç vardır. Oruç İçin Ramazan ayının giriş ve çıkışı, haç ve kurban için Zilhicce ayının gelişi, ancak hilâlin gözlenmesiyle tesbit olunacak hususlardandır. Bu bakım­dan, hilalin vakit ölçüsü olarak pek çok faydalan vardır.

Allah Taâlâ' nın âyet-i kerîme'de hilâlin bu faydalarına işaret eder­ken özellikle haccı zikretmesi dikkat çekicidir. İbrahim (a.s.) devrinden beri araplar arasında îfa edilen Kabe ziyareti, bir ibadet olarak henüz farz kılınmamış olmakla beraber, gerek yukarıdaki âyet-i kerimede hilâlle ilgili olarak haccın zikredilmesini ve gerekse 158 inci âyette hac ve umre sırasında Safa ve Merve tepelerinin de tavaf edilmesinde bir günah olma­dığının açıklanmasını, haccın farz kılınacağını gösteren birer işaret olarak kabul etmek mümkündür.

Allah Taâlâ hilâlin,özellikle hac vaktinin tayinindeki önemine işaret ettikten sonra, câhiliye Araplarının hacca niyet edip ihrama girdikten sonra, evlerine veya çadırlarına kapılarından değil, fakat arkalarından açtıkları bir delikten girme âdetlerini iptal etmiş ve bu işte hiçbir hayır bulunmadığını bildirerek müslümanlara şöyle buyurmuştur: «İyilik, evlere arkalarından girmenizde değildir; fakat asıl iyilik, Allah'tan sakınan kimse­lerin iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan sakının ki muradınıza eresiniz».

Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir haberden öğrenildiğine göre, ashabtan el-Berâ İbn Azib şöyle demiştir: «Bu âyet, bizim hakkı­mızda nazil oldu. Ansâr, haccedip Medine'ye döndükleri zaman, evlerine kapılarından değil de arka tarafından girerlerdi. Ansârdan biri bu âdete aykırı hareket edip kapıdan girince ayıplanmış, bunun üzerine de bu âyet nazil Olmuştur».[43]

Allah Taâlâ,böyle bir âdetin takva ile hiçbir ilgisi bulunmadığına işaret ederek, asıl takvanın Allah'tan korkup, günahlardan ve kötülüklerden sakınmak, hayırlı işler yapmak ve bâtılı terkedip hakka yönelmek oldu­ğunu bildirmiş, sonra da bu câhili âdeti iptalle, müslümanlara, evlerinin kapılarından girmelerini ve Allah'tan sakınmalarını emretmiştir. Zira insa-.  nın amellerinde başarılı olması, kurtuluşa ermesi ve emellerinin gerçek­leşmesi, onun takva sahibi olmasına bağlıdır. Aksi halde, hiçbir âdet insan için kurtarıcı olmadığı gibi emellerinin gerçekleşmesinde de hiçbir fayda sağlamaz.

Allah Taâlâjleride müslümanlara farz kılacağı hacca böylece bir defa daha işaret ettikten ve onun bir takım bâtıl inanç ve hareketlerden arınımş olarak İbrahimin dînini ihya eden bir menâsik olarak müslümanlara intika -lini sağladıktan sonra,konunun yine hac aylarıyla ilgili olması itibariyle, sö zü.bu aylarda yapılacak olan savaşlara getirmiş ve şöyle buyurmuştur: [44]

 

190. (Ey mü'minler!) Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat aşın gitmeyin; zira Allah aşın gidenleri asla sevmez.

191. Onları bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de ortalan çıka­rın. Fitne öldürmekten beterdir. Onlar mescid-i Haram'da sizinle savaşmadık-ça, siz de onlarla savaşmayın; eğer si­zinle savaşırlarsa, onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası budur.

192.  Fakat (savaştan) vazgeçerlerse, (siz de onları bırakın). Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

193.   Fitne bitinceye ve dîn sırf Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.  Eğer (bundan) vazgeçerlerse, (Siz de onlar­dan elinizi çekin); zira zâlimlerden baş­kasına düşmanlık gerekmez.

 

Medine'de, savaşla ilgili olarak ilk nazil olan bu âyetleTleTMaTTTalîir dinin müdâfaası söz konusu olduğu, düşman, dîne ve müslümanlara saldırdığı ve hatta fitneye sebep olacak fiil ve hareketlere giriştiği takdirde, onunla savaşmayı müslümanlara farz kılmış, haram aylarda da olsa, saldıran düşmana aynı şeklide mukabelede bulunmayı emrederek, haram aylar içinde savaş yapılmıyacağı hususundaki mutlak inancı iptal etmiştir. Daha önemlisi, Safa ve Merve tepelerinin tavafında bir beis bulunmadığını açıklarken ve kıbleyi Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Harâm'a çevirirken müslümanlara işaret ettiği Mekke fethine, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerde «sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın» buyurmak suretiyle tam bir açıklık kazandırmıştır. Onun içindir ki, bu âyet-i kerîmelerde, İslâm'ın giderek büyüdüğünü ve onunla birlikte müslümanların da kuvvet kazan­dıklarını kolayca müşahede etmek mümkündür. İşte Allah Taâlâ bu ma­nâya da işaret ederek şöyle buyurmuştur: [45]

 

190.   (Ey mü'minler.') Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de  gitmeyin; zira Allah, aşın gidenleri asla

sevmez.

191.Onlan bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten   beterdir.   Onlar Mescid-i Haram*da sizinle savaşmadık-ça, siz de onlarla savaşmayın; eğer si­zinle savaşırlarsa, onlan öldürün. İşte kâfirlerin cezası budur.

192.  Fakat (savaştan) vazgeçerlerse, (siz de onları bırakın). Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

193.  Fitne bitinceye ve dîn, sırf Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (bundan) vazgeçerlerse, (siz de onlar­dan elinizi çekin); zira zâlimlerden baş­kasına düşmanlık gerekmez.

 

190 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah Taâlâ, bu âyet-i kerîmelerle, müslümanları ilk defa savaşa davet etmiş ve düşmana karşı savaşmayı onlara farz kılmıştır. Ancak, dikkat edilecek olursa, savaşla ilgili olarak gelen bu emirlerde, düşman da olsa, kendi halinde yaşayan ve saldırıda

bulunmayan Kimseler savaş dışı tutulmuş, bunlara dokunulmaması, mü­teaddit defalar tekrar edilmiştir. O halde, bu âyetlerde gelen savaş emri aslında bir tecavüz, veya saldırı emri değil, fakat saldıran düşman karşı­sında, nefsin ve hakkın müdafası emridir. Bunu, yukarıdaki dört âyetin her birinde ayrı ayrı müşahede etmek mümkündür.

Allah Taâlâ, ilk âyet-i keırîmede«sizinle savaşanlarla siz de savaşın» buyurmuştur ki, bu emir, savaş için ilk saldırının düşmandan gelmiş olması gerektiğini gösterem açık bir manâya sahiptir. Buna göre, denilmektedir ki, düşman, savaşmak maksadıyle üzerinize saldırdığı zaman, sinmek, kaçmak, veya ona teslim olmak size yaraşmaz. O halde, siz de Allah yolunda olmak, dininizi ve canınızı korumak için, düşmana karşı koyun, fakat savaşta aşırılığa gitmeyin; haksız yere tecavüz edip savaş çıkaran­lardan olmadığınız gibi, savaş esnasında sizinle dövüşecek durumda olmayan kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hastalara, savaştan vazgeçip size teslim olmak için el kaldıranlara da ilişmeyin. Eğer bu gibileri öldür­meye devam ederseniz, savaş kaidelerini çiğnemiş ve haddi aşmış olur­sunuz ki, Allah, haddi aşanları sevmez. [46]

 

191 Bununla beraber, sizinle düşman arasanda savaş yoğunlaşıp kızış­tığı zaman, nerede olursa olsun, düşmanınızı öldürmekten çekinmeyin. Hattâ Mescid-i Harâm'da da olsa, oranın hürmeti, sizin onları öldürmenize engel olmasın. Zira siz onları öldürmezseniz, onların sizi mutlaka Öldüre­ceklerinden hiç şüphe etmeyin. Onlar sizi nasıl Mekke'den sürüp çıkarmış­lar ve sizin, evinizi, barkınızı, malınızı, mülkünüzü terkederek Medine'ye hicret etmenize sebep olmuşlarsa, siz de onları Mekke'den sürüp çıkarın.

Şüphesiz savaş ve savaşta insan öldürmek iyi bir şey değildir. Fakat kâfirlerin size eziyet ederek, azâb vererek ve vatanınızdan çıkararak sizi dîninizden uzaklaştırmaya çalışmaları, savaştan ve öldürmekten çok daha kötüdür. Onun için, size ve dîninize karşı savaş açanları öldürmek­ten çekinmeyin.

Ancak, sizinle savaşanlardan biri, yahut bir kaçı Mescid-i Harâm'a sığınırsa, artık onlar emniyettedirler. Onları öldürmekten sakının. Beyt'in hürmeti bunu gerektirir. Mescid-i Harâm'ın bu hürmetine Al-i İmrân sûre­sinin 97 nci âyetinde de işaret edilmiş ve «...İbrahim'in makamı... Her kim oraya girerse taarruzdan emîn olur» denilmiştir ki, bu ibare, haber cümlesi olmasına rağmen, emre delâlet eder ve manâsı «her kim İbrahim'in ma­kamına girerse ona taarruz etmeyin» demek olur. Allah Taâlâ, yukarıdaki âyet-i kerimede, müslümanlaria savaşan kimselerden Mescid-i Harâm'a sığınanların öldürülmesini haram kılmış, fakat bu hürmeti, onların oraya gerçekten sığınmak maksadıyle girmiş olmaları şartına bağlamıştır. Eğer bunlar orada da savaşı sürdürürler ve Mescid'in hürmetini ihTâl ederlerse, onlarla savaşa devam etmekten ve Mescid içinde bile olsa onları öldür­mekten başka çare yoktur. Çünkü yukarıdaki âyetlerin başından beri görülüp anlaşılmıştır ki, İslâm'ın savaşı, hakkın müdafası savaşıdır. Kâfir­lerin tecavüzü karşısında onlara teslim olmak, sonra da hakkı terkedip bâtıla sarılmak, elbette düşünülebilecek bir çare değildir. Tek çare, hakkı müdafa etmek için savaşanla savaşmak, o öldürmeden onu öldürmektir. Bu sebepledir ki Allah Taâlâ, Mescid'e sığınanlara, savaşı terkettikleri takdirde dokunulmarnasıni, fakat savaşa devam ederlerse Öldürülmelerini emretmiştir. Zira kâfirlerin cezası böyledir. Bunlar, hakkı iptal etmek ve hak yolda gidenleri ortadan kaldırmak için taarruz etmişler ve zulüm işle­mişlerdir; zâlimlerin cezası ise öldürülmektir. [47]

 

192  Bununla beraber, hakka karşı savaşan kâfirler, eğer küfrü terkedip savaştan vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı ve çok esirge­yicidir. Onların küfür halinde işledikleri bütün günahları bağışlar ve onları rahmetine garkeder. Bu takdirde, elbette onlarla savaşmak ve onları öldürmek gerekmez. [48]

 

193   Ey mü'minler! Fitne ortadan kalkıncaya ve din, sırf Allah için oluncaya kadar kâfirlerle savaşın. Tâ ki bu kâfirler, yeniden güçlenip size eza ve cefa etmesinler; İslâmî davete engel olup dinde fitne çıkarmasınlar. Ve tâ ki her ferdin dîni, yalnız Allah'a hâs olsun. Hiç kimse dininde Allah'tan başkasının korkusunu hissetmesin ve hiç kimseyi,dîninden dolayı korkut­mak lüzumunu duymasın. Al-i Imran sûresinin 19 ncu âyetinde de bildiril­diği gibi, «Allah katında hak dîn İslâm dinidir». Binâanaleyh hiçbir kâfir, fitnesiyle ve fesadıyte bu dinin yeryüzünde hâkim olmasını engelleyecek gücü kendinde bulamasın. Ancak bunlar, hak yola girerler, veya ona fitne ve fesad sokmaktan vazgeçerlerse, artık onlara düşmalık etmeye ve onlarla savaşmaya gerek yoktur; zira düşmanlık ve savaş, ancak zâlim­lere karşıdır.

Allah Taâlâ, dîni ortadan kaldırmak ve müslümanları dînden uzaklaş­tırmak için savaş ilân eden kâfirlere karşı savaşmayı ve fitne ortadan kalkıp gerçek din hâkim oluncaya kadar savaşa devam etmeyi müslüman-lara farz kıldıktan sonda, haram aylarda yapılmak zorunda kalınan savaş­larla ilgili hükmünü beyan etmiş ve şöy|e buyurmuştur: [49]

 

194, Haram ay haram aya bedeldir ve haram­lar karşılıklıdır; Kim size tecavüz ederse siz de onun tecavüz ettiği gibi ona teca­vüz edin. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.

195. (Malınızı)A ilah yolunda harcayın. Ken­dinizi tehlikeye atmayın. İşlerinizi de çok iyi yapın; zira Allah, iyi iş yapanları sever.

 

Haram, hürmeti ve kudsiyeti oian şey demektir ki, Hazret-i İbrahim tarafından inşa edilen Mescit bununla tavsif olunarak Mescİd-i Haram (El-Mescidu'l-Harâm) denilmiştir. Mescid'inbu kudsiyeti dolayısıyle, için­de, sövüşmek, dövüşmek ve adam öldürmek haram sayılmıştır. Nitekim savaşla ilgili yukarıdaki âyet-i kerîmelerde Mescid-i Harâm'a özellikle işaret edilmiş ve bu Mescid'te kâfirler savaşa kalkışmadıkça onlarla sava-şilmaması emredilmiştir.

Haram ay, (eş-şehru'1-harâm) da, bu manâda kullanılmış ve bu tabirle, hürmeti ve kudsiyeti bulunması dolayısıyle, içinde savaş yapılması haram sayılan ay kasdedilmiştir. Arapiar arasında umumiyetle dört kamerî ay haram olarak bilinir ki, Tövbe sûresinin 36 ncı âyetinde buna işaret edilerek şöyle denilmiştir:1»Allah katında,Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü haram aylardır ki, bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşriklerin sizinle topyekûn savaştıkları gibi siz de onlarla topyekûn savaşın».

İçerisinde savaşın haram sayıldığı bu aylar, Zilkade, Zilhicce, Muhar­rem ve Receb ayları olup ilk üçü, İslâmiyetten önce, Araplar arasında hacı ayları olarak da tanınmıştı. Bu ayların haram aylardan sayılması ve içle­rinde savaş yapılmaması sebebiyle, Irak ve Suriye gibi uzak ülkelerde yaşayan Arap kabileler, her türlü tehlikeden emîn olarak Mekke'ye gelebi­liyor, haclarını ifa ettikten sonra, yine emniyet içinde ülkelerine dönebili­yorlardı. Haram avların Araplar arasında qerek dînî ve gerekse içtimaî ve iktisadî büyük değeri vardı. Bu ayların hürmetine önem veriyorlar ve bu hürmetin ihlâl edilmesine ve sükûnetinin bozulmasına hiç rıza göstermi-yorlardı. İslâmiyet, Arapların haram aylar hakkındaki bu inançlarında hiç­bir değişiklik yapmamış, Kur'ân'dan nazil olan âyetlerle bu ayların hürmeti teyîd olunmuş, bu hürmetin ihlâl edilmemesi ve ona saygı gösterilmesi emredilmiştir. Meselâ Mâide sûresinin 97 nci âyetinde şöyle denilmiştir: «Allah, Beyt-i Haram olan Kabe'yi haram ayları, kurbanı ve boyunlarındaki gerdanlıkları bir nizam kıldı», Yine aynı sûrenin 2 nci âyetinde de, «Ey îman edenler! Allah'ın şeâirini, haram aylan, kurbanlıkları, onların gerdanlıkla­rını ve Rab'larından hem bir ticaret, hem de bir rıza aramak maksadıyîe Beyt-i Harâm'a gelenleri ihlâl etmeyin» buyuruimuştur. Bu âyetler, haram aylar içinde savaşın yasaklandığını gösteren bîr delil savtlırsa da, bu yasak,!bir takım şartlara bağlıdır ve bu şartiann başında.gerek müslüman-ların ve gerekse İslâm'ın düşman saldırısından emîn olmaları ve İsiâmî davetin engel olunmaması gelir. Eğer rnüslümanlar ve dinleri, düşman tehdidi altında bulunur ve dîni davet bu tehdidle engellenirse, haram aylarda da olsa, bu tehdidin ortadan kaldırılması ve düşmanın yok edil­mesi için savaşmak farzdır. İşte Allah Taâlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle bu hükmü vazetmiş ve; şöyle buyurmuştur: [50]

 

194.  Haram ay, haram aya bedeldir ve ha­ramlar karşılıklıdır: Kim size tecavüz, ederse, siz de onun size tecavüz ettiği gibi ona tecavüz edin. Allah'tan sakının ve bilin ki Allah yakınanlarla beraberdir.

195.    (Malınızı)  Allah yolunda harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. İşlerinizi de çok iyi yapın; zira Allah, iyi iş yapan­ları sever.

 

194 Haram ay, haram aya bedeldir. Buna göre müslümanların, bu ayların hürmetine saygılı oldukları kadar, onlara düşman olanların da bu ayların hürmetine aynı derecede saygılı olmaları gerekir. Zira Allah Taâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, haram aylarla ilgili olarak zâid bir hüküm getirmemiş, fakat İslâm'dan önce büîün Araplar arasında câri olan ve haram ayların hürme­tine saygılı olmayı gerektiren bir âdeti, insanlar için büyük faydası dolayı­sıyle aynen bırakmış, yukarıda da işaret ettiğimiz bazı âyetleriyle onu teyîd etmiştir. O halde, bu âdete yalnız müslümanların değil, fakat câhili yaşa­yışı elden bırakmak istemeyen ve bu sebeple İslâm'a düşman olan diğer

insanların da uymaları gerekir; çünKü bu, aynı zamanda kendi âdetleridir. Bunanla beraber, eğer onlar, İslâm'a ve müslümanlara zarar vermek için bu ayların hürmetini ihlâ! ederlerse, müslümanların, haram aydır diyerek elleri kolları bağlı bir şekilde oturmalarında elbette bir hayır yoktur ve hürmeti ihlâl edenlere kısas cezası tatbik olunur. Nitekim bir kimse, Al­lah'ın haram kıldığı bir nefsi haksız yere öldürüp nefsin hürmetini ihlâl ettiği zaman, ceza olarak ona kısas yapılır ve o da öldürülürse, haram ayları ihlâl edenler bulunduğu takdirde, kısas olmak üzere onlar da aynı mumaleye tâbi tutulurlar. İşte bu sebepledir ki, Allah Taâlâ, âyet-i kerîme'de «haram aylarda kim size tecavüz ederse, siz de onun size tecavüz ettiği gibi ona tecavüz edin» buyurmuştur. Bu emir, tıpkı, biraz önce açıkladığımız 191 inci âyetteki «onlar Mescid-i Harâm'da sizinle savaşmadıkça, siz de on­larla savaşmayın; eğer sizinle (orada) savaşırlarsa.onları öldürün» emri gibidir. Mescid'in hürmetini ihlâl, nasıl kısası gerektiriyorsa, ayların hürme­tini ihlâl de, aynı şekilde kısası gerektirir.

Allah Taâlâ bu hükmü beyan ettikten sonra, müsiümanları bir daha uyarmış ve onları, haram aylarda mütecaviz olmaktan sakınmaya ve bu ayların hürmetini ilk ihlâl edenlerden olmamaya davet etmiştir. Müslüman­lar buna dikkat ettikleri zaman, Allah dâima onlarla beraber olacak ve yardımını onların üzerinden hiç eksik etmiyecektir. Bu takdirde, düşmana karşı mutlak zafer, şüphesiz müslümanların olacaktır. [51]

 

195 Ancak, ister haram aylarda, ister haram aylar dışında, düşmanın tecavüzüyle başlayan savaş, sırf İslâm'ın ve Müslümanların korunması maksadıyle yapılan bir müdafa savaşı bile olsa, düşmana karşı koyabil­mek için bir takım silâh ve teçhizata sahip olmayı zorunlu kılar. Düşman ne tür silâhla saldırırsa saldırsın, müslümanların, kendilerini korumak ve düşmana galip gelip onu tesirsiz hale getirebilmek için, ondan daha üstün silâha ve daha çok kuvvete sahip olması gerekir., Bazı hallerde, saldırıya geçeceği haber alınan düşmanın, saldırmasına fırsat vermeden bulun­duğu yerde imha edilmesi de, savaşın kaidelerindendir ve böyle durum­larda da ordunun hareket kabiliyetini artıran nakil vasıtalarına iltiyaç var­dır. O halde, savaşacak bir ordunun silah teçhizatı, giyim ve kuşamı, gıdası, kısacası bir savaşta ordu için gerekli olan her şey, önceden temin edilmiş olmalı ve ordu, her ân, savaşa girebilecek şekilde, silâh ve techizâ-tıyle birlikte hazır bekletilmelidir. Ancak bütün bunlar, parayla veya malla yapılabilecek işlerdir ve büyük masrafları gerektirir. İşte, Allah Taâlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de, savaşla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra, savaşın gerektirdiği bu masrafları karşılamak için, müsiümanları Allah yolunda   mallarını sarfetmeye davet etmiştir. Müslümanlar, mallarını ancak bu yolda sarfedip silâhlanmak ve kuvvetlenmek suretiyle düşmana karşı durabilirler; dinlerini ve nefislerini koruyabilirler. Yok, eğer cimrilik eder, mallarını sarfetmekten kaçınırlarsa, ne silâh ve teçhizat yönünden ve ne de kuvvet yönünden, kendilerinde düşman karşısına çıkacak gücü bulamazlar; bulsalar bile, onun karşısında dînlerini ve nefislerini uzun süre müdâfa edemezler. Bu sebepledir ki, düşman karşısında, düşmandan daha kuvvetli olmayı düşünmemek ve bu maksatla mal sarfından kaçın­mak, bile bile tehlikeye atılmak ve yok olmayı göze almak demektir ki, Allah Ta'âiâ, âyet-i kerîme'de, mal sarfını emrettikten sonra, bu emre aykırı hareket etmeyi yasaklayan bir manâda, «mal sarfından kaçınarak kendinizi tehlikeye atmayın» buyurmuştur.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, savaş için lüzumlu olan silâh ve teçhizatın temini ndedüşmandan geri ka!mak,bu maksatla para ve mal sarfetmekten kaçınmak, müslümanlar için ne derece büyük tehlike teşkil ediyorsa, Allah yolunda savaştan kaçmak veya kaçınmak da aynı dere-cedetehlikelidir. Zira taarruz eden ve taarruzla karşısındakini imha etmeyi planlayan düşmandan kaçış bir kurtuluş çaresi değildir. Kaçan er veya ordu, mutlaka yakalanır ve imha edilir. Enfâl sûresinin 15 inci âyetinde, «Ey îman edenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönüp kaçmayın» Duyurulmuştur ki,böyle bir kaçıştajne büyük bir tehlikenin bulund^unu, bu âyet-i kerîme'den anlamamak mümkün de­ğildir. Bu bakımdan, denilebilir ki, «kendinizi tehlikeye atmayın» emrinde, «Allah yolunda savaş için mal sarfından kaçınmayın» manâsı bulunduğu kadar, «Allah yolunda düşmanla savaşmaktan kaçıp kendinizi tehlikeye atmayın» manâsı da vardır.

Allah Taâlâ, savaşla ilgili hükümlerini beyan ettikten sonra, müslü-manalara, savaş da dâhil bütün işlerini en iyi bir şekilde yapıp ikmal etmelerini, noksan bırakılmış veya ihmal edilmiş hiçbir şey bırakmamala­rını emretmiştir. Çünkü, bazan önemsenmiyerek ihmal edilen bir iş, çok önemli neticeler doğurabilir ve müslümanların başına büyük dertler açar. Bu ihmal, Özellikle bir savaş ânında olursa, çok daha büyük tehlikelere sebep olabilir. Böyle bir neticeyle karşılaşmamak için, başlanan ve yapıl­ması gereken her şeyi dikkat ve titizlikle takip edip tamamlamak lâzımdır. Allahjşüphesiz işlerini en iyi ve en güzel bir şekilde yapanlardan sevgisini esirgemez.

Allah Ta'âlâ, oruçla iligili hükümleri beyan ettikten, bu arada Rama­zan ayının başlangıç ve bitiminin, bilhassa hac aylarının tesbitinde ölçü olarak kendisine başvurulan hilâlin faydalarını açıkladıktan ve nihayet savaş hükümlerini bildirip Mescid-i Harâm'da ve haram aylarda saldıran düşmanla savaşmayı emrettikten sonra, hem haram aylarla ilgili olması, hem de oruçtan sonra artık sırasının gelmiş bulunması dolayısıyle, haccın ve umrenin hükümlerini beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: [52]

 

196. Allah için (niyet ettiğiniz) haccı ve um­reyi tamamlayın.  Eğer (herhangi bir sebeble bundan) alıkonursanız, kolayı­nıza gelen kurbanı gönderin ve (bu) kurban, mahalline varmadıkça başları­nızı tıraş etmeyin, içinizden kim hasta olur, yahut başında derdi bulunursa, üzerine ya oruç, ya sadaka, yahutta kur­ban olarak bir fidye gerekir. (Tehlike­den)  emîn  olduğunuzda,  kim hacca kadar umre yapıp faydalanmak isterse, kolayına gelen kurbanı kesmesi gerekir. Fakat (onu) bulamazsa, hac esnasında üç, (yurdunuza) döndüğünüz vakit de yedi gün-ki bu, tam on gün eder- oruç tutması vâcib olur. İşte bu, (hüküm), ailesi Mescid-i Haram'da olmayan kim­seler içindir. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah şiddetli ceza sahibidir.

197. Hac (ayları) belli aylardır. Kim o ay­larda haccı (kendine) farz kılarsa, artık hac   esnasında,   kadına   yaklaşmak, günah islemek ve kavga etmek yoktur. Hayır olarak ne ya^^.sc"1?, Allah onu bilir. Bu sebeple (hayırlı ameller yönün­den) azıklanın; en hayırlı azık da, şüp­hesiz, takvadır. O halde ey akıl sahipleri, benden sakının.

198.  (Hac esnasında) Rabb'ınızdan nzık is­temenizde herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan   indiğiniz   zaman   Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Siz önceden sapıklardan olduğunuz halde, sizi doğru yola sevkettiği için O'nu anın.

199. Sonra insanların indiği     yerden inin ve Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

200. Hac ibadetinizi bitirince, Allah'pataları­nızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir artışla anın, İnsanlardan öyle kimse­ler vardır ki, «Rabb'ımız, bize dünyada (nasibimizi) ver» derler; böyleleri için âhırette nasîb yoktur.

201. Onlardan bazıları da derler ki: «Rabb'ımız, bize dünyada iylik ver; âhi-rette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru»

202.  Kazandıkları şeyden nasibi olanlar işte bunlardır. Allah hesabı çabuk görendir.

203. Sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Al­lah'tan sakınan kimse için, iki gün için­de, (Minâ'dan çıkmak hususunda) acele etmesinde herhangi bir günah yoktur; geciken kimseye de günah yoktur. O halde Allah'tan sakının ve bilin ki, siz, mutlaka O'na vanp toplanacaksınız.

 

Allah Taâlâ, Bakara sûresinin 183 üncü âyetinde, «ey iman edenler! Oruç, sizden önceki miilletlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı» hita-bıyle orucu müslümanlara farz kıldıktan ve bunu takip eden âyetleriyle oruç hükümlerini bildirdikten sonra, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerinde de, İbrahim (a.s.) in dînîyle ilgili bir hâtırayı canlı tutmak ve onu Allah'a bir

ibadet vesîlesi kılmak için haccı tarif etmiş ve ana hatlanyie onu müslü­manlara öğretmiştir. Oruç hükümlerinden sonra hacla ilgili hükümlerin açıklanması tabiidir; çünkü haccin yapıldığı haram aylar, oruç ayı olan Ramazanı ve Şevvali takip eden aylardır; başka bir ifadeyle hac ayları, Ramazandan bir ay sonra başlar. Nitekim Allah Ta'âlâ, oruçla ilgili hüküm­leri beyan ettikten sonra, Hazret-i Peygamber'e hilâlle ilgili olarak yönelti­len sorular münasebetiyle, hilâlin insanlar için bir çok faydaları bulundu­ğunu bildirmiş ve özellikle hac aylarının tayini için onun bir vakit ölçüsü olduğuna işaret ederek sözü haram aylara getirmiş ve bu aylarla ilgili hükümleri açıklamıştır. Söz, haram aylar üzerindeyken ve hac ibadeti de bu aylar içinde yapılıp dururken,bazı hac hükümlerini açıklamaktan daha tabiî bir-şey olamazdı.

Ancak, burada şuna hemen işaret etmek gerekir ki, yukarıdaki âyet­lerde bazı hac hükümleri açıklanmış olmakla beraber, hac ibadeti rnüs-iümanlar üzerine henüz farz kılınmış değildir Zira binmektedir ki, Bakara sûresi, Medine'ye hicretle birlikte nazil olmaya başlamıştır. Her ne kadar sûrenin tamamlanması gecikmiş olsa bite, haram aylarla ve bu aylarda yapılan savaşla ve hacla ilgili âyetlerin, Mekke fethinden önce nazil olu-duklarına şüphe yoktur. Halbuki hac ibadeti, Mekke'nin fethinden sonra ve dokuzuncu hicrî senede farz kılınmıştır. Esasen fetihten önce'Mekke, müslümanlarla devamlı savaş halinde olan müşriklerin elindeyke/ı haccin farz kılınması da mümkün değildi; çünkü müslümanlara, bu farizayı ifaya imkân verecek şartlar mevcut değildi. O halde, şu husus anlaşılmış olmak­tadır ki, hac hükümlerinin bazısını açıklayan bu âyetler, haccin farz kılını­şından önce nazil olmuştur. Nüzul sebebinin ise, İbrahim (a.s.) devrinden beri İfa edilen ve müşrik Araplar tarafından aslından saptırılarak bir takım şirk aiâmetleriyle karıştırılan hac menâsikinden bu alâmetlerin temizlen­mesi ve haccin tevhîde delâlet eden bir ibadet haline getirilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu âyetlerin nazil olduğu sıralarda Mekke henüz fethedilmemiş olsa bile, hac vaya umre yapmak için oraya gitmi imkânını elde edebilen müslümanların, bu ibadeti câhili âdetlere göre değil, fakat aslına uygun bir şekilde yapmaları gerekirdi ve bunun için de, hac menâ-siküni onlara öğretmek îcab ediyordu Nitekim Mekke'nin fethinden Önce, müslümanlarla müşrikler arasında imzalanan Hudeybiye andlaşması, bu andlaşmadan bir sene sonra müslümanalara Kabe'yi ziyaretle umre yapma hakkı kazandırmıştı. Eğer haram aylarda savaşa izin veren âyet­lerin, Kelbî tarikiyle İbn Abbâs'tan gelen ve umumiyetle zayıf telakkî edilen rivayete göre, Hudeybiye andlaşmasının yapıldığı sıralarda nazil olduğu kabul edilecek olursa, bunları takip eden hacla ilgili âyetlerin de, aynı sıralarda nazil olduğunu kabul etmekte herhangi bir beis yoktur. Buna göre, Allah Ta'âlâ'nıaHudeybiye andlaşması gereğince Mekke'ye gidip umre yapabilecek olan müslümanlara, hac ve umrenin bazı hükümlerini talim etmek maksadıyle bu âyetleri indirdiği söylenebilir. Onların uslûbü de bu görüşe uygun düşmektedir. Netekim Allah Ta'âlâ, âyetlerin ilkinde şöyle buyurmuştur: [53]

 

196. Allah için (niyet ettiğiniz) haccı ve um­reyi tamamlayın. Eğer (herhangi bir sebeple bundan) alıkonursanız> kolayı­nıza gelen kurbanı gönderin ve (bu) kurban, mahalline varmadıkça başları­nızı tıraş etmeyin. İçinizden kim hasta olur, yahut başında derdi bulunursa, üzerine ya oruç,ya sadaka, yakutta kur­ban olarak bir fidye gerekir. (Tehlike­den) emin olduğunuzda, kim hacca kadar umre yapıp faydalanmak isterse, kolayına gelen kurbanı kesmesi gerekir. Fakat (onu) bulamazsa, hac esnasında üç, (yurdunuza) döndüğünüz vakit de yedi gün-ki bu tam on gün eder-oruç tutması vacip olur. İşte bu (hüküm), ai­lesi Mescid-i Haram'da olmayan kimse­ler içindir. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah, şiddetli ceza sahibidir.

196 Lugatta «kasd» manâsına gelen hac kelimesi, şeriat dilinde, belirli bir zamanda, belirli bir maksatla ve belirli şartlarla belirli bir yeri ziyaret etmeye delâlet eder. Hac için belirli zaman, Şevval, Zilkade ve Zilhicce (onuna kadar) aylarıdır. Maksat, Allah rızasını taleb olup, mikat mahallinde ihrama girerek, Arafat'ta vakfe ve Beyt'i tavaf ile tamamlanır. Umre ise, ziyaret maksadıyle herhangi bir zamanda ihrama girip Beyt'i tavat etmek­ten ibarettir, Arafat'ta vakfe, umrenin şartlarından değildir; başka bir ifa­deyle, umrede vakfe yoktur.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, yukarıdaki âyet-i kerîmenin Mekke fethinden önce nazil olduğu düşünülürse, bu âyetle hac ve umrenin farz kılınmadığını, ancak bazı hükümlerinin beyan edilmek maksadıyle onun İndirildiğini kabul etmek gerekir. Bununla beraber, bu husus, mezhepler arasında ihtilaf konusu oimuş, Şafiî ve Hanbelî mezhebleri, bu âyetin farziyyete delâlet ettiği görüşünden hareketle, haccın ve umrenin bu âyetle farz kılındığını üeri sürmüşler; Mâiikî ve Hanefi mezhebleri İse, haccın, Al-i Imrân sûresinin «O'na bir yol bulabilenlerin Beyt'i haccetmele­ri, Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır» mealindeki 97 inci âyetiyle ve dokuzuncu hicri senede farz kılındığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu se­bepledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de umre hakkında başka bir hüküm bulunma­dığı ve haccı farz kılan bu âyette de umre zikredilmediği için, Şafii ve Hanbefî mezheblerîne göre farz olan umre, Mâlİkî ve Hanefî mezhebie-rince sünnet olarak değerlendirilmiştir.

Yukarıdaki âyet-İ kerime'yle hac farz kılınmamış olsa bile, vazedilen hükümler, onun, yakın bir zamanda müslümanlara farz kılınacağına delâ­let eder. Nitekim bu hükümlerin başında, hacca ve umreye niyet ediüp ihrama girildikten sonra, bunun ihlâsla ve sırf Allah rızası için tamamlan­ması hususundaki ilk emir yer almıştır. Bu emirden anlaşılan manâ şudur ki, bir kimse, hacca niyet eder bu maksatla ihrama girerse,artık o haccı kusursuz bir şekilde tamamlaması gerekir. Eğer başladığı bu ibadeti yarım bırakıp dönerse, günahkâr olur. Emirden anlaşılan diğer bir manâ, haccın veya umrenin, ihlâsla ve sırf Allah rızası için yapılmasıdır. Bununla beraber, eğer bir kimse, hac esnasında, ticaret yoluyla Allah'tan rızık talebinde bulunursa, aşağıda 198 inci âyette de açıklanacağı gibi, buna izin verilmiştir. Câhiliye devrinde Araplar, hac mevsiminde Mekke'yi pa­nayır yerine çevirirlerdi. Muhtelif bölgelerden gelen kabîle mensupları, Kabe'yi ziyaret maksadından çok, Mekke'nin sokak ve pazarlarında boy göstermek, kendi kabileleriyle övünmek, diğer kabilelere üstünlüklerini isbat etmek için söz veye şiirle yarışmalara katılmak ve bu arada evinin ihtiyaçlarını karşılamak gibi çeşitli maksatlar güderlerdi. Bu maksatlarla yapılan bir hac veya umrede, Allah'a tâatın varlığından söz etmek elbette mümkün değildi. İşte bu sebepledir ki, yukarıdaki âyet-i kerimede, hac ve umrenin, bilhassa Allah için tamamlanması emredilmiştir.

Hacca veya umreye niyet edildikten sonra bunun tamamlanması emredilmiş olmakla beraber, bazı engellerin buna İmkân vermemesi ha­linde, yapılması gereken işler açıklanmış ve «eğer alıkonursanız, kolayı­nıza geien kurbanı gönderin ve bu kurban mahalline varmadıkça başları­nızı traş etmeyin» buyurulmuştur.

Haccın engellenmesi çeşitli sebeplerle olabilir. Meselâ hastalık bu sebeplerden biri sayılabilirse de, âyet-i kerimede kasdedilen engelin düşman tehlikesi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim daha sonraki ibarede, «emin olduğunuz zaman» denilmektedir ki, bu emniyetin, düşman tehlikesinden emniyet olması akla daha uygun görünmektedir. Buna göre düşman hac yolunu keser ve Mekke'ye girmeyi önlerse, hacca niyet etmiş olan kimsenin tıraş olmak ve ihramdan çıkmak için durumuna uygun olan ve kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Zira bu kurban kesilmedik­çe, gelecek hac mevsiminde, niyet olunan haccı tamamlayıncaya kadar ihramdan çıkmak mümkün değildir. Nitekim âyet-i kerîmede «Kurban mahalline varmadıkça başlarınızı tıraş etmeyin» buyurulmuştur ki, bu, «ihramdan çıkmayın» demektir.

Ayet-i kerîme'den anlaşıldığına göre, deve, sığır, veya koyun gibi kurban edilmeye lâyık bir hayvanın kurban edilmek üzere Harem-i Şerife gönderilmesi gerekir ve orada kesildiği kanaatına varıldıktan sonra tıraş olunup ihramdan çıkılır. Eğer Mekke'yi de içine alacak şekilde belirli hudud içinde kalan ve Harem-i Şerif denilen mahal düşman elinde bulu­nur ve kurbanın Harem'de kesilmesi mümkün olmazsa, bu takdirde, hac­dan engellenen kimse, bulunduğu yerde kurbanını keser ve ihramdan çıkar. Nitekim Hazret-i Peygamber, Hudeybiye'de hacca ve umreye niyet ettiği halde, müşrikler tarafından Mekke'ye bırakılmamış, o|'da kurbanını bulunduğu yerde keserek ihramdan çıkmıştır.

İhram, Harem-i Şerife, yahut haram aya girmek, yahutta ihlâl edil­mesi gereken bir şeyin hürmetine saygı göstermek manâlarına gelir ki, hacla ilgili olarak hac veya umre niyetiyle mîkat mahalline gelen kimsenin, hac menâsikini tamamlayıncaya kadar, başka zamanlarda yapılması helâl olan birtakım şeyleri kendisine haram kılması ve bunların hürmetine saygı göstermesidir. Eşiyle münâsebette bulunmak, tıraş olmak, yahut vücutta bulunan bazı kılları temiziemek,tırnak kesmek, koku sürünmek, dikişli elbise giymek, küçük de olsa herhangi bir hayvanı öldürmek, hac veya umre tamalanıncaya akadar haram olan ve hürmetine saygı göste­rilmesi gereken işlerdir. Buna göre, ihrama girmek, bu işleri yapmaktan sakınmanın başlangıcına, ihramdan çıkmak ise, hac boyunca sakınılan bu işlerden saç veya sakal keserek, sakınmanın bitimine deiâlet eder.

Hacca niyet eden bir kimsenin, ihrama girdikten sonra, yukarıda sayılan fiillerin hürmetine saygı göstermesi ve bunları ihlâl etmemesi gerekir. Ancak bazı hallerde zaruretler, bunlardan herhangi birini yapmayı zorunlu kılabilir. Allah Taâlâ âyet-i kerimede bu gibi durumlar için de hükmünü bildirmiş ve «içinizden kim hasta olur, yahut başında derdi bulunursa, üzerine ya oruç, ya sadaka, yahutta kurban olarak bir fidye gerekir» buyurmuştur. Buna göre, hasta olan, yahut başında yarası bulu­nan ve hattâ bitlenen bir kimse, eğer bakım için başını tıraş etmek zorunda kalırsa, bir hürmeti ihlâl ettiği için, fidye olarak, ya oruç tutar; ya sadaka verir; yahutta bir kurban keser, Buhârî ve Müslim tarafından da rivayet edilen bir hadisten öğrenildiğine göre, Hazret-i Peygamber ve ashabının hac niyetiyle Hudeybiye'ye geldikleri ve ihrama girdikleri sırada, başı bitlenen ve bitleri saçları arasından âdeta yüzüne dökülen Kâb İbn Uc-re'ye, Hazret-i Peygamber, saçını tıraş etmesini, sonra da, bir koyun kurban etmesini, kurbanlık bulamadığı takdirde ya üç gün oruç tutmasını, yahutta altı fakire ayrı ayrı yarımşar sâ hurma vermesini emretmiştir[54]

Ayet-i kerîmede bir hürmetin ihlâli halinde fidye olarak tutulacak orucun, fakire verilecek sadakanın veya kurban edilecek hayvanın miktarları açıklanmamaş ise de, Hazret-i Peygamber'in hadisi, âyetin mücmel olan bu hükmünü beyan etmiştir. Herhangi bir düşman veya hastalık tehlikesi bulunmadığı zamanlarda hacca niyet eden, fakat hac menâsikine başlamadan önce umre yaparak Allah'a yaklaşmak ve rızasını kazanmak isteyen bir kimse, umreyle haccı birleştirme imkânını kendisine bahşettiği için, Allah'a bir şükran nişanesi olmak üzere kurban keser. Bu kurban, Zilhiccenin onuncu günü kesilir ve eti yenir. Ancak, umreyle haccı birleştirerek haca kıran veyahaccı temettü yapan kimse, kesecek kurban bulmazsa, yahut kurbanlık için parası ol-muzsa, âyet-i kerîmede de açıklandığı gibi, üç gününü haçta, yedi gününü de memleketinde   olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Ancak, haçta tutulacak üç gün orucun hangi günlerde tutulacağı, mezhebler arasında ihtilaflı bir konudur.

Umreyle haca birleştirdikleri için kurban kesmekle, bulamadıkları takdirde toplam on gün oruç tutmakla mükellef olanlar hakkındaki bu hüküm, hac için Mekke'ye dışarıdan gelmiş olanlara muhsustur. Çünkü bunların hac İçin ülkelerinden geldikten ve tekrar ülkelerine döndükten sonra, bir de umre için gelip gitmeleri büyük ve külfetli bir iş olurdu. Allah Taâlâ, onları bu külfetten kurtarmak için, umreyle haccı birleştirmelerine izin vermiş, ancak yukarıda da işaret olunduğu gibi, bir şükran alameti olarak, onlara kurban kesmeler|iniemretmiştir,Mekke ve civarında oturan­lar ise, hac mevsimi dışında her zaman umre yapabilecekleri ve bunda herhangi bir güçlük çekmiyecekleri için, bu hükmün dışında tutulmuşlar­dır.

Ancak bu hükme tâbi olanlarla olmaması gerekenleri birbirinden ayıran hudud üzerinde görüş birliği yoktur. Mâlikîlere göre, Harem-i Şerif hudutları içinde oturanlar, oranın yerlileridir ve bu hükme tâbi değillerdir. Yalnız Harem-i Şerif dışında oturanlar hacla umreyi birleştirebilirler ve kurban keserler. Şâfillere göre, Mekke'ye geldikleri zaman namazlarını kısaltıp müsafir namazı kılacak kadar bir mesafede oturanlar, Hanefllere

göre ise, mlkat mahalli dışında kalanlar bu hükme tabidirler. Fakat dikkat edildiği zaman, İmamlar tarafından tesbitjolunan bu hududlar arasında büyük bir mesafe farkı bulunmadığı da kolayca anlaşılacaktır.

Allah Taâlâ, hac ve umre hakkındaki bu umumî hükümleri beyan ettikten sonra, müslümanlara Allah'tan sakınmalarını emrederek vazettiği bu hükümlere uymak hususunda onları bir dahauyarrruştır.Zira vazedilen her hüküm, bir emir veya yasağın neticesidir. Allah'a îman ise, O'nun emir ve yasaklarına uymayı gerektirir. Eğer buniara uyulmazsa, imanın varlı­ğından sözetmek mümkün değildir. Bu takdirde, her müslümanın şunu iyice bilmesi gerekir ki, Allah, îmanını yitirip emir ve yasaklarına kulak asmıyanlar için son derece şiddetli cezalar hazırlamıştır ve bundan kurtu-iuş yoktur.

Allah Taâlâ, bu uyarıdan sonra, senenin her gününde yapılabilecek olan umreden söz etmeksizin, yalnız haccın belirli aylara hâs bir ibadet olduğuna işaretle bu aylarda hacca niyetlenen müslümanların dikkat et--meleri gereken hususları açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [55]

 

197.  Hac (aylan) belli aylardır. Kim o ay­larda haca (kendine) farz kılarsa, artık hac esnasında kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu bilir. Bu sebeple (hayırlı ameller yönündeki azıklanın; en hayırlı azık da, şüphesizş takvadır. O halde ey akıl sahipleri, Ben­den sakının.

198.  (Hac esnasında) Rabb'ımzdan rızık is-temerizde herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan  indiğiniz  zaman,   Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Siz önceden sapıklardan olduğunuz halde, sizi doğru yola sevkettiği için O'nu anın.

199.  Sonra insanların indiği yerden inin ve Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki A ilah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

 

197 Ayeî-i kerîme'de de işaret edildiği gibi, hac eski Araplarca da bilinen ve senenin belirli aylarında edâ edilen bir ibadettir. Hazret-i İbrahim ve oğlu Hazret-i İsmail tartından yeryüzünde ilk mescid olarak Kabe'nin inşa edilmesinden sonra farz kılınan hac ibadeti, Arapların müşriklik dönemle­rinde bile Ka'be ziyareti olarak amelî değerini hiç kaybetmemiş, bazı menâsiki İslâml devre kadar değişmeden intikal etmiştir. İslâm'dan önceki devirlerde, Kabe ziyaretleri senenin belirli aylarında yapıldığı için bu aylara hac ayları denilmiş ve Araplar arasında da bu adla tanınmıştır. İslâm Hazret-i İbrahim zamanında Farz kılınan hacca belki bazı ilâveler yapmış, yahut hac menâsiki arasında bulunmadığı halde müşrik Araplar tarafın­dan sokulan bir takım âdetleri ondan çıkarıp iptal etmiş, fakat bu ibadeti tümüyle red ve inkâr etmemiştir. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmede «hac aylarının belli aylar olduğu» beyan edilirken, Hazret-i İbrahim zamanında belli aylara mahsus olmak üzere farz kılınan haccın, Araplarca bilinen bu aylarda edâ edilmesi gerektiğine de işaret edilmiş olmaktadır. Bu aylar, Ramazan ayını takip eden Şevval ve Zilkade ayiarıyle Zilhiccenin ilk on günüdür ki, hacca niyet edip ihrama girerek hac menâsikini edâ etmek, ancak bu aylar içinde mümkündür.

Bu aylarda hacca niyet edip ihrama girmekle haccı kendisine farz kılmış olan bir kimsenin, bu andan itibaren artık haccın hürmetlerine saygı göstermesi ve onları ihlâl etmemesi gerekir. 196 ncı âyetin tefsirinde de açıkladığımız gibi, ihrama girmiş olmak bunu gerektirir. Binânaleyh hac esnasında karı koca münâsebeti yapılamıyacağı gibi, füsûk denilen ve şâir zamanlarda yapılması helâl olduğu halde hac aylarında ihrama girmiş olanlara haram kılınan tıraş olmak, tırnak kesmek, dikişli elbise giymek, avlanmak gibi fiillerle, cidale, yani itişip kakışmaya, sövüşüp dövüşmeye ve düşmanca davranışlara da yer yoktur. Kısacası ihrama girerek haccı kendilerine farz kılanların, ihramın şartlarını ihlâl edecek hareketlerde bulunmamaları gerekir.Çünkü bu şartlar ,AHah tarafından konulmuş ve hu­dudu O'nun tarafından çizilmiştir. Hacc'ın gayesi Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızasını kazanmak olduğuna göre, bu hududu çiğnememek ve onu tecavüz etmemek îcab eder. Nitekim Buhâri ve Müslim tarafından da rivayet edilen bir hadîsinde, Hazret-i peygamber, «hacceden bir kimsenin, eşiyle münasebetten ve haccın hürmetlerini İhlâlden sakındığı takdirde, anasından doğduğu günkü gibi bütün günâhlarından kurtulmuş olacağını» bildirmiştir ki[56] bu,şartlarına uygun olarak yapılan bir ibadetin tabii neticesidir. Çünkü insan, nefsini haramdan koruduğu ve kendisini Allah'ın ibadetine verdiği zaman­larda, hal ve hareketinin değiştiğini ve ahlâkının en yüksek mertebeye ulaştığını hisseder. İşte bu hal, insanın, nefsini terbiye ettiği ve hayır işlemeye en çok müsait olduğu bir haldir ki, hac günlerinin devam ettiği surece insanda Dır alışkanlık nalıne gelir ve hac menâsikinin tamamlan­masından sonra da devam eder. Bu ise, insana dâima sevab kazandıran bir haldir; zira Allah, insanların işledikleri her hayırlı işi bilir ve onun mükâfatını verir.

O halde, ey müslümanlar, gerek hac ibadetiyle ve gerekse diğer ibadetlerle, âhiret hayatında kendisine şiddetle ihtiyaç duyacağınız azı­ğınızı şimdiden hazırlayın ve âhirete katiyyen azıksız gitmeyin. Uzun bir yola çıkan kimsenin, yolda azıksız kalması halinde çekeceği açlık ve susuzluk ızdırabını gözünüzün önüne getirin.Yardımınıiseteyebileceği hiç kimsenin bulunmadığı ıssız dağlarda, bir yudum su ve bir lokma yiyecek bulsa,yeniden hayata dönebileceğini zannedip de bunlardan hiçbirini bu­lamadığı kızgın çöllerde, çaresiz kalan ve azâb içinde kıvranıp bltâb düşen yolcuyu düşünün.Sonra da,âhiret yolculuğuna çıkacağınız ve hesap vere­ceğiniz o büyük günü hatırlayın. İşte bu yolculukta sizin ihtiyaç duyacağı­nız en kıymetli azık, takva olacaktır. Hiç kimsenin kimseden yardım göre-miyeceği, hiç kimsenin kimseden bir şey isteyemiyeceği o gün, sizin imdadınıza, dünyada iken âhiret için azık olarak hazırladığınız takvanız yetişecektir. Allah'tan korkup yasaklarından sakınarak ve emirlerine uya­rak, sırf O'nun rızasını, O'nun hoşnudluğunu kazanmak için işlediğiniz hayırlı işlerin size kazandırdığı sevâb, o günün dehşetinden sizi koruya­caktır. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın. O halde, akıl sahipleri olarak, bütün bunları düşünün ve Allah'tan sakının.

Ayet-i kerîme'de, azıklanmakla ilgili olarak gelen bu emir, tefsirlerde, Buhârl tarafından da nakledilen bir nüzul sebebiyle izah edilmiştir. İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir haberden anlaşıldığına göre, Yemenliler, hac için Mekke'ye geldiklerinde, azık getirmezler ve «biz. mütevekkil insanla­rız» derler; fakat sonra da halktan yiyecek bir şeyler isterlerdi. İşte bunun üzerine âyet-i kerîmedeki «azıklanın; azığın hayırlısı da takvadır» ibaresi

nazil Olmuştur.[57]

Müfessirler bu habere istinaden âyet-i kerîmedeki takva kelimesini «başkalarına el açıp istemekten sakınmak» manâsında tefsir etmişler; âyetin bu ibaresine de «yanınızda azık bulundurun; azık, şüphesiz, başkalarından istemekten hayırlıdır; yahut azığın hayırlısı, istemekten sakınmaktır» şeklinde açıkla­mışlardır. Ancak, âyet-i kerîmede, İbn Abbâs'tan nakledilen bu haberin manâsına delâlet edecek herhangi bir karine mevcut değildir. Yani, eğer İbn Abbâs'tan böyle bir haber gelmemiş olsaydı, âyetin bu ibaresinden, haberin manâsını çıkarmak imkânı yoktu. Bu sebeple, Yemenlilerin hacca azıksız gelmiş olmalarını, sonra da halktan yiyecek istemelerini, âyetin nüzul sebebi olarak değerlendirmek oldukça güçtür. Muhtemeldir ki, bu âyet-i kerîme nazil olduktan sonra, Yemenliler, âyetin «azığın hayırlısı takvadır» hükmüne istinaden, takva sahibi olmak için hacca azıksız gel­meye başlamışlar, sonra bu hâdise, âyetin nüzul sebebi olarak gösteril­miştir. Nitekim Yemenlilerin hacca azıksız olarak gelip «biz mütevekkil insanlarız» demeleri de, âyeti, bizim daha önce açıkladığımız manâda anladıklarını ve sırf takva sahibi olmak için azıksız yola çıktıklarını gösterir. Fakat, âyetiyle murad ettiği manâyı en iyi bilen şüphesiz Allah Taâlâdır. [58]

 

198 Allah Taâlâ, müslümanlara takva sahibi olmalarını ve âhirete, kendi­lerine lâzım olacak azıkla gitmek için hayırlı amellerini artırmalarını emret­tikten sonra, dünyada kendilerine yeyip içmek ve hayatlarını sürdürmek için gerekli olan azığı da ihmal etmemelerini hatırlatmış ve «hac sırasında Rabb'ınızdan rızık istemenizde herhangi bir günâh yoktur» buyurmuştur. Ayet-i kerîme'deki bu ibareyi, bir evvelki âyette yer alan ve «refes'ijü-sûk'u ve cidar i haram kılan» ibarenin beyanı olarak değerlendirmek mümkündür. Zira haram kılınan füsûk ve cidal içinde, insanın geçimini temin edecek ticaret işlerinin de yer aldığı düşünülebilir ve ihrama giren kimseler, alış verişi de kendilerine haram kılabilirler. Nitekim ticaret, insan­lar arasında cidale, nizaya ve kavgaya yol açabilecek bir iştir. İşte, Allah Taâlâ, bu âyet-i kerîmeyle, daha önce haram kıldığı füsûk ve cidalin bu : şekilde yanlış bir anlamaya yol açmaması için,hac esnasında rızık temini maksadıyle yapılacak bir ticarette günah olmadığını beyan etmiştir. Filha­kika Buhârl tarafından nakledilen bir haberden, bir evvelki âyetin nazil olmasından sonra,böyle bir anlayışla müslümanların dükkânlarını kapatıp ticareti durdurdukları ve sırf ibadet işleriyle meşgul olmaya başladıkları anlaşılır. İbn Abbâs'tan gelen bu haberde «Zu'1-Mecâz ve Ukâz, câhiliye devrinde Arapların ticaret merkezi olan yerlerdi. İslâm gelince, müslüman­lar, hac mevsiminde ticaretle meşgul olup günah işlemekten korktular. Bunun üzerine «Rabb'ınızdan rızık istemenizde herhangi bir günah yok­tur» âyeti nazil Oldu» denilmiştir.[59]

Şuna da işaret etmek gerekir ki, hac esnasında yapılan ticarette günah olmadığının beyanı, rızık temini için yapılacak bir ticarete ruhsat veya izin manâsındadır ve bu izni, haccı ticarete vesile kıiacak şekilde manâlandırmamak îcabeder. İznin bu manâda değerlendirilmesi, haçcın ticaret niyetiyle yapıldığına delâlet eder ki, böyle bir ibadette hiçbir hayır yoktur. Bu sebeple İslâm ulemâsı, müslümanların, ihrama girdikten sonra, bütün vakitlerini ibadete ayırmalarını daha hayırlı saymışlardır.

Allah Taâlâ, hac esnasında, ticaret yoluyla rızık talebinde bulunmanın günah olmadığını beyan ettikten sonra.haccın en önemli rükünlerinden biri olan Arafat'taki vakteyi takiben yapmaları gereken işieri bildirmiş ve «Ara­fat'tan indiğiniz vakit Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikredin» buyurmuştur.

Arafat, Mekke'ye 12 mü mesafede bir yerin adıdır. Hacca niyet etmiş olanlar, Zilhicce'nin dokuzuncu Arefe günü Arafat'a çıkarlar ve güneşin batışına kadar orada kalıp vakfeyi îfa ederler. Güneşin batışından sonra, Meş'ar-i Haram da denilen Müzdelife'ye inilir. Burada, akşam ve yatsı namazları birleştirilecek kılındığı gibi tekbîr,tehlll ve telbiye ile Allah zikredi­lir. Ayet-i kerîmede «Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikredin» denilmiştir ki, bu zikirden maksat, akşam ve yatsı namazlarının edası olduğu gibi, tekbîr, tehiîl ve telbiye de olabilir. Ancak bu zikirleri, kulun, Hâlık'ına ve Rabb'ına lâyık olan yalvarış ve yakarışları içinde ve en güzel bir şekilde yapması gerekir. Önceden, apaçık bir sapıklıkta iken, nasıl Allah onları bu sapıklık­tan kurtarıp güzel ve dosdoğru yola, İslâm'ın yoluna sevkettiyse, onların da, bu büyük nimete lâyıkıyle şükredebilmek için Allah'ı en güzel bir şekilde anmaları îcabeder. [60]

 

199 Allah Taâlâ hac menâsikini îfa edenlere Müzdelife'de Allah'ı en güzel bir şekilde anmalarım emrettikten sonra, «insanların indiği yerden inin ve Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok esirge­yendir» buyurmuştur.

Ayetin zahiri ve sibakı gözönünde bulundurulursa, «sonra insanların indiği yerden inin» emrinin, Müzdelife'den Minâ'ya inişe delâlet ettiği anlaşılır. Zira Arafat'ta vakfeden sonra Müzdelife'ye, oradan da Minâ'ya geçiş, hac menâsikinin tertibidir ve bu tertib, Hazret-i İbrahim'e farz kılınan haccın da esasını teşkil eder.

Ancak, Buhârî ve Müslim'de Hazret-i Aişe'den değişik lafızlarla nak­ledilen bir hadîs, âyet-i kerîmede yer alan ibareye farklı bir manâ kazan­dırmış ve müfessirler, umumiyetle, bu hadîse dayanarak âyeti bu farklı manâda tefsîr etmişlerdir. Bu manâya göre, sözü edilen ibare Müzdeli­fe'den değil, Arafat'tan inişe delâlet eder ve «insanların indiği Arafat'taninin» manâsına gelir.

Hazret-i Aişe'den rivayet edilen hadîs şöyledir: «Câhiliye devrinde, Kureyş ve onların dînine tâbiolanlar Arafât'a çıkmazlar,Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Dînlerinde şiddet ve taassup göstermeleri sebebiyle de kendi­lerine hums denilirdi. Diğer Araplar ise, Arafat'a çıkarlar ve orada vakfele­rini yaparlardı. İslâm gelince, Allah, Peygamber'ine Arafat'a çıkmasını, orada vakfe yapmasını ve oradan (Müzdelife'ye) inmesini emretti. Bu emir, Allah Taâlânın, sonra insanların indiği yerden inin, emridir»[61]

Gerçekten Kureyş kabilesi, kendisini diğer kabilelerden üstün görüyor, «biz Harem-i Şerîfin hizmetkarlarıyız; bu~sebeple bizim Harem dışına çıkmamız gerekmez» diyerek Harem dışında kalan Arafat'a çıkmıyor ve Müzdelife'de kalıyorlardı. Allah Taâlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'yle, insan­lar ve kabileler arasındaki bu imtiyazı kaldırmış ve Allah için Beyt'i hacce­den herkesin Arafat'a çıkmasını ve diğer insanlar gibi Müzdelife'ye oradan inmesini emretmiştir. Bu manâya göre «diğer insanların indiği yerden İnin» hitabının üstünlük iddiasıyle arafât'a çıkmayan Kureyş kabilesine yönel­tilmiş olduğu, «diğer insanlar» sözüyle de Arafât'a çıkan diğer kabilelerin, yahut geçmiş devirlerde Hazret-i İbrahim kavminin kasdediidiği anlaşılır. Ancak, Hazret-i Aişe'den nakledilen habere ^ağlı kalınarak yapılan bu tefsîr, müfessirleri bazı müşküle karşı karşıya getirmiştir. Zira Allah Taâiâ, bir evvelki âyette, hac esnasında ticaret yoluyla rızık talebine izin verdikten sonra, «Arafat'tan indiğiniz zaman, Meş'ar-i Haram (Müzdelife) de Allah'ı zikredin» buyurmuş; bunu takip eöen âyetin hemen başında da «sonra insanların indiği yerden inin» demiştir. Hazret-i Aişe'den nakledi­len habere göre, eğer ikinci ibarenin de Arafat inişine delâlet ettiği kabul edilirse, bu inişin, birbirini takip eöen iki âyette tekrar edilmiş olduğu anlaşılır. Bu takdirde, ikinci ibarenin başında yer alan ve «sonra» manâ­sına gelen summe lafzı tertib için değil atıf için olur,ve her iki ibare «Ara­fat'tan indiğiniz zaman, Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikredin ve insanların indiği (bu) yerden (beraberce) inin» manâsına gelir.

Ancak, âyet-i kerimede yer alan bu ibarenin, summe harfinin de delâlet ettiği gibi tertib üzere gelmiş olması ve Müzdelife'den Minâ'ya inişin kasdedilmesi ihtimali vardır ve bu ihtimal daha kuvvetli görünmekte­dir. Buna göre her iki âyeti «Arafat'tan indiğiniz zaman, Meş'ar-i Ha­râm'da Allah'ı zikredin; sonra da insanların indiği yerden (Minâ'ya) inin» şeklinde manâlandirmak gerekir. Nitekim Buhârî'nin naklettiği bir haber­den anlaşıldığına göre İbn Abbâs, âyete bu manâyı vermiş ve «Arafat'tan çıkıp geceledikleri Müzdelife'ye kadar insinler; sonra Allah'ı çokça zikret­sinler; yahut sabah vaktine kadar tekbir ve tehtîli çoğaltın; sonra da halkın indiği gibi inin; zira Allah Ta'âlâ, sonra insanların indiği yerden inin, buyur­du» demiştir. [62]

İbn Abbâs'ın bu ifade­sinden «sonra insanların indiği yerden inin» ibaresinin tertib üzere geldiği ve Müzdelife'den inişe delâlet ettiği anlaşılır. Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, Hazret-i Aişe'nin haberine aykırı olarak âyete bu manâ verilmiş olmakla, onun, Kureyş'in Arafât'a çıkmamak suretiyle hac menâsikinin en önemli bir rüknünü  ortadan kaldıran bâtıl davranışlarını iptal etmiş olmak­tan çıktığı ileri sürülemez. Allah Ta'âlâ bir evvelki âyette «Arafat'tan indiğiniz zaman Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikredin» buyurarak Arafat'a çıkma­nın gerekli olduğunu göstermiş ve bu emirle Kureyş'in bâtıl davranışını iptal etmiştir; zira Arafat'tan Müzdelife'ye, yahut Meş'ar-i Harâm'a inmek için önce Arafat'a çıkmak gerektiğine şüphe yoktur.

Allah Ta'âlâ, ilk görüşe göre Arafat'tan, diğer görüşe göre Müzdeli-fe'den inmeyi emrettikten ve böylece eski bir câhili âdeti iptal ettikten sonra, ya bu âdete bağlı kalıp Arafat'a çıkmamaları, yahutta bir evvelki âyette işaret olunan sapıklıkları dolayısıyle Allah'tan af ve mağfiret dileme­lerini istemiştir. Zira Allah Ta'âlâ'nın, kendisinden af ve mağfiret dileyen­lere karşı rahmeti son derece geniştir.

Allah Ta'âlâ bu âyet-İ kerîmelerle hac menâsikini beyan ettikten sonra, Arapların câhiliye devrinde haccın akabinde yapmayı âdet haline getirdikleri başka bir bâtıl davranışa işaretle onu da iptal etmiş ve şöyle buyurmuştur: [63]

 

200.  Hac ibadetinizi bitirince, Allah'ı, atala­rınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan öyle kimse­ler vardır ki, «Rabb'ımız, bize dünyada (nasibimizi) ver» derler; böyleleri için âhırette nasîb yoktur.

201. Onlardan   bazıları   da   derler   ki: «Rabb'ımız bize dünyada iyilik ver; âhı­rette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.»

202. Kazandıkları şeyden nasibi olanlar, işte bunlardır. Allah hesabı çabuk görendir.

203. Sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Al­lah'tan sakınan kimse için, iki gün içinde (Minadan çıkmak hususunda) acele etmesinde herhangi bir günah yoktur. O halde Allah'tan sakının ve bilin ki, siz, mutlaka O'na varıp toplanacaksınız.

 

200 Tefsirlerde yer alan rivayetlerden öğrenildiğine göre, câhiliye dev­rinde Araplar, hac menâsikini îfa ettikten sonra, Minâ'da ve diğer yerlerde toplanırlar ve atalarının yaptıkları iyi işleri anlatarak, yahut bunlar üzerine

şiirler inşad ederek övünürlerdi. Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerimede bu câhiliye âdetine işaret ederek «hac ibadetinizi bitirince, Allah'ı, ataları­nızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla anın» buyurmuş ve Ai-lah'ın, ataların anılışından daha çok ve daha kuvvetle anılmasını emreden bu hitabıyle, ataiarın anılışında kendilerine herhangi bir fayda bulunmadı­ğını da beyan etmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber, Veda Haccı'nda, müslümanlara okuduğu o meşhur hutbesinde, atalarının yaptıkları işlerle övünme âdetini terketmek hususunda onları irşad etmiş ve «Ey nâs! Rabb'ınız birdir; babanız da birdir. Bu sebeple Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, kırmızının siyaha, siyahın da kırmızıya takva dı­şında herhangi bir üstünlüğü yoktur» buyurmuştur.[64]

Buna göre hac ibadeti, insana faydası olmayan bazı örf ve âdetlerin teşhir edildiği ve bunların övünmek için birer vesile kılındığı bir takım fiil ve hareketler değil, fakat Allah'ı zikretmeye ve O'na duâ ederek af ve mağfiretini dilemeye vesile olan bir ibadettir.

Ancak Allah'ı zikreden ve O'na duâ ederek arzu ve isteklerini bildiren kimseler başlıca iki gurupta toplanır. Bunlardan bir gurubun istek ve arzusu, yalnız dünya nimeti ve dünya menfeatıdır. O derecede ki, bu gurubun içinde yer alanlar, dünya nimetinin hayırlı olanıyle hayırsız olanı arasında herhangi bir ayırım yapmak lüzumunu bile hissetmezler. İster hayırlı olsun, ister hayırsız olsun, ona sahip olmak isterler. Bunların bütün gönüllerini yalnız dünya sevgisi kaplamıştır ve Allah'ın, âhırette kendisin­den sakınan kulları için hazırladığı yüksek dereceler veya mevkiler kendi­lerini hiç ilgilendirmez; gönüllerinde bunlara hiç yer vermedikleri için dua­larında bunları dilemedikleri gibi, Allah'ın mücrimler ve günahkârlar için hazırladığı akıbetten de korkmazlar, bundan Allah'a sığınmazlar, yahut korunmalarını dilemezler. Bütün arzuları, dünya malının artması ve ister helâl olsun, ister haram olsun, bu artışı sağlayacak yolun kendileri için açılmasıdır. İşte, âyet-i kerîme'de «Rabb'ımız, bize dünyada nasibimizi ver» demekten başka hiçbir düşüncesi olmadığına işaret edilen bu gibi kimseler için, âhırette elde edebilecekleri hiçbir nasîb yoktur. Böyleleri, dünyada istedikleri şeyin çoğuna sahip olurlar; hattâ fazla güçlük çekme­den helâl veya haram yoldan dünya nimetlerini istedikleri kadar artırabilir-lerÇünkü istekleri bu yolda olduğu için.Allah da onlara bu yolu kolaylaştı­rır. Fakat âhirette, dünyada iken hiç akıllarına getirmedikleri âhıret nimet­lerinden de naslbsiz kalırlar. Bu gibileri hakkında Allah Ta'âiâ, İsrâ sûresi­nin 18 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: «Kim acele geçip giden (dünyayı) dilerse, biz de dilediğimiz şeyi dilediğimiz kimse için vermekte acele ederiz; sonra da ona Cehennemi, kötülenmiş ve kovulmuş olarak gireceği bir yer yaparız».[65]

 

201 Allah'a duâ eden ve bu duâ ile istek ve arzularını O'na iletenlerden ikinci guruba gelince, bunlar, diğerleri gibi yalnız dünya nimetlerini dü­şünmezler, fakat bu nimetlerin kendileri için yalnız hayırlı olanını isterken, ahretlerinin de hayırlı olmasını nîya* ederler. Ve âyet-i kerlme'de de beyan edildiği gibi «Rabb'ımız, bize dünyada iyilik ver; âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru» derler.

Ayet-i kerlme'de geçen ve «iyilik» olarak terceme edilen hasene keli­mesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde tefsir olunmuştur. Sağlık ve sıhhat, hayırlı evlâd, hayırlı mal, hayırlı eş, ilim, marifet, ibadet ve itaat, kasene kelimesini açıklamak için ileri sürülen görüşlerden bazılarıdır. Bun­ların her biri, ona muhtaç olan kimse için şüphesiz birer hasenedti. Fakat insanın, duasını bunlardan sadece muhtaç olduğunu sandığı şeylere tah­sis etmesinin ve Rabb'ından yalnız onları istemesinin de yanlış olduğuna şüphe yoktur. Zira insan, bazan bunlardan pek çoğuna ve burada zikre­dilmeyen daha bir çok şeye muhtaç olur da, bunun farkına varmaz, bu sebeple haseneyi, bir insanın dünyada iyi ve güzel bir hayat yaşamasını sağlayan, akla gelsin veya gelmesin, bütün vesâile şâmil bir kelime olarak kabul etmek ve Allah'tan yalnız «iyi!ik»le terceme edebileceğimizhaseney\ dilemek gerekir. Burada şunu da belirtmek lâzımdır ki, Allah'tan dilenecek olan blı hasene içinde, insana gerçekten mü'min ve muttaki vasfını ka­zandıracak olan îman ve ittikada yer almaktadır. Zira bunlar olmaksızın Allah'tan âhıret için hasene istemek mümkün değildir. Nitekim âyet-i kerl­me'de de belirtildiği gibi, dünyada Allah'tan iyi bir hayat isteyen insanlar, âhıreti de akıllarından çıkarmazlar ve «Rabb'ımız, bize âhırette de hasene ver ve bizi Cehennem azabından koru» derler. Âhıret için istenen bu hasenenin dünyada istenen hasenernn, karşılığı olmaması mümkün değil­dir. Başka bir ifadeyle insan, dünyada iken Allah'tan, iman ve itaatıyle güzelleştirilmiş, O'nun rızasına uygun iyi bir hayat dilemelidir ki, âhirette de Allah'tan dilediği fcoseneyenâil olup Cehennem azabından korunabii-sin. Oysa dünyada sadece mal, mevki ve şöhret düşünen insanlar, Al­lah'tan iman ve itaat istemeyi akıllarına getirmedikleri gibi, âhıret hayatının varlığından bile haberdar olamazlar ve dolayısıyle âhıret için iyilik istemeyi düşünmezler.

Netice olarak, Allah'a ve âhıret gününe inancı olan insan, âhıretteki nasibini yitirmemek için, yalnız dünyasını düşünüp Allah'tan yalnız dünya­lık isteyenlerden olmamalı, fakat iman ve itaatıyle Allah'ın rızasına uygun iyi bir dünya hayatiyle, Cehennem azabından uzak» iyi bir âhıret hayatı istemelidir; kısacası hasene dilemelidir. Zira bu kelime, hem dünyada ve hem âhirette insanı saadetin zirvesine ulaştıracak bütün iyilikleri içine alan bir kelimedir. Buhârl ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisten öğrendiğimize göre Hazret-i Peygamber, çok defa bununla duâ eder ve şöyle derdi: Allahumme Rabbena âtinâ fi'd-dunyâ haseneten ve fi'l-âhireü haseneten ve kına azâbe'n-nâr (manâsı:) Rab'ımız, bize dünyada iyilek ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru)[66]

Müslim de şöyle bir hadîs rivayel etmiştir: «Hazret-i Peygamber, çok zayıflamış ve yavru gibi kalmış hasta bir adamı ziyarete gitmişti. Ona sen Allah'a duâ ediyor ve O'ndan bir şey istiyor muydun? demiş, adam da, evet, ben, Allahım bana âhirette bir ceza vereceksen bunu dünyada ver bitir, diye duâ ediyorum, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, o adama şöyle buyurmuştur: Sub-hanallah! Öyle olursa, sen buna dayanamaz, takat getiremezsin. Allah'a, Allahumme âtinâ fi'd-dünya haseneten ve fi'l-âhıreti haseneten ve kına azâbe'n-nâr diye duâ et. Adam bundan sonra bu duaya devam etmiş ve şifa bulmuştur».[67]

 

202 İşte, dünya ve âhirette kazançlarının karşılığı olarak naslblerini alacak olanlar bunlardır. Yahut bu naslb, yalnız dünya malını, dünyanın şân, şerel ve mevkiini isteyip de âhıreti unutanlar değil, fakat hem dünyada iyilik (hasene) isteyenler, hem de dünyada iyilik istedikleri için, Allah'tan âhıre-tin iyiliğini istemeye yüzü olanlar içindir. Yalnız dünyayı düşünenler ise, dünyadan naslblerini alsalar bile, bunlar için âhirette hiçbir naslb yoktur. Yahut olsa bile, naslbleri sadece Cehennem azabıdır; çünkü dünyada iken bundan başka bir şey istememişlerdir.

Allah, şüphesiz, bunların dünyada istedikleri şeylere göre akıbetlerini hazırlamakta ve amellerinin karşılığını vermekte çok süratlidir. Yalnız dün­yayı düşünen ve dünya zlnetinin peşinden koştururken âhıreti unutan kimseler, âhırete göçtükleri zaman, âhıretten hiçbir naslbleri olmadığını anlamak için uzun süre beklemiyecekler, amel defterleri önlerine konduğu zaman, dünyada kazandıklarının hiçbir işe yaramadığını ve âhırete iflâs etmiş olarak geldiklerini hemen göreceklerdir. Dünya ve âhirette iyilik isteyenler ve âhıret için hazırlıklı olanlar da, âhıretten alacakları nasîb görmekte gecikmiyecek ve bununla bahtiyar olacaklardır. Yapılan işlerir veya işlenen amellerin hesabını yapıp karşılığını vermek hususunda Al­lah'tan daha süratli kim olabilir? [68]

 

203 Hac menâsiki hakkında yukarıda açıklanan âyetler ve bu âyetleı arasında tertibe dayalı irtibat, son ây«**p sözü edilen sayılı günlerin, Minâ'da şeytan taşlamakla geçen ve «teşrik günieri» (eyyam u't-teşfîk) de denilen Zilhicce'nin 11,12 ve 13 üncü günleri olduğuna delâlet eder. Zira yukarıdaki âyetlerden de anlaşıldığı gibi Arafat'tan başlanan iniş Minâ'da tamamlanmış ve müslümaniara, burada atalarını değil, Allah'ı zikretmeleri emrolunmuştur, O halde Arafat'ta vakfe sırasında Allah'ı zikretmek husu­sunda gelen emirler, Müzdelife'de ve Minâ'daki sayılı günler için de tekrar edilmiş olmaktadır. Bu zikrin, Allah'ı tekbir ile yapıldığı hususunda görüş birliği vadır.

Ayet-i kerlme'de şeytan taşlamaktan sözedilmemiştir. Çünkü bu hareket, İbrahim (a.s.) den bu yana Araplar arasında bilinip yapılıyordu ve atılan her taş, Allah'ın tekbir ile zikrine vesile oluyordu. Eğer taş atmak câhili bir âdet olsaydı, Allah Ta'âlâ, diğer câhili âdetleri kaldırdığı gibi şüphesiz bunu da kaldırırdı. Fakat burada ondan sözedilmemesi, onun ikrar ile kabul edildiğinin bir delilidir.

Arafat'tan başlayarak Minâ'daki sayılı günleri de içine alan ve Zilhic­ce'nin 13 üncü veya bayramın dördüncü gününe kadar devam eden tekbir ile zikir, hac menâsikini îfa edenlere olduğu gibi hac etmiyenlere de borç sayılmıştır. Bu sebebledir ki hac etmeyen müslümanlar da Arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar, her vakit namazının arkasından tekbir ile Allah'ı zikrederler.

Allah Ta'âlâ, sayılı günler olarak beyan ettiği bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde zikri emrettikten sonra, Minâ'da geçen bu üç günün acele edilip iki güne indirlmesinde, veya artırılıp orada daha fazla kalınmasında herhangi bir günah bulunmadığını bildirmiş, sonra da «Al­lah'tan sakının ve bilin ki siz, mutlaka O'na varıp toplanacaksınız» buyur­muştur.

Hac menâsikiyle ilgili olarak yukarıda açıklanan bütün âyet-i kerîme­lerde Allah'ı zikretmenin tekrar tekrar emredilmesi, hac sırasında yapılan bütün amellerin, Allah'ın zikrine vesile kılındığının apaçık delilini teşkil eder. Bu sebepledir ki, hacca niyet eden her müslüman, haccını İfa eder­ken, oraya sırf ibadet maksadıyle geldiğini, Allah'ı zikrederek bu ibadeti yapacağını bilmeli ve Allah'tan korkarak haccını başka maksatlara yö-neltmemelidir. Şunu da bilmelidir ki, yaptığı her işin hesabını vermek üzere diğer insanlarla birlikte Allah'ın huzurunda toplanacağı bir haşir günü vardır. Zira insan bunu bilir ve Allatt'ın huzurunda hesap vermek üzere haşrolunacağına yakînen inanırsa, Allah'tan korkar, ibadetlerini ve diğer amelleri ihmal etmediği gibi, onları, Allah'ın hoşnud olacağı bir şekilde yapmaya çalışır. Fakat bu inanç zayıfsa ve kalbinde, yeniden dirilip topla­nacağı hususunda şüphe varsa, bu amelleri bazan yapsa bile, çok defa da ihmal eder ve bu yüzden azaba müstehak olur.

Allah Ta'âlâ, hac ibadetiyle ilgili hükümleri açıkladıktan ve diğer İba­detlerde olduğu gibi hac ibadetinin de asıl gayesinin Allah'ın zikriyle kalpleri ıslâh edip takva sahibi olmaya müslümanları irşad ettikten sonra, takvanın mahiyetini açıklamak ve tezahürünün ağızdan çıkan sözler değil, fakat fiil ve hareketler olduğunu göstermek için iki tip insanı misal olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: [69]

 

204. İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, düşmanların   en   şiddetlisi   oldukları halde, kalplerindekine Allah'ı da şâhid göstererek dünya hayatı hakkındaki söz­leriyle seni hayran bırakırlar.

205. Fakat senden ayrıldıkları zaman, yeryü­zünde fesad çıkarmak, ekini ve (hayvan) neslini yok etmek için gayret gösterirler. Oysa Allah fesadı sevmez.

206. Onlara «Allah'tan sakının» denildiği zaman kibirleri, onları daha da günâha götürür. Böylelerine Cehennem yeterli­dir. Orası gerçekten ne kötü bir yataktır.

207. İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak uğrunda nefislerini satarlar. Allah kulla­rına karşı çok şefkatlidir.

