172. Ey iman edenler!
Size nzık olarak verdiğimiz temiz şeylerden yeyin ve eğer Allah'a kulluk
ediyorsanız O'na şükredin.
173. O size, ölüyü,
kam, domuz etini ve Allah'tan başkası için kesilen (hayvan) i haram kıldı.
Bununla beraber, kini mecbur kalırsa, haris olmamak ve haddi aşmamak üzere
(bunlardan yemesinde) herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
172 Allah Ta'âlâ'nın
insanlara rızık olarak verdiği yiyecekler, gerek cinsleri ve gerekse tad, koku
ve renkleri itibariyle sayılamıyacak kadar çoktur. Ancak, insanlık tarihinde
görülmüştür ki, bazı kavimler, bu yiyeceklerden bazılarını kendilerine haram
kılmışlar ve onları yemekten şiddetle kaçınmışlardır. Meselâ câhiliye devrinde
Araplar arasında sâihe denilen devenin eti yenmediği gibi, sütü içilmez,
üzerine binilmez ve herhangi bir işe koşulmazdı. Sahibi onu âzâd eder ve
ölünceye kadar başıboş dolaşmaya bırakırdı. Bu deve de, ya erkek yavrusunun
erkek yavrusunu görmüş, ya on batında dişi yavrulamış, yahutta sahibi
tarafından sâibe olması nezre-dilmiş bir deve olurdu. Binecek hayvanı kalmadığı
için şaibesine binen bir ârâbîye
bir diğeri «harama
mı biniyorsun.» dediği zaman, onun yerkebu'l-harâme men lâ helâle lehıı
(helâli olmayan, harama biner) cevabı darb-ı mesel olmuştur. Bunun gibi, başka
kavimlerde de, başka hayvanların yenmesi haram sayılmıştır. Hıristiyanlar, bir
çok temiz yiyecekleri kendilerine haram kılarak nefse eziyet etmeyi Allah'a
yaklaşmak için büyük bir vesile olarak kabul etmişlerdir. Ruhban sınıfı,
biribirinden farklı olarak, balık dışında et ve yağı yemiyor, yahut balığı,
sütü ve yumurtayı kendilerine haram ediyorlar ve bu maksatla sık sık oruç
tutuyorlardı. Aslında bunlar, Tevrat'ta veya İncil'de bulunmayan, fakat rab
(cem'i erbâb) edinilen bazı liderler tarafından vazolunan ahkâmdır ki, bu
liderler, Allah'ın indirdiklerinden yüz çeviren kitap ehlinin endâd'ı, yani
Allah'a ortak kılınan kimseler olmuşlardır. Nitekim Tövbe sûresinin 31 inci
âyetinde de açıklandığı gibi, kitap ehli, hahamlarını ve rahiplerini
kendilerine rab edinmişlerdir.
İşte Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyetiyle, mü'minleri, kendilerine Allah'tan başkasını erbâb ve
endâd edinen kâfirlerden ayırt etmek için, onlara rızık kapısını genişletmiş,
ruhun ihtiyacı kadar vücudun da gıdaya ihtiyacı olduğunu öğreterek, temiz ve
helâl olan yiyecekleri, kendilerine haram kılmamalarını onlara emretmiştir. Bu
sebepledir ki, âyet-i kerîmede yer alan külü (yeyin) emri, bazı müfessirlerin
işaret ettikleri ibâha'ya değil, vücûb'a delâlet eder. Zira ibâhada, temiz ve
helâl olan yiyeceklerin yenip yenmemesinde kulun seçme hakkı vardır. Bu hak,
kula zâten verildiği için, âyet-i kerîmenin bunu beyan için geldiğini düşünmeye
gerek bulunmadığı gibi, bunun konuyla da ilgisi yoktur. Konu, Allah'a ortak
kılınan kimselerin, bazı yiyecekleri haram saymaları ve peşlerinden gelenlere
de, bunu böylece telkin etmeleridir ki, Allah Ta'âlâ, buna karşılık
rnü'minleri uyarmış ve helâl olan yiyecekleri, diğerleri gibi, kendilerine
haram kılmamalarını ve onlardan yemelerini emretmiştir. Buna göre, hiçbir
mü'min, helâl olan herhangi bir yiyecek için, «bu haramdır; ben yemem» diyemez;
kısacası, helâl olanı haram kılamaz. İşte âyet-i kerimedeki «yeyin» emrini bu
manâda, yani «helâl olan yiyeceği haram kılarak yemekten çekinmeyin» manâsında
anlamak gerekir; bu da vücûb ifade eder.
Allah Ta'âlâ,
mü'minlere yönelttiği bu emirle, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, rızık
kapısını genişletmiş ve onlara sayısız nimetlerden fayda-fanma imkânını
vermiştir. Bu, O'nun, kullarına fadl ve ihsanıdır. O halde, ey mü'minler! Bu
nimetleri sizin için yaratan, onları elde etmenizi kolaylaştıran ve yenmesini
helâl kılan Allah'a şükredin. Eğer gerçekten O'nun birliğine, kâinat üzerindeki
hükümranlığına ve her şeyin yalnız O'nun kudret ve iradesiyle vücut bulduğuna
inanıyor ve bu inançla ibadetinizi yalnız O'na tahsis edip kulluk görevinizi
hakkıyle yerine getiriyorsanız, O'na şükretmeniz gerekir. Yalnız O'na şükredin
ki, O'ndan başkalarını O'na ortak kılıp O'nun nimetlerini onlardan istemiyesiniz.
Aksi halde, O'na ortak kılıp kendinize önderyaptığınız bu kimseler, Allah'ın
helâl kıldıklarını size haram ettikten başka, sizi müşrik ve kâfir zümresine de
sokarlar. Onun için, yalnız Allah'ın indirdiklerine uyun ve size ihsan ettiği
nimetlerinden dolayı yalnız O'na şükredin. [1]
173 Ancak, size rızık
olarak verdiği bu sayısız nimetler arasında, sizin için zararlı olan bir kaç
şey vardır ki, Allah bunları zararları dolayısıyle haram kılmıştır. Bunlar, ölü
hayvan eti, akmış kan, domuz eti ve Allah'tan başkası için kesilmiş hayvan
etidir. Ölü hayvan, kesilmeksizin kendi kendine ölmüş hayvan demektir. Onun
neden öldüğünü, insan kesinlikle bilemez. Ya önceden kendisinde bulunan bir
hastalık sebebiyle ölmüştür; ya zehirlenmiştir. Bazan hastalığın tehlikeli bir
mikroptan ileri gelmiş olması da mümkündür, ve insan, etinin sağlıklı
olduğundan emin olamaz. Mâide sûresinin 3 üncü âyetinde de işaret edildiği
gibi, boynu sıkılıp boğularak, ve başına vurularak öldürülen hayvanlarla,
kuyuya veya yüksek bir yerden düşerek ölen, yahut yırtıcı hayvanlar tarafından
parçalanarak öldürülen hayvanların etleri de keza haram kılınmıştır. Aynı
şekilde, akmış ve pıhîılaşmış kanla domuz eti de diğerleri gibi iğrenç ve insan
için zararlı maddelerdir. Bilhassa domuzun başlıca gıdasını kazuratın teşkil
ettiği düşünülürse, vücudunun insan için ne zararlı mikroplara yataklık ettiği
kolayca anlaşılır.
Allah'tan başkası için
kesilen hayvanlarla, bir puta kurban olarak takdim edilen ve bu maksatla
kesilen hayvanlar kasdedilmiştir. Böyle bir hayvan etinin haram kılınması,
vahdaniyet inancının korunması gibi ta-mamiyle dinî olan bir gayeye matuftur.
Çünkü Allah'tan başkası için kurban kesmek, putperestlik âdetlerîndendir ve bu
maksatla kurban kesen kimse, adına kurban kestiği putu, Allah'a ortak koşmuş ve
kurbanıyle o puta yaklaşmak ve onu yüceltmek gayesini gütmüş olur.
İşte, Allah Ta'âlâ,
bizce bilinebilen, fakat kendisinin daha başka ve daha büyüklerini bildiğine
şüphe olmayan zararları dolayısıyle, yukarıda sayılan maddelerin yenmesini
haram kılmıştır. Bununla beraber, insanın, açlık ve Ölüm tehlikesiyle karşı
karşıya gelmesi halinde, haram kılınan bu maddelerden yemesinde bir günah
yoktur. Ancak bunlardan yenebilecek miktar, âyet-i kerîmeyle tayin ve tesbit
edilmiş ve «o şeylere haris olmamak, yani istekle ve iştiha ile yememek ve
ihtiyaçtan fazlasını yeyip haddi aşmamak şartıyle» bunlardan yenilmesine izin
verilmiştir. Bundan anlaşılan manâ şudur ki: Aç kalan insan, yiyecek helâl ve
temiz bir şey bulamadığı zaman, açlıktan ölmemek için, haram olan bu şeylerden
bir miktar yiyebilir. Kendisini ölümden kurtaracak olan miktarın fazlası yine
haramdır.
Allah Ta'âlâ'nın
kullarına ihsan ettiği sayısız nimetlerden ancak bir kaçını yine kendisinin
bildiği zararları dolayısıyle haram kılması, sonrada açlık halinde ölmemek için
bunlardan bir miktar yenmesine izin vermesi, O'nun kulları üzerindeki
rahmetinin bolluğundandır ve Rahîm sıfatının bir tezahürüdür. O, Rahim olduğu
gibi Gafûr'dur da. Kullan, ayak sürçmesi denilebilecek hareketlerle düştükleri
günahlardan tövbe ettikleri zaman, onları bu sıfatıyle affeder.
Allah Ta'âlâ, ahkâm
âyetleri arasında, yiyeceklerle ilgili ilk hükmünü böylece beyan ettikten
sonra, yahudîlere ve onlar gibi davrananlara karşı deliller getirmeye devam
ederek şöyle buyurmuştur. [2]
174. Allah'ın
indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyen ve onu yok pahasına değişen kimseler,
işte onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemezler; kıyamet günü Allah
onlarla konuşmıyacak, onları temize de çıkarmıyacaktır. Onlar
için elim bir azâb vardır.
175. Hidayete karşılık
dalâleti, mağfirete karşılık azabı satın alan kimseler, işte onlardır. Ateşe
karşı ne de sabırlılar!.
176. Bu da, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş
olması sebebiyledir. Kitap üzerinde ihtilâf edenler ise, muhakkak (hak yoldan)
uzak bir ayrılık içindedirler.
Allah Ta'âlâ, daha
önceki âyet-i kerîmelerde, şeytanın adımlarına ayak uyduran bir takım
akılsızların, kendilerine Allah'tan başkasını rab edinip onların kendi
heveslerine göre vazettikleri şeriata uyduklarını ve bu sebeple onlar
tarafından haram kılman bir çok nimeti kendilerine haram ettiklerini
bildirmişti. Halbuki insanlar için büyük zararlarını ancak Allah'ın bildiği bir
kaç madde dışında hiçbir şey haram kılınmamıştı. Allah Ta'âlâ bu hususu belirtirken,
bir taraftan, Kur'ân-ı Kerîm'den yiyeceklerle ilgili olarak ilk hüküm âyetini
indirmiş, bir taraftan da kulları için yarattığı sayısız nimetlerini, lutfunun
ve rahmetinin genişliğine bir deli! olmak üzere onların gözleri önüne sermiş
oluyordu.
Yukarıda âyet-i
kerîmelerde ise, Allah'ın şeriatını bir tarafa iterek kendi heveslerine göre
şeriat vazeden ve Allah'ın helâl kıldığı şeyleri kendi uydularına haram kılan
bir takım liderler, Allah'ın hak olarak indirdiği kitap hükümlerini gizleyen ve
uydularına gerçeği aksettirmeyen kimseler olarak tanıtılmış ve bu gibilerin
kıyamet günü uğrayacakları elim azaba işaret edilmiştir.
Böylece, Bakara
sûresinin bundan sonraki âyetlerine de ince bir atıf yapılmış olmaktadır. Zira
Allah Ta'âlâ, yiyeceklerle ilgili ilk şer'1 hükmü vazettikten sonra, aşağıdaki
âyetlerle yeni hükümler vazedecek ve bu hükümlere uyulması hususunda açık ve
kesin emirlerini bildirecektir. Bu bakımdan, yukarıdaki âyet-i kerimeleri,
Allah'ın hak olarak gönderdiği bu hükümleri gizlememek ve nefsin arzularına
göre onlarda değişiklik yapmamak hususunda müslümanlara bir ihtar, aynı
zamanda, Bakara sûresinin ahkâm âyetlerine bir geçiş olarak değerlendirmek
gerekir. İşte bu manâda, Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [3]
174. Allah'ın
indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyen ve onu yok pahasına değişen kimseler;
işte onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemezler. Kıyamet günü, Allah
onlarla konuşmıyacak, onları temize de çıkarmıyacaktır. Onlar için elim bir
azâb vardır.
175. Hidayete karşılık
dalâleti, mağfirete karşılık azabı satın alan kimseler, işte onlardır. Ateşe
karşı ne de sabırlılar!.
176. Bu da, Allah'ın,
kitabı hak olarak indirmiş olması sebebiyledir. Kitap üzerinde ihtilâf
edenler ise, muhakkak (hak yoldan) uzak bir ayrılık içindedirler.
174 Allah'ın
peygamberlerine gönderdiği kitaplardaki herhangi bir hükmün, yahut emir veya
yasağın gizlenmesi, ya onu tahrif etmekle, ya da gerçek manâsından uzak
birmanâya gelecek şekilde te'vîl etmekle olur. Bunu yapanlar da, yaptıklarının
karşılığı olmak üzere, ya bir ücret alırlar, yahutta gönüllerine hoş gelen bir
makama kavuşurlar. Kısacası, Allah'ın kitab'ını, dünya menfeatı karşılığında
tebdil ve tağyir ederler; aslını değiştirip başkalarından gizlemiş olurlar.
Bu, umumiyetle, akılsız kişilerin, kendilerine önder yaptıkları ve her hususta
peşlerinden gittikleri kimselerin işidir. Ancak bu liderler, yaptıkları bu
işin, kendilerine ne büyük zararlar getireceğini ve ticaretlerinin kendilerini
nasıl bir iflasa sürükleyeceğini düşünemiyecek kadar da beyinsizdirler. Çünkü
dünya menfeatı karşılığında elden çıkardıkları şey, ebedî âhıret saadetidir ve
bu saadeti, onlar, yok pahasına, geçici olan ve hiçbir kıymeti bulunmayan dünya
menfeatına feda etmektedirler. Bu sebepten, oniarın karınlarını dolduracak olan
dünya malı, aslında, onları içine alacak olan Cehennem ateşidir; karınlarını
bu ateşle doldurmaktadırlar. Onlar, âhıret saadeti yerine, Cehennem ateşini
tercih ettikleri için, kıyamet günü A!lahT elbette onlarla konuşmıya-cak ve
onları temize çıkarmıyacakttr. Allah'ın onlarla konuşmaması, şüphesiz, onlara
olan gadabından kinayedir. Onları temize çıkarmaması ise, işledikleri büyük
günahta, ölünceye kadar ısrar etmeleri ve tövbeye yanaşmamaları dolayısıyle
onları affetmemesi manâsındadır. İşte, işledikleri bu ağır günah dolayısıyle
Allah'ın gazabını üzerlerine çeken ve hiçbir surette af ve mağfiret edilmiyecek
olan bu kâfirler için, acısını şiddetle hissedecekleri bir azâb vardır. [4]
175 Hidayete karşılık
dalâleti satın alanlar, işte bunlardır. Allah'ın hidayet olarak İndirdiği
kitab't veya bu kitab'ın hükümlerini dünya menfeatına karşılık tebdil ve tağyir
ederek, yahut değiştirerek gizlemişler; böylece, hidayeti sapıklık uğruna feda
etmişlerdir. Halbuki bunlar, hidayeti tercih ve Allah'ın indirdiği kitapla amel
etmiş olsalardı, Allah'ın af ve mağfiretini hak ederler, hem dünya, hem de
âhıret saadetine ererlerdi. Oysa bunlar, hidayet yerine sapıklığı tercih
etmişler, bunun tabii bir neticesi olarak da. mağfiret yerine yukarıda işaret
olunan şiddetli azaba hak kazanmışlardır. Onların görecekleri bu azâb,
şüphesiz, Cehennem azabıdır. Fakat yaptıkları işlerle bu ateşe kendi
kendilerini sürüklemelerine ve ona âdeta koşarcasına gitmelerine hayret
etmemek mümkün değildir. Çünkü Allah'ın indirdiklerini gizliyerek dalâleti ve
neticede azabı tercih eden kimselerin bu hareketi, Cehennem ateşini
umursamadıklarını ve ona sabretmeyi göze aldıklarını gösterir. Fakat bu nasıl
bir sabırdır; ve onlar, bu ateş İçinde ne sabırlı insanlardır?! Akıl sahibi
insanların işi değildir bu. [5]
176 Şurası muhakkaktır
ki, bu kimselerin Cehennem azabına müstehak ve kıyamet günü, bu azabı Cehennem
ateşinde mutlaka yanarak görecek olmaları, Allah Ta'âlâ'nın, bu kitabı hak
olarak göndermiş olması sebebiyledir. Kitap hak olunca, onun üzerinde tebdîi
ve tağyir yapmaya, diledi-ğince tasarrufta bulunmaya ve hoşuna gitmeyen
hükümlerini başkalarından gizlemeye, hiç kimsenin hakkı yoktur. Hiç kimse, bu
kitap karşısında, ona hâkim ve galip olduğunu, onu dilediği şekle
sokabileceğini iddia edemez. Kim galibiyet ve hâkimiyet iddiasında bulunursa,
mağlûb ve mahkûm olur.
Şunu da unutmamak
gerekir ki, Allah'ın hak olarak indirdiği kitap üzerinde ihtilâf edenler,
hükümlerini kendi heveslerine göre yorumlayarak gerçeği saptıranlar, hak yoldan
uzak bir ayrılık içindedirler. Çünkü herkesin kendi hevesine göre yorumladığı
hükümlerle kitap, tek bir kitap olmaktan çıkar ve «hangi kitap?» sorusuna
muhatap kılınan bir kitap haline gelir. Bunun tabii bir neticesi olarak,
kitabın hükümleri üzerinde görüş ayrılığına düşenler, bölünüp parçalanırlar;
tek bir din içinde, birbirinden uzak, fakat hepsi birden hidayetten veya hak
yoldan daha uzak yönlere dağılırlar. Bundan anlaşılıyor ki, kitap üzerinde
görüş ayrılığıyle ilgili bu hüküm, ilk âyette söz konusu edilen ve kitaptan bir
şeyin gizlenmesiyle ilgili olan hükümden ayrıdır. O halde, kitap üzerinde
ihtilâfa düşmek, ondan herhangi bir şeyi gizlemek kadar haktan uzaklaşmaktır.
Çünkü hak birdir ve o da, kitabın insanları davet ettiği haktır. Oysa kitap
üzerinde ihtilâfa düşenler, ne kendileri tek olan bu hak üzerindedirler; ne de
başkalarını bu hakka davet etmektedirler. Nitekim Allah Ta'âlâ, En'âm sûresinin
153 üncü âyetinde, bütün ilâhi kitap sahiplerine tek bir hak ve tek bir yol
üzerinde bulunmalarını emretmiş ve bu yolun, yalnız kendi yolu olduğunu
açıklıya-rak şöyle buyurmuştur: «Muhakkak ki bu yol, benim dosdoğru yolumdur. O
halde bu yola uyun; başka yollara tâbi olmayın. Aksi halde bu yollar, sizi
O'nun yolundan ayırır, uzaklaştırır». Hak yoldan ayrılanların cezasını vermek
ise, aynı sûrenin 159 uncu âyetinde de açıklandığı gibi, Allah'a aittir: «Sen,
hiçbir surette dinlerini (farklı inançlar ve farklı amellerle) parçalayan ve
fırka fırka olanlardan değilsin. Onların cezası Allah'a aittir. Sonra onlara ne
yaptıklarını haber verecektir».
Ancak, Allah'ın
indirdiği bazı hükümlerde, insan yaratılışının tabii bir neticesi olarak,
farklı anlayışa sahip olmak, yukarıdaki âyet-i kerime'de söz konusu edilen
kitap üzerindeki ihtilâftan ayrı mütalâa edilmek gerekir. Zira anlayıştan ileri
gelen farklı görüşlerin, Kitap ve Sünnetin hakem kabul edilerek birleştirilmesi
mümkündür. Nitekim Allah Ta'âlâ, Nisa sûresinin 59 uncu âyetinde buna işaret
ederek şöyle buyurmuştur: «Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere
döndürün (yâni Kitab'a ve Sünnete başvurun)». Kitap ve Sünnete başvurulduğu
takdirde, bu farklı görüşlerin tek bir görüş üzerinde birleşeceğinden şüphe
edilemez.
Allah Ta'âlâ,
müslümaniara ve ilâhi kitap sahibi olan diğer bütün din mensuplarına, Allah'ın
kitabı üzerinde tebdil ve tağyir yaparak hükümlerini gizlemeyi, bu hükümler
üzerinde ihtilâfa düşüp tek olan dini parçalamayı ve ayrı ayrı fırkalara
ayrılmayı kesinlikle yasakladıktan ve bu işi yapanları en şiddetli azâbla
tehdit ettikten sonra, daha önce üzerinde durulan kıble meselesine tekrar
dönmüş ve onun dînde bir asıl olmadığını hatırlatarak şöyle buyurmuştur: [6]
177 İyilik (hayır),
yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat iyilik, o
kimselerin (iyiliği) dir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a ve
peygamberlere îman etmişlerdir. Mal sevgisine rağmen, onu, yakınlarına, yetimlere,
düşkünlere, yolda kalmışlara ve kölelerin kurtuluşuna vermişlerdir. Namazı
dosdoğru kılmış, zekâtı vermiş, ahidleştikleri zaman, ahidlerini yerine
getirmişlerdir. Zorda, darda ve savaşta sabırlıdırlar. İşte doğruyu söyleyenler
onlardır; takva sahibi olanlar da onlardır.
142 nci âyetten 152
nci âyete kadar kıblenin değiştirilmesi konusu üzerinde durulmuş ve bu konu
etrafında kitap ehlinden gelen itirazlar ele alınarak bunlara cevaplar
verilmiş, ikna edici delillerle bu itirazların ne kadar yersiz ve ne|kadar
haksız olduğu akıl ve insaf sahibi her insan tarafından kabul edilir bir
şekilde gözler önüne serilmişti. Fakat akıl ve insafın zerresinden nasîbi
olmayan kitap ehli, yani yahudîler ve hıristiyan-lar, kıblenin Kudüs yönünden
Kabe yönüne değiştirilmesini o derece büyütmüşler ve günlük yaşayışlarının o
derece vazgeçilmez bir konusu haline getirmişlerdir ki, sebep oldukları
münakaşalara, ister istemez müs-lümanların da atılmalarına yol açmışlardır.
Esasen insan yaratılışının-tabiî bir sonucudur: Nerede kendi duygu ve
düşüncesinin, yahut kendi inanç ve itikadının aksine, birtakım inanç ve
itikadlann, yahut duygu ve düşüncelerin münakaşa ve müdafa edildiğini görse, o
münakaşaya katılmaktan ve sahip olduğu görüşleri diğerlerine karşı müdafa
etmekten kendini alamaz. Kitap ehlinin kıble meselesini büyüterek her gün
münakaşa konusu yapmalarında da, durum aynen böyle olmuştur. Onlar, kendi kıblelerinden
başka bir tarafa yönelerek yapılan ibadetlerin Allah katında makbul olmadığını,
çünkü bunun, geçmiş peygamberlerin kıblesine aykırı olduğunu iddia ederken,
münakaşaya katılan müslümanlar da, hem İbrahim (a.s.) in kıblesi ve hem de
yeryüzünde Allah'a ibadet etmek için ilk yapılan ev olması dolayısıyle asıl
kıblenin Kabe olduğunu ileri sürüyorlar ve münakaşalar böylece uzayıp
gidiyordu. İşte, Allah Ta'âlâ, bu münakaşaların ne kadar boş ve yersiz olduğunu
göstermek, sadece belirli bir tarafa yönelmenin Allah'a itaat manâsına
gelmiyeceğini, fakat bunun yanında yapılması gereken başka şeyler de
bulunduğunu, müslüman olsun, yahudî, hıristiyan veya müşrik olsun, bütün
insanlara bir daha hatırlatmak için bu âyet-i kerîmeyi indirmiş ve şöyle
buyurmuştur: [7]
177. İyilik (hayır),
yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat iyilik, o
kimselerin (iyiliği) dir
ki, Allah'a âhiret gününe,
meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman
etmişlerdir. Mal sevgisine
rağmen, onu, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara ve
kölelerin kurtuluşuna vermişlerdir. Namazı dosdoğru kılmış, zekâtı
vermiş, ahidleştikkri zaman, ahidlerini yerine getirmişlerdir. Zorda, darda ve
savaşta sabırlıdırlar. İşte, doğruyu söyleyenler onlardır; takva sahibi olanlar
da onlardır,
177 Ayet-i kerîme'de,
karşılığını «iyilik» (hayır) olarak verdiğimiz birr kelimesi, hayırlı
işlerdeki vüs'at veya genişlik manâsına gelir ki, büyüklüğü ve genişliği
dolayısıyle «kara» manâsında kullanılan berr (bahr: denizin zıddı) den türemiş
bir isimdir. Buna göre, âyet-i kerîmedeki manâsının, insanı
Allah'a yaklaştıran
îman, ibadet, ahlâk ve şâir amellerin hepsine birden şâmil olduğu anlaşılır.
Kısacası birr, tam bir îmanla Allah'a, bütün emir ve yasaklarında itaattir. O
halde bu manâda itaat, sadece yüzleri doğuya veya batıya çevirmekten ibaret
değildir. Başka bir ifadeyle, insan, doğuya veya batıya yönelmekle Allah'a
itaat etmiş olmaz. Asıl itaat, önce Allah'a îman etmekle başlar; bunu, îmanın
diğer esasîarıyle amel-i sâlih de denilen iyi ve hayırlı işler takip eder.
Ancak bu îmanın, açık ve kesin delilleriyle kalbe iyice yerleşmiş ve onu
mutmain kılmış olması gerekir. Ra'd sûresinin 28 inci âyetinde de işaret
edildiği gibi, kalpler, ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur; zikir ise, O'na
olan îmanın bir neticesidir. Allah'a îmanı olmayan, O'nu zikretmez; O'nu
zikretmeyenin de kalbi mutmain değildir. İşte, Allah'a îman etmek denildiği
zaman, bu manâdaki îmanı anlamak gerekir. Yoksa bir insanın, Alfah adını,
sadece şunun bunun vallahi ve billahi gibi yeminlerinde işiterek «Allah vardı?»
demekle yetinmesi, O'na îman etmek manâsına gelmez. Keza halkın konuşmalarında,
âhırete âit duyduğu şeylere dayanarak, dünya hayatından başka bir de âhıret
hayatının olduğunu kabul etmesi de gerçek bir îman sayılmaz. Çünkü bunlara
îman denilmiş olsa bile, böyie bir îman, âyet-i kerîme'de birr olarak tavsîî
olunan ve itaatin birer gereği sayılan hayırlı amelleri işlemesinde müessir
olamaz. Daha açık bir ifadeyle, Allah adını, sadece haikın yeminlerinde işitip
de O'na inandığını söyleyen bir kimsenin bu inancı, onu, Allah'ın meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine inanmaya ve bunlar vâsıtasıyle insanlara
bildirdiği emir ve yasaklarına uymaya sevketmez. Toplumlarda görülen ahlâk
bozukluğunun, ibadetlere gereğince önem vermemenin ve sadece dünya menfeatı
peşinde koşmanın başlıca sebebi de, işte budur: Allah inancının sadece
ağızlarda dolaşan adından neşet etmesi, fakat kalbe gidecek bir yol bulamamış
olması. Nitekim Allah'ın haram kıldığı bir çok günahı irtikâb eden, fakat
emirlerine hiç kulak asmayan pek çok kimsenin, Allah'a îman söz konusu olunca,
O'na îman ettiğini söylemesi bundandır. İşte, Allah Ta'âlâ yuarıdaki âyet-i
kerîme'de, Allah'a tam ve gerçek itaat manâsına gelen birr'\n ilk şartı olarak,
Allah'a îman etmeyi zikrederken, bu îmandan, yukarıda sözü edilen kimselerin
değil, fakat Allah'ı çok zikreden ve bu zikirle kalpleri mutmain olan
kimselerin îmanını anlamak gerekir. Öyle bir îman ki, birr'm veya gerçek
itaatin şartlan olan ve âyet-i kerîme'de birbiri arkasına sayılan iyi amelleri
de arkasından sürükleyip getirsin.
Birr’in, Allah'a
îmandan sonraki ikinci şartı, âhıret gününe îmandır. Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok
yerinde, Allah'a îmanla âhıret gününe îmanın birarada zikredildiği görülür;
çünkü âhırete İman, Allah'a îman etmenin tabiî bir neticesidir. Allah'a îman
eden bir kimse, O'nun, kendisini sebepsiz yaratmadığına, yarattıktan sonra da
başıboş bırakmayıp bazı görevlerle mükellef kıldığına inanır. İnsanın, Allah
tarafından mükellef kılındığını bilmesi, kendisinin, dâima murakabe altında
bulunduğuna inanmasını gerektirir. Murakabe ise, tabii olarak, ceza ve mükâfat
ile neticelenir. O halde, bu ceza ve mükâfatın, onları hak edenlere dağıtıldığı
bir günün bulunması îcab eder ki «ceza günü» de denilen bu gün, insanların
hesaba çekilmek üzere yeniden dirilecekleri kıyamet günüdür.
Birrin üçüncü şartı,
meleklere imandır. Bu iman, vahye inanmanın da şartıdır; çünkü Allah Ta'âlâ,
Peygamberine Kitab'ı vahiy yoluyla ve melek vâsıtasıyle göndermiştir. Bu
sebepledir ki, âyet-i kerîme'de meleklere îman, Kitâb'a ve peygamberlere
imandan önce zikredilmiştir. Meleklere îman eden bir kimse, vahye îman ettiği
gibi, Kitab'a ve peygamberlere de îman eder.- Meleklerin inkârı ise,
diğerlerinin inkârı neticesini doğurur.
Birr in dördüncü
şartı, Kitab'a îmandır. Ayet-i kerîme'de Kitab lafzı müfred sîgasıyle gelmiş,
«kitaplar» denilmemiştir. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'in diğer bazı âyetlerinde
«kitaplara iman» lafzının yer aldığı görülür. Ayet-i kerîme'de «Kitab» in
rnüfred olarak gelmesinde, yahudî ve hıristi-yanların, kendi kitapları olan
Tevrat ve İncil'e hakktyleîman etmediklerini gösteren bir işaret vardır. Eğer
onlar, kendi kitaplarına gerçekten iman etmiş olsalardı, onları tahrif etmezler
ve dolayısıyle bu kitaplar, onlar için birer hidayet kaynağı olur, Kur'ân'a da
hiç tereddüt etmeden inanmalarını sağlardı. Fakat onlar, kendi kitaplarına
inanmadıkları için, Kur'ân'a da inanmamışlardır. Bununla beraber, kendi
kitaplarına inandıklarını iddia etseler bile, Kur'ân'a inanmadıkça mü'min
sayılmazlar; çünkü dîn birdir; Allah tarafından hak olarak gönderilen bütün
kitaplar, tek olan bu dini tamamlamak için gönderilmiştir. Dînin tamamlanması
ise, ilk kitapların hak olan muhtevasını da içine almış olarak gelen son
Kitap'la mümkün olmuştur. O halde son Kitab'a, yani Kur'ân'a îman etmek,
Allah'a itaatin bir gereğidir ve ona iman eden kimse, onun, daha önce geldiğini
,'; haber verdiği kitaplara da îman etmiş olur. Kitab'a îman, şüphesiz, ,(
sözde kalan bir inançtan ibaret değildir. Kur'ân'dan her gün bir cüz ? okuyan,
yahut başından sonuna hıfz edip ayda bir kaç defa hatim indiren
<imse, eğer onun
içindeki emir ve yasaklardan haberdar değilse ve bu smir ve yasaklara uymuyor,
ahlâkını güzelleştirmiyorsa, kısacası Kur'ân ahlâkiyle ahlâklanmıyorsa, o
kimsenin, Kitâb'a İman ettiğini söylemesi kuru bir sözden ibaret kalır ve
îmanı,/» rnn.veya Allah'a itaatin şartı olan îman değildir.
birrm beşinci şartı
peygamberlere îmandır. Bu İman, onlara inanan kimsenin, onların hidayetiyle
hidayet bulmasını, onların ahlâkiyle ahlâk-lanmasını ve onlann âdâbıyle
edeblenmesini gerektirir. Nisa sûresinin 80 inci âyetinde peygamber'e itaat,
Allah'a itaatin şartı olarak gösterilmiş ve «kim Peygamber'e itaat ederse
Allah'a itaat etmiştir» denilmiştir. Bu, Peygamber'e itaat etrniyen kimsenin,
Allah'a da itaat etmemiş olduğu manâsına gelir. Peygamber'e itaat ise, ona
iman etmenin gereğidir. Eğer ona itaat etmezse, iman ettiğini söylemesi, boş
ve kuru bir sözden ibaret kalır.
Allah Ta'âlâ, âyet-i
kerîmede,bimn şartı olan iman esaslarını beyan ettikten sonra, yine bîrrîn
şartı olan,aynı zamanda, bu iman esaslarının bir tezahürü ve tabii bir neticesi
sayılan iyi amelleri zikretmiştir. Gerçekten bu ameller, yukarıda sayılan iman
esaslarının bir gereğidir. Çünkü insan, Allah'a, âhıret gününe, meleklere,
Kitâb'a ve peygamberlere, yukarıda açıkladığımız şekilde îman ettiği, bu imanı,
sözde kalan bir îman olmayıp, kalbi mutmain kılan bir îman olduğu takdirde, o
insanın, aşağıda zikredilecek olan iyi amellerden herhangi birini terketmesi
mümkün değildir; kalbe yerleşmiş ve orada kökleşmiş olan bu îman, onu, bu
amelleri yapmaya zorlar; daha doğrusu, zorlama söz konusu olmadan, insan,
kendisini bu amellerin içinde bulur; fakat onun bu îmanı, sözde kalan bir îman
ise ve kalbinde bu îmandan herhangi bir eser yerleşmiş değilse, ona, bu
amellerden herhangi birini yaptırmak mümkün değildir. Bu sebepledir ki, âyet-i
kerîmede, îman amelden önce zikredilmiş ve amele destek kılınmıştır. Eğer bu
destek yok olursa, amelden eser kalmaz.
birnn şartı olan
amellerin başında, Allah sevgisiyle veya insanın mala olan sevgisine rağmen mal
vermesi zikredilmiştir. Verilen malın, Allah sevgisiyle veya mal sevgisine
rağmen verilmiş olması hususundaki bu farklı terceme şekli, âyet-i kerîmenin
ala hubbihi ibaresindeki hâ zamirinin mercii üzerindeki görüş ayrılığından
ileri gelmektedir. Bazı müfessirlere göre zamirin mercii Allah Ta'âlâ'dır. Buna
göre manâ, «Allah sevgisiyle» veya «Allah için» demek olur. Ancak müfessirlerin
.çoğuna göre merci, zamirden önce zikredilen «mal» kelimesidir. Ayet-i kerîmede
zamirin irca edilebilmesi için Allah isminin zikredilmediği gözönünde
bulundurularsa, ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılır. Al-i İmrân
sûresinin 14 üncü âyetinde de açıklandığı gibi, insanlara, yaratılıştan,
kadın, oğul, altın ve gümüş, at, sair hayvanlar ve ekin gibi dünya nimetleri
aşırı derecede sevdirilmiştir. Kısacası, insanda, yaratılıştan, mala karşı son
derece büyük bir sevgi vardır. O haldes/rHn şartı,insanın yaratılışında olan bu
mal sevgisine rağmen, malından, başkalarına hiçbir karşılık beklemeden
vermektir. Ancak verilen bu mal, zekâttan ayrıdır. Zekât için nisab aranır ve
malın belirli bir miktara ulaşması gerekirse de, âyet-i kerîmedeB^-Hn şartı
olarak zikredilen malın belirli miktara ulaşması şart değildir. Bu itibarla,
muhtaç olmayan insanın, zekât dışında ve kudreti nisbetinde, muhtaç olanlara
malından dağıtması vâcibtir.
Ayet-i kerîmede,
dağıtılan bu malda hakkı olan muhtaçlar, derecelerine göre zikredilmiştir.
Bunların başında, mal sahibinin akrabası gelir. Bir kimse zengin ise ve
akrabaları arasında fakir ve muhtaç kimseler varsa, mal dağıtımına onlardan
başlaması akrabalık görevidir. İkincisi, kendilerine bakacak yakınları kalmıyan
yetimlerdir. Bunların bakımı, hali vakti yerinde olan müslümanların üzerine
borçtur.Üçüncüsü, çalışma gücünü kaybederek geçimini temin edemiyen,
başkalarından istemeyi de hoş görmiyen, ancak, ölmemek için çok az yiyecekle
yetinen düşkünlerdir ki, bunların bakımı da müslümanlara aittir. Dördüncüsü,
yola çıkmış, fakat maddî gücünün tükenmesiyle ne yoluna devam edebilmiş, ne de
geri dönebilmiş, akrabası veyatanıdığı bulunmayan yabancı bir yerde çaresiz
kalmış kimselerdir. Beşincisi, dilenciliğin İslâm'da haram olduğunu bilerek ve
fakat açlığın verdiği çaresizlik içinde yüzünü kızartarak ve zilleti göze
alarak şundan bundan yiyecek bir şeyler istemek zorunda kalan kimselerdir.
İslâm, dilenciliği haram kılmış olsa bile, açlık, bazan insanları buna zorlar.
Bununla beraber, bir ülkede dilenmek zorunda kalanlar çoğalmışsa, bunun
sorumluları, şüphesiz, hali vakti yerinde olan rnüslümanlardır. Dilenciliği
ortadan kaldırmak için, müslümanların, Allah'ın bu emrinde titiz davranmaları
ve aralarındaki açları, dilenmek zorunda kalmadan önce doyurmaları gerekir.
Altıncısı, esir ve köle olanların, hürriyetlerine kavuşmak için ödemek zorunda
kaldıkları fidye veya kitabet ücretinin temininde onlara yardım etmek gerekir.
Bu hüküm, İslâm'ın köleliği ortadan kaldırmak için başvurduğu yollardan biridir.
İslâm'a göre insan hür doğmuştur ve hür yaşamalıdır. Kölelik İslâm'ın ruhuna
aykırıdır ve müsiümanlar bu müesseseyi yıkmak için çeşitli vesilelerle
kölelerin kurtuluşuna yardımcı olmalıdırlar. Ve filhakika İslâm, bu müesseseye
karşı açtığı savaşta muvaffak olmuş ve müsiümanlar, diğer milletlerden önce onu
ortadan kaldırmışlardır.
Allah Ta'âlâ Birr\x\
mal dağıtımını ve bu malda hakkı olanları zikrettikten sonra diğer şartiarı
beyan etmiştir ki, bunların başında, usûl ve erkânına riayet edilerek dosdoğru kılınması
gereken namaz gelir. Ancak usûl ve erkân, umumiyetle, namazın şekline taalluk
eden ve fıkıh veya jiimihal kitaplarında teferruatıyle anlatılan hususlardır.
İnsan, çok defa bunlara riayet ederek namazını kılar; bununla beraber, böyle
kılınan bir jnamazın, onu yine de bazı kötülüklerden alıkoymadığı görülür.
Halbuki ÎAnkebût sûresinin 45 inci âyetinde de açıklandığı gibi, namaz,
insanları her türlü edepsizlikten, akla ve şerîaîa aykırı her çeşit kötülükten
alıkoyan bir ibadettir. Meâric sûresinin 19-22 nci âyetlerinde, insanın,
hırsına düşkün, kendisine bir şerr dokunduğu zaman feryadı basan, hayır dokununca
da cimriliği artan bir varlık olduğu açıklandıktan sonra, namaz kılanlar bundan
istisna edilmiş ve onların böyle olmadıkları bildirilmiştir. Bununla beraber,
namaz kılanlar arasında öyleleri vardır ki, bazı edepsizlikten ellerini bir
türlü çekememişlerdir. O halde, namazı dosdoğru kılmak, onun, sadece usûl ve
erkânına riayet etmek değildir. Fakat bunun yanında, insanı kötülüklerden
alıkoyan başka bir şey daha vardır ki, namazın ruhunu ve özünü teşkil eder. O
da, insanın, AîSah'ın huzurunda olduğunu, şeref timsali olan alnını yalnız
O'nun önünde eğip toprağa sürdüğünü ve böylece, O'nun azameti karşısında kendi
hiçliğini itiraf ettiğini bir ân da olsa hatırından çıkarmamasıdır. O
halde,Birr'm diğer bir şartı, namazı âdâb ve erkânına olduğu kadar, ruhuna da
uygun bir şekilde kılmaktır.
Ayet-i kerimede Binin
şartı olarak zikredilen amellerden bir başkası da zekât vermektir ve daha önce
sayılan akrabaya, yetimlere düşkünlere, yolda kalmışlara isteyenlere verilen
ve kölelerin kurtuluşu için sarfedi-ien maldan ayrı bir şeydir. Ancak zekâtı,
hali vakti yerinde olan ve malı belirli miktara ulaşan kimseler verir. Kur'ân-ı
Kerîm'de zekât, umumiyetle namazdan hemen sonra zikredildiği için, İslâm'ın en
önemli rükünlerinden ve imanın başlıca alâmetlerinden biri sayılır. Bu sebeple
sahabe, Hazret-i Peygamberin vefatı üzerine, zekât vermekten kaçan bazı
müslüman kabilelere savaş açmak hususunda ittifak etmişlerdir. Zekâta engel
olmak ve onu iptal etmek, altında en mühim îman esasının yattığı İslâm'ın en
büyük rüknünü yıkmak manâsına getir.
Birr'm diğer bir
şartı, ahidleşildiği vakit ahde sâdık kalmak, yani verilen sözü tutmak, veya
yapılan andlaşmayı ihlâl etmemektir ki, iyi amellerin ahlâkla ilgili sosyal
yönünü teşkil eder. Ahid veya sözleşme, umumiyetle, insanlar arasındaki görüş
birliğine delâlet ederse de, dînde, insanlarla Rabları arasında ve insanların
O'na îman ve itaat etmek hususunda yaratılışta verdikleri söze de şâmildir.
Ancak insanlar ara-, sındaki sözleşmelerin ve bunlara bağlı kalmanın şartı,
sözleşme konusunun hiçbir sûrene dîne aykırı olmamasıdır. Hiç kimse, masiyet
üzerinde, yani dînin yasakladığı bir şeyi yapmak hususunda bir başkasıyla sözleşemez.
Esastan bâtıl olan böyle bir sözleşmede vefa, veya sözleşmeye bağlılık bahis
konusu olamaz.
Ahde vefa, İslâmda,
ahlâkın temel unsurlarından biridir. Ahde vefasızlık ise, HazreH Peygamber'in
sahîh bir hadîsinde, münafıklığın dört alâmetinden biri olarak zikredilmiştir.
Buhârî (Sahih, i. 14) ve Müslim (Sahih, ı. 78) tarafından da nakledilen bu
hadîsinde Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: «Dört şey vardır ki, kimde
bulunursa hâlis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu terkedinceye
kadar, kendisinde münafıklıktan bir parça var demektir. Bu dört şey: Kendisine
emniyet olunduğunda hıyanetlik etmek; bir şey söylediği zaman yalan söylemek;
söz verdiği zaman sözünde durmamak; husumet ettiği zaman da haktan
ayrılmak».
Bir mü'minin ahde
vefasızlık ederek mü'min vasfını yitirmesi, buna karşılık münafık vasfını
kazanması, hazmediiebilir bir hal olmadığı gibi, bir toplumun ahde vefa
göstermiyen insanlardan müteşekkil olması halinde, onun nasıl ahlâkî bir
çöküntüyle karşı karşıya kaldığını tahmin etmek de güç değildir. Bu sebepledir
ki, Allah Ta'âlâ, ahde vefayı, birrin, yâni kendisine tam ve mükemmel bir
itaatin şartlarından saymıştır.
Nihayet Birrin âyet-i
kerîmede zikredilen son şartı sabırlı olmaktır ki, âyette, insanların maruz
kalabilecekleri üç büyük felâkete tahsis olunmuştur. Bunlar, sırasıyle,
fakirlik manâsında tefsîr edilen be'sâ, hastalık yaralanma ve bir yakının
ölümüyle tefsîr edilen darrâ ve savaşla tefsîr edilen be's gibi felâketlerdir.
İnsan, bu çeşit felâketlerle karşılaştığı zaman, bunlara sabretmek zorundadır;
çünkü bu sabır, Allah'a olan îmanın bir gereği ve bu gibi felâketlerin
Allah'tan gelmiş olması dolayı-sıyle O'nun emrine itaatin bir şartıdır. Ancak,
burada yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa işaret etmek gerekir. Fakirliğe
sabır, hastalığa, ölüme veya düşmanla savaşa sabır, tembelliği ihtiyar edip
oturmak değil, bu felâketlerden meşru yollarla kurtuluş çarelerini de aramak ve
bulmaya çalışmak, fakat bu gayreti gösterirken sabırsızlığa düşüp meşru olmayan
yollara sapmamaktır. Bazen insanların, fakirliğe karşı sabırsızlık gösterip,
hırsızlık, rüşvet, dolandırıcılık gibi ahlâk dışı yollarla ondan kurtulmaya
çalıştıkları görülür. Yahut savaşa sabırsızlık, onları ölüm korkusuyle savaştan
kaçmaya zorlar. Bütün bunlar, bir mü'minin yapabileceği işler değildir. Fakat
kim bunları yaparsa,Birrin, veya Allah'a itaatin şartlarını yerine getirmemiş
ve dolayısıyle mü'min olma vasfını yitirmiş olur.
Ayet-i kerîmede,
sabrın üç felâkete tahsis edilmesi, bunların en büyük felâketler olması
dofayısıyledir. Bunlara sabretmesini bilen insan, bunlardan daha küçük ve daha
hafif diğer felâketlere kolayca sabredebilir. Bu sebeple üç büyük felâkete
gösterilecek sabır, zikredilmeyen diğer felâketlere de şâmildir.
İşte, Allah
Ta'âlâ,Bimn, veya Allah'a gerçek itaatin şartlarını böylece beyan buyurduktan
sonra, yukarıda âyet-i kerîmenin umumi manâsı hakkında bilgi verirken işaret
ettiğimiz kıble değişikliğiyle ilgili münakaşayı büyüten yahudî ve
hiristiyanlara, sonra da bu münakaşaya katılan müslümanlara hitap ederek «İşte
bunlardır, o doğru söyleyenler; işte bunlardır, o takva sahibi olanlar»
demiştir. Bunlar, yani yukarıdan beri sayılan ve itaatin şartı olarak
zikredilen hususları en mükemmel şekilde yerine getirenler... Allah'a, âhıret
gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere hakkıyle îman edenler; yakınlarına,
yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara, isteyenlere ve kölelerin kurtuluşuna
gönülden mal sarfedenler; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verenler; ahidlerine
sâdık kalanlar; fakirlikte, hastalıkta ve savaşta sabır gösterenler... İşte,
gerçek itaat, bunların itaatidir; doğruyu söyleyenler bunlardır. Allah'tan,
gerçekten korkanlar da bunlardan başkası değildir. O halde, ey yahudîler ve ey
hıristiyanlar! Siz de böyle misiniz? Yukarıda sayılan itaat şartlarını yerine
getiriyor musunuz? Kıble, Kudüs tarafı olmuş, yahut Kabe tarafı olmuş, siz onu
bir tarafa bırakın da, îmanınızın ve amellerinizin yukarıdaki şartlara uyup
uymadığına bakın. Eğer bu şartlara hakkıyle riâyet eden gerçek mü'minler, size
kıblenin Kabe olduğunu söylüyorlarsa, onlara da inanın; çünkü gerçek îmanın
tabiî bir neticesi olarak doğruyu söyleyenler, yalnız onlardır.
Ve siz, ey
müslümanlar! Yahudî ve hıristiyanların kıble konusunda çıkardıkları yaygaraya
kapılmayı bir tarafa bırakın. Kıble olarak Kabe'ye yönetiyorsunuz ama, itaatin
şartı', sadece kıbleye yönelmekten ibaret değildir. Yukarıda zikredilen şartlar
karşısında kendinizi kontrol edin. Eğer bu şartlara gerçekten riâyet
ediyorsanız, îman davasındaki iddianız doğru olur; o zaman, mü'min olduğunuza
ve Allah'tan korktuğunuza inanılır. Yok, eğer bu şartlara uymuyorsanız,
îmanınız, kuru bir sözden, amelleriniz de boş bir gösterişten ibaret kalır.
Allah Ta'âlâ, bu
âyet-i kerîmeyle, gerçek itaat demek olanB/rrin şartlarını, hem gerçek îmanla
mutlak küfrün, hem de îmanla küfür arasında ne olduğu belirsiz inanç
derecesinin ölçüsü olarak beyan buyurduktan ve böylece, ister mü'min olsun
ister kâfir, veya ister âsî olsun ister fâsık olsun, her inanana bu şartlar
karşısında kendi nefsini değerlendirmek imkânını sağladıktan sonra,
mü'minieri, yeni bir hüküm âye-tiyle karşı karşıya bırakan şu emri indirmiştir: [8]
178. Ey îman edenler! Öldürülenler hakkında size
kısas yazıldı: Hürre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın.
Bununla beraber, öldürülenin kardeşi tarafından kaatil lehine bir şey
affolunursa, artık örfe uymak ve öldürülen (taraf) e (borcu) güzellikle ödemek
gerekir. Bu, Rabbınızdan size bir kolaylık ve rahmettir. Buna rağmen, kim
bundan sonra haddi aşarsa, onun için, acısı büyük azâb vardır.
179. Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl
sahipleri! Tâ ki sokmasınız.
Allah Ta'âlâ bu âyet-i
kerîmelerle kısası müslümanlara farz kılmıştır. Kısas, lugatta, yapılan bir
fiile misliyle mukabele etmektir. Bu manâda kelime, eşitliği ifade ettiği gibi,
başkasına yapılan bir fiilin, yapana da aynen yapılmasına delâlet eder.
Kelimenin âyet-i kerîmedeki manâsı da budur ve kaatiiin kasıtlı olarak
öldürdüğü adama karşılık, kendisinin de öldürülmesi ve böylece ikisi arasında
eşitliğin sağlanmasıdır.
t-i kerîme, sadece
işlenen fiil yönünden değil, fakat aynı zamanda, o fiili işleyenler yönünden de
tam bir eşitlik getirmiştir. Câhiliye df erinde, Araplar arasında yaygın olan
bir âdete göre, şerefi yüksek, kuvvetli bir kabileye mensup kaatil
cezalandırılmaz, buna karşılık, böyle bir kabileden herhangi bir kimse
öldürüiürse, onu öldürenin cezalandırılması yeterli görülmez, onunla birlikte
suçsuz da olsalar, başkalarına da cezalandırılmaları istenirdi. Bazan soylu bir
kişinin bedeli, kaatilin kabilesi tarafından çok kaniı bir ücretle ödenirdi.
Aynı kabile içinde
vukubulan öldürme olaylarında da hak, yine ailelerin soy sop yönünden üstün
olanlarında idi. Kısacası, şeref ve kuvvet sahibi olan kabife veya ailenin,
kaatilin aile veya kabilesinden öldürmek için isteyeceği kimselerin sayısında
herhangi bir hudud yoktu. Eğer istenilenler verilirse, onlar öldürülür,
verilmezse, kabileye karşı savaş ilân edilir ve pek çok kan dökülürdü. Bu ise,
büyük bir zulümdü. İşte, Allah Ta'âlâ, bu zulmü kaldırmak ve insanlar
arasındaki eşitliği sağlamak için, kısas âyetlerini indirmiş ve şöyle
buyurmuştur: [9]
178. Ey îman edenler!
Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı: Hürre karşılık hür, köleye karşılık
köle, kadına karşılık kadın. Bununla beraber öldürülenin kardeşi tarafından
kaatil lehine bir şey affolunursa, artık örfe uymak ve öldürülen (taraf) e
(borcu) güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbımzdan size bir kolaylık ve
rahmettir. Buna rağmen,
kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için, acısı büyük azâb vardır.
179. Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl
sahipleri. Tâ ki sakınasınız.
178 Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, kısas, kaatille maktul arasında eşitliği sağlamak için,
kaatiiin de öldürülmesidir; çünkü şeriat nazarında kaatilin maktul karşısında
hiçbir imtiyazı yoktur. İkisi arasındaki eşitlik, kaatilin makîûle karşı
işlediği öldürme fiilinin, aynen kaatiie de tatbik edilmesini gerektirir. Eğer
hür olan bir kimse, kendisi gibi bir hürrü öidürmüşse, kısas, hürrün mensûb
olduğu kabilenin liderine, yahut ileri gelenlerinden bir kaçına değil, öldüren
kimseye tatbikolunur. Keza bir köle, başka bir köleyi, yahut kadın, başka bir
kadını öidürmüşse, ne öldüren kölenin efendisi, ne dekadının babası veya
kardeşi, kaatitlere bedel olarak öldürürlür. Öldürülecek olanlar, öldürme
fiilini bizzat işleyenlerdir.
Ayet-i kerîmenin
zahiri, açıkladığımız bu manâya delâlet ederse de, bir hürrün bir köleyi, veya
bir kadını, yahut bir kölenin bir hürrü veya bir kadını, yahutta bir kadının
bir hürrü veya bir köleyi öldürmesi halinde, kısasın tatbik edilip
edilemiyeceği hususunda bazı tereddütlerin belirmesi mümkündür. Nitekim hür
olan bir kimsenin bir köleyi öldürmesi halinde, hürrün kısas ile öldürülüp
öldürülemiyeceği hususunda imamlar arasında görüş ayrılığı belirmiş, Ebû
Hanlfe, İbn Ebî Leylâ ve Dâvûd ez-Zâhirî, eğer köleyi öldüren efendisi değilse,
o hürrün öldürülmesi gerektiğini ileri sürmüş, çoğunluk ise, hürrün
öldürülmemesi görüşünde birleşmiştir. Fakat, âyetin zahiri manâsı dışındaki
anlayışta herhangi bir tereddüde sebep bulunmadığını da burada hemen belirtmek
gerekir. Zira âyet-i kerîme, câhiliye devrinde âdil olmayan bir tatbikata son
vermek ve insanlar arasındaki eşitliği sağlamak için indirilmiştir.
Binâanaleyh âyetin özü, ruhu veya esası, eşitlik prensibi üzerine
oturtulmuştur. Eğer bir hür, bir hürrü öldürdüğü için üzerine kısas tatbik
edilir de, bir köleyi veya bir kadını öldürdüğü zaman kısastan kurtulursa, bu
tatbikat, âyetin getirdiği eşitlik prensibine, yahut onun ruhuna aykırı düşer. Bu
sebepledir ki, âyet-i kerîmeyi, kaatil kim olursa olsun ve hür, köle veya
kadın olarak kimi öldürürse öldürsün, yaptığı fiilin adalet üzere kendisine
tatbik edilmesini emrettiği manâsında anlamak gerekir. Eşitliğin esası budur.
Buna göre, Öldürülen kimsenin yakınları tarafından kısas talebinde bulunulur ve
kaatilin öldürülmesi istenirse, bu âyet gereğince kısas hükmünün tatbiki
farzdır. Fakat kısasa hükmedecek olan hâkimin, kısas talebine cevap vermemesi
ve kaatilin öldürülmesine hükmetmemesi, öldürülen kimsenin yakınlarında intikam
duygusunun belirmesine, iki taraf arasında daha büyük kavganın çıkmasına ve
daha çok kanın dökülmesine yol açar. Bu sebeple, hâkimin, kısas talebini kabul
etmesi, hem daha büyük fitnenin önlenerek emniyetin sağlanması, hem de 'ayet
hükmünün yerine getirilmesi bakımından zarurî görülmüştür.
Ailah Ta'âiâ,
eşitliğin ve adaletin esası olan kısası müslümanlara farz kıldıktan sonra,
sonsuz rahmetinin tabiî bir neticesi olarak, af meselesine de işaret etmiş ve
öldürülen kimsenin yakınları veya vârisleri tarafından kısası gerektiren
öldürme fiilinden cüz'i de olsa bir şey affolunduğu takdirde, buna uyulmasının
da vâcib olduğunu bildirmiştir.
Ayet-i kerîmede, kısas
hakkından vazgeçip kaatili affetme salâhiyetine sahip olan kimse, kaatilin
kardeşi olarak zikredilmiş ve bununla öldürülenin vârisleri veya kısas
talebinde bu'' ınrna hakkına sahip olan yakınları
kasdolunmuştur.
Öldürülenle kanbağı olan bu kimselerin, kaatilin kardeşi olarak
zikredilmesinden maksat ise, öldürenle öldürülen arasında var olan din
kardeşliğine işaret etmektir. Çünkü bir müslüman, bir dîn kardeşini kasden
öldürmüş olsa bile, dînden çıkmış sayılmaz ve ikisi arasındaki dîn kardeşliği
bozulmaz. Ayet-i kerimede bu kardeşliğe işaret edilmekle, hem kardeşlerin biribirlerini
öldürmek değil, biribirlerinin canlarını korumak zorunda oldukları gösterilmiş,
hem de iki kardeş arasında öldürme fiili cereyan ettiği takdirde, öldürülen
tarafın öldüren dîn kardeşlerini affetmeleri teşvik olunmuştur; çünkü suç ne
kadar büyük olursa olsun, bu suçtan geçmek ve suçluyu bağışlamak, kardeşliğin
gereklerindendir. Nitekim Bakara sûresinin 237 nci âyetinde «bağışlamanız
takvaya daha yakındır» buyurulmuştur. Her ne kadar bu âyet, nikâhla ve mehirle
ilgiliyse de, bağışlama hükmü umumîdir ve İslâm'ın ruhuna uygundur.
Öldürülenin vârisleri
tarafından kısastan vazgeçilip öldüren affolunduğu takdirde, gerek af ve
gerekse diyet tesbiti, halk arasında maruf olan usûlde yapılır. Vârislerin
kaatili affetmeleri, onları hiçbir surette kaatile zulmetme hakkını
kazandırmaz. Bu sebeple, vârislerle hâkimin beraberce tesbit edecekleri
diyetin, kaatilin ödeme gücünün üstünde olmaması ve halk arasında bilinen
miktarı aşmaması gerekir. Diyet böylece tesbit olunduktan sonra, artık
kaatilin de bunu güzellikle ödemesi, îesbit edilen miktarı düşürmemesi ve ödeme
şartlarını ihlâl etmemesi icab eder.
Burada, şuna da işaret
etmek gerekir ki, vârislerden birisi kaatili affeder, fakat diğerleri kısas
üzerinde ısrar ederlerse, hüküm, onu affeden vârisin hükmüne uygun olur. Çünkü
âyet-i kerîmede «öldürülen taraftan kaatil lehine bir şey affolunursa»
denilmiştir ki, bunu, «kaatilin cüzi bir affa nail olması» manâsında
anlaşılması gerekir. Buna göre, vârislerden birinin onu affetmesi, onun, cüz'î
bir affa nail olduğunu gösterir.
İşte, Allah Talâ'nın,
kaatilin affı ve buna mukabil üzerine diyet îesbiti hususunda şeriat olarak
vazettiği bu hükmün, O'nun, kullarına getirdiği bir hafiflik, bir kolaylık ve
bir rahmettir. İnsanlar arasındaki kardeşliği pekiştiren ve kan dökülmesini
önleyen aftan daha üstün ve daha makbul hangi kolaylık ve hangi rahmet
olabilir?
Bununla beraber, kim
kaatili affettikten ve diyete rıza gösterdikten sonra, öldürülen yakınının
intikamını almaya kalkışır ve böylece haddi aşarsa, işte o kimse için, kıyamet
günü mutlaka göreceği acısı büyük azâb vardır. Öldürülen kimsenin yakınları
arasında kaatili affetmeyen ve diyete razı olmayan kimseler bulunsa bile,
bunlar, onu affedip diyete rıza gösteren diğer yakınlarına uymak
zorundadırlar. Aksi halde haddi aşmış ve elim azabı hak etmiş olurlar. [10]
179 Allah Taâlâ,
Araplar arasında câri olan öldürmeyle ilgili câhili âdetleri ortadan kaldırıp,
insanlar arasında adaleti sağlayacak olan kısası emrettikten, buna rağmen,
affın onlar için daha büyük bir kolaylık ve daha büyük bir rahmet olduğunu
beyanla onları affa teşvik ettikten sonra, dikkatları tekrar kısasa çekmiş ve
umumî olarak kısas hükmünün gönüllere daha iyi yerleşmesini ve câhilî âdetlerin
terkedilipbuhükmeuyulmasınısağlamak maksadıyie «kısasta sizin için hayat
vardır» demiştir.
Kısasta hayat
bulunması, onun, insanların biribirlerini öldürmelerine engel olması
dolayısıyledir. Zira öyle kimseler vardır ki, diyetle iktifa etmezler ve
düşmanlarını öldürmek için servetlerini harcadıkları gibi, fırsat bulunca onların
kanlarını dökmekten de bir ân geri kalmazlar. Halbuki böyle bir kimse,
düşmanını öldürdüğü takdirde, kendisinin de kısasla öldürüleceğini bilirse,
öldürmek istediği kimseyi öldürmekten vazgeçer ve böylece, hem onun hayatını,
hem de kendi hayatını kurtarmış olur. Bundan da anlaşılır ki, gerek ona ve
gerekse onun öldürmek istediği kimseye hayat veren, yahut hayatlarını devam
ettirmelerini sağlayan şey, kısastır. Bu sebepledir ki, Araplar arasında,
kısasın faydasını belirten darb-ı mesel haline gelmiş bir takım sözler
söylenmiştir. Bunlardan bir kaçı şöyledir: El-Katht enfâ H'l-katli (öldürmek,
öldürmenin en iyi önleyicisidir). Eksim'l-katle liyukılle'l-katle (öldürmeyi
azaltmak için öldürmeyi çoğaltınız). Katlu'l-ba'zı ihyâun li'l-cem'ı
(bazısının öldürülmesi ceminin ihyası-dır). Her üç meselde de tavsiye olunan
veya emredilen öldürme fiili, kısasa delâlet eder; kısasla öldürmenin tavsiye
edilmesi ise, zâlimce öldürmeleri önlemek içindir. Ancak Kur'ân-ı Kerîım'in
«kısasta sizin için hayat vardır» mealindeki âyetini, gerek uslûb ve îcazındaki
üstünlüğü ve gerekse ihtiva ettiği manânın genişliği yönünden yukarıdaki
mesellerle mukayese etmek elbette mümkün değildir.
Allah Taâlâ kısasın
hikmetini beyan ettikten sonra, hitabını umumî olmasına rağmen akıl sahiplerine
tahsis etmiş ve böylece, hayatın kıymetini ancak onların anlayabileceklerini
ve onu ancak onların koruyabileceklerini göstermiştir. Çünkü kısasla ilgili
hükmün sırrını ve hikmetini, topluma getirdiği sayısız faydaları anlayabilecek
olanlar, yalnız akıl sahibi olan ve doğruyu eğriden ayırt edebilen kimselerdir.
Bu sebepledir ki Allah Taâlâ, «kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl
sahipleri!» diyerek onları uyarmış ve kısasla ilgili hüküm üzerinde akıllarını
kullanmalarını ve bu hükmün bütün inceliklerini öğrenmelerini emretmiştir. Zira
ittikânın, yani başkalarına tecavüzden sakınmanın ve kan dökmekten el çekmenin
yolu budur. Nitekim Allah Taâlâ âyet-i kerîmede, akıl sahiplerine kısasta hayat
bulunduğunu hatırlattıktan ve onları akıllarını kullanmaya davet ettikten
sonra, «tâ kisakınasınız» buyurmuştur ki, yapılan kötülüklerin kötü neticeler
doğuracağını bilerek bunları yapmaktan sakınanların, ancak akıl sahipleri
oldukları anlaşılır.
Allah Taâiâ, öldürme
fiilinde tatbik olunması gereken kısasla ilgiii hükmünü beyan ettikten sonra,
yine ölümle ilgili olarak yeni bir hüküm getiren şu âyetleri indirmiştir: [11]
180. İçinizden birine Ölüm yaklaştığında, eğer mal
bırakacaksa, Allah'tan sakınanlara bir hak olmak üzere, anaya babaya ve
akrabaya, bilinen bir şekilde vasiyette bulunması, üzerinize farz kılındı.
181. Kim vasiyet olunanı işittikten sonra onu
değiştirirse, bunun günahı, onu değiştirenlerin üzerinedir.
Allah, şüphesiz, hakkıyle
işiten, hakkıyle bilendir.
182. Bununla beraber,
kim de, vasiyet edenin halaya düşmesinden ve günah işlemesinden korkar da
aralarını düzeltirse, onun üzerine bir günah yoktur. Allah, şüphesiz, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
174 üncü âyetin
tefsirine girerken de işaret ettiğimiz gibi, Allah Taâlâ, yiyeceklerle ilgili
ilk hüküm âyetinden sonra, birbirini takip eden diğer ahkâm âyetlerini indirmiş
ve ooyıece, banara suresi, Medine'ye meretten sonra kurulan ilk İslâm
Devletinin ve bu devletin idaresinde yaşayan müslüman cemaatın, kaidelere bağlı
bir nizam içinde teşekkülünü ve gelişip büyümesini sağlayan başlıca rehber
olmuştur. Nitekim daha önceki âyet-i kerîmelerde, gerçek müslümanlığın ve
gerçek itaatin tarifi yapıldıktan ve şartlan gösterildikten sonra, bu vasıftaki
müslümanların tatbikinde güçlük çekmiyecekleri kısas hükmü vazedilerek,
herhangi bir kimsenin kasıtlı olarak bir başkasını öldürmesi halinde, kaatilin
de ceza olmak üzere öldürülmesi emredilmiştir. Böylece, hem eskiden beri Araplar
arasında câri olan haksız öldürme olaylarına son verilmiş, hem de müslümanların
kanun olarak uyacakları ve uygulayacakları adaletli bir hüküm getirilmiştir.
Gerek bir kimsenin
zulmen öldürülmesi ve gerekse onu Öldüren kimseye kısas hükmünün uygulanması,
ölümle ilgili konulardır ve her ikisi de ölümün bir çeşididir. Konu ölüm
olunca, bu konuyla İlgili yeni bir hükmün getirilmesi kadar tabiî bir şey
olmaması gerekir. İnsan, ister başkası tarafından öldürülmüş olsun, ister
kısasla öldürülsün, ve hattâ ister ölümü tabiî olsun, ölümünden önce yapması
gereken bazı işler vardır. İşte, Allah Ta'alâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle,
ölümü yaklaşan ve bırakacak malı olan kimselere, ölmeden önce yapmaları gereken
bir işi bildirmiş ve bırakılan maldan vasiyette bulunmayı farz kılmıştır.
Böylece, kısas âyetıyle cemiyet ve ferdleri zulmen öldürülüp telef olmaktan
korunurken, vasiyet âyetiyle de, malın belirli kimseler elinde kalıp akraba
ailelerin fakirlik yüzünden yıkılıp dağılmaları önlenmiştir.
Allah Taâlâ, vasiyetle
ilgili olarak şöyle buyurmuştur: [12]
180. İçinizden birine ölüm yaklaştığında, eğer mal
bırakcaksa, Allah'tan sakınanlara bir hak olmak üzere, anaya babaya ve
akrabaya, bilinen bir şekilde vasiyette bulunması, üzerinize farz kılındı.
181. Kim vasiyet olunanı işittikten sonra onu
değiştirirse, bunun günahı, onu değiştirenlerin üzerindedir.
Allah, şüphesiz, hakkıyle işiten,
hakkıyle bilendir.
182. Bununla beraber,
kim de, vasiyet edenin hataya düşmesinden ve günah işlemesinden korkarda
aralarını düzeltirse, onun üzerine bir günah yoktur. Allah, şüphesiz, çok
bağışlayan, çok esirgeyendir.
180 Ayet-i kerîme'den
açıkça anlaşılmaktadır ki, kim, kendisinde beliren hastalık, bitkinlik ve
yaşlılık gibi çeşitli emarelerle ölümün kendisine yaklaştığını hissederse,
geride bırakacağı malını, anasına, babasına ve yakın akrabasına vasiyet etmesi,
onun üzerine farz kılınmıştır. Ancak bu vasiyetin, halk arasında maruf olan ve
çok az veya çok fazla olması dolayısıyle hoşnudsuzluğa ve itiraza yol açmıyacak
bir şekilde yapılması gerekir. Böyle bir vasiyet, Allah'tan sakınanların üzerine
bir hak veya bir borç olarak yazılmıştır.
Ayet-i kerîmede «mal»
karşılığında hayr kelimesi kullanılmış ve «ölüm yaklaştığında, eğer hayır
bırakacaksa...» buyurulmuştur. Hayr, lugatta, mal manâsına gelirse de,
umummiyetle, servet manâsında ve çok olan mal hakkında kullanılmıştır. Nitekim
bir adam Hazret-i Aişe'ye gelip «ben vasiyet etmek istiyorum», dediği zaman.
Hazret-i Aişe, malının miktarını ve ailesinin kalabalık olup olmadığını sorup
öğrendikten sonra, Allah Taâlâ «eğer hayr bırakacaksa» buyuruyor; senin malın
ise az; onu da ailene bırak, demiştir[13]
Bundan da anlaşılıyor
ki, sahabe devrinde hayr kelimesinin delâlet ettiği manâ, mâl-ı kesir, yani çok
maldır. Ancak malın hangi miktara ulaştığı zaman hayr sayılacağı, zaman ve
örfe göre değiştiği için, bu hususta kesin bir ölçü vermek mümkün değildir.
Basit bir misalle açıklamak gerekirse, evi barizi olmıyan-ların yaşadığı fakir
bir muhitte, başını sokacak bir kulübesi olan kimse, o muhit için hayr sahibi
addebilebilirse de, villa ve konak sahipleri yanında ona hayr sahibi demek
mümkün değildir. Buna göre, âyet-i kerîme, servet sahibi olanlara vasiyeti farz
kılmıştır. Bununla beraber, şuna da işaret etmek gerekir ki, hayrı, zengin
olsun fakir olsun, öldüğü zaman geride bıkaktığı az veya çok malla tefsir
edenler de olmuştur.
Ayet-i kerîme, ölümü
yaklaşan kimseye vasiyeti farz kılmış olmakla beraber, miras âyetleri
indirildikten ve Hazreti Peygamber veda haccında «Allah, her hak sahibine
hakkını vermiştir. Binâenaleyh vârise vasiyet etmek yoktur» hadisini buyurduktan
sonra[14]
ve bu konuda görüş
ayrılığı belirmiştir.
Nisa sûresin 11-12 nci
âyetlerinde, ölen bir kimsenin eşi, erkek ve kız çocukları, anası babası, erkek
ve kız kardeşleri varsa, yahut bunlardan bazısı var, bazısı yoksa, ölenin
geride bıraktığı malın, onun yakınları arasında, belirli miktarlarda taksimi
emredilmiştir. Buna göre, ana ve baba, kendileri için tesbit edilmiş olan
miktarda mala hak sahibidirler ve dolayısıyle bunlara vasiyetle mal bırakmaya
gerek yoktur. Halbuki yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, kalan maldan anaya babaya ve
yakın akrabaya vasiyet etmek farjz
kılınmıştır.
İşte, miras
âyetleriyle vasiyet âyetinin zahiri manâları arasındaki bu farklılık ve
Hazret-i Peygamber'in yukarıda işaret ettiğimiz «vârise vasiyet yoktur» hadîsi,
vasiyet âyeti hakkında değişik görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Bu
görüşleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) Vasiyet âyeti,
mîras âyetlerinden önce nazil olmuştur. Bu âyetle umumî manâda anaya babaya ve
yakın akrabaya vasiyet farz kılınmıştır. Fakat miras âyetleri nazil olup anaya
babaya ve yakın akrabaya düşen mal miktarı belli olunca diğer âyetin hükmü
kalkmış olmaktadır. Yani âyet mensûhtur. Hazret-i Peygamber'in mezkûr hadîsi de
buna delâlet eder.
2) Vasiyet âyetinin,
sadece miras âyetlerinde ismi geçen ana ve babayla ilgili kısmı mensûhtur;
fakat verese arasında olmayan ve dolayısıyle malda hakkı bulunmayan yakın
akrabaya vasiyet hükmü muhkemdir. Kısacası âyetin bir kısmı neshedilmiş olsa
bile, diğer kısmı neshedilmemiştir.
3) Vasiyet âyeti miras
âyetiyle neşhediimemiştir; muhkem bir âyettir ve dolayısıyle vasiyet
vâciptir.Kanaatımızca âyeti kerîmeyi mensûh addetmek, veya miras âyetleriyle
vasiyet hükmünün tamamen kaldırıldığını ileri sürmek mümkün değildir. Her ne
kadar Hazret-i Peygamber «vârise vasiyet yoktur» buyurmuş ise de, bu, vâris
olmayana da vasiyet edilemi-yeceği manâsında değildir. Miras âyetleri, sadece
ölenin malından miras alabilecek akarabayı saymış, fakat bazı akrabayı
zikretmemiştir. Anaya babaya gelince, bunların daima mirasçılar arasında
bulunmadığı da görülmektedir. Meselâ müslüman olan bir kimsenin anası babası
müslüman değilse, bunları verese arasında saymak mümkün değildir. Bununla beraber
Allah Taâlâ, Ankebût sûresinin 8 inci âyetinde onlara iyi muamele edilmesini ve
fakat şirke davet etmeleri halinde onlara itaat edilmemesini emretmiştir. Bu
iyi muamele arasında, kafir bile olsalar, anaya babaya müslüman evlâdın
malından bilr miktarını-|bu miktar sülüs (üçte bir) ten fazla değildir- vasiyet
etmesine engel olacak hiçbir hüküm yoktur. Buna göre, âyeti kerîmedeki anaya
babaya vasiyeti farz kılan emrin miras âyetiyle nesholunduğunu düşünmek doğru
görülemez. Keza verese arasında zikredilmeyen akraba da böyledir ve onlara da
vasiyette bulunmak bu âyetin hükmüdür. Diğer taraftan, eskiler (selef)
arasında, vârislerden bazısına vasiyet etmeyi caiz görenler bile vardır. Ölen
adamın, birisi zengin, diğeri fakir ve çeşitli sebeplerle çalışıp kazanmaktan
âciz iki oğlu varsa, fakir olanı korumak için ona, miras dışında vasiyetle mal
bırakmak da miras âyetinin hükmüne aykırı değil, fakat İslâm'ın eşitlik
prensibine uygundur. Zira miras âyetlerinde, zikredilen vârislere tahsis olunan
miktarların, vârislerin maddi yönden eşit olmalarına göre tesbit edildiğini
düşünmek yanlış olmaz; çünkü İslâmî adalet bunu gerektirir. Bununla beraber,
vârislerden bazılarının çalışıp kazanamaz durumda olmaları sebebiyle bu eşitlik
bozulmuşsa, vasiyetle bunu telâfiye çalışmak da, önce onların yakınlarına
düşer. Miras âyetleriyle tesbit olunan miktarların, halleri vakitleri eşit olan
vârisler için söz konusu olduğu düşünülür ve fakir olan bir vârise ayrıca
vasiyette bulunulursa, bu tatbikat, Hazret-i Peygam-ber'in «vârise vasiyet
yoktur» hadîsine de aykırı düşmez. Çünkü Hazret-i Peygamber, bu hadîsiyle,
miras âyetlerini beyan etmiş ve fakat fakir ve muhtaç olan bir vârise vasiyet
ediiemiyeceği hususunda bir hüküm getirmemiştir. Burada, hadîs kitaplarında
yer alan sahîh bir hadîse de işaret etmekte fayda vardır. Bu hadîsinde Hazret-i
Peygamber şöyle buyurmuştur: «Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunan müslüman
kimseye, vasiyeti yanında yazılı olarak bulunmadıkça, iki gece bile yatması
caiz değildir»[15]
Netice itibariyle,
vasiyet âyetini miras âyetleriyle neshedilmiş saymak yerine, biribirlerini
beyan edip tamamladıklarını kabul etmek, vasiyet âyetinin ibaresinde görülen
uslûb ve bilhassa «üzerinize farz kılındı» denildikten sonra, bunu teyîd etmek
için zikredilen «Allah'tan sakınanların üzerine bir hak olarak» ibaresinin
gelişi, böyle bir hükmün bir kaç sene içinde neshedilmiş olabileceği
düşüncesini zayıflatmaktadır. Bununla beraber, doğrusunu, şüphesiz, en iyi
Allah bilir. [16]
181 Allah Taâlâ, anaya
babaya ve akrabaya vasiyeti, kendisinden sakınanlara bir borç olmak üzere farz
kıldığını beyan buyurduktan sonra, bu vasiyeti işitip de ondan hoşnud olmayan
kimsenin onu değiştirmesini menetmiş, böyle bir değişiklik yapıldığı takdirde,
bunun günahının, onu değiştirenin üzerine olacağını bildirmiştir. Bundan da
anlaşılmaktadır ki, bir kimse ölümünden önce vasiyette bulunursa, Ölümünden
sonra vârislerin vasiyet hükümlerine aynen uymaları şarttır. Vasiyette
bulunmak, vasiyet edeceği malı olan kimseye nasıl bir borç olarak farz
kılınmışsa, o vasiyete uymak da,jgeride kalan vârisler için borçtur ve hiç
kimsenin bu vasiyette değişiklik yapmaya hakkı yoktur. Bununla beraber,
herhangi bir kimse onu değiştirirse, Allah, şüphesiz, bu değişiklik için kimin
ne söylediğini ve kimin ne yaptığını çok iyi bilir ve değişiklik yapanı,
işlediği bu günahtan dolayı cezalandırır. [17]
182 Şu da var ki,
vasiyette bulunacak kimsenin, halk arasında maruf olan usuller dışında vasiyet
etmesinden ve böylece, hak ve adalet ölçülerini aşarak vârislerin şikâyetine
yol açacak bir vasiyette bulunmasından kor-karsa, onun hataya düşmesini ve
günaha girmesini önlemesinde ve vasiyette bulunanla vârisler arasını bulup
düzeltmesinde herhangi bir beis, herhangi bir günah yoktur. İyi niyet ve temiz
duygularla böyle bir girişimde bulunan kimsenin gayretiyle hatalı olan
vasiyette değişiklik yapılsa bile, bu değişiklik, bir önceki âyette sözü edilen
ve günaha yol açan değişiklikten tamamıyle farklıdır. Birincisi, hak oian bir
vasiyetin değiştirilmesi dolayı-sıyle günahı gerektirdiği halde, İkincisi, âdil
olmayan bir vasiyetin adalet çerçevesi içine sokulması ve vasiyette bulunanın
hataya düşmekten ve günah işlemekten korunması gayesine matuf olması
doiayısıyle günahı değil, belki Allah'ın ecr u sevabına vesile olur. Nitekim
âyetin sonunda, Allah Taâlâ'nın çok bağışlayıcı ve çok esirgeyici olduğu beyan
edilmiştir ki, bunda, vasiyeti hakka uygun bir şekilde değiştirmeye ve vasiyet
edenle verese arasını bulup düzeltmeye teşebbüs edenlerin Allah'ın mağfiretine
mazhar olacaklarına ve sevab kazanacaklarına açık bir işaret vardır.