 

Allah Ta'âlânın insanlara farz kıldığı ve onları yapmakla mükellef tuttuğu ibadetlerin tek bir gayesi vardır ve bu gayeyi «Allah'ı zikretmek» şeklinde iki kelimeden meydana gelen bir ibareyle ifade etmek mümkün­dür. Nitekim Ankebût sûresinin 45 inci âyetinde «Kitap'tan sana vahyedi-leni oku; namaz kıl; muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor» denildikten sonra, «Allah'ı zikretmenin en büyük ibadet olduğu» belirtilmiştir ki, bundan namazın en büyük zikir olduğu kolayca anlaşılır. Zikir, aynı zamanda, îmanın tezahürüdür. Bu sebeple, namaz kılarak, zekât vererek, oruç tutarak ve haccederek Allah'ı zikredenler.yalnız iman edenlerdir. Kalbinde îmanı kökleşmiş olup da bu ibadetlerle Allah'ı zikret-miyen bir insan düşünülemez. Ra'd sûresinin 28 inci âyetinde de beyan edildiği gibi, îman edenler, Allah'ın zikriyle kalpleri mutmain olan, huzura ve sükûna kavuşan kimselerdir ve esasen kalpler, yalnız Allah'ın zikriyle mutmain olur; huzur ve sükûn bulur.

O halde, îmanın ve îman ile birlikte gelişip kuvvetlenen takvanın yeri yalnız kalptir. Kalpte bulunan îmanın ve takvanın şahidi ve delili ise, yalnız amellerdir. Bununla beraber bazı kimseler vardır ki, dillerini takvaya mekân kılmışlar, dillerinden dökülen sözieri de, onun şahidi ve delili yap­mışlardır. Böylece dilleri, kalplerindekini söylemediği gibi, fiil ve hareket­leri de söylediklerine uymaz olmuştur. Böyleleri, kalplerine îmanın kırıntısı bile düşmemiş olan kimselerdir. Halbuki gerçek mü'minler, kalplerindeki îmanları, fiil ve hareketlerinde tezahür eden ve dilleri de kalplerindekini doğrulayan kimselerdir. İşte, Allah Ta'âlâ, ortaya çıkan bu iki tip insan gurubuna işaret ederek onları şöyle tanıtmıştır: [70]

 

204.  İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, düşmanların   en   şiddetlisi   oldukları halde, kalplerindekine Allah'ı da şâhid göstererek dünya hayatı hakkındaki söz­leriyle seni hayran bırakırlar.

205.  Fakat senden ayrıldıkları zaman, yer yüzünde fesad çıkarmak, ekini ve (hay­van) neslini yok etmek için gayret göste­rirler. Oysa Allah fesadı sevmez.

206. Onlara «Allah'tan sakının» denihiiği zaman, kibirleri, onları daha da günaha götürür. Böylelerine Cehennem yeterli­dir. Orası gerçekten ne kötü bir yataktır.

 

204. Sözleri kalplerinde olanı aksettirmeyen ve fiilleri de sözlerine uyma­yan bir takım kimseler, başkalanyle konuştukları zaman, onları kandır­makta ve kendilerine hayran bırakmakta büyük maharet gösterirler. Bu maharetleri sayesinde, kendilerini inanç ve îmanında samimi, hakkın müdafii, bâtılın da düşmanı olarak tanıttıktan gibi, Allah'tan son derece korkan, bu sebeple büyük küçük her çeşit günahtan sakınan kimseler olarak da gösterirler. Hattâ daha ileri giderek, söyledikleri sözlerin doğru­luğuna inandırmak için Allah üzerine yemin edip Allah'ın buna şahid olduğunu söylerler. Ve bütün bunları yaparken, izhar ettikleri halleriyle, insanların menfeatlarını korumak için batıla karşı şiddetle savaşan kimse­ler olarak da görünürler. Kısacası bunlar, insanları kandırmak için üç haslete dayanırlar.

 1) Dinleyenleri hayran bırakan ve onların kalplerini fetheden güzel ve tesirli söz söylerler; öyle ki, bu sözlerin doğruluğundan hemen hiç kimse şüphe etmez.

 2) Sözlerinin doğruluğunu ve niyetlerin-deki samimiyeti isbat etmek için yeminle Allah'ı şâhid gösterirler.

 3) Mua­rızlarına karşı giriştikleri mücadele ve münakaşada üstün bir cidal, gücüne sahiptirler. [71]

 

205 İşte bu üç çeşit hasletle ortaya çıkan bu insanlar, bir gün muhatapla­rından ayrılıp kalplerinin veya gönüllerinin isteği istikametinde kendi işle­rine yöneldikleri, yahut mevki sahibi olup halkın İradesini ellerine aldıkları zaman, önceden iyilikten ve halkın halini iyileştirmekten sözedip dururlar­ken, bu sözlerinden dönerler ve daha önce söylediklerinin aksini yaparak yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışırlar. En basit dünya menfeatlarına sahip olmak ve şehevî arzularını tatmin etmek için, sokulup dost ve ahbâb edindikleri fazilet erbabı kişilerin en şiddetli düşmanları olurlar. Zaten bu kişilerle kendi aralarında, gerek karakter ve gerekse yaşayış gayeleri yönünden tam bir zıtlık bulunduğu için, onlarla hiçbir zaman dost ve ahbâb olmamışlardır. Bununla beraber, onlardan ayrıldıktan sonra, yeryüzünde fesad çıkarmak için çalışan kendileri gibi kimseleri bulmakta ve onlarla birlikte asıl gayelerine yönelmekte hiç güçlük çekmezler.

Yeryüzünde çıkardıkları fesadla, bir taraftan ziraatın yok olmasına, diğer taraftan hayvan neslinin kurumasına sebep olurlar. Yahut başka bir görüşe göre, halkın kadınlarına musallat olup ailelerin de dağılmasına, evlâdlannın perişan olmasına yo! açarlar. Ayet-i kerîmede geçen hars kelimesi, ziraat manâsına gelirse de, bazı müfessirler, Bakara sûresinin 223 üncü âyetindeki nisâ'ukum harsım lekum ibaresine istinaden kelimeyi «kadın» manâsında tefsir etmişler, nesle de evlâd manâsı vermişlerdir. Fakat hangi manâda alınırsa alınsın, bu münafık müfsidler, yaptıkları işlerle toplum insanlarına işkence etmekten ve ezâ vermekten büyük zevk alırlar.

İşte bu tıynette ve bu yaratılışta olan kimseler, fazilet erbabı kişilerin karşısında ne kadar haktan yana olduklarını söylerlerse söylesinler ve ne kadar sözlerine Allah'ı şâhid gösterirlerse göstersinler, amelleri, yahut fiii ve hareketleri, bu sözlerin yalan olduğunu bütün açıklığıyle ortaya koy­maktadır. Zira bu ameller, kalplerindeki yalanın mutlak delilidir. Dillerden dökülen sözler, ne kadar hakka ve hakikata uygun olursa olsun ve ne kadar övülmeye lâyık bulunursa bulunsun, eğer bunlar, kalpteki fesadı gideremiyor ve insanın fiil ve hareketlerini ıslâh edip hakka yöneltemiyor-sa, bu sözlerin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Zira Allah, insanların suratlarına ve sözlerine değil, fakat kalplerine ve amellerine bakar. Kalbi fesad, amelleri müfsio olan kimseleri de asla sevmez. Kısacası Allah, fesaddan hoşlanmaz. [72]

 

206 Sözleriyle haktan görünen, fakat amelleriyle yeryüzünü ifsad, harsi ve nesli de helak etmeye çalışan bu münafıkların bir sıfatları daha vardır: Eğer onlara Allah'ın emir ve yasakları hatırlatılarak «Allah'tan korkun» denilirse, birden bire küplere binip ayaklanırlar; verecekleri cevabı kızgın­lık ve sinir buhranları altında gizleyerek büyüklük gösterisine kalkışırlar. Zira bunların yeryüzünde başlattıkları ifsad hareketleri, kendilerince ıslâh hareketleridir. Eğer bu tıynetteki bir insan, halkın idaresini üzerine almış bir kişiyse, Allah'tan korkmayan, kendisini hakkın ve hak ehlinin üstünde gören, yalnız kendi görüşlerini halk için hayırlı sayan ve bu sebeple ifsadını ıslâh olarak sürdüren böyle bir kimseye «Allah'tan kork ve sakın» demek ne büyük iştir? Nasihat kabul etmez yaratılışta olan bu kimseler, herhangi bir nasîhatla karşılaştıkları zaman, kibirlenirler; fakat bu kibirleri, onları, daha çok isyana ve daha çok günâha sevkeder. Bu sebeple, böylelerin gideceği yer, sadece Cehennemdir; başkası değil. Ve bu Cehennem de ne kötü bir yataktır. Ayet-i kerîme'de geçen mihâd kelimesi, yatak manâ-sındadır. Yatak ise, insanın yatıp rahat edeceği ve dinlenebileceği bir yerdir. Fakat Allah Ta'âlâ, yeryüzünde fesad çıkaran ve münafıklık eden, Allah'tan sakınmaya n ve bu hususta nasihat da kabul etmiyen kimseler için Cehennem ateşini yatak olarak hazırlamış ve böyle kimselere böyle yatağın yeterli olduğunu bildirmiştir. Allah'ın herkese lâyığını vereceğin­den kim şüphe edebilir?

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle, insanların bir gurubunu söz ve fiilleriyle müslümanlara tanıttıktan ve böylelerini söyledikleri sözle­riyle değil, işledikleri fiilleriyle değerlendirmek ve sözlerine kanmamak hususunda onları uyarıp irşad ettikten sonra, insanların başka bir guru­bunu tarif etmiş ve bunlar hakkında da şöyle buyurmuştur: [73]

 

207. İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak uğ­runda nefislerim satarlar. Allah, kulla­rına karşı çok şefkatlidir.

 

207 Ayet-i kerîme, önceki âyetlerde tarif edilen ve sıfatları açıklanan müfsid münafıkların mukabili ve zıddı olan diğer bir gurubu bize tanıtmak­tadır. Birbirine zıt iki şeyin karşılaştırılması yapılırken, eğer bunlardan biri bütün sıfatlarıyle tanıtılmışsa, diğerinin zıt sıfatları da belirmiş olur, ve bunlan ayrıca zikretmeye gerek kalmaz. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde iki gurup insanın tarifi yapılmış, fakat birinci gurupta yer alan müfsid münafık­ların sıfatları ayrı ayrı zikredildiği halde, bunların zıddı olan kimseler, «Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak için canlarını feda edenler» olarak tanıtılmakla iktifa edilmiştir. Ayet-i kerîmede zikredilmemiş olsa bile, iki gurup arasındaki karşılaştırma, canlarını Allah yolunda feda edenlerin, birinci gurubun aksine, iyi amel sahibi oldukları halde, söze dayalı hiçbir iddiaları bulunmayan, sözleriyle amelleri birbirine uyan, kalplerinde olan­dan başkasını söylemiyen, yalnız hakkı arayan ve hak peşinde giden, insanların yalnız iyiliğini düşünen ve iyilik için çalışan, hataya düşüp günâh işlese hemen toparlanıp tövbe eden, nasihat dinleyen ve nasihat almak için mürşîd arayan, kibir ve gurur bilmeyen, hâsılı, diğerlerinde bulunma­yan bütün iyi sıfatları kendilerinde cemeden kimseler olarak tanıtılmalarını gerektirir. Bu sıfatlara sahip olan kimseler, diğerlerinin aksine, gerçekten mü'min olan kimselerdir ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canlarını satar­lar. Tövbe sûresinin 111 inci âyeti, yukarıdaki âyet-i kerîmeyi bu yönden açıklamış ve mü'minlerin Allah yolunda canlarını satışlarına daha da açık­lık getirmiştir: «Allah, şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürü­len mü'minlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kur'ân'da söz verilmiş bir hak olarak - Cennet mukabilinde satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok yerine getiren kim vardır? O halde yaptığınız bu alışve­rişten sevinin. Bu büyük başarıdır».

Bu âyet-i kerlme'den de anlaşıldığı gibi, insanın nefsi veya canı, ne şehvetler, ne hayvani duygular ve ne de şeytani hileler içindir. Hiç kimse­nin onu bu yollarda harcamaya, veya feda etmeye hakkı yoktur. Zaten bu yollarda canlarını feda edenler, yahut satışa çıkaranlar, onlara alıcı da bulamıyacakiardır; çünkü Cehennem ateşine odunluk yapmaktan başka bir işe yaramıyacaklardır.

Canlar yalnız Allah içindir ve yalnız O'nun yolunda feda edilmeye lâyıktır. Bu gerçeği bilip canlarını yalnız Allah yolunda feda edenler ise, can pazarında iyi bir alışveriş yapmış ve canları mukabilinde Allah'ın rızasını ve Cennet'ini kazanmış olan gerçek mü'minierdir.

Allah, kullan için şüphesiz çok şefkatli ve çok merhametlidir. Bunlar arasında öyle fedailer çıkarır ki, canlarını Allah yolunda harcayan bu mü'minler vasıtasıyle, şerrin ve fesadın yeryüzünü altüst etmesine engel olur. Bakara sûresinin 251 inci âyetinde de beyan edildiği gibi, «eğer Allah'ın, insanları birbiriyle savması olmasaydı, yeryüzü müfsidlerin eliyle bozguna uğrardı.» Bu sebepledir ki, canlarını Allah yolunda feda eden bir ümmetin bulunuşu, sadece o ümmete hâs bir rahmet değil, fakat Allah'ın kulu olan bütün insanlara şâmil bir rahmettir.Zira bir cemiyeti ıslâh etmek için gayret sarfedenlerin ve bunda başarıya ulaşanların bu faaliyetinden, yalnız kendileri değil, fakat bütün insanlar ve kendilerinden sonra gelen nesiller de faydalanırlar.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerle, insanları, yeryüzünde fesad çıkararak harsi ve nesli yok etmeye çalışanlarla, Allah'ın hoşnudlu-ğunu kazanmak için canlarını feda edip yeryüzünün ıslâhı maksadıyle gayret sarfedenler olmak üzere iki gurupta tanıttıktan sonra, bütün mü'minleri bölünüp parçalanmaktan korumak için İslâm'ın gölgesinde birleşmeye davet etmiş ve şöyle buyurmuştur: [74]

 

208.  Ey îman edenler! Barış (ve kurtuluş dini olan İslâm) a tam olarak girin. Şeytanın adımlarına uymayın; zira o, sizin apaçık düşmanınızdır.

209. Size bu kadar açık deliller geldikten sonra yine de hak yoldan saparsanız, bilin ki Allah, Aziz'dir, Hakim'dir.

210. (O hak yoldan sapanlar), bulut gölgeleri içinde, Allah'ın  (azabının) meleklerle birlikte  kendilerine  gelmesini  ve  işin olup bitmesini mi bekliyorlar? Oysa her şey Allah'a döndürülecektir.

 

Bu âyet-i kerime'lerde, müsfümanların tam bir teslimiyetle İslâm'a sarılmaya davet edildikleri görülür. Bu davette, iman ve İslâm esaslarını, yahut Allah'ın emir ve nehiylerini, keyfî bir takım tefsir ve tevillerle asli manâlarından saptırıp fırka ve hiziplere ayrılmaktan,bölünüp parçalanmak­tan sakınmak hususunda açık ve kesin bir emir vardır. Zira müslümaniarın bölünüp parçalanması, onlara olduğu kadar İslâm dinine de zarar verir ve zayıflamasına sebep olur. Kur'ân-ı Kerîm'de bu manâyı teyld eden başka âyetler de vardır. Al-i İmrân sûresinin 103.âyetinde yine mü'miniere hitap edilerek «hepiniz birden Allah'ın ipine sıkı sıkı sanlın; bölünüp parçalan­mayın»; Enfâl sûresinin 46 ncı âyetinde de «Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; aksi halde kuvvetten düşüp zayıflarsı­nız» denilmiştir. Hazret-i Peygamber de bir hadisinde «benden sonra birbirinizin boyunlarını vurarak kâfirlere benzemeyin» buyurmuştur.[75]

Ne var ki, Kur'ân-ı Kerim'in bu açık emirlerine ve Hazret-i Peygam-ber'in ihtarlarına rağmen, müslümanlar, yine de dinin emir ve yasakla­rında ihtilâfa düşmüşler, bunun neticesi olarak, fırka, hizip ve mezheblere bölünmüşlerdir. Her bir mezheb, yalnız kendisinin dine hizmet ettiği iddia-sıyle diğerlerini kötülemiş, din düşmanlarının da tahrik ve teşvikleriyle kanlı savaşlara girip biribirlerinin boyunlarını vurmuşlardır. Bugün, eğer müslümanlar arasında halâ mezheb kavgalarına rastlanıyorsa, bunun sebebini, asırlarca önce, Kur'ân-ı Kerim'in bu açık emirlerine uymayan müslümaniarın ektikleri acı tohumlarda ve bu tohumların bugünün müs-lümanlarmca da halâ bakılıp büyütülmesinde aramak gerekir.

İslâm dini, yukarıdaki âyet-i kerimelerden de anlaşıldığı gibi, sulh (barış) ve selâmet (kurtuluş) dînidir. Müslümanların girmekle emrolunduklan silm, Allah'ın emirlerine boyun eğmek, teslim olmak manâsına geldiği gibi, sulh ve selâmet manâlarına da gelir. İlk insanın yaratılışından itibaren Allah Ta'âlâ'nın, peygamberler'i vasıtasıyle tebltğ ettiği bütün şeriatların bir hedefi de, insanlar arasındaki münâsebetleri düzeltmek ve kanlı savaş­lardan korumak olmuştur. Bu sebepledir ki, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde yer alan sulha daveti, sadece müslümanlara değil, fakat bütün din men­suplarına teşmil etmek ve savaşlara yol açacak anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak manâsında anlamak da mümkündür. Maamafih Allah Ta'âlâ, her şeyden ve herkesten önce mü'minlere hitap ederek onları sulha, yahut sımsıkı sarılındığı takdirde bu sulhu gerçekleştirecek olan İslâm'a davet etmiş, sonra da şeytana uyup hak yoldan sapacak olanların başla­rına gelecek felâkete dikkatlarını çekerek şöyle buyurmuştur: [76]

 

208. Ey îman edenler! Barış (ve kurtuluş dîni olan İslâm) a tam olarak girin. Şeytanın adımlarına uymayın; zira o, sizin apaçık düşmanınızdır,

209.  Size bu kadar açık deliller geldikten sonra, yine de hak yoldan saparsanız, bilin ki, Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

210. (O hak yoldan sapanlar), bulut gölgeleri içinde Allah'ın  (azabının)  meleklerle birlikte kendilerine gelmesini ve işin olup bitmesini mi bekliyorlar? Oysa her şey Allah'a döndürülecektir.

 

208 Allah Ta'âlâ ilk âyet-i kerîmeyle mü'minleri silme davet ederek «Ey îman edenler, silme girin» buyurmuştur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, silm kelimesi, teslim olmak, inkıyad etmek veya boyun eğmek manâlarına gelir ki, İslâm'ın tam karşılığı olduğu gibi, barış (sulh) ve kurtuluş (selâmet) manâlarında da kullanılmıştır. Ayet-i kerîme'de, kelimenin «barış» manâ­sında kullanıldığı kabul edilse bile, «İslâm» in aslı olması itibariyle, davetin İslâm'a girmeye de şâmil olduğu kolayca anlaşılır.

Ancak, mü'minlerin İslâm'a davet edilmeleri, onların zaten İslâm'a girmiş ve İslâm'ın içinde olmaları gözönünde bulundurularak garib karşı-lanmamalıdır. Zira bilinen bir gerçektir ki, İslâm'a girmiş ve müslüman olmuş pek çok kimse, silm veya İslâm kelimelerinin delâlet ettiği manâda

Allah'a teslim olmamış, O'nun bütün emir ve yasaklarına boyun eğmemiş-tir. Nitekim Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede bu manâya delâlet etmek üzere mü'minleri silme davet ettikten sonra kâffeten buyurmuştur ki, bu ibare, Allah'a teslim olmayı ve boyun eğmeyi gerektiren «bütün emir ve nehiyle-rinde» manâsına gelir. Bu manâ gözönünde bulundurulursa, âyet-i keri­meyi şöyle ifade etmek mümkündür: «Ey iman edenler! Allah'ın bütün emir ve nehiylerinde O'na tam teslimiyetle barışa girin ve gerçek müslü-manlar olun». Her ne kadar kâffeten ibaresini, silme girmeleri istenen mü'minlere hal yaparak toptan, hep birden, cemîan manâsında tefsir edenler varsa da, doğrusu, «imanın bütün esaslarına uyun, İslâm'ın bütün şartlarını yen'ne getirin» manâsıdır.

Allah Ta'âlâ, İslâm'ın bütün şartlarını yerine getirmek ve böylece müslümanlar arasında sulh ve selâmeti temin etmek hususunda mü'min­leri uyardıktan sonra, şeytanın, insanlar ve bilhassa doğru yolda olanlar için en büyük ve en şiddetli düşman olduğunu bildirerek, mü'minlerin onun adımlarına ayak uydurmamalarını ve onun peşinden gitmemelerini em­retmiştir. Zira şeytan, bu düşmanlığın gerektirdiği işi yapmaktan asla geri durmaz ve doğru yolda olanları bu yoldan saptırmak ve sonu hüsran ile bitecek bir yola sevketmek için her çareye başvurur.[77]

 

209 Ve maazallah eğer şeytana uyar da ayağınız bu dosdoğru yoldan kayar ve siz, Allah'ın yolunu terkedip şeytanın peşinden giderseniz, hele bunu, açık ve kesin delillerle onun size düşman olduğu, sizi doğru yoldan uzaklaştırıp sonu gelmez bir felâkete sürükleyeceği bildirildiği halde ya­parsanız, işte o zaman, şunu bilin ve aklınızdan çıkarmayın ki, Allah Azîz'dir: Doğru yoldan sapanları cezalandırmaktan asla acze düşmez ve yapacağı işler karşısında asiâ mağlup olmaz. Ve şunu da bilin ki, O, aynı zamanda Hakîm'dir: Her suç ve her günâh için bir ceza takdir etmiştir.

Suçluların lâyık oldukları ceza ile cezalandırılmalarını asla ihmal etmez. O ''. halde, ey mü'minler, şeytanın size apaçık düşman olduğunu bile bile onun peşine düşmekten ve ona uyanların lâyık oldukları cezaya uğramaktan sakının. [78]

 

210  Fakat şeytana ayak uyduranlar ve onun peşinden giderek îmandan r> ve İslâm'dan yüz çevirenler, işledikleri zulüm ile yeryüzünü kan deryasına

döndürenler ve bu sıfatlarıyle ilâhi hitaba bile lâyık görülmeyenler, akılla­rını başlarına almak için halâ neyi bekliyorlar? Bekledikleri, bulut gölgeleri içinde Allah'ın azabının meleklerle birlikte gelmesi ve kıyametin kopup her şeyin olup bitmesi midir? Eğer bekledikleri bu ise, düşünmüyorlar mı ki, o zaman iş işten geçmiş olacak ve herkes, iyi veya kötü, kendi ameliyle başbaşa kalacaktır. Fecr sûresinin 21-23 üncü âyetlerinde de bildirildiği

gibi, «yer, sarsıntıdan parça parça dağıldığı, Rabb'ın, saf saf olmuş melek­lerle birlikte geldiği zaman, Cehennem getirilir de insanın aklı başına gelir; fakat o zaman, aklının başına gelmesi ona ne fayda sağlar?».

Dikkat edilecek olursa, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki iki âyetle mü'minlere hitap ederek, onları, bir barış dîni olan İslâm'a girmeye ve İslâm'ın bütün hükümlerine riayet ederek yeryüzünde sulh ve sükûnu hâkim kılmaya davet etmiş, sonra da şeytanın adımlarına uymamalarını, uydukları takdir­de, işleyeceği günâhın cezasını mutlaka göreceklerini Azîz ve Hakîm sıfatlarının bir gereği olarak hatırlatmıştır. Üçüncü âyette ise, uslûb hemen değişmiş ve söz muhataptan gaibe intikal etmiştir. Zira burada kendilerin­den bahsedilenler mü'minler değil, fakat İslâm'a sırt çevirmiş olan ve şeytanın peşinden giden kâfirlerdir; ve yukarıda da açıklandığı gibi, bunla­rın halâ niçin inanmadıkları, inanmak için halâ neyi bekledikleri sorulmakta ve soruya cevap aranarak «kıyametin kopmasını mı bekliyorlar?» denil­mektedir. Aslında bir insan için kıyametin kopması, asırlarca beklenecek bir şey değildir. Mü'min olsun, kâfir olsun her insan, kıyametin koptuğunu her gün kendi gözleriyle müşahede etmekte ve bir gün kendisi için de kıyametin kopacağını bilmektedir. Ölüm, onu tadan her insan için kıyame­tin kopuşu değil midir? Öldükten sonra amellerin artık kesileceği ve her insanın ölümden önce işleyip de kazandığı sevab veya günâhla başbaşa kalacağı ve büyük kıyamette bunların karşılığı olan mükâfat veya cezayı alacağı nasıl unutulabilir? O halde, insanın, Allah'ın emri gelip de kendisi­nin kara toprağa verilinceye kadar hakkı görmemesinde direnişinin sebebi nedir? Melekler başucunda dikilip de onu lâyık olduğu yere götürecekleri zaman, aklının başına gelmiş ve gerçeği anlamış olması, artık neyi değişti­rir? Şüphesiz o zaman iş işten geçmiş olacak ve İslâm'dan yüz çeviren, götürüldüğü yerde yüz bulamıyacak ve hak ettiği cezayı çekecektir. Çünkü yeryüzü de dâhil orada bulunan her şey, Allah'ın emriyle vücut bulmuştur ve yine her şey O'nun emriyle O'na dönecektir. Her şeyi yerli yerine koyan O olduğu gibi, âhırette herkese lâyığını verecek olan da O'ndan başkası oimıyacaktır.

Allah Ta'âlâ, mü'minlere İslâmî ahkâmın kâffesine riayet etmeyi ve şeytana uymamayı emrettikten, buna mukabil, İslâm'dan yüz çevirenlerin akılsızca davranışlarına işaret edip her şeyin Allah'a döneceği cihetle hak ettikleri cezayı mutlaka çekeceklerini bildirdikten sonra, aynı davranış İçine girmiş olan yahudlieri misal göstererek ibret alınması için şöyle buyurmuştur: [79]

 

211. İsrail oğullarına sor: Kendilerine nice açık âyetler vermişizdir. Her kim, Al­lah'ın nimeti kendisine ulaştıktan sonra onu değiştirirse, şüphesiz Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

212.   Küfredenlere dünya hayatı cazip gö­rünmekte ve bu sebeple iman edenlerle alay etmektedirler. Halbuki Allah'tan sakınanlar kıyamet günü onların çok üstündedirler; Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

213. İnsanlar tek bir ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla birlikte, insanlar arasında ihtilâf ettikleri hususlarda hükmetmek için hak olan Kitab'ı da in­dirmişti. Oysa kendilerine apaçık delil­ler geldikten sonra, aralarındaki hased yüzünden Kitap üzerinde ihtilâfa düşen­ler, kendilerine Kitap verilenlerden baş­kası değildi. Ne var ki Allah, îman eden­leri, üzerinde ihtilâf ettikleri hakka, kendi izniyle hidayet etmiştir. Zaten Allah, dilediği kimseyi doğru yola hida­yet eder.

214. Yoksa siz (ey müslümanlar), sizden evvel gelip geçen, hattâ peygamberleri, beraberindeki mü'minlerle birlikte «Al­lah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar sıkıntılara ve acılara maruz kalıp sarsılan (millet) ların hali, sizin de başı­nıza gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır.

 

Allah Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, bütün müslümanları İslâm'a tam olarak sarılıp, emir ve nehiyleri arasında hiçbir ayırım yapmadan hepsine uymaya davet etmiş; ellerinde apaçık deliller varken, şeytanın adımlarına tâbi oldukları ve onun peşinden gittikleri takdirde, hak yoldan ayrılıp bölüneceklerini ve bunun tabii bir neticesi olarak da Allah'ın yoldan çıkmışlar için takdir ettiği azaba müstehak olacaklarını onlara hatırlatmış­tır.

Yukarıdaki âyet-i kerimelerde ise, İslâm'a sımsıkı sarılmaya davet olunan müslümanlara, ibret almaları için, geçmiş milletlerden örnekler sunulmuş ve özellikle kendilerine peygamberler gönderilmiş, kitaplar ve­rilmiş ve şeriat sahibi kılınmış yahudîlere dikkatları çekilerek, bunların dünya nimetlerini nasıl küfre vesile kılarak dînlerini parçaladıkları ve kendi­lerinin de nasıl bölünüp zelil ve hakîr oldukları açık bir şekilde gösterilmiş­tir.

Aslında insanlar arasında bazı görüş ayrılıklarının çıkması, bu ayrılık­ların zamanla büyümesi halinde bölünmelerin başlaması tabiîdir. Çünkü her insanın kendine hâs aklı ve kalbi olduğu gibi, bunlarlardan kaynaklanan ve yine insanın kendine hâs olan bir takım duygu ve düşünceleri vardır. Ve bunların, bütün insanları tek ve belirli bir yöne veya yola irşad etmeleri mümkün değildir. Bu ise, insanlar arasındaki ihtilâfın başlıca kaynağını teşkil eder.

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, tek bir ümmet ha­linde olması gereken insanların biribirinden farklı duygu ve düşünceleri sebebiyle ihtilâfa düşmemeleri için, onları tek bir nizam altında bir araya getirecek Peygamberler gönderdiğini, herhangi bir ihtilâf vukuunda baş­vurabilecekleri kitaplar indirdiğini, bununla beraber bu kitapların doğrulu­ğunu isbat edecek apaçık delillere sahip oldukları halde, kalplerini doldu­ran hasetlik yüzünden yine de kitapları üzerinde ihtilâfa düştüklerini ve ihtilâf edenlerin de bu kitap ehli olduğunu açıklamıştır. Ayet-i kerîme'lerde şuna de işaret edilmiştir ki, Allah Ta'âlâ, gerçek îman sahiplerinden, herhangi bir ihtilâf vukuunda kitaba başvurmak hususunda hidayetini esirgememiş; ayrıca onlara, İslâm'ın zaferi ve barışın yeryüzünde hâkim kılınması için girilen savaşlarda, karşılaşılması mukadder olan acılara ve çeşitli sıkıntılara sabretmeleri gerektiğini bildirerek, yardımının dâima kendileriyle beraber olduğunu müjdelemiştir. O halde müslümanların, bu gerçeği gözden uzak tutmamaları ve bilhassa, yaşadıkları sürece Allah'ın yardımından mahrum kalmamak için İslâm'a sımsıkı sarılmaları gerekir. Aksi halde, kendilerine apaçık âyetler verildikten sonra, bu âyetleri, dünya hayatının cazibesine kapılarak süfli menfeatlar karşılığında değiştirip Al­lah'ın şiddetli cezasına müstehak olan İsrail oğullarının durumuna düşerler: [80]

 

211. İsrail oğullarına sor: Kendilerine nice açık âyetler vermişizdir. Her kim, Al­lah'ın nimeti kendisine ulaştıktan sonra onu değiştirirse, şüphesiz Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

212. Küfredenlere dünya hayatı cazip gö­rünmekte ve bu sebeple, îman edenlerle alay etmektedirler;  halbuki Allah'tan sakınanlar, kıyamet günü onların çok üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız nzık verir.

 

211 Allah Ta'âlâ mü'minlere hitap ederek«7m (barış) i, ittifakı ve İslâm'ın bütün emir ve nehiylerine sımsıkı sarılmayı emrettikten, böylece onları bölünüp parçalanmaktan, fırka ve hiziplere ayrılmaktan sakınmaya davet ettikten sonra, yahudilere işaret ederek şöyle buyurmuştur: İşte israil oğulları önünüzde duruyor; hallerini biliyorsunuz. Bilmiyorsanız bile, sorup araştırın; tarihlerini okuyun. Göreceksiniz ki size gönderildiği gibi onlara da apaçık âyetler gönderilmiş, size emredildiği gibi, onlara da birlik içinde olmaları, bölünüp parçalanmamaları emredilmişti. Fakat bu emir­lere kulak asmadılar. Kendilerine bir nimet olarak gönderilen, hakka ve vahdete delâlet ettiği için şükre vesile olması gereken bu âyetleri menfeat uğrunda değiştirerek bölünüp parçalanmanın dayanağı yapttiar; onları küfre vesile kıldılar; sonra da, Allah'ın dosdoğru yolundan sapıp fırka ve hiziplere ayrıldılar, Allah da, Aziz olan sıfatıyle onların yakasına yapışıp haklarında sünnetinin gereği olan bu hükmü infaz etti: Güçlerini ve kuvvet­lerini yitirdiler; zihinlerinden vatan mefhûmu silindi. Kendilerini yeryüzü­nün tiksinilen insanları haline getiren zillet ve meskenet damgasını yediler. Bu, Allah'ın ihsan ettiği nimetleri değiştiren milletlere, yeryüzünde O'nun lâyık gördüğü bir cezadır. Ve bilinmelidir ki Allah'ın ihsan ettiği nimetler, bîr millet tarafından değiştirilip küfre vesile kılınmadıkça, Allah da o milletin halini değiştirip zillete mahkûm etmez. Nitekim Enfâl sûresinin 52-53 üncü âyetlerinde, bu hususa işaret edilmiş ve Allah'ın âyetlerini inkâr eden kavimlerin, bu günahlarından dolayı yok edildikleri belirtildikten sonra, Allah'ın bir kavme ihsan ettiği nimeti, o kavim bizzat kendisi değiştirme­dikçe, Allah'ın onu değiştirmiyeceği bildirilmiştir ki, bu âyetler, müslüman-ların ibret almaları için misal olarak zikredilen yahudîlerin halleriyle ilgili yukarıdaki âyeti açıklığa kavuşturmaktadır. O halde, müslümanların, ya­hudîlerin düştükleri bu zillet ve meskenet çukurunu iyice sorup öğrenerek ibret almaları ve Allah'ın emir ve nehiylerini muhtevi olan âyetlerini değişti­rerek veya inkâr ederek aynı çukura düşmemeleri gerekir. Zira Allah'ın dînine muhalefet edenler veya âyetlerini değiştirip inkâra gidenler hakkın­daki cezası çok şiddetlidir. [81]

 

212  Allah Ta'âlâ, nimetlerini, yahut ümmetin birliğine hidayet eden âyetle­rini değiştirerek onları küfre vesile kılan milletleri, yahudîlerin akıbetiyle tehdit ettikten sonra, onları bu davranışa sevkeden sebebi açıklamış ve bunun, dünya hayatının onlara cazip gelmesinden ve süslü görünmesin­den ileri geldiğini bildirmiştir. Filhakika, bir evvelki âyette, müslümanlara hitap edilerek yahudîler gibi dinde ihtilâfa düşmemeleri, fırka ve hiziplere ayrılmamaları emrolunmuştu. Eğer bu emir zihinlerde, insanların dînle­rinde nasıl ihtilâfa düşüp fırka ve hiziplere ayrıldıkları hususunda bir so-rüya yol açarsa, yukarıdaki âyet-t Kerimenin cevap teşkil ettiğini söylemek mümkündür ve denilebilir ki: Dünya hayatının cazibesi ve dünya malına karşı duyulan aşırı derecedeki sevgi, insanın bütün benliğini kapladığı takdirde, onu, Allah'ın apaçık âyetlerinden uzaklaştırır ve bu âyetlerin irşad ettiği hakka yönelmekten alıkor. Eğer insan, mevki sahibi kimseler­den ise, onu daha çok şöhretli olmaya, akranlarına hükmetmeye ve imti­yaz sahibi olmaya sevkeder. Bu ise, aynı mevkideki diğer kimselerle aralarındaki ihtilâfı körükler ve her birinin ayrı bir meşreb ve mezhebe yönelmesine sebep olur. Mevki sahibi olmayan kimseler ise, mevki sahibi olanlardan birine bağlanarak onun takiidçileri olurlar ve onun peşinden giderler. Kısacası, ister mevki sahibi olsunlar, ister olmasınlar, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirenler, kendilerini dünya nimetlerinin esiri yapanlar ve bu nimetleri şükre değil, küfre vesile kılanlardır. Nitekim Kehf sûresinin 7 inci âyetinde «insanlardan hangilerinin daha iyi iş işlediklerini ortaya koyalım diye yeryüzündeki şeyleri ona süs yaptık» buyurulmuştur ki, buna göre insanın, yeryüzünün süsü olan bu nimetlerin esiri olup Allah'ın âyet­lerinden yüz çevirmesi değil, aksine bunları, Allah'ın kudretine, ilmine, hikmetine ve kullan üzerindeki rahmetinin genişliğine birer delil sayarak bunlardan faydalanırken Allah'a şükretmesi gerekir.

Kitap ehli ve özellikle yahudîler, şeriat sahibi olmalarına rağmen, mevki hırsına kapılan din adamlarının peşinden giderek Allah'ın kendile­rine verdiği nimetleri inkâr, kitaplarıyle ameli de ihmal etmişlerdir. Müslü­manların, kendilerini dünyanın süsüne kaptırıp yahudîlerin durumuna düşmekten titizlikle sakınmaları icabeder. Her ne kadar Allah'ı inkâr et­medikleri, yahut O'na şirk koşmadıkları için kâfir sıfatını kazanmamış olsalar bile, Allah'ın şükre vesile olması gereken nimetlerini, kitaplarını ve peygamberlerini unutmaya vesile kıldıkları için kâfir ismiyle isimlendirile­ceklerini unutmamalıdırlar. Nitekim âyet-i kerime'de «küfredenlere dünya nimetleri süslü görünmektedir» buyurulurken, ne Allah'ı inkâr edenler ve ne de O'na şirk koşanlar değil, fakat kendilerine peygamber gönderilmiş ve kitap verilmiş olup da bunlara inanarak dîne girmiş; buna rağmen dünya nimetlerinin cazibesine kapılarak kitaplarını ve peygamberlerini unutmuş olan kimseler kasdedilmiş ve bunlardan «küfredenler» diye söz edilmiştir. Allah'ın dinine mensup olduğu halde yine Allah tarafından «kâfir» ismiyle isimlendirilmek ne kötü bir akıbettir.

İşte kendilerini dünya nimetlerinin süsüne kaptırıp da dinlerini unutan ve Allah'ın «kâfir» hitabına müstehak olan bu kimseler, gerçekten mü'min olan ve îmanları, kendilerini dinin gerektirdiği amelleri yapmaya sevkeden kimselerle alay etmekten de çekinmezler. Bu mü'minlerin âhıret hayatını bir ân için de olsa akıllarından çıkarmamaları, dünyada iken âhıret hayatı için hazırlık yapmaları ve dünya malını önemserniyerek ellerindekini hayır olsun diye yoksullara dağıtmaları, diğerlerini şaşkına çevirir; onları, dünya nimetlerinden faydalanmasını bilmeyen kimseler olarak itham ederler; sonra da onları alaya alırlar. Fakat düşünmezler ki, Allah'tan sakınan bu mü'minler, kıyamet günü, Allah katında kendilerinden çok daha üstündür. Meryem sûresinin 63 üncü âyetinde de beyan edildiği gibi, Cennet'in asıl mirasçıları da, işte bu sakınanlardır. O halde, dünyanın süsüne kapılmış ve onun esiri olmuş kimseler, Allah katında kendilerinden kat kat üstün olan bu mü'minlerle nasıl alay ederler? Zannederler mi ki dünyada sahip oldukları o mal ve mülk, yahut şân ve şöhret, kendilerini kıyamet günü Allah'ın kabzasından kurtaracaktır. Eğer böyle zannediyorlarsa, ne büyük gaflet içindedirler.

Eğer kendilerine, dünyada, mal mülk, mevki ve şöhret verilmişse, bu, Allah'ın sevgili kulu oldukları için değil, fakat O'nun, rızkını bunlardan mü'min oisun, münafık veya kâfir olsun, dilediğine, hem de bol bol ve hesapsız olarak vermesi dolayısıyledir. Öyle ki, bunları bazan çalışıp hak etmiyeniere bile verir. Vasiyetle, mirasla, hibeyle, şu veya bu yolla, çalış­madan ve alın teri dökmeden mal mülk sahibi olmuş ne kadar çok insan vardır. Hak etmedikleri halde, yüksek mevkilere gelmiş, şân ve şöhret kazanmış kimseler yok mudur? Bütün bunlar, Allah'ın rızkını kullarından dilediğine hesapsız bir şekilde verdiğini gösterir. Ancak âhıret hayatında verilecek olan ceza ve mükâfatlar böyle değildir. Mükâfat almak isteyen, dünyada iken mutlaka çalışmak zorundadır. Zerre miktarı mükâfat için zerre miktarı hayır şarttır. İsrâ sûresinin 18-20 nci âyetlerinde bu gerçek şöyle beyan edilmiştir: «Dünyayı isteyenlerden dilediğimize dilediğimiz kadarını vermekte acele ederiz. Sonra da ona, yerilmiş ve kovuimuş olarak varacağı Cehennem'i hazırlarız. Ahıreti isteyen ve mü'min olarak orası için çalışanlar ise, işte çalışmaları şükre değer olanlar onlardır. Onlara ve bunlara (dünyada) Rabb'ının nimetlerini uzatırız. Zaten Rabb'ının nimetleri kimseye yasaklanmış değildir».

Allah Ta'âiâ müslümanları İslâm'a sımsıkı sarılmayı emrettikten, yahudîleri misal göstererek kendilerine Allah'ın apaçık âyetleri geldikten sonra bu âyetler üzerinde ihtilâf edip parçalandıklarını, ihtilâf sebeblerinin de dünya nimetlerinin cazibesine kapılmak olduğunu beyan ettikten ve müslümanları onlara benzememek hususunda şiddetli bir tehditle uyar­dıktan sonra, insanlara peygamberler gönderilişinin ve bu peygamberlere ilâhî emirleri ihtiva eden kitaplar indirilişinin sebep ve hikmetini açıklaya­rak şöyle buyurmuştur: [82]

 

213. İnsanlar tek bir ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla birlikte, insanlar arasında ihtilâf ettikleri h ususlarda hükmetmek için hak olan Kitab'ı da in­dirmişti. Oysa kendilerine apaçık delil­ler geldikten sonra, aralarındaki hased yüzünden Kitap üzerinde ihtilâfa düşen­ler, kendilerine Kitap verilenlerden baş­kası değildi. Ne var ki Allah, iman eden­leri, üzerinde ihtilâf ettikleri hakka, kendi izniyle hidayet etmiştir. Zaten Allah, dilediği kimseyi doğru yola hida­yet eder.

 

213 İnsan, yaratılış itibariyle, akıl, kalp, duygu ve düşünce yönünden diğer varlıklardan çok üstün olmasına rağmen, yine de yardıma muhtaçtır ve bu yardımı kendi cinsinden olan diğer insanlarla iş birliği yaparak sağlar. Bu bakımdan onun tek başına yaşaması mümkün değildir. En azından neslini devam ettirebilmesi için, erkek ise kadına, kadın ise erkeğe ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç, sayıca az da olsa «aile» adı verilen bir topluluğun vücut bulmasının başlıca sebebini teşkil eder. Ailelerin teşekkülü ve yeni nesille­rin ortaya çıkışı, yaşayışlarını kendi amelleriyle sürdürmüş olsalar bile, altından kalkamıyacakiarı güçlükler karşısında biribirlerine daha çok yar­dım etmek mecburiyetini doğurur. Bu ise, insanların daha çok yakınlaşma­larını ve daha çok kaynaşmalarını sağlar. Öyle ki, bu birleşme ve kay­naşma ile insanlar, tek bir varlık, tek bir millet veya tek bir ümmet haline gelmiş olurlar.

İşte bu kısa açıklamayla şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, Allah Ta'âiâ insanı sosyal bir varlık olarak yaratmış ve herbirini, dünya ile ilgili olan işlerinde bir diğerine muhtaç kılmıştır. Bu, bir bakıma bütün insanların tek bir varlık olması gibidir ki, insan vücûdunun el, ayak, göz, kulak gibi birbirinden farklı organlarının müşterek çalışmasına ve biribirine yardım etmesine benzer. İşte Allah Ta'âiâ, yukarıdaki âyet-i kerimede insanların tek bir ümmet olduğunu beyan ederken, onlar arasındaki bu birliğe işaret etmiştir ve kanaatımizca bu manânın, tefsir kitaplarında yer alan ve «in­sanların ilk devirlerde tamamiyle hak yolda, yahut bunun aksine, dalâlet içinde bulunan tek bir ümmet olduğu» yolunda değişik şekillerde gelen| manâyla herhangi bir ilgisi bulunmaması gerekir. Zira Adem (a.s.) in iik 1 insan olarak yeryüzüne gönderilmesinden sonra, insanlar, zaman zaman 1 hak yoldan ayrılmış, zaman zaman da bu yola girmişlerdir. Ancak târihin 'belirli bir dönüm noktasını tesbit ederek, insanların o noktaya kadar hak yolda bulunduklarını, sonra bu yoldan saptıklarını ileri sürmek mümkün değildir.

İnsanlar, birbirlerine muhtaç ve biribirlerinin yardımına koşan tek bir varlık ve tek bir ümmet gibi yaratılmış olmalarına rağmen, her birinin sahip olduğu aklın, duygu ve düşüncenin birbirinden çok farklı derecelerde bulunması dolayısıyle, aralarında birtakım görüş ayrılıklarının çıkmasının da kaçınılmaz olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü farklı akılların ve farklı duygu ve düşüncelerin, onları tek bir yöne ve tek bir gayeye yöneltmesi mümkün değildir. Yaratılışın tabii bir neticesi olan bu farklılık, insanların bir nizam altına alınmamaları ve başıboş bırakılmaları halinde vahdeti bozan ve onları biribirine düşüren bir unsur olur.

Şu var ki, Allah Ta'âlâ, kulları üzerindeki rahmetinin genişliği dolayt-sıyle, onların biribirine düşman insanlar olarak yaşamalarına rıza göster­memiş, tek bir nizam altında ve birlik içinde hayatlarını sürdürmeleri için, dünya yüzüne çıktıkları ilk devirden itibaren, birbiri arkasına peygemberler göndermiştir. Kavimlerine doğru olan yolu göstermek, biribirlerinin hak­kına saygılı olmayı öğretmek, böyle oldukları takdirde, dünya ve âhıret saâdetiyle müjdelemek, doğru yoldan sapdıklan takdirde dünya zilleti ve âhıret azâbıyle onları korkutmak, bu peygamberlerin ilk görevleri olmuş­tur. Kavimlerin, kendilerine gönderilen peygamberlerin telkîn ve irşadla-rıyle gerçekleri görerek nasihat kabul eder, hakka yönelir ve bir takım kötülüklerden el çeker bir istidat kazanmasından sonra da, Allah Ta'âlâ kitaplar indirmiş ve bu kitaplar vasıtasıyle tecavüz etmemeleri gereken hududu ve uymaları gereken ahkâmı vazetmiştir. Şu hususu da açıkça bildirmiştir ki, eğer aralarında herhangi bir meselede ihtilâf çıkarsa, kendi­lerine indirilen kitaba başvurmaları ve kitabın hükmüne boyun eğip hakla­rına razı olmaları şarttır. Zira bu kitap, ihtilâf olunan konularda başvurul­ması gereken yegâne kitaptır, haktır ve hâkimdir. Ancak, kitabın herhangi bir nassıyle hükmederken, diğer nassları dikkata almadan, sadece aklın çektiği ve nefsin arzuladığı hevâ ve heveslere göre onu tevil etmemek, kitabın tümünün ortaya koyduğu ruha aykırı düşecek bir şekilde manâlan-dırmamak gerekir. Eğer herkesin, kitaptan bir nassı, veya bir âyeti kendi aklının çektiği yönde ve nefsinin arzuladığı istikamette manâlandırılma-sina izin verlimiş olsaydı, Allah'ın indirdiği kitap, kendisine yapılan başvu­rularda hâkimlik görevini yapamaz, fakat insanların hevâ ve heveslerine mahkûm, indiriliş gayesini yitirmiş, faydasız bir kitap haline geımış oıurau. Dahası, insanlar arasında yaygınlaşan ve çözüm bekleyen ihtilâflara, bir yenisi ve daha şiddetlisi, kitap nassı üzerinde farklı tevillerin sebep olduğu din kavgaları eklenirdi. Halbuki Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerlme'de de açıkladığı gibi, peygamberlere indirdiği kitabı, insanların beraberce yaşamalarının neticesi olarak ortaya çıkan ihtilâflarda kendisine başvuru­larak bu ihtilâfların giderilmesi için indirmiştir. Kitap haktır ve Câsiye sûresinin 29 uncu âyetinde de işaret edildiği gibi, «insanlara yalnız hak olanı söyler». Dahası «en doğru yola hidayet eder; iyi amel sahibi mü'min-lere büyük ecir olduğunu müjdeler; âhırete inanmıyanlara da, son derece acı azâb hazırlandığını haber verir» (Isrâ sûresi, 9-10). Bütün bunlara rağ­men, kendilerine kitap verilenler ne yapmışlardır? Kitap, onun Allah katın­dan geldiğini ve herhangi bir hatâ ve kusurdan salim bulunduğunu göste­ren apaçık delillere sahip olduğu halde, kendilerine kitap gönderilenler ona sırt çevirmişlerdir. Yaratılış icabı aralarında çıkması mukadder olan ihtilâfları bu kitapla halletmek yerine, kitabı ihtiraslarına âlet ederek ve âyetlerine menfeatiarına denk düşecek manâlar vererek, yahut onları tahrif ederek ihtilâflarını daha çok artırmışlardır. Bu hali, kendilerine kitap verilen geçmiş kavimlerden yahudllerde ve hıristiyanlarda görmek müm­kündür. Müslümanlar ise, gerçek bir imanla kitaba bağlı kaldıkları Hazret-i Peygamber ve ilk halifeleri devrinde, ihtilâflardan uzak tam bir birlik için­deyken, sonraları, bazı liderlerde görülen siyasi ihtirasların ve dünyevi menfeatların ağır basması üzerine bu birlik bozulmuş, ihtilâflar neticesi ortaya çıkan hizipler, Kur'an'ı da âlet ederek âyetlerine verdikleri keyfi manâlarla ve ihtiraslarını artıracak tevillerle fırka ve mezheblerin belirme­sine yol açmışlardır. Bu ihtilâfların ve bölünmelerin sebep olduğu kin ve düşmanlığı bugünün müslümaniarı arasında bile görmek mümkündür. Bütün bunların sebebini, yukarıdaki âyet-i kerlme'de de işaret edildiği gibi, imanın sadece bir söz olarak dillerde kalmış, fakat özünün kalplere nüfuz edip yerleşmemiş olmasında aramak lâzımdır. Eğer iman kalplerde yer­leşmiş olsaydı, kitap, insanın toplum içinde ve diğer insanlarla birlikte yaşamak zorunda oluşunun yol açacağı ihtilâfların hallinde hâkim vasfını yitirmez, kendisine dâima başvurulan bir rehber olarak fonksiyonunu icra ederdi. O halde, hiç tereddüt edilmemelidir ki, insanların hakka yönelme­lerinde yollarına ışık tutan ve onların hakka ulaşmalarını sağlayan yegâne unsur imandır. İşte Allah Ta'âlâ, âyet-i kerimede bu hususa işaret ederek, insanların üzerinde ihtilâf ettikleri hakka, Allah'ın izni ve yardımıyle ulaşan­ların mü'minler olduğunu bildirmiş ve «Allah, iman edenleri, üzerinde ihtilâf ettikleri hakka kendi izniyle hidayet etti» buyurmuştur. Zira îmanın 402                        öyle nurlu bir ışığı vardır ki, şüphe ve tereddütlerin zindan karanlığına çevirdiği yeryüzünde kendisini bâtılın kirletemediği hakka götürecek olan yolu aydınlatır ve insan, yanlarında yol boyu uzanan karanlık uçurumlara düşmemek için bu aydınlık yolu terketmez. Bütün bunlar, Allah'ın, kulla­rından dilediğini doğru yola hidayet etmesinden ve kulun da bu hidayete sağlam Imanıyle hak kazanmasındandır.

Allah Ta'âİâ, yukarıdaki âyet-i kerimede, insanların birarada yaşama-lanntn tabiî bir neticesi olarak zuhur eden ihtilâfların hallinde kendilerine doğru yolu gösteren peygamberler gönderilip kitaplar indirildiğini beyan ettikten sonra, ihtilâftan kaçıp hakka yönelmenin güçlüğüne işaret ederek, mü'minlerin, dünya ihtiraslarını ihtilâflarla besleyen inançsızların çeşitli kötülüklerine maruz kalacaklarını haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: [83]

 

214. Yoksa siz (ey müslümanlar), sizden evvel gelip geçen, hattâ peygamberleri, beraberindeki müzminlerle birlikte «Al­lah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar sıkıntılara ve acılara maruz kalıp sarsılan (millet) ların hali, sizin de başı­nıza gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır.

 

214 Ayet-i kerîme'deki hitap, bir evvelki âyette işaret edilen ve insanların, izerinde ihtilâf ettikleri hakka Allah'ın izni ve yardımıyle yönelen gerçek nü'minleredir ki, bunların, Hazret-i Peygamber ve ilk halifeleri devrinde 'eygamberlerinin izinden giden ve aralarında Kur'ân'ı hakem ve hâkim jdinerek ihtilâflarını halleden ilk müslümanlar olduklarına şüphe yoktur, üra bu âyetin nazil olduğu sıralarda Hazret-i Peygamber'e ve O'na indiri-en Kur'ân âyetlerine inandıkları için mü'min vasfını kazanan ve bu vastfla-lyle Allah'ın hitabına mazhar olan ilk müslümanlardan başkasını düşün­mek elbette mümkün değildir. O halde, âyet-i kerimenin gayesi, birinci îilânda, ihtilâflardan kaçarak hakka yönelen ve hak düşmanlarına karşı lakkın müdâfasını üstlenen ilk müslümanlara, karşılaşmaları mukadder Dlan çeşitli musibetlere sabır göstermelerini tavsiye etmek; ikinci pilânda 1a, gelecek müslümanlara, müslümanlığın kuru bir lâftan ibaret olmadığı-ii, ilk müslümanlar gibi hakkın müdâfasını üstlenip birtakım musibetlere göğüs germedikçe «müslümanım» demenin Cennet'e girmek için yeterli bir sebep olmadığım gösteren bir ibret tablosu sermektir.

Filhakika ilk müslümanların, İslâm'a girdikten sonra kâfirlerden gör­dükleri işkenceler, çektikleri ezâ ve cefâlar sayılamıyacak kadar çoktur. Mekke devri, güneş altında kızmış kumlara yatırılan, üzerlerine ağır taşlar konarak aç ve susuz bırakılan ve İslâm'dan dönmeleri için çeşitli işkence­lere tâbi tutulan müslümanların menkabeleriyle doludur. Bunlardan birisi olan Habbâb İbnu'l-Eret, Buhâri tarafından nakledilen bir hadisten öğren­diğimize göre, maruz kaldığı işkenceler dolayısıyle Hazret-i Peygamber'e şikâyette bulunarak «bizim için yardım istemiyecek misin?» demiş, Hazret-i Peygamber de ona şu cevabı vermiştir: «Sizden önceki milletler­de, bir adam alınır, yerde kazılan bir çukura gömülür, başının üzerine de bir testere konurdu. Sonra testereyle ikiye bölünüp, demir tarakla etleri kemiklerine kadar taranırdı da, bunlar, onu dininden yine döndüremezdi. Yemin ederim ki, Allah bu dini tamamlayacaktır ve yolcu, San'â'dan Hadramevt'e Allah'tan ve bir de koyunları adına kurttan başka hiç kimse­den korkmadan gidebilecektir; fakat siz acele ediyorsunuz»[84]

Mekke'de müslümanlara yapılan bu işkenceler ve hak din olan İs­lâm'ın tebliğini güçleştiren engellemeler aolayısıyle Medine'ye hicret edilmiş, fakat orada da müşrik saldırılarının arkası kesilmemiştir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları, müslümanları devamlı tedirgin eden birer musibet olarak ortaya çıkmış ve bir çok müslümanın ölümüne sebep olmuştur. Yahudiler ve münafıklar İse, ayrı birer sıkıntı kaynağı oluyorlardı. 3ununla beraber müslümanlar, yine de İslâm'dan yüz çevirmemişler, onu hâkim kılıp yeryüzünü barış ve güvenle dolduruncaya kadar onun uğrunda t canlarını feda etmişlerdir. Bu, şüphesiz kalplerini dolduran gerçek imanın 4 eseriydi ve bu İman olmaksızın çeyrek asır gibi kısa bir zaman içinde ' İslâm'ın yeryüzünden şimali Afrikayı da içine alan geniş bir alana barış götürmesi elbette mümkün olmazdı.

İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimede, İslâm'ın yayılması ve düşmanları karşısında onun müdâfa edilmesi esnasında karşılaşılması A   mukadder olan çeşitli musibetlere işaret etmiş ve bu gibi musibetlerin, geçmiş milletlerden mü'min olanların da başına geldiğini, onların da büyük sıkıntılara ve acılara maruz kalıp sarsıldıklarını, hattâ başlarındaki pey-gamberleriyle birlikte Allah'tan yardım dilediklerini bildirmiş, sonra da müslümanlara, bu musibetlerin onların da başlarına gelmedikçe, Cen­net'e girmek hususunda ümide kapılmamalarını ihtar etmiştir. Zira bu gibi musibetler, ihtilâfların ortadan kaldırılması ve hakkın, yalnız hakkın hâkim Ikılınması ıçm Katlanılması gereken musibetlerdir. Bunlara katlanacak planlar da yalnız mü'min olanlardır. O halde insan, ya mü'min olarak hakkın müdâfasında Ölüm de dâhil her çeşit sıkıntıya, acıya katlanacak ve ancak o zaman Cennet'e girmeye hak kazanacaktır; yahutta kendisini bu musibetlerden korumak için hakkın müdâfasından vazgeçecektir; ancak bu takdirde hakka olan îmanını yitirmiş olacağından Cennet'le ilgili ümitle-|rini de terkedecektir. İşte bu iki şık dışında insanın tercih edebileceği bir başka şık mevcut değildir. Müslüman olanlar ve müsiüman olduklarını söyleyenlerki bunlar, Cennet'e girmeye ümid edenlerdir- eğer gerçekten Cennet'e girmeyi dilerlerse, kendilerine, hak uğrunda canlarını feda eden ilk müslümanları örnek edinip Allah'ın hak olarak indirdiği Kitap üzerinde ihtilâf etmekten ve âyetlerini kendi hevâ ve heveslerine uydurup ihtirasla­rına âlet yapmaktan şiddetle kaçınmalıdırlar. Bu arada, karşılaşabilecek­leri bir takım sıkıntılara ve acılara da katlanmasını bilmelidirler. Çünkü gerçek îman bunu gerektirir. Bilinmesi gereken bir husus da, karşılaşılan bu sıkıntıların ve acıların uzun sürmeyeceği ve hak yolda olanlara Allah'ın mutlaka yardım elini uzatacağıdır. Nitekim âyet-i kerîmenin sonunda bu müjde verilmiş ve «Allah'ın yardımı yakındır» buyurulmuştur.

Yukarıda, âyet-i kerîme'nin iki gayesi bulunduğuna işaret etmiş ve bunlardan birisinin, müslümanlığın kuru bir laftan ibaret olmadığını, Cen­net'e girmek için bir takım musibetlere göğüs germeden, sadece «müslü-manım» demenin yetmiyeceğini gösteren bir ibret tablosu sermek oldu­ğunu belirtmiştik. Kur'ân-ı Kerîm'in diğer sûrelerinde de bu manâyı teyîd eden muhtelif âyetler vardır ve bunları da burada zikretmek, konuya açıklık getirmesi bakımından faydalıdır:

«Yoksa siz, Allah'ın içinizden savaşanlarla savaşmıyanları, sabre­denlerle sabretmiyenleri belli etmeden, Cennet'e gireceğinizi mi sanırsı­nız?» (Al-i İmrân sûresi, 142).

Yoksa siz, Allah'ın içinizden savaşanları, Allah'tan, Peygamberin­den ve mü'minlerden başkasını dost edinmeyenleri belli etmeden başıboş bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?» (Tövbe sûresi. 16),

«İnsanlar, yalnız inandık demekle, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Halbuki biz, Allah'ın doğru ve yalan söyleyenleri belli etmesi için, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Yoksa kötülük yapanlar, bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sanıyorlar?» (Ankebût sûresi, 2-4).

Bütün bu âyet-i kerîme'ler, müslümanların ve özellikle müsiüman olduklarını söyleyip de İslâmî prensipler karşısında dudak büküp yan çizenlerin düşünüp ibret almaları gereken ilâhî ihtarlardır. Allah Ta'âlâ bu

ihtarlar arasında yer alan yukarıdaki âyet-i kerîme'yle, içlerinde Cennet ümidi besleyen müslümanları uyardıktan ve bu ümidin gerçekleşmesi için Allah'ın Kitab'ı üzerindeki çekişmeleri bir tarafa bırakıp ihtilâfları ortadan kaldırmaları ve hak yol üzerinde birleşmeleri, bunun için de bir takım sıkıntılara katlanmaları gerektiğini bildirdikten sonra, Hazret-i Peygam-ber'e yöneltilen bazı soruları cevaplandırarak müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği kuvvetlendirecek amelî ahkâmla ilgili beyanlarda bu­lunmuştur. Bunlardan birisi, insanlar arasındaki ihtilâfı körükleyen ve düşmanlığa sebep olan mal veya servet hakkındadır ve bu konuda Allah Ta'âlâ şöye buyurmuştur: [85]

 

215. (Sadaka olarak) ne vereceklerini sana soruyorlar. (Onlara) de ki: Maldan ve­receğiniz şey, anaya - babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışla­radır. İyilik olarak yaptığınız şeyleri Allah, şüphesiz en iyi bilendir.

«Küfredenlere dünya hayati câzib görünmekte ve bu sebeple îman edenlerle alay etmektedirler» mealindeki 212 nci âyetin tefsirinde, insan­lar arasında meydana gelen ihtilâfların ve ihtilâflardan sonra başlayan bölünmelerin, dünya hayatının cazibesi ve dünya malına karşı duyulan aşırı derecedeki sevgi sebebiyle olduğunu belirtmiş ve bu dünyevî ihtira­sın, insanları, Allah'ın dîninden uzaklaştırdığını açıklamıştık. Keza bunu takip eden âyetlerde de, kendilerine kitap verilenlerin, aynı ihtiras sebe­biyle kitapları üzerinde nasıl ihtilâf a düştükleri ve kitaplarını bu ihtiraslarına nasıl âlet ettikleri anlatılmış, müslümanlara yöneltilen bir ihtarın da, onların ihtilâflardan sakınmak ve kitap üzerinde tam bir ittifakla birleşmek, bunun için de geçmiş milletlerin mü'minleri gibi bir takım acılara ve sıkıntılara katlanmak gayesine matuf olduğu belirtilmişti.

İhtilâflardan sakınarak kitap üzerinde birleşmenin ve bu birliği koru­manın müslümanlara getireceği acıların ve sıkıntıların, başta ölüm olmak üzere dünya süsü olarak nitelendirilen mal ve servet kaybı gibi çeşitli musibetler olduğu aşikârdır. Ancak, bir evvelki âyette de işaret edildiği gibi, mü'min ve müslüman olan kimseler, hem Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak, hem de kendilerine mükâfat olarak vadedilen Cennet nimetle­rine kavuşmak için hak yolda canlarını ve mallarını feda etmekten çekin­mezler. Bu bakımdan Allah yolunda hem canların hem de mal ve servetle­rin feda edilmesi iman alâmetlerindendir. Şu var ki bazan can feda etmeye gerek kalmaksızın, sadece mal feda etmek de, müslümaniann birlik ve beraberlik içinde yaşamalarını sağlayan, nefislere yerleşmiş mal hırsını kırarak Allah'ın dînine daha çok sarılmalarına sebep olan ve kendilerine Cennet kapılarını açan bir unsur olur.

İşte, yukarıdaki âyet-i kerîmelerin, insan zihninde meydana getirdiği bir çağrışımın neticesi olarak hem Allah'ın rızasını kazanmak, hem mal hırsını yenerek onun sebep olduğu ihtilâfları önlemek, hem de Cennet nimetlerine kavuşmak için, sahip olunan malın nasıl ve nerelere verileceği hakkında bir takım soruların belirmiş olması tabiidir. Buna ilâveten 194-195 inci âyetlerde, haram ay içinde de olsa saldırıda bulunan düş­mana karşı onun saldırdığı gibi saldırıda bulunulması emredildikten sonra, «Allah yolunda (malınızı) sarfedin» denilmiştir. Zira mal sarfetmeksizin ordu beslemek ve orduyu teçhiz etmek mümkün değildir. Şu var ki âyet-i kerîme'de «Allah yolunda (malınızı) sarfedin» emrinin yer alması da, müs-lümanların Hazret-i Peygamber'e, «ne vereceğiz?» şeklinde bir soru yö­neltmelerine yol açmış olabilir.

Tefsir kitaplarında sıhhati kesinlikle tesbit olunamıyan bazı haberler­den anlaşıldığına göre, Amr İbnu'l-Cemûh adında zengin bir sahablnin malını nasıl ve kimlere sadaka olarak dağıtacağını sorması üzerine âyet-i kerîme nazil olmuş ve şöyle buyurulmuştur: [86]

 

215. (Sadaka olarak) ne vereceklerini sana soruyorlar. (Onlara) de ki: Maldan ve­receğiniz şey, anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışla­radır. İyilik olarak yaptığınız şeyleri, Allah, şüphesiz en iyi bilendir.

 

215. Yukarıda da işaret edildiği gibi, önceki âyetlerin.müslümanları, malla­rını Allah yolunda sarfetmeye teşvik eden uslûbü, 194 üncü âyette ise, bu hususta gelen açık emir, mal vermek isteyenlerin, bu işin yollarını sorup araştırmalarına sebep olmuş, sorulacak başlıca kimsenin de Hazret-i Peygamber olması dolayısıyle O'na başvurarak mallarından ne verecek­lerini sormuşlardır. Bu sebeple, âyet-i kerîme'de mal vermekle ilgili olan hüküm, Hazret-i Peygamber'e yöneltilen bir sorunun cevabı olarak gel­miştir.

Şu var ki, müfessirlerin çoğuna göre verilen cevap, vâki olan soruya uygun düşmemektedir. Çünkü soruda mâzâ yunfikûn denilmek suretiyle ne vereceklerini öğrenmek istedikleri belirtildiği halde, bu soruyu takip eden cevapta verilecek olan malın cinsi değil, fakat onun, öncelikle kim­lere verileceği açıklanmıştır. Soru ile cevap arasındaki bu ayrılık, tefsir­lerde çeşitli yönlerden izah edilmiştir. Bazılarına göre, cevapta yer alan ve «maldan vereceğiniz şey» mealinde gelen mâ enfaktum min hayrın ibare­si, vâki olan sorunun karşılığıdır. Allah Ta'âlâ bu ibareyle hangi çeşit mal olursa olsun, bundan sadaka olarak verilmesine bu ibareyle işaret etmiş, fakat önemi dolayısıyle verilecek olan malın kimlere verileceğini açıkla­mayı da ihmal etmemiştir.

Diğer bazılarına göre soru, «ne vereceğiz ve kimlere vereceğiz?» şeklinde vâki olmuş, ancak âyette «kimlere vereceğiz?» şıkkı hazfedilerek kısaltılmış- sonra da «ne vereceğiz?» sorusuna «maldan vereceğiniz şey» sözüyle cevap verilmiş, hazfedilen soru ise, önemi dolayısıyle, verilecek kimseler sayılarak geniş bir şekilde cevaplandırılmıştır.

Maamafih soruyla cevap arasında herhangi bir ayrılık bulunmadığı, bunun Kur'ân'a hâs bir uslûb olduğu görüşüne sahip müfessirler de vardır ve bu görüş, kanaatımızca daha doğrudur. Nitekim Bakara kıssasıyle ilgili âyetlerde Mûsâ {a.s.), kavmine «Allah size mutlaka bir sığır kesmenizi emrediyor» dediği zaman, yahudller, bu emri geçiştirmek maksadıyle Mûsâ (a.s.) ya çeşitli sorular yönelttikten sonra «bizim için Rabb'ına duâ et de onun ne olduğunu bize açıklasın» demişlerdir. (Ayet 70). Aslında onun ne olduğu bellidir ve kesilmesi istenen bir inektir. Bununla beraber yahudl-ler,«onun neolduğunun»açıklanmasını isterken kasdettikleri manâ, kesil­mesi istenen ineğin sıfatlarıdır ve bu sıfatların açıklanmasını istemişlerdir. Nitekim âyet-i kerîme'de «onun ne olduğunu bize açıklasın» denildikten sonra, yine yahudllerin «zira İnekler birbirine benziyor» dedikleri de nakle­dilmiştir ki, bundan da, ineklerin biribirinden ayırt edilmelerine yarayan sıfatlarının açıklanmasını istedikleri anlaşılır.

Yukarıdaki âyet-i kerîme de bu uslûb ile gelmiştir. Ashabtan bazısı Hazret-i Peygamber'e mallarından sadaka vermenin keyfiyetini, yani nasıl vereceklerini sormuşlardır. Kasdettikleri manâ, ne verecekleri değildir; zira kendileri de bilmektedirler ki, kim ne çeşit mala sahipse ondan verecektir. Hurması olan hurmasından, buğdayı veya arpası olan buğda­yından veya arpasından, parası olan da parasından... Öğrenmek istedik­leri husus, bunları nasıl verecekleridir. Ayet-i kerîme'de de bu soruya cevap olarak, önce anaya babaya, sonra Sirasıyle akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verilmesi emredilmiştir. Bu bakımdan, vâki olan soruyla cevabı arasında herhangi bir aykırılık mevcut değildir.

Ayet-i kerîme'de, verilen matı almaya hak sahibi olanların başında, muhtaç durumdaki ana ve babalar (vâlideyn) zikredilmiş, bunu, akraba ve diğerleri takip etmiştir. Bu, zikredilen sıranın, en yakın akrabanın en öne alınması esasına göre tesbit edildiğini gösterir. Buna göre, malı olan bir kimse, sadaka almaya hakkı olan en yakın akrabasından başlar; eğer akrabaya verdikten sonra verebileceği başka malı varsa, yahut akraba arasında muhtaç kimse mevcut değilse, bu takdirde toplum içinde muhtaç durumda olan yetimleri, düşkünleri ve yolda kalmışları da düşünmesi gerekir. Kısacası, toplumun muhtaç durumda olan her terdi, malı mülkü ve parası olan diğer ferdlerin bakım ve gözetimi altında bulunmalıdır. Ve müslümanlar arasındaki birliğin sağlanması da buna bağlıdır. Bu birlik için malını feda eden ve hayır işleyen müslümanların yaptıklar! her şey, şüp­hesiz, Allah'ın meçhulü kalmıyacak ve işlenen her hayırtn karşılığı mükâfat olarak fazlasıyle ödenecektir.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, âyet-i kerîme'de sadaka olarak verilmesi İstenen mal, zekât dışında hayır olarak verilecek maldır. Çünkü zekâtta zenginlik derecesi nisabla tesbit olunduğu gibi, verilmesi gereken miktar da bellidir ve zekâtı alacak olanlar arasında ana baba yoktur. Nitekim 177 nci âyette de açıklandığı gibi, hem akrabaya, yetimle­re, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve esirlerin kurtuluşuna mal vermek, hem de ayrıca zekât ödemek binin, şartlarından sayılmıştır ki, yukarıdaki âyet-i kerîme'de sözü edilen mal şartı, birrin şartlarından biri olan sadakadır.

Allah Ta'âlâ, müslümanlar arasında birliğin sağlanması ve belli başlı ihtilâf sebeplerinden biri olan mal hırsının kırılarak dînin emir ve yasakla­rına daha çok uyulması için yakın akrabadan başlanarak toplumun bütün muhtaç ferdlerine Allah yolunda maddî yardım yapılmasını emrettikten sonra, malla yakın ilgisi dolayısıyle, yine Allah yolunda can feda etmeyi gerektiren savaş emrini vermiş ve aynı gayenin gerçekleşmesi için müs-lümanlara savaşı farz kılarak şöyle buyurmuştur: [87]

 

216.  (Ey mü'minler!) Sizin için hoş olmasa bile savaş size farz kılındı; fakat olabilir ki, bir şey sizin hakkınızda hayırlıdır da onu kötü görürsünüz; bir şey de hakkı­nızda şerr olduğu halde ondan hoşlanır­sınız- (Bunu) siz bilemezsiniz de Allah bilir.

217.  (Ey Muhammedi) Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar, (onlara) de ki: Bu ay içinde savaş yapmak büyük suçtur; fakat Allah'ın yolundan alıkoy­mak  ve  O'nu  inkâr etmek,  Mescid-i Haram'ı (ziyaretten) menetmek ve hal­kım oradan çıkarmak,  Allah katında savaştan daha büyük suçtur;  ve fitne öldürmekten daha kötüdür. Müşrikler sizinle halâ savaşıyorlar; hattâ güçleri yetse, sizi dîninizden döndürecekler; fakat içinizden her kim dîninden döner ve kâfir olarak ölürse, işte dünya ve âhı-rette amelleri hoşa gitmiş olanlar bun­lardır; Cehennem ashabı olanlar da bunlardır ve bunlar orada daimîdirler.

218. Oysa îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ise, işte Allah'ın rahmetini umanlar da bunlar­dır. Allah çok bağışlayan, çok esirge­yendir.

 

Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle düşmana karşı savaş yapmayı müslümanlara farz kılmıştır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, toplumun birliğini sağlamak, dünyevi ihtirasların sebep olduğu ihtilâflar­dan, düşmanlıklardan ve bölünüp parçalanmaktan onu korumak ve dinin toplum üzerindeki hidayet edici tesirinin yok olmasını önlemek için nasıl Allah yolunda mal sarfı gerekiyorsa, aynı gaye uğrunda can feda etmek de vaz geçilmez bir görev olur.

Hazret-i Peygamber Mekke'de iken ve Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sıralarda düşmanlara karşı savaş etmesine henüz izin verilmemişti. Mekke'de nazil olan Hicr sûresinin 94 üncü âyetinde de görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber'den, emrolunduğu şeyi açıklaması, fakat müşrikler­den de yüz çevirmesi istenmişti. Keza Mekkl olan Nah! sûresinin 125 inci âyetinde de «insanları, Rabb'ının yoluna hikmetle, güzel öğütle davet etmesi, onlarla en güzel bir şekilde mücadeleye girmesi» emrolunmuştu. Müşriklerin hâkim oldukları ve müslümanlara her çeşit zulmü reva gördük­leri Mekke devrinde, onlarla savaşa kalkışmak, nefis müdâfası için de olsa onlara karşı durabilmek elbette mümkün değildi. Zira Allah yolunda ölmek, insana ne derece büyük mertebe kazandımsa kazandırsın, İslâm'ın kuv­vetlenmesi ve yayılması yönünden sağlayacağı herhangi bir fayda mevcut değildi. Bu sebeple Mekke devrinde asıl gaye, müslümanların Allah yo­lunda can verip sayıca azalmaları değil, fakat aksine, çoğalıp kuvvetlen­meleri ve dînlerini yayıp gerektiğinde onu koruyabilecek güce erişmeleriy­di. Nitekim bu güç, müslümanların Mekke'den Medine'ye hicret etmeleri ve orada kendilerine kucak açan bir guruba katılmalarıyle önemli ölçüde kazanılmıştı. İşte bundan sonradır ki Allah Ta'âlâ, onlara nefis müdâfası için saldıranlarla savaşmaya izin vermiş ve Hacc süresinin 39 uncu â^e tinde de görüldüğü gibi, «kendilerine savaş açılan mü'minlere, uğradıklar) zulümden dolayı savaş etmelerine izin verildi» buyurmuştur. Her ne kadar bu âyet-i kerime'nin Mekke'de nazil olduğu ileri sürülmüşse de, Medeni olduğunu söyleyenler de vardır ve müslümanların müdâfa maksadıyle de olsa Mekke'de müşriklerle savaşabilecek güçte olmadıkları gözönünde bulundurulursa, Medeni olması akla daha yakındır. Müslümanlar güçlerini artırdıkları nisbette düşmanların taarruzlarına daha geniş çapta mukabele etmelerine izin verilmiş ve Bakara sûresinin 190 inci âyetinde de gördü­ğümüz gibi, «size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat tecavüz etmeyin» denilmiş; Tövbe sûresinin 5 inci âyetinde «haram aylar dışında müşriklerin bulundukları yerde öldürülmeleri» emredilmiş, yukarı­daki âyet-i kerlme'yle de, düşmanla savaş, umumi olarak bütün müslü­manlara farz kılınmıştır. Haram aylardaki savaş ise, bu ayların hürmeti dolayısıyle yine büyük günâh olarak nitelendirilmiş; bununla beraber, in­sanları Allah yolundan ve Mescid-i Harâm'a gitmekten menetmenin ve halkı oradan çıkarmanın savaştan daha kötü oiduğuna işaret edilerek, 194 üncü âyette de belirtildiği gibi, haram ayda daolsa, fitnenin yok edilmesi ve saldıran düşmanın zararsız hale getirilmesi için savaşa izin verilmiştir. Müslümanların düşman tehlikesinden emin olmaları ve İslâm'ın yayılıp Allah adının yüceltilmesi için bunda zaruret bulunduğuna şüphe yoktur. İşte, Allah Ta'âlâ, savaşla ilgili âyetlerinde bu hususu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: [88]

 

216. (Ey mü'minler!) Sizin için hoş olmasa bile, savaş size farz kılındı; fakat olabilir ki, bir şey sizin hakkınızda hayırlıdır da onu kötü görürsünüz; bir şey de hakkı­nızda şerr olduğu halde, ondan hoşlanırsınız.   (Bunu)  siz  bilemezsiniz  de Allah bilir.

 

216 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu âyet, müslümanlara düşmanla savaşı farz kılan ilk âyettir ve ittifakla belirtildiğine göre, hicri ikinci senede nazil olmuştur.

Ayet-i kerlme'yle savaş, bütün müslümanlara farz kılınmış olmakla beraber, icmâ, bu farzın, farz-ı ayn değil, farz-ı kifâye olduğunu beyan etmiştir; yani düşmana karşı müslümanların can, mal ve ırzlarını koruyacak yeterli bir asker gücü bulunduğu takdirde, diğer müslümanlara savaşa katılmak farz olmaktan çıkar. Bununla beraber, eğer düşman, müslüman-ların ülkesine girmiş ve orayt işgal etmişse, düşmanı bu ülkeden çikarmak için savaşa katılmak, genç ihtiyar, kadsn erkek bütün müslümaniann göre­vidir; hepsine farz-t ayndır.

Allah Ta'âiâ, düşmanla savaşı müslümanlara farz kılmış olmakla beraber, savaşın insan nefsine hoş geimiyeceğini belirtmeyi de ihmal etmemiştir. Fiihakika savaş, hem öldürmeye, hem ölmeye, hem de mal kaybına sebep olan, insanların üzerine akla hayale sığmayacak felâketler getiren bir hâdisedir. Savaş çıkmadan bile savaş çıkacağı korkusunun, insan ruhunda meydana getirdiği çöküntü son derece büyüktür. Bütün bunlara rağmen, şunu da unutmamak gerekir ki, insanlar bütün ömürlerini dâima bu korkunun verdiği ıztırab içinde geçiremezler. Bu korkuya sebep olan düşman tehdidini ortadan kaldırmak ve ondan kurtulmak gerekir. Bu da ancak savaşla mümkün olur. İlâç içmekten hoşlanmayan, yahut ameli­yat masasına yatmaktan kaçan insan, bunun basit bir örneğidir. İlâç ne kadar acı, yahut ameliyat ne kadar korkutucu olursa olsun, sağlığa ka­vuşmak için bunlara katlanmak icabeder. Çünkü insanın hoşuna gitmeyen bazı şeyler vardır ki bunlar onun için hayırlıdır. İstemiyerek yapmasına rağmen kendisi için hayırlı neticeler doğurur, ve bu neticelerden kendisi de hoşnud olur. İşte savaş bunlardan biridir. Temenni edilmese bile, savaşa girildiği ve Allah yolunda dövüşüidüğü zaman, kazanılacak olan zaferin, savaş öncesi duyulan bütün korkuları unutturacak ve bu korkuya bir daha düşülmesini önleyecek derecede büyük önemi vardır. Bazı şeyler de vardır ki, insan, onlardan ne derece hoşlanırsa hoşlansın, bunlar aslında kendisi için şerrdir; hoşlanarak yaptığı şeyin neticesinden kendisi de zarar görür. İşte, bütün bu açıklamalar, bize şu gerçeği göstermiştir ki, insan nefsi, çok defa, neticesi insan için hayırlı olan yolu değil, aksine şerrolan ve zararlı bulunan yolu seçmekte, akıl ise, onu doğru yola irşad etmekten âciz kalmaktadır. Kısacası insan, nefsinin ve aklının câzib gördüğü yolun, kendisini nasıl bir akıbete götüreceğini bilememektedir, O halde, akıbeti kendisi için hayırlı oiacak yola irşad eden Allah'ın emirlerine uymaktan başka çare yoktur. Çünkü insan, bu akıbeti bilmediği halde, Allah bilir ve O'nun bildiğinden hiç kimsenin şüphesi olamaz. Buna göre, eğer Allah Ta'âiâ, müslümanlara savaşı emrederek farz kılmışsa, bu, onların men-feaîları icabıdır. Zira Allah, insanın hayrına olmayan bir şeyi asta emret­mez. O halde, savaştan hoşlanılmasa bile, neticesinin müslümaniann hayrına olması dolayısıyle, ondan kaçmamak ve Allah'ın emrine tam bir teslimiyetle uymak gerekir. Başta din olmak üzere canın, malın ve ırzın korunması, ülkenin pis düşman ayakları altında çiğnenmemesi için bu şarttır. Nitekim Allah Ta'âiâ, Hac sûresinin 40 inci âyetinde savaşın fayda­sına işaret ederek şöyle buyurmuştur: «... Allah, bazı insanların şerrini diğer bazısıyle def etmemiş olsaydı, içlerinde, Allah'ın adının çok anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılıp giderdi...»

Allah Ta'âiâ, savaşı müslümanlara farz kıldıktan ve bunda insanların bilemiyecekleri hayırlar bulunduğunu beyan ettikten sonra, içinde savaş yapılan haram aylar hakkındaki hükmünü bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [89]

 

217. (Ey Muhammedi) Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde savaş yapmak büyük suçtur; fakat Allah yolundan alıkoymak ve O'nu inkâr etmek, Mescid-i Harâm-ı (ziyaretten) menetmek ve halkını ora­dan çıkarmak, Allah katında savaştan daha büyük suçtur; ve fitne, öldürmek­ten daha kötüdür. Müşrikler sizinle halâ savaşıyorlar; hattâ güçleri yetse, sizi dî­ninizden döndürecekler; fakat içinizden her kim dîninden döner ve kâfir olarak ölürse, işte, dünya ve âhıretteki amelleri boşa gitmiş olanlar bunlardır; Cehen­nem ashabı olanlar da bunlardır ve bun­lar orada daimîdirler.

218.  Oysa îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ise, işte Allah'ın rahmetini umanlar da bunlar­dır. Allah çok bağışlayan, çok esirge­yendir.

 

217 Allah Ta'âiâ, bir evvelki âyetle savaşı bütün müslümanlara farz kılmış ve bunda müslümaniann bilemiyecekleri bir hayır bulunduğunu beyan etmişse de, savaş emrinin haram aylara da şâmil olup olmadığını, yahut başka bir ifadeyle, bu aylar içinde de savaş yapılıp yapılamıyacağını açıklamamıştır. Haram ayların hürmetini ihlâl etmemek Arapların eski bir geleneği olmasına, Kur'ân-ı Kerım'in de bu geleneği reddetmemesine

rağmen, 194 üncü âyette de gördüğümüz gibi, hürmetlerin karşılıklı oldu­ğunun bildirilerek bu ayların hürmetini ihlâl edip saldırıda bulunan düş­mana misliyle mukabele edilmesinin emrolunması, yukarıdaki âyet-i ke-rlme'yle de umumi manâda savaşın farz kılınması, müslümaniarın zihinle­rinde, haram aylarda savaş yapılıp yapılmayacağı hususunda bazı istif­hamların belirmesine ve bunu Hazret-i Peygamber'e sormalarına sebep olabilir. Diğer taraftan, tefsirlerde de işaret edildiği gibi, Hazret-i Peygam­ber, Bedir savaşından iki ay önce, Cemâziye'İ âhır ayı içinde Kureyş hakkında bilgi toplaması için halasının oğlu Abdullah İbn Cahş kumanda­sında sekiz kişilik bir heyet çıkarmış, yolda açılıp okunmak şartıyle emirle­rini ihtiva eden bir mektubu da Abdullah'a vermişti. Heyet, Mekke ile Tâif arasında Batn-ı Nahle denilen bir mevkide gözetleme görevi yapacaktı. Ancak bu mevkie geldikleri zaman, Kureyş'in bir ticaret kervanına rastla­mışlardı. Kervanın başında üç kişi vardı. Bunlardan birini öldürüp ikisini esir almışlar, kervana da el koymuşlardı. İşte bu hâdise, Cemâziye'İ âhır ayının çıktığı ve haram aylardan olan Receb'in girdiği gün cereyan etmişti.

Müşrikler, Hazret-i Peygamberin ayın hürmetini ihlâl ettiğini ileri sürerek yaygara koparmaya başlamışlar, Hazret-i Peygamber de, Abdul­lah İbn Cahş'ı azarlıyarak «ben size haram ayda kıtal emretmedim» demiş, Abdullah İbn Cahş ise, bu işi yaparken haram aya-girdiklerini bilmediğini söyleyerek kendilerini müdâfa etmeye çalışmıştı. Ne var ki bu müdâfaya rağmen, yine de kötü bir iş yaptıklarını kabul etmişler ve bu yüzden günah işlediklerini düşünerek büyük bir endişeye düşmüşlerdi. İşte, bir taraftan savaşın farz kılınması üzerine, müslümanların zihinle­rinde beliren istifhamların halli için Hazret-i Peygamber'e başvurmaları, diğer taraftan müşriklerin bu hâdise dolayısıyle bir heyet göndererek «haram ayda savaş hela! mı kılındı?» demiş olmaları, yukarıdaki âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olmuştur.

Ayet-i kerîme'de, Hazret-i Peygamber'e hitap edilerek içinde savaş yapılan haram ay hakkındaki sorulara işaretle cevap verilmiş ve bu ayda savaş yapmanın büyük bir suç olduğu açıklanmıştır. Bu açıklama, haram aylarda savaşın helâl kılınmadığına ve bu sebeple hürmetin ihlâl edilme­mesi gerektiğine delâlet eder. Ancak âyet-i kerîme'nin sonraki ibareleri, bu hükme daha farklı bir manâ kazandırmıştır: Her ne kadar hürmetin ihlâli büyük bir cürüm ise de, kâfirlerin, mü'minleri Allah'a ulaştıracak yoldan alıkoymaları, inançlarının ve İmanlarının gereği olan ibadetleri yapmala­rına ve îmana uygun bir yaşayış biçimi seçmelerine engel olmaları, Allah'ı inkar etmeleri, Mescid-i Haramca giderek hac vazifelerini yapmaktan alı­koymaları, Mescid-i Harâm'dan ve hattâ kendi ülkelerinden sürüp çıkarmaları, hiç şüphesiz, hürmetin ihlâlinden çok daha büyük birer cürümdür. Kısacası fitne çıkarmak ve mü'minlerin kalplerine bir takım şüpheler soka­rak, yahut akla hayale gelmiyecek işkenceler yaparak onları dinlerinden uzaklaştırmaya çalışmak, haram ayda savaşmaktan beterdir.

Mekke devrinde kâfirlerin sırf İslâm'dan döndürmek için müslüman-lara yaptıkları işkenceleri unutmak nasıl mümkün olur? İşte Ammâr İbn Yâsir ve ailesi; işte Bilâl; Suheyb; Habbâb ve diğerleri... Ammâr, İs­lâm'dan dönmesi için derileri dökülünceye kadar ateşte adeta kızartılmış­tı. Babası, kardeşi Abdullah, anası Sumeyye, aynı maksatla işkenceye tabi tutulmuşlardı ki, Hazret-i Peygamber onları ziyaret eder ve «sabır ey Yâsir ailesi, sabır; buluşma yeriniz Cennettir» derdi. Babalan Yâsir bu işkenceler sırasında ölmüştü. Anaları Sumeyye ise, işkence edilmesi için Ebû Cehil'e verilmişti. Yaşlı bir kadındı. Buna rağmen Ebû Cehil onu dinden döndürmek için işkence yapmaktan geri durmamış, fakat ondan beklediği cevabı alamamıştı. Nihayet mızrağını bu fedakar mü'minenin tenasül organına saplayarak onu şehld etmişti.

Bilâl, kızgın kum üzerine yatırılmış, sırtına da ağır bir kaya parçası konmuştu. Ona işkence eden Umeyye İbn Halef »ya bu haldeyken ölür­sün; ya da Muhammedi inkâr, Lât ve Uzzâ'ya ibadet edip kurtulursun» diyor, fakat Bilal'den cevap alamıyordu. Bir seferinde de, boynuna ip takıp çocukların eline vermişler, Mekke sokaklarında dolaştırmışlardı. Fakat Bilâl, Allah'u ahad Allah'tı ahad (Allah birdir Allah birdir) demek ie yetini­yordu.

Bu bir kaç örnek, içlerinde Allah korkusu olmayan inançsızların nasıl cinayet işlediklerini ve daha neler yapabileceklerini göstermeye yeterlidir. İslâm'ın Mekke'de tebliği ve Allah isminin yüceltilmesi imkânı kalmayınca, Hazret-i Peygamber ve ashabı Medine'ye hicret etmiş ve müşriklerin muhitinden uzaklaşmışlardır. Buna rağmen müşrikler, yukarıdaki âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi halâ müslümanların peşini bırakmamakta ve onlarla savaşmaktadırlar. Ellerinden gelse ve güçleri yetse, onları yine İslâm'dan döndürmek için her çareye baş vuracaklardır. Fakat ne bu çareyi bulabilecekler ve ne de onları dînlerinden döndürebileceklerdır. Onlar İslâm'ı bilmiyorlardı; eğer bilselerdi, hiçbir müslümanın bu hak yol­dan ayrılıp kendi batıl yollarına girmiyeceğini anlarlar, bu düşmanlıktan ve bu düşmanlığın sebep olduğu savaşlardan vazgeçerlerdi. Nitekim asırlar­dan beri bu böyle olmuş, müslümanlar daima kâfirlerin saldırılarına maruz kalmışlar ve dînlerinden döndürülmek istenmişlerdir. Fakat bütün bu sal­dırılara rağmen, tek bir müslümanı bile dîninden döndürememişler, dön­dürecek gücü kendilerinde bulamamışlardır.

Zaten müsiümamaraan nernangi biri, nangı seuepıe uıursa oısun, dîninden döner ve kâfir olarak ölürse, artık onun, daha önce müslüman olarak işlediği bütün iyi amelleri batıl olur; ne dünyada ve ne de âhırette bu amellerin kendisine kazandırdığı sevabtan faydalanamaz. Kısacası, bütün ömürlerini küfür içinde geçiren kimselerle eşit oiur ve Cehennem ashabı arasında yer alarak orada daimi kalır. Dinden dönenlerin ve hak yoldan yüz çevirenlerin akıbeti budur. İslâm'ın bu temel kaidesini bilen aklı başında hiçbir müsiüman dîninden dönmez ve mürted hükmüne tabi kılınmak istemez. Zira bu hüküm, fıkıh kitaplarında da tafsîiâtıyle anlatıldığı gibi, mürtedin dünyada müslüman eşinden ayrılması, mîras hakkını kay­betmesi gibi müslümanların sahip oldukları çeşitli haklardan mahrum edilmesini gerektirir. Şu var ki, eğer mürted, tekrar İslâm'a dönerse, bu haklara yeniden kavuşur. [90]

 

218 Murtedlerin akıbeti bu olduğu halde, gerçek mü'minlerin, Allah yo­lunda hicret edenlerin ve kâfirlerin maddî manevi her çeşit baskısına mukavemet ederek dînlerinde sebat gösterenlerin akıbeti ise, elbette diğerlerinden farklıdır. Bunlar, Allah'ın rahmetini ümid eden ve ümid et­mekte hakkı bulunan kimselerdir. Allah, şüphesiz bunların ümidlerîni boşa çıkarmayacak, dünya ve âhırette aradıkları gerçek saadeti onlara ihsan edecektir. Allah, böyle kullarının, düştükleri ufak tefek hataları da bağışla­yacak ve sonsuz rahmetini yalnız onlar üzerine yayacaktır.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle savaşı müslümanlara farz kılmış ve kaide olarak haram ayda savaşın büyük bir suç olduğunu beyan etmiştir. Bununla beraber, kâfirlerin fitne çıkarmaktan, savaş açmaktan ve güçleri yetse çeşitli işkencelerle müslümaniarı dinlerinden döndürmek için ellerinden geleni yapmaktan asla vazgeçmiyeceklerine işaret ederek on­ların «haram ayda savaş helâl mi kılındı?» şeklindeki yaygaralarına al­danmamak gerektiğini de müslümanlara hatırlatmıştır. Buna göre, düş­man tehlikesinin hissedildiği her zaman ve zeminde, bu tehlikenin bertaraf edilmesi, haram ayda da olsa eli kolu bağlı oturumayıp düşmanla savaş edilmesi şarttır. Aksi halde, İslâm'ı ve müslümaniarı yok etmek için fırsat kollayan düşmanın tuzağına düşülür ve dönülmesi mümkün olmayan bir yola girilmiş olur.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, yukarıdaki âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak işaret olunan hâdisede, müşriklerin kervanına el koyan, kervanın başındaki üç kişiden birini öldürüp ikisini de esir alan Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarının haram ayda işledikleri bu günahtan bağışlandıkları anlaşılmaktadır. Zira müslümanlar hakkında besledikleri niyetleri açıklanan kâfirlere karşı başka türlü davranmak elbette mümkün değildi ve oniar muşnKlerin kervanına saldırırken, gayeleri onlara zul­metmek değil, fakat zulüm yoluyla İslâm'ı yok etme niyeti taşıyan kâfirleri tesirsiz hale getirmekti.

Allah Ta'âlâ, İslâm'ın ve müsiümanlann düşman tehlikesine karşı korunması ve Hak dinin yayılarak tevhîd inancının yeryüzünde hâkim kılınması için, müslürnanlara savaşı farz kıldıktan sonra, hem salgın bir hastalık gibi, yayıldığı takdirde cemiyetleri içirtcien yıkan içki ve kumara karşı müslümaniarı uyarmak, hem de ihmal edildiği takdirde cemiyetin kanayan yaralan olarak kalacak olan yetimlerin hallerini düzeltmek husu-sundaoniarı harekete geçirmek için aşağıdaki âyet-İ kerimeleri indirmiş ve şöyle buyurmuştur: [91]

 

219. Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. (On­lara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günah, hem de faydalar vardır; fakat   günahları   faydalarından   daha büyüktür. Yine sana (sadaka olarak) ne vereceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaç­tan fazlasını. İşte Allah, dünya ve âhıret işlerini iyice düşünesiniz diye âyetleri böyle açıklar.

220.  Keza sana yetimleri soruyorlar. De ki: Onların   işlerini  düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla birarada olursanız, onlar sizin  kardeşlerinizdir.  Allah,  bozguncuyla düzelticiyi elbette bilir. Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz, Allah, Aziz'dir, Hakimdir.

 

Mekke'de nazil oian sûrelerde, içki ve kumar hakkında hüküm getiren herhangi bir âyetin bulunmaması ve bu hükmü ihtiva eden âyetin Medi­ne'ye hicretten sonra ilk nazil olmaya başlayan Bakara sûresinde yer alması dolayısıyle, yukarıdaki âyet, içki ve kumar hakkında nazil olan ilk âyet sayılır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'in Ebû Hüreyre'den naklettiği bir haberden anlaşıldığına göre, Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicret ettiği sıralarda müslümanlar içki içiyor ve kumar gelirlerini yiyebiliyorlardı.[92]

Kendilerini bundan meneden herhangi dinî bir hüküm mevcut değiidi. Ancak, her içtimai hastalık gibi, içkinin ve kumarın da cemiyet ferdleri üzerinde yol açtığı tahribat, cemiyet olma yoluna giren ve Medine'ye de münhasır olsa, küçük bir devlet kuran müslümanların gözünden kaçmıyor ve zaman zaman Hazret-i Peygam-ber'e içki ve kumarın hükmünü soruyorlardı. Hattâ Ebû Dâvûd, Tirmizl, Nesâl ve Ahmed İbn Hanbel'in rivayetlerine göre, Hazret-i Ömer, içki hakkında açık ve yeterli bir hüküm göndermesi için Allah'a duâ ediyordu.[93]

İçki ve kumar hakkında gelen bu rivayetlerin, yukarıdaki âyetin nüzul sebebi olarak zikredildikleri görülür. Nitekim âyet-i kerlme'nin başında da buna işaret edilmiş ve Hazret-i Peygamber'e hitaben «sana, içki ve kumarı soruyorlar» denilmiştir.

Her ne kadar bazı imamlar,ve içki kumarın yukarıdaki âyet-i kerimeyle haram kılındığını ileri sürmüşlerse de, büyük çoğunluk, bunların tedrici olarak haram kılındığı görüşündedir. Zira âyet-i kerimede, içki ve kumarda hem büyük günâh, hem de faydalar bulunduğu açıklanmıştır ki, burada söz konusu edilen günahtan maksat, faydanın zıddı olan zarardır. Buna göre, içkinin ve kumarın zararları daha büyük olsu bile, faydaları da vardır. Bu sebeple, her zararlı olan şeyin haram kılındığı düşünülse bile, bu, hem zararı hem de faydası olan şeylerin de haram kılınmasını gerektirmez. Bu bakımdan âyet-i kerîme, sahabenin ictihad konusu yaptıkları âyetlerden biri olmuş, bazısı bu âyete İstinaden içkiyi terketmiş olsa bile, diğer bazısı zararından sakınacak, fakat faydasından da istifade edecek şekilde iç­meye devam etmiştir. Nitekim yukarıda işaret ettiğimiz Ahmet İbn Han­bel'in hadisinden de anlaşıldığı gibi, bu âyetin nüzulünden sonra da içki içmeye devam edildiğini gösteren bir hâdise cereyan etmiş ve muhacir­lerden biri akşam namazı kıldırırken kıraatında sarhoşluk sebebiyle hata

yapmıştı ki, bunun üzerine Nisa sûresinden «sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın» mealindeki 43 üncü âyet nazil olmuştur. Şu var ki, bu âyet-i kerlme'yle de içki kesinlikle haram kılınmamış, fakat «sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın» denilmek suretiyle içki içmek son derece tahdid edilmiştir. Zira namaz vakitleri birbirine çok yakındır ve bir kimsenin bu vakitler dışında içki içmesi halinde girecek namaz vaktini aklı başında olarak İdrak etmesi hemen hemen imkânsız hale gelmiştir; yahut içki içen kimse, sarhoş olmıyacak derecede az içki içmek zorunda kala­caktır.

Nihayet Allah Ta'âlâ, Mâide sûresinin 90 inci âyetinde «ey îman edenler! içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, şeytanın işlerinden olan birer pisliktir. Bunlardan sakının ki felah bulaşınız» buyurmak suretiyle içki ve kumarı kesinlikle haram kılmıştır.

İttifakla kabul edilen görüşe göre, Bakara sûresi, hicretten sonra ilk nazil olmaya başlayan sûredir. Nisa sûresi, yedinci hicri senede Hudey-biye andlaşmasından sonra, Mâide sûresi ise, Mekke fethinden sonra ve sekizinci hicri senede nazil olmuştur. Buna göre, içki ve kumarda, insanlar için hem büyük zarar, hem de faydalar bulunduğunu bildiren yukarıdaki âyet-i kerime ilk nazil olan âyettir. Bunu, sarhoş iken namaza yaklaşma­mayı emreden Nisa sûresinin âyeti takip etmiş, son olarak da, İçki ve kumarın şeytan işi birer pislikolduğunu bildiren ve bunları kesinlikle haram kılan Mâide sûresinin âyeti nazil olmuştur.

Bu açıklamadan şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, Allah Ta'âlâ *,  içki ve kumarı bir hikmete istinaden, birden bire haram kılmamış, fakat beş ".< altı sene içinde, onları tahdid ederek ve derece derece müslümünları alıştırarak yasaklamıştır. Zira Araplar, câhiliye devrinden beri içkiye ve >. kumara son derece alışıktılar ve onlardan büyük ölçüde faydalanıyorlardı. Bu derece alışkın oldukları bir şeyin birden bire yasaklanması onlar için güç gelir ve bu yasağa dayanamayıp içebilirler ve böylece, haram olan bir işi işledikleri için günaha girerlerdi. Oysa Allah Ta'âlâ kullarına hiçbir zaman güçlük murad etmemiş ve onları dâima kolay yoldan hidayete davet etmiştir. Nitekim içki ve kumarın tedrici olarak yasaklanması sebe­biyledir ki ilk müslümanlar arasında bu yasak, herhangi bir mesele olma­mış, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bazı sahabller, daha ilk âyetin geli­şiyle içki ve kumarı terketmişler, diğerleri ise, kendilerini, ileride kesin bir yasak gelecekmiş gibi buna hazırlamaya çalışmışlardır. Bu yasak geldiği zaman da, hiç güçlük çekmeden ve tam bir imanla ona uymuşlardır.

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerlme'lerle üstün bir toplum olma yolunda bulunan müslümanların bu yolda ilerlemelerini sağlamak için, önce içki ve kumar gibi iki tehlikeli engele dikkatiarını çekmiş, sonra 6a, ihtiyaç fazlası malların sadaka olarak verilmesini ve yetimlerin hallerinin düzeltilmesini emredip toplumun başka bir yönden ıslahını hedef göstere­rek şöyle buyurmuştur: [94]

 

219. Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. (On­lara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günah hem de faydalar vardır; fakat günahları faydalarından daha büyüktür. Yine sana (sadaka olarak) ne vereceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaç­tan fazlasını.. İştet Allah, dünya ve âhı-ret işlerini iyice düşünesiniz diye âyetleri böyle açıklar.

 

219 Daha önce de açıkladığımız gibi, bu âyet-i kerimeyle içki ve kumarın hem faydalarına, hem de zararlarına işaret edilmiş, fakat zararlarının faydalarından daha büyük olduğuna müslürnaniann dikkatları çekilmiştir. Manâsını «içki» olarak verdiğimiz kelime, âyet-i kerîme'deki hamr kelime­sidir. Hamr, lugatîa örtmek, kapatmak ve karıştırmak manâsına geldiği gibi, rengi ve kokusu değişmek, teğayyür etmek manâsına da gelir ve her iki manâya uygun olarak,-aklı örttüğü, karıştırıp işlemez hale getirdiği için, veya hurma üzüm ve bazı meyve yahut bitki sularının renk ve kokularının değişikliğe uğraması dolayısıyle içkiye hamr denildiği anlaşılır. 3u sebep­ledir ki, sadece üzüm suyundan oluşan ve türkçede şarap denilen içkiye değil, fakat rengi, kokusu değişikliğe uğrayan ve insan aklını örtüp karıştı­ran, kısacası insanı sarhoş eden her çeşit içkiye hamr adı verilmiştir. Nitekim Buhârî ve Ebû Davud'un naklettikleri bir hadise göre Hazret-i Ömer, Medine'de içkiyi haram kılan âyet nazil olduğu sıralarda, hamrin beş çeşit şeyden yapıldığını açıklamış ve bunların, üzüm, hurma, buğday, arpa ve bal Olduğunu bildirmiştir.[95]

Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen bir hadiste «üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan yapılan şeylerin hamr olduğu» açıklanmış,[96]

bir hadisinde de «sarhoş eden her şeyin hamroîduğu» bildirilmiştir.[97]

Bu sahih rivayetlerden de anlaşılmaktadır ki, âyet-i kerlme'de

Şiire: 2 (Sakara)    

hem zararı, hem faydası bulunduğu, fakat zararının faydasından daha çok olduğu bildirilen hamr, sadece üzümden elde edilen içki değil, fakat ister üzümden, ister hurmadan, baldan, buğdaydan, arpadan veya herhangi bir bitkiden veya meyveden elde edilen ve başlıca özelliği insanın aklını giderip sarhoş etmek olan bütün içkilerdir.

Kumar manâsına gelen meysir ise, «kolaylık» demek olan yüsrden türemiştir ve meşakkatsiz, kolayca kazanılan paraya veya mala delâlet ettiği gibi, paylaşmak manâsında yesrösn de gelebilir. Araplar arasında yaygın olan bir âdete göre, on kişinin katıldığı bir oyun oynanırdı. Bu oyunda, her birinin ayrı ayrı ismi bulunan ve ezlâm ve aklâm denilen on ok kullanılırdı. Oyun icabı, bir hayvan kesilir ve 28 parçaya, yahut hisseye bölünürdü. On oktan yedisinin kendine âit hisseleri bulunduğu halde, son üç okun hissesi olmazdı. Buna göre, aö\fezz olan birinci okun bir, tev'em olan ikinci okun iki,., yedinci okun da yedi hissesi vardı ve yedi oka âit hissf ierin toplamı 28 oluyordu. Oyuna katılan on kişiden her biri torba içinde karıştırlan oklardan birer tane çekerler ve çektikleri okun hissesini kazanırlardı. Ancak boş okları-çekenler, hiçbir şey kazanamadıkları gibi, kesilen hayvanın ücretini ödemek zorunda da kalırlardı. Şu var ki; hisseli okları çekenler ve hisselerine düşen eti kazananlar, kazançlarını yemez­ler, onları fakirlere dağıtırlardı. İşte, âyet-İ kerlme'de zararına işaret edilen ve ileride de haram kılınacak olan kumar, başkalarının mallarını batıl yolla yemek (Bkz. âyet 188) manâsına gelen bu ve benzeri oyunlardan ibarettir.

Ayet-İ kerlme'de, insanlar için hem zararı, hem de faydası bulundu­ğuna işaret edilen içkinin, her şeyden önce, akli faaliyeti durdurmsı yö­nünden insana büyük zararı vardır. Bunun yanında, mal ve servet tüketimi yönünden, insanlar arasında meydana getirdiği düşmanlık sebebiyle içti­mai tesanüdü bozması yönünden, insanı dininden, dinin gereklerini yerine getirmekten, kısacası, Allah'ın zikrinden uzaklaştırması yönünden mey­dana getirdiği zararlar son derece büyüktür ve bu zararların, aklı başında olan herkes tartından kabul edildiğine şüphe yoktur.

Bu zararlara karşılık, içki için sayılabilecek faydalar çok cüz'ldir ve bunların başında, az içilmesi halinde, insana kazandırdığı neşe zikredilebi­lir. Eğer ticaretini yaparak kazanç sağalamak, bazı hastalıklarda deva olarak kullanmak, korkak yaratılışlı.kimselere cesaret kazandırmak gibi bazı faydalar ileri sürürlürse, bunlardan bir kısmının münakaşa edilebilir, bir kısmının da geçici olduğunu kabul etmek gerekir. Aslında onun geçici tesiri de insan için fayda değil zarardır; zira insanın, üzüntülerini unutmak veya neşeli olmak ihtiyacı, onu daha çok içki kullanmaya zorlar ve bir gün alkolsüz yaşayamaz bir duruma getirir.

Kumarın zararlarına geitnce.Duniar, oyuncular arasında düşmanlığa seoep olması, dînden ve Allah'ın zikrinden uzaklaştırması, bazılarına kolay kazanç sağladığı için onları tembelliğe sevketmesi ve çalışıp alın teriyle kazanmaktan alıkoyması, mal ve servet kaybına ve bunun neticesi, kurulu âiie düzeninin yıkılıp dağılmasına yol açması, içtimaî ahlâkı yok etmesi dolayısıyle, içkinin sebep olduğu zararlardan daha az değildir.

Kumarın bu zararlarına mukabil sayılabilecek bir kaç faydası da, kazananı sevindirmesi ve kazanan fakir ise, onu birden bire zengin yap-masmdadır.

İşte, içki ve kumarın ilk anda akla gelebilen fayda ve zararları bunlar­dan ibarettir. Bir terazinin kefesine koyup tartmak mümkün olursa, bunla­rın zamlarının faydalarından çok daha büyük, ferd ve toplum için çok daha tehlikeli olduklarını görmemek mümkün değildir. Yukarıdaki âyet-i kerî-rne'de de bu hususa işaret edilmiş ve her ikisinin de zararlarının faydala­rından daha büyük olduğu bildirilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, içki ve kumar, bu âyetle haram kılınmamıştır. Fakat müslümanlara onların fayda ve zararlarını tartmak, sonra da düşünüp doğru olan tercihi yapmak İmkânı sağlanmıştır. Aklı başında olan her müslümanın bu muhasebeyi yaptıktan sonra, zararları faydalarından daha çok ve daha büyük olan içki ve kumardan uzak durmaması mümkün değildir.

Ailah Ta'âlâ, içki ve kumarın fayda ve zaralanna işaretle, müslüman­lara zaran faydasından çok olan bu şeyler hakkında ilk uyarısını yaptıktan sonra, Hazret-i Peygamber'e yöneltilen «sadaka olarak ne vereceğiz?» sorusuna cevap teşkil etmek üzere «ihtiyaçtan fazlasını...» buyurmuştur. Aynı mahiyetteki bir soruya 215 inci âyette de işaret edilmiş, fakat cevap olarak «maldan verilecek olan sadakanın, anaya babaya, akrabaya, ye­timlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verilmesi» bildirilmiştir.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, aynı âyet içinde, önce içki ve kumarla, sonda da verilecek malla ilgili soruya işaret edilerek bunlara cevap verilmesi, bu soruların Hazret-i Peygamber'e birbiri arkasına yönel­tildiği manâsında anlaşılmamalıdır. Zira bu gibi sorular, her gün ve muhtelif sahabller tarafından tekrar tekrar soruluyordu. 195 inci âyette de gördü­ğümüz gibi, Allah Ta'âlâ, müslümanlara «Allah yolunda mallarını sarfet-melerini» emretmişti. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde ise, mü'minlerin sıfatları sayılmış, bu arada, Allah'ın rızık olarak verdiği şeyleri hayır için sarfedenlere işaret edilerek, Allah yolunda mal sarfı, îman alâmetleri arasında gösterilmişti. Bütün bunların, müslümanları, mallarını nasıl sar-fedecekleri hususunda bazı şeyleri öğrenmeye sevketmemiş olması mümkün değildir. İşte Allah Ta'âlâ, gerek içki ve kumar hakkında ve gerekse Allah yolunda mal sarfı ve diğer meseleler hakkında müslümanla-rın zihinlerini meşgul eden müşkilleri halletmek için, vakti geldiği ve ihtiyaç hâsıl olduğu zaman, âyetlerini indirmiş ve meselelerin hükümlerini bildir­miştir.

Ayet-i kerlme'de verilmesi istenen mal, ihtiyaç fazlası olarak tarif edilmiş, fakat malın miktarı açıklanmamıştır: Çünkü her ferdin, veya her ailenin kazancı birbirinden farklı olduğu gibi, geçim şartları da her zaman aynı değildir. Geliri bol olan ve zengin sayılan bir ailenin israfa kaçmayan giderleri dışında artırdığı bir miktar malı veya parası bulunabileceği gibi, dar gelirli bir ailenin de kendi ölçüsünde artırdığı bir şeyleri olabilir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, ferdleri ihtiyaç içinde kıvranan bir ailenin, elinde bulunan yiyeceğini sadaka olarak dağıtması da şart değildir. Nite­kim Hazret-i Peygamber, Buhârî tarafından nakledilen bir hadîsinde «sa­dakanın hayırlısı bol servetten ayrılıp verilendir. Sadaka vermeye, bakımı, üzerine vâcib olan kimseden başla» buyurmuştur ki[98]

bu hadîs 215 iner âyette öncelikle sadaka verilmeye lâyık olan ve ana baba, akraba, yetim şeklinde sıralanan kimseleri hatırlatır. Buna göre, şu neticeye varmamız mümkündür ki, Hazret-i Peygamber'e, Allah yolunda mal sarfıyle ilgili olarak zaman zaman yöneltilen sorular, 215 inci âyette, bu malın verileceği kimselerin, yukarıdaki âyet-i kerîme'de ise, ihtiyaç fazlası malın sadaka olarak verilmesinin beyanıy le cevaplandırımış ve böylece konunun tamamlanması sağlanmıştır. Mal sarfıyle ilgili bu hükmün, içki ve kumar hakkında gelen hükümle birleştirilmesi ise, halleri birbirinden farklı iki çeşit insana işaret içindir. Birisi günah yolda hesapsız mal harcar; geçici bir neşe ve zevk için aklını kaybedip kendinden geçer; yahut haksız ve bâtıl yolla başkalarının malını ele geçirip bunu övünme vesîlesi kılar, diğeri ise, alın teriyle kazandığı üç beş kuruşla ihtiyacını karşıladıktan sonra, artırabildiğini Allah yolunda sarfedip bir kaç dîn karde­şinin sıkıntısını gidermeyi, yahut hafifletmeyi düşünür. Bu iki çeşit insan arasında, sahip oldukları insanlık duygusu yönünde ne büyük fark vardır? İnsanın bu farkı idrak edebilmesi için, bu âyet-i kerîme üzerine biraz durup düşünmesi yeterlidir.

İşte Allah Ta'âlâ, insanların menfeatlarına olan hükümlerle ilgili âyet­lerini böyle açıklar. Ta ki dünya ve âhıretlerini ilgilendiren hususlarda, akıllarını çalıştırıp düşünsünler ve zarar görecekleri şeylerle faydalanacak­ları şeyleri birbirinden ayırt edip kendilerine faydası olacak şeylere yönel­sinler. Zira insan, ne yalnız maddeden ve ne de yalnız ruhtan ibaret bir varlıktır. Onun hem maddî, hem de ruhî bir yönü vardır. Eğer insan yalnız dünya lezzetleriyle maddî yönünü besler, ruhî yönünü ihmal ederse, ahlâkını bozmuş, hem dünyasını, hem de âhıretini yitirmiş olur. Bunun aksine, yalnız rûhl yönüne ihtimam gösterip maddi yönünü terkederse, dünyasını ve onunla beraber âhıretini de yıkmış olur. Zira dünya âhıretin tarlasıdır; bu tarladan âhırete yarayacak iyi hasad almak için ona bakmak gerekir. Nitekim 201 inci âyette de gördüğümüz gibi, aklı başında gerçek mü'min-ler, Rab'lanndan hem dünya, hem de âhıret için iyilik isterler.

Allah Ta'âlâ, içki ve kumarla Allah yolunda mal sarfı hakkında Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruları böylece cevaplandırdıktan sonra, yetimler hakkında vâkî soruya işaret ederek şöyle buyurmuştur: [99]

 

220. Keza sana yetimleri soruyorlar. De ki: Onların islerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada olursanız, onlar sizin kardeşlerin izdir. Allah, bozgun­cuyla düzelticiyi elbette bilir. Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz Allah Aziz'dir, Bakîm'dir.

 

220 Ebû Dâvûd ve Nesâl tarafından İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir habere göre, İsrâ sûresinin «iyi bir surette olmadıkça yetimin malına yaklaşmayın» mealindeki 34 üncü âyeti ve Nisa sûresinin «yetimlerin mallarını haksız bir şekilde yiyenler, karınlarına sadece bir ateş yemiş olurlar» mealindeki 10 nuncu âyeti nâzi! olunca, yanlarında yetim barındı­ran müslümanlar, bilmeden haksızlık etmekten korkarak onlardan uzak durmaya, yiyecek ve içeceklerini, onların yiyecek ve içeceklerinden ayır­maya başlamışlardı. Yetimler İse: kendi başlarına idare edemiyorlar, yiye­ceklerini ya yiyorlar, yahutta atıyorlardı. Bu durum müslümanlara ağır gelince, Hazret-i Peygamber'e başvurmuşlar; bunun üzerine yukarıdaki âyet-İ kerime nâzi! Olmuştur.[100]

Kur'ân-ı Kerîm'de, yetimler hakkında nazil olmuş bir çok âyet vardır Bunlardan, bilhassa yukarıda işaret ettiğimiz İsrâ sûresinin 34 üncü âyeti, Duhâ sûresinin «yetime sakın kahretme» mealindeki 9 uncu âyeti, Mâûr. sûresinin «yetimi nefretle İtip kakıştıran kimse» den söz eden 2 inci âyet ve En'âm sûresinin, İsrâ süresindeki âyetle aynı manâda gelen i 52 nci âyeti Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin hepsinin de, Allah'ın hudu­dunu tecavüz etmekten şiddetle sakınan ilk müslümanları, yetimlerle ilgi! telkin ve tavsiyeler, bazan da ihtar derecesine varan ilâhi hitaplar karşı­sında, aynı dikkat ve titizliğe sevketmemiş olması mümkün değildir. Zira câhiliye devrinde Araplar, yetimlere sadece mallan dolayısıyle yakınlık gösteriyorlar, yetim bir kızla evlenirlerse sırf onun malı için evleniyorlar, yahut malının başkasına gitmemesi için kızı oğullarına alıyorlar, fakat ona, aile içerisinde yine de yetim muamelesi yapıyorlardı. Malı olmayan yetim­ler ise, hor görülüyor, itilip kakılıyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Mekke'de nazil olduğuna yukarıda İşaret ettiğimiz âyetlerle, bu câhili adete son verilmiş ve yetimlerin hakir görülerek itiiip kakılması, mallarının haksız bir şekilde yenmesi önlenmiştir. Şu var ki müslümanlar, Mekkl âyetlerin bu hükmleri-ne, biraz da onlardan ve mallarında uzak durarak uymuşlardır. Onların mallarını yemiş olmak korkusuyle yiyeceklerini ayırmışlar ve onları, âdeta kendi mallarıyla başbaşa bırakmışlardır. Bu, şüphesiz biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, yetim malt yemek korkusundan neşet eden bir davranıştı ve yetimleri kendi hallerine bırakmayı-da kendilerine yakıştıramıyorlardı. Hâ-sılı yetimler hakkında nasıl hareket edeceklerini büemiyen kimselerin sı­kıntısı içinde Hazret-i Peygamber'e başvuruyorlar ve bir hal çaresi arıyor­lardı ki, Allah Ta'âlâ, bu konuda da onlara yol gösteren âyetini indirmiş ve yetimleri başı boş birakmanin değil, fakat onlarla ilgilenip hallerini ıslâh etmenin daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Zira hiçbir yakını bulunmayan yetimlerin, gerek terbiye ve ahlâk yönünden yetiştirilip hayırlı birer insan yapılmaya ve gerekse mallarını ziyan olmaktan korunarak onlara gelir getiren hayırlı bir işte kullanılmaya ihtiyaçları vardır. Keza onlar, din kar­deşleri olmaları itibariyle, onlarla beraber olmaktan ve beraber yeyip iç­mekten çekinilecek bir taraf da yoktur. Fakat bu beraberliği, yetim malının üstüne oturmak, ondan bu yönden faydalanmak ve neticede onun malını yeyip tüketmek için vesile kılanlar olursa, Allah bu gibileri ve onların yetimler hakkında besledikleri kötü niyeti elbette bilir.

İşte, Ailah Ta'âlânın yetimler hakkındaki bu hükmü, müslümanlar için son derece büyük bir nimettir. Zira Allah dileseydi, hükmünü daha da ağırlaştırır ve mü'minlerin altından kalkamıyacaklan bir hüküm getirirdi. Meselâ onlarla beraber olmaya, birlikte yeyip içmeye, onların yiyecekle­rinden de bir lokma bile yemeye izin vermez, fakat onların tahsil ve terbiyelerini, mallarının korunmasını, nemalandırılmasını ve yapılması güç gelecek daha bir çok işleri müslümanlara yüklerdi. Oysa Allah Ta'âlâ Azlz'dir; yegâne kuvvet ve kudret sahibi O'dur. O'nun dilediği şeyi emret­mesine, yapmasına ve yaptırmasına hiç bir kuvvet engel olamaz; O'na galip gelemez. O, aynı zamanda hikmet sahibidir; yapılmasını emrettiği her şeyde insanların kolayca anlayamıyacakları bir hikmet vardır. Şu varki, onun değişmeyen sünneti, bütün şeriatını, bütün emir ve yasaklarını, kullarının hayır ve menfeatına uygun kılacak bir şekilde tecellî etmiş ve kulları için dâima kolay olan yolu seçmiştir. Bu sebeple yetîmi, bir evin kardeşlerinden biri saymış ve kardeşlere gösterilen yakınlığın aynen ona da gösterilmesini, onlar üzerindeki murakebenin yetîm üzerinde de bu­lunmasını, ailenin malına karşı üstlenilen koruma görevinin, yetîm malı için de üstlenilmesini emretmiştir. Allah, kötü niyetlileri bildiği gibi, şüphesiz, iyi niyetli olanları da bilir ve onlara bu iyiliklerinden dolayı hak ettikleri mükâfatı verir,

Yükardaki âyet-i kerîmelerde içki ve kumar hakkında gelen soruyla Allah yolunda mal sarfı hakkında gelen sorunun bir âyette birleştirilme­sinde müsiümanların ibret almaları yönünden nasıl bir incelik varsa, yetîm-ler hakkında gelen sorunun, mal şartıyla ilgili soruya birleştirilmesinde de aynı inceliği görmek mümkündür. Zira Allah yolunda mal sarfı söz konusu olduğu zaman, ana babadan ve yakın akrabadan sonra sarfedilecek bu malda hakları olan ilk sınıfın yetimler olduğuna 215 inci âyette işaret edilmişti. Buna göre Allah Ta'âlâ, yetimlerle beraber olmaya onlarla bir­likte yeyip içmeye ve onların durumlarını gerek manevi yönden gerekse maddi yönden islâh etmeye izin verirken, müslümanlara, mallarının ihti­yaçtan fazlasını yetîmler için sarfetmelerini de hatırlatmış olmaktadır.

Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmeler'de, içki, kumar, Allah yo­lunda mal sarfı ve yetîmler hakkındaki hükümlerini beyan ettikten sonra, bir ailenin kuruluşunda temel unsurlardan biri sayılan eş seçimi, karı ve kocanın üzerinde titizlikle durmaları gereken kadın halleri, karı koca mü­nasebetleri, boşanma, boşanmanın getirdiği sorumluluklar, kocası ölen kadınların durumları ve bunun gibi, bir âiieyle ilgili hükümleri bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [101]

 

221. (Ey mü'minler!) İman etmedikçe müş­rik kadınlarla evlenmeyin. Mü'min bir câriye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü'min kadınla­rı) îman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Mü'min bir köle, hoşu­nuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayır­lıdır. Bunlar (sizi) Cehennem'e çağırır­lar; Allah ise, izniyle, Cennet'e ve mağfi­rete davet ediyor. îşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, âyetlerini insanlara böyle açıklar.

222. (Ey Muhammedi) sana hayzı (âdet hali­ni) soruyorlar. (Onlara) de ki: O bir ezadır. Hayiz.li iken kadınlardan uzak durun ve temizlenmedikçe onlara yak­laşmayın. Temizlendikleri zaman, Al­lah'ın size emrettiği şekilde onlara yak­laşın. Allah, şüphesiz, tövbe edenleri sever; temizlenenleri de sever.

223.  Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Bu sebeple tarlanıza dilediğiniz'şekilde yak­laşın. Kendiniz için (gelecekte faydasını göreceğiniz  iyi  ameller)   sunun.  Al­lah'tan sakının ve bilin ki, O'na mutlaka kavuşacaksınız.   (Ey   Muhammedi) Mü'minleri müjdele.

224.  Yeminleriniz sebebiyle iyilik yapmanı­za, (kötülükten) sakınmanıza ve insan­lar arasını bulmanıza Allah'ı engel kılmayın. Allah, hakktyle işiten, hakkıyle

bilendir.

225.Allah, kasıdsız yeminlerinizden dolayı sizi ayıplamaz; fakat kalplerinizin kas-dettiği yeminden dolayı ayıplar. Allah Gafurdur, Halîm'dir.

226. Kadınlarına yaklaşmamaya yemin eden­lerin dört ay beklemeleri gerekir. Eğer (yeminlerinden)   dönerlerse,   şüphesiz Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.

227. Eğer boşanmaya karar verirlerse Allah, şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle bi­lendir.

228.  Boşanmış kadınlar, kendi başlarına üç hayız (veya temizlik) süresi beklerler. Eğer onlar, Allah'a ve âhıret gününe inanıyorlarsa,   Allah'ın   rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri onlara helâl olmaz. Fakat kocaları, eğer barışmak isterlerse, bu süre içinde onları geri al­maya   daha   lâyıktırlar.   Kocalarının onlar üzerinde hakları olduğu gibi, on­ların da kocaları üzerinde belli hakları vardır; fakat erkekler, onlar üzerinde bir üstünlük derecesine sahiptirler. Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir.

229.  Boşanmak iki defadır. Sonrası ya bili­nen usûlde tutmak, ya da iyilekle salı­vermektir.   Kadınlara   (mehir olarak) verdiğiniz şeyi, -kadın erkek Allah'ın çizdiği hududu ihlâl etmekten korkma-dıkça geri almanız size helâl olmaz. Fakat onların, Allah'ın çizdiği hududu ihlâl etmelerinden korkarsanız, bu tak­dirde, kadının kocasına verdiği fidyede, ikisi üzerine bir günah yoktur. Bunlar, Allah'ın hudûdur; onu tecavüz etmeyin. Kimler   Allah'ın   hududunu   tecavüz ederse, işte zâlim olanlar onlardır.

230. Erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, artık o kadın, başka bir eşle evlenmedik-çe, ilk kocasına helâl olmaz. Eğer bu eş, onu boşarsa, Allah'ın hududunu koru­yacaklarını zannettikleri takdirde, biri-birlerine dönmelerinde herhangi bir günâh yoktur. Bunlar, Allah'ın bilen kimseler için açıkladığı hudududur.

23L Kadınları boşadığınız, onlarda ıddetle-rinin sonuna vardıkları zaman, onlan ya güzellikle tutun; ya da güzellikle bıra­kın. Fakat onları eziyet edip zarar ver­mek için tutmayın.Kim bunu yaparsa, kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın âyet­lerini eğlence edinmeyin. Allah'ın, üze­rinizdeki nimetini, öğüt vermek için size indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayın; Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi hakkıyle bilendir.

232.  Kadınları boşadığınız, onlar da ıddetle-rinin sonuna vardıkları zaman, arala­rında meşru bir sûrene anlaştıkları tak­dirde, eşleriyle evlenmelerine engel ol­mayın. İşte, içinizden Allah'a ve âhıret gününe îman etmiş olanlara bununla öğüt veriliyor. Bu, sizin için daha faydalı ve daha temizdir. (Bunları) Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz-

233.  Analar, emzirmeyi tamamlatmak iste­yen kimseler için, çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Anaların bilinen usûlde yiye­cekleri ve giyecekleri, çocuk babalarına aittir. Bir insana takati dışında (bir şey) yüklenemez; ne ana, çocuğu yüzünden, ne de baba çocuğu yüzünden zarar gör­melidir. Vârise de aynısı düşer. Eğer ana ve baba, görüşerek ve anlaşarak (ço­cuğu   memeden)   kesmeyi   dilerlerse,

üzerlerine herhangi bir günah yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (sütanneye) em­zirtmek isterseniz, bilinen miktarda ver­diğiniz (emzirme ücretini) teslim ettiği­niz takdirde, üzerinize herhangi bir günah yoktur. Allah'tan sakının ve bi­lin ki, Allah, yaptıklarınızı, şüphesiz, hakkıyle görendir.

234. İçinizden ölenler ve geride bıraktıkları zevceler, kendi başlarına dört ay on gün beklerler.   Sürelerini   doldurdukları zaman, kendi başlarına bilinen bir su­rette yaptıkları şeylerden dolayı sizin üzerinize bir günah yoktur. Allah yap­tıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.

235.  Böyle kadınlara kapalı bir şekilde ev­lenme isteğinizi belli etmenizde, yahut içinizde bu isteği beslemenizde üzerinize herhangi bir günah yoktur. Allah, sizin, onları   düşündüğünüzü   bilmektedir. Fakat onlara maruf söz söylemeniz dı­şında, onlarla gizlice sözleşmeyin; belli süre de dolmadıkça nikâh akdine kal-kısmayın. Bilin ki Allah, içinizdekini şüphesiz bilir; Bu sebepten (böyle dav­ranışlardan) sakının ve şunu da bilin ki, Allah, şüphesiz, Gafûfdur, Halîm'dir.

236.  Kendileriyle temas etmeden ve mehirle-rini belirlemeden kadınları boşamışsa-nız, üzerinize herhangi bir günah yok­tur. Zengin olanlara güçleri nisbetinde, fakir olanlara da yine güçleri nisbetinde, bilinen ölçüler içinde ve iyilik yapanlara bir borç olmak üzere onları mal yönün­den faydalandırın.

237.  Ve eğer onlarla temas etmeden onlan boşamışsanız, ve onların mehirterini de tayin  etrnişseniz>  onların  bağışlaması yahud nikah akdini elinde tutan (kocanın bağışlaması dışında, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlara aittir. Fakat (mehi-ri) bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki bağı unutmayın. Allah, şüphesiz, yaptıklarınızı hakkıylc gören­dir.

238.  Namazlara ve özellikle orta namaza devam  edin;  huşu  içinde Allah  için namaza durun.

239. Fakat (bir tehlikeden) korkmuşsanız, yaya veya bir şeye binmiş olarak da kılın. Tehlikeden emin olduğunuzda ise, Allah'ı, bilmediğiniz şeyleri size öğret­tiği gibi zikredin.

240. İçinizden ölenler ve geride zevceler bıra­kanlar, evlerinden çıkarmaksızın zevce­lerine bir yıla kadar faydalanacakları mal  vasiyet etsinler.   Fakat kendileri çıkmışlarsa, kendi başlarına yaptıkları meşru  işlerden dolayı,  üzerinize her­hangi bir günah yoktur. Allah Azîz'dir, Hakim'dir.

241.  Boşanmamış kadınlar için de, Allah'tan sakınanlara borç olmak üzere maruf surette faydalanacakları bir mal olmalı­dır.

242.  İşte Allah, akıl edip düşünesiniz diye âyetlerini böyle açıklar.

 

Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, bir ailenin kuruluşu sırasında ve kurul­duktan sonra, erkek ve kadının dikkat etmeleri ve üzerinde titizlikle durma­ları gereken hususlarda Allah Ta'âlâ'nın emir ve yasaklarından oluşan hükümlerini bildirirler.Hangi müessese olursa olsun,o müessesenin sağ­lam ve devamlı olabilmesi, onun, her şeyden önce, sağlam temeller üze­rine oturtulmuş olması şartına bağlıdır. Temelleri çürük olan bir kuruluşun uzun süre ayakta durabilmesi mümkün değildir. Bir kuruluş olarak aile de böyledir: Sağlam ve devamlı olabilmesi, aileyi ilk anda teşkil edecek olan kan ve kocanın sağlam temellere dayalı bir evlilik yapmalarıyla mümkün­dür. Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerde, mü'min bir erkeğin mü'min bir kadınla, mü'min bir kadının da keza mü'min bir erkekle evlen­mesini, sağlam bir aile kuruluşunun ilk şartı olarak zikretmiştir. Aile içinde yetişecek ve dolayısıyle toplumu teşkil edecek olan yeni neslin İmanlı ferdlerden oluşmasının şartı budur.

Ailenin kuruluşundan sonra, karı ve kocanın evlilik münasebetlerinde dikkat etmeleri gereken husus, kadının hayızlı olduğu zamanlarda, temiz­leninceye kadar, biribirierinden uzak durmalarıdır. Zira evlilik, kadın ve erkek için şehevi duyguların tatmininden de öte, ulvi gayelerle meydana getirilen bir birleşmedir ve bu gayeyi, hem kadın için, hem de aile için zararlı olabilecek davranışlarla zedelememek gerekir.

Bazan karı koca arasında bir geçimsizlik çıkması ve bu geçimsizliğin boşanmaya kadar varması mümkündür. Bazan erkeğin karısına yaklaş­mamaya yemin ettiği de olur. Önce şunu hatırdan çıkarmamak gerekir ki, yapılacak hayırlı bir işi yapmamak için sarfedilen yeminler, Allah'ı o işi yapmaya engel kılmak manâsına gelir ki, böyle yeminlerden sakınmak gerekir. Bu sebeple, karısına yaklaşmamak için yemin eden bir erkek, ya dört ay beklemek zorundadır ki, bu bekleyiş, erkeğin boşanmaya kesin kararlı olduğuna delâlet eden ve dört ayın bitiminde boşanmayı fiilen meydana getiren bir bekleyiştir; yahut dört ayı doldurmadan keffâretini ödeyerek yemininden döner; bu dönüş de, karı kocanın barışma alâmeti­dir.

Eğer erkek karısını boşamış ise, gerek kadının bekleme süresi ve gerekse nafakası yönünden her ikisi üzerine düşen görevler vardır ve bu görevlerin ifasında gösterilecek titizlik, Allah'a ve âhıret gününe İmanın tabii sonucudur. Bu arada evli çiftlerin yeni doğmuş çocuklarının emziril­mesine, kocası ölmüş kadınların bekleme sürelerine ve bunların başka bir erkekle evlenme durumlarına âit hükümleri de gözden uzak tutmamak gerekir.

Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu âyet-i kerimelerle Allah Ta'âlâ, cemiyetin küçük bir kısmını teşkil eden ve aile denilen kan koca ve çocuk­lardan müteşekkil bir kuruluşun işleyişinde, her zaman ve her yerde çfkabilecek meselelere çözümler getirmiş, bazan itikada, bazan da ibadet­lere temas ederek bu çözümlere bir ibadet hüviyeti kazandırmıştır. Bu sebepledir ki aile, İslâm dininde mukaddes bir kuruluş olmuş ve bu kudsl-ligin zedelenmesi, Allah'ın hiçbir surette hoşnucl olmadığı işler arasında yer almıştı. Yine bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, onun daha ilk kuruluşunda, kadın olsun erkek olsun, bütün müslümanları eş seçiminde uyararak şöyle buyurmuştur: [102]

 

221. (Ey Mü'minler!) İman etmedikçe müş­rik kadınlarla evlenmeyin. Mü'min bir câriye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü'min kadınla­rı) îman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin, Mü'min bir köle, hoşu­nuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayır­lıdır. Bunlar (sizi) Cehennem'e çağırır­lar; Allah ise, izniyle, Cennet'e ve mağfi­rete davet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, âyetlerini insanlara böyle açıklar.

 

221 Allah Ta'âlâ bu âyet-i kerimeyle, erkek olsun kadın olsun, hür olsun köle olsun, bütün mü'min ve müslüman olanlara, müşrik veya kâfir olan kadın ve erkeklerle evlenmeyi yasaklamışdır. Müşrik olan kadın veya erkek, gerek güzellikleri ve gerekse zenginlikleri sebebiyle müslüman erkek ve kadınların hoşlarına gitseler bile onlarla evlenmek doğru değildir; Allah'ın açık ve kesin emrine karşı gelmek, O'na isyan etmektir. Bu sebeple, müslüman bir erkeğin, müslüman bir câriye ile evlenmesi, hem hür olan ve hem de güzelliği, zenginliği ve erkekleri cezbeden diğer halleriyle hoşa giden müşrik bir kadınla evlenmesinden hayırlıdır.

Hazret-İ Peygamber, Buhâri ve Müslim tarafından da nakledilen bir hadîsinde, bir kadınla ancak dört meziyeti dolayısıyle evlenildiğine işaret ederek, bunların, kadının malı, soyu, sopu, güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da «sen kadının dindar olanını al» buyurmuştur [103]

İbn Mâce tarafından nakledilen bir hadisinde İse, şöyle demiştir: «Kadınlarla güzellikleri dolayısıyle ev­lenmeyin; mümkündür ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder; mallan dolayısıyle de evlenmeyin; mümkündür ki, malları da onları size karşı isyana sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısiyle evlenin. Dindar olan

siyahi bir câriye, diğerlerinden üstündür». (Hadis için bkz. ibn Mâce, sunen,l.572 Müşrik, Allah'a, Peygamber'e ve kitab'a inanmayan ve bunların var-iığını inkar eden kimse demektir. Buna göre, ister erkek olsun ister kadın olsun, müşrik oldukları takdirde ve iman etmedikçe bunlarla evlenmeyi, onlara kız vermeyi veya onlardan kız almayı, âyet-i kerime yasaklamıştır. Kısacası, evlenme yoluyla müsiümanlann müşriklerle yakınlık kurmaları haram kılınmıştır.

Ancak âyet-i kerlme'de, sadece müşriklerden söz edilmiş, fakat ya-hudl ve hıristiyan gibi Allah'ın varlığına, birliğine, kendi Peygamberlerine ve kendi kitaplarına inanan, yahut inanmaları gereken kitap ehlinden söz edilmemiştir. Buna göre, kitap ehlini, âyet-i kerimenin müşriklerle evlen­meyi haram kılan hükmünden ayrı tutmak ve onların durumunu ayrı mütâ­lâa etmek gerekir. Zira Kur'ân-ı Kerlm'de, meselâ Bakara sûresinin 105, Beyyine sûresinin 1 inci âyetlerinde de görüldüğü gibi, kitap ehli ve müşrik­ler ayrı ayrı zikredilmiş, fakat kitap ehlinden müşrik adı altında hiç bahse­dilmemiştir. Mâide sûresinin 5 inci âyetinde ise, kitap ehlinden olan kadın­larla müslüman erkeklerin evlenmelerine izin verilmiş ve «...sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlarla, mehirlerini verdiği­niz takdirde, namusluca, zina etmeden ve dost edinmeden onlarla evlen­meniz size helâl kılındı» buyurulmuştur.

Kitap ehlinden olan kadınlarla evlenmek hususunda gelen bu kolaylı­ğın sebep ve hikmeti, dinlerinin İslâm'a yakın olması ve İslâm'daer-Rkâlu kavvâmûne ale'n-nisâ (erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler) (Nisa sûresi, 33) prensibinin değişmez ağırlığıdır. Erkeğin aile içerisindeki hâkimiyeti, kitap ehlinden olan ve inancı İslâml inanca yakın bulunan eşinin İslâm'a girmesine ve müslüman olmasına yardım eder. Şüphesiz onu, zorla, teh­ditle ve dayakla değil, fakat sevgiyle şefkatle ve iyi muameleyle ikna ederek İslâm'a yaklaştırması, ondan olacak çocuklarını da, kitap ehlinin inancına göre değil, İslâml inanca göre yetiştirmesi, erkeğin kadın üzerin­deki hâkimiyetinin eseri olmak gerekir.

İşte, yukarıda işaret ettiğimiz Mâide sûresinin 5 inci âyetinde müslü­man bir erkeğin kitap ehlinden olan bir kadınla evlenmesine verilen ruhsatı bu manâ içinde değerlendirmek icabeder. Buna göre, pısırık olan ve karısının hâkimiyeti altına girerek, onun baskısıyle kendi dinini bile ihmal edebilecek, çocuklarına da İslâml terbiye vermekten âciz kalacak olan müslüman bir erkeğin bu ruhsattan faydalanması ve kitabi bir kadınla evlenmesi mümkün değildir.

Müslüman bir kadının kitap ehlinden olan bir erkekle evlenmesine gelince, hiçbir müslümanın tereddüt etmiyeceği bir şekilde, sünnet ve icmâ iie haram kılınmıştır. Müslüman erkeğin kitabî bir kadınla evlenme­sine verilen ruhsatta illet olan erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyeti prensi­bi, müslüman kadının kitabî erkekle evlenmesindeki hürmetin de illetini teşkil eder. Başka bir ifadeyle, erkeğin hâkimiyeti nasıl müslüman erkekle kitabi bir kadının evlenmesine izin verilmesine sebep olmuşsa, yine aynı sebeple müslüman kadının kitabî bir erkekle evlenmesi haram kılınmıştır. Çünkü erkek, hâkimiyeti dolayısıyle müslüman karısını kendi dînine dön­dürebilir ve çocuklarını da kendi dîni üzere terbiye edebilir.

Burada şu hususa da işaret etmek gerekir ki, Kur'ân-ı kerîm'de müşriklerden ayırt edilen kitap ehli, Allah'ın varlığına, birliğine inanan ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan yahudî ve hıristiyanlardır. Kitap ehlinden görünüp de Allah'ı inkâr edenlerin, yahut O'nunla birlikte başkalarını kendilerine Rab edinenlerin müşriklerden farkı yoktur. Bu inançtaki kadın­larla evlenmek de müşrik kadınlarla evlenmek gibidir.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de, müslüman erkek ve kadının müşriklerle evlenmelerinin haram kılınışındaki sebebe de işaret ederek «müşrikler sizi Cehennem'e çağırırlar; Allah ise, izniyle Cennet'e ve mağ­firete davet ediyor» buyurmuştur. Filhakika müşrikler, söz ve fiilleriyle, Allah'a olan inançsızlıklarını ortaya koymaktan ve zihinleri bulandırıp kalp­lere şüphe sokmaktan çekinmezler. Evlilik bağıyle aile içerisine girmiş bir müşriğin âüe ferdlerine yapacağı tesir son derece büyüktür. Bu sebeple onun tesiri altında kalmış bir kimsenin gideceği yer de Cehennem'den başkası değildir.

Halbuki Allah, insanları Cennet'e ve mağfirete davet etmekte ve onlara, kendilerini Cennet'e götürecek olan yolu göstermektedir. Buna göre, müşriklerin gösterdikleri yolla Allah'ın gösterdiği yol arasında tam bir zıtlık vardır ve bu sebepten Allah'ın, kendi yolunda giden mü'min bir kulunun, müşrikle evlenmesine izin vererek onun yoluna girmesini kolay­laştırması elbette mümkün değildir.

İşte Allah Ta'âlâ, dîninin hükümlerini, bu hükümlerin sebeplerini ve insanlaçaolan faydalarını bu şekilde açıklar. Akıl sahipleri, bunlar üzerinde durup düşündükleri zaman, getirilen hükümlerin, insan yaratılışına ne kadar uygun olduklarını anlamakta güçlük çekmezler, ve onları tam bir teslimiyetle kabul ederler. Bu, Allah'ın kullarına olan rahmetinin genişli-ğindendir.

Allah Ta'âlâ, eş seçiminde kadın erkeK butun muslumaniarı uyardık­tan ve kurulacak ailenin sağlam İslâmî temeller üzerine oturması için müşriklerle evlenmeyi haram kıldıktan sonra, hayız denilen ve kadınların ay haline delâlet eden durumları hakkında, Hazret-i Peygamber'e yönelti­len bir soruyu cevaplandırmış ve şöyle buyurmuştur: [104]

 

222. (Ey Muhammedi) Sana hayızı (âdet ha­lini) soruyorlar. (Onlara) de ki: O bir ezadır. Hayızlı iken kadınlardan uzak durun ve temizlenmedikçe onlara yak­laşmayın.  Temizlendikleri zaman, Al­lah'ın sîze emrettiği şekilde onlara yak­laşın.  Allah,  şüphesiz,  tövbe edenleri sever; temizlenenleri de sever,

223.  Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Bu sebeple tarlanıza dilediğiniz şekilde yak­laşın. Kendiniz için (gelecekte faydasını göreceğiniz   iyi   ameller)   sunun.   Al­lah'tan sakının ve bilin ki, O'na mutlaka kavuşacaksınız.   (Ey   Muhammedi) Mü'minleri müjdele.

 

222 Hakkında Hazret-i Peygamber'e soru yöneltilen mahîz veya hayız lugatta akıntı manâsına gelir. Şerîat dilinde ise, belirli zamanlarda ve belirl sürelerde kadınların rahimlerinden akıntı halinde gelen kandır ki, rahmin hayatiyetine, sıhhatine ve akıntının kesildiği süre içinde çocuk yapabilecek bir istidatta bulunduğuna delâlet eder.

Câhiliye devrinde araplar ve kitap ehlinden olan yahudîler, kadınlarır hayız gördükleri günlerde onlardan uzak dururlar, aynı sofraya bile birlikte oturmazlardı. Tevrat'ın Levililer (15/19) bölümünde şu ibareler görülür «Ve eğer bir kadının akıntısı olur ve bedeninde akıntısı kan olursa, yedi gür murdarlığında kalacak; ve ona her doKunan akşama kadar murdar olacak tır. Ve murdarlığında üzerinde yattığı her şey murdar olacak; üzerinde oturduğu her şey de murdar olacaktır. Ve onun yatağına dokunan he adam esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kadar murda olacaktır. Ve kadının üzerinde oturmakta olduğu herhangi bir şeye doku nan her adam esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kada murdar olacaktır. Ve kadının oturmuş olduğu yatak, yahut herhangi bir döşek üzerinde bir şey olursa, adam o şeye de dokunduğu zaman akşama kadar murdar olacaktır. Ve eğer adam onunla yatarsa ve kadının murdar­lığı ona bulaşırsa, yedi gün murdar olacak ve üzerinde yattığı her yatak murdar olacaktır».

Yahudilerin hayizlı kadına karşı takındıkları bu aşın derecedeki tavrın aksine Hıristiyanlar, bunu hiç önemsemiyorlar, yahut onlar da aşırı dere­cede kolaylığa meylediyorlardı. Müslümanlar Medine'ye hicretten sonra yahudtleri de yakından tanıyınca, kitap ehlinden bu İki din mensuplarının hayızlı kadınlara karşı takındıkları bu farklı davranışı anlamakta güçlük çekmemişlerdi. Diğer meselelerde olduğu gibi bunun da sebebini araştırı­yorlar ve zaman zaman Hazret-i Peygamber'e gelerek durumu O'na soruyorlardı. Zira kendilerinin de hayızlı kadınlar karşısında Allah'ın em­rine uygun bir davranışları olması gerekirdi. Müslim ve diğer Sünen sahip­lerinin naklettikleri bir hadis, bu meseleye ışık tutar: «Enes İbn Mâlik der ki: Yahudiler, içlerinde bir kadın hayız olduğu zaman, o kadınla beraber yemek yemezler ve evlerde onunla bir yere gelmezlerdi. Hazret-i Pey-gamber'in ashabı da hayız meselesini kendisine sordular. Bunun üzerine Allah Ta'âlâ, sana kadınların ay halini soruyorlar âyetini indirdi. Bundan sonra Hazret-i Peygamber, ashabına, cinsi münâsebet dışında hayıztı kadınlarla her şeyi yapabilirsiniz, buyurdu».

[105]Hadîs kitaplarında, Hazret-i Peygamber'in hayızlı zevceleriyle cinsi münasebet dışında, normal münâsebetlerini nasıl sürdürdüğünü gösteren bir çok hadîs nakledilmiştir. Bunlar, yahudllerin ve câhiliye araplarının hayızlı kadınlardan uzaklaşmak hususundaki inanç ve tatbikatlarının yan­lışlığını göstermek için birer ders mahiyetindedir ve böyle değerlendirilme­leri gerekir. Nitekim bu inancın tesiri altında aynı çekingen davranışı gösteren Ummu'i-Mu'rninln Hazret-i Aişe'nin bir Hadisini, sadece bir örnek olarak zikredebilirz: «Rasûllullah (s.a.s.) mescidden seccadeyi bana alıver, dedi. Ben de hayızlı olduğumu söyleyince, onu bana alıver; hayız senin elinde olan bir şey değil, buyurdu»[106]

Allah Ta'âlâ hayız hakkında Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruya, önce onun bir eza olduğunu bildirerek cevap vermiş, sonra da hayızlı iken kadınlardan uzak durmayı ve temizlenmedikçe onlara yaklaşmamayı

emretmiştir. Hayızın eza olması, hayızlı haldeyken kadına yaklaşmanın ezaya ve zarara sebep olması dolayısıyledir. Her ne kadar erkek, bu ezadan salim kalmış olsa bile, kadının her zaman salim kalması mümkün olmayabilir ve erkeğin kadına hayızh iken yaklaşması, kan ifraz etmekte olan organları rahatsız eder ve bazı hastalıklara da sebep olabilir. Fakat Allah Ta'âlâ, ezâ tabiriyle murad ettiği manâyı şüphesiz en iyi bilendir ve bu ağır sebebe istinaden hayızlı kadına yaklaşmamayı, yani onunla cinsi münâsebette bulunmamayı emretmiştir. Allah'ın kullarına yapılmasını emrettiği veya yapmaktan nehyettiği her şeyde şüphesiz onların menfeatı vardır. Zira Allah Ta'âlâ, faydası olmayan hiçbir şeyi emretmediği gibi, zararsız bir şeyi de yasaklamamıştır.

Ayet~i kerîme'de haytzlı kadına yaklaşmayı yasaklayan emirden sonra, temizlenmek şartına bağlı olarak bu yasak kaldırılmış ve «temizlen­dikleri zaman, Allah'ın size emrettiği şekildeoniarayakiaşın» buyurulmuş-tur. Buna göre, kadının akıntısı kesildikten ve yıkanıp temizlendikten sonra, artık normal karı koca münâsebetlerini devam ettirmekte hiçbir mahzur yoktur. Zira karı koca arasındaki bu cinsi münâsebet. Allah'ın kadın erkek bütün insanlara yaratılıştan bahşettiği cinsi temayülün tabii bir neticesidir. Eğer kadınla erkeği biribîrlerine yaklaştıran bu temayül bu-lunmasaydı, ne ikisinin btraraya gelmesi, ne evlilik ve ne de çocuk do­ğurma meşakkatine katlanma diye bir şey olur; bunun neticesi ise, insan nesli vücut bulmazdı. Bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ; kadın erkek arasında yarattığı bu cinsi temayülün, âyet-i kerime'de, neslin devamını sağlayacak olan tabii bir birleşmeyle izhar edilmesini ve kadına arkadan yaklaşılma­masını emretmiştir. Bununla beraber, şehvetine kapılıp eşlerine hayızlı iken veya tensül organını bırakıp arkadan yaklaşanlar, işledikleri bu gü­nâhtan tövbe ederlerse, Allah şüphesiz tövbe edenleri sever ve onların tövbelerini kabul eder. Keza Allah Ta'âlâ, hayızh olan, yahut pislik bulunan yerlerden uzak durup kendilerini temiz tutanları, yahutta kirlettikten sonra tövbe edip temizlenenleri de sever. [107]

 

223 Allah Ta'âlâ, hayızh kadınların halini açıkladıktan ve ancak temizlen­dikten sonra eşlerinin onlara yaklaşmalarını emrettikten sonra, neslin devamını sağlamak manâsında gelen bu yaklaşmaya daha çok açıklık kazandırmak için ikinci âyeti indirmiş ve bunu, insanın ziraat maksadıyle tarlaya girişine benzeterek, «kadınlarınız sizin için bir tarladır. Bu sebeple, tarlanıza dilediğiniz şekilde yaklaşın» buyurmuştur. Filhakika tarla, bir insanın, hiç olmazsa bir sene boyunca ihtiyacı olan sebze, meyve ve hububatı ekip bıçtıgı, veya mansuıunu aıatgı oır yeraır. Kadın da erkeği için bir tarla gibidir. Bu sebeple ona, sadece şehevi arzularını tatmin etmek için değil, fakat hayırlı evlâd yetiştirip neslini devam ettirmek için dilediği şekilde yaklaşması gerekir. Zira insan için, ölümünden sonra arkasından hayır duâ edecek bir evlâd yetiştirmesinden daha güzel ve daha hayırlı başka bir amel yoktur. İnsan, sağlığında ancak böyle bir evlâd yetiştirdiği zaman, âyet-i kerime'de de emredildiği gibi, âhırete göçmeden önce kendisi için hayırlı bir amel takdim etmiş, yahut böyle bir amelin âhırette faydasını göreceği sevabını hazırlamış olur.

O halde, mü'minierin böyle hayırlı bir gaye ile hareket ederken, önce eş seçiminde dikkatli olmaları ve çocuklarına iyi terbiye veremiyecek eşler seçmekten, hayızlı kadınlara yaklaşmaktan ve sırf şehevî arzularını tatmin için uygunsuz yaklaşımlara girişmekten sakınmaları ve Allah'tan korkma­ları gerekir. Ve şunu da unutmamaları gerekir ki, bir gün nasıl olsa Allah'a mülâki olacaklar ve O'nun emirlerine muhalefet etmişlerse, bu muhalefe­tin cezasını çekeceklerdir. O'nun emirlerine muhalefet etmiyenier ve çiz­diği hududu tecavüze yeltenmiyenler ise, dünya ve âhtret saadetine mu­hakkak kavuşacaklardır. O halde, ey Muhammed, işte böyle mü'minlere sahip olacakları bu mükâfatı şimdiden müjdele.

Allah Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeler de, müslümanlan evlenmek için eş seçiminde dikkatli olmaya, evlendikten sonra kart koca münâsebetlerinde özellikle haram olan davranışlardan sakınmaya ve nezih, terbiyeli, Allah'ın koyduğu hududa saygılı bir aile hayatı sürmeye davet ettikten sonra, bir kaç âyet ileride bu konuya tekrar dönmek üzere ve bilinmesinde fayda bulunması sebebiyle, yeminle ilgili bazı hükümleri zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: [108]

 

224.  Yeminleriniz sebebiyle iyilik yapmanı­za, (kötülükten) sakınmanıza ve insan­lar arasını bulmanıza Allah'ı engel kıl­mayın. Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.

225.  Allah, kasıdsız yeminlerinizden dolayı sizi ayıplamaz; fakat kalplerinizin kas-dettiği yeminden sorumlu tutar. Allah, Gaför'dur, Halim'dir.

226. Kadınlarına yanaşmamaya yemin edenlerin dön ay beklemeleri gerekir Eğer (yeminlerinden) dönerlerse, şüphesiz, Allah Gafür'dur, Rahim dır. 2 7 7 Eğer boşanmaya karar verirlerse, Allah, şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle bi­lendir.

 

224 Lugatta sağlam ve kuvvetli manâsına gelen yemin, sağlamlığa ve kuvvete delâlet etmesi dolayısıyle, sağ el manâsında da kullanılmıştır. Şeriat dilinde ise, bir şeyi yapıp yapmamak, veya bir şeyin olup olmadığı hususunda Allah'ı şâhid göstererek ve O'nun azametine sığınarak kesin ve doğru söylediğini ifade etmekten ibarettir. Meselâ bir kimse, «vallahi şunu yapacağım», yahut «vallahiibunu«yapmıyacağım» dediği zaman, «Allah şahidim olsun ki, veya Allah'a söz vererek söylüyorum ki, şunu yapacağım», yahut yapmıyacağım» manâsını ifade etmiş olur ki, artık o kimsenin bu kesin sözünden dönmemesi ve yapacığını bildirdiği şeyi yapması.gerekir; yapmadığı takdirde günahkâr olur ve günahının keffâretini ödemesi icabeder.

Ancak, kısaca manâsını açıkladığımız bu yeminin Allah katında çok büyük önemi vardır ve insanların bunu gelişi güzel sarfetmekten çekinme­leri gerekir. Özellikle yapılmasında hayır olan işleri yapmamaya, buna mukabil kötü işleri yapmaya Allah'ı şâhid göstererek yemin etmek haram­dır. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerime'de Allah Ta'âlâ, «yeminleriniz sebe­biyle iyilik yapmanıza, kötülükten sakınmanıza ve insanlar arasını bulma­nıza Allah'ı engel kılmayın» buyurmuştur. Meselâ bir yoksula sadaka vererek yardım etmek hayırlı bir iştir. Fakat bir kimsenin o yoksula kızarak «Vallahi ben bu adama sadaka vermiyeceğim» diyerek yemin etmesi, Allah'ı sadaka vermeye engel kılmak manâsına gelir; çünkü kızgınlığı geçtikten sonra ona sadaka vermek istese bile, Allah adını anarak ona sadaka vermiyeceğini beyan etmiş olması, onun sadaka vermesine engel olur. Oysa bu, Allah'a karşı büyük bir iftiradır; çünkü Allah, sadaka vermeyi dâima emretmiş fakat hiç kimsenin sadaka vermesine engel olmamıştır. Bunun gibi, yapılmaması gereken kötü bir işi yapmak için Allah'a yemin etmek, sonra da «ne yapayım; Allah'a yemînimvar» diyereko kötü işi Allah adına yapmak da, aynı şekilde, Allah'ı o kötü işten sakınmaya engel kılmak demektir, ve bu da O'na bir iftiradır. Çünkü Allah, kötülükten sakınmak isteyen hiç kimseye engel olmamıştır. İşte, insanın Allah'a bu şekilde çirkin iftiralarda bulunmaktan korunması için, âyet-i kerime'de, hayırlı işleri yapmamak, kötü işleri de yapmak hususunda yemin etmesi

haram kılınmış ve «yeminlerinizle Allah'ı engel kılmayın» buyurulmuştur. Taberî, Ebû Bekr'in Hazret-i Aişe hakkındaki ifk hâdisesine adı karışan Mistâh'a nafaka vermemek için yemin etmesini âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olarak göstermiştir ki, bu husus, yukarıdaki tefsiri doğrular.

Ayet-i kerîme'yle bu çeşit yeminler haram kılınmış olmakla beraber, herhangi bir kimse, hayırlı bir işi yapmamaya, yahut kötü bir işi yapmaya yemin etmişse, onun, bu yeminden keffâret ödemek pahasına da olsa dönmesi gerekir. Nitekim Hazret-i Peygamber, bir hadisinde şöyle bu­yurmuştur: «Her kim bir şeye yemin eder de yemin ettiği şeyin gayrisini yemin edilenden daha hayırlı görürse, yemininden keîfâret versin ve o daha hayırlı olanı yapsın»[109]

Netice olarak, hayırlı işleri yapmaya, kötü işlerden de sakınmaya, yeminler sebebiyle Allah'ı engel kılmamak, eğer bu çeşit bir yemin yapıl­mışsa keffâret verip bu yeminden dönmek gerekir. Zira Allah Ta'âlâ, kimin ne çeşit sözlerle yemin ettiğini hakkıyle işittiği gibi, niyetinin ne olduğunu da hakkıyle bilir ve hududunu tecavüz edenleri cezalandırır. [110]

 

225 Bazı kimseler vardır, ağız alışkanlığı sebebiyle konuşmalarında sık sık yemin ederler; fakat yemin ettiklerinin farkında olmazlar. Bu çeşit yemin­ler, kasıd olmaksızın yapılan yeminlerdir. Kalpten çıkmamış, sadece söz olarak ağızdan dökülmüşlerdir. İşte, ikinci âyette bu çeşit yeminlere işaret edilmiş ve Allah Ta'âlâ'nın, böyle yeminlerinden dolayı kullarını muaheze etmiyeceği, bu yüzden onları aytpiamıyacağı bildirilmiştir. Bu sebepledir ki, kasıdsız ve gelişigüzel sarfedilen bu ç^şit yeminlerden dönüp dönme­mek sözkonusu olmadığı gibi, dönülmüş olsa bile keffâret gerekmez.