Allah Ta'âlâ,
vasiyetle ilgili hükmünü beyan ettikten ve onu çok mal sahibi olan kimselere
farz kıldıktan sonra, İslâm'ın, üzerine bina kılındığı ana temellerinden biri
sayılan oruç ibadeti hakkındaki hükümlerini bildirmiş ve onu da müslümanlara
farz kılmıştır. Böylece, kısas âyetiyle toplumun, vasiyet âyetiyle ailenin ve
nihayet oruç âyetiyle de ferdin yaşayışı, belirli bir düzen içine alınmış
olmaktadır. Zira oruçta, nefis terbiyesi yönünden, hiçbir ibadette bulunmayan
bir üstünlijk vardır.Ailenin ve toplumun ıslahı da, onları meydana getiren ferdlerin
nefis yönünden terbiye edilmiş olmalarına bağlıdır. Bu sebepledir ki Allah
Taâlâ, ahkâm âyeîleriy-le, bir taraftan toplum ve aile düzenini temin ederken,
bir taraftan da ferdlerin nefis terbiyesini sağlamak için orucu müslümanlara
farz kılmış ve şöyle buyurmuştur: [18]
183. Ey îman edenler! Oruç, sizden öncekilere
farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; tâki konmasınız.
184. Sayılı günler... İçinizden kim hasta, yahut
seyahatta olursa, (tutamadığı günleri) başka günlerde tutsun. Gücü yet-miyenlere
de bir yoksulu doyuracak fidye gerekir. Fakat kim gönül rızasıyle hayı*islerse,
bu, kendisi için daha iyidir. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için
hayırlıdır.
185. (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki,
insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve doğruyla eğriyi birbirinden ayırıp açıklayan bir
rehber olmak üzere, Kur ân işte bu ayda
indirilmiştir. Bu sebeple içinizden her
kim bu aya ulaşırsa oruç tutsun. Her kim de hasta, yahut seyahatta olursa, (tutamadığı günleri) başka
günlerde tutsun. Allah, müddeti tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine
karşılık O'nu yüceltmeniz ve böylece şükretmeniz için, size kolaylığı ister;
güçlüğü istemez.
186. (Ey Muhammedi)
Kullarım sana benden sorarlarsa, ben, şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin,
duâ ettiği zaman, duasını kabul ederim; o halde onlar da benim davetimi kabul
etsinler ve bana inansınlar; ola ki doğru yolu bulurlar.
Allah Ta'âlâ, bu
âyet-İ kertmelerle Ramazan orucunu müslümanlara farz kılmıştır. Ancak orucun
farz oluşu, sadece müslümanlara hâs bir keyfiyet değildir. Ayet-i kerîme'de
kimlikleri belirtilmemiş olsa bile, geçmiş milletlere de onun farz kılındığı
açıklanmış ve böylece, yaratılıştan bu yana, Allah Taâlâ'nın, Peygamberleri
vâsıtasıyie tebliğ ettiği dinin, esas ve gaye yönünden birliği bir defa daha
teyld olunmuştur. Eski Mısırlılarda, Yunan ve Romalılarda oruç, maruf ve
meşhurdu. Hattâ yine putperest olmalarına rağmen, Hindular arasında bile
yaygındı. Tevrat ve İncil'de orucun farz kılındığını gösteren açık ve kesin emirlere
rastlanmasa bile, Mûsâ (a.s.) ve İsâ (a.s.) nın kırk gün oruç tuttuklarını
belirten (meselâ bkz. Tevrat, Çıkış, 35/27; incil, Matta, 4/2), yahut orucu ve
oruçluyu medheden sözler görmek mümkündür. Meselâ Matta İncili (6/16-17) nde
«ve oruç tuttuğunuz zaman, iki yüzlüler gibi surat asmayın; zira onlar, oruç
tuttuklarını insanlar görsünler diye suratlarını asarlar. Fakat sen, oruç
tuttuğun zaman başına yağ sür ve yüzünü yıka...» denilmiştir. Hıristiyanların
en meşhur oruçları fısh denilen hamursuz bayramından önce tuttukları, Mûsâ
(a.s.) tarafından, daha sonra da İsâ (a.s.) ve havarileri tarafından tutulan
oruçtur. Bundan başka, çeşitli mezheblere mensup kilise ileri gelenleri
tarafından konulan oruç şekilleri de vardır. Bütün bunlar, orucun çok eski milletlerce
de bilindiğini göstermektedir ki, yukarıdaki âyeti kerîmelerde de buna işaret
edilmiş ve «oruç, sizden öncekilere de farz kılınmıştı» denilmiştir. Ancak
diğer milletlerde, farz kılınışmdaki gayesi ve hikmeti unutulan, yahut dîn
adamları tarafından gayesinden saptırılarak keyfî bir takım yasaklamalarla
nefse işkence vâsıtası haline getirilen oruç, Medine'ye hicretin ikinci
senesinde yeni bir İslâm toplumunun vücut bulmasından sonra, bu toplumun daha
çok ve daha çabuk gelişip kuvvetlenmesi için, nefisleri terbiye ederek Allah'a
daha fazla yaklaştırmak maksadıyle nihai olarak yeniden farz kılınmıştır.
Yukarıdaki âyet-i kerîme'lerde, orucun müslüman-lar üzerine yazılmış bir borç
olduğu bildirilirken, onun gaye ve hikmeti de (açıklanmıştır. Bununla beraber,
orucun nefislere bir işkence vâsıtası ol-1 maması için, oruç tutmaktan âciz
kalanlara bir takım kolaylıklar getirilmiş |ve bu gibi kimselerin, oruç
tutamadıkları zamanlarda yapmaları gereken işler gösterilmiştir. Bu husus,
İslâm dîninin güçlük dîni değil, kolaylık dîni [olduğunu, âyet-i kerîme'de de
belirtildiği gibi,Allah'ın kulları için güçlüğü i değil, kolaylığı murad
ettiğini gösteren en açık delillerden biridir. Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [19]
183. Ey (man edenler!
Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; tâ ki
konmasınız-
183 Allah Ta'âlâ,
mü'minlere hitap ederek, orucun, geçmiş mületlerin mü'minierine farz kılındığı
gibi onlara da farz kılındığını beyan buyurmuş ve böylece, müslümanlarla geçmiş
milletlerin mü'minleri arasında bir benzetme yapmıştır. Ancak bu benzetme,
sadece orucun farz kılınışıyle ilgili olup, şekli, mahiyeti ve sayısıyle ilgili
değildir. Çünkü geçmiş milletlere farz kılınan orucun sayısı, şekli ve mahiyeti
hakkında herhangi bir açıklama yapılmamıştır ve bizim bu hususta sahip
olduğumuz herhangi bir bilgi yoktur. Bununla beraber, Meryem sûresinin 26 ncı
âyetinde, Rabb'ının emriyle bir çocuk sahibi olan Meryem'e «Ben, Rahmân'a oruç
adadım; bugün hiçbir insanla konuşmayacağım» demesi ernrolunmuş ve yemekten,
içmekten ve cinsi münasebetten uzak durmak yanında, konuşmamak da orucun şartı
olarak zikredilmiştir. Buna göre, eğer konuşmamak, geçmiş milletlere farz
kılınan orucun şartlarından biriyse, bu orucun, müslümanlara farz kılınan
oruçtan farklı olduğunu kabul etmek gerekir. Maamafih âyet-i kerîme'den de
anlaşıldığı gibi, oruç, eski milletlere farz kılındığı gibi, müslümanlara da
farz kılınmıştır; fakat eskilere farz kılınan orucun mahiyeti ve miktarıyle,
müslümanlara farz kılınan orucun miktar ve mahiyeti arasında benzerlik bulunup
bulunmaması söz konusu değildir.
Allah Ta'âlâ, orucu
müsiümanlara farz kıldığını beyan ettikten sonra, orucun farz kılınışının sebep
ve hikmetini açıklamış ve «tâ ki korunasınız» buyurmuştur. Bundan da
anlaşılmaktadır ki, oruç, insanın korunması için farz kılınmıştır.
Bizim «korunmak»
manâsını verdiğimiz ittika .kelimesi, büyük olsun küçük olsun her türlü
günahtan ve her çeşit kötülükten sakınarak Allah'ın emirlerine uymak ve
ubudiyet zevkine vararak Allah'a kulluk görevini hakktyle yerine getirmek
manâsindadır. Buna göre, âyet-i kerîrne'yi şöyle açıklamak mümkündür; «Büyük
küçük her türlü günahtan ve her çeşit kötülükten sakınmanız ve ilâhî emirlere
uyarak ubudiyet zevkine varmanız için, sizden öncekilere oruç nasıl farz kılındıysa,
size de farz kılındı.»
Oruç, yahut âyet-i
kerlme'deki asıl ifadesiyle savm veya sıyâm, bir şeyden mutlak surette el
çekmek, nefsi meylettiği şeylerden uzak tutmak demektir ki buna imsak de denir.
Nefsin meylettiği şeyler ise, insan yaratılışının tabiî bir neticesi olarak,
başlıca iki kaynaktan zuhur eder. Bunlardan birisi karın şehveti, diğeriyse,
cinsî şehvettir. İnsan, çok defa bu iki şehvetin tesiri altında kalır ve eğer
nefsini bunların baskısından kurtaramazsa, onların esiri olarak her türlü
kötülüğü yapmaya müsait hale gelir. Böyle bir kimsenin içinde, artık dîn
duygusuna, Allah korkusuna ve Peygamber sevgisine yer yoktur. Bütün benliğini,
karın şehvetini tatmin edecek mal hırsıyle, cinsiyet şehvetini yatıştıracak
kadın sevgisi kaplamıştır. Ne var ki insan, bunlara sahip oldukça, hırsı
yenilenir ve daha fazlasını elde etmeye çalışır.
Oruç, insanı bu türlü
şehvetlerden koruyan ve onun Allah'a daha çok yaklaşmasını sağlayan bir
ibadettir. Nitekim Hazret-i Peygamber bir hadisinde, «oruç bir kalkandır»
buyurmuştur.[20]
Aynı hadîs'in Nesâl
tarafından nakledilen bir rivayetinde ise[21]
oruç, savaşta, insanı
ölümden koruyan bir kalkana benzetilmiş ve onun, Cehennem ateşinden koruduğu
belirtilmiştir. Filhakika orucun manâsı, şehvetlerden el çekmek ve onları
azaltıp yok etmek olunca, oruç tutan insan, onun sayesinde, Cehennem ateşine
götürecek olan kötülüklerden uzak kalmış ve dolayısıyle kendisini ateşe karşı
korumuş olur. Bu sebepten oruç, bir savaşta, kılıç ve mızrak darbelerine karşı
insanı koruyan kalkan gibidir.
Ancak, savaşta
kullanılan kalkan, kılıç ve mızrak darbelerine dayanıklı olduğu sürece
koruyuculuk görevini yapabilir. Kâğıttan, mukavvadan veya tahtadan yapılmış bir
kalkan düşünülemez; çünkü bunların, insanı kılıca karşı koruması mümkün değildir.
Bunun gibi, orucun da insanı Cehennem ateşinden koruyabilecek derecede sağlam
olması gerekir.
Orucun sağlamlığı ise,
onun ihlâsla tutulmuş olmasına bağlıdır. Oruç, ancak böyle tutulduğu zaman
insanın şehvetini kırar ve onu kötülüklerden alıkor. Eğer insan, hem oruç
tutar, hem de elini kötülüklerden çekmezse, bu oruç, ihlâsla ve Allah için
tutulmuş bir oruç değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber, bir hadls'inde «kim
yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi terketmezse, Allah, o kimsenin yemesini
ve içmesini terketmesine bakmaz» buyurmuştur.[22]
Oruçta ihlâs, âyet-i
kerîme'de zikredilen ittika ile gerçekleşir. Yâni Allah'tan korkarak her türlü
kötülükten sakınmak ve O'na tam bir îmanla ibadet etmek. Bu gayeye yönelmeyen
oruç, insanı en küçük kötülükten bile koruyamaz.
Allah Ta'âlâ, orucu,
insanların kötülüklerden el çekip Allah'a daha çok yaklaşmaları için farz
kıldığını beyan ettikten sonra, sayılı günlerde oruç tutmaktan âciz kalanlara
bazı kolaylıklar getirmiş ve şöyle buyurmuş-[23]
184. Sayılı günler...
İçinizden kim hasta, yahut seyahatta olursa, (tutamadığı günleri) başka
günlerde tutsun. Gücü yet-miyenlere de bir yoksulu doyuracak fidye gerekir.
Fakat kim gönül rızasıyle hayır işlerse, bu, kendisi için daha iyidir. Ve oruç
tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için hayırlıdır.
184 Oruç tutulacak
günler, belirli ve sayılı günlerdir. Bir sonraki âyette de açıklanacağı üzere
bu günler, Ramazan ayının günleridir. Binâanaleyh bunlar, gözde büyütülecek,
usanç duyulacak, veya bıkkınlık getirilecek kadar çok değildir. Böyle olmasına
rağmen, o bir aylık oruç günlerinin Allah katındaki değeri çok büyüktür;
insanlara faydası ise, sayılamıyacak kadar çoktur.
Bununla beraber, oruç
tutamıyacak kadar hasta olan, yahut bir yolculuk dolayısıyie evinden ve
memleketinden uzaklaştığı için oruç tutmakta güçlük çekeceğini hisseden
kimseler, sayılı günlerde tutamadıkları oruçlarını, Ramazandan sonraki
günlerde tutup tamamlasınlar. Yaşlılık dolayısıyie artık oruç tutmaya hiç gücü
yetmiyecek olanlar, yahut hiç geçmiyecek bir hastalığa müptelâ olup oruç
tutmaktan ümidlerini kesenler ise, sayılı günlere âit oruç borçlarını fidye
vererek ödesinler. Fidye, ortalama olarak, kendisinin bir günlük yiyeceği
miktarla bir yoksulu doyurmaktır. Görüldüğü gibi, oruç, bir ibadet olarak
müslümanlara farz kılınmış olmakla beraber, hasta, yolcu ve güçsüz olan
kimseler için bazı kolaylıklar getirilmiş, bu gibilerin halleri ne olursa
olsun, kendilerinden oruç tutmaları istenmemiştir. Onlara bu kolaylığın
tanınması, orucun nefse şziyet etmek için bir vâsıta olmadığını ve nefis
terbiyesinin, ona eziyet etmekle hiçbir ilgisi bulunmadığını gösteren en açık
delili teşkil eder.
Hasta olan kimseye,
sayılı günlerde oruç tutmaması için verilen ruhsat, hastalığın şiddet
derecesiyle sınırlandırılmamış, yahut hastalığı hafif olanlara oruç tutmaları
emredilmemiştir. Çünkü bilinmektedir ki, bazı hastalıklarla birlikte oruç güç
gelmese bile, hastalığın artmasına, veya hastalık süresinin uzamasına sebep
olması ihtimali bulunabilir. Bu ise, orucun hikmetine ve Allah Ta'âlâ'nın
hastalara kolaylık olmak üzere tanıdığı ruhsata aykırıdır. Ancak şunu da hemen
belirtmek gerekir ki, bu ruhsat, bir takım kimseler için oruçtan kaçıp kurtulma
vesilesi de değildir; zira ruhsatın istismarı takvaya aykırıdır.
İbadetler arasında
yalnız oruç, içine riya karışmadan yapılanbir ibadet sayılır; çünkü o, namaz
ve zekât gibi fiil ve hareketlerle zahir olan bir ibadet değildir. İnsanın,
yatıp kalkmasından namaz kıldığı anlaşılırsa da, bunun ibadet veya gösteriş
maksadıyle kılındığını anlamak mümkün değildir. Fakat oruç tutulduğu fiil ve
hareketlerden anlaşılmaz. O, sadece kalbe taalluk eden bir ibadettir ve gayesi
takvadır. Nitekim Hazret-i Pey-gamber'in, Rabb'mdan naklettiği bir hadls-i
kudsVde «oruç, yalnız Benim için yapılan bir ibadettir ve onun mükâfatını
vermek de Bana aittir» buyurulmuştur.[24]
Bu sebeple insan, oruç
tutmak isterse, bunu sırf Allah için tutmak zorundadır. Fakat hastalığını
bahane ederek ruhsat hükmünden faydalanmayı ve oruçtan kaçıp kurtulmayı
düşünürse, zihnini boşuna yormuş olur. Zira kendisini oruç tutmaya zorlayan
bir kuvvet bulunmadığı inancına sahip olduğu anlaşılan böyle bir kimsenin
ruhsata sığınması gereksizdir. Netice olarak şunu ifade edebiliriz ki, oruç,
bir evvelki âyette de açıklandığı gibi, insanı büyük küçük her türlü günahtan
uzaklaştırmak ve Allah'a ibadet etme zevkini ona kazan-. dırmak için farz
kılınmıştır. Nefsini bu yolda terbiye etmek isteyen kimse, Allah'ın bu emrini
severek yerine getirir. Bununla beraber, eğer kendisinde bir hastalık
belirirse, oruç tutup tutmamak hususundaki fetvayı yine kendi nefsinden ister:
Oruç tuttuğu takdirde, kendisine güç gelecekse, veya güç gelmese bile
hastalığını artırmasından, yahut süresini uzatmasından korkarsa, başka
günlerde kaza etmek şartıyle oruç tutmaktan vazgeçer; çünkü Allah ona bu
ruhsatı vermiştir. Eğer orucun hastalıkla birlikte kendisine zarar
vermiyeceğine ve nefsine güç gelmiyeceğine inanırsa, sayılı günlerde orucunu
tamamlar. Fakat hiçbir surette ruhsata oruçtan kaçıp kurtulma çaresi olarak
başvurmaz. Bu konuda bilmesi gereken husus şudur ki, Allah'ın, onun tutacağı
oruca ihtiyacı yoktur; tutarsa, kendisine, tutmazsa, yine kendisinedir.
Yolculuk da böyledir.
Hazret-i Peygamber'in sünnetiyle sabit oimuş-tur ki, kendisi, üç gün veya üç
fersah sürecek bir yola çıktığı zaman, namazını kısaltıp müsafir namazı
kılmıştır. Namazın kısaltılmasına sebep olan bu mesafe, aynı zamanda, orucu
terketmek için de sebep sayılır. Buna göre, eğer insan, üç günlük bir yola
çıkacak olursa, orucunu daha sonraki günlerde kaza etmek şartıyle terkedebilir.
Yolculukta orucun yenmesinde bu mesafeye itibar edilmiş, fakat zaman, veya bu
mesafenin en süratli vâsıtalarla katedilmiş olması nazarı dikkate alınmamıştır.
Çok oruç tutmakla
tanınan sahabîlerden Hamza el-Eslemî, Hazret-i Peygamber'e, seferde oruç tutup
tutmayacağını sormuş, Hazret-i Peygamber de ona, «ister tut, ister tutma»
demiştir, Aynt hadîsin başka bir rivayetinde ise, Allah Ta'âiâ'nın ruhsatını
hatırlatarak ona uymanın daha güzel olduğunu, bununla beraber tutmak İsteyene
de günah olmıyacağını Söylemiştir.[25]
Rivayet edilen pek çok
hadîsten anlaşıldığına göre ashâb, Hazret-i Peygamberle birlikte bir yolculuğa
çıktıkları zaman, bir kısmı oruçlu, bir kısmı da yolculuk dolayısıyle oruca
niyet etmemiş olurdu; fakat bu durum, hiç kimse tarafından yadırganmaz, kimse
kimseyi ayıplamazdı. Ancak, ne zaman bir güçlük belirir ve oruçlu olanlarda
fazlaca bir halsizlik görülürse, Hazret-i Peygamber hepsine orucu bozmalarını
emreder, beraberce iftar ederlerdi.
Bu konuda mezheb
imamlarından değişik görüşler nakledilmiştir. Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafii, oruç
tutacak gücü kendisinde hisseden ve herhangi bir meşakkatle
karşılaşmıyacağından emîn olan kimseler için oruç tutmanın daha iyi olduğunu,
Ahmed İbn Hanbei ve Evzâî ise, ruhsatla amel edip oruç tutmamak gerektiğini
ileri sürmüşlerdir.
Yaşlılık veya müzmin
bir hastalık sebebiyle, ömrünün geri kalan kısmında hiç oruç tutamıyacak
olanlara gelince, bunların da borçlu kalmamaları için, âyet-i kerîme'yle ayrı
bir kolaylık getirilmiş ve «gücü yetmeyenlere de, bir yoksulu doyuracak fidye
gerekir» denilmiştir.
Ayet-i kerîme'de
«oruca gücü yetmiyenler» manâsında yutîkûnehu ibaresi zikredilmiştir. Her ne
kadar itâka, bir şeye gücü yetmek, dayanmak manâsına gelirse de, bu manânın
içerisinde, bir de zorluk vardır ve bir şeye zor dayanmak, dayanabilmek için
zorlanmak ve hattâ böyle olmasına rağmen dayanamamak manâsı vardır. İşte bu
manâda Allah Ta'âlâ, yaşlılık veya müzmin hastalık sebebiyle oruca zor
dayanacak, veya daya-namıyacak kadar güçlük çekecek ve ölünceye kadar da oruç
tutacak gücü kendinde bulamıyacak olan kimselere fidyeyi vâcib kılmıştır. Bu
fidye, oruç tutmadığı her bir gün için bir yoksulu doyurmaktır. Ancak, bu
yoksula vereceği bir günlük yiyecek veya yiyecek karşılığı para, kendisini veya
ailesinden herhangi birisini doyuran yiyecekten veya karşılığı olan paradan
daha az olmamalıdır. Zengin olan bir kimse, her gün kendisini ve ailesini
kalitesi yüksek ve çeşitli yiyeceklerle doyururken, fidye olarak yoksula
vereceği yiyeceğin kalitesini düşürür, çeşidini ve miktarını azaltırsa,
üzerine vâcib olan fidyeyi vermiş olmaz ve dolayısıyle oruç borcunu da ödemiş
sayılmaz.
Burada, şu hususu da
belirtmek gerekir ki, bazı tefsirler, oruca güç dayanabilecek, oruç tuttuğu
takdirde çocuğunu besleyemiyecek olan hâmile ve emzikli kadınlarla, ailesinin
geçimini temin etmek için ağır ve güç işlerde çalışan ve bu işi seneler boyu
devam ettirmek zorunda olan işçileri de âyet'in bu hükmü içerisinde mütalâa
etmişler ve bu gibilerin oruç tutmaya güçleri yetmediği takdirde, fidye vermek
suretiyle oruç borcunu ödemiş olacaklarını belirtmişlerdir.Ancak, hâmile ve
emzikli kadınların, oruca hiç gücü yetmiyen ve ileride de kaza etmesi mümkün
olmayan yaşlılar gurubu içinde sayılıp sayılamıyacakları, mezheb imamları arasında
ihtilaflı bir konudur. İmam Şafiî'ye göre, hâmile ve emzikli kadınların da,
yaşlılar gibi oruç tutamamaları halinde, fidye ödemeleri, ayrıca tutamadıkları
orucu da kaza etmeleri gerekir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise, hâmile ve emzikli
kadınlar, hasta kimseler gurubuna girerler ve onlar gibi oruçlarını sadece kaza
ederler. Zira fidye, yaşlı olup da ileride orucu kaza etme ihtimali bulunmayan
kimseler içindir. Kaza ise, özrü dolayısıyle oruç tutamıyan, fakat bu özür
kalktıktan sonra oruç tutabilecek gücü kazananlara mahsustur. Hâmile ve
emzikli kadınlarda, hamilelik ve emzikli olmak, muvakkat birer özürdür.
Hamilelik bittiği ve kadın emzikli olmaktan çıktığı zaman oruç tutabilecek
duruma gelmiş olur ve özürlü iken tutamadığı oruçlarını kaza eder. Fidyeyle
birlikte kaza ise, hiç mümkün değildir; çünkü gerek fidye ve gerekse kaza, ayrı
ayrı orucun bedelleridir. Bir oruca iki ayrı bedel ödemek doğru görülemez.
Netice olarak, şuna işaret edebiliriz ki, hâmile ve emzikli kadınların oruç
borçlarını ödeme şekli üzerinde görüş ayrılığı bulunsa bile, bunların da
ruhsata tâbi oldukları hususunda herhangi bir tereddüt yoktur.
Eğer orucun, insan
nefsine eziyet etmek, oruç tutana veya onun yakınlarına zarar vermek maksadıyle
far? kılınmadığı gözönünde bulundurulursa, bu görüşü kabul etmemek, orucun
hikmetine ve istisnai hailer-de, AHah'ın kullarına bahşettiği ruhsata uygun
bulmamak mümkün değildir. Ancak, bir daha hatırlatmak gerekir ki, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, orucun fidyeyle ödenmesi halinde de, bu ruhsatın oruçtan
kaçmak için bir vesile kılınması, fidye ödeyeni oruç borcundan kurtarmıyacağı
gibi, onu Allah katında günahkâr da yapar. Bu sebeple, orucu terkederek fidye
verecek olanların mesele üzerinde titizlikle durmaları gerekir.
Allah Ta'âlâ,
müsiümanlara farz kılınan orucu, hasta ve müsafir olanlar için daha sonra kaza
etmek, yaşadıkları sürece hiç gücü yetmiyecekler için de fidye ödemek şartıyle
yemeğe ruhsat verdikten sonra, «kim gönül rızasıyle fazladan hayır işlerse, bu,
kendisi için daha iyidir» buyurmuştur. Müfessirler arasında, umumiyetle, bu
hitabın, fidye ödemek durumunda ofan yaşlılar hakkında geldiği kabul
edilmiştir. Buna göre, kim, fidye öderken gerekenden fazlasını verir, yahut
bir yoksul yerine daha fazla yoksul doyurur ve bunu, kendi gönyl rızasıyle
yaparsa, bu, kendisi için daha hayırlı olur. Ancak bazı tefsirlerde, bunlara
ilâveten, fidye ödeyen şahıs, fazladan bir de oruç tutarsa, bunun daha hayırlı
olacağı görüşüne yer verilmiştir ki, bu görüşün, ruhsat hükmüne ve orucun
hikmetine aykırı düştüğünü kabul etmek gerekir. Zira oruç îutamıyacak derecede
gücünü yitirmiş bir yaşlıya oruç tutmak yerine fidye ödemesine ruhsat
verildikten sonra, âyet-i kerîme'nin bu ibaresiyle, fidye ödendikten sonra bir
de oruç tutmasının daha hayırlı olacağının murad edildiği ileri sürülürse,' bu,
o yaşlı ve itaatkâr kutu oruç tutmaya zorlamak ve dolayısıyle nefsini telef
etmesini istemek manâsına gelir ki, Allah Ta'âlâ'nın kullarından böyie bir şey
istediğini kabul etmek mümkün değildir.
Aliah Ta'âiâ, hasta,
misafir ve oruca hiç gücü yetmiyecek olan kimseler için şarta bağlı ruhsatını
beyan ettikten sonra, farz kılınan orucun insanlara olan faydasını belirtmiş ve
umumi manâda «eğer bilirseniz, oruç sizin için hayırlıdır» buyurmuştur. Orucun,
şüphesiz, gerek nefis terbiyesi, gerek irade takviyesi ve gerekse insan
vücudunun iç organlarına yeniden düzenli bir çalışma sağlaması yönünden
sayılamiyacak kadar çok faydası vardır. Bunların yanında ve hepsinden önemlisi,
insanın sahip olduğu îmanı, takva ile besleyip kuvvetlendirmesidir. Ancak şu
şartla ki, oruç tutan insan, niçin oruç tuttuğunu yakînen bilmeli ve onun farz
kılınışındaki hikmete tam manâsıyle vâktf olmalıdır. Eğer onun hikmetini ve bu
hikmetin sırnnı bilmeden, sırf başkalarını taklid etmek maksadıyle oruç tutulacak
olursa, borç ödenmiş oîsa bile, ondan beklenen fayda hâsı! olmaz.
Burada, âyet-i
kerîme'nin bu son ibaresiyle ilgili olarak tefsîrlerde yer alan bir görüşe de
işaret etmek gerekir. Bazı müfessirlere göre «eğer bilirseniz, oruç tutmak,
sizin için daha hayırlıdır» hitabı, hasta, müsafir ve yaşlı olan kimseler
içindir. Buna göre, hastalık, yolculuk ve yaşlılık dolayısıyle orucun sayılı
günler dışında kaza edilmek veya fidyesi ödenmek şartıyle terkedilmesine ruhsat
verilmiş olsa bile, hastanın, yolcunun ve yaşlının sayılı günlerde oruç
tutmaları, kaza etmekten veya fidyesini ödemekten daha hayırlıdır. Ancak bu
görüş, yukarıda yaşlıların fidyeyle birlikte oruç tutmalarının daha hayırlı
olacağı şeklindeki görüşe işaret ederken de belirttiğimiz gibi, ruhsat hükmüne
ve orucun hikmetine olduğu kadar, HazreH Peygamberin tatbikatına da aykırıdır.
Nitekim bundan sonraki âyet-i kerime'de de açıklandığı gibi, Allah Ta'âlâ
kullan için güçlük değil kolaylık ister. Bu sebeple orucu, insanlara eziyet
etmek için bir vâsıta değil, fakat onu, her yönden kendisinden istifade
etmeleri gereken bir hidayet kaynağı görmek ve göstermek icabeder. Şunu da
unutmamak gerekir ki, Allah Ta'âlâ, oruca gücü yetmiyecek olanlara ruhsat
vermekle, orucu onların üzerinden ıskat etmemiş, fakat oruca muâdil olmak üzere
sayılı günlerde tutulmayan oruçların kaza edilmesi, veya yaşlılar için fidye
verilmesi hükmünü koymuştur. İhlâs ile kaza ve fidye ödenerek edâ edilen oruç
borçlarının, sayılı günlerde tutulan oruçlar kadar hayırlı olmadığını ileri
sürmek, Allah'ın ruhsat hükmüne uygun değildir. Ancak, müteaddid defalar işaret
ettiğimiz gibi, ruhsata oruçtan kurtuluş çaresi olarak sarılmamak kayıd ve
şartıyle...
Allah Ta'âlâ, sayılı
günlerde oruç tutmayı farz kıldıktan ve tutamıya-cak durumda olanlar için
ruhsat hükmünü bildirdikten sonra, orucun farz kılındığı bu sayılı günleri
beyan etmek maksadıyle şöyle buyurmuştur: [26]
185. (Size orucun farz
kılındığı o sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu gösteren,
hidayeti ve doğruyla eğriyi biribirinden ayırıp açıklayan bir rehber olmak
üzere, Kur'ân işte bu ayda indirilmiştir. Bu sebeple, içinizden her kim bu aya
ulaşırsa oruç tutsun. Her kim de, hasta, yahut seyahatta olursa, (tutamadığı
günleri) başka günlerde tutsun. Allah, müddeti tamamlamanız, sizi doğru yola
iletmesine karşılık O'nu yüceltmeniz ve böylece şükretmeniz için, size
kolaylığı ister; güçlüğü istemez.
185 Allah Ta'âlâ,
biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bir evvelki âyette zikredilen sayılı
günlerin ne olduğunu bu âyet-i kerîme'yle açıklamış ve bunların Ramazan ayının
günleri olduğunu bildirmiştir. Orucun Ramazan ayına tahsis edilmesinin sebebi
ise, Hazret-i Peygamber'q,risalet görevinin bu ay içinde verilmiş ve Kur'ân
âyetlerinin ilk defa bu ay içinde ona indirilmiş olmasıdır. Ramazan ayında
indirilmesine başlanan Kur'ân, öyle bir Kitap'tır ki, bütün insanlar için mahzâ
hidayettir ve hidayet olmak üzere gelmiştir. Ayetleri, açık, hükümlerinde
herhangi bir karışıklık veya gizlilik yoktur. Bu vasfıyle Kur'ân, daha önceki
peygamberlerin tebliğ ettikleri dîni açıklamak, hak ile bâtılı birbirinden
ayırmak için indirilmiştir. İndirildiği ay ise, Ramazan ayıdır ve bu ayın diğer
aylardan daha şerefli ve daha faziletli oluşunun sebebi de budur. Yine bu
sebeple orucun Ramazan günlerinde tutulması farz kılınmıştır. O halde, kim, sağ
ve salim olarak bu ayı idrak eder, yahut ona yetişirse, ayın ilk gününden
itibaren onun oruç tutması gerekir. Hasta ve müsaf ir olanlarla, oruç tutmaktan
âciz kalan yaşlılar için ruhsat vardır. Birincileri, oruç tutacak gücü
kendilerinde buluncaya kadar, ileride tutamadıkları günleri kaza etmek,
ikincileri ise, fidye ödemek şartıyla bu ruhsata uyarak oruç tutmazlar.
Yukarıdaki âyet-i kerîme'nin, daha önce üzerinde durduğumuz ruhsat hükmüyle
birlikte genel manâsı budur. Ramazan ayının ilk günü, Hazret-i Peygamber
devrinden itibaren Ramazan hilâlinin gözeîlenmesiyle tesbit olunmuştur. Buhârl,
Müslim ve diğer hadîs kitaplarında bu konuyla ilgili olarak, Hazret-i
Peygamber'den şu hadîs nakledilmiştir: «Ay 29 gündür; ancak hilâli görmedikçe
oruç tutmayın ve yine hilâli görmedikçe iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur,
hilâli göremezseniz, süreyi 30 a tamamlayın»[27]
Bu hadîsten de anlaşıldığı
gibi, bir ay, 29 gün olarak hesap edilse bile, yeni ayın girişi, hilâlin
görülmüş olmasına bağlıdır. Buna göre, eğer Şaban ayının 29 uncu günü akşamı
hilâl görülürse, ertesi günü Ramazanın birinci günüdür ve oruca o gün başlanmış
olması gerekir. Fakat havanın kapalı olması dolayısıyle hilâl görülmezse, Şaban
ayı 30 güne tamamlanır ve 31 inci gün Ramazanın birinci günü sayılarak oruca
başlanır. Ramazan ayının bitiminde de aynı yol takip edilir. Eğer 29 uncu günün
akşamı hilâl görülürse, o gün, Ramazanın sonu sayılır ve ertesi günü iftar
edilir; fakat hava kapalı olur, hilâl görülmezse, Ramazan günleri 30 a
tamamlanır.
İşte, Ramazan ayının
giriş ve çıkışı, Hazret-i Peygamber tarafından belirtilen bu esaslar çerçevesi
içinde tesbit olunmuş ve bu usûl, asırlar boyu tatbik edilegelmiştir. Ancak,
asrımızda Astronomi ve Matematik 'imlerindeki gelişme ve teknik ilerleme,
hilâlin hareketini çok önceden takip etme imkânı sağlamış ve bazı müslüman
ülkeler, hilâli gözle gözetlemek ve görmek usûlünü terkederek, teknik yoldan
onun bulunduğu mevkii tesbit eder olmuşlardır. Diğer bazı ülkeler ise, yine
gözetleme usûlüne bağlı kalmışlar ve bunu dînin bir gereği saymışlardır.
Bunlara göre, yukarıdaki âyet-i kerîme ve Hazret-i Peygamber'in hadîsi, hilâlin
gözle görülmesini zorunlu kılar. Çünkü âyet-i kerîme'de «her kim şehre (aya)
şâhid olursa, oruç tutsun» denilmiştir ki, bu ibareyle «her kim hilâli görürse
oruç tutsun» manâsı murad olunmuştur, Hazret'i Peygamber de «hilâli görmedikçe
oruç tutmayın» buyurmuştur. Binâanaleyh bu emirler, Ramazan ayınm başlangıç ve
bitiminin, teknik yollarla değil, hilâlin bizzat insan gözüyle görülerek tesbit
edilmesini gerektirir.
İşte, müslüman ülkeler
arasındaki bu görüş ayrılığı ve bir kısmının hilâli gözle görme usûlüne bağlı
kalması, bir kısmının da onun hareketini teknik yollarla ve matematik
hesaplarla takip etmesi sebebiyle, Ramazan ayının başlangıç ve bitiş günlerinde
farklılıklar olmuş ve rnüslümanlar, ayrı ayrı günlerde oruç tutup bayram
etmişlerdir. Ancak, meselenin münakaşasına girmeden önce, akla gelen bir
soruya açıklık getirmek gerekir. Bu soru şudur: Müslüman ülkelerde, Ramazan
aytna farklı günlerde girilmiş olması ve farklı günlerde bu aydan çıkılıp
bayram yapılması, dînî meselelerde müslümanlar arasında bulunması gereken
vahdete aykırı mıdır ve bu vahdetin sağlanması zorunlu mudur?
Bu soruya cevap teşkil
etmek üzere şunu hemen söyleyebiliriz ki, Ramazan ayına farklı günlerde
girilmesi, gerek yukarıdaki âyet-i kerî-me'ye ve gerekse Hazret-i Peygamber'in
hadîsine aykırı değildir, ve doiayısıyie müslümanlar arasındaki vahdeti bozan
bir durum olarak değerlendirilmemek gerekir.Çünkü.görüldüğü gibi, âyet-i
kerîme'de vakit tayin edilmemiş ve o vakte girilince oruç tutun denilmemiştir.
Fakat vaktin tesbiti müslümanlara bırakılmış ve «içinizden her kim aya şâhid
olursa onu tutsun» buyuru (muştur. Ayet-i kerîmede vaktin tayin edilmemesi,
yeryüzünün her bölgesinde vakitlerin farklı olarak seyretmesi doiayısıyledir
ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan Allah Ta'âlâ bu hikmete istinaden oruca
başlama vaktini tayin etmemiştir. Ayet-i kerîme'deki «aya şâhid olmak» ibaresi,
«hilâli gözle görmek» manâsında alınmış olsa bile, hilâlin Fas'da görüldüğü
akşam Endonezya'da da görülmesi mümkün değildir. Ayet'in hükmüne göre, hilâli
görmeyen ülke müslümanları, ancak onu gördükten sonra oruca başlayacaklardır.
Ancak, âyet-i kerîme'nin «aya şâhid olmak» ibaresini, «hilâli gözle görmek»
manâsı yerine «Ramazan ayına erişmek, o ayda hazır olmak» manâsında anlamak,
gerçeğe daha uygundur. Zira şehâöet\en şehide fiili, Kur'ân-ı Kerîm'de görmek
manâsında hiç
kullanılmamıştır.
Bununla beraber, kelimenin, idrak etmek, yetişmek, kavuşmak, hazır olmak gibi
birbirine yakın manâlarda kullanıldığı pek çok âyet vardır. Bu sebeple,
âyetteki bu ibareyi «içinizden her kim hilâli görürse oruç tutsun» manâsında
anlamak mümkün değildir. Doğrusu «içinizden her kim Ramazan ayını idrak ederse
orucu tutsun» manâsıdır. Buna göre âyet-i kerîme, Ramazan ayının başlangıç ve
bitiminin, hilâlin gözetlenmesiyle tesbit olunması hususundaki görüş için delil
sayılamaz.
Hazret-i Peygamber'den
rivayet edilen hadîslere gelince, bunlar, Ramazanın başlangıç ve bitiminin
tayininde bir yol göstermiştir. Gaye, başlangıç ve bitimin tayinidir; çünkü
âyet-i kerîme bu tayini yapmamış, müslümanlara bırakmıştır. Bunu yapmadan oruca
başlanması mümkün değildir.- Tayinin nasıl yapılacağı meselesi ise, oruca
başlamanın şartı değildir. Hazret-i Peygamber, zamanında câri olan bir usulle
bu tayini yapmış, fakat bu usûlü tayinin şartı olarak vazetmemiş, hadîslerinde
bir gaye olarak zikretmemiştir. Bu sebepledir ki, Ramazanın başlangıç ve
bitiminin tayininde önemli olan husus, ister hilâl gözle görülsün, ister teknik
âletler ve hesap yardımıyle olsun, bu tayinin sağlıklı biçimde yapılmasıdır.
Bölgeler arasındaki farklılıklar ise, tıpkı namaz vakitlerinde olduğu gibi, ne
müslümanların vahdetini bozucu bir unsur olarak görülebilir; ne de Kur'ân'tn
hükmüne aykırı düşer.
Allah Ta'âlâ, Ramazan
ayını sağ ve salim olarak idrak eden bütün müslümanlara oruç tutmalarını
emrettikten sonra, bir evvelki âyette tutmamak hususunda ruhsat verdiği hasta
ve müsafir olan kimseler hakkındaki hükmünü tekrarlamış ve onların Ramazan ayı
dışında oruç tutabilecek gücü kazandıktan sonra tutamadıkları oruçları kaza
etmelerini istemiştir. Bu âyet-i kerîme'de ruhsat hükmünün tekrar edilmesi,
önceki âyette «oruç tutmanız sizin için çok hayırlıdır» denilerek orucun Allah
katında son derece önemli bir ibadet olduğuna işaret edildikten ve yukarıdaki
âyette de «Ramazan ayına kim yetişirse oruç tutsun» denilerek emir
yenilendikten sonra, müslümanlar arasında ruhsat hükmünün kaldırıldığını
zannedip oruç tutmaya kalkışacak hasta ve yolculara, bu hükmün kaldırılmamış
olduğunu hatırlatmak gayesine yöneliktir. Ancak burada, oruç tutmaktan âciz
olan yaşlılar hakkındaki fidye hükmüne tekrar işaret edilmemesi, bazı tefsircileri,
evvelki âyette yer alan bu hükmün, yukarıdaki âyetle kaldırıldığı görüşünü
benimsemeye sevketmiştir. Ne var ki bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira
orucu, yolculuğu esnasında bile tutabilecek kadar dinç olan bir kimseye ruhsat
verilip de, hiç oruç tutamı-yacak derecede yaşlanmış, hattâ hareket etmeye bile
mecali kalmamış olan kimseden ruhsat hükmünün kaldırıldığını düşünmek, orucun
hikmetine olduğu kadar, Allah Ta'âlâ'nın, kulları hakkında güçlüğü değil, kolaylığı
murad eden hükmüne de aykırıdır. Nitekim Allah Ta'âlâ, hasta ve yolcular
dışında, Ramazan ayına sapasağlam erişen bütün müslümanların oruç tutmalarını
emrettikten sonra, «Allah size kolaylığı murad eder; güçlüğü murad etmez»
buyurmuştur. Her ne kadar bu hüküm, burada ve oruç âyetiyle ilgili olarak
gelmişse de, bütün şer'î tekliflerde aynı kolaylığı görmek mümkündür. Nitekim
Hacc sûresinin 78 inci âyetinde «Allah, dîn işlerinde üzerinize hiçbir güçlük
yüklemedi» buyurarak, bu hususu kesin bir şekilde beyan etmiştir. Keza Hazret-i
Peygamber de, bir çok hadîsinde, müslümanlara dâima kolay olanı göstermiş ve
onlara da kolaylaştırmalarını emretmiştir. Buhârî ve Müslim tarafından da
nakledilen şu meşhur hadîs, Hazret-i Peygamber'in bu konudaki emirlerinden
biridir: «Kolaylaştırın güçleştirmeyin; müjdeleyin nefret ettirmeyin».[28]
Allah Ta'âlâ, hasta ve
yolcu olanlara daha sonra oruçlarını kaza etmek, bir evvelki âyetle de yaşlı
olanlara fidye ödemek hususunda verdiği ruhsatı, kullarına kolaylık olması
sebebine bağladıktan ve esasen kulları için hiçbir zaman güçlük istemediğini
kesin bir şekilde beyan ettikten sonra, söz konusu edilen bu kolaylığın da
sebebini açıklamış ve şöyle buyurmuştur: «(Size güçlüğün değil, kolaylığın
murad edilmesi), oruç müddetini tamamlamanız ve böylece, sizi doğru yola
iletmesine karşılık Allah'ı yüceltmeniz ve nimetlerine şükretmeniz içindir».
Oruç müddetinin
tamamlanması, şüphesiz, Ramazan ayı boyunca tutulması gereken 29 veya 30 günlük
orucun tutularak tamamlanmasından ibarettir. Sağlam olanların ve yolculuğa
çıkmayanların bugünlerde oruçlarını kusursuz bir şekilde tutmaları, üzerlerine
farzdır. Bununla beraber, hastalık veya yolculuk sebebiyle Ramazan günlerinin
bir kısmında oruç tutamazlarsa, tutamadıkları gün sayısı kadar, Ramazandan
sonraki günlerde tutarlar ve böylece 29 veya 30 günlük süreyi tamamlamış
olurlar. Allah Ta'âlâ'nin hasta ve yolculara ruhsat vererek oruç hükmünü kolaylaştırması
da, bu sürenin güçlük çekmeden tamamlanabilmesi içindir. Bu, şüphesiz,
Allah'ın, kullarına büyük bir lutfudur. Bazan insan, bir şeyin kıymetini, ancak
o şeyi yitirdikten sonra anlayabilir. Allah'ın bu lutfunu büyüklüğünü
anlayabilmek için de, hasta, müsafir ve yaşlı olanlara verilen bu ruhsatın
verilmediğini ve bu kolaylığın gösterilmediğini, bir an için düşünmek yeterlidir.
Allah'tan korkan ve O'nun emirlerini titizlikle yerine getiren gerçek bir
mü'min, kımıldayarmyacak derecede hasta yatağına düşmüşse, Ramazan günlerinde
tutulması emredilen orucu acaba nasıl tutabilirdi? İşte bu düşünce, ruhsat
hükmünün getirdiği büyük kolaylığı
anlamamıza yardım
eder. O halde insanın, Dunu anladıktan sonra;-btf-taraftan orucun, nefsini
terbiye etmek ve kendisini kılıç darbelerine karşı koruyan bir kalkan gibi, her
çeşit kötülükten uzaklaştırarak Cehennem ateşinden korumak hususundaki faydasını
görerek, Allah'ın, kendisini doğru yola hidayet etmesi dolayısıyle O'nu tekbîr
etmemesi ve kendisine büyük bir nimet olmak üzere ihsan ettiği bu ve buna
benzer kolaylıklar dolaytsıyle O'na şükürde bulunmaması nasıl mümkün olur?
Allah Ta'âlâ, Ramazan ayını
oruca tahsis ederek o ay içinde, hasta, yolcu ve yaşlı olanlar dışında, bütün
müslümaniara orucu farz kıldıktan sonra, dünya ve âhıret saadetine vesile
olacak böyle bir ibadeti, son derece büyük bir nimet olmak üzere ihsan etmesi
dolayısıyle, onlara Allah'ı tekbir etmelerini emretmiştir.
Allah'ın tekbîr
edilmesi, O'nun büyüklüğünü, yüceliğini, şeriat olarak vazettiği ahkâm ile
kullannı terbiye edip doğru yola iletmek hususundaki hâkimiyetini, vazettiği
ahkâm karşısında âciz kalan kulları için durumlarına uygun ruhsatlar verip
onlara lütuf ve ihsanda bulunmasını hatırdan hiç çıkarmadan O'nu zikretmek
demektir. Allah'ı yücelterek zikretmek ise, kullarına bahşettiği sayısız
nimetlere karşılık O'na şükretmeyi gerektirir. Bu sebepledir ki, âyet-i
kerîme'de, kullarını vazettiği ahkâm ile doğru yola iletmesi dolayısıyle
onların Allah'ı tekbîr etmelerini emrettikten sonra, «ola ki bu nimetlere
karşılık şükredersiniz» denilmiştir.
Kulun, önce Allah'ı
yüceltmesi, sonra da O'na şükretmesi, her hususta O'na muhtaç oluşunun
delilini teşkil eder. İnsanın, Allah'a muhtaç olduğunu bilmesi ise, kalbe
yerleşmiş bir îmanın neticesidir. Bu îmanladır ki insan, başı derde düşmüşse,
bu dertten kurtulmak, düşmemişse, hiç düşmemek için dâima yardımına muhtaç
olduğu Allah'a sığınır ve gerek haliyle, gerekse diliyle O'na duâ edip
yalvarır. İnanır ki, Allah orucu farz kılmış olmakla beraber, oruç tutmaktan
âciz olan kullarına nasıl kolaylıklar getirmişse, O'na yönelttiği duâlarıyie,
kendi isteklerini de kabul eder ve yardımını kendisinden esirgemez. İşte, Allah
Ta'âlâ, mü'min kulunun bu inancını, hem teyîd etmek've hem de oruç âyetleri
arasında zikrederek, oruçla dua arasındaki yakınlığı kullarına göstermek için
şöyle buyurmuştur: [29]
186. (Ey Muhammedi)
Kullarım Sana Benden sorarlarsa, Ben, şüphesiz, onlara yakınım. Bana duâ
edenin, duâ ettiği zaman, duasını kabul ederim; o halde, onlar da Benim
davetimi kabul etsinler ve Bana inansınlar. Ola ki doğru yolu bulurlar.
186 Oruç âyetlerinde
mü'minlere yöneltilen ilâhî hitap, yukarıdaki âyet-i kerîme'de Hazret-i
Peygamber'e yöneltilmiş ve Allah Ta'âlâ hakkında kullarından gelmesi muhtemel
olan bir sorunun cevabı ona bildirilmiştir. Bu muhtemel sorunun ne olduğu
âyet-i kerîme'de açıklanmamış ise de, bu soruya verilmesi istenen cevaptan, onun,
Allah Ta'âlâ'nın kullarına olan yakınlığı ve kendisine duâ edildiği takdirde,
bu duaya icabet edip etmiyeceği hususunda olduğu anlaşılır. Tefsirlerde
nakledilen haberlere göre, Hazret-i Peygamber'e «Rabb'ımız yakın mıdır, O'na
sessizce yalva-ralım; yoksa uzak mıdır, bağırarak duâ edelim?» diye sorulmuş
olması, bu âyetin indirilmesine sebep olmuştur. Bir başka rivayette ise,
Hazret-i Peygamber, Hayber gazvesinde, müslümanların yüksek sesle duâ ettiklerini
işitince, «durun, bir sağıra ve gaibe duâ etmiyorsunuz. Siz, İşiten, yakın olan
ve sizinle beraber bulunan Allah'a duâ ediyorsunuz» buyurmuştur.[30]
Her ne kadar bu
rivayette, hadîsin, âyet-i kerîme'nin indirilişiyie ilgisine işaret edilmemiş
ise de, müslümanların, bir evvelki âyette kendilerine emredilen tekbîri yüksek
sesle tekrarladıkları, bunun üzerine Hazret-i Peygamberin yukarıdaki âyetle
birlikte tekbîri açıkladığı ve hattâ tatbikatını gösterdiği anlaşılır.
Allah Ta'âlâ, kendisi
hakkında soru soran kullarına, kendisinin onlara çok yakın olduğunu bildirerek
cevap vermiştir. Bu yakınlık, şüphesiz, mekân ve zamanla ilgili bir yakınlık
değildir. Her ne kadar iki insanın birbirine yakınlığı, vücudlarının birbirine
yakın iki ayrı yerde bulunmasıyle ifade edilirse de, Allah Ta'âlâ'yı belirli
bir yerle tahdid etmek mümkün değildir; O, belirli bir yerde bulunmaktan
münezzehtir. Allah'ın kullarına yakınlığı, ilmiyle her şeyi kuşatmış
olmasındandır; Kim ne söyler veya düşünürse, onu bilir; kim ne yaparsa, onu
görür. Bu sebeple, kim duâ etmek isterse, doğrudan doğruya Rabb'ına yönelmesi
ve dilediğini O'ndan istemesi yeterlidir. Allah'la kulu arasında herhangi bir
perde yoktur; yahut kul, duasını Rabb'ına ulaştıracak herhangi bir vâsıtaya
muhtaç değildir. O, Rabb'ından ne dilerse, onun dileği, Rabb'ının ilmi içindedir
ve onu bilir. İnsan Rabb'ına duâ ettiği zaman, bu duaya icabet edecek olan da,
bizzat Allah Ta'âlâ'nın kendisidir.
Allah katında makbul
olan duâ, dileğin sözle ifadesi sırasında, kalben
Allah'a yönelerek
yapılan duadır. Kalp, başka şeylerle meşgul olurken Allah'a arzedilen dileğin
kabul edilmesi mümkün değildir. Zira insan, dileğini Allah'a değil kalbini
işgal eden şeye arzetmiş olur. Dua esnasında yüksek sesle bağırmaya da gerek
yoktur. Mademki Allah Ta'âlâ kullarına kendilerinden daha yakındır ve mademki
ilmiyle her şeyi kuşatmıştır; o halde insanın kendi kulaklarının bile
duyamıyacağı fısıltılarını Allah'ın işitmesinden şüphe etmesi nasıl mümkün
olur?
Duanın müstecâb
olmasının bir başka şartı da, onun, Allah'ın sünnetine ve yarattığı varlıklar
hakkında vazettiği kanunlara uygun olmasıdır. İnsan, Allah'a yönelip dua ettiği
zaman, dileği, Allah'tan istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak
sebeplerin yaratılmasıdır. Gerçekleşmesi istenen bu şeylerle, onların
gerçekleşmesine yardım edecek sebepler arasında sıkı bir münasebet vardır ve
Allah Ta'âlâ bunları bir takım kanunlara bağlamıştır. Meselâ, bir insan,,
Allah'tan rızkının artırılmasını dilerken, hiçbir zaman evinin bahçesine gökten
altın veya gümüş yağdırılmasını istemez; çünkü rızkın, altın veya gümüş
yağdırılmasıyle artması, Allah'ın kanunlarına aykırıdır. Bununla beraber rızkın
artması için birtakım sebepler vardır ki, kul bir taraftan bu sebeplere
yapışmaya çalışacak, bir taraftan da bu sebeplerin kendisi için kolaylaştırılmasını
Allah'tan isteyecektir.
İşte, yukarıdaki
âyet-i kerîme'de Allah Ta'âlâ, kullarının usûlü dâiresinde duâ ettikleri
takdirde, bu dualarını kabul edeceğini buyurduktan sonra, kullarının da kendi
davetine icabet etmelerini ve kendisine iman hususunda kusurlu davranmamalarını
onlara emretmiştir. Bu âyetin oruçla ilgili âyetler arasında yer alması ise,
içine hiç riya karışmadan yapılan oruç ibadetinin duâ ile olan yakın ilgisine
işaret içindir. Hazret-i Peygamber, orucun diğer ibadetler arasındaki müstesna
yerini belirtmek için şöyle buyurmuştur: «Oruç bir kalkandır; her kim oruçlu
ise, kötü söz söylemesin; câhiller gibi hareket etmesin ve bir kimse kendisiyle
dövüşmek veya dalaşmak isterse, ben oruçluyum, desin ve bunu iki defa tekrarlasın.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu,
Allah indinde misk kokusundan daha güzeldir. Allah Ta'âlâ buyurmuştur ki, oruç
tutan kulum, yemesini içmesini ve şehvetini benim rızam için terketmiştir. Oruç
bana yapılan bir ibadettir ve onun hesapsız mükâfatını vermek de bana aittir.
Diğer ibadetler ise, on misliyle ödenir».[31]
Orucun Hazret-i
Peygamber tarafından işaret olunan bu müstesna mevkii ve oruçlunun Allah
katında kazandığı üstün mertebe, miskten daha güzel kokan oruçlu ağızlardan
Allah'a yükselecek dualara ayrı bir özellik
kazandırmakta ve bu
duaların, Allah katında, başka zamanlarda yapılan dualardan daha makbul
olduğunu göstermektedir. Filhakika Hazret-i Peygamber de bir hadîsinde bu
hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: «Üç çeşit insan vardır ki, bunların
duaları reddolunmaz: Adil imam, iftar edinceye kadar oruçlu ve mazlum kişi...» [32]
Başka bir hadisinde ise, Hazret-i Peygamber,
«Oruçlunun iftar esnasındaki duası reddolunmaz» demiştir.[33]
Zikrettiğimiz bu bir
kaç hadis, Allah'ın rızasını kazanmak için oruç tutan ve orucunu hayır
duâlanyle süsleyen müslümanlara, Allah Ta'âlâ'nın, rahmetini ne derece
yayacağını gösteren apaçık müjdelerdir. Oruç âyetinden sonra yer alan duâ âyeti
de zaten bu müjdeyi vermiyor mu?
Allah Ta'âlâ, orucu
müslümanlara farz kılıp şartlarını açıkladıktan ve bilhassa oruçlu iken yapılan
duaların önemini hatırlatma kabilinden işaret ettikten sonra, oruçla ilgili
âyetlerin beyanına devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [34]
187. Oruç (tutulan
günlerin) gecesinde, kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılınmıştır. Onlar
sizin örtünüzdür; siz de onlar için bir örtüsünüz. Allah, sizin, nefislerinize
ihanet etmekte olduğunuzu elbette biliyordu da, bu sebepten tövbenizi kabul
etmiş ve sizi bağışlamıştır. Artık bundan sonra, onlara yaklaşabilir ve
Allah'ın sizin için takdir ettiğini dilersiniz. (Keza oruç tutulan günlerin
gecesinde) fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar
yiyebilir ve içebilirsiniz; (bu vakitten) sonra da geceye kadar orucu
tamamlayın. Mescid-lerde itikâfa çekilmiş olduğunuz sürece kadınlara
yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın hudududur; ona yaklaşmayın, işte, Allah,
insanlara, kötülüklerden korunmaları için, âyetlerini böyle açıklar.
Daha önceki âyet-i
kerîme1 lerde de açıklandığı gibi, Allah Ta'âlâ, orucu, geçmiş milletlere farz
kıldığı gibi müslümanlara da farz kılmış ve Ramazan ayını bu ibadete tahsis
ederek, ayın ilk gününden son gününe kadar geçecek olan 29 veya 30 günlük süre
içinde bütün müslümanların oruç tutmalarını emretmiştir. Ancak, hasta, yolcu ve
oruç tutamıyacak derecede yaşlı olanları bu emrin dışında tutmuş, ilk ikisine,
Ramazan dışındaki günlerde oruçlarını kaza etmek, yaşlı olanlara da fidye
ödemek şartıyle orucu terketmelerine ruhsat vermiştir. Orucun önemine ve bilhassa
oruçlu iken yapılan duaların Allah katında nasıl makbul olduğuna işaret etmek
maksadıyle duâ hakkındaki hükmünü de beyan ettikten sonra, müslümanlar için
açıklanmasında zaruret görülen oruçla ilgili diğer hükümlere geçmiş ve
yukarıdaki âyet-i kerîme'yle bu hükümleri bildirerek, orucun farz kılındığı
sıralarda, müslümanlar arasında görülen bir tatbikata da son vermiştir. Bu
tatbikat, kısaca şöyleydi: İftar vaktinde kısa bir süre için de olsa uyuyan bir
kimse, uyandıktan sonra, artık imsak vaktine girmiş oluyor ve ertesi günün
akşamında İftar vaktine kadar hiçbir şey yeyip içemiyor, eşiyle münasebette
bulunamıyordu.
Buhârî tarafından da
rivayet edilen ve yukarıdaki âyetin nüzul sebebi olarak gösterilen bir hadiste
şöyle denilmiştir: «Sahabe arasında bir kimse, iftar vakti, iftar etmeden
uyursa, ne gece ve ne de gündüz, akşama kadar bir şey yiyemezdi. Ansardan Kays
İbn Sırma, iftar vakti eve gelmiş ve iftar etmek için eşinden yiyecek
istemiştir. Ancak eşi hazırlık yapıncaya kadar yorgunluktan uyuyakalan Kays,
sonradan uyanmış olsa bile, hiçbir şey yemeden orucuna devam etmek zorunda
kalmış, fakat gündüz vakti de açlıktan baygınlık geçirmişti. Durum Hazret-i
Peygamber'e aksettirilmiş, sonra da bu âyet nazil olmuştur».[35]
Ahmed İbn Hanbel
tarafından nakledilen başka bir haberden de anlaşıldığına göre, Ömer
İbnu'l-Hattâb, daha önce uyuyan eşine yaklaşmış, sonra da nadim olarak,
yaptığını Hazret-i Peygamber'e haber vermiştir. Ayet-i kerîme de bundan s[36]onra
nazil olmuştur.
Ayetin indirilmesine,
buna benzer başka hâdiselerin de sebep olduğu gözönünde bulundurulursa, orucun
farz kılındığı ilk günlerde, sahabenin böyie bir oruca güç dayandığı, hattâ
bazılarının dayanamayıp, ya uyuyup uyandıktan sonra bir şeyler yemek, yahut
kadınlarına yaklaşmak zorunda kaldıkları, yahutta bütün güçlüklere dayanmayı
göze alıp baygınlık geçir™ dikleri anlaşılır. İşte, sahabe arasında yaygınlaşan
bu güçlükler sebebiyle, Allah Ta'âlâ müslümanlara rahmetini bir daha göndermiş
ve gece orucunu kaldırarak oruç vaktini, âyet-i kerîme'de de görüldüğü gibi,
ufukta geceyle gündüzü birbirinden ayırt eden fecir çizgisinin belirdiği
vakitle akşam vakti arasına tahsis etmiş, bunun dışında yeyip içmeyi ve
kadınlara yaklaşmayı helâl kılmıştır.
Şunu da belirtmek
gerekir ki, orucun farz kılındığı ilk günlerde görülen ve bu âyet-i kerîme'yle
kaldırılan oruç şeklinin menşei hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Ne Kur'ân-f
Kerîm'de ve ne de Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen hadisler arasında,
iftar vakti uyuyan, kısa bir süre sonra da uyanan bir kimsenin, ertesi günü
akşama kadar hiçbir şey yemiyeceği ve eşine yaklaşamıyacağı hususunda herhangi
bir kayda rastlanmaz. Öyle anlaşılıyor ki, orucu farz kılan «sizden öncekilere
farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı» mealindeki âyet nazil olduğu
zaman, sahabe, bu sözü, orucun müslümanlarla önceki milletler arasında sadece
farz olması yönünden bir benzerliğin bulunduğuna işaret manâsında değil,
fakat, onların tuttukları şekildeki orucun farz kılındığı manâsında anlamışlar
ve onlar gibi oruç tutmaya başlamışlardır. İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki
âyet-i kerîme'yle, eskilerin tuttukları bu oruç şeklini değiştirmiş ve
bildiğimiz gibi, onu, sabah vaktiyle akşam vakti arasındaki güne tahsis ederek
şöyle buyurmuştur: [37]
187. Oruç (tutulan
günlerin) gecesinde, kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılınmistir. Onlar
sizin örtünüzdür; siz de onlar için birer örtüsünüz. Allah, sizin,
nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu elbette biliyordu da, bu sebepten tövbenizi
kabul etmiş ve sizi bağışlamıştır. Artık bundan sonra, onlara yaklaşabilir ve
Allah'ın sizin için takdir ettiğini dilersiniz. (Keza oruç tutulan günlerin
gecesinde) fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar
yiyebilir ve içebilirsiniz; (bu vakitten) sonra da, geceye kadar orucu
tamamlayın. Mescid-lerde itikâfa çekilmiş olduğunuz sürece kadınlara
yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın hudududur; ona yaklaşmayın. İşte Allah, insanlara,
kötülüklerden korunmaları için âyetlerini böyle açıklar.
187 Allah Ta'âlâ,
âyet-i kerime'nin baş tarafında, oruçlu geçen günün gecesinde, erkeklerin
eşlerine yaklaşmalarım helâl kılmış ve her konuda olduğu gibi, eşler arasındaki
münasebetten söz ederken de, bunu, müs-lümanlara terbiye dersi veren bir uslûb
ve ifadeyle bildirmiştir. Zira kadına yaklaşmak manâsı verdiğimiz refes
kelimesi, açıkça söylenmesi âdaba uygun olmayan bir şeyin, kinaye yoluyla ifade
edilmiş şeklidir ki, âyet-i kerîme'den bunun, erkekle eşi arasında cereyan eden
karı koca münasebeti olduğu anlaşılır.
Allah Ta'âlâ'nın iftar
vaktinden sonra ve sâhûra kadar geçen süre içinde, karı koca arasındaki
yaklaşmaya izin vermesi ve bunu helâl kılması, kadın ve erkek olarak eşlerin,
biribirlerinin libası, yâni elbiseleri gibi olmaları dolayısıyledir. İnsanla
sırtına giydiği elbise arasında nasıl bir yakınlık varsa ve elbise, üzerinde
bulunduğu kişiyi nasıl sarıp sarmalarsa, karı koca arasında da böyle bir
yakınlık ve biribirlerini sarıp sarmalama vardır. Bu yakınlık ise, insanın
yaratılışında bulunan karşılıklı arzuların dâima canlı kalmasına ve zaman zaman
bunların hafifletilmesi zaruretine sebep olur. Bazı hallerde, bunun
engellenmesi ise, insanda tahammülsüzlüğe ve denge bozukluklarına yo! açar.
İşte, Allah Ta'âlâ, kan koca arasındaki bu yakınlığa istinaden, oruçlu geçen
günlerin gecesinde, eşlerin biribirlerine yaklaşmalarını helâl kılmış, hattâ
onların, kendiliklerinden bunu nefislerine haram kılmalarını hoş karşılamamış
ve bu hoşnudsuzluğunu «Allah, sizin, nefizlerinize ihanet etmeKte olduğunuzu
eiDette Diliyordu» beyanıyle ifade etmiştir.
Müslümanların,
nefislerine ihanet etmeleri, geçmiş milletlere farz kılman orucun, gece
yasağını da getirdiği ve kariyle kocanın biribirlerine yaklaşmalarını
engellediği vehmine kapılmalarından ileri geliyordu. Müslümanlar, bu vehimle
eşlerine yaklaşmayı nefislerine haram etmişler, sonra da tahammülsüzlük
gösterip, haram ettikleri bu işi işlemişlerdir. Halbuki Allah, gündüz oruçlu
kimseye haram kıldığı yeyip içmeyi ve eşine yaklaşmayı, gece için haram
kılmamiştı; bu hususta O'ndan herhangi bir emir veya nehiy gelmemişti. Fakat
müslümanlar, kendi ictihadları neticesi, eşlerine yaklaşmanın haram olduğuna
inandılar ve böylece nefislerine ihanet ettiler. Ancak, Allah'ın haram
kılmadığı bir şeyi haram sayarak nefse ihanet etmek, onları, Allah'a karşı
günah işlemiş kimselerin durumuna düşürdü. Günah işleyenlerin yapacakları ilk
iş de, günahlarından tövbe etmek, Allah'tan af ve mağfiret dilemektir.
Filhakika Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, müslümanların, bu hatadan tövbelerini
kabul edip onları bağışladığını bildirmiş, sonra da, «artık (oruçlu günlerin
gecesinde) kadınlarınıza yaklaşın ve Allah'ın, sizin için takdir ettiğini
dileyin» buyurmuştur. Ayet-i kerîme'de, yaklaşma fiili emir olarak ifade
edilmiş ve bâşirûhunne denilmiştir. Mübaşeret kelimesi de, yukarıda geçen refes
kelimesi gibi karı koca arasındaki münasebete kinaye yoluyla delâlet eden nezîh
kelimelerden biridir. Kelimenin emir sîgasıyle gelmesi ise, müslümanların
kendi ictihadlarıyle haram saydıkları bir fiilden haram hükmünün kaldırılıp
helâl kılınmasından sonra, bu fiile izin vermek manâsındadır ki, mutlak emre
değil, fakat ibahaya, yahut başka bir ifadeyle, bu fiili yapıp yapmamanın,
eşlerin ihtiyarına bırakıldığına delâlet eder. Bu sebepledir ki, âyetin mealinde
«kadınlarınıza yaklaşın» yerine «kadınlarınıza yaklaşabilirsiniz» ifadesi
tercih olunmuştur.
Ayet-i kerîme'de,
eşlerin biribirlerine yaklaşmaları, Allah'ın kendileri için yazdığı veya takdir
ettiği şeyi dilemek gayesine bağlanmış ve bu yaklaşmanın, sadece nefsanl
arzuların giderilmesi için değil fakat Allah'ın, insan neslinin devamı için
vazettiği bir kanuna uyulması için de gerekli olduğuna işaret edilmiştir. Ancak
bu yaklaşmadan sonradır ki, eşler, kendileri için takdir olunan çocuğa sahip
olurlar ve nesillerini devam
ettirebilirler.
Allah Ta'âlâ, oruç
tutulan günlerin gecesinde eşlerin biribirlerine yaklaşmalarını helâl kıldığı
gibi, yine bu gecelerde yenilip içilmesine de izin vermiş ve müslümanların,
geçmiş milletlerin orucuna kıyasla tuttukları oruç şeklini iptal etmiştir. Buna
göre, akşam vakti, iftar edildikten sonra bir süre uykuya varılsa bile,
uyandıktan sonra yeyip içmek haram değildir. Ancak fecrin bir ip şeklindeki
beyazlığı ufukta belirip de gökyüzünü kaplayan karanlıktan ayrıldığı sırada
artık imsak vakti girmiş olur ki, bu andan itibaren yeyip içmeyi ve kan koca
münasebetini kesmek ve akşam, güneş ufukta kaybolup ışıkları yokoluncaya kadar
orucu tutup tamamlamak gerekir. İşte, asıl oruç tutulacak vakit, âyet-i
kerîme'de tarif edilen bu iki vakit arasıdır. Her müslüman, bu iki vakit
arasında orucunu bozacak, veya ona zarar verecek her türlü davranıştan,
yemekten içmekten ve eşiyle münasebette bulunmaktan sakınmak zorundadır.
Allah Ta'âlâ, orucun
hükmünü böylece beyan ettikten sonra, karı koca arasındaki münasebetle ilgili
olarak istisnaî bir hüküm getirmiş ve mescidlerde ibadet maksadıyle itikâfa
çekilenlere, kadınlarına yaklaşmayı haram kılmıştır. İtikâf, insanın bir yerde
kendisini hapsetmesi demektir ki, dîni manâda, ibadet etmek ve AÜah'a yaklaşmak
maksadıyie mescide kapanmaktan ibarettir. Hazret-i Peygamber'in, Ramazanın son
on gününü dâima itikatta geçirdiğini bildiren sahîh rivayetler vardır. Buna
göre, her kim ibadet maksadıyle mescidde itikâfa çekilirse, itikâf için niyet
ettiği süreyi tamamlamadan gece bile oisa, çıkıp eşiyle münasebette bulunamaz.
Gündüz eşle münasebet orucu bozduğu gibi, geceleyin yapılacak bir münasebetde
İtikâfı iptal eder.
İşte, 183 üncü âyetten
itibaren oruçla ilgiîi olarak indirilen âyetlerde yer alan bütün bu hükümler,
Allah'ın oruç hakkında çizmiş olduğu bir hudud veya sınırdır ki, bununla bazı
ameller tahdid edilmiş, başlangıç ve bitim yerleri, yahut vakitleri tesbit
olunarak orucun sıhhati için şart sayılmıştır. Buna göre, her kim oruç tutmaya
niyet ederse, bu hududu tecavüz etmemeli, hattâ ona yaklaşmamalıdır. Oruç
ibadeîjnin, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde yapılabilmesi için bu şarttır;
aksi halde oruç bâtıl ve oruç tutan kimse, hem Allah'ın emrini yerine
getirmemiş, hem de oruç tutmamakla, elde edeceği maddî ve manevî faydalan kaçırmış
olur.
Dikkat edilecek
olursa, âyet-i kerîme'de «bu hududu tecavüz etmeyin» denilmemiş, fakat bir
ihtiyat tedbiri olmak üzere «hududa yaklaşmayın» buyuruimuştur. İnsan, bir çok
hallerde hudud üzerinde bulunur da, hududu tecavüz etmiyeceğine güvenir. Fakat
orucun hududu böyle değildir, ve insan iradesi çok defa onu tecavüz etmemek
hususunda zayıf kalır ve nefse hâkim olamaz. Meselâ oruçlu iken kadına
yaklaşmak haram kılınmıştır ve bu, orucun bir hudududur. Bir kimse, iradesine
güvenerek ve hududu aşmıyacağına inanarak, münasebette bulunmaksızın eşiyle oynaşmaya
kalkışırsa, bu, hududa yaklaşmak olur ki, ona yaklaştıktan sonra nefsini onu
aşmaktan alıkoyması çok güç olur. İşte bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, oruçlu
kulunu korumak ve orucuna zarar gelmemesini sağlama* için ona doğru olan yolu
göstermiş ve hudud çevresinde teşkil ettiği yasak bölgeye girmemesini
emretmiştir.
Allah Ta'âlâ, geçmiş
milletlere olduğu gibi müslümanlara da orucu farz kıldığını bildirdiği ilk
âyetten itibaren, oruçla ilgili hükümleri, orucun şartlarını, ruhsatını,
faydasını ve hikmetini nasıl mükemmel bir şekilde insanlara açıklamışsa, bütün
âyetlerini ve bütün hükümlerini de böyie açıklamıştır. Allah'ın âyetlerini
insantera böyle kusursuz bir şekilde açıklaması, onların, Allah'tan korkup
günahtan sakınmaları ve doğru yolu bulmaları içindir. O halde, insanların da bu
gerçeği bilerek O'na inanmaları ve O'nun emirlerine uyarak doğru yola girmeleri
gerekir. Çünkü insanı asıl mutluluğa ulaştıracak olan başka bir yol yoktur.
Allah Ta'âlâ, oruç
hükümlerini beyan ettikten ve bu hükümlerle orucun hududunu belirttikten
sonra, yeni bir hükümle, oruçluya kendi malını yemesi nasıl haram kılındıysa,
oruçlu olsun veya olmasın, başkasının malını haksız yere yemenin de haram
olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [38]
188. Aranızda
birbirinizin mallarını bile bile, haksızlıkla yemeyin ve insanların mallarından
bir kısmını günahı gerektirecek şekilde yemek için, hâkimlere onu peşkeş
çekmeyin.
Oruçla ilgili
âyetlerde, Allah Ta'âlâ, oruçlu olan kimsenin yeyip içmesini haram kılmış,
fecirden akşam vaktine kadar yemeden içmeden kesilmesini, tuttuğu orucun
şartlarından biri saymıştır. Bu âyetleri açıklarken de işaret ettiğimiz gibi,
orucun insan için en büyük faydası, aç ve susuz kalarak karın şehvetini kırmak,
nefsini terbiye ederek, bu şehvetin sebep olduğu mal hırsını asgarî seviyede
tutmak suretiyle, başkalarının hakkı olan mala göz dikip ona tecavüz etmesini
önlemektir. Allah'ın rızasına uygun bir şekilde oruç tutan bir kimsenin,
nefsini bu yolda terbiye etmemiş ve mala karşı duyduğu aşırı derecedeki hı-sı
bu oruç sayesinde dizginlememiş olması mümkün değildir. Zira içerisine riya
karışmadan tutulan orucun îman yönünden insanı ulaştırdığı en yüksek mertebe,
takva merte-besidir ki, bu mertebedeki bir kimsenin, nefsini mal hırsıyle yok
etmesi düşünülemez. İşte Allah Ta'âlâ, oruç âyetleriyle insanı, nefsini terbiye
edecek ve îmanını takva mertebesine yükseltecek bir yola sevkettikten sonra, bu
terbiye ve takvanın tabii bir neticesi olarak, insanın tatbikinde güçlük
çekmiyeceği yeni bir hüküm getiriyor ve şöyle buyuruyor: [39]
188. Aranızda
birbirinizin mallarını, bile bile, haksızlıkla yemeyin ve insanların
mallarından bir kısmını, günahı gerektirecek şekilde yemek için, hâkimlere onu
peşkeş çekmeyin,
188 Başkalarına âit
malı bâtıl yoila, veya haksız şekilde yemek, o mala bu yolla sahip olup ondan
faydalanmak demektir. İnsan, bir mala, ya çalışıp kazanarak kendi alın teriyle
sahip oiur; ya o mal, ölen bir yakınından mîras olarak kalır; yahutta kendisine
hibe edilir, İnsanın meşru bir yolla sahip olduğu mal dışfnda elde edip
faydalanabileceği, veya mülkiyetini elinde tutabileceği başka bir mal yoktur, O
halde insan için yenmesi helâl olan mal da, ancak meşru yoldan sahip olunan
maldır.
Eğer bir kimse, elinde
bulundurduğu bir malı, sahibi olmadığını bildiği halde yerse, onu, bâtıl ve
haksız bir yolla yemiş olur ki, bu mal ona haramdır ve Allah'ın, yenmesini
haram kıldığı bir malı yemiş sayılır.
Bazan insanların,
sahip olmadıkları bir mala, mahkemeye başvurarak hâkim kararıyle sahip
oldukları, veya sahip olmaya çalıştıkları görülür. Hattâ bazan da, hâkimin
lehlerine karar vermesini sağlamak için, o maldan hâkime rüşvet verirler;
yahut yalancı şahitle malın kendilerine âit olduğunu isbat ederler. Fakat yakînen
bilirler ki, o mal kendilerine âit değildir ve onda, kendilerinin zerre miktarı
da olsa hakları yoktur. Gerek hâkime rüşvet vererek ve gerekse yalancı şâhid
kullanarak başkasına âit mala sahip olmak, büyük günahı gerektiren
davranışlardır. Hâkim karan ile de olsa, insanın bu yolla elde ettiği mal, onun
için haram maldır ve hâkimin o malı kendisine vermesi, onu haram olmaktan
çıkarmaz. Bazı hallerde, hâkime rüşvet verilmese ve yalancı şâhid kullanılmasa
bile, hâkimin, hak iddiasında bulunan iki hasımdan birinin güzel söz söylemesi
veya delillerini ustaca ortaya koyması sebebiyle hakkı ona vermesi mümkündür.