Allah Ta'âlâ'nın, dönüldüğü takdirde ayıpladığı, günâh sayarak dün­yada keffâret cezasıyle cezalandırdığı yeminler, kasda ve niyete dayalı olarak yapılan yeminlerdir. Bunlar, kalpten çıkıp sözle ifade edilirler; çünkü kasıd veya niyetin barındığı ve beslendiği yer kalptir. Bu sebepledir ki mü'minlerin bilerek ve kasıdlı olarak sarfettikleri yeminlerde çok dikkatli olmaları, hem, hayırlı bir iş yapmaya yeminleri sebebiyle Allah'ı engel kılacaklarını düşünerek, bu çeşit yeminlerden şiddetle kaçınmaları, hem de kasıdlı olan diğer yemlnleriyle Allah'ı şâhid göstererek verdikleri sözü yerine getirmeleri gerekir. Eğer herhangi bir zaruret dolayısıyie kasıdlı yeminden dönecek olurlarsa, dünyevi cezası olan keffâreti ödemekten kaçınmamalı, günâhından da tövbe istiğfar etmelidirler. Zira Allah Ta'âlâ Gafûr'dur; ahlâkını ve amellerini ifsad etmiyecek şekilde kasıdsız ve ağız alışkanlığıyle yemin eden kullarını bağışladığı gibi, kasıdlı yemin ettikten sonra yeminlerinden dönmek zorunda kalıp keffâret verenlerin tövbelerini de kabul eder. O, aynı zamanda Hallm'dir: Kullarının sakınmakta zafiyet

gösterdikleri küçük günâhlarıneezasını vermekte acele göstermez ve bu sebeple iradeleri dışında kasıdsız yaptıkları işler dolayısıyie üzerlerine ağır gelecek cezalar yüklemez. [111]

 

226 Allah Ta'âlâ, yukarıdaki ilk iki âyetle, müslümanları yemin hakkında uyardıktan ve onları, bu konuda kendilerine yetecek kadar bilgi sahibi kıldıktan sonra, daha önce üzerinde durulan aile meselelerine ve karı koca münâsebetlerine tekrar dönmüş ve yeminle ilgili olarak şöyle buyurmuş­tur: «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin dört ay beklemeleri gerekir. Eğer yeminlerinden dönerlerse, şüphesiz Allah, Gafûr'dur, Ra-hlm'dir».

Erkeğin karısına yaklaşmamak üzere yemin etmesi, âyet-i kerimede geçen yu'lûne kelimesiyle ifade edildiği için bu hâdise, ilâ adiyle tanınmış­tır. Karı koca arasında çeşitli sebeplerden anlaşmazlık çıkması, bazan bu anlaşmazlığın kavga haline dönüşmesi, bir çok ailede görülen hâdiseler­dendir. Bazı aileler bu çeşit anlaşmazlıkları, sonradan kavgaya dönüşmüş olsa bile, gerek erkeğin ve gerekse kadının olgun davranışlarıyle ortadan kaldırmaya muvaffak olurlarsa da, bazı aileler, ya erkeğin, ya kadının yahutta her ikisinin anlayışsız davranmaları sebebiyle bunda muvaffak olamazlar, ve nihayet devamlı geçimsizlik, karı kocanın ayrılmasına ve aile müessesesinin yıkılmasına sebep olur.

Ancak, İslâm dininde, bazı istisnai haller dışında, boşanma kararını vermek, erkeğe tanınmış bir haktır; onun, karısına kendisini boşadığını bildirmesiyle boşanma fiilen gerçekleşmiş olur.

Erkeğin karısına yaklaşmamak üzere yemin etmesi, yani ilâda bu­lunması, boşama yollarından biridir. Ancak onun, karısına kendisini boşa-dığını boşama kelimesini kullanarak bildirmesi halinde boşanma hemen o ânda gerçekleştiği ve her ikisi de birbirine yabancı iki insan durumuna geldikleri halde, ilâda boşanma hemen vukubulmaz. Ayet-i kerîme'de de belirtildiği gibi, boşanmanın vukubuiması için, erkeğin yemininden dön-meksizin dört ay geçmesi gerekir. Dört ay geçtikten sonra boşanma gerçekleşmiş olur.

Ancak, ilâ, yâni erkeğin karısına yaklaşmamak üzere yemin etmesi, karı kocanın ayrılması ve ailenin yıkılması neticesini doğurduğu için, Al­lah'ın rızasına uygun düşmeyen davranışlardandır. Bu sebeple ilâyı, 224 üncü âyette de açıkladığımız gibi, yemin sebebiyle kötülükten sakınmaya Allah'ı engel kılmak manâsında değerlendirmek gerekir. Buna göre, erke­ğin keffâret vererek ilâ yemininden dönmesi, karısına rahmetle ve şefkatle yaklaşması ve yıkılmak üzere olan bir yuvayı yıkılmaktan kurtarması, yemininde İsrar etmesinden hayırlıdır, û'iah, şüphesiz, Gafûr'dur, Rahlm'dir. Ünce Allah'ın rızasına uygun olmayan bir yem ini sarfetmiş olmala­rı, sonra da, iyi niyette olsa bile bu yeminden dönmeleri sebebiyle işledik­leri günâhtan tövbe eden kullarını bağışlar, rahmetini onlardan esirgemez. [112]

 

227 Bununla beraber, ilâda bulunan erkekler, dört ay içinde yeminlerin­den dönmezlerse, bu takdirde boşanmaya kesin karar vermiş oldukları anlaşılır ki, dört ayın sonunda istedikleri bu boşanma fiilen gerçekleşmiş olur. Dört ay tamamlandıktan sonra, artık kanlarına kendilerini boşadıkla-rını söylemelerine de gerek yoktur. Çünkü dört ay önceki yemlnleriyle bunu zaten söylemişlerdi.

Şu var ki, yeminle boşanmaya karar verenlerin ve bu boşanmayı yeminlerinde israr ederek gerçekleştirenlerin, yaptıkları yemini Allah'ın işittiğini ve kalplerinde besledikleri niyeti bildiğini asla hatırlarından çıkar­mamaları gerekir. Eğer karılarına yaklaşmamaya, sırf onlara eziyet etmek ve zarar vermek için yemin etmişlerse, Allah, onların bu niyetlerinden elbette haberdârdır ve onları bu yüzden cezalandırır. Eğer kanlarını terbiye etmek, Allah'ın emir ve yasaklarına uymalarını sağlamak maksadıyie yemin etmişlerse, Allah, şüphesiz bur>u da bilir ve mağfiretini onlardan esirgemez.

Allah Ta'âlâ, karılarına yaklaşmamaya yemin eden ve yeminlerinde israr ederek dört ayı dolduran erkeklerle ilgili hükmünü açıkladıktan sonra, boşanmış kadınların durumunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: [113]

 

228. Boşanmış kadınlar, kendi başlarına üç hayız (veya temizlik) süresi beklerler. Eğer onlar, Allah'a ve âhire t gününe inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri onlara helâl olmaz- Fakat kocaları, eğer barışmak isterlerse, bu süre içinde onları geri al­maya daha lâyıktırlar. Kocalarının onlar üzerinde hakları olduğu gibi, on­ların da kocaları üzerinde belli haklan vardır; fakai erkekler, onlar üzerinde bir üstünlük derecesine sahiptirler. Allah. Azizdir, Hakim'dir.

 

228 Kocaları tarafından boşanmış olan kadınların, boşanmanın fiilen ger­isinden sonra tam manâsıyle serbest kalıp yeniden evlenebilmeleri için, üç hayız, veya üç temizlik süresi beklemeleri gerekir. Ancak âyet-i kerlme'nin bu hükmüne tâbi olan kadınlar, hür olan, hayız gören ve hayız-dan henüz kesilmemiş bulunan kadınlardır. Câriye, hayız görmeyen küçük yaştaki kız çocukları ve hayızından kesilmiş yaşlı kadınlar, bu hük­mün dışındadır. Zira cariyenin bekleme süresi iki hayız olduğu için, âyet-i kerlme'nin hükmünden ayrıldığı gibi, hayızdan kesilmiş kadınların da, hem yeniden evlenme ümidieri azalmış, hem de çocuk sahibi olmaiarı ortadan kalkmış olduğu için, bu hükümle herhangi bir ilgileri yoktur.

Buna göre, hayız görmekte olan kadınlar, kocaları tarafından boşan­dıkları takdirde, kendi başlarına, yani başka bir erkekle hemen evlenmek-sizin üç hayız, veya üç temizlik süresi beklemek zorundadırlar. Bu sürenin bazan üç hayız, bazan üç temizlik süresi olarak ifade edilmesi, âyet-i kerîme'deki kuru (kar'ın çoğulu) kelimesinin araplar arasında, hem hayız, hem de temizlik manâsında kullanılmış olaması dolayısıyledir. Bu sebep­ledir ki, Hanefî ve Hanbelî mezhebleh, kelimeyi hayız, Mâliki ve Şafii mezhebleri ise, temizlik manâsında almışlar ve âyet-i kerlme'nin Selâsete kurû'in ibaresine tercih ettikleri manâyı vermişlerdir.

Kadının boşandıktan sonra üç hayız görecek sürede beklemesi, kar­nında, boşandığı kocadan çocuğu olup olmadığının anlaşılması içindir. Nitekim âyet-i kerîme'de bu hususa da işaret edilerek, Allah'a ve âhıret gününe inanan kadınlara, Allah'ın karınlarında yarattığı çocuk veya hayız olarak her ne varsa onu gizlemelerinin helâl olmadığı bildirilmiştir ki, bundan, üç hayız süresi beklemenin sebep ve hikmetini kolayca anlamak mümkündür. Zira câhiliye devrinde bir kadın, bazan kocasından ayrılınca, karnındaki çocuğu gizleyerek bir başkasıyle evlenir, çocuk doğduktan sonra da onun ikinci kocasından olduğunu ileri sürerdi. Bunun kötü bir iftira, yalan ve aldatma olduğu açıktır. Allah Ta'âlâ, boşanmış kadınların böyle bir yalana başvurmalarını önlemek için, önce üç hayız beklemeleri şartını koymuş, sonra da, «eğer Allah'a ve âhıret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığı şeyi gizlemelerinin onlara helâl olrnıyacağı-nı» bildirmiştir. Bu hitapta, üç hayız süresi içinde hayız görüp görmedikle­rini, yahut karınlarında çocuk bulunup bulunmadığını gizleyen boşanmış kadınlar için şiddetli bir tehdit vardır. Zira Allah'a ve âhıret gününe inanan ve o günde hesaba çekilip yaptıklarının mükâfatını veya cezasını görece­ğini bilen bir kadın, kocasından ayrılırken, bazı menfeatlar sağlamak için yalana başvurmaz; hayız görmüşken karnında çocuk olduğunu söylemez; yahut karnında çocuk varken hayız gördüğünü iddia etmez. Allah'a ve âhıret gününe olan îmanı, onun bu derece kötübir'yalanabaşvurmasınâ engel olur.

Allah Ta'âlâ, bekleme süresini böylece açıkladıktan sonra, bu süre içinde erkeklerin ailenin gidişini düzeltmek istemeleri halinde, boşadıkiarı kadınları yine kendi nikâhları altına almaya daha lâyık olduklarını beyan etmiştir. Bu, Allah'ın, karı ve kocanın ilk evliliklerindeki samimiliğin ve temziliğin korunmasına gösterdiği rağbetin bir tezahürü ve ayrılmak üzere olan eşlere son derece büyük bir lutfudur. Zira boşanan ve biribirinden ayrılan erkek ve kadınlar, ikinci defa başkalarıyfe evlenmeye kalkıştıkları zaman, ilk evliliklerindeki gibi kolayca eş bulamazlar; bulsalar bile, ilk evliliğin saflığını, temizliğini ve heyacanını içlerinde hissedemezler. Bunun sıkıntısını kadınlar, şüphesiz, erkeklerden daha çok duyarlar, halbuki ay­rılmaya karar vermiş olsalar bile, birbirlerine alışmış olan ve biribirierinin huylarını yakından tanıyan çiftlerin yeniden biraraya gelmelerinde, her ikisi için de fayda vardır. Eğer bekleme süresi içinde kadının hâmile olduğu da anlaşılırsa, bu, erkeğin boşanma kararından daha kolay vazgeçmesini sağlar. İşte bunları gözönünde bulunduran erkeğin, geçimsizliği ortadan karldırmak, arayı düzeltmek ve aileyi dağılmaktan kurtarmak maksadıyle ve bekleme süresi içinde karısına dönmeye hakkı vardır.Fakat onun bu dönüşü, kadına eziyet etmek ve süresi tamamlandıktan sonra onun baş-kasıyle evlenmesine engel olmak maksadına dayanırsa, günah işlemiş ve Allah'ın cezasını hak etmiş olur.

Erkeğin, gerek îlâ ile ve gerekse sözle karısını boşadıktan sonra, bekleme süresi içinde ona tekrar dönmesi halinde, onun bu çeşit bo­şanma fiiline islâm hukukunda talâk-ı rici denilmiştir ki, süresi içinde karısına rücû (dönme) hakkını elinde bulunduran ve bu hakkı kullanan erkeğin talâkı manâsına gelir. Bu dönüşte, kadının görüşünü almak ve evlilik hayatının devamına rızası olup olmadığını sormak şart değildir.

Erkeğin boşanmaktan vazgeçip karısına dönmesinden sonra, aile İçindeki geçimsizliğin ortadan kalkması ve ailenin gerçek saadete kavuş­ması, karı koca arasında bulunması gereken sevgi, şefkat ve iyi muame­leye bağlıdır. Biribirlerine saygı duymayan, biribirierinin hukukuna riâyet etmiyen ve biribirlerini sevmeyen karı kocalardan iyi geçim beklemek çok güçtür. Keza yalnız bir taraftan beklenen sevgi ve saygının da iyi bir geçim temin etmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, kart kocanın biribirleri üzerindeki haklarına işaret etmiş ve her ikisinin de, karşılıklı olarak bu haklara riâyet etmeleri gerektiğini belirtmiş­tir. Bu haklar, halk arasında maruf örfe ve şer'a uygun olan haklardır. Bunlara sahip olma yönünden, karı kocadan birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Her ikisi de eşittir. Ancak bilinen bir gerçektir ki, çocukları olsun veya olmasın, karı kocadan oluşan bir aile, cemiyetin en küçük bir topluluğunu teşkil eder ve nerede bir topluluk meydana gelmişse, o topluluğu idare edecek bîr reîse, veya başkana ihtiyaç duyulur. Aile de bir topluluk olduğuna göre, onun da bir reisi, bir başkanı olması kaçınılmazdır ve bu başkan, yaratılış itibariyle kadından daha güçlü, kuvvetli ve daha otoriter olan, ev dişiyle daha çok münâsebetleri bulunan erkektir. İşte, Ayet-i kerîme'de, erkeklerde bulunduğuna işaret edilen bir derece üstünlük, onların sadece aile reisi olmaları yönündendir. Kısacası, sadece idarî vasfı bulunan, fakat erkeğe, hiçbir surette kadını köte gibi kullanmak, ona tahakküm etmek, zulmetmek, veya keyfi nasıl isterse öyle muamelede bulunmak hakkı tanımayan birüstünlüktür. İşte Allah Ta'âlâ, erkeğe verdiği hukukun aynını, bu âyetiyle kadına da bahşetmiş ve eskiden beri bütün milletlerde hâkim olan «kadını mal gibi görme» zihniyet ve tatbikatına da son vermiştir. Allah Ta'âlâ'nın gerek erkek ve kadına ihsan ettiği bu hukukî eşitlik ve gerekse aile içinde erkeğe verdiği riyaset hakkı, O'nun hikmet sahibi olması ve koyduğu ahkâmın, dâima kullarının menfeatına olmasını rnurad etmesi dolayısıyledir. Her kim, O'nun koyduğu ahkâmdan hoşnud olmazsa, O'nun izzetini, rnahlûkat üzerindeki hâkimiyet ve galibiyetini inkâr etmiş olur. Halbuki O Aziz'dir; her şeye gâlib ve hâkimdir. Aynı zamanda Hakîm'dir; kullarının hayrına ve faydasına olan şeyi O'ndan daha iyi bilen yoktur.

Allah Ta'âlâ, boşanmış kadınların bekleme sürelerini, bekleme süresi içinde aileyi ıslâh için kocanın karısına tekrar dönmesinin daha hayırlı olduğunu ve karı kocanın iyi geçinmelerinde önemli rol oynayan karşılıklı haklan beyan ettikten sonra, talâk (boşamak) ile ilgili diğer hükümleri bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [114]

 

229. Boşamak iki defadır. Sonrası, ya bilinen usûlde tutmak, ya da iyilikle salıvermek­tir. Kadınlara (mehir olarak) verdiğiniz şeyi, kadın erkek, Allah'ın çizdiği hu­dudu ihlâl etmekten korkmadıkça geri almanız size helâl olmaz. Fakat onların, Allah'ın çizdiği hududu ihlâl etmelerin­den korkarsanız, bu takdirde, kadının kocasına verdiği fidyede ikisi üzerine bir günah yoktur. Bunlar, Allah'ın hudu­dudur;  onu  tecavüz  etmeyin.   Kimler

Allah'ın hududuna tecavüz ederse, işıe zâlim olanlar onlardır.

230. Erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, artık o kadın, başka bir eşle evlenme-dikçe ilk kocasına helâl olmaz. Eğer bu eş, onu boşarsa, Allah'ın hududunu koruyacaklarını zannettikleri takdirde, biribirlerine dönmelerinde herhangi bir günah yoktur. Bunlar, Allah'ın, bilen kimseler için açıkladığı hudududur,

 

229 Câhiliye devrinde araplar arasında câri olan âdete göre, bir erkek, karısına kızdığı zaman, onu boşar, bir müddet sonra tekrar alır, yine boşar, tekrar alır, boşar ve böylece boşayıp almalar devam edip giderdi. Kısacası erkeğin, karısını boşayıp ona tekrar dönmesinin haddi hesabı olmazdı. Bu haliyle kadın, erkeğin elinde bir oyuncak gibiydi ve bu boşamalarla ona dilediği kadar işkence edebiliyordu. Allah Ta'âlâ, kadını oyuncak olmak­tan kurtarmak ve kocanın boşama yoluyla ona İşkence etmesini önlemek için, erkeğin boşama hakkını tahdit etmiş ve âyet-i kerime'de de görül­düğü gibi, «talâk iki defadır» buyurmuştur.

Talâk, tatltk manâsında bir isim olup, lugatta, bir şeyin bağını çözüp salıvermek demektir. Şerîat dilinde ise, nikâh bağını çözmek, yani boşa­mak manâsına gelir. Buna göre erkek, karısını ancak iki defa boşayabilir ve süresi içinde ona iki defa dönebilir. Her ne kadar ikinci âyet'de de işaret edildiği gibi, boşama üç defa ise de, üçüncü boşamanın dönüşü artık yoktur. Karısını iki defa boşayan erkek, her boşanmadan sonra üç hayızlık süre içinde karısına dönebilirse de, üçüncü boşamadan sonra tekrar dönmesi mümkün değildir. Nitekim âyet-i kerime'de, boşamanın iki defa olduğu biidirildiktan sonra, karısını ikinci defa boşayıp ikinci defa ona dönen erkeğin, ölünceye kadar karı koca arasında bulunması gereken sevgi ve saygı çerçevesi içinde, ya onu tutması, yahutta güzellikle salı­vermesi istenmiştir.

Üçüncü defa kocası tarafından boşanan kadının güzellikle salıveril­mesi, evlilik bağı kalmamış ve yalnız bırakılmış bir insana, her zamankin­den daha fazla ihtimam gösterilmesi ve bilhassa başka bir adamla evlen­mesine rıza göstermiyecek olan ilk koca tarafından ona kötü muamele yapılmaması manâsındadır. Zira karısını üçüncü defa boşayan erkeğin, onun bir başka adamla evlenmesine rıza gösterse de göstermese de ona tekrar dönmesi mümkün değildir. Ayet-i kerîme'de, böyle bir boşanma vukubulduktan sonra, erkeğin evlenirken talâk mukabili olaraK Karısına verdiği mehiri ve diğer şeyleri geri almasının kendisine helâl olmadığı beyan edilmiştir ki, bu da, boşadığı kadını güzellikle salıvermesinin gere­ğidir. Ancak bunun bazı istisnaları vardır. Eğer kadın ayrılırken mehrini kendi rızasıyle eski kocasına İade ederse, yahut fidye verirse, erkeğin bunu almasında herhangi bir günah yoktur. Kadının mehrini iade etmesi veya fidye vermesi, çok defa boşanma talebinin ondan gelmesi halinde vukubulabilir. Karı koca arasında bulunması gereken sevginin yerini nef­ret, saygının yerini de kin ve düşmanlık alırsa, erkeğin, aile reisi olarak evinin işlerini ihmal etmesinden ve çocuklarına gerektiği şekilde terbiye vermemesinden korkulabilir. Keza kadının da, kin ve nefreti dolayısıyle kocasına kötü davranmasından veya ona hıyanetlik etmesinden endişe duyulabilir. Bu ve buna benzer davranışların hepsi de Allah'ın hoşnud olmadığı davranışlardır. Çünkü gerek erkek ve gerekse kadın, bu çeşit davranışlarla Allah'ın koymuş olduğu hududu tecavüz etmiş, evlilik hak­kındaki hükümlerine riâyet etmemiş olurlar. İşte bu gibi durumlarda, Al­lah'ın hududunu ihlâl etmekten korkan erkek kadar kadın da korkabilir ve kocasından kendisini boşamasını isteyebilir; hatta boşaması için erkeğe fidye verebilir, mehrini iade edebilir. İşte, erkekle kadın arasında böyle bir anlaşma vukubulursa, yaptıkları bu işten dolayı üzerlerine herhangi bir günâh yoktur.

Yukarıdan beri boşanma ile ilgili olarak âyet-i kerlme'lerde yer alan bütün bu emir ve nehiyler, Allah Ta'âlâ'mn evlilik hakkında koyduğu hudududur ki,hiçbirmüslümanınemirleriihrnal,nehiyleri de irtikâb ederek bu hududu tecavüz etmemesi gerekir. Her kim Allah'ın hududunu tecavüz ederse, zulmetmiş olur. Zulüm, bir şeyi kendi yeri dışında bir yere koymak ve yapılmaması gereken bir işi yapmak demektir ki, en büyük özelliği, medeniyetleri tahrîb etmesi ve milletleri çöküntüye sürüklemesidir. Eğer cemiyetin en küçük topluluğunu teşkil eden aile içinde zulümden bir eser bulunursa, karı kocayı birbirine bağlayan ve bağların en kuvvetlisi olan evlilik bağının kısa bir zamanda koptuğu ve ailenin yıkılıp dağıldığı görülür. Ailenin yıkılması ise, toplumun yıkılması demektir. İşte, Allah Ta'âlâ'nın evlilik hakkında koyduğu bu hudûd, aileyi ve dolayısıyle toplumu yıkılıp dağılmaktan korumak gayesine matuftur ve bu sebepten hiçbir müslüma-nın bu hududu tecavüz etmemesi gerekir. [115]

 

230 Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de talâk (boşama) in iki defa olduğunu, karısını ikinci defa boşayıp ikinci defa ona dönen erkeğin, ya ölünceye kadar onu iyi bir şekilde tutması, yahutta üçüncü defa boşarsa, artık güzellikle onu salıvermesi gerektiğini beyan ettikten sonra, bunu takip eden âyette, üçüncü defa boşanan bir kadının meşru yollarla başka bir adamla evlenip ondan boşanmadıkça eski kocasına dönemiyeceğini bildirmiş ve «erkek, karısını üçüncü defa boşarsa, arttk o kadın başka bir eşle evlenmedikçe ilk kocasına helâl olmaz» buyurmuştur.

Yukarıda da açıkladığımız gibi, Allah Ta'âlâ, ilk âyetinde talâkın iki defa olduğunu bildirmiş, üçüncü ve son talâka da «kadını güzellikle salı­vermek» ibaresiyle işaret etmiştir. Bu, karısını iki defa boşayan erkeğin, ikinci defa kararından vazgeçip ona dönmesinden sonra vukubulacak bir hâdisedir. Erkek, ikinci defa karısına döndükten sonra, ya ölünceye kadar evliliğini iyi bir şekilde devam ettirmek, yahutta üçüncü defa karısını bo-şamışsa onu güzellikle salıvermek zorundadır. Çünkü bu âyet-i kerî-me'nin hükmü gereğince, erkeğin tekrar karısına dönmesi, veya onunla evlenmesi artık ona helâl değildir. Ancak şu şartla ki, kadın, ilk kocasından üçüncü talâkla ayrıldıktan sonra, başka bir adamla evlenir ve bu adam da herhangi bir sebeple onu boşarsa, işte o zaman kadın ilk kocasına helâl otur ve onunla tekrar evlenebilir. Burada şu şarta da işaret etmek gerekir ki, kadın ilk kocasından ayrıldıktan sonra ikinci şahısla gerçek bir evlilik yapmış olmalıdır, Daha açık bir ifadeyle, evliliğin tabiî neticesi olan karı koca münâsebetinin fiilen vukubulması lâzımdır. Buharı ve Müslim tara­fından da nakledilen bir hadîste Hazret-i Aişe şöyle demiştir: «Bir gün Rifâ'a'nsn karısı Hazret-i Peygamber'e geldi ve dedi ki: Ben Rifâ'a'nın yanındaydım. Beni üç talâkla boşadı ve boşamayı kesinleştirdi. Ben de Abdurrahman İbn Zubeyr ile evlendim. Fakat Abdurrahrnan'ın tenasül organı şu elbisenin saçağı gibi gevşek... Hazret-i Peygamber gülümseye­rek kadına şöyle buyurdu: Sen eski kocan Rifâ'a'ya tekrar dönmek rni istiyorsun? Hayır. Sen Abdurrahman'ın balcağıztnı, o da senin balcağızıni tadmadıkça {yani bir birinizle cinsi münasebette bulunup onun tadını almadıkça) bu Olmaz».[116]

Karısını üçüncü defa boşayan erkeğin, onu tekrar alabilmesi için, kadının başka bir adamla gerçek bir evlilik yapmasının ve ancak bundan sonra ikinci kocanın onu boşaması halinde ilk koca ile evlenebileceğinin şart koşulmasındaki hikmet, câhiliye devrinde olduğu gibi, kadın boşama­nın oyuncak haline getirilmemesi ve erkeğin boşamayı bir tehdit vâsıtası kılarak karısına işkence yapmasının önlenmesidir. Hoş görülmemekle birlikte erkeğe karısını iki defa boşama hakkı verilmiştir. Erkek bu hakları, ancak ailenin ıslâhı için kullanabilir. Eğer muvaffak olursa, evliliği sonuna kadar sürdürür; olamazsa, ıslâh için girişilen denemeler yeterlidir ve üçüncü bir denemeye artık gerek yoktur. Bu sebeple kadını güzellikle salıverir. Eğer erkek, boşamayı bir tehdit vâsıtası olarak kullanıyorsa, bunu da ancak İki defa yapabilir; üçüncüsünde bunu bir vâsıta olarak kullanamaz. Kullandığı takdirde, bilir ki, kadın artık elden çıkmıştır. Bir başkasıyle evlenip onun gerçek karısı olmadan, o adam da onu meşru yollarla boşamadan o kadını tekrar alamaz. İşte bütün bunları ve hattâ aslında elden çıkarmak istemediği karısının hoşlanmadığı bir adamın ka­rısı olabileceğini düşünen koca, karısını daha önce iki defa boşamışsa, onu üçüncü defa boşamaktan korkar ve karı boşamayı, bir tehdit vâsıtası olarak kullanmaktan da vazgeçer.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, Hazret-i Peygamber'in yuka­rıda naklettiğimiz hadîsinden de anlaşıldığı gibi, kocası tarafından üç defa boşanan bir kadının, tekrar eski kocasına dönebilmesi için bir başkasıyle sahte evlilik yapıp boşanması, o kadını ilk kocaya helâl kılmaz. Böyle bir oyuna başvuranlar, Allah'ın lanetine müstehak olurlar. Ancak bu lanet, sadece haram olan bir sahtekârlığa başvurmaktan değil, fakat aynı za­manda bu haramın ikinci bir harama basamak yapılmasından ve haram üzerine haram işlenmesindendir. Çünkü kadının eski kocasına dönebil­mesi için başka adamla sahte nikâhla evlenmesi ve sahte talâkla boşan­ması haramdır. Bu harama dayanarak kadının ilk kocasına dönmesi ve onunla yine sahîh olmayan bir nikâhla evlenip kan koca hayatı yaşaması zina sayıldığı için, bu da haramdır. İki haramı meşrulaştıranlar, bu yüzden Allah'ın lanetine müstehak olurlar. Yapılan bu işin, Allah'ın yenmesini ve içilmesini haram kıldığı kanı idrarla karışık olduğu zaman helâl kılanların işinden farkı yoktur.

Netice olarak, bir erkek karısını üçüncü defa boşarsa, artık o kadınla bir daha evlenemez; meğer ki o kadın ikinci bir erkekle sahîh bir evlilik yapmış, sonra da bu erkek, o kadını boşamış olsun.

İşte, Allah Ta'âiâ'nın, sevgili Peygamber'! vâsıtastyle insanlardan aklını kullanabilen ve Allah'ın hududuna riâyet edilmesi gerektiğini bilen kimselere beyân ettiği hükümler bunlardır. Çünkü bu hükümlerin fayda ve menfeatlarını, câhiller değil, ilim sahibi olanlar anlayabilirler ve amellerini, bu fayda ve menfeatları gerçekleştirecek yönde işlerler. Câhil olanlar ise, çok defa bilen kimselerin görüşlerini alırlar, fakat amellerinde iyi niyet ve İhlâsa yer vermeden, boşadıkları kadınlara kötülük yapmak ve onlardan intikam almak için dönerler.

Allah Ta'âlâ, karısını üçüncü defa boşayan erkeğin, bilinen şart ger­çekleşmedikçe karısına dönemiyeceğini beyan ettikten sonra, kocaları tarafından boşanmış olan kadınlara yapılması gereken muameleyi açık­lamış, erkekleri bu muamelenin aksini yapmaktan menederek şöyle bu­yurmuştur: [117]

 

231. Kadınları boşadığınız, onlar da ıddetic-rinin sonuna vardıkları zaman, onları ya güzellikle tutun; ya da güzellikle bıra­kın. Fakat onları, eziyet edip zarar ver­mek için tutmayın. Kim bunu yaparsa kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın âyet­lerini eğlence edinmeyin. Allah'ın, üze­rinizdeki nimetini, öğüt vermek için size indirdiği Kitap ve hikmeti hatırlayın; Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi hakkıyle bilendir.

 

231 İslâm'da aile mukaddes bir topluluktur. Nikâh ve evlenme, bu toplu­luğun vücut bulması için ilk önce konulması gereken temel taşları teşkil j eder. Talâk ise, aynı topluluğun yıkılıp dağılması için verilen kararın tasdik ve tatbikinden ibarettir. Bu bakımdan hoş karşılanmasa bile, bazı hallerde yine de kendisine başvurulması gereken bir iş sayılır. Bu, bir bakıma toprak kaymasıyle yıkılma tehlikesine maruz kalan bir evin, önceden boşaltılıp kazma kürekle yıkılması gibidir ki, kendi haline bırakıldığı takdir­de, sâkinlerinin hayatını tehlikeye düşürür. Karı koca da, iyi bir geçim sağlayamadıkları, veya sağlanmasından ümidlerini kesdikleri zaman, boşanmaya başvurmaktan başka çare bulamazlar. Şu var ki, geçimsizlik ne derece şiddetli olursa olsun, boşanmaya karar verildiği zaman, hem kadın için hem de erkek için, hayırlı olacak bir neticeye ulaşılacağından emîn olmak gerekir. Özellikle boşama hakkını ellerinde bulunduran erkek­ler, karılarını boşadıklarında, bekleme süreleri içinde, veya bu sürenin sonuna yaklaştıklarında, eğer boşanmaktan vazgeçerlerse, onları iyi tut­malı, fakat boşamaya kararlı iseler, yine iyilikle bırakmalıdırlar. Fakat hiçbir erkek, boşamaya karar verdiği karısını, ona eziyet etmek ve zarar vermek için, yahut ondan intikam almak, yahutta onun başka bir adamla evlenmesine engel olmak için tutamaz. Her kim böyle bir şey yaparsa, kendisine zulmetmiş olur. Çünkü İslâm'ın umumi kâidesidir ki, kim başka­sına kötülük yaparsa, bu kötülüğü aslında kendisinedir. İşte Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, karılarını boşayan erkeklere, onlara nasıl davranmaları gerektiğini hatırlattıktan ve tehditle birlikte onları boşadıkları kanla­rına eziyet edip zarar vermekten nehyettikten sonra, yapılacak herhangi bir kötülüğün delâlet ettiği manâyı göstermek maksadıyle «Allah'ın âyetle­rini eğlence edinmeyin» buyurmuştur.

«Allah'ın âyetlerini eğlence edinmek», onlarla istihza etmek, onları alaya almak demektir. Allah Ta'âlâ, herhangi bir meselenin hududunu tesbit ettikten ve onunla ilgili hükmünü bildirdikten sonra, insanların halâ câhiliye âdetlerine bağlı kalarak işlerini bu âdetlere göre düzenlemeleri, Allah'ın koyduğu bu hudûdla alay etmek manâsına gelir ki, bu ifadede, hududu tecavüz edenler veya onlara sırt çevirenler için âyet-i kerîme'yle getirilen şiddetli tehdidi farketmemek mümkün değildir.

Allah Ta'âlâ, bu tehditten sonra, onlara, yapmaları gereken işi hatır­latmış ve «Allah'ın üzerinizdeki nimetini, öğüt vermek için size indirdiği Kitap ve hikmeti hatırlayın» buyurmuştur. Allah'ın hududunu tecavüz etmek ve hükümlerine sırt çevirmek suretiyle onları alaya alacak olan insanın, her şeyden önce Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimeti hatırlaması gerekir. Bu nimet, kadın olsun erkek olsun, birinin diğerine eş olarak yaratılmış olmasıdır ki, bunun büyüklüğünü ve insanlara olan faydasını inkâr etmek mümkün değildir. Nitekim Rûm sûresinin 21 inci âyetinde «size, nefislerinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız zevceler yarat­ması ve aranıza sevgi ve merhamet duygulan koyması, Allah'ın âyetierin-dendir» buyurulmuştur. Bu nimetin büyüklüğünü düşünen bir kimse, Al­lah'ın hududunu tecavüz ederek onu kendi eliyle yok edemez. Keza insanın kendisine dünya ve âhıret saadetini kazandıracak olan evlilikle ilgili Kur'ân hükümlerini ve bu hükümlerin fayda ve hikmetlerini de hatır­dan çıkarmamak gerekir. Çünkü bu hükümleri ihtiva eden âyetler, insan­lara öğüt verir; kendileri için yapılması faydalı olan şeyleri emreder; yapıl­masında zarar olan şeylerin yapılmasını da meneder. O halde, Allah'ın üzerlerindeki nimetini, öğüt vermek için indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırla­yan kimselerin, Allah'tan korkarak emirlerine uymaları, nehiylerinden de sakınmaları gerekir. Her konuda olduğu gibi, talâk konusunda da bu böyledir. Binâanaleyh şu husus iyice bilinmelidir ki, Allah, kullarının açığa vurdukları her şeyi bildiği gibi, açığa vurmayıp içlerinde gizledikleri şeyleri de bilir ve yaptıkları her şeyden dolayı onları hesaba çeker.

Allah Ta'âlâ, kocaları tarafından boşanmış kadınlara yapılması gere­ken muameleyi beyan ettikten sonra, bütün mü'minlere ve özellikle kadın­ların velilerine hitap ederek, yine kocaları tarafından boşanmış, fakat bekleme süreleri içinde kocalarının kendilerine dönmeleri mümkün ol­duğu halde dönmedikleri için sürelerini doldurmuş kadınların durumlarını açıklanmış ve bunların eski kocalarıyle maruf şartlarla anlaşıp yeniden evlenmek istemeleri halinde, buna engel olmamalarını emrederek şöyle buyurmuştur: [118]

 

232. Kadınları böşadığımz, onlar da ıddetle-rinin sonuna vardıkları zaman, arala­rında meşru bir surette anlaştıkları tak­dirde, eşleriyle evlenmelerine engel ol­mayın. İşte, içinizden Allah'a ve âhıret gününe îman etmiş olanlara bununla öğüt veriliyor. Bu, sizin için daha faydalı ve daha temizdir. (Bunları) Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz-

 

232 Kocaları tarafından boşanmış kadınlar, bekleme süreleri içinde, koca­larının kendilerine tekrar dönmemeleri ve onların da bekleme sürelerinin sonuna varmaları, yani üç hayız müddetini doldurmaları halinde, talâk kesinleşmiş ve kadınla erkek arasındaki bütün bağlar artık kopmuş olur. Bununla beraber erkeğin karısını boşaması, ilk veya ikinci boşamadır ki, bekleme süresi içinde karısına dönebilirdi; fakat dönmediği için kadın bu süreyi doldurmuş ve talâk kesinleşmiştir. Bilindiği gibi bu talâk, eğer üçüncü talâk olsaydı, bekleme süresi içinde bile dönüş mümkün olmaz ve kadın başka birisiyle evlenip ondan boşanmadıkça ilk kocayla evlene-mezdi.

îşte, yukarıdaki âyet-i kerîme'de, bekleme süreleri içinde dönmeleri mümkün olduğu halde kocalarının dönmemeleri sebebiyle bu süreleri doldurmuş olan kadınların durumu açıklanmış ve böyle kadınlarla kendile­rini boşayan kocaları arasında maruf şartlarla rızaya dayalı bir anlaşma olduğu takdirde, yeniden evlenmelerine velilerin engel olmamaları emre­dilmiştir. Ancak bu evlenme, erkeğin kans.ni boşayıp da bekleme süresi içinde talâktan rücû ederek tekrar onunla birleşmesi gibi değildir. Bu evlenme, yeniden nikâhı ve mehir tesbitini gerektiren bir evlenmedir.

Şu var ki, velîlere böyle bir evlenmeye engel olmamaları emredilir-ken, bazt şartların da gözönünde bulundurulması istenmiş ve âyet-i kerî­me'de buna maruf kelimesiyle işaret edilmiştir. Buna göre, eğer bu şartlar mevcut değilse ve evlenme maruf bir surette gerçekleşmiyecekse, velîle­rin bu evlenmeye enge! olmaları haram olmaktan çıkar, belki ihmal edil­memesi gereken bir görev olur. Bu şartların başında, kadınla erkek ara­sında bulunması icabeden eşitlik vardır. Bu eşitliğin de, şüphesiz, toplu­mun örf ve âdetlerine göre değerlendirilmesi gerekir. Zengin bir kadınla, geliri kıt, fakat dîn ve ahlâk yönünden mazbut bir erkek arasında eşitlik bulunmadığını ileri sürmek elbette mümkün değildir. Binâanaleyh kızları rıza gösterdiği takdirde, ailenin böyle bir evlenmeye engel olması haramdır. Fakat şerefli bir aileye mensup bir kadın, ahlâksız ve şerefsiz bir adamla evlenmeye rıza gösterir, ailesi de kızlarının bu adamla evlenmesi halinde, adamın aileye felâket getireceğine, ayrıca çevrenin hoşnudsuz-luğuna sebep olacağına inanırsa, böyle bir evlenmeye engel olması haram değildir.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, âyet-i kerîrne'nin «aralarında meşru (maruf) surette anlaştıkları takdirde» ibaresinde, erkekle kadının, kendi aralarında, meşru hududu aşmamak şartıyla görüşüp anlaşmaları­nın ve erkeğin kadına evlenme teklif etmesinin caiz olduğuna delâlet eden bir manâ da vardır/

Buhârl, Ebû Oâvûd ve Tirmizî tarafından nakledilen bir hâdise, âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir: Hazret-i Peygamberin as­habından Ma'kıl İbn Yesâr, kız kardeşini bir adamla evlendirir. Fakat bir müddet sonra adam karısını boşar; süresi içinde de dönmediği için talâk kesinleşir ve kadını salıverir. Ancak, çok geçmeden tekrar Ma'kıl'e gelir ve kız kardeşiyle yeniden evlenmek istediğini bildirir. Ne var ki Ma'kıl, adamın davranışını nefsine yediremez ve onu reddeder. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme nazil olur. Hazret-i Peygamber, âyeti Ma'kıl'e okuyunca, Ma'kıl inadından vazgeçmek ve Allah'ın emrine uymak zorunda kalır. [119]

Allah Ta'âlâ, süreleri dolarak kocalarından ayrılan kadınların, yahut henüz evlenmemiş olan kızların kendilerine evlenme teklif eden erkeklerle maruf ve meşru yollarda anlaştıkları takdirde, ailelerin buna muhalefet etmelerini haram kıldıktan sonra, bu hükmün, Allah'a ve âhıret gününe inananlar için bir öğüt ve mü'minler için daha faydalı ve daha temiz olduğunu beyan etmiştir. Zira Allah'ın emirlerini tutanlar nehiyierinden sakınanlar ve öğütlerine kulak verenler, Allah'a ve âhıret gününe inanan­lardır. İnanmayanlar ise, ne emir ve yasak dinlerler; ne de öğüde kulak verirler; onlar, yalnız kendi heveslerinin peşinde koşarlar. Oysa Allah'ın emir ve yasaklarında, insanlar için sadece fayda vardır. Binâanaleyh kadınların meşru ve maruf bir şekilde anlaştıkları erkeklerle evlenmelerine ailelerinin engel olmalarını yasaklayan hükmü de böyledir ve böyle olma­sı, mü'minler için çok daha faydalı ve çok daha temizdir. Ancak bunun faydasını, temizliğini ve mü'minlerin hayrına olduğunu yalnız Allah bilir. İnsanlar ise, ne kadar akıl ve tecrübe sahibi olurlarsa olsunlar, bunun hikmetini anlamaktan âcizdirler.

Allah Ta'âlâ, boşanmayla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra, yine aileyi ilgilendirmesi dolayısıyle, ister boşanmış olsun, ister olmasın, em­zikli kadınlardan söz ederek, emzirme hükümlerini, karı koca arasındaki

emzirmeyle ilgili anlaşmaları ve üzerlerine düşen yükümlülükleri açıkla­mış ve şöyle buyurmuştur: [120]

 

233. Analar, emzirmeyi tamamlatmak isle­yen kimseler için, çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Anaların bilinen usûlde yiye­cekleri ve giyecekleri çocuk babalarına aittir. Bir insana takati dışında (bir şey) yüklenemez; ne ana çocuğu yüzünden, ne de baba yine çocuğu yüzünden zarar görmelidir. Vârise de aynısı düşer. Eğer ana ve baba, görüşerek ve anlaşarak (çocuğu memeden) kesmeyi dilerlerse, üzerlerine herhangi bir günâh yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (sütanneye) em­zirtmek isterseniz, bilinen miktarda (emzirme ücretini) teslim ettiğiniz tak­dirde, üzerinize herhangi bir günâh yok­tur. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah, yaptıklarınızı şüphesiz hakkıyle görendir.

 

233 Allah Ta'âlâ bu âyet-i kerîme'yle, çocuk sahibi olan bütün analara, çocuklarını doğumlarından itibaren iki tam yıl boyunca emzirmeyi vâcib kılmıştır. Bu süre, iki seneyi geçmezse de, ananın veya çocuğun sağlığı gerektirirse, iki seneyi tamamlamadan memeden kesilmesi, ana ve baba­nın kararlaştırmaları halinde mümkündür.

Çocuğun bizzat anası tarafından emzirilip beslenmesi, bu günkü tıbbın da tesbit ve teyid ettiği gibi, herhangi bir hayvan sütüyle beslenme­sinden çok daha faydalı ve çok daha hayırlıdır. Çünkü çocuk, ana karnın­da, ananın kanından ve onun bir parçası olarak teşekkül eder; bu yüzden dünyaya gelmeden önce aldığı gıda da, ananın aldığı gıdadır. Başka bir ifadeyle, ana vücudunun herhangi bir organı, damarlarda dolaşan kan sayesinde hayatiyetini nasıl devam ettirebiliyorsa, ana karnındaki çocuk da, ananın herhangi bir organı gibi aynı şekilde ananın kanıyle hayatiyetini devam ettirir. Çocuk dünyaya geldikten sonra, vücudu her ne kadar ananın vücudundan ayrılmış olsa bile, vücudunda dolaşmakta olan kan, halen ananın kanıdır ve bu kanın, ana karnındayken ana kanıyle beslenip takviye edildiği gibi, ana karnından ayrıldıktan sonra da aynı şekilde beslenmesi ve takviye edilmesi gerekir. Bu da, ancak ananın çocuğu emzirmesiyle mümkün olur. Kısacası, çocuk, ana karnındayken ana ka­nından aldığı gıdasını, doğumundan sonra da ana sütünden alır. Çocuğun en çok iki yaşını dolduruncaya kadar bu gıdayı alması gerekir. Bu sebep­ledir ki ana, karnında çocuk taşırken nasıl sıhhatine dikkat etmesi gereki­yorsa, çocuğun doğumundan sonra ve onu emzirdiği sürece de çok dikkatli davranmak zorundadır. Çünkü sağlıklı ana kanının, doğumundan önce çocuğun büyüyüp gelişmesinde ne derece önemli rolü varsa, doğu­mundan sonra da sağlıklı ana sütünün aynı derecede önemli rolü vardır. Hattâ sadece sağlık yönünden değil, fakat aynı zamanda akıl, şuur ve ahlâkî sıfatlar yönünden de ana kanı kadar ana sütünün de çocuğun yetişmesindeki tesirini unutmamak gerekir. Ana karnında, ana vücudun­dan bir parça olarak teşekkül eden ve ana kanıyle gelişip büyüyen çocuk, ananın bütün ahlâkî sıfatlarına sahip olarak dünyaya gelir. Bunu bir mi­salle açıklamak gerekirse, hırsızlık yapmayı âdet haline getirmiş olan bir kadının kendisine en yakın yardımcıları, elleri ve ayaklarıdır. Ayakları onu hırsızlık yapacağı yere götürür; elleri ise, kadının, alınmasını istediği eş­yayı torbaya doldurur. Bu fiilde onun bütün organlarının rolü ve görevi vardır: Kalp ister; göz araştırır; kulak gözcülük yapar. Ananın karnında ana kanından onun bir parçası olarak teşekkül eden çocuğun, ana karnında kaldığı sürece, ananın hırsızlık fiilinde kendisine yardımcı olan organların­dan hiçbir farkı yoktur. Hattâ doğumundan sonra da, diğer organlarının ana kanıyle hayatiyetlerini sürdürürken, çocuğun ana sütüyle beslenmesi dolayısıyle henüz onlardan ayrılmış değildir. Bu bakımdan denebilir ki çocuk doğduğu sıralarda ahlâk yönünden anasının bir benzeridir. Şu var ki, memeden ayrıldıktan, büyümeye ve değişik gıdalar almaya başladıktan sonra, aldığı terbiyenin ve dış baskıların da tesiriyle kendine hâs bir ahlâk kazanır. Ancak bu ahlâkta, yine de ana ahlâkının izlerini bulmak mümkün­dür. İşte bu sebepledir ki İslâm, çocuğun üstün bir ahlâk sahibi olması için, önce ana ve babanın ahlâklı olmaları şartını koymuş ve bunun üzerinde titizlikle durmuştur.

Ayet-i kerîme'de emzirme süresinin iki yılla tahdit edilmesi, ana sütü­nün ilk iki yaş içinde en iyi gıda olması dolayısıyledir. Bu yaşlarda çocuk, ana sütüne olduğu kadar, başka hiçbir kadında bulamıyacağı ana şefka­tine de muhtaçtır ve çocuğun bu şefkati gördüğü anlar ise, ana memesini emdiği anlardır.

Ananın, çocuğunu emzirerek ona gösterdiği şefkat ve ihtimam kadar, anaya da bu şefkat ve ihtimamın gösterilmesi gerekir. Onun, çocuğa iyi hizmet edebilmesi ve onu iyi besleyebilmesi, ananın da yeterli gıda alma­sına bağlıdır. Gıdasını tam alamayan bir ananın, çocuğuna tam gıda vermesi mümkün değildir. Ananın gerek yiyeceğine ve gerekse giyece­ğine ihtimam gösterilmesi, maruf ölçüler içinde, çocuğun kendi babasına aittir. Ancak, hiç kimseye gücü üstünde bir yük yüklenemez. Nitekim Talâk sûresinin 7 nci âyetinde bu husus daha geniş bir şekilde beyan edilmiş ve şöyle buyurulmuştur: «Hali vakti geniş olan, nafakayı haline göre versin. Rızkı kendisine daraltılmış olan da, Allah'ın ona verdiği kadar versin. Allah, hiçbir insana ona verdiğinden fazlasını yüklemez. Allah, güçlüğün arkasından kolaylık ihsan eder». Bu sebepledir ki, hem çocuğun anası, hem de babası, maruf ölçüler içinde kendi haklarına rıza gösterirler ve çocuk yüzünden biribirlerinin zararına olacak isteklerde bulunmazlar. Karı koca boşanmış olsalar bile, babanın anayı emzirmekten menetmesi, ço­cuğu yüzünden anaya zulmetmek ve zarar vermek demektir. Halbuki ana, çocuğuna çok daha yakın, çok daha şefkatli ve çok daha merhametlidir. Keza babanın hali vakti yerinde olmasına rağmen, ananın nafakasını kısması, aynı şekilde anaya zarar vermektir. Yahut ananın babaya eziyet etmek, veya daha fazla nafaka almak için çocuğunu emzirmekten kaçın­ması da, çocuk yüzünden babaya zulmetmek ve zarar vermek demektir. Bütün bunlar, ana ve babaların yapmamaları gereken kötü işlerdir. Her iki taraf da, güçleri nisbetinde üzerlerine düşeni yapmalı, fakat çocuk yüzün­den ve çocuğu âlet ederek biribirlerine zarar verecek istek ve davranışlar­dan kaçınmalıdırlar.

Eğer ananın ve çocuğun nafakasını temin eden baba ölmüşse, maruf ölçüler içinde yiyecek ve giyeceğin temini vârise düşer. Ancak âyet-i kerîme'de bu vârisin kim olduğu açıklanmamıştır. Sözü edilen, çocuğun babası olduğuna göre, vârisin, babanın vârisi olması gerekir. Ancak bu hususta değişik görüşler ileri sürülmüş, bazıları, çocuğun malı varsa, nafakanın bu maldan verileceğini, bazıları da, baba ölmüşse ananın, ana ölmüşse babanın vâris olacağını söylemişlerdir. Ayet-i kerîme'de vârisin açıklanmamış olması, şüphesiz, işaret ettiğimiz çeşitli durumlardan çocuk için en uygun olanın seçilmesine imkân vermek içindir.

Çocuğun bakımı, yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi, ana ve babanın müşterek görevleri olduğuna göre, çocuğun hayrına olmak üzere iki yıllık sürenin bitiminde, yahut daha önce, yahutta daha sonra memeden kesil­mesinde de müşterek kararları gerekir. Çocuk için faydalı olan zamanın tesbitinde görüşüp anlaştıkları ve o zaman gelince çocuğu memeden ayırdıkları takdirde, üzerlerine herhangi bir günâh yoktur. Fakat ananın, yorulduğunu ileri sürerek, babanın rızası hilâfına çocuğu emzirmekten

kaçınmaya, yahut babanın, eğer karısını boşamışsa, daha fazla nafaka vermemek için, ananın rızası hilâfına çocuğu memeden ayırmasını iste­meye hakkı yoktur. Bu gibi davranışlar, günâhı gerektirir; günâh ise, hiçbir zaman cezasız kalmaz.

Bununla beraber ana ve baba, hem çocuğun ve hem de ananın ve babanın hayrına olacağını düşünerek çocuklarının bir sütanne tarafından emzirilmesini isterlerse, sütanneye maruf ölçüler içinde ücreti ödendiği takdirde, çocuğu ona emzirmekte hiçbir günâh yoktur. Zira bazan ananın çok zayıf olup çocuğunu besleyememesi, yahut hastalıklı olması, çocuğun sağlıklı bir şekilde büyüyüp gelişmesine engel olan hallerdendir. Keza ana, çocuğuna yeteri kadar ihtimam göstermez, onu vaktinde emzirmeyi ihmal ederse, yahut ahlaken düşük, aklen bozuksa ve kocasından ayrıt-mışsa, erkeğin, ücretini ödemek şartıyle çocuğuna dışarıdan bir sütanne bulmasında hiçbir vebal yoktur.

Allah Ta'âlâ, emzikte olan çocuklarla ilgili hükümlerini böylece beyan ettikten sonra, bu hükümlere uymak ve başta çocuk olmak üzere ana ve babaların zarara uğramalarına sebep olacak davranışlardan sakınmak hususunda bütün müslümanlan uyarmış ve Allah'tan korkmalarını em­retmiştir. Zira Allah'ın bütün hükümlerinde kulların menfeatları dâima birinci plânda tutulmuştur. İnsanlar, emredilen ve yasaklanan şeylerin kendileri için ne gibi fayda ve zararlar getirebileceğini bazan yeterince bilmeyebilirler; fakat Allah bunu hakkıyle bilir ve yapılmasında kulları için fayda bulunan şeyleri emreder; zararlı olanların yapılmasını da yasaklar. Bu sebeple insanların, Allah'ın emir ve yasaklarına uymaları ve Allah'tan korkarak bunun aksine hareket etmekten sakınmaları gerekir. Şunu da unutmamaları gerekir ki, Allah, bütün kullarının kalplerinde ne gibi niyetler beslediklerini ve neler yaptıklarını bilir ve görür. Bundan dolayı hiç kimse­nin iyi ve kötü davranışını Allah'tan gizlemesi mümkün değildir.

Allah Ta'âlâ, evlenme, boşanma ve evlilik neticesi dünyaya gelen çocuklar hakkındaki hükümlerini beyan ettikten sonra, kocaları ölen kadın­ların durumu, bekleme süreleri ve yeniden evlenmeleriyle ilgili hükümleri açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [121]

 

234. İçinizden ölenler ve geride bıraktıkları zevceler, kendi başlarına dört ay on gün beklerler. Sürelerini doldurdukları zaman, kendi başlarına bilinen bir sûrette yaptıkları şeylerden dolayı sizin üzerinize bir günâh yoktur. Allah yap­tıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.

 235. Böyle kadınlara kapalı bir şekilde ev­lenme isteğinizi belli etmenizde, yahut içinizde, bu isteği beslemenizde, üzeri­nize herhangi bir günâh yoktur. Allah, sizin onları düşündüğünüzü bilmekte­dir. Fakat onlara maruf söz söylemeniz dışında onlarla gizlice sözleşmeyin; belli süre de dolmadıkça nikâh akdine kal­kışmayın. Bilin ki Allah, içinizdekini şüphesiz bilir; bu sebepten, (böyle dav­ranışlardan) sakının ve şunu da bilin ki, Allah, şüphesiz, Gafur'dur, Halîm'dir.

 

234 Kocaları tarafından boşanan kadınların bekleme süreleri, bekleme süresi içinde kocaların tekrar eşlerine dönmeleri, dönmemekte kararlı oldukları takdirde, onian güzellikle salıvermeleri, eğer onları üçüncü defa boşamışiarsa, dönüşün artık mümkün olmadığı, daha önceki âyetlerde açıklandıktan sonra, farklı hükümleri gerektiren kocaları ölmüş kadınların durumlarının açıklanması da, evvelki âyetlerin siyakı içinde tabii olmak gerekir. Buna göre, ölen erkekler, geride eş bıraktıkları takdirde, bu eşle­rin, tamamen hür ve maruf usûller çerçevesi içinde kendi başlarına hare­ket edebilmeleri için dört ay on gün beklemeleri gerekir. Ancak bu süreyi doldurduktan sonra, örfe ve âdaba, dînî emir ve yasaklara aykırı düşme­mek şartıyle serbestçe hareket etmelerinde, onların gözetimini üzerle­rinde bulunduran velîlere herhangi bir günâh yoktur. Fakat gayr-i ahlâki davranışlara girişirlerse, velîleri bundan sorumludurlar; onları bu gibi dav­ranışlardan menetmek zorundadırlar.

228 nci âyet, kocaları tarafından boşanan kadınlar için üç hayız bekleme hükmünü getirmiştir. Bu âyetin tefsirinde de açıkladığımız gibi, kadın, kocası tarafından boşandıktan sonra, üç haysız görecek şekilde beklemek ve ancak bu süreyi doldurduktan sonra dilediği şekilde hareket etmek zorundadır. Bu beklemenin sebebi ise, kadının hâmile olup olmadı­ğının aniaşılmasıdır. Kadın bu bekleme süresinde üç hayız görmüş olursa, hâmile olmadığını anlar ve dilediği takdirde başka bir adamla evlenebilir. Kocası ölmüş kadınlar için yukarıdaki âyet-i kerime'yle tayin olunan bekleme süresi ise, dört ay on gündür ve bu süre, boşanmış kadınların

bekleme sürelerinden daha uzundur. Bu sürenin de, kocası ölen kadının hâmile olup olmadığının anlaşılması dolayısıyle tesbit edildiğine şüphe yoktur. Nitekim Talâk sûresinin 4 üncü âyetinde, hâmile kadınların doğum yapmaları halinde, bekleme sürelerinin sona ermiş olacağı beyan edilmiş­tir. Hazret-i Peygamber de, Buhârî, Müslim ve Ebû Davud'un bir hadîsin­den anlaşıldığı gibi, kocası öldükten onbeş gün sonra doğum yapan Subey'a el-Eslemiyye'ye bekleme süresini tamamladığını bildirmiştir.[122]

Bu hadîs de göstermektedir ki, gerek boşanan ve gerekse kocaları ölen kadınlar için konulan bekleme süreleri, kadınların hâmile olup olmadıkları­nın anlaşılması sebebine dayanır. Ancak, kocaları ölen kadınların bek­leme sürelerinin, boşanan kadınların bekleme sürelerinden daha uzun olmasının sebep ve hikmeti açıklanmamış, Hazret-i Peygamber'den de bunu açıklayıcı herhangi bir haber gelmemiştir. Fakat bazı müfessirlerin de işaret ettikleri gibi, kocasını kaybeden kadının bekleme süresinin uzun tutulması, kocaya gösterilmesi gereken saygı sebebiyle olması mümkün­dür. Zira sürenin bitimi demek, kadının başka bir erkekle evliliğinin başla­ması demektir. Kadın dilediği takdirde, sürenin bitiminde bir erkekle evle­nebilir. Eğer bu süre kısa tutulacak olursa, bu, kadının, kocasının ölümün­den kısa bir süre sonra evlenebileceği manasına gelir ve evlendiği tak­dirde hoş olmayan söylentilere sebeb olabileceği gibi kocanın ailesini de üzer. Buna göre, sürenin uzun tutulması, kadını böyle bir duruma düşmek­ten korumak sebep ve hikmetine dayanır. Diğer bir sebep de, hayız görme süreleri birbirinden farklı olan bütün kadınların, bir ihtiyat tedbiri olarak, tesbit edilen bu süre içine girebilmelerini sağlamak olabilir. Buna göre, boşanan kadınların bekleme süreleri olan üç hayız görme süresiyle kocası ölen kadınların bekleme süreleri olan dört ay on gün, biribirine eşit bek­leme süreleri olur.

Allah Ta'âlâ, kocası ölen kadınların bekleme sürelerini böylece beyan ettikten sonra, bu sürenin dolması halinde, maruf ölçüler içinde süslen­mesinde, evden çıkmasında ve bir talibi çıktığı takdirde onunla evlenme­sinde herhangi bir günâh bulunmadığını bildirmiştir.

«Câhiliye devrinde kocası ölen bir kadın, evinin küçük ve karanlık bir odasına kapanır, ne temiz bir elbise giyer, ne de koku sürünüp süslenirdi, dışarıya çıkmadan bir seneyi doldurur, bu arada odaya getirilen bir hayva­nı, vücuduna sürte sürte öldürürdü. Bir sene dolduktan sonra odadan çıkar ve eline verilen bir deve tersini de fırlatıp atardı. Bu merasimden sonra temizlenir, süslenir ve görücü gelirse, kendini ona gösterebilirdi».[123]

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'yle bu câhili âdeti kaldırmış ve kadının, kocasının hâtırasıria riâyeten tutacağı matemi, hâmile olup olma­dığının anlaşılması için geçmesi gereken süreyle birleştirmiş ve dört ay on günü bu bekleme için yeterli kılmıştır. Zeyneb Bint Ebl Seleme'den gelen başka bir habere göre, Hazret-i Peygamber'in zevcesi Ummu Habîbe, babası Ebû Sufyân vefat ettiği zaman, yüzüne boya sürmüş, sonra da şöyle demiştir: «Benim süslenmeye ihtiyacım yok. Fakat ne yapayım ki, Rasûllullah'ın minber üzerinden şöyle hitap ettiğini duydum: Allah'a ve âhıret gününe îman eden bir kadının, kocasından başka bir ölü için üç günden fazla yas tutup süslenmeyi terketmesi helâl olmaz. Fakat kadın, kocasının ölümü üzerine dört ay on gün süreyle üzüntülü olur; süs ve ziyneti terkeder».[124]

İşte, Allah Ta'âlâ'nın, kocaları ölen kadınlar hakkında koyduğu hudûd böyledir. Eğer kadınlar bu hududu tecavüz etmezler, ona saygılı olurlarsa, toplum olarak müslümanlann halleri düzelir; dünyada saadete kavuştuk­ları gibi, âhıreîte de Allah'ın büyük mükâfatına nail olurlar. Hududu teca­vüz edenler ise, Allah'a ve âhıret gününe inanmıyanlardır. Bunlar, hem dünyada hem de âhırette yaptıklarının cezasını çekerler. Zira Allah, kimin ne yaptığını ve yapmak istediğini hakkıyle bilir; olan ve olacak olan her şeyden haberdârdır. [125]

 

235 Allah Ta'âlâ, gerek kocaları tarafından boşanan ve gerekse kocaları­nın ölümüyle dul kalan kadınların bekleme sürelerini beyan ettikten sonra, bu süre içinde, böyle kadınlarla evlenmek isteyen erkeklerin, ancak İma yoluyla bu isteklerini belli etmelerinde, yahut belli etmeseler bile, içlerinde böyle bir isteğe yer verip onu tutmalarında herhangi bir günâh bulunmadı­ğını bildirmiştir. Ancak ric'î talâkla boşanmış ve halen kocalarının dönme hakkına sahip olduğu kadınlara, ima yoluyla da olsa bunu hissettirmek doğru değildir; çünkü onlar, kendi kocalarına başkalarından daha lâyıktır­lar.

Erkeğin, bâin talâkla boşanmış, yahut kocası ölmüş bir kadına, onunla evlenmek istediğini hissettirecek îma ve işaretler, asra veya örf ve âdetlere göre değişir. Meselâ bir erkeğin, böyle bir kadınla evlenmek istediği zaman, o kadına uygun sıfatları sayarak «ben, bu sıfatlara sahip insanları severim» demesi, böyle bir îma için yeterli olabilir. Yahut erkeğin «Allah, senin gibi güzel ahlâk sahibi bir kadını bana da nâsib etsin» demesi de bir îma sayılır. Binâanaleyh erkek, bu çeşit îmalarla kadına evlenme arzusunu belli ettiği takdirde, bunda herhangi bir günah yoktur. Allah, zaten bu erkeklerin o kadınlara karşı içlerinde besledikleri duyguları bil-w Ktedir ve bildiği içindir ki, îma ile bunu belli etmelerine izin vermiştir.

Fakat bu arzularını açık bir şekilde bildirmeleri, hele örf ve âdete uygun, herkesin yanında söylenebilecek sözler dışında, onları tahrik edecek, akıllarını çelip kandıracak, onlarla gizlice buluşup anlaşmaya varacak şekilde konuşmaları helâl değildir. Kısacası, boşanmaları kesinleşmiş, yahut kocaları ölmüş kadınlara bekleme süreleri içinde îma yoluyla ev­lenme arzusunun hissettirilmesi caiz olsa bile, bunu açıkça bildirmek, daha da ileri giderek bu süre bitmeden onlarla evlenmeyi kararlıştırmak ve dolayısıyle evlenmek haramdır. Nitekim âyet-i kerîme'de bu hususa ay­rıca işaret edilerek «belli süre dolmadıkça nikâh akdine kalkışmayın» Duyurulmuştur. Buna göre, erkeklerin, kocaları ölmüş, yahut boşanmaları kesinleşmiş olan ve bekleme süreleri içinde bulunan kadınlara, gerek açık sözlerle yaptıkları evlenme tekliflerini ve gerekse onlarla gizilece anlaşma­larını ve hattâ evlenmelerini, Allah'ın bildiğini ve O'ndan hiçbir şeyin gizlenemeyeceğini hatırlarından hiç çıkarmamaları gerekir. Allah, kimin, içinde neleri gizlediğini de şüphesiz çok iyi bilir. Bu sebeple müslümanla­nn, insanlardan bile gizlemek zorunda kaldıkları bu gibi kötü davranışlar­dan, onları Allah'tan gizlemenin mümkün olmıyacağını bilerek, kaçınma­ları gerekir. Bununla beraber, bütün bunları bilerek, yine de kusur işlerler ve bu kusurdan dönüp Allah'a tövbe ederlerse, Allah Gafûr'dur, onların tövbelerini kabul eder. Aynı zamanda Halîm'dir, kullarını kusurlarından dolayı hemen cezalandırmaz; onlara mühlet verir ve hallerini ıslâh etmele­rini bekler. Binâanaleyh müslümanların bunu da bilmelerinde ve hatırla­rından çıkarmamalarında kendileri için elbette büyük faydalar vardır.

Allah Ta'âlâ, normal evlilik hayatlarını sürdürürken kocaları tarafın­dan boşanan, yahut kocaları ölen kadınlarla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra, evlenen ve fakat mehir tesbit edilmeden, yahut tesbit edilse bile nikâhı müteakip tabiî karı koca münâsebeti vukubulmadan boşanan ka­dınların durumunu açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [126]

 

236. Kendileriyle temas etmeden ve mehirlerini belirlemeden kadınları boşamışsanız, üzerinize herhangi bir günah yoktur. Zengin olanlara güçleri nisbeîinde,olanlara da yine güçleri nisbetinde, bilinen ölçüler içinde ve iyilik yapanlara bir borç olmak üzere onlan mal yönün­den faydalandırın.

237. Ve eğer onlarla temas etmeden onları bosamıssanız ve onların mehirlerini de tayin etmişseniz onların bağışlanması, yahut nikâh akdini elinde tutan (koca) mn bağışlaması dışında, tayin ettiğiniz mehirin yansı onlara aittir. Fakat (mehi-ri) bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki bağı unutmayın. Allah, şüphesiz, yaptıklarınızı hakkıyle gören­dir.

 

236 Toplumlarda sık sık vukubulan bir hâdisedir: Bir erkek bir kadına tâlib Dİur. Nikâh yapılır; kadın kocasının evine gelir; yahut gelmez; fakat gelse je gelmese de gerdeğe girilmez; evliliğin gereği olan karı koca arasında :insî münâsebet vuku bulmaz. Hal böyleyken erkek karısını boşar. Eğer likan sırasında, erkeğin karısını boşaması halinde vermeyi taahhüd ede­ceği mehir de tesbit edilmemiş ve iki taraf arasında bu hususta herhangi bir görüşme vuku bulmamışsa, erkeğe düşen herhangi bir sorumluluk /oktur. Başka bir ifadeyle sonradan mehir tesbit edip kadına vermesi şart değildir. Bununla beraber, erkeklerin boşadıkları kadınlara güçleri nisbe-tinde ve halk arasında bilinen ölçülere göre mal verip onları menfeatlan-dırmaları üzerlerine borçtur. Zengin oian erkeğin, zenginliği ölçüsünde, fakir olanın da, yine kendi haline göre bu borcu ödemeleri gerekir. Ancak bu borç, kadınlarını boşamalarının bir cezası değil, bir iyilik borcudur. Eğer bir erkek evlendikten hemen sonra, temas etmediği karısını boşar ve onu, üzerine vâcib olan iyilik borcunu ödemeksizin evine gönderirse, bu davra­nış, halk arasında çok defa, kadında bulunan bir özür sebebiyle onun boşandığı şeklinde yorumlanır ve kadın hakkında kötü söylentilerin yayıl­masına sebep olabilir. Diğer taraftar, evlendiği gün evine geri gönderilen kadının kırılmış olan gururunu da gözden uzak tutmamak gerekir. Fakat erkek ona ihsanda bulunur ve bu ihsanını artırırsa, kalbi kırılan ve hattâ hayatının en büyük darbesini yemiş olan kadını az veya çok teselli etmiş ve onurunu korumuş olur. Ona bir şeyler vermek suretiyle özürü de yüklenmiş ve kadın hakkında ileri sürülecek söylentileri önlemiş olur. İşte bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, nikâhtan sonra temas etmeksizin karılarını boşayan erkeklere, eğer mehir de tayin olunmamışsa, boşadıkları kadın­lara güçleri nisbetinde ve maruf ölçüler içinde ihsanda bulunmayı vâcib kılmıştır. Söylendiğine göre Hazret-i Peygamber'in sevgili torunu Hasan, zevcelerinden birini bu şekilde boşadığı zaman, ona onbin dirhem gibi yüklü bir para vermiş, sonra da «bu, ayrılan bir sevgiliden az bir mal» diyerek onuru kırılan kadının gönlünü almıştır. [127]

 

237 Eğer erkek, temas etmeksizin boşadığı karısı için, nikâh sırasında mehir tayin etmişse, bu takdirde, tayin olunan mehirin yarısını boşadığı kadına vermesi vâcibtir. Bu Allah'ın koyduğu bir haddir ve bu çeşit bo­şanmalarda, hâdise normal şeklini takip ettiği zaman, bu hadde uyulması gerekir. Bununlaberaber, boşanan kadınların, kendilerine verilen bu me-hirleri alıp almamaya, veya bir kısmını almaya haklan vardır. Dilerlerse, kendilerine verilen yarım mehirin tamamını veya bir kısmını erkeklere bağışlayabilirler. Bu bağış, nikâh akdini ellerinde tutan erkekler tarafından da yapılabilir ve boşadıkları kadınlara, üzerlerine vâcib olan yarım mehiri değil, fakat tayin olunan mehirin tamamını verirler. Zira Allah'ın koyduğu had, adalet ölçülerine tamamiyle uygundur ve bu haddin altına inmek adaleti yok eder. Fakat tayin olunan haddin üstünde ve gönül rızasıyle c-,.     ihsanda bulunmak fazilettir; fazilet yarışında ise, hadde ve hududa gerek yoktur. Bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, temas etmeksizin karısını boşayan erkeklere, tayin olunan mehirin yarısını boşadıkiarı kadınlara vermeyi vâcib kılmış olmakla beraber, kadınları bu mehiri almakta, erkekleri ise, mehirin yarısını değil, tamamını vermekte serbest bırakmış, sonra da «mehiri bağışlamanız takvaya daha yakındır» buyurmuştur. Her ne kadar bazı müfessirler, bu ibaredeki hitabın erkeklere yöneltilmiş olduğunu ileri , sürerek bağışlama fiilini yalnız erkeklere tahsis etmişlerse de, bir evvelki ibarede, hem kadınların hem de nikâh akdini ellerinde bulunduran erkek­lerin, mehiri biribirlerine bağışlayabilecekleri beyan edildiğine göre, son İbaredeki muhatabın da, müştereken kadın ve erkekler olduğu anlaşılır. i Bu şu demektir ki, maslahat neyi gerektiriyorsa ve hangisinin bağışlaması ' diğerinin daha çok hayrına oluyorsa, buna göre hareket etmek, takvaya 1 daha uygundur; çünkü Allah katında ecre ve sevaba nail olan hareket, tayin olunan mehiri almaktan ziyade, fazlasıyle ve gönül rızasıyle vermek, . yahut bağışlamaktır. Şunu da unutmamak gerekir ki, kadın erkek, biribi-S  rinden ayrılmış olsalar bile, daha önce başlarından geçen bir nikâh akdiy­le, gerek kendi aralarında ve gerekse aileleri arasında bir yakınlık ve bir muhabbet vücut bulmuştu. İşte bu yakınlığın talâk sebebiyle ortadan kalkmaması, aksine bağışlamalarla fazilet yarışına girilmesi gerekir. Aile­ler, buna dikkat ettikleri takdirde, toplum içinde kardeşlik bağları kuvvetle­nir ve her yönden mükemmel bir toplum vücut bulur. Bütün bunlar, Allah'ın koyduğu hududu tecavüz etmekten sakınan ve O'nun rızasını kazanmak isteyen mü'minlerin unutmamaları gereken hususlardır. Zira Allah, kimin ne yaptığını elbette görür ve yaptığı işe göre, onu ya mükâfatlandırır, ya da cezalandırır.

Allah Ta'âlâ, talâkın çeşitli şekilleri, biribirinden ayrılan kart kocaların

durumları, sorumlulukları ve üzerlerine düşen hak ve vecibeleri hakkında uyulması gereken hükümleri açıkladıktan, bu hususlarda müslümanlara vâz ve nasîhatta bulunduktan ve bazan müjdeleyerek, bazan da korkuta­rak emir ve yasaklarına uyulmasını emerttikten sonra, ilk anda konuyla ilgisi olmadığı zannına varılan, fakat Allah'a itaatin bir ibadet hükmünde olduğu düşünülürse, konuyla yakın ilgisi bulunduğu anlaşılan namazlara devam meselesini zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: [128]

 

238.   Namazlara  ve özellikle orta namaza devam  edin;   huşu   içinde  Allah  için namaza durun.

239.  Fakat (bir tehlikeden) korkmuşsanız, yaya veya bir şeye binmiş olarak da kılın. Tehlikeden emîn olduğunuzda ise, Allah'ı, bilmediğiniz şeyleri size öğret­tiği gibi zikredin.

 

238 Allah Ta'âlâ, bundan önceki âyetlerinde, bazısı ibadetlere, bazısı muamelâta ve son olarak da evliliğe âit hükümlerini beyan etmiş, fakat her hükmün, veya hükümler gurubunun sonunda, Allah'ı zikretmek ve hudu­dunu tecvavüz etmemek hususunda müslümanları uyarmayı da ihmal etmemiştir. İşte, Bakara sûresinin âyetlerinde müşahede edilen bu özelli­ği, Kur'ân-ı Kerîm'in diğer sûrelerinde de görmek mümkündür, ve bu bakımdan denebilir ki, bir hükmün beyanından sonra, itikadla, ibadetle ve Allah'ın zikriyle ilgili bir emrin getirilmesi, Kur'ân-ı Kerîm'in uslûb özellikle­rinden biridir. Bu uslûb, Allah Ta'âlâ tarafından vazedilen her hükmün ilâhi vasfının, zihinlere nakşedilmesini ve bütün fiil ve hareketlerde bu hüküm­lerin hududu içinde kalınmasını sağlamak içindir. Eğer Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bu hükümler, aralarında, Allah'ın zikrine, îman esaslarına, ibadet­lere, insanların bazan büyük mükâfatlarla müjdelermelerine, bazan da şiddetli azâb ile tehdit edilmelerine yer verilmeksizin madde madde ve birbiri arkasına sıralanmış olsaydı, Kur'ân; bir hukuk, veya kanun kitabı olmaktan öte fazlaca tesiri olmayan bir kitap hüviyetinde bulunurdu. İşte, kısaca işaret ettiğimiz bu özellik dolayısıyledir ki, yukarıdaki âyet-i kerîme­lerle evliliğe âit hükümler getirilirken ve bundan sonraki âyet-i kerîmelerde de aynı konuyla ilgili hükümler zikredilmişken, bu arada Allah'ın zikriyle ilgili emirlere yer verilmiştir. Allah'ın zikri, Allah'a ve âhıret gününe inan­manın bir gereğidir ve kim Allah'a ve âhiret gününe îman etmişse, Allah'ın  zikri hususunda gelen Allah emrini de kulak arkasına itemez. İtemiyeceği bir şey daha vardır; o da, bu zikir emrinin önünde ve arkasında yer alan ve yine Allah tarafından vazolunan bir hüküm veya hükümler gurubu. İşte, Kur'ân-ı Kerîm'in biraz önce işaret ettiğimiz uslûb özelliğinin insan zih­ninde meydana getirdiği muhakemenin tabiî neticesi budur ve dînin ga­yesi de, insanı bu neticeye ulaştırmaktır. O halde, yukarıdaki âyet-i kerî­melerle getirilen evliliğe âit hükümler arasında Allah'ın zikriyle ilgili emirle­rin gelişini garîb karşılamamak ve bunu, Kur'ân'ın kısaca işaret ettiğimiz uslûb özelliği içinde mütalâa etmek gerekir.

Allah Ta'âlâ, talâkla ilgili hükümlerini beyan ettikten sonra, müslü­manlara zikirle ilgili olan emrini yöneltmiş. Ve «namazları ve özellikle orta namazı koruyun; huşu içinde Allah için namaza durun» buyurmuştur.

Namaz, Allah'ın zikrine vesîle olan en önemli ibadettir. İnsan, günün beş vaktinde Allah'ın huzurunda durarak ve şeref alâmeti sayılan alnını O'nun önünde yerlere sürerek kulluğunu O'na arzederken, O'nun varlığı­nı, birliğini ve ulûhiyetinde hiçbir eşi ve ortağı bulunmadığını da isbat etmiş olur. Namazın, günün beş vaktinde kılınmış olması ve vakitler arasında çok kısa fasılalar bulunması dolayısıyle, insanın bir vakitte Allah'a kullu­ğunu arzettikten sonra ikinci vakit gelinceye kadar Allah'ı unutarak O'nun kulu olduğunu inkâra götürecek fiil ve hareketlere girişmesi mümkün değildir. Nitekim namazın insan üzerindeki bu geniş ve mutlak tesiri dolayısıyledir ki Allah Ta'âlâ, Ankebû't sûresinin 45 inci âyetinde «namazı dosdoğru kıl; çünkü namaz, edebsizlikten ve dîne aykırı olan her çeşit davranıştan alıkor» buyurmuştur.

Ancak, namazın bu faydasını görebilmek için, ona muntazam bir şekilde devam etmek ve biraz önce işaret ettiğimiz vakit aralarındaki kısalığı uzatmamak gerekir. Çünkü insan, öğle namazını kılmamış olursa, sabahla öğle arasındaki kısa fasılayı, sabahtan ikindi vaktine kadar uzat­mış olur. Akşamdan akşama namaz kılan bir kimse ise, yirmidört saatlik fasıla ile ibadetten uzak kalmış demektir ki, böyle bir namazın, insanı, dînin menettiği kötülüklerden korumak için zayıf kalacağı tabîdir. İşte bu se­beple Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede, müslümanlara, namaza devam etme­lerini, bazı vakitleri geçirerek namaz aralarını uzatmamalarını emretmiştir. Sünen sahiplerinin ve Ahmed İbn Hanbel'in Bureyde tarikiyle rivayet ettikleri bir hadîsinde Hazret-i Peygamber, «bizimle onlar arasındaki ahid namazdır. Her kim onu terkederse, küfretmiş olur» buyurmuştur ki, bu hadîs, namazın önemini belirtmeye yeterlidir.[129]

Müslim tarafından rivayet edilen başka bir hadîste ise, «insan ile şirk ve küfür arasında, namazın terki bulunur» denilmiştir.[130]

Bu hadîsten anlaşıldığına göre, insanın şirke veya küfre üşmesine yalnız namaz engel olur. Eğer insan namazı terekedecek lursa, bu engel kalkar ve onu şirke veya küfre düşmekten hiçbir şey urtaramaz. Bu sebepledir ki namaz en büyük îman alâmetlerinden sayılır.

Ayet-i kerîmede işaret edilen salât-ı vustâ (orta namaz) ya gelince, bu üphesiz, beş vakit namazdan biridir. İki tarafı eşit olan bir şeyin ortasına asat (evsat, vustâ) denir ki, fazîlet yönünden eşit taraflardan daha üstün ilan bir manâsı vardır. Ancak orta namazın hangi vakit namazı olduğu iyet-i kerîmede açıklanmamış ve bu sebeple ulemâ arasında, bu namazla Igili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür. Çünkü hangi vakit başlangıç tabul edilirse, onu sırasıyle takip eden üçüncü vakit namazı orta namaz Dİur. Bununla beraber, Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen bazı hadîs­ler, bu namazın, ikindi namazı olduğuna delâlet ederler. Buhârî ve Müslim iarafından da rivayet edilen bu hadîslerden birinde, Hazret-i Peygamber, Mızâb gününden sözederek «Allah, onların kabirlerini ve evlerini ateşle doldursun. Zira onlar, güneş batıncaya kadar bizi tuttular ve orta namazı kılmaktan alıkoydular» buyurmuştur[131]

Her ne kadar hadîste, ikindi namazı zikredilmemişse de güneş batın-caya kadar meşgul edildikleri için kılamadıkları namazın, akşam vaktinden evvelki ikindi namazı olduğu anlaşılır. Hazret-i Peygamber'den ikindi namazının faziletleri hakkında rivayet edilen hadîsler de, orta namazın ikindi namazı olduğu hakkındaki görüşü teyîd etmektedir. Bu hadîslerden birinde şöyle buyurmuştur: «Her kim ikindi namazını kaçırırsa, sanki ehlini ve malını elinden kaçırmış gibi olur»[132].

Maamafih Allah Ta'âlâ'nın orta namazı açıklamamasında, şüphesiz bir hikmet vardır ve bu hikmeti, yalnız ikindi namazının değil, fakat diğer vakit namazlarından herhangi birinin de orta namaz olması ihtimali dolayısıyle, müsiümanların, bütün vakit namazlarına aynı dikkat ve titizliği göstermelerini sağlamak şeklinde açıklamak mümkündür.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi orta manâsına gelen vustâ kelimesi-;ni, fazîlet yönünden eşit taraflardan daha üstün olduğuna delâlet eden bir manâsı vardır. Nitekim Allah Ta'âlâ, Bakara sûresinin 143 üncü âyetinde «sizi vasat bir ümmet kıldık» buyurmuştur. Ayet-i kerîmedeki vasat keli­mesi, her iki yanında ifrat ve tefrite düşmüş olmaları dolayısıyle adaletten, •faziletten ve şereften uzaklaşmış ümmetler bulunan bir başka ümmetin sıfatıdır. Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'in ümmetini, ifrat ve tefrite

düşmemiş, âdil, şerefli ve faziletli bir ümmet kılmıştır. Bunun gibi, yukarı­daki âyet-i kerîmede de, salât-ı vustâya devam edilmesini emretmiştir. Vustâ, salâtın sıfatı olduğuna göre, Allah Ta'âlâ'nın bu emrini, Allah ka­tında şerefi ve fazileti en yüksek olan namazı kılın manâsında anlamak gerekir. Ancak Allah katında makbul olan namaz, kulun, Allah'ın azameti­ni, buna karşılık kendi hiçliğini ve acizliğini anlamış olarak kıldığı namazdır. Kul, namaz kılarken Allah'ın huzurunda olduğunu hiçbir zaman unutma­malı ve zihnini O'nun ibadetinden başka hiçbir şeyle meşgul etmemelidir. Ayet-i kerîmedeki «huşu içinde Allah için namaza durun» ibaresi, namazın bu şekilde kılınmasını gerektiren bir emirdir. Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir haberde Zeyd İbn Erkam şöyle demiştir: «Biz ilk zaman­lar namazda konuşurduk. Bir adam namaz içinde olduğu halde yanında-kine söz söylerdi. Nihayet namazlara ve orta namaza devam edin. Huşu içinde Allah için namaza durun, âyeti nazil oldu. Böylece sükûtla emrolun-duk ve konuşmaktan menediidik»[133]

Ayet-i kerîmedeki kaanitîn kelimesi de bu manâdadır. Kaanit dünya işlerini unutarak sırf Allah'ın zikrine yönelmek, O'na duâ etmek ve münâcatta bulunmak manâsına gelen kunût'\ox\ fail olup «dünya işlerini unutmuş ve sırf Allah'ın ibadetine yönelmiş kimseler olarak namaz kılın» demektir. [134]

 

239 Allah Ta'âlâ, namazlara devamı ve bu namazların dosdoğru ve sırf Allah İçin kılınmasını emrettikten Sonra, hem namazın önemini bir defa daha göstermek, hem de kullarına bir kolaylık getirmek için, korkulu anlarda kılınacak namaza işaret etmiş ve «herhangi bir tehlikeden kork-muşsanız yaya veya binici olarak da kılın» buyurmuştur. İnsan herhangi bir düşman tehlikesiyle karşılaşıp korkabilir. Yahut bir yırtıcı hayvan, bir sel, veya bir yangın, onu korku içinde tehlike bölgesinden yaya olarak veya bir hayvan sırtında uzaklaşmaya zorlayabilir. İşte bu gibi durumlarda «namazlara devam» emri yine bakîdir ve tehlike, hiçbir surette onun namazı terketmesi için sebep teşkil etmez. Eğer bu tehlike onun bir yerde durup namazını kılmasına engel oluyorsa ve tehlike bölgesinden yaya olarak uzaklaşıyorsa, yürürken; hayvan sırtında ise, hayvan giderken namazını kılmak zorundadır. Bu gibi durumlarda namaz kılarken bedenî amellerden bazısını yapmak mümkün olmayabilir; ayakta durulmayabilir; rükû ve secde yapılmayabilir; fakat kalbi ibadet dâima mümkündür ve insan ne durumda bulunursa bulunsun, bu ibadet ondan sakıt olmaz. Bu sebeple, ister yaya olsun, ister hayvan sırtında bulunsun, namaz vakti girdiği zaman, namaz hareketlerini durumu elverdiği ölçüde işaretlerle yaparak, fakat kalbini sırf Allah'ın ibadetine hasretmiş olarak namazını ular. Tehlike geçtikten ve emniyet hâsıl olduktan sonra ise, normal za-nanlarda kılınan namazlar gibi ve Allah'ın, sevgili Peygamberi vâsıtasıyle Dğrettiği şekilde kılınır ve emniyete kavuşturduğu için Allah'a şükredilir. Bu iki âyet-i kerime, Allah'ın zikrine vesile olan namazın, İslâm dî­ninde ne derece büyük Önemi olduğunu göstermeye yeterlidir. Hayatî :ehlikenin bulunduğu zamanlarda bile insanın üzerinden sakıt olmayan bu badeti, hiçbir müslüman, keyfi istediği zaman kılıp istemediği zaman İerkedemez; yahut dünya meşgalelerinden hiçbiri onu terketmek için mazeret olarak ileri sürülemez. Çünkü namaz, îman alâmetlerinin en büyüğüdür. İmanı tam ve kâmil olan hiçbir müslüman, namazını ihmal etmez ve hiçbir vakti kaçırmaz.

Allah Ta'âlâ, evlenme ve boşanmayla ilgili hükümlerini beyan ettikten ve bu arada Allah'ın zikrine vesile olan namazın önemine işaret ederek, namazlarına devam eden müslünaniarın Allah'ın koyduğu diğer hükümler karşısında da dikkatli ve titiz bulunduklarına dikkatları çektikten sonra, evlilikle ilgili hükümlerin beyanına devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [135]

 

240. İçinizden ölenler ve geride zevceler bıra­kanlar, evlerinden çıkarmaksızm zevce­lerine bir yıla kadar faydalanacakları mal   vasiyet  etsinler.   Fakat  kendileri çıkmışlarsa, kendi başlarına yaptıkları meşru işlerden dolayı üzerinize herhangi bir günâh yoktur. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

241.   Boşanmış kadınlar için de, Allah'tan sakınanlara borç olmak üzere mantj surette faydalanacakları bir mal olmalı­dır.

242.  İşte Allah, akıl edip düşünesiniz diye âyetlerini böyle açıklar.

 

240 Daha önceki ahkâm âyetlerinde, kocaları tarafından boşanan kadın­lardan sözedilmiş ve talâkın muhtelif şekilleri üzerinde durularak bunlarla ilgili hükümler açıklanmıştı. Yukarıdaki âyetler ise, evlilikle ilgili önceki âyetlerin tamamlayıcısı mahiyetindedir ve birincisiyle kocaları ölmüş, ikin­cisiyle de boşanmış ve kocalarından ayrılmış kadınların maddî yönden durumlarını düzeltmeyi hedef alan hükümler getirilmiştir.

AHârrTâ'âlâ ilk âyetinde, öldükleri zaman geride eşler bırakacak erkeklere, ölmeden önce, eşlerine geçimlerini sağlayacak malla oturduk­ları evde bir tam yıl daha oturmalarını vasiyet etmeleri tavsiyesinde bu­lunmuştur. Şüphesiz bu tavsiye, açık ve kesin bir emir değildir. Bununla beraber uzun seneler beraber yaşamanın ve biribirlerinin en yakın hayat arkadaşı olmanın gerektirdiği bir vecîbe olarak erkeğin, ölümünden sonra tek başına kalacak olan eşini, hayatın maddî sıkıntısı karşısında ezilme­mesi için düşünmesi gerekir. Bilhassa erkek öldükten sonra, onun, kendi başının çaresine bakmasını isteyen ve kocasının evinden bekleme süre­sini doldurup hemen çıkmasını bekleyen vârisler varsa, erkeğin, hiç ol­mazsa bir sene evde kalması için vasiyette bulunması ve hakkı olan miras dışında, onu bir sene geçindirecek bir miktar da mal vasiyet etmesi, bir insanlık görevi olur. Bununla beraber, eğer kocaları ölen kadınlar, bek­leme süreleri olan dört ay on günü doldurduktan sonra, ya başka biriyle evlenerek, yahutta maruf ve meşru yollarla kendileri için temin ettikleri başka bir eve çıkarlarsa, onların kendi başlarına yaptıkları bu işlerden dolayı ölen eşlerine veya velîlerine rücû edecek herhangi bir vebal, her­hangi bir günâh yoktur. Çünkü onlar, artık hürdürler ve ölen kocalarının veya velîlerinin velayeti altında değillerdir. Allah Ta'âlâ bu hükümleriyle müslümaniarı, kendilerine zararı dokunacak hareketlerden faydalı olan hareketlere yöneltmektedir. O, şüphesiz, Azîz'dir; kullarının bütün işle­rinde hâkim ve gâlib olan, emirlerine muhalefet edildiğinde bunun sorum­lularını cezalandıracak olan O'dur. O, aynı zamanda Hakîm'dir; O'nun bütün emir ve nehiylerinde, kullarının yalnız fayda ve menfeatlarını ön plânda tutan bir hikmet vardır.

Müfessirler, umumiyetle, bu âyet hükmünün, daha önce gelen ve dört ay on günlük bekleme süresini kocaları ölen kadınlara farz kılan 234 üncü âyetle ve diğer mîras âyetleriyle neshedildiği görüşündedirler. Her ne kadar nâsih kabul edilen 234 üncü âyetin, Kur'ân-ı Kerîm'in aynı sûre­sinde kendisinden sonra yer alan 240 inci âyetin hükmünü nasıl neshettiği münakaşa edilebilirse de, bu sonuncusunun diğerinden daha önce nazil olduğu düşünülse bile, ortada neshi gerektirecek zıt bir hükmün mevcut olmadığı da meydandadır. Zira ölümü yaklaşan kocalara, ölümlerinden sonra eşlerinin oturdukları evde bir tam yıl daha oturmaları ve nafakaları­nın bu yıl için temini hususunda vasiyette bulunmaları, vücûb ifade eden bir emrin değil, belki bir ibahanın gereğidir. Eğer bu, Allah'ın kesin bir emri olsaydı, kocaları ölen kadınların da, bu vasiyetin gereği olarak evde bir sene süreyle oturmaları gerekirdi. Halbuki Allah Ta'âlâ, aynı âyette, vasi­yeti tavsiye ettikten sonra, kadınları, evden çıkıp çıkmamakta serbest bırakmıştır. Durum böyle olunca, yukarıdaki âyetin, kendinden önceki âyetle neshedildiğini ileri sürmeye lüzum kalmıyacağı gibi, neshe hükmet­tikten sonra iki âyetin iyi tertip edilmemiş olabileceği şeklinde kötü ve yanlış bir düşünceye de yer verilmemiş olur. [136]

 

241 Allah Ta'âlâ, kocaları ölen kadınlar için kocalar tarafından bir sene evden çıkmamaları ve bu süre içinde onların faydalanabilecekleri bir mal vasiyet edilmesi tavsiyesinde bulunduktan sonra, boşanmış kadınlar için de faydalanacakları bir mal olması gerektiğini beyan etmiştir ki, bu, daha önceki âyetlerde zikredilen hükümlerin icmali mahiyetindedir. Zira talâkla ilgili âyetlerde görülmüştür ki, kocaları tarafından boşanmış dört çeşit kadın vardır. Birincisi nikâh sırasında mehirleri tayin olunmuş, normal evlilik hayatı yaşamış, sonra kocaları tartından boşanmış kadınlardır ki, Allah Ta'âiâ bunlara 229 uncu âyette «kadınlara (mehir olarak) verdiğiniz şeyi geri atmanız size helâl olmaz» hükmüyle İşaret etmiştir. İkincisi, nikâh sırasında mehirleri tayin olunmadığı gibi, nikâhtan sonra, karı-koca münâ­sebetinde bulunmadan ve kendilerine hiç temas edilmeden boşanmış kadınlardır ve bunlara da 236 ncı âyette işaret edilerek «zengin olanlara güçleri nisbetinde, fakir olanlara da yine güçleri nisbetinde, maruf ölçüler içinde ve iyilik yapanlara bir borç olmak üzere onları mal yönünden fayda­landırın» buyurulmuştur. Üçüncüsü, nikâh sırasında mehirleri tayin edil­miş, fakat nikâhtan sonra karı koca münâsebetinde bulunmamış ve kendi­lerine hiç dokunulmamış kadınlardır. Bunlara da 237 nci âyette, tayin edilen mehirin, ya kadın tarafından, ya da erkek tarafından bağışlanmadığı takdirde, yarısının erkekler üzerine borç olduğu beyan edilerek işaret olunmuştur. Dördüncüsü ise, nikâh sırasında mehirleri tayin olunmamış, fakat normal karı koca hayatı yaşadıktan sonra kocaları tarafından bo­şanmış kadınlardır ki, bunlar hakkında da mehr-i misil vardır.

Buna göre, kocasından boşanmış her kadın için Allah'tan korkanların üzerlerine bir borç olmak üzere faydalanmaları gereken bir meta veya mal vardır ki, eğer âyet-i kerîmede zikredilen metâdan murad mehir ise, bunun hükmü önceki âyetlerde açıklanmıştır ve karısını boşamış bütün erkeklere vâcibtir. Eğer meta, kocaları tarafından boşanmış ve kalpleri incinmiş kadınları hoşnud etmek, gönüllerini almak ve onlara iyi davranmış olmak maksadıyle mehir dışında fazladan verilmesi gereken bir mal ise, mehir tayin olunmadan evlenen, fakat kendilerine hiç dokunulmadan boşandık­ları için mehire hak kazanmamış olan kadınlara vâcib, diğerlerine veril­mesi ise müstehâb olur ve karısını boşayan her erkek gücü nisbetinde bu malla terkettiği karısını hoşnud eder. [137]

 

242     İşte Allah Ta'âlâ, müslümanlara,. hükümlerini ve bu hükümlerin onlar için getirdiği faydalan böyle açıklar; O'nun Kur'ân-ı Kerimde ittihaz ettiği sünnet budur. Tâ ki akıl sahipleri vazolunan bu ahkâmın sebep ve hikmet­leri üzerinde durup düşünsünler ve kendileri için mutlak fayda sağlayaca­ğına kaani olarak davranışlarını bu hükümler çerçevesi içinde sürdürsün­ler. Aklın gelişmesi ve kemale ermesi, ancak onun işletilmesi halinde mümkündür. Eğer ona bu görev yaptırılmazsa, insan ya inadçı bir kâfir olur, ya da kendisini câhil bir taklidçi olmaktan kurtaramaz; her iki tip ise, İslâm'ın reddettiği kimselerdir. Bunun delilini, yukarıdaki âyet-i kerîmede olduğu kadar, Kur'ân'ın diğer âyetlerinde, akıl sahiplerine yapılan hitap­larda ve akıllarını kullanmayı teşvik eden ihtarlarında görmek mümkündür. Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetlerinde, gerek ibadetlere ve gerekse ferdler arasındaki münâsebetlere ve özellikle evlenme ve boşanma gibi aileleri ilgilendiren meselelere âit hükümleri beyan ettikten ve bu hüküm­lerin sebep ve hikmetlerini açıklayarak, mü'minlerin, âlemlerin Rabb'ı olan Allah Ta'âlâ'dan korkup hududunu tecavüz etmemeleri için dikkatlarını çektikten sonra, bunların kafalara iyice yerleşmesini sağlamak maksadıy-ie, geçmiş milletlerden vâz ve ibret teşkil edecek haberler ve kıssalar zikretmiş ve şöyle buyurmuştur; [138]

 

243.  Binlerce olmalarına rağmen ölümden korkarak ülkelerinden çıkıp gidenleri bilmez   misin?  Allah   onlara   «ölün» demiş, sonra da onları yeniden hayata kavuşturmuştu. Allah, şüphesiz, insan­lara karşı fadl u kerem sahibidir; fakat onların çoğu şükretmez.

244.  O halde Allah yolunda savaşın ve bilin ki, Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bi­lendir.

245. Allah'a güzel bir ödünç verip de Allah'ın da onun karşılığını kat kat artırarak ve­receği hani kim vardır? Allah, hem da­raltır, hem genişletir.  (Neticede yine) O'na döndürüleceksiniz.

246. Musa'dan sonraki İsrail oğullarının ileri gelenlerini bilmez misin? Hani peygam­berlerine «bize bir hükümdar gönder de, Allah yolunda savaşalım» demişlerdi; (o da onlara) «savaş size farz kılınır da ya savaşmazsanız?» deyince, «ülkemiz­den ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldı­ğımıza göre, bizim Allah yolunda sa­vaşmamamız için ne sebep var?» demiş­lerdi. Fakat üzerlerine savaş farz kılı­nınca da, pek azı müstesna, yüz çevirmislerdi. Allah zâlimleri elbette en iyi bilendir.

247. Peygamberleri onlara şöyle demişti: «Allah size Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi». Onlar da «biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz ve ona bol mal verilmediği halde, onun bizim başımız­daki hükümdarlığı nasıl olur?» demiş­ler, (peygamberleri de onlara şöyle) demişti: «Allah size onu seçti; gerek ilim ve gerekse vücut yönünden onu kemale erdirip yükseltti. Allah, mülkünü dile­diği kimseye verir. Allah, (kudreti ve tasarrufu) geniş, her şeyi hakkıyle bilen­dir».

248.   Peygamberleri  onlara şöyle  demişti: «Onun hükümdarlığının alâmeti,-için­de, Rabb'ımzdan gelen bir gönül rahat-hğıyle Mûsâ ve Hârûn ailesinin bıraktığı şeylerden artakalanların bulunduğu ve meleklerin taşıdığı sandığın gelmesidir. Eğer mü'min iseniz, bunda sizin için (ibret alınacak) bir delil vardır».

249.  Tâlin, askerlerle ayrıldığı zaman (onlara şöyle) demişti: «Allah sizi bir ırmakla deneyecektir.    Kim   onun   suyundan içerse benden değildir; kim ondan tad-mazsa, yahut sadece eliyle bir avuç alır­sa, bendendir». Ne var ki içlerinden çok azı dışında hepsi ırmak suyunu içmiş­lerdi. Tâlût ve kendisiyle birlikte olan inananlar nehri geçtikleri zaman demiş­lerdi ki: «Bugün artık Câlût'a ve ordu­suna karşı koyacak gücümüz yok». Al­lah'a   kavuşacaklarına   inananlar   da şöyle demişlerdi: «Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle çok bir toplu­luğa galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir».

250. Câlût ve askerleriyle karşılaştıkları zaman da, «Rabb'ımız! Bize bol sabır ver; sebatımızı artır ve kâfir olan bu kavme karşı bize yardım et» demişlerdi.

251 Böylece, Allah'ın izniyle onları hezimete uğratmışlardı. Dâvûd Câlût'u öldür­müş, Allah da hükümdarlığı ve hikmeti ona vermiş ve dilediği şeyleri de öğret­mişti. Eğer Allah'ın'insanlardan bazısını diğer bazısıyle savıp yok etmesi olma­saydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrar­dı. Fakat Allah, âlemlere karşı lutûf sa­hibidir.

252. (Ey Muhammedi) İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz ve sen muhakkak gönderilen   peygamberlerdensin.

 

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, doğrudan doğruya ferdleri ilgilendiren ahkâmı ve bu ahkâmın fayda ve menfeatlarını beyan ettikten sonra, Kur'ân'ın edebi uslûbüne uygun olarak vâz ve ibret teşkil etmek üzere geçmiş milletlerle ilgili bazı tarihi vak'aları nakletmiş, bu vak'aların hususîliğine rağmen, hikmeti ye faydası daha önce açıklanmış olan Allah yolunda savaşla mal sarfı hakkındaki hükümlere işaret etmiştir. Bundan önceki hükümler, ferdlerle ve ferdlerin teşkil ettikleri ailelerle İlgili olduğu halde, yukarıdaki âyetlerde gelmiş olan hükümler, umumî olarak milletlerle ve bu milletlerin varlıklarını ve hürriyetlerini devam ettirebilme­leri için mütecavizlere karşı Allah yolunda savaşmaları, canlarını ve malla­rını sarfetmeleriyle ilgilidir. Yukarıdaki ilk âyet, hüviyeti açıklanmıyan, fakat sayıları binleri aşan bir kavmin kıssasını dile getirmiştir. Öyle bir kavim ki, Ölümden korkarak düşmanın önünden firar etmeyi bir kurtuluş çaresi saymış, fakat ölüm yine de onların Deşini bırakmamıştır. Çünkü umumi bir kaidedir ki, düşman, mağlup olan orduyu değil, fakat mağlup olduğu takdirde, öldürüleceğinden korkarak savaşa girmeden firar eden korkak­ları kılıçtan geçirir. O halde firar, ölümden bir kurtuluş çaresi olamaz ve Allah'ın ölüm emri, firar edene çok daha çabuk yetişir. Bu sebeple, korku­nun ecele faydası olmadığını bilerek Allah yolunda savaşmak ve düşmana karşı cesaretle durmak gerekir. İşte o zaman Allah, canını ve malını kendi yolunda sarfetmek İçin ortaya atılanların akıbetini güzelleştirir ve mükâfa­tını fazlasıyle verir.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki ilk âyetleriyle bu umumî kaideyi hatırlattıktan sonra Mûsâ (a.s.) dan sonraki İsrail oğullarına ait tarihi bir vak'ayı hikâye ederek bu umumî kaide içerisinde onların davranışlarını açıklamış ve itaatsiz bir kavmin içinden çıkan bir avuç mü'min sayesinde bu kavmin nasıl yeniden hayata döndüğünü insanların ibret nazarlarına sunmuştur. Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur: [139]

 

243.  Binlerce olmalarına rağmen ölümden korkarak ülkelerinden çıkıp gidenleri bilmez   misin?   Allah   onlara   «ölün» demiş, sonra da onları yeniden hayata kavuşturmuştur. Allah, şüphesiz, insan­lara karşı fadl u kerem sahibidir; fakat onların çoğu şükretmez.

244.  O halde Allah yolunda savaşın ve bilin ki, Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bi­lendir.

245. Allah'a güzel bir ödünç verip de Allah'ın da onun karşılığını kat kat artırarak ve­receği hani kim vardır? Allah, hem da­raltır,  hem genişletir.  (Neticede yine) O'na döndürüleceksiniz.

 

243 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, ölüm korkusuyle ülke­lerinden kaçıp giden, yahut savaşa girmek istemiyen bir kavmin halini, umumi bir kaideye bağlayarak, insanların zihinlerine iyice yerleştirmek için, bu kaideyi bir kıssa uslûbü içinde zikretmiş ve ölümden kaçışın, kaçana hiçbir fayda sağlamıyacağını bütün açıklığıyle gözler önüne ser­miştir. Ayet-i kerîme elem tera hitabı ve soru ibaresiyle başlamıştır ve «görmedin mi?» manâsına gelir. Kur'ân dilinde, lügat yönünden görmek manâsına gelen ru'yet, çok defa, ılm (bilmek) manâsında ve geçmişte vukubulan bir hâdiseyi görmeleri mümkün olmayan insanlara bildirmek makamında kullanılmıştır. Buna göre, âyet-i kerimenin ilk ibaresini, «sayı­lan binlerce olduğu halde, ölümden korkarak ülkelerinden çıkanların du­rumu hakkındaki bilgi sana ulaşmadı mı? Bunların halini bilmiyor musun?» manâsında anlamak gerekir. Buradaki muhatap, şüphesiz, bu tıâdiseyi bilmeleri ve ondan ibret almaları gereken herkestir. Soru ifadesi ise,bilmeyenleri ve halâ öğrenmemiş olanları öğrenmeye teşvik içindir ve teaccübe, hayrete delâlet eder.

Ayet-i kerîmede, sayıları binleri bulduğu halde, ölüm korkusuyle yurd-larını terkedip kaçanların kimler olduğu açıklanmamıştır. Bu, Kur'ân-ı Ke-rîm'in sık rastlanan uslûb özelliklerinden biridir. Açıklanmasında insanlar için herhangi bir fayda bulunmayan hâdiselerin kahramanlarını, zaman ve yerlerini açıklamak lüzumunu duymadığı gibi, araştırılıp öğrenilmesini de dîni bir görev olarak insanların üzerine yüklememiştir. Zira yukarıdaki âyet-i kerîmede öiüm korkusuyle Allah yolunda savaşmaktan kaçanlara târihin her devrinde rastlamak mümkündür; gelecek devirlerde rastlanmı-yacağına dâir herhangi bir delil de mevcut değildir. Bu sebepledir ki tefsir kitaplarında, âyeî-i kerîmede geçen hâdiseyi belirli bir tarihi olayla izah edebilmek için İsraüî kaynaklardan ve özellikle Tevrat'tan kelime kelime nakledilen haberlere itibar etmemek gerekir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerimede, ölüm­den kaçanların halini, umumî bir kaideye bağlayarak, bu kaçışın kendile­rine hiçbir fayda sağlamıyacağını göstermiştir. Zira nereye kaçarlarsa kaçsınlar, Allah'ın «ölün» emri, onlara kaçtıkları yerde de yetişir ve onlar kaçtıkları yerde ölümü karşılarında bulurlar,

Allah'ın «ölün» emri, şüphesiz, onlara hatiften gelen bir sesten ibaret değildir. Bu emir, ölümden kaçanlar hakkında Allah Ta'âlâ'nın takdirine delâlet eder ve kaçanların peşinden giden düşman kuvvetlerinin onları kılıçtan geçirmesiyle infaz edilir. İlâhî takdir, korkup kaçanların hepsinin de Ölmelerini gerektirmeyebiiir. Büyük bir kısmı öldürülse bile, bir kısmı, yine ilâhî takdirle ölümden kurtulur; fakat düşmana esir düşer. Nihayet bir gün, Allah'ın lutf u inayetiyie esaretten kurtulur ve böylece hürriyetine yeniden kavuşur ki, bu, âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, ölümden sonra yeniden dirilmek demektir. Nitekim daha önce açıkladığımız Bakara sûre­sinin 49 uncu âyetinde yahudîlerin oğuliartnı boğazlayıp kadınlarına en kötü muameleyi yapan Firavun hanedanından sözedildikten sonra «bu hanedandan sizi kurtarmıştık» denildiği gibi, 55-56 ncı âyetlerde de yahu­dîlerin Musa'ya «Allah'ı lyan beyan görmedikçe sana asla iman etmeyiz» demeleri üzerine yıldırım çarpmışa dönmüşlerdi ki, Allah Ta'âlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: «Ölümünüzden sonra sizi tekrar diriltmiş-tik». Binâenaleyh yukarıdaki âyet-i kerîmede geçen «Allah onlara ölün demiş, sonra da onları yeniden hayata kavuşturmuştu» ibaresini- bazı tefsirlerde görülen ve yahudl kıssalarından nakledilen ölmüş ve etleri dökülüp kemikleri dağılmış insanları yeniden diriltmişti manâsında değil, fakat ölümden kaçmaları dolayısıyle bir kısmı öldürülen, bir kısmı da esir idilen kimselerden esir olanların esaretten kurtarılmaları ve yeniden ha-

iata kavuşturulmaları manâsında anlamak gerekir. Bütün bunlar, şiz, Allah'ın insanlara karşı fadl u kerem sahibi olmasından ve büyük lütfunu onlardan esirgememesindendir. Böyle olmasına rağmen insanlar, geçmiş milletlerin başlarına gelenlerden ibret almaya yanaşmazlar. Kendilerinin de aynı duruma düşmemeleri için Allah'ın hududuna riâyet etmekte titizlik göstermezler. Allah'a şükretmeleri gerekirken nankörlük ederler. Fakat nankörlük devam eder ve aşırı dereceye ulaşırsa, Allah'ın böyle milletlere ceza olarak musallat edeceği düşman belâsı, belki akılları başlara getirirse de ölümden veya esaretten kaçıp kurtuluş mümkün olmaz. Bu sebepledir ki, önce Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak, sonra da, O'nun insanlara bahşettiği en büyük nimet olan hürriyet için O'na şükretmek gerekir. [140]

 

244 Mademki hürriyet, insanların Allah'a şükretmelerini gerektiren büyük pir nimettir, mademki hürriyet olmaksızın dînin gereklerini yapmak müm-<ün değildir ve mademki ölümden kaçış, aslında ölümün ve esaretin <ucağına koşuştur, o halde, dîn için, hürriyet için ve gerçek mutluluk için Mlah yolunda savaşmaktan başka çare yoktur. Bunu insanların iyi bilip davranışlarını ona göre ayarlamaları ve kendilerini dâima akıl ve iz'anlan-nın kontrolü altında tutmaları gerekir. Ölümden kurtulmak maksadtyle Allah yolunda savaşa katılmaktan kaçış için ileri sürülebilecek her çeşit mazeret faydasızdır; zira Allah, kimin ne düşünüp söylediğini işitir ve kimin ne yaptığını bilir; sonra da onu fiil ve hareketlerinden dolayı cezalandırır. [141]

 

245 Allah yolunda savaş, şüphesiz, mü'minlerin canlarını ve mallarını feda etmeyi gerektiren bir iştir. Savaşa katılan bir kimse, canını, dîni, vatanı ve milleti için ortaya koymuş kimse demektir. Fakat candan önce ortaya konan ve konması gereken şey maldır. Zira savaşa katılmadan önce silâh ve teçhizatın hazır olması gerekir. Silâh ve teçhizat olmadan düşmanla savaşılmaz. Bunlar ise, ancak para ve mal karşılığı hazırlanabi­lecek şeylerdir. Bu sebepledir ki, Allah yolunda savaşa katılan insanın önce malını, sonra da canını ortaya koyması ve onları feda etmesi gerekir. Ancak şunu unutmamak lâzımdır ki, malın ve canın beraberce ortaya konması, onların, mutlaka elden çıkacakları ve yok olup gidecekleri ma­nâsına gelmez. Çünkü ne mal, infak etmekle tükenir, ne de can savaş alanında mutlaka sahibini terkedip gider. Târihte nice kanlı meydan muha­rebeleri olmuştur da, bu muharebelere katılanlar, tekbirlerle şehirler ve ülkeler zaptetmişlerdir.

Allah yolunda mal ve can feda etmek, mutlaka malı ve canı yitirmek manâsına gelmediğine göre, bunun başka bir manâsı olmak gerekir ve bu manâ da, yukarıdaki âyet-i kerîmede de ifade edildiği gibi, malı ve canı, bir süre için, daha doğrusu savaşın devamı süresince Allah'a ödünç vermek demektir. Aslında malın da, canın da asıl sahibi Allah'tır. O, dilediği zaman, dilediği kimseye, dilediği kadar mal verir; keza dilediği kimsenin canını da dilediği sürece kendisine bağışlar. O halde hiç kimse, elinde bulunan malın ve canın, ebediyen kendisinde kalacağı zannına kapılma­malı, bir gün mutlaka bunların elden çıkacağını ve asıl sahibine rücû edeceğini unutmamalıdır. Allah'ın insana belirli bir süre için bağışladığı malı ve canı, kendi yolunda savaşarak feda etmesini istediği zaman da, bunları O'nun yolunda feda etmekten kaçınmamalıdır. Şunu da unutma­malıdır ki, insan, Allah yolunda savaşarak malını ve canını feda etmeye hazır olduğu zaman, biraz önce de belirttiğimiz gibi, bunları tamamiyle elden çıkarmış değil, fakat savaş süresince onları Allah'a ödünç vermiş olmaktadır. Savaş sonunda Allah, dilediği takdirde bunları kendisine iade eder, yahut karşılığını öder. Fakat bu iade veya karşılığını ödeme, yalnız Allah'ın zâtına hâs bir iade ve ödeme şeklinde olup, malını ve canını Allah'a ödünç veren kimse, verdiklerini kat kat fazlasıyle alır. Zira Allah'tan başka hiç kimse, ödünç aldığı bir şeyi, bu şekilde hadsiz hesapsız fazla­sıyle ödemez. O, dilediğini fakirleştirir, dilediğini de zengin eder. Nice insanlar vardır ki, kazanmak için çalışmak gerektiğini bilmezler ve fakirliğe yol açan sebepleri elden bırakmazlar; onu kendileri istedikleri için, Allah da onların bu isteklerini gerçekleştirir. Çalışmasını bilenler İse, çalışmala­rının karşılığını elde ederler. Bu, Allah'ın değişmez bir kanunudur ve toplumlar bu kanun gereğince yükselirler veya çökerler. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, bu kanun, zengin olup yükselmiş, fakat verdiği bu nimete karşılık Allah'a şükretmesini unutmuş bir insanı veya bir toplumu fakirleştirip çökertmesine engel değildir. Nitekim İbrahim sûresinin 7 inci âyetinde «eğer şükrederseniz size nimetlerimi artırırım; küfrederseniz de, muhakkak azabım çok şiddetlidir» buyurulmuştur ki, bu, şükre vesîle olmayan zenginliğin insanlara hiçbir fayda sağlamıyacağının apaçık deli­lini teşkil eder. Zira insan, az da yaşasa, çok da yaşasa, nihayet Allah'a dönecek ve kıyamet günü zenginliğinin hesabını O'na verecektir. Şuarâ sûresinin 88-89 uncu âyetlerinde de açıklandığı gibi, «o gün, ne mal fayda verir, ne de oğullar. Meğer ki kişi, Allah'a her türlü kötülükten arınıp îman etmiş bir kalple gelmiş ola»

Ayet-i kerimenin sibaka uygun olan bu tefsiri yanında şu manâsını da gözönünde bulundurmak gerekir ki, Allah Ta'âlâ, mal sahibi olan kişilere, belirli miktarlarda zekât vermeyi farz kıldığı gibi, üzerine zekât farz olsun veya olmasın, her müsiümana, gücü nisbetinde sadaka vererek fakirlere yardım etmeyi de ihmal edilmemesi gereken bir borç olarak yüklemiştir. Binâenaleyh her kim bu borcu edâ ederse, unutmamalıdır ki, gönül nza-sıyle fakire verdiği bu sadaka, Allah'a ödünç verilmiş bir mal gibidir ve bu ödüncü, Allah, sahibine kat kat artırarak verecektir. Bu bakımdan, umumi manâsıyle yukarıdaki âyet-i kertmeyi, yapılacak her çeşit iyiliğe teşmil etmek mümkündür ve müslümanian bu iyiliklere teşvik eden bir manâya sahiptir.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerle, ölümden korkup kaçanla­ra, kaçışın hiçbir fayda sağlamıyacağını, zira bunların, ya ölümün, ya da ölümden beter olan esaretin kucağına düşeceklerini umumi bir kaide olarak beyan ettikten ve müslümanian, Allah yolunda can ve mal sarfına teşvik edip bunu Allah'a ödünç verilmiş bir mala benzettikten sonra, vazettiği bu umumi kaideye açıklık kazandırmak ve daha kolay anlaşılma­sını sağlama maksadıyle, yahudî târihinden bir örnek vermiş ve şöyle buyurmuştur: [142]

 

246. Musa'dan sonraki İsrail oğullarının ileri gelenlerini bilmez misin?  Hani Pey­gamberlerine «bize bir hükümdar gön­der de Allah yolunda savaşalım» demiş­lerdi, (O'da onlara) «savaş size farz kılı­nır daya savaşmazsanız?» deyince, «ül­kemizden ve çocuklarımızdan uzaklaştı­rıldığımıza göre, bizim Allah yolunda savaşmamamız için ne sebep var?» de­mişlerdi. Fakat üzerlerine savaş farz kı­lınınca da, pek azı müstesna, yüz çevir­mişlerdi. Allah, zâlimleri elbette eh iyi bilendir.

247. Peygamberleri onlara şöyle demişti: «Allah size Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi». Onlar da, «biz hükümdar­lığa ondan daha lâyık olduğumuz ve ona bol mal verilmediği halde, onun, bizim başımızdaki hükümdarlığı nasıl olur?» demişler,   (peygamberleri   de   onlara şöyle) demişti: «Allah, size onu seçti;

gerek ılım ve gerekse vücut yönünden onu kemale erdirip yükseltti. Allah, mülkünü dilediği kimseye verir. Allah, (kudreti ve tasarrufu) geniş, her şeyi hakkıyle bilendir».

248. Peygamberleri  onlara  şöyle  demişti: «Onun hükümdarlığının alâmeti, için­de, Rabb'ınızdan gelen bir gönül rahat-lığıyle Mûsâ ve H\â\rûn ailesinin bıraktığı şeylerden artakalanların bulunduğu ve meleklerin taşıdığı sandığın gelmesidir. Eğer mü'min iseniz, bunda sizin için (ibret alınacak) bir delil vardır.

249. Tâlût, askerlerle ayrıldığı zaman (onlara şöyle) demişti: «Allah sizi bir ırmakla deneyecektir.    Kim   onun   suyundan içerse benden değildir. Kim ondan tad-mazsa, yahut eliyle bir avuç alırsa, ben­dendir». Ne var ki, içlerinden çok azı dışında hepsi ırmak suyunu içmişlerdi. Tâlût ve kendisiyle birlikte olan inanan­lar nehri geçtikleri zaman demişlerdi ki: «Bugün artık Câlût'a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok». Allah'a kavu­şacaklarına inananlar da şöyle demiş­lerdi: «Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle çok bir topluluğa galip

gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraber­dir».

250.   Câlût   ve   askerleriyle   karşılaştıkları zaman da «Rabb'ımızf Bize bol sabır ver; sebatımızı arar ve kâfir olan bu kavme karşı bize yardım et» demişlerdi.

251. Böylece, Allah'ın izniyle onları hezimete uğratmışlardı.   Dâvûd  Câlût'u öldür­müş, Allah da hükümdarlığı ve hitmeti ona vermiş ve dilediği şeyleri de Öğret­mişti. Eğer Allah'ın, insanlardan bazısim diğer bazısıyle savıp yok etmesi olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibidir.

252. (Ey Muhammedi) İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz ve sen muhakkak gönderilen peygamberlerdensin.

 

Allah Ta'âlâ daha önceki âyetlerinde, sayıca çok olmasına rağmen Dİümden korkarak savaştan kaçan ve ülkelerini terkedip giden bir kavmin akıbetini beyan ettikten, hakkın korunması ve hayatın şerefli bir şekilde sürdürülebilmesi için Allah yolunda canla ve malla savaşmayı açık ve kesin emirle farz kıldıktan sonra, yukarıdaki âyetlerinde, düşman tarafın­dan ülkelerinden çıkarılmış olan ve bu ülkeyi geri almak için savaşmak zorunda kalan İsrail oğullarından bir kavmin kıssasını mufassal bir şekilde naklederek, daha önce mücmel ve muhtasar olarak gelen ilk kıssayı beyan etmiştir.

Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, kıssada sözü edilen kavim, Mûsâ (a.s.) dan sonra ve Dâvûd (a.s.) asrında yaşayan yahudllerdir. Tefsirlerde de işaret edildiği gibi, o sıralarda başlarında Samuel adında bir peygamber bulunuyordu ve henüz Davud'a bu görev verilmemişti. Yahu­diler, kendilerini bir nizam altına alacak ve düşmanla savaşmak için onları etrafında toplayacak bir kumandana veya bir krala sahip olmayı arzu ediyorlardı. Peygamber, Rabb'ından aldığı emir ve nehiyierle din işlerini yürütür, kral da peygamberin emrinde savaş işlerini idare ederdi. Başla­rındaki peygambere işte bu arzularını bildirmişler ve «bize bir kral gönder ki, onun idaresi altında Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. Fakat ger­çekten savaşırlar mıydı? Ya savaş, üzerlerine farz kılındığı halde savaş­maktan kaçarlarsa? O zaman emre isyan etmiş olmazlar mıydı? Peygam­berleri bunu kendilerine hatırlattığı zaman, onlar kesin konuşmuşlar ve «yurdumuzdan çıkarıldık, çocuklarımızdan uzaklaştırıldık. Durum böyle olunca, Allah yolunda savaşmamamız için ne sebep var?» demişlerdi. Tevrat'ın Samuei kitabında da hikâye edildiği gibi, yahudller, Samuel'in peygamber olarak gönderildiği sıralarda, Mûsâ şeriatından uzaklaşmışlar ve kendilerine Allah'tan başka tanrılar edinip onlara ibadet eder olmuşlar­dı. Onların hak dinden uzaklaşmış olmaları dolayısıyie, Allah Ta'âlâ, üzer­lerine ceza olarak Filistinliler (Amâlika) i musallat etmiş ve cereyan eden savaşta, otuz bin yahudl öldürüldüğü gibi, yahudller için manevi kuvveti

olan ve düşmanlarına karşı yardım dileğiyle kendisine başvurdukları ahid sandığı da Filistinliler tarafından alınmıştı. Sandığın elden çıkması, yahudl-leri büyük bir hayal kırıklığına uğratmış, artık her şeyin bittiğine ve İsrail oğullarının her şeyi kaybettiğine inanmışlardı. İşte bu sırada yahudllerin şeyhleri ve ileri gelenleri toplanarak Samuel'den kendilerine bir kral seç­mesini istemişler ve bu kralın idaresinde mağlup oldukları düşmana karşı savaşacaklarını bildirmişlerdi. Bunun üzerine Allah da onlara Tâlût'u kral olarak seçmişti. Ancak âyet-i kerimede de beyan edildiği gibi, yahudllerin, peygamberlerinden bir kral seçmesini istemelerinden ve.bu istek üzerine Tâlût'un kral seçilmesinden sonra savaş üzerlerine farz kılınınca da, düşmanlarının kuvvetinden korkarak evvelce verdikleri sözü unutmuşlar ve içlerinden çok azı müstesna, savaştan yüz çevirmişlerdi. Bunlar, sa­vaştan kaçmakla hem kendilerine, hem de kavimlerine zulmetmiş oluyor­lardı. Çünkü üzerlerine düşen iş, kendilerini olduğu kadar kavimlerini de düşmana karşı korumak ve düşman belâsını ölüm pahasına da olsa üzerlerinden savmaktı. Fakat onlar, düşmana mağlup olmanın kendilerine yüklediği zillet dolayısıyie savaştan kaçmayı tercih etmişler ve bu yüzden zâlim olmuşlardı. Fakat Allah böyle zâlimleri elbette çok iyi bilir ve dün­yada zillet ve meskenetlerini devam ettirerek, âhtrette ise azâb ederek cezalarını verir. [143]

 

247 Yahudller, Allah'ın kendileri için Tâlût'u kral seçmesinden hoşnud olmamışlar ve «onun bizim üzerimizdeki krallığı nereden oluyor? Biz o   krallığa ondan daha lâyığız; ona bol mal da verilmiş değil» demişlerdi.

Yahudilerin Tâlût'u krallığa lâyık görmemeleri, bazı müfessirlerin ileri sür­düklerine göre, onun kral soyundan gelmemiş olması dolayısıyleydi. Zira; Dâvûd ve Süleyman gibi krallar, Yakûb'un oğullarından olan Yahûdâ sülâlesinden geliyorlardı. Peygamberlik ise, yine Yakûb'un oğullarından Lâvl sülâlesindeydi; Mûsâ ve Hârûn da bu sülâleden gelmişti. Allah tara­fından kral olarak seçilen Tâlût ise, Yakûb'un en küçük oğullarından olan Bünyâmin sülâlesinden geliyordu ve bu sülâle, ne krallık ve ne de pey­gamberlik sülâlesiydi. Öyle anlaşılıyor ki yahudller, peygamberlerinden kendilerine bir kral gönderilmesini istedikleri zaman, soyu sopu şöhret kazanmış, malı mülkü olan ve kral seçildiği zaman bütün yahudlleri peşin­den sürükleyebilecek sıfatları bulunan bir kimse bekliyorlardı. Tâlût seçil­diği zaman da, tahayyül ettikleri sıfatları kendisinde bulamamışlar ve bu yüzden, biz krallığa ondan daha lâyığız, diyerek itiraz etmişlerdir. Fakat peygamberleri onların bu itirazlarına cevap vererek «Allah, kendisini kral­lık için fıtri bir istidatla yarattığı Tâlût'u seçti. Gerek ilim yönünden ve gerekse cisim yönünden onu sizden üstün kıldı ve krallığa daha lâyık uldu» demiştir. Rivayetlere göre Tâiût, boyu çok uzun, iri yan, cüsseli bir ımseydi. Halk arasında ondan daha uzun ve daha iri bir kimse yoktu, inâanaleyh krallık için Allah'ın fıtrî istidat verdiği, milletinin zayıf ve kuv-3tli yönlerini bilerek onu idare edebilecek bir ilimle teçhiz ettiği, sağlıklı üşünmesine yardım edecek bir akı! ve sağlıklı bir vücuda sahip kıldığı ve ihayet bütün bu sıfatlanyie kendisini krallığa seçtiği bir kimsenin bu levkie diğerlerinden daha lâytk olduğuna elbette şüphe yoktur. Eğer bu imse, yeterince mala sahip değilse, bunun hiçbir önemi olmaması gere-ır. Çünkü yukarıda sayılan üstün sıfatlara ve kaabiliyetlere sahip olan bir imse, krallığın idaresi için gerekli oian malı temin etmekte güçlük çek-rıez. Önemli olan, onu krallığa Allah'ın seçmiş olmasıdır. Zira Allah, nülkünü, kulianndan dilediği kimseye verir. Çünkü asıl kudret ve tasarruf tâhibi O'dur ve ilmi her şeyi kuşatmıştır. Eğer bir millet için hayrı murad îtmişse, o milleti hayra sevkedecek, şerri murad etmişse ona zulmedecek iderleri seçip o milletin başına geçirmekte hiç kusur etmez. [144]

 

248 Yahudilerin, kendilerine kral olarak seçilen Tâlût'a itiraz etmeleri izerine, peygamberlerinin onları ikna etmek İçin, Tâlût'un Allah tarafından seçilmiş olduğunu, gerek ilim ve gerekse vücut yönünden onu kemale irdirip yükselttiğini, Allah'ın, mülkünü dilediği kimseye vermek husu­sunda yegâne kudret ve tasarruf sahibi olduğunu hatırlattıktan sonra, sözlerine devam etmiş ve yahudîleri mağlup edip, içinde gönül rahatlığıyle \Aûsâ ve Hârûn ailesinden kalan bazı şeylerin bulunduğu ve meleklerin aşıdığı sandığı zaptetmiş oian Filistinlilerin veya Amâlika'nın elinden geri alınmasını, Tâlût'un krallığa lâyık oluşunun bir başka delili olarak göster­miştir.

Kur'ân-ı Kerîm, bu sandığın içinde neler bulunduğunu açıklamamış­tır. Fakat Mûsâve Harun'dan kalan bazı eşyalarla Tevrat'ın yazıldığı bazı levhaların bulunması mümkündür ki, yahudîler, daha önce de işaret etti­ğimiz gibi, bu sandığa büyük kudsiyet atfediyorlar ve onun, yanlarında bulunmasıyle son derece büyük huzur duyuyorlardı. Tefsîr kitaplarında, gerek sandığın yapıldığı ağaç ve gerekse içinde bulunan eşya hakkında çok değişik ve acâib görüşler ileri sürülmüştür ki, bunların, yahudîler arasında dolaşan hikâyelerden alındığına şüphe yoktur. Tâlût'un kral olmasından sonra, sandığı elinde bulunduran Filistinliler, onu yahudîlere iade etmişlerdir. Ahd-i Atîk'te sandığın geri veriliş sebebi olarak, Filistinli­lerin elinde kaldığı sürece onun, başlarına büyük belâlar, musibetler ge­tirmiş olması gösterilir. Filistinliler, bu belâlardan kurtulmak için sandığ .başlarından atmak zorunda kalmışlar ve onu iki sığırın çektiği bir arabaya koyarak serbest bırakmışlardır. Arabanın başında herhangi bir kimse bulunmadıği için, sığırlara yol gösterenlerin de melekler olduğuna inanılmış­tır. İnsan gayreti olmadan hayırla neticelenen işlerin, meleklerin yardımına bağlanması insanlar arasında câri olan âdetlerdendir. Ayet-i kerîmede sandığın melekler tarafından taşındığının belirtilmesi de bundandır.

Peygamberleri, yahudîlere Tâlût'un kral olarak seçilişinin sebep, hikmet ve delillerini açıkladıktan ve onların artık Tâlût'a itiraz etmemeleri gerektiğini hatırlattıktan sonra, sözlerini eğer mü'min iseniz, bunda sizin için ibret alınacak deliller vardır» hitabıyle bitirmiştir ki, «bunda» sözüyle «sandığın geri gelmiş olmasında» manâsının murad edildiği anlaşılmakta­dır. Zira yahudîlerin büyük önem verdikleri ve yanlarında bulundurmakla huzur duydukları sandığın Filistinliler tarafından alındıktan sonra, Tâlût'un kral seçilmesiyle tekrar kendilerine iade edilmesi, Allah'ın yahudîlere yar-:  dım ettiğini ve bundan sonra da yardımlarını üzerlerinden esirgemiyeceğini gösterir. O halde Tâfût'tan memnun olmaları ve onun emrinde Allah yolunda savaşarak düşman belâsından kurtulup hürriyetlerine yeniden kavuşmaları gerekir. [145]

 

249 Tâlût'un kral seçilmesinden sonra sandığın geri gelmesi, yahudîleri huzura kavuşturmuş ve cesaretlerini artırmış olacaktır ki, yeni krallarının etrafında toplanıp cihada çıktıkları, âyet-i kerîmede Tâlût'un askerlerine verdiği emirlerden anlaşılmaktadır. Tâlût kumandasındaki ordu, düş­manla savaşmak için toplanma yerinden ayrılırken, Tâlût, onlara şöyle demiştir: Allah, sizin mutî olanlarınızı âsî olanlarınızdan ve beni size kral olarak seçmesinden hoşnud olanlarınızı olmayanlarınızdan ayırmak için bir nehirle deneyecek. Bu nehirden su içmeyin; içseniz bile, ancak ağzınızı ıslatacak kadar bir avuç dolusu alıp için; fakat daha fazlasına tama etme­yin. Kim bu emre itaat etmez, nehrin suyundan içerse, o benden değildir; bana ve dolayısıyle Allah'a ısyân etmiş olur; fakat kim itaat eder, sudan içmezse, yahut sadece bir avuçla yetinirse, gerçek mü'min odur ve benim yanımdadır. Ne var ki, isyan ve itaatsizlik yahudîlerin eski âdetlerinden olduğu için, Tâlût'un emrine uymamışlar ve çok azı müstesna, içmeleri yasaklanan nehir suyundan içmişlerdir. Savaşlarda komutanların emrine itaatsizlik, çok defa mağlubiyetle sonuçlanır; çünkü emre itaat etmemenin manâsı isyandır; isyan ise, ordunun bozulup dağılmasına ve savaş gü­cünü yitirmesine sebep olur. Nitekim Tâlût, askerlerinden büyük bir kısmf-nın, nehir suyunu içmemek hususundaki emrine itaat etmemesi sebebiyle, nehri emrine itaat eden az sayıda askerle geçmek zorunda kalmıştı ve kuvveti büyük ölçüde zayıflamıştı. Kendisine inanmış olan askerler de bunun farkındaydılar ve başlarında Câlût'un bulunduğu düşman ordusu­nun kuvvetini bildikleri için, arkadaşlarına ümidsizlik içinde şöyle demişlerdi: «Bugün, bizim Câlût ve askerlerine karşı duracak gücümüz artık kalmadı. Bu zayıf kuvvetimizle onlara gâlib gelmemiz nasıl mümkün olur?» Bununla beraber, Tâlût'un, Allah'a kavuşacaklarına inanan asker­leri de, arkadaşlarının bu ümidsizliğine karşı çıkmışlar ve «nice zayıf ordular vardır ki, kendilerinden kat kat üstün ordulara Allah'ın izniyle gâlib gelmişlerdir. Allah kendi yolunda gidenlere, zayıf ve sayıca az olsalar bile yardım eder ve onları zelil etmez. Onun için ümidinizi kaybetmeyin ve düşmana karşı sabırla dövüşün; Allah, muhakkak sabredenlerle beraber­dir».

Ayet-i kerîmelerin delâletinden, öyle anlaşılıyor ki, Tâlût, nehrin su­yundan içmeyi yasakladığı sırada, ordusu içinde îman yönünde üç çeşit asker vardı: İmanı çok zayıf olanlar; orta derecede olanlar; kemal merte­besine ermiş olanlar. Bunlardan birincileri, Tâlût'un emrine itaat etmeyip nehir suyundan kana kana içenlerdir ki, suyu içtikten sonra orada kaldık­ları ve savaş için nehri geçmedikleri anlaşılmaktadır. Bu sebeple Tâlût kendisine inanan az sayıda askerle nehri geçmek zorunda kalmıştır. İmanı orta derecede olanlar, Tâlût'un emrine uymuş olmakla beraber, yine de nehir suyundan ağızlarını ıslatmak için bir avuç içenlerdir. Nehri geçtikten sonra da, diğer arkadaşlarına, artık Câlût ve ordusuyla savaşacak güçleri olmadığını söyleyip ümidsizliğe düşenler de bunlardır. İmanı kemal mer­tebesine ermiş olanlar ise, Tâlût'un emri üzerine nehir suyundan bir damla da olsa ağızlarına koymayanlardır ki, nehri geçtikten sonra ümidsiz­liğe düşen arkadaşlarına sabır tavsiye ederek Allah'ın kendileriyle bera­ber olduğunu söylemişlerdir. Allah'a kavuşacaklarına ve O'nun mükâfa­tını kazanacaklarına inananlar da işte bunlardır. [146]

 

250- Bunlar Tâlût'un kumandasında, Câlût ve askerleriyle karşı karşıya geldikleri zaman, Allah'a sığınmayı ve O'ndan sabır ve sebat dilemeyi de ihmal etmemişler ve «Rabb'ımız! Bize bol sabır ihsan eyle; sebatımızı artır ve bu kâfir kavme karşı bize yartım et de onları mağlup edelim ve hezimete uğratalım» diyerek duâ etmişlerdir. [147]

 

251Allah da onların bu dualarını kabul ederek sabır ihsan etmiş; savaşta sebatlarını artırmış ve onlardan yardımını esirgememiş;    neticede kâfir­ler mağlûp olup kaçmışlardır. Bu, mü'min ve sabırlı olan hak ehline, küfretmiş olan bâtıl ehli karşısında Allah'ın yardımı hususundaki değişmez sünnetinin bir tezahürüdür.

Rivayetlere göre, Tâlût ordusuyle Câlût ordusu karşı karşıya geldiği zaman, kâfir Câlût meydana çıkmış ve kendisiyle dövüşecek bir yiğit istemiştir, İri yarı olan ve Filistinlilerin en meşhur kahramanlarından sayı­lan Câlût'un karşısına hiç kimse cesaret edip çıkamamıştır. Tâiût'un Câlût'la dövüşüp onu öldüreni mükâfat olarak kızıyle evlendireceğini vadet-mesinden sonra, Dâvûd adında bir genç ortaya atılmıştır. Bu gencin yaşı küçük olduğu gibi, üzerinde zırh ve elinde da taş atan sapandan başka herhangi bir silâh yoktu. Bununla beraber, Câlût'la yaptığı mübâreze (dövüş) de, sapanıyle önce onu başından yaralamaya, sonra da öldür­meye muvaffak olmuştur. İşte daha sonraları, Allah'ın hem Peygamber, hem de İsrail oğullarına kral yaptığı bu genç, Dâvûd (a.s.) idi. Allah Ta'âlâ ona Zebur adı verilen kitabı indirdiği gibi, dîn ilimlerini, demircilik sanatını ve hasımlar arasında hüküm verme usûllerini öğretmiş, hikmet sahibi yapmıştır. Kendisinden önce hem Peygemberliğin, hem de krallığın üze­rinde birleştiği hiç kimse yoktu, İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerî­mede bu hususa işaret ederek «Dâvûd Câlût'u öldürmüş, Allah'da hü­kümdarlığı ve hikmeti ona vermiş ve dilediği şeyleri de öğretmişti» buyur­muştur. Ayet-i kerîmenin sonunda yer alan «eğer Allah'ın, insanlardan bazısını diğer bazısıyle savıp yok etmesi olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lutûf sahibidir» mealindeki ibareler ise, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde görülen savaş emrinin hikmetini ve insanlara getirdiği büyük faydayı beyan İçindir. Zira eğer savaş olma­saydı, yeryüzünde fesad çıkaran şer kuvvetler dünyaya hâkim olurlar ve insanlara, özellikle kendilerine karşı olan mü'minlere, akla gelmedik zulüm işlerlerdi. Fakat Allah, âlemler üzerindeki sonsuz lütuf ve inayetiyle, dünyayı fesad ehlinin şerrinden korumak için mü'minlere bunlarla savaş­mayı farz kılmıştır. Dikkat edilecek olursa, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede ve lev lâ defu'ilahi (Allah'ın defi, savıp yok etmesi olmasaydı) buyurmak suretiyle, fesad ehlini defedip savma fiilini bizzat kendisine nisbet etmiştir ki, bu, Allah'ın mü'min kullarının fesad ehlinin şerrinden Korumayı bizzat tekeffül ettiğinin açık ve kesin bir delilini teşkil eder. Buna göre, caniyle ve maliyle düşmana karşı Allah yolunda savaşmak, mü'minlerin görevidir. Savaşta onlara yardım edip gâlib gelmelerini sağlayarak kâfir düşmanları defedip hezimete uğratmak da Allah'ın işidir. Bu, O'nun yeryüzündeki değişmez kanunudur ve insanlık târihinde görülen zaferler ve hezimetler de bunun gerçekleşmiş örneklerini teşkil ederler. [148]

 

252 Allah Ta'âlâ, ölüm korkusuyle yurdlarını terkedip kaçan kavimle, belirli bir döneme âit yahudî kavminin kıssalarını naklettikten sonra, Hazret-i Peygamber'e hitabetmiş ve anlatılan bu kıssaların, gerçek oldu­ğunda hiç kimsenin şüphe edemiyeceği Allah'ın âyetlerinden ibaret oldu­ğunu beyan etmiştir. Bu kıssalar o derece gerçektir ki, kitap ehlinin ve özellikle yahudîlerin bile bunlardan şüphe etmeye mecalleri yoktur. Çünkü kendi dîn kitaplarından ve târihlerinden bilirler ki, bu anlatılanlar, kitaplarında gelmiş olan haberlere uygundur. Ancak onlar, kitaplarını tahrif etmiş­ler ve târihi vak'aları bir çok hurafelerle süslemişlerdir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber, .bu kıssaları, doğrudan doğruya yahudîlerden dinle­yip öğrenseydi, veya kitaplarından okusaydı, Kur'ân'da onların anlattıkları uslûbla naklederdi. Halbuki o, bunu ne yahudîlerden dinlemiş ve ne de kitaplarından okumuştur. Bunlar, Kur'ân'ın diğer âyetleri gibi ona Allah tarafından vahyedilmiştir. Bu bakımdan yukarıdaki kıssaları ihtiva eden âyetler de, Hazret-i Peygamber'in Allah tarafından gönderilmiş bir pey­gamber olduğunun açık ve kesin delilleridir.

Allah Taâlâ, Kur'ân'ın ikinci cüz'ünün tamamlandığı yukarıdaki âyet-i kerimelerle, bütün insanlara ibret almaları gereken bir ders vermiş ve özellikle şunu bildirmiştir ki, yeryüzünde mutlaka hakkın hâkim olması lâzımdır. Ancak bunun için, hak ehline düşen bazı işler vardır ve bu işlerin başında, bâtılla ve bâtsl ehliyle savaşmak gelir. Bunun için de, malı ve canı Allah yolunda ortaya koymak gerekir. Ölüm korkusuyle savaştan kaçmak çare değildir; çünkü ölüm, eğer gelecekse, kaçanı kaçtığı yerde de yaka­lar. Düşmana boyun eğmek ise, ölümden beterdir ve o da bir kurtuluş çaresi değildir. O halde yapılacak iş, sadece Allah yolunda hakkın zaferi için döğüşmek, döğüşürken sabretmek ve Allah'ın yardımını dilemektir. Düşman ne kadar kuvvetli olursa olsun, Allah, yeryüzünde hakk'ın hâkim olmasını istediği için, dâima hak ehlinin yanındadır ve dâima onların yardımcısıdır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki son âyet-i kerîmeyle Hazret-i Peygamber'e hitap ederek, onun müslümanlara tebliğ ettiği geçmiş milletlerin tarihle­riyle ilgili kıssalardaki doğruluğunun, Allah tarafından gönderilen Pey­gamberlerden biri olduğuna açık ve kesin bir delil teşkil ettiğini bildirdikten sonra, dikkatları bu peygamberlere çekerek şöyle buyurmuştur: [149]

 

253. işte bu Peygamberler... Onlardan bazı­larını bazılarına üstün kılmı:şızdır. Al­lah'ın konuştuğu ve bazılarının da dere­celerini yükselttiği kimseler onlardan­dır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller vermiş ve onu Rûhu't-ktıdüs ile desıek-lemişizdir. Eğer Allah cı'ileseydi, bu Peygamberlerden sonra gelen (mil­letler, kendilerine gelen apaçık deliller­den sonra, biribirlerİni Öldürmezlerdi; fakat ihtilafa düştüler: Onlardan bîr kısmı îman etti, bir kısmı da küfretti. Eğer Allah dileseydi, biribirlerİni öl­dürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.

 

Allah Ta'âlâ insanı yeryüzünün halifesi olarak yarattıktan ve onu, İlk temsilcisi Adem (a.s.)ile insanı yeryüzüne hâkim kıldıktan sonra, giderek çoğalan insan nesline, yine kendi aralarından peygamberler seçip gön­dermiş ve bu peygamberleri, ümmetlerine Allah'ın varlığını ve birliğini öğretmek, doğru yolda gitmeleri için dînini veya şeriatını bildirmekle görev­lendirmiştir. İlk peygamber Adem (a.s.) ile son peygamber Muharnmed (s.a.s.) arasında binlerce asırlık bir zaman geçtiği gibi, geçen bu süre içerisinde sayısını ancak Allah'ın bildiği bir çok da peygamber gönderil­miştir. Bu peygamberler arasında, gerek Allah'a İtaat yönünden, gerek Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmek yönünden ve gerekse tebliğ ettikleri dînini insanları dünya ve âhıret saadetine yöneltmesi yönünden hiçbir fark yoktur. Bu sebeple, yaptıkları görev ve teblîğ ettikleri dîn yönünden, bu peygamberlerden herhangi birini veya bir kaçını üstün görüp diğerlerini küçültmek doğru değildir. Nitekim Bakara sûresinin 285 inci âyetinde gerçek mü'minlerin Allah'ın peygamberlerine îman ettiklerine işaret olun­duktan sonra, bu peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmadıkları beyan olunduğu gibi, Hazret-i Peygamber de bir hadîsinde, peygamberler ara­sında üstünlük iddiasına kalkışılmamasınt emretmiştir.[150]

Bununla beraber Allah Ta'âlâ, bu Peygamberlerden dilediklerini, di­lediği bazı hususiyetlerle bezemiştir. Meselâ bundan önceki âyetlerde nakledilen kıssada da işaret edildiği gibi Câlût'u öldüren Dâvûd (a.s.) a

hikmeti ve hükümdarlığı vermiş, dilediği şeyleri ona öğretmiştir. Mûsâ (a.s.) ile konuşmuş. İsa (a.s.) ya apaçık deliller ölüleri diriltmek, hastalan iyileştirmek gibi mucizeler vermiştir. Hazret~i Peygamber'e ise, Kur'ân'ı indirerek bütün insanları ona tâbi olmaya davet etmiştir. Ancak Allah Ta'âlâ'nın Peygamberlerini bu hususiyetlerle bezemiş olması ve bazısını bazısından yine bu hususiyetlerle ayırıp üstün kılması, bazısına inanıp bazısına inanmamayı gerektirmez. Özellikle yahudîlerin İsa'yı tekfir, yahut hıristiyanların ona ulûhiyet İsnad etmelerine ve onu ilâh mertebesine yükseltmelerine sebep teşkil etmez. Hepsi de Allah'ın kullarıdır ve hepsi de Allah tarafından peygamber olarak seçilmiştir. Bununla beraber insan­ların bir kısmı bu Peygamberlere inanmış, bir kısmı da inanmamıştır. Böylece aralarında ihtilâflar belirmiş, sonra da bu ihtilâflar yüzünden biribirlerini öldürmeye başlamışlardır. Şüphesiz Allah dileseydi, bu insan­lar ne İhtilâfa düşer ve ne de biribirlerini öldürürlerdi.Fakat O'nun insanı yaratişındaki hikmeti, bu dilek yönünde tecelli etmemiş, yine kullarını denemek ve lâyık olanı mükâfatlandırmak için onları akıl ve iradelerinin idaresine bırakmıştır.

İşte, Allah Ta'âlâ- Mûsâ devrinden sonraki yahudî kavmiyle ilgili olarak Tâlût ve Câlût kıssasını naklettikten ve bu kıssayı tarihî vakıalara uygun olarak, Hazret-i Peygamber'in Rabb'ından aldığı vahiyle Öğrenmiş bulunması dolayısıle onu, Hazret-i Peygamber'in de diğer peygamberler gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna delil kıldıktan sonra, istıtraden bu peygamberlere işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: [151]

 

253. İşte bu Peygamberler... Onlardan bazı­larını bazılarına üstün kılmışızdır. Al­lah'ın konuştuğu ve bazılarının da dere­celerini yükselttiği kimseler onlardan­dır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller vermiş ve onu Ruhu'I-Kudüs ile destek-lemişizdir. Eğer Allah dileseydi, bu Peygamberlerden sonra gelen (mil­letler, kendilerine gelen apaçık deliller­den sonra biribirlerini öldürmezlerdi; fakat ihtilâfa düştüler: Onlardan bir kısmı îman etti, bir kısmı da küfretti. Eğer Allah  dileseydi  biribirlerini  öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.

 

253 Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, Tâlût ve Câlût kıssa­sını naklettikten ve bu kıssanın Hazret-i Peygamber'e vahyedilmiş olma­sını onun peygamberliğinin açık ve kesin delilleri arasında zikrederek Hazret-i Peygamber'e hitaben «muhakkak sen gönderilen peygamber­lerdensin» buyurduktan sonra, bu peygamberlerin özelliklerini açıklamış ve bazısını bazısından bu özelliklerle üstün kıldığını bildirmiştir. Bu açıkla­madan anlaşıldığına göre, Hazret-i Peygamber ve daha önce gelip geç­miş diğer bütün peygamberler, her ne kadar Allah Ta'âlâ'nın şeriatını kullarına tebliğ ve kendilerini dünya ve âhıret saadetine götürecek olan yola hidayet etmek için Allah tarafından seçilmiş birer elçi olmak yönün­den aralarında hiçbir fark mevcut değilse de, her biri diğerinde bulunma­yan bir takım özelliklerle teçhiz edilmiş ve bu özellikler yönünden biribirin-den üstün kılınmıştır. Meselâ ismi âyet-i kerime'de zikredilmeksizin sa­dece özelliğine işaret edilen Mûsâ (a.s.), Allah'ın kendisiyle konuştuğu peygamberlerdendir. Kur'ân-ı Kerim'in diğer sûrelerinde de Mûsâ (a.s.) nın bu özelliğine işaret edilmiş ve Nisa sûresinin 164 üncü âyet'İnde «Allah Musa'ya hitap ederek konuştu»; Araf sûresinin 143 üncü âyetinde «Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte gelince Rabb'ı onunla konuştu»; aynı sûresi­nin 144 üncü âyetinde de «ey Mûsâ, Ben Seni risaietimle ve kelâmımla insanlara üstün kıldım» buyurulmuştur.

Allah Ta'âlâ'ntn Mûsâ {a.s.) ile konuşması, şüphesiz vahiy şekillerin­den biridir. Şûra sûresinin 51 inci âyetinde bu şekiller açıklanmış ve şöyle denilmiştir «Allah, bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (kulu­nun kalbine dilediği şeyi ilham ederek); yahut perde arkasından konuşur; yahutta bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder». Allah Ta'âlâ ile Mûsâ (a.s.) arasındaki bu konuşmanın vahyin ikinci şekli olan perde arkasından konuşma olması mümkündür; yâni Mûsâ (a.s.), Rabb'ının perde arkasın­dan kelâmını duymuş, fakat kendisini görmemiştir. Nitekim Araf sûresinin 143 üncü âyetinde «Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte gelince Rabb'ı onunla konuştu. Bunun üzerine Mûsâ: Rabb'ım, bana kendini göster, sana baka­yım, dedi. Rabb'ı da buyurdu ki: Sen Beni asla göremezsin...» buyurul­muştur. Hazret-i Peygamber böyle bir vahye veya Rabb'ının kendisiyle konuşmasına sadece Mîrâc gecesi mazhar olmuştur. Fakat Kur'ân âyet­lerinin de delâlet ettiği gibi, Ratıb'ının kelâmını duyma mazhariyeti, asıl Mûsâ (a.s.) ya aittir, ve bu özelliğiyle diğer peygamberlerden üstün kılın­mıştır.

Mûsâ (a.s.) nın, Rabb'ının kelâmını işitmek yönünden üstün kılınması gibi, âyet-i kerimede yine ismi açıklanmıyan başka bir peygamber de, derecesinin yükseltilmiş olmasıyle diğerlerinden üstün kılınmıştır. Müfes-birlerm çoğu. mertebesinin yüksekliğiyle diğerlerinden üstün kılınmış olan bu peygamberin, son peygamber Muhammed (s.a.s.) olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Ayet-i kerîme'nin siyakından anlaşılan manâ da budur. jZira kendilerine peygamber gönderilmiş olan milletler, bütün peygamber-İlerin Allah'ın kendilerine tek bir dini tebtîğ etmiş olmalarına rağmen, yine ide bu dîni bölüp parçalamışlar, kimi îman ederek, kimi de küfrederek lihtilâfa düşmüşler, sonra da biribirlerini öldürmeye başlamışlardır. O halde kimdir bu milletler, kendilerine aynı dîni tebliğ eden peygamberler gönde­rildiği halde, bu dîni parçalayıp bölenler; bir ktsmı iman ettiği halde, bir kısmı da küfredip ihtilâfa düşenler? Daha önce üzerinde durup tefsirini yapmaya çalıştığımız âyetlerin umumî delâletinden de anlaşıldığı gibi, bu milletler, yahudîler, hıristiyanlar ve müslümanlardır. Ancak yine bu âyet­lerden anlaşıldığı gibi, Allah'ın dînini yahudîlik ve hırtstiyanlık olarak bölüp parçalayanlar, sonra da 113 üncü âyette açıklandığı gibi, Allah'ın kitabını okuyup durdukları halde, biribirlerini doğru yol üzerinde olmamakla itham edenler yahudîler ve hıristiyanlardır.

Kendilerine peygamber gönderilmiş yahudî, hıristiyan ve müslüman olmak üzere başlıca üç millet bulunduğuna ve yukarıdaki âyet-i kerîme'de de kendilerine hâs özellikleriyle birbirinden üstün kılınmış üç peygamber'e işaret olunduğna göre, bu peygamberlerin üç milletin peygamberleri ol­duğunu anlamak kolaylaşır. Önce İsrail Peygamberi Musa (a.s.) ya işaret olunmuştur. Her ne kadar ismi zikredilmemişse de, Allah'ın kelâmını işitme özelliğiyle tanıtılmıştır ki, onun Mûsâ (a.s.) olduğuna şüphe yoktur. Ayet-i kerîme'de işaret olunan ikinci peygamber ise,mertebesi yükseltile­rek diğerlerinden üstün kılınan peygamberdir ki, bunun da, üçüncü olarak işaret edilen peygamberin isminin açıklanmış olması dolayısıyle, müslü-manların sevgili peygamberi olduğu kolayca anlaşılır. O halde, Mûsâ (a.s.), nasıl Allah'ın kelâmını işitmek yönünden diğer peygamberlerden üstün kılınmış ise, Hazret-i Peygamber de, mertebesinin yükseltilmiş olması yönünden diğer peygamberlerden üstün kılınmıştır. Kur'ân-ı Ke­rîm'de,Hazret-i Peygamber'in mertebe yönünden üstün kılındığına delâlet eden pek çok âyet vardır. Meselâ Kalem sûresinin 4 üncü âyetinde «şüp­hesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin» buyurulmuş, Enbiyâ sûresinin 107 nci âyetinde ise, «Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik» denilmiştir ki, bu hitaba başka hiçbir Peygamber mazhar olmamıştır. Hazret-i Peygamber'e indirilen Kur'ân-ı Kerîm ise, başlıbaşına bir mucizedir ve onun Allah kelâmı olduğunu isbatlayan sayısız âyetler vardır. Nihayet Hazret-i Peygamber, sadece belirli bir kavme değil, bütün insan­lara peygamber olarak gönderilmiş ve bütün insanların ona tâbi oimaları emredilmiştir. Sebe sûresinin 28 inci âyetinde bu hususa işaret edilerek "Seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı (bir Peygamber) olarak gönderdik...» buyurulmuştur.

İşte Hazret-i Peygamber, bu özellikleriyle mertebesi yükseltilmiş ve diğer peygamberlerden üstün kılınmıştır. İsmi âyet-i kerîme'de açıklanan üçüncü peygamber Meryem oğlu İsâ ise. kendisine verilen beyyinât (apa­çık deliller) ve Peygamberliğini tey'id etmesi için gönderilen Rûhu'l-Kudüs ile temayüz etmiştir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki, İsâ (a.s.) ya gönderilmiş olan Rûhu'l-Kudüs, peygamberlere vahiy getiren Cebrail (a.s.) den başkası değildir. Nitekim Nahl süresinin 102 nci âyetinde Kur'ân-ı Kerîm'in Hazret-i Peygamber'e Rabb'ından Rûhu'l-Kudüs tara­fından indirildiği açıklanmıştır ki, bu da onun, Cebraîl (a.s.) olduğunun apaçık delilini teşkil eder. O halde, İsâ (a.s.) ntn Rûhu'l-Kudüs ile teyîd olunması, sadece ona hâs bir özellik değil, fakat Allah Ta'âlâ'dan vahiy atan bütün peygamberler arasında müşterek olan bir özelliktir. Bununla beraber âyet-i kerîme'de Ruhu'l-Kudüs'ün zikredilmesi, hıristiyanların sahip oldukları teslîs akidesine ince bir işaretle bu akideyi reddetmek içindir. Zira hıristiyanlara göre Rûhu'l-Kudüs, baba-oğul ikilisinden çıkmış üçüncü bir unsurdur ve ilâh vasfına sahiptir. Oysa âyet-i kerîme'de de beyan edildiği gibi, Rûhu'l-Kudüs, İsâ (a.s.) ya ve diğer peygamberlere Rabb'inın vahyini getirerek onların peygamberliklerini teyîd eden bir me­lektir; Cebrail'dir. Ayet-i kerîme'de diğer iki peygamberin ismi zikredilme-diği halde İsâ (a.s.) nın Meryem oğlu İsâ adiyle zikredilmesi de, hıristiyan-ların aynı sapık akidelerini red içindir ve İsâ (a.s.) Allah'ın oğlu değil, Meryem'in oğludur; diğer peygamberler gibi, Allah tarafından kullan ara­sından seçilmiş ve yine diğer Peygamberler gibi vahiyle teyîd olunmuş bir Peygamberdir.

Ayet-i kerîme'de zikredilen bu üç peygamberden Mûsâ (a.s.) ve isâ (a.s.) nın iki uçta zikredilip Hazret-i Peygamber'in bunların arasında zikre­dilmesi ise, diğer iki peygamberin temsil ettikleri ümmetlerin ifrat ve tefrite düşmüş olmalarına rağmen, Hazret-i Peygamber'in ümmetinin, 143 üncü âyette de açıklandığı gibi, vasat bir ümmet kılınması sebebiyledir. Zira yahudîier, İsâ (a.s.) yi tekfir etmiş oldukları halde, hristiyanlar onu ilâh mertebesine yükseltmişler ve bu inançlarıyle küfre düşmüşlerdir. Müslü­manlar ise, Allah'ın peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmadan on­lara inanmayı îmanın şartlarından saymışlardır.

İşte ilk insanın yaratılışından ve yeryüzünün halifesi kılınışından itiba­ren Allah Ta'âlâ, yukarıda bir kaçına işaret edilen sayısız peygamberler göndermiş ve onları açık deliller ve mucizelerle teyîd etmiş olmasına rağmen, bu peygamberlerin gelip gidişinden sonra kavimleri yine de ihtilâfa düşmüşler, kimi küfrederek, kimi de îman ederek, biribirleriyle dövüşmüşler ve biribirlerini öldürmüşlerdir. Allah şüphesiz bu kavimlerin kendilerine açık deliller ve mucizelerle gönderilen peygamberlerden sonra küfretmelerini ve biribirlerini öldürmelerini istememiştir. Fakat onlar, 213. üncü âyette de açıklandığı gibi, gerek aklî seviyelerinin farktı oluşu ve gerekse yaratılışlarında bulunan ihtiras sebebiyle ihtilâfa düşmüşler, bu ihtilâf ise, akıllarını kullanamıyanlart küfre sevketmiştir. Allah dileseydi, kudretiyle elbette bütün insanları peygamberlerine tâbi kılar, ihtilâflarını, sonra da biribirlerini öldürmelerini önlerdi. Bu takdirde insanın, akıl ve iradeden yoksun herhangi tjir hayvandan farkı kalmaz ve dolayısıyle yaptığı işten sorumlu olmazdı. Halbuki Allah ona akıl ve irade vermiş, sonra da emir ve yasaklarına uymak hususunda onu mükellef kılmıştır. Zaten insanların bu yaratılışa sahip olmaları sebebiyledir ki, aralarında önce İhtilâfa düşmüşler, sonra da dövüşmeye başlamışlardır. Yine bu sebepledir ki, insanların kimiîman, kimi de küfretmiştir. Bu.şüphesİz, Allah Ta'âlâ'ntn mutlak iradesinin tezahüründen başka bir şey değildir. O, böyle irade etmiş ve böyle yapmıştır.