Ancak, hâkim Kararıyıe du naKkı eiae eden şahıs, asiınaa haK sahibi olmadığını
bilirse, yine haram yolla ona sahip olmuş sayılır.
Hazret-i Peygamber bir
hadîsinde şöyle buyurmuştur: «Ben de bir beşerim; anlaşmazlık halinde, bana
başvuruyorsunuz. Bazılarınız delillerini daha açık ifade ettikleri için,
onlardan işittiklerime göre hüküm veriyorum. Fakat kimin lehine kardeşinin
hakkından bir şey hükmedersem, bilsin ki, onu alan kimse, ancak Cehennem
ateşinden bir parça almış Olmaktadır».[40]
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'yle, başkalarının hakkı olan mala, gerek hâkime rüşvet
vererek ve gerekse yalancı şâhid kullanarak bâtıl yolla ve büyük günahı
gerektirecek şekilde sahip olmayı haram kılmış ve bunu, insanın kendi öz malını
bile yemenin haram kılındığı oruçlu günlerle ilgili âyetlerinden sonra
zikretmek suretiyle, müslümanlara, düşünmek ve haktan ayrılmamak gerektiğini
unutmama imkânı sağlamıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, âyet-i
kerîme'nin sonunda yer alan ve entum ta'lemûn (bildiğiniz halde, veya bile
bile) ibaresi, bir malda hak iddiasındabulunan, veya o malı elinde bulunduran
kimsenin, onun aslında kendisine değil, başkasına âit olduğunu kesinlikle
bilmesi ve bunu bildiği halde yemesi manâsmdadır. Buna göre, zanna dayalı hak
iddiası, bu hükmün dışında kalmaktadır. Meselâ bir kimse, tanıdığı bir kimseye
bir mal emanet etse, aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra her ikisi de ölmüş
olsa, mal sahibinin oğlunun malı emanetçinin oğlundan taleb etmesi,
emanetçinin oğlunun da, malın emanet olduğunu bilmeksizin babasından kendisine
kalmış bir miras olduğunu ileri sürerek onu vermemesi halinde, malın sahibi,
açık ve kesin delillerle isbat edilmedikçe, âyet-i kerîme'de söz konusu edilen
mal bâtıl yolla yenmiş olmaz.
Allah Ta'âlâ, oruç
hükümlerini ve bu hükümlerle gerek nefis terbiyesi ve gerekse takva yönünden
ilgili olması dolayısıyle, haksız ve gayr-i meşru mal iktisab edip yemekle ilgili
hükümleri beyan ettikten ve bunu müslümanlara haram kıldıktan sonra, Ramazan
ayının başlangıç ve bitiminin, hac vaktinin ve diğer vakitlerin bilinmesinin,
hilâlin görünmesine bağlı olması dolayısıyle, konunun tamamlanması için,
aşağıdaki âyet-i kerîme'yi indirmiş ve şöyle buyurmuştur: [41]
189. (Ey Muhammedi)
Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar için ve hac için vakit
ölçüleridir. İyilik, evlere arkalarından girmenizde değildir; fakat (asıl)
iyilik, sakınan kimse (nin iyiliği) dir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan
sakının ki, muradınıza eresiniz.
Biraz önce de işaret
ettiğimiz gibi, orucun farz kılındığı Ramazan ayının başlangıç ve bitimi,
akşamvakti hilâlin gözle görülmesi halinde tayin ve tesbit olunabilmektedir.
Hilâl, yeni doğmuş ay demektir. İlk doğduğu akşam, ince bir yay parçası
halindeyken, her gün biraz daha genişleyerek yay şeklini kaybetmeye ve daire
şeklini almaya başlar. 29 veya 30 gün sonra, gurup vakti yine hilâl şekljinde
batı ufkunda belirir. Hilâlin bir aylık belirli süre içerisinde değişik
şekiller alması, ve bir ay sonra yine hilâl şeklinde belirmesi, eskiden beri
insanların zaman tayininde kendisinden faydalandıkları başlıca öcülerden biri
olmuştur. Bu ölçüde ne hesaba ve ne de kitaba ihtiyaç vardır. İnsan, ister âlim
olsun, ister câhii olsun, hilâli gözetlemek suretiyle bir aylık süreyi tesbit
edebilir ve ihtiyaç duyduğu zamanı ayarlayabilir.
Ramazan orucunun farz
kılınması üzerine, ayın başlangıç ve bitiminin tesbit edilmesi maksadıyla
hilâlin dikkatli bir şekilde gözetlenmeye tabi tutulmasının müslümanlarin
zihinlerinde hilâlle ilgili bir takım soruların belirmesine sebeb olacağı
tabiîdir. Hatta diğer bir çok meselede olduğu gibi, bu meselede de zihinlerinde
beliren soruların cevabını bulmak için onlaıı Hazret-i Peygamber'e yöneltmeleri
de yadırganacak hallerden değildir. Nitekim sahabeden bazı kimselerin hilâl
hakkında Hazret-i Peygamber'e bir takım sualler sordukları, âyet-i kerîmenin
ilk ibaresinden de anlaşılmaktadır.
Ancak, yeni doğan
aylar hakkında Hazret-i Peygamber'e ne gibi soruların yöneltildiğini kesinlikle
bilemiyoruz. Bununla beraber bütün tefsirler, Kelbî tarikiyle İbn Abbâs'tan,
âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olarak şu hâdiseyi naklederler: «Muâz İbn Cebel
ve Sa'lebe, Hazret-i Peygam-oer'e, Ya Rasûlallah, nasıl bir iştir ki, hilâl
önce ince bir ip gibi beliriyor;sonra büyüyor", düzleşiy67ve~yüvariak bir
şekil alıyor; sonra teKrar incen-yor, kıvrılıyor ve ilk belirdiği şekle
dönüyor. Güneş gibi bir kararda durmuyor? Bu soru üzerine, yukarıdaki âyet nazil
olmuştur».
Kelbî tarikiyle İbn
Abbâs'tan gelen tefsirle ilgiii rivayetler, umumiyetle zayıf addedilmiştir.
Bununla beraber müfessirler, âyetin nüzul sebebi olarak Kelbînin bu rivayetini
zikretmekten geri kalmamışlar ve Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruların, bu
rivayette yer alan sorular olduğunu kabul eder görünmüşlerdir. Ancak ortada bir
müşkil vardır. Bu müşkil, âyet-i kerîrne'de yer alan cevabın sorulara uygun
olmamasından ileri gelmektedir. Filhakika bu sorular, ayın dünya etrafında
dönerken, güneşten ışık alan yüzünün, dünyada muhtelif şekillerde görünüşüyle
ilgilidir ve bir astronomi bilginine sorulması gereken sorul ardır. Ayet-i
Kerîmede ise, hilâlin, oruç ve haç gibi ibadetlerin ay ve günlerini tesbit için
insanların faydalandıkları bir vakit Ölçüsü olduğu bildirilmiştir. Bu
baktmdan,5orular'la cevap arasında bir uygunluk mevcut değildir. Bu müşkilin
halli için şu iki ihtimali gözönünde bulundurmak gerekir:
1) Bu sorular, ya
Kelbl rivayetinde yanlış tesbiî edilmiştir; yani sahabl-ler Hazret-i
Peygamber'e, gökyüzündeki ayın bazan hilâl, bazan da yuvarlak görünüşünün
sebebini değil, fakat hikmetini ve faydasını sormuşlardır. Zira sebeble ilgili
soruların Hazret-i Peygamber'e yöneltilmesi yakışık almaz; Çünkü o, bir
Astronomi bilgini değil, fakat şeriat getiren, getirdiği şeriatı açıklayan ve
insanlara doğru yolu gösteren bir peygamberdir. Gökyüzündeki ayın muhtelif
şekillerde görünüşünün sebebini sorup öğrenmenin ise, ne şeriatla ve ne de
hidayetle ilgisi vardır. Hazret-i Peygamber de, bu gibi sorulara cevap
vermekle mükellef değildir.Fakat ayın muhtelif şekillerde görünüşünün, insanlar
için hikmet ve faydaları çoktur. En azından oruç ve haç ibadetlerinin, senenin
hangi ayında ve ayın hangi gününde başlayıp biteceğini, ayın bu farklı görünüşüyle
tesbit etmek mümkün olduğundan, Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruların bu mahiyette
olması akla daha yakındır. Bu sorular.dlnle ve şeriatla doğrudan ilgilidir ve
yukarıdaki âyet-i kerîme'de bu mahiyette olması muhtemel sorulara cevap
verilmiştir.
2) İkinci ihtimal,
Kelbî rivayetinin doğruluğunu kabul ederek, HazreM Peygamber'e yöneltilen
sorularla âyet-i kerîme'de verilen cevap arasındaki uyuşmazlığı, bir çok
müfessire tâbi olarak tevil yoluyla gidermektir: Her ne kadar sahabller,
Hazret-i Peygamber'e, ayın farklı görünüşünün sebebini sormuşlarsa da, Allah
Ta'alâ, âyet-i kerîmede, onlara sebebini değil, fakat hikmet ve faydalarını
açıklamışta. Zira dîn ve şeriat yönünden
öğrenilmesinde fayda
bulunan husus, ayın farklı görünüşlerinin hikmeti ve faydasıdır.
Ayet-i kerîme'nin
evlere arkasından girmeyi meneden ikinci kısmına gelince, eğer yukarıda işaret
ettiğimiz Kelbî'nin rivayeti doğru kabul edilecek olursa, ayın farktı
görünüşler inin sebebiyle ilgili olarak, Hazret-i Peygamber'e soru yönelten
sahabîler, âyetin bu kısmiyle ayıplanmış ve onlara «siz Peygambere sorulması
yakışık almayan sorular soruyorsunuz. O, bu çeşit sorulan cevaplandırmak için
gönderilmemiştir. Siz bu çeşit sorularla, evlere arkasından giren kimseler
gibisiniz. Evlere kapılarından girin; dîn yönünden sizin için faydalı olan ve
öğrenmeniz gereken meseleleri sorun» denilmiştir. Ancak Kelbl rivayeti bir
tarafa bırakılırsa, âyetin bu ikinci kısmiyle, Araplar arasında câri olan bir
câhiliye âdetinin iptal edildiği anlaşılmaktadır. Bunun izahını da aşağıdaki
tefsire bırakmak yerinde olacaktır.
Allah Taâlâ söyle
buyurmuştur: [42]
189. (Ey Muhammedi)
Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar için ve hac için vakit
ölçüleridir. İylik, evlere arkalarından girmeniz değildir; fakat (asıl)
iyilik, sakınan kimse (nin iyiliği) dir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan
sakının ki muradınıza eresiniz.
189 Bazı sahabîlerin
hilâlle ilgili olarak Hazret-i Peygamber'e yönelttikleri sorular, bu âyet-i
kerîme'de Allah Taâlâ tarafından cevaplandırılmıştır. Kur'ân-ı kerîm'in 15
değişik âyetinde Hazret-i Peygamber'e sorulan soruların Allah Taâlâ tartından
bu şekilde cevaplandırdığı görülür: «Sana haram ayları soruyorlar»; «Sana içki
ve kuman soruyorlar»; «Sana yetimleri soruyorlar»; «Sana kadınların ay halini
soruyorlar»; «Sana kıyamet saatini soruyorlar»; «Sana ganimetleri soruyorlar»;
«Sana ruhu soruyorlar»; «Sana Zulkarneyn'i soruyorlar». Allah Ta'âlâ, Hazret-i
Peygamber'e yöneltilen bu çeşit sorulara varilmesi gereken cevapları beyan
etmiştir. Hilâlle ilgili soruya verilen cevapta, hilâlin, insanların dinî ve
dünyevî işlerinde dâima faydalanabilecekleri bir Vakit ölçüsü olarak
tanıtılmıştır. Filhakika insan, ister ziraatla meşgul olsun, ister ticaretle
meşgul olsun, bazı işlerin yürütülmesinde ay olarak vakti bilmek zorundadır.
Ziraatta ekim, dikim ve aşı vakitlerinin bilinmesi, hilâli gözetliyerek gelip
geçen ayları tesbit etmekle mümkün olur. Keza ticarette ve şâir muamelâtta bazı
sözleşme sürelerinin tesbiti de, hilâlin gözetlenmesi zorunluluğunu doğurur.
Dînî işlerin yürütülmesinde de ayların bilinmesine ihtiyaç vardır. Oruç İçin
Ramazan ayının giriş ve çıkışı, haç ve kurban için Zilhicce ayının gelişi,
ancak hilâlin gözlenmesiyle tesbit olunacak hususlardandır. Bu bakımdan,
hilalin vakit ölçüsü olarak pek çok faydalan vardır.
Allah Taâlâ' nın
âyet-i kerîme'de hilâlin bu faydalarına işaret ederken özellikle haccı
zikretmesi dikkat çekicidir. İbrahim (a.s.) devrinden beri araplar arasında îfa
edilen Kabe ziyareti, bir ibadet olarak henüz farz kılınmamış olmakla beraber,
gerek yukarıdaki âyet-i kerimede hilâlle ilgili olarak haccın zikredilmesini ve
gerekse 158 inci âyette hac ve umre sırasında Safa ve Merve tepelerinin de
tavaf edilmesinde bir günah olmadığının açıklanmasını, haccın farz
kılınacağını gösteren birer işaret olarak kabul etmek mümkündür.
Allah Taâlâ
hilâlin,özellikle hac vaktinin tayinindeki önemine işaret ettikten sonra,
câhiliye Araplarının hacca niyet edip ihrama girdikten sonra, evlerine veya
çadırlarına kapılarından değil, fakat arkalarından açtıkları bir delikten girme
âdetlerini iptal etmiş ve bu işte hiçbir hayır bulunmadığını bildirerek
müslümanlara şöyle buyurmuştur: «İyilik, evlere arkalarından girmenizde
değildir; fakat asıl iyilik, Allah'tan sakınan kimselerin iyiliğidir. Evlere
kapılarından girin ve Allah'tan sakının ki muradınıza eresiniz».
Buhârî ve Müslim
tarafından rivayet edilen bir haberden öğrenildiğine göre, ashabtan el-Berâ İbn
Azib şöyle demiştir: «Bu âyet, bizim hakkımızda nazil oldu. Ansâr, haccedip
Medine'ye döndükleri zaman, evlerine kapılarından değil de arka tarafından
girerlerdi. Ansârdan biri bu âdete aykırı hareket edip kapıdan girince
ayıplanmış, bunun üzerine de bu âyet nazil Olmuştur».[43]
Allah Taâlâ,böyle bir
âdetin takva ile hiçbir ilgisi bulunmadığına işaret ederek, asıl takvanın
Allah'tan korkup, günahlardan ve kötülüklerden sakınmak, hayırlı işler yapmak
ve bâtılı terkedip hakka yönelmek olduğunu bildirmiş, sonra da bu câhili âdeti
iptalle, müslümanlara, evlerinin kapılarından girmelerini ve Allah'tan
sakınmalarını emretmiştir. Zira insa-.
nın amellerinde başarılı olması, kurtuluşa ermesi ve emellerinin gerçekleşmesi,
onun takva sahibi olmasına bağlıdır. Aksi halde, hiçbir âdet insan için
kurtarıcı olmadığı gibi emellerinin gerçekleşmesinde de hiçbir fayda sağlamaz.
Allah Taâlâjleride
müslümanlara farz kılacağı hacca böylece bir defa daha işaret ettikten ve onun
bir takım bâtıl inanç ve hareketlerden arınımş olarak İbrahimin dînini ihya
eden bir menâsik olarak müslümanlara intika -lini sağladıktan sonra,konunun
yine hac aylarıyla ilgili olması itibariyle, sö zü.bu aylarda yapılacak olan
savaşlara getirmiş ve şöyle buyurmuştur: [44]
190. (Ey mü'minler!)
Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat aşın gitmeyin; zira
Allah aşın gidenleri asla sevmez.
191. Onları bulduğunuz
yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de ortalan çıkarın. Fitne
öldürmekten beterdir. Onlar mescid-i Haram'da sizinle savaşmadık-ça, siz de
onlarla savaşmayın; eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün. İşte kâfirlerin
cezası budur.
192. Fakat (savaştan) vazgeçerlerse, (siz de
onları bırakın). Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
193. Fitne bitinceye ve dîn sırf Allah için
oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer
(bundan) vazgeçerlerse, (Siz de onlardan elinizi çekin); zira zâlimlerden başkasına
düşmanlık gerekmez.
Medine'de, savaşla
ilgili olarak ilk nazil olan bu âyetleTleTMaTTTalîir dinin müdâfaası söz konusu
olduğu, düşman, dîne ve müslümanlara saldırdığı ve hatta fitneye sebep olacak
fiil ve hareketlere giriştiği takdirde, onunla savaşmayı müslümanlara farz
kılmış, haram aylarda da olsa, saldıran düşmana aynı şeklide mukabelede
bulunmayı emrederek, haram aylar içinde savaş yapılmıyacağı hususundaki mutlak
inancı iptal etmiştir. Daha önemlisi, Safa ve Merve tepelerinin tavafında bir
beis bulunmadığını açıklarken ve kıbleyi Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Harâm'a
çevirirken müslümanlara işaret ettiği Mekke fethine, yukarıdaki âyet-i
kerîme'lerde «sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın» buyurmak
suretiyle tam bir açıklık kazandırmıştır. Onun içindir ki, bu âyet-i
kerîmelerde, İslâm'ın giderek büyüdüğünü ve onunla birlikte müslümanların da
kuvvet kazandıklarını kolayca müşahede etmek mümkündür. İşte Allah Taâlâ bu manâya
da işaret ederek şöyle buyurmuştur: [45]
190. (Ey mü'minler.') Sizinle savaşanlarla Allah
yolunda siz de gitmeyin; zira Allah,
aşın gidenleri asla
sevmez.
191.Onlan bulduğunuz
yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne
öldürmekten beterdir. Onlar Mescid-i Haram*da sizinle
savaşmadık-ça, siz de onlarla savaşmayın; eğer sizinle savaşırlarsa, onlan
öldürün. İşte kâfirlerin cezası budur.
192. Fakat (savaştan) vazgeçerlerse, (siz de
onları bırakın). Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
193. Fitne bitinceye ve dîn, sırf Allah için
oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (bundan) vazgeçerlerse, (siz de onlardan
elinizi çekin); zira zâlimlerden başkasına düşmanlık gerekmez.
190 Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, Allah Taâlâ, bu âyet-i kerîmelerle, müslümanları ilk defa
savaşa davet etmiş ve düşmana karşı savaşmayı onlara farz kılmıştır. Ancak,
dikkat edilecek olursa, savaşla ilgili olarak gelen bu emirlerde, düşman da
olsa, kendi halinde yaşayan ve saldırıda
bulunmayan Kimseler
savaş dışı tutulmuş, bunlara dokunulmaması, müteaddit defalar tekrar
edilmiştir. O halde, bu âyetlerde gelen savaş emri aslında bir tecavüz, veya
saldırı emri değil, fakat saldıran düşman karşısında, nefsin ve hakkın
müdafası emridir. Bunu, yukarıdaki dört âyetin her birinde ayrı ayrı müşahede
etmek mümkündür.
Allah Taâlâ, ilk
âyet-i keırîmede«sizinle savaşanlarla siz de savaşın» buyurmuştur ki, bu emir,
savaş için ilk saldırının düşmandan gelmiş olması gerektiğini gösterem açık bir
manâya sahiptir. Buna göre, denilmektedir ki, düşman, savaşmak maksadıyle
üzerinize saldırdığı zaman, sinmek, kaçmak, veya ona teslim olmak size
yaraşmaz. O halde, siz de Allah yolunda olmak, dininizi ve canınızı korumak
için, düşmana karşı koyun, fakat savaşta aşırılığa gitmeyin; haksız yere
tecavüz edip savaş çıkaranlardan olmadığınız gibi, savaş esnasında sizinle
dövüşecek durumda olmayan kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hastalara, savaştan
vazgeçip size teslim olmak için el kaldıranlara da ilişmeyin. Eğer bu gibileri
öldürmeye devam ederseniz, savaş kaidelerini çiğnemiş ve haddi aşmış olursunuz
ki, Allah, haddi aşanları sevmez. [46]
191 Bununla beraber,
sizinle düşman arasanda savaş yoğunlaşıp kızıştığı zaman, nerede olursa olsun,
düşmanınızı öldürmekten çekinmeyin. Hattâ Mescid-i Harâm'da da olsa, oranın
hürmeti, sizin onları öldürmenize engel olmasın. Zira siz onları öldürmezseniz,
onların sizi mutlaka Öldüreceklerinden hiç şüphe etmeyin. Onlar sizi nasıl
Mekke'den sürüp çıkarmışlar ve sizin, evinizi, barkınızı, malınızı, mülkünüzü
terkederek Medine'ye hicret etmenize sebep olmuşlarsa, siz de onları Mekke'den
sürüp çıkarın.
Şüphesiz savaş ve
savaşta insan öldürmek iyi bir şey değildir. Fakat kâfirlerin size eziyet
ederek, azâb vererek ve vatanınızdan çıkararak sizi dîninizden uzaklaştırmaya
çalışmaları, savaştan ve öldürmekten çok daha kötüdür. Onun için, size ve
dîninize karşı savaş açanları öldürmekten çekinmeyin.
Ancak, sizinle
savaşanlardan biri, yahut bir kaçı Mescid-i Harâm'a sığınırsa, artık onlar
emniyettedirler. Onları öldürmekten sakının. Beyt'in hürmeti bunu gerektirir.
Mescid-i Harâm'ın bu hürmetine Al-i İmrân sûresinin 97 nci âyetinde de işaret
edilmiş ve «...İbrahim'in makamı... Her kim oraya girerse taarruzdan emîn olur»
denilmiştir ki, bu ibare, haber cümlesi olmasına rağmen, emre delâlet eder ve
manâsı «her kim İbrahim'in makamına girerse ona taarruz etmeyin» demek olur.
Allah Taâlâ, yukarıdaki âyet-i kerimede, müslümanlaria savaşan kimselerden
Mescid-i Harâm'a sığınanların öldürülmesini haram kılmış, fakat bu hürmeti,
onların oraya gerçekten sığınmak maksadıyle girmiş olmaları şartına
bağlamıştır. Eğer bunlar orada da savaşı sürdürürler ve Mescid'in hürmetini
ihTâl ederlerse, onlarla savaşa devam etmekten ve Mescid içinde bile olsa
onları öldürmekten başka çare yoktur. Çünkü yukarıdaki âyetlerin başından beri
görülüp anlaşılmıştır ki, İslâm'ın savaşı, hakkın müdafası savaşıdır. Kâfirlerin
tecavüzü karşısında onlara teslim olmak, sonra da hakkı terkedip bâtıla
sarılmak, elbette düşünülebilecek bir çare değildir. Tek çare, hakkı müdafa
etmek için savaşanla savaşmak, o öldürmeden onu öldürmektir. Bu sebepledir ki
Allah Taâlâ, Mescid'e sığınanlara, savaşı terkettikleri takdirde
dokunulmarnasıni, fakat savaşa devam ederlerse Öldürülmelerini emretmiştir.
Zira kâfirlerin cezası böyledir. Bunlar, hakkı iptal etmek ve hak yolda
gidenleri ortadan kaldırmak için taarruz etmişler ve zulüm işlemişlerdir;
zâlimlerin cezası ise öldürülmektir. [47]
192 Bununla beraber, hakka karşı savaşan kâfirler,
eğer küfrü terkedip savaştan vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı
ve çok esirgeyicidir. Onların küfür halinde işledikleri bütün günahları
bağışlar ve onları rahmetine garkeder. Bu takdirde, elbette onlarla savaşmak ve
onları öldürmek gerekmez. [48]
193 Ey
mü'minler! Fitne ortadan kalkıncaya ve din, sırf Allah için oluncaya kadar
kâfirlerle savaşın. Tâ ki bu kâfirler, yeniden güçlenip size eza ve cefa
etmesinler; İslâmî davete engel olup dinde fitne çıkarmasınlar. Ve tâ ki her
ferdin dîni, yalnız Allah'a hâs olsun. Hiç kimse dininde Allah'tan başkasının
korkusunu hissetmesin ve hiç kimseyi,dîninden dolayı korkutmak lüzumunu
duymasın. Al-i Imran sûresinin 19 ncu âyetinde de bildirildiği gibi, «Allah
katında hak dîn İslâm dinidir». Binâanaleyh hiçbir kâfir, fitnesiyle ve fesadıyte
bu dinin yeryüzünde hâkim olmasını engelleyecek gücü kendinde bulamasın. Ancak
bunlar, hak yola girerler, veya ona fitne ve fesad sokmaktan vazgeçerlerse,
artık onlara düşmalık etmeye ve onlarla savaşmaya gerek yoktur; zira düşmanlık
ve savaş, ancak zâlimlere karşıdır.
Allah Taâlâ, dîni
ortadan kaldırmak ve müslümanları dînden uzaklaştırmak için savaş ilân eden
kâfirlere karşı savaşmayı ve fitne ortadan kalkıp gerçek din hâkim oluncaya
kadar savaşa devam etmeyi müslüman-lara farz kıldıktan sonda, haram aylarda
yapılmak zorunda kalınan savaşlarla ilgili hükmünü beyan etmiş ve şöy|e
buyurmuştur: [49]
194, Haram ay haram
aya bedeldir ve haramlar karşılıklıdır; Kim size tecavüz ederse siz de onun
tecavüz ettiği gibi ona tecavüz edin. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah
sakınanlarla beraberdir.
195. (Malınızı)A ilah
yolunda harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. İşlerinizi de çok iyi yapın;
zira Allah, iyi iş yapanları sever.
Haram, hürmeti ve
kudsiyeti oian şey demektir ki, Hazret-i İbrahim tarafından inşa edilen Mescit
bununla tavsif olunarak Mescİd-i Haram (El-Mescidu'l-Harâm) denilmiştir.
Mescid'inbu kudsiyeti dolayısıyle, içinde, sövüşmek, dövüşmek ve adam öldürmek
haram sayılmıştır. Nitekim savaşla ilgili yukarıdaki âyet-i kerîmelerde Mescid-i
Harâm'a özellikle işaret edilmiş ve bu Mescid'te kâfirler savaşa kalkışmadıkça
onlarla sava-şilmaması emredilmiştir.
Haram ay,
(eş-şehru'1-harâm) da, bu manâda kullanılmış ve bu tabirle, hürmeti ve
kudsiyeti bulunması dolayısıyle, içinde savaş yapılması haram sayılan ay
kasdedilmiştir. Arapiar arasında umumiyetle dört kamerî ay haram olarak bilinir
ki, Tövbe sûresinin 36 ncı âyetinde buna işaret edilerek şöyle
denilmiştir:1»Allah katında,Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında,
ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü haram aylardır ki, bu aylarda
nefislerinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşriklerin sizinle topyekûn
savaştıkları gibi siz de onlarla topyekûn savaşın».
İçerisinde savaşın
haram sayıldığı bu aylar, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb ayları olup ilk
üçü, İslâmiyetten önce, Araplar arasında hacı ayları olarak da tanınmıştı. Bu
ayların haram aylardan sayılması ve içlerinde savaş yapılmaması sebebiyle,
Irak ve Suriye gibi uzak ülkelerde yaşayan Arap kabileler, her türlü tehlikeden
emîn olarak Mekke'ye gelebiliyor, haclarını ifa ettikten sonra, yine emniyet
içinde ülkelerine dönebiliyorlardı. Haram avların Araplar arasında qerek dînî
ve gerekse içtimaî ve iktisadî büyük değeri vardı. Bu ayların hürmetine önem
veriyorlar ve bu hürmetin ihlâl edilmesine ve sükûnetinin bozulmasına hiç rıza
göstermi-yorlardı. İslâmiyet, Arapların haram aylar hakkındaki bu inançlarında
hiçbir değişiklik yapmamış, Kur'ân'dan nazil olan âyetlerle bu ayların hürmeti
teyîd olunmuş, bu hürmetin ihlâl edilmemesi ve ona saygı gösterilmesi
emredilmiştir. Meselâ Mâide sûresinin 97 nci âyetinde şöyle denilmiştir:
«Allah, Beyt-i Haram olan Kabe'yi haram ayları, kurbanı ve boyunlarındaki
gerdanlıkları bir nizam kıldı», Yine aynı sûrenin 2 nci âyetinde de, «Ey îman edenler!
Allah'ın şeâirini, haram aylan, kurbanlıkları, onların gerdanlıklarını ve
Rab'larından hem bir ticaret, hem de bir rıza aramak maksadıyîe Beyt-i Harâm'a
gelenleri ihlâl etmeyin» buyuruimuştur. Bu âyetler, haram aylar içinde savaşın
yasaklandığını gösteren bîr delil savtlırsa da, bu yasak,!bir takım şartlara
bağlıdır ve bu şartiann başında.gerek müslüman-ların ve gerekse İslâm'ın düşman
saldırısından emîn olmaları ve İsiâmî davetin engel olunmaması gelir. Eğer
rnüslümanlar ve dinleri, düşman tehdidi altında bulunur ve dîni davet bu
tehdidle engellenirse, haram aylarda da olsa, bu tehdidin ortadan kaldırılması
ve düşmanın yok edilmesi için savaşmak farzdır. İşte Allah Taâlâ, yukarıdaki
âyet-i kerîmelerle bu hükmü vazetmiş ve; şöyle buyurmuştur: [50]
194. Haram ay, haram aya bedeldir ve haramlar
karşılıklıdır: Kim size tecavüz, ederse, siz de onun size tecavüz ettiği gibi
ona tecavüz edin. Allah'tan sakının ve bilin ki Allah yakınanlarla beraberdir.
195. (Malınızı)
Allah yolunda harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. İşlerinizi de çok
iyi yapın; zira Allah, iyi iş yapanları sever.
194 Haram ay, haram
aya bedeldir. Buna göre müslümanların, bu ayların hürmetine saygılı oldukları
kadar, onlara düşman olanların da bu ayların hürmetine aynı derecede saygılı
olmaları gerekir. Zira Allah Taâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, haram aylarla ilgili
olarak zâid bir hüküm getirmemiş, fakat İslâm'dan önce büîün Araplar arasında
câri olan ve haram ayların hürmetine saygılı olmayı gerektiren bir âdeti,
insanlar için büyük faydası dolayısıyle aynen bırakmış, yukarıda da işaret
ettiğimiz bazı âyetleriyle onu teyîd etmiştir. O halde, bu âdete yalnız
müslümanların değil, fakat câhili yaşayışı elden bırakmak istemeyen ve bu
sebeple İslâm'a düşman olan diğer
insanların da uymaları
gerekir; çünKü bu, aynı zamanda kendi âdetleridir. Bunanla beraber, eğer onlar,
İslâm'a ve müslümanlara zarar vermek için bu ayların hürmetini ihlâ! ederlerse,
müslümanların, haram aydır diyerek elleri kolları bağlı bir şekilde
oturmalarında elbette bir hayır yoktur ve hürmeti ihlâl edenlere kısas cezası
tatbik olunur. Nitekim bir kimse, Allah'ın haram kıldığı bir nefsi haksız yere
öldürüp nefsin hürmetini ihlâl ettiği zaman, ceza olarak ona kısas yapılır ve o
da öldürülürse, haram ayları ihlâl edenler bulunduğu takdirde, kısas olmak
üzere onlar da aynı mumaleye tâbi tutulurlar. İşte bu sebepledir ki, Allah
Taâlâ, âyet-i kerîme'de «haram aylarda kim size tecavüz ederse, siz de onun
size tecavüz ettiği gibi ona tecavüz edin» buyurmuştur. Bu emir, tıpkı, biraz
önce açıkladığımız 191 inci âyetteki «onlar Mescid-i Harâm'da sizinle
savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın; eğer sizinle (orada)
savaşırlarsa.onları öldürün» emri gibidir. Mescid'in hürmetini ihlâl, nasıl
kısası gerektiriyorsa, ayların hürmetini ihlâl de, aynı şekilde kısası
gerektirir.
Allah Taâlâ bu hükmü
beyan ettikten sonra, müsiümanları bir daha uyarmış ve onları, haram aylarda
mütecaviz olmaktan sakınmaya ve bu ayların hürmetini ilk ihlâl edenlerden
olmamaya davet etmiştir. Müslümanlar buna dikkat ettikleri zaman, Allah dâima
onlarla beraber olacak ve yardımını onların üzerinden hiç eksik etmiyecektir.
Bu takdirde, düşmana karşı mutlak zafer, şüphesiz müslümanların olacaktır. [51]
195 Ancak, ister haram
aylarda, ister haram aylar dışında, düşmanın tecavüzüyle başlayan savaş, sırf
İslâm'ın ve Müslümanların korunması maksadıyle yapılan bir müdafa savaşı bile
olsa, düşmana karşı koyabilmek için bir takım silâh ve teçhizata sahip olmayı
zorunlu kılar. Düşman ne tür silâhla saldırırsa saldırsın, müslümanların,
kendilerini korumak ve düşmana galip gelip onu tesirsiz hale getirebilmek için,
ondan daha üstün silâha ve daha çok kuvvete sahip olması gerekir., Bazı
hallerde, saldırıya geçeceği haber alınan düşmanın, saldırmasına fırsat
vermeden bulunduğu yerde imha edilmesi de, savaşın kaidelerindendir ve böyle
durumlarda da ordunun hareket kabiliyetini artıran nakil vasıtalarına iltiyaç
vardır. O halde, savaşacak bir ordunun silah teçhizatı, giyim ve kuşamı,
gıdası, kısacası bir savaşta ordu için gerekli olan her şey, önceden temin
edilmiş olmalı ve ordu, her ân, savaşa girebilecek şekilde, silâh ve
techizâ-tıyle birlikte hazır bekletilmelidir. Ancak bütün bunlar, parayla veya
malla yapılabilecek işlerdir ve büyük masrafları gerektirir. İşte, Allah Taâlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'de, savaşla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra,
savaşın gerektirdiği bu masrafları karşılamak için, müsiümanları Allah
yolunda mallarını sarfetmeye davet
etmiştir. Müslümanlar, mallarını ancak bu yolda sarfedip silâhlanmak ve
kuvvetlenmek suretiyle düşmana karşı durabilirler; dinlerini ve nefislerini
koruyabilirler. Yok, eğer cimrilik eder, mallarını sarfetmekten kaçınırlarsa,
ne silâh ve teçhizat yönünden ve ne de kuvvet yönünden, kendilerinde düşman
karşısına çıkacak gücü bulamazlar; bulsalar bile, onun karşısında dînlerini ve
nefislerini uzun süre müdâfa edemezler. Bu sebepledir ki, düşman karşısında,
düşmandan daha kuvvetli olmayı düşünmemek ve bu maksatla mal sarfından kaçınmak,
bile bile tehlikeye atılmak ve yok olmayı göze almak demektir ki, Allah Ta'âiâ,
âyet-i kerîme'de, mal sarfını emrettikten sonra, bu emre aykırı hareket etmeyi
yasaklayan bir manâda, «mal sarfından kaçınarak kendinizi tehlikeye atmayın»
buyurmuştur.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, savaş için lüzumlu olan silâh ve teçhizatın temini
ndedüşmandan geri ka!mak,bu maksatla para ve mal sarfetmekten kaçınmak,
müslümanlar için ne derece büyük tehlike teşkil ediyorsa, Allah yolunda
savaştan kaçmak veya kaçınmak da aynı dere-cedetehlikelidir. Zira taarruz eden
ve taarruzla karşısındakini imha etmeyi planlayan düşmandan kaçış bir kurtuluş
çaresi değildir. Kaçan er veya ordu, mutlaka yakalanır ve imha edilir. Enfâl
sûresinin 15 inci âyetinde, «Ey îman edenler! Toplu halde kâfirlerle
karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönüp kaçmayın» Duyurulmuştur ki,böyle
bir kaçıştajne büyük bir tehlikenin bulund^unu, bu âyet-i kerîme'den anlamamak
mümkün değildir. Bu bakımdan, denilebilir ki, «kendinizi tehlikeye atmayın»
emrinde, «Allah yolunda savaş için mal sarfından kaçınmayın» manâsı bulunduğu
kadar, «Allah yolunda düşmanla savaşmaktan kaçıp kendinizi tehlikeye atmayın»
manâsı da vardır.
Allah Taâlâ, savaşla
ilgili hükümlerini beyan ettikten sonra, müslü-manalara, savaş da dâhil bütün
işlerini en iyi bir şekilde yapıp ikmal etmelerini, noksan bırakılmış veya
ihmal edilmiş hiçbir şey bırakmamalarını emretmiştir. Çünkü, bazan
önemsenmiyerek ihmal edilen bir iş, çok önemli neticeler doğurabilir ve
müslümanların başına büyük dertler açar. Bu ihmal, Özellikle bir savaş ânında
olursa, çok daha büyük tehlikelere sebep olabilir. Böyle bir neticeyle
karşılaşmamak için, başlanan ve yapılması gereken her şeyi dikkat ve
titizlikle takip edip tamamlamak lâzımdır. Allahjşüphesiz işlerini en iyi ve en
güzel bir şekilde yapanlardan sevgisini esirgemez.
Allah Ta'âlâ, oruçla
iligili hükümleri beyan ettikten, bu arada Ramazan ayının başlangıç ve
bitiminin, bilhassa hac aylarının tesbitinde ölçü olarak kendisine başvurulan
hilâlin faydalarını açıkladıktan ve nihayet savaş hükümlerini bildirip Mescid-i
Harâm'da ve haram aylarda saldıran düşmanla savaşmayı emrettikten sonra, hem
haram aylarla ilgili olması, hem de oruçtan sonra artık sırasının gelmiş
bulunması dolayısıyle, haccın ve umrenin hükümlerini beyan etmiş ve şöyle
buyurmuştur: [52]
196. Allah için (niyet
ettiğiniz) haccı ve umreyi tamamlayın.
Eğer (herhangi bir sebeble bundan) alıkonursanız, kolayınıza gelen
kurbanı gönderin ve (bu) kurban, mahalline varmadıkça başlarınızı tıraş
etmeyin, içinizden kim hasta olur, yahut başında derdi bulunursa, üzerine ya
oruç, ya sadaka, yahutta kurban olarak bir fidye gerekir. (Tehlikeden) emîn
olduğunuzda, kim hacca kadar umre
yapıp faydalanmak isterse, kolayına gelen kurbanı kesmesi gerekir. Fakat (onu)
bulamazsa, hac esnasında üç, (yurdunuza) döndüğünüz vakit de yedi gün-ki bu,
tam on gün eder- oruç tutması vâcib olur. İşte bu, (hüküm), ailesi Mescid-i
Haram'da olmayan kimseler içindir. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah
şiddetli ceza sahibidir.
197. Hac (ayları)
belli aylardır. Kim o aylarda haccı (kendine) farz kılarsa, artık hac esnasında,
kadına yaklaşmak, günah islemek
ve kavga etmek yoktur. Hayır olarak ne ya^^.sc"1?, Allah onu bilir. Bu
sebeple (hayırlı ameller yönünden) azıklanın; en hayırlı azık da, şüphesiz,
takvadır. O halde ey akıl sahipleri, benden sakının.
198. (Hac esnasında) Rabb'ınızdan nzık istemenizde
herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan
indiğiniz zaman Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Siz
önceden sapıklardan olduğunuz halde, sizi doğru yola sevkettiği için O'nu anın.
199. Sonra insanların
indiği yerden inin ve Allah'tan
mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
200. Hac ibadetinizi
bitirince, Allah'patalarınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir artışla
anın, İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, «Rabb'ımız, bize dünyada
(nasibimizi) ver» derler; böyleleri için âhırette nasîb yoktur.
201. Onlardan bazıları
da derler ki: «Rabb'ımız, bize dünyada iylik ver; âhi-rette de iyilik ver ve
bizi ateşin azabından koru»
202. Kazandıkları şeyden nasibi olanlar işte
bunlardır. Allah hesabı çabuk görendir.
203. Sayılı günlerde
Allah'ı zikredin. Allah'tan sakınan kimse için, iki gün içinde, (Minâ'dan
çıkmak hususunda) acele etmesinde herhangi bir günah yoktur; geciken kimseye de
günah yoktur. O halde Allah'tan sakının ve bilin ki, siz, mutlaka O'na vanp
toplanacaksınız.
Allah Taâlâ, Bakara
sûresinin 183 üncü âyetinde, «ey iman edenler! Oruç, sizden önceki miilletlere
farz kılındığı gibi size de farz kılındı» hita-bıyle orucu müslümanlara farz
kıldıktan ve bunu takip eden âyetleriyle oruç hükümlerini bildirdikten sonra,
yukarıdaki âyet-i kerîme'lerinde de, İbrahim (a.s.) in dînîyle ilgili bir
hâtırayı canlı tutmak ve onu Allah'a bir
ibadet vesîlesi kılmak
için haccı tarif etmiş ve ana hatlanyie onu müslümanlara öğretmiştir. Oruç
hükümlerinden sonra hacla ilgili hükümlerin açıklanması tabiidir; çünkü haccin
yapıldığı haram aylar, oruç ayı olan Ramazanı ve Şevvali takip eden aylardır;
başka bir ifadeyle hac ayları, Ramazandan bir ay sonra başlar. Nitekim Allah
Ta'âlâ, oruçla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra, Hazret-i Peygamber'e
hilâlle ilgili olarak yöneltilen sorular münasebetiyle, hilâlin insanlar için
bir çok faydaları bulunduğunu bildirmiş ve özellikle hac aylarının tayini için
onun bir vakit ölçüsü olduğuna işaret ederek sözü haram aylara getirmiş ve bu
aylarla ilgili hükümleri açıklamıştır. Söz, haram aylar üzerindeyken ve hac
ibadeti de bu aylar içinde yapılıp dururken,bazı hac hükümlerini açıklamaktan
daha tabiî bir-şey olamazdı.
Ancak, burada şuna
hemen işaret etmek gerekir ki, yukarıdaki âyetlerde bazı hac hükümleri
açıklanmış olmakla beraber, hac ibadeti rnüs-iümanlar üzerine henüz farz
kılınmış değildir Zira binmektedir ki, Bakara sûresi, Medine'ye hicretle
birlikte nazil olmaya başlamıştır. Her ne kadar sûrenin tamamlanması gecikmiş
olsa bite, haram aylarla ve bu aylarda yapılan savaşla ve hacla ilgili
âyetlerin, Mekke fethinden önce nazil olu-duklarına şüphe yoktur. Halbuki hac
ibadeti, Mekke'nin fethinden sonra ve dokuzuncu hicrî senede farz kılınmıştır.
Esasen fetihten önce'Mekke, müslümanlarla devamlı savaş halinde olan
müşriklerin elindeyke/ı haccin farz kılınması da mümkün değildi; çünkü
müslümanlara, bu farizayı ifaya imkân verecek şartlar mevcut değildi. O halde,
şu husus anlaşılmış olmaktadır ki, hac hükümlerinin bazısını açıklayan bu
âyetler, haccin farz kılınışından önce nazil olmuştur. Nüzul sebebinin ise,
İbrahim (a.s.) devrinden beri İfa edilen ve müşrik Araplar tarafından aslından
saptırılarak bir takım şirk aiâmetleriyle karıştırılan hac menâsikinden bu
alâmetlerin temizlenmesi ve haccin tevhîde delâlet eden bir ibadet haline
getirilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu âyetlerin nazil olduğu sıralarda
Mekke henüz fethedilmemiş olsa bile, hac vaya umre yapmak için oraya gitmi
imkânını elde edebilen müslümanların, bu ibadeti câhili âdetlere göre değil,
fakat aslına uygun bir şekilde yapmaları gerekirdi ve bunun için de, hac
menâ-siküni onlara öğretmek îcab ediyordu Nitekim Mekke'nin fethinden Önce,
müslümanlarla müşrikler arasında imzalanan Hudeybiye andlaşması, bu andlaşmadan
bir sene sonra müslümanalara Kabe'yi ziyaretle umre yapma hakkı kazandırmıştı.
Eğer haram aylarda savaşa izin veren âyetlerin, Kelbî tarikiyle İbn Abbâs'tan
gelen ve umumiyetle zayıf telakkî edilen rivayete göre, Hudeybiye andlaşmasının
yapıldığı sıralarda nazil olduğu kabul edilecek olursa, bunları takip eden
hacla ilgili âyetlerin de, aynı sıralarda nazil olduğunu kabul etmekte herhangi
bir beis yoktur. Buna göre, Allah Ta'âlâ'nıaHudeybiye andlaşması gereğince
Mekke'ye gidip umre yapabilecek olan müslümanlara, hac ve umrenin bazı
hükümlerini talim etmek maksadıyle bu âyetleri indirdiği söylenebilir. Onların
uslûbü de bu görüşe uygun düşmektedir. Netekim Allah Ta'âlâ, âyetlerin ilkinde
şöyle buyurmuştur: [53]
196. Allah için (niyet
ettiğiniz) haccı ve umreyi tamamlayın. Eğer (herhangi bir sebeple bundan)
alıkonursanız> kolayınıza gelen kurbanı gönderin ve (bu) kurban, mahalline
varmadıkça başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden kim hasta olur, yahut başında
derdi bulunursa, üzerine ya oruç,ya sadaka, yakutta kurban olarak bir fidye
gerekir. (Tehlikeden) emin olduğunuzda, kim hacca kadar umre yapıp faydalanmak
isterse, kolayına gelen kurbanı kesmesi gerekir. Fakat (onu) bulamazsa, hac
esnasında üç, (yurdunuza) döndüğünüz vakit de yedi gün-ki bu tam on gün
eder-oruç tutması vacip olur. İşte bu (hüküm), ailesi Mescid-i Haram'da
olmayan kimseler içindir. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah, şiddetli ceza
sahibidir.
196 Lugatta «kasd»
manâsına gelen hac kelimesi, şeriat dilinde, belirli bir zamanda, belirli bir
maksatla ve belirli şartlarla belirli bir yeri ziyaret etmeye delâlet eder. Hac
için belirli zaman, Şevval, Zilkade ve Zilhicce (onuna kadar) aylarıdır.
Maksat, Allah rızasını taleb olup, mikat mahallinde ihrama girerek, Arafat'ta
vakfe ve Beyt'i tavaf ile tamamlanır. Umre ise, ziyaret maksadıyle herhangi bir
zamanda ihrama girip Beyt'i tavat etmekten ibarettir, Arafat'ta vakfe, umrenin
şartlarından değildir; başka bir ifadeyle, umrede vakfe yoktur.
Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, yukarıdaki âyet-i kerîmenin Mekke fethinden önce nazil olduğu
düşünülürse, bu âyetle hac ve umrenin farz kılınmadığını, ancak bazı
hükümlerinin beyan edilmek maksadıyle onun İndirildiğini kabul etmek gerekir.
Bununla beraber, bu husus, mezhepler arasında ihtilaf konusu oimuş, Şafiî ve
Hanbelî mezhebleri, bu âyetin farziyyete delâlet ettiği görüşünden hareketle,
haccın ve umrenin bu âyetle farz kılındığını üeri sürmüşler; Mâiikî ve Hanefi
mezhebleri İse, haccın, Al-i Imrân sûresinin «O'na bir yol bulabilenlerin
Beyt'i haccetmeleri, Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır» mealindeki 97 inci
âyetiyle ve dokuzuncu hicri senede farz kılındığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu
sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de umre hakkında başka bir hüküm bulunmadığı ve
haccı farz kılan bu âyette de umre zikredilmediği için, Şafii ve Hanbefî
mezheblerîne göre farz olan umre, Mâlİkî ve Hanefî mezhebie-rince sünnet olarak
değerlendirilmiştir.
Yukarıdaki âyet-İ
kerime'yle hac farz kılınmamış olsa bile, vazedilen hükümler, onun, yakın bir
zamanda müslümanlara farz kılınacağına delâlet eder. Nitekim bu hükümlerin
başında, hacca ve umreye niyet ediüp ihrama girildikten sonra, bunun ihlâsla ve
sırf Allah rızası için tamamlanması hususundaki ilk emir yer almıştır. Bu
emirden anlaşılan manâ şudur ki, bir kimse, hacca niyet eder bu maksatla ihrama
girerse,artık o haccı kusursuz bir şekilde tamamlaması gerekir. Eğer başladığı
bu ibadeti yarım bırakıp dönerse, günahkâr olur. Emirden anlaşılan diğer bir
manâ, haccın veya umrenin, ihlâsla ve sırf Allah rızası için yapılmasıdır.
Bununla beraber, eğer bir kimse, hac esnasında, ticaret yoluyla Allah'tan rızık
talebinde bulunursa, aşağıda 198 inci âyette de açıklanacağı gibi, buna izin
verilmiştir. Câhiliye devrinde Araplar, hac mevsiminde Mekke'yi panayır yerine
çevirirlerdi. Muhtelif bölgelerden gelen kabîle mensupları, Kabe'yi ziyaret
maksadından çok, Mekke'nin sokak ve pazarlarında boy göstermek, kendi
kabileleriyle övünmek, diğer kabilelere üstünlüklerini isbat etmek için söz
veye şiirle yarışmalara katılmak ve bu arada evinin ihtiyaçlarını karşılamak
gibi çeşitli maksatlar güderlerdi. Bu maksatlarla yapılan bir hac veya umrede,
Allah'a tâatın varlığından söz etmek elbette mümkün değildi. İşte bu sebepledir
ki, yukarıdaki âyet-i kerimede, hac ve umrenin, bilhassa Allah için
tamamlanması emredilmiştir.
Hacca veya umreye
niyet edildikten sonra bunun tamamlanması emredilmiş olmakla beraber, bazı
engellerin buna İmkân vermemesi halinde, yapılması gereken işler açıklanmış ve
«eğer alıkonursanız, kolayınıza geien kurbanı gönderin ve bu kurban mahalline
varmadıkça başlarınızı traş etmeyin» buyurulmuştur.
Haccın engellenmesi
çeşitli sebeplerle olabilir. Meselâ hastalık bu sebeplerden biri sayılabilirse
de, âyet-i kerimede kasdedilen engelin düşman tehlikesi olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim daha sonraki ibarede, «emin olduğunuz zaman» denilmektedir ki, bu
emniyetin, düşman tehlikesinden emniyet olması akla daha uygun görünmektedir.
Buna göre düşman hac yolunu keser ve Mekke'ye girmeyi önlerse, hacca niyet
etmiş olan kimsenin tıraş olmak ve ihramdan çıkmak için durumuna uygun olan ve
kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Zira bu kurban kesilmedikçe,
gelecek hac mevsiminde, niyet olunan haccı tamamlayıncaya kadar ihramdan çıkmak
mümkün değildir. Nitekim âyet-i kerîmede «Kurban mahalline varmadıkça
başlarınızı tıraş etmeyin» buyurulmuştur ki, bu, «ihramdan çıkmayın» demektir.
Ayet-i kerîme'den
anlaşıldığına göre, deve, sığır, veya koyun gibi kurban edilmeye lâyık bir
hayvanın kurban edilmek üzere Harem-i Şerife gönderilmesi gerekir ve orada
kesildiği kanaatına varıldıktan sonra tıraş olunup ihramdan çıkılır. Eğer
Mekke'yi de içine alacak şekilde belirli hudud içinde kalan ve Harem-i Şerif denilen
mahal düşman elinde bulunur ve kurbanın Harem'de kesilmesi mümkün olmazsa, bu
takdirde, hacdan engellenen kimse, bulunduğu yerde kurbanını keser ve ihramdan
çıkar. Nitekim Hazret-i Peygamber, Hudeybiye'de hacca ve umreye niyet ettiği
halde, müşrikler tarafından Mekke'ye bırakılmamış, o|'da kurbanını bulunduğu
yerde keserek ihramdan çıkmıştır.
İhram, Harem-i Şerife,
yahut haram aya girmek, yahutta ihlâl edilmesi gereken bir şeyin hürmetine
saygı göstermek manâlarına gelir ki, hacla ilgili olarak hac veya umre
niyetiyle mîkat mahalline gelen kimsenin, hac menâsikini tamamlayıncaya kadar,
başka zamanlarda yapılması helâl olan birtakım şeyleri kendisine haram kılması
ve bunların hürmetine saygı göstermesidir. Eşiyle münâsebette bulunmak, tıraş
olmak, yahut vücutta bulunan bazı kılları temiziemek,tırnak kesmek, koku
sürünmek, dikişli elbise giymek, küçük de olsa herhangi bir hayvanı öldürmek,
hac veya umre tamalanıncaya akadar haram olan ve hürmetine saygı gösterilmesi
gereken işlerdir. Buna göre, ihrama girmek, bu işleri yapmaktan sakınmanın
başlangıcına, ihramdan çıkmak ise, hac boyunca sakınılan bu işlerden saç veya
sakal keserek, sakınmanın bitimine deiâlet eder.
Hacca niyet eden bir
kimsenin, ihrama girdikten sonra, yukarıda sayılan fiillerin hürmetine saygı
göstermesi ve bunları ihlâl etmemesi gerekir. Ancak bazı hallerde zaruretler,
bunlardan herhangi birini yapmayı zorunlu kılabilir. Allah Taâlâ âyet-i
kerimede bu gibi durumlar için de hükmünü bildirmiş ve «içinizden kim hasta
olur, yahut başında derdi bulunursa, üzerine ya oruç, ya sadaka, yahutta kurban
olarak bir fidye gerekir» buyurmuştur. Buna göre, hasta olan, yahut başında
yarası bulunan ve hattâ bitlenen bir kimse, eğer bakım için başını tıraş etmek
zorunda kalırsa, bir hürmeti ihlâl ettiği için, fidye olarak, ya oruç tutar; ya
sadaka verir; yahutta bir kurban keser, Buhârî ve Müslim tarafından da rivayet
edilen bir hadisten öğrenildiğine göre, Hazret-i Peygamber ve ashabının hac
niyetiyle Hudeybiye'ye geldikleri ve ihrama girdikleri sırada, başı bitlenen ve
bitleri saçları arasından âdeta yüzüne dökülen Kâb İbn Uc-re'ye, Hazret-i
Peygamber, saçını tıraş etmesini, sonra da, bir koyun kurban etmesini,
kurbanlık bulamadığı takdirde ya üç gün oruç tutmasını, yahutta altı fakire
ayrı ayrı yarımşar sâ hurma vermesini emretmiştir[54]
Ayet-i kerîmede bir
hürmetin ihlâli halinde fidye olarak tutulacak orucun, fakire verilecek
sadakanın veya kurban edilecek hayvanın miktarları açıklanmamaş ise de,
Hazret-i Peygamber'in hadisi, âyetin mücmel olan bu hükmünü beyan etmiştir.
Herhangi bir düşman veya hastalık tehlikesi bulunmadığı zamanlarda hacca niyet
eden, fakat hac menâsikine başlamadan önce umre yaparak Allah'a yaklaşmak ve
rızasını kazanmak isteyen bir kimse, umreyle haccı birleştirme imkânını
kendisine bahşettiği için, Allah'a bir şükran nişanesi olmak üzere kurban
keser. Bu kurban, Zilhiccenin onuncu günü kesilir ve eti yenir. Ancak, umreyle
haccı birleştirerek haca kıran veyahaccı temettü yapan kimse, kesecek kurban
bulmazsa, yahut kurbanlık için parası ol-muzsa, âyet-i kerîmede de açıklandığı
gibi, üç gününü haçta, yedi gününü de memleketinde olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Ancak,
haçta tutulacak üç gün orucun hangi günlerde tutulacağı, mezhebler arasında ihtilaflı
bir konudur.
Umreyle haca birleştirdikleri
için kurban kesmekle, bulamadıkları takdirde toplam on gün oruç tutmakla
mükellef olanlar hakkındaki bu hüküm, hac için Mekke'ye dışarıdan gelmiş
olanlara muhsustur. Çünkü bunların hac İçin ülkelerinden geldikten ve tekrar
ülkelerine döndükten sonra, bir de umre için gelip gitmeleri büyük ve külfetli
bir iş olurdu. Allah Taâlâ, onları bu külfetten kurtarmak için, umreyle haccı
birleştirmelerine izin vermiş, ancak yukarıda da işaret olunduğu gibi, bir
şükran alameti olarak, onlara kurban kesmeler|iniemretmiştir,Mekke ve civarında
oturanlar ise, hac mevsimi dışında her zaman umre yapabilecekleri ve bunda
herhangi bir güçlük çekmiyecekleri için, bu hükmün dışında tutulmuşlardır.
Ancak bu hükme tâbi
olanlarla olmaması gerekenleri birbirinden ayıran hudud üzerinde görüş birliği
yoktur. Mâlikîlere göre, Harem-i Şerif hudutları içinde oturanlar, oranın
yerlileridir ve bu hükme tâbi değillerdir. Yalnız Harem-i Şerif dışında
oturanlar hacla umreyi birleştirebilirler ve kurban keserler. Şâfillere göre, Mekke'ye
geldikleri zaman namazlarını kısaltıp müsafir namazı kılacak kadar bir mesafede
oturanlar, Hanefllere
göre ise, mlkat
mahalli dışında kalanlar bu hükme tabidirler. Fakat dikkat edildiği zaman,
İmamlar tarafından tesbitjolunan bu hududlar arasında büyük bir mesafe farkı
bulunmadığı da kolayca anlaşılacaktır.
Allah Taâlâ, hac ve
umre hakkındaki bu umumî hükümleri beyan ettikten sonra, müslümanlara Allah'tan
sakınmalarını emrederek vazettiği bu hükümlere uymak hususunda onları bir
dahauyarrruştır.Zira vazedilen her hüküm, bir emir veya yasağın neticesidir.
Allah'a îman ise, O'nun emir ve yasaklarına uymayı gerektirir. Eğer buniara
uyulmazsa, imanın varlığından sözetmek mümkün değildir. Bu takdirde, her
müslümanın şunu iyice bilmesi gerekir ki, Allah, îmanını yitirip emir ve
yasaklarına kulak asmıyanlar için son derece şiddetli cezalar hazırlamıştır ve
bundan kurtu-iuş yoktur.
Allah Taâlâ, bu
uyarıdan sonra, senenin her gününde yapılabilecek olan umreden söz etmeksizin,
yalnız haccın belirli aylara hâs bir ibadet olduğuna işaretle bu aylarda hacca
niyetlenen müslümanların dikkat et--meleri gereken hususları açıklamış ve şöyle
buyurmuştur: [55]
197. Hac (aylan) belli aylardır. Kim o aylarda
haca (kendine) farz kılarsa, artık hac esnasında kadına yaklaşmak, günah
işlemek ve kavga etmek yoktur. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu bilir. Bu
sebeple (hayırlı ameller yönündeki azıklanın; en hayırlı azık da, şüphesizş
takvadır. O halde ey akıl sahipleri, Benden sakının.
198. (Hac esnasında) Rabb'ımzdan rızık
is-temerizde herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan indiğiniz
zaman, Meş'ar-i Haram'da Allah'ı
zikredin. Siz önceden sapıklardan olduğunuz halde, sizi doğru yola sevkettiği
için O'nu anın.
199. Sonra insanların indiği yerden inin ve
Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki A ilah, çok bağışlayan, çok
esirgeyendir.
197 Ayeî-i kerîme'de
de işaret edildiği gibi, hac eski Araplarca da bilinen ve senenin belirli
aylarında edâ edilen bir ibadettir. Hazret-i İbrahim ve oğlu Hazret-i İsmail
tartından yeryüzünde ilk mescid olarak Kabe'nin inşa edilmesinden sonra farz
kılınan hac ibadeti, Arapların müşriklik dönemlerinde bile Ka'be ziyareti
olarak amelî değerini hiç kaybetmemiş, bazı menâsiki İslâml devre kadar
değişmeden intikal etmiştir. İslâm'dan önceki devirlerde, Kabe ziyaretleri
senenin belirli aylarında yapıldığı için bu aylara hac ayları denilmiş ve
Araplar arasında da bu adla tanınmıştır. İslâm Hazret-i İbrahim zamanında Farz
kılınan hacca belki bazı ilâveler yapmış, yahut hac menâsiki arasında bulunmadığı
halde müşrik Araplar tarafından sokulan bir takım âdetleri ondan çıkarıp iptal
etmiş, fakat bu ibadeti tümüyle red ve inkâr etmemiştir. İşte yukarıdaki âyet-i
kerîmede «hac aylarının belli aylar olduğu» beyan edilirken, Hazret-i İbrahim
zamanında belli aylara mahsus olmak üzere farz kılınan haccın, Araplarca
bilinen bu aylarda edâ edilmesi gerektiğine de işaret edilmiş olmaktadır. Bu
aylar, Ramazan ayını takip eden Şevval ve Zilkade ayiarıyle Zilhiccenin ilk on
günüdür ki, hacca niyet edip ihrama girerek hac menâsikini edâ etmek, ancak bu
aylar içinde mümkündür.
Bu aylarda hacca niyet
edip ihrama girmekle haccı kendisine farz kılmış olan bir kimsenin, bu andan
itibaren artık haccın hürmetlerine saygı göstermesi ve onları ihlâl etmemesi
gerekir. 196 ncı âyetin tefsirinde de açıkladığımız gibi, ihrama girmiş olmak
bunu gerektirir. Binânaleyh hac esnasında karı koca münâsebeti yapılamıyacağı
gibi, füsûk denilen ve şâir zamanlarda yapılması helâl olduğu halde hac
aylarında ihrama girmiş olanlara haram kılınan tıraş olmak, tırnak kesmek,
dikişli elbise giymek, avlanmak gibi fiillerle, cidale, yani itişip kakışmaya,
sövüşüp dövüşmeye ve düşmanca davranışlara da yer yoktur. Kısacası ihrama
girerek haccı kendilerine farz kılanların, ihramın şartlarını ihlâl edecek
hareketlerde bulunmamaları gerekir.Çünkü bu şartlar ,AHah tarafından konulmuş
ve hududu O'nun tarafından çizilmiştir. Hacc'ın gayesi Allah'a yaklaşmak ve
O'nun rızasını kazanmak olduğuna göre, bu hududu çiğnememek ve onu tecavüz
etmemek îcab eder. Nitekim Buhâri ve Müslim tarafından da rivayet edilen bir
hadîsinde, Hazret-i peygamber, «hacceden bir kimsenin, eşiyle münasebetten ve
haccın hürmetlerini İhlâlden sakındığı takdirde, anasından doğduğu günkü gibi
bütün günâhlarından kurtulmuş olacağını» bildirmiştir ki[56] bu,şartlarına
uygun olarak yapılan bir ibadetin tabii neticesidir. Çünkü insan, nefsini
haramdan koruduğu ve kendisini Allah'ın ibadetine verdiği zamanlarda, hal ve
hareketinin değiştiğini ve ahlâkının en yüksek mertebeye ulaştığını hisseder.
İşte bu hal, insanın, nefsini terbiye ettiği ve hayır işlemeye en çok müsait
olduğu bir haldir ki, hac günlerinin devam ettiği surece insanda Dır alışkanlık
nalıne gelir ve hac menâsikinin tamamlanmasından sonra da devam eder. Bu ise,
insana dâima sevab kazandıran bir haldir; zira Allah, insanların işledikleri
her hayırlı işi bilir ve onun mükâfatını verir.
O halde, ey
müslümanlar, gerek hac ibadetiyle ve gerekse diğer ibadetlerle, âhiret
hayatında kendisine şiddetle ihtiyaç duyacağınız azığınızı şimdiden hazırlayın
ve âhirete katiyyen azıksız gitmeyin. Uzun bir yola çıkan kimsenin, yolda
azıksız kalması halinde çekeceği açlık ve susuzluk ızdırabını gözünüzün önüne
getirin.Yardımınıiseteyebileceği hiç kimsenin bulunmadığı ıssız dağlarda, bir
yudum su ve bir lokma yiyecek bulsa,yeniden hayata dönebileceğini zannedip de
bunlardan hiçbirini bulamadığı kızgın çöllerde, çaresiz kalan ve azâb içinde
kıvranıp bltâb düşen yolcuyu düşünün.Sonra da,âhiret yolculuğuna çıkacağınız ve
hesap vereceğiniz o büyük günü hatırlayın. İşte bu yolculukta sizin ihtiyaç
duyacağınız en kıymetli azık, takva olacaktır. Hiç kimsenin kimseden yardım
göre-miyeceği, hiç kimsenin kimseden bir şey isteyemiyeceği o gün, sizin
imdadınıza, dünyada iken âhiret için azık olarak hazırladığınız takvanız
yetişecektir. Allah'tan korkup yasaklarından sakınarak ve emirlerine uyarak,
sırf O'nun rızasını, O'nun hoşnudluğunu kazanmak için işlediğiniz hayırlı
işlerin size kazandırdığı sevâb, o günün dehşetinden sizi koruyacaktır. Bunda
hiç kimsenin şüphesi olmasın. O halde, akıl sahipleri olarak, bütün bunları
düşünün ve Allah'tan sakının.
Ayet-i kerîme'de,
azıklanmakla ilgili olarak gelen bu emir, tefsirlerde, Buhârl tarafından da
nakledilen bir nüzul sebebiyle izah edilmiştir. İbn Abbâs'tan rivayet edilen
bir haberden anlaşıldığına göre, Yemenliler, hac için Mekke'ye geldiklerinde,
azık getirmezler ve «biz. mütevekkil insanlarız» derler; fakat sonra da
halktan yiyecek bir şeyler isterlerdi. İşte bunun üzerine âyet-i kerîmedeki
«azıklanın; azığın hayırlısı da takvadır» ibaresi
nazil Olmuştur.[57]
Müfessirler bu habere
istinaden âyet-i kerîmedeki takva kelimesini «başkalarına el açıp istemekten
sakınmak» manâsında tefsir etmişler; âyetin bu ibaresine de «yanınızda azık
bulundurun; azık, şüphesiz, başkalarından istemekten hayırlıdır; yahut azığın
hayırlısı, istemekten sakınmaktır» şeklinde açıklamışlardır. Ancak, âyet-i
kerîmede, İbn Abbâs'tan nakledilen bu haberin manâsına delâlet edecek herhangi
bir karine mevcut değildir. Yani, eğer İbn Abbâs'tan böyle bir haber gelmemiş
olsaydı, âyetin bu ibaresinden, haberin manâsını çıkarmak imkânı yoktu. Bu
sebeple, Yemenlilerin hacca azıksız gelmiş olmalarını, sonra da halktan yiyecek
istemelerini, âyetin nüzul sebebi olarak değerlendirmek oldukça güçtür.
Muhtemeldir ki, bu âyet-i kerîme nazil olduktan sonra, Yemenliler, âyetin
«azığın hayırlısı takvadır» hükmüne istinaden, takva sahibi olmak için hacca
azıksız gelmeye başlamışlar, sonra bu hâdise, âyetin nüzul sebebi olarak
gösterilmiştir. Nitekim Yemenlilerin hacca azıksız olarak gelip «biz
mütevekkil insanlarız» demeleri de, âyeti, bizim daha önce açıkladığımız manâda
anladıklarını ve sırf takva sahibi olmak için azıksız yola çıktıklarını
gösterir. Fakat, âyetiyle murad ettiği manâyı en iyi bilen şüphesiz Allah Taâlâdır.
[58]
198 Allah Taâlâ,
müslümanlara takva sahibi olmalarını ve âhirete, kendilerine lâzım olacak
azıkla gitmek için hayırlı amellerini artırmalarını emrettikten sonra, dünyada
kendilerine yeyip içmek ve hayatlarını sürdürmek için gerekli olan azığı da
ihmal etmemelerini hatırlatmış ve «hac sırasında Rabb'ınızdan rızık istemenizde
herhangi bir günâh yoktur» buyurmuştur. Ayet-i kerîme'deki bu ibareyi, bir
evvelki âyette yer alan ve «refes'ijü-sûk'u ve cidar i haram kılan» ibarenin
beyanı olarak değerlendirmek mümkündür. Zira haram kılınan füsûk ve cidal
içinde, insanın geçimini temin edecek ticaret işlerinin de yer aldığı
düşünülebilir ve ihrama giren kimseler, alış verişi de kendilerine haram
kılabilirler. Nitekim ticaret, insanlar arasında cidale, nizaya ve kavgaya yol
açabilecek bir iştir. İşte, Allah Taâlâ, bu âyet-i kerîmeyle, daha önce haram
kıldığı füsûk ve cidalin bu : şekilde yanlış bir anlamaya yol açmaması için,hac
esnasında rızık temini maksadıyle yapılacak bir ticarette günah olmadığını beyan
etmiştir. Filhakika Buhârl tarafından nakledilen bir haberden, bir evvelki
âyetin nazil olmasından sonra,böyle bir anlayışla müslümanların dükkânlarını
kapatıp ticareti durdurdukları ve sırf ibadet işleriyle meşgul olmaya
başladıkları anlaşılır. İbn Abbâs'tan gelen bu haberde «Zu'1-Mecâz ve Ukâz,
câhiliye devrinde Arapların ticaret merkezi olan yerlerdi. İslâm gelince,
müslümanlar, hac mevsiminde ticaretle meşgul olup günah işlemekten korktular.
Bunun üzerine «Rabb'ınızdan rızık istemenizde herhangi bir günah yoktur» âyeti
nazil Oldu» denilmiştir.[59]
Şuna da işaret etmek
gerekir ki, hac esnasında yapılan ticarette günah olmadığının beyanı, rızık
temini için yapılacak bir ticarete ruhsat veya izin manâsındadır ve bu izni,
haccı ticarete vesile kıiacak şekilde manâlandırmamak îcabeder. İznin bu manâda
değerlendirilmesi, haçcın ticaret niyetiyle yapıldığına delâlet eder ki, böyle
bir ibadette hiçbir hayır yoktur. Bu sebeple İslâm ulemâsı, müslümanların,
ihrama girdikten sonra, bütün vakitlerini ibadete ayırmalarını daha hayırlı
saymışlardır.
Allah Taâlâ, hac
esnasında, ticaret yoluyla rızık talebinde bulunmanın günah olmadığını beyan
ettikten sonra.haccın en önemli rükünlerinden biri olan Arafat'taki vakteyi
takiben yapmaları gereken işieri bildirmiş ve «Arafat'tan indiğiniz vakit
Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikredin» buyurmuştur.
Arafat, Mekke'ye 12 mü
mesafede bir yerin adıdır. Hacca niyet etmiş olanlar, Zilhicce'nin dokuzuncu
Arefe günü Arafat'a çıkarlar ve güneşin batışına kadar orada kalıp vakfeyi îfa
ederler. Güneşin batışından sonra, Meş'ar-i Haram da denilen Müzdelife'ye
inilir. Burada, akşam ve yatsı namazları birleştirilecek kılındığı gibi
tekbîr,tehlll ve telbiye ile Allah zikredilir. Ayet-i kerîmede «Meş'ar-i
Harâm'da Allah'ı zikredin» denilmiştir ki, bu zikirden maksat, akşam ve yatsı
namazlarının edası olduğu gibi, tekbîr, tehiîl ve telbiye de olabilir. Ancak bu
zikirleri, kulun, Hâlık'ına ve Rabb'ına lâyık olan yalvarış ve yakarışları
içinde ve en güzel bir şekilde yapması gerekir. Önceden, apaçık bir sapıklıkta
iken, nasıl Allah onları bu sapıklıktan kurtarıp güzel ve dosdoğru yola,
İslâm'ın yoluna sevkettiyse, onların da, bu büyük nimete lâyıkıyle
şükredebilmek için Allah'ı en güzel bir şekilde anmaları îcabeder. [60]
199 Allah Taâlâ hac
menâsikini îfa edenlere Müzdelife'de Allah'ı en güzel bir şekilde anmalarım
emrettikten sonra, «insanların indiği yerden inin ve Allah'tan mağfiret
dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir» buyurmuştur.
Ayetin zahiri ve
sibakı gözönünde bulundurulursa, «sonra insanların indiği yerden inin» emrinin,
Müzdelife'den Minâ'ya inişe delâlet ettiği anlaşılır. Zira Arafat'ta vakfeden
sonra Müzdelife'ye, oradan da Minâ'ya geçiş, hac menâsikinin tertibidir ve bu
tertib, Hazret-i İbrahim'e farz kılınan haccın da esasını teşkil eder.
Ancak, Buhârî ve
Müslim'de Hazret-i Aişe'den değişik lafızlarla nakledilen bir hadîs, âyet-i
kerîmede yer alan ibareye farklı bir manâ kazandırmış ve müfessirler,
umumiyetle, bu hadîse dayanarak âyeti bu farklı manâda tefsîr etmişlerdir. Bu
manâya göre, sözü edilen ibare Müzdelife'den değil, Arafat'tan inişe delâlet
eder ve «insanların indiği Arafat'taninin» manâsına gelir.
Hazret-i Aişe'den
rivayet edilen hadîs şöyledir: «Câhiliye devrinde, Kureyş ve onların dînine
tâbiolanlar Arafât'a çıkmazlar,Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Dînlerinde şiddet
ve taassup göstermeleri sebebiyle de kendilerine hums denilirdi. Diğer Araplar
ise, Arafat'a çıkarlar ve orada vakfelerini yaparlardı. İslâm gelince, Allah,
Peygamber'ine Arafat'a çıkmasını, orada vakfe yapmasını ve oradan
(Müzdelife'ye) inmesini emretti. Bu emir, Allah Taâlânın, sonra insanların
indiği yerden inin, emridir»[61]
Gerçekten Kureyş
kabilesi, kendisini diğer kabilelerden üstün görüyor, «biz Harem-i Şerîfin
hizmetkarlarıyız; bu~sebeple bizim Harem dışına çıkmamız gerekmez» diyerek
Harem dışında kalan Arafat'a çıkmıyor ve Müzdelife'de kalıyorlardı. Allah
Taâlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'yle, insanlar ve kabileler arasındaki bu
imtiyazı kaldırmış ve Allah için Beyt'i hacceden herkesin Arafat'a çıkmasını
ve diğer insanlar gibi Müzdelife'ye oradan inmesini emretmiştir. Bu manâya göre
«diğer insanların indiği yerden İnin» hitabının üstünlük iddiasıyle arafât'a
çıkmayan Kureyş kabilesine yöneltilmiş olduğu, «diğer insanlar» sözüyle de Arafât'a
çıkan diğer kabilelerin, yahut geçmiş devirlerde Hazret-i İbrahim kavminin
kasdediidiği anlaşılır. Ancak, Hazret-i Aişe'den nakledilen habere ^ağlı
kalınarak yapılan bu tefsîr, müfessirleri bazı müşküle karşı karşıya
getirmiştir. Zira Allah Taâiâ, bir evvelki âyette, hac esnasında ticaret
yoluyla rızık talebine izin verdikten sonra, «Arafat'tan indiğiniz zaman,
Meş'ar-i Haram (Müzdelife) de Allah'ı zikredin» buyurmuş; bunu takip eöen
âyetin hemen başında da «sonra insanların indiği yerden inin» demiştir.
Hazret-i Aişe'den nakledilen habere göre, eğer ikinci ibarenin de Arafat
inişine delâlet ettiği kabul edilirse, bu inişin, birbirini takip eöen iki
âyette tekrar edilmiş olduğu anlaşılır. Bu takdirde, ikinci ibarenin başında
yer alan ve «sonra» manâsına gelen summe lafzı tertib için değil atıf için
olur,ve her iki ibare «Arafat'tan indiğiniz zaman, Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı
zikredin ve insanların indiği (bu) yerden (beraberce) inin» manâsına gelir.
Ancak, âyet-i kerimede
yer alan bu ibarenin, summe harfinin de delâlet ettiği gibi tertib üzere gelmiş
olması ve Müzdelife'den Minâ'ya inişin kasdedilmesi ihtimali vardır ve bu
ihtimal daha kuvvetli görünmektedir. Buna göre her iki âyeti «Arafat'tan
indiğiniz zaman, Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikredin; sonra da insanların
indiği yerden (Minâ'ya) inin» şeklinde manâlandirmak gerekir. Nitekim
Buhârî'nin naklettiği bir haberden anlaşıldığına göre İbn Abbâs, âyete bu
manâyı vermiş ve «Arafat'tan çıkıp geceledikleri Müzdelife'ye kadar insinler;
sonra Allah'ı çokça zikretsinler; yahut sabah vaktine kadar tekbir ve tehtîli
çoğaltın; sonra da halkın indiği gibi inin; zira Allah Ta'âlâ, sonra insanların
indiği yerden inin, buyurdu» demiştir. [62]
İbn Abbâs'ın bu ifadesinden
«sonra insanların indiği yerden inin» ibaresinin tertib üzere geldiği ve
Müzdelife'den inişe delâlet ettiği anlaşılır. Burada şuna da işaret etmek
gerekir ki, Hazret-i Aişe'nin haberine aykırı olarak âyete bu manâ verilmiş
olmakla, onun, Kureyş'in Arafât'a çıkmamak suretiyle hac menâsikinin en önemli
bir rüknünü ortadan kaldıran bâtıl
davranışlarını iptal etmiş olmaktan çıktığı ileri sürülemez. Allah Ta'âlâ bir
evvelki âyette «Arafat'tan indiğiniz zaman Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikredin»
buyurarak Arafat'a çıkmanın gerekli olduğunu göstermiş ve bu emirle Kureyş'in
bâtıl davranışını iptal etmiştir; zira Arafat'tan Müzdelife'ye, yahut Meş'ar-i
Harâm'a inmek için önce Arafat'a çıkmak gerektiğine şüphe yoktur.
Allah Ta'âlâ, ilk
görüşe göre Arafat'tan, diğer görüşe göre Müzdeli-fe'den inmeyi emrettikten ve
böylece eski bir câhili âdeti iptal ettikten sonra, ya bu âdete bağlı kalıp
Arafat'a çıkmamaları, yahutta bir evvelki âyette işaret olunan sapıklıkları
dolayısıyle Allah'tan af ve mağfiret dilemelerini istemiştir. Zira Allah
Ta'âlâ'nın, kendisinden af ve mağfiret dileyenlere karşı rahmeti son derece
geniştir.
Allah Ta'âlâ bu âyet-İ
kerîmelerle hac menâsikini beyan ettikten sonra, Arapların câhiliye devrinde
haccın akabinde yapmayı âdet haline getirdikleri başka bir bâtıl davranışa
işaretle onu da iptal etmiş ve şöyle buyurmuştur: [63]
200. Hac ibadetinizi bitirince, Allah'ı, atalarınızı
andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan öyle kimseler
vardır ki, «Rabb'ımız, bize dünyada (nasibimizi) ver» derler; böyleleri için
âhırette nasîb yoktur.
201. Onlardan bazıları
da derler ki: «Rabb'ımız bize dünyada iyilik ver; âhırette
de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.»
202. Kazandıkları
şeyden nasibi olanlar, işte bunlardır. Allah hesabı çabuk görendir.
203. Sayılı günlerde
Allah'ı zikredin. Allah'tan sakınan kimse için, iki gün içinde (Minadan çıkmak
hususunda) acele etmesinde herhangi bir günah yoktur. O halde Allah'tan sakının
ve bilin ki, siz, mutlaka O'na varıp toplanacaksınız.
200 Tefsirlerde yer
alan rivayetlerden öğrenildiğine göre, câhiliye devrinde Araplar, hac
menâsikini îfa ettikten sonra, Minâ'da ve diğer yerlerde toplanırlar ve
atalarının yaptıkları iyi işleri anlatarak, yahut bunlar üzerine
şiirler inşad ederek
övünürlerdi. Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerimede bu câhiliye âdetine işaret
ederek «hac ibadetinizi bitirince, Allah'ı, atalarınızı andığınız gibi, hattâ
daha kuvvetli bir anışla anın» buyurmuş ve Ai-lah'ın, ataların anılışından daha
çok ve daha kuvvetle anılmasını emreden bu hitabıyle, ataiarın anılışında
kendilerine herhangi bir fayda bulunmadığını da beyan etmiştir. Nitekim
Hazret-i Peygamber, Veda Haccı'nda, müslümanlara okuduğu o meşhur hutbesinde,
atalarının yaptıkları işlerle övünme âdetini terketmek hususunda onları irşad
etmiş ve «Ey nâs! Rabb'ınız birdir; babanız da birdir. Bu sebeple Arabın Arap
olmayana, Arap olmayanın Araba, kırmızının siyaha, siyahın da kırmızıya takva
dışında herhangi bir üstünlüğü yoktur» buyurmuştur.[64]
Buna göre hac ibadeti,
insana faydası olmayan bazı örf ve âdetlerin teşhir edildiği ve bunların
övünmek için birer vesile kılındığı bir takım fiil ve hareketler değil, fakat
Allah'ı zikretmeye ve O'na duâ ederek af ve mağfiretini dilemeye vesile olan
bir ibadettir.
Ancak Allah'ı zikreden
ve O'na duâ ederek arzu ve isteklerini bildiren kimseler başlıca iki gurupta
toplanır. Bunlardan bir gurubun istek ve arzusu, yalnız dünya nimeti ve dünya
menfeatıdır. O derecede ki, bu gurubun içinde yer alanlar, dünya nimetinin
hayırlı olanıyle hayırsız olanı arasında herhangi bir ayırım yapmak lüzumunu
bile hissetmezler. İster hayırlı olsun, ister hayırsız olsun, ona sahip olmak
isterler. Bunların bütün gönüllerini yalnız dünya sevgisi kaplamıştır ve
Allah'ın, âhırette kendisinden sakınan kulları için hazırladığı yüksek
dereceler veya mevkiler kendilerini hiç ilgilendirmez; gönüllerinde bunlara
hiç yer vermedikleri için dualarında bunları dilemedikleri gibi, Allah'ın
mücrimler ve günahkârlar için hazırladığı akıbetten de korkmazlar, bundan
Allah'a sığınmazlar, yahut korunmalarını dilemezler. Bütün arzuları, dünya
malının artması ve ister helâl olsun, ister haram olsun, bu artışı sağlayacak
yolun kendileri için açılmasıdır. İşte, âyet-i kerîme'de «Rabb'ımız, bize
dünyada nasibimizi ver» demekten başka hiçbir düşüncesi olmadığına işaret
edilen bu gibi kimseler için, âhırette elde edebilecekleri hiçbir nasîb yoktur.
Böyleleri, dünyada istedikleri şeyin çoğuna sahip olurlar; hattâ fazla güçlük
çekmeden helâl veya haram yoldan dünya nimetlerini istedikleri kadar
artırabilir-lerÇünkü istekleri bu yolda olduğu için.Allah da onlara bu yolu
kolaylaştırır. Fakat âhirette, dünyada iken hiç akıllarına getirmedikleri
âhıret nimetlerinden de naslbsiz kalırlar. Bu gibileri hakkında Allah Ta'âiâ,
İsrâ sûresinin 18 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: «Kim acele geçip giden
(dünyayı) dilerse, biz de dilediğimiz şeyi dilediğimiz kimse için vermekte
acele ederiz; sonra da ona Cehennemi, kötülenmiş ve kovulmuş olarak gireceği bir
yer yaparız».[65]
201 Allah'a duâ eden
ve bu duâ ile istek ve arzularını O'na iletenlerden ikinci guruba gelince,
bunlar, diğerleri gibi yalnız dünya nimetlerini düşünmezler, fakat bu
nimetlerin kendileri için yalnız hayırlı olanını isterken, ahretlerinin de
hayırlı olmasını nîya* ederler. Ve âyet-i kerlme'de de beyan edildiği gibi
«Rabb'ımız, bize dünyada iyilik ver; âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin
azabından koru» derler.
Ayet-i kerlme'de geçen
ve «iyilik» olarak terceme edilen hasene kelimesi, müfessirler tarafından
çeşitli şekillerde tefsir olunmuştur. Sağlık ve sıhhat, hayırlı evlâd, hayırlı
mal, hayırlı eş, ilim, marifet, ibadet ve itaat, kasene kelimesini açıklamak
için ileri sürülen görüşlerden bazılarıdır. Bunların her biri, ona muhtaç olan
kimse için şüphesiz birer hasenedti. Fakat insanın, duasını bunlardan sadece
muhtaç olduğunu sandığı şeylere tahsis etmesinin ve Rabb'ından yalnız onları
istemesinin de yanlış olduğuna şüphe yoktur. Zira insan, bazan bunlardan pek
çoğuna ve burada zikredilmeyen daha bir çok şeye muhtaç olur da, bunun farkına
varmaz, bu sebeple haseneyi, bir insanın dünyada iyi ve güzel bir hayat
yaşamasını sağlayan, akla gelsin veya gelmesin, bütün vesâile şâmil bir kelime
olarak kabul etmek ve Allah'tan yalnız «iyi!ik»le terceme
edebileceğimizhaseney\ dilemek gerekir. Burada şunu da belirtmek lâzımdır ki,
Allah'tan dilenecek olan blı hasene içinde, insana gerçekten mü'min ve muttaki
vasfını kazandıracak olan îman ve ittikada yer almaktadır. Zira bunlar
olmaksızın Allah'tan âhıret için hasene istemek mümkün değildir. Nitekim âyet-i
kerlme'de de belirtildiği gibi, dünyada Allah'tan iyi bir hayat isteyen
insanlar, âhıreti de akıllarından çıkarmazlar ve «Rabb'ımız, bize âhırette de
hasene ver ve bizi Cehennem azabından koru» derler. Âhıret için istenen bu
hasenenin dünyada istenen hasenernn, karşılığı olmaması mümkün değildir. Başka
bir ifadeyle insan, dünyada iken Allah'tan, iman ve itaatıyle güzelleştirilmiş,
O'nun rızasına uygun iyi bir hayat dilemelidir ki, âhirette de Allah'tan
dilediği fcoseneyenâil olup Cehennem azabından korunabii-sin. Oysa dünyada
sadece mal, mevki ve şöhret düşünen insanlar, Allah'tan iman ve itaat istemeyi
akıllarına getirmedikleri gibi, âhıret hayatının varlığından bile haberdar
olamazlar ve dolayısıyle âhıret için iyilik istemeyi düşünmezler.
Netice olarak, Allah'a
ve âhıret gününe inancı olan insan, âhıretteki nasibini yitirmemek için, yalnız
dünyasını düşünüp Allah'tan yalnız dünyalık isteyenlerden olmamalı, fakat iman
ve itaatıyle Allah'ın rızasına uygun iyi bir dünya hayatiyle, Cehennem
azabından uzak» iyi bir âhıret hayatı istemelidir; kısacası hasene dilemelidir.
Zira bu kelime, hem dünyada ve hem âhirette insanı saadetin zirvesine
ulaştıracak bütün iyilikleri içine alan bir kelimedir. Buhârl ve Müslim
tarafından rivayet edilen bir hadisten öğrendiğimize göre Hazret-i Peygamber,
çok defa bununla duâ eder ve şöyle derdi: Allahumme Rabbena âtinâ fi'd-dunyâ
haseneten ve fi'l-âhireü haseneten ve kına azâbe'n-nâr (manâsı:) Rab'ımız, bize
dünyada iyilek ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru)[66]
Müslim de şöyle bir
hadîs rivayel etmiştir: «Hazret-i Peygamber, çok zayıflamış ve yavru gibi
kalmış hasta bir adamı ziyarete gitmişti. Ona sen Allah'a duâ ediyor ve O'ndan
bir şey istiyor muydun? demiş, adam da, evet, ben, Allahım bana âhirette bir
ceza vereceksen bunu dünyada ver bitir, diye duâ ediyorum, cevabını vermiştir.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, o adama şöyle buyurmuştur: Sub-hanallah! Öyle
olursa, sen buna dayanamaz, takat getiremezsin. Allah'a, Allahumme âtinâ
fi'd-dünya haseneten ve fi'l-âhıreti haseneten ve kına azâbe'n-nâr diye duâ et.
Adam bundan sonra bu duaya devam etmiş ve şifa bulmuştur».[67]
202 İşte, dünya ve
âhirette kazançlarının karşılığı olarak naslblerini alacak olanlar bunlardır.
Yahut bu naslb, yalnız dünya malını, dünyanın şân, şerel ve mevkiini isteyip de
âhıreti unutanlar değil, fakat hem dünyada iyilik (hasene) isteyenler, hem de
dünyada iyilik istedikleri için, Allah'tan âhıre-tin iyiliğini istemeye yüzü
olanlar içindir. Yalnız dünyayı düşünenler ise, dünyadan naslblerini alsalar
bile, bunlar için âhirette hiçbir naslb yoktur. Yahut olsa bile, naslbleri
sadece Cehennem azabıdır; çünkü dünyada iken bundan başka bir şey
istememişlerdir.
Allah, şüphesiz,
bunların dünyada istedikleri şeylere göre akıbetlerini hazırlamakta ve amellerinin
karşılığını vermekte çok süratlidir. Yalnız dünyayı düşünen ve dünya zlnetinin
peşinden koştururken âhıreti unutan kimseler, âhırete göçtükleri zaman,
âhıretten hiçbir naslbleri olmadığını anlamak için uzun süre beklemiyecekler,
amel defterleri önlerine konduğu zaman, dünyada kazandıklarının hiçbir işe
yaramadığını ve âhırete iflâs etmiş olarak geldiklerini hemen göreceklerdir.
Dünya ve âhirette iyilik isteyenler ve âhıret için hazırlıklı olanlar da,
âhıretten alacakları nasîb görmekte gecikmiyecek ve bununla bahtiyar
olacaklardır. Yapılan işlerir veya işlenen amellerin hesabını yapıp karşılığını
vermek hususunda Allah'tan daha süratli kim olabilir? [68]
203 Hac menâsiki
hakkında yukarıda açıklanan âyetler ve bu âyetleı arasında tertibe dayalı
irtibat, son ây«**p sözü edilen sayılı günlerin, Minâ'da şeytan taşlamakla
geçen ve «teşrik günieri» (eyyam u't-teşfîk) de denilen Zilhicce'nin 11,12 ve
13 üncü günleri olduğuna delâlet eder. Zira yukarıdaki âyetlerden de
anlaşıldığı gibi Arafat'tan başlanan iniş Minâ'da tamamlanmış ve müslümaniara,
burada atalarını değil, Allah'ı zikretmeleri emrolunmuştur, O halde Arafat'ta
vakfe sırasında Allah'ı zikretmek hususunda gelen emirler, Müzdelife'de ve
Minâ'daki sayılı günler için de tekrar edilmiş olmaktadır. Bu zikrin, Allah'ı
tekbir ile yapıldığı hususunda görüş birliği vadır.
Ayet-i kerlme'de
şeytan taşlamaktan sözedilmemiştir. Çünkü bu hareket, İbrahim (a.s.) den bu
yana Araplar arasında bilinip yapılıyordu ve atılan her taş, Allah'ın tekbir
ile zikrine vesile oluyordu. Eğer taş atmak câhili bir âdet olsaydı, Allah
Ta'âlâ, diğer câhili âdetleri kaldırdığı gibi şüphesiz bunu da kaldırırdı.
Fakat burada ondan sözedilmemesi, onun ikrar ile kabul edildiğinin bir
delilidir.
Arafat'tan başlayarak
Minâ'daki sayılı günleri de içine alan ve Zilhicce'nin 13 üncü veya bayramın
dördüncü gününe kadar devam eden tekbir ile zikir, hac menâsikini îfa edenlere
olduğu gibi hac etmiyenlere de borç sayılmıştır. Bu sebebledir ki hac etmeyen
müslümanlar da Arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi
namazına kadar, her vakit namazının arkasından tekbir ile Allah'ı zikrederler.
Allah Ta'âlâ, sayılı
günler olarak beyan ettiği bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde zikri
emrettikten sonra, Minâ'da geçen bu üç günün acele edilip iki güne
indirlmesinde, veya artırılıp orada daha fazla kalınmasında herhangi bir günah
bulunmadığını bildirmiş, sonra da «Allah'tan sakının ve bilin ki siz, mutlaka
O'na varıp toplanacaksınız» buyurmuştur.
Hac menâsikiyle ilgili
olarak yukarıda açıklanan bütün âyet-i kerîmelerde Allah'ı zikretmenin tekrar
tekrar emredilmesi, hac sırasında yapılan bütün amellerin, Allah'ın zikrine
vesile kılındığının apaçık delilini teşkil eder. Bu sebepledir ki, hacca niyet
eden her müslüman, haccını İfa ederken, oraya sırf ibadet maksadıyle
geldiğini, Allah'ı zikrederek bu ibadeti yapacağını bilmeli ve Allah'tan
korkarak haccını başka maksatlara yö-neltmemelidir. Şunu da bilmelidir ki,
yaptığı her işin hesabını vermek üzere diğer insanlarla birlikte Allah'ın huzurunda
toplanacağı bir haşir günü vardır. Zira insan bunu bilir ve Allatt'ın huzurunda
hesap vermek üzere haşrolunacağına yakînen inanırsa, Allah'tan korkar,
ibadetlerini ve diğer amelleri ihmal etmediği gibi, onları, Allah'ın hoşnud
olacağı bir şekilde yapmaya çalışır. Fakat bu inanç zayıfsa ve kalbinde,
yeniden dirilip toplanacağı hususunda şüphe varsa, bu amelleri bazan yapsa
bile, çok defa da ihmal eder ve bu yüzden azaba müstehak olur.
Allah Ta'âlâ, hac
ibadetiyle ilgili hükümleri açıkladıktan ve diğer İbadetlerde olduğu gibi hac
ibadetinin de asıl gayesinin Allah'ın zikriyle kalpleri ıslâh edip takva sahibi
olmaya müslümanları irşad ettikten sonra, takvanın mahiyetini açıklamak ve
tezahürünün ağızdan çıkan sözler değil, fakat fiil ve hareketler olduğunu
göstermek için iki tip insanı misal olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: [69]
204. İnsanlardan öyle
kimseler vardır ki, düşmanların en şiddetlisi
oldukları halde, kalplerindekine Allah'ı da şâhid göstererek dünya hayatı
hakkındaki sözleriyle seni hayran bırakırlar.
205. Fakat senden
ayrıldıkları zaman, yeryüzünde fesad çıkarmak, ekini ve (hayvan) neslini yok
etmek için gayret gösterirler. Oysa Allah fesadı sevmez.
206. Onlara «Allah'tan
sakının» denildiği zaman kibirleri, onları daha da günâha götürür. Böylelerine
Cehennem yeterlidir. Orası gerçekten ne kötü bir yataktır.
207. İnsanlardan öyle
kimseler de vardır ki Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak uğrunda nefislerini
satarlar. Allah kullarına karşı çok şefkatlidir.
Allah Ta'âlânın
insanlara farz kıldığı ve onları yapmakla mükellef tuttuğu ibadetlerin tek bir
gayesi vardır ve bu gayeyi «Allah'ı zikretmek» şeklinde iki kelimeden meydana
gelen bir ibareyle ifade etmek mümkündür. Nitekim Ankebût sûresinin 45 inci
âyetinde «Kitap'tan sana vahyedi-leni oku; namaz kıl; muhakkak ki namaz,
hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor» denildikten sonra, «Allah'ı zikretmenin en
büyük ibadet olduğu» belirtilmiştir ki, bundan namazın en büyük zikir olduğu
kolayca anlaşılır. Zikir, aynı zamanda, îmanın tezahürüdür. Bu sebeple, namaz
kılarak, zekât vererek, oruç tutarak ve haccederek Allah'ı zikredenler.yalnız
iman edenlerdir. Kalbinde îmanı kökleşmiş olup da bu ibadetlerle Allah'ı
zikret-miyen bir insan düşünülemez. Ra'd sûresinin 28 inci âyetinde de beyan
edildiği gibi, îman edenler, Allah'ın zikriyle kalpleri mutmain olan, huzura ve
sükûna kavuşan kimselerdir ve esasen kalpler, yalnız Allah'ın zikriyle mutmain
olur; huzur ve sükûn bulur.
O halde, îmanın ve
îman ile birlikte gelişip kuvvetlenen takvanın yeri yalnız kalptir. Kalpte
bulunan îmanın ve takvanın şahidi ve delili ise, yalnız amellerdir. Bununla
beraber bazı kimseler vardır ki, dillerini takvaya mekân kılmışlar, dillerinden
dökülen sözieri de, onun şahidi ve delili yapmışlardır. Böylece dilleri,
kalplerindekini söylemediği gibi, fiil ve hareketleri de söylediklerine uymaz
olmuştur. Böyleleri, kalplerine îmanın kırıntısı bile düşmemiş olan
kimselerdir. Halbuki gerçek mü'minler, kalplerindeki îmanları, fiil ve
hareketlerinde tezahür eden ve dilleri de kalplerindekini doğrulayan
kimselerdir. İşte, Allah Ta'âlâ, ortaya çıkan bu iki tip insan gurubuna işaret
ederek onları şöyle tanıtmıştır: [70]
204. İnsanlardan öyle kimseler vardır ki,
düşmanların en şiddetlisi
oldukları halde, kalplerindekine Allah'ı da şâhid göstererek dünya
hayatı hakkındaki sözleriyle seni hayran bırakırlar.
205. Fakat senden ayrıldıkları zaman, yer yüzünde
fesad çıkarmak, ekini ve (hayvan) neslini yok etmek için gayret gösterirler.
Oysa Allah fesadı sevmez.
206. Onlara «Allah'tan
sakının» denihiiği zaman, kibirleri, onları daha da günaha götürür. Böylelerine
Cehennem yeterlidir. Orası gerçekten ne kötü bir yataktır.
204. Sözleri
kalplerinde olanı aksettirmeyen ve fiilleri de sözlerine uymayan bir takım
kimseler, başkalanyle konuştukları zaman, onları kandırmakta ve kendilerine
hayran bırakmakta büyük maharet gösterirler. Bu maharetleri sayesinde,
kendilerini inanç ve îmanında samimi, hakkın müdafii, bâtılın da düşmanı olarak
tanıttıktan gibi, Allah'tan son derece korkan, bu sebeple büyük küçük her çeşit
günahtan sakınan kimseler olarak da gösterirler. Hattâ daha ileri giderek,
söyledikleri sözlerin doğruluğuna inandırmak için Allah üzerine yemin edip
Allah'ın buna şahid olduğunu söylerler. Ve bütün bunları yaparken, izhar
ettikleri halleriyle, insanların menfeatlarını korumak için batıla karşı
şiddetle savaşan kimseler olarak da görünürler. Kısacası bunlar, insanları
kandırmak için üç haslete dayanırlar.
1) Dinleyenleri hayran bırakan ve onların
kalplerini fetheden güzel ve tesirli söz söylerler; öyle ki, bu sözlerin
doğruluğundan hemen hiç kimse şüphe etmez.
2) Sözlerinin doğruluğunu ve niyetlerin-deki
samimiyeti isbat etmek için yeminle Allah'ı şâhid gösterirler.
3) Muarızlarına karşı giriştikleri mücadele
ve münakaşada üstün bir cidal, gücüne sahiptirler. [71]
205 İşte bu üç çeşit
hasletle ortaya çıkan bu insanlar, bir gün muhataplarından ayrılıp kalplerinin
veya gönüllerinin isteği istikametinde kendi işlerine yöneldikleri, yahut
mevki sahibi olup halkın İradesini ellerine aldıkları zaman, önceden iyilikten
ve halkın halini iyileştirmekten sözedip dururlarken, bu sözlerinden dönerler
ve daha önce söylediklerinin aksini yaparak yeryüzünde fesad çıkarmaya
çalışırlar. En basit dünya menfeatlarına sahip olmak ve şehevî arzularını
tatmin etmek için, sokulup dost ve ahbâb edindikleri fazilet erbabı kişilerin
en şiddetli düşmanları olurlar. Zaten bu kişilerle kendi aralarında, gerek
karakter ve gerekse yaşayış gayeleri yönünden tam bir zıtlık bulunduğu için,
onlarla hiçbir zaman dost ve ahbâb olmamışlardır. Bununla beraber, onlardan
ayrıldıktan sonra, yeryüzünde fesad çıkarmak için çalışan kendileri gibi
kimseleri bulmakta ve onlarla birlikte asıl gayelerine yönelmekte hiç güçlük
çekmezler.
Yeryüzünde
çıkardıkları fesadla, bir taraftan ziraatın yok olmasına, diğer taraftan hayvan
neslinin kurumasına sebep olurlar. Yahut başka bir görüşe göre, halkın
kadınlarına musallat olup ailelerin de dağılmasına, evlâdlannın perişan
olmasına yo! açarlar. Ayet-i kerîmede geçen hars kelimesi, ziraat manâsına
gelirse de, bazı müfessirler, Bakara sûresinin 223 üncü âyetindeki nisâ'ukum
harsım lekum ibaresine istinaden kelimeyi «kadın» manâsında tefsir etmişler,
nesle de evlâd manâsı vermişlerdir. Fakat hangi manâda alınırsa alınsın, bu
münafık müfsidler, yaptıkları işlerle toplum insanlarına işkence etmekten ve
ezâ vermekten büyük zevk alırlar.
İşte bu tıynette ve bu
yaratılışta olan kimseler, fazilet erbabı kişilerin karşısında ne kadar haktan
yana olduklarını söylerlerse söylesinler ve ne kadar sözlerine Allah'ı şâhid
gösterirlerse göstersinler, amelleri, yahut fiii ve hareketleri, bu sözlerin
yalan olduğunu bütün açıklığıyle ortaya koymaktadır. Zira bu ameller,
kalplerindeki yalanın mutlak delilidir. Dillerden dökülen sözler, ne kadar
hakka ve hakikata uygun olursa olsun ve ne kadar övülmeye lâyık bulunursa
bulunsun, eğer bunlar, kalpteki fesadı gideremiyor ve insanın fiil ve
hareketlerini ıslâh edip hakka yöneltemiyor-sa, bu sözlerin Allah katında
hiçbir değeri yoktur. Zira Allah, insanların suratlarına ve sözlerine değil,
fakat kalplerine ve amellerine bakar. Kalbi fesad, amelleri müfsio olan
kimseleri de asla sevmez. Kısacası Allah, fesaddan hoşlanmaz. [72]
206 Sözleriyle haktan
görünen, fakat amelleriyle yeryüzünü ifsad, harsi ve nesli de helak etmeye
çalışan bu münafıkların bir sıfatları daha vardır: Eğer onlara Allah'ın emir ve
yasakları hatırlatılarak «Allah'tan korkun» denilirse, birden bire küplere
binip ayaklanırlar; verecekleri cevabı kızgınlık ve sinir buhranları altında
gizleyerek büyüklük gösterisine kalkışırlar. Zira bunların yeryüzünde
başlattıkları ifsad hareketleri, kendilerince ıslâh hareketleridir. Eğer bu
tıynetteki bir insan, halkın idaresini üzerine almış bir kişiyse, Allah'tan
korkmayan, kendisini hakkın ve hak ehlinin üstünde gören, yalnız kendi
görüşlerini halk için hayırlı sayan ve bu sebeple ifsadını ıslâh olarak
sürdüren böyle bir kimseye «Allah'tan kork ve sakın» demek ne büyük iştir?
Nasihat kabul etmez yaratılışta olan bu kimseler, herhangi bir nasîhatla
karşılaştıkları zaman, kibirlenirler; fakat bu kibirleri, onları, daha çok
isyana ve daha çok günâha sevkeder. Bu sebeple, böylelerin gideceği yer, sadece
Cehennemdir; başkası değil. Ve bu Cehennem de ne kötü bir yataktır. Ayet-i
kerîme'de geçen mihâd kelimesi, yatak manâ-sındadır. Yatak ise, insanın yatıp
rahat edeceği ve dinlenebileceği bir yerdir. Fakat Allah Ta'âlâ, yeryüzünde
fesad çıkaran ve münafıklık eden, Allah'tan sakınmaya n ve bu hususta nasihat
da kabul etmiyen kimseler için Cehennem ateşini yatak olarak hazırlamış ve
böyle kimselere böyle yatağın yeterli olduğunu bildirmiştir. Allah'ın herkese
lâyığını vereceğinden kim şüphe edebilir?
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmelerle, insanların bir gurubunu söz ve fiilleriyle
müslümanlara tanıttıktan ve böylelerini söyledikleri sözleriyle değil,
işledikleri fiilleriyle değerlendirmek ve sözlerine kanmamak hususunda onları
uyarıp irşad ettikten sonra, insanların başka bir gurubunu tarif etmiş ve
bunlar hakkında da şöyle buyurmuştur: [73]
207. İnsanlardan öyle
kimseler de vardır ki, Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak uğrunda nefislerim
satarlar. Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir.
207 Ayet-i kerîme,
önceki âyetlerde tarif edilen ve sıfatları açıklanan müfsid münafıkların
mukabili ve zıddı olan diğer bir gurubu bize tanıtmaktadır. Birbirine zıt iki
şeyin karşılaştırılması yapılırken, eğer bunlardan biri bütün sıfatlarıyle
tanıtılmışsa, diğerinin zıt sıfatları da belirmiş olur, ve bunlan ayrıca
zikretmeye gerek kalmaz. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde iki gurup insanın tarifi
yapılmış, fakat birinci gurupta yer alan müfsid münafıkların sıfatları ayrı
ayrı zikredildiği halde, bunların zıddı olan kimseler, «Allah'ın hoşnudluğunu
kazanmak için canlarını feda edenler» olarak tanıtılmakla iktifa edilmiştir.
Ayet-i kerîmede zikredilmemiş olsa bile, iki gurup arasındaki karşılaştırma,
canlarını Allah yolunda feda edenlerin, birinci gurubun aksine, iyi amel sahibi
oldukları halde, söze dayalı hiçbir iddiaları bulunmayan, sözleriyle amelleri
birbirine uyan, kalplerinde olandan başkasını söylemiyen, yalnız hakkı arayan
ve hak peşinde giden, insanların yalnız iyiliğini düşünen ve iyilik için
çalışan, hataya düşüp günâh işlese hemen toparlanıp tövbe eden, nasihat
dinleyen ve nasihat almak için mürşîd arayan, kibir ve gurur bilmeyen, hâsılı,
diğerlerinde bulunmayan bütün iyi sıfatları kendilerinde cemeden kimseler
olarak tanıtılmalarını gerektirir. Bu sıfatlara sahip olan kimseler,
diğerlerinin aksine, gerçekten mü'min olan kimselerdir ki, Allah'ın rızasını
kazanmak için canlarını satarlar. Tövbe sûresinin 111 inci âyeti, yukarıdaki
âyet-i kerîmeyi bu yönden açıklamış ve mü'minlerin Allah yolunda canlarını
satışlarına daha da açıklık getirmiştir: «Allah, şüphesiz, Allah yolunda
savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil
ve Kur'ân'da söz verilmiş bir hak olarak - Cennet mukabilinde satın almıştır.
Verdiği sözü Allah'tan daha çok yerine getiren kim vardır? O halde yaptığınız
bu alışverişten sevinin. Bu büyük başarıdır».
Bu âyet-i kerlme'den
de anlaşıldığı gibi, insanın nefsi veya canı, ne şehvetler, ne hayvani duygular
ve ne de şeytani hileler içindir. Hiç kimsenin onu bu yollarda harcamaya, veya
feda etmeye hakkı yoktur. Zaten bu yollarda canlarını feda edenler, yahut
satışa çıkaranlar, onlara alıcı da bulamıyacakiardır; çünkü Cehennem ateşine
odunluk yapmaktan başka bir işe yaramıyacaklardır.
Canlar yalnız Allah
içindir ve yalnız O'nun yolunda feda edilmeye lâyıktır. Bu gerçeği bilip
canlarını yalnız Allah yolunda feda edenler ise, can pazarında iyi bir
alışveriş yapmış ve canları mukabilinde Allah'ın rızasını ve Cennet'ini
kazanmış olan gerçek mü'minierdir.
Allah, kullan için
şüphesiz çok şefkatli ve çok merhametlidir. Bunlar arasında öyle fedailer
çıkarır ki, canlarını Allah yolunda harcayan bu mü'minler vasıtasıyle, şerrin
ve fesadın yeryüzünü altüst etmesine engel olur. Bakara sûresinin 251 inci
âyetinde de beyan edildiği gibi, «eğer Allah'ın, insanları birbiriyle savması
olmasaydı, yeryüzü müfsidlerin eliyle bozguna uğrardı.» Bu sebepledir ki, canlarını
Allah yolunda feda eden bir ümmetin bulunuşu, sadece o ümmete hâs bir rahmet
değil, fakat Allah'ın kulu olan bütün insanlara şâmil bir rahmettir.Zira bir
cemiyeti ıslâh etmek için gayret sarfedenlerin ve bunda başarıya ulaşanların bu
faaliyetinden, yalnız kendileri değil, fakat bütün insanlar ve kendilerinden
sonra gelen nesiller de faydalanırlar.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerimelerle, insanları, yeryüzünde fesad çıkararak harsi ve
nesli yok etmeye çalışanlarla, Allah'ın hoşnudlu-ğunu kazanmak için canlarını
feda edip yeryüzünün ıslâhı maksadıyle gayret sarfedenler olmak üzere iki
gurupta tanıttıktan sonra, bütün mü'minleri bölünüp parçalanmaktan korumak için
İslâm'ın gölgesinde birleşmeye davet etmiş ve şöyle buyurmuştur: [74]
208. Ey îman edenler! Barış (ve kurtuluş dini olan
İslâm) a tam olarak girin. Şeytanın adımlarına uymayın; zira o, sizin apaçık
düşmanınızdır.
209. Size bu kadar
açık deliller geldikten sonra yine de hak yoldan saparsanız, bilin ki Allah,
Aziz'dir, Hakim'dir.
210. (O hak yoldan sapanlar),
bulut gölgeleri içinde, Allah'ın
(azabının) meleklerle birlikte
kendilerine gelmesini ve
işin olup bitmesini mi bekliyorlar? Oysa her şey Allah'a
döndürülecektir.
Bu âyet-i
kerime'lerde, müsfümanların tam bir teslimiyetle İslâm'a sarılmaya davet
edildikleri görülür. Bu davette, iman ve İslâm esaslarını, yahut Allah'ın emir
ve nehiylerini, keyfî bir takım tefsir ve tevillerle asli manâlarından saptırıp
fırka ve hiziplere ayrılmaktan,bölünüp parçalanmaktan sakınmak hususunda açık
ve kesin bir emir vardır. Zira müslümaniarın bölünüp parçalanması, onlara
olduğu kadar İslâm dinine de zarar verir ve zayıflamasına sebep olur. Kur'ân-ı
Kerîm'de bu manâyı teyld eden başka âyetler de vardır. Al-i İmrân sûresinin
103.âyetinde yine mü'miniere hitap edilerek «hepiniz birden Allah'ın ipine sıkı
sıkı sanlın; bölünüp parçalanmayın»; Enfâl sûresinin 46 ncı âyetinde de
«Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; aksi halde
kuvvetten düşüp zayıflarsınız» denilmiştir. Hazret-i Peygamber de bir
hadisinde «benden sonra birbirinizin boyunlarını vurarak kâfirlere benzemeyin»
buyurmuştur.[75]
Ne var ki, Kur'ân-ı
Kerim'in bu açık emirlerine ve Hazret-i Peygam-ber'in ihtarlarına rağmen,
müslümanlar, yine de dinin emir ve yasaklarında ihtilâfa düşmüşler, bunun
neticesi olarak, fırka, hizip ve mezheblere bölünmüşlerdir. Her bir mezheb,
yalnız kendisinin dine hizmet ettiği iddia-sıyle diğerlerini kötülemiş, din
düşmanlarının da tahrik ve teşvikleriyle kanlı savaşlara girip biribirlerinin
boyunlarını vurmuşlardır. Bugün, eğer müslümanlar arasında halâ mezheb
kavgalarına rastlanıyorsa, bunun sebebini, asırlarca önce, Kur'ân-ı Kerim'in bu
açık emirlerine uymayan müslümaniarın ektikleri acı tohumlarda ve bu tohumların
bugünün müs-lümanlarmca da halâ bakılıp büyütülmesinde aramak gerekir.
İslâm dini, yukarıdaki
âyet-i kerimelerden de anlaşıldığı gibi, sulh (barış) ve selâmet (kurtuluş)
dînidir. Müslümanların girmekle emrolunduklan silm, Allah'ın emirlerine boyun
eğmek, teslim olmak manâsına geldiği gibi, sulh ve selâmet manâlarına da gelir.
İlk insanın yaratılışından itibaren Allah Ta'âlâ'nın, peygamberler'i
vasıtasıyle tebltğ ettiği bütün şeriatların bir hedefi de, insanlar arasındaki
münâsebetleri düzeltmek ve kanlı savaşlardan korumak olmuştur. Bu sebepledir
ki, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde yer alan sulha daveti, sadece müslümanlara
değil, fakat bütün din mensuplarına teşmil etmek ve savaşlara yol açacak
anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak manâsında anlamak da mümkündür. Maamafih
Allah Ta'âlâ, her şeyden ve herkesten önce mü'minlere hitap ederek onları
sulha, yahut sımsıkı sarılındığı takdirde bu sulhu gerçekleştirecek olan
İslâm'a davet etmiş, sonra da şeytana uyup hak yoldan sapacak olanların başlarına
gelecek felâkete dikkatlarını çekerek şöyle buyurmuştur: [76]
208. Ey îman edenler!
Barış (ve kurtuluş dîni olan İslâm) a tam olarak girin. Şeytanın adımlarına
uymayın; zira o, sizin apaçık düşmanınızdır,
209. Size bu kadar açık deliller geldikten sonra,
yine de hak yoldan saparsanız, bilin ki, Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.
210. (O hak yoldan
sapanlar), bulut gölgeleri içinde Allah'ın
(azabının) meleklerle birlikte
kendilerine gelmesini ve işin olup bitmesini mi bekliyorlar? Oysa her şey
Allah'a döndürülecektir.
208 Allah Ta'âlâ ilk
âyet-i kerîmeyle mü'minleri silme davet ederek «Ey îman edenler, silme girin»
buyurmuştur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, silm kelimesi, teslim olmak,
inkıyad etmek veya boyun eğmek manâlarına gelir ki, İslâm'ın tam karşılığı
olduğu gibi, barış (sulh) ve kurtuluş (selâmet) manâlarında da kullanılmıştır.
Ayet-i kerîme'de, kelimenin «barış» manâsında kullanıldığı kabul edilse bile,
«İslâm» in aslı olması itibariyle, davetin İslâm'a girmeye de şâmil olduğu
kolayca anlaşılır.
Ancak, mü'minlerin
İslâm'a davet edilmeleri, onların zaten İslâm'a girmiş ve İslâm'ın içinde
olmaları gözönünde bulundurularak garib karşı-lanmamalıdır. Zira bilinen bir
gerçektir ki, İslâm'a girmiş ve müslüman olmuş pek çok kimse, silm veya İslâm
kelimelerinin delâlet ettiği manâda
Allah'a teslim
olmamış, O'nun bütün emir ve yasaklarına boyun eğmemiş-tir. Nitekim Allah
Ta'âlâ, âyet-i kerîmede bu manâya delâlet etmek üzere mü'minleri silme davet
ettikten sonra kâffeten buyurmuştur ki, bu ibare, Allah'a teslim olmayı ve
boyun eğmeyi gerektiren «bütün emir ve nehiyle-rinde» manâsına gelir. Bu manâ
gözönünde bulundurulursa, âyet-i kerimeyi şöyle ifade etmek mümkündür: «Ey
iman edenler! Allah'ın bütün emir ve nehiylerinde O'na tam teslimiyetle barışa
girin ve gerçek müslü-manlar olun». Her ne kadar kâffeten ibaresini, silme
girmeleri istenen mü'minlere hal yaparak toptan, hep birden, cemîan manâsında
tefsir edenler varsa da, doğrusu, «imanın bütün esaslarına uyun, İslâm'ın bütün
şartlarını yen'ne getirin» manâsıdır.
Allah Ta'âlâ, İslâm'ın
bütün şartlarını yerine getirmek ve böylece müslümanlar arasında sulh ve
selâmeti temin etmek hususunda mü'minleri uyardıktan sonra, şeytanın, insanlar
ve bilhassa doğru yolda olanlar için en büyük ve en şiddetli düşman olduğunu
bildirerek, mü'minlerin onun adımlarına ayak uydurmamalarını ve onun peşinden
gitmemelerini emretmiştir. Zira şeytan, bu düşmanlığın gerektirdiği işi
yapmaktan asla geri durmaz ve doğru yolda olanları bu yoldan saptırmak ve sonu
hüsran ile bitecek bir yola sevketmek için her çareye başvurur.[77]
209 Ve maazallah eğer
şeytana uyar da ayağınız bu dosdoğru yoldan kayar ve siz, Allah'ın yolunu
terkedip şeytanın peşinden giderseniz, hele bunu, açık ve kesin delillerle onun
size düşman olduğu, sizi doğru yoldan uzaklaştırıp sonu gelmez bir felâkete
sürükleyeceği bildirildiği halde yaparsanız, işte o zaman, şunu bilin ve
aklınızdan çıkarmayın ki, Allah Azîz'dir: Doğru yoldan sapanları
cezalandırmaktan asla acze düşmez ve yapacağı işler karşısında asiâ mağlup
olmaz. Ve şunu da bilin ki, O, aynı zamanda Hakîm'dir: Her suç ve her günâh
için bir ceza takdir etmiştir.
Suçluların lâyık
oldukları ceza ile cezalandırılmalarını asla ihmal etmez. O ''. halde, ey
mü'minler, şeytanın size apaçık düşman olduğunu bile bile onun peşine düşmekten
ve ona uyanların lâyık oldukları cezaya uğramaktan sakının. [78]
210 Fakat şeytana ayak uyduranlar ve onun peşinden
giderek îmandan r> ve İslâm'dan yüz çevirenler, işledikleri zulüm ile
yeryüzünü kan deryasına
döndürenler ve bu
sıfatlarıyle ilâhi hitaba bile lâyık görülmeyenler, akıllarını başlarına almak
için halâ neyi bekliyorlar? Bekledikleri, bulut gölgeleri içinde Allah'ın
azabının meleklerle birlikte gelmesi ve kıyametin kopup her şeyin olup bitmesi
midir? Eğer bekledikleri bu ise, düşünmüyorlar mı ki, o zaman iş işten geçmiş
olacak ve herkes, iyi veya kötü, kendi ameliyle başbaşa kalacaktır. Fecr
sûresinin 21-23 üncü âyetlerinde de bildirildiği
gibi, «yer,
sarsıntıdan parça parça dağıldığı, Rabb'ın, saf saf olmuş meleklerle birlikte
geldiği zaman, Cehennem getirilir de insanın aklı başına gelir; fakat o zaman,
aklının başına gelmesi ona ne fayda sağlar?».
Dikkat edilecek
olursa, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki iki âyetle mü'minlere hitap ederek, onları,
bir barış dîni olan İslâm'a girmeye ve İslâm'ın bütün hükümlerine riayet ederek
yeryüzünde sulh ve sükûnu hâkim kılmaya davet etmiş, sonra da şeytanın
adımlarına uymamalarını, uydukları takdirde, işleyeceği günâhın cezasını
mutlaka göreceklerini Azîz ve Hakîm sıfatlarının bir gereği olarak
hatırlatmıştır. Üçüncü âyette ise, uslûb hemen değişmiş ve söz muhataptan gaibe
intikal etmiştir. Zira burada kendilerinden bahsedilenler mü'minler değil,
fakat İslâm'a sırt çevirmiş olan ve şeytanın peşinden giden kâfirlerdir; ve
yukarıda da açıklandığı gibi, bunların halâ niçin inanmadıkları, inanmak için
halâ neyi bekledikleri sorulmakta ve soruya cevap aranarak «kıyametin kopmasını
mı bekliyorlar?» denilmektedir. Aslında bir insan için kıyametin kopması,
asırlarca beklenecek bir şey değildir. Mü'min olsun, kâfir olsun her insan,
kıyametin koptuğunu her gün kendi gözleriyle müşahede etmekte ve bir gün
kendisi için de kıyametin kopacağını bilmektedir. Ölüm, onu tadan her insan
için kıyametin kopuşu değil midir? Öldükten sonra amellerin artık kesileceği
ve her insanın ölümden önce işleyip de kazandığı sevab veya günâhla başbaşa
kalacağı ve büyük kıyamette bunların karşılığı olan mükâfat veya cezayı alacağı
nasıl unutulabilir? O halde, insanın, Allah'ın emri gelip de kendisinin kara
toprağa verilinceye kadar hakkı görmemesinde direnişinin sebebi nedir? Melekler
başucunda dikilip de onu lâyık olduğu yere götürecekleri zaman, aklının başına
gelmiş ve gerçeği anlamış olması, artık neyi değiştirir? Şüphesiz o zaman iş
işten geçmiş olacak ve İslâm'dan yüz çeviren, götürüldüğü yerde yüz bulamıyacak
ve hak ettiği cezayı çekecektir. Çünkü yeryüzü de dâhil orada bulunan her şey,
Allah'ın emriyle vücut bulmuştur ve yine her şey O'nun emriyle O'na dönecektir.
Her şeyi yerli yerine koyan O olduğu gibi, âhırette herkese lâyığını verecek
olan da O'ndan başkası oimıyacaktır.
Allah Ta'âlâ,
mü'minlere İslâmî ahkâmın kâffesine riayet etmeyi ve şeytana uymamayı
emrettikten, buna mukabil, İslâm'dan yüz çevirenlerin akılsızca davranışlarına
işaret edip her şeyin Allah'a döneceği cihetle hak ettikleri cezayı mutlaka
çekeceklerini bildirdikten sonra, aynı davranış İçine girmiş olan yahudlieri
misal göstererek ibret alınması için şöyle buyurmuştur: [79]
211. İsrail oğullarına
sor: Kendilerine nice açık âyetler vermişizdir. Her kim, Allah'ın nimeti
kendisine ulaştıktan sonra onu değiştirirse, şüphesiz Allah'ın cezası çok
şiddetlidir.
212. Küfredenlere dünya hayatı cazip görünmekte
ve bu sebeple iman edenlerle alay etmektedirler. Halbuki Allah'tan sakınanlar
kıyamet günü onların çok üstündedirler; Allah dilediğine hesapsız rızık verir.
213. İnsanlar tek bir
ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla
birlikte, insanlar arasında ihtilâf ettikleri hususlarda hükmetmek için hak
olan Kitab'ı da indirmişti. Oysa kendilerine apaçık deliller geldikten sonra,
aralarındaki hased yüzünden Kitap üzerinde ihtilâfa düşenler, kendilerine
Kitap verilenlerden başkası değildi. Ne var ki Allah, îman edenleri, üzerinde
ihtilâf ettikleri hakka, kendi izniyle hidayet etmiştir. Zaten Allah, dilediği
kimseyi doğru yola hidayet eder.
214. Yoksa siz (ey
müslümanlar), sizden evvel gelip geçen, hattâ peygamberleri, beraberindeki
mü'minlerle birlikte «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar sıkıntılara ve
acılara maruz kalıp sarsılan (millet) ların hali, sizin de başınıza gelmeden
Cennet'e gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır.
Allah Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde, bütün müslümanları İslâm'a tam olarak sarılıp, emir ve
nehiyleri arasında hiçbir ayırım yapmadan hepsine uymaya davet etmiş; ellerinde
apaçık deliller varken, şeytanın adımlarına tâbi oldukları ve onun peşinden
gittikleri takdirde, hak yoldan ayrılıp bölüneceklerini ve bunun tabii bir
neticesi olarak da Allah'ın yoldan çıkmışlar için takdir ettiği azaba müstehak
olacaklarını onlara hatırlatmıştır.
Yukarıdaki âyet-i
kerimelerde ise, İslâm'a sımsıkı sarılmaya davet olunan müslümanlara, ibret
almaları için, geçmiş milletlerden örnekler sunulmuş ve özellikle kendilerine
peygamberler gönderilmiş, kitaplar verilmiş ve şeriat sahibi kılınmış
yahudîlere dikkatları çekilerek, bunların dünya nimetlerini nasıl küfre vesile
kılarak dînlerini parçaladıkları ve kendilerinin de nasıl bölünüp zelil ve
hakîr oldukları açık bir şekilde gösterilmiştir.
Aslında insanlar
arasında bazı görüş ayrılıklarının çıkması, bu ayrılıkların zamanla büyümesi
halinde bölünmelerin başlaması tabiîdir. Çünkü her insanın kendine hâs aklı ve
kalbi olduğu gibi, bunlarlardan kaynaklanan ve yine insanın kendine hâs olan
bir takım duygu ve düşünceleri vardır. Ve bunların, bütün insanları tek ve
belirli bir yöne veya yola irşad etmeleri mümkün değildir. Bu ise, insanlar
arasındaki ihtilâfın başlıca kaynağını teşkil eder.
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, tek bir ümmet halinde olması gereken insanların
biribirinden farklı duygu ve düşünceleri sebebiyle ihtilâfa düşmemeleri için,
onları tek bir nizam altında bir araya getirecek Peygamberler gönderdiğini,
herhangi bir ihtilâf vukuunda başvurabilecekleri kitaplar indirdiğini, bununla
beraber bu kitapların doğruluğunu isbat edecek apaçık delillere sahip
oldukları halde, kalplerini dolduran hasetlik yüzünden yine de kitapları
üzerinde ihtilâfa düştüklerini ve ihtilâf edenlerin de bu kitap ehli olduğunu
açıklamıştır. Ayet-i kerîme'lerde şuna de işaret edilmiştir ki, Allah Ta'âlâ,
gerçek îman sahiplerinden, herhangi bir ihtilâf vukuunda kitaba başvurmak
hususunda hidayetini esirgememiş; ayrıca onlara, İslâm'ın zaferi ve barışın
yeryüzünde hâkim kılınması için girilen savaşlarda, karşılaşılması mukadder
olan acılara ve çeşitli sıkıntılara sabretmeleri gerektiğini bildirerek,
yardımının dâima kendileriyle beraber olduğunu müjdelemiştir. O halde
müslümanların, bu gerçeği gözden uzak tutmamaları ve bilhassa, yaşadıkları
sürece Allah'ın yardımından mahrum kalmamak için İslâm'a sımsıkı sarılmaları
gerekir. Aksi halde, kendilerine apaçık âyetler verildikten sonra, bu âyetleri,
dünya hayatının cazibesine kapılarak süfli menfeatlar karşılığında değiştirip
Allah'ın şiddetli cezasına müstehak olan İsrail oğullarının durumuna düşerler: [80]
211. İsrail oğullarına
sor: Kendilerine nice açık âyetler vermişizdir. Her kim, Allah'ın nimeti
kendisine ulaştıktan sonra onu değiştirirse, şüphesiz Allah'ın cezası çok
şiddetlidir.
212. Küfredenlere
dünya hayatı cazip görünmekte ve bu sebeple, îman edenlerle alay
etmektedirler; halbuki Allah'tan
sakınanlar, kıyamet günü onların çok üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız
nzık verir.
211 Allah Ta'âlâ
mü'minlere hitap ederek«7m (barış) i, ittifakı ve İslâm'ın bütün emir ve
nehiylerine sımsıkı sarılmayı emrettikten, böylece onları bölünüp
parçalanmaktan, fırka ve hiziplere ayrılmaktan sakınmaya davet ettikten sonra,
yahudilere işaret ederek şöyle buyurmuştur: İşte israil oğulları önünüzde
duruyor; hallerini biliyorsunuz. Bilmiyorsanız bile, sorup araştırın;
tarihlerini okuyun. Göreceksiniz ki size gönderildiği gibi onlara da apaçık
âyetler gönderilmiş, size emredildiği gibi, onlara da birlik içinde olmaları,
bölünüp parçalanmamaları emredilmişti. Fakat bu emirlere kulak asmadılar.
Kendilerine bir nimet olarak gönderilen, hakka ve vahdete delâlet ettiği için
şükre vesile olması gereken bu âyetleri menfeat uğrunda değiştirerek bölünüp
parçalanmanın dayanağı yapttiar; onları küfre vesile kıldılar; sonra da,
Allah'ın dosdoğru yolundan sapıp fırka ve hiziplere ayrıldılar, Allah da, Aziz
olan sıfatıyle onların yakasına yapışıp haklarında sünnetinin gereği olan bu
hükmü infaz etti: Güçlerini ve kuvvetlerini yitirdiler; zihinlerinden vatan
mefhûmu silindi. Kendilerini yeryüzünün tiksinilen insanları haline getiren
zillet ve meskenet damgasını yediler. Bu, Allah'ın ihsan ettiği nimetleri
değiştiren milletlere, yeryüzünde O'nun lâyık gördüğü bir cezadır. Ve
bilinmelidir ki Allah'ın ihsan ettiği nimetler, bîr millet tarafından
değiştirilip küfre vesile kılınmadıkça, Allah da o milletin halini değiştirip
zillete mahkûm etmez. Nitekim Enfâl sûresinin 52-53 üncü âyetlerinde, bu hususa
işaret edilmiş ve Allah'ın âyetlerini inkâr eden kavimlerin, bu günahlarından
dolayı yok edildikleri belirtildikten sonra, Allah'ın bir kavme ihsan ettiği
nimeti, o kavim bizzat kendisi değiştirmedikçe, Allah'ın onu değiştirmiyeceği
bildirilmiştir ki, bu âyetler, müslüman-ların ibret almaları için misal olarak
zikredilen yahudîlerin halleriyle ilgili yukarıdaki âyeti açıklığa kavuşturmaktadır.
O halde, müslümanların, yahudîlerin düştükleri bu zillet ve meskenet çukurunu
iyice sorup öğrenerek ibret almaları ve Allah'ın emir ve nehiylerini muhtevi
olan âyetlerini değiştirerek veya inkâr ederek aynı çukura düşmemeleri
gerekir. Zira Allah'ın dînine muhalefet edenler veya âyetlerini değiştirip
inkâra gidenler hakkındaki cezası çok şiddetlidir. [81]
212 Allah Ta'âlâ, nimetlerini, yahut ümmetin
birliğine hidayet eden âyetlerini değiştirerek onları küfre vesile kılan
milletleri, yahudîlerin akıbetiyle tehdit ettikten sonra, onları bu davranışa
sevkeden sebebi açıklamış ve bunun, dünya hayatının onlara cazip gelmesinden ve
süslü görünmesinden ileri geldiğini bildirmiştir. Filhakika, bir evvelki
âyette, müslümanlara hitap edilerek yahudîler gibi dinde ihtilâfa düşmemeleri,
fırka ve hiziplere ayrılmamaları emrolunmuştu. Eğer bu emir zihinlerde,
insanların dînlerinde nasıl ihtilâfa düşüp fırka ve hiziplere ayrıldıkları
hususunda bir so-rüya yol açarsa, yukarıdaki âyet-t Kerimenin cevap teşkil
ettiğini söylemek mümkündür ve denilebilir ki: Dünya hayatının cazibesi ve
dünya malına karşı duyulan aşırı derecedeki sevgi, insanın bütün benliğini
kapladığı takdirde, onu, Allah'ın apaçık âyetlerinden uzaklaştırır ve bu
âyetlerin irşad ettiği hakka yönelmekten alıkor. Eğer insan, mevki sahibi
kimselerden ise, onu daha çok şöhretli olmaya, akranlarına hükmetmeye ve imtiyaz
sahibi olmaya sevkeder. Bu ise, aynı mevkideki diğer kimselerle aralarındaki
ihtilâfı körükler ve her birinin ayrı bir meşreb ve mezhebe yönelmesine sebep
olur. Mevki sahibi olmayan kimseler ise, mevki sahibi olanlardan birine
bağlanarak onun takiidçileri olurlar ve onun peşinden giderler. Kısacası, ister
mevki sahibi olsunlar, ister olmasınlar, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirenler,
kendilerini dünya nimetlerinin esiri yapanlar ve bu nimetleri şükre değil,
küfre vesile kılanlardır. Nitekim Kehf sûresinin 7 inci âyetinde «insanlardan
hangilerinin daha iyi iş işlediklerini ortaya koyalım diye yeryüzündeki şeyleri
ona süs yaptık» buyurulmuştur ki, buna göre insanın, yeryüzünün süsü olan bu
nimetlerin esiri olup Allah'ın âyetlerinden yüz çevirmesi değil, aksine
bunları, Allah'ın kudretine, ilmine, hikmetine ve kullan üzerindeki rahmetinin
genişliğine birer delil sayarak bunlardan faydalanırken Allah'a şükretmesi
gerekir.
Kitap ehli ve
özellikle yahudîler, şeriat sahibi olmalarına rağmen, mevki hırsına kapılan din
adamlarının peşinden giderek Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr,
kitaplarıyle ameli de ihmal etmişlerdir. Müslümanların, kendilerini dünyanın
süsüne kaptırıp yahudîlerin durumuna düşmekten titizlikle sakınmaları icabeder.
Her ne kadar Allah'ı inkâr etmedikleri, yahut O'na şirk koşmadıkları için
kâfir sıfatını kazanmamış olsalar bile, Allah'ın şükre vesile olması gereken
nimetlerini, kitaplarını ve peygamberlerini unutmaya vesile kıldıkları için
kâfir ismiyle isimlendirileceklerini unutmamalıdırlar. Nitekim âyet-i
kerime'de «küfredenlere dünya nimetleri süslü görünmektedir» buyurulurken, ne
Allah'ı inkâr edenler ve ne de O'na şirk koşanlar değil, fakat kendilerine
peygamber gönderilmiş ve kitap verilmiş olup da bunlara inanarak dîne girmiş;
buna rağmen dünya nimetlerinin cazibesine kapılarak kitaplarını ve
peygamberlerini unutmuş olan kimseler kasdedilmiş ve bunlardan «küfredenler»
diye söz edilmiştir. Allah'ın dinine mensup olduğu halde yine Allah tarafından
«kâfir» ismiyle isimlendirilmek ne kötü bir akıbettir.
İşte kendilerini dünya
nimetlerinin süsüne kaptırıp da dinlerini unutan ve Allah'ın «kâfir» hitabına
müstehak olan bu kimseler, gerçekten mü'min olan ve îmanları, kendilerini dinin
gerektirdiği amelleri yapmaya sevkeden kimselerle alay etmekten de çekinmezler.
Bu mü'minlerin âhıret hayatını bir ân için de olsa akıllarından çıkarmamaları,
dünyada iken âhıret hayatı için hazırlık yapmaları ve dünya malını
önemserniyerek ellerindekini hayır olsun diye yoksullara dağıtmaları,
diğerlerini şaşkına çevirir; onları, dünya nimetlerinden faydalanmasını
bilmeyen kimseler olarak itham ederler; sonra da onları alaya alırlar. Fakat
düşünmezler ki, Allah'tan sakınan bu mü'minler, kıyamet günü, Allah katında
kendilerinden çok daha üstündür. Meryem sûresinin 63 üncü âyetinde de beyan
edildiği gibi, Cennet'in asıl mirasçıları da, işte bu sakınanlardır. O halde,
dünyanın süsüne kapılmış ve onun esiri olmuş kimseler, Allah katında
kendilerinden kat kat üstün olan bu mü'minlerle nasıl alay ederler? Zannederler
mi ki dünyada sahip oldukları o mal ve mülk, yahut şân ve şöhret, kendilerini
kıyamet günü Allah'ın kabzasından kurtaracaktır. Eğer böyle zannediyorlarsa, ne
büyük gaflet içindedirler.
Eğer kendilerine,
dünyada, mal mülk, mevki ve şöhret verilmişse, bu, Allah'ın sevgili kulu
oldukları için değil, fakat O'nun, rızkını bunlardan mü'min oisun, münafık veya
kâfir olsun, dilediğine, hem de bol bol ve hesapsız olarak vermesi
dolayısıyledir. Öyle ki, bunları bazan çalışıp hak etmiyeniere bile verir.
Vasiyetle, mirasla, hibeyle, şu veya bu yolla, çalışmadan ve alın teri
dökmeden mal mülk sahibi olmuş ne kadar çok insan vardır. Hak etmedikleri
halde, yüksek mevkilere gelmiş, şân ve şöhret kazanmış kimseler yok mudur?
Bütün bunlar, Allah'ın rızkını kullarından dilediğine hesapsız bir şekilde
verdiğini gösterir. Ancak âhıret hayatında verilecek olan ceza ve mükâfatlar
böyle değildir. Mükâfat almak isteyen, dünyada iken mutlaka çalışmak
zorundadır. Zerre miktarı mükâfat için zerre miktarı hayır şarttır. İsrâ
sûresinin 18-20 nci âyetlerinde bu gerçek şöyle beyan edilmiştir: «Dünyayı
isteyenlerden dilediğimize dilediğimiz kadarını vermekte acele ederiz. Sonra da
ona, yerilmiş ve kovuimuş olarak varacağı Cehennem'i hazırlarız. Ahıreti
isteyen ve mü'min olarak orası için çalışanlar ise, işte çalışmaları şükre
değer olanlar onlardır. Onlara ve bunlara (dünyada) Rabb'ının nimetlerini
uzatırız. Zaten Rabb'ının nimetleri kimseye yasaklanmış değildir».
Allah Ta'âiâ
müslümanları İslâm'a sımsıkı sarılmayı emrettikten, yahudîleri misal göstererek
kendilerine Allah'ın apaçık âyetleri geldikten sonra bu âyetler üzerinde
ihtilâf edip parçalandıklarını, ihtilâf sebeblerinin de dünya nimetlerinin
cazibesine kapılmak olduğunu beyan ettikten ve müslümanları onlara benzememek
hususunda şiddetli bir tehditle uyardıktan sonra, insanlara peygamberler
gönderilişinin ve bu peygamberlere ilâhî emirleri ihtiva eden kitaplar
indirilişinin sebep ve hikmetini açıklayarak şöyle buyurmuştur: [82]
213. İnsanlar tek bir
ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla
birlikte, insanlar arasında ihtilâf ettikleri h ususlarda hükmetmek için hak
olan Kitab'ı da indirmişti. Oysa kendilerine apaçık deliller geldikten sonra,
aralarındaki hased yüzünden Kitap üzerinde ihtilâfa düşenler, kendilerine
Kitap verilenlerden başkası değildi. Ne var ki Allah, iman edenleri, üzerinde
ihtilâf ettikleri hakka, kendi izniyle hidayet etmiştir. Zaten Allah, dilediği
kimseyi doğru yola hidayet eder.
213 İnsan, yaratılış
itibariyle, akıl, kalp, duygu ve düşünce yönünden diğer varlıklardan çok üstün
olmasına rağmen, yine de yardıma muhtaçtır ve bu yardımı kendi cinsinden olan
diğer insanlarla iş birliği yaparak sağlar. Bu bakımdan onun tek başına
yaşaması mümkün değildir. En azından neslini devam ettirebilmesi için, erkek
ise kadına, kadın ise erkeğe ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç, sayıca az da olsa
«aile» adı verilen bir topluluğun vücut bulmasının başlıca sebebini teşkil
eder. Ailelerin teşekkülü ve yeni nesillerin ortaya çıkışı, yaşayışlarını
kendi amelleriyle sürdürmüş olsalar bile, altından kalkamıyacakiarı güçlükler
karşısında biribirlerine daha çok yardım etmek mecburiyetini doğurur. Bu ise,
insanların daha çok yakınlaşmalarını ve daha çok kaynaşmalarını sağlar. Öyle
ki, bu birleşme ve kaynaşma ile insanlar, tek bir varlık, tek bir millet veya
tek bir ümmet haline gelmiş olurlar.
İşte bu kısa
açıklamayla şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, Allah Ta'âiâ insanı sosyal
bir varlık olarak yaratmış ve herbirini, dünya ile ilgili olan işlerinde bir
diğerine muhtaç kılmıştır. Bu, bir bakıma bütün insanların tek bir varlık
olması gibidir ki, insan vücûdunun el, ayak, göz, kulak gibi birbirinden farklı
organlarının müşterek çalışmasına ve biribirine yardım etmesine benzer. İşte
Allah Ta'âiâ, yukarıdaki âyet-i kerimede insanların tek bir ümmet olduğunu
beyan ederken, onlar arasındaki bu birliğe işaret etmiştir ve kanaatımizca bu
manânın, tefsir kitaplarında yer alan ve «insanların ilk devirlerde tamamiyle
hak yolda, yahut bunun aksine, dalâlet içinde bulunan tek bir ümmet olduğu»
yolunda değişik şekillerde gelen| manâyla herhangi bir ilgisi bulunmaması
gerekir. Zira Adem (a.s.) in iik 1 insan olarak yeryüzüne gönderilmesinden
sonra, insanlar, zaman zaman 1 hak yoldan ayrılmış, zaman zaman da bu yola
girmişlerdir. Ancak târihin 'belirli bir dönüm noktasını tesbit ederek,
insanların o noktaya kadar hak yolda bulunduklarını, sonra bu yoldan
saptıklarını ileri sürmek mümkün değildir.
İnsanlar, birbirlerine
muhtaç ve biribirlerinin yardımına koşan tek bir varlık ve tek bir ümmet gibi
yaratılmış olmalarına rağmen, her birinin sahip olduğu aklın, duygu ve
düşüncenin birbirinden çok farklı derecelerde bulunması dolayısıyle, aralarında
birtakım görüş ayrılıklarının çıkmasının da kaçınılmaz olduğunu kabul etmek
gerekir. Çünkü farklı akılların ve farklı duygu ve düşüncelerin, onları tek bir
yöne ve tek bir gayeye yöneltmesi mümkün değildir. Yaratılışın tabii bir
neticesi olan bu farklılık, insanların bir nizam altına alınmamaları ve başıboş
bırakılmaları halinde vahdeti bozan ve onları biribirine düşüren bir unsur
olur.
Şu var ki, Allah
Ta'âlâ, kulları üzerindeki rahmetinin genişliği dolayt-sıyle, onların
biribirine düşman insanlar olarak yaşamalarına rıza göstermemiş, tek bir nizam
altında ve birlik içinde hayatlarını sürdürmeleri için, dünya yüzüne çıktıkları
ilk devirden itibaren, birbiri arkasına peygemberler göndermiştir. Kavimlerine
doğru olan yolu göstermek, biribirlerinin hakkına saygılı olmayı öğretmek,
böyle oldukları takdirde, dünya ve âhıret saâdetiyle müjdelemek, doğru yoldan
sapdıklan takdirde dünya zilleti ve âhıret azâbıyle onları korkutmak, bu
peygamberlerin ilk görevleri olmuştur. Kavimlerin, kendilerine gönderilen
peygamberlerin telkîn ve irşadla-rıyle gerçekleri görerek nasihat kabul eder,
hakka yönelir ve bir takım kötülüklerden el çeker bir istidat kazanmasından
sonra da, Allah Ta'âlâ kitaplar indirmiş ve bu kitaplar vasıtasıyle tecavüz
etmemeleri gereken hududu ve uymaları gereken ahkâmı vazetmiştir. Şu hususu da
açıkça bildirmiştir ki, eğer aralarında herhangi bir meselede ihtilâf çıkarsa,
kendilerine indirilen kitaba başvurmaları ve kitabın hükmüne boyun eğip haklarına
razı olmaları şarttır. Zira bu kitap, ihtilâf olunan konularda başvurulması
gereken yegâne kitaptır, haktır ve hâkimdir. Ancak, kitabın herhangi bir
nassıyle hükmederken, diğer nassları dikkata almadan, sadece aklın çektiği ve
nefsin arzuladığı hevâ ve heveslere göre onu tevil etmemek, kitabın tümünün
ortaya koyduğu ruha aykırı düşecek bir şekilde manâlan-dırmamak gerekir. Eğer
herkesin, kitaptan bir nassı, veya bir âyeti kendi aklının çektiği yönde ve
nefsinin arzuladığı istikamette manâlandırılma-sina izin verlimiş olsaydı,
Allah'ın indirdiği kitap, kendisine yapılan başvurularda hâkimlik görevini
yapamaz, fakat insanların hevâ ve heveslerine mahkûm, indiriliş gayesini
yitirmiş, faydasız bir kitap haline geımış oıurau. Dahası, insanlar arasında
yaygınlaşan ve çözüm bekleyen ihtilâflara, bir yenisi ve daha şiddetlisi, kitap
nassı üzerinde farklı tevillerin sebep olduğu din kavgaları eklenirdi. Halbuki
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerlme'de de açıkladığı gibi, peygamberlere
indirdiği kitabı, insanların beraberce yaşamalarının neticesi olarak ortaya
çıkan ihtilâflarda kendisine başvurularak bu ihtilâfların giderilmesi için
indirmiştir. Kitap haktır ve Câsiye sûresinin 29 uncu âyetinde de işaret
edildiği gibi, «insanlara yalnız hak olanı söyler». Dahası «en doğru yola
hidayet eder; iyi amel sahibi mü'min-lere büyük ecir olduğunu müjdeler; âhırete
inanmıyanlara da, son derece acı azâb hazırlandığını haber verir» (Isrâ sûresi,
9-10). Bütün bunlara rağmen, kendilerine kitap verilenler ne yapmışlardır?
Kitap, onun Allah katından geldiğini ve herhangi bir hatâ ve kusurdan salim
bulunduğunu gösteren apaçık delillere sahip olduğu halde, kendilerine kitap
gönderilenler ona sırt çevirmişlerdir. Yaratılış icabı aralarında çıkması
mukadder olan ihtilâfları bu kitapla halletmek yerine, kitabı ihtiraslarına
âlet ederek ve âyetlerine menfeatiarına denk düşecek manâlar vererek, yahut
onları tahrif ederek ihtilâflarını daha çok artırmışlardır. Bu hali,
kendilerine kitap verilen geçmiş kavimlerden yahudllerde ve hıristiyanlarda
görmek mümkündür. Müslümanlar ise, gerçek bir imanla kitaba bağlı kaldıkları
Hazret-i Peygamber ve ilk halifeleri devrinde, ihtilâflardan uzak tam bir
birlik içindeyken, sonraları, bazı liderlerde görülen siyasi ihtirasların ve
dünyevi menfeatların ağır basması üzerine bu birlik bozulmuş, ihtilâflar
neticesi ortaya çıkan hizipler, Kur'an'ı da âlet ederek âyetlerine verdikleri
keyfi manâlarla ve ihtiraslarını artıracak tevillerle fırka ve mezheblerin
belirmesine yol açmışlardır. Bu ihtilâfların ve bölünmelerin sebep olduğu kin
ve düşmanlığı bugünün müslümaniarı arasında bile görmek mümkündür. Bütün
bunların sebebini, yukarıdaki âyet-i kerlme'de de işaret edildiği gibi, imanın
sadece bir söz olarak dillerde kalmış, fakat özünün kalplere nüfuz edip
yerleşmemiş olmasında aramak lâzımdır. Eğer iman kalplerde yerleşmiş olsaydı,
kitap, insanın toplum içinde ve diğer insanlarla birlikte yaşamak zorunda
oluşunun yol açacağı ihtilâfların hallinde hâkim vasfını yitirmez, kendisine
dâima başvurulan bir rehber olarak fonksiyonunu icra ederdi. O halde, hiç
tereddüt edilmemelidir ki, insanların hakka yönelmelerinde yollarına ışık
tutan ve onların hakka ulaşmalarını sağlayan yegâne unsur imandır. İşte Allah
Ta'âlâ, âyet-i kerimede bu hususa işaret ederek, insanların üzerinde ihtilâf
ettikleri hakka, Allah'ın izni ve yardımıyle ulaşanların mü'minler olduğunu
bildirmiş ve «Allah, iman edenleri, üzerinde ihtilâf ettikleri hakka kendi
izniyle hidayet etti» buyurmuştur. Zira îmanın 402 öyle nurlu bir ışığı
vardır ki, şüphe ve tereddütlerin zindan karanlığına çevirdiği yeryüzünde
kendisini bâtılın kirletemediği hakka götürecek olan yolu aydınlatır ve insan,
yanlarında yol boyu uzanan karanlık uçurumlara düşmemek için bu aydınlık yolu
terketmez. Bütün bunlar, Allah'ın, kullarından dilediğini doğru yola hidayet
etmesinden ve kulun da bu hidayete sağlam Imanıyle hak kazanmasındandır.
Allah Ta'âİâ,
yukarıdaki âyet-i kerimede, insanların birarada yaşama-lanntn tabiî bir
neticesi olarak zuhur eden ihtilâfların hallinde kendilerine doğru yolu
gösteren peygamberler gönderilip kitaplar indirildiğini beyan ettikten sonra,
ihtilâftan kaçıp hakka yönelmenin güçlüğüne işaret ederek, mü'minlerin, dünya
ihtiraslarını ihtilâflarla besleyen inançsızların çeşitli kötülüklerine maruz
kalacaklarını haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: [83]
214. Yoksa siz (ey
müslümanlar), sizden evvel gelip geçen, hattâ peygamberleri, beraberindeki
müzminlerle birlikte «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar sıkıntılara ve
acılara maruz kalıp sarsılan (millet) ların hali, sizin de başınıza gelmeden
Cennet'e gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır.
214 Ayet-i kerîme'deki
hitap, bir evvelki âyette işaret edilen ve insanların, izerinde ihtilâf
ettikleri hakka Allah'ın izni ve yardımıyle yönelen gerçek nü'minleredir ki,
bunların, Hazret-i Peygamber ve ilk halifeleri devrinde 'eygamberlerinin
izinden giden ve aralarında Kur'ân'ı hakem ve hâkim jdinerek ihtilâflarını
halleden ilk müslümanlar olduklarına şüphe yoktur, üra bu âyetin nazil olduğu
sıralarda Hazret-i Peygamber'e ve O'na indiri-en Kur'ân âyetlerine inandıkları
için mü'min vasfını kazanan ve bu vastfla-lyle Allah'ın hitabına mazhar olan
ilk müslümanlardan başkasını düşünmek elbette mümkün değildir. O halde, âyet-i
kerimenin gayesi, birinci îilânda, ihtilâflardan kaçarak hakka yönelen ve hak
düşmanlarına karşı lakkın müdâfasını üstlenen ilk müslümanlara, karşılaşmaları
mukadder Dlan çeşitli musibetlere sabır göstermelerini tavsiye etmek; ikinci
pilânda 1a, gelecek müslümanlara, müslümanlığın kuru bir lâftan ibaret
olmadığı-ii, ilk müslümanlar gibi hakkın müdâfasını üstlenip birtakım
musibetlere göğüs germedikçe «müslümanım» demenin Cennet'e girmek için yeterli
bir sebep olmadığım gösteren bir ibret tablosu sermektir.
Filhakika ilk
müslümanların, İslâm'a girdikten sonra kâfirlerden gördükleri işkenceler,
çektikleri ezâ ve cefâlar sayılamıyacak kadar çoktur. Mekke devri, güneş
altında kızmış kumlara yatırılan, üzerlerine ağır taşlar konarak aç ve susuz bırakılan
ve İslâm'dan dönmeleri için çeşitli işkencelere tâbi tutulan müslümanların
menkabeleriyle doludur. Bunlardan birisi olan Habbâb İbnu'l-Eret, Buhâri
tarafından nakledilen bir hadisten öğrendiğimize göre, maruz kaldığı
işkenceler dolayısıyle Hazret-i Peygamber'e şikâyette bulunarak «bizim için
yardım istemiyecek misin?» demiş, Hazret-i Peygamber de ona şu cevabı
vermiştir: «Sizden önceki milletlerde, bir adam alınır, yerde kazılan bir
çukura gömülür, başının üzerine de bir testere konurdu. Sonra testereyle ikiye
bölünüp, demir tarakla etleri kemiklerine kadar taranırdı da, bunlar, onu
dininden yine döndüremezdi. Yemin ederim ki, Allah bu dini tamamlayacaktır ve
yolcu, San'â'dan Hadramevt'e Allah'tan ve bir de koyunları adına kurttan başka
hiç kimseden korkmadan gidebilecektir; fakat siz acele ediyorsunuz»[84]
Mekke'de müslümanlara
yapılan bu işkenceler ve hak din olan İslâm'ın tebliğini güçleştiren
engellemeler aolayısıyle Medine'ye hicret edilmiş, fakat orada da müşrik
saldırılarının arkası kesilmemiştir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları,
müslümanları devamlı tedirgin eden birer musibet olarak ortaya çıkmış ve bir
çok müslümanın ölümüne sebep olmuştur. Yahudiler ve münafıklar İse, ayrı birer
sıkıntı kaynağı oluyorlardı. 3ununla beraber müslümanlar, yine de İslâm'dan yüz
çevirmemişler, onu hâkim kılıp yeryüzünü barış ve güvenle dolduruncaya kadar
onun uğrunda t canlarını feda etmişlerdir. Bu, şüphesiz kalplerini dolduran
gerçek imanın 4 eseriydi ve bu İman olmaksızın çeyrek asır gibi kısa bir zaman
içinde ' İslâm'ın yeryüzünden şimali Afrikayı da içine alan geniş bir alana
barış götürmesi elbette mümkün olmazdı.
İşte Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerimede, İslâm'ın yayılması ve düşmanları karşısında onun
müdâfa edilmesi esnasında karşılaşılması A
mukadder olan çeşitli musibetlere işaret etmiş ve bu gibi musibetlerin,
geçmiş milletlerden mü'min olanların da başına geldiğini, onların da büyük
sıkıntılara ve acılara maruz kalıp sarsıldıklarını, hattâ başlarındaki
pey-gamberleriyle birlikte Allah'tan yardım dilediklerini bildirmiş, sonra da
müslümanlara, bu musibetlerin onların da başlarına gelmedikçe, Cennet'e girmek
hususunda ümide kapılmamalarını ihtar etmiştir. Zira bu gibi musibetler,
ihtilâfların ortadan kaldırılması ve hakkın, yalnız hakkın hâkim Ikılınması ıçm
Katlanılması gereken musibetlerdir. Bunlara katlanacak planlar da yalnız mü'min
olanlardır. O halde insan, ya mü'min olarak hakkın müdâfasında Ölüm de dâhil
her çeşit sıkıntıya, acıya katlanacak ve ancak o zaman Cennet'e girmeye hak
kazanacaktır; yahutta kendisini bu musibetlerden korumak için hakkın
müdâfasından vazgeçecektir; ancak bu takdirde hakka olan îmanını yitirmiş
olacağından Cennet'le ilgili ümitle-|rini de terkedecektir. İşte bu iki şık
dışında insanın tercih edebileceği bir başka şık mevcut değildir. Müslüman
olanlar ve müsiüman olduklarını söyleyenlerki bunlar, Cennet'e girmeye ümid
edenlerdir- eğer gerçekten Cennet'e girmeyi dilerlerse, kendilerine, hak
uğrunda canlarını feda eden ilk müslümanları örnek edinip Allah'ın hak olarak indirdiği
Kitap üzerinde ihtilâf etmekten ve âyetlerini kendi hevâ ve heveslerine uydurup
ihtiraslarına âlet yapmaktan şiddetle kaçınmalıdırlar. Bu arada,
karşılaşabilecekleri bir takım sıkıntılara ve acılara da katlanmasını
bilmelidirler. Çünkü gerçek îman bunu gerektirir. Bilinmesi gereken bir husus
da, karşılaşılan bu sıkıntıların ve acıların uzun sürmeyeceği ve hak yolda
olanlara Allah'ın mutlaka yardım elini uzatacağıdır. Nitekim âyet-i kerîmenin
sonunda bu müjde verilmiş ve «Allah'ın yardımı yakındır» buyurulmuştur.
Yukarıda, âyet-i
kerîme'nin iki gayesi bulunduğuna işaret etmiş ve bunlardan birisinin,
müslümanlığın kuru bir laftan ibaret olmadığını, Cennet'e girmek için bir
takım musibetlere göğüs germeden, sadece «müslü-manım» demenin yetmiyeceğini
gösteren bir ibret tablosu sermek olduğunu belirtmiştik. Kur'ân-ı Kerîm'in
diğer sûrelerinde de bu manâyı teyîd eden muhtelif âyetler vardır ve bunları da
burada zikretmek, konuya açıklık getirmesi bakımından faydalıdır:
«Yoksa siz, Allah'ın
içinizden savaşanlarla savaşmıyanları, sabredenlerle sabretmiyenleri belli
etmeden, Cennet'e gireceğinizi mi sanırsınız?» (Al-i İmrân sûresi, 142).
Yoksa siz, Allah'ın
içinizden savaşanları, Allah'tan, Peygamberinden ve mü'minlerden başkasını
dost edinmeyenleri belli etmeden başıboş bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?»
(Tövbe sûresi. 16),
«İnsanlar, yalnız
inandık demekle, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Halbuki biz,
Allah'ın doğru ve yalan söyleyenleri belli etmesi için, kendilerinden
öncekileri de denemiştik. Yoksa kötülük yapanlar, bizden kaçıp kurtulacaklarını
mı sanıyorlar?» (Ankebût sûresi, 2-4).