Allah Ta'âlâ, sayısız deliller ve mucizelerle gönderilen peygamberleri ve bu peygamberlerden sonra kavimlerinin ve ümmetlerinin ihtilâfa düşüp biribirlerini öldürdüklerini zikrettikten ve bunu mutlak iradesinin bir teza­hürü olarak tavsif ettikten sonra, daha önce emrettiği Allah yolunda mal sarfına tekrar dönmüş ve şöyle buyurmuştur:[152]

 

254. Ey îman edenler! İçinde ne bir alışveri­şin, ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin olduğu gün gelmeden önce size rızık ola­rak verdiğimiz, şeylerden (Allah yolun­da) sarfedin. Kâfirler, işte asıl zâlim olanlar onlardır.

 

«Allah'a güzel bir ödünç verip de Allah'ın da onun karşılığını kat kat artırarak vereceği hani kim vardır?» mealindeki 245 inci âyetin tefsirinde de açıkladığımız gibi,savaş, mü'minlerin hem canlarını, hem de mallarını Allah yolunda sarfetmelerini gerektiren bir iştir. Canı ve malı ortaya koya­rak düşmana karşı savaşmadıkça hakkın müdâfaası mümkün değildir. Hattâ canın ve malın korunması bile, onları Allah yolunda feda etmeye bağlıdır. Bir evvelki âyette de açıklandığı gibi, mademki insanlar yaratılış­ları itibariyle ihtilâfa düşmeye müsaittirler ve mademki kendilerine apaçık deliller ve mucizelerle birlikte peygamberler gönderilmiş olmasına rağ­men, yine de ihtilâfa düşerek bir kısmı îman etmiş, bir kısmı küfretmiş, sonra da biribirlerini vurup öldürmüşlerdir; o halde, insanlar arasındaki bu savaşın bitmesi, mü'min ile kâfir, hak ile bâtıl arasındaki mücadelenin sona ermesi mümkün değildir. Ve bu, Allah'ın yeryüzündeki değişmez sünnetinin tabiî bir neticesi ve O'nun mutlak iradesinin şaşmaz tezahürü­dür. Bu sebeble mü'minler, düşman tehlikesi karşısında dâima hazır olmak ve gerektiğinde canlarını ve mallarını Allah yolunda feda etmek zorundadırlar. Savaş olmasa bile, halkın ihtiyaçlarını karşılamak ve umu­mun menfeatına sarfedilmek üzere, devletin idaresinde dâima para veya mal bulunması da gerekir ve bunu temin etmek de müslümanlara düşer. İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerlme'de mü'minlere hitap ederek kendilerine nzık olarak verilen şeylerden Allah yolunda infak etmelerini emretmiştir. Bu manâda âyet-i kerîme, baştarafta mealini vererek işaret ettiğimiz 245 inci âyetin tekrarından ibarettir. Ancak bu iki âyet arasında büyük uslûb farkı vardır. «Allah'a güzel bir ödünç verecek kim vardır?» mealinde gelen 245 İnci âyetin ifadesinde son derece büyük bir yumuşak­lık vardır ve tesiri, îmanı takva mertebesinin en üst noktasına ulaşmış ve sıddîklar arasına girmiş olan mü'minler üzerinde görülebilir. Oysa insanla­rın çoğu, sadaka vermeye rağbeti artıracak bu türlü bir uslûbü anlamazlar. Böyielerini korkutmak,yapmaiarı gereken işi yapmadıkları takdirde,âhıret azâbıyle tehdit etmek gerekir. İşte 245 inci âyette Allah yolunda mal sarfı hakkındaki yumuşak uslûb, yukarıdaki âyet-i kerîme'de,yerini sert ve tehditkâr uslûbe bırakmış ve şöyle buyurulmuştur: [153]

 

254. Ey îman edenler! İçinde ne bir alışveri­şinde bir dostluğun ve ne de bir şefaatin olduğu gün gelmeden önce, size nzık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yo­lunda) sarfedin. Kâfirler, işte asıl zâlim olanlar onlardır.

 

254 Ayet-i kerîme'de mü'minlere hitap edilmiş ve Allah'ın kendilerine rıztk ılarak verdiği şeylerden infak etmeleri, Allah yolunda sadaka olarak ver-neleri emredilmiştir. Ancak verilmesi emredilen sadakanın, yalnız hali aktı yerinde olanlara farz kılınan zekât mı, yoksa zekât dışında mendûb ;ayıian sadaka mı olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Emrin yalnız zekâtla ilgili olduğunu söyleyen müfessirSer, âyetin tehdide ielâlet eden uslûbüne dayanmışlar ve insanın ancak vacibi terketmesi lalinde tehdit edildiğine dikkati çekmişlerdir. Maamafih âyet-i kerîme'yle Mlah yolunda sarfedümesi emrolunan malın, Allah'ın rızık olarak verdiği -naldan artakalan olduğu gözonünde bulundurulursa, emrin, hem vâcib olan zekâta hem de mendûb olan sadakaya şâmil olduğu anlaşılır. Zira bir memlekette savaş tehlikesi belirir, yahut fitne ve fesad, halkı biribirine düşürür, bunların bertaraf edilmesi de fazla masrafı gerektirirse, hali vakti ferinde olan müslümanlara zekât dışında mal sarfı da vâcib olur.

İşte bu manâda müsiümanların üzerlerine düşen bu görevi îfa etme­leri, hem de bunu, ceza günü, Allah'ın huzuruna çıkmadan önce, yâni dünyada iken yapmaları gerekir. Zira kıyamet günü insanı Allah'ın aza­bından koruyacak olan ameLAIlah yolunda mal sarfıdır. Kim, âhıret haya­lını dünya hayatına kıyasta, dünyadaki kusurlarını fidyeyle, yahut ahbâb vâsıtasıyle, yahutta onun bunun şefaatiyle bağışlattığı gibi âhırette de bağışlatabileceğin'! düşünür ve Allah'ın verdiği rıztktan infak etmez, cimri­lik yaparsa, yanılmış olur. Zira âhırette kendisini kurtarabileceği ne fidye vardır, ne de onun fidyesini kabul edecek bir kimse. Keza Allah'ın nez-dinde işini yaptmverecek ahbâblar bulamıyacağı gibi, dünya da iken işle­diği günâhlarını ve Allah'ın emirlerine aldırış etmezliğin cezasını bağışlatı-verecek şefaatçiler de bulamıyacaktır.

Ayet-i kerimenin bu manâsı içinde, gerek idareciler yönünden ve gerekse idare olunanlar yönünden hak ve adalet ölçüleri içinde hareket eîmiyentere de açık bir tariz ve tehdit bulunduğu anlaşılmaktadır. Filhakika öyle insanlar vardır ki, sadaka vermek bir yana, başkalarının malını haksız yere yerler, yahut yetimin, fakirin, düşkünün içinde hakkı bulunan devlet malını zimmetlerine geçirirler, yahutta hakka hukuka aykırı davranışlarda bulunurlar, sonra da bu suçlarını fidye ödeyerek, yahut rüşvet vererek, yahut araya kudretli ahbâblar, şefâatçıiar sokarak bağışlatmaya çalışırlar ve çok defa da muvaffak olurlar. Fakat buniar, dünyada alıştıkları bu hayatı âhirette asla bulamıyacaklardır. Ne fidye, ne rüşvet, ne ahbâb ve ne şefaat orada kâr etmiyecek, kendilerini dünyada işledikleri suçtan ve günahtan kurtaramıyacakiardır. Aldığı fidye ve rüşvetle, yahut ahbâblık hatırı veya şefaatçi vâsıtastyle suçluyu affedip suçu suçsuza yükleyenler, hakkı sahibinden alıp başkasına devredenler dediğerleriyte birlikte bu davranışları­nın cezasını göreceklerdir.

Allah Ta'âlâ, zekât ve sadakalarını vermekten kaçınan kimseleri, âhırette çekecekleri yalnızlıkla ve yardımcısız kalmakla tehdit edip, onları üzerlerine vâcib olan zekât ve sadakayı vermeye teşvik ettikten sonra, böylelerini «kâfir» olarak vasıflandırmış ve «işte asıl zâlimler bu kâfirlerdir» buyurmuştur. Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, zekâî ve sadaka­larını vermekten kaçınan kimseler hakkında kullanılan kâfir kelimesi, Ai-lah'ı, peygamberlerini ve kitaplarını red ve inkâr eden kimseler hakkında kullanılan kâfir manâsında değildir. Zira küfr kelimesi. Kur'ân-ı Kenm'de değişik manâlarda kullanılmıştır ve kullanıldığı her âyette onu Allah'ı inkâr etmek manâsında anlamamak gerekir. Meselâ hadîd sûresinde 20 inci âyetinde kâfir-küffâr, zürra, ziraatçılar manâsında kullanılmıştır. İbrahim sûresinin 7 inci âyetinde de «şükrederseniz, size nimetimi artırırım; küfre­derseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir» buyurulmuş ve küfr kelimesi nankörlük etmek manâsında kullanılmıştır. Bu manâda kâfir, Allah'a şük-retmiyen, nankör olan kimsedir ki, yukarıdaki âyet-i kerîme'de de bu manâda kullanılmıştır. O halde asıl zâlimler, işte bu nankörlerdir ki, Al­lah'ın kendilerine ihsan ettiği rızıktan zekât ve sadakalarını vermezler. Bunların zâlim olmaları ise. cimrilik ederek kendilerine zulmettikleri gibi. zekât ve sadaka almaya hak kazanmış olan yetim, fakir, düşkün v.s. kimselerin haklarına engel olmak suretiyle de onlara zulmetmişlerdir. Bu bakımdan zâlim olanlar işte bunlardır ve ceza günü malları, mülkleri, ahbâbları ve şefâatçıları, kendilerini azâbtan kurtaramıyacaktır.

Allah Ta'âlâ, hiçbir fidyenin, hiçbir dost ve şefaatçinin fayda vermiye-ceği ceza günü gelmeden önce Allah yolunda mal sarfını mü'mînlere emrettikten sonra, hükümranlığının azametini ve tâatının zorunluluğunu göstermek, emir ve yasakiartyle tayin ve tesbit ettiği hududu tecavüz etmemenin gerekliliğini zihinlere iyice yerleştirmek için, Kur'ân'ın bilinen ve kendine hâs olan uslûbü içinde, İslâm'ın tevhîd esasanı açıklamış ve şöyle bulurmuştur: [154]

 

255. Allah; O'ndan başka ilâh yoktur; diri­dir; kendi zâtiyle kâimdir. O'nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar. Gök­lerde ve yerde ne varsa hepsi O'nımdur. O'nun izni olmadan, O'nun yanında kim şefaat edebilir? Onların önünde ve arkasında olan her şeyi bilir. O'nun il­minden, kendisinin dilediği dışında hiç­bir şeyi kavrayamazlar. O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kaplamıştır; onların göze­timi O'na asla ağır gelmez. O, çok yüce ve çok büyüktür.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in, okuyanları zaman zaman kendine çekip büyüleyen, zaman zaman dehşete düşürüp tüyleri ürperten, zaman zaman da coşturan, fakat hiçbir zaman ümidsiz-liğe düşürmeyen bir uslûb özelliği vardır ki, bu özelliğin Önemli bir kısmını, ahkâm âyetleri arasında kıssaların, yahut kıssalardan sözederken tevhîd delillerinin zikredilmesi teşkil eder. Ahkâm âyetlerinin, kıssaların ve tevhîd delillerinin, birbiri içinde ve birbirine ekli olarak gelmesinin insan üzerinde ayrı bir tesiri ve faydası vardır. Yalnız ahkâm âyetlerinin, yahut yalnız tevhîd delillerinin toplandığı bir bölüm, okuyucu için ne derece yorucu olur ve dikkatinin dağılıp azalmasına yol açarsa, ahkâm âyetleri arasına yer­leştirilmiş kıssalar ve kıssalar arasında zikredilmiş tevhîd delilleri de aynı derecede dikkat çekici olur;gönülleri ferahlatıp kalplere rahatlık verir. Bu, güzel bir ülkeden diğer güzel bir ülkeye yolculuk, yahut lezzeti hoş bir yiyecekten, başka lezzette diğer güzel bir yiyeceğe geçiş gibidir ki, insana bıkkınlık vermez.

Konular arasındaki bu değişmenin insana sağladığı bir başka fayda da, vazolunan ahkâma uymak ve çizilen hududu tecavüz etmemek husu­sunda onu daha dikkatli ve titiz olmaya sevketmesidir. Zira bir kaç ahkâm âyetinden sonra bir kıssanın zikredilmesi, o kıssadan ibret alınmasını ve Allah'ın hükümlerine uymayan geçmiş milletlerin akıbetine düşmemek için bu hükümlere uymayL kolaylaştırdığı gibi, o arada zikredilen tevhidi-ilgili bir kaç delil de. bütün âlemlerin tek yaratıcısı olan vrbaşka ne bir yardımcısı, ne de ortağı bulunan Allah Ta'âlâ'nın azameti karşısında kendi hiçliğini görmesine ve O'nun hükümlerine uymaktan başka çare olmadığını bilip anlamasına yardım eder. İşte yukarıdaki âyet-i kerime, ahkâm âyetleri arasına yerleştirilmiş, Tâlût ve Câlût kıssasından sonra zikredilen bir tevhîd âyetidir ki, bu âyet sayesinde, Allah Ta'âlâ'nın bu âyette kendisini tavsif ettiği sıfatlarla O'nu düşünüp de kıssadan ibret almamak, sonra da böyle bir ilâh tarafından vazedilen hükümlerden yüz çevirmek, akıl sahiplerinin yapabilecekleri işlerden değildir.

Yukarıdaki âyet-i kerîme, Allah'ın azamet ve kibriyasını en beliğ bir şekilde açıkladığı için, içerisinde geçen kursî kelimesine nisbet edilmiş ve âyetu'l-kursî adiyle şöhret kazanmıştır.. Bu âyetin faziletleri hakkında Hazret-i Peygamber'den rivayet edilmiş bazı hadîsler vardır. Bu hadisler­den birinden öğrenildiğine göre, Hazret-i Peygamber, Ubeyy İbn Ka'b'a «Allah'ın Kitabında en büyük âyet hangisidir, biliyor musun?» diye sor­duğu zaman, Ubeyy, Allahu Lâ ilahe illâ huve'l - Hayyu'l-Kayyûm âyeti­dir, cevabını vermiş, Hazret-i Peygamber de, onun göğsüne vurarak, «ilim sana kutlu olsun» demiş ve memnuniyetini bildirmiştir.[155]

Buhâri tarafından rivayet edilen bir hadîste ise, yatağında âyetu'l-Kursî'yi okuyan bir kimsenin üzerinde, sabaha Kadar, Allah'tan, bir muhafızın bulunduğu ve şeytanın ona yaklaşamadığı açıklanmıştır.[156]

Ayet-i kerîme tevhîd yönünden çok geniş manâları ihtiva etmesi dolayısıyle, şüphesiz, Kur'ân'ın en muazzam âyet­lerinden biridir. Bu âyet-i kerlme'de, Allah Ta'âlâ kendisini tavsif ederek şöyle buyurmuştur: [157]

 

255. Allah; O'ndan başka ilâh yoktur; diri­dir; kendi zâtiyle kâimdir. O'nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar. Gök­lerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadan, O'nun yanında kim şefaat edebilir? Onların önünde ve arkasında olan her şeyi bilir, O'nun il­minden, kendisinin dilediği dışında hiç­bir şeyi kavrayamazlar, O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kaplamıştır; onların göze­timi O'na asla ağır gelmez. O çok yüce ve çok büyüktür.

 

255 İslâm'ın esasını  teşkil eden tevhıd akidesinin bütün inceliklerini  geniş manâsıyle bu âyet-i kerîme'de görmek mümkündür. Tevhıd. gerçek manâda ibadet edilmeye lâyık ilâhı birlemek ve O'ndan başka ilâh aulunmadığnı kabul edip O'na inanmak demektir ki, âyet-i kerirne'nin aaştnda buna işaret edilmiş ve ibadet edilmeye lâyık gerçek ve tek ilâhın Allah olduğu bildirilmiştir. İbadetin hakiki manâsı da buna delâlet eder ve ibadet eden insanı tevhld inancına ulaştırır. Çünkü gerçek ibadet, insan ruhunun kendisinden gâib olan, ilmiyle, zâtını ve mahiyetini idrak etmesi mümkün olmayan yüce bir kudret önünde, hiçliğini ve acizliğini bilerek ve hissederek eğilmesi ve kulluğunu O'na arzetmesidir. İnsan, ister tek ve imüstakıl bir ilâha ibadet etsin, ister bu ilâhın yanında güçleri daha sınırlı, jmutavassıt başka ilâhlara ibadet etsin, onun bu ilâhları yüceltmesi, duası­nı, ricasını ve ihtiramını onlara yöneltmesi, hep bu inançtan ve zâtını ve mahiyetini bilemediği, kendinden gâib bir kudrete kulluk etme eğiliminden ; kaynaklanır. Halbuki canlı ve cansız, insan ve hayvan olarak, insan veh-! minin yarattığı ilâhlar ne kadar çok ve değişik olursa olsun, hak ve gerçek i olan tek bir ilâh vardır, hak ve gerçek olan ibadet de yalnız bu ilâha yapılır. Bütün âlemleri tek başına yoktan vareden, onları vazettiği kanunlarla tek başına sevk ve idare eden, icad ettiği sebeplere istinaden kullarına hayrı verip zararı kaldıran, dilediği zaman kanunlarını iptal ile kâinatı yine yok edecek olan bu ilâh Allah'tır ve O'ndan başka ilâh bulunması mümkün değildir. İnsan muhayyilesinin yarattığı ilâhların hepsi yalandır, sahtedir; hayal mahsulüdür ve ibadet edilmeye lâyık değildir.

Kendisinden başka ilâh olmayan Allah, aynı zamanda Hayy'dır; hayat sahibidir. Hayat, şuur, idrak, hareket ve gelişmeye delâlet eden bir sıfat olması itibariyle, biribirlerinden farklı derecelerde bulunsa bile, insan, hayvan ve bitkilerin sahip oldukları sıfatlardandır. Ancak Allah Ta'âlâ bu manâdaki hayattan münezzehtir; O'nun. mahlükatın sahip olduğu noksan sıfatlarla tavsif edilmesi mümkün değildir. Allah Ta'âlâ'ya nisbetle hayat sıfatı, yine kendi zâtına hâs olan ilim, irade ve kudret sıfatlarıyle birlikte düşünülmesi gereken bir sıfattır ki, zâtla beraber ezelden beri dâimidir ve öylece bakî kalacaktır.

Allah Ta'âlâ Hayy olduğu gibi Kayyûm'dur ve Hazret-i Peygam­berden rivayet edilen bir hadîsten anlaşıldığına göre Hayy Kayyûm (el-Hayyu'l Kayyûm) beraberce, Allah Ta'âlâ'nın yüce isimlerinden biridir; İsm-i âzâmdır. [158]

 Kayyûm, kendi nefsiyle kaaim ve kendi zâtiyle sabit demektir ki. vücudu hiçbir sebep veya illete muhtaç olmaksızın ezelden ben bakî olduğu manâsına gelir. Diğer varlıkların vücudu ise,Allah Ta'âlâ'nın onları yaratmasına bağlıdır; mevcudiyetlerini devam etti­rebilmeleri de, keza Allah'ın onları korumasıyle mümkündür. Bu bakım­dan, kâinatta her ne varsa, O'nun varlığını ve bu varlığının devamını, Allah'ın halk ve iradesi dışında düşünmek mümkün değildir. O halde, Allah Ta'âlâ, Kayyûm sıfatıyle halk ve icad ettiği bütün varlıkları idare eden, rıztklarını veren, koruyan, ecellerini takdir eden bir zât-ı bârıdır ki, işte O'na Hayy ve Kayyûm olduğu halde ne bir uyuklama ve ne de uyku arız olur. Zira canlı varlıklarda uykudan önce kendini hissettiren uyuklama ve bunu takiben gelen uyku, hayatın ve yapılması gereken işlere kıyamın önce zayıflamasına, sonra da yok olmasına sebep olur. Uyuklayan bir insanda hayat emareleri zayıflar; iş yapma gücü de azalır. Uyuyan insanda ise, hareket, şuur ve iş görme gücü gibi hayat emarelerinin hiçbiri kalmaz. Bu, mahlükatın sahip oldukları sıfatların ne derce noksan ve kusurlu olduğunu gösteren apaçık bir delildir. Oysa Allah Ta'âlâ oniarın sahip oldukları noksan sıfatlardan münezzehtir. O, hayat sahibidir ve hayatı kemal mer­tebesinde olup uyuklama ve uyku gibi mahlûkata hâs noksanlıklar O'na arız olmaz. Keza O, Kayyûm olarak, mahlükatın sevk ve idaresinde de kemal mertebesindedir ve O'nu bu mertebeden indirecek hiçbir arız bu­lunmaz. Su açıklamadan da anlaşıldığı gibi âyet-i kerlme'de Allah Ta'âlâ'ya uyuklama ve uyku gibi mahlûkata hâs hallerin arız olmıyacağını beyan eden ibare, O'nun hayat ve kayyûmiyet sıfatlarını tekld rnaksadıyie gelmiş ve bu sıfatların her türlü kusur ve noksandan salim bulunduğunu ortaya koymuştur.

Allah Ta'âlâ mademki Hayy ve Kayyûm'dur ve mademki böyle ol­duğu için kâinatta var olan her şey ancak O'nunla kâimdir, o halde göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur; O'nun mülküdür; O'nun kuludur. Bunlar üzerinde dilediği şekilde tasarruf etme hakkı yalnız O'na aittir. O. dilediğine hayat verir, dilediğinden onu geri alır. Her şey O'nun meşiyyetine tâbidir; O'na boyun eğmiştir.

İşte Allah Ta'âlâ'nın rnahlûkat üzerindeki bu mutlak hâkimiyeti dola-yısjyiedir ki, dînden sapan ve yeryüzünde fesad çıkaran kötü ahlâk ve bâtıl stikad sahipleri hakkında hiç kimse şefâatta bulunamaz. Hiç kimse, şefaa­tiyle onun sünnetini, takdirini veya hükmünü değiştiremez. Bu bakımdan, müşriklerin ve kitap ehlinin haklarında takarrür etmiş Cehennem azabı hükmünün şefâatla kaldırılacağı hakkındaki iddiaları boş bir ümidten başka bir şey değildir. Eğer iman ehlinden şefaat edilmeye lâyık kimseler olursa, böyle bir şefât da, ancak Allah'ın iznine tâbidir, ve yalnız O'nun izin verdiği kimseler şefât edebilirler. Allah Ta'âlâ'nın, âyet-i kerîme'deki şe­fâatla ilgili bu beyanı da, O'nun bir evvelki ibarede zikrolunan mahlûkat üzerindeki mutlak hâkimiyetinin ve bu hâkimiyette tek ve yegâne oluşu­nun teyid ve tekidi manâsındadır. Ancak burada sunada işaret etmek gerekir ki, şefaatçinin herhangi bir kimse hakkında ki şefaati, Allah Ta'âlâ'nın o kimse hakkında tecelli eden ceza takdirini değiştirmez. Çünkü Allah Ta'âlâ, kullarının dünyada yapıp bıraktıkları ve âhırette karşı­laşacakları bütün işleri bilir; ilmi bunların hepsini kuşatmıştır. Eğer şefaat, şefaatçinin başvurmasıyle cezanın affedilmesi manâsında alınacak olur­sa, bu, af keyfiyetinin sonradan vukubulmuş bir iş olması dolayısıyle, affedenin ceza takdiri sırasında bunu bilmediği manâsına gelir ki, Allah Ta'âlâ için böyle bir şey düşünmek mümkün değildir. O, kullarının dün­yada yaptıkları işleri ve âhırette ceza ve mükâfaât yönünden karşılaşacak­ları halleri ezelden bildiğine göre, ister şefaatçi vâsıtasıyle, ister bu vâsıta olmaksızın, cezasını bağışlaycağı kimseler de O'nun ilmi içindedir. Eğer bu ezelî ilmi, O'nun takdiri manâsında kabul edecek olursak, bu ilmin veya takdirin değişmesi mümkün değildir. Buna göre, şefaatçinin da bundan değiştirebileceği hiçbir şey yok demektir. Bununla beraber Hazreî-i Pey-gamber'den rivayet edilen sahih hadislerde şefaat nefyedilmemiştir. Hazret-i Peygamber, amcası Ebû Tâlîb hakkında «umulur ki benim şefâ-tım, kıyamet günü ona fayda verir» buyurmuş [159]

başka bir hadisinde de «şefaatinin ümmetinden büyük günâh sahipleri İçin Olacağını» bildirmiştir.[160]

Bu hadisler gözönünde bulundurulursa, başta Hazret-i Peygamber olmak üzere Allah'ın şefâatta bulunmaya izin verdiği kimselerin şefâatla-rının, haklarında cezalarının affedileceği hususunda takdlr-i ilâhî sebkat etmiş olan kimseler için bir vesîle kılındığı anlaşılır ki, bu da,Allah'ın ilmi içindedir. O halde Allah Ta'âlâ, kimin şefaatiyle kimleri bağışlayacağını bilir ve o şefaatçiyi vahiy veya ilham yoluyla bağışlayacağı kimseler hak­kında şefâatta bulumakla görevlendirir. Bu, hakkında şefâatta bulunan kimsenin de, şefâatta bulunacak olan kimsenin de Allah tarafından seçil­diği manâsına gelir ki, ister müşrik olsun, ister yahudl, hıristiyan veya müslüman olsun, insanın «nasıl olsa şefaat olunurum» İnancıyle hak yoldan ayrılmasına imkân vermez.

Allah Ta'âlâ, ilmiyle, kullarını dünya ve âhırete âit işlerini kuşatmış olmasına, O'nun ilmi dışında hiçbir şeyin bulunmamasına rağmen, kulları, O'nun bildiği şeylerin çok azım bile bilmekten âcizdirler. Eğer bilebildikleri yahut kavrayabildikleri bir takım şeyler varsa, bunlar da, ancak O'nun bilip kavramalarını dilediği şeylerdir. Bu bakımdan şefaat, bir evvelki ibarede de açıklandığı gibi, Allah'ın iznine bağlı olan bir iş olması dolayısıyle bu

iznin bilinmesini gerektirir. İzin ise, ancak vahiyle bilinir ve bu da Allah'ın Kitabında beyan olunan ahkâm ile tahdit edilmiştir. Buna göre kim, Al­lah'tan yüz çevirip fesada ve bâtıla yönelmiş olduğu için Allah'ın cezasını hak etmiş ve hakkında ceza hükmü beyan olunmuşsa, hiç kimse onun kurtuluşu için duâ etmeye veya şefâatta bulunmaya cesaret edemez. Fakat kim de, bazı sürçmelerine ve günah işlemesine rağmen, hak yoldan ayrılmamış ve Allah'ın rızasını kazanmış ise, Allah'ın bu gibiler hakkında duâ edip şefâatta bulunmalarına izin verdiği kimselerin dualarını ve şefâat-larını kabul etmesi muhtemeldir. Çünkü Allah Ta'âlâ Kitabında böyle vazetmiş ve Nisa sûresinin 48 ve 116 ncı âyetlerinde «Allah, kendisine şirk koşulmasını asla affetmez; fakat bunun dışındaki günâhları, dilediği kimse için affeder» buyurmuştur.

Allah Ta'âlâ'nın Kursl'si, gökleri ve yeri, göklerde ve yerde her ne varsa bunların hepsini kaplamış ve kuşatmıştır, Ayet-i kerîme'de geçen Kursî kelimesini, âyetin siyakına istinaden «Allah'ın ilmi» manâsında tefsir edenler olduğu gibi, O'nun azametini tasvir eden birtabir olarak açıklayan­lar da vardır. Ancak kelimenin gayb âleminden bir şeye delâlet etmesi ve Allah Ta'âlâ tarafından açıklanmamış olması dolayısıyle, insanların mahi­yetini bilmeleri mümkün olmayan hususlardandır. Bu sebeple Kursî hak­kında ileri sürülecek her görüş tahminden ibaret kalacağı için, herhangi bir görüş serdinden sakınmak ve «onun mahiyetini ancak Allah bilir» demek en doğru yoldur. Biz, Allah Ta'âlâ'nın gayb âleminden verdiği her şeye iman ederiz; fakat mahiyetini bilemiyeceğimiz şeylerin hakikatından gelişi güzel söz etmekten de sakınırız.

Kurslsiyle kuşattığı bu göklerin ve yerin korunması, vazettiği kanunlar çerçevesi içinde her varlığı kendi görevini sürdürmesi, Allah Ta'âlâ'nın üzerine güç ve ağır gelecek bir iş değildir. Daha doğrusu, ancak mahlûkat için düşünülebilen zorluk veya kolaylık, ağırlık veya hafiflik Allah Ta'âlâ için söz konusu olamaz. Bunlar, mahlûkatın noksan sıfatlarıyle ilgili olan hususlardır. Allah Ta'âlâ ise, onların sahip oldukları bu çeşit sıfatlardan münezzehtir. O, çok yücedir, çok büyüktür.

Kursî âyeti (âyetu'1-Kursl) delâlet ettiği geniş manâsıyle, mü'minlerin kalplerini Allah'ın azameti, celâli ve kemaliyle o derecede doldurur ki, şefâatta bulunmak için Allah'ın izin verdiği şefâatçılara dayanıp «onlar nasıl olsa bize şefaat edip azâbtan kurtarırlar» diyerek Allah'tan ve dinin­den yüz çevirmelerine sebep olacak bir düşünceye yer bırakmaz. Bu sebepledir ki, müslümanların kitap ehline benzememeleri ve âhıreti şe-fâata bel bağlamadan kendi hayırlı amelleriyle kazanmaları gerekir. Zira hesap günü hakkında hüküm verecek olan yalnız Allah Ta'âlâ'dır ve O'ndan başka hüküm sahibi yoktur.

Allah Ta'âlâ, İslâm'ın esasını teşkil eden tevhidi bu âyet-i kerîmeyle açıkladıktan, göklerin ve yerin mutlak hâkim ve sahibinin yalnız kendisi olduğunu, ilmiyle, her şeyi kuşatmış ve kaplamış bulunduğunu, bu sebep­lerle ibadet edilmeye lâyık kendisinden başka ilâh olmadığını bildirdikten sonra, bu temeller üzerine bina edilmiş oian dînin ilâhi menşei itibariyle diğer dînlerden ayrıldığın! ve herkesin bunu anlayabilecek bir yaratılışta olduğunu beyanla dînde zorlamayı nefyetmiş ve şöyle buyurmuştur; [161]

 

256.  Dinde zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan ayrılmıştır.   Kim tâgûtu inkâr eder, Allah'a inanırsa, kopması müm­kün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.

257.  Allah, inananların dostudur; onları ka­ranlıklardan aydınlığa çıkarır.  Küfre­denler ise, onların dostları da tâğûtlardır ve onları aydınlıktan karanlıklara çıka­rırlar. Bunlar, Cehennem ashabı olup orada dâimidirler.

 

Dînde zorlama yoktur. Allah Ta'âlâ'nın yukarıdaki âyet-i kerîmeyle vazettiği bu hüküm, İslâm dîninin en mühim özelliklerinden birini teşkil eder. Hiçbir müslüman bu hüküm gereğince herhangi bir yahudîyi veya hıristiyanı, yahutta başka bir dîn mensubunu, dînini terkedip İslâm'a gir­mesi için zorlayamaz. İslâm'ın başlangıcından bu yana târih şâhid olmuş­tur ki, müslüman ordular, fethettikleri ülkelerde yaşayan gayri müslimlerin hayatlarını korumak için onlardan cizye almışlar, fakat onları İslâm'a gir­meleri için ne tehdit etmişler, ne de öldürmüşlerdir. Aksine onları dînlerinin icablarını yapmak hususunda serbest bırakmışlar, buna engel olmak iste­yenlere karşı da, onları ve dînlerini korumuşlardır. İslâm'ın yabancı dîn mensuplarına karşı gösterdiği bu büyük müsamaha ve yerleştirdiği adalet duygusu dolayısıyledir ki, kendi dînlerini terkedip İslâm'a girenlerin sayısı, başka hiçbir dîne nasîb olmayacak derecede çok olmuştur. Bununla be­raber İslâm'ın süratle yayılmasından ve müslümanların çoğalmasından tedirgin olan bazı kimselerin ileri sürdükleri İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiası, İslâm'a yöneltilmiş bir iftiradan ve düşmanlıktan başka bir şey değildir. Eğer kılıç zoruyla İslâm'a sokmak gaye edinilmiş olsaydı, bugün ne yahudîlikten ve ne de hıristiyanlıktan bir eser kalırdı.

«Dînde zorlama yoktur» âyetinin nüzul sebebi hakkında çeşitli riva­yetler gelmiştir. Ebû Davûd tarafından nakledilen bir hadîsten öğrenildi­ğine göre, İslâmiyetten önce, Medîneli bir kadın, çocuğu olmaz, yahut olur da yaşamazsa, çocuğu olduğu takdirde onu yahudî dîni üzere yetiştir­meye ve yahudî yapmaya nezrederdi. İslâm geldiği zaman Medîneli ansâr arasında çocukları bu şekilde yahudî olmuş aileler vardı. Bir yahudî kabî-lesi olan Benû Nadîr, hicretten sonra Medîne'den ihraç olundukları sıra­larda, aralarında yahudî dînine girmiş ansâr çocuklan da bulunuyordu. Aileleri bu çocukları yahudîler arasında bırakmamak için İslâm'a girmele­rini isteyip onları buna zorlayınca bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.[162]

İbn Hacer de, sahabenin terceme-i haline tahsis ettiği İsâbe adlı eserinde Husayn e!-Ansârî'nin tercemesinden söz ederken muhtelif kay­naklara istinaden başka bir haber verir. Husayn'in İslâmiyetten Önce hıristiyan olmuş iki oğlu vardı. Bunlar, yanlarında ansârdan bazı kimse­lerle birlikte yiyecek almak için Medîne'ye geldikleri zaman, babaları, müslüman olmadan sizi bırakmam demiş, fakat onlar buna yanaşmayın­ca, Hazret-i Peygamber'e başvurmuşlardır. Babanın «ben bakıp dururken benim parçalarım ateşe mi girecekler?» demesi üzerine «dînde zorlama yoktur» âyeti nazil olmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi bir âyetin indirilmesini her zaman tek bir sebebe bağlamak doğru değildir. Bazan tek bir hâdise bir âyetin indirilme­sine sebep olsa bile, bazan da biribirine benzeyen hâdiselerin tekerrür etmesi halinde, hepsine çözüm getirecek bir âyet gönderilmiş olması da

mümkündür. Yukarıda nakledilen haberler buna delâlet eder. Öyle anlaşı­lıyor ki, İslâmiyetten önce, yahudî ve hıristiyan dinini kabul etmiş olan bazı araplar, İslâm'ın gelişi üzerine, gerek aileleri tarafından ve gerekse diğer müslümanlar tarafından İslâm'a girmeleri için zorlanınca, yukarıdaki âyet-i kerîme nazil olmuş ve bu zorlamayı menetmiştir.

Ayet-i kerîme'nin indirilmesine sebep olan hâdiseler gözönünde bu­lundurulursa, dînde zorlamayla ilgili yasağın, sadece yabancı dîn mensup­ları için söz konusu olduğunu kabul etmek gerekir. Buna göre, herhangi bir yahudl, yahut hıristiyan, yahutta başka dîne mensup herhangi bir kimse, dînini terkedip İslâm'a girmesi için zorlanamaz. İslâm'da âyet-i kerîme bu manâda anlaşılmış ve yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, tarih boyunca müslümanlar hiçbir yabancı dîn mensubunu İslâm'a girmesi için zorla-mamışlardır. Bununla beraber müslümanların kendi aralarındaki tatbikat bundan farklı olmuş, dinin emir ve yasaklarına uymayan, yahut ahlâk dışı davranışlarla dinin esaslarını ihlâl eden müslümanlar, diğer müslümanlar tarafından hak yola davet edilmiş, gerektiği zaman da zor kullanılarak bu yola sokulmuşlardır. Bunun en açık örneğini, Ebû Bekir devrinde görmek mümkündür. Esed, Gatafân ve Tayy kabileleri, müslüman oldukları halde, Hazret-i Peygamber'in vefat etmesi üzerine, daha önce verdikleri zekâtı vermekten çekinmişler, Ebû Bekr'e gönderdikleri elçilerle de, İslâm'dan dönmediklerini, namaz kılıp orucu tutacaklarını, fakat zekât vermiyecekle-rini bildirmişlerdir. Bunun üzerine Ebû Bekir, bu kabilelere karşı savaş açmış ve savaş yoluyla onlardan zekâtlarını almıştır. Bu bakımdan çeşitli fıkıh mezhebleri, İslâm'a girdiği halde, İslâm'ın emirlerini ihlâl eden kimse­ler hakkında ceza tatbik edileceği ve bunun ikrah (zorlama) sayılmıyacağı görüşü üzerinde birleşmişlerse de, tatbik edilecek cezanın çeşidi üzerinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm'a girdikten sonra ondan dönenler hakkında ise, Kur'ân-ı Kerîm'de ayrı hükümler gelmiştir. Mürted denilen bu gibi kimselerin durumları ilgili âyetlerde ayrıca açıklanacaktır. Fakat İslâm'a hiç girmemiş olan yabancı din mensupları hakkında ise, Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [163]

 

256. Dînde zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan ayrılmıştır. Kim tâğûtu inkâr eder, Allah'a inanırsa, kopması müm­kün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.

257. Allah, inananların dostudur; onları ka­ranlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre­denler ise, onların dostları tâbutlardır ve onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır­lar.   Bunlar,   Cehennem  ashabı   olup orada dâimidirler.                         

 

256 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, dînde zorlama yoktur. Yabancı dine mensup bir kimseyi tehdit ederek ve zorlayarak dîninden döndürüp İs­lâm'a sokamazsınız. Çünkü dînin esas unsuru îmandır ve yerleştiği yer de kalptir. Ameller ise, bu îmanın dışına aksetmiş tezahürleridir. Tehdit ve zorlama, kalbe yerleşmiş olan îmanın sökülüp atılmasında hiçbir fayda sağlamaz. Müslüman olmayan bir kimse, zor karşısında belki İslâm'a girmiş görünebilir ve hattâ öldürülmekten korkarak namaz kılıp oruç tutabi­lir. Fakat bu ameller, hiçbir zaman kalbindeki îmanın bir tezahürü olamaz. Çünkü onun asıl inancı, İslâmî inanç değil, kendi dîninin inancıdır ve zor karşısında bu inancı kalbinde gizlemek zorunda kalmıştır. Nitekim Mekkeli müşrikler, ilk müslümaniara İslâm'dan dönmeleri için insanlık dışı işkence­ler yaptıkları zaman, Hazret-i Peygamber'in onlara, işkenceden kurtul­mak için İslâm'dan dönmüş gibi davranmalarına izin vermesi bundandır. Binâenaleyh dînden döndürmek için ne çeşit zorlama yapılırsa yapılsın, bundan hiçbir fayda sağlanamtyacağı bilinmelidir.

Zaten buna gerek de yoktur; çünkü hak yol olan İslâm ile, bunun dışında yer alan ve din adı altında insanları dalâlete sevkeden bütün bâtıl yollar birbirinden ayrılmış, ve akıl sahibi olan istisnasız her insan için apaçık belirmiştir. İnsana akıl, kalp, duygu ve düşünce verilerek diğer hayvanlardan ayırt edilmesinin ve onlardan üstün kılınmasının sebep ve hikmeti de budur. İnsanın iyiyi, doğruyu ve güzeli, kötüden, yanlıştan ve çirkinden ayırıp iyi, doğru ve güzel olana yönelmesi, kısacası bâtılı terke­dip hakka sarılması, ancak akıl ve düşünce sayesinde mümkün olur. Eğer iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı birbirinden ayırıp iyiye ve doğruya yöne!-mezse, o aklın ne faydası vardır? Yahut sahibini sadece kötüye sevkeden ve sadece kötü maksatlar için kullanılan akla akıl demek nasıl mümkün olur?

O halde, kim aklını kullanarak tâğûtu inkâr ile Allah'a îman ederse, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmış olur. Ayet-i kerî­mede geçen tâğût kelimesi, bazı türkçe meallerde, şeytan, put gibi değişik manâlarda tercüme edilmişse de, kelimenin daha umumî bir manâsı vardır ve kendisine ister ibadet edilsin, ister edilmesin, insanın Allah'a tarşı isyan etmesine ve hak yoldan ayrılmasına sebep olan her şeye şâmildir. Peşinden gidilen bir düşünce, bir heves, bir şahıs, para, mal mülk [hırsı, şân şöhret arzusu ve bunun gibi şeyler, eğer insanı Allah'a isyan etmeye götürürse, bunların her biri, o insanın tâğûtu olur. Buna göre, her kim, kendisini Allah'ın yolundan uzaklaştıran ve onu isyana sevkeden bu gibi şeylerden sakınır, onları red ve inkâr edip Allah'a inanırsa, kopması mümkün olmayan bir dala tutunmuş olur. Bu dal, öyle bir iman dalıdır ki, ona tutunan, dünya ve âhırette hüsrana düşmek korkusunu hissetmez. Şüphesiz Allah, böyle bir dala tutunarak yukarıda manâsına işaret edilen tâğûtu red ve inkâr eden kimselerin, onu ne çeşit sözlerle red ve inkâr ettiklerini hakkıyîe işittiği gibi, kalplerinde bulunan şeyleri de, ister gizlesin­ler, ister açığa vursunlar, hakkıyle bilir.

İşte gerçek bu kadar açık olduğuna ve her insan, kendisi için hak veya bâtıl olan yolu seçebilecek akıl gücüne sahip bulunduğuna göre, yabancı dîn mensuplarının İslâm'a girmeleri için zorlanmaları faydasızdır. Ayet-i kerimenin bu manâsı, Kur'ân-ı Kerim'in başka âyetlerinde de görülür. Meselâ Yûnus sûresinin 99 uncu âyetinde şöyle buyurulmuştur: «Eğer Rabb'ın dileseydi, yeryüzündeki herkes iman ederdi. Böyle olunca sen, bütün insanları; mü'min olsunlar diye zorlayacak mısın?». Bu âyetin de­vamında ise, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin iman edemiyeceği açık­lanmıştır ki, bu, herhangi birinin zoruyla bir başkasının iman edemiyeceği manâsındadır. Gâşiye sûresinin 21-22 nci âyetlerinde ise, Hazret-i Pey-gamber'e dini tebliğ vazifesi hatırlatılmış ve onun insanlar üzerinde zorla­yıcı bir kimse olmadığı bildirilmiştir. Bu âyetlerden de anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin görevleri, Allah'ın dinini insanlara tebliğ edip öğretmek, iman edenlere Cennet nimetlerini müjdelemek, küfredenleri de Cehen­nem azâbıyle korkutmaktır. Fakat zorla ve tehditle onları dine sokmak ve iman etmelerini sağlamaya çalışmak, onların görevi değildir. Müslümanlar üzerine farz kılınan cihad veya Allah yolunda savaş ise, gayri müslimieri İslâm'a sokmak değil, fakat daha önce açıkladığımız 193 üncü âyette de beyan edildiği gibi, yeryüzündeki fitneyi ortadan kaldırmak ve dînin sırf Allah için olmasını sağlamak maksadına matuftur. Zira fitne, dinin tebliğ edilmesine imkân vermediği gibi, imanın kalplerde yerleşip kuvvetlenme­sine de engel olur. Fitnenin büyüyüp yayılması, hem din için, hem de müslümanlar için en büyük tehlikedir ve bu tehlikenin tehditkâr baskısının devamı müsamaha ile karşılanamaz. Fitnenin yok edilmesi ve imanın kalplerde serbestçe neşv u nema bulması için yapılan savaşlar ise, dînde zorlama manâsında değildir. [164]

 

257 Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimeyle dinde zorlamayı menet-tikten ve din seçimini, akıl sahibi kıldığı insanların hür iradelerine bıraktık­tan sonra, hak yola girmek isteyenlerin dostu ve yardımcısı olduğunu beyan ederek «Allah, inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır» buyurmuştur. Allah'ın inananlara dost olması, İmanlarının korun­masında, teyid ve takviye edilmesinde Allah'tan başka yardımcının bu­lunmaması manâsındadır. Allah, mü'min kullarına ihsan ettiği salim akıl, dîn ve duygu sayesinde, onların hak yolda seüât etmelerini sağlar; içlerine herhangi bir şüphe arız olsa bile, o şüpheyi izale edecek bir hak nuru ile onları bu şüpheden kurtarır. Nitekim Araf sûresinin 201 inci âyetinde bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: «Takvaya erenler, onlara şeytan­dan bir şüphe gelip arız olduğu zaman, tezekkür ederler de, birden (hakkı)

, görmüş olurlar». Bu, Allah Ta'âlâ'nın mü'min kullarının kalplerinde can­landırdığı bir duygu veya bir hakikat nurudur ki, bu nûr ile hak zahir otur ve şüpheden eser kalmaz.

Küfredenler, Allah'tan ve Allah'ın emir ve yasaklarından yüz çeviren­ler ise, kendilerini isyana ve tuğyana sevkeden tâğûttan başka dostlara sahip değillerdir. Mü'minlerin aksine, böylelerinin kalplerinde bir nebze hakikat nuru parlayacak olsa, tâğûtlan hemen harekete geçer de, bu nurun büyüyüp genişlemesine fırsat vermeden onu hemen söndürürler. Böylece kalpleri yine karanlıklar içinde kalır. İşte böyleleri, Cehennem ashabındandır ve âhırette gidecekleri yer de, içinde daimî kalacakları Cehennem ateşidir. Bunlar, tâğûtlarının esiri oldukları için ne nasihat, ne tehdit ve ne de zorlama onlara kâr eder; çünkü hiçbir şey, onların kalple­rinde hakikat nurunu canlandıramaz; bir kıvılcım bile meydana getiremez. Allah Ta'âlâ, Allah'ın dostu olan mü'minlerle kendi tâğûîlarının esîri olan inançsızların hallerini açıkladıktan sonra, buna delil olmak üzere naklettiği üç değişik kıssayla nasıl İbrahim {a.s.) i, kendisine arız olan bir şüpheden kurtarıp hakikat nuruna sevkeden delillerle mücehhez kıldığını, buna mukabil inançsızları nasıl bu deliller karşısında bir zulmetten diğer zulmete sürüklediğini akıl sahiplerinin ibret nazarlarına sunmuş ve şöyle buyurmuştur: [165]

 

258. Allah'ın, kendisine hükümranlık verme­sinden dolayı İbrahim'le Rabb'ı hak­kında tartışan kimseyi bilmez, misin? İbrahim (ona) «Rabbım hem diriltir, hem de öldürür» deyince, o, «ben de diriltir ve öldürürüm» demişti. Fakat ibrahim «Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir» deyince de, o küfreden, şaşırıp kalmıştı. Allah, zâlim kimseleri doğru yola iletmez.

259. Yahut çökük çatıları üzerine, (duvarla­rı) yıkılıp harab olmuş bir kasabaya uğrayıp  da «bunu ölümünden sonra, Allah nereden diriltecek?» diyen kim­seyi (bilmez misin?). Böyle dediği için Allah onu yüz, sene boyunca öldürmüş, sonra diriltip «kaç sene böyle kaldın?» demişti. O, «bir gün, yahut daha az» deyince, Allah (ona) söyle buyurmuştu: «Hayır, yüz sene kaldın. (İnanmazsan) yiyeceğine ve içeceğine bak; hiç bozul­mamış; ve bir de merkebine bak. (Böyle yapmamız) seni insanlara bir ibret nişa­nesi kılmak içindir. Kemiklere bak, on­ları nasıl yerli yerine koyacak, sonra onlara et giydireceğiz». (Cereyan eden şeyler) ona açıkça belli olunca şöyle demişti: «Biliyorum ki Allah, her şeye kaadirdir».

260. İbrahim «Rabb'ım, ölüleri nasıl diriltti­ğini bana göster» demişti. Rabb'ı «yoksa inanmıyor musun?» buyurunca, «hayır inanıyorum; fakat kalbimin huzur bul­ması için..» demişti. (Bunun üzerine Rabb'ı ona şöyle), buyurmuştu: «Dört kuş al; onları ehlîleştirip kendine alıştır; sonra onlardan her bir cüzünü bir dağ üzerine koy; sonra da onları çağır; koşa­rak sana geleceklerdir. Şunu da bil ki, Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir».

 

Bundan önceki âyet-i kerimede, Allah Ta'âlâ'nın, inananların dostu olduğuna işaret edilerek, onları doğru yola iletip zulmetten nura çıkardığı, buna karşılık kendilerini Allah'tan uzaklaştıran, O'na isyan etmeye götü­ren ve adına tâğût denilen kötü rehberlerin ve sahte tanrıların peşinden gidenleri de kendi zulmetleri içinde bıraktığı açıklanmış ve böylelerinin Cehennem'de dâimi kalacakları bildirilmişti. Yukarıdaki üç âyette ise, zikredilen üç ayrı kıssa ile, hem Allah Ta'âlâ'nın mü'minleri nasıl zulmet­ten nura çıkararak kalplerine arız olan şüphe ve tereddütleri izale ettiğini gösteren örnekler verilmiş, hem de tâğûtların peşinden giderek Allah'ın varlığını ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere karşı açık ve kesin deliller sunulmuştur. Öyle ki, bu deliller karşısında, akıl sahibi olan ve aklını yolda kullanabilen kimselerin, artık tâğûtlan peşinden gitmekte İsrar etmemeleri ve hem Allah'a, hem de öldükten sonra dirilmenin mutlaka gerçekleşeceğine inanmaları gerekir. Bununla beraber, yine de inatların­dan vazgeçmeyip küfürlerinde israr edenler, eğer İbrahim (a.s.) in ilk lyette muhasımına yönelttiği teklifle karşılaşırlar ve onlara da, «Allah güneşi doğudan getiriyor; haydi siz ve peşinden gittiğiniz tanrılarınız, veya tâğûtlarınız hep beraber güneşi batıdan getirin; onun batıdan doğmasını sağlayın» denilirse, şaşırıp kalırlar. Cevap olarak söyleyecek tek bir ke­lime bulamazlar. Bu acizlik, bir an için onların kalplerinde gerçeği aydınla­tan bir nurun parlamasına sebep olsa bile, bu nûr, bir kıvılcım çakması gibi gelip geçicidir ve onun çakıp kaybolmasından sonra, inançsızların kalpleri yine karanliklar içinde kalır. Bu, onların peşlerinden gittikleri tâğûtların esendir ve bu tâğûtlar, hiçbir zaman onların zulmetten nura çıkmalarına izin vermezier;fakat aksine,eğer kalplerinde bir nûr parlamışsa.bu nuru |Söndürür!er ve onları yine zulmetler içinde bırakırlar.        İşte, bir evvelki âyet-i kerimenin beyan edildiği yukarıdaki üç âyet ve ı bu üç âyetle zikredilen üç ayrı kıssada, bu gerçeklen bütün açıklığıyle görmek mümkündür: [166]

 

258. Allah'ın kendisine, hükümranlık verme­sinden dolayı, İbrahim'le, Rabb'ı hak­kında tartışan kimseyi bilmez misin? İbrahim (ona), «Rabb'ım hem diriltir, hem de öldürür», deyince,, o, «ben de diriltir ve öldürürüm»  demişti.  Fakat İbrahim, «Allah, güneşi doğudan geti­rir; sen de onu batıdan getir» deyince de, o   küfreden,   şaşırıp   kalmıştı.   Allah, zâlim kimseleri doğru yola iletmez.

259.  Yahut çökük çanları üzerine, (duvarla­rı) yıkılıp harab olmuş bir kasabaya uğrayıp da «bunu Ölümünden sonra, Allah nereden diriltecek?» diyen kim­seyi (bilmez misin?) Böyle dediği için Allah onu yüz sene boyunca öldürmüş, sonra diriltip «kaç sene böyle kaldın?» demişti. O, «bir gün, yahut daha az»

deyince, Allah (ona) şöyle buyurmuştu: «Hayır, yüz sene kaldın. (İnanmazsan) yiyeceğine ve içeceğine bak; hiç bozul­mamış; ve bir de merkebine bak. (Böyle yapmamız), seni insanlara bir ibret ni­şanesi kılmak içindir. Kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine koyacak, sonra onlara et giydireceğiz», (Cereyan eden\ şeyler) ona açıkça belli olunca şöyle\ demişti: «Biliyorum ki Allah, her şey&, kaadirdir».                                        j

260. İbrahim «Rabb'tm, ölüleri nasıl diriltti^ ğini bana göster» demişti. Rabb'ı «yoksa inanmıyor musun?» buyurunca, «hayır inanıyorum; fakat kalbimin huzur bul­ması için..» demişti. (Bunun üzerine Rabb'ı O'na şöyle) buyurmuştu: «Dört kuş al; onları ehlîleştirip kendine alıştır; sonra onlardan her bir cüz'ünü bir dağ üzerine koy; sonra da onları çağır; koşa­rak sana geleceklerdir. Şunu da bil ki, Allah, Aziz'dir, Hakîm'dir».

 

258  Ayet-i kerîme, Hazret-i İbrahim'le delilli huccetli münakaşaya giri­şen bir şahsın halini aksettirmektedir. Bu şahsın kim olduğu açıklanma­mıştır; bununla beraber, âyet-i kerîmede ona «Allah'ın hükümranlık ver­diği kimse» oiarak işaret edilmiştir ki, bunun, İbrahim kavminden puta tapan müşriklerin hükümdarı olduğu anlaşılmaktadır, tefsirlerde bu şahsın Nemrûd olduğu zikredilirse de, bunu teyîd edecek dîni bir nas mevcut değildir. Hattâ Hazret-i İbrahim, kavminin ibadet ettiği putları kırdığı zaman, onun ateşe atılıp yakılmasını isteyenlerin başında Nem-rûd'un bulunup bulunmadığı da kesinlikle bilinmemektedir. Çünkü putla­rın kırılması ve ateşe atılması kıssasının nakledildiği Enbiyâ sûresinin 51-70 inci âyetlerinde de İbrahim (a.s.) in muhasımları cemi slgasıyle zikredilmiş, Nemrûd'a delâlet edecek müfred sîga kullanılmamıştır. Şu var ki, yukarıdaki âyet-i kerîme'de, İbrahim (a.s,) ile Rabb'ı hakkında münakaşaya giriştiği anlaşılan şahsın, İbrahim'in, hem dilediğine hayat veren, hem de öldüren ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ibadete ve hiçbir gücü ve kudreti bulunmayan putlart daterke davet ettiği bir kral, bir hükümdar olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu hükümdar, ibrahim (a.s.) in sözlerini gerektiği şekilde anlamamış ve hükümdarlığı­nın kendisine verdiği büyüklenmeyle, Allah'ın hayat veren ve öldüren sıfatlarına kendisinin de sahip olduğunu ileri sürmüştür. Zira bir hüküm­dar, önce öldürülmesini emrettiği bir şahsı, tam öldürüleceği sırada affederek ona hayat vermiş olur; bir başka şahsın öldürülmesini emret­mekle de ona ölüm verir. Kısacası bir kimsenin ölümüne, veya hayatını devam ettirmesine sebep olur. Oysa İbrahim {a.s.), ona, «Rabb'ım hem diriltir, hayat verir, hem öldürür» dediği zaman, kasdettiği manâ çok farklıdır ve bu sözüyle ona, kâinatta canlı olarak her ne varsa, yoktan varedip onlara hayat veren ve dilediği zaman da onları yok edecek olan bir tek Hâltk'ı hatırlatmıştır. İbrahim (a.s.), ileri sürdüğü delilin kral tara­fından anlaşılmadığını, yahut anlaşılmış olsa bile çok basite indirilip aynı işin kendisi tarafından da yapıldığının ileri sürüldüğünü görünce, onun daha kolay anlayabileceği, fakat diğeri gibi basite indiremiyeceği ikinci bir delil ileri sürmüş ve «Allah, güneşi doğudan getirip batıdan batırır. Haydi sen de bunun aksini yap da güneş batıdan doğsun, doğudan batsın» demiştir. İşte bu delil karşısında hükümdar şaşırıp kalmış ve İbrahim (a.s.) e verecek cevap bulamamıştır. Küfredenlerin akıbetleri budur. Zira Allah Ta'âlâ, gerçeği görmekten ve kendilerini gerçeğe ulaştıracak delilleri anlamaktan uzak duran, yahut bunlardan yüz çevi­ren kimseleri doğru yola iletmez. Onları kendi tâğûtlarıyle başbaşa bıra­kır; bu tâğûtlar ise, onların kalplerinde belirecek hakikat nurlarını parla­madan söndürürler ve onları kendi zulmetleri içine iterler. [167]

 

259 Allah Ta'âlâ, Allah'ı inkâr eden bir hükümdarın İbrahim (a.s.) ile yaptığı bir münakaşada ileri sürülen delil karşısında nasıl acze düşüp kendi zulmeti içinde kaldığını açıkladıktan ve Allah'ın varlığını isbat için zikredilen bu kıssayı, her zaman ve zeminde inkarcıların önüne konul­ması gereken muhkem bir delil kıldıktan sonra, ikinci bir kıssayla, yuka­rıda sözü edilen kâfir hükümdarın aksine, gerçeği görüp anlamaya mey­yal bir şahsın, öldükten sonra dirilme hususunda kalbine arız olan bir şüpheyi nasıl izale ettiğini ve onu nasıl zulmetten nura çıkardığını gös­termiş, aynı zamanda, bu kıssayı da diğeri gibi öldükten sonra dirilmenin hücceti veya kesin delili yapmıştır.

Ayet-i kerîme'de, bir kasabaya uğrayan ve o kasabanın harab olmuş halini görünce, «Allah, bu şekilde harab olup ölmüş bir şehre nasıl yeniden hayat verecek?» diyen bir şahsın kıssası nakledilmiştir. Bu şahsın kimliği ve uğradığı kasabanın adı açıklanmamıştır. Bir çok kıssada görüldüğü gibi, hâdisenin vukubulduğu yerin, zamanın ve hâdi­sede işaret edilen şahısların açıklanmaması, Kur'ân-ı Kerîm'in uslûb özelliklerinden biridir. Çünkü kıssanın anlatılmasından maksat, ondan gerektiği şekilde ibret alınmasını sağlamaktır. Halbuki kıssaya sokula­cak bazı teferruat, bilgi yönünden faydalı görülse bile, zihni meşgul etmesi yönünden kıssadan gerektiği şekilde ibret alınmasını engelleyici bir rol oynar. Bu sebeple, Allah Ta'âlâ Kur'ân-ı Kerîm'de hâdiseleri dâima teferruattan uzak bir şekilde nakletmiştir. Bununla beraber mü-fessirler, İsrail menşe'li haberlere istinaden bu kasabayı ve oraya uğra­yan şahsı tesbit etmeye çalışmışlar, bazıları bu kasabanın Kudüs, ora­dan geçen şahsın da peygamber Uzeyr olduğunu söylemişler, bazıları Ermiyâ peygamberden söz ederken, bazıları da onun kâfir olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu kıssaların, 256 ve 257 nci âyetleri teyld için zikredildiği ve Allah'ın, inananları zulmetten nura çıkardığını, tâğûtların ise, inançsızları zulmetleri içinde bıraktıklarını gösteren birer delil olduk­ları gözönünde bulundurulursa, yukarıdaki âyet-i kerimede sözü edilen şahsın, Allah'ın kudretini ikrar ile inancını belli etmesi dolayısıyle, onun, zulmetten nura çıkarılmış bir mü'min olduğunu kabul etmek gerekir. Ayet-i kerime'den anlaşılan manâ odur ki, harâb olmuş ve insanları dağılmış bir kasabaya uğrayan şahıs, oranın, önce çatıları çökmüş, sonra da duvarları bu çatılar üzerine yıkılmış perişan halini görünce, Allah'ın orayı tekrar nasıl mamur bir hale getireceği hususunda, içinde hayretle karışık bir şüphe belirmiş, bu şüphe üzerine, Allah Ta'âlâ da ona bazı gerçekleri göstermek ve kalbinde beliren bu şüpheyi izale etmek, kısacası şüphenin onu düşürdüğü zulmetten nura çıkarmak için yüz yıl sürecek bir ölüm vermiştir. Ayet-i kerîme'de o şahsın başına gelen bu hal ölüm olarak ifade edilmiştir. Fakat bunu, ölü gibi kendinden geçmek, derin bir uykuya dalmak şeklinde açıklamak da mümkündür. Öyle ki, yüz yıllık bu süre içinde meydana gelen değişmelerden o şahsın hiç haberi olmamıştır. Hattâ yüz yıl sonra, bu derin uykudan uyandığı zaman, yüz yıl uyuduğunun farkına bile varmamıştır. Nitekim kendisine ne kadar uyuduğu sorulunca, bir insanın normal olarak uyuyabileceği kadar uyuduğunu söylemiş ve «bir gün, yahut bir günden daha az» demiştir. Fakat Allah Ta'âlâ, onu ve onun bu halini, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere karşı ikna edici bir delil kılmayı murad etmiş, bu sebeple de ona, yüz sene boyunca ölü gibi kaldığını haber vermiştir. Fakat adamın «eğer yüz sene ölü olarak kalmış olsaydım, etlerim çürür, kemiklerim dağılırdı» şeklindeki düşüncesine ve itirazına meydan ver­meden, kendisiyle birlikte bozulmamış olan yiyecek ve içeceğine dikkaını çekmiş, ancak yüz sene ölü kalan bir canlının da etlerinin cürüyüp kemiklerinin dağılacağı hususundaki görüşünü doğrulamak, aynı za­manda onu gerçekten yüz sene ölü olarak kaldığına inandırmak İçin merkebine bakmasını emretmiştir. Ayet-i kerîrne'nin siyakından da an­laşıldığı gibi, bu yüz sene içinde eşeğin etleri çürüyüp dökülmüş; kemik­leri de dağılmıştı. İşte hayvan bu haldeyken, Allah Ta'âlâ o şahsa hitap ederek «kemiklere bak, onları nasıl yerliyerine koyacak, sonra onlara et giydireceğiz» buyurmuştur.

Dağılmış kemikleri biraraya getirmek, sonra üzerlerini etle kapia-| makT o kemikleri yoktan varetmekten daha güç değildir. Nitekim Yasin 1 sûresinin 78-79 uncu âyetlerinde «çürümüş olan bu kemikleri kim dirilte­cek?» diyen bir müşriğe karşı Aiiah Ta'âiâ, Hazret-i Peygamber'i irşad ederek ona şu cevabı vermesini emretmiştir: «Onları ilk defa yaratan diriltecek.» Oysa bir şeyi yapmak veya yapamamak, yahut zor veya kolay yapmak, mahlûkatın noksan sıfatlarına taalluk eden işlerdendir. Allah Ta'âlâ ise, mahlûkatın nitelendirildikleri noksan sıfatlardan mü­nezzehtir ve O'nun için güçlük veya kolaylık söz konusu değildir. O, bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, ona «ol» demesi yeterlidir.

Binâenaleyh yüz sene ölüm uykusunda kaldıktan sonra tekrar ken­disine hayat verilen bir şahsın gözleri önünde, çürümüş ve kemikleri dağılmış merkebinin yeniden diriltilmesi, Allah Ta'âlâ'ntn sonsuz kudre­tine ve aynı zamanda öldükten sonra insanların kıyamette nasıl diriltile-ceklerine açık ve kesin bir delil teşkil eder. işte, harâb olmuş kasabayı görüp de, Allah'ın bu kasabayı nasıl mamur hale getireceğini kendi kendine soran ve içinde bir takım tereddütlere yer veren şahts, yüz sene süren ölüm uykusundan sonra Allah'ın irşadı ve zulmetten nura hidaye-tiyle gerçeği anlamış ve «biliyorum ki Allah her şeyi yapmaya kaadirdir» demiştir. Bu hâdise, kalbine şüphe arız olmuş bir mü'minin, bu şüphe­den, ancak Allah Ta'âlâ'nın hidayetiyle kurtuluşunun bir örneğidir. [168]

 

260 Bunun bir başka örneğini, içerisine şüphe arız olmayan bir mü'mi­nin îmanını nasıl teyîd ve takviye edildiğini gösteren üçüncü kıssada görmek mümkündür. Bu kıssa, Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini görüp bilmek isteyen İbrahim (a.s.) le ilgilidir ve âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi, Hazret-i İbrahim bunu, kalbini mutmain kılmak için istemiştir.

İbrahim (a.s.) isteğini «Rabb'ım, ölüleri nastl dirilttiğini bana göster» sözüyle belirtmiştir. Bu söz, Rabb'tna inanan bir peygamberin, öldükten sonra dirilmekle ilgili bir hususta bilgisini artırmak ve îmanını daha da kuvvetlendirmek için edeb hudûdlan içinde Allah'a yönelttiği tabiî bir istekdir. Bu istekle bir evvelki kıssada harâb olmuş kasabayı görünce

«Allah, bu harâb olmuş şehri nasıl tekrar mamur hale getirecek?» diyen şahsın sözleri arasında büyük fark vardır. Öyle anlaşılıyor ki, evvelki kıssada Allah'ın ölü bir şehri yeniden diriltmesinden şüpheye düşerek «bunu nasıl diriltecek?» diyen ve O'nun kudretini inkâr manâsına gelebi­lecek bir tavsr takman bu şahsın, âyet-i kerîmede isminin açıklanmama­sına rağmen, ölülerin diriltilmesi hakkında bilgi isteyenin İbrahim (a.s.) olduğunun belirtilmesindeki başlıca sebep de aralarındaki bu büyük farktır. Nitekim ilk kıssada, Hazret-i İbrahim'le Rabb'ı hakkında müna­kaşaya girişen ve «ben de diriltir ve öldürürüm» diyerek ulûhiyet iddia­sında bulunan kâfirin de ismi açıklanmamıştır.

Hazret-i İbrahim'in ölülerin diriltilişini görme arzusunu açıklaması üzerine Aüah Ta'âlâ ona «yoksa inanmıyor musun?» buyurmuştur. Allah Ta'âİâ'nın bu sözür şüphesiz, İbrahim (a.s.) in îmanındaki noksanlığı tesbit için değildir. Zira onun îmanının derecesi, Allah Ta'alâ'nın elbette meçhulü değildir. Keza yukarıdaki ilk kıssada İbrahim (a.s.) Rabb'i hak­kında münakaşaya girişen şahsa karşı ölülere hayat verip, canlılara da ölüm verenin Aiiah olduğunu müdâfa eden de İbrahim (a.s.) idi ve Allah Ta'âlâ onun bu husustaki imanını yukarıdaki ilk âyetie tesbit etmişti.

Allah Ta'âlâ'nın İbrahim (a.s.) e «yoksa inanmıyor musun?» sözün­de, insanların oluş ve yaratılış hakkında bilmeleri caiz olan ve olmayan hususlarda onu irşad etmek manâsı vardır. Zira bir insanın, peygamber de olsa, bir takım ilâhî sırları bilmesi mümkün değildir. Eğer îman, bu sırların bilinmesiyie gerçekleşecek olsaydı, ona iman demek mümkün olmazdı. Oysa insan, bu dünyaya mücadele için gönderilmiş ve îmanını, kendi gözleriyle görmediği ve mahiyetini bitmediği bir takım ilâhî sırtara ancak bu mücadeleden sonra inanarak kazanmakla görevlendirilmiştir. Bu bakımdan insanın, yaratılışındaki sebep ve hikmeti bilmesi ve Al­lah'tan kendisine öğretmesini istediği şeylerin hududunu iyi tayin etmesi lâzımdır. İşte Allah Ta'âlâ'nın İbrahim (a.s.) e «yoksa inanmıyor mu­sun?» sözünde böyle bir irşad manâsı vardır ve diğer müslümanlann da bu irşaddan kendilerine düşen payı almaları gerekir.

Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazret-i Pey­gamber şöyle buyurmuştur: «İbrahim Rabb'ma, Rabb'ım, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster deyip de, yoksa inanmıyor musun?, cevabını aldığı sıradaki hali eğer şüphe sayılırsa, biz bu şüpheye ondan daha lâyığız».[169]

Bu hadîs de İbrahim (a.s.) in öldükten sonra dirilme hususunda şüpheye düşme­diğini ve dirilmeyi görme isteğinin böyle bir şüphe eseri olmadığını beyan eder. Bu istek, âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, sadece kalbin mutmain olması içindir. Nitekim böyle olduğu içindir ki, Allah Ta'âlâ İbrahim (a.s.) in bu isteğini reddetmemiş, aksine istediği şeyi ona gös­termek için dört kuş almasını, onları ehlileştirip kendisine alıştırmasını, sonra onlardan her bir cüz'ünü bir dağın tepesine bırakmasını, sonra da onları çağırmasını emretmiş, bu çağırışla hepsinin koşup geleceklerini bildirmiştir.

Ancak ölülerin diriltilmesiyle ilgili olarak, Allah Ta'âlâ'nın İbrahim (a.s.) e gösterdiği bu yolun manâsı, müfessirler arasında iki değişik şekilde tefsir edilmiştir. İlk müfessirler, umumiyetle, emri, dört kuşu doğrayıp parçalamak ve her bir parçayı bir dağa koymak manâsında anlamışlar, sonra da İbrahim (a.s.) in bu işi yaptığını ileri sürmüşlerdir. Diğer bazı müfessirler ise -bunların başında meşhur mutezifi Ebû Müs­lim el-lsfahâni vardır- âyet-i kerîmede ne kuşların parça parça edilecek­lerine delâlet eden bir emir ve ne de İbrahim'in bu emri yerine getirdiğini gösteren bir ibare bulunmadığını ve dolayısıyle bunun bir misal olarak zikredildiğini söylemişlerdir. Buna göre âyet-i kertmeyi şöyle açıklamak mümkündür: Dört kuş al; bunları ehlileştir ve kendine alıştır. Sonra bu kuşlardan her birini bir dağa koy. Çağırdığın zaman, sana alışık oldukları için uçarak gelirler. İşte bu misalde olduğu gibi, Allah Ta'âlâ bir ölünün dirilmesini murad ettiği zaman, tıpkı yaratılışın başlangıcında olduğu gibi, kemikler çürümüş, etler dökülüp toprağa karışmış olsa bile, onlara «diri­lin» (kûnû ahyâ) emrini vermesi yeterlidir. Ölünün bütün cüzleri, kuş misalinde olduğu gibi, yaratıcılarından gelen bu davete hemen icabet ederler ve yeniden hayata dönerler.

Ayet-i kerîmenin tefsiri hakkında ileri sürülen bu iki farklı görüşten herhangi birini tercih etmeksizin, her ikisinin de doğru olabileceğini burada belirtmek gerekir. Her ne kadar âyette İbrahim'in kuşları parça­laması için açık bir emir ve onun da bu emre uyarak onları parçalayıp her bir parçayı ayrı ayrı dağlara bıraktığına dair herhangi bir beyan mevcut değilse de, âyetin siyakı, ölülerin nasıl diriltildiğini görmek isteyen İbra­him (a.s.) e, bunun gösterilmesi murad olunduğu takdirde en ikna edici yolun bu olduğuna şüphe yoktur: Parça parça doğranmış ve her bir parçası bir dağa bırakılmış kuşların, İbrahim (a.s.) in daveti üzerine, her kuşa âit parçaların biraraya gelip onun davetine icabet etmeleri ve uçarak yanına gelmeleri... Bu, şüphesiz Allah Ta'âlâ'nın yeryüzünde câri olan sünnetine aykırı olan bir hâdisedir. Fakat bazı hallerde ve özellikle peygamberleri eliyle Allah'ın sünnetine aykırı hâdiseleri yarattı­ğını da hiçbir mü'min inkâr edemez. Mucize denilen bu gibi hâdiselerin faili Allah Ta'âlâ'dır ve O'nun iradesi    taalluk ettiği zaman, insanları

dehşete düşüren hâdiselerin vukubulması tabii sayılmak gerekir. Bu bakımdan parçalanmış kuşların yeniden biraraya gelip dirilmeleri. İbra­him (a.s.) e gösterilen mucizelerden biri sayılmahdır.Ancak bu mucizenin vukubuiduğu, âyet-i kerîme'de açıklanmamıştır. Başta Ebû Müslim olmak üzere daha sonraki müfessirleri, hâdisenin bir misal olarak zikre-dildiği görüşüne sevkeden sebep de budur. Biz bu hususta, doğrusunu Allah bilir, demekle yetineceğiz. Ayet-i kerîmenin son ibaresinde de belirtildiği gibi, bütün işlerinde yegâne galip olan, hiçbir şey karşısında mağlup olmayan, yaptığı her işi bir hikmetle yaptığı için öldükten sonra dirilmeyi de yaratma fiilinin hikmetine uygun kılan yalnız Allah'tır.

Allah Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde mü'minlerin dostu olduğunu, kalplerine herhangi bir şüphe arız olsa bile onları doğruya irşad ederek zulmetten nura çıkardığını, buna karşılık Allah'tan yüz çevirenleri kendi tâğûtlarıyle başbaşa bıraktığını bildirdikten ve bunu akıl sahiplerinin ibret almaları için zikrettiği üç değişik kıssayla beyan ettikten sonra, daha önce bir çok defalar emrettiği Allah yolunda mal sarfına tekrar dönmüş ve konuyu, önemi dolayısıyle daha geniş bir şekilde vazederek şöyle buyurmuştur: [170]

 

261.  Mallarını Allah yolunda sarfedenlerm durumu, yedi başak bitiren ve her bir başakta yüz (hububat) tanesi bulunan bir tanenin durumu gibidir. Allah, di­lediğine kat kat verir, ve Allah, ihsanı bol, her şeyi hakkıyle bilendir.

262.  Allah yolunda mallarını sarfedenler, sonra da sar feniklerini minnet ve ezi­yet (vesilesi) kılmayanlar, işte onların Rab'ları katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve mahzun ola­caklar da onlar değildir.

263.  İyi bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Allah, (kullarının verecekleri sadaka-

dan) müstağnidir, Halîm'dir.

264.  Ey îman edenler! İnsanlara gösteriş olsun diye malını sarfeden, Allah'a ve âhıret gününe inanmıyan kimse gibi sadakalarınızı basa kakıp eziyet ver­mekle iptal etmeyin.   (Gösteriş için sadaka   verenin)   durumu,   üzerinde (bir miktar) toprak bulunan bir kaya­nın durumu gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince, toprak o kayayı çırılçıplak bırakıverir. (îşte böyleleri) kazanç olarak hiçbir şey elde edemez­ler. Allah kâfir olanlara hidayet etmez.

265.  Mallarını Allah'ın hoşnudluğunu ka­zanmak ve içlerindeki (manı sağlam­laştırmak için sarfedenlerin durumu ise, bir tepe üzerindeki bahçenin du­rumu gibidir ki, oraya şiddetli bir yağmur isabet edince meyvelerini iki kat verir; şiddetli yağmur isabet et­mezse de çisinti ona yeter. Allah, yap­tıklarınızı hakkıyle görendir.

266. İçinizden herhangi biri, kendisine ihti­yarlık çökmüş, (çalışıp kazanamıyan) zayıf çocukları olduğu halde, (ağaçla­rı) altından ırmaklar akan, içinde ken­disine âit her çeşit meyveler bulunan hurma ve üzüm bahçesine, ateşle karı­şık bir kasırganın gelmesini ve o bah­çenin yanmasını ister mi? İşte Allah, âyetlerini, düşünesiniz diye böyle açık­lıyor.

267.   Ey îman edenler! (Sadaka olarak) gerek   kazandıklarınızın   ve gerekse yerden sizin için çıkardıklarımızın iyi­lerinden verin. Gözü kapalı olmadıkça alıcısı olmıyacağınız malın kötüsünü sadaka olarak vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah, (sizin vereceğiniz şeyterden)   müstağnidir;  hamdedilmeye asıl lâyık olan da O'dur.

268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder. Allah ise, size gü­nâhtan bağışlama ve bolluk vadedi-yor. Allah ihsanı geniş olan ve her şeyi hakkıyle bilendir.

269. O, hikmeti dilediği kimseye verir; kime de hikmet verilmişse pek çok hayır ve­rilmiş demektir.  Akıl sahiplerinden başkası (bunu) düşünmez.

270.  Nafaka veya adaktan her ne vermiş veya adamışsanız, Allah muhakkak onu bilir. Zâlimlerin hiçbir yardımcı­ları yoktur.

271. Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, bu iyidir; ve fakat onu gizleyip de fakir­lere verirseniz, sizin için daha iyidir. Allah, bununla günâhlarınızdan bir kısmını örter. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.

272.   (Ey Muhammedi)  Onları hidayete erdirmek Senin üzerine borç değildir; fakat Allah dilediği kimseye hidayet eder. Sadaka olarak sarfettiğiniz her şey sizin kendiniz içindir. Zaten siz, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için sarfeâersiniz. Sadaka olarak her ne sarfetmişseniz, haksızlığa uğratılmak-sızın aynen size verilecektir.

273.  (Sadaka) Allah yolunda (kendilerini) hapsetmiş,  kazanç için yeryüzünde dolaşamayan, iffetleri dolayısıyla (is-teyemedikleri için) câhilin kendilerini zengin sandığı, senin de simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip insanlardan istemiyen fakirler içindir. Sadaka ola­rak verdiğiniz her şeyi, Allah, hakkıyle bilendir.

274. Gece ve gündüz, gizli ve aşikâre olarak | mallarından sarfedenler, işte onlar için \ Rab'ları katında mükâfatları vardır; onlara korku yoktur; ve mahzun ola­caklar da onlar değildir.

 

Allah Ta'âlâ önceki âyetlerinde, gerek sadaka ve gerçekse zekât larak, Allah yolunda mal sarfını çeşitli vesilelerle emretmiş, bir taraftan iangi maksatlar için mal sarfının gerekli olduğunu açıklarken, bir tarat­an da bunun insana kazandıracağı hudutsuz mükâfatı beyan etmişti, ı/leselâ 195 inci âyette «Allah yolunda malınızı sarfedin. Kendinizi tehli-ceye atmayın» emrini, haram aylarda saldırıda bulunan düşmana karşı nisliyle, mukabele emrinden sonra zikretmiştir ki buradaki sadaka em-rintn, savaşın gerektirdiği masrafları karşılama maksadına matuf olduğu anlaşılır. Buna mukabil 215 inci âyette «ne şadedeceklerini» soranlara çarşı verilen cevapta, sadakanın, anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, jüşkünlere ve yolda kalmışlara verilmesi emredilmiştir. Ancak bu emir-Jen önce, inançsızlara dünya hayatının süslü gösterilmesinden ve in­sanların tek bir ümmet oldukları halde hased ve ihtiras sebebiyle ihtilâfa düşüp bölünmelerinden sözedilmesi, sadaka vererek mal sarfının, insan benliğini kaplayan mal hırsını kırmak ve dünya süsüne aldanmamak gerektiğini zihinlere yerleştirmek gayesine yönelik olduğunu gösterir. 219 uncu âyette içki ve kumar hakkında Hazret-i Peygamber'e yönelti­len soruyla birlikte, sadaka olarak ne vereceklerini soranlara verilen cevapta da «ihtiyaç fazlası» denilmiştir ki, bununla birbirinden farklı iki gurup insanın mukayese edilmesi imkânı sağlanmış olmaktadır. Filha­kika bir gurup, mallarını kendileri için faydasından çok zararı olan, kendi­lerine sevâb değil günâh kazandıran, suça teşvik eden ve ileride «pislik»-olarak nitelendirilip haram kılınacak olan içki ve kumar için hesapsız para ve mal sarfederken, diğer gurup, bunu, Allah yolunda, ihtiyaç içinde kıvranan bir dîn kardeşinin acısını hafifletmek, yahut umumun faydalan­dığı bir müesseseye bağışlayarak bütün insanlara yardım elini uzatmış olmak için sarfetmektedir. Bu iki gurup insan arasındaki farkı görmek, içki ve kumarla mal sarfı hakkında vâkî olan soruların ve cevaplarının tek bir âyet içinde birleştirilmesiyle mümkün olmaktadır. Nihayet 245 inci âyette, Allah yolunda mal sarfı, Allah'a ödünç verilmiş bir mal olarak nitelendirilmiş ve Allah'ın bu ödüncü kat kat fazlasıyie ödeyeceği beyan erimiştir ki, bu âyetin, hemen savaş emrini getiren âyetten sonra yer

alması da, Allah yolunda mal sarfının, savaş masraflarını karşılamak maksadına yöneltildiğini gösterir.