Bütün bu âyet-i
kerîme'ler, müslümanların ve özellikle müsiüman olduklarını söyleyip de İslâmî
prensipler karşısında dudak büküp yan çizenlerin düşünüp ibret almaları gereken
ilâhî ihtarlardır. Allah Ta'âlâ bu
ihtarlar arasında yer
alan yukarıdaki âyet-i kerîme'yle, içlerinde Cennet ümidi besleyen müslümanları
uyardıktan ve bu ümidin gerçekleşmesi için Allah'ın Kitab'ı üzerindeki
çekişmeleri bir tarafa bırakıp ihtilâfları ortadan kaldırmaları ve hak yol
üzerinde birleşmeleri, bunun için de bir takım sıkıntılara katlanmaları
gerektiğini bildirdikten sonra, Hazret-i Peygam-ber'e yöneltilen bazı soruları
cevaplandırarak müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği kuvvetlendirecek
amelî ahkâmla ilgili beyanlarda bulunmuştur. Bunlardan birisi, insanlar
arasındaki ihtilâfı körükleyen ve düşmanlığa sebep olan mal veya servet
hakkındadır ve bu konuda Allah Ta'âlâ şöye buyurmuştur: [85]
215. (Sadaka olarak)
ne vereceklerini sana soruyorlar. (Onlara) de ki: Maldan vereceğiniz şey,
anaya - babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır. İyilik
olarak yaptığınız şeyleri Allah, şüphesiz en iyi bilendir.
«Küfredenlere dünya
hayati câzib görünmekte ve bu sebeple îman edenlerle alay etmektedirler»
mealindeki 212 nci âyetin tefsirinde, insanlar arasında meydana gelen
ihtilâfların ve ihtilâflardan sonra başlayan bölünmelerin, dünya hayatının
cazibesi ve dünya malına karşı duyulan aşırı derecedeki sevgi sebebiyle olduğunu
belirtmiş ve bu dünyevî ihtirasın, insanları, Allah'ın dîninden
uzaklaştırdığını açıklamıştık. Keza bunu takip eden âyetlerde de, kendilerine
kitap verilenlerin, aynı ihtiras sebebiyle kitapları üzerinde nasıl ihtilâf a
düştükleri ve kitaplarını bu ihtiraslarına nasıl âlet ettikleri anlatılmış,
müslümanlara yöneltilen bir ihtarın da, onların ihtilâflardan sakınmak ve kitap
üzerinde tam bir ittifakla birleşmek, bunun için de geçmiş milletlerin
mü'minleri gibi bir takım acılara ve sıkıntılara katlanmak gayesine matuf
olduğu belirtilmişti.
İhtilâflardan
sakınarak kitap üzerinde birleşmenin ve bu birliği korumanın müslümanlara
getireceği acıların ve sıkıntıların, başta ölüm olmak üzere dünya süsü olarak
nitelendirilen mal ve servet kaybı gibi çeşitli musibetler olduğu aşikârdır.
Ancak, bir evvelki âyette de işaret edildiği gibi, mü'min ve müslüman olan
kimseler, hem Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak, hem de kendilerine mükâfat olarak
vadedilen Cennet nimetlerine kavuşmak için hak yolda canlarını ve mallarını
feda etmekten çekinmezler. Bu bakımdan Allah yolunda hem canların hem de mal
ve servetlerin feda edilmesi iman alâmetlerindendir. Şu var ki bazan can feda
etmeye gerek kalmaksızın, sadece mal feda etmek de, müslümaniann birlik ve
beraberlik içinde yaşamalarını sağlayan, nefislere yerleşmiş mal hırsını
kırarak Allah'ın dînine daha çok sarılmalarına sebep olan ve kendilerine Cennet
kapılarını açan bir unsur olur.
İşte, yukarıdaki
âyet-i kerîmelerin, insan zihninde meydana getirdiği bir çağrışımın neticesi
olarak hem Allah'ın rızasını kazanmak, hem mal hırsını yenerek onun sebep
olduğu ihtilâfları önlemek, hem de Cennet nimetlerine kavuşmak için, sahip
olunan malın nasıl ve nerelere verileceği hakkında bir takım soruların belirmiş
olması tabiidir. Buna ilâveten 194-195 inci âyetlerde, haram ay içinde de olsa
saldırıda bulunan düşmana karşı onun saldırdığı gibi saldırıda bulunulması
emredildikten sonra, «Allah yolunda (malınızı) sarfedin» denilmiştir. Zira mal
sarfetmeksizin ordu beslemek ve orduyu teçhiz etmek mümkün değildir. Şu var ki
âyet-i kerîme'de «Allah yolunda (malınızı) sarfedin» emrinin yer alması da,
müs-lümanların Hazret-i Peygamber'e, «ne vereceğiz?» şeklinde bir soru yöneltmelerine
yol açmış olabilir.
Tefsir kitaplarında
sıhhati kesinlikle tesbit olunamıyan bazı haberlerden anlaşıldığına göre, Amr
İbnu'l-Cemûh adında zengin bir sahablnin malını nasıl ve kimlere sadaka olarak
dağıtacağını sorması üzerine âyet-i kerîme nazil olmuş ve şöyle buyurulmuştur: [86]
215. (Sadaka olarak)
ne vereceklerini sana soruyorlar. (Onlara) de ki: Maldan vereceğiniz şey,
anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır. İyilik
olarak yaptığınız şeyleri, Allah, şüphesiz en iyi bilendir.
215. Yukarıda da
işaret edildiği gibi, önceki âyetlerin.müslümanları, mallarını Allah yolunda
sarfetmeye teşvik eden uslûbü, 194 üncü âyette ise, bu hususta gelen açık emir,
mal vermek isteyenlerin, bu işin yollarını sorup araştırmalarına sebep olmuş,
sorulacak başlıca kimsenin de Hazret-i Peygamber olması dolayısıyle O'na
başvurarak mallarından ne vereceklerini sormuşlardır. Bu sebeple, âyet-i
kerîme'de mal vermekle ilgili olan hüküm, Hazret-i Peygamber'e yöneltilen bir
sorunun cevabı olarak gelmiştir.
Şu var ki,
müfessirlerin çoğuna göre verilen cevap, vâki olan soruya uygun düşmemektedir.
Çünkü soruda mâzâ yunfikûn denilmek suretiyle ne vereceklerini öğrenmek
istedikleri belirtildiği halde, bu soruyu takip eden cevapta verilecek olan
malın cinsi değil, fakat onun, öncelikle kimlere verileceği açıklanmıştır.
Soru ile cevap arasındaki bu ayrılık, tefsirlerde çeşitli yönlerden izah
edilmiştir. Bazılarına göre, cevapta yer alan ve «maldan vereceğiniz şey»
mealinde gelen mâ enfaktum min hayrın ibaresi, vâki olan sorunun karşılığıdır.
Allah Ta'âlâ bu ibareyle hangi çeşit mal olursa olsun, bundan sadaka olarak
verilmesine bu ibareyle işaret etmiş, fakat önemi dolayısıyle verilecek olan
malın kimlere verileceğini açıklamayı da ihmal etmemiştir.
Diğer bazılarına göre
soru, «ne vereceğiz ve kimlere vereceğiz?» şeklinde vâki olmuş, ancak âyette
«kimlere vereceğiz?» şıkkı hazfedilerek kısaltılmış- sonra da «ne vereceğiz?»
sorusuna «maldan vereceğiniz şey» sözüyle cevap verilmiş, hazfedilen soru ise,
önemi dolayısıyle, verilecek kimseler sayılarak geniş bir şekilde cevaplandırılmıştır.
Maamafih soruyla cevap
arasında herhangi bir ayrılık bulunmadığı, bunun Kur'ân'a hâs bir uslûb olduğu
görüşüne sahip müfessirler de vardır ve bu görüş, kanaatımızca daha doğrudur.
Nitekim Bakara kıssasıyle ilgili âyetlerde Mûsâ {a.s.), kavmine «Allah size
mutlaka bir sığır kesmenizi emrediyor» dediği zaman, yahudller, bu emri
geçiştirmek maksadıyle Mûsâ (a.s.) ya çeşitli sorular yönelttikten sonra «bizim
için Rabb'ına duâ et de onun ne olduğunu bize açıklasın» demişlerdir. (Ayet
70). Aslında onun ne olduğu bellidir ve kesilmesi istenen bir inektir. Bununla
beraber yahudl-ler,«onun neolduğunun»açıklanmasını isterken kasdettikleri manâ,
kesilmesi istenen ineğin sıfatlarıdır ve bu sıfatların açıklanmasını
istemişlerdir. Nitekim âyet-i kerîme'de «onun ne olduğunu bize açıklasın»
denildikten sonra, yine yahudllerin «zira İnekler birbirine benziyor» dedikleri
de nakledilmiştir ki, bundan da, ineklerin biribirinden ayırt edilmelerine
yarayan sıfatlarının açıklanmasını istedikleri anlaşılır.
Yukarıdaki âyet-i
kerîme de bu uslûb ile gelmiştir. Ashabtan bazısı Hazret-i Peygamber'e
mallarından sadaka vermenin keyfiyetini, yani nasıl vereceklerini sormuşlardır.
Kasdettikleri manâ, ne verecekleri değildir; zira kendileri de bilmektedirler
ki, kim ne çeşit mala sahipse ondan verecektir. Hurması olan hurmasından,
buğdayı veya arpası olan buğdayından veya arpasından, parası olan da
parasından... Öğrenmek istedikleri husus, bunları nasıl verecekleridir. Ayet-i
kerîme'de de bu soruya cevap olarak, önce anaya babaya, sonra Sirasıyle
akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verilmesi emredilmiştir. Bu
bakımdan, vâki olan soruyla cevabı arasında herhangi bir aykırılık mevcut
değildir.
Ayet-i kerîme'de,
verilen matı almaya hak sahibi olanların başında, muhtaç durumdaki ana ve
babalar (vâlideyn) zikredilmiş, bunu, akraba ve diğerleri takip etmiştir. Bu,
zikredilen sıranın, en yakın akrabanın en öne alınması esasına göre tesbit
edildiğini gösterir. Buna göre, malı olan bir kimse, sadaka almaya hakkı olan
en yakın akrabasından başlar; eğer akrabaya verdikten sonra verebileceği başka
malı varsa, yahut akraba arasında muhtaç kimse mevcut değilse, bu takdirde
toplum içinde muhtaç durumda olan yetimleri, düşkünleri ve yolda kalmışları da
düşünmesi gerekir. Kısacası, toplumun muhtaç durumda olan her terdi, malı mülkü
ve parası olan diğer ferdlerin bakım ve gözetimi altında bulunmalıdır. Ve
müslümanlar arasındaki birliğin sağlanması da buna bağlıdır. Bu birlik için
malını feda eden ve hayır işleyen müslümanların yaptıklar! her şey, şüphesiz,
Allah'ın meçhulü kalmıyacak ve işlenen her hayırtn karşılığı mükâfat olarak
fazlasıyle ödenecektir.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, âyet-i kerîme'de sadaka olarak verilmesi İstenen mal, zekât
dışında hayır olarak verilecek maldır. Çünkü zekâtta zenginlik derecesi nisabla
tesbit olunduğu gibi, verilmesi gereken miktar da bellidir ve zekâtı alacak
olanlar arasında ana baba yoktur. Nitekim 177 nci âyette de açıklandığı gibi,
hem akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve
esirlerin kurtuluşuna mal vermek, hem de ayrıca zekât ödemek binin,
şartlarından sayılmıştır ki, yukarıdaki âyet-i kerîme'de sözü edilen mal şartı,
birrin şartlarından biri olan sadakadır.
Allah Ta'âlâ,
müslümanlar arasında birliğin sağlanması ve belli başlı ihtilâf sebeplerinden
biri olan mal hırsının kırılarak dînin emir ve yasaklarına daha çok uyulması
için yakın akrabadan başlanarak toplumun bütün muhtaç ferdlerine Allah yolunda
maddî yardım yapılmasını emrettikten sonra, malla yakın ilgisi dolayısıyle,
yine Allah yolunda can feda etmeyi gerektiren savaş emrini vermiş ve aynı
gayenin gerçekleşmesi için müs-lümanlara savaşı farz kılarak şöyle buyurmuştur: [87]
216. (Ey mü'minler!) Sizin için hoş olmasa bile
savaş size farz kılındı; fakat olabilir ki, bir şey sizin hakkınızda hayırlıdır
da onu kötü görürsünüz; bir şey de hakkınızda şerr olduğu halde ondan hoşlanırsınız-
(Bunu) siz bilemezsiniz de Allah bilir.
217. (Ey Muhammedi) Sana, içinde savaş yapılan
haram ayı soruyorlar, (onlara) de ki: Bu ay içinde savaş yapmak büyük suçtur;
fakat Allah'ın yolundan alıkoymak
ve O'nu inkâr etmek,
Mescid-i Haram'ı (ziyaretten) menetmek ve halkım oradan çıkarmak, Allah katında savaştan daha büyük
suçtur; ve fitne öldürmekten daha kötüdür.
Müşrikler sizinle halâ savaşıyorlar; hattâ güçleri yetse, sizi dîninizden
döndürecekler; fakat içinizden her kim dîninden döner ve kâfir olarak ölürse,
işte dünya ve âhı-rette amelleri hoşa gitmiş olanlar bunlardır; Cehennem
ashabı olanlar da bunlardır ve bunlar orada daimîdirler.
218. Oysa îman
edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ise, işte Allah'ın
rahmetini umanlar da bunlardır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
Allah Ta'âlâ
yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle düşmana karşı savaş yapmayı müslümanlara farz
kılmıştır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, toplumun birliğini sağlamak,
dünyevi ihtirasların sebep olduğu ihtilâflardan, düşmanlıklardan ve bölünüp
parçalanmaktan onu korumak ve dinin toplum üzerindeki hidayet edici tesirinin
yok olmasını önlemek için nasıl Allah yolunda mal sarfı gerekiyorsa, aynı gaye
uğrunda can feda etmek de vaz geçilmez bir görev olur.
Hazret-i Peygamber
Mekke'de iken ve Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sıralarda düşmanlara karşı
savaş etmesine henüz izin verilmemişti. Mekke'de nazil olan Hicr sûresinin 94
üncü âyetinde de görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber'den, emrolunduğu şeyi
açıklaması, fakat müşriklerden de yüz çevirmesi istenmişti. Keza Mekkl olan
Nah! sûresinin 125 inci âyetinde de «insanları, Rabb'ının yoluna hikmetle,
güzel öğütle davet etmesi, onlarla en güzel bir şekilde mücadeleye girmesi»
emrolunmuştu. Müşriklerin hâkim oldukları ve müslümanlara her çeşit zulmü reva
gördükleri Mekke devrinde, onlarla savaşa kalkışmak, nefis müdâfası için de
olsa onlara karşı durabilmek elbette mümkün değildi. Zira Allah yolunda ölmek,
insana ne derece büyük mertebe kazandımsa kazandırsın, İslâm'ın kuvvetlenmesi
ve yayılması yönünden sağlayacağı herhangi bir fayda mevcut değildi. Bu sebeple
Mekke devrinde asıl gaye, müslümanların Allah yolunda can verip sayıca
azalmaları değil, fakat aksine, çoğalıp kuvvetlenmeleri ve dînlerini yayıp
gerektiğinde onu koruyabilecek güce erişmeleriydi. Nitekim bu güç,
müslümanların Mekke'den Medine'ye hicret etmeleri ve orada kendilerine kucak
açan bir guruba katılmalarıyle önemli ölçüde kazanılmıştı. İşte bundan sonradır
ki Allah Ta'âlâ, onlara nefis müdâfası için saldıranlarla savaşmaya izin vermiş
ve Hacc süresinin 39 uncu â^e tinde de görüldüğü gibi, «kendilerine savaş açılan
mü'minlere, uğradıklar) zulümden dolayı savaş etmelerine izin verildi»
buyurmuştur. Her ne kadar bu âyet-i kerime'nin Mekke'de nazil olduğu ileri
sürülmüşse de, Medeni olduğunu söyleyenler de vardır ve müslümanların müdâfa
maksadıyle de olsa Mekke'de müşriklerle savaşabilecek güçte olmadıkları
gözönünde bulundurulursa, Medeni olması akla daha yakındır. Müslümanlar
güçlerini artırdıkları nisbette düşmanların taarruzlarına daha geniş çapta
mukabele etmelerine izin verilmiş ve Bakara sûresinin 190 inci âyetinde de
gördüğümüz gibi, «size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat
tecavüz etmeyin» denilmiş; Tövbe sûresinin 5 inci âyetinde «haram aylar dışında
müşriklerin bulundukları yerde öldürülmeleri» emredilmiş, yukarıdaki âyet-i
kerlme'yle de, düşmanla savaş, umumi olarak bütün müslümanlara farz
kılınmıştır. Haram aylardaki savaş ise, bu ayların hürmeti dolayısıyle yine
büyük günâh olarak nitelendirilmiş; bununla beraber, insanları Allah yolundan
ve Mescid-i Harâm'a gitmekten menetmenin ve halkı oradan çıkarmanın savaştan
daha kötü oiduğuna işaret edilerek, 194 üncü âyette de belirtildiği gibi, haram
ayda daolsa, fitnenin yok edilmesi ve saldıran düşmanın zararsız hale
getirilmesi için savaşa izin verilmiştir. Müslümanların düşman tehlikesinden
emin olmaları ve İslâm'ın yayılıp Allah adının yüceltilmesi için bunda zaruret
bulunduğuna şüphe yoktur. İşte, Allah Ta'âlâ, savaşla ilgili âyetlerinde bu
hususu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: [88]
216. (Ey mü'minler!)
Sizin için hoş olmasa bile, savaş size farz kılındı; fakat olabilir ki, bir şey
sizin hakkınızda hayırlıdır da onu kötü görürsünüz; bir şey de hakkınızda şerr
olduğu halde, ondan hoşlanırsınız.
(Bunu) siz bilemezsiniz
de Allah bilir.
216 Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi bu âyet, müslümanlara düşmanla savaşı farz kılan ilk âyettir ve
ittifakla belirtildiğine göre, hicri ikinci senede nazil olmuştur.
Ayet-i kerlme'yle
savaş, bütün müslümanlara farz kılınmış olmakla beraber, icmâ, bu farzın,
farz-ı ayn değil, farz-ı kifâye olduğunu beyan etmiştir; yani düşmana karşı
müslümanların can, mal ve ırzlarını koruyacak yeterli bir asker gücü bulunduğu
takdirde, diğer müslümanlara savaşa katılmak farz olmaktan çıkar. Bununla
beraber, eğer düşman, müslüman-ların ülkesine girmiş ve orayt işgal etmişse,
düşmanı bu ülkeden çikarmak için savaşa katılmak, genç ihtiyar, kadsn erkek
bütün müslümaniann görevidir; hepsine farz-t ayndır.
Allah Ta'âiâ, düşmanla
savaşı müslümanlara farz kılmış olmakla beraber, savaşın insan nefsine hoş
geimiyeceğini belirtmeyi de ihmal etmemiştir. Fiihakika savaş, hem öldürmeye,
hem ölmeye, hem de mal kaybına sebep olan, insanların üzerine akla hayale
sığmayacak felâketler getiren bir hâdisedir. Savaş çıkmadan bile savaş çıkacağı
korkusunun, insan ruhunda meydana getirdiği çöküntü son derece büyüktür. Bütün
bunlara rağmen, şunu da unutmamak gerekir ki, insanlar bütün ömürlerini dâima
bu korkunun verdiği ıztırab içinde geçiremezler. Bu korkuya sebep olan düşman
tehdidini ortadan kaldırmak ve ondan kurtulmak gerekir. Bu da ancak savaşla
mümkün olur. İlâç içmekten hoşlanmayan, yahut ameliyat masasına yatmaktan
kaçan insan, bunun basit bir örneğidir. İlâç ne kadar acı, yahut ameliyat ne
kadar korkutucu olursa olsun, sağlığa kavuşmak için bunlara katlanmak
icabeder. Çünkü insanın hoşuna gitmeyen bazı şeyler vardır ki bunlar onun için
hayırlıdır. İstemiyerek yapmasına rağmen kendisi için hayırlı neticeler
doğurur, ve bu neticelerden kendisi de hoşnud olur. İşte savaş bunlardan
biridir. Temenni edilmese bile, savaşa girildiği ve Allah yolunda dövüşüidüğü
zaman, kazanılacak olan zaferin, savaş öncesi duyulan bütün korkuları
unutturacak ve bu korkuya bir daha düşülmesini önleyecek derecede büyük önemi
vardır. Bazı şeyler de vardır ki, insan, onlardan ne derece hoşlanırsa
hoşlansın, bunlar aslında kendisi için şerrdir; hoşlanarak yaptığı şeyin
neticesinden kendisi de zarar görür. İşte, bütün bu açıklamalar, bize şu
gerçeği göstermiştir ki, insan nefsi, çok defa, neticesi insan için hayırlı
olan yolu değil, aksine şerrolan ve zararlı bulunan yolu seçmekte, akıl ise,
onu doğru yola irşad etmekten âciz kalmaktadır. Kısacası insan, nefsinin ve
aklının câzib gördüğü yolun, kendisini nasıl bir akıbete götüreceğini
bilememektedir, O halde, akıbeti kendisi için hayırlı oiacak yola irşad eden Allah'ın
emirlerine uymaktan başka çare yoktur. Çünkü insan, bu akıbeti bilmediği halde,
Allah bilir ve O'nun bildiğinden hiç kimsenin şüphesi olamaz. Buna göre, eğer
Allah Ta'âiâ, müslümanlara savaşı emrederek farz kılmışsa, bu, onların
men-feaîları icabıdır. Zira Allah, insanın hayrına olmayan bir şeyi asta emretmez.
O halde, savaştan hoşlanılmasa bile, neticesinin müslümaniann hayrına olması
dolayısıyle, ondan kaçmamak ve Allah'ın emrine tam bir teslimiyetle uymak
gerekir. Başta din olmak üzere canın, malın ve ırzın korunması, ülkenin pis
düşman ayakları altında çiğnenmemesi için bu şarttır. Nitekim Allah Ta'âiâ, Hac
sûresinin 40 inci âyetinde savaşın faydasına işaret ederek şöyle buyurmuştur:
«... Allah, bazı insanların şerrini diğer bazısıyle def etmemiş olsaydı,
içlerinde, Allah'ın adının çok anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve
mescidler yıkılıp giderdi...»
Allah Ta'âiâ, savaşı
müslümanlara farz kıldıktan ve bunda insanların bilemiyecekleri hayırlar
bulunduğunu beyan ettikten sonra, içinde savaş yapılan haram aylar hakkındaki
hükmünü bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [89]
217. (Ey Muhammedi)
Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde
savaş yapmak büyük suçtur; fakat Allah yolundan alıkoymak ve O'nu inkâr etmek,
Mescid-i Harâm-ı (ziyaretten) menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah
katında savaştan daha büyük suçtur; ve fitne, öldürmekten daha kötüdür.
Müşrikler sizinle halâ savaşıyorlar; hattâ güçleri yetse, sizi dîninizden
döndürecekler; fakat içinizden her kim dîninden döner ve kâfir olarak ölürse,
işte, dünya ve âhıretteki amelleri boşa gitmiş olanlar bunlardır; Cehennem
ashabı olanlar da bunlardır ve bunlar orada daimîdirler.
218. Oysa îman edenler, hicret edenler ve Allah
yolunda cihad edenler ise, işte Allah'ın rahmetini umanlar da bunlardır. Allah
çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
217 Allah Ta'âiâ, bir
evvelki âyetle savaşı bütün müslümanlara farz kılmış ve bunda müslümaniann
bilemiyecekleri bir hayır bulunduğunu beyan etmişse de, savaş emrinin haram aylara
da şâmil olup olmadığını, yahut başka bir ifadeyle, bu aylar içinde de savaş
yapılıp yapılamıyacağını açıklamamıştır. Haram ayların hürmetini ihlâl etmemek
Arapların eski bir geleneği olmasına, Kur'ân-ı Kerım'in de bu geleneği
reddetmemesine
rağmen, 194 üncü
âyette de gördüğümüz gibi, hürmetlerin karşılıklı olduğunun bildirilerek bu
ayların hürmetini ihlâl edip saldırıda bulunan düşmana misliyle mukabele
edilmesinin emrolunması, yukarıdaki âyet-i ke-rlme'yle de umumi manâda savaşın
farz kılınması, müslümaniarın zihinlerinde, haram aylarda savaş yapılıp
yapılmayacağı hususunda bazı istifhamların belirmesine ve bunu Hazret-i
Peygamber'e sormalarına sebep olabilir. Diğer taraftan, tefsirlerde de işaret
edildiği gibi, Hazret-i Peygamber, Bedir savaşından iki ay önce, Cemâziye'İ
âhır ayı içinde Kureyş hakkında bilgi toplaması için halasının oğlu Abdullah
İbn Cahş kumandasında sekiz kişilik bir heyet çıkarmış, yolda açılıp okunmak
şartıyle emirlerini ihtiva eden bir mektubu da Abdullah'a vermişti. Heyet,
Mekke ile Tâif arasında Batn-ı Nahle denilen bir mevkide gözetleme görevi
yapacaktı. Ancak bu mevkie geldikleri zaman, Kureyş'in bir ticaret kervanına
rastlamışlardı. Kervanın başında üç kişi vardı. Bunlardan birini öldürüp
ikisini esir almışlar, kervana da el koymuşlardı. İşte bu hâdise, Cemâziye'İ
âhır ayının çıktığı ve haram aylardan olan Receb'in girdiği gün cereyan
etmişti.
Müşrikler, Hazret-i
Peygamberin ayın hürmetini ihlâl ettiğini ileri sürerek yaygara koparmaya
başlamışlar, Hazret-i Peygamber de, Abdullah İbn Cahş'ı azarlıyarak «ben size
haram ayda kıtal emretmedim» demiş, Abdullah İbn Cahş ise, bu işi yaparken
haram aya-girdiklerini bilmediğini söyleyerek kendilerini müdâfa etmeye
çalışmıştı. Ne var ki bu müdâfaya rağmen, yine de kötü bir iş yaptıklarını
kabul etmişler ve bu yüzden günah işlediklerini düşünerek büyük bir endişeye
düşmüşlerdi. İşte, bir taraftan savaşın farz kılınması üzerine, müslümanların
zihinlerinde beliren istifhamların halli için Hazret-i Peygamber'e
başvurmaları, diğer taraftan müşriklerin bu hâdise dolayısıyle bir heyet
göndererek «haram ayda savaş hela! mı kılındı?» demiş olmaları, yukarıdaki
âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olmuştur.
Ayet-i kerîme'de,
Hazret-i Peygamber'e hitap edilerek içinde savaş yapılan haram ay hakkındaki
sorulara işaretle cevap verilmiş ve bu ayda savaş yapmanın büyük bir suç olduğu
açıklanmıştır. Bu açıklama, haram aylarda savaşın helâl kılınmadığına ve bu
sebeple hürmetin ihlâl edilmemesi gerektiğine delâlet eder. Ancak âyet-i
kerîme'nin sonraki ibareleri, bu hükme daha farklı bir manâ kazandırmıştır: Her
ne kadar hürmetin ihlâli büyük bir cürüm ise de, kâfirlerin, mü'minleri Allah'a
ulaştıracak yoldan alıkoymaları, inançlarının ve İmanlarının gereği olan
ibadetleri yapmalarına ve îmana uygun bir yaşayış biçimi seçmelerine engel
olmaları, Allah'ı inkar etmeleri, Mescid-i Haramca giderek hac vazifelerini
yapmaktan alıkoymaları, Mescid-i Harâm'dan ve hattâ kendi ülkelerinden sürüp
çıkarmaları, hiç şüphesiz, hürmetin ihlâlinden çok daha büyük birer cürümdür.
Kısacası fitne çıkarmak ve mü'minlerin kalplerine bir takım şüpheler sokarak,
yahut akla hayale gelmiyecek işkenceler yaparak onları dinlerinden
uzaklaştırmaya çalışmak, haram ayda savaşmaktan beterdir.
Mekke devrinde
kâfirlerin sırf İslâm'dan döndürmek için müslüman-lara yaptıkları işkenceleri
unutmak nasıl mümkün olur? İşte Ammâr İbn Yâsir ve ailesi; işte Bilâl; Suheyb;
Habbâb ve diğerleri... Ammâr, İslâm'dan dönmesi için derileri dökülünceye
kadar ateşte adeta kızartılmıştı. Babası, kardeşi Abdullah, anası Sumeyye,
aynı maksatla işkenceye tabi tutulmuşlardı ki, Hazret-i Peygamber onları
ziyaret eder ve «sabır ey Yâsir ailesi, sabır; buluşma yeriniz Cennettir»
derdi. Babalan Yâsir bu işkenceler sırasında ölmüştü. Anaları Sumeyye ise,
işkence edilmesi için Ebû Cehil'e verilmişti. Yaşlı bir kadındı. Buna rağmen
Ebû Cehil onu dinden döndürmek için işkence yapmaktan geri durmamış, fakat
ondan beklediği cevabı alamamıştı. Nihayet mızrağını bu fedakar mü'minenin
tenasül organına saplayarak onu şehld etmişti.
Bilâl, kızgın kum
üzerine yatırılmış, sırtına da ağır bir kaya parçası konmuştu. Ona işkence eden
Umeyye İbn Halef »ya bu haldeyken ölürsün; ya da Muhammedi inkâr, Lât ve
Uzzâ'ya ibadet edip kurtulursun» diyor, fakat Bilal'den cevap alamıyordu. Bir
seferinde de, boynuna ip takıp çocukların eline vermişler, Mekke sokaklarında
dolaştırmışlardı. Fakat Bilâl, Allah'u ahad Allah'tı ahad (Allah birdir Allah
birdir) demek ie yetiniyordu.
Bu bir kaç örnek,
içlerinde Allah korkusu olmayan inançsızların nasıl cinayet işlediklerini ve
daha neler yapabileceklerini göstermeye yeterlidir. İslâm'ın Mekke'de tebliği
ve Allah isminin yüceltilmesi imkânı kalmayınca, Hazret-i Peygamber ve ashabı
Medine'ye hicret etmiş ve müşriklerin muhitinden uzaklaşmışlardır. Buna rağmen
müşrikler, yukarıdaki âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi halâ
müslümanların peşini bırakmamakta ve onlarla savaşmaktadırlar. Ellerinden gelse
ve güçleri yetse, onları yine İslâm'dan döndürmek için her çareye baş
vuracaklardır. Fakat ne bu çareyi bulabilecekler ve ne de onları dînlerinden
döndürebileceklerdır. Onlar İslâm'ı bilmiyorlardı; eğer bilselerdi, hiçbir
müslümanın bu hak yoldan ayrılıp kendi batıl yollarına girmiyeceğini anlarlar,
bu düşmanlıktan ve bu düşmanlığın sebep olduğu savaşlardan vazgeçerlerdi.
Nitekim asırlardan beri bu böyle olmuş, müslümanlar daima kâfirlerin
saldırılarına maruz kalmışlar ve dînlerinden döndürülmek istenmişlerdir. Fakat
bütün bu saldırılara rağmen, tek bir müslümanı bile dîninden döndürememişler,
döndürecek gücü kendilerinde bulamamışlardır.
Zaten müsiümamaraan
nernangi biri, nangı seuepıe uıursa oısun, dîninden döner ve kâfir olarak
ölürse, artık onun, daha önce müslüman olarak işlediği bütün iyi amelleri batıl
olur; ne dünyada ve ne de âhırette bu amellerin kendisine kazandırdığı sevabtan
faydalanamaz. Kısacası, bütün ömürlerini küfür içinde geçiren kimselerle eşit
oiur ve Cehennem ashabı arasında yer alarak orada daimi kalır. Dinden
dönenlerin ve hak yoldan yüz çevirenlerin akıbeti budur. İslâm'ın bu temel
kaidesini bilen aklı başında hiçbir müsiüman dîninden dönmez ve mürted hükmüne
tabi kılınmak istemez. Zira bu hüküm, fıkıh kitaplarında da tafsîiâtıyle
anlatıldığı gibi, mürtedin dünyada müslüman eşinden ayrılması, mîras hakkını
kaybetmesi gibi müslümanların sahip oldukları çeşitli haklardan mahrum
edilmesini gerektirir. Şu var ki, eğer mürted, tekrar İslâm'a dönerse, bu
haklara yeniden kavuşur. [90]
218 Murtedlerin
akıbeti bu olduğu halde, gerçek mü'minlerin, Allah yolunda hicret edenlerin ve
kâfirlerin maddî manevi her çeşit baskısına mukavemet ederek dînlerinde sebat
gösterenlerin akıbeti ise, elbette diğerlerinden farklıdır. Bunlar, Allah'ın
rahmetini ümid eden ve ümid etmekte hakkı bulunan kimselerdir. Allah, şüphesiz
bunların ümidlerîni boşa çıkarmayacak, dünya ve âhırette aradıkları gerçek
saadeti onlara ihsan edecektir. Allah, böyle kullarının, düştükleri ufak tefek
hataları da bağışlayacak ve sonsuz rahmetini yalnız onlar üzerine yayacaktır.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmelerle savaşı müslümanlara farz kılmış ve kaide olarak
haram ayda savaşın büyük bir suç olduğunu beyan etmiştir. Bununla beraber,
kâfirlerin fitne çıkarmaktan, savaş açmaktan ve güçleri yetse çeşitli
işkencelerle müslümaniarı dinlerinden döndürmek için ellerinden geleni yapmaktan
asla vazgeçmiyeceklerine işaret ederek onların «haram ayda savaş helâl mi
kılındı?» şeklindeki yaygaralarına aldanmamak gerektiğini de müslümanlara
hatırlatmıştır. Buna göre, düşman tehlikesinin hissedildiği her zaman ve
zeminde, bu tehlikenin bertaraf edilmesi, haram ayda da olsa eli kolu bağlı
oturumayıp düşmanla savaş edilmesi şarttır. Aksi halde, İslâm'ı ve müslümaniarı
yok etmek için fırsat kollayan düşmanın tuzağına düşülür ve dönülmesi mümkün
olmayan bir yola girilmiş olur.
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, yukarıdaki âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak işaret
olunan hâdisede, müşriklerin kervanına el koyan, kervanın başındaki üç kişiden
birini öldürüp ikisini de esir alan Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarının haram
ayda işledikleri bu günahtan bağışlandıkları anlaşılmaktadır. Zira müslümanlar
hakkında besledikleri niyetleri açıklanan kâfirlere karşı başka türlü davranmak
elbette mümkün değildi ve oniar muşnKlerin kervanına saldırırken, gayeleri
onlara zulmetmek değil, fakat zulüm yoluyla İslâm'ı yok etme niyeti taşıyan
kâfirleri tesirsiz hale getirmekti.
Allah Ta'âlâ, İslâm'ın
ve müsiümanlann düşman tehlikesine karşı korunması ve Hak dinin yayılarak
tevhîd inancının yeryüzünde hâkim kılınması için, müslürnanlara savaşı farz
kıldıktan sonra, hem salgın bir hastalık gibi, yayıldığı takdirde cemiyetleri
içirtcien yıkan içki ve kumara karşı müslümaniarı uyarmak, hem de ihmal
edildiği takdirde cemiyetin kanayan yaralan olarak kalacak olan yetimlerin
hallerini düzeltmek husu-sundaoniarı harekete geçirmek için aşağıdaki âyet-İ
kerimeleri indirmiş ve şöyle buyurmuştur: [91]
219. Sana içkiyi ve
kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günah,
hem de faydalar vardır; fakat
günahları faydalarından daha büyüktür. Yine sana (sadaka olarak) ne
vereceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını. İşte Allah, dünya ve
âhıret işlerini iyice düşünesiniz diye âyetleri böyle açıklar.
220. Keza sana yetimleri soruyorlar. De ki:
Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla birarada
olursanız, onlar sizin
kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla düzelticiyi elbette bilir. Eğer
Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz, Allah, Aziz'dir, Hakimdir.
Mekke'de nazil oian
sûrelerde, içki ve kumar hakkında hüküm getiren herhangi bir âyetin bulunmaması
ve bu hükmü ihtiva eden âyetin Medine'ye hicretten sonra ilk nazil olmaya
başlayan Bakara sûresinde yer alması dolayısıyle, yukarıdaki âyet, içki ve
kumar hakkında nazil olan ilk âyet sayılır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'in Ebû
Hüreyre'den naklettiği bir haberden anlaşıldığına göre, Hazret-i Peygamber'in
Medine'ye hicret ettiği sıralarda müslümanlar içki içiyor ve kumar gelirlerini
yiyebiliyorlardı.[92]
Kendilerini bundan
meneden herhangi dinî bir hüküm mevcut değiidi. Ancak, her içtimai hastalık
gibi, içkinin ve kumarın da cemiyet ferdleri üzerinde yol açtığı tahribat,
cemiyet olma yoluna giren ve Medine'ye de münhasır olsa, küçük bir devlet kuran
müslümanların gözünden kaçmıyor ve zaman zaman Hazret-i Peygam-ber'e içki ve kumarın
hükmünü soruyorlardı. Hattâ Ebû Dâvûd, Tirmizl, Nesâl ve Ahmed İbn Hanbel'in
rivayetlerine göre, Hazret-i Ömer, içki hakkında açık ve yeterli bir hüküm
göndermesi için Allah'a duâ ediyordu.[93]
İçki ve kumar hakkında
gelen bu rivayetlerin, yukarıdaki âyetin nüzul sebebi olarak zikredildikleri
görülür. Nitekim âyet-i kerlme'nin başında da buna işaret edilmiş ve Hazret-i
Peygamber'e hitaben «sana, içki ve kumarı soruyorlar» denilmiştir.
Her ne kadar bazı
imamlar,ve içki kumarın yukarıdaki âyet-i kerimeyle haram kılındığını ileri
sürmüşlerse de, büyük çoğunluk, bunların tedrici olarak haram kılındığı
görüşündedir. Zira âyet-i kerimede, içki ve kumarda hem büyük günâh, hem de
faydalar bulunduğu açıklanmıştır ki, burada söz konusu edilen günahtan maksat,
faydanın zıddı olan zarardır. Buna göre, içkinin ve kumarın zararları daha
büyük olsu bile, faydaları da vardır. Bu sebeple, her zararlı olan şeyin haram
kılındığı düşünülse bile, bu, hem zararı hem de faydası olan şeylerin de haram
kılınmasını gerektirmez. Bu bakımdan âyet-i kerîme, sahabenin ictihad konusu
yaptıkları âyetlerden biri olmuş, bazısı bu âyete İstinaden içkiyi terketmiş
olsa bile, diğer bazısı zararından sakınacak, fakat faydasından da istifade
edecek şekilde içmeye devam etmiştir. Nitekim yukarıda işaret ettiğimiz Ahmet
İbn Hanbel'in hadisinden de anlaşıldığı gibi, bu âyetin nüzulünden sonra da
içki içmeye devam edildiğini gösteren bir hâdise cereyan etmiş ve muhacirlerden
biri akşam namazı kıldırırken kıraatında sarhoşluk sebebiyle hata
yapmıştı ki, bunun
üzerine Nisa sûresinden «sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın» mealindeki
43 üncü âyet nazil olmuştur. Şu var ki, bu âyet-i kerlme'yle de içki kesinlikle
haram kılınmamış, fakat «sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın» denilmek
suretiyle içki içmek son derece tahdid edilmiştir. Zira namaz vakitleri
birbirine çok yakındır ve bir kimsenin bu vakitler dışında içki içmesi halinde
girecek namaz vaktini aklı başında olarak İdrak etmesi hemen hemen imkânsız
hale gelmiştir; yahut içki içen kimse, sarhoş olmıyacak derecede az içki içmek
zorunda kalacaktır.
Nihayet Allah Ta'âlâ,
Mâide sûresinin 90 inci âyetinde «ey îman edenler! içki, kumar, dikili taşlar
ve fal okları, şeytanın işlerinden olan birer pisliktir. Bunlardan sakının ki
felah bulaşınız» buyurmak suretiyle içki ve kumarı kesinlikle haram kılmıştır.
İttifakla kabul edilen
görüşe göre, Bakara sûresi, hicretten sonra ilk nazil olmaya başlayan sûredir.
Nisa sûresi, yedinci hicri senede Hudey-biye andlaşmasından sonra, Mâide sûresi
ise, Mekke fethinden sonra ve sekizinci hicri senede nazil olmuştur. Buna göre,
içki ve kumarda, insanlar için hem büyük zarar, hem de faydalar bulunduğunu
bildiren yukarıdaki âyet-i kerime ilk nazil olan âyettir. Bunu, sarhoş iken
namaza yaklaşmamayı emreden Nisa sûresinin âyeti takip etmiş, son olarak da,
İçki ve kumarın şeytan işi birer pislikolduğunu bildiren ve bunları kesinlikle
haram kılan Mâide sûresinin âyeti nazil olmuştur.
Bu açıklamadan şu
husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, Allah Ta'âlâ *, içki ve kumarı bir hikmete istinaden, birden
bire haram kılmamış, fakat beş ".< altı sene içinde, onları tahdid
ederek ve derece derece müslümünları alıştırarak yasaklamıştır. Zira Araplar,
câhiliye devrinden beri içkiye ve >. kumara son derece alışıktılar ve
onlardan büyük ölçüde faydalanıyorlardı. Bu derece alışkın oldukları bir şeyin
birden bire yasaklanması onlar için güç gelir ve bu yasağa dayanamayıp
içebilirler ve böylece, haram olan bir işi işledikleri için günaha girerlerdi.
Oysa Allah Ta'âlâ kullarına hiçbir zaman güçlük murad etmemiş ve onları dâima
kolay yoldan hidayete davet etmiştir. Nitekim içki ve kumarın tedrici olarak
yasaklanması sebebiyledir ki ilk müslümanlar arasında bu yasak, herhangi bir
mesele olmamış, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bazı sahabller, daha ilk
âyetin gelişiyle içki ve kumarı terketmişler, diğerleri ise, kendilerini,
ileride kesin bir yasak gelecekmiş gibi buna hazırlamaya çalışmışlardır. Bu
yasak geldiği zaman da, hiç güçlük çekmeden ve tam bir imanla ona uymuşlardır.
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerlme'lerle üstün bir toplum olma yolunda bulunan
müslümanların bu yolda ilerlemelerini sağlamak için, önce içki ve kumar gibi
iki tehlikeli engele dikkatiarını çekmiş, sonra 6a, ihtiyaç fazlası malların
sadaka olarak verilmesini ve yetimlerin hallerinin düzeltilmesini emredip
toplumun başka bir yönden ıslahını hedef göstererek şöyle buyurmuştur: [94]
219. Sana içkiyi ve
kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günah
hem de faydalar vardır; fakat günahları faydalarından daha büyüktür. Yine sana
(sadaka olarak) ne vereceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını..
İştet Allah, dünya ve âhı-ret işlerini iyice düşünesiniz diye âyetleri böyle
açıklar.
219 Daha önce de
açıkladığımız gibi, bu âyet-i kerimeyle içki ve kumarın hem faydalarına, hem de
zararlarına işaret edilmiş, fakat zararlarının faydalarından daha büyük
olduğuna müslürnaniann dikkatları çekilmiştir. Manâsını «içki» olarak
verdiğimiz kelime, âyet-i kerîme'deki hamr kelimesidir. Hamr, lugatîa örtmek,
kapatmak ve karıştırmak manâsına geldiği gibi, rengi ve kokusu değişmek,
teğayyür etmek manâsına da gelir ve her iki manâya uygun olarak,-aklı örttüğü,
karıştırıp işlemez hale getirdiği için, veya hurma üzüm ve bazı meyve yahut
bitki sularının renk ve kokularının değişikliğe uğraması dolayısıyle içkiye
hamr denildiği anlaşılır. 3u sebepledir ki, sadece üzüm suyundan oluşan ve
türkçede şarap denilen içkiye değil, fakat rengi, kokusu değişikliğe uğrayan ve
insan aklını örtüp karıştıran, kısacası insanı sarhoş eden her çeşit içkiye
hamr adı verilmiştir. Nitekim Buhârî ve Ebû Davud'un naklettikleri bir hadise
göre Hazret-i Ömer, Medine'de içkiyi haram kılan âyet nazil olduğu sıralarda,
hamrin beş çeşit şeyden yapıldığını açıklamış ve bunların, üzüm, hurma, buğday,
arpa ve bal Olduğunu bildirmiştir.[95]
Hazret-i Peygamber'den
rivayet edilen bir hadiste «üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan
yapılan şeylerin hamr olduğu» açıklanmış,[96]
bir hadisinde de
«sarhoş eden her şeyin hamroîduğu» bildirilmiştir.[97]
Bu sahih rivayetlerden
de anlaşılmaktadır ki, âyet-i kerlme'de
Şiire: 2 (Sakara)
hem zararı, hem
faydası bulunduğu, fakat zararının faydasından daha çok olduğu bildirilen hamr,
sadece üzümden elde edilen içki değil, fakat ister üzümden, ister hurmadan,
baldan, buğdaydan, arpadan veya herhangi bir bitkiden veya meyveden elde edilen
ve başlıca özelliği insanın aklını giderip sarhoş etmek olan bütün içkilerdir.
Kumar manâsına gelen
meysir ise, «kolaylık» demek olan yüsrden türemiştir ve meşakkatsiz, kolayca
kazanılan paraya veya mala delâlet ettiği gibi, paylaşmak manâsında yesrösn de
gelebilir. Araplar arasında yaygın olan bir âdete göre, on kişinin katıldığı
bir oyun oynanırdı. Bu oyunda, her birinin ayrı ayrı ismi bulunan ve ezlâm ve
aklâm denilen on ok kullanılırdı. Oyun icabı, bir hayvan kesilir ve 28 parçaya,
yahut hisseye bölünürdü. On oktan yedisinin kendine âit hisseleri bulunduğu
halde, son üç okun hissesi olmazdı. Buna göre, aö\fezz olan birinci okun bir,
tev'em olan ikinci okun iki,., yedinci okun da yedi hissesi vardı ve yedi oka
âit hissf ierin toplamı 28 oluyordu. Oyuna katılan on kişiden her biri torba
içinde karıştırlan oklardan birer tane çekerler ve çektikleri okun hissesini
kazanırlardı. Ancak boş okları-çekenler, hiçbir şey kazanamadıkları gibi,
kesilen hayvanın ücretini ödemek zorunda da kalırlardı. Şu var ki; hisseli
okları çekenler ve hisselerine düşen eti kazananlar, kazançlarını yemezler,
onları fakirlere dağıtırlardı. İşte, âyet-İ kerlme'de zararına işaret edilen ve
ileride de haram kılınacak olan kumar, başkalarının mallarını batıl yolla yemek
(Bkz. âyet 188) manâsına gelen bu ve benzeri oyunlardan ibarettir.
Ayet-İ kerlme'de,
insanlar için hem zararı, hem de faydası bulunduğuna işaret edilen içkinin,
her şeyden önce, akli faaliyeti durdurmsı yönünden insana büyük zararı vardır.
Bunun yanında, mal ve servet tüketimi yönünden, insanlar arasında meydana
getirdiği düşmanlık sebebiyle içtimai tesanüdü bozması yönünden, insanı
dininden, dinin gereklerini yerine getirmekten, kısacası, Allah'ın zikrinden
uzaklaştırması yönünden meydana getirdiği zararlar son derece büyüktür ve bu
zararların, aklı başında olan herkes tartından kabul edildiğine şüphe yoktur.
Bu zararlara karşılık,
içki için sayılabilecek faydalar çok cüz'ldir ve bunların başında, az içilmesi
halinde, insana kazandırdığı neşe zikredilebilir. Eğer ticaretini yaparak
kazanç sağalamak, bazı hastalıklarda deva olarak kullanmak, korkak
yaratılışlı.kimselere cesaret kazandırmak gibi bazı faydalar ileri sürürlürse, bunlardan
bir kısmının münakaşa edilebilir, bir kısmının da geçici olduğunu kabul etmek
gerekir. Aslında onun geçici tesiri de insan için fayda değil zarardır; zira
insanın, üzüntülerini unutmak veya neşeli olmak ihtiyacı, onu daha çok içki
kullanmaya zorlar ve bir gün alkolsüz yaşayamaz bir duruma getirir.
Kumarın zararlarına
geitnce.Duniar, oyuncular arasında düşmanlığa seoep olması, dînden ve Allah'ın
zikrinden uzaklaştırması, bazılarına kolay kazanç sağladığı için onları
tembelliğe sevketmesi ve çalışıp alın teriyle kazanmaktan alıkoyması, mal ve
servet kaybına ve bunun neticesi, kurulu âiie düzeninin yıkılıp dağılmasına yol
açması, içtimaî ahlâkı yok etmesi dolayısıyle, içkinin sebep olduğu zararlardan
daha az değildir.
Kumarın bu zararlarına
mukabil sayılabilecek bir kaç faydası da, kazananı sevindirmesi ve kazanan
fakir ise, onu birden bire zengin yap-masmdadır.
İşte, içki ve kumarın
ilk anda akla gelebilen fayda ve zararları bunlardan ibarettir. Bir terazinin
kefesine koyup tartmak mümkün olursa, bunların zamlarının faydalarından çok
daha büyük, ferd ve toplum için çok daha tehlikeli olduklarını görmemek mümkün
değildir. Yukarıdaki âyet-i kerî-rne'de de bu hususa işaret edilmiş ve her
ikisinin de zararlarının faydalarından daha büyük olduğu bildirilmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, içki ve kumar, bu âyetle haram kılınmamıştır.
Fakat müslümanlara onların fayda ve zararlarını tartmak, sonra da düşünüp doğru
olan tercihi yapmak İmkânı sağlanmıştır. Aklı başında olan her müslümanın bu
muhasebeyi yaptıktan sonra, zararları faydalarından daha çok ve daha büyük olan
içki ve kumardan uzak durmaması mümkün değildir.
Ailah Ta'âlâ, içki ve
kumarın fayda ve zaralanna işaretle, müslümanlara zaran faydasından çok olan
bu şeyler hakkında ilk uyarısını yaptıktan sonra, Hazret-i Peygamber'e
yöneltilen «sadaka olarak ne vereceğiz?» sorusuna cevap teşkil etmek üzere
«ihtiyaçtan fazlasını...» buyurmuştur. Aynı mahiyetteki bir soruya 215 inci
âyette de işaret edilmiş, fakat cevap olarak «maldan verilecek olan sadakanın,
anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verilmesi»
bildirilmiştir.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, aynı âyet içinde, önce içki ve kumarla, sonda da verilecek
malla ilgili soruya işaret edilerek bunlara cevap verilmesi, bu soruların
Hazret-i Peygamber'e birbiri arkasına yöneltildiği manâsında anlaşılmamalıdır.
Zira bu gibi sorular, her gün ve muhtelif sahabller tarafından tekrar tekrar
soruluyordu. 195 inci âyette de gördüğümüz gibi, Allah Ta'âlâ, müslümanlara
«Allah yolunda mallarını sarfet-melerini» emretmişti. Bakara sûresinin ilk
âyetlerinde ise, mü'minlerin sıfatları sayılmış, bu arada, Allah'ın rızık
olarak verdiği şeyleri hayır için sarfedenlere işaret edilerek, Allah yolunda
mal sarfı, îman alâmetleri arasında gösterilmişti. Bütün bunların,
müslümanları, mallarını nasıl sar-fedecekleri hususunda bazı şeyleri öğrenmeye
sevketmemiş olması mümkün değildir. İşte Allah Ta'âlâ, gerek içki ve kumar
hakkında ve gerekse Allah yolunda mal sarfı ve diğer meseleler hakkında
müslümanla-rın zihinlerini meşgul eden müşkilleri halletmek için, vakti geldiği
ve ihtiyaç hâsıl olduğu zaman, âyetlerini indirmiş ve meselelerin hükümlerini
bildirmiştir.
Ayet-i kerlme'de
verilmesi istenen mal, ihtiyaç fazlası olarak tarif edilmiş, fakat malın
miktarı açıklanmamıştır: Çünkü her ferdin, veya her ailenin kazancı birbirinden
farklı olduğu gibi, geçim şartları da her zaman aynı değildir. Geliri bol olan
ve zengin sayılan bir ailenin israfa kaçmayan giderleri dışında artırdığı bir
miktar malı veya parası bulunabileceği gibi, dar gelirli bir ailenin de kendi
ölçüsünde artırdığı bir şeyleri olabilir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki,
ferdleri ihtiyaç içinde kıvranan bir ailenin, elinde bulunan yiyeceğini sadaka
olarak dağıtması da şart değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber, Buhârî
tarafından nakledilen bir hadîsinde «sadakanın hayırlısı bol servetten ayrılıp
verilendir. Sadaka vermeye, bakımı, üzerine vâcib olan kimseden başla»
buyurmuştur ki[98]
bu hadîs 215 iner
âyette öncelikle sadaka verilmeye lâyık olan ve ana baba, akraba, yetim
şeklinde sıralanan kimseleri hatırlatır. Buna göre, şu neticeye varmamız
mümkündür ki, Hazret-i Peygamber'e, Allah yolunda mal sarfıyle ilgili olarak
zaman zaman yöneltilen sorular, 215 inci âyette, bu malın verileceği
kimselerin, yukarıdaki âyet-i kerîme'de ise, ihtiyaç fazlası malın sadaka
olarak verilmesinin beyanıy le cevaplandırımış ve böylece konunun tamamlanması
sağlanmıştır. Mal sarfıyle ilgili bu hükmün, içki ve kumar hakkında gelen
hükümle birleştirilmesi ise, halleri birbirinden farklı iki çeşit insana işaret
içindir. Birisi günah yolda hesapsız mal harcar; geçici bir neşe ve zevk için
aklını kaybedip kendinden geçer; yahut haksız ve bâtıl yolla başkalarının
malını ele geçirip bunu övünme vesîlesi kılar, diğeri ise, alın teriyle
kazandığı üç beş kuruşla ihtiyacını karşıladıktan sonra, artırabildiğini Allah
yolunda sarfedip bir kaç dîn kardeşinin sıkıntısını gidermeyi, yahut
hafifletmeyi düşünür. Bu iki çeşit insan arasında, sahip oldukları insanlık
duygusu yönünde ne büyük fark vardır? İnsanın bu farkı idrak edebilmesi için,
bu âyet-i kerîme üzerine biraz durup düşünmesi yeterlidir.
İşte Allah Ta'âlâ,
insanların menfeatlarına olan hükümlerle ilgili âyetlerini böyle açıklar. Ta
ki dünya ve âhıretlerini ilgilendiren hususlarda, akıllarını çalıştırıp
düşünsünler ve zarar görecekleri şeylerle faydalanacakları şeyleri birbirinden
ayırt edip kendilerine faydası olacak şeylere yönelsinler. Zira insan, ne
yalnız maddeden ve ne de yalnız ruhtan ibaret bir varlıktır. Onun hem maddî,
hem de ruhî bir yönü vardır. Eğer insan yalnız dünya lezzetleriyle maddî yönünü
besler, ruhî yönünü ihmal ederse, ahlâkını bozmuş, hem dünyasını, hem de
âhıretini yitirmiş olur. Bunun aksine, yalnız rûhl yönüne ihtimam gösterip
maddi yönünü terkederse, dünyasını ve onunla beraber âhıretini de yıkmış olur.
Zira dünya âhıretin tarlasıdır; bu tarladan âhırete yarayacak iyi hasad almak
için ona bakmak gerekir. Nitekim 201 inci âyette de gördüğümüz gibi, aklı
başında gerçek mü'min-ler, Rab'lanndan hem dünya, hem de âhıret için iyilik
isterler.
Allah Ta'âlâ, içki ve
kumarla Allah yolunda mal sarfı hakkında Hazret-i Peygamber'e yöneltilen
soruları böylece cevaplandırdıktan sonra, yetimler hakkında vâkî soruya işaret
ederek şöyle buyurmuştur: [99]
220. Keza sana
yetimleri soruyorlar. De ki: Onların islerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer
onlarla bir arada olursanız, onlar sizin kardeşlerin izdir. Allah, bozguncuyla
düzelticiyi elbette bilir. Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz
Allah Aziz'dir, Bakîm'dir.
220 Ebû Dâvûd ve Nesâl
tarafından İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir habere göre, İsrâ sûresinin «iyi
bir surette olmadıkça yetimin malına yaklaşmayın» mealindeki 34 üncü âyeti ve
Nisa sûresinin «yetimlerin mallarını haksız bir şekilde yiyenler, karınlarına
sadece bir ateş yemiş olurlar» mealindeki 10 nuncu âyeti nâzi! olunca,
yanlarında yetim barındıran müslümanlar, bilmeden haksızlık etmekten korkarak
onlardan uzak durmaya, yiyecek ve içeceklerini, onların yiyecek ve
içeceklerinden ayırmaya başlamışlardı. Yetimler İse: kendi başlarına idare
edemiyorlar, yiyeceklerini ya yiyorlar, yahutta atıyorlardı. Bu durum
müslümanlara ağır gelince, Hazret-i Peygamber'e başvurmuşlar; bunun üzerine
yukarıdaki âyet-İ kerime nâzi! Olmuştur.[100]
Kur'ân-ı Kerîm'de,
yetimler hakkında nazil olmuş bir çok âyet vardır Bunlardan, bilhassa yukarıda
işaret ettiğimiz İsrâ sûresinin 34 üncü âyeti, Duhâ sûresinin «yetime sakın
kahretme» mealindeki 9 uncu âyeti, Mâûr. sûresinin «yetimi nefretle İtip
kakıştıran kimse» den söz eden 2 inci âyet ve En'âm sûresinin, İsrâ süresindeki
âyetle aynı manâda gelen i 52 nci âyeti Mekke'de nazil olmuştur. Bu âyetlerin
hepsinin de, Allah'ın hududunu tecavüz etmekten şiddetle sakınan ilk
müslümanları, yetimlerle ilgi! telkin ve tavsiyeler, bazan da ihtar derecesine
varan ilâhi hitaplar karşısında, aynı dikkat ve titizliğe sevketmemiş olması
mümkün değildir. Zira câhiliye devrinde Araplar, yetimlere sadece mallan
dolayısıyle yakınlık gösteriyorlar, yetim bir kızla evlenirlerse sırf onun malı
için evleniyorlar, yahut malının başkasına gitmemesi için kızı oğullarına
alıyorlar, fakat ona, aile içerisinde yine de yetim muamelesi yapıyorlardı.
Malı olmayan yetimler ise, hor görülüyor, itilip kakılıyorlardı. Öyle
anlaşılıyor ki, Mekke'de nazil olduğuna yukarıda İşaret ettiğimiz âyetlerle, bu
câhili adete son verilmiş ve yetimlerin hakir görülerek itiiip kakılması,
mallarının haksız bir şekilde yenmesi önlenmiştir. Şu var ki müslümanlar, Mekkl
âyetlerin bu hükmleri-ne, biraz da onlardan ve mallarında uzak durarak
uymuşlardır. Onların mallarını yemiş olmak korkusuyle yiyeceklerini ayırmışlar
ve onları, âdeta kendi mallarıyla başbaşa bırakmışlardır. Bu, şüphesiz biraz
önce de işaret ettiğimiz gibi, yetim malt yemek korkusundan neşet eden bir davranıştı
ve yetimleri kendi hallerine bırakmayı-da kendilerine yakıştıramıyorlardı.
Hâ-sılı yetimler hakkında nasıl hareket edeceklerini büemiyen kimselerin sıkıntısı
içinde Hazret-i Peygamber'e başvuruyorlar ve bir hal çaresi arıyorlardı ki,
Allah Ta'âlâ, bu konuda da onlara yol gösteren âyetini indirmiş ve yetimleri
başı boş birakmanin değil, fakat onlarla ilgilenip hallerini ıslâh etmenin daha
hayırlı olduğunu bildirmiştir. Zira hiçbir yakını bulunmayan yetimlerin, gerek
terbiye ve ahlâk yönünden yetiştirilip hayırlı birer insan yapılmaya ve gerekse
mallarını ziyan olmaktan korunarak onlara gelir getiren hayırlı bir işte
kullanılmaya ihtiyaçları vardır. Keza onlar, din kardeşleri olmaları
itibariyle, onlarla beraber olmaktan ve beraber yeyip içmekten çekinilecek bir
taraf da yoktur. Fakat bu beraberliği, yetim malının üstüne oturmak, ondan bu
yönden faydalanmak ve neticede onun malını yeyip tüketmek için vesile kılanlar
olursa, Allah bu gibileri ve onların yetimler hakkında besledikleri kötü niyeti
elbette bilir.
İşte, Ailah Ta'âlânın
yetimler hakkındaki bu hükmü, müslümanlar için son derece büyük bir nimettir.
Zira Allah dileseydi, hükmünü daha da ağırlaştırır ve mü'minlerin altından
kalkamıyacaklan bir hüküm getirirdi. Meselâ onlarla beraber olmaya, birlikte
yeyip içmeye, onların yiyeceklerinden de bir lokma bile yemeye izin vermez,
fakat onların tahsil ve terbiyelerini, mallarının korunmasını,
nemalandırılmasını ve yapılması güç gelecek daha bir çok işleri müslümanlara
yüklerdi. Oysa Allah Ta'âlâ Azlz'dir; yegâne kuvvet ve kudret sahibi O'dur.
O'nun dilediği şeyi emretmesine, yapmasına ve yaptırmasına hiç bir kuvvet
engel olamaz; O'na galip gelemez. O, aynı zamanda hikmet sahibidir; yapılmasını
emrettiği her şeyde insanların kolayca anlayamıyacakları bir hikmet vardır. Şu
varki, onun değişmeyen sünneti, bütün şeriatını, bütün emir ve yasaklarını,
kullarının hayır ve menfeatına uygun kılacak bir şekilde tecellî etmiş ve
kulları için dâima kolay olan yolu seçmiştir. Bu sebeple yetîmi, bir evin
kardeşlerinden biri saymış ve kardeşlere gösterilen yakınlığın aynen ona da
gösterilmesini, onlar üzerindeki murakebenin yetîm üzerinde de bulunmasını,
ailenin malına karşı üstlenilen koruma görevinin, yetîm malı için de
üstlenilmesini emretmiştir. Allah, kötü niyetlileri bildiği gibi, şüphesiz, iyi
niyetli olanları da bilir ve onlara bu iyiliklerinden dolayı hak ettikleri
mükâfatı verir,
Yükardaki âyet-i
kerîmelerde içki ve kumar hakkında gelen soruyla Allah yolunda mal sarfı
hakkında gelen sorunun bir âyette birleştirilmesinde müsiümanların ibret
almaları yönünden nasıl bir incelik varsa, yetîm-ler hakkında gelen sorunun,
mal şartıyla ilgili soruya birleştirilmesinde de aynı inceliği görmek
mümkündür. Zira Allah yolunda mal sarfı söz konusu olduğu zaman, ana babadan ve
yakın akrabadan sonra sarfedilecek bu malda hakları olan ilk sınıfın yetimler
olduğuna 215 inci âyette işaret edilmişti. Buna göre Allah Ta'âlâ, yetimlerle
beraber olmaya onlarla birlikte yeyip içmeye ve onların durumlarını gerek
manevi yönden gerekse maddi yönden islâh etmeye izin verirken, müslümanlara,
mallarının ihtiyaçtan fazlasını yetîmler için sarfetmelerini de hatırlatmış
olmaktadır.
Allah Ta'âlâ
yukarıdaki âyet-i kerîmeler'de, içki, kumar, Allah yolunda mal sarfı ve
yetîmler hakkındaki hükümlerini beyan ettikten sonra, bir ailenin kuruluşunda
temel unsurlardan biri sayılan eş seçimi, karı ve kocanın üzerinde titizlikle
durmaları gereken kadın halleri, karı koca münasebetleri, boşanma, boşanmanın
getirdiği sorumluluklar, kocası ölen kadınların durumları ve bunun gibi, bir
âiieyle ilgili hükümleri bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [101]
221. (Ey mü'minler!)
İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mü'min bir câriye, hoşunuza gitse
bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü'min kadınları) îman etmedikçe müşrik
erkeklerle evlendirmeyin. Mü'min bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir
müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) Cehennem'e çağırırlar; Allah ise,
izniyle, Cennet'e ve mağfirete davet ediyor. îşte, Allah, düşünüp ibret
alsınlar diye, âyetlerini insanlara böyle açıklar.
222. (Ey Muhammedi)
sana hayzı (âdet halini) soruyorlar. (Onlara) de ki: O bir ezadır. Hayiz.li iken
kadınlardan uzak durun ve temizlenmedikçe onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri
zaman, Allah'ın size emrettiği şekilde onlara yaklaşın. Allah, şüphesiz,
tövbe edenleri sever; temizlenenleri de sever.
223. Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Bu
sebeple tarlanıza dilediğiniz'şekilde yaklaşın. Kendiniz için (gelecekte
faydasını göreceğiniz iyi ameller)
sunun. Allah'tan sakının ve
bilin ki, O'na mutlaka kavuşacaksınız.
(Ey Muhammedi) Mü'minleri
müjdele.
224. Yeminleriniz sebebiyle iyilik yapmanıza,
(kötülükten) sakınmanıza ve insanlar arasını bulmanıza Allah'ı engel kılmayın.
Allah, hakktyle işiten, hakkıyle
bilendir.
225.Allah, kasıdsız
yeminlerinizden dolayı sizi ayıplamaz; fakat kalplerinizin kas-dettiği yeminden
dolayı ayıplar. Allah Gafurdur, Halîm'dir.
226. Kadınlarına
yaklaşmamaya yemin edenlerin dört ay beklemeleri gerekir. Eğer
(yeminlerinden) dönerlerse, şüphesiz Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.
227. Eğer boşanmaya
karar verirlerse Allah, şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
228. Boşanmış kadınlar, kendi başlarına üç hayız
(veya temizlik) süresi beklerler. Eğer onlar, Allah'a ve âhıret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın
rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri onlara helâl olmaz. Fakat
kocaları, eğer barışmak isterlerse, bu süre içinde onları geri almaya daha
lâyıktırlar. Kocalarının onlar
üzerinde hakları olduğu gibi, onların da kocaları üzerinde belli hakları
vardır; fakat erkekler, onlar üzerinde bir üstünlük derecesine sahiptirler.
Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir.
229. Boşanmak iki defadır. Sonrası ya bilinen
usûlde tutmak, ya da iyilekle salıvermektir.
Kadınlara (mehir olarak)
verdiğiniz şeyi, -kadın erkek Allah'ın çizdiği hududu ihlâl etmekten
korkma-dıkça geri almanız size helâl olmaz. Fakat onların, Allah'ın çizdiği
hududu ihlâl etmelerinden korkarsanız, bu takdirde, kadının kocasına verdiği
fidyede, ikisi üzerine bir günah yoktur. Bunlar, Allah'ın hudûdur; onu tecavüz
etmeyin. Kimler Allah'ın hududunu
tecavüz ederse, işte zâlim olanlar onlardır.
230. Erkek karısını
(üçüncü defa) boşarsa, artık o kadın, başka bir eşle evlenmedik-çe, ilk
kocasına helâl olmaz. Eğer bu eş, onu boşarsa, Allah'ın hududunu koruyacaklarını
zannettikleri takdirde, biri-birlerine dönmelerinde herhangi bir günâh yoktur.
Bunlar, Allah'ın bilen kimseler için açıkladığı hudududur.
23L Kadınları
boşadığınız, onlarda ıddetle-rinin sonuna vardıkları zaman, onlan ya güzellikle
tutun; ya da güzellikle bırakın. Fakat onları eziyet edip zarar vermek için
tutmayın.Kim bunu yaparsa, kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın âyetlerini
eğlence edinmeyin. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini, öğüt vermek için size
indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayın; Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her
şeyi hakkıyle bilendir.
232. Kadınları boşadığınız, onlar da ıddetle-rinin
sonuna vardıkları zaman, aralarında meşru bir sûrene anlaştıkları takdirde,
eşleriyle evlenmelerine engel olmayın. İşte, içinizden Allah'a ve âhıret
gününe îman etmiş olanlara bununla öğüt veriliyor. Bu, sizin için daha faydalı
ve daha temizdir. (Bunları) Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz-
233. Analar, emzirmeyi tamamlatmak isteyen
kimseler için, çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Anaların bilinen usûlde yiyecekleri
ve giyecekleri, çocuk babalarına aittir. Bir insana takati dışında (bir şey)
yüklenemez; ne ana, çocuğu yüzünden, ne de baba çocuğu yüzünden zarar görmelidir.
Vârise de aynısı düşer. Eğer ana ve baba, görüşerek ve anlaşarak (çocuğu memeden)
kesmeyi dilerlerse,
üzerlerine herhangi
bir günah yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (sütanneye) emzirtmek isterseniz,
bilinen miktarda verdiğiniz (emzirme ücretini) teslim ettiğiniz takdirde,
üzerinize herhangi bir günah yoktur. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah,
yaptıklarınızı, şüphesiz, hakkıyle görendir.
234. İçinizden ölenler
ve geride bıraktıkları zevceler, kendi başlarına dört ay on gün beklerler. Sürelerini
doldurdukları zaman, kendi başlarına bilinen bir surette yaptıkları
şeylerden dolayı sizin üzerinize bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan
hakkıyle haberdârdır.
235. Böyle kadınlara kapalı bir şekilde evlenme
isteğinizi belli etmenizde, yahut içinizde bu isteği beslemenizde üzerinize
herhangi bir günah yoktur. Allah, sizin, onları düşündüğünüzü bilmektedir. Fakat onlara maruf söz
söylemeniz dışında, onlarla gizlice sözleşmeyin; belli süre de dolmadıkça
nikâh akdine kal-kısmayın. Bilin ki Allah, içinizdekini şüphesiz bilir; Bu sebepten
(böyle davranışlardan) sakının ve şunu da bilin ki, Allah, şüphesiz, Gafûfdur,
Halîm'dir.
236. Kendileriyle temas etmeden ve mehirle-rini
belirlemeden kadınları boşamışsa-nız, üzerinize herhangi bir günah yoktur.
Zengin olanlara güçleri nisbetinde, fakir olanlara da yine güçleri nisbetinde,
bilinen ölçüler içinde ve iyilik yapanlara bir borç olmak üzere onları mal
yönünden faydalandırın.
237. Ve eğer onlarla temas etmeden onlan
boşamışsanız, ve onların mehirterini de tayin
etrnişseniz> onların bağışlaması yahud nikah akdini elinde tutan
(kocanın bağışlaması dışında, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlara aittir.
Fakat (mehi-ri) bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki bağı unutmayın.
Allah, şüphesiz, yaptıklarınızı hakkıylc görendir.
238. Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin;
huşu içinde Allah için namaza durun.
239. Fakat (bir
tehlikeden) korkmuşsanız, yaya veya bir şeye binmiş olarak da kılın. Tehlikeden
emin olduğunuzda ise, Allah'ı, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi
zikredin.
240. İçinizden ölenler
ve geride zevceler bırakanlar, evlerinden çıkarmaksızın zevcelerine bir yıla
kadar faydalanacakları mal vasiyet
etsinler. Fakat kendileri çıkmışlarsa,
kendi başlarına yaptıkları meşru
işlerden dolayı, üzerinize herhangi
bir günah yoktur. Allah Azîz'dir, Hakim'dir.
241. Boşanmamış kadınlar için de, Allah'tan
sakınanlara borç olmak üzere maruf surette faydalanacakları bir mal olmalıdır.
242. İşte Allah, akıl edip düşünesiniz diye
âyetlerini böyle açıklar.
Yukarıdaki âyet-i
kerîmeler, bir ailenin kuruluşu sırasında ve kurulduktan sonra, erkek ve
kadının dikkat etmeleri ve üzerinde titizlikle durmaları gereken hususlarda
Allah Ta'âlâ'nın emir ve yasaklarından oluşan hükümlerini bildirirler.Hangi
müessese olursa olsun,o müessesenin sağlam ve devamlı olabilmesi, onun, her
şeyden önce, sağlam temeller üzerine oturtulmuş olması şartına bağlıdır.
Temelleri çürük olan bir kuruluşun uzun süre ayakta durabilmesi mümkün
değildir. Bir kuruluş olarak aile de böyledir: Sağlam ve devamlı olabilmesi,
aileyi ilk anda teşkil edecek olan kan ve kocanın sağlam temellere dayalı bir
evlilik yapmalarıyla mümkündür. Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerde,
mü'min bir erkeğin mü'min bir kadınla, mü'min bir kadının da keza mü'min bir
erkekle evlenmesini, sağlam bir aile kuruluşunun ilk şartı olarak
zikretmiştir. Aile içinde yetişecek ve dolayısıyle toplumu teşkil edecek olan
yeni neslin İmanlı ferdlerden oluşmasının şartı budur.
Ailenin kuruluşundan
sonra, karı ve kocanın evlilik münasebetlerinde dikkat etmeleri gereken husus,
kadının hayızlı olduğu zamanlarda, temizleninceye kadar, biribirierinden uzak
durmalarıdır. Zira evlilik, kadın ve erkek için şehevi duyguların tatmininden
de öte, ulvi gayelerle meydana getirilen bir birleşmedir ve bu gayeyi, hem
kadın için, hem de aile için zararlı olabilecek davranışlarla zedelememek
gerekir.
Bazan karı koca
arasında bir geçimsizlik çıkması ve bu geçimsizliğin boşanmaya kadar varması
mümkündür. Bazan erkeğin karısına yaklaşmamaya yemin ettiği de olur. Önce şunu
hatırdan çıkarmamak gerekir ki, yapılacak hayırlı bir işi yapmamak için
sarfedilen yeminler, Allah'ı o işi yapmaya engel kılmak manâsına gelir ki,
böyle yeminlerden sakınmak gerekir. Bu sebeple, karısına yaklaşmamak için yemin
eden bir erkek, ya dört ay beklemek zorundadır ki, bu bekleyiş, erkeğin
boşanmaya kesin kararlı olduğuna delâlet eden ve dört ayın bitiminde boşanmayı
fiilen meydana getiren bir bekleyiştir; yahut dört ayı doldurmadan keffâretini
ödeyerek yemininden döner; bu dönüş de, karı kocanın barışma alâmetidir.
Eğer erkek karısını
boşamış ise, gerek kadının bekleme süresi ve gerekse nafakası yönünden her
ikisi üzerine düşen görevler vardır ve bu görevlerin ifasında gösterilecek
titizlik, Allah'a ve âhıret gününe İmanın tabii sonucudur. Bu arada evli
çiftlerin yeni doğmuş çocuklarının emzirilmesine, kocası ölmüş kadınların
bekleme sürelerine ve bunların başka bir erkekle evlenme durumlarına âit
hükümleri de gözden uzak tutmamak gerekir.
Kısaca özetlemeye
çalıştığımız bu âyet-i kerimelerle Allah Ta'âlâ, cemiyetin küçük bir kısmını
teşkil eden ve aile denilen kan koca ve çocuklardan müteşekkil bir kuruluşun
işleyişinde, her zaman ve her yerde çfkabilecek meselelere çözümler getirmiş,
bazan itikada, bazan da ibadetlere temas ederek bu çözümlere bir ibadet
hüviyeti kazandırmıştır. Bu sebepledir ki aile, İslâm dininde mukaddes bir
kuruluş olmuş ve bu kudsl-ligin zedelenmesi, Allah'ın hiçbir surette hoşnucl
olmadığı işler arasında yer almıştı. Yine bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, onun
daha ilk kuruluşunda, kadın olsun erkek olsun, bütün müslümanları eş seçiminde
uyararak şöyle buyurmuştur: [102]
221. (Ey Mü'minler!)
İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mü'min bir câriye, hoşunuza gitse
bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü'min kadınları) îman etmedikçe müşrik
erkeklerle evlendirmeyin, Mü'min bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir
müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) Cehennem'e çağırırlar; Allah ise,
izniyle, Cennet'e ve mağfirete davet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret
alsınlar diye, âyetlerini insanlara böyle açıklar.
221 Allah Ta'âlâ bu
âyet-i kerimeyle, erkek olsun kadın olsun, hür olsun köle olsun, bütün mü'min
ve müslüman olanlara, müşrik veya kâfir olan kadın ve erkeklerle evlenmeyi
yasaklamışdır. Müşrik olan kadın veya erkek, gerek güzellikleri ve gerekse
zenginlikleri sebebiyle müslüman erkek ve kadınların hoşlarına gitseler bile
onlarla evlenmek doğru değildir; Allah'ın açık ve kesin emrine karşı gelmek,
O'na isyan etmektir. Bu sebeple, müslüman bir erkeğin, müslüman bir câriye ile
evlenmesi, hem hür olan ve hem de güzelliği, zenginliği ve erkekleri cezbeden
diğer halleriyle hoşa giden müşrik bir kadınla evlenmesinden hayırlıdır.
Hazret-İ Peygamber,
Buhâri ve Müslim tarafından da nakledilen bir hadîsinde, bir kadınla ancak dört
meziyeti dolayısıyle evlenildiğine işaret ederek, bunların, kadının malı, soyu,
sopu, güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da «sen kadının dindar
olanını al» buyurmuştur [103]
İbn Mâce tarafından
nakledilen bir hadisinde İse, şöyle demiştir: «Kadınlarla güzellikleri
dolayısıyle evlenmeyin; mümkündür ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder;
mallan dolayısıyle de evlenmeyin; mümkündür ki, malları da onları size karşı
isyana sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısiyle evlenin. Dindar olan
siyahi bir câriye,
diğerlerinden üstündür». (Hadis için bkz. ibn Mâce, sunen,l.572 Müşrik,
Allah'a, Peygamber'e ve kitab'a inanmayan ve bunların var-iığını inkar eden
kimse demektir. Buna göre, ister erkek olsun ister kadın olsun, müşrik oldukları
takdirde ve iman etmedikçe bunlarla evlenmeyi, onlara kız vermeyi veya onlardan
kız almayı, âyet-i kerime yasaklamıştır. Kısacası, evlenme yoluyla müsiümanlann
müşriklerle yakınlık kurmaları haram kılınmıştır.
Ancak âyet-i
kerlme'de, sadece müşriklerden söz edilmiş, fakat ya-hudl ve hıristiyan gibi
Allah'ın varlığına, birliğine, kendi Peygamberlerine ve kendi kitaplarına
inanan, yahut inanmaları gereken kitap ehlinden söz edilmemiştir. Buna göre,
kitap ehlini, âyet-i kerimenin müşriklerle evlenmeyi haram kılan hükmünden
ayrı tutmak ve onların durumunu ayrı mütâlâa etmek gerekir. Zira Kur'ân-ı
Kerlm'de, meselâ Bakara sûresinin 105, Beyyine sûresinin 1 inci âyetlerinde de
görüldüğü gibi, kitap ehli ve müşrikler ayrı ayrı zikredilmiş, fakat kitap
ehlinden müşrik adı altında hiç bahsedilmemiştir. Mâide sûresinin 5 inci
âyetinde ise, kitap ehlinden olan kadınlarla müslüman erkeklerin evlenmelerine
izin verilmiş ve «...sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden hür ve
iffetli kadınlarla, mehirlerini verdiğiniz takdirde, namusluca, zina etmeden
ve dost edinmeden onlarla evlenmeniz size helâl kılındı» buyurulmuştur.
Kitap ehlinden olan
kadınlarla evlenmek hususunda gelen bu kolaylığın sebep ve hikmeti, dinlerinin
İslâm'a yakın olması ve İslâm'daer-Rkâlu kavvâmûne ale'n-nisâ (erkekler
kadınlar üzerinde hakimdirler) (Nisa sûresi, 33) prensibinin değişmez
ağırlığıdır. Erkeğin aile içerisindeki hâkimiyeti, kitap ehlinden olan ve
inancı İslâml inanca yakın bulunan eşinin İslâm'a girmesine ve müslüman
olmasına yardım eder. Şüphesiz onu, zorla, tehditle ve dayakla değil, fakat
sevgiyle şefkatle ve iyi muameleyle ikna ederek İslâm'a yaklaştırması, ondan
olacak çocuklarını da, kitap ehlinin inancına göre değil, İslâml inanca göre
yetiştirmesi, erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyetinin eseri olmak gerekir.
İşte, yukarıda işaret
ettiğimiz Mâide sûresinin 5 inci âyetinde müslüman bir erkeğin kitap ehlinden
olan bir kadınla evlenmesine verilen ruhsatı bu manâ içinde değerlendirmek
icabeder. Buna göre, pısırık olan ve karısının hâkimiyeti altına girerek, onun
baskısıyle kendi dinini bile ihmal edebilecek, çocuklarına da İslâml terbiye
vermekten âciz kalacak olan müslüman bir erkeğin bu ruhsattan faydalanması ve
kitabi bir kadınla evlenmesi mümkün değildir.
Müslüman bir kadının
kitap ehlinden olan bir erkekle evlenmesine gelince, hiçbir müslümanın tereddüt
etmiyeceği bir şekilde, sünnet ve icmâ iie haram kılınmıştır. Müslüman erkeğin
kitabî bir kadınla evlenmesine verilen ruhsatta illet olan erkeğin kadın
üzerindeki hâkimiyeti prensibi, müslüman kadının kitabî erkekle evlenmesindeki
hürmetin de illetini teşkil eder. Başka bir ifadeyle, erkeğin hâkimiyeti nasıl
müslüman erkekle kitabi bir kadının evlenmesine izin verilmesine sebep olmuşsa,
yine aynı sebeple müslüman kadının kitabî bir erkekle evlenmesi haram
kılınmıştır. Çünkü erkek, hâkimiyeti dolayısıyle müslüman karısını kendi dînine
döndürebilir ve çocuklarını da kendi dîni üzere terbiye edebilir.
Burada şu hususa da
işaret etmek gerekir ki, Kur'ân-ı kerîm'de müşriklerden ayırt edilen kitap
ehli, Allah'ın varlığına, birliğine inanan ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan
yahudî ve hıristiyanlardır. Kitap ehlinden görünüp de Allah'ı inkâr edenlerin,
yahut O'nunla birlikte başkalarını kendilerine Rab edinenlerin müşriklerden farkı
yoktur. Bu inançtaki kadınlarla evlenmek de müşrik kadınlarla evlenmek
gibidir.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'de, müslüman erkek ve kadının müşriklerle
evlenmelerinin haram kılınışındaki sebebe de işaret ederek «müşrikler sizi
Cehennem'e çağırırlar; Allah ise, izniyle Cennet'e ve mağfirete davet ediyor»
buyurmuştur. Filhakika müşrikler, söz ve fiilleriyle, Allah'a olan
inançsızlıklarını ortaya koymaktan ve zihinleri bulandırıp kalplere şüphe
sokmaktan çekinmezler. Evlilik bağıyle aile içerisine girmiş bir müşriğin âüe
ferdlerine yapacağı tesir son derece büyüktür. Bu sebeple onun tesiri altında
kalmış bir kimsenin gideceği yer de Cehennem'den başkası değildir.
Halbuki Allah,
insanları Cennet'e ve mağfirete davet etmekte ve onlara, kendilerini Cennet'e
götürecek olan yolu göstermektedir. Buna göre, müşriklerin gösterdikleri yolla
Allah'ın gösterdiği yol arasında tam bir zıtlık vardır ve bu sebepten Allah'ın,
kendi yolunda giden mü'min bir kulunun, müşrikle evlenmesine izin vererek onun
yoluna girmesini kolaylaştırması elbette mümkün değildir.
İşte Allah Ta'âlâ,
dîninin hükümlerini, bu hükümlerin sebeplerini ve insanlaçaolan faydalarını bu
şekilde açıklar. Akıl sahipleri, bunlar üzerinde durup düşündükleri zaman,
getirilen hükümlerin, insan yaratılışına ne kadar uygun olduklarını anlamakta
güçlük çekmezler, ve onları tam bir teslimiyetle kabul ederler. Bu, Allah'ın
kullarına olan rahmetinin genişli-ğindendir.
Allah Ta'âlâ, eş
seçiminde kadın erkeK butun muslumaniarı uyardıktan ve kurulacak ailenin
sağlam İslâmî temeller üzerine oturması için müşriklerle evlenmeyi haram
kıldıktan sonra, hayız denilen ve kadınların ay haline delâlet eden durumları
hakkında, Hazret-i Peygamber'e yöneltilen bir soruyu cevaplandırmış ve şöyle
buyurmuştur: [104]
222. (Ey Muhammedi)
Sana hayızı (âdet halini) soruyorlar. (Onlara) de ki: O bir ezadır. Hayızlı
iken kadınlardan uzak durun ve temizlenmedikçe onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah'ın sîze
emrettiği şekilde onlara yaklaşın.
Allah, şüphesiz, tövbe edenleri sever; temizlenenleri de
sever,
223. Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Bu
sebeple tarlanıza dilediğiniz şekilde yaklaşın. Kendiniz için (gelecekte
faydasını göreceğiniz iyi ameller)
sunun. Allah'tan sakının ve
bilin ki, O'na mutlaka kavuşacaksınız.
(Ey Muhammedi) Mü'minleri
müjdele.
222 Hakkında Hazret-i
Peygamber'e soru yöneltilen mahîz veya hayız lugatta akıntı manâsına gelir.
Şerîat dilinde ise, belirli zamanlarda ve belirl sürelerde kadınların
rahimlerinden akıntı halinde gelen kandır ki, rahmin hayatiyetine, sıhhatine ve
akıntının kesildiği süre içinde çocuk yapabilecek bir istidatta bulunduğuna
delâlet eder.
Câhiliye devrinde
araplar ve kitap ehlinden olan yahudîler, kadınlarır hayız gördükleri günlerde
onlardan uzak dururlar, aynı sofraya bile birlikte oturmazlardı. Tevrat'ın
Levililer (15/19) bölümünde şu ibareler görülür «Ve eğer bir kadının akıntısı
olur ve bedeninde akıntısı kan olursa, yedi gür murdarlığında kalacak; ve ona
her doKunan akşama kadar murdar olacak tır. Ve murdarlığında üzerinde yattığı
her şey murdar olacak; üzerinde oturduğu her şey de murdar olacaktır. Ve onun
yatağına dokunan he adam esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kadar
murda olacaktır. Ve kadının üzerinde oturmakta olduğu herhangi bir şeye doku
nan her adam esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kada murdar
olacaktır. Ve kadının oturmuş olduğu yatak, yahut herhangi bir döşek üzerinde
bir şey olursa, adam o şeye de dokunduğu zaman akşama kadar murdar olacaktır.
Ve eğer adam onunla yatarsa ve kadının murdarlığı ona bulaşırsa, yedi gün
murdar olacak ve üzerinde yattığı her yatak murdar olacaktır».
Yahudilerin hayizlı
kadına karşı takındıkları bu aşın derecedeki tavrın aksine Hıristiyanlar, bunu
hiç önemsemiyorlar, yahut onlar da aşırı derecede kolaylığa meylediyorlardı.
Müslümanlar Medine'ye hicretten sonra yahudtleri de yakından tanıyınca, kitap
ehlinden bu İki din mensuplarının hayızlı kadınlara karşı takındıkları bu
farklı davranışı anlamakta güçlük çekmemişlerdi. Diğer meselelerde olduğu gibi
bunun da sebebini araştırıyorlar ve zaman zaman Hazret-i Peygamber'e gelerek
durumu O'na soruyorlardı. Zira kendilerinin de hayızlı kadınlar karşısında
Allah'ın emrine uygun bir davranışları olması gerekirdi. Müslim ve diğer Sünen
sahiplerinin naklettikleri bir hadis, bu meseleye ışık tutar: «Enes İbn Mâlik
der ki: Yahudiler, içlerinde bir kadın hayız olduğu zaman, o kadınla beraber
yemek yemezler ve evlerde onunla bir yere gelmezlerdi. Hazret-i Pey-gamber'in
ashabı da hayız meselesini kendisine sordular. Bunun üzerine Allah Ta'âlâ, sana
kadınların ay halini soruyorlar âyetini indirdi. Bundan sonra Hazret-i
Peygamber, ashabına, cinsi münâsebet dışında hayıztı kadınlarla her şeyi
yapabilirsiniz, buyurdu».
[105]Hadîs kitaplarında, Hazret-i Peygamber'in hayızlı
zevceleriyle cinsi münasebet dışında, normal münâsebetlerini nasıl sürdürdüğünü
gösteren bir çok hadîs nakledilmiştir. Bunlar, yahudllerin ve câhiliye
araplarının hayızlı kadınlardan uzaklaşmak hususundaki inanç ve tatbikatlarının
yanlışlığını göstermek için birer ders mahiyetindedir ve böyle değerlendirilmeleri
gerekir. Nitekim bu inancın tesiri altında aynı çekingen davranışı gösteren
Ummu'i-Mu'rninln Hazret-i Aişe'nin bir Hadisini, sadece bir örnek olarak
zikredebilirz: «Rasûllullah (s.a.s.) mescidden seccadeyi bana alıver, dedi. Ben
de hayızlı olduğumu söyleyince, onu bana alıver; hayız senin elinde olan bir
şey değil, buyurdu»[106]
Allah Ta'âlâ hayız
hakkında Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruya, önce onun bir eza olduğunu
bildirerek cevap vermiş, sonra da hayızlı iken kadınlardan uzak durmayı ve
temizlenmedikçe onlara yaklaşmamayı
emretmiştir. Hayızın
eza olması, hayızlı haldeyken kadına yaklaşmanın ezaya ve zarara sebep olması
dolayısıyledir. Her ne kadar erkek, bu ezadan salim kalmış olsa bile, kadının
her zaman salim kalması mümkün olmayabilir ve erkeğin kadına hayızh iken
yaklaşması, kan ifraz etmekte olan organları rahatsız eder ve bazı hastalıklara
da sebep olabilir. Fakat Allah Ta'âlâ, ezâ tabiriyle murad ettiği manâyı
şüphesiz en iyi bilendir ve bu ağır sebebe istinaden hayızlı kadına
yaklaşmamayı, yani onunla cinsi münâsebette bulunmamayı emretmiştir. Allah'ın
kullarına yapılmasını emrettiği veya yapmaktan nehyettiği her şeyde şüphesiz
onların menfeatı vardır. Zira Allah Ta'âlâ, faydası olmayan hiçbir şeyi
emretmediği gibi, zararsız bir şeyi de yasaklamamıştır.
Ayet~i kerîme'de
haytzlı kadına yaklaşmayı yasaklayan emirden sonra, temizlenmek şartına bağlı
olarak bu yasak kaldırılmış ve «temizlendikleri zaman, Allah'ın size emrettiği
şekildeoniarayakiaşın» buyurulmuş-tur. Buna göre, kadının akıntısı kesildikten
ve yıkanıp temizlendikten sonra, artık normal karı koca münâsebetlerini devam
ettirmekte hiçbir mahzur yoktur. Zira karı koca arasındaki bu cinsi münâsebet.
Allah'ın kadın erkek bütün insanlara yaratılıştan bahşettiği cinsi temayülün
tabii bir neticesidir. Eğer kadınla erkeği biribîrlerine yaklaştıran bu temayül
bu-lunmasaydı, ne ikisinin btraraya gelmesi, ne evlilik ve ne de çocuk doğurma
meşakkatine katlanma diye bir şey olur; bunun neticesi ise, insan nesli vücut
bulmazdı. Bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ; kadın erkek arasında yarattığı bu
cinsi temayülün, âyet-i kerime'de, neslin devamını sağlayacak olan tabii bir
birleşmeyle izhar edilmesini ve kadına arkadan yaklaşılmamasını emretmiştir.
Bununla beraber, şehvetine kapılıp eşlerine hayızlı iken veya tensül organını
bırakıp arkadan yaklaşanlar, işledikleri bu günâhtan tövbe ederlerse, Allah
şüphesiz tövbe edenleri sever ve onların tövbelerini kabul eder. Keza Allah
Ta'âlâ, hayızh olan, yahut pislik bulunan yerlerden uzak durup kendilerini
temiz tutanları, yahutta kirlettikten sonra tövbe edip temizlenenleri de sever. [107]
223 Allah Ta'âlâ,
hayızh kadınların halini açıkladıktan ve ancak temizlendikten sonra eşlerinin
onlara yaklaşmalarını emrettikten sonra, neslin devamını sağlamak manâsında
gelen bu yaklaşmaya daha çok açıklık kazandırmak için ikinci âyeti indirmiş ve
bunu, insanın ziraat maksadıyle tarlaya girişine benzeterek, «kadınlarınız
sizin için bir tarladır. Bu sebeple, tarlanıza dilediğiniz şekilde yaklaşın»
buyurmuştur. Filhakika tarla, bir insanın, hiç olmazsa bir sene boyunca
ihtiyacı olan sebze, meyve ve hububatı ekip bıçtıgı, veya mansuıunu aıatgı oır
yeraır. Kadın da erkeği için bir tarla gibidir. Bu sebeple ona, sadece şehevi
arzularını tatmin etmek için değil, fakat hayırlı evlâd yetiştirip neslini
devam ettirmek için dilediği şekilde yaklaşması gerekir. Zira insan için,
ölümünden sonra arkasından hayır duâ edecek bir evlâd yetiştirmesinden daha
güzel ve daha hayırlı başka bir amel yoktur. İnsan, sağlığında ancak böyle bir
evlâd yetiştirdiği zaman, âyet-i kerime'de de emredildiği gibi, âhırete
göçmeden önce kendisi için hayırlı bir amel takdim etmiş, yahut böyle bir
amelin âhırette faydasını göreceği sevabını hazırlamış olur.
O halde, mü'minierin
böyle hayırlı bir gaye ile hareket ederken, önce eş seçiminde dikkatli olmaları
ve çocuklarına iyi terbiye veremiyecek eşler seçmekten, hayızlı kadınlara
yaklaşmaktan ve sırf şehevî arzularını tatmin için uygunsuz yaklaşımlara
girişmekten sakınmaları ve Allah'tan korkmaları gerekir. Ve şunu da
unutmamaları gerekir ki, bir gün nasıl olsa Allah'a mülâki olacaklar ve O'nun
emirlerine muhalefet etmişlerse, bu muhalefetin cezasını çekeceklerdir. O'nun
emirlerine muhalefet etmiyenier ve çizdiği hududu tecavüze yeltenmiyenler ise,
dünya ve âhtret saadetine muhakkak kavuşacaklardır. O halde, ey Muhammed, işte
böyle mü'minlere sahip olacakları bu mükâfatı şimdiden müjdele.
Allah Ta'âlâ, bu
âyet-i kerîmeler de, müslümanlan evlenmek için eş seçiminde dikkatli olmaya,
evlendikten sonra kart koca münâsebetlerinde özellikle haram olan
davranışlardan sakınmaya ve nezih, terbiyeli, Allah'ın koyduğu hududa saygılı
bir aile hayatı sürmeye davet ettikten sonra, bir kaç âyet ileride bu konuya
tekrar dönmek üzere ve bilinmesinde fayda bulunması sebebiyle, yeminle ilgili
bazı hükümleri zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
[108]
224. Yeminleriniz sebebiyle iyilik yapmanıza,
(kötülükten) sakınmanıza ve insanlar arasını bulmanıza Allah'ı engel kılmayın.
Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
225. Allah, kasıdsız yeminlerinizden dolayı sizi
ayıplamaz; fakat kalplerinizin kas-dettiği yeminden sorumlu tutar. Allah,
Gaför'dur, Halim'dir.
226. Kadınlarına
yanaşmamaya yemin edenlerin dön ay beklemeleri gerekir Eğer (yeminlerinden)
dönerlerse, şüphesiz, Allah Gafür'dur, Rahim dır. 2 7 7 Eğer boşanmaya karar
verirlerse, Allah, şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
224 Lugatta sağlam ve
kuvvetli manâsına gelen yemin, sağlamlığa ve kuvvete delâlet etmesi
dolayısıyle, sağ el manâsında da kullanılmıştır. Şeriat dilinde ise, bir şeyi
yapıp yapmamak, veya bir şeyin olup olmadığı hususunda Allah'ı şâhid göstererek
ve O'nun azametine sığınarak kesin ve doğru söylediğini ifade etmekten
ibarettir. Meselâ bir kimse, «vallahi şunu yapacağım», yahut
«vallahiibunu«yapmıyacağım» dediği zaman, «Allah şahidim olsun ki, veya Allah'a
söz vererek söylüyorum ki, şunu yapacağım», yahut yapmıyacağım» manâsını ifade
etmiş olur ki, artık o kimsenin bu kesin sözünden dönmemesi ve yapacığını
bildirdiği şeyi yapması.gerekir; yapmadığı takdirde günahkâr olur ve günahının
keffâretini ödemesi icabeder.
Ancak, kısaca manâsını
açıkladığımız bu yeminin Allah katında çok büyük önemi vardır ve insanların
bunu gelişi güzel sarfetmekten çekinmeleri gerekir. Özellikle yapılmasında
hayır olan işleri yapmamaya, buna mukabil kötü işleri yapmaya Allah'ı şâhid
göstererek yemin etmek haramdır. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerime'de Allah
Ta'âlâ, «yeminleriniz sebebiyle iyilik yapmanıza, kötülükten sakınmanıza ve
insanlar arasını bulmanıza Allah'ı engel kılmayın» buyurmuştur. Meselâ bir
yoksula sadaka vererek yardım etmek hayırlı bir iştir. Fakat bir kimsenin o
yoksula kızarak «Vallahi ben bu adama sadaka vermiyeceğim» diyerek yemin
etmesi, Allah'ı sadaka vermeye engel kılmak manâsına gelir; çünkü kızgınlığı
geçtikten sonra ona sadaka vermek istese bile, Allah adını anarak ona sadaka
vermiyeceğini beyan etmiş olması, onun sadaka vermesine engel olur. Oysa bu,
Allah'a karşı büyük bir iftiradır; çünkü Allah, sadaka vermeyi dâima emretmiş
fakat hiç kimsenin sadaka vermesine engel olmamıştır. Bunun gibi, yapılmaması
gereken kötü bir işi yapmak için Allah'a yemin etmek, sonra da «ne yapayım;
Allah'a yemînimvar» diyereko kötü işi Allah adına yapmak da, aynı şekilde,
Allah'ı o kötü işten sakınmaya engel kılmak demektir, ve bu da O'na bir
iftiradır. Çünkü Allah, kötülükten sakınmak isteyen hiç kimseye engel
olmamıştır. İşte, insanın Allah'a bu şekilde çirkin iftiralarda bulunmaktan
korunması için, âyet-i kerime'de, hayırlı işleri yapmamak, kötü işleri de
yapmak hususunda yemin etmesi
haram kılınmış ve
«yeminlerinizle Allah'ı engel kılmayın» buyurulmuştur. Taberî, Ebû Bekr'in
Hazret-i Aişe hakkındaki ifk hâdisesine adı karışan Mistâh'a nafaka vermemek
için yemin etmesini âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olarak göstermiştir ki, bu
husus, yukarıdaki tefsiri doğrular.
Ayet-i kerîme'yle bu
çeşit yeminler haram kılınmış olmakla beraber, herhangi bir kimse, hayırlı bir
işi yapmamaya, yahut kötü bir işi yapmaya yemin etmişse, onun, bu yeminden
keffâret ödemek pahasına da olsa dönmesi gerekir. Nitekim Hazret-i Peygamber,
bir hadisinde şöyle buyurmuştur: «Her kim bir şeye yemin eder de yemin ettiği
şeyin gayrisini yemin edilenden daha hayırlı görürse, yemininden keîfâret
versin ve o daha hayırlı olanı yapsın»[109]
Netice olarak, hayırlı
işleri yapmaya, kötü işlerden de sakınmaya, yeminler sebebiyle Allah'ı engel
kılmamak, eğer bu çeşit bir yemin yapılmışsa keffâret verip bu yeminden dönmek
gerekir. Zira Allah Ta'âlâ, kimin ne çeşit sözlerle yemin ettiğini hakkıyle
işittiği gibi, niyetinin ne olduğunu da hakkıyle bilir ve hududunu tecavüz
edenleri cezalandırır. [110]
225 Bazı kimseler
vardır, ağız alışkanlığı sebebiyle konuşmalarında sık sık yemin ederler; fakat
yemin ettiklerinin farkında olmazlar. Bu çeşit yeminler, kasıd olmaksızın
yapılan yeminlerdir. Kalpten çıkmamış, sadece söz olarak ağızdan
dökülmüşlerdir. İşte, ikinci âyette bu çeşit yeminlere işaret edilmiş ve Allah
Ta'âlâ'nın, böyle yeminlerinden dolayı kullarını muaheze etmiyeceği, bu yüzden
onları aytpiamıyacağı bildirilmiştir. Bu sebepledir ki, kasıdsız ve gelişigüzel
sarfedilen bu ç^şit yeminlerden dönüp dönmemek sözkonusu olmadığı gibi,
dönülmüş olsa bile keffâret gerekmez.
Allah Ta'âlâ'nın,
dönüldüğü takdirde ayıpladığı, günâh sayarak dünyada keffâret cezasıyle
cezalandırdığı yeminler, kasda ve niyete dayalı olarak yapılan yeminlerdir.
Bunlar, kalpten çıkıp sözle ifade edilirler; çünkü kasıd veya niyetin barındığı
ve beslendiği yer kalptir. Bu sebepledir ki mü'minlerin bilerek ve kasıdlı
olarak sarfettikleri yeminlerde çok dikkatli olmaları, hem, hayırlı bir iş
yapmaya yeminleri sebebiyle Allah'ı engel kılacaklarını düşünerek, bu çeşit
yeminlerden şiddetle kaçınmaları, hem de kasıdlı olan diğer yemlnleriyle Allah'ı
şâhid göstererek verdikleri sözü yerine getirmeleri gerekir. Eğer herhangi bir
zaruret dolayısıyie kasıdlı yeminden dönecek olurlarsa, dünyevi cezası olan
keffâreti ödemekten kaçınmamalı, günâhından da tövbe istiğfar etmelidirler.
Zira Allah Ta'âlâ Gafûr'dur; ahlâkını ve amellerini ifsad etmiyecek şekilde
kasıdsız ve ağız alışkanlığıyle yemin eden kullarını bağışladığı gibi, kasıdlı
yemin ettikten sonra yeminlerinden dönmek zorunda kalıp keffâret verenlerin
tövbelerini de kabul eder. O, aynı zamanda Hallm'dir: Kullarının sakınmakta
zafiyet
gösterdikleri küçük
günâhlarıneezasını vermekte acele göstermez ve bu sebeple iradeleri dışında
kasıdsız yaptıkları işler dolayısıyie üzerlerine ağır gelecek cezalar yüklemez. [111]
226 Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki ilk iki âyetle, müslümanları yemin hakkında uyardıktan ve onları, bu
konuda kendilerine yetecek kadar bilgi sahibi kıldıktan sonra, daha önce
üzerinde durulan aile meselelerine ve karı koca münâsebetlerine tekrar dönmüş
ve yeminle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin
edenlerin dört ay beklemeleri gerekir. Eğer yeminlerinden dönerlerse, şüphesiz
Allah, Gafûr'dur, Ra-hlm'dir».
Erkeğin karısına
yaklaşmamak üzere yemin etmesi, âyet-i kerimede geçen yu'lûne kelimesiyle ifade
edildiği için bu hâdise, ilâ adiyle tanınmıştır. Karı koca arasında çeşitli
sebeplerden anlaşmazlık çıkması, bazan bu anlaşmazlığın kavga haline dönüşmesi,
bir çok ailede görülen hâdiselerdendir. Bazı aileler bu çeşit anlaşmazlıkları,
sonradan kavgaya dönüşmüş olsa bile, gerek erkeğin ve gerekse kadının olgun
davranışlarıyle ortadan kaldırmaya muvaffak olurlarsa da, bazı aileler, ya
erkeğin, ya kadının yahutta her ikisinin anlayışsız davranmaları sebebiyle
bunda muvaffak olamazlar, ve nihayet devamlı geçimsizlik, karı kocanın
ayrılmasına ve aile müessesesinin yıkılmasına sebep olur.
Ancak, İslâm dininde,
bazı istisnai haller dışında, boşanma kararını vermek, erkeğe tanınmış bir
haktır; onun, karısına kendisini boşadığını bildirmesiyle boşanma fiilen
gerçekleşmiş olur.
Erkeğin karısına
yaklaşmamak üzere yemin etmesi, yani ilâda bulunması, boşama yollarından
biridir. Ancak onun, karısına kendisini boşa-dığını boşama kelimesini
kullanarak bildirmesi halinde boşanma hemen o ânda gerçekleştiği ve her ikisi
de birbirine yabancı iki insan durumuna geldikleri halde, ilâda boşanma hemen
vukubulmaz. Ayet-i kerîme'de de belirtildiği gibi, boşanmanın vukubuiması için,
erkeğin yemininden dön-meksizin dört ay geçmesi gerekir. Dört ay geçtikten
sonra boşanma gerçekleşmiş olur.
Ancak, ilâ, yâni
erkeğin karısına yaklaşmamak üzere yemin etmesi, karı kocanın ayrılması ve
ailenin yıkılması neticesini doğurduğu için, Allah'ın rızasına uygun düşmeyen
davranışlardandır. Bu sebeple ilâyı, 224 üncü âyette de açıkladığımız gibi,
yemin sebebiyle kötülükten sakınmaya Allah'ı engel kılmak manâsında
değerlendirmek gerekir. Buna göre, erkeğin keffâret vererek ilâ yemininden
dönmesi, karısına rahmetle ve şefkatle yaklaşması ve yıkılmak üzere olan bir
yuvayı yıkılmaktan kurtarması, yemininde İsrar etmesinden hayırlıdır, û'iah,
şüphesiz, Gafûr'dur, Rahlm'dir. Ünce Allah'ın rızasına uygun olmayan bir yem
ini sarfetmiş olmaları, sonra da, iyi niyette olsa bile bu yeminden dönmeleri
sebebiyle işledikleri günâhtan tövbe eden kullarını bağışlar, rahmetini onlardan
esirgemez. [112]
227 Bununla beraber,
ilâda bulunan erkekler, dört ay içinde yeminlerinden dönmezlerse, bu takdirde
boşanmaya kesin karar vermiş oldukları anlaşılır ki, dört ayın sonunda
istedikleri bu boşanma fiilen gerçekleşmiş olur. Dört ay tamamlandıktan sonra,
artık kanlarına kendilerini boşadıkla-rını söylemelerine de gerek yoktur. Çünkü
dört ay önceki yemlnleriyle bunu zaten söylemişlerdi.
Şu var ki, yeminle
boşanmaya karar verenlerin ve bu boşanmayı yeminlerinde israr ederek
gerçekleştirenlerin, yaptıkları yemini Allah'ın işittiğini ve kalplerinde
besledikleri niyeti bildiğini asla hatırlarından çıkarmamaları gerekir. Eğer
karılarına yaklaşmamaya, sırf onlara eziyet etmek ve zarar vermek için yemin
etmişlerse, Allah, onların bu niyetlerinden elbette haberdârdır ve onları bu
yüzden cezalandırır. Eğer kanlarını terbiye etmek, Allah'ın emir ve yasaklarına
uymalarını sağlamak maksadıyie yemin etmişlerse, Allah, şüphesiz bur>u da
bilir ve mağfiretini onlardan esirgemez.
Allah Ta'âlâ,
karılarına yaklaşmamaya yemin eden ve yeminlerinde israr ederek dört ayı
dolduran erkeklerle ilgili hükmünü açıkladıktan sonra, boşanmış kadınların
durumunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: [113]
228. Boşanmış
kadınlar, kendi başlarına üç hayız (veya temizlik) süresi beklerler. Eğer
onlar, Allah'a ve âhire t gününe inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığı
şeyi gizlemeleri onlara helâl olmaz- Fakat kocaları, eğer barışmak isterlerse,
bu süre içinde onları geri almaya daha lâyıktırlar. Kocalarının onlar üzerinde
hakları olduğu gibi, onların da kocaları üzerinde belli haklan vardır; fakai
erkekler, onlar üzerinde bir üstünlük derecesine sahiptirler. Allah. Azizdir,
Hakim'dir.
228 Kocaları tarafından
boşanmış olan kadınların, boşanmanın fiilen gerisinden sonra tam manâsıyle
serbest kalıp yeniden evlenebilmeleri için, üç hayız, veya üç temizlik süresi
beklemeleri gerekir. Ancak âyet-i kerlme'nin bu hükmüne tâbi olan kadınlar, hür
olan, hayız gören ve hayız-dan henüz kesilmemiş bulunan kadınlardır. Câriye,
hayız görmeyen küçük yaştaki kız çocukları ve hayızından kesilmiş yaşlı
kadınlar, bu hükmün dışındadır. Zira cariyenin bekleme süresi iki hayız olduğu
için, âyet-i kerlme'nin hükmünden ayrıldığı gibi, hayızdan kesilmiş kadınların
da, hem yeniden evlenme ümidieri azalmış, hem de çocuk sahibi olmaiarı ortadan
kalkmış olduğu için, bu hükümle herhangi bir ilgileri yoktur.
Buna göre, hayız
görmekte olan kadınlar, kocaları tarafından boşandıkları takdirde, kendi
başlarına, yani başka bir erkekle hemen evlenmek-sizin üç hayız, veya üç
temizlik süresi beklemek zorundadırlar. Bu sürenin bazan üç hayız, bazan üç
temizlik süresi olarak ifade edilmesi, âyet-i kerîme'deki kuru (kar'ın çoğulu)
kelimesinin araplar arasında, hem hayız, hem de temizlik manâsında kullanılmış
olaması dolayısıyledir. Bu sebepledir ki, Hanefî ve Hanbelî mezhebleh,
kelimeyi hayız, Mâliki ve Şafii mezhebleri ise, temizlik manâsında almışlar ve
âyet-i kerlme'nin Selâsete kurû'in ibaresine tercih ettikleri manâyı
vermişlerdir.
Kadının boşandıktan
sonra üç hayız görecek sürede beklemesi, karnında, boşandığı kocadan çocuğu
olup olmadığının anlaşılması içindir. Nitekim âyet-i kerîme'de bu hususa da
işaret edilerek, Allah'a ve âhıret gününe inanan kadınlara, Allah'ın
karınlarında yarattığı çocuk veya hayız olarak her ne varsa onu gizlemelerinin
helâl olmadığı bildirilmiştir ki, bundan, üç hayız süresi beklemenin sebep ve
hikmetini kolayca anlamak mümkündür. Zira câhiliye devrinde bir kadın, bazan
kocasından ayrılınca, karnındaki çocuğu gizleyerek bir başkasıyle evlenir,
çocuk doğduktan sonra da onun ikinci kocasından olduğunu ileri sürerdi. Bunun
kötü bir iftira, yalan ve aldatma olduğu açıktır. Allah Ta'âlâ, boşanmış
kadınların böyle bir yalana başvurmalarını önlemek için, önce üç hayız
beklemeleri şartını koymuş, sonra da, «eğer Allah'a ve âhıret gününe
inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığı şeyi gizlemelerinin onlara helâl
olrnıyacağı-nı» bildirmiştir. Bu hitapta, üç hayız süresi içinde hayız görüp
görmediklerini, yahut karınlarında çocuk bulunup bulunmadığını gizleyen
boşanmış kadınlar için şiddetli bir tehdit vardır. Zira Allah'a ve âhıret
gününe inanan ve o günde hesaba çekilip yaptıklarının mükâfatını veya cezasını
göreceğini bilen bir kadın, kocasından ayrılırken, bazı menfeatlar sağlamak
için yalana başvurmaz; hayız görmüşken karnında çocuk olduğunu söylemez; yahut
karnında çocuk varken hayız gördüğünü iddia etmez. Allah'a ve âhıret gününe
olan îmanı, onun bu derece kötübir'yalanabaşvurmasınâ engel olur.
Allah Ta'âlâ, bekleme
süresini böylece açıkladıktan sonra, bu süre içinde erkeklerin ailenin gidişini
düzeltmek istemeleri halinde, boşadıkiarı kadınları yine kendi nikâhları altına
almaya daha lâyık olduklarını beyan etmiştir. Bu, Allah'ın, karı ve kocanın ilk
evliliklerindeki samimiliğin ve temziliğin korunmasına gösterdiği rağbetin bir
tezahürü ve ayrılmak üzere olan eşlere son derece büyük bir lutfudur. Zira
boşanan ve biribirinden ayrılan erkek ve kadınlar, ikinci defa başkalarıyfe
evlenmeye kalkıştıkları zaman, ilk evliliklerindeki gibi kolayca eş bulamazlar;
bulsalar bile, ilk evliliğin saflığını, temizliğini ve heyacanını içlerinde
hissedemezler. Bunun sıkıntısını kadınlar, şüphesiz, erkeklerden daha çok
duyarlar, halbuki ayrılmaya karar vermiş olsalar bile, birbirlerine alışmış
olan ve biribirierinin huylarını yakından tanıyan çiftlerin yeniden biraraya
gelmelerinde, her ikisi için de fayda vardır. Eğer bekleme süresi içinde
kadının hâmile olduğu da anlaşılırsa, bu, erkeğin boşanma kararından daha kolay
vazgeçmesini sağlar. İşte bunları gözönünde bulunduran erkeğin, geçimsizliği
ortadan karldırmak, arayı düzeltmek ve aileyi dağılmaktan kurtarmak maksadıyle
ve bekleme süresi içinde karısına dönmeye hakkı vardır.Fakat onun bu dönüşü,
kadına eziyet etmek ve süresi tamamlandıktan sonra onun baş-kasıyle evlenmesine
engel olmak maksadına dayanırsa, günah işlemiş ve Allah'ın cezasını hak etmiş
olur.
Erkeğin, gerek îlâ ile
ve gerekse sözle karısını boşadıktan sonra, bekleme süresi içinde ona tekrar
dönmesi halinde, onun bu çeşit boşanma fiiline islâm hukukunda talâk-ı rici
denilmiştir ki, süresi içinde karısına rücû (dönme) hakkını elinde bulunduran
ve bu hakkı kullanan erkeğin talâkı manâsına gelir. Bu dönüşte, kadının
görüşünü almak ve evlilik hayatının devamına rızası olup olmadığını sormak şart
değildir.
Erkeğin boşanmaktan
vazgeçip karısına dönmesinden sonra, aile İçindeki geçimsizliğin ortadan
kalkması ve ailenin gerçek saadete kavuşması, karı koca arasında bulunması
gereken sevgi, şefkat ve iyi muameleye bağlıdır. Biribirlerine saygı duymayan,
biribirierinin hukukuna riâyet etmiyen ve biribirlerini sevmeyen karı
kocalardan iyi geçim beklemek çok güçtür. Keza yalnız bir taraftan beklenen
sevgi ve saygının da iyi bir geçim temin etmesi mümkün değildir. Bu sebepledir
ki, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, kart kocanın biribirleri üzerindeki
haklarına işaret etmiş ve her ikisinin de, karşılıklı olarak bu haklara riâyet
etmeleri gerektiğini belirtmiştir. Bu haklar, halk arasında maruf örfe ve
şer'a uygun olan haklardır. Bunlara sahip olma yönünden, karı kocadan birinin
diğerine üstünlüğü yoktur. Her ikisi de eşittir. Ancak bilinen bir gerçektir
ki, çocukları olsun veya olmasın, karı kocadan oluşan bir aile, cemiyetin en
küçük bir topluluğunu teşkil eder ve nerede bir topluluk meydana gelmişse, o
topluluğu idare edecek bîr reîse, veya başkana ihtiyaç duyulur. Aile de bir
topluluk olduğuna göre, onun da bir reisi, bir başkanı olması kaçınılmazdır ve
bu başkan, yaratılış itibariyle kadından daha güçlü, kuvvetli ve daha otoriter
olan, ev dişiyle daha çok münâsebetleri bulunan erkektir. İşte, Ayet-i
kerîme'de, erkeklerde bulunduğuna işaret edilen bir derece üstünlük, onların
sadece aile reisi olmaları yönündendir. Kısacası, sadece idarî vasfı bulunan,
fakat erkeğe, hiçbir surette kadını köte gibi kullanmak, ona tahakküm etmek,
zulmetmek, veya keyfi nasıl isterse öyle muamelede bulunmak hakkı tanımayan
birüstünlüktür. İşte Allah Ta'âlâ, erkeğe verdiği hukukun aynını, bu âyetiyle
kadına da bahşetmiş ve eskiden beri bütün milletlerde hâkim olan «kadını mal
gibi görme» zihniyet ve tatbikatına da son vermiştir. Allah Ta'âlâ'nın gerek
erkek ve kadına ihsan ettiği bu hukukî eşitlik ve gerekse aile içinde erkeğe
verdiği riyaset hakkı, O'nun hikmet sahibi olması ve koyduğu ahkâmın, dâima
kullarının menfeatına olmasını rnurad etmesi dolayısıyledir. Her kim, O'nun
koyduğu ahkâmdan hoşnud olmazsa, O'nun izzetini, rnahlûkat üzerindeki hâkimiyet
ve galibiyetini inkâr etmiş olur. Halbuki O Aziz'dir; her şeye gâlib ve
hâkimdir. Aynı zamanda Hakîm'dir; kullarının hayrına ve faydasına olan şeyi
O'ndan daha iyi bilen yoktur.
Allah Ta'âlâ, boşanmış
kadınların bekleme sürelerini, bekleme süresi içinde aileyi ıslâh için kocanın
karısına tekrar dönmesinin daha hayırlı olduğunu ve karı kocanın iyi
geçinmelerinde önemli rol oynayan karşılıklı haklan beyan ettikten sonra, talâk
(boşamak) ile ilgili diğer hükümleri bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [114]
229. Boşamak iki
defadır. Sonrası, ya bilinen usûlde tutmak, ya da iyilikle salıvermektir.
Kadınlara (mehir olarak) verdiğiniz şeyi, kadın erkek, Allah'ın çizdiği hududu
ihlâl etmekten korkmadıkça geri almanız size helâl olmaz. Fakat onların,
Allah'ın çizdiği hududu ihlâl etmelerinden korkarsanız, bu takdirde, kadının
kocasına verdiği fidyede ikisi üzerine bir günah yoktur. Bunlar, Allah'ın hudududur; onu
tecavüz etmeyin. Kimler
Allah'ın hududuna
tecavüz ederse, işıe zâlim olanlar onlardır.
230. Erkek karısını
(üçüncü defa) boşarsa, artık o kadın, başka bir eşle evlenme-dikçe ilk kocasına
helâl olmaz. Eğer bu eş, onu boşarsa, Allah'ın hududunu koruyacaklarını
zannettikleri takdirde, biribirlerine dönmelerinde herhangi bir günah yoktur.
Bunlar, Allah'ın, bilen kimseler için açıkladığı hudududur,
229 Câhiliye devrinde
araplar arasında câri olan âdete göre, bir erkek, karısına kızdığı zaman, onu
boşar, bir müddet sonra tekrar alır, yine boşar, tekrar alır, boşar ve böylece
boşayıp almalar devam edip giderdi. Kısacası erkeğin, karısını boşayıp ona
tekrar dönmesinin haddi hesabı olmazdı. Bu haliyle kadın, erkeğin elinde bir
oyuncak gibiydi ve bu boşamalarla ona dilediği kadar işkence edebiliyordu.
Allah Ta'âlâ, kadını oyuncak olmaktan kurtarmak ve kocanın boşama yoluyla ona
İşkence etmesini önlemek için, erkeğin boşama hakkını tahdit etmiş ve âyet-i
kerime'de de görüldüğü gibi, «talâk iki defadır» buyurmuştur.
Talâk, tatltk
manâsında bir isim olup, lugatta, bir şeyin bağını çözüp salıvermek demektir.
Şerîat dilinde ise, nikâh bağını çözmek, yani boşamak manâsına gelir. Buna göre
erkek, karısını ancak iki defa boşayabilir ve süresi içinde ona iki defa
dönebilir. Her ne kadar ikinci âyet'de de işaret edildiği gibi, boşama üç defa
ise de, üçüncü boşamanın dönüşü artık yoktur. Karısını iki defa boşayan erkek,
her boşanmadan sonra üç hayızlık süre içinde karısına dönebilirse de, üçüncü
boşamadan sonra tekrar dönmesi mümkün değildir. Nitekim âyet-i kerime'de,
boşamanın iki defa olduğu biidirildiktan sonra, karısını ikinci defa boşayıp
ikinci defa ona dönen erkeğin, ölünceye kadar karı koca arasında bulunması
gereken sevgi ve saygı çerçevesi içinde, ya onu tutması, yahutta güzellikle
salıvermesi istenmiştir.
Üçüncü defa kocası
tarafından boşanan kadının güzellikle salıverilmesi, evlilik bağı kalmamış ve
yalnız bırakılmış bir insana, her zamankinden daha fazla ihtimam gösterilmesi
ve bilhassa başka bir adamla evlenmesine rıza göstermiyecek olan ilk koca
tarafından ona kötü muamele yapılmaması manâsındadır. Zira karısını üçüncü defa
boşayan erkeğin, onun bir başka adamla evlenmesine rıza gösterse de göstermese
de ona tekrar dönmesi mümkün değildir. Ayet-i kerîme'de, böyle bir boşanma vukubulduktan
sonra, erkeğin evlenirken talâk mukabili olaraK Karısına verdiği mehiri ve
diğer şeyleri geri almasının kendisine helâl olmadığı beyan edilmiştir ki, bu
da, boşadığı kadını güzellikle salıvermesinin gereğidir. Ancak bunun bazı
istisnaları vardır. Eğer kadın ayrılırken mehrini kendi rızasıyle eski kocasına
İade ederse, yahut fidye verirse, erkeğin bunu almasında herhangi bir günah
yoktur. Kadının mehrini iade etmesi veya fidye vermesi, çok defa boşanma
talebinin ondan gelmesi halinde vukubulabilir. Karı koca arasında bulunması
gereken sevginin yerini nefret, saygının yerini de kin ve düşmanlık alırsa,
erkeğin, aile reisi olarak evinin işlerini ihmal etmesinden ve çocuklarına
gerektiği şekilde terbiye vermemesinden korkulabilir. Keza kadının da, kin ve
nefreti dolayısıyle kocasına kötü davranmasından veya ona hıyanetlik etmesinden
endişe duyulabilir. Bu ve buna benzer davranışların hepsi de Allah'ın hoşnud
olmadığı davranışlardır. Çünkü gerek erkek ve gerekse kadın, bu çeşit
davranışlarla Allah'ın koymuş olduğu hududu tecavüz etmiş, evlilik hakkındaki
hükümlerine riâyet etmemiş olurlar. İşte bu gibi durumlarda, Allah'ın hududunu
ihlâl etmekten korkan erkek kadar kadın da korkabilir ve kocasından kendisini
boşamasını isteyebilir; hatta boşaması için erkeğe fidye verebilir, mehrini
iade edebilir. İşte, erkekle kadın arasında böyle bir anlaşma vukubulursa,
yaptıkları bu işten dolayı üzerlerine herhangi bir günâh yoktur.
Yukarıdan beri boşanma
ile ilgili olarak âyet-i kerlme'lerde yer alan bütün bu emir ve nehiyler, Allah
Ta'âlâ'mn evlilik hakkında koyduğu hudududur
ki,hiçbirmüslümanınemirleriihrnal,nehiyleri de irtikâb ederek bu hududu tecavüz
etmemesi gerekir. Her kim Allah'ın hududunu tecavüz ederse, zulmetmiş olur.
Zulüm, bir şeyi kendi yeri dışında bir yere koymak ve yapılmaması gereken bir
işi yapmak demektir ki, en büyük özelliği, medeniyetleri tahrîb etmesi ve
milletleri çöküntüye sürüklemesidir. Eğer cemiyetin en küçük topluluğunu teşkil
eden aile içinde zulümden bir eser bulunursa, karı kocayı birbirine bağlayan ve
bağların en kuvvetlisi olan evlilik bağının kısa bir zamanda koptuğu ve ailenin
yıkılıp dağıldığı görülür. Ailenin yıkılması ise, toplumun yıkılması demektir.
İşte, Allah Ta'âlâ'nın evlilik hakkında koyduğu bu hudûd, aileyi ve dolayısıyle
toplumu yıkılıp dağılmaktan korumak gayesine matuftur ve bu sebepten hiçbir
müslüma-nın bu hududu tecavüz etmemesi gerekir. [115]
230 Allah Ta'âlâ, yukarıdaki
âyet-i kerîme'de talâk (boşama) in iki defa olduğunu, karısını ikinci defa
boşayıp ikinci defa ona dönen erkeğin, ya ölünceye kadar onu iyi bir şekilde
tutması, yahutta üçüncü defa boşarsa, artık güzellikle onu salıvermesi
gerektiğini beyan ettikten sonra, bunu takip eden âyette, üçüncü defa boşanan
bir kadının meşru yollarla başka bir adamla evlenip ondan boşanmadıkça eski
kocasına dönemiyeceğini bildirmiş ve «erkek, karısını üçüncü defa boşarsa,
arttk o kadın başka bir eşle evlenmedikçe ilk kocasına helâl olmaz»
buyurmuştur.
Yukarıda da
açıkladığımız gibi, Allah Ta'âlâ, ilk âyetinde talâkın iki defa olduğunu
bildirmiş, üçüncü ve son talâka da «kadını güzellikle salıvermek» ibaresiyle
işaret etmiştir. Bu, karısını iki defa boşayan erkeğin, ikinci defa kararından
vazgeçip ona dönmesinden sonra vukubulacak bir hâdisedir. Erkek, ikinci defa
karısına döndükten sonra, ya ölünceye kadar evliliğini iyi bir şekilde devam
ettirmek, yahutta üçüncü defa karısını bo-şamışsa onu güzellikle salıvermek
zorundadır. Çünkü bu âyet-i kerî-me'nin hükmü gereğince, erkeğin tekrar
karısına dönmesi, veya onunla evlenmesi artık ona helâl değildir. Ancak şu
şartla ki, kadın, ilk kocasından üçüncü talâkla ayrıldıktan sonra, başka bir
adamla evlenir ve bu adam da herhangi bir sebeple onu boşarsa, işte o zaman
kadın ilk kocasına helâl otur ve onunla tekrar evlenebilir. Burada şu şarta da
işaret etmek gerekir ki, kadın ilk kocasından ayrıldıktan sonra ikinci şahısla
gerçek bir evlilik yapmış olmalıdır, Daha açık bir ifadeyle, evliliğin tabiî
neticesi olan karı koca münâsebetinin fiilen vukubulması lâzımdır. Buharı ve
Müslim tarafından da nakledilen bir hadîste Hazret-i Aişe şöyle demiştir: «Bir
gün Rifâ'a'nsn karısı Hazret-i Peygamber'e geldi ve dedi ki: Ben Rifâ'a'nın
yanındaydım. Beni üç talâkla boşadı ve boşamayı kesinleştirdi. Ben de
Abdurrahman İbn Zubeyr ile evlendim. Fakat Abdurrahrnan'ın tenasül organı şu
elbisenin saçağı gibi gevşek... Hazret-i Peygamber gülümseyerek kadına şöyle
buyurdu: Sen eski kocan Rifâ'a'ya tekrar dönmek rni istiyorsun? Hayır. Sen
Abdurrahman'ın balcağıztnı, o da senin balcağızıni tadmadıkça {yani bir
birinizle cinsi münasebette bulunup onun tadını almadıkça) bu Olmaz».[116]
Karısını üçüncü defa
boşayan erkeğin, onu tekrar alabilmesi için, kadının başka bir adamla gerçek
bir evlilik yapmasının ve ancak bundan sonra ikinci kocanın onu boşaması
halinde ilk koca ile evlenebileceğinin şart koşulmasındaki hikmet, câhiliye
devrinde olduğu gibi, kadın boşamanın oyuncak haline getirilmemesi ve erkeğin
boşamayı bir tehdit vâsıtası kılarak karısına işkence yapmasının önlenmesidir.
Hoş görülmemekle birlikte erkeğe karısını iki defa boşama hakkı verilmiştir.
Erkek bu hakları, ancak ailenin ıslâhı için kullanabilir. Eğer muvaffak olursa,
evliliği sonuna kadar sürdürür; olamazsa, ıslâh için girişilen denemeler
yeterlidir ve üçüncü bir denemeye artık gerek yoktur. Bu sebeple kadını
güzellikle salıverir. Eğer erkek, boşamayı bir tehdit vâsıtası olarak
kullanıyorsa, bunu da ancak İki defa yapabilir; üçüncüsünde bunu bir vâsıta
olarak kullanamaz. Kullandığı takdirde, bilir ki, kadın artık elden çıkmıştır.
Bir başkasıyle evlenip onun gerçek karısı olmadan, o adam da onu meşru yollarla
boşamadan o kadını tekrar alamaz. İşte bütün bunları ve hattâ aslında elden
çıkarmak istemediği karısının hoşlanmadığı bir adamın karısı olabileceğini
düşünen koca, karısını daha önce iki defa boşamışsa, onu üçüncü defa boşamaktan
korkar ve karı boşamayı, bir tehdit vâsıtası olarak kullanmaktan da vazgeçer.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, Hazret-i Peygamber'in yukarıda naklettiğimiz hadîsinden de
anlaşıldığı gibi, kocası tarafından üç defa boşanan bir kadının, tekrar eski
kocasına dönebilmesi için bir başkasıyle sahte evlilik yapıp boşanması, o
kadını ilk kocaya helâl kılmaz. Böyle bir oyuna başvuranlar, Allah'ın lanetine
müstehak olurlar. Ancak bu lanet, sadece haram olan bir sahtekârlığa
başvurmaktan değil, fakat aynı zamanda bu haramın ikinci bir harama basamak
yapılmasından ve haram üzerine haram işlenmesindendir. Çünkü kadının eski kocasına
dönebilmesi için başka adamla sahte nikâhla evlenmesi ve sahte talâkla boşanması
haramdır. Bu harama dayanarak kadının ilk kocasına dönmesi ve onunla yine sahîh
olmayan bir nikâhla evlenip kan koca hayatı yaşaması zina sayıldığı için, bu da
haramdır. İki haramı meşrulaştıranlar, bu yüzden Allah'ın lanetine müstehak
olurlar. Yapılan bu işin, Allah'ın yenmesini ve içilmesini haram kıldığı kanı
idrarla karışık olduğu zaman helâl kılanların işinden farkı yoktur.
Netice olarak, bir
erkek karısını üçüncü defa boşarsa, artık o kadınla bir daha evlenemez; meğer
ki o kadın ikinci bir erkekle sahîh bir evlilik yapmış, sonra da bu erkek, o
kadını boşamış olsun.
İşte, Allah
Ta'âiâ'nın, sevgili Peygamber'! vâsıtastyle insanlardan aklını kullanabilen ve
Allah'ın hududuna riâyet edilmesi gerektiğini bilen kimselere beyân ettiği
hükümler bunlardır. Çünkü bu hükümlerin fayda ve menfeatlarını, câhiller değil,
ilim sahibi olanlar anlayabilirler ve amellerini, bu fayda ve menfeatları
gerçekleştirecek yönde işlerler. Câhil olanlar ise, çok defa bilen kimselerin
görüşlerini alırlar, fakat amellerinde iyi niyet ve İhlâsa yer vermeden,
boşadıkları kadınlara kötülük yapmak ve onlardan intikam almak için dönerler.
Allah Ta'âlâ, karısını
üçüncü defa boşayan erkeğin, bilinen şart gerçekleşmedikçe karısına
dönemiyeceğini beyan ettikten sonra, kocaları tarafından boşanmış olan
kadınlara yapılması gereken muameleyi açıklamış, erkekleri bu muamelenin
aksini yapmaktan menederek şöyle buyurmuştur:
[117]
231. Kadınları
boşadığınız, onlar da ıddetic-rinin sonuna vardıkları zaman, onları ya
güzellikle tutun; ya da güzellikle bırakın. Fakat onları, eziyet edip zarar
vermek için tutmayın. Kim bunu yaparsa kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın âyetlerini
eğlence edinmeyin. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini, öğüt vermek için size
indirdiği Kitap ve hikmeti hatırlayın; Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her
şeyi hakkıyle bilendir.
231 İslâm'da aile
mukaddes bir topluluktur. Nikâh ve evlenme, bu topluluğun vücut bulması için
ilk önce konulması gereken temel taşları teşkil j eder. Talâk ise, aynı
topluluğun yıkılıp dağılması için verilen kararın tasdik ve tatbikinden
ibarettir. Bu bakımdan hoş karşılanmasa bile, bazı hallerde yine de kendisine
başvurulması gereken bir iş sayılır. Bu, bir bakıma toprak kaymasıyle yıkılma
tehlikesine maruz kalan bir evin, önceden boşaltılıp kazma kürekle yıkılması
gibidir ki, kendi haline bırakıldığı takdirde, sâkinlerinin hayatını tehlikeye
düşürür. Karı koca da, iyi bir geçim sağlayamadıkları, veya sağlanmasından
ümidlerini kesdikleri zaman, boşanmaya başvurmaktan başka çare bulamazlar. Şu
var ki, geçimsizlik ne derece şiddetli olursa olsun, boşanmaya karar verildiği
zaman, hem kadın için hem de erkek için, hayırlı olacak bir neticeye
ulaşılacağından emîn olmak gerekir. Özellikle boşama hakkını ellerinde
bulunduran erkekler, karılarını boşadıklarında, bekleme süreleri içinde, veya
bu sürenin sonuna yaklaştıklarında, eğer boşanmaktan vazgeçerlerse, onları iyi
tutmalı, fakat boşamaya kararlı iseler, yine iyilikle bırakmalıdırlar. Fakat
hiçbir erkek, boşamaya karar verdiği karısını, ona eziyet etmek ve zarar vermek
için, yahut ondan intikam almak, yahutta onun başka bir adamla evlenmesine
engel olmak için tutamaz. Her kim böyle bir şey yaparsa, kendisine zulmetmiş olur.
Çünkü İslâm'ın umumi kâidesidir ki, kim başkasına kötülük yaparsa, bu kötülüğü
aslında kendisinedir. İşte Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, karılarını boşayan
erkeklere, onlara nasıl davranmaları gerektiğini hatırlattıktan ve tehditle
birlikte onları boşadıkları kanlarına eziyet edip zarar vermekten nehyettikten
sonra, yapılacak herhangi bir kötülüğün delâlet ettiği manâyı göstermek
maksadıyle «Allah'ın âyetlerini eğlence edinmeyin» buyurmuştur.
«Allah'ın âyetlerini
eğlence edinmek», onlarla istihza etmek, onları alaya almak demektir. Allah
Ta'âlâ, herhangi bir meselenin hududunu tesbit ettikten ve onunla ilgili
hükmünü bildirdikten sonra, insanların halâ câhiliye âdetlerine bağlı kalarak
işlerini bu âdetlere göre düzenlemeleri, Allah'ın koyduğu bu hudûdla alay etmek
manâsına gelir ki, bu ifadede, hududu tecavüz edenler veya onlara sırt
çevirenler için âyet-i kerîme'yle getirilen şiddetli tehdidi farketmemek mümkün
değildir.
Allah Ta'âlâ, bu
tehditten sonra, onlara, yapmaları gereken işi hatırlatmış ve «Allah'ın
üzerinizdeki nimetini, öğüt vermek için size indirdiği Kitap ve hikmeti
hatırlayın» buyurmuştur. Allah'ın hududunu tecavüz etmek ve hükümlerine sırt
çevirmek suretiyle onları alaya alacak olan insanın, her şeyden önce Allah'ın
kendisine ihsan ettiği nimeti hatırlaması gerekir. Bu nimet, kadın olsun erkek
olsun, birinin diğerine eş olarak yaratılmış olmasıdır ki, bunun büyüklüğünü ve
insanlara olan faydasını inkâr etmek mümkün değildir. Nitekim Rûm sûresinin 21
inci âyetinde «size, nefislerinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız zevceler
yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet duygulan koyması, Allah'ın
âyetierin-dendir» buyurulmuştur. Bu nimetin büyüklüğünü düşünen bir kimse, Allah'ın
hududunu tecavüz ederek onu kendi eliyle yok edemez. Keza insanın kendisine
dünya ve âhıret saadetini kazandıracak olan evlilikle ilgili Kur'ân hükümlerini
ve bu hükümlerin fayda ve hikmetlerini de hatırdan çıkarmamak gerekir. Çünkü
bu hükümleri ihtiva eden âyetler, insanlara öğüt verir; kendileri için
yapılması faydalı olan şeyleri emreder; yapılmasında zarar olan şeylerin
yapılmasını da meneder. O halde, Allah'ın üzerlerindeki nimetini, öğüt vermek
için indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayan kimselerin, Allah'tan korkarak
emirlerine uymaları, nehiylerinden de sakınmaları gerekir. Her konuda olduğu
gibi, talâk konusunda da bu böyledir. Binâanaleyh şu husus iyice bilinmelidir
ki, Allah, kullarının açığa vurdukları her şeyi bildiği gibi, açığa vurmayıp
içlerinde gizledikleri şeyleri de bilir ve yaptıkları her şeyden dolayı onları
hesaba çeker.
Allah Ta'âlâ, kocaları
tarafından boşanmış kadınlara yapılması gereken muameleyi beyan ettikten
sonra, bütün mü'minlere ve özellikle kadınların velilerine hitap ederek, yine
kocaları tarafından boşanmış, fakat bekleme süreleri içinde kocalarının
kendilerine dönmeleri mümkün olduğu halde dönmedikleri için sürelerini
doldurmuş kadınların durumlarını açıklanmış ve bunların eski kocalarıyle maruf
şartlarla anlaşıp yeniden evlenmek istemeleri halinde, buna engel olmamalarını
emrederek şöyle buyurmuştur: [118]
232. Kadınları
böşadığımz, onlar da ıddetle-rinin sonuna vardıkları zaman, aralarında meşru
bir surette anlaştıkları takdirde, eşleriyle evlenmelerine engel olmayın.
İşte, içinizden Allah'a ve âhıret gününe îman etmiş olanlara bununla öğüt
veriliyor. Bu, sizin için daha faydalı ve daha temizdir. (Bunları) Allah bilir,
fakat siz bilmezsiniz-
232 Kocaları
tarafından boşanmış kadınlar, bekleme süreleri içinde, kocalarının kendilerine
tekrar dönmemeleri ve onların da bekleme sürelerinin sonuna varmaları, yani üç
hayız müddetini doldurmaları halinde, talâk kesinleşmiş ve kadınla erkek
arasındaki bütün bağlar artık kopmuş olur. Bununla beraber erkeğin karısını
boşaması, ilk veya ikinci boşamadır ki, bekleme süresi içinde karısına
dönebilirdi; fakat dönmediği için kadın bu süreyi doldurmuş ve talâk
kesinleşmiştir. Bilindiği gibi bu talâk, eğer üçüncü talâk olsaydı, bekleme
süresi içinde bile dönüş mümkün olmaz ve kadın başka birisiyle evlenip ondan
boşanmadıkça ilk kocayla evlene-mezdi.
îşte, yukarıdaki
âyet-i kerîme'de, bekleme süreleri içinde dönmeleri mümkün olduğu halde
kocalarının dönmemeleri sebebiyle bu süreleri doldurmuş olan kadınların durumu
açıklanmış ve böyle kadınlarla kendilerini boşayan kocaları arasında maruf
şartlarla rızaya dayalı bir anlaşma olduğu takdirde, yeniden evlenmelerine
velilerin engel olmamaları emredilmiştir. Ancak bu evlenme, erkeğin kans.ni boşayıp
da bekleme süresi içinde talâktan rücû ederek tekrar onunla birleşmesi gibi
değildir. Bu evlenme, yeniden nikâhı ve mehir tesbitini gerektiren bir
evlenmedir.
Şu var ki, velîlere
böyle bir evlenmeye engel olmamaları emredilir-ken, bazt şartların da gözönünde
bulundurulması istenmiş ve âyet-i kerîme'de buna maruf kelimesiyle işaret
edilmiştir. Buna göre, eğer bu şartlar mevcut değilse ve evlenme maruf bir
surette gerçekleşmiyecekse, velîlerin bu evlenmeye enge! olmaları haram
olmaktan çıkar, belki ihmal edilmemesi gereken bir görev olur. Bu şartların
başında, kadınla erkek arasında bulunması icabeden eşitlik vardır. Bu
eşitliğin de, şüphesiz, toplumun örf ve âdetlerine göre değerlendirilmesi
gerekir. Zengin bir kadınla, geliri kıt, fakat dîn ve ahlâk yönünden mazbut bir
erkek arasında eşitlik bulunmadığını ileri sürmek elbette mümkün değildir.
Binâanaleyh kızları rıza gösterdiği takdirde, ailenin böyle bir evlenmeye engel
olması haramdır. Fakat şerefli bir aileye mensup bir kadın, ahlâksız ve
şerefsiz bir adamla evlenmeye rıza gösterir, ailesi de kızlarının bu adamla
evlenmesi halinde, adamın aileye felâket getireceğine, ayrıca çevrenin
hoşnudsuz-luğuna sebep olacağına inanırsa, böyle bir evlenmeye engel olması
haram değildir.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, âyet-i kerîrne'nin «aralarında meşru (maruf) surette
anlaştıkları takdirde» ibaresinde, erkekle kadının, kendi aralarında, meşru
hududu aşmamak şartıyla görüşüp anlaşmalarının ve erkeğin kadına evlenme
teklif etmesinin caiz olduğuna delâlet eden bir manâ da vardır/
Buhârl, Ebû Oâvûd ve
Tirmizî tarafından nakledilen bir hâdise, âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olarak
gösterilmiştir: Hazret-i Peygamberin ashabından Ma'kıl İbn Yesâr, kız
kardeşini bir adamla evlendirir. Fakat bir müddet sonra adam karısını boşar;
süresi içinde de dönmediği için talâk kesinleşir ve kadını salıverir. Ancak,
çok geçmeden tekrar Ma'kıl'e gelir ve kız kardeşiyle yeniden evlenmek
istediğini bildirir. Ne var ki Ma'kıl, adamın davranışını nefsine yediremez ve
onu reddeder. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme nazil olur. Hazret-i
Peygamber, âyeti Ma'kıl'e okuyunca, Ma'kıl inadından vazgeçmek ve Allah'ın
emrine uymak zorunda kalır. [119]
Allah Ta'âlâ, süreleri
dolarak kocalarından ayrılan kadınların, yahut henüz evlenmemiş olan kızların
kendilerine evlenme teklif eden erkeklerle maruf ve meşru yollarda anlaştıkları
takdirde, ailelerin buna muhalefet etmelerini haram kıldıktan sonra, bu hükmün,
Allah'a ve âhıret gününe inananlar için bir öğüt ve mü'minler için daha faydalı
ve daha temiz olduğunu beyan etmiştir. Zira Allah'ın emirlerini tutanlar
nehiyierinden sakınanlar ve öğütlerine kulak verenler, Allah'a ve âhıret gününe
inananlardır. İnanmayanlar ise, ne emir ve yasak dinlerler; ne de öğüde kulak
verirler; onlar, yalnız kendi heveslerinin peşinde koşarlar. Oysa Allah'ın emir
ve yasaklarında, insanlar için sadece fayda vardır. Binâanaleyh kadınların
meşru ve maruf bir şekilde anlaştıkları erkeklerle evlenmelerine ailelerinin
engel olmalarını yasaklayan hükmü de böyledir ve böyle olması, mü'minler için
çok daha faydalı ve çok daha temizdir. Ancak bunun faydasını, temizliğini ve mü'minlerin
hayrına olduğunu yalnız Allah bilir. İnsanlar ise, ne kadar akıl ve tecrübe
sahibi olurlarsa olsunlar, bunun hikmetini anlamaktan âcizdirler.
Allah Ta'âlâ,
boşanmayla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra, yine aileyi ilgilendirmesi
dolayısıyle, ister boşanmış olsun, ister olmasın, emzikli kadınlardan söz
ederek, emzirme hükümlerini, karı koca arasındaki
emzirmeyle ilgili
anlaşmaları ve üzerlerine düşen yükümlülükleri açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [120]
233. Analar, emzirmeyi
tamamlatmak isleyen kimseler için, çocuklarını iki tam yıl emzirirler.
Anaların bilinen usûlde yiyecekleri ve giyecekleri çocuk babalarına aittir.
Bir insana takati dışında (bir şey) yüklenemez; ne ana çocuğu yüzünden, ne de
baba yine çocuğu yüzünden zarar görmelidir. Vârise de aynısı düşer. Eğer ana ve
baba, görüşerek ve anlaşarak (çocuğu memeden) kesmeyi dilerlerse, üzerlerine
herhangi bir günâh yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (sütanneye) emzirtmek
isterseniz, bilinen miktarda (emzirme ücretini) teslim ettiğiniz takdirde,
üzerinize herhangi bir günâh yoktur. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah,
yaptıklarınızı şüphesiz hakkıyle görendir.
233 Allah Ta'âlâ bu
âyet-i kerîme'yle, çocuk sahibi olan bütün analara, çocuklarını doğumlarından
itibaren iki tam yıl boyunca emzirmeyi vâcib kılmıştır. Bu süre, iki seneyi
geçmezse de, ananın veya çocuğun sağlığı gerektirirse, iki seneyi tamamlamadan
memeden kesilmesi, ana ve babanın kararlaştırmaları halinde mümkündür.
Çocuğun bizzat anası
tarafından emzirilip beslenmesi, bu günkü tıbbın da tesbit ve teyid ettiği
gibi, herhangi bir hayvan sütüyle beslenmesinden çok daha faydalı ve çok daha
hayırlıdır. Çünkü çocuk, ana karnında, ananın kanından ve onun bir parçası
olarak teşekkül eder; bu yüzden dünyaya gelmeden önce aldığı gıda da, ananın
aldığı gıdadır. Başka bir ifadeyle, ana vücudunun herhangi bir organı,
damarlarda dolaşan kan sayesinde hayatiyetini nasıl devam ettirebiliyorsa, ana
karnındaki çocuk da, ananın herhangi bir organı gibi aynı şekilde ananın
kanıyle hayatiyetini devam ettirir. Çocuk dünyaya geldikten sonra, vücudu her
ne kadar ananın vücudundan ayrılmış olsa bile, vücudunda dolaşmakta olan kan,
halen ananın kanıdır ve bu kanın, ana karnındayken ana kanıyle beslenip takviye
edildiği gibi, ana karnından ayrıldıktan sonra da aynı şekilde beslenmesi ve
takviye edilmesi gerekir. Bu da, ancak ananın çocuğu emzirmesiyle mümkün olur.
Kısacası, çocuk, ana karnındayken ana kanından aldığı gıdasını, doğumundan
sonra da ana sütünden alır. Çocuğun en çok iki yaşını dolduruncaya kadar bu
gıdayı alması gerekir. Bu sebepledir ki ana, karnında çocuk taşırken nasıl
sıhhatine dikkat etmesi gerekiyorsa, çocuğun doğumundan sonra ve onu emzirdiği
sürece de çok dikkatli davranmak zorundadır. Çünkü sağlıklı ana kanının,
doğumundan önce çocuğun büyüyüp gelişmesinde ne derece önemli rolü varsa, doğumundan
sonra da sağlıklı ana sütünün aynı derecede önemli rolü vardır. Hattâ sadece
sağlık yönünden değil, fakat aynı zamanda akıl, şuur ve ahlâkî sıfatlar
yönünden de ana kanı kadar ana sütünün de çocuğun yetişmesindeki tesirini
unutmamak gerekir. Ana karnında, ana vücudundan bir parça olarak teşekkül eden
ve ana kanıyle gelişip büyüyen çocuk, ananın bütün ahlâkî sıfatlarına sahip
olarak dünyaya gelir. Bunu bir misalle açıklamak gerekirse, hırsızlık yapmayı
âdet haline getirmiş olan bir kadının kendisine en yakın yardımcıları, elleri
ve ayaklarıdır. Ayakları onu hırsızlık yapacağı yere götürür; elleri ise,
kadının, alınmasını istediği eşyayı torbaya doldurur. Bu fiilde onun bütün
organlarının rolü ve görevi vardır: Kalp ister; göz araştırır; kulak gözcülük
yapar. Ananın karnında ana kanından onun bir parçası olarak teşekkül eden
çocuğun, ana karnında kaldığı sürece, ananın hırsızlık fiilinde kendisine
yardımcı olan organlarından hiçbir farkı yoktur. Hattâ doğumundan sonra da,
diğer organlarının ana kanıyle hayatiyetlerini sürdürürken, çocuğun ana sütüyle
beslenmesi dolayısıyle henüz onlardan ayrılmış değildir. Bu bakımdan denebilir
ki çocuk doğduğu sıralarda ahlâk yönünden anasının bir benzeridir. Şu var ki,
memeden ayrıldıktan, büyümeye ve değişik gıdalar almaya başladıktan sonra,
aldığı terbiyenin ve dış baskıların da tesiriyle kendine hâs bir ahlâk kazanır.
Ancak bu ahlâkta, yine de ana ahlâkının izlerini bulmak mümkündür. İşte bu
sebepledir ki İslâm, çocuğun üstün bir ahlâk sahibi olması için, önce ana ve
babanın ahlâklı olmaları şartını koymuş ve bunun üzerinde titizlikle durmuştur.
Ayet-i kerîme'de
emzirme süresinin iki yılla tahdit edilmesi, ana sütünün ilk iki yaş içinde en
iyi gıda olması dolayısıyledir. Bu yaşlarda çocuk, ana sütüne olduğu kadar,
başka hiçbir kadında bulamıyacağı ana şefkatine de muhtaçtır ve çocuğun bu
şefkati gördüğü anlar ise, ana memesini emdiği anlardır.
Ananın, çocuğunu
emzirerek ona gösterdiği şefkat ve ihtimam kadar, anaya da bu şefkat ve
ihtimamın gösterilmesi gerekir. Onun, çocuğa iyi hizmet edebilmesi ve onu iyi
besleyebilmesi, ananın da yeterli gıda almasına bağlıdır. Gıdasını tam
alamayan bir ananın, çocuğuna tam gıda vermesi mümkün değildir. Ananın gerek
yiyeceğine ve gerekse giyeceğine ihtimam gösterilmesi, maruf ölçüler içinde,
çocuğun kendi babasına aittir. Ancak, hiç kimseye gücü üstünde bir yük
yüklenemez. Nitekim Talâk sûresinin 7 nci âyetinde bu husus daha geniş bir
şekilde beyan edilmiş ve şöyle buyurulmuştur: «Hali vakti geniş olan, nafakayı
haline göre versin. Rızkı kendisine daraltılmış olan da, Allah'ın ona verdiği
kadar versin. Allah, hiçbir insana ona verdiğinden fazlasını yüklemez. Allah,
güçlüğün arkasından kolaylık ihsan eder». Bu sebepledir ki, hem çocuğun anası,
hem de babası, maruf ölçüler içinde kendi haklarına rıza gösterirler ve çocuk
yüzünden biribirlerinin zararına olacak isteklerde bulunmazlar. Karı koca
boşanmış olsalar bile, babanın anayı emzirmekten menetmesi, çocuğu yüzünden
anaya zulmetmek ve zarar vermek demektir. Halbuki ana, çocuğuna çok daha yakın,
çok daha şefkatli ve çok daha merhametlidir. Keza babanın hali vakti yerinde
olmasına rağmen, ananın nafakasını kısması, aynı şekilde anaya zarar vermektir.
Yahut ananın babaya eziyet etmek, veya daha fazla nafaka almak için çocuğunu
emzirmekten kaçınması da, çocuk yüzünden babaya zulmetmek ve zarar vermek
demektir. Bütün bunlar, ana ve babaların yapmamaları gereken kötü işlerdir. Her
iki taraf da, güçleri nisbetinde üzerlerine düşeni yapmalı, fakat çocuk yüzünden
ve çocuğu âlet ederek biribirlerine zarar verecek istek ve davranışlardan
kaçınmalıdırlar.
Eğer ananın ve çocuğun
nafakasını temin eden baba ölmüşse, maruf ölçüler içinde yiyecek ve giyeceğin
temini vârise düşer. Ancak âyet-i kerîme'de bu vârisin kim olduğu
açıklanmamıştır. Sözü edilen, çocuğun babası olduğuna göre, vârisin, babanın
vârisi olması gerekir. Ancak bu hususta değişik görüşler ileri sürülmüş,
bazıları, çocuğun malı varsa, nafakanın bu maldan verileceğini, bazıları da,
baba ölmüşse ananın, ana ölmüşse babanın vâris olacağını söylemişlerdir. Ayet-i
kerîme'de vârisin açıklanmamış olması, şüphesiz, işaret ettiğimiz çeşitli
durumlardan çocuk için en uygun olanın seçilmesine imkân vermek içindir.
Çocuğun bakımı, yetiştirilmesi
ve terbiye edilmesi, ana ve babanın müşterek görevleri olduğuna göre, çocuğun
hayrına olmak üzere iki yıllık sürenin bitiminde, yahut daha önce, yahutta daha
sonra memeden kesilmesinde de müşterek kararları gerekir. Çocuk için faydalı
olan zamanın tesbitinde görüşüp anlaştıkları ve o zaman gelince çocuğu memeden
ayırdıkları takdirde, üzerlerine herhangi bir günâh yoktur. Fakat ananın,
yorulduğunu ileri sürerek, babanın rızası hilâfına çocuğu emzirmekten
kaçınmaya, yahut
babanın, eğer karısını boşamışsa, daha fazla nafaka vermemek için, ananın
rızası hilâfına çocuğu memeden ayırmasını istemeye hakkı yoktur. Bu gibi
davranışlar, günâhı gerektirir; günâh ise, hiçbir zaman cezasız kalmaz.
Bununla beraber ana ve
baba, hem çocuğun ve hem de ananın ve babanın hayrına olacağını düşünerek
çocuklarının bir sütanne tarafından emzirilmesini isterlerse, sütanneye maruf
ölçüler içinde ücreti ödendiği takdirde, çocuğu ona emzirmekte hiçbir günâh
yoktur. Zira bazan ananın çok zayıf olup çocuğunu besleyememesi, yahut
hastalıklı olması, çocuğun sağlıklı bir şekilde büyüyüp gelişmesine engel olan
hallerdendir. Keza ana, çocuğuna yeteri kadar ihtimam göstermez, onu vaktinde
emzirmeyi ihmal ederse, yahut ahlaken düşük, aklen bozuksa ve kocasından
ayrıt-mışsa, erkeğin, ücretini ödemek şartıyle çocuğuna dışarıdan bir sütanne
bulmasında hiçbir vebal yoktur.
Allah Ta'âlâ, emzikte
olan çocuklarla ilgili hükümlerini böylece beyan ettikten sonra, bu hükümlere
uymak ve başta çocuk olmak üzere ana ve babaların zarara uğramalarına sebep
olacak davranışlardan sakınmak hususunda bütün müslümanlan uyarmış ve Allah'tan
korkmalarını emretmiştir. Zira Allah'ın bütün hükümlerinde kulların
menfeatları dâima birinci plânda tutulmuştur. İnsanlar, emredilen ve yasaklanan
şeylerin kendileri için ne gibi fayda ve zararlar getirebileceğini bazan
yeterince bilmeyebilirler; fakat Allah bunu hakkıyle bilir ve yapılmasında
kulları için fayda bulunan şeyleri emreder; zararlı olanların yapılmasını da
yasaklar. Bu sebeple insanların, Allah'ın emir ve yasaklarına uymaları ve
Allah'tan korkarak bunun aksine hareket etmekten sakınmaları gerekir. Şunu da
unutmamaları gerekir ki, Allah, bütün kullarının kalplerinde ne gibi niyetler
beslediklerini ve neler yaptıklarını bilir ve görür. Bundan dolayı hiç kimsenin
iyi ve kötü davranışını Allah'tan gizlemesi mümkün değildir.
Allah Ta'âlâ, evlenme,
boşanma ve evlilik neticesi dünyaya gelen çocuklar hakkındaki hükümlerini beyan
ettikten sonra, kocaları ölen kadınların durumu, bekleme süreleri ve yeniden
evlenmeleriyle ilgili hükümleri açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [121]
234. İçinizden ölenler
ve geride bıraktıkları zevceler, kendi başlarına dört ay on gün beklerler.
Sürelerini doldurdukları zaman, kendi başlarına bilinen bir sûrette yaptıkları
şeylerden dolayı sizin üzerinize bir günâh yoktur. Allah yaptıklarınızdan
hakkıyle haberdârdır.
235. Böyle kadınlara kapalı bir şekilde evlenme
isteğinizi belli etmenizde, yahut içinizde, bu isteği beslemenizde, üzerinize
herhangi bir günâh yoktur. Allah, sizin onları düşündüğünüzü bilmektedir.
Fakat onlara maruf söz söylemeniz dışında onlarla gizlice sözleşmeyin; belli
süre de dolmadıkça nikâh akdine kalkışmayın. Bilin ki Allah, içinizdekini
şüphesiz bilir; bu sebepten, (böyle davranışlardan) sakının ve şunu da bilin ki,
Allah, şüphesiz, Gafur'dur, Halîm'dir.