Yukarıda birbiri arkasına gelen 14 âyette ise, yalnız Allah yolunda mal sarfından sözedilmiş, çeşitli misallerle onun fazileti, sadaka vererek malını sarfeden kimseye sağladığı faydalar, Allah'ın rızasını kazanmak için mal sarfedenlerie, mal sarfetmiş gibi görünüp göz boyayan ve riyakârlık yapanların durumları, kendilerine verilse almıyacakları dere­cede kötü olan malın sadaka olarak verilmemesi, fakirlik korkusuyla sadaka vermekten kaçınılmarnası, verilen sadakanın, alanı minnet al­tında bırakmak ve ona eziyet etmek için vesile kılınmaması gibi mesele­ler mufassal bir şekilde anlatılmış ve hükümler getirilmiştir. Kısacası Allah yolunda mal sarfı, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerde, yoksulları zen­ginlerinin himayesinde, aç ve çıplak kalmak korkusundan uzak, bütün ferdleri, bir duvarın birbirine kenetlenmiş tuğlaları gibi elele ve gönül gönüle verip her çeşit tehlike karşısında yıkılmaktan endişesiz, sağlam ve güçlü bir toplum meydana getirmenin ilk şartı olarak gösterilmiştir. Bu, şüphesiz, Allah Ta'âlâ'nın mü'minler üzerindeki rahmetinin ne kadar geniş olduğunun ve onları başıboş bırakmayıp dünya ve âhıret saade­tine ulaştırmak için onlara nasıl doğru yolu gösterdiğinin apaçık delilini teşkil eder. Aynı zamanda şuna da delâlet eder ki, bir toplumun aç ve çıplakları giderek artar ve avuç açıp dilenmek için sokaklara dökülür, yahut gayri meşru yollarla karınlarını doyurmaya kalkışırlarsa, Allah'ın irşadına kulak asmayan o toplum için tehlike yaklaşmış ve patlama noktasına gelinmiştir. Bu da, Allah'ın böyle toplumlara dünyada takdir ettiği zillet ve meskenetle sonuçlanan büyük bir cezadır, İşte, Allah yolunda mal sarfıyle ilgili âyetlerinde, Allah Ta'âlâ bu gerçeği gözler önüne sermiş ve şöyle buyurmuştur: [171]

 

261.  Mallarım Allah yolunda sarfedenlerin durumu, yedi başak bitiren ve her bir başakta yüz (hububat) tanesi bulunan bir tanenin durumu gibidir. Allah, dile­diğine kat kat verir ve Allah, ihsanı bol, her şeyi hakkıyle bilendir.

262.   Allah yolunda  mallarını sarfedenler, sonra da sarfettiklerini minnet ve eziyet (vesilesi)   kılmayanlar,   işte   onların, Rab'ları   katında   mükâfatlan   vardır.

Onlara korku yoktur ve mahzun olacak­lar da onlar değildir.

263. İyi bir söz ve bağışlama, arkasından ezi­yet  gelen   bir   sadakadan   hayırlıdır. Allah,  (kullarının verecekleri sadaka­dan) müstağnî'dir, Halîm'dir.

264.   Ey îman edenler! İnsanlara gösteriş olsun diye malını sarfeden, Allah'a ve âhıret gününe inanmıyan kimse gibi sadakalarınızı başa kakıp eziyet ver­mekle iptal etmeyin. (Gösteriş için sa­daka verenin) durumu, üzerinde (bir miktar)  toprak bulunan bir kayanın durumu gibidir ki, ona şiddetli bir yağ­mur isabet edince, toprak o kayayı çırıl­çıplak bırakıverir.  (İşte böyleleri) ka­zanç olarak hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfir olanlara hidayet etmez.

 

261 Allah yolunda sadaka vererek mal sarfetmek, kalbe yerleşmiş olan îmanın en önemli tezahürlerinden biridir. Namaz ve oruç gibi ibadetler de imanın birer tezahürü sayılırsa-da, bazı insanlar, çok defa tembelliklerini yenerek inançlarının gereği olan bu ibadetleri yaparlar da, canlarının yongası saydıkları mallarını başkasına vermek istemez, verdikleri zaman zarar edeceklerini zannederler. Onlara göre namaz ve oruç gibi ibadetle­rin, mala dokunan herhangi bir zararı yoktur. Oysa gerçek îman, Allah'ın bazı emirlerine uymak, bazılarından da yüz çevirmek değil, fakat bütün emirlerine aynı derecede ve sırf O'nun rızasını kazanmak için uymaktır. Bu sebepledir ki, Allah yolunda mal sarfetmek, gerçek îmanın en mühim tezahürü sayılır.

Diğer taraftan, Allah'ın rızasını kazanmak için malını dağıtan kimse, zarar edecek değil, aksine verdiğinin kat kat fazlasını alacaktır. İşte bu âyet-i kerîme'de Allah Ta'âlâ buna şehâdet etmiş ve bir hububat tanesini misal göstererek, Allah yolunda mal sarfedenin kazancını bu tanenin kat kat fazlasıyle değerlendirmiştir. Bu misal, aklını kullanıp düşünebilenler için ne kadar açık ve ibret vericidir. Bir kimse düşünün ki, riyadan veya minnet altında bırakmak, yahut eziyet etmek maksadından uzak, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için bir buğday tanesini sadaka olarak vermiş. İşte bu tanenin ona getireceği kazanç, âyet-i kerîme'de zikredilen rakamlara göre, verdiğinin yedi yüz katıdır. Çünkü toprağa atılan bir tane, en azından yedi başak verir ve her bir başakta yüz tane bulunursa, yedi başağın verdiği tane miktarı yedi yüze ulaşır ki, bu, bir buğday tanesinin ekiciye getirdiği kazançtır. Allah Ta'âlâ, Allah yolunda mal sarfedenin kazancını bu misalle belirttikten sonra, «Allah, dilediğine kat kat verir» buyurmuştur ki, bu ifadeyi,verilen sadakanın, sahibine onun yedi yüz katını kazandıracağı manâsında değil, fakat dilediği kimse için Allah'ın onu daha da artıracağı manâsında anlamak gerekir. Zira tecrübeler göstermiş ve ziraat mütehassısları teyid etmişlerdir ki, bazan bir buğday tanesi kırka, hattâ yüze varan başaklar vermiştir. Bu, şüphesiz, ekicinin toprağa attığı tohuma ve tohumu attığı toprağa gösterdiği ihtimamın bir neticesidir. Bu bakımdan âyet-i kerîme'yi, sadece sadaka verip onun yedi yüz katı ka­zancı beklemek manâsında değil, fakat ekicinin tohuma ve toprağa gös­terdiği ihtimam gibi, verilen sadakaya ve onu alan kimseye de aynı ihti­mamın gösterilmesi gerektiğini bu manâ içinde düşünmek icabeder. [172]

 

262 Nitekim âyetin sonunda, Allah'ın kullarına ihsan ettiği nimetlerin her­hangi bir miktarla tahdid ediiemiyeceğine ve bu hudutsuz nimete lâyık olanları O'nun hakkıyle bildiğine işaret edildikten sonra, onu takip eden âyette, verilen sadakanın şartı açıklanmış ve ancak bu şarta uygun olarak verilen sadakaların sahibine kazanç getireceği bildirilmiştir. Bu şart, Allah yolunda malını infak eden kimsenin, infaktan sonra, verdiklerini başa kakmamak ve eziyete vesile kılmamaktır ki, sadaka verenler bu şarta ihtimam gösterdikleri takdirde, dünyada, verdiklerinin kat kat fazlasını kazanacakları gibi, âhtrette de, Rab'ları katında bunun mükâfatını ayrıca göreceklerdir. Bunlar, hem azâb korkusu çekmiyecekler, hem de Allah yolunda mal sarfetmekten kaçıp cimrilik edenlerin, Rab'ları huzurunda duydukları hüznü duymayacaklardır. [173]

 

263     Oysa öyle kimseler vardır ki, Allah yolunda mal sarfetmek gayesiyle birisine bir şeyler verirler, sonra da o kimseye karşı, onunla olan münâse­betlerinde, kendilerine borçlu imiş gibi tavır takınırlar. Ona söyledikleri sözlerle, veya yapmasını istedikleri bir işin teklifiyle bu tavırlarını hissettirir­ler ve demek isterler ki, «ben sana hiç yoktan şu kadar mal veya para verdim. Öyleyse sen de sözümü dinle, şu işi yap». İşte, hem bir evvelki âyette, hem bu âyette geçen menn kelimesi bu manâda kullanılmıştır ve yapılan bir iyilik dolayısıyle, bu iyiliğin yapıldığı kimseye minnet borcu yüklemek demektir. Ayet-i kerîmede geçen eza kelimesi ise, menn keli­mesine nisbetle daha umumi bir manâya sahiptir ve yapılan iyiliği açıkça ve tekrar tekrar yüze vurmaktır ki, bazan bu iyiliğe muhatap olan kimseyi, iyiliği yapana karşı isyana sevkeder ve «al, verdiğin malı başına çal; eksiksun...» dedirtir. İyilik yapılan kimseye, gerek minnet borcu yüklemek ve erekse bu iyiliği onun başına kakarak dünyanın en büyük eziyetini yap-ak, iyiliğin dünyada sağlayacağı kazancı ve âhırette kazandıracağı se-abı iptal eden davranışlardır. Bu çeşit iyilikler, çorak toprağa gayesiz tılmış hububat tohumu gibidir ve böyle bir tohumdan nasıl tek bir başak le almak mümkün değilse, Allah yolunda yaptığını ileri sürüp de arkastn-an minnet borcu yükleyen ve başa kakarak eziyet eden kimselerin ^ilikleri de, iyilik yapana hiçbir kazanç sağlamaz. İşte bu sebepledir ki, tardıma ve başkalarının sadakalarına muhtaç bir fakire bir şeyler verile-rıese bile, güzel sözler söyleyip gönlünü almak, istemek durumunda ;almışsa, istemenin kendisine verdiği utancı ve sıkıntıyı giderecek söz-erle onu teselli etmek, onu istemeye sevkeden sebepleri düşünerek )ağışlamak ve kusurunu örtmek, sadaka verip de bunu minnet ve eziyet /esiiesi kılmaktan çok daha hayırlıdır. Çünkü öyle durumlar oiur ki, insan, oir fakire yardım etmek, yahut bir hayır kurumunun faaliyetlerine bir kaç kuruşla katılmak istediği ve bunu sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yap­mayı düşündüğü halde, üzerine borç olan ailesinin nafakasını güçlükle iernin edebildiği durumlarda, bu isteğini yerine getiremez. İşte böyle bir samanda kendisinden bir şeyler isteyen bir fakir çıkarsa, onu eli boş döndürmek zorunda kalır. Fakat biraz önce de belirttiğimiz gibi, onu güzel sözlerle ve hayır duâsıyle geri çevirirse, yine de eli boş çevirmiş sayılmaz. Yahut bir hayır kurumundan gelen yardım talebine karşılık, yardım ede-meşe bile, yaptıkları hayırlı işlerde onlara başarı dilemekle, onları ve yardım edenleri teşvik etmekle, üzerine düşen görevi kudreti nisbetinde yapmış olur. Bu iyi niyeti ona sevâb kazandırdığı halde, sırf başkasını minnet altında bırakmak, ona eziyet etmek ve yaptığı işle gururlanmak için sadaka veren kimse, bu hareketleriyle sevâb yerine günâh kazanır ve bu yüzden Allah'ın cezasına müstehak olur. Böyleleri düşünmezler ki, Allah, hiç kimsenin sadakasına muhtaç değildir. Eğer O, Allah rızası için sadaka vermeyi emretmişse, bu, kendisinin o sadakaya ihtiyacından değil ve fakat kullarına, verdikleri sadaka vesilesiyle sevâb kazandırmak içindir; toplumu ıslâh içindir. Çünkü toplumlar, ancak ferdleri arasındaki yardım­laşmayla güçlenirler. Yardımlaşma, ferdler arasındaki sevginin, saygının, birlik ve beraberliğin başlıca temelini teşkil eder. Yukarıda da açıklandığı gibi, bazılarının maddî yardım yapmaları mümkün olmasa bile, güzel sözlerle gönül almalarının bu yardımlaşmaya katılmak manâsına gelmesi de bundandır. Allah Ta'âlâ'nın kendi yolunda mal, eğer bu olmazsa güzel söz sarfını emretmesinin sebebi de budur. Mü'minlerin bu gerçeği gözden uzak tutmamaları ve hayra yönelik amellerini kötü ve çirkin davranışlarla

heder etmemeleri gerekir. Şu husus da unutulmamalıdır ki, Allah, her kötü davranışı, onun hemen akabinde cezalandırmaz; çünkü O, Hallm'dir; bu sıfatıyie günahkâr kullarına mühlet verir ve onların doğru yolu bulmalarını bekler. Fakat O'nun kulları hakkındaki bu muamelesi, kulları tarafından yapılan kötü işlerin cezasız kalacağı manâsında anlaşılmamalı ve bu işlerin yapılmasında İsrar edilmemelidir. Zira hiçbir suç cezasız kalmaz.[174]

 

264 Allah Ta'âiâ yukarıdaki âyet-i kerîme'lerde, sırf Allah rızası için mal vererek yapılan ve arkasından minnet ve eziyet getirmeyen iyiliklerin faziletini beyan ettikten ve imkânsızlık sebebiyle maddi iyilik yapılamasa bile, güzel sözün ve bağışlamanın, minnet ve eziyete yol açan maddî iyiliklerden daha hayırlı olduğunu bildirdikten sonra, mü'minlere hitap ederek, onları, minnet ve eziyetle sadakalarının kendilerine kazandıracağı sevabı heder etmekten menetmiş ve «ey îman edenler! İnsanlara gösteriş olsun diye malını sarîeden, Allah'a ve âhıret gününe inanmıyan kimse gibi sadakalarınızı başa kakıp eziyet vermekle iptal etmeyin» buyurmuştur. Bu

. hitap, bir lokma yiyecek bulsa, belki açlık sebebiyle ölümden kurtulacak olan bir düşküne yardım edip de, arkasından ona minnet borcu yükleye­cek ve eziyet edecek olan zenginin ne büyük bir sorumluluk altına girmiş olduğunu göstermeye yeterlidir. Nitekim âyet-i kerîrne'de böyle bir davra­nış içine girmiş olan zenginler, sırf başkalarının gözünü boyayıp kandır­mak ve kendini halk nazarında «fakir babası» göstermek için malını dağı­tan, Allah'a ve âhıret gününe de inancı ve îmanı olmayan kimseye benze­tilmişlerdir ki, bunun, onlara ne büyük bir vebal yüklediği meydandadır. Zira Allah'a ve âhıret gününe inancı olan bir kimse, bir başkasına yaptığı iyiliği, Allah'ın rızasını kazanmaktan başka bir gayeye yöneltemez. Eğer

.= bu işi riyâen, yâni gösteriş için, başkalarının gözünü boyamak veya yardım ettiği kimseye minnet yüklemek için yaparsa, Allah'a ve âhıret gününe inanmadığı için yapmış olur. Mürâî ve münafık olan kimselerin hali ise,

   üzeri toprakla örtülü bir kayanın halinden farksızdır. Şiddetli bir yağmur,

nasıl bu kayanın üzerindeki toprağı alıp götürür ve onu çıplak bir taş parçası haline getirirse, başkalarını kandırmak için mal sarfeden mürâller de, kıyamet günü, halkın nazarında kazandıkları «fakir babası» unvanının yokolup gittiğini ve kendilerine sevap kazandıracak amelin, aslında göste­riş için yapılmış bir takım oyunlar olduğunun anlaşıldığını göreceklerdir. Böyleleri, dünya ve âhırette, Allah rızası için değil, fakat sırf gösteriş için yaptıkları işlerden hiçbir kazanç elde ederniyeceklerdir. Tıpkı kaya üzerin­deki toprağa ekilmiş tohumun, şiddetli bir yağmur altında toprakla birlikte sürüklenip gitmesi ve bütün gayretlerin ileride alınacak mahsulle birlikte boşa çıkması gibi, gösteriş için yapılan iyilikler de boşa gidecektir. İşte iyilik yapıp, arkasından bunu minnet ve eziyete vesile kılanlar da böyledir. Onlar da, gösteriş için iyilik yapan murâîler gibi Allah'a ve âhıret gününe inanmamışlar ve bu inançsızlıkları, onları, iyiliklerini minnet ve eziyetle heder edecek davranışa sürüklemiştir. Allah, şüphesiz, kâfir olanları doğru yola iletmez. Zira insanın, yaptığı işi ihliâsla ve sırf Allah için yapma­sını sağlayan yegâne unsur, kalbindeki îmandır. Eğer bu îman olmazsa, o insandan Allah'ın rızasını kazanmak için hayırlı amel beklemek nasıl mümkün olur?

Hazret-i Peygamber Müslim tarafından nakledilen bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: «Üç çeşit insan vardır ki, Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz; onlara bakmaz; onları temize çıkarmaz. Onlar için çok acı bir azâb vardır. Hazret-i Peygamber, Bakara sûresinin 174, Al-i İmrân sûre­sinin 77 nci âyetlerinde yer alan bu ibareleri üç defa tekrarlamış, kendisine bu üç çeşit insanın kimler olduğu sorulunca da şöyle buyurmuştur: Büyük-ienerek elbiselerini yere kadar salıverenler, verdikleri şeyi başa kakanlar ve yalan yeminle ticaret mallarına sürüm sağlayanlar»[175]

Halbuki mallarını sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve kalplerindeki îmanı kuvvetlendirmek için verenlerin durumu böyle midir? Elbette böyle olması mümkün değildir. Nitekim Allah Ta'âlâ, onların durumlarını da bir misalle açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [176]

 

265.  Mallarını Allah'ın hoşnudluğunu ka­zanmak ve içlerindeki îmanı sağlamlaş­tırmak için sarfedenlerin durumu ise, bir tepe üzerindeki bahçenin durumu gibi­dir ki, oraya şiddetli bir yağmur isafret edince meyvelerini iki kat verir; şiddetli yağmur isabet etmezse de çisinti ona yeter. Allah, yaptıklarınızı hakkıyle gö­rendir.

266.  İçinizden herhangi biri, kendisine ihti­yarlık çökmüş, (çalışıp kazanamayan) zayıf çocukları olduğu halde, (ağaçları) alandan ırmaklar akan, içinde kendisine ait her çeşit meyveler bulunan hurma ve üzüm bahçesine ateşle karışık bir kasırganin gelmesini ve o bahçenin yanma­sını ister mi? İşte, Allah, âyetlerini, dü-şünesiniz diye böyle açıklıyor.

 

265 Yukarıdaki âyet-i kerîme'de de açıklandığı gibi, mallarını, sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve böylece kalplerindeki îmanı daha da kuvvetlendir­mek için verenlerin durumu, kaya üzerindeki toprağı görüp de oraya tohum ekenlerin durumundan çok farklıdır. Aksine onlar, bir tepe üzerinde toprağı yumuşak ve verimli bir bahçe sahibi gibidirler. Bu bahçeye ne kadar şiddetli yağmur düşerse düşsün, toprağı söküp götüremez. Fakat toprak, üzerine düşen yağmurdan alacağı kadarını alır, fazlasını diplerine gönderir. Bu şekilde, bahçe yeteri kadar sulandığı için meyvesini de kat kaî artırarak verir. Şiddetli yağmur düşmese bile, zaman zaman gelen çisintiler, onun meyve vermesine ve sahibine kazanç sağlamasına yeter. İşte mallarını yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için verenler de bu bahçe sahibi gibidirler. Amelleri onlara dâimi bir kazanç sağlar ve verdiklerini kat kat alırlar. Allah, şüphesiz, kimin ne yaptığını hakkıyle görür ve ihlâsla yapılmış iyi amel sahiplerini mükâfatlandırır.

Ayet-i kerîme'de min enfusihim buyurulmak suretiyle Allah yolunda mal sarfedenlerin, îmanın belirli bir mertebesinde kalplerini sağlamlaştır­mış olacaklarına işaret edilmiştir. Zira ibaredeki min harfi, bir şeyin bazısı­na, bir kısmına delâlet eder ve Allah rızası için malını sarfeden kimse, nefsinin bir kısmında îmanı sağlamlaştırmış olur. Çünkü mal sarfetmek, sair ibadetlere göre nefse çok daha ağır ve güç gelen bir iştir. Fakat Allah rızası için mal sarfetmek yanında, onun kadar ağır ve güç olan bir iş daha vardır ki, o da yine Allah rızası için can vermektir.

Nefis, Allah yolunda mal ve can vermekle tam mutmain olur ve îman kemal derecesini bulur. Nitekim Allah Ta'âlâ, Hucurât sûresinin 15 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: «Mü'minier, ancak, Allah 'a ve Rasûlüne îman eden, sonra şüpheye düşmeyen ve hem mallarıyle, hem canlarıyle Allah yolunda savaşan kimselerdir. îmanlarında sâdık olanlar da işte bunlardır».[177]

 

266     İmanın hududu ve şartları bu kadar açık ve belirli iken, içinizden herhangi birini düşünün ki, yaşı ilerlemiş ve kendisinde çöküntü alâmetleri iyice görülmeye başlamış... Çalışıp kazanmaktan ve karnını doyurmaktan âciz düşmüş... Çocukları ise, onâ bakamıyacak kadar küçük ve zayıf... Ancak bu ihtiyar öyle bir bahçenin sahibi ki, belki yukarıdaki âyette tasvîr edilen bir tepe üzerinde ve yağmuru az da alsa çok da alsa, verimi bol..

Fakat bu âyet-i kerlme'deki tasvire göre, bir hurma ve üzüm bahçesi olduğu gibi, içinde çeşit çeşit meyve veren başka ağaçlar da var; bu ağaçların altında ise, onları sulayan ırmaklar... Ve ihtiyar bütün geçimini bu bahçeden sağlamakta,. İşte hal böyleyken, bu ihtiyar, bir gün ateş yüklü bir kasırganın gelip de, geçim kaynağı oian bu bahçeyi yakıp kül etmesini, kendisini ve çocuklarını aç ve çıplak bırakmasını ister mi? Bunu, şüphesiz hiç kimse istemez. Bununla beraber, mallarını gösteriş için verenlerin, yahut verdikleri malı minnet ve eziyet için vâsıta kılanların hali, kendisini ve çocuklarını aç ve çıplak kalmaktan koruyup dururken ateşli bir kasırgayla yanıp kül olan, yahut susuz kalıp kuruyan böyle bir bahçe sahibinin halinden farklı değildir. Zira bu gibi kimseler, hiç kimseden yardım ve şefaat göremiyecekleri, hiç kimseye dertlerini anlatamıyacak-lan ve kendilerini kurtarmak için fidye bile veremiyecekleri kıyamet günü, en çok muhtaç oldukları sevabın, dünyadaki kötü amelleriyle heba olup gittiğini göreceklerdir. Çünkü onlar, ne kadar sadaka vermiş olurlarsa olsunlar, onu Allah için değil, fakat sırf kendilerine daha çok menfeat temini maksadıyle, gösteriş için, yahut başkalarına eziyet olsun diye ver­diklerinden, kazanacakları sevabı kendi elleriyle iptal etmişlerdir. İşte bu haldeyken duyacakları pişmanlık son derece acı olacaktır, amma bu piş­manlık, görecekleri azabı hiç hafıfletmiyecektir.

İşte, Allah Ta'âlâ, âyetlerini bu şekilde açık ve seçik misaller ve kesin delillerle öyle açıklar ki, insanın bunları anlaması için mutlaka âlim ve üstün zekâ sahibi olması şart değildir. Kendisine az veya çok akıl verilmiş olan her insan, misallerle açıklanan bu âyetleri kolayca anlayabilir ve bunlar üzerinde düşünüp onlardan ibret alarak hal ve hareketlerini bir düzene sokabilir. Zaten Allah, bütün âyetlerini, insanlar, üzerlerinde dü­şünüp de ibret alsınlar ve doğru yolu bulsunlar diye indirmiştir.

O halde, bütün mü'minlerin, akıllarını kullanarak ve Allah'ın kendile­rine indirdiği âyetlerini düşünüp onlardan ibret alarak, iyilik olsun diye yaptıkları işleri, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için yapmaları, başka maksatlarla yapılacak iyiliklerin ise, bunlardan kazanacakları sevabı yok edeceğini bilmeleri gerekir. Bunun yanında bilmeleri gereken bir husus daha vardır ki, Ajlah Ta'âlâ müteakip âyette bunu da açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [178]

 

267. Ey îman edenler! (Sadaka olarak) gerek kazandıklarınızın   ve   gerekse   yerden sizin için çıkardıklarımızın iyilerinden verin. Gözü kapalı olmadıkça alıcısı olmıyacağınız malın kötüsünü sadaka olarak vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah, (sizin vereceğiniz şeylerden) müs­tağnidir; hamdedilmeye asıl lâyık olan da O’dur.

 

267 Malın ihlâsla ve sırf Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyle verilmesi, tabiî olarak, onun, verildiği yoksulu da hoşnud edecek evsafta bir mal olmasını gerektirir. Zira imanın bir gereği olarak, Allah yolunda ve Û'nun rızasını kazanmak için mal veren bir kimse, malının en kötü ve işe yaramaz tarafını vererek borcunu edâ ettiği kanaatına varmış olamaz. Daha doğru­su, kalbi mutmain olmaz; içi Allah rızası için mal vermiş olmanın huzurunu duymaz. Bununla beraber bir müslüman, bir taraftan üzerine borç oldu­ğunu düşünüp bu borcun edası için malını yoksullara dağıtır, bir taraftan da, sırf borcunu edâ etmiş olmak için dağıttığı malı, malının en kötüsün­den, kendisine verseler belki yüzünü buruşturup elinin tersiyle iteceği, yahut alsa bile gözünü kapatıp hoşlanmadan alacağı cinsten seçip ayırır ve onu verirse, bu davranışı, onun Allah rızası için mal vermek hususun­daki niyetiyle bağdaşmaz. Böyle bir malı verdiği takdirde, niyetinde sa­mimî olmadığı anlaşılır; eğer niyetinde samimî ise, kötülüğü dolayısıyle, belki çöplüğe atacağı malı sadaka olarak yoksula vermez. İşte bu sebep­ledir ki Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de mü'minlere hitap ederek, sadaka olarak verecekleri malın vasfını beyan etmiş ve onun, kendilerine verilse, gözleri göre göre almıyacakları kadar kötü olmamasını emretmiş­tir. Zira insanın, malının en kötüsünü seçerek fakire sadaka olarak verme­si, onun ihlâstan uzak bir davranış içinde bulunduğuna delâlet eder, ve sadaka vermekle kazanacağı sevabı ortadan kaldırır. Halbuki insan, her ne iyilik yaparsa, bunu sırf âhırette muhtaç olacağı sevâb için yapar; bu sevâbtan mahrum olanlar ise, kendilerini kurtuluşa götürecek bir yol bu­lamazlar. Allah'ın, gerek sadaka vermek ve gerekse verilen sadakanın, malın iyi, temiz ve helâl olan tarafından verilmesi hususundaki emirleri de, kutlarının kendilerinin kurtuluşuna vesile olacak sevabı onlara kazandır­mak içindir. Yoksa Allah, kullarının verecekleri sadakaya elbette muhtaç değildir ve O, her şeyden ve herkesten müstağnîdir; fakat her şey ve herkes, O'na ve O'nun nimetlerine muhtaçtır ve bu sebeple hamdedil­meye lâyık olan da yalnız O'dur.

Ayet-ı kerime'de «gerek kazandıklarınız ve gerekse yerden sizin için çıkardiklarımız» denilerek verilecek malın cinsine işaret olunmuştur. İnsa­nın kazancı, ticaret ve sanat yoluyla elde edilen gelirlerdir. Allah'ın insan için yerden çıkardıkları ise, çeşitti hububat, meyveler ve yer altından elde edilen madenlerdir ki, bunlar vâsıtasıyle gelir temin eden insan, bu gelirin temiz ve helâl olan tarafından Allah'ın rızasını kazanmak için fakirlere sadaka vermek zorundadır. Ayet-i kerime'de, malın iyi tarafından veril­mesi emredilen sadaka, bazı müfessirler tarafından farz olan zekâtla tahsis edilmişse de, âyette tahsise delâlet edecek herhangi bir işaret bulunmadığı için, emri tahsis etmek yerine, hem zekâta, hem de zekâttan başka Allah rızası için verilmesi müstehab o!an sadakaya teşmil ederek umumî manâda anlamak daha doğrudur.

Allah Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, gerek gösteriş yapmak ve gerekse minnet ve eziyete vesile kılmak için mal sarfını menederek sa­daka vermenin âdabını, yukarıdaki âyet-i kerime'deyse, malın kötüsünü vermeyi menederek sadakanın vasıf ve cinsini beyan ettikten sonra, sadakalarını ihlâsla ve sırf Allah'ın rızasını kazanmak için verenlere, şey­tanın nasıl musallat olup onları sadaka vermekten uzaklaştırmaya çalıştı­ğını açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [179]

 

268.  Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder. Allah ise, size günâh­tan   bağışlama   ve   bolluk   vadediyor. Allah, ihsanı geniş olan ve her şeyi hak-kıyle bilendir.

269.  O, hikmeti dilediği kimseye verir; kime de hikmet verilmişse, pek çok hayır ve­rilmiş demektir. Akıl sahiplerinden baş­kası (bunu) düşünmez.

 

268 Yukarıda, Allah'ın rızasını kazanmak için sadaka vermenin, malın kötüsünü seçip vermekle bağdaşmiyacağına işaret etmiş ve bu şeküde davrananların, niyetlerinde ihlâs ve samimiyet bulunmadığını açıklamıştık. Bu âyet-i kerîme, bu hususa daha da açıklık getirmiş ve şu hususu teyid etmiştir ki, eğer bir kimse, kendisinin göre göre almak istemiyeceği dere­cede kötü olan bir malı, sadaka vermek için seçip aytrmışsa, bu, kendisine şeytanın musallat olduğuna ve onun kalbine vesvese verip «sakın malının iyisini dağıtma; eğer iyi malını verir, kötüsünü kendine bırakırsan fakir düşersin; aç ve çıplak kalırsın» diyerek telkinde bulunduğuna delâlet eder. Eğer insan, iman yönünden zayıfsa, kendisini şeytanın tuzağına düşmek­ten ve onun telkinlerine kaptırmaktan kurtaramaz. Bunun neticesi, kendi­sinde cimrilik alâmetleri belirmeye ve vermesi gereken sadakayı verme­meye, yahut verse bile, malın kötüsünü ayırıp vermeye başlar; çünkü düşünür ki, sadaka olarak ayırdığı malı verse de vermese de kendisine bunun herhangi bir zararı dokunmıyacaktır; ve çünkü her mal, az veya çok işe yaramıyacak bir fire verir ve bu firenin atılması gerekir. Onu atmak yerine bir fakire sadaka olarak vermek, hem kendisini bir borçtan kurtarır; hem de malının iyi olan kısmı eksilmemiş olur! İşte bu düşünce, şeytanın, fakirlikle tehdit edip cimrilik telkin ettiği, ve bu tehdit ve telkinleriyle tuza­ğına düşürdüğü zavallı bir insanın düşüncesidir. Kendisini böyle birtuzağa kaptıran kimse, kalbine İman nuru sızmamış olan kimsedir. Eğer böyleler!, gerçekten îman sahibi kimseler olsalardı, şeytanın tehdit ve telkinlerine değil, fakat Allah'ın vadine kulak verirlerdi. Zira şeytanın kalplere verdiği vesveseye rağmen Allah, mü'min kullarına, pek çok kusurlarını bağışla­mayı vadettiği gibi, ihlâsla ve sırf Allah'ın rızasını kazanmak için verecek­leri sadakanın kat kat fazlasını ödeyeceğini beyan etmiştir. Meselâ Sebe sûresinin 39 uncu âyetinde «sadaka olarak her ne verirseniz, Allah, onun daha iyisini ihsan eder»; Leyi sûresinin 5-10 uncu âyetlerinde de, «kim verir ve sakınırsa ve en güzeli de tasdîk ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Fakat kim de cimrilik eder, kendini müstağni görür ve en güzeli yalanlarsa, biz de ona engüç olanı hazırlarız» buyurmuştur. Buhâri ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîsinde ise, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu görülür: «Kulların sabahladığı hiçbir gün yoktur ki, iki melek inip de biri: Allahım, sadaka veren kula bedelini ver, derken, diğeri de; Allahım, cimrilik edip malını tutanın malını helak et, demiş olmasın»[180]

Bu âyet-i kerlme'lerin ve hadisi şerifin de delâletleriyle insanın iki teklif karşısında kaldığı kolayca anlaşılmaktadır. Bunlardan birisi şeytan­dan gelmekte ve insanı fakirlik tehdidiyle cimriliğe davet etmektedir. Diğeri ise, Allah Ta'âlâ'dan gelmekte, af ve mağfiretle birlikte karşılığını kat kat fazlasıyle alacağı Allah yolunda mal sarfına teşvik etmektedir. Bu iki tekliften birini seçmek ve davranışını ona göre ayarlamak insanın kendi elindedir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, şeytana uyan hüsrana düşe­cek, Allah'a güvenen ise, mutlaka kazançlı çıkacaktır. Zira Allah'ın rah­meti hudutsuz, ihsanı son derece geniştir. Onun vadinden dönmesi müm­kün değildir. Kullarına her neyi vadetmişse, onu hakkıyle yerine getirir; çünkü O, kimin ne yaptığını ve rızasını kazanmak için kimin malını ihtiyaç sahipleriyle paylaştığını hakkıyle bilir ve onun ecrini en güzel bir şekilde verir. [181]

 

269 Ancak insanın bu gerçeği bilmesi ve şeytanın kalplere soktuğu ves­veseyle Allah'ın sevgili Peygamber'i vâsıtasıyle kullarına eriştirdiği va'di arasında ayırım yaparak yalnız Allah'a güvenmesi, ancak Allah'ın kendi­sine ihsan ettiği hikmet sayesinde mümkün olur. Hikmet, gerçek ve sahîh olan ilimdir ki, insan nefsine ve iradesine hâkim olarak onu dünya ve âhıret saadetine ulaştıracak olan amelleri işlemeye, buna karşılık hüsranına sebep olacak kötü amellerden de uzaklaşmaya sevkeder. Bu sebeple hikmeti, mücerred ilim olarak tarif etmek mümkün değildir. Nitekim nice ilim sahibi kimseler vardır ki, hikmetten yoksun oldukları için, ilimleri kendilerini dünya ve âhıret saadetine ulaştıracak amelleri işlemeye se.-ketmemiş, iyiyle kötüyü, hak ile bâtılı, şeytan vesvesesiyle Allah vadini birbirinden ayırt etmelerini sağlamamıştır. O halde hikmet, ilimle îmanın meczedümiş bir şeklidir ki, ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim İbn Abbâs, hikmete fikhunfi'l-Kur'ân manâsını vermiştir ki, insa­nın, mutlak hidayet olan Kur'ân âyetlerinin getirdiği ahkâmı sebep ve hikmetleriyle birlikte idrak ederek onun hidayetiyle hidayet bulması de­mektir; hangi işte olursa olsun, şeytanın vesvesesi, onu bu hidayetin gerektirdiği amelleri işlemekten alıkoymaz.

Hikmetin âleti akl-ı selîm'dir, Nasıl îman olmaksızın mücerred ilim, insanı dünya ve âhıret saadetine ulaştıracak amelleri işlemekte yetersiz kalırsa, Allah'ın hizmetine tahsîs edilmemiş bir akıl da hikmetin kazanıl­masında aynı derecede yetersiz kalır. Bu bakımdan insan, eşyayı delille­riyle birlikte idrak etmeye çalıştığı ve bunun için kendisine verilmiş olan akl-ı selîmini kullanabildiği zaman hikmet sahibi olur; daha doğrusu Allah, hikmeti ona verir. Çünkü yukarıdaki âyet-i kerîme'de de işaret edildiği gibi akl-ı selimini kullanarak hikmet talebinde bulunmak insandan gelse bile, onu vermek Allah'ın meşiyyetine bağlıdır. Fakat şurası da bir gerçektir ki. Allah, kullarından kimin ihlâs sahibi olduğunu hakkıyle bilir ve ihlâslı kullarının hikmet taleblerini geri çevirmez. Kime de dilediği hikmet veril­mişse, ona dünya ve âhırette kendisine yarayacak pek çok hayır verilmiş demektir. Çünkü insan, ancak hikmet sayesinde Allah'ın kendisi için yarattığı göz, kulak, şuur ve vicdanını yalnız akl-ı selîm'inin idaresinde kullanır ve onları şeytanın vesveselerine teslim etmez. Gözü yalnız Allah için görür; kulağı yalnız Allah için işitir; şuur ve vicdanı da yalnız Allah için duyar ve hüküm verir. Bu sebepledir ki, hikmet, insanı dâima Allah yo­lunda ve hem dünyada, hem âhırette kendisine yalnız hayrı dokunacak işlerin peşinde koşturur. Bunu da akl-ı selîm sahibi olanlardan başkası düşünüp anlamaz. Zira nice akıl sahipleri vardır ki, akıllarını şeytanın vesveselerine kaptırıp onun esîri yapmışlardır. Allah'ın varlığına ve birli­ğine delâlet eden sayısız delillere gözlerini çevirip bakmazlar; kulaklarını bu delillerin ulaştırdığı gerçeklere açıp işitmezler. Görüp işitmedikleri şey­ler üzerinde akıl yormayı ise hiç düşünmezler. Yalnız akl-ı selîm sahipleri­dir ki, akıllarını bu yolda kutlanırlar ve Allah'ın kendilerine hikmet verdiği kimseler arasında yer alırlar.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle mü'minleri sadaka konu­sunda şeytanın vesveselerine uymamak hususunda uyardıktan ve bunun başlıca çaresinin de akl-ı selîm ile kazanılmış hikmet olduğuna işaretle mü'minleri hikmet sahibi olmaya teşvîk ettikten sonra, sadakâtla ilgili hükümlerini açıklamaya devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [182]            

 

270. Nafaka veya adaktan her ne vermiş veya adamışsanız,   Allah,   muhakkak   onu bilir. Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yok­tur.

271.  Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, bu, iyidir; ve fakat onu gizleyip de fakirlere verirseniz, sizin için daha iyidir. Allah, bununla günâhlarınızdan  bir kısmını örter. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.                                      

 

270 Bundan önceki âyet-i kerîmelerde, sadakanın çeşitli maksatlarla ve çeşitli şekillerde verildiğine işaret edilmiş ve bunların hükümleri açıklan­mıştı. Buna göre, bazı sadakalar vardır ki, ihlâsla ve yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için verilir. Bazı sadakalar ise, ya gösteriş için verilir ve halkı kandırmak gayesi güdülür; yahutta verilen sadakayı minnet ve eziyet takip eder. Kısacası sadaka, ya hayra yöneltilir, ya şerre yöneltilir ve sadaka vermekle, ya hayır, ya da şer murad olunur.

Adak dediğimiz nezirde böyledir. İnsan, «şu işim olursa, yahut has­tam iyileşirse, şu kadar malı Allah rızası için sadaka olarak vereceğim» der ve bu adağı, Allah'a tekarrub (yaklaşma) vesilesi kılar. Bazan da adağın günâh ve haram olan bir fiil için yapıldığı görülür. Kızgınlık ânında yapılan adakların çoğu böyledir. Meselâ insan, birisine kızdığı zaman, «eğer onunla konuşursam, şunu yapmak üzerime borç olsun» der. Böyle bir adakta, şüphesiz, Allah'a yaklaşmak gayesi yoktur ve birisiyle konuşma­maya yemin etmek, İslâm'ın kardeşlik prensibine aykırıdır.

İşte, gerek sadaka ve gerekse adak, yukarıda açıkladığımız gayeler­den hangisine yöneltilmiş olursa olsun, Allah, bunların ne maksatla yapıl­dığını, yapıldığı zaman, onu yapanın hangi niyete sahip bulunduğunu bilir ve sahibini niyetine göre mükâfatlandırır veya cezalandırır. Sırf Allah'ın rızasını kazanmak İçin sadaka veren, yahut Allah'a tâatını artırmak ve O'na yaklaşmak için adak adayan kimse bunun mükâfatını görür. Dün­yada ve âhırette onun yardımcısı yalnız Allah'tır. Buna karşılık, cimrilik illetinden, yahut gurur ve kibirlerinin yol açtığı gösteriş budalalığından nefislerini temizlemedikleri için bir taraftan kendilerine, bir taraftan da cimrilikleri sebebiyle nafakalarını vermedikleri, yahut verseler bile, bunu minnet ve eziyete vesile kıldıkları için fakir fukaraya zulmedenlerin dünya ve âhırette hiçbir yardımcıları yoktur. Bunların, yaptıklarının cezasını çeke­ceklerinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Ayet-i kerîme, açıkladığımız bu manâsıyle, hem teşviki, hem de teh­didi ihtiva etmekte, aynı zamanda müslümaniara, ibret almaları gereken son derece önemli bir ders vermektedir. Bugün toplumlar, temelini para ve malın teşkil ettiği bir dünyada yaşıyorlar.Kültür ve medeniyetin artması ve yükselmesi, geniş ölçüde paraya ve mala dayalı. Parası olan milletin gelişip yükseldiği, buna mukabil eli boş olanların geri kaldıkları görülüyor. Acı bir gerçektir ki, müsiümanlar da bu geri kalmış milletler arasında yer alıyor. Oysa sadaka müessesesi, Allah'ın emrettiği şekilde çalışsa ve müslümanlar, kudretleri nisbetinde sadakalarını umumun menfeatına iş­leyecek olan bir tezgâhın veya bir fabrikanın kuruluşunda birleştirseler, ihlâsla yapılan bu işte, Allah'ın kendilerine yardım edeceğinden ve onları geri kalmışlıktan kurtaracağından kim şüphe edebilir? [183]

 

271 Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de sadaka ve adak olarak kimin ne verdiğini ve hangi niyet ve maksatla verdiğini Allah'ın hakkıyle bildiğini beyan ettikten sonra, sadaka vermenin yollarını göstermiş ve sadakanın aşikâre verilebileceği gibi, gizli olarak da verilebileceğini, fakat gizli vermenin daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.

Sadakanın, açık ve herkesin görüp bileceği bir şekilde verilmesinde şüphesiz bazı faydalar vardır. Sadaka vermek, her şeyden önce, Allah'ın bir emri ve İslâm şeâirinden biri olması itibariyle gizlenmesine elbette gerek yoktur. Diğer taraftan, gizlendiği takdirde, sadaka vermekte tered­düt edenleri vermeye teşvik eden bir unsur olmaktan çıkar ve onların vermemek hususundaki temayüllerini daha çok kuvvetlendirir. Oysa böyle kimseler, başkalarının verdiğini görünce, kendilerinin de vermek zorunda olduklarını anlarlar, ve sadaka vermeye yönelirler.

Bununla beraber Allah Ta'âîâ, âyet-i kerîme'de fakirlere gizli olarak verilecek sadakanın, aşikâre vermekten daha hayırlı olduğunu bildirmiştir ki, bunun, sadaka veren kullarını, riya şüphesinden uzak tutmak gayesine matuf olduğu anlaşılır. Zira insan ne kadar ihlâslı olursa olsun, yine de zayıf yaratılıştı olan bir varlıktır. Nefis, bazan kendisine hoş gelen, fakat ihlâsı zedeleyen bir davranışa insanı sürükleyebilir. İnsan, hiç arzu etme­diği halde, birisine aşikâre sadaka verirken kalbe arız olan ve nefse de hoş gelen bir gösteriş hissi, Allah rızası için yapılması gereken bir ameli, değerden düşürür ve sevabını iptal ettiği gibi, insanı günâha da sokar. İşte böyle bir duruma düşmemek için, sadakayı gizli vermek, onu aşikâre vermekten daha hayırlıdır. Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber de, «sadaka veren ve sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek derecede gizleyen kimseyi, Allah'ın kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde, kendi gölge­sinde barındıracağı yedi çeşit insandan biri olarak zikretmiştir».[184]

Maamafih burada şu hususa da işaret etmek gerekir ki, İslâm ulemâ­sının büyük çoğunluğu, gizli olarak verilmesi daha hayırlı olan sadakanın, zekât dışında ve sırf tatavvu maksadıyle verilen sadaka olduğu görüşü üzerinde birleşmiştir. Farz olan zekâtın alenî verilmesi daha hayırlıdır; çünkü zekât, dînin asıllarından biridir ve dînin kuvveti de, ancak bu asılların izhar edilmesiyle bilinir.

İşte, Allah Ta'âlâ'nın sadaka hakkındaki bu hükümlerine riâyet ede­rek sadakalarını ihlâsla ve sırf Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyle verenlerin günahlarından bir kısmını Allah örter, veya bağışlar. Zira sada­ka, bütün günâhların silinmesine ve bağışlanmasına yeterli değildir. Bütün günâhların bağışlanması için, insanın, Allah'ın bütün emirlerini yerine getirmesi, günâhlarını artıracak davranışlardan da sakınması gerekir. Allah, şüphesiz bütün kullarının ne yaptıklarını bilir; sadakayı ister aşikâre versin, ister gizli versin, hepsinden de haberdârdır.

Allah Ta'âlâ, gizli ve alenî verilen sadakalar hakkındaki'hükmünü beyan ettikten sonra, sadakayı, mü'min olsun kâfir olsun, bütün fakirlere teşmil etmek ve fakir, kâfir de olsa onu sadakadan mahrum etmemek gerektiğini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur. [185]

 

272. (Ey Muhammedi) Onlan hidayete er­dirmek senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği kimseye hidayet

eder. Sadaka olarak sar feniğiniz, her şey, sizin kendiniz içindir. Zaten siz, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için sarfe-dersiniz- Sadaka olarak her ne sarfet-mişseniz, haksızlığa uğratılmaksızın aynen size verilecektir.

273.  (Sadaka), Allah yolunda (kendilerini) hapsetmiş, kazanç için yeryüzünde do-laşamıyan, iffetleri dolayısıyle (isteye-medikleri için) câhilin kendilerim zen­gin sandığı, senin de simalarından tanı­dığın, yüzsüzlük edip insanlardan iste-miyen fakirler içindir. Sadaka olarak verdiğiniz her şeyi, Allah, hakkıyle•bi­lendir.

274.  Gece ve gündüz, gizli ve aşikâre olarak mallarından sarfedenler, işte onlar için Rab'ları   katında   mükâfatları   vardır; onlara korku yoktur; ve mahzun olacak­lar da onlar değildir.

 

272 Tefsîrler, umumiyetle, İbn Abbâs tarafından rivayet olunan bir hadise işaret ederek, âyei-i kerîme'nin bu hadîs sebebiyle nazil olduğunu belirtir­ler. Bu hadise göre, Hazret-i Peygamber, ashabına, yalnız müslümanlara sadaka verilmesini emrediyordu ve bu sebepledir ki, müşrikler arasında, akrabası bulunan müslümanlar, muhtaç durumda olan akrabalarına yar­dım edemiyorlar, onların müslüman olmalarını bekliyorlardı. Fakat Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'yi indirerek, önce Hazret-i Peygamber'e, sonra da Hazret-i Peygamber'in şahsında bütün müslümanlara hftap etmiş ve müşrik oldukları için ihtiyaç duydukları yardımı keserek onları hidâyete erdiremiyeceklerini, zira hidâyete erdirmenin yalnız Allah'a âit bir iş olduğunu hatırlatmıştır. Filhakika «dînde zorlama yoktur» mealindeki 256 ncı âyetin tefsirinde de belirttiğimiz gibi, Peygamberlerin görevleri, Allah'ın dinini insanlara tebliğ edip öğretmek, îman edenlere cenneti müjdelemek, küfürlerinde İsrar edenleri de Cehennem azâbıyle korkut­maktır. Bundan ötesi Allah'a aittir. Nitekim Nemi sûresinin 80-81 inci âyetlerinde bu hususa işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: «Şüphesiz sen: ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp kaçan sağırlara davetini :yittiremezsin. Körleri dalâletlerinden ayırıp hidayet edici de değilsin...» Bu açık deliller karşısında şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, hiçbir müslümanın, kâfir de olsa ona yapacağı iyiliği küfrünün cezası olarak kesmeye, veya bunu, onun hidayete ermesi için zorlayıcı bir tedbir olarak kullanmaya hakkı yoktur. Nitekim kâfirler için, küfürlerinden dolayı kıya­met günü en şiddetli azabı hazırlamış olan Allah Ta'âlâ, rızık konusunda mü'minle kâfir arasında hiçbir ayırım yapmamış, mü'min olsun kâfir olsun, dünyada rızkını bunlardan dilediğine bol bol vermiştir. Nitekim İsrâ sûresi­nin 20 nci âyetinde Allah Ta'âlâ buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: «Onlara (kâfirlere) da, bunlara (mü'minlere) da, hepsine birden Rabb'ının nimetlerinden ulaştırırız. Zaten Rabb'ının nimeti kimseye menedilmiş de­ğildir». O halde, Allah'ın rızıklandırdığı bir kimseden, kulun rızkını kesmesi bir mü'mine yaraşmaz. Kâfir de olsa, muhtaç olduğu sürece ona da yardım etmek ve müslümanların iyilik yarışında diğer milletlerden çok daha üstün olduklarını göstermek her mü'minin borcudur.

Zaten mü'minlerin sadaka olarak verdikleri her şey, kendi lehlerine-dir. Önce dünyada, fakirliğin sebep olduğu her çeşit kötülüğü defetmesi bakımından sadakanın sayılamıyacak kadar çok faydası vardır. Zira bir toplumun ferdleri arasındaki maddî dengesizliğin, o toplumun başına ne dertler açtığını aklı başında olan herkes bilir. Sadakanın âhıretteki faydası ise, dünyadakinden çok daha farklıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, sa­daka vermekle hâsıl olan sevab, onu alana değil verene aittir ve insanın âhırette sevaba olan ihtiyacı, dünyada mala olan ihtiyacından çok daha fazladır. Bu sebeple insan, âhıret yolculuğuna çıkmadan önce, dâima sevabını artıracak amellerin peşinde koşmalıdır.

Diğer taraftan mü'minler, sadaka verdikleri zaman, bunu ne şân ve şeref, ne de mevki kazanmak için verirler. Sadaka vermeleri, sırf Allah'ın rızasını kazanmak içindir. Gaye bu olunca, şu veya bu fakir arasında hiçbir fark yoktur. Eğer verilen sadaka, o fakirin ihtiyacını karşılamış ve sıkıntısını biraz da gidermişse, sadaka veren, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, inancı ve dîni dolayısıyle hiçbir kuluna rızkından mahrum etmiyen Allah'a tekar-rub etmiş (yaklaşmış) ve mükâfatına hak kazanmış olur. Böyleler!, verdik­lerinin karşılığını haksızlığa uğratılmaksızın, fazlasıyle alacaklardır. [186]

 

273 Ancak, her ne kadar müslüman olmıyanlara sadaka vermekten çekinilmesi doğru değilse de, öncelik söz konusu oiduğu zaman, sadaka almaya asıl müstehak olanların sıfatlarını da gözönünde bulundurmak gerekir. İşte bu âyet-i kerîme'de, sadakada öncelikle hakkı bulunan fakir­lerin sıfatlarına işaret edilmiştir ki, bu sıfatları şöylece sıralayabiliriz.

1) Allah yolunda kendilerini hapsetmiş olanlar: Bunlar, Allah'ın rıza­sını kazanmak maksadıyle cihad, ilim talebi ve bunun gibi umumun hayrina ve menîeatına oian işler dolayısıyla çalışıp kazanmak ve geçimlerini temin etmek imkânı bulamıyan kimselerdir ki, Aliah yolundaki bu amelleri, kendilerini hapsetmiş ve çalışıp kazanmalarını engellemiş manâsındadır. Buna göre, sadaka öncelikle bu gibi kimseler içindir. Eğer bunlar, boş vakitlerinde çalışıp kazanma imkânı bulurlarsa, sadaka almaları caiz

olmaz.

2) Hastalık, ihtiyarlık ve bunun gibi sebeplerle çalışıp kazanmaktan, yeryüzünde ziraat veya ticaret işleriyle meşgul olup geçimlerini temin etmekten âciz olanlar. Bu gibiler de, müslümanların ihtimamlarına muh­taçtırlar.

3) İffet sahibi olanlar ve bu iffetleri dolayısıyle başkalarının malına göz dikmiş oldukları zannını uyandırmaktan son derece çekinenler. Öyle ki, bunların hallerini bilmeyenler, hal ve hareketlerinden onları zengin zan­nederler. Halbuki sadaka verilmeye gerçekten lâyık kimselerdir.

4) İffetleri, şundan bundan bir şeyler istemelerine ne kadar engel olursa olsun ve kendileri de hallerini ne derecede gizlerlerse gizlesinler, böylelerinin yine de kendilerine hâs simaları vardır ve feraset sahibi mü'minler, onları bu simalarından tanımakta güçlük çekmezler. Binâena­leyh böyle mü'minlerin sadakaya lâyık olan bu gibi kimseleri arayıp bulma­ları ve sadakalarını bunlara vermeleri üzerlerine borçtur.

5) Halk arasında dolaşıp bir şeyler istemeyi zillet sayanlar. Böyleleri çalışıp kazanmaktan âciz oldukları takdirde, bunlar da sadaka almaya lâyık kimselerdir.

İslâm dini dilenciliği haram kılmıştır. Bilhassa çalışıp kazanmaya gücü varken, çalışmayıp da dilenenler, Hazret-i Peygamber tarafından şiddetli bir dille verilmişlerdir. Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîste şöyle denilmektedir: «Her kim malını çoğaltmak için insanlardan dilenirse, bir ateş parçası dilenmiş olur. Artık bunu ister azaltsın, ister çoğaltsın». [187]

Bir başka hadis de şöyledir: «Dilenciliği meslek haline getiren adam, kıyamet günü, yüzünde bir et parçası olmaksızın huzura gelir».[188]

den birinin, ipini alıp sırtında odun demeti getirerek satması ve bununla, Allah'ın onu yüzsuyu dökmekten koruması, muhakkak ki halk arasına girip dilencilik etmesinden hayırlıdır. Nasıl hayırlı olmasın ki, o istediği zaman, onlar da ya verirler ya vermezler»[189].

«Miskin, insanlar arasında dolaşıp bir iki lokma veya bir iki hurma ile dönen şu gezici dilenci değildir... Fakat miskin, o kimsedir ki, kendisini geçindirecek zenginliği bulamaz; halk arasında kendisine verilmesi için

fakirliği bilinmez ve iffeti dolayısıyle halktan da bir şey istemez».[190]

Hazret-i Peygamber'den sahih olarak rivayet edilen bu hadisler, gerçek ihtiyaç sahipleriyle dilenciliği meslek haline getirmiş olanları birbi­rinden ayırt etmek bakımından üzerlerinde durulması gereken birer delil­dir. Müslümanlar, gerçek hak sahiplerini ayırarak borçlarını edâ ederlerse, dilenciliğin ortadan kalkmasına da hizmet etmiş olurlar.

Allah, sadaka borcunu düşünerek bunu hakkıyle edâ edenleri, niyet­lerini ve niyetlerindeki ihlâsı şüphesiz hakkıyle bilir ve onları bu amelleri dolayısıyle mükâfatlandırır.

Açık ve kesin bir delil bulunmamakla beraber, bazı müfessirler, bu âyet-i kerlme'nin Suffa ehli hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Belki de Suffa ehlinin sahip olduğu sıfatların âyet-i kerîme'de işaret edilen fakirlerin sıfatlarına uygun olması, böyle bir görüşün ileri sürülmesine sebep olmuştur. Filhakika Hazret-i Peygamber, Medine'ye hicret ettikten sonra inşâ ettiği mecsidin geri kısmında, üstü hurma dallanyle örtülü geniş bir gölgelik de yaptırmıştı. Suffe denilen bu gölgelik, bazı rivayetlere göre, gece ve gündüz olmak üzere ashabtan 70-80 kişiyi barındırıyordu. Bu sahabller, ziraat veya ticaret gibi belirli işleri, az da olsa geçimlerini sağla­yacak gelirleri bulunmadığı için, ashabın en fakirleriydiler. Karınlarını diğer sahabllerin verdikleri yiyeceklerle doyuruyorlardı. Hazret-i Peygamber bir hadisinde bunlardan söz ederek, «İki kişilik yiyeceği olan üçüncüsünü, üç kişilik yiyeceği olan dördüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan beşincisini... bu suffe ehlinden alıp evine götürsün» buyurmuştu.[191]

Bu sebeple, diğer sahablier bunların geçimlerini üzerlerine almışlardı. Ancak, şunu hemen belirtmek gerekir ki, bunlar Jşsiz güçsüz, başkalarının sırtından geçinmeyi âdet haline getirmiş kimseler değillerdi. Bunlar, Hazret-i Peygamber'in yanından ayrılmayan, ona nazil olan âyet­leri ve hükümlerini öğrenen, hadislerini hıfzeden, kısacası tefsir, hadis, fıkıh ve akâid tahsil eden ilim talebesiydiler. Hazret-i Peygamber'le birlikte gazvelere katılmaktan ve savaşmaktan da geri kalmıyorlardı. Bunlar, kendilerini Allah yolunda vakfetmişlerdi ve fakirlikleri de mallarını mülkle­rini Mekke'de bırakarak yine Allah yolunda Medine'ye hicret etmiş olmala­rından ileri geliyordu. Kısacası bunlar, âyet-i kerîme'de zikredilen sadaka almaya lâyık fakirlerin bütün sıfatlarını kendilerinde cemetmişlerdi.

İşte, sadaka vermeye niyet eden müslümanların, öncelikle, bu sıfat­ları hâiz olan fakirleri seçmeleri ve sadakalarını onlara vermeleri gerekir. Çünkü en iyi amel, Allah'ın yapılmasını teklif ettiği şekilde ve ihlâsla yapılan ameldir. [192]

 

274 Binâenaleyh gerçek hak sahiplerine mallarını ister gece versinler ister gündüz, ister gizli olarak versinler ister aleni, bunların, Rab'ları ka­tında kazanılmış sevapları vardır. Cimrilik edipte mallarını Allah yolunda sarfetmeye kıyamıyanlar, kıyamet günü cimriliklerinin başlarına getireceği büyük azabın korkusuyle titreyip mahrum kaldıkları sevâb yüzünden mahzun ve mükedder kıvranırken, sadakalarını hakkıyle verenler ve Al­lah'ın rızasını kazanmaktan başka bir gayesi olmıyanlar için hiçbir korku yoktur. Mahzun ve mükedder olacak da değillerdir.

Allah Ta'âlâ, Bakara sûresinin muhtelif âyetlerinde müslümanlara sadaka vermeyi emrettikten ve sadaka vermenin yollarını gösterdikten, konunun ehemmiyeti dolayısıyla yukarıda açıkladığımız ondört âyette sadakaya tekrar dönerek onun faziletlerini ve hükümlerini açıkladıktan sonra, sadakayla taban tabana zıt düşen ve ribâ adı verilen başka bir tatbikattan söz etmiş ve bu tatbikatı, aşağıdaki âyet-i kerîme'lerle haram kılmıştır: [193]

 

275.  Ribâ yiyenler, «alış-veriş, ribâ gibidir» demiş olmaları dolayısıyle, ancak ken­disini şeytan çarpmış mecnûn kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Halbuki Allah alış verişi helâl, ribâyı İse haram kılmış­tır.  Buna göre,  kime Rabb'ından bir öğüt gelir de (bu haramdan) vazgeçerse, geçmişi kendisine, işi Allah'a aittir. Kim de tekrar (bu harama) dönerse, işte bun­lar Cehennem ashabıdır Cehennemde daimîdirler.

276. Allah ribânın bereketini giderir, sadaka­ları ise bereketlendirir. Allah, küfürde ve günâhta ısrar eden hiç kimseyi sev­mez.

277. İman edenlerin, hayırlı iş işleyenlerin, namazı hakkıyle edâ edip zekâtı verenle­rin Rab'lan katında mükâfatları vardır; onlara korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir.

278. Ey îman edenler! Eğer gerçekten mü'min iseniz, Allah'tan korkun ve ribâdan geri kalanı bırakın.

279. Fakat bunu yapmazsanız, Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşa girdiğinizi bilin; ve eğer tövbe ederseniz, ana paranız si­zindir; ne haksızlık etmiş, ne de haksız­lığa uğramış olursunuz.

280. Eğer (borçlu) darda ise, eli genişleyin-ceye kadar ona mühlet verin: Halbuki bilmiş olsanız (alacağınızı) sadaka ola­rak bağışlamanız sizin için daha hayırlı­dır.

281. (Ey îman edenler!) Allah'a döndürüle­ceğiniz ve haksızlık edilmeksizin her­kese kazancının verileceği (o hesap) gününden korkun.

 

Allah Ta'âlâ, câhiliye devrinde müşrik arapiarın ve yahudîlerin, hayat­larının vazgeçilmez bir unsuru haline getirdikleri ve böylece aralarında yardımlaşma duygusunun yitirilmesine sebep kıldıkları ribâyı, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle tarif etmiş ve onu son derece büyük zararları sebebiyle mutlak surette haram kılmıştır. Ribâ, lugatta isim olarak ziyade ve fazla gibi manâlara gelir ve bir malın veya paranın fazlası, ziyadesi demektir. Kelime fiil olarak kullanıldığı zaman, malda veya paradaki artma ve fazla­laşma anlaşılır. Ayet-i kerîme'yle haram kılınan ribânin, câhiliye devrinde müşrikler ve yahudller arasında umumiyetle iki şekli vardı ve her iki şekildeki ribâ da dâima kullanılıyordu. Birincisi, herhangi bir kimsenin diğer bir kimseye bir ay veya bir sene gibi belirli bir süre için borç vermesi ve sürenin bitiminde verdiği borcu ribâ denilen fazlasıyle almasıydı. Eğer süre dolduktan sonra, borçlu borcunu ve ribâ olan fazlasını ödeyemezse, alacaklıdan ribânın artırılması şartıyle yeni bir süre talebinde bulunabili­yordu. İşte yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle haram kılınan ribâ şekli budur ve buna riba'n-nesî'e (nesî'e ribâsı) denilmiştir. Verilen bir borca mukabil, sürenin dolmasından sonra borcun fazlasıyle ödenmesi, ödenmediği tak­dirde fazlanın da anaparaya katılıp sürenin uzatılması dolayısıyle fazlanın kat kat artırılması manâsında ortaya çıkan bu ribâ şekli, iktisadi hayatta faiz denilen tatbikata delâlet etmektedir.

Nesî'e ribâsı yanında bir de malın kendi cinsinden olan malla değişti­rilmesi sırasında elde edilen ribâ vardır ki, buna öariba'l-fadl {fadl ribâsı) denilmiştir. Meselâ bir tas Amerikan buğdayına mukabil birbuçuk yahut iki tas yerli buğday vermektir ve aradaki fazlalık, ribâ denilen faizi teşkil eder. Bu konuda Hazret-i Peygamber'den pek çok sahîh hadîs nakledilmiştir. Bu hadîslerden birisi şöyledir: «Altınla altın, gümüşle gümüş, buğdayla buğday, arpayla arpa, hurmayla hurma, tuzla tuz, misli misline ve elden ele değiştirilebilir. Her kim artırır, yahut fazla almak isterse, muhakkak ribâ yapmış olur. Bu artırmada, alan ve veren eşittir».[194]

Ribâ, yahut bugünkü deyimiyle faiz, hamr denilen sarhoş edici içki­lerde de görüldüğü gibi, birden bire haram kılınmamış, araplar arasında yaygın olması doiayısıyie tedrîcî olarak ve ribâ yiyenlere terki güçleştirilmeden yasaklanmıştır.

Ribâ hakkındaki ilk âyet Mekke'de nazil olmuştur. Allah Ta'âlâ Mekkî olan Rûm sûresinin 39 uncu âyetinde şöyle buyurmuştur: «İnsanların mallarında artış olması için faizden verdiğiniz şey, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise, işte sevâblarını kat kat artıranlar onu verenlerdir».

Dikkat edilecek olursa, bu âyet-i kerîme'de faiz açık bir şekilde haram kılınmamış, keza faiz yiyenler, sert ve şiddetli bir ceza ile tehdit olunma­mışlardır. Ayet-i kerîme'yi, içki hakkında ilk nazil olan ve bizim daha önce üzerinde durduğumuz 219 uncu âyetle karşılaştıracak olursak, aralarında büyük bir benzerlik olduğunu görürüz. Bu âyette de içki haram kılınmamış ve içenler için herhangi bir ceza tayin olunmamıştı. Fakat içkinin insanlar için hem faydasına hem de zararına işaret edilmiş, ancak zararlarının faydasından çok olduğu belirtilmişti. Ribâ hakkında gelen yukarıdaki ilk âyette de aynı manâyı görmek mümkündür: Ribâ, insanların mallarındabir artış sağlarsa da, Allah katında onun artıracağı hiçbir şey yoktur. Binâena­leyh ribânın bazı maddî faydalan bulunsa bile, insan için zararı çok daha fazladır.

Ribâ hakkında nazil olan diğer âyetler İse, Medenîdir. Bunlardan birisi, Nisa sûresinin 161 inci âyetidir ve yahudîler hakkındadır. Bu âyette, ribânın yahudîlere haram kılınmış olmasına rağmen onu yediklerinden ve bu yüzden cezalandırıldıklarından söz edilmiştir ki, bunda, müslümanların almaları gereken bir ibret bulunduğuna şüphe yoktur.

Ribâ hakkında Al-i İmrân sûresinden nazil olan 130 uncu âyet, tahrî-min üçüncü devresini teşkil eder ve tıpkı içkiyle ilgili olarak «sarhoş oldu­ğunuz halde namaza yaklaşmayın» mealindeki Nisa sûresinin 43 üncü âyetinde olduğu gibi «ey îman edenler, faizi kat kat artırılmış olarak yeme­yin; Allah'tan korkun ki kurutuluşa eresiniz» buyurulmak suretiyle cüz'î bir tahrîm getirir. Zira bu âyette faiz, açık ve kesin bir şekilde haram kılınmışsa da, haram kılınan faiz, âyet-i kerîme'de ez'âfen muzâ'afe ifadesiyle tahsis olunmuş ve yalnız borcun sürenin bitiminde ödenmemesi halinde faizinin de anaparaya eklenmesiyle, hem anaparanın, hem de faizinin artırılması haram kılınmıştır ki, bunun, mürekkeb faiz olduğu anlaşılmaktadır.

Nihayet dördüncü devrede, Bakara sûresinin tefsirine başladığımız yukarıdaki 275 inci âyeti nazil olmuş ve faiz olarak anaparayı aşan her çeşit fazlalık bu âyetle haram kılınmıştır. Aynı zamanda faiz yiyenler, Allah'a ve Peygamberine karşı savaş ilân etmiş kimseler olarak en şiddetli dille lanetlenmişlerdir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Bakara sûresi Medine'ye hicretle birlikte nazil olmaya başlamışsa da, en son tamamla­nan bir sûre olarak da bilinir. Tefsirine başladığımız ribâ âyetlerinin de son lâzil olan âyetler olduğu hususunda herhangi bir ihtilâf bulunmadığı göz:önünde bulundurulursa, ribânın tedrici olarak haram kılmışı hakkında fukanda zikrettiğimiz dört devreyi anlamak kolaylaşmış olur.

Allah Ta'âlâ'nın faizi haram kılışının, şüphesiz çeşitli sebep ve hikmet-eri vardır. Bu sebep ve hikmetlerin hepsinin ne olduğunu bilemesek bile, pilmemiz mümkün olanlar yok değildir, ve bunları bir kaç madde içinde kiralamak da mümkündür. Fakat her şeyden önce şuna işaret etmek gerekir ki, faizin haram kılınışının başlıca sebebi, onun, gerek ferd ve gerekse toplum hayatında yol açtığı son derece büyük zarardır. Bu zararın büyüklüğünü, âyet-i kerîme'de faiz yiyenler hakkında kullanılan ve hemen hemen başka bir tahrim âyetinde rastlanmıyan son derece şiddetli dilden anlamak mümkündür. Buna göre, faizin haram kılınışının sebeplerini onun yol açtığı işte bu zarar içinde mütalâ etmek gerekir.

Faiz, insanları kendi iş, meslek ve sanatlarından uzaklaştırıp tembel­liğe alıştırır. Zira insan alın teriyle çalışıp kazanmak yerine parasını artır­mak için faize verir ve bâtıl yolla başkalarının parasını kendi parasına ekleme fırsatı bulmuş olur. Önce bir kadehle içkiye başlayıp sonra alkolik olan ve içki bulamadığı zamanlarda aklını yitiren insan gibi, faiz kazancına alışan bir kimse de, malını ve parasını artırmak hususunda aynı ruh halini yaşar. Başkalarının parası haksız yolla kendi parasına eklendikçe, içki bulmuş alkoliğin sarhoşluğunu hisseder. Fakirlere karşı merhametten, düşkünlere karşı şefkatten yoksundur. Herhangi bir kıtlık ve iktisadî buh­ran dönemlerinde, yahut savaş zamanlarında, bunlardaki hırsın daha çok arttığı görülür. Çünkü karşılıksız borç bulup meslek ve sanatlarını yürüte-miyen iş sahipleri, ister istemez bunlara başvurup, faiz mukabilinde para almak zorunda kalırlar. Bunların hissettikleri sermaye ihtiyacı ise, diğerle­rinin faiz hırsını artırır. Bazan öyle durumlar olur ki, faiziyle birlikte borcunu ödeyemiyen iş sahibi, evini, tarlasını, yahut iş yaptığı dükkânını ve tezgâ­hını satmak zorunda kalır. Kısacası toplumun ferdleri arasında sevginin, saygının ve yardımlaşma duygusunun ortadan kalkmasına sebep olan faizin toplum için hazırladığı akıbet çöküntüden başka bir şey değildir. Nitekim faizciliğin yaygınlaştığı toplumlarda bu çöküntüyü kolayca görüp hissetmek mümkündür. Buna karşılık ferdleri biribirini seven ve biribirinin yardımına koşan, borç verirse bunu karşılık beklemeden veren, verdiği borcu alamadığı zaman, onu sadaka olarak bağışlayan toplumlar, faizi bilmeyen ve onunla iş yapmayan toplumlardır. Böyle toplumların yüksel­memesi ve üstün medeniyet seviyesine ulaşmaması için hiçbir sebep yoktur.

İşte kısaca işaret ettiğimiz bu zararları dolayısıyle Allah Ta'âlâ, ribâdenilen faizi, Kur'ân'ın ve dolayıstyle İslâm'ın tamamlandığı son dönem­lerde indirdiği Bakara sûresinin son âyetleriyle haram kılmıştır. Faizin haram kılınışı, bir bakıma onu haram kılan âyetten önce yer alan sadakat âyetlerinin de teyidi manâsındadır. Zira faiz tutkusu, Allah yolunda sadaka verme duygusunu yok eden en büyük tehlikedir. Eğer Allah Ta'âlâ, faizi haram kılmışsa, bunu, sadaka vermek hususundaki emirlerinin yerine getirilmesini sağlamak için kullarına ihsan ettiği bir kolaylık olarak da kabul etmek mümkündür. İşte bu manâda Allah Ta'âlâ, bütün müslümanları sadaka vermeye ve biribirleri arasında karşılık beklemeden yardımlaş­maya davet ettikten sonra, insanlarda iyilik duygusunu tam manâsıyle tahrip edecek olan faizi haram kılmış ve şöyle buyurmuştur: [195]              

 

275. Ribâ yiyenler «alışveriş, ribâ gibidir» demiş olmaları dolayısıyla, ancak, ken­disini şeytan çarpmış mecnûn kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Halbuki Allah, alışverişi helâl, ribâyı ise haram kılmış­tır. Buna göre, kime Rabb'ından bir öğüt gelir de (bu haramdan) vazgeçerse, geçmişi kendisine, işi Allah'a aittir. Kim de tekrar (bu harama) dönerse, işte bun­lar Cehennem ashabıdır ve Cehennemde dâimidirler.

 

275 Allah Ta'âlâ, bu âyet-i kerıme'yle ribâyı, yahut faizi haram kılmıştır. Nitekim âyet-i kerîme'de bu husus açık bir şekilde ifade edilmiş ve alışve­riş (bey) ile ribâyı bir ve aynı tutanlara karşı, alışverişin helâl, ribânın ise haram kılındığı bildirilmiştir. Buna göre, haram olan bir fiili işlemek Allah'ın cezasını mucib olduğundan, ribâ yemek de cezayı gerektirir ve ribâ yiyen­ler, dünya ve âhırette işledikleri bu işin cezasını çekerler.

Ribâ yemek, ribâ veya faiz olarak ele geçirilen paranın yiyecek için sarfedilmesi demektir. Faiz yendikten sonra, artık bundan dönüş yoktur; bu, tıpkı ağıza alınan bir yiyeceğin çiğnenip yutulduktan ve midede haz­medildikten sonra, o yiyecekten dönüşün mümkün olmaması gibidir.

İnsanları faiz yemeye sevkeden sebep, onu alışverişle bir ve aynı tutmaları ve dolayısıyle faizi helâl saymalarıdır. Oysa alışveriş, veya daha açık bir ifadeyle ticaret, insanın çalışmasını gerektiren bir iştir. Çalışmayan ve alın teri dökmeyen bir tüccar kazanamaz. Bazan ticaretinde zarar ettiği de olur ve içinde dâima zarar etme endişesi taşır. Diğer taraftan ticarette aliciyle satıcı arasında rızaya dayanan bir mutabakat vardır. Alıcı satıcının ileri sürdüğü fiyatı uygun bulursa malı satın alır; bulmazsa almaz, ve kendisi bir fiyat teklif eder. Satıcı bu fiyata, dilerse malını satar, dilemezse satmaz. Faizde ise seçme hakkı yoktur. Borç alan faize rıza göstermeksi­zin zoraki alır; mecburiyet onu almaya zorlar; faizi ise, gönül nzastyle değil zorla verir. Kısacası, ticaretle sağlanan meşru kâr, tüccarın alın teri karşılı­ğıdır. Oysa faiz böyle değildir ve başkasına âit paraya, hiçbir iş yapmadan sahip olmaktır. Fakat ikisi arasındaki fark ne olursa olsun ve bu fark, tatmin edici bir şekilde açıklansın veya açıklanmasın, gerçek olan şudur ki, Allah Ta'âlâ alışverişle ribâ veya faizi birbirinden ayırmış ve alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Buna göre, hiçbir müslümanın faizi, kendi arzu ve heveslerine göre bir çeşit ticaret sayıp helâl kılması mümkün değildir. Zira kim Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helâl kılarsa, şiddetli azaba müstehak olur.

Allah Ta'âlâ'nın faizi helâl sayıp yiyenler hakkında tayin ettiği azâb, daimî Cehennem azabıdır. Fakat âyet-i kerîme'nin başında, faiz yiyenlerin halini açıklayan ve onları şeytan çarpmış mecnûna benzeten ibareleri, dehşet vericidir. Her ne kadar bir çok müfessir, faiz yiyenlerin, şeytan çarpmış mecnûn gibi kalkışlarını, kıyamet günü kabirlerinden kalkışla açıklamışlarsa da, gerek âyet-i kerîme'de ve gerekse Hazret-i Peygam-ber'den rivayet edilen hadisler arasında bu görüşü teyid edecek herhangi bir delil mevcut değildir. Bu kalkışın, faiz yiyenlerin bu işi yürütürken içinde bulundukları durumu göstermiş olması ve kıyamet gününden ziyade dünya ile ilgili bulunması akla daha yakın gelmektedir. Buna göre, böyle kimselerde faiz tutkusu o derece artar ki, bütün benliklerini yalnız bu yolla kazanacakları paraya kaptırırlar; gece ve gündüz bütün düşüncelerini artan parada toplarlar. Aslında para geçim için bir vâsıta olduğu halde, onu gaye haline getirirler. Bu rûh hali, onların hal ve hareketlerine de tesir eder ve itidallerini kaybettirir. Konuşmaları değişir, hareketleri anormalle-şir, âdeta cin dokunmuşa, veya şeytan çarpmışa dönerler. Halk arasında ve bilhassa arapfarda, aklı başında olmayan ve normal hareket etmeyen kimseler hakkında bu tabirlerin kullanıldığı bilinmektedir. Sar'â nöbetine tutulmuş olanlara şeytanın çarptığına, delilik alâmetleri gösteren kimse­lere de cin dokunduğuna inanılırdı. Ayet-i kerîme onların bu inançları istikametinde gelmiş ve faiz yiyenleri şeytan çarpmış mecnûnlara ben­zetmiştir. Şüphesiz âyetin gayesi, araplardaki bu inancın doğruluğunu teyid etmek değildir; fakat şeytan çarptığına inandıkları insanın halini onlara hatırlatmak ve faiz yiyenlerin akıbetini göstererek bu kötü işten vazgeçmelerini sağlamaktır. Nitekim âyet-i kerîme'de faizin kötülüğüne işaret edilerek onun haram kılındığı bildirildikten sonra, «kime Rabb'ından bir öğüt gelir de bu haramdan vazgeçerse, geçmişi kendisine, işi Allah'a

aittir» buyurulrnuştur.

Allah Ta'âlâ'nın öğüdü, faizin tahrîmi hakkındadır. Binâenaleyh kime onun haram olduğu hususundaki bu hüküm ulaşır ve o da faiz almayı hemen terkederse, daha önce alıp yemiş olduğu faizler kendisine aittir; onları aldığı kimseye geri vermesi gerekmez; yeter ki bundan sonra bir daha almasın. Böyle kimselerin işi de Allah'a aittir ve Allah, bunlar hak­kında adaletle hüküm verir. Adaletin gereği ise, Allah'ın faiz hakkındaki hükmü, kendisine ulaşmadan önce faiz yiyenleri, bu davranışlarından dolayı muaheze etmemektir. Fakat kim, bu hüküm kendisine ulaştıktan sonra, yine de faiz yemeye devam ederse, işte böyleieri Cehennem ashabıdır ve orada dâimidirler. Ancak âyet-i kerîme'de faiz yiyenler hak­kında zikredilen Cehennemdeki dâimîlik sıfatı, faizi haram kılan âyet-i inkâr ederek faizi yemeye devam edenlere aittir. Fakat öyle kimseler de vardır ki, haramı bilirler, onun haram olduğunu itiraf ederler; fakat nefisle­rine tatlı gelmesi dolayısıyle onu irtikâb etmekten de kurtulamazlar. Böyle­ieri, kalplerine îmanın iyice nüfuz etmediği kimselerdir. Bunlar da Cehen­nem ehlindendirler; fakat orada dâimi kalmazlar. Allah'ın takdir ettiği cezayı çektikten sonra, yine Allah'ın iutfuyla oradan çıkarlar. Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber, faiz yiyene de yedirene de lanet eder[196]bu hadis, ribâyı irtikâb etmenin ne büyük bir cürüm olduğunu gösterir.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'yle faizi haram kıldıktan ve faiz yiyenlerin akıbetlerini beyan ettikten sonra, daha önce uzun uzun üze­rinde durduğu ve müslümanlara emrettiği sadaka veya Allah yolunda mal sarfıyle faiz arasında akıl sahiplerine mukayese yapma imkânını sağla­mak ve onları kendileri için asıl kârlı olan işe yöneltmek maksadıyle şöyle buyurmuştur: [197]

 

276. Allah, ribânın bereketini giderir, sada­kaları ise berketlendirir. Allah, küfürde ve günâhta İsrar eden hiç kimseyi sevmez.