234 Kocaları
tarafından boşanan kadınların bekleme süreleri, bekleme süresi içinde kocaların
tekrar eşlerine dönmeleri, dönmemekte kararlı oldukları takdirde, onian
güzellikle salıvermeleri, eğer onları üçüncü defa boşamışiarsa, dönüşün artık
mümkün olmadığı, daha önceki âyetlerde açıklandıktan sonra, farklı hükümleri
gerektiren kocaları ölmüş kadınların durumlarının açıklanması da, evvelki
âyetlerin siyakı içinde tabii olmak gerekir. Buna göre, ölen erkekler, geride
eş bıraktıkları takdirde, bu eşlerin, tamamen hür ve maruf usûller çerçevesi
içinde kendi başlarına hareket edebilmeleri için dört ay on gün beklemeleri
gerekir. Ancak bu süreyi doldurduktan sonra, örfe ve âdaba, dînî emir ve
yasaklara aykırı düşmemek şartıyle serbestçe hareket etmelerinde, onların
gözetimini üzerlerinde bulunduran velîlere herhangi bir günâh yoktur. Fakat
gayr-i ahlâki davranışlara girişirlerse, velîleri bundan sorumludurlar; onları
bu gibi davranışlardan menetmek zorundadırlar.
228 nci âyet, kocaları
tarafından boşanan kadınlar için üç hayız bekleme hükmünü getirmiştir. Bu
âyetin tefsirinde de açıkladığımız gibi, kadın, kocası tarafından boşandıktan
sonra, üç haysız görecek şekilde beklemek ve ancak bu süreyi doldurduktan sonra
dilediği şekilde hareket etmek zorundadır. Bu beklemenin sebebi ise, kadının
hâmile olup olmadığının aniaşılmasıdır. Kadın bu bekleme süresinde üç hayız
görmüş olursa, hâmile olmadığını anlar ve dilediği takdirde başka bir adamla
evlenebilir. Kocası ölmüş kadınlar için yukarıdaki âyet-i kerime'yle tayin
olunan bekleme süresi ise, dört ay on gündür ve bu süre, boşanmış kadınların
bekleme sürelerinden
daha uzundur. Bu sürenin de, kocası ölen kadının hâmile olup olmadığının
anlaşılması dolayısıyle tesbit edildiğine şüphe yoktur. Nitekim Talâk sûresinin
4 üncü âyetinde, hâmile kadınların doğum yapmaları halinde, bekleme sürelerinin
sona ermiş olacağı beyan edilmiştir. Hazret-i Peygamber de, Buhârî, Müslim ve
Ebû Davud'un bir hadîsinden anlaşıldığı gibi, kocası öldükten onbeş gün sonra
doğum yapan Subey'a el-Eslemiyye'ye bekleme süresini tamamladığını
bildirmiştir.[122]
Bu hadîs de
göstermektedir ki, gerek boşanan ve gerekse kocaları ölen kadınlar için konulan
bekleme süreleri, kadınların hâmile olup olmadıklarının anlaşılması sebebine
dayanır. Ancak, kocaları ölen kadınların bekleme sürelerinin, boşanan
kadınların bekleme sürelerinden daha uzun olmasının sebep ve hikmeti
açıklanmamış, Hazret-i Peygamber'den de bunu açıklayıcı herhangi bir haber
gelmemiştir. Fakat bazı müfessirlerin de işaret ettikleri gibi, kocasını
kaybeden kadının bekleme süresinin uzun tutulması, kocaya gösterilmesi gereken
saygı sebebiyle olması mümkündür. Zira sürenin bitimi demek, kadının başka bir
erkekle evliliğinin başlaması demektir. Kadın dilediği takdirde, sürenin
bitiminde bir erkekle evlenebilir. Eğer bu süre kısa tutulacak olursa, bu,
kadının, kocasının ölümünden kısa bir süre sonra evlenebileceği manasına gelir
ve evlendiği takdirde hoş olmayan söylentilere sebeb olabileceği gibi kocanın
ailesini de üzer. Buna göre, sürenin uzun tutulması, kadını böyle bir duruma
düşmekten korumak sebep ve hikmetine dayanır. Diğer bir sebep de, hayız görme
süreleri birbirinden farklı olan bütün kadınların, bir ihtiyat tedbiri olarak,
tesbit edilen bu süre içine girebilmelerini sağlamak olabilir. Buna göre,
boşanan kadınların bekleme süreleri olan üç hayız görme süresiyle kocası ölen
kadınların bekleme süreleri olan dört ay on gün, biribirine eşit bekleme
süreleri olur.
Allah Ta'âlâ, kocası
ölen kadınların bekleme sürelerini böylece beyan ettikten sonra, bu sürenin
dolması halinde, maruf ölçüler içinde süslenmesinde, evden çıkmasında ve bir
talibi çıktığı takdirde onunla evlenmesinde herhangi bir günâh bulunmadığını
bildirmiştir.
«Câhiliye devrinde
kocası ölen bir kadın, evinin küçük ve karanlık bir odasına kapanır, ne temiz
bir elbise giyer, ne de koku sürünüp süslenirdi, dışarıya çıkmadan bir seneyi
doldurur, bu arada odaya getirilen bir hayvanı, vücuduna sürte sürte
öldürürdü. Bir sene dolduktan sonra odadan çıkar ve eline verilen bir deve
tersini de fırlatıp atardı. Bu merasimden sonra temizlenir, süslenir ve görücü
gelirse, kendini ona gösterebilirdi».[123]
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'yle bu câhili âdeti kaldırmış ve kadının, kocasının
hâtırasıria riâyeten tutacağı matemi, hâmile olup olmadığının anlaşılması için
geçmesi gereken süreyle birleştirmiş ve dört ay on günü bu bekleme için yeterli
kılmıştır. Zeyneb Bint Ebl Seleme'den gelen başka bir habere göre, Hazret-i
Peygamber'in zevcesi Ummu Habîbe, babası Ebû Sufyân vefat ettiği zaman, yüzüne
boya sürmüş, sonra da şöyle demiştir: «Benim süslenmeye ihtiyacım yok. Fakat ne
yapayım ki, Rasûllullah'ın minber üzerinden şöyle hitap ettiğini duydum:
Allah'a ve âhıret gününe îman eden bir kadının, kocasından başka bir ölü için
üç günden fazla yas tutup süslenmeyi terketmesi helâl olmaz. Fakat kadın,
kocasının ölümü üzerine dört ay on gün süreyle üzüntülü olur; süs ve ziyneti
terkeder».[124]
İşte, Allah
Ta'âlâ'nın, kocaları ölen kadınlar hakkında koyduğu hudûd böyledir. Eğer
kadınlar bu hududu tecavüz etmezler, ona saygılı olurlarsa, toplum olarak
müslümanlann halleri düzelir; dünyada saadete kavuştukları gibi, âhıreîte de
Allah'ın büyük mükâfatına nail olurlar. Hududu tecavüz edenler ise, Allah'a ve
âhıret gününe inanmıyanlardır. Bunlar, hem dünyada hem de âhırette
yaptıklarının cezasını çekerler. Zira Allah, kimin ne yaptığını ve yapmak
istediğini hakkıyle bilir; olan ve olacak olan her şeyden haberdârdır. [125]
235 Allah Ta'âlâ,
gerek kocaları tarafından boşanan ve gerekse kocalarının ölümüyle dul kalan
kadınların bekleme sürelerini beyan ettikten sonra, bu süre içinde, böyle
kadınlarla evlenmek isteyen erkeklerin, ancak İma yoluyla bu isteklerini belli
etmelerinde, yahut belli etmeseler bile, içlerinde böyle bir isteğe yer verip
onu tutmalarında herhangi bir günâh bulunmadığını bildirmiştir. Ancak ric'î
talâkla boşanmış ve halen kocalarının dönme hakkına sahip olduğu kadınlara, ima
yoluyla da olsa bunu hissettirmek doğru değildir; çünkü onlar, kendi kocalarına
başkalarından daha lâyıktırlar.
Erkeğin, bâin talâkla
boşanmış, yahut kocası ölmüş bir kadına, onunla evlenmek istediğini
hissettirecek îma ve işaretler, asra veya örf ve âdetlere göre değişir. Meselâ
bir erkeğin, böyle bir kadınla evlenmek istediği zaman, o kadına uygun
sıfatları sayarak «ben, bu sıfatlara sahip insanları severim» demesi, böyle bir
îma için yeterli olabilir. Yahut erkeğin «Allah, senin gibi güzel ahlâk sahibi
bir kadını bana da nâsib etsin» demesi de bir îma sayılır. Binâanaleyh erkek,
bu çeşit îmalarla kadına evlenme arzusunu belli ettiği takdirde, bunda herhangi
bir günah yoktur. Allah, zaten bu erkeklerin o kadınlara karşı içlerinde
besledikleri duyguları bil-w Ktedir ve bildiği içindir ki, îma ile bunu belli
etmelerine izin vermiştir.
Fakat bu arzularını
açık bir şekilde bildirmeleri, hele örf ve âdete uygun, herkesin yanında
söylenebilecek sözler dışında, onları tahrik edecek, akıllarını çelip
kandıracak, onlarla gizlice buluşup anlaşmaya varacak şekilde konuşmaları helâl
değildir. Kısacası, boşanmaları kesinleşmiş, yahut kocaları ölmüş kadınlara
bekleme süreleri içinde îma yoluyla evlenme arzusunun hissettirilmesi caiz
olsa bile, bunu açıkça bildirmek, daha da ileri giderek bu süre bitmeden
onlarla evlenmeyi kararlıştırmak ve dolayısıyle evlenmek haramdır. Nitekim
âyet-i kerîme'de bu hususa ayrıca işaret edilerek «belli süre dolmadıkça nikâh
akdine kalkışmayın» Duyurulmuştur. Buna göre, erkeklerin, kocaları ölmüş, yahut
boşanmaları kesinleşmiş olan ve bekleme süreleri içinde bulunan kadınlara,
gerek açık sözlerle yaptıkları evlenme tekliflerini ve gerekse onlarla gizilece
anlaşmalarını ve hattâ evlenmelerini, Allah'ın bildiğini ve O'ndan hiçbir
şeyin gizlenemeyeceğini hatırlarından hiç çıkarmamaları gerekir. Allah, kimin,
içinde neleri gizlediğini de şüphesiz çok iyi bilir. Bu sebeple müslümanlann,
insanlardan bile gizlemek zorunda kaldıkları bu gibi kötü davranışlardan,
onları Allah'tan gizlemenin mümkün olmıyacağını bilerek, kaçınmaları gerekir.
Bununla beraber, bütün bunları bilerek, yine de kusur işlerler ve bu kusurdan
dönüp Allah'a tövbe ederlerse, Allah Gafûr'dur, onların tövbelerini kabul eder.
Aynı zamanda Halîm'dir, kullarını kusurlarından dolayı hemen cezalandırmaz;
onlara mühlet verir ve hallerini ıslâh etmelerini bekler. Binâanaleyh
müslümanların bunu da bilmelerinde ve hatırlarından çıkarmamalarında kendileri
için elbette büyük faydalar vardır.
Allah Ta'âlâ, normal
evlilik hayatlarını sürdürürken kocaları tarafından boşanan, yahut kocaları
ölen kadınlarla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra, evlenen ve fakat mehir
tesbit edilmeden, yahut tesbit edilse bile nikâhı müteakip tabiî karı koca
münâsebeti vukubulmadan boşanan kadınların durumunu açıklamış ve şöyle
buyurmuştur: [126]
236. Kendileriyle
temas etmeden ve mehirlerini belirlemeden kadınları boşamışsanız, üzerinize
herhangi bir günah yoktur. Zengin olanlara güçleri nisbeîinde,olanlara da yine
güçleri nisbetinde, bilinen ölçüler içinde ve iyilik yapanlara bir borç olmak
üzere onlan mal yönünden faydalandırın.
237. Ve eğer onlarla
temas etmeden onları bosamıssanız ve onların mehirlerini de tayin etmişseniz
onların bağışlanması, yahut nikâh akdini elinde tutan (koca) mn bağışlaması
dışında, tayin ettiğiniz mehirin yansı onlara aittir. Fakat (mehi-ri) bağışlamanız
takvaya daha yakındır. Aranızdaki bağı unutmayın. Allah, şüphesiz,
yaptıklarınızı hakkıyle görendir.
236 Toplumlarda sık
sık vukubulan bir hâdisedir: Bir erkek bir kadına tâlib Dİur. Nikâh yapılır;
kadın kocasının evine gelir; yahut gelmez; fakat gelse je gelmese de gerdeğe
girilmez; evliliğin gereği olan karı koca arasında :insî münâsebet vuku bulmaz.
Hal böyleyken erkek karısını boşar. Eğer likan sırasında, erkeğin karısını
boşaması halinde vermeyi taahhüd edeceği mehir de tesbit edilmemiş ve iki
taraf arasında bu hususta herhangi bir görüşme vuku bulmamışsa, erkeğe düşen
herhangi bir sorumluluk /oktur. Başka bir ifadeyle sonradan mehir tesbit edip
kadına vermesi şart değildir. Bununla beraber, erkeklerin boşadıkları kadınlara
güçleri nisbe-tinde ve halk arasında bilinen ölçülere göre mal verip onları
menfeatlan-dırmaları üzerlerine borçtur. Zengin oian erkeğin, zenginliği
ölçüsünde, fakir olanın da, yine kendi haline göre bu borcu ödemeleri gerekir.
Ancak bu borç, kadınlarını boşamalarının bir cezası değil, bir iyilik borcudur.
Eğer bir erkek evlendikten hemen sonra, temas etmediği karısını boşar ve onu,
üzerine vâcib olan iyilik borcunu ödemeksizin evine gönderirse, bu davranış,
halk arasında çok defa, kadında bulunan bir özür sebebiyle onun boşandığı
şeklinde yorumlanır ve kadın hakkında kötü söylentilerin yayılmasına sebep
olabilir. Diğer taraftar, evlendiği gün evine geri gönderilen kadının kırılmış
olan gururunu da gözden uzak tutmamak gerekir. Fakat erkek ona ihsanda bulunur
ve bu ihsanını artırırsa, kalbi kırılan ve hattâ hayatının en büyük darbesini
yemiş olan kadını az veya çok teselli etmiş ve onurunu korumuş olur. Ona bir
şeyler vermek suretiyle özürü de yüklenmiş ve kadın hakkında ileri sürülecek
söylentileri önlemiş olur. İşte bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, nikâhtan sonra
temas etmeksizin karılarını boşayan erkeklere, eğer mehir de tayin olunmamışsa,
boşadıkları kadınlara güçleri nisbetinde ve maruf ölçüler içinde ihsanda
bulunmayı vâcib kılmıştır. Söylendiğine göre Hazret-i Peygamber'in sevgili
torunu Hasan, zevcelerinden birini bu şekilde boşadığı zaman, ona onbin dirhem
gibi yüklü bir para vermiş, sonra da «bu, ayrılan bir sevgiliden az bir mal»
diyerek onuru kırılan kadının gönlünü almıştır. [127]
237 Eğer erkek, temas
etmeksizin boşadığı karısı için, nikâh sırasında mehir tayin etmişse, bu
takdirde, tayin olunan mehirin yarısını boşadığı kadına vermesi vâcibtir. Bu
Allah'ın koyduğu bir haddir ve bu çeşit boşanmalarda, hâdise normal şeklini
takip ettiği zaman, bu hadde uyulması gerekir. Bununlaberaber, boşanan
kadınların, kendilerine verilen bu me-hirleri alıp almamaya, veya bir kısmını
almaya haklan vardır. Dilerlerse, kendilerine verilen yarım mehirin tamamını
veya bir kısmını erkeklere bağışlayabilirler. Bu bağış, nikâh akdini ellerinde
tutan erkekler tarafından da yapılabilir ve boşadıkları kadınlara, üzerlerine
vâcib olan yarım mehiri değil, fakat tayin olunan mehirin tamamını verirler.
Zira Allah'ın koyduğu had, adalet ölçülerine tamamiyle uygundur ve bu haddin
altına inmek adaleti yok eder. Fakat tayin olunan haddin üstünde ve gönül
rızasıyle c-,. ihsanda bulunmak
fazilettir; fazilet yarışında ise, hadde ve hududa gerek yoktur. Bu sebepledir
ki Allah Ta'âlâ, temas etmeksizin karısını boşayan erkeklere, tayin olunan
mehirin yarısını boşadıkiarı kadınlara vermeyi vâcib kılmış olmakla beraber,
kadınları bu mehiri almakta, erkekleri ise, mehirin yarısını değil, tamamını
vermekte serbest bırakmış, sonra da «mehiri bağışlamanız takvaya daha yakındır»
buyurmuştur. Her ne kadar bazı müfessirler, bu ibaredeki hitabın erkeklere
yöneltilmiş olduğunu ileri , sürerek bağışlama fiilini yalnız erkeklere tahsis
etmişlerse de, bir evvelki ibarede, hem kadınların hem de nikâh akdini
ellerinde bulunduran erkeklerin, mehiri biribirlerine bağışlayabilecekleri
beyan edildiğine göre, son İbaredeki muhatabın da, müştereken kadın ve erkekler
olduğu anlaşılır. i Bu şu demektir ki, maslahat neyi gerektiriyorsa ve
hangisinin bağışlaması ' diğerinin daha çok hayrına oluyorsa, buna göre hareket
etmek, takvaya 1 daha uygundur; çünkü Allah katında ecre ve sevaba nail olan
hareket, tayin olunan mehiri almaktan ziyade, fazlasıyle ve gönül rızasıyle
vermek, . yahut bağışlamaktır. Şunu da unutmamak gerekir ki, kadın erkek,
biribi-S rinden ayrılmış olsalar bile,
daha önce başlarından geçen bir nikâh akdiyle, gerek kendi aralarında ve
gerekse aileleri arasında bir yakınlık ve bir muhabbet vücut bulmuştu. İşte bu
yakınlığın talâk sebebiyle ortadan kalkmaması, aksine bağışlamalarla fazilet
yarışına girilmesi gerekir. Aileler, buna dikkat ettikleri takdirde, toplum
içinde kardeşlik bağları kuvvetlenir ve her yönden mükemmel bir toplum vücut
bulur. Bütün bunlar, Allah'ın koyduğu hududu tecavüz etmekten sakınan ve O'nun
rızasını kazanmak isteyen mü'minlerin unutmamaları gereken hususlardır. Zira
Allah, kimin ne yaptığını elbette görür ve yaptığı işe göre, onu ya
mükâfatlandırır, ya da cezalandırır.
Allah Ta'âlâ, talâkın
çeşitli şekilleri, biribirinden ayrılan kart kocaların
durumları,
sorumlulukları ve üzerlerine düşen hak ve vecibeleri hakkında uyulması gereken
hükümleri açıkladıktan, bu hususlarda müslümanlara vâz ve nasîhatta bulunduktan
ve bazan müjdeleyerek, bazan da korkutarak emir ve yasaklarına uyulmasını
emerttikten sonra, ilk anda konuyla ilgisi olmadığı zannına varılan, fakat
Allah'a itaatin bir ibadet hükmünde olduğu düşünülürse, konuyla yakın ilgisi
bulunduğu anlaşılan namazlara devam meselesini zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: [128]
238. Namazlara
ve özellikle orta namaza devam
edin; huşu içinde
Allah için namaza durun.
239. Fakat (bir tehlikeden) korkmuşsanız, yaya
veya bir şeye binmiş olarak da kılın. Tehlikeden emîn olduğunuzda ise, Allah'ı,
bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi zikredin.
238 Allah Ta'âlâ,
bundan önceki âyetlerinde, bazısı ibadetlere, bazısı muamelâta ve son olarak da
evliliğe âit hükümlerini beyan etmiş, fakat her hükmün, veya hükümler gurubunun
sonunda, Allah'ı zikretmek ve hududunu tecvavüz etmemek hususunda müslümanları
uyarmayı da ihmal etmemiştir. İşte, Bakara sûresinin âyetlerinde müşahede
edilen bu özelliği, Kur'ân-ı Kerîm'in diğer sûrelerinde de görmek mümkündür,
ve bu bakımdan denebilir ki, bir hükmün beyanından sonra, itikadla, ibadetle ve
Allah'ın zikriyle ilgili bir emrin getirilmesi, Kur'ân-ı Kerîm'in uslûb özelliklerinden
biridir. Bu uslûb, Allah Ta'âlâ tarafından vazedilen her hükmün ilâhi vasfının,
zihinlere nakşedilmesini ve bütün fiil ve hareketlerde bu hükümlerin hududu
içinde kalınmasını sağlamak içindir. Eğer Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bu
hükümler, aralarında, Allah'ın zikrine, îman esaslarına, ibadetlere,
insanların bazan büyük mükâfatlarla müjdelermelerine, bazan da şiddetli azâb
ile tehdit edilmelerine yer verilmeksizin madde madde ve birbiri arkasına
sıralanmış olsaydı, Kur'ân; bir hukuk, veya kanun kitabı olmaktan öte fazlaca
tesiri olmayan bir kitap hüviyetinde bulunurdu. İşte, kısaca işaret ettiğimiz
bu özellik dolayısıyledir ki, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle evliliğe âit
hükümler getirilirken ve bundan sonraki âyet-i kerîmelerde de aynı konuyla ilgili
hükümler zikredilmişken, bu arada Allah'ın zikriyle ilgili emirlere yer
verilmiştir. Allah'ın zikri, Allah'a ve âhıret gününe inanmanın bir gereğidir
ve kim Allah'a ve âhiret gününe îman etmişse, Allah'ın zikri hususunda gelen Allah emrini de kulak arkasına
itemez. İtemiyeceği bir şey daha vardır; o da, bu zikir emrinin önünde ve
arkasında yer alan ve yine Allah tarafından vazolunan bir hüküm veya hükümler
gurubu. İşte, Kur'ân-ı Kerîm'in biraz önce işaret ettiğimiz uslûb özelliğinin
insan zihninde meydana getirdiği muhakemenin tabiî neticesi budur ve dînin gayesi
de, insanı bu neticeye ulaştırmaktır. O halde, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle
getirilen evliliğe âit hükümler arasında Allah'ın zikriyle ilgili emirlerin
gelişini garîb karşılamamak ve bunu, Kur'ân'ın kısaca işaret ettiğimiz uslûb
özelliği içinde mütalâa etmek gerekir.
Allah Ta'âlâ, talâkla
ilgili hükümlerini beyan ettikten sonra, müslümanlara zikirle ilgili olan
emrini yöneltmiş. Ve «namazları ve özellikle orta namazı koruyun; huşu içinde
Allah için namaza durun» buyurmuştur.
Namaz, Allah'ın
zikrine vesîle olan en önemli ibadettir. İnsan, günün beş vaktinde Allah'ın
huzurunda durarak ve şeref alâmeti sayılan alnını O'nun önünde yerlere sürerek
kulluğunu O'na arzederken, O'nun varlığını, birliğini ve ulûhiyetinde hiçbir
eşi ve ortağı bulunmadığını da isbat etmiş olur. Namazın, günün beş vaktinde
kılınmış olması ve vakitler arasında çok kısa fasılalar bulunması dolayısıyle,
insanın bir vakitte Allah'a kulluğunu arzettikten sonra ikinci vakit gelinceye
kadar Allah'ı unutarak O'nun kulu olduğunu inkâra götürecek fiil ve hareketlere
girişmesi mümkün değildir. Nitekim namazın insan üzerindeki bu geniş ve mutlak
tesiri dolayısıyledir ki Allah Ta'âlâ, Ankebû't sûresinin 45 inci âyetinde
«namazı dosdoğru kıl; çünkü namaz, edebsizlikten ve dîne aykırı olan her çeşit
davranıştan alıkor» buyurmuştur.
Ancak, namazın bu
faydasını görebilmek için, ona muntazam bir şekilde devam etmek ve biraz önce
işaret ettiğimiz vakit aralarındaki kısalığı uzatmamak gerekir. Çünkü insan,
öğle namazını kılmamış olursa, sabahla öğle arasındaki kısa fasılayı, sabahtan
ikindi vaktine kadar uzatmış olur. Akşamdan akşama namaz kılan bir kimse ise,
yirmidört saatlik fasıla ile ibadetten uzak kalmış demektir ki, böyle bir namazın,
insanı, dînin menettiği kötülüklerden korumak için zayıf kalacağı tabîdir. İşte
bu sebeple Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede, müslümanlara, namaza devam etmelerini,
bazı vakitleri geçirerek namaz aralarını uzatmamalarını emretmiştir. Sünen
sahiplerinin ve Ahmed İbn Hanbel'in Bureyde tarikiyle rivayet ettikleri bir
hadîsinde Hazret-i Peygamber, «bizimle onlar arasındaki ahid namazdır. Her kim
onu terkederse, küfretmiş olur» buyurmuştur ki, bu hadîs, namazın önemini
belirtmeye yeterlidir.[129]
Müslim tarafından
rivayet edilen başka bir hadîste ise, «insan ile şirk ve küfür arasında,
namazın terki bulunur» denilmiştir.[130]
Bu hadîsten
anlaşıldığına göre, insanın şirke veya küfre üşmesine yalnız namaz engel olur.
Eğer insan namazı terekedecek lursa, bu engel kalkar ve onu şirke veya küfre
düşmekten hiçbir şey urtaramaz. Bu sebepledir ki namaz en büyük îman
alâmetlerinden sayılır.
Ayet-i kerîmede işaret
edilen salât-ı vustâ (orta namaz) ya gelince, bu üphesiz, beş vakit namazdan
biridir. İki tarafı eşit olan bir şeyin ortasına asat (evsat, vustâ) denir ki,
fazîlet yönünden eşit taraflardan daha üstün ilan bir manâsı vardır. Ancak orta
namazın hangi vakit namazı olduğu iyet-i kerîmede açıklanmamış ve bu sebeple
ulemâ arasında, bu namazla Igili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür.
Çünkü hangi vakit başlangıç tabul edilirse, onu sırasıyle takip eden üçüncü
vakit namazı orta namaz Dİur. Bununla beraber, Hazret-i Peygamber'den rivayet
edilen bazı hadîsler, bu namazın, ikindi namazı olduğuna delâlet ederler.
Buhârî ve Müslim iarafından da rivayet edilen bu hadîslerden birinde, Hazret-i
Peygamber, Mızâb gününden sözederek «Allah, onların kabirlerini ve evlerini
ateşle doldursun. Zira onlar, güneş batıncaya kadar bizi tuttular ve orta
namazı kılmaktan alıkoydular» buyurmuştur[131]
Her ne kadar hadîste,
ikindi namazı zikredilmemişse de güneş batın-caya kadar meşgul edildikleri için
kılamadıkları namazın, akşam vaktinden evvelki ikindi namazı olduğu anlaşılır.
Hazret-i Peygamber'den ikindi namazının faziletleri hakkında rivayet edilen
hadîsler de, orta namazın ikindi namazı olduğu hakkındaki görüşü teyîd
etmektedir. Bu hadîslerden birinde şöyle buyurmuştur: «Her kim ikindi namazını
kaçırırsa, sanki ehlini ve malını elinden kaçırmış gibi olur»[132].
Maamafih Allah
Ta'âlâ'nın orta namazı açıklamamasında, şüphesiz bir hikmet vardır ve bu
hikmeti, yalnız ikindi namazının değil, fakat diğer vakit namazlarından
herhangi birinin de orta namaz olması ihtimali dolayısıyle, müsiümanların,
bütün vakit namazlarına aynı dikkat ve titizliği göstermelerini sağlamak
şeklinde açıklamak mümkündür.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi orta manâsına gelen vustâ kelimesi-;ni, fazîlet yönünden eşit
taraflardan daha üstün olduğuna delâlet eden bir manâsı vardır. Nitekim Allah
Ta'âlâ, Bakara sûresinin 143 üncü âyetinde «sizi vasat bir ümmet kıldık»
buyurmuştur. Ayet-i kerîmedeki vasat kelimesi, her iki yanında ifrat ve
tefrite düşmüş olmaları dolayısıyle adaletten, •faziletten ve şereften
uzaklaşmış ümmetler bulunan bir başka ümmetin sıfatıdır. Allah Ta'âlâ, Hazret-i
Peygamber'in ümmetini, ifrat ve tefrite
düşmemiş, âdil,
şerefli ve faziletli bir ümmet kılmıştır. Bunun gibi, yukarıdaki âyet-i
kerîmede de, salât-ı vustâya devam edilmesini emretmiştir. Vustâ, salâtın
sıfatı olduğuna göre, Allah Ta'âlâ'nın bu emrini, Allah katında şerefi ve
fazileti en yüksek olan namazı kılın manâsında anlamak gerekir. Ancak Allah
katında makbul olan namaz, kulun, Allah'ın azametini, buna karşılık kendi
hiçliğini ve acizliğini anlamış olarak kıldığı namazdır. Kul, namaz kılarken Allah'ın
huzurunda olduğunu hiçbir zaman unutmamalı ve zihnini O'nun ibadetinden başka
hiçbir şeyle meşgul etmemelidir. Ayet-i kerîmedeki «huşu içinde Allah için
namaza durun» ibaresi, namazın bu şekilde kılınmasını gerektiren bir emirdir.
Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir haberde Zeyd İbn Erkam şöyle
demiştir: «Biz ilk zamanlar namazda konuşurduk. Bir adam namaz içinde olduğu
halde yanında-kine söz söylerdi. Nihayet namazlara ve orta namaza devam edin.
Huşu içinde Allah için namaza durun, âyeti nazil oldu. Böylece sükûtla
emrolun-duk ve konuşmaktan menediidik»[133]
Ayet-i kerîmedeki
kaanitîn kelimesi de bu manâdadır. Kaanit dünya işlerini unutarak sırf Allah'ın
zikrine yönelmek, O'na duâ etmek ve münâcatta bulunmak manâsına gelen
kunût'\ox\ fail olup «dünya işlerini unutmuş ve sırf Allah'ın ibadetine
yönelmiş kimseler olarak namaz kılın» demektir. [134]
239 Allah Ta'âlâ,
namazlara devamı ve bu namazların dosdoğru ve sırf Allah İçin kılınmasını
emrettikten Sonra, hem namazın önemini bir defa daha göstermek, hem de
kullarına bir kolaylık getirmek için, korkulu anlarda kılınacak namaza işaret
etmiş ve «herhangi bir tehlikeden kork-muşsanız yaya veya binici olarak da
kılın» buyurmuştur. İnsan herhangi bir düşman tehlikesiyle karşılaşıp
korkabilir. Yahut bir yırtıcı hayvan, bir sel, veya bir yangın, onu korku
içinde tehlike bölgesinden yaya olarak veya bir hayvan sırtında uzaklaşmaya
zorlayabilir. İşte bu gibi durumlarda «namazlara devam» emri yine bakîdir ve
tehlike, hiçbir surette onun namazı terketmesi için sebep teşkil etmez. Eğer bu
tehlike onun bir yerde durup namazını kılmasına engel oluyorsa ve tehlike
bölgesinden yaya olarak uzaklaşıyorsa, yürürken; hayvan sırtında ise, hayvan
giderken namazını kılmak zorundadır. Bu gibi durumlarda namaz kılarken bedenî
amellerden bazısını yapmak mümkün olmayabilir; ayakta durulmayabilir; rükû ve
secde yapılmayabilir; fakat kalbi ibadet dâima mümkündür ve insan ne durumda
bulunursa bulunsun, bu ibadet ondan sakıt olmaz. Bu sebeple, ister yaya olsun,
ister hayvan sırtında bulunsun, namaz vakti girdiği zaman, namaz hareketlerini
durumu elverdiği ölçüde işaretlerle yaparak, fakat kalbini sırf Allah'ın
ibadetine hasretmiş olarak namazını ular. Tehlike geçtikten ve emniyet hâsıl
olduktan sonra ise, normal za-nanlarda kılınan namazlar gibi ve Allah'ın,
sevgili Peygamberi vâsıtasıyle Dğrettiği şekilde kılınır ve emniyete
kavuşturduğu için Allah'a şükredilir. Bu iki âyet-i kerime, Allah'ın zikrine
vesile olan namazın, İslâm dîninde ne derece büyük Önemi olduğunu göstermeye
yeterlidir. Hayatî :ehlikenin bulunduğu zamanlarda bile insanın üzerinden sakıt
olmayan bu badeti, hiçbir müslüman, keyfi istediği zaman kılıp istemediği zaman
İerkedemez; yahut dünya meşgalelerinden hiçbiri onu terketmek için mazeret
olarak ileri sürülemez. Çünkü namaz, îman alâmetlerinin en büyüğüdür. İmanı tam
ve kâmil olan hiçbir müslüman, namazını ihmal etmez ve hiçbir vakti kaçırmaz.
Allah Ta'âlâ, evlenme
ve boşanmayla ilgili hükümlerini beyan ettikten ve bu arada Allah'ın zikrine
vesile olan namazın önemine işaret ederek, namazlarına devam eden müslünaniarın
Allah'ın koyduğu diğer hükümler karşısında da dikkatli ve titiz bulunduklarına
dikkatları çektikten sonra, evlilikle ilgili hükümlerin beyanına devam etmiş ve
şöyle buyurmuştur: [135]
240. İçinizden ölenler
ve geride zevceler bırakanlar, evlerinden çıkarmaksızm zevcelerine bir yıla
kadar faydalanacakları mal vasiyet etsinler.
Fakat kendileri çıkmışlarsa,
kendi başlarına yaptıkları meşru işlerden dolayı üzerinize herhangi bir günâh
yoktur. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.
241. Boşanmış kadınlar için de, Allah'tan
sakınanlara borç olmak üzere mantj surette faydalanacakları bir mal olmalıdır.
242. İşte Allah, akıl edip düşünesiniz diye
âyetlerini böyle açıklar.
240 Daha önceki ahkâm
âyetlerinde, kocaları tarafından boşanan kadınlardan sözedilmiş ve talâkın
muhtelif şekilleri üzerinde durularak bunlarla ilgili hükümler açıklanmıştı.
Yukarıdaki âyetler ise, evlilikle ilgili önceki âyetlerin tamamlayıcısı
mahiyetindedir ve birincisiyle kocaları ölmüş, ikincisiyle de boşanmış ve
kocalarından ayrılmış kadınların maddî yönden durumlarını düzeltmeyi hedef alan
hükümler getirilmiştir.
AHârrTâ'âlâ ilk
âyetinde, öldükleri zaman geride eşler bırakacak erkeklere, ölmeden önce,
eşlerine geçimlerini sağlayacak malla oturdukları evde bir tam yıl daha
oturmalarını vasiyet etmeleri tavsiyesinde bulunmuştur. Şüphesiz bu tavsiye,
açık ve kesin bir emir değildir. Bununla beraber uzun seneler beraber yaşamanın
ve biribirlerinin en yakın hayat arkadaşı olmanın gerektirdiği bir vecîbe
olarak erkeğin, ölümünden sonra tek başına kalacak olan eşini, hayatın maddî
sıkıntısı karşısında ezilmemesi için düşünmesi gerekir. Bilhassa erkek
öldükten sonra, onun, kendi başının çaresine bakmasını isteyen ve kocasının
evinden bekleme süresini doldurup hemen çıkmasını bekleyen vârisler varsa,
erkeğin, hiç olmazsa bir sene evde kalması için vasiyette bulunması ve hakkı
olan miras dışında, onu bir sene geçindirecek bir miktar da mal vasiyet etmesi,
bir insanlık görevi olur. Bununla beraber, eğer kocaları ölen kadınlar, bekleme
süreleri olan dört ay on günü doldurduktan sonra, ya başka biriyle evlenerek,
yahutta maruf ve meşru yollarla kendileri için temin ettikleri başka bir eve
çıkarlarsa, onların kendi başlarına yaptıkları bu işlerden dolayı ölen eşlerine
veya velîlerine rücû edecek herhangi bir vebal, herhangi bir günâh yoktur.
Çünkü onlar, artık hürdürler ve ölen kocalarının veya velîlerinin velayeti
altında değillerdir. Allah Ta'âlâ bu hükümleriyle müslümaniarı, kendilerine
zararı dokunacak hareketlerden faydalı olan hareketlere yöneltmektedir. O,
şüphesiz, Azîz'dir; kullarının bütün işlerinde hâkim ve gâlib olan, emirlerine
muhalefet edildiğinde bunun sorumlularını cezalandıracak olan O'dur. O, aynı
zamanda Hakîm'dir; O'nun bütün emir ve nehiylerinde, kullarının yalnız fayda ve
menfeatlarını ön plânda tutan bir hikmet vardır.
Müfessirler,
umumiyetle, bu âyet hükmünün, daha önce gelen ve dört ay on günlük bekleme
süresini kocaları ölen kadınlara farz kılan 234 üncü âyetle ve diğer mîras
âyetleriyle neshedildiği görüşündedirler. Her ne kadar nâsih kabul edilen 234
üncü âyetin, Kur'ân-ı Kerîm'in aynı sûresinde kendisinden sonra yer alan 240
inci âyetin hükmünü nasıl neshettiği münakaşa edilebilirse de, bu sonuncusunun
diğerinden daha önce nazil olduğu düşünülse bile, ortada neshi gerektirecek zıt
bir hükmün mevcut olmadığı da meydandadır. Zira ölümü yaklaşan kocalara,
ölümlerinden sonra eşlerinin oturdukları evde bir tam yıl daha oturmaları ve
nafakalarının bu yıl için temini hususunda vasiyette bulunmaları, vücûb ifade
eden bir emrin değil, belki bir ibahanın gereğidir. Eğer bu, Allah'ın kesin bir
emri olsaydı, kocaları ölen kadınların da, bu vasiyetin gereği olarak evde bir
sene süreyle oturmaları gerekirdi. Halbuki Allah Ta'âlâ, aynı âyette, vasiyeti
tavsiye ettikten sonra, kadınları, evden çıkıp çıkmamakta serbest bırakmıştır.
Durum böyle olunca, yukarıdaki âyetin, kendinden önceki âyetle neshedildiğini
ileri sürmeye lüzum kalmıyacağı gibi, neshe hükmettikten sonra iki âyetin iyi
tertip edilmemiş olabileceği şeklinde kötü ve yanlış bir düşünceye de yer
verilmemiş olur. [136]
241 Allah Ta'âlâ,
kocaları ölen kadınlar için kocalar tarafından bir sene evden çıkmamaları ve bu
süre içinde onların faydalanabilecekleri bir mal vasiyet edilmesi tavsiyesinde
bulunduktan sonra, boşanmış kadınlar için de faydalanacakları bir mal olması
gerektiğini beyan etmiştir ki, bu, daha önceki âyetlerde zikredilen hükümlerin
icmali mahiyetindedir. Zira talâkla ilgili âyetlerde görülmüştür ki, kocaları
tarafından boşanmış dört çeşit kadın vardır. Birincisi nikâh sırasında
mehirleri tayin olunmuş, normal evlilik hayatı yaşamış, sonra kocaları
tartından boşanmış kadınlardır ki, Allah Ta'âiâ bunlara 229 uncu âyette
«kadınlara (mehir olarak) verdiğiniz şeyi geri atmanız size helâl olmaz»
hükmüyle İşaret etmiştir. İkincisi, nikâh sırasında mehirleri tayin olunmadığı
gibi, nikâhtan sonra, karı-koca münâsebetinde bulunmadan ve kendilerine hiç
temas edilmeden boşanmış kadınlardır ve bunlara da 236 ncı âyette işaret edilerek
«zengin olanlara güçleri nisbetinde, fakir olanlara da yine güçleri nisbetinde,
maruf ölçüler içinde ve iyilik yapanlara bir borç olmak üzere onları mal
yönünden faydalandırın» buyurulmuştur. Üçüncüsü, nikâh sırasında mehirleri
tayin edilmiş, fakat nikâhtan sonra karı koca münâsebetinde bulunmamış ve
kendilerine hiç dokunulmamış kadınlardır. Bunlara da 237 nci âyette, tayin
edilen mehirin, ya kadın tarafından, ya da erkek tarafından bağışlanmadığı
takdirde, yarısının erkekler üzerine borç olduğu beyan edilerek işaret
olunmuştur. Dördüncüsü ise, nikâh sırasında mehirleri tayin olunmamış, fakat
normal karı koca hayatı yaşadıktan sonra kocaları tarafından boşanmış
kadınlardır ki, bunlar hakkında da mehr-i misil vardır.
Buna göre, kocasından
boşanmış her kadın için Allah'tan korkanların üzerlerine bir borç olmak üzere
faydalanmaları gereken bir meta veya mal vardır ki, eğer âyet-i kerîmede
zikredilen metâdan murad mehir ise, bunun hükmü önceki âyetlerde açıklanmıştır
ve karısını boşamış bütün erkeklere vâcibtir. Eğer meta, kocaları tarafından
boşanmış ve kalpleri incinmiş kadınları hoşnud etmek, gönüllerini almak ve
onlara iyi davranmış olmak maksadıyle mehir dışında fazladan verilmesi gereken
bir mal ise, mehir tayin olunmadan evlenen, fakat kendilerine hiç dokunulmadan
boşandıkları için mehire hak kazanmamış olan kadınlara vâcib, diğerlerine
verilmesi ise müstehâb olur ve karısını boşayan her erkek gücü nisbetinde bu
malla terkettiği karısını hoşnud eder. [137]
242 İşte Allah Ta'âlâ, müslümanlara,. hükümlerini
ve bu hükümlerin onlar için getirdiği faydalan böyle açıklar; O'nun Kur'ân-ı
Kerimde ittihaz ettiği sünnet budur. Tâ ki akıl sahipleri vazolunan bu ahkâmın
sebep ve hikmetleri üzerinde durup düşünsünler ve kendileri için mutlak fayda
sağlayacağına kaani olarak davranışlarını bu hükümler çerçevesi içinde
sürdürsünler. Aklın gelişmesi ve kemale ermesi, ancak onun işletilmesi halinde
mümkündür. Eğer ona bu görev yaptırılmazsa, insan ya inadçı bir kâfir olur, ya
da kendisini câhil bir taklidçi olmaktan kurtaramaz; her iki tip ise, İslâm'ın
reddettiği kimselerdir. Bunun delilini, yukarıdaki âyet-i kerîmede olduğu
kadar, Kur'ân'ın diğer âyetlerinde, akıl sahiplerine yapılan hitaplarda ve
akıllarını kullanmayı teşvik eden ihtarlarında görmek mümkündür. Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyetlerinde, gerek ibadetlere ve gerekse ferdler arasındaki
münâsebetlere ve özellikle evlenme ve boşanma gibi aileleri ilgilendiren
meselelere âit hükümleri beyan ettikten ve bu hükümlerin sebep ve hikmetlerini
açıklayarak, mü'minlerin, âlemlerin Rabb'ı olan Allah Ta'âlâ'dan korkup
hududunu tecavüz etmemeleri için dikkatlarını çektikten sonra, bunların
kafalara iyice yerleşmesini sağlamak maksadıy-ie, geçmiş milletlerden vâz ve
ibret teşkil edecek haberler ve kıssalar zikretmiş ve şöyle buyurmuştur; [138]
243. Binlerce olmalarına rağmen ölümden korkarak
ülkelerinden çıkıp gidenleri bilmez
misin? Allah onlara
«ölün» demiş, sonra da onları yeniden hayata kavuşturmuştu. Allah,
şüphesiz, insanlara karşı fadl u kerem sahibidir; fakat onların çoğu
şükretmez.
244. O halde Allah yolunda savaşın ve bilin ki,
Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
245. Allah'a güzel bir
ödünç verip de Allah'ın da onun karşılığını kat kat artırarak vereceği hani
kim vardır? Allah, hem daraltır, hem genişletir. (Neticede yine) O'na döndürüleceksiniz.
246. Musa'dan sonraki
İsrail oğullarının ileri gelenlerini bilmez misin? Hani peygamberlerine «bize
bir hükümdar gönder de, Allah yolunda savaşalım» demişlerdi; (o da onlara)
«savaş size farz kılınır da ya savaşmazsanız?» deyince, «ülkemizden ve
çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımıza göre, bizim Allah yolunda savaşmamamız
için ne sebep var?» demişlerdi. Fakat üzerlerine savaş farz kılınınca da, pek
azı müstesna, yüz çevirmislerdi. Allah zâlimleri elbette en iyi bilendir.
247. Peygamberleri
onlara şöyle demişti: «Allah size Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi». Onlar da
«biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz ve ona bol mal verilmediği halde, onun
bizim başımızdaki hükümdarlığı nasıl olur?» demişler, (peygamberleri de
onlara şöyle) demişti: «Allah size onu seçti; gerek ilim ve gerekse vücut
yönünden onu kemale erdirip yükseltti. Allah, mülkünü dilediği kimseye verir.
Allah, (kudreti ve tasarrufu) geniş, her şeyi hakkıyle bilendir».
248. Peygamberleri onlara şöyle
demişti: «Onun hükümdarlığının alâmeti,-içinde, Rabb'ımzdan gelen bir
gönül rahat-hğıyle Mûsâ ve Hârûn ailesinin bıraktığı şeylerden artakalanların
bulunduğu ve meleklerin taşıdığı sandığın gelmesidir. Eğer mü'min iseniz, bunda
sizin için (ibret alınacak) bir delil vardır».
249. Tâlin, askerlerle ayrıldığı zaman (onlara
şöyle) demişti: «Allah sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim
onun suyundan içerse benden
değildir; kim ondan tad-mazsa, yahut sadece eliyle bir avuç alırsa, bendendir».
Ne var ki içlerinden çok azı dışında hepsi ırmak suyunu içmişlerdi. Tâlût ve
kendisiyle birlikte olan inananlar nehri geçtikleri zaman demişlerdi ki:
«Bugün artık Câlût'a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok». Allah'a kavuşacaklarına inananlar
da şöyle demişlerdi: «Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle
çok bir topluluğa galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir».
250. Câlût ve
askerleriyle karşılaştıkları zaman da, «Rabb'ımız! Bize bol sabır ver;
sebatımızı artır ve kâfir olan bu kavme karşı bize yardım et» demişlerdi.
251 Böylece, Allah'ın
izniyle onları hezimete uğratmışlardı. Dâvûd Câlût'u öldürmüş, Allah da
hükümdarlığı ve hikmeti ona vermiş ve dilediği şeyleri de öğretmişti. Eğer
Allah'ın'insanlardan bazısını diğer bazısıyle savıp yok etmesi olmasaydı,
yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lutûf sahibidir.
252. (Ey Muhammedi)
İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz ve sen
muhakkak gönderilen peygamberlerdensin.
Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, doğrudan doğruya ferdleri ilgilendiren ahkâmı ve
bu ahkâmın fayda ve menfeatlarını beyan ettikten sonra, Kur'ân'ın edebi
uslûbüne uygun olarak vâz ve ibret teşkil etmek üzere geçmiş milletlerle ilgili
bazı tarihi vak'aları nakletmiş, bu vak'aların hususîliğine rağmen, hikmeti ye
faydası daha önce açıklanmış olan Allah yolunda savaşla mal sarfı hakkındaki
hükümlere işaret etmiştir. Bundan önceki hükümler, ferdlerle ve ferdlerin
teşkil ettikleri ailelerle İlgili olduğu halde, yukarıdaki âyetlerde gelmiş
olan hükümler, umumî olarak milletlerle ve bu milletlerin varlıklarını ve
hürriyetlerini devam ettirebilmeleri için mütecavizlere karşı Allah yolunda
savaşmaları, canlarını ve mallarını sarfetmeleriyle ilgilidir. Yukarıdaki ilk
âyet, hüviyeti açıklanmıyan, fakat sayıları binleri aşan bir kavmin kıssasını
dile getirmiştir. Öyle bir kavim ki, Ölümden korkarak düşmanın önünden firar
etmeyi bir kurtuluş çaresi saymış, fakat ölüm yine de onların Deşini bırakmamıştır.
Çünkü umumi bir kaidedir ki, düşman, mağlup olan orduyu değil, fakat mağlup
olduğu takdirde, öldürüleceğinden korkarak savaşa girmeden firar eden korkakları
kılıçtan geçirir. O halde firar, ölümden bir kurtuluş çaresi olamaz ve Allah'ın
ölüm emri, firar edene çok daha çabuk yetişir. Bu sebeple, korkunun ecele
faydası olmadığını bilerek Allah yolunda savaşmak ve düşmana karşı cesaretle
durmak gerekir. İşte o zaman Allah, canını ve malını kendi yolunda sarfetmek
İçin ortaya atılanların akıbetini güzelleştirir ve mükâfatını fazlasıyle
verir.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki ilk âyetleriyle bu umumî kaideyi hatırlattıktan sonra Mûsâ (a.s.)
dan sonraki İsrail oğullarına ait tarihi bir vak'ayı hikâye ederek bu umumî
kaide içerisinde onların davranışlarını açıklamış ve itaatsiz bir kavmin
içinden çıkan bir avuç mü'min sayesinde bu kavmin nasıl yeniden hayata
döndüğünü insanların ibret nazarlarına sunmuştur. Allah Taâlâ şöyle
buyurmuştur: [139]
243. Binlerce olmalarına rağmen ölümden korkarak
ülkelerinden çıkıp gidenleri bilmez
misin? Allah onlara
«ölün» demiş, sonra da onları yeniden hayata kavuşturmuştur. Allah,
şüphesiz, insanlara karşı fadl u kerem sahibidir; fakat onların çoğu
şükretmez.
244. O halde Allah yolunda savaşın ve bilin ki,
Allah, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
245. Allah'a güzel bir
ödünç verip de Allah'ın da onun karşılığını kat kat artırarak vereceği hani
kim vardır? Allah, hem daraltır, hem
genişletir. (Neticede yine) O'na
döndürüleceksiniz.
243 Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, ölüm korkusuyle ülkelerinden kaçıp giden, yahut
savaşa girmek istemiyen bir kavmin halini, umumi bir kaideye bağlayarak,
insanların zihinlerine iyice yerleştirmek için, bu kaideyi bir kıssa uslûbü
içinde zikretmiş ve ölümden kaçışın, kaçana hiçbir fayda sağlamıyacağını bütün
açıklığıyle gözler önüne sermiştir. Ayet-i kerîme elem tera hitabı ve soru
ibaresiyle başlamıştır ve «görmedin mi?» manâsına gelir. Kur'ân dilinde, lügat
yönünden görmek manâsına gelen ru'yet, çok defa, ılm (bilmek) manâsında ve
geçmişte vukubulan bir hâdiseyi görmeleri mümkün olmayan insanlara bildirmek
makamında kullanılmıştır. Buna göre, âyet-i kerimenin ilk ibaresini, «sayılan
binlerce olduğu halde, ölümden korkarak ülkelerinden çıkanların durumu
hakkındaki bilgi sana ulaşmadı mı? Bunların halini bilmiyor musun?» manâsında
anlamak gerekir. Buradaki muhatap, şüphesiz, bu tıâdiseyi bilmeleri ve ondan
ibret almaları gereken herkestir. Soru ifadesi ise,bilmeyenleri ve halâ
öğrenmemiş olanları öğrenmeye teşvik içindir ve teaccübe, hayrete delâlet eder.
Ayet-i kerîmede,
sayıları binleri bulduğu halde, ölüm korkusuyle yurd-larını terkedip kaçanların
kimler olduğu açıklanmamıştır. Bu, Kur'ân-ı Ke-rîm'in sık rastlanan uslûb
özelliklerinden biridir. Açıklanmasında insanlar için herhangi bir fayda
bulunmayan hâdiselerin kahramanlarını, zaman ve yerlerini açıklamak lüzumunu
duymadığı gibi, araştırılıp öğrenilmesini de dîni bir görev olarak insanların
üzerine yüklememiştir. Zira yukarıdaki âyet-i kerîmede öiüm korkusuyle Allah
yolunda savaşmaktan kaçanlara târihin her devrinde rastlamak mümkündür; gelecek
devirlerde rastlanmı-yacağına dâir herhangi bir delil de mevcut değildir. Bu
sebepledir ki tefsir kitaplarında, âyeî-i kerîmede geçen hâdiseyi belirli bir
tarihi olayla izah edebilmek için İsraüî kaynaklardan ve özellikle Tevrat'tan
kelime kelime nakledilen haberlere itibar etmemek gerekir.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerimede, ölümden kaçanların halini,
umumî bir kaideye bağlayarak, bu kaçışın kendilerine hiçbir fayda
sağlamıyacağını göstermiştir. Zira nereye kaçarlarsa kaçsınlar, Allah'ın «ölün»
emri, onlara kaçtıkları yerde de yetişir ve onlar kaçtıkları yerde ölümü
karşılarında bulurlar,
Allah'ın «ölün» emri,
şüphesiz, onlara hatiften gelen bir sesten ibaret değildir. Bu emir, ölümden
kaçanlar hakkında Allah Ta'âlâ'nın takdirine delâlet eder ve kaçanların
peşinden giden düşman kuvvetlerinin onları kılıçtan geçirmesiyle infaz edilir.
İlâhî takdir, korkup kaçanların hepsinin de Ölmelerini gerektirmeyebiiir. Büyük
bir kısmı öldürülse bile, bir kısmı, yine ilâhî takdirle ölümden kurtulur;
fakat düşmana esir düşer. Nihayet bir gün, Allah'ın lutf u inayetiyie esaretten
kurtulur ve böylece hürriyetine yeniden kavuşur ki, bu, âyet-i kerîmede de
işaret edildiği gibi, ölümden sonra yeniden dirilmek demektir. Nitekim daha
önce açıkladığımız Bakara sûresinin 49 uncu âyetinde yahudîlerin oğuliartnı
boğazlayıp kadınlarına en kötü muameleyi yapan Firavun hanedanından
sözedildikten sonra «bu hanedandan sizi kurtarmıştık» denildiği gibi, 55-56 ncı
âyetlerde de yahudîlerin Musa'ya «Allah'ı lyan beyan görmedikçe sana asla iman
etmeyiz» demeleri üzerine yıldırım çarpmışa dönmüşlerdi ki, Allah Ta'âlâ bunlar
hakkında şöyle buyurmuştur: «Ölümünüzden sonra sizi tekrar diriltmiş-tik».
Binâenaleyh yukarıdaki âyet-i kerîmede geçen «Allah onlara ölün demiş, sonra da
onları yeniden hayata kavuşturmuştu» ibaresini- bazı tefsirlerde görülen ve
yahudl kıssalarından nakledilen ölmüş ve etleri dökülüp kemikleri dağılmış
insanları yeniden diriltmişti manâsında değil, fakat ölümden kaçmaları
dolayısıyle bir kısmı öldürülen, bir kısmı da esir idilen kimselerden esir
olanların esaretten kurtarılmaları ve yeniden ha-
iata kavuşturulmaları
manâsında anlamak gerekir. Bütün bunlar, şiz, Allah'ın insanlara karşı fadl u
kerem sahibi olmasından ve büyük lütfunu onlardan esirgememesindendir. Böyle
olmasına rağmen insanlar, geçmiş milletlerin başlarına gelenlerden ibret almaya
yanaşmazlar. Kendilerinin de aynı duruma düşmemeleri için Allah'ın hududuna riâyet
etmekte titizlik göstermezler. Allah'a şükretmeleri gerekirken nankörlük ederler.
Fakat nankörlük devam eder ve aşırı dereceye ulaşırsa, Allah'ın böyle
milletlere ceza olarak musallat edeceği düşman belâsı, belki akılları başlara
getirirse de ölümden veya esaretten kaçıp kurtuluş mümkün olmaz. Bu sebepledir
ki, önce Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak, sonra da, O'nun insanlara bahşettiği
en büyük nimet olan hürriyet için O'na şükretmek gerekir. [140]
244 Mademki hürriyet,
insanların Allah'a şükretmelerini gerektiren büyük pir nimettir, mademki
hürriyet olmaksızın dînin gereklerini yapmak müm-<ün değildir ve mademki
ölümden kaçış, aslında ölümün ve esaretin <ucağına koşuştur, o halde, dîn
için, hürriyet için ve gerçek mutluluk için Mlah yolunda savaşmaktan başka çare
yoktur. Bunu insanların iyi bilip davranışlarını ona göre ayarlamaları ve
kendilerini dâima akıl ve iz'anlan-nın kontrolü altında tutmaları gerekir.
Ölümden kurtulmak maksadtyle Allah yolunda savaşa katılmaktan kaçış için ileri
sürülebilecek her çeşit mazeret faydasızdır; zira Allah, kimin ne düşünüp
söylediğini işitir ve kimin ne yaptığını bilir; sonra da onu fiil ve
hareketlerinden dolayı cezalandırır. [141]
245 Allah yolunda
savaş, şüphesiz, mü'minlerin canlarını ve mallarını feda etmeyi gerektiren bir
iştir. Savaşa katılan bir kimse, canını, dîni, vatanı ve milleti için ortaya
koymuş kimse demektir. Fakat candan önce ortaya konan ve konması gereken şey
maldır. Zira savaşa katılmadan önce silâh ve teçhizatın hazır olması gerekir.
Silâh ve teçhizat olmadan düşmanla savaşılmaz. Bunlar ise, ancak para ve mal
karşılığı hazırlanabilecek şeylerdir. Bu sebepledir ki, Allah yolunda savaşa
katılan insanın önce malını, sonra da canını ortaya koyması ve onları feda
etmesi gerekir. Ancak şunu unutmamak lâzımdır ki, malın ve canın beraberce
ortaya konması, onların, mutlaka elden çıkacakları ve yok olup gidecekleri manâsına
gelmez. Çünkü ne mal, infak etmekle tükenir, ne de can savaş alanında mutlaka
sahibini terkedip gider. Târihte nice kanlı meydan muharebeleri olmuştur da,
bu muharebelere katılanlar, tekbirlerle şehirler ve ülkeler zaptetmişlerdir.
Allah yolunda mal ve
can feda etmek, mutlaka malı ve canı yitirmek manâsına gelmediğine göre, bunun
başka bir manâsı olmak gerekir ve bu manâ da, yukarıdaki âyet-i kerîmede de
ifade edildiği gibi, malı ve canı, bir süre için, daha doğrusu savaşın devamı
süresince Allah'a ödünç vermek demektir. Aslında malın da, canın da asıl sahibi
Allah'tır. O, dilediği zaman, dilediği kimseye, dilediği kadar mal verir; keza
dilediği kimsenin canını da dilediği sürece kendisine bağışlar. O halde hiç
kimse, elinde bulunan malın ve canın, ebediyen kendisinde kalacağı zannına
kapılmamalı, bir gün mutlaka bunların elden çıkacağını ve asıl sahibine rücû
edeceğini unutmamalıdır. Allah'ın insana belirli bir süre için bağışladığı malı
ve canı, kendi yolunda savaşarak feda etmesini istediği zaman da, bunları O'nun
yolunda feda etmekten kaçınmamalıdır. Şunu da unutmamalıdır ki, insan, Allah
yolunda savaşarak malını ve canını feda etmeye hazır olduğu zaman, biraz önce
de belirttiğimiz gibi, bunları tamamiyle elden çıkarmış değil, fakat savaş
süresince onları Allah'a ödünç vermiş olmaktadır. Savaş sonunda Allah, dilediği
takdirde bunları kendisine iade eder, yahut karşılığını öder. Fakat bu iade
veya karşılığını ödeme, yalnız Allah'ın zâtına hâs bir iade ve ödeme şeklinde
olup, malını ve canını Allah'a ödünç veren kimse, verdiklerini kat kat
fazlasıyle alır. Zira Allah'tan başka hiç kimse, ödünç aldığı bir şeyi, bu
şekilde hadsiz hesapsız fazlasıyle ödemez. O, dilediğini fakirleştirir,
dilediğini de zengin eder. Nice insanlar vardır ki, kazanmak için çalışmak
gerektiğini bilmezler ve fakirliğe yol açan sebepleri elden bırakmazlar; onu
kendileri istedikleri için, Allah da onların bu isteklerini gerçekleştirir.
Çalışmasını bilenler İse, çalışmalarının karşılığını elde ederler. Bu,
Allah'ın değişmez bir kanunudur ve toplumlar bu kanun gereğince yükselirler
veya çökerler. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, bu kanun, zengin olup
yükselmiş, fakat verdiği bu nimete karşılık Allah'a şükretmesini unutmuş bir
insanı veya bir toplumu fakirleştirip çökertmesine engel değildir. Nitekim
İbrahim sûresinin 7 inci âyetinde «eğer şükrederseniz size nimetlerimi
artırırım; küfrederseniz de, muhakkak azabım çok şiddetlidir» buyurulmuştur ki,
bu, şükre vesîle olmayan zenginliğin insanlara hiçbir fayda sağlamıyacağının
apaçık delilini teşkil eder. Zira insan, az da yaşasa, çok da yaşasa, nihayet
Allah'a dönecek ve kıyamet günü zenginliğinin hesabını O'na verecektir. Şuarâ
sûresinin 88-89 uncu âyetlerinde de açıklandığı gibi, «o gün, ne mal fayda
verir, ne de oğullar. Meğer ki kişi, Allah'a her türlü kötülükten arınıp îman
etmiş bir kalple gelmiş ola»
Ayet-i kerimenin
sibaka uygun olan bu tefsiri yanında şu manâsını da gözönünde bulundurmak
gerekir ki, Allah Ta'âlâ, mal sahibi olan kişilere, belirli miktarlarda zekât
vermeyi farz kıldığı gibi, üzerine zekât farz olsun veya olmasın, her
müsiümana, gücü nisbetinde sadaka vererek fakirlere yardım etmeyi de ihmal
edilmemesi gereken bir borç olarak yüklemiştir. Binâenaleyh her kim bu borcu
edâ ederse, unutmamalıdır ki, gönül nza-sıyle fakire verdiği bu sadaka, Allah'a
ödünç verilmiş bir mal gibidir ve bu ödüncü, Allah, sahibine kat kat artırarak
verecektir. Bu bakımdan, umumi manâsıyle yukarıdaki âyet-i kertmeyi, yapılacak
her çeşit iyiliğe teşmil etmek mümkündür ve müslümanian bu iyiliklere teşvik
eden bir manâya sahiptir.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerimelerle, ölümden korkup kaçanlara, kaçışın hiçbir fayda
sağlamıyacağını, zira bunların, ya ölümün, ya da ölümden beter olan esaretin
kucağına düşeceklerini umumi bir kaide olarak beyan ettikten ve müslümanian,
Allah yolunda can ve mal sarfına teşvik edip bunu Allah'a ödünç verilmiş bir
mala benzettikten sonra, vazettiği bu umumi kaideye açıklık kazandırmak ve daha
kolay anlaşılmasını sağlama maksadıyle, yahudî târihinden bir örnek vermiş ve
şöyle buyurmuştur: [142]
246. Musa'dan sonraki
İsrail oğullarının ileri gelenlerini bilmez misin? Hani Peygamberlerine «bize bir hükümdar gönder
de Allah yolunda savaşalım» demişlerdi, (O'da onlara) «savaş size farz kılınır
daya savaşmazsanız?» deyince, «ülkemizden ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımıza
göre, bizim Allah yolunda savaşmamamız için ne sebep var?» demişlerdi. Fakat
üzerlerine savaş farz kılınınca da, pek azı müstesna, yüz çevirmişlerdi.
Allah, zâlimleri elbette eh iyi bilendir.
247. Peygamberleri
onlara şöyle demişti: «Allah size Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi». Onlar da,
«biz hükümdarlığa ondan daha lâyık olduğumuz ve ona bol mal verilmediği halde,
onun, bizim başımızdaki hükümdarlığı nasıl olur?» demişler, (peygamberleri de
onlara şöyle) demişti: «Allah, size onu seçti;
gerek ılım ve gerekse
vücut yönünden onu kemale erdirip yükseltti. Allah, mülkünü dilediği kimseye
verir. Allah, (kudreti ve tasarrufu) geniş, her şeyi hakkıyle bilendir».
248.
Peygamberleri onlara şöyle
demişti: «Onun hükümdarlığının alâmeti, içinde, Rabb'ınızdan gelen bir
gönül rahat-lığıyle Mûsâ ve H\â\rûn ailesinin bıraktığı şeylerden
artakalanların bulunduğu ve meleklerin taşıdığı sandığın gelmesidir. Eğer
mü'min iseniz, bunda sizin için (ibret alınacak) bir delil vardır.
249. Tâlût, askerlerle
ayrıldığı zaman (onlara şöyle) demişti: «Allah sizi bir ırmakla
deneyecektir. Kim onun
suyundan içerse benden değildir. Kim ondan tad-mazsa, yahut eliyle bir
avuç alırsa, bendendir». Ne var ki, içlerinden çok azı dışında hepsi ırmak
suyunu içmişlerdi. Tâlût ve kendisiyle birlikte olan inananlar nehri
geçtikleri zaman demişlerdi ki: «Bugün artık Câlût'a ve ordusuna karşı koyacak
gücümüz yok». Allah'a kavuşacaklarına inananlar da şöyle demişlerdi: «Nice az
bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle çok bir topluluğa galip
gelmiştir. Allah,
sabredenlerle beraberdir».
250. Câlût
ve askerleriyle karşılaştıkları zaman da «Rabb'ımızf Bize
bol sabır ver; sebatımızı arar ve kâfir olan bu kavme karşı bize yardım et»
demişlerdi.
251. Böylece, Allah'ın
izniyle onları hezimete uğratmışlardı.
Dâvûd Câlût'u öldürmüş, Allah da
hükümdarlığı ve hitmeti ona vermiş ve dilediği şeyleri de Öğretmişti. Eğer
Allah'ın, insanlardan bazısim diğer bazısıyle savıp yok etmesi olmasaydı,
yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibidir.
252. (Ey Muhammedi)
İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz ve sen
muhakkak gönderilen peygamberlerdensin.
Allah Ta'âlâ daha
önceki âyetlerinde, sayıca çok olmasına rağmen Dİümden korkarak savaştan kaçan
ve ülkelerini terkedip giden bir kavmin akıbetini beyan ettikten, hakkın
korunması ve hayatın şerefli bir şekilde sürdürülebilmesi için Allah yolunda
canla ve malla savaşmayı açık ve kesin emirle farz kıldıktan sonra, yukarıdaki
âyetlerinde, düşman tarafından ülkelerinden çıkarılmış olan ve bu ülkeyi geri
almak için savaşmak zorunda kalan İsrail oğullarından bir kavmin kıssasını
mufassal bir şekilde naklederek, daha önce mücmel ve muhtasar olarak gelen ilk
kıssayı beyan etmiştir.
Ayet-i kerimeden
anlaşıldığına göre, kıssada sözü edilen kavim, Mûsâ (a.s.) dan sonra ve Dâvûd
(a.s.) asrında yaşayan yahudllerdir. Tefsirlerde de işaret edildiği gibi, o
sıralarda başlarında Samuel adında bir peygamber bulunuyordu ve henüz Davud'a
bu görev verilmemişti. Yahudiler, kendilerini bir nizam altına alacak ve
düşmanla savaşmak için onları etrafında toplayacak bir kumandana veya bir krala
sahip olmayı arzu ediyorlardı. Peygamber, Rabb'ından aldığı emir ve nehiyierle
din işlerini yürütür, kral da peygamberin emrinde savaş işlerini idare ederdi.
Başlarındaki peygambere işte bu arzularını bildirmişler ve «bize bir kral
gönder ki, onun idaresi altında Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. Fakat gerçekten
savaşırlar mıydı? Ya savaş, üzerlerine farz kılındığı halde savaşmaktan
kaçarlarsa? O zaman emre isyan etmiş olmazlar mıydı? Peygamberleri bunu
kendilerine hatırlattığı zaman, onlar kesin konuşmuşlar ve «yurdumuzdan
çıkarıldık, çocuklarımızdan uzaklaştırıldık. Durum böyle olunca, Allah yolunda
savaşmamamız için ne sebep var?» demişlerdi. Tevrat'ın Samuei kitabında da
hikâye edildiği gibi, yahudller, Samuel'in peygamber olarak gönderildiği
sıralarda, Mûsâ şeriatından uzaklaşmışlar ve kendilerine Allah'tan başka
tanrılar edinip onlara ibadet eder olmuşlardı. Onların hak dinden uzaklaşmış
olmaları dolayısıyie, Allah Ta'âlâ, üzerlerine ceza olarak Filistinliler
(Amâlika) i musallat etmiş ve cereyan eden savaşta, otuz bin yahudl öldürüldüğü
gibi, yahudller için manevi kuvveti
olan ve düşmanlarına
karşı yardım dileğiyle kendisine başvurdukları ahid sandığı da Filistinliler
tarafından alınmıştı. Sandığın elden çıkması, yahudl-leri büyük bir hayal
kırıklığına uğratmış, artık her şeyin bittiğine ve İsrail oğullarının her şeyi
kaybettiğine inanmışlardı. İşte bu sırada yahudllerin şeyhleri ve ileri
gelenleri toplanarak Samuel'den kendilerine bir kral seçmesini istemişler ve
bu kralın idaresinde mağlup oldukları düşmana karşı savaşacaklarını
bildirmişlerdi. Bunun üzerine Allah da onlara Tâlût'u kral olarak seçmişti.
Ancak âyet-i kerimede de beyan edildiği gibi, yahudllerin, peygamberlerinden
bir kral seçmesini istemelerinden ve.bu istek üzerine Tâlût'un kral
seçilmesinden sonra savaş üzerlerine farz kılınınca da, düşmanlarının
kuvvetinden korkarak evvelce verdikleri sözü unutmuşlar ve içlerinden çok azı
müstesna, savaştan yüz çevirmişlerdi. Bunlar, savaştan kaçmakla hem
kendilerine, hem de kavimlerine zulmetmiş oluyorlardı. Çünkü üzerlerine düşen
iş, kendilerini olduğu kadar kavimlerini de düşmana karşı korumak ve düşman
belâsını ölüm pahasına da olsa üzerlerinden savmaktı. Fakat onlar, düşmana mağlup
olmanın kendilerine yüklediği zillet dolayısıyie savaştan kaçmayı tercih
etmişler ve bu yüzden zâlim olmuşlardı. Fakat Allah böyle zâlimleri elbette çok
iyi bilir ve dünyada zillet ve meskenetlerini devam ettirerek, âhtrette ise
azâb ederek cezalarını verir. [143]
247 Yahudller,
Allah'ın kendileri için Tâlût'u kral seçmesinden hoşnud olmamışlar ve «onun
bizim üzerimizdeki krallığı nereden oluyor? Biz o krallığa ondan daha lâyığız; ona bol mal da
verilmiş değil» demişlerdi.
Yahudilerin Tâlût'u
krallığa lâyık görmemeleri, bazı müfessirlerin ileri sürdüklerine göre, onun
kral soyundan gelmemiş olması dolayısıyleydi. Zira; Dâvûd ve Süleyman gibi
krallar, Yakûb'un oğullarından olan Yahûdâ sülâlesinden geliyorlardı.
Peygamberlik ise, yine Yakûb'un oğullarından Lâvl sülâlesindeydi; Mûsâ ve Hârûn
da bu sülâleden gelmişti. Allah tarafından kral olarak seçilen Tâlût ise,
Yakûb'un en küçük oğullarından olan Bünyâmin sülâlesinden geliyordu ve bu
sülâle, ne krallık ve ne de peygamberlik sülâlesiydi. Öyle anlaşılıyor ki
yahudller, peygamberlerinden kendilerine bir kral gönderilmesini istedikleri
zaman, soyu sopu şöhret kazanmış, malı mülkü olan ve kral seçildiği zaman bütün
yahudlleri peşinden sürükleyebilecek sıfatları bulunan bir kimse
bekliyorlardı. Tâlût seçildiği zaman da, tahayyül ettikleri sıfatları
kendisinde bulamamışlar ve bu yüzden, biz krallığa ondan daha lâyığız, diyerek
itiraz etmişlerdir. Fakat peygamberleri onların bu itirazlarına cevap vererek
«Allah, kendisini krallık için fıtri bir istidatla yarattığı Tâlût'u seçti.
Gerek ilim yönünden ve gerekse cisim yönünden onu sizden üstün kıldı ve
krallığa daha lâyık uldu» demiştir. Rivayetlere göre Tâiût, boyu çok uzun, iri
yan, cüsseli bir ımseydi. Halk arasında ondan daha uzun ve daha iri bir kimse
yoktu, inâanaleyh krallık için Allah'ın fıtrî istidat verdiği, milletinin zayıf
ve kuv-3tli yönlerini bilerek onu idare edebilecek bir ilimle teçhiz ettiği,
sağlıklı üşünmesine yardım edecek bir akı! ve sağlıklı bir vücuda sahip kıldığı
ve ihayet bütün bu sıfatlanyie kendisini krallığa seçtiği bir kimsenin bu
levkie diğerlerinden daha lâytk olduğuna elbette şüphe yoktur. Eğer bu imse,
yeterince mala sahip değilse, bunun hiçbir önemi olmaması gere-ır. Çünkü
yukarıda sayılan üstün sıfatlara ve kaabiliyetlere sahip olan bir imse,
krallığın idaresi için gerekli oian malı temin etmekte güçlük çek-rıez. Önemli
olan, onu krallığa Allah'ın seçmiş olmasıdır. Zira Allah, nülkünü, kulianndan
dilediği kimseye verir. Çünkü asıl kudret ve tasarruf tâhibi O'dur ve ilmi her
şeyi kuşatmıştır. Eğer bir millet için hayrı murad îtmişse, o milleti hayra
sevkedecek, şerri murad etmişse ona zulmedecek iderleri seçip o milletin başına
geçirmekte hiç kusur etmez. [144]
248 Yahudilerin,
kendilerine kral olarak seçilen Tâlût'a itiraz etmeleri izerine,
peygamberlerinin onları ikna etmek İçin, Tâlût'un Allah tarafından seçilmiş
olduğunu, gerek ilim ve gerekse vücut yönünden onu kemale irdirip
yükselttiğini, Allah'ın, mülkünü dilediği kimseye vermek hususunda yegâne
kudret ve tasarruf sahibi olduğunu hatırlattıktan sonra, sözlerine devam etmiş
ve yahudîleri mağlup edip, içinde gönül rahatlığıyle \Aûsâ ve Hârûn ailesinden
kalan bazı şeylerin bulunduğu ve meleklerin aşıdığı sandığı zaptetmiş oian
Filistinlilerin veya Amâlika'nın elinden geri alınmasını, Tâlût'un krallığa
lâyık oluşunun bir başka delili olarak göstermiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, bu
sandığın içinde neler bulunduğunu açıklamamıştır. Fakat Mûsâve Harun'dan kalan
bazı eşyalarla Tevrat'ın yazıldığı bazı levhaların bulunması mümkündür ki,
yahudîler, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu sandığa büyük kudsiyet
atfediyorlar ve onun, yanlarında bulunmasıyle son derece büyük huzur
duyuyorlardı. Tefsîr kitaplarında, gerek sandığın yapıldığı ağaç ve gerekse
içinde bulunan eşya hakkında çok değişik ve acâib görüşler ileri sürülmüştür
ki, bunların, yahudîler arasında dolaşan hikâyelerden alındığına şüphe yoktur.
Tâlût'un kral olmasından sonra, sandığı elinde bulunduran Filistinliler, onu
yahudîlere iade etmişlerdir. Ahd-i Atîk'te sandığın geri veriliş sebebi olarak,
Filistinlilerin elinde kaldığı sürece onun, başlarına büyük belâlar,
musibetler getirmiş olması gösterilir. Filistinliler, bu belâlardan kurtulmak
için sandığ .başlarından atmak zorunda kalmışlar ve onu iki sığırın çektiği bir
arabaya koyarak serbest bırakmışlardır. Arabanın başında herhangi bir kimse
bulunmadıği için, sığırlara yol gösterenlerin de melekler olduğuna inanılmıştır.
İnsan gayreti olmadan hayırla neticelenen işlerin, meleklerin yardımına
bağlanması insanlar arasında câri olan âdetlerdendir. Ayet-i kerîmede sandığın
melekler tarafından taşındığının belirtilmesi de bundandır.
Peygamberleri,
yahudîlere Tâlût'un kral olarak seçilişinin sebep, hikmet ve delillerini
açıkladıktan ve onların artık Tâlût'a itiraz etmemeleri gerektiğini hatırlattıktan
sonra, sözlerini eğer mü'min iseniz, bunda sizin için ibret alınacak deliller
vardır» hitabıyle bitirmiştir ki, «bunda» sözüyle «sandığın geri gelmiş
olmasında» manâsının murad edildiği anlaşılmaktadır. Zira yahudîlerin büyük
önem verdikleri ve yanlarında bulundurmakla huzur duydukları sandığın
Filistinliler tarafından alındıktan sonra, Tâlût'un kral seçilmesiyle tekrar
kendilerine iade edilmesi, Allah'ın yahudîlere yar-: dım ettiğini ve bundan sonra da yardımlarını
üzerlerinden esirgemiyeceğini gösterir. O halde Tâfût'tan memnun olmaları ve
onun emrinde Allah yolunda savaşarak düşman belâsından kurtulup hürriyetlerine
yeniden kavuşmaları gerekir. [145]
249 Tâlût'un kral
seçilmesinden sonra sandığın geri gelmesi, yahudîleri huzura kavuşturmuş ve
cesaretlerini artırmış olacaktır ki, yeni krallarının etrafında toplanıp cihada
çıktıkları, âyet-i kerîmede Tâlût'un askerlerine verdiği emirlerden
anlaşılmaktadır. Tâlût kumandasındaki ordu, düşmanla savaşmak için toplanma
yerinden ayrılırken, Tâlût, onlara şöyle demiştir: Allah, sizin mutî
olanlarınızı âsî olanlarınızdan ve beni size kral olarak seçmesinden hoşnud
olanlarınızı olmayanlarınızdan ayırmak için bir nehirle deneyecek. Bu nehirden
su içmeyin; içseniz bile, ancak ağzınızı ıslatacak kadar bir avuç dolusu alıp
için; fakat daha fazlasına tama etmeyin. Kim bu emre itaat etmez, nehrin
suyundan içerse, o benden değildir; bana ve dolayısıyle Allah'a ısyân etmiş
olur; fakat kim itaat eder, sudan içmezse, yahut sadece bir avuçla yetinirse,
gerçek mü'min odur ve benim yanımdadır. Ne var ki, isyan ve itaatsizlik
yahudîlerin eski âdetlerinden olduğu için, Tâlût'un emrine uymamışlar ve çok
azı müstesna, içmeleri yasaklanan nehir suyundan içmişlerdir. Savaşlarda
komutanların emrine itaatsizlik, çok defa mağlubiyetle sonuçlanır; çünkü emre
itaat etmemenin manâsı isyandır; isyan ise, ordunun bozulup dağılmasına ve
savaş gücünü yitirmesine sebep olur. Nitekim Tâlût, askerlerinden büyük bir
kısmf-nın, nehir suyunu içmemek hususundaki emrine itaat etmemesi sebebiyle,
nehri emrine itaat eden az sayıda askerle geçmek zorunda kalmıştı ve kuvveti
büyük ölçüde zayıflamıştı. Kendisine inanmış olan askerler de bunun
farkındaydılar ve başlarında Câlût'un bulunduğu düşman ordusunun kuvvetini
bildikleri için, arkadaşlarına ümidsizlik içinde şöyle demişlerdi: «Bugün,
bizim Câlût ve askerlerine karşı duracak gücümüz artık kalmadı. Bu zayıf
kuvvetimizle onlara gâlib gelmemiz nasıl mümkün olur?» Bununla beraber,
Tâlût'un, Allah'a kavuşacaklarına inanan askerleri de, arkadaşlarının bu
ümidsizliğine karşı çıkmışlar ve «nice zayıf ordular vardır ki, kendilerinden
kat kat üstün ordulara Allah'ın izniyle gâlib gelmişlerdir. Allah kendi yolunda
gidenlere, zayıf ve sayıca az olsalar bile yardım eder ve onları zelil etmez.
Onun için ümidinizi kaybetmeyin ve düşmana karşı sabırla dövüşün; Allah,
muhakkak sabredenlerle beraberdir».
Ayet-i kerîmelerin
delâletinden, öyle anlaşılıyor ki, Tâlût, nehrin suyundan içmeyi yasakladığı
sırada, ordusu içinde îman yönünde üç çeşit asker vardı: İmanı çok zayıf
olanlar; orta derecede olanlar; kemal mertebesine ermiş olanlar. Bunlardan
birincileri, Tâlût'un emrine itaat etmeyip nehir suyundan kana kana içenlerdir
ki, suyu içtikten sonra orada kaldıkları ve savaş için nehri geçmedikleri
anlaşılmaktadır. Bu sebeple Tâlût kendisine inanan az sayıda askerle nehri
geçmek zorunda kalmıştır. İmanı orta derecede olanlar, Tâlût'un emrine uymuş
olmakla beraber, yine de nehir suyundan ağızlarını ıslatmak için bir avuç
içenlerdir. Nehri geçtikten sonra da, diğer arkadaşlarına, artık Câlût ve
ordusuyla savaşacak güçleri olmadığını söyleyip ümidsizliğe düşenler de
bunlardır. İmanı kemal mertebesine ermiş olanlar ise, Tâlût'un emri üzerine
nehir suyundan bir damla da olsa ağızlarına koymayanlardır ki, nehri geçtikten
sonra ümidsizliğe düşen arkadaşlarına sabır tavsiye ederek Allah'ın
kendileriyle beraber olduğunu söylemişlerdir. Allah'a kavuşacaklarına ve O'nun
mükâfatını kazanacaklarına inananlar da işte bunlardır. [146]
250- Bunlar Tâlût'un
kumandasında, Câlût ve askerleriyle karşı karşıya geldikleri zaman, Allah'a
sığınmayı ve O'ndan sabır ve sebat dilemeyi de ihmal etmemişler ve «Rabb'ımız!
Bize bol sabır ihsan eyle; sebatımızı artır ve bu kâfir kavme karşı bize yartım
et de onları mağlup edelim ve hezimete uğratalım» diyerek duâ etmişlerdir. [147]
251Allah da onların bu
dualarını kabul ederek sabır ihsan etmiş; savaşta sebatlarını artırmış ve
onlardan yardımını esirgememiş;
neticede kâfirler mağlûp olup kaçmışlardır. Bu, mü'min ve sabırlı olan
hak ehline, küfretmiş olan bâtıl ehli karşısında Allah'ın yardımı hususundaki
değişmez sünnetinin bir tezahürüdür.
Rivayetlere göre,
Tâlût ordusuyle Câlût ordusu karşı karşıya geldiği zaman, kâfir Câlût meydana
çıkmış ve kendisiyle dövüşecek bir yiğit istemiştir, İri yarı olan ve
Filistinlilerin en meşhur kahramanlarından sayılan Câlût'un karşısına hiç
kimse cesaret edip çıkamamıştır. Tâiût'un Câlût'la dövüşüp onu öldüreni mükâfat
olarak kızıyle evlendireceğini vadet-mesinden sonra, Dâvûd adında bir genç
ortaya atılmıştır. Bu gencin yaşı küçük olduğu gibi, üzerinde zırh ve elinde da
taş atan sapandan başka herhangi bir silâh yoktu. Bununla beraber, Câlût'la
yaptığı mübâreze (dövüş) de, sapanıyle önce onu başından yaralamaya, sonra da
öldürmeye muvaffak olmuştur. İşte daha sonraları, Allah'ın hem Peygamber, hem
de İsrail oğullarına kral yaptığı bu genç, Dâvûd (a.s.) idi. Allah Ta'âlâ ona
Zebur adı verilen kitabı indirdiği gibi, dîn ilimlerini, demircilik sanatını ve
hasımlar arasında hüküm verme usûllerini öğretmiş, hikmet sahibi yapmıştır.
Kendisinden önce hem Peygemberliğin, hem de krallığın üzerinde birleştiği hiç
kimse yoktu, İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede bu hususa işaret
ederek «Dâvûd Câlût'u öldürmüş, Allah'da hükümdarlığı ve hikmeti ona vermiş ve
dilediği şeyleri de öğretmişti» buyurmuştur. Ayet-i kerîmenin sonunda yer alan
«eğer Allah'ın, insanlardan bazısını diğer bazısıyle savıp yok etmesi
olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lutûf
sahibidir» mealindeki ibareler ise, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde görülen savaş
emrinin hikmetini ve insanlara getirdiği büyük faydayı beyan İçindir. Zira eğer
savaş olmasaydı, yeryüzünde fesad çıkaran şer kuvvetler dünyaya hâkim olurlar
ve insanlara, özellikle kendilerine karşı olan mü'minlere, akla gelmedik zulüm
işlerlerdi. Fakat Allah, âlemler üzerindeki sonsuz lütuf ve inayetiyle, dünyayı
fesad ehlinin şerrinden korumak için mü'minlere bunlarla savaşmayı farz
kılmıştır. Dikkat edilecek olursa, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede ve lev lâ
defu'ilahi (Allah'ın defi, savıp yok etmesi olmasaydı) buyurmak suretiyle,
fesad ehlini defedip savma fiilini bizzat kendisine nisbet etmiştir ki, bu,
Allah'ın mü'min kullarının fesad ehlinin şerrinden Korumayı bizzat tekeffül
ettiğinin açık ve kesin bir delilini teşkil eder. Buna göre, caniyle ve maliyle
düşmana karşı Allah yolunda savaşmak, mü'minlerin görevidir. Savaşta onlara
yardım edip gâlib gelmelerini sağlayarak kâfir düşmanları defedip hezimete
uğratmak da Allah'ın işidir. Bu, O'nun yeryüzündeki değişmez kanunudur ve
insanlık târihinde görülen zaferler ve hezimetler de bunun gerçekleşmiş
örneklerini teşkil ederler. [148]
252 Allah Ta'âlâ, ölüm
korkusuyle yurdlarını terkedip kaçan kavimle, belirli bir döneme âit yahudî
kavminin kıssalarını naklettikten sonra, Hazret-i Peygamber'e hitabetmiş ve
anlatılan bu kıssaların, gerçek olduğunda hiç kimsenin şüphe edemiyeceği
Allah'ın âyetlerinden ibaret olduğunu beyan etmiştir. Bu kıssalar o derece
gerçektir ki, kitap ehlinin ve özellikle yahudîlerin bile bunlardan şüphe
etmeye mecalleri yoktur. Çünkü kendi dîn kitaplarından ve târihlerinden
bilirler ki, bu anlatılanlar, kitaplarında gelmiş olan haberlere uygundur.
Ancak onlar, kitaplarını tahrif etmişler ve târihi vak'aları bir çok
hurafelerle süslemişlerdir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber, .bu kıssaları,
doğrudan doğruya yahudîlerden dinleyip öğrenseydi, veya kitaplarından
okusaydı, Kur'ân'da onların anlattıkları uslûbla naklederdi. Halbuki o, bunu ne
yahudîlerden dinlemiş ve ne de kitaplarından okumuştur. Bunlar, Kur'ân'ın diğer
âyetleri gibi ona Allah tarafından vahyedilmiştir. Bu bakımdan yukarıdaki
kıssaları ihtiva eden âyetler de, Hazret-i Peygamber'in Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber olduğunun açık ve kesin delilleridir.
Allah Taâlâ, Kur'ân'ın
ikinci cüz'ünün tamamlandığı yukarıdaki âyet-i kerimelerle, bütün insanlara
ibret almaları gereken bir ders vermiş ve özellikle şunu bildirmiştir ki,
yeryüzünde mutlaka hakkın hâkim olması lâzımdır. Ancak bunun için, hak ehline
düşen bazı işler vardır ve bu işlerin başında, bâtılla ve bâtsl ehliyle
savaşmak gelir. Bunun için de, malı ve canı Allah yolunda ortaya koymak
gerekir. Ölüm korkusuyle savaştan kaçmak çare değildir; çünkü ölüm, eğer
gelecekse, kaçanı kaçtığı yerde de yakalar. Düşmana boyun eğmek ise, ölümden
beterdir ve o da bir kurtuluş çaresi değildir. O halde yapılacak iş, sadece
Allah yolunda hakkın zaferi için döğüşmek, döğüşürken sabretmek ve Allah'ın
yardımını dilemektir. Düşman ne kadar kuvvetli olursa olsun, Allah, yeryüzünde
hakk'ın hâkim olmasını istediği için, dâima hak ehlinin yanındadır ve dâima
onların yardımcısıdır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki son âyet-i kerîmeyle Hazret-i Peygamber'e hitap ederek, onun
müslümanlara tebliğ ettiği geçmiş milletlerin tarihleriyle ilgili kıssalardaki
doğruluğunun, Allah tarafından gönderilen Peygamberlerden biri olduğuna açık
ve kesin bir delil teşkil ettiğini bildirdikten sonra, dikkatları bu
peygamberlere çekerek şöyle buyurmuştur: [149]
253. işte bu
Peygamberler... Onlardan bazılarını bazılarına üstün kılmı:şızdır. Allah'ın
konuştuğu ve bazılarının da derecelerini yükselttiği kimseler onlardandır.
Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller vermiş ve onu Rûhu't-ktıdüs ile
desıek-lemişizdir. Eğer Allah cı'ileseydi, bu Peygamberlerden sonra gelen (milletler,
kendilerine gelen apaçık delillerden sonra, biribirlerİni Öldürmezlerdi; fakat
ihtilafa düştüler: Onlardan bîr kısmı îman etti, bir kısmı da küfretti. Eğer
Allah dileseydi, biribirlerİni öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.
Allah Ta'âlâ insanı
yeryüzünün halifesi olarak yarattıktan ve onu, İlk temsilcisi Adem (a.s.)ile
insanı yeryüzüne hâkim kıldıktan sonra, giderek çoğalan insan nesline, yine
kendi aralarından peygamberler seçip göndermiş ve bu peygamberleri,
ümmetlerine Allah'ın varlığını ve birliğini öğretmek, doğru yolda gitmeleri
için dînini veya şeriatını bildirmekle görevlendirmiştir. İlk peygamber Adem
(a.s.) ile son peygamber Muharnmed (s.a.s.) arasında binlerce asırlık bir zaman
geçtiği gibi, geçen bu süre içerisinde sayısını ancak Allah'ın bildiği bir çok
da peygamber gönderilmiştir. Bu peygamberler arasında, gerek Allah'a İtaat
yönünden, gerek Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmek yönünden ve gerekse
tebliğ ettikleri dînini insanları dünya ve âhıret saadetine yöneltmesi yönünden
hiçbir fark yoktur. Bu sebeple, yaptıkları görev ve teblîğ ettikleri dîn
yönünden, bu peygamberlerden herhangi birini veya bir kaçını üstün görüp
diğerlerini küçültmek doğru değildir. Nitekim Bakara sûresinin 285 inci âyetinde
gerçek mü'minlerin Allah'ın peygamberlerine îman ettiklerine işaret olunduktan
sonra, bu peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmadıkları beyan olunduğu gibi,
Hazret-i Peygamber de bir hadîsinde, peygamberler arasında üstünlük iddiasına
kalkışılmamasınt emretmiştir.[150]
Bununla beraber Allah
Ta'âlâ, bu Peygamberlerden dilediklerini, dilediği bazı hususiyetlerle
bezemiştir. Meselâ bundan önceki âyetlerde nakledilen kıssada da işaret
edildiği gibi Câlût'u öldüren Dâvûd (a.s.) a
hikmeti ve
hükümdarlığı vermiş, dilediği şeyleri ona öğretmiştir. Mûsâ (a.s.) ile
konuşmuş. İsa (a.s.) ya apaçık deliller ölüleri diriltmek, hastalan
iyileştirmek gibi mucizeler vermiştir. Hazret~i Peygamber'e ise, Kur'ân'ı
indirerek bütün insanları ona tâbi olmaya davet etmiştir. Ancak Allah
Ta'âlâ'nın Peygamberlerini bu hususiyetlerle bezemiş olması ve bazısını
bazısından yine bu hususiyetlerle ayırıp üstün kılması, bazısına inanıp
bazısına inanmamayı gerektirmez. Özellikle yahudîlerin İsa'yı tekfir, yahut
hıristiyanların ona ulûhiyet İsnad etmelerine ve onu ilâh mertebesine
yükseltmelerine sebep teşkil etmez. Hepsi de Allah'ın kullarıdır ve hepsi de
Allah tarafından peygamber olarak seçilmiştir. Bununla beraber insanların bir
kısmı bu Peygamberlere inanmış, bir kısmı da inanmamıştır. Böylece aralarında
ihtilâflar belirmiş, sonra da bu ihtilâflar yüzünden biribirlerini öldürmeye
başlamışlardır. Şüphesiz Allah dileseydi, bu insanlar ne İhtilâfa düşer ve ne
de biribirlerini öldürürlerdi.Fakat O'nun insanı yaratişındaki hikmeti, bu dilek
yönünde tecelli etmemiş, yine kullarını denemek ve lâyık olanı mükâfatlandırmak
için onları akıl ve iradelerinin idaresine bırakmıştır.
İşte, Allah Ta'âlâ-
Mûsâ devrinden sonraki yahudî kavmiyle ilgili olarak Tâlût ve Câlût kıssasını
naklettikten ve bu kıssayı tarihî vakıalara uygun olarak, Hazret-i Peygamber'in
Rabb'ından aldığı vahiyle Öğrenmiş bulunması dolayısıle onu, Hazret-i
Peygamber'in de diğer peygamberler gibi Allah tarafından gönderilmiş bir
peygamber olduğuna delil kıldıktan sonra, istıtraden bu peygamberlere işaret
etmiş ve şöyle buyurmuştur: [151]
253. İşte bu
Peygamberler... Onlardan bazılarını bazılarına üstün kılmışızdır. Allah'ın
konuştuğu ve bazılarının da derecelerini yükselttiği kimseler onlardandır.
Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller vermiş ve onu Ruhu'I-Kudüs ile
destek-lemişizdir. Eğer Allah dileseydi, bu Peygamberlerden sonra gelen (milletler,
kendilerine gelen apaçık delillerden sonra biribirlerini öldürmezlerdi; fakat
ihtilâfa düştüler: Onlardan bir kısmı îman etti, bir kısmı da küfretti. Eğer
Allah dileseydi biribirlerini
öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.
253 Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, Tâlût ve Câlût kıssasını naklettikten ve
bu kıssanın Hazret-i Peygamber'e vahyedilmiş olmasını onun peygamberliğinin
açık ve kesin delilleri arasında zikrederek Hazret-i Peygamber'e hitaben
«muhakkak sen gönderilen peygamberlerdensin» buyurduktan sonra, bu
peygamberlerin özelliklerini açıklamış ve bazısını bazısından bu özelliklerle
üstün kıldığını bildirmiştir. Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, Hazret-i
Peygamber ve daha önce gelip geçmiş diğer bütün peygamberler, her ne kadar
Allah Ta'âlâ'nın şeriatını kullarına tebliğ ve kendilerini dünya ve âhıret
saadetine götürecek olan yola hidayet etmek için Allah tarafından seçilmiş
birer elçi olmak yönünden aralarında hiçbir fark mevcut değilse de, her biri
diğerinde bulunmayan bir takım özelliklerle teçhiz edilmiş ve bu özellikler
yönünden biribirin-den üstün kılınmıştır. Meselâ ismi âyet-i kerime'de zikredilmeksizin
sadece özelliğine işaret edilen Mûsâ (a.s.), Allah'ın kendisiyle konuştuğu
peygamberlerdendir. Kur'ân-ı Kerim'in diğer sûrelerinde de Mûsâ (a.s.) nın bu
özelliğine işaret edilmiş ve Nisa sûresinin 164 üncü âyet'İnde «Allah Musa'ya
hitap ederek konuştu»; Araf sûresinin 143 üncü âyetinde «Mûsâ tayin ettiğimiz
vakitte gelince Rabb'ı onunla konuştu»; aynı sûresinin 144 üncü âyetinde de
«ey Mûsâ, Ben Seni risaietimle ve kelâmımla insanlara üstün kıldım»
buyurulmuştur.
Allah Ta'âlâ'ntn Mûsâ
{a.s.) ile konuşması, şüphesiz vahiy şekillerinden biridir. Şûra sûresinin 51
inci âyetinde bu şekiller açıklanmış ve şöyle denilmiştir «Allah, bir insanla
(karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (kulunun kalbine dilediği şeyi ilham
ederek); yahut perde arkasından konuşur; yahutta bir elçi gönderip izniyle
dilediğini vahyeder». Allah Ta'âlâ ile Mûsâ (a.s.) arasındaki bu konuşmanın
vahyin ikinci şekli olan perde arkasından konuşma olması mümkündür; yâni Mûsâ
(a.s.), Rabb'ının perde arkasından kelâmını duymuş, fakat kendisini
görmemiştir. Nitekim Araf sûresinin 143 üncü âyetinde «Mûsâ tayin ettiğimiz
vakitte gelince Rabb'ı onunla konuştu. Bunun üzerine Mûsâ: Rabb'ım, bana
kendini göster, sana bakayım, dedi. Rabb'ı da buyurdu ki: Sen Beni asla
göremezsin...» buyurulmuştur. Hazret-i Peygamber böyle bir vahye veya
Rabb'ının kendisiyle konuşmasına sadece Mîrâc gecesi mazhar olmuştur. Fakat
Kur'ân âyetlerinin de delâlet ettiği gibi, Ratıb'ının kelâmını duyma
mazhariyeti, asıl Mûsâ (a.s.) ya aittir, ve bu özelliğiyle diğer
peygamberlerden üstün kılınmıştır.
Mûsâ (a.s.) nın,
Rabb'ının kelâmını işitmek yönünden üstün kılınması gibi, âyet-i kerimede yine
ismi açıklanmıyan başka bir peygamber de, derecesinin yükseltilmiş olmasıyle
diğerlerinden üstün kılınmıştır. Müfes-birlerm çoğu. mertebesinin yüksekliğiyle
diğerlerinden üstün kılınmış olan bu peygamberin, son peygamber Muhammed
(s.a.s.) olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Ayet-i kerîme'nin siyakından
anlaşılan manâ da budur. jZira kendilerine peygamber gönderilmiş olan milletler,
bütün peygamber-İlerin Allah'ın kendilerine tek bir dini tebtîğ etmiş
olmalarına rağmen, yine ide bu dîni bölüp parçalamışlar, kimi îman ederek, kimi
de küfrederek lihtilâfa düşmüşler, sonra da biribirlerini öldürmeye
başlamışlardır. O halde kimdir bu milletler, kendilerine aynı dîni tebliğ eden
peygamberler gönderildiği halde, bu dîni parçalayıp bölenler; bir ktsmı iman
ettiği halde, bir kısmı da küfredip ihtilâfa düşenler? Daha önce üzerinde durup
tefsirini yapmaya çalıştığımız âyetlerin umumî delâletinden de anlaşıldığı
gibi, bu milletler, yahudîler, hıristiyanlar ve müslümanlardır. Ancak yine bu
âyetlerden anlaşıldığı gibi, Allah'ın dînini yahudîlik ve hırtstiyanlık olarak
bölüp parçalayanlar, sonra da 113 üncü âyette açıklandığı gibi, Allah'ın kitabını
okuyup durdukları halde, biribirlerini doğru yol üzerinde olmamakla itham
edenler yahudîler ve hıristiyanlardır.
Kendilerine peygamber
gönderilmiş yahudî, hıristiyan ve müslüman olmak üzere başlıca üç millet
bulunduğuna ve yukarıdaki âyet-i kerîme'de de kendilerine hâs özellikleriyle
birbirinden üstün kılınmış üç peygamber'e işaret olunduğna göre, bu
peygamberlerin üç milletin peygamberleri olduğunu anlamak kolaylaşır. Önce
İsrail Peygamberi Musa (a.s.) ya işaret olunmuştur. Her ne kadar ismi zikredilmemişse
de, Allah'ın kelâmını işitme özelliğiyle tanıtılmıştır ki, onun Mûsâ (a.s.)
olduğuna şüphe yoktur. Ayet-i kerîme'de işaret olunan ikinci peygamber
ise,mertebesi yükseltilerek diğerlerinden üstün kılınan peygamberdir ki, bunun
da, üçüncü olarak işaret edilen peygamberin isminin açıklanmış olması
dolayısıyle, müslü-manların sevgili peygamberi olduğu kolayca anlaşılır. O
halde, Mûsâ (a.s.), nasıl Allah'ın kelâmını işitmek yönünden diğer
peygamberlerden üstün kılınmış ise, Hazret-i Peygamber de, mertebesinin
yükseltilmiş olması yönünden diğer peygamberlerden üstün kılınmıştır. Kur'ân-ı
Kerîm'de,Hazret-i Peygamber'in mertebe yönünden üstün kılındığına delâlet eden
pek çok âyet vardır. Meselâ Kalem sûresinin 4 üncü âyetinde «şüphesiz sen
büyük bir ahlâk üzerindesin» buyurulmuş, Enbiyâ sûresinin 107 nci âyetinde ise,
«Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik» denilmiştir ki, bu hitaba
başka hiçbir Peygamber mazhar olmamıştır. Hazret-i Peygamber'e indirilen
Kur'ân-ı Kerîm ise, başlıbaşına bir mucizedir ve onun Allah kelâmı olduğunu
isbatlayan sayısız âyetler vardır. Nihayet Hazret-i Peygamber, sadece belirli
bir kavme değil, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş ve bütün
insanların ona tâbi oimaları emredilmiştir. Sebe sûresinin 28 inci âyetinde bu
hususa işaret edilerek "Seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı (bir
Peygamber) olarak gönderdik...» buyurulmuştur.
İşte Hazret-i
Peygamber, bu özellikleriyle mertebesi yükseltilmiş ve diğer peygamberlerden
üstün kılınmıştır. İsmi âyet-i kerîme'de açıklanan üçüncü peygamber Meryem oğlu
İsâ ise. kendisine verilen beyyinât (apaçık deliller) ve Peygamberliğini
tey'id etmesi için gönderilen Rûhu'l-Kudüs ile temayüz etmiştir. Ancak burada
şunu da belirtmek gerekir ki, İsâ (a.s.) ya gönderilmiş olan Rûhu'l-Kudüs,
peygamberlere vahiy getiren Cebrail (a.s.) den başkası değildir. Nitekim Nahl
süresinin 102 nci âyetinde Kur'ân-ı Kerîm'in Hazret-i Peygamber'e Rabb'ından
Rûhu'l-Kudüs tarafından indirildiği açıklanmıştır ki, bu da onun, Cebraîl
(a.s.) olduğunun apaçık delilini teşkil eder. O halde, İsâ (a.s.) ntn
Rûhu'l-Kudüs ile teyîd olunması, sadece ona hâs bir özellik değil, fakat Allah
Ta'âlâ'dan vahiy atan bütün peygamberler arasında müşterek olan bir özelliktir.
Bununla beraber âyet-i kerîme'de Ruhu'l-Kudüs'ün zikredilmesi, hıristiyanların
sahip oldukları teslîs akidesine ince bir işaretle bu akideyi reddetmek
içindir. Zira hıristiyanlara göre Rûhu'l-Kudüs, baba-oğul ikilisinden çıkmış
üçüncü bir unsurdur ve ilâh vasfına sahiptir. Oysa âyet-i kerîme'de de beyan
edildiği gibi, Rûhu'l-Kudüs, İsâ (a.s.) ya ve diğer peygamberlere Rabb'inın
vahyini getirerek onların peygamberliklerini teyîd eden bir melektir;
Cebrail'dir. Ayet-i kerîme'de diğer iki peygamberin ismi zikredilme-diği halde
İsâ (a.s.) nın Meryem oğlu İsâ adiyle zikredilmesi de, hıristiyan-ların aynı
sapık akidelerini red içindir ve İsâ (a.s.) Allah'ın oğlu değil, Meryem'in
oğludur; diğer peygamberler gibi, Allah tarafından kullan arasından seçilmiş
ve yine diğer Peygamberler gibi vahiyle teyîd olunmuş bir Peygamberdir.
Ayet-i kerîme'de
zikredilen bu üç peygamberden Mûsâ (a.s.) ve isâ (a.s.) nın iki uçta zikredilip
Hazret-i Peygamber'in bunların arasında zikredilmesi ise, diğer iki
peygamberin temsil ettikleri ümmetlerin ifrat ve tefrite düşmüş olmalarına
rağmen, Hazret-i Peygamber'in ümmetinin, 143 üncü âyette de açıklandığı gibi,
vasat bir ümmet kılınması sebebiyledir. Zira yahudîier, İsâ (a.s.) yi tekfir
etmiş oldukları halde, hristiyanlar onu ilâh mertebesine yükseltmişler ve bu
inançlarıyle küfre düşmüşlerdir. Müslümanlar ise, Allah'ın peygamberleri
arasında hiçbir ayırım yapmadan onlara inanmayı îmanın şartlarından
saymışlardır.
İşte ilk insanın
yaratılışından ve yeryüzünün halifesi kılınışından itibaren Allah Ta'âlâ,
yukarıda bir kaçına işaret edilen sayısız peygamberler göndermiş ve onları açık
deliller ve mucizelerle teyîd etmiş olmasına rağmen, bu peygamberlerin gelip
gidişinden sonra kavimleri yine de ihtilâfa düşmüşler, kimi küfrederek, kimi de
îman ederek, biribirleriyle dövüşmüşler ve biribirlerini öldürmüşlerdir. Allah
şüphesiz bu kavimlerin kendilerine açık deliller ve mucizelerle gönderilen
peygamberlerden sonra küfretmelerini ve biribirlerini öldürmelerini
istememiştir. Fakat onlar, 213. üncü âyette de açıklandığı gibi, gerek aklî
seviyelerinin farktı oluşu ve gerekse yaratılışlarında bulunan ihtiras
sebebiyle ihtilâfa düşmüşler, bu ihtilâf ise, akıllarını kullanamıyanlart küfre
sevketmiştir. Allah dileseydi, kudretiyle elbette bütün insanları
peygamberlerine tâbi kılar, ihtilâflarını, sonra da biribirlerini öldürmelerini
önlerdi. Bu takdirde insanın, akıl ve iradeden yoksun herhangi tjir hayvandan
farkı kalmaz ve dolayısıyle yaptığı işten sorumlu olmazdı. Halbuki Allah ona
akıl ve irade vermiş, sonra da emir ve yasaklarına uymak hususunda onu mükellef
kılmıştır. Zaten insanların bu yaratılışa sahip olmaları sebebiyledir ki,
aralarında önce İhtilâfa düşmüşler, sonra da dövüşmeye başlamışlardır. Yine bu
sebepledir ki, insanların kimiîman, kimi de küfretmiştir. Bu.şüphesİz, Allah Ta'âlâ'ntn
mutlak iradesinin tezahüründen başka bir şey değildir. O, böyle irade etmiş ve
böyle yapmıştır.
Allah Ta'âlâ, sayısız
deliller ve mucizelerle gönderilen peygamberleri ve bu peygamberlerden sonra
kavimlerinin ve ümmetlerinin ihtilâfa düşüp biribirlerini öldürdüklerini
zikrettikten ve bunu mutlak iradesinin bir tezahürü olarak tavsif ettikten
sonra, daha önce emrettiği Allah yolunda mal sarfına tekrar dönmüş ve şöyle
buyurmuştur:[152]
254. Ey îman edenler!
İçinde ne bir alışverişin, ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin olduğu gün
gelmeden önce size rızık olarak verdiğimiz, şeylerden (Allah yolunda)
sarfedin. Kâfirler, işte asıl zâlim olanlar onlardır.
«Allah'a güzel bir
ödünç verip de Allah'ın da onun karşılığını kat kat artırarak vereceği hani kim
vardır?» mealindeki 245 inci âyetin tefsirinde de açıkladığımız gibi,savaş,
mü'minlerin hem canlarını, hem de mallarını Allah yolunda sarfetmelerini
gerektiren bir iştir. Canı ve malı ortaya koyarak düşmana karşı savaşmadıkça
hakkın müdâfaası mümkün değildir. Hattâ canın ve malın korunması bile, onları
Allah yolunda feda etmeye bağlıdır. Bir evvelki âyette de açıklandığı gibi,
mademki insanlar yaratılışları itibariyle ihtilâfa düşmeye müsaittirler ve
mademki kendilerine apaçık deliller ve mucizelerle birlikte peygamberler
gönderilmiş olmasına rağmen, yine de ihtilâfa düşerek bir kısmı îman etmiş,
bir kısmı küfretmiş, sonra da biribirlerini vurup öldürmüşlerdir; o halde,
insanlar arasındaki bu savaşın bitmesi, mü'min ile kâfir, hak ile bâtıl
arasındaki mücadelenin sona ermesi mümkün değildir. Ve bu, Allah'ın
yeryüzündeki değişmez sünnetinin tabiî bir neticesi ve O'nun mutlak iradesinin
şaşmaz tezahürüdür. Bu sebeble mü'minler, düşman tehlikesi karşısında dâima
hazır olmak ve gerektiğinde canlarını ve mallarını Allah yolunda feda etmek
zorundadırlar. Savaş olmasa bile, halkın ihtiyaçlarını karşılamak ve umumun
menfeatına sarfedilmek üzere, devletin idaresinde dâima para veya mal bulunması
da gerekir ve bunu temin etmek de müslümanlara düşer. İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerlme'de mü'minlere hitap ederek kendilerine nzık olarak
verilen şeylerden Allah yolunda infak etmelerini emretmiştir. Bu manâda âyet-i
kerîme, baştarafta mealini vererek işaret ettiğimiz 245 inci âyetin tekrarından
ibarettir. Ancak bu iki âyet arasında büyük uslûb farkı vardır. «Allah'a güzel
bir ödünç verecek kim vardır?» mealinde gelen 245 İnci âyetin ifadesinde son
derece büyük bir yumuşaklık vardır ve tesiri, îmanı takva mertebesinin en üst
noktasına ulaşmış ve sıddîklar arasına girmiş olan mü'minler üzerinde
görülebilir. Oysa insanların çoğu, sadaka vermeye rağbeti artıracak bu türlü
bir uslûbü anlamazlar. Böyielerini korkutmak,yapmaiarı gereken işi yapmadıkları
takdirde,âhıret azâbıyle tehdit etmek gerekir. İşte 245 inci âyette Allah
yolunda mal sarfı hakkındaki yumuşak uslûb, yukarıdaki âyet-i kerîme'de,yerini
sert ve tehditkâr uslûbe bırakmış ve şöyle buyurulmuştur: [153]
254. Ey îman edenler!
İçinde ne bir alışverişinde bir dostluğun ve ne de bir şefaatin olduğu gün
gelmeden önce, size nzık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) sarfedin.
Kâfirler, işte asıl zâlim olanlar onlardır.
254 Ayet-i kerîme'de
mü'minlere hitap edilmiş ve Allah'ın kendilerine rıztk ılarak verdiği şeylerden
infak etmeleri, Allah yolunda sadaka olarak ver-neleri emredilmiştir. Ancak
verilmesi emredilen sadakanın, yalnız hali aktı yerinde olanlara farz kılınan
zekât mı, yoksa zekât dışında mendûb ;ayıian sadaka mı olduğu hususunda değişik
görüşler ileri sürülmüştür. Emrin yalnız zekâtla ilgili olduğunu söyleyen
müfessirSer, âyetin tehdide ielâlet eden uslûbüne dayanmışlar ve insanın ancak
vacibi terketmesi lalinde tehdit edildiğine dikkati çekmişlerdir. Maamafih
âyet-i kerîme'yle Mlah yolunda sarfedümesi emrolunan malın, Allah'ın rızık
olarak verdiği -naldan artakalan olduğu gözonünde bulundurulursa, emrin, hem
vâcib olan zekâta hem de mendûb olan sadakaya şâmil olduğu anlaşılır. Zira bir
memlekette savaş tehlikesi belirir, yahut fitne ve fesad, halkı biribirine
düşürür, bunların bertaraf edilmesi de fazla masrafı gerektirirse, hali vakti
ferinde olan müslümanlara zekât dışında mal sarfı da vâcib olur.
İşte bu manâda
müsiümanların üzerlerine düşen bu görevi îfa etmeleri, hem de bunu, ceza günü,
Allah'ın huzuruna çıkmadan önce, yâni dünyada iken yapmaları gerekir. Zira
kıyamet günü insanı Allah'ın azabından koruyacak olan ameLAIlah yolunda mal
sarfıdır. Kim, âhıret hayalını dünya hayatına kıyasta, dünyadaki kusurlarını
fidyeyle, yahut ahbâb vâsıtasıyle, yahutta onun bunun şefaatiyle bağışlattığı gibi
âhırette de bağışlatabileceğin'! düşünür ve Allah'ın verdiği rıztktan infak
etmez, cimrilik yaparsa, yanılmış olur. Zira âhırette kendisini
kurtarabileceği ne fidye vardır, ne de onun fidyesini kabul edecek bir kimse.
Keza Allah'ın nez-dinde işini yaptmverecek ahbâblar bulamıyacağı gibi, dünya da
iken işlediği günâhlarını ve Allah'ın emirlerine aldırış etmezliğin cezasını
bağışlatı-verecek şefaatçiler de bulamıyacaktır.
Ayet-i kerimenin bu
manâsı içinde, gerek idareciler yönünden ve gerekse idare olunanlar yönünden
hak ve adalet ölçüleri içinde hareket eîmiyentere de açık bir tariz ve tehdit
bulunduğu anlaşılmaktadır. Filhakika öyle insanlar vardır ki, sadaka vermek bir
yana, başkalarının malını haksız yere yerler, yahut yetimin, fakirin, düşkünün
içinde hakkı bulunan devlet malını zimmetlerine geçirirler, yahutta hakka
hukuka aykırı davranışlarda bulunurlar, sonra da bu suçlarını fidye ödeyerek,
yahut rüşvet vererek, yahut araya kudretli ahbâblar, şefâatçıiar sokarak
bağışlatmaya çalışırlar ve çok defa da muvaffak olurlar. Fakat buniar, dünyada
alıştıkları bu hayatı âhirette asla bulamıyacaklardır. Ne fidye, ne rüşvet, ne
ahbâb ve ne şefaat orada kâr etmiyecek, kendilerini dünyada işledikleri suçtan
ve günahtan kurtaramıyacakiardır. Aldığı fidye ve rüşvetle, yahut ahbâblık
hatırı veya şefaatçi vâsıtastyle suçluyu affedip suçu suçsuza yükleyenler,
hakkı sahibinden alıp başkasına devredenler dediğerleriyte birlikte bu
davranışlarının cezasını göreceklerdir.
Allah Ta'âlâ, zekât ve
sadakalarını vermekten kaçınan kimseleri, âhırette çekecekleri yalnızlıkla ve
yardımcısız kalmakla tehdit edip, onları üzerlerine vâcib olan zekât ve
sadakayı vermeye teşvik ettikten sonra, böylelerini «kâfir» olarak
vasıflandırmış ve «işte asıl zâlimler bu kâfirlerdir» buyurmuştur. Burada şunu
hemen belirtmek gerekir ki, zekâî ve sadakalarını vermekten kaçınan kimseler
hakkında kullanılan kâfir kelimesi, Ai-lah'ı, peygamberlerini ve kitaplarını
red ve inkâr eden kimseler hakkında kullanılan kâfir manâsında değildir. Zira
küfr kelimesi. Kur'ân-ı Kenm'de değişik manâlarda kullanılmıştır ve
kullanıldığı her âyette onu Allah'ı inkâr etmek manâsında anlamamak gerekir.
Meselâ hadîd sûresinde 20 inci âyetinde kâfir-küffâr, zürra, ziraatçılar
manâsında kullanılmıştır. İbrahim sûresinin 7 inci âyetinde de «şükrederseniz,
size nimetimi artırırım; küfrederseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir»
buyurulmuş ve küfr kelimesi nankörlük etmek manâsında kullanılmıştır. Bu manâda
kâfir, Allah'a şük-retmiyen, nankör olan kimsedir ki, yukarıdaki âyet-i
kerîme'de de bu manâda kullanılmıştır. O halde asıl zâlimler, işte bu
nankörlerdir ki, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği rızıktan zekât ve
sadakalarını vermezler. Bunların zâlim olmaları ise. cimrilik ederek
kendilerine zulmettikleri gibi. zekât ve sadaka almaya hak kazanmış olan yetim,
fakir, düşkün v.s. kimselerin haklarına engel olmak suretiyle de onlara
zulmetmişlerdir. Bu bakımdan zâlim olanlar işte bunlardır ve ceza günü malları,
mülkleri, ahbâbları ve şefâatçıları, kendilerini azâbtan kurtaramıyacaktır.
Allah Ta'âlâ, hiçbir
fidyenin, hiçbir dost ve şefaatçinin fayda vermiye-ceği ceza günü gelmeden önce
Allah yolunda mal sarfını mü'mînlere emrettikten sonra, hükümranlığının
azametini ve tâatının zorunluluğunu göstermek, emir ve yasakiartyle tayin ve
tesbit ettiği hududu tecavüz etmemenin gerekliliğini zihinlere iyice
yerleştirmek için, Kur'ân'ın bilinen ve kendine hâs olan uslûbü içinde,
İslâm'ın tevhîd esasanı açıklamış ve şöyle bulurmuştur: [154]
255. Allah; O'ndan
başka ilâh yoktur; diridir; kendi zâtiyle kâimdir. O'nu ne bir uyuklama ve ne
de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nımdur. O'nun izni
olmadan, O'nun yanında kim şefaat edebilir? Onların önünde ve arkasında olan
her şeyi bilir. O'nun ilminden, kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi
kavrayamazlar. O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kaplamıştır; onların gözetimi
O'na asla ağır gelmez. O, çok yüce ve çok büyüktür.
Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in, okuyanları zaman zaman kendine çekip
büyüleyen, zaman zaman dehşete düşürüp tüyleri ürperten, zaman zaman da
coşturan, fakat hiçbir zaman ümidsiz-liğe düşürmeyen bir uslûb özelliği vardır
ki, bu özelliğin Önemli bir kısmını, ahkâm âyetleri arasında kıssaların, yahut
kıssalardan sözederken tevhîd delillerinin zikredilmesi teşkil eder. Ahkâm
âyetlerinin, kıssaların ve tevhîd delillerinin, birbiri içinde ve birbirine
ekli olarak gelmesinin insan üzerinde ayrı bir tesiri ve faydası vardır. Yalnız
ahkâm âyetlerinin, yahut yalnız tevhîd delillerinin toplandığı bir bölüm,
okuyucu için ne derece yorucu olur ve dikkatinin dağılıp azalmasına yol açarsa,
ahkâm âyetleri arasına yerleştirilmiş kıssalar ve kıssalar arasında
zikredilmiş tevhîd delilleri de aynı derecede dikkat çekici olur;gönülleri
ferahlatıp kalplere rahatlık verir. Bu, güzel bir ülkeden diğer güzel bir
ülkeye yolculuk, yahut lezzeti hoş bir yiyecekten, başka lezzette diğer güzel
bir yiyeceğe geçiş gibidir ki, insana bıkkınlık vermez.
Konular arasındaki bu
değişmenin insana sağladığı bir başka fayda da, vazolunan ahkâma uymak ve
çizilen hududu tecavüz etmemek hususunda onu daha dikkatli ve titiz olmaya
sevketmesidir. Zira bir kaç ahkâm âyetinden sonra bir kıssanın zikredilmesi, o
kıssadan ibret alınmasını ve Allah'ın hükümlerine uymayan geçmiş milletlerin
akıbetine düşmemek için bu hükümlere uymayL kolaylaştırdığı gibi, o arada
zikredilen tevhidi-ilgili bir kaç delil de. bütün âlemlerin tek yaratıcısı olan
vrbaşka ne bir yardımcısı, ne de ortağı bulunan Allah Ta'âlâ'nın azameti
karşısında kendi hiçliğini görmesine ve O'nun hükümlerine uymaktan başka çare
olmadığını bilip anlamasına yardım eder. İşte yukarıdaki âyet-i kerime, ahkâm
âyetleri arasına yerleştirilmiş, Tâlût ve Câlût kıssasından sonra zikredilen
bir tevhîd âyetidir ki, bu âyet sayesinde, Allah Ta'âlâ'nın bu âyette kendisini
tavsif ettiği sıfatlarla O'nu düşünüp de kıssadan ibret almamak, sonra da böyle
bir ilâh tarafından vazedilen hükümlerden yüz çevirmek, akıl sahiplerinin
yapabilecekleri işlerden değildir.
Yukarıdaki âyet-i
kerîme, Allah'ın azamet ve kibriyasını en beliğ bir şekilde açıkladığı için,
içerisinde geçen kursî kelimesine nisbet edilmiş ve âyetu'l-kursî adiyle şöhret
kazanmıştır.. Bu âyetin faziletleri hakkında Hazret-i Peygamber'den rivayet
edilmiş bazı hadîsler vardır. Bu hadislerden birinden öğrenildiğine göre,
Hazret-i Peygamber, Ubeyy İbn Ka'b'a «Allah'ın Kitabında en büyük âyet
hangisidir, biliyor musun?» diye sorduğu zaman, Ubeyy, Allahu Lâ ilahe illâ
huve'l - Hayyu'l-Kayyûm âyetidir, cevabını vermiş, Hazret-i Peygamber de, onun
göğsüne vurarak, «ilim sana kutlu olsun» demiş ve memnuniyetini bildirmiştir.[155]
Buhâri tarafından
rivayet edilen bir hadîste ise, yatağında âyetu'l-Kursî'yi okuyan bir kimsenin
üzerinde, sabaha Kadar, Allah'tan, bir muhafızın bulunduğu ve şeytanın ona
yaklaşamadığı açıklanmıştır.[156]
Ayet-i kerîme tevhîd
yönünden çok geniş manâları ihtiva etmesi dolayısıyle, şüphesiz, Kur'ân'ın en
muazzam âyetlerinden biridir. Bu âyet-i kerlme'de, Allah Ta'âlâ kendisini
tavsif ederek şöyle buyurmuştur: [157]
255. Allah; O'ndan
başka ilâh yoktur; diridir; kendi zâtiyle kâimdir. O'nu ne bir uyuklama ve ne
de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni
olmadan, O'nun yanında kim şefaat edebilir? Onların önünde ve arkasında olan
her şeyi bilir, O'nun ilminden, kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi
kavrayamazlar, O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kaplamıştır; onların gözetimi
O'na asla ağır gelmez. O çok yüce ve çok büyüktür.
255 İslâm'ın
esasını teşkil eden tevhıd akidesinin
bütün inceliklerini geniş manâsıyle bu
âyet-i kerîme'de görmek mümkündür. Tevhıd. gerçek manâda ibadet edilmeye lâyık
ilâhı birlemek ve O'ndan başka ilâh aulunmadığnı kabul edip O'na inanmak
demektir ki, âyet-i kerirne'nin aaştnda buna işaret edilmiş ve ibadet edilmeye
lâyık gerçek ve tek ilâhın Allah olduğu bildirilmiştir. İbadetin hakiki manâsı
da buna delâlet eder ve ibadet eden insanı tevhld inancına ulaştırır. Çünkü
gerçek ibadet, insan ruhunun kendisinden gâib olan, ilmiyle, zâtını ve
mahiyetini idrak etmesi mümkün olmayan yüce bir kudret önünde, hiçliğini ve
acizliğini bilerek ve hissederek eğilmesi ve kulluğunu O'na arzetmesidir.
İnsan, ister tek ve imüstakıl bir ilâha ibadet etsin, ister bu ilâhın yanında
güçleri daha sınırlı, jmutavassıt başka ilâhlara ibadet etsin, onun bu ilâhları
yüceltmesi, duasını, ricasını ve ihtiramını onlara yöneltmesi, hep bu inançtan
ve zâtını ve mahiyetini bilemediği, kendinden gâib bir kudrete kulluk etme
eğiliminden ; kaynaklanır. Halbuki canlı ve cansız, insan ve hayvan olarak,
insan veh-! minin yarattığı ilâhlar ne kadar çok ve değişik olursa olsun, hak
ve gerçek i olan tek bir ilâh vardır, hak ve gerçek olan ibadet de yalnız bu
ilâha yapılır. Bütün âlemleri tek başına yoktan vareden, onları vazettiği
kanunlarla tek başına sevk ve idare eden, icad ettiği sebeplere istinaden
kullarına hayrı verip zararı kaldıran, dilediği zaman kanunlarını iptal ile
kâinatı yine yok edecek olan bu ilâh Allah'tır ve O'ndan başka ilâh bulunması
mümkün değildir. İnsan muhayyilesinin yarattığı ilâhların hepsi yalandır, sahtedir;
hayal mahsulüdür ve ibadet edilmeye lâyık değildir.
Kendisinden başka ilâh
olmayan Allah, aynı zamanda Hayy'dır; hayat sahibidir. Hayat, şuur, idrak,
hareket ve gelişmeye delâlet eden bir sıfat olması itibariyle, biribirlerinden
farklı derecelerde bulunsa bile, insan, hayvan ve bitkilerin sahip oldukları
sıfatlardandır. Ancak Allah Ta'âlâ bu manâdaki hayattan münezzehtir; O'nun.
mahlükatın sahip olduğu noksan sıfatlarla tavsif edilmesi mümkün değildir.
Allah Ta'âlâ'ya nisbetle hayat sıfatı, yine kendi zâtına hâs olan ilim, irade
ve kudret sıfatlarıyle birlikte düşünülmesi gereken bir sıfattır ki, zâtla
beraber ezelden beri dâimidir ve öylece bakî kalacaktır.
Allah Ta'âlâ Hayy
olduğu gibi Kayyûm'dur ve Hazret-i Peygamberden rivayet edilen bir hadîsten
anlaşıldığına göre Hayy Kayyûm (el-Hayyu'l Kayyûm) beraberce, Allah Ta'âlâ'nın
yüce isimlerinden biridir; İsm-i âzâmdır. [158]
Kayyûm, kendi nefsiyle kaaim ve kendi zâtiyle
sabit demektir ki. vücudu hiçbir sebep veya illete muhtaç olmaksızın ezelden
ben bakî olduğu manâsına gelir. Diğer varlıkların vücudu ise,Allah Ta'âlâ'nın
onları yaratmasına bağlıdır; mevcudiyetlerini devam ettirebilmeleri de, keza
Allah'ın onları korumasıyle mümkündür. Bu bakımdan, kâinatta her ne varsa,
O'nun varlığını ve bu varlığının devamını, Allah'ın halk ve iradesi dışında
düşünmek mümkün değildir. O halde, Allah Ta'âlâ, Kayyûm sıfatıyle halk ve icad
ettiği bütün varlıkları idare eden, rıztklarını veren, koruyan, ecellerini
takdir eden bir zât-ı bârıdır ki, işte O'na Hayy ve Kayyûm olduğu halde ne bir
uyuklama ve ne de uyku arız olur. Zira canlı varlıklarda uykudan önce kendini
hissettiren uyuklama ve bunu takiben gelen uyku, hayatın ve yapılması gereken
işlere kıyamın önce zayıflamasına, sonra da yok olmasına sebep olur. Uyuklayan
bir insanda hayat emareleri zayıflar; iş yapma gücü de azalır. Uyuyan insanda
ise, hareket, şuur ve iş görme gücü gibi hayat emarelerinin hiçbiri kalmaz. Bu,
mahlükatın sahip oldukları sıfatların ne derce noksan ve kusurlu olduğunu
gösteren apaçık bir delildir. Oysa Allah Ta'âlâ oniarın sahip oldukları noksan
sıfatlardan münezzehtir. O, hayat sahibidir ve hayatı kemal mertebesinde olup
uyuklama ve uyku gibi mahlûkata hâs noksanlıklar O'na arız olmaz. Keza O,
Kayyûm olarak, mahlükatın sevk ve idaresinde de kemal mertebesindedir ve O'nu
bu mertebeden indirecek hiçbir arız bulunmaz. Su açıklamadan da anlaşıldığı
gibi âyet-i kerlme'de Allah Ta'âlâ'ya uyuklama ve uyku gibi mahlûkata hâs
hallerin arız olmıyacağını beyan eden ibare, O'nun hayat ve kayyûmiyet sıfatlarını
tekld rnaksadıyie gelmiş ve bu sıfatların her türlü kusur ve noksandan salim
bulunduğunu ortaya koymuştur.
Allah Ta'âlâ mademki
Hayy ve Kayyûm'dur ve mademki böyle olduğu için kâinatta var olan her şey
ancak O'nunla kâimdir, o halde göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur; O'nun
mülküdür; O'nun kuludur. Bunlar üzerinde dilediği şekilde tasarruf etme hakkı
yalnız O'na aittir. O. dilediğine hayat verir, dilediğinden onu geri alır. Her
şey O'nun meşiyyetine tâbidir; O'na boyun eğmiştir.
İşte Allah Ta'âlâ'nın
rnahlûkat üzerindeki bu mutlak hâkimiyeti dola-yısjyiedir ki, dînden sapan ve
yeryüzünde fesad çıkaran kötü ahlâk ve bâtıl stikad sahipleri hakkında hiç
kimse şefâatta bulunamaz. Hiç kimse, şefaatiyle onun sünnetini, takdirini veya
hükmünü değiştiremez. Bu bakımdan, müşriklerin ve kitap ehlinin haklarında
takarrür etmiş Cehennem azabı hükmünün şefâatla kaldırılacağı hakkındaki
iddiaları boş bir ümidten başka bir şey değildir. Eğer iman ehlinden şefaat
edilmeye lâyık kimseler olursa, böyle bir şefât da, ancak Allah'ın iznine
tâbidir, ve yalnız O'nun izin verdiği kimseler şefât edebilirler. Allah
Ta'âlâ'nın, âyet-i kerîme'deki şefâatla ilgili bu beyanı da, O'nun bir evvelki
ibarede zikrolunan mahlûkat üzerindeki mutlak hâkimiyetinin ve bu hâkimiyette
tek ve yegâne oluşunun teyid ve tekidi manâsındadır. Ancak burada sunada
işaret etmek gerekir ki, şefaatçinin herhangi bir kimse hakkında ki şefaati,
Allah Ta'âlâ'nın o kimse hakkında tecelli eden ceza takdirini değiştirmez.
Çünkü Allah Ta'âlâ, kullarının dünyada yapıp bıraktıkları ve âhırette karşılaşacakları
bütün işleri bilir; ilmi bunların hepsini kuşatmıştır. Eğer şefaat, şefaatçinin
başvurmasıyle cezanın affedilmesi manâsında alınacak olursa, bu, af
keyfiyetinin sonradan vukubulmuş bir iş olması dolayısıyle, affedenin ceza
takdiri sırasında bunu bilmediği manâsına gelir ki, Allah Ta'âlâ için böyle bir
şey düşünmek mümkün değildir. O, kullarının dünyada yaptıkları işleri ve
âhırette ceza ve mükâfaât yönünden karşılaşacakları halleri ezelden bildiğine
göre, ister şefaatçi vâsıtasıyle, ister bu vâsıta olmaksızın, cezasını
bağışlaycağı kimseler de O'nun ilmi içindedir. Eğer bu ezelî ilmi, O'nun
takdiri manâsında kabul edecek olursak, bu ilmin veya takdirin değişmesi mümkün
değildir. Buna göre, şefaatçinin da bundan değiştirebileceği hiçbir şey yok
demektir. Bununla beraber Hazreî-i Pey-gamber'den rivayet edilen sahih
hadislerde şefaat nefyedilmemiştir. Hazret-i Peygamber, amcası Ebû Tâlîb
hakkında «umulur ki benim şefâ-tım, kıyamet günü ona fayda verir» buyurmuş [159]
başka bir hadisinde de
«şefaatinin ümmetinden büyük günâh sahipleri İçin Olacağını» bildirmiştir.[160]
Bu hadisler gözönünde
bulundurulursa, başta Hazret-i Peygamber olmak üzere Allah'ın şefâatta
bulunmaya izin verdiği kimselerin şefâatla-rının, haklarında cezalarının
affedileceği hususunda takdlr-i ilâhî sebkat etmiş olan kimseler için bir
vesîle kılındığı anlaşılır ki, bu da,Allah'ın ilmi içindedir. O halde Allah
Ta'âlâ, kimin şefaatiyle kimleri bağışlayacağını bilir ve o şefaatçiyi vahiy veya
ilham yoluyla bağışlayacağı kimseler hakkında şefâatta bulumakla
görevlendirir. Bu, hakkında şefâatta bulunan kimsenin de, şefâatta bulunacak
olan kimsenin de Allah tarafından seçildiği manâsına gelir ki, ister müşrik
olsun, ister yahudl, hıristiyan veya müslüman olsun, insanın «nasıl olsa şefaat
olunurum» İnancıyle hak yoldan ayrılmasına imkân vermez.
Allah Ta'âlâ, ilmiyle,
kullarını dünya ve âhırete âit işlerini kuşatmış olmasına, O'nun ilmi dışında
hiçbir şeyin bulunmamasına rağmen, kulları, O'nun bildiği şeylerin çok azım
bile bilmekten âcizdirler. Eğer bilebildikleri yahut kavrayabildikleri bir
takım şeyler varsa, bunlar da, ancak O'nun bilip kavramalarını dilediği
şeylerdir. Bu bakımdan şefaat, bir evvelki ibarede de açıklandığı gibi,
Allah'ın iznine bağlı olan bir iş olması dolayısıyle bu
iznin bilinmesini
gerektirir. İzin ise, ancak vahiyle bilinir ve bu da Allah'ın Kitabında beyan
olunan ahkâm ile tahdit edilmiştir. Buna göre kim, Allah'tan yüz çevirip
fesada ve bâtıla yönelmiş olduğu için Allah'ın cezasını hak etmiş ve hakkında
ceza hükmü beyan olunmuşsa, hiç kimse onun kurtuluşu için duâ etmeye veya
şefâatta bulunmaya cesaret edemez. Fakat kim de, bazı sürçmelerine ve günah
işlemesine rağmen, hak yoldan ayrılmamış ve Allah'ın rızasını kazanmış ise,
Allah'ın bu gibiler hakkında duâ edip şefâatta bulunmalarına izin verdiği
kimselerin dualarını ve şefâat-larını kabul etmesi muhtemeldir. Çünkü Allah
Ta'âlâ Kitabında böyle vazetmiş ve Nisa sûresinin 48 ve 116 ncı âyetlerinde
«Allah, kendisine şirk koşulmasını asla affetmez; fakat bunun dışındaki
günâhları, dilediği kimse için affeder» buyurmuştur.
Allah Ta'âlâ'nın
Kursl'si, gökleri ve yeri, göklerde ve yerde her ne varsa bunların hepsini
kaplamış ve kuşatmıştır, Ayet-i kerîme'de geçen Kursî kelimesini, âyetin
siyakına istinaden «Allah'ın ilmi» manâsında tefsir edenler olduğu gibi, O'nun
azametini tasvir eden birtabir olarak açıklayanlar da vardır. Ancak kelimenin
gayb âleminden bir şeye delâlet etmesi ve Allah Ta'âlâ tarafından açıklanmamış
olması dolayısıyle, insanların mahiyetini bilmeleri mümkün olmayan
hususlardandır. Bu sebeple Kursî hakkında ileri sürülecek her görüş tahminden
ibaret kalacağı için, herhangi bir görüş serdinden sakınmak ve «onun mahiyetini
ancak Allah bilir» demek en doğru yoldur. Biz, Allah Ta'âlâ'nın gayb âleminden
verdiği her şeye iman ederiz; fakat mahiyetini bilemiyeceğimiz şeylerin
hakikatından gelişi güzel söz etmekten de sakınırız.
Kurslsiyle kuşattığı
bu göklerin ve yerin korunması, vazettiği kanunlar çerçevesi içinde her varlığı
kendi görevini sürdürmesi, Allah Ta'âlâ'nın üzerine güç ve ağır gelecek bir iş
değildir. Daha doğrusu, ancak mahlûkat için düşünülebilen zorluk veya kolaylık,
ağırlık veya hafiflik Allah Ta'âlâ için söz konusu olamaz. Bunlar, mahlûkatın
noksan sıfatlarıyle ilgili olan hususlardır. Allah Ta'âlâ ise, onların sahip
oldukları bu çeşit sıfatlardan münezzehtir. O, çok yücedir, çok büyüktür.
Kursî âyeti
(âyetu'1-Kursl) delâlet ettiği geniş manâsıyle, mü'minlerin kalplerini Allah'ın
azameti, celâli ve kemaliyle o derecede doldurur ki, şefâatta bulunmak için
Allah'ın izin verdiği şefâatçılara dayanıp «onlar nasıl olsa bize şefaat edip
azâbtan kurtarırlar» diyerek Allah'tan ve dininden yüz çevirmelerine sebep
olacak bir düşünceye yer bırakmaz. Bu sebepledir ki, müslümanların kitap ehline
benzememeleri ve âhıreti şe-fâata bel bağlamadan kendi hayırlı amelleriyle
kazanmaları gerekir. Zira hesap günü hakkında hüküm verecek olan yalnız Allah
Ta'âlâ'dır ve O'ndan başka hüküm sahibi yoktur.
Allah Ta'âlâ, İslâm'ın
esasını teşkil eden tevhidi bu âyet-i kerîmeyle açıkladıktan, göklerin ve yerin
mutlak hâkim ve sahibinin yalnız kendisi olduğunu, ilmiyle, her şeyi kuşatmış
ve kaplamış bulunduğunu, bu sebeplerle ibadet edilmeye lâyık kendisinden başka
ilâh olmadığını bildirdikten sonra, bu temeller üzerine bina edilmiş oian dînin
ilâhi menşei itibariyle diğer dînlerden ayrıldığın! ve herkesin bunu
anlayabilecek bir yaratılışta olduğunu beyanla dînde zorlamayı nefyetmiş ve
şöyle buyurmuştur; [161]
256. Dinde zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan
ayrılmıştır. Kim tâgûtu inkâr eder,
Allah'a inanırsa, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah,
hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
257. Allah, inananların dostudur; onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır. Küfredenler ise,
onların dostları da tâğûtlardır ve onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar.
Bunlar, Cehennem ashabı olup orada dâimidirler.
Dînde zorlama yoktur.
Allah Ta'âlâ'nın yukarıdaki âyet-i kerîmeyle vazettiği bu hüküm, İslâm dîninin
en mühim özelliklerinden birini teşkil eder. Hiçbir müslüman bu hüküm gereğince
herhangi bir yahudîyi veya hıristiyanı, yahutta başka bir dîn mensubunu, dînini
terkedip İslâm'a girmesi için zorlayamaz. İslâm'ın başlangıcından bu yana
târih şâhid olmuştur ki, müslüman ordular, fethettikleri ülkelerde yaşayan
gayri müslimlerin hayatlarını korumak için onlardan cizye almışlar, fakat
onları İslâm'a girmeleri için ne tehdit etmişler, ne de öldürmüşlerdir. Aksine
onları dînlerinin icablarını yapmak hususunda serbest bırakmışlar, buna engel
olmak isteyenlere karşı da, onları ve dînlerini korumuşlardır. İslâm'ın
yabancı dîn mensuplarına karşı gösterdiği bu büyük müsamaha ve yerleştirdiği
adalet duygusu dolayısıyledir ki, kendi dînlerini terkedip İslâm'a girenlerin
sayısı, başka hiçbir dîne nasîb olmayacak derecede çok olmuştur. Bununla beraber
İslâm'ın süratle yayılmasından ve müslümanların çoğalmasından tedirgin olan
bazı kimselerin ileri sürdükleri İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiası,
İslâm'a yöneltilmiş bir iftiradan ve düşmanlıktan başka bir şey değildir. Eğer
kılıç zoruyla İslâm'a sokmak gaye edinilmiş olsaydı, bugün ne yahudîlikten ve
ne de hıristiyanlıktan bir eser kalırdı.
«Dînde zorlama yoktur»
âyetinin nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler gelmiştir. Ebû Davûd
tarafından nakledilen bir hadîsten öğrenildiğine göre, İslâmiyetten önce,
Medîneli bir kadın, çocuğu olmaz, yahut olur da yaşamazsa, çocuğu olduğu
takdirde onu yahudî dîni üzere yetiştirmeye ve yahudî yapmaya nezrederdi.
İslâm geldiği zaman Medîneli ansâr arasında çocukları bu şekilde yahudî olmuş
aileler vardı. Bir yahudî kabî-lesi olan Benû Nadîr, hicretten sonra Medîne'den
ihraç olundukları sıralarda, aralarında yahudî dînine girmiş ansâr çocuklan da
bulunuyordu. Aileleri bu çocukları yahudîler arasında bırakmamak için İslâm'a
girmelerini isteyip onları buna zorlayınca bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.[162]
İbn Hacer de,
sahabenin terceme-i haline tahsis ettiği İsâbe adlı eserinde Husayn
e!-Ansârî'nin tercemesinden söz ederken muhtelif kaynaklara istinaden başka
bir haber verir. Husayn'in İslâmiyetten Önce hıristiyan olmuş iki oğlu vardı.
Bunlar, yanlarında ansârdan bazı kimselerle birlikte yiyecek almak için
Medîne'ye geldikleri zaman, babaları, müslüman olmadan sizi bırakmam demiş,
fakat onlar buna yanaşmayınca, Hazret-i Peygamber'e başvurmuşlardır. Babanın
«ben bakıp dururken benim parçalarım ateşe mi girecekler?» demesi üzerine
«dînde zorlama yoktur» âyeti nazil olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'den
herhangi bir âyetin indirilmesini her zaman tek bir sebebe bağlamak doğru
değildir. Bazan tek bir hâdise bir âyetin indirilmesine sebep olsa bile, bazan
da biribirine benzeyen hâdiselerin tekerrür etmesi halinde, hepsine çözüm
getirecek bir âyet gönderilmiş olması da
mümkündür. Yukarıda
nakledilen haberler buna delâlet eder. Öyle anlaşılıyor ki, İslâmiyetten önce,
yahudî ve hıristiyan dinini kabul etmiş olan bazı araplar, İslâm'ın gelişi
üzerine, gerek aileleri tarafından ve gerekse diğer müslümanlar tarafından
İslâm'a girmeleri için zorlanınca, yukarıdaki âyet-i kerîme nazil olmuş ve bu
zorlamayı menetmiştir.
Ayet-i kerîme'nin
indirilmesine sebep olan hâdiseler gözönünde bulundurulursa, dînde zorlamayla
ilgili yasağın, sadece yabancı dîn mensupları için söz konusu olduğunu kabul
etmek gerekir. Buna göre, herhangi bir yahudl, yahut hıristiyan, yahutta başka
dîne mensup herhangi bir kimse, dînini terkedip İslâm'a girmesi için
zorlanamaz. İslâm'da âyet-i kerîme bu manâda anlaşılmış ve yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, tarih boyunca müslümanlar hiçbir yabancı dîn mensubunu İslâm'a
girmesi için zorla-mamışlardır. Bununla beraber müslümanların kendi
aralarındaki tatbikat bundan farklı olmuş, dinin emir ve yasaklarına uymayan,
yahut ahlâk dışı davranışlarla dinin esaslarını ihlâl eden müslümanlar, diğer
müslümanlar tarafından hak yola davet edilmiş, gerektiği zaman da zor
kullanılarak bu yola sokulmuşlardır. Bunun en açık örneğini, Ebû Bekir devrinde
görmek mümkündür. Esed, Gatafân ve Tayy kabileleri, müslüman oldukları halde,
Hazret-i Peygamber'in vefat etmesi üzerine, daha önce verdikleri zekâtı
vermekten çekinmişler, Ebû Bekr'e gönderdikleri elçilerle de, İslâm'dan
dönmediklerini, namaz kılıp orucu tutacaklarını, fakat zekât vermiyecekle-rini
bildirmişlerdir. Bunun üzerine Ebû Bekir, bu kabilelere karşı savaş açmış ve
savaş yoluyla onlardan zekâtlarını almıştır. Bu bakımdan çeşitli fıkıh
mezhebleri, İslâm'a girdiği halde, İslâm'ın emirlerini ihlâl eden kimseler
hakkında ceza tatbik edileceği ve bunun ikrah (zorlama) sayılmıyacağı görüşü
üzerinde birleşmişlerse de, tatbik edilecek cezanın çeşidi üzerinde değişik
görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm'a girdikten sonra ondan dönenler hakkında
ise, Kur'ân-ı Kerîm'de ayrı hükümler gelmiştir. Mürted denilen bu gibi
kimselerin durumları ilgili âyetlerde ayrıca açıklanacaktır. Fakat İslâm'a hiç
girmemiş olan yabancı din mensupları hakkında ise, Allah Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: [163]
256. Dînde zorlama
yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan ayrılmıştır. Kim tâğûtu inkâr eder, Allah'a
inanırsa, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah,
hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
257. Allah,
inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfredenler
ise, onların dostları tâbutlardır ve onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Bunlar,
Cehennem ashabı olup orada dâimidirler.
256 Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, dînde zorlama yoktur. Yabancı dine mensup bir kimseyi tehdit
ederek ve zorlayarak dîninden döndürüp İslâm'a sokamazsınız. Çünkü dînin esas
unsuru îmandır ve yerleştiği yer de kalptir. Ameller ise, bu îmanın dışına
aksetmiş tezahürleridir. Tehdit ve zorlama, kalbe yerleşmiş olan îmanın sökülüp
atılmasında hiçbir fayda sağlamaz. Müslüman olmayan bir kimse, zor karşısında
belki İslâm'a girmiş görünebilir ve hattâ öldürülmekten korkarak namaz kılıp
oruç tutabilir. Fakat bu ameller, hiçbir zaman kalbindeki îmanın bir tezahürü
olamaz. Çünkü onun asıl inancı, İslâmî inanç değil, kendi dîninin inancıdır ve
zor karşısında bu inancı kalbinde gizlemek zorunda kalmıştır. Nitekim Mekkeli
müşrikler, ilk müslümaniara İslâm'dan dönmeleri için insanlık dışı işkenceler
yaptıkları zaman, Hazret-i Peygamber'in onlara, işkenceden kurtulmak için
İslâm'dan dönmüş gibi davranmalarına izin vermesi bundandır. Binâenaleyh dînden
döndürmek için ne çeşit zorlama yapılırsa yapılsın, bundan hiçbir fayda
sağlanamtyacağı bilinmelidir.
Zaten buna gerek de
yoktur; çünkü hak yol olan İslâm ile, bunun dışında yer alan ve din adı altında
insanları dalâlete sevkeden bütün bâtıl yollar birbirinden ayrılmış, ve akıl
sahibi olan istisnasız her insan için apaçık belirmiştir. İnsana akıl, kalp,
duygu ve düşünce verilerek diğer hayvanlardan ayırt edilmesinin ve onlardan
üstün kılınmasının sebep ve hikmeti de budur. İnsanın iyiyi, doğruyu ve güzeli,
kötüden, yanlıştan ve çirkinden ayırıp iyi, doğru ve güzel olana yönelmesi,
kısacası bâtılı terkedip hakka sarılması, ancak akıl ve düşünce sayesinde
mümkün olur. Eğer iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı birbirinden ayırıp iyiye ve
doğruya yöne!-mezse, o aklın ne faydası vardır? Yahut sahibini sadece kötüye
sevkeden ve sadece kötü maksatlar için kullanılan akla akıl demek nasıl mümkün
olur?
O halde, kim aklını
kullanarak tâğûtu inkâr ile Allah'a îman ederse, kopması mümkün olmayan en
sağlam kulpa yapışmış olur. Ayet-i kerîmede geçen tâğût kelimesi, bazı türkçe
meallerde, şeytan, put gibi değişik manâlarda tercüme edilmişse de, kelimenin
daha umumî bir manâsı vardır ve kendisine ister ibadet edilsin, ister
edilmesin, insanın Allah'a tarşı isyan etmesine ve hak yoldan ayrılmasına sebep
olan her şeye şâmildir. Peşinden gidilen bir düşünce, bir heves, bir şahıs,
para, mal mülk [hırsı, şân şöhret arzusu ve bunun gibi şeyler, eğer insanı
Allah'a isyan etmeye götürürse, bunların her biri, o insanın tâğûtu olur. Buna
göre, her kim, kendisini Allah'ın yolundan uzaklaştıran ve onu isyana sevkeden
bu gibi şeylerden sakınır, onları red ve inkâr edip Allah'a inanırsa, kopması
mümkün olmayan bir dala tutunmuş olur. Bu dal, öyle bir iman dalıdır ki, ona
tutunan, dünya ve âhırette hüsrana düşmek korkusunu hissetmez. Şüphesiz Allah,
böyle bir dala tutunarak yukarıda manâsına işaret edilen tâğûtu red ve inkâr
eden kimselerin, onu ne çeşit sözlerle red ve inkâr ettiklerini hakkıyîe
işittiği gibi, kalplerinde bulunan şeyleri de, ister gizlesinler, ister açığa
vursunlar, hakkıyle bilir.
İşte gerçek bu kadar
açık olduğuna ve her insan, kendisi için hak veya bâtıl olan yolu seçebilecek
akıl gücüne sahip bulunduğuna göre, yabancı dîn mensuplarının İslâm'a girmeleri
için zorlanmaları faydasızdır. Ayet-i kerimenin bu manâsı, Kur'ân-ı Kerim'in
başka âyetlerinde de görülür. Meselâ Yûnus sûresinin 99 uncu âyetinde şöyle
buyurulmuştur: «Eğer Rabb'ın dileseydi, yeryüzündeki herkes iman ederdi. Böyle
olunca sen, bütün insanları; mü'min olsunlar diye zorlayacak mısın?». Bu âyetin
devamında ise, Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin iman edemiyeceği açıklanmıştır
ki, bu, herhangi birinin zoruyla bir başkasının iman edemiyeceği manâsındadır.
Gâşiye sûresinin 21-22 nci âyetlerinde ise, Hazret-i Pey-gamber'e dini tebliğ
vazifesi hatırlatılmış ve onun insanlar üzerinde zorlayıcı bir kimse olmadığı
bildirilmiştir. Bu âyetlerden de anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin görevleri,
Allah'ın dinini insanlara tebliğ edip öğretmek, iman edenlere Cennet
nimetlerini müjdelemek, küfredenleri de Cehennem azâbıyle korkutmaktır. Fakat
zorla ve tehditle onları dine sokmak ve iman etmelerini sağlamaya çalışmak,
onların görevi değildir. Müslümanlar üzerine farz kılınan cihad veya Allah
yolunda savaş ise, gayri müslimieri İslâm'a sokmak değil, fakat daha önce
açıkladığımız 193 üncü âyette de beyan edildiği gibi, yeryüzündeki fitneyi
ortadan kaldırmak ve dînin sırf Allah için olmasını sağlamak maksadına
matuftur. Zira fitne, dinin tebliğ edilmesine imkân vermediği gibi, imanın
kalplerde yerleşip kuvvetlenmesine de engel olur. Fitnenin büyüyüp yayılması,
hem din için, hem de müslümanlar için en büyük tehlikedir ve bu tehlikenin
tehditkâr baskısının devamı müsamaha ile karşılanamaz. Fitnenin yok edilmesi ve
imanın kalplerde serbestçe neşv u nema bulması için yapılan savaşlar ise, dînde
zorlama manâsında değildir. [164]
257 Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerimeyle dinde zorlamayı menet-tikten ve din seçimini, akıl
sahibi kıldığı insanların hür iradelerine bıraktıktan sonra, hak yola girmek
isteyenlerin dostu ve yardımcısı olduğunu beyan ederek «Allah, inananların
dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır» buyurmuştur. Allah'ın
inananlara dost olması, İmanlarının korunmasında, teyid ve takviye edilmesinde
Allah'tan başka yardımcının bulunmaması manâsındadır. Allah, mü'min kullarına
ihsan ettiği salim akıl, dîn ve duygu sayesinde, onların hak yolda seüât
etmelerini sağlar; içlerine herhangi bir şüphe arız olsa bile, o şüpheyi izale
edecek bir hak nuru ile onları bu şüpheden kurtarır. Nitekim Araf sûresinin 201
inci âyetinde bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: «Takvaya erenler,
onlara şeytandan bir şüphe gelip arız olduğu zaman, tezekkür ederler de,
birden (hakkı)
, görmüş olurlar». Bu,
Allah Ta'âlâ'nın mü'min kullarının kalplerinde canlandırdığı bir duygu veya
bir hakikat nurudur ki, bu nûr ile hak zahir otur ve şüpheden eser kalmaz.
Küfredenler, Allah'tan
ve Allah'ın emir ve yasaklarından yüz çevirenler ise, kendilerini isyana ve
tuğyana sevkeden tâğûttan başka dostlara sahip değillerdir. Mü'minlerin aksine,
böylelerinin kalplerinde bir nebze hakikat nuru parlayacak olsa, tâğûtlan hemen
harekete geçer de, bu nurun büyüyüp genişlemesine fırsat vermeden onu hemen
söndürürler. Böylece kalpleri yine karanlıklar içinde kalır. İşte böyleleri,
Cehennem ashabındandır ve âhırette gidecekleri yer de, içinde daimî kalacakları
Cehennem ateşidir. Bunlar, tâğûtlarının esiri oldukları için ne nasihat, ne
tehdit ve ne de zorlama onlara kâr eder; çünkü hiçbir şey, onların kalplerinde
hakikat nurunu canlandıramaz; bir kıvılcım bile meydana getiremez. Allah
Ta'âlâ, Allah'ın dostu olan mü'minlerle kendi tâğûîlarının esîri olan
inançsızların hallerini açıkladıktan sonra, buna delil olmak üzere naklettiği
üç değişik kıssayla nasıl İbrahim {a.s.) i, kendisine arız olan bir şüpheden
kurtarıp hakikat nuruna sevkeden delillerle mücehhez kıldığını, buna mukabil
inançsızları nasıl bu deliller karşısında bir zulmetten diğer zulmete
sürüklediğini akıl sahiplerinin ibret nazarlarına sunmuş ve şöyle buyurmuştur: [165]
258. Allah'ın,
kendisine hükümranlık vermesinden dolayı İbrahim'le Rabb'ı hakkında tartışan
kimseyi bilmez, misin? İbrahim (ona) «Rabbım hem diriltir, hem de öldürür»
deyince, o, «ben de diriltir ve öldürürüm» demişti. Fakat ibrahim «Allah güneşi
doğudan getirir, sen de onu batıdan getir» deyince de, o küfreden, şaşırıp
kalmıştı. Allah, zâlim kimseleri doğru yola iletmez.
259. Yahut çökük
çatıları üzerine, (duvarları) yıkılıp harab olmuş bir kasabaya uğrayıp da «bunu ölümünden sonra, Allah nereden diriltecek?»
diyen kimseyi (bilmez misin?). Böyle dediği için Allah onu yüz, sene boyunca
öldürmüş, sonra diriltip «kaç sene böyle kaldın?» demişti. O, «bir gün, yahut
daha az» deyince, Allah (ona) söyle buyurmuştu: «Hayır, yüz sene kaldın.
(İnanmazsan) yiyeceğine ve içeceğine bak; hiç bozulmamış; ve bir de merkebine
bak. (Böyle yapmamız) seni insanlara bir ibret nişanesi kılmak içindir.
Kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine koyacak, sonra onlara et
giydireceğiz». (Cereyan eden şeyler) ona açıkça belli olunca şöyle demişti:
«Biliyorum ki Allah, her şeye kaadirdir».
260. İbrahim «Rabb'ım,
ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster» demişti. Rabb'ı «yoksa inanmıyor
musun?» buyurunca, «hayır inanıyorum; fakat kalbimin huzur bulması için..»
demişti. (Bunun üzerine Rabb'ı ona şöyle), buyurmuştu: «Dört kuş al; onları
ehlîleştirip kendine alıştır; sonra onlardan her bir cüzünü bir dağ üzerine
koy; sonra da onları çağır; koşarak sana geleceklerdir. Şunu da bil ki, Allah,
Azîz'dir, Hakîm'dir».
Bundan önceki âyet-i
kerimede, Allah Ta'âlâ'nın, inananların dostu olduğuna işaret edilerek, onları
doğru yola iletip zulmetten nura çıkardığı, buna karşılık kendilerini Allah'tan
uzaklaştıran, O'na isyan etmeye götüren ve adına tâğût denilen kötü
rehberlerin ve sahte tanrıların peşinden gidenleri de kendi zulmetleri içinde
bıraktığı açıklanmış ve böylelerinin Cehennem'de dâimi kalacakları
bildirilmişti. Yukarıdaki üç âyette ise, zikredilen üç ayrı kıssa ile, hem
Allah Ta'âlâ'nın mü'minleri nasıl zulmetten nura çıkararak kalplerine arız
olan şüphe ve tereddütleri izale ettiğini gösteren örnekler verilmiş, hem de
tâğûtların peşinden giderek Allah'ın varlığını ve öldükten sonra dirilmeyi
inkâr edenlere karşı açık ve kesin deliller sunulmuştur. Öyle ki, bu deliller
karşısında, akıl sahibi olan ve aklını yolda kullanabilen kimselerin, artık
tâğûtlan peşinden gitmekte İsrar etmemeleri ve hem Allah'a, hem de öldükten
sonra dirilmenin mutlaka gerçekleşeceğine inanmaları gerekir. Bununla beraber,
yine de inatlarından vazgeçmeyip küfürlerinde israr edenler, eğer İbrahim
(a.s.) in ilk lyette muhasımına yönelttiği teklifle karşılaşırlar ve onlara da,
«Allah