277. İman edenlerin, hayırlı iş işleyenlerin, namazı hakkıyle edâ edip zekâtı verenlerin Rab'lan katında mükâfatları vardır; onlara korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir.

 

Faiz yiyenler, çok defa aldıkları faizle kâr ettiklerini ve mallarının arttığını zannederler. Halbuki aldıkları faizin, hem dünyada mallarının bereketini giderdiğini ve onu bir kurt gibi kemirip mahva sürüklediğini, bir tarttan da huzurlarını kaçırıp daimî bir sıkıntıya düşürdüğünü, hem de âhıret hayatlarını mahvettiğini farketmezler, yahut farketmek istemezler. İçlerinde besleyip büyüttükleri mal hırsına rağmen, mallarının bereketini görememenin sebep olduğu sıkıntıyle, onların giderek yok olacağı endi­şesi, sağlıklarının bozulmasında en büyük rolü oynadığı halde, bunun sebebini faizde aramak yerine başka şeylerde ararlar. Eğer faizcilik bir toplum içerisinde yaygınlaşacak olursa, salgın bir hastalığa maruz kalmış herhangi bir ülke gibi, ferdlerin birer birer döküldüğü, devletin ise, yıkıl­maya yüz tutmuş bir çatı gibi onları koruyamadığı görülür. Fakirlerle zen­ginler arasında büyüyen uçurum, faiz alanlara karşı kin ve nefreti artırır ve devlet çatısının yıkılmasını kolaylaştırır. Kısacası faiz, malını artırarak dünya nimetlerinden zevk almak isteyen insanın, faizi olmayan az malla elde ettiği ağız tadını giderir ve dünyasını karartır. Ahrette ise, dünyada sebep olduğu azabın kat kat fazlasını getirir.

Oysa sadaka böyle değildir. Faizin aksine, kim Allah yolunda malını sarfeder, sadakasıyle bir fakirin sıkıntısını giderirse, kat kat fazlasını ala­cağı malını Allah'a borç vermiş olur. Sadakatla ilgili âyetlerde bu husus açıklandığı için burada tekrar etmeye gerek yoktur. Hazret-i Peygam-ber'in Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisine işaret etmek, sadakanın sadaka verene sağladığı kazancı belirtmek bakımından yeter­lidir. Hazret-i Peygamber bu hadisinde şöyle buyurmuştur; «Her kim helâl kazancından bir tek hurmayı sadaka olarak verirse - zaten Allah helal maldan başkasını kabul etmez- Allah onu sağ eliyle kabul eder; sonra, sizin tayınıza bakıp büyüttüğünüz gibi, o bir tek hurmayı dağ gibi oluncaya kadar büyütür»[198]

İşte, faizle sadaka arasındaki bu büyük fark dolayısıyiedir ki, Allah Ta'âlâ, kullarının hayrına olan sadakayı, ihmal edilmemesi gereken hayırlı bir amel olarak onlara ne derece şiddetle tavsiye ve telkin etmişse, zararı­nın büyüklüğü dolayısıyle faizi de aynı şiddetle menetmiştir. Bu sebeple Allah, faizi helâl sayıp onu yemekte ısrar ve Allah'ın verdiği nimetlerden yine Allah yolunda sarfetmiyerek nankörlük eden kimseleri, ayrıca bu nimetleri, başkalarının malını haksız yolla ele geçirmek için bir tuzak gibi kullanarak günâh işlemeye devam edenleri asıa attetmez. [199]

 

277 Oysa iman edenlerin, hayırlı iş işleyenlerin, namazlarını dosdoğru kılıp zekâtlarını verenlerin, faiz yiyenlerle aynı derecede olmaları mümkün değildir. Çünkü bunlar, Rab'larından gelen emir ve yasakları tasdik eden, fiil ve hareketlerini bu emir ve yasaklara uygun bir şekilde düzenleyen gerçek mü'minlerdir. Birbiri arkasına ihlâs ile ve dosdoğru kıldıkları namaz, onların dâima Allah'ı hatırlarında tutmalarını sağlar ve O'na olan 1maniarınıTsevgiierini artırır; kendilerinin dâima O'nun murakabesi altında bulundukları inancını kuvvetlendirir. Bu ise, O'nun emir ve yasaklarına daha kolay itaat etmelerini sağlar. Verdikleri zekât, nefislerini cimrilik denen kötü huydan arındırır; onlan Allah yolunda mal sarfına alıştırır. Ayet-i kerlme'nin başında zikredilen âmâl-i sâliha (iyi ve hayırlı işler) tabiri, namaz ve zekât da dahil bütün ibadetlere ve diğer hayırlı amellere şâmil olmakla beraber namaz ve zekâtın ayrıca zikredilmesi, bu iki ibadetin diğer ibadetler ve hayırlı ameller arasındaki derecesinin büyüklüğü dola­yısıyiedir.

İşte, başta namaz ve zekât olmak üzere bütün ibadetlerini ifa eden ve diğer hayırlı amelleri de ihmal etmiyen gerçek mü'minler, Allah'ın haram kıldığı her şeyden ve özellikle faizden uzak dururlar; imanları bu haramları iritkâb etmelerine imkân vermez. Bu sebepten, bunların Rab'ları katında mükâfatlan vardır. Allah'ın emir ve yasaklarına kulak asmıyan, helâl ve haramı biribirine karıştırmakta bir beis görmiyen inancı zayıf kimselerin, kıyamet günü başlarına gelecek azap korkusu, bu mü'minlerde olmaya­cak, pişmanlığın, onların içlerinde meydana getirdiği büyük hüznü bunlar duymıyacaklardır.

Allah Ta'âlâ, emirlerine uyan ve yasaklarından sakınan mü'minlerin, kıyamet günü ulaşacakları bu üstün mertebeyi beyan ettikten sonra, mü'minlere hitap etmiş ve onlara, imanlarının gereği olarak, ribâdan vaz­geçmelerini bir daha hatırlatarak şöyle buyurmuştur: [200]

 

278.  Ey îman edenler! Eğer  gerçekten mü'min iseniz, Allah'tan korkun vq ri­bâdan geri kalanı bırakın.

279.  Fakat bunu yapmazsanız, Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşa girdiğinizi bilin; ve eğer tövbe ederseniz, ana paranız si­zindir; ne haksızlık etmiş, ne de haksız­lığa uğramış olursunuz.

280. Eğer (borçlu) darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Halbuki bilmiş olsanız, (alacağınızı) sadaka ola­rak bağışlamanız sizin için daha hayırlı­dır.

 

278 Bilinen bir gerçektir ki, insan ne çeşit bir sıfata sahip ise, fiil ve hareketlerinde, yalnız o sıfatın tesiri ve izleri görülür. «Her kap, içinde bulunan sıvtyı sızdırır» sözü, bunun en açık ifadesidir. İçinde pekmez bulunan bir testinin sirke sızdırması, veya sirkeyle dolu bir testiden bal akması mümkün değildir. îman da böyledir ve bir insanın kalbi îmanla dopdoluysa, o insandan yalnız bu İmanın gereği olan fiiller çıkar ve bu fiiller, Allah'ın rızasına uygun olan fiillerdir. Allah'a olan imanı, ondan, Allah'ın gadabına yo! açacak fiilerin çıkmasına engel olur. Nitekim Hazret-i Peygamber, Buhâri ve Müslim tarafından nakledilen bir hadî­sinde «zâni, zina işlediği sıra, mü'min olduğu halde zina edemez; hırsız, hırsızlık ettiği sıra mü'min olduğu halde hırsızlık edemez; içki içen de, içki içtiği sıra mü'min olduğu halde içki içemez» buyurmuştur.[201]

Bu hadîs, kalbinde îmanı bulunan bir kimsenin, o îman kalpteyken haram olan bu fiillerden herhangi birini işleyemiyeceğini. zira îmanın buna engel olacağını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de, önce «ey îman eden­ler! » diyerek mü'minlere hitap etmiş, sonra da, bu imanın gereği olarak faizden vazgeçilmesi icabettiğini zihinlere İyice yerleştirmek ve bundan vazgeçmenin de ancak îmanın varlığı şartına bağlı olduğunu göstermek için, «eğer gerçekten mü'min iseniz» buyurmuştur.

Buna göre, insan, mademki mü'min olduğunu söylemektedir, o halde bu sözünde doğru ve samimi ise, onun, gerçek bir mü'minin sıfatlarını hâiz olduğu anlaşılır ki, bu sıfatların gereği, Allah'ın faizi haram kıldığını öğren­dikten sonra, o âna kadar alıp durduğu faizden vazgeçmeli, eğer borç verdiği kimseden alacağı başka faiz varsa artık onu borçluya bırakmalı ve almamalıdır. Çünkü gerçek iman, hem haramın terkini, hem de irtikâb edildiği takdirde Allah'ın bunu cezasız bırakmıyacağını bilerek ondan korkmayı gerektirir. [202]

 

279 Bununla beraber, eğer mü'min olduğunu söyleyen kimse, yine de Allah'tan korkmaz ve O'nun haram kıldığı işi yapmaya ve haram olduğunu bile bile geri kalan faizleri almaya devam ederse, hem imanının sahte olduğu anlaşılır; hem de bu haliyle o, Allah'a ve Rasûlüne karşı savaş açmış olur. Fakat aslında onun, ne Allah'la ve ne de Rasûlüyle savaş etmesi mümkün değildir. Asıl savaşı Allah ve Rasûlü ona ve onun gibi olanlara karşı açmıştır. Bu savaş, şüphesiz, böyle kimselerin dünya ve âhırette hezimete uğrayıp perişan olmalarıyle sonuçlanacak ve Allah on­lardan intikamını alacaktır. Allah'ın kıyamet günü onlardan nasıl ve ne şekilde intikam alacağını bilmemiz elbette mümkün değildir. Fakat dünf yada görülüp bilinmektedir ki, kendilerini faize kaptıran bir çok kimsel ulaştıkları büyük zenginlikten sonra mahv u perişan olmuşlar ve halk avuç açıp dilenmek zorunda katmışlardır.

Oysa insanın, hem kendisini Allah'ın gadab ve intikamına arzetme* mesi, hem de imanının tabiî bir neticesi olarak faizden tövbe etmesi halinde kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Borca verdiği ana para yine kendi­sinindir ve kendisine geri dönecektir. Almaktan vazgeçtiği faiz ise, kendisi için zarar değil, aksine hudutsuz bir kazançtır. Aynı zamanda bu, faizi ödeyecek olan borçlunun da menfeatınadır ve ondan faiz almamakla ona zulmetmekten kurtulmuş olmaktadır. [203]

 

280 Hattâ îman, öyle bir haslettir ki, bir insanda kemal mertebesine eriştiği zaman, o insanın borç verdiği kimseden faiz almasını değil, fakat borçlu­nun darda kalıp da sürenin bitiminde borcunu ödeyememesi halinde, eli bolarıncaya kadar ona yeni süre tanımasını, dahası, hiç ödeyemiyeceğini hissettiği zaman, borcun bir kısmını veya tamamını ona bağışlamasını gerektirir. Mü'min denildiği zaman, işte bu şekilde hareket eden, yâni ihtiyacı olan birdin kardeşine karşılıksız borç veren, verdiği borcun zama­nında ödenemiyeceğini anlayınca yine karşılıksız, süreyi uzatan, eğer borçlunun ödeyecek hiç gücü yoksa alacağını ona sadaka olarak bağış­layan ve bütün bunları, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yapan kimse düşünülmelidir. İnsan, bu şekildeki davranışın kendisi için daha hayırlı olduğunu bilirse, şüphesiz, daha hayırlı olanı yapar; îman ise, Allah'ın, kullarını irşad ettiği yolun kendileri için daha hayırlı olduğunun bilinmesine yardım eder. Binâenaleyh gerçek mü'min, Allah'ın gösterdiği yolun kendisi için daha hayırlı olduğunu bilen ve bunu bildiği için de o yoldan giden kimsedir.                                                                         

Allah Ta'âlâ, faiz meselesinde mü'min olanların takip edecekleri yolu açıkladıktan ve bu yolun kendileri için daha hayırlı olduğunu bildirdikten sonra, bütün müslümanlara vâz ve nasihat olmak üzere, Allah'a mutlaka dönülecek ve herkese haksızlığa uğratılmadan kendi kazancıyle mua­mele edilecek olan hesap gününü hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur: [204]

 

281. (Ey îman edenleri) Allah'a döndürüle­ceğiniz ve haksızlık edilmeksizin her­kese kazancının verileceği (o hesap) gününden korkun.

 

281 O büyük gün, insan, kendisini Rabb'ını düşünmekten ve O'nun emir ve yasaklarına uymaktan alıkoyan bütün dünyevî meşgalelerinden ve bütün cismanî lezzetlerden kopmuş ve ayrılmış olarak Rabb'ının huzu­runa çıkarılacaktır. O gün, dünyada iken ihtiyacı olduğunu düşünerek, ölünceye kadar büyük bir hırsla toplayıp biriktirdiği malının hiçbir faydası olmadığını görecek ve işte o zaman, kendisini Allah'ın emir ve yasaklarına uymaktan alıkoyan o mala büyük pişmanlık içinde lanetler yağdıracak, fakat ne pişmanlığı ve ne de laneti onu hesaba çekilmekten kurtaramıya-caktır. İşte o gün herkese, dünyada hayır ve şer olarak işlediği bütün amellerin karşılığı adalet ölçüsü içinde verilecek^hiç kimsenin hayırlı ameli zayi olmıyacağı gibi, işlediği kötü ameller de karşılıksız kalmıyacaktır.

O halde ey Müminler, eğer bu günü ve Allah'ın bu günde kullan için amellerinin karşılığı olarak hazırladığı mükâfat ve cezayı hatırlar ve bunu hatırınızdan çıkarmazsanız, o gün Rabb'jnıza hazırlıksız olarak döndürül­mekten korkar ve dünyada yalnız size sevâb kazandıracak olan amellerin peşinde koşarsınız. İşte, Allah Ta'âlâ'nın faizle ilgili hükümleri beyan ettikten sonra öğüdü budur.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu âyet-i kerîme, ribâ hakkında nazil olan âyetlerin neticesi ve aynı zamanda son sözüdür. Hattâ bu âyet-i kerîme, Buhârî tarafından nakledilen bir hadîsten de anlaşıldığına göre, Medine'de en son nazil olan âyettir.[205]

Bu âyetin inmesinden sonra Kur'ân tamamlanmış ve Hazret-i Peygamber'in Peygamberlik görevi de sona ermiştir. Nitekim bundan sonra sayılı bazı günler daha yaşamış ve Rabb'ına kavuşmuştur.

Allah Ta'âlâ mü'minleri önce kendileri için hayırlı olması dolayısıyle sadaka vermeye ve Allah yolunda mal sarfetmeye teşvik ettikten, buna karşılık insanlar arasında hem yardımlaşma duygusunu ve Allah yolunda mal sarfı arzusunu yok etmesi, hem de mal hırsını artırıp İnsanın Allah'a karşı kulluk görevlerini unutturması dolayısıyle faizi haram kıldıktan sonra, mal sahibinin malını koruyabilmesi ve aynı zamanda onu hayırlı kazanç maksadıyle kullanabilmesi için dikkat edilmesi gereken şartları açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [206]

 

282. Ey îman edenler! Belirli bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın; aranızdan bir kâtip doğru olarak yazsın ve Allah'ın kendisine öğrettiği gibi  yazmaktan   çekinmesin;   yazsın. Borçlu olan da yazdırsın ve Rabb'ı olan Allah'tan korkup borcundan hiçbir şey eksiltmesin.  Eğer borçlu câhil, yahut zayıf, yakutta bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velîsi doğru olarak yazdırsın. (Borç ve alacak yazılırken) erkekleri­nizden iki de şâhid bulundursun. Eğer ikî erkek olmazsa, râzi olacağınız şâhid-lerden bir erkekle, birinin unutması ha­linde diğerinin ona hatırlatması için iki kadın yeter. Şâhidler çağırıldıklarında (şâhidlikten)   çekinmesinler.    Küçük olsun büyük olsun, borcu, süresiyle bir­likte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah ka­tında daha adaletli, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha yakındır;   ancak   aranızda   yaptığınız alışverişin peşin (paralı) bir ticaret ol­ması halinde, onu yazmamanızda size bir günâh  yoktur.   Alışveriş   ettiğiniz zaman da şâhid tutun. Kâtibe de şahide de zarar verilmesin. Eğer (bir zarar) ve­rirseniz, bu, kendinize dokunacak bir itaatsizlik olur. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor, Allah, her şeyi hakkıyle bilendir.

283.  Eğer yolculuktaysanız ve bir kâtip de bulamazsanız, (borca karşılık) alınan rehinler yeter. Eğer birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emane­tini ödesin; Rabb'ı olan Allah'tan kork­sun. Şâhidüği gizlemeyin; her kim onu gizlerse, o, mutlaka kalbi günahkâr olan bir kimsedir, Allah, ne yaptığınızı hak­kıyle bilendir.

284. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'a ait­tir. İçinizdekini açıklasamz da gizleseniz de, Allah, onunla sizi hesaba çeker; sonra da dilediğini bağışlar, dilediğine azâbeder. Allah, her şeye hakkıyle kaa-dirdir.

 

Verilen borcun şâhidler huzurunda yazılmasıyle, veya yazılamadığı takdirde borca mukabil rehin alınmasıyle ilgili bu âyet-i kerîme'lerin, bun­dan önceki Allah yolunda mal sarfını teşvik eden, daha sonra da ribâyı mutlak surette haram kılan âyetlerle olan bağlantılarını tayin etmekte herhangi bir güçlük yoktur. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, Allah Ta âlâ'nın kendi yolunda mal sarfetmeyi ve sadaka vermeyi emret­mesi, herhangi bir müslümanın mal sahibi olmasını engelleyen ve mal şartıyla zenginliğini bertaraf eden bir hüküm getirmek maksadına matuf değildir. Başka bîr ifadeyle, «zenginlik, İslâm'da hoş görülmediği için ondan kurtuluş maksadıyle ma! sarfı» emredilmemiştir. Aksine çalışmak, alın teriyle kazanmak ve kazandığını nemâlandırmak, her müslümanın görevidir. Ancak bu kazancın nemâlandırılması da helâl yoldan olmalıdır. Nitekim elinde bir miktar malı olan kimsenin faiz karşılığında onu birisine vermesi ve helâl olmayan yollarla artırması, yukarıda ribâ âyetleriyie haram kılınmış ve bu işi yapanlar şiddetli azâb ile tehdit olunmuşlardır.

Helâl yoldan kazanılan ve helâl yoldan artırılan malın hem farz olan zekâtı, hem de fazladan sadakası verildikten sonra geride kalan miktarın yine helâl yoldan artırılması için sermaye olarak kullanılması mümkün olduğu gibi, İhtiyaç duyan bir müslümana borç olarak verilmesi de müm­kündür. Ancak helâl yoldan kazanılan malın, borç olarak verilmesi halin­de, onun zayi olmaktan korunması ve boçlunun elinde heba olup gitme­sine göz yumulmaması da mal sahibinin hakkıdır. İşte bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle malların borçluları elinde yok olup gitmekten korunması için kullarını irşad ve verdikleri borçları şâhid huzurunda yazıyla tesbit etmelerini emretmiştir. Bu emirde, helâl yolla kazanılan ma! ne kadar çok olursa olsun, onun Allah katında kötü olmadı­ğını ve mal sahibi olmanın İslâm'da haram kılınmadığını gösteren açık bir işaret vardır. Öyle anlaşılıyor ki, Allah yolunda mal sarfını ve sadaka vermeyi şiddetle teşvik eden, buna mukabil ribâ yoluyla mal kazancını yine aynı derecede haram kılan âyetlerin gelmesinden sonra, mal biriktir­menin ve zengin olmanın İslâm dîni'nde kötü sayıldığı ve Allah katında hoş görülmediği şeklinde yanlış bir inancın belirmesini önlemek maksadıyle yukarıdaki âyetler indirilmiş ve bu âyetlerde, helâl malın korunması için yapılması gereken işler gösterilmiştir. Nitekim Nisa sûresinin 5 inci âyetin­de, İnsanın dünya hayatında en önemli desteği olan malın, aklı başında olmayan kimselere verilip heder edilmemesi emrolunmuş, Hazret-i Pey­gamber de bir hadisinde «safin kişinin sâlih malını» medhetmiştir. (Hadîsiçin bkz. Ahmed İbn Hanbel, Musned, İV. 197, 202).

Buna göre, şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, İslâm'da mal, ancak tanrı edinip ona tapınıidığı, cimrilik edip Allah yolunda sarfından kaçınıldığı ve ister helâl olsun ister haram olsun, geldiği yere bakılmaksızın birikîirildiği zaman mezmûmdur, veya kötüdür. Fakat helâl yolla kazanılan ve yine helâl yolla çoğaltılıp hayırlı işlerde kullanılan malın kötü olması mümkün değildir; mü'min için destektir, kuvvettir; sevâb kazandıran ve kulun Allah'a yaklaşmasına vesile olan bir nimettir. Bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, böyle bir malın korunması için kullarına yol göstermiş ve şöyle buyurmuştur: [207]

 

282. Ey îman edenler! Belirli bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın; aranızdan bir kâtip doğru olarak yazsın ve Allah'ın öğrettiği gibi yazmak­tan çekinmesin; yazsın. Borçlu olan da yazdırsın ve Rabb'ı olan Allah'tan kor­kup borcundan hiçbir şey eksiltmesin. Eğer borçlu, câhil, yahut zayıf, yahutta bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velîsi doğru olarak yazdırsın. (Borç ve alacak yazılırken) erkeklerinizden iki de şâhid bulundurun. Eğer iki erkek olmazsa, râzî olacağınız şâhidlerden bir erkekle, birinin unutması halinde diğerinin ona hatırlatması için iki kadın yeter. Şâhidier çağırıldıklarında (şâhidlikten) çekinme-sinler. Küçük olsun büyük olsun, borcu, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha yakındır; ancak aranızda yap­tığınız alışverişin peşin (paralı) bir tica­ret olması halinde, onu yazmamanızda size bir günâh yoktur. Alışveriş ettiğiniz zaman da şâhid tutun. Kâtibe de şahide de zarar verilmesin. Eğer (bir zarar) ve­rirseniz, bu, kendinize dokunacak bir itaatsizlik olur. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyle bilendir.

283. Eğer yolculukta}'sanız ve bir kâtip de bulamazsanız, (borca karşılık) alınan rehinler yeter. Eğer birbirinize güvenir­seniz, kendisine güvenilen kimse emane­tini ödesin; Rabb'ı olan Allah'tan kork­sun. Şâhidliği gizlemeyin; her kim onu gizlerse, o, mutlaka kalbi günahkâr olan bir kimsedir. Allah ne yaptığınızı hak­kıyle bilendir.

 

282 Kur'ân-ı Kerîm'in en uzun âyeti olan yukarıdaki borçlanma âyeti, manâsının da delâlet ettiği gibi, müsiümanlara, gerek ticarî alışverişle­rinde ve gerekse karşılıksız borçlanmalarda, hak ve adalet ölçülerine riâyet etmeleri ve ticaretlerini sağlam esaslara göre yapmaları için dikkat etmeleri gereken hususları göstermiş, uymaları icabeden şartları bildir­miştir. Zira bilinen bir gerçektir ki, ticarî hayat, bazan peşin alışverişle yürütüldüğü gibi, çok defa da borçlanma esasına dayanır veya parası ileride ödenmek üzere mal peşinen teslim alınır; yahutta mal ileride teslim alınmak şartıyle parası peşin ödenir ve selem adı verilen bu son şekliyle her iki ticaret de, ileride ödenecek para ve mal yönünden hem alıcıya hem de satıcıya ödenmesi gereken bir borç yükler. Bazan da ticaret söz ko­nusu olmaksızın, şahıslar arasında borçlanmalar olur ve bir şahıs, başka bir şahsa belirli bir süre için karşılıksız borç para verir ki, karz denilen bu borcun vakti gelince alacaklıya ödenmesi gerekir. İşte, yukarıdaki âyet-i kerime'y|e Allah Ta'âlâ, bu çeşit muamelelerde, gerek alacaklıya ve ge­rekse borçluya bir takım görevler yüklemiştir ve bu görevlerin yerine getirilmesi, muamelelerin hem alacaklı ve hem de borçlu yönünden hak ve adalet ölçüleri içinde tamamlanabilmesi için şarttır.

İbn Abbâs'ın «teslimi belirli bir zamana bırakılmış olan seleî (selem) satışının helâl kılındığını bildirerek bu âyeti okuması», âyet-i kerlme'nin lyukarıda işaret ettiğimiz selem'e tahsis edildiğine dair bazı görüşlerin ileri I sürütmesine yol açmışsa da, büyük çoğunluk, âyette sözü edilen borcun, ! selem de dâhil her çeşit muamelede ortaya çıkan borç olduğu görüşü üzerinde ittifak etmiştir.

Buna göre, borçlanma vukuunda müslümanların dikkat etmeleri ve yerine getirmeleri gereken hususları şöyle sıralamak mümkündür:

1)  İki kişiden biri diğerine borçlandığı zaman, borcun ödeme süresi ister bir ay olsun, ister bir sene veya daha fazla olsun, bu borcun yazılması ve yazılı bir vesika olarak muhafaza edilmesi gerekir. Borcun yazılmama­sı, aradan geçen zaman içinde hem borç miktarının, hem de sürenin unutulmasına ve alacaklıyla borçluarasında anlaşmazlık çıkmasına sebep olabilir. Bu ise, ya alacaklı, ya da borçlu hakkının zayi olması neticesini doğurabilir. Çünkü alacaklı, verdiğinden fazlasını geri isteyebileceği gibi, borçlu da aldığından daha az borç ödeyeceğini ileri sürebilir.

2) Alacak veya borcu, adaletine güvenilen bir kâtip (kâtib-i adi veya bugünkü deyimiyle noter) in yazması gerekir. Vesikayı yazacak olan kâtibin âdil olması, alacaklı veya borçludan herhangi birine meylederek birinin hakkını diğerine geçirmemesi veya her ikisinin hakkına zarar ver­memesi yönünden önemlidir. Kâtib-i adt'in bu kadar asır önce Hazret-i Peygamber'e nazil olan âyet-i kerîme'de zikredilmiş olması, üzerinde dikkatle ve ibrette durulması gereken bir konudur.

3)  Kâtib-i adl'in, borç vesikasını Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde yazması gerekir. Allah'ın kendisine öğrettiği şey, yalnız kitabet veya yazı sanatından ibaret değildir. Ayet-i kerîme'de geçen «ilim» tâbiri, yazı sana­tını da içine alan daha umumî bir manâya şâmildir. Binâenaleyh yazı sanatına vâkıf olan kâtip, aynı zamanda, şer'î ahkâmı, hukukî kaideleri ve tâbirleri de bilmelidir. Ayet-i kerîme'de, kâtibin önce âdil olmasına, sonra da «Allah'ın öğrettiği şekilde» denilmek suretiyle ilmine işaret edilmesi ve böylece adaletin ilmin önünde zikredilmesi, adalet sıfatının ilim sıfatını kazanmayı kolaylaştırması dolayısıyledir. Başka bir ifadeyle, âdil olan kişi, kolayca ilim sahibi olabildiği halde, âlim olan kişinin âdil olması bu kadar kolay değildir. Yâni adalet, kişiyi ilme irşad ettiği halde, ilim onu adalete irşad etmez. Nitekim toplumlarda görülen fesadın çoğu, câhil olan âdil kişilerden değil, fakat âdil olmayan âlimlerden zuhur etmiştir. Binâenaleyh âdil ve âlim olan, şer'î ahkâmı ve hukukî kaideleri bilen bir kâtibin borç vesikalarını adalet ölçüleri içinde yazmaktan çekinmesi asla doğru değil­dir. Ayet-i kerîme'de bunu teyîd için tekrarlanan «yazsın» ibaresinden, bu çekinmeye hiçbir surette müsamaha gösîeriîemiyeceğine açık bir işaret vardır.                                                                                                   ı

4)  Borçlu olanın da kâtibe üzerinde bulunan borcu ikrar etmesi jve alacaklı gibi onu yazdırması gerekir. Fakat borcunu ikrar ederken Al­lah'tan korkmalı ve borcundan hiçbir şey eksiltmemelidir. Zira borçlunun, hem kendisine borç veren kimsenin kalbini yumuşatıp borç vermesini sağladığı için Allah'a, hem de kendisine borç verene şükran borcu vardır. Onun bir taraftan Allah'a şükretmesi, bir taraftan da kendisine borç verene teşekkürde bulunması gerekirken bunları unutması, sonra da aldığı borç miktarını eksik gösterip kâtibe eksik yazdırması, son derece büyük bir nankörlüktür.

5)  Eğer borçlu, aklî dengesi bozuk, zayıf, veya borcunu ikrar edip yazdırmaktan âciz bir kimse ise, böyle kimselerin işlerini yürütmekle gö­revli velîlerinin, borcu doğru bir şekilde yazdırmaları gerekir. Ayet-i kerî­me'de zikredilen sefîh kelimesi, akılsız, beyinsiz, düşüncesi kıt gibi manâ­lara gelir ve bununla aklen hasta olan kimseler kasdedilir. Zayıf tâbiri, yaşı küçük veya çok yaşlı olup işlerini idare edemiyen kimselere delâlet eder. Borcunu yazdırmaktan âciz olanlar ise, ya câhil olup akılları hiçbir şeye ermiyenler, yahutta dilsiz oldukları için söz söyieyemiyenlerdir.

6)  Alacak ve borcun yazılması esnasında iki erkek şahidin de hazır bulundurulması gerekir. Ancak âyet-i kerîm'de min ricâlikum buyuruimak suretiyle bu iki şahidin mü'minterden olmasına özellikle işaret edilmiştir; çünkü hitap mü'minleredir ve «adamlarınızdan» manâsına gelen min ricâlikum ibaresi de, iki şahidin mü'minlerden olmasını gerektirir. Keza bu ibare, aklı ermeyen çocukların da şâhidlik edemiyeceklerine delâlet eder. Ayet-i kerîme'de iki erkek şahidin sıfatlarına işaret edilmemiş ise de, Talâk sûresinin 2 nci âyetinde «içinizden iki âdil şâhid getirin», Mâide sûresinin 106 ncı âyetinde de «ölüm birinize geldiği zaman, vasiyet ederken içiniz­den yahut başkalarından iki âdil kimseyi şâhid getirin..» buyurulmuş ol­ması dolayısıyle, borcun yazılması esnasında istenecek iki erkek şahidin de âdil olmaları gerektiği hususunda ittifak edilmiştir.

7) Eğer borcun tesbitinde iki erkek şâhid bulunamazsa, borçlunun ve alacaklının dînlerine ve adaletlerine güvenip kendilerinden râzî olabilecekeri bir erkekle iki kadını şâhid tutmaları gerekir. Bir erkeğe karşılık iki

cadının şâhid gösterilmesi, kadınların erkeklere nisbetle, umumiyetle, zayıf yaratılmış olmaları dolayısıyledir. Bu sebepledir ki, kadınlarda unutkanlık ve hataya düşme ihtimali erkeklere nisbetle daha fazladır. Bazı kadınların erkeklerden üstün oldukları ve bazı sahalarda başarı sağladıkları görülse bile, bunun umumî kaideyi değiştirmesi mümkün değildir.

Nitekim âyet-i kerîme'de bu hususa işaret edilerek «birinin unutması veya hataya düşmesi halinde, diğerinin ona hatırlatması ve hatasını düzeltmesi için» iki kadın şâhid tutulması bildirilmiştir. Bu ise, kadınlardan birinin şehâdetinin, ancak diğerinin şehâdetiyle tamamlanacağı manâsındadır.

8) Borçların tesbitinde iki erkeğin, veya bir erkek iki kadının şâhidiik etmek üzere davet olunduklarında, bu davete icabet etmeleri ve hiçbir surette şâhidiik etmekten   kaçınmamaları   gerekir.  Şâhidiik,   Allah Ta'âlâ'nın bu emri gereğince farz-ı kifâyedir ve şâhidlikten kaçmak ha­ramdır. Eğer bir kimsenin, şâhidlik etmeleri için davet ettiği kimselerin hiçbiri şâhidlik etmezse, hepsi de Allah'ın emrine karşı gelmiş ve günâh işlemiş olurlar.

9) Netice olarak, borç, ister az olsun, ister çok olsun, süresiyle birlikte borç miktarının yazılması ve yazmaktan üşenilmemesi gerekir. Ayet-i kerîme'nin bu ibaresi ve bu ibarede öncelikle az ve küçük olan borca işaret edilerek onun da yazılmasının emrediimesi, borcu yazma işinin ne derece önemli olduğunu göstermeye yeterlidir. Zira öyle kimseler vardır ki, ister borçlu, ister alacaklı olsunlar, eğer borç miktarı az ise, ona ehemmiyet vermezler, hafife alırlar; ne var ki borcun hafife alınması, bir hakkın zayi olması neticesini doğurur ve borçlunun üzerinde, bazan alacaklının rızası hilâfına hak kalmış olur. İşte Allah Ta'âlâ bu hakkın zayi olmaması ve borçlunun borç altında kalmaması için, miktarı az da olsa,, borcun yazıl­masını emretmiştir. Ancak bu uzun âyette yer alan emir ve nehiylerin, borcun şâhidler huzurunda ve süresiyle birlikte yazılması işini farz manâ­sında vücûb derecesine çıkarıp çıkarmadığı hususunda kesin bir görüş belirmiş değildir. Bazı âlimler yazma işinin vâcib olduğunu ileri sürmüşler, bazıları ise, müstehabtır, demişlerdir. Fakat şurası muhakkaktır ki, âyet-i kerîme'de de beyan edildiği gibi, borcun yazılması Allah katında daha adaletlidir; çünkü Allah, bütün hükümlerinde âdildir ve kullarının da biribir-leriyle olan muamelelerinde âdil olmalarını ister. Keza borcun yazılması şâhidlik için daha sağlamdır. Çünkü alacaklının ve borçlunun ikrarlarıyle yazılan bir vesika, en emin şâhidlerden biri ve diğer şâhidlerin yardımcısı-dır. Böyle bir vesikanın bulunması halinde, alacaklının borçludan, yahut borçlunun alacaklıdan şüphe etmesine de sebep kalmamış olur.

10) Bununla beraber, eğer alış-veriş peşin olur ve alıcı parasını verdiği ânda malı teslim alırsa, bu takdirde aliciyle satıcıyı şüpheye düşü­recek, veya aralarında husumete yol açacak herhangi bir sebep bulun­madığı için, yazının terkinde günâhı gerektirecek hiçbir şey yoktur.

11) Şu var ki, peşin alışverişin yazıyle tesbitine gerek görülmese bile, bu işin yine de şâhid huzurunda yapılması lâzımdır. Zira alıcıyla satıcı arasında cereyan eden pazarlık şekli, paranın satıcıya veya malın alıcıya teslimi sırasında bazı ihtilâfların çıkmasına sebep olabilir. Eğer bu pazarlık şâhid huzurunda cereyan ederse, böyle bir ihtilâfın çıkması önlenmiş olur.

12) Şunu da unutmamak gerekir ki, veresiye alışverişlerde ve borç­lanmalarda, borcu yazan kâtiplere ve şâhidlik eden kimselere, yaptıkları bu işten dolayı zarar verilmemelidir. Ayet-i kerîme'deki velâ yudârre ibare­sinin farklı okunuşuna göre bazı müfessirler, bu ibareye, kâtip ve şahidin borcu yazmak ve şâhidlik etmek için davet olunduklarında, gelmemek, veya gelipte yazıda ve şâhidlikte tahrife yahut yalana başvurmak suretiyle alacaklı veya borçluya zarar vermemeleri gerektiğini ileri sürmüşlerse de, bunun, kâtip ve şâhidlerin adaletiyle İlgili olması ve bu hususa âyet-i kerîme'de daha önce işaret edilmesi dolayısıyle, buradatekrar edilmesine gerek bulunmadığını düşünmek yanlış olmaz. Oysa kâtip ve şâhidlerin davetten kaçınmamaları emrolunmuştur, diyerek onları kendi işleriyle meşgul olup dururken vakitli vakitsiz kâtip ve şâhidliğe çağırarak işlerinde zarara uğramalarına sebebiyet vermemenin de gerekli olduğunu düşün­mek icabeder ve âyet-i kerîme'deki ibareyi bu manâda anlamak akla daha yakın gelmektedir. Hattâ kendi işlerini bırakarak kâtiplik ve şâhidlik yapan­lara bir ücret ödenmesini düşünmek ve âyet-i kerîme'den böyle bir manâ çıkarmak bile mümkündür

Bununla beraber eğer kâtiplere ve şâhidlere herhangi bir zarar veri­lecek olursa, bu, âyet-i kerîme'de Allah'ın hududunu tecavüz etmemek hususunda O'nun hitabını yönelttiği mü'minlerin «mü'min» sıfatlarına uyan bir davranış olmaz. Çünkü mü'minin sıfatı, Allah'ın hududuna riâyet ederken onu tecavüz etmemektir. Eğer tecavüz edilirse, bu bir isyan olur ki, bunun zararı da kendilerine dokunur. O halde bütün mü'minlerin, ister alacaklı olsunlar ister borçlu, ister kâtip olsunlar ister şâhid, Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakınmaları ve O'ndan korkmaları gerekir. Zira bütün bu emir ve yasaklarda, kulların yalnız menfeatları gözetilmiş ve yalnız onların hayrına olan yollar gösterilip öğretilmiştir. Eğer Allah, kullarına doğru yolu göstermemiş olsaydı, hiç kimse sapıklıktan kendini kurtaramazdı. Allah, şüphesiz, emir ve yasakiarıyle bir takım hükümler vazetmişse, bu, kullarının hayrına olan şeyleri hakkıyle bilmesindendir. [208]

 

283 Eğer yolculuk esnasında bir alış-veriş yapılır ve bu alış-veriş dolayı-lyle bir borçlanma durumu hâsıl olur, borcu yazacak bir kâtip de buluna-lazsa, bu takdirde borçlunun, borcunu karşılamak üzere alacaklıya bir shin bırakması gerekir. Ayet-i kerîme'nin bu hükmü, herhangi bir sebep eya bir özür dolayısıyle vesîkayı yazdırmanın mümkün olmaması halin­le, yazının terkedilebileceğine ve vesika yerine geçmek üzere alacaklıya ir rehin bırakılabileceğine delâlet eder. Bu sebeple vesika yerine rehin Nrakmayı, yalnız yolculukta kâtip bulunamaması haliyle sınıriandırma-nak, fakat herhangi bir özür sebebiyle vesikanın yazdırılamaması halinde ehin bırakılabileceği manâsında anlamak gerekir. Nitekim Hazret-i Pey-jamber, Medine'de evi için bir yahudlden satın aldığı yiyecek maddesine nukabil demir zırhını ona rehin olarak bırakmıştır ki[209] hadiste, bu alışverişin yolculuk sırasında mkubulduğunu gösteren hiçbir işaret yoktur.

Netice olarak, bir mü'min bir mü'mine itimad ederek ona bir şey jmanet etmişse, Allah'tan korkarak bu emanetin sahibine İade edilme­linde titizlik gösterilmesi gerekir. Bu emanet ister borç olsun, ister borca nukabil verilmiş bir rehin oisun, ona ihanet edilmemeli ve mutlaka geri verilmelidir. Alacaklı ile borçlu arasında borca şâhidlik eden üçüncü şâhi-lin de Allah olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu itibarla borcun yazılışında şâhid oiarak bulunanların da, herhangi bir anlaşmazlık vu­kuunda şâhidlikten kaçınmamaları ve doğru bildikleri şeyi gizlememeleri gerekir. Bilinen bir şeyin gizlenmesi, çok defe onun kalpte hapsedilmesi nanâsında anlaşılır. Nasıl ei, ayak, göz ve kulak gibi organlar, insandan sâdır olan iyi ve kötü fiillerin birer âleti olursa, kalp de bir takım fiillerin âleti sayılır. İsrâ sûresinin 36 inci âyetinde insanın bir takım hareketlerinden (ulak, göz ve kalbin sorumlu olduğuna işaret edildiği gibi, yukarıdaki âyet-i <er1me'de de şâhidlik ederek bildiği şeyleri doğruca söylemesi gereken nsanın, bunu gizlemesinden kalbi sorumlu tutulmuş ve şehâdeti gizleye­rek işlediği günâh, onun kalbine yükletiimiştir. Kötü niyet, şüphesiz, kalbin işlediği günâhların en büyüğüdür. Şehâdetin gizlenmesi ise, kötü niyete dayanan fiillerdendir ve bu yüzden büyük günâhlardan sayılır. Bu sebeple hiçbir mü'minin şâhidlikten kaçınmaması ve bildiği şeyleri, bilmiyorum, görmedim, veya işitmedim diyerek gizlememesi gerekir. Zira Allah, kimin ne bildiğini, kimin neyi görüp işittiğini ve kimin ne yaptığını hakkıyle bilir. Çünkü: [210]

 

284. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'a (Vi­tir. İçinizdekini açıklasamz da, gizlese-niz de, Allah, onunla sizi hesaba çeker; sonra da dilediğini bağışlar, dilediğine azâbeder. Allah, her şeye hakkıyle kaa-dirdir.

 

284 Ayet-i kerime, daha önceki âyette yer alan «Allah, her şeyi hakkıyle bilendir» mealindeki ibareyi tamamlamak ve Allah'ın sonsuz ilmine delil olmak üzere gelmiştir. Zira Allah Ta'âlâ'nın emir ve yasaklanyle kullarını, yalnız kendileri için hayırlı olan yola hidayet etmesi, onların menfeat ve zararlarına olacak her şeyi hakkıyle bilmesindendir. Allah'ın bunu bilmesi ise, göklerde ve yerde her ne varsa, bunları bizzat kendisinin yaratmış oiması, mülkiyetinin yalnız kendisine ait bulunması ve bunların tasarru­funda hiçbir ortağının bulunmaması dolayısıyiedir.

Emir ve yasaklarına karşı durulmayan, kendisinden başkasına ibadet edilmeyen, kullarına dilediğini emrederek onu yapmakla mükellef kılan Allah'tan başka yaratıcı yoktur. Mülk sûresinin 14 üncü âyetinde de beyan edildiği gibi, yaratan, yarattığı şeyin açığını gizlisini bilmez olur mu? İşte bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, kimin yapması gereken şehâdeti gizlediğini, kimin yalan şehâdette bulunduğunu ve kimin de doğru söylediğini hak-kıyle bilir. Çünkü kullarının açığa vurduklarını da, kalplerinde gizlediklerini de bilmesi, sonra kötü niyetlileri, içlerinde hased, kin ve düşmanlık besle­yenleri, besledikleri bu duygularından dolayı hesaba çekmesi, bu duygu­ların neticesi olan kötü fiillerden dolayı da onları cezalandırması, O'nun adaletindendir. Ayet-i kerlme'de Allah Ta'âlâ'nın hesaba çektiği günahkar kullarından dilediğini bağışlayacağı, dilediğine de azâb edeceği beyan olunmuştur. Bazı câhiller buna dayanarak, terazinin ölçüsüz, hükmün tesadüfi olduğunu ileri sürüp günâh üzerinde ısrar ederler ve günah üstüne günâh işlerler. Oysa âyet-i kerîme'nin gayesi, ilâhi adaletin iptali değildir ve onu bu manâda değerlendirmek büyük iftiradır. Allah'ın günah­kar kullarından dilediğini bağışlaması, dilediğine de azâb etmesi, bağış­lanmaya lâyık olanları bağışlaması, azaba müstehak olanlara da azâb etmesi manâsındadır. Öyle insanlar vardır ki, günâh İşlerler, sonra da akıllarını başlarına alıp tövbe ederler; işledikleri günâhın bağışlanması için de kendilerini hayır işlerine verirler. İşte, Allah'ın dilediği takdirde bağışla­yacağı günâh, böyle kimselerin günâhlarıdır. Bunların arasında tövbeleri­nin derecesine ve hayır işlerindeki gayretlerine göre, işledikleri günâh kadar cezalarını çekecek olanlar da vardır. Bu sebeple, hiç kimsenin

Allah'ın adaletinden şüphe etmeye hakkı yoktur. Fakat şunun da unu­tulmaması gerekir ki, bütün mahlûkat Aüah Ta'âlâ'nın mülküdür. Mülkü üzerinde dilediği şekilde tasarrufta bulunmak ve bu manâda dilediğinin günâhını bağışlayıp dilediğine azâbetmek, elbette mülk sahibinin işidir ve hiç kimsenin O'na bu tasarrufundan dolayı sual sormaya hakkı yoktur. İşte bu manâyı teyîd etmek üzere, âyet-i kerime'nin sonunda, «Allah her şeye hakktyie kaadirdir» buyurulmuştur ki, bu, kudretiyle dilediği şeyi infaz eder, manâsındadtr.

Allah Ta'âlâ, Bakara sûresinin başından sonuna kadar, iman ve iibadet esaslarını, evlenme, boşanma ve borçlanma gibi çeşitli ahkâmı beyan ettikten, bu arada mü'min, münafık, kâfir ve müşriklerin sıfatlarını açıkladıktan, kitap ehlinin ve özellikle yahudîlerin tarih sahnesine çıktıkları devirlerden itibaren küfre dayalı yaşayışlarını ibret verici tablolar halinde gözler önüne serdikten sonra, sûreyi, mü'minlerin düllerinden düşürmiye-cekleri «hatime» mahiyetindeki bir dua ile tamamlamış ve şöyle buyur­muştur: [211]

 

285. Rabb'ından kendisine indirilene Pay-gamber de îman etmiştir, mü'minler de; hepsi de, Allah'a, meleklerine, kitapla­rına ve peygamberlerine îman etmiş ve şöyle demişlerdir: « Allah' in peygamber­lerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz. İşittik ve itaat ettik; Rabb'ımız, bağışlamanı dileriz. Dönüş sanadır».

286. Allah hiç kimseye gücü dışında bir şey yüklemez. Kazandığı iyilik lehine, kötü­lük ise aleyhinedir. Rabb'ımız! unut­muş, yahut hata yapmışsak, (bu yüzden) bizi sorumlu tutma. Rabb'ımızf Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Rabb'tmız! Gücümü­zün yetmiyeceğini bize taşıtma. Bizi affet; bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bizim mevlâmızsın. Kâfir milletlere karşı bize yardım et.

 

Bu iki âyet-i kerime, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Bakara sûresinin hâtimesidir. Allah Ta'âlâ, bu iki âyetle, Hazret-i Peygamber'in ve mü'min­lerin îmanlarına şehâdet etmiş ve onlara, kendilerini selâmete çıkaracak, aynı zamanda dünya ve âhıret saadetine ulaştıracak bir duayı öğretmiştir.

Sûrenin mukaddimesi sayılabilecek ilk âyetler gözönünde bulunduru­lursa, mukaddimeyle hatime arasındaki yakın münâsebeti tesbit etmekte herhangi bir güçlük çekilmez. Bu ilk âyetlerde, Hazret-i Peygamber'e indirilen Kur'ân-ı Kerîm'e işaretle, bu kitapta, onun Allah kelâm: olduğu hususunda insanı şüpheye düşürecek hiçbir şey bulunmadığı ve bu se­beple onun, Allah'tan sakınanlar için bir rehber olduğu bildirildikten sonra, Allah'tan sakınanların sıfatları açıklanmış ve şöyle buyuruimuştur: «Bunlar gayba inanırlar, namazları dosdoğru kılarlar ve bizim kendilerine verdiği­miz rızıktan sarfederler. Keza hem sana indirilen Kitaba, hem de senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inanırlar; hiç şüphe etmeden âhireti de tanırlar. İşte bunlar, Rab'lanndan gelen hidayet üzerindedirler; kurtuluşa erenler de bunlardır»

Allah Ta'âlâ, Allah'tan sakınanların belli başlı sıfatlarını ve onların tutundukları îman esaslarını Bakara sûresinin ilk âyetlerinde böylece beyan ettikten sonra, kalplerine îman nuru düşmemiş kâfirlerin ve kendile­rini şüpheden kurtaramamış şâir insanların hallerini açıklamış, çeşitli ahkâm âyetleriyle insanları dünya ve âhıret saadetine ulaştıracak esasları vazederek onları bu esaslara uymaya davet etmiştir. Nihayet sûreyi, sûre içerisinde zikredilen bütün esaslara uyan ve kalplerinde en ufak bir şüphneye yer vermeden îmanın en yüksek mertebesine ulaşan Hazret-i Pey-gamber'le onun yolunda gidenlerin bu îmanlarına şehâdet ve onların hidayet üzerinde oîan ve kurtuluşa eren kimseler olduklarım tescil etmiştir. Binâenaleyh Bakara sûresinin başında da işaret edildiği gibi, gayba ina­nan, namazlarını dosdoğru kılan, kendilerine verilen nzıktan Allah yolunda sarfeden, Allah'ın indirdiği bütün kitaplara inanan ve âhtreti de tanıyan gerçek mü'minler, Hazret-i Peygamber ve onun yolunda gidenlerdir. Bun­lar, kalplerinin bütün samimiyetiyle îmanlarını ikrar ederler ve bu îmanın gereği olan amelleri işlemekte kusur etmezler. Aynı zamanda, Allah'ın af ve mağfiretini dilemekten ve ayaklarının kaymaması için Allah'ın yardımını istemekten de geri kalmazlar.

Bakara sûresinin bu iki âyeti ve bu âyetlerin fazîleti hakkında Hazret-i Peygamber'den bazı sahîh hadîsler rivayet edilmiştir. Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuş­tur: «Her kim geceleyin Bakara sûresinin son iki âyetini okursa, bu iki âyet, onun emniyet İçinde bulunmasına yeter».[212]

Müslim tarafından rivayet edilen bir başka hadîs ise, bu iki âyetin nüzul sebebini de açıklar mahiyetedir. Ebû Hureyre'den gelen bu hadîse göre, yukarıdaki «göklerde ve yerde ne varsa Allah'a aittir. İçiniz-dekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah, onunla sizi hesaba çeker» mealindeki 284 üncü âyet nazil olunca, bu, sahabîtere ağır gelmiş ve Hazret-i Peygamber'e başvurarak «yâ Rasûlallah, biz, namaz, oruç, cihad ve zekât gibi ancak takat getirebileceğimiz amellerle mükellef kılın­dık. Halbuki bu âyete takat getiremeyiz» demişlerdir. Hazret-i Peygamber de onlara «Siz, sizden önceki kitap ehli gibi işittik ve isyan ettik mi demek istiyorsunuz? Hayır, işittik ve itaat ettik. Rabb'ımız, bağışlamanı dileriz; dönüş ancak sanadır, deyiniz» buyurmuş, bunun üzerine de bu iki âyet nazil olmuştur[213]

Bu âyetlerin başında, Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'in ve onunla birlikte bulunan ashabının Al­lah'a, meleklerine, kitaplarına ve hiçbiri arasında yardım yapmaksızın bütün peygamberlerine olan îmanlarını tasdik etmiş, sonra da, onlara af ve mağfiretiyie düşman belâsına karşı yardımını kazandıracak bir duayı öğ­retmek maksadiyle şöyle buyurmuştur: [214]

 

285. Rabb'tndan kendisine indirilene Pey­gamber de îman etmiştir, mü'minler de; hepsi de, Allah'a, meleklerine, kitaplarina ve peygamberlerine îman etmiş \ şöyle demişlerdir: «Allah'ın peygambe lerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz. İşittik ve itaat ettik; Rabb'ımız! Bağışlamam dileriz. Dönüş sanadır».*

286. Allah hiç kimseye güeü dışında bir ş§y yüklemez. Kazandığı iyilik lehine, kötü­lük ise aleyhinedir. Rabb'ımız! Unut­muş, yahut hata yapmışsak, (bu yüzden) bizi sorumlu tutma. Rabb'tmız! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Rabb'ımız! Gücümü­zün yetmiyeceğini bize taşıtma. Bizi affet; bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bizim mevlâmızsın. Kâfir milletlere karşı bize yardım et.

 

285 Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, A!lah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'nin ilk ibaresiyle Hazret-i Peygamber'in ve onunla birlikte olan mü'minlerin îmanlarına şehâdet etmiş ve gerek Hazret-i Peygamber'in, gerekse onun etrafında bulunan ashabının bu sûrede ve diğer sûrelerde indirilen iman ve ibadet esaslarını ve diğer ahkâmı tam bir ihlâs ile tasdik ettiklerini beyan buyurmuştur. Bîr mü'minin, diğer bir mü'minin îmanına şehâdet etmesi ve bazı kusurları bulunsa bile «o, gerçekten mü'min bir kişidir» demesi, şüphesiz güzel bir şeydir; fakat o kimsenin îmanına Allah'ın şehâdet etmesi ve Kitabında bunu beyan buyurması, diğer şehâdetle kıyasianamı-yacak bir yüceliğe sahiptir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber ve ashabı, îmanları ve bu îmanın kendilerine kazandırdığı fevkalâde üstün sıfatlarıy-le Allah'ınşehâdetinemazharolarak müstesna bir mevki kazanmışlardır. Gerek Hazret-i Peygamber ve gerekse etrafındaki ashabından her bin, Allah'ın varlığına, birliğine, mahlûkaîı hakkında vazettiği nizamın hik­metine, meleklerin varlığına, bunların Rab'ları tarafından özel görevlerle görevlendirildiklerine, bu cümleden olarak, Cebrail'in Allah ile peygam­berleri arasında elçilik görevi yaptığına ve Allah'tan vahiy getirdiğine, Allah'ın vahiy yoluyla Kur'ân'da indirildiğini bildirdiği kitaplarına, gönder­diğini bildirdiği peygamberlerine tam bir ihlâsla îman etmişler, sonra da bu peygamberler arasında, peygamber olmak ve peygamberlik görevini îfa etmek yönünden hiçbir ayırım yapmadıklarını söylemişlerdir. Ve yine de­mişlerdir ki: Biz, Peygamber tartından bize tebliğ olunan her şeye kulak verip dinledik. Ona itaat edip emrettiklerini yaptık; nehyettiklerinden sa-kındtk. Bütün amellerimizi, bütün fiil ve hareketlerimizi bu emir ve nehiy-lere göre düzenledik. Nefislerimizi bu emir ve nehiylerin ışığı altında terbiye ettik.

İşte, îmanlarında bu derece ihlâslı olanlar, Rab'lanna yönelip niyazda bulunmayı ve «Rabb'ımiz! Bizi bağışlamanı diieriz. Dönüş sanadır» de­meyi de ihmal etmezler. Çünkü sahip oldukları iman, istemiyerek de olsa, işledikleri bir günah yüzünden yeryüzünde cezalandırılıp rezil ve rüsvay olmaktan, yahut âhırette Allah'ın ıkâbına uğrayıp azâb çekmekten onları son derece büyük korkuya sevkeder. Bu sebeple, bir taraftan günâh işlememeye dikkat ederlerken, bir taraftan da herhangi bir kusursebe-biyle hâsı! olan günâhtan tövbe ederler ve Allah'ın onu bağışlıyarak dün­yada örtmesini, âhırette de bu günâh yüzünden azâb etmemesini dilerler. Çünkü yakînen bilirler ve inanırlar ki, nihâi dönüş Allah'adır ve her insan, dünyadaki amellerinin karşılığını O'na dönüşünde alacaktır. [215]

 

286 Allah, hiç kimseye gücü dışında bir şey yüklernez; yapamıyacakları hiçbir şeyin yapılmasını emretmez. Her neyi emretmiş ve her neyden nehyetmişse, veya dînden şeriat olarak her neyi vazetmişse, bunların hepsi de, kullarının güçleri dışında olmayan şeylerdir. Yine Bakara sûresi­nin oruçla ilgili 185 inci âyetinde beyan edildiği gibi, Allah, kullarına kolay­lığı ister; fakat güçlüğü istemez.

Ayet-i kerîme'nin bu ibaresi, müfessirler arasında iki şekilde tefsir edilmiştir. Bazılarına göre «Allah hiç kimseye gücü dışında bir şey yükle-mez» ibaresi, «işittik ve itaat ettik. Rabb'ımız! Bağışlamanı dileriz. Dönüş sanadır» diyerek niyazda bulunan kullarına Allah Ta'âiâ'dan bağışlandık­larını bildiren bir müjdedir; yani Allah Ta'âlâ'nın haberidir. Bazılarına göre ise, bağışlanmalarını dileyen mü'minlerin, Allah Ta'âlâ'nın kulları üzerin­deki sonsuz merhametine dayanak O'nu, kendilerine güçleri üstünde bir şey yüklemeyen bir Rab olarak tavsif etmelerinden ibarettir. Kısacası bu ibare, bir evvelki âyette «Rabb'ımız! Bağışlamanı dileriz. Dönüş sanadır» diyen mü'minlerin sözlerinin devamıdır ki, Allah Ta'âiâ'nın onlara, kendi­sini bu şekilde tavsif etmelerine izin verdiğini gösterir.

Ayet-i kerîme'nin bunu takip eden «kazandığı iyilik lehine, kötülük ise aleyhinedir» mealindeki ibaresi de, ilk ibarenin devamı olarak; ya Allah Ta'âlâ'nın haberidir, yahutta mü'minlerin âhırete taalluk eden bilgileri dâhilinde olan bir gerçeği, yine Allah'ın izniyle itiraf etmelerinden ibarettir. Zira her insanın iyilik olarak yaptığı amellerin mükâfatını, buna mukabil kötü amellerinin de cezasını göreceğini bilmesi ve buna böylece inanma­sı, dînî görevlerinin başında gelen hususlardandır. Ancak buna inanan insandır ki, Allah'ın rızasını kazanmak ve âhırette mükâfatına nail olmak için iyi amellerle sevabını artırmaya, fakat azabına uğramamak için de günâh işlememeye çalışır.

Ayet-i kerime'de «kazandığı iyilik lehine, kötülük ise aleyhinedir» manâsı verdiğimiz7e/m mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet ibaresini değişik bir ifadeyle manâlandırmak gerekirse «kesbettiği şey lehine, iktisâb ettiği şey ise aleyhinedir» demek mümkün olur. Ancak lugatta kesb ve iktisâb kelimeleri aynı manâda kullanılmış ve her iki kelimeye de «kazanmak» manâsı verilmiştir. Şu var ki, kesb ve iktisâb kelimeleri «kazanmak» manâ­sına gelmiş olsa bile, her iki kelimede «kazanma» neticesini doğuran ameller arasındaki fark, bu kelimelerin manâları arasında bulunması ge­reken farka da delalet eder. Buna göre kesb, insan için kolay olan kazan­ca, iktisâb ise, güç sarfederek ve zorlanarak elde edilen kazanca delâlet eder. Buna göre insan için koiay gelen ve lehine olan amellerle, ona zor gelen ve aleyhine olan amelleri araştırmak gerekir. Acaba insan, yaratılış itibariyle hayırlı amelleri mi işlemeye meyyaldir; yoksa kötü olan amelleri mi işlemeye meyyaldir? Bu soruyu cevaplandırmak, insanın, hayırlı amel­leri mi, yoksa kötü amleri mi daha kolay işleyebildiğini tesbit etmek bakı­mından önemlidir.

Allah Ta'âlâ, Rûm sûresinin 30 uncu âyetinde şöyle buyurmuştur: «Yüzünü bir muvahhid olarak dîne, Allah'ın o fıtratına çevir ki, Allah insanları onun üzerine yaratmıştır». Hazret-i Peygamber de bir hadîsinde «her doğan, ancak fıtrat üzere doğar; sonra da anası babası, onu yahudî, yahut nasranî, yahutta mecusî yaparlar[216]

buyurmuştur.

Bu âyet ve hadîs, insanın İslâm fıtratı üzerine yaratıldığını, ancak dış tesirlerin onun fıtratında bozukluklar meydana getirdiğini gösteren açık ve kesin birer delil teşkil eder. İnsanın İslâm fıtratı üzerine yaratılmış olması ise, onun, yaratılıştan hayırlı amelleri işlemeye meyyal olduğunu gösterir ki, işte bu temayül sebebiyle insana hayır işlemek daha koiay gelir. Buna göre, âyet-i kerîme'deki ibarenin manâsı şöyle olmak gerekir: «İnsanın hayırlı ameller işleyerek kazandığı sevâb kendi lehine kötü ameller işleye­rek kazandığı günâh ise, aleyhinedir».

İşte bu inanç içerisinde olan mü'min, Allah'ın son derece büyük bir lutfu olarak kendisine talîm ettiği duayı okur; onu tekrar okur ve yaşadığı sürece okumaktan usanmaz. Çünkü bu duâ, Allah Ta'âlâ'nın, gerçekten îman etmiş kullarına ihsan ettiği bir kurtuluş reçetesidir ki, hiçbir mü'min, bu reçetenin tarifini umursamazlık edemez:

Rabb'ımız! Eğer unutarak veya hataya düşerek yapılması gereken bir şeyi yapmamış, yahut yapmamamız gerekirken onu yapmışsak, ihmali­mizin ve ihtiyatsızlığımızın sebep olduğu bu kusur yüzünden bizi muâhaze etme. Biliyoruz Ki, bir şeyi unutmak, ona itinâ göstermemenin, önem vermemenin ve üzerinde durup fikir imal etmemenin neticesidir. Oysa senin emir ve yasaklarına itinâ göstermemek, onlara önem vermemek ve üzerlerinde durup düşünmemek nasıl mümkün olur? Tâ-Hâ sûresinin 126 net âyetinde «âyetlerimiz sana geldiği halde, sen onları unutmuştun. Kıyamet günü de sen unutulursun» buyurduğun zaman, unutkanlığın bizim için bir mazeret olamıyacağını, emir ve yasaklarını unutanları muâ­haze edeceğini ve onları cezalandıracağını öğrenmiştik. Fakat bize talim ]l ettiğin şu duâ ile üzerimizdeki rahmetinin genişliğine inancımız bir kat ;| daha arttı ve anladık ki, biz bazan unutkanlık illetine yakalansak bile, sen 4 bize doğru yolu göstermek lutfunu bizden esirgemiyorsun. Rabb'ımız! unutarak işlediğimiz günâhlarımızı bağışla. Tövbe istiğfar ediyoruz. Bun­dan sonra unutmamaya, emir ve yasaklarına titizlikle uymaya söz veriyo­ruz. Bunun gibi, bizim diğer hatalarımızı da bağışla. Bu hatalarımız yüzün­den bizi cezalandırma.

Rabb'ımız! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Bakara sûresinde bize verdiğin örneklerden anladık ki, bizden önce gelip geçmiş milletlere, özellikle yahudllere güçlerinin yetmiyeceği ve altından kaîkamıyacakları yükler yüklemiş.onları çok ağır hükümlerle mükellef tutmuştun. Senin yaptığın her şeyde, şüphesiz bir hikmet, akıl sahiplerinin almaları gereken bir ibret vardır. Bize öyle geliyor ki, isyan eden ve ihsan ettiğin sayısız nimetlere şükretmesini bilmeyen milletlere, emir ve yasaklarını ağırlaştırman, âhtrette onlar için hazırladığın azabı daha çok artırmak içindir. Rabb'ımız! Bizi sana karşı isyan etmekten koru; nimetlerine şükreden kullarından eyle ve bize altından kaikamıyacağımtz işler yükleme. Yükleme ki, kıyamet günü sen'in huzuruna bu işleri yapa­mamış insanların mahcubiyeti ve korkusu içinde çıkmayalım.

Rabb'ımız! Bugün, yahudîlerin elinde, içindeki gerçekleri gizlemek için tahrif ettiklerine, hevâ ve heveslerine göre değiştirip senin mukaddes kitabın olmaktan çıkardıklarına senin de şehâdet ettiğin bir kitap var:

Tevrat, İşte bu kitapta yer alan bazı hükümlerde, eğer senin koyduğun hükümlerden bir takım gerçek kırıntıları varsa, bu hükümlerin ne kadar ağır olduğunu görüyor ve yahudîlerin bunların altından nasıl kalkabileceklerine şaşıyoruz. Meselâ çıkış (12/I5)ta «yedi gün mayasız ekmek yiyeceksiniz»;

22/15 de «ve babasına yahut anasına vuran mutlaka öldürülecektir»;

22/17 de «Ve babasına yahut anasına lanet eden mutlaka öldürülecektir»;

22/28 de «Ve eğer bir öküz bir erkeği yahut bir kadını süserse, ve o ölürse, öküz mutlaka taşianacaK ve onun eti yenilmiyecektir...»; Levililer (15/19-24) de «ve eğer bir kadının akıntısı olur ve bedeninde akıntısı kan olursa- yedi gün murdarlığında kalacak; ve ona her dokunan akşama kadar murdar olacaktır... Ve kadının oturmuş olduğu yatak yahut herhangi bir döşek üzerinde bir şey olursa, adam o şeye dokunduğu zaman, akşama kadar murdar olacaktır. Ve eğer bir adam onunla yatarsa ve kadının murdarlığı ona bulaşırsa, yedi gün murdar olacak; ve üzerinde yattığı her yatak murdar olacaktır»; Sayılar (19/11) da «Herhangi bir insan ölüsüne dokunan yedi gün murdar olacaktır.. Bir ölüye, herhangi bir insan cesedine doku­nan ve kendisini tathir etmiyen adam Rabb'ın meskenini murdar eder; ve o can İsrail'den atılacaktır...» Tesniye (22/18) de «eğer bir adamın, inatçı ve âsi, babasının sözünü ve anasının sözünü dinlemiyen ve kendisini tedip ettikleri halde onları dinlemiyen bir oğul olursa, o zaman babası ve anası onu tutacaklar ve onu şehrinin ihtiyarlarına, ve yerinin kapısına çıkaracak­lar... Ve şehrinin bütün adamları onu taşlarla taşlayacaklar ve ölecek; ve aranızda kötülüğü kaldıracaksın; ve bütün İsrail İşitip korkacaklar» denil­miştir. Rabb'ımız! Bu hükümler, eğer senin Mûsâ (a.s.) ya gönderdiğin şerîat içinde yer alan hükümlerden ise, bizi bu dercede ağır hükümlerden sorumlu tutmadığın için sana ne kadar şükretsek azdır; oysa biz, bizi sorumlu tuttuğun hükümler karşısında bile ne kadar kusurluyuz! Bizim bu kusurlarımızı bağışla, Rabb'ımız!

Rabb'ımızi Biliyoruz ki sen, günahkar kullarını hem dünyada hem âhırette cezalandırırsın. Eğer sen bağışlamazsan, günahkarları senin cezandan kurtaracak ne bir yardımcı ve ne de bir şefaatçi vardır. Bu sebeple bizi, sana karşı işlediğimiz kusurlardan dolayı dünyanın çeşitli musibetleri, belâları ve tehlikeleriyle cezalandırma. Bizi, açlıkla, kıtlıkla, zelzele, sel, yangın gibi âfetlerle ve düşman belâsıyle terbiye etme. Takat getiremiyeceğimiz musibetlerden bizi koru. Ahirette de bize Cehennem azabı gösterme.

Rabb'ımız! Günâhlarımızı affet; rahmetini üzerimizden eksik etme. Dünya ve âhıret sâadetine bizi ulaştıracak olan hak yoldan, sevgili Pey-gamber'imizin bize öğrettiği, Cennet nimetleriyle müjdeleyip Cehennem azâbıyle korkuttuğu İslâm Dlni'nden bizi ayırma.

Rabb'ımız! Sen bizim mevlâmızsın. Bütün âlemleri, yerde ve gök­lerde var olan her şeyi yaratan sensin. Senden başka yaratıcı yoktur. Bizi yoktan vareden, insan olarak yaratıp ihsan ettiğin akıl, iz'an ve idrâk ile bizi şereflendiren, kalplerimizi İslâm nûruyle nurlandıran sen'sin. Bu sebeple yalnız sana hamdeder, şerefli kıldığın alnımızı, yalnız sen'in huzurunda toprağa sürüp, yalnız sana ibadet ederiz.

Rabb'ımfz! Sana karşı işlediğimiz bütün kusurlarımıza ve günâhları­mıza rağmen, sen'in günahkar mü'minler üzerindeki rahmetinin genişli­ğine dayanarak bizi bağışlamanı ve kâfir milletlere karşı bize yardım etmeni diliyoruz. 0 milletler ki, senin Kitabını, senin Peygamberini ve senin tafîm ettiğin dîni inkâr etmişler, senin ulûhiyetteki vahdaniyetine gölge düşürüp kendi haham ve rahiplerini kendilerine Rab edinerek onları sana ortak koşmuşlardır. Bununla beraber, senin Rahman sıfatının bir tecellisi olarak, dünyada mü'min olsun kâfir olsun, bütün kullarına ihsan ettiğin hudutsuz nimetlerden, onlar daha çok istifade etmesini bilmişler ve sen'in hem mü'min hem günahkar ve böyle olduğu kadar da çalışmayı ve ilerlemeyi becerememiş kullarına zulmeder olmuşlardır. Rabb'ımız! Gü­nahlarımızı bağışla; bize çalışma yollarını göster ve bizi tembellikten kur­tar. Dînimizi, vatanımızı, milletimizi ve bütün müslüman ülkelerini kâfir düşman tasallutundan koru. Bizi, senin yolundan ayırmıyacak üstün me­deniyet seviyesine ulaştır. Bizim üzerimizden yardımını esirgeme, Rabb'ımız!

Amin. [217]                                                                                           

 



[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/299-300.

[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/300-301.

[3] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/302-303.

[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/303-304.

[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/304.

[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/304-305.

[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/306-307.

[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/307-315.

[9] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/315-316.

[10] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/316-318.

[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/319-320.

[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/320-321.

[13] Hadîs için bkz. Beyhakî, Sünen, vı.270.

[14] hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11.103; Tirmizî, Sünen, IV.433; Nesâî, Sünen, VI.247, İbn Mâce, Sünen, 11.159; Ahmed İbn Hanbel, Musned, ıv.186, 187; v.266), vasiyet hükmünün neshedildiğini ileri Sürenler olmuş (neshle ilgili olarak İbn Abbâstan nakledilen bir haber için bkz. Ebû Dâvûd, Sunen,ıı.i03

[15] Hadis için bkz. Buharı, Sahîh, !!!. 186; Müslim, Sahîh, İli. 1249

[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/322-324.

[17] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/324-325

[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/325.

[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/327-328.

[20] Hadis için bkz. Buhârî, Sahih, II. 226.

[21] bkz. sünen,ıv. 167

[22] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, il. 222

[23] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/328-330.

[24] Hadîs için bkz. Buhân, Sahîh, ıı. 226

[25] Hadîsin muhtelif rivayetleri için bkz. Müslim, Sahîh, II. 789-790

[26] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/330-335.

[27] Hadîsin metni için bkz. Buharı, Sahih- II. 229; Müslim, Sahîh, li. 759; Nesâı, Sünen, IV. 135

[28] Hadis için bkz. Buhârî, Sahîh, IV. 26; Müslim, Sahih, ili. 1359

[29] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/335-340.

[30] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, VIII. 168; Müslim, Sahih, IV. 2076

 

[31] Hadîsin metni için bkz. Buhârî, Sahîh, il. 226.

[32] Hadîsin metni için bkz. Tirmizî, Sünen, V. 578; İbn Mâce, Sünen, 1. 533; Ahmed İbn Hanbel, Musned, IV. 15

[33] Hadîs için bkz. İbn Mâce, Sünen, I. 533           

[34] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/341-343.

[35] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, ıı. 230.

[36] Hadîs için bkz. Ahmed ibn Hanbel, Musned, III. 460

[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/344-345.

[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.

[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/349-350.

[40] Hadîs için bkz. Buharı- Sahih, İli. 101; Müslim, Sahih, İli. 1337

[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/350-351.

[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/352-354.

[43] Hadis için bkz. Buhârî, Sahih, II. 205; Müslim, Sahih, IV. 2319.

[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/354-356.

[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/357.

[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/357-358.

[47] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/358-359.

[48] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/359.

[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/359.

[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/360-361.

[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/361-362.

[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/362-364.

[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/366-368.

[54] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh,ıı.2O8; Müslim, Sahîh, ıı. 860

[55] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/368-372.

[56] Hadisin metni için bkz. Buharı, Sahih, 11.141; Müslim, Sahîh,ll.983

[57] Bununla ilgili haber için bkz. Buhârî, Sahih, 11.141 -142

[58] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/372-375.

[59] İbn Abbâs'ın bu haberi için bkz. Buhârl, Sa-h1h.ll.197

[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/375-376.

[61] Hadîsinmetni için bkz. Buharı, Sahih, V.158; Müslim, Sahih, II. 893-894

[62] Hadîsin menti için bkz. Buhârl, SahîhA/.ı 59

[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/376-378.

[64] Hadîsin menti için bkz. Ahmed ibn Hanbei, Musned, v.411

[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/378-380.

[66] Hadis için bkz. Buhar?, Sahîh, vıı.163; Müslim, Sahîh, iv. 2070

[67] Hadis için bkz. Müslim, Sahih, IV.2069; keza bkz. Ahmed İbn Hanbel,Musned, III. 107, 288

Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/380-381.

[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/381.

[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/381-383.

[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/384.

[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/385.

[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/385-386.

[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/386-387.

[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/387-388.

[75] Hadîs için bkz. Buharı, Sahih, I. 38; Müslim, Sahih, 1. 82.

 

[76] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/389-390.

[77] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/390-391.

[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/391.

[79] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/391-392.

[80] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/394-395.

[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/396.

[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/396-398.

[83] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/399-402.

[84] Hadîs için bkz.Buhâri, VIII. 56.

 

[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/402-405.

[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/405-406.

[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/406-408.

[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/410-411.

[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/411-413.

[90] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/413-416.

[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/416-417.

[92] Haber için bkz. Ahmed ibn Hanbei, Musned, n.351

[93] Hadîsin metni için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11.291; Tirmizî, Sunen,V.254; Nesâl, Sünen, vııı.286; Ahmed İbn Hanbei, Musned,ı. 53

 

[94] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/418-420.

[95] Hadis için bkz. Buharı, Sahîh,V.189; Ebû Dâvûd, Sünen, ıı. 291

[96] Hadis için bkz. Ebû Dâvüd, Sunon,ll. 293; Tirmizı, Sünen, IV. 297; İbn Mâce, Sünen, II. 330; Ahmed İbn Hanhel, Müsned, II. 118, IV. 267,273

[97] Bkz. Mustim, Sahîh, ııı. 1587; Ebû Dâvûd, Sünen, II.293; Tirmizı, Suhen, IV.290; Ahmed İbn Hanbel, Musned, n.16,29,31

 

[98] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, ıı. 117

[99] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/420-424.

[100] Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11.103; Nesâî Sünen, VI. 256

 

[101] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/424-426.

[102] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/434-436.

[103] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, VI.123; Müslim, Sah1h,H.iO86

 

[104] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/436-439.

[105] Hadis için bkz. Müslim, Sahih, 1.246; Ebû Dâvûd, Sunen,l.59,499; Nesâl, Sunen,l.187; Tirmizı, Sunen,V.214; Ahmed İbn Hanbel, Musned, 111.132,246

[106] Hadis için bkz. Müslim Sa­hih, İ.245

 

[107] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/439-441.

[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/441-442.

[109] Hadis için bkz. Müslim, Sahih, III. 1272

[110] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/443-444.

[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/444-445.

[112] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/445-446.

[113] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/446.

[114] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/446-449.

[115] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/450-451.

[116] Hadîs için bkz. Buharı, Sahih, VI. 182; Müslim, Sahîh, II. 1055.

 

[117] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/451-453.

[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/454-455.

[119] Hadîs için bkz. buhârî, Sahih, VI. 184; Ebû Dâvûd, Sünen, 1.481; Tirmizî, Sünen, V. 216.

[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/456-458.

[121] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/458-461.

[122] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, V. 13; Müslim, Sahih, II. 1122; Ebû Dâvûd, Sünen,!. 538

[123] Zeyneb Bint Ebî Seleme'den gelen bu haber için bkz. Musiim, Sahîh, II. 1124.

[124] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, ıı. 1124

[125] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/462-464.

[126] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/464-465.

[127] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/466.

[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/467-468.

[129] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sunen,V.14; Nesâı, Sünen, 1.231; İbn Mâce, Sünen, I.333; Ahmed İbn Hanbel, Musned, v.346

[130] Hadîs için bkz. Müslim, ahîh, 1.87-88

[131] Hadîs için bkz. Buhârî. Sahih, lll. 233; Müslim, Sahih, 1.436

[132] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 1.138; Müslim, Sahîh, I.436

[133] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, V.162; Müslim, Sahlh,l.383

[134] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/468-471.

[135] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/471-472.

[136] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/472-474.

[137] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/474.

[138] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/474-475.

[139] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/479-480.

[140] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/480-482.

[141] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/482.

[142] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/482-484.

[143] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/486-487.

[144] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/487-488.

[145] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/488-489.

[146] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/489-490.

[147] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/490.

[148] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/490-491.

[149] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/491-492.

[150] Hadisin metni için bkz. Bûhâri, Sahih, IV.132-133; Müslim, Sahih, IV.1843

[151] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/493-494.

[152] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/495-498.

[153] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/499.

[154] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/500-501.

[155] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, 1.556

[156] Hadis için bkz. Bunârî, Sahih, nı.64

[157] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/502-503.

[158] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sünen, V.517; İbn Mâce, Sünen, II.436: Ahmed ibn Hanbei. Musned.vuei

 

[159] Buhârl, Sahih, iv.247; Müslim, Sahih, 1.195

[160] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11,537; Tirmizî, Sünen, IV.625; İbn Mâce,Sunen,ll.583; Ahmed İbn Hanbel, Musned, III. 213

 

[161] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/504-508.

[162] Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 53-54

 

[163] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/508-510.

[164] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/511-512.

[165] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/513.

[166] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/515-516.

[167] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/517-518.

[168] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/518-520.

[169] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, V. 163; Müslim, Sahîh, IV. 1839

[170] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/520-523.

[171] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/528-529.

[172] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/530-531.

[173] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/531.

[174] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/531-533.

[175] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 102

[176] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/533-534.

[177] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/535.

[178] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/535-536.

[179] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/537-538.

[180] . Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, II. 120; Müslim, Sahih, II. 700.

 

[181] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/538-540.

[182] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/540-541.

[183] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/541-542.

[184] Hadis için bkz. Buharı, Sahîh, il. 116; Müslim, Sahîh, II. 715.

[185] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/542-543.

[186] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/544-545.

[187] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, ıı. 720

[188] Hadis için bkz. Buhâri, Sahih, II. 130; Müslim, Sahih, II. 720-

[189] Bkz. Buhârî, Sahîh, II. 129; Müslim, Sahih, ıı. 721

[190] Bkz. Buhâri, Sahih, İt. 132; Müslim, Sahîh, II. 719.

[191] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, 1.149.

[192] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/545-547.

[193] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/548.

[194] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, m. 1211

[195] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/550-553.

[196] Hadis için bkz. Buhârî, Sahih, Vll.67; Müslim, Sanîh, nı.1218

[197] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/553-555.

[198] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 11.113; Müslim, Sahih, H.702

[199] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/556-557.

[200] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/557.

[201] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, vı. 241; Musüm, Sahih, i.76

[202] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/558.

[203] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/558-559.

[204] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/559.

[205] Hadis için bkz. Buhârî, ahîh, v.164

 

[206] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/560.

[207] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/563-564.

[208] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/565-570.

[209] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, m. 46; Müslim, Sahîh, m. 1226,

[210] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/570.

[211] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/571-572.

[212] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, vi. 104; Müslim, Sahîh, I. 555.

[213] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, l, 115.

[214] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/573-574.

[215] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/575-576.

[216] Hadîs için bkz. Buhâri, Sahîh, vı.20; Müslim, Sahih, ıv.2047

 

[217] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/576-580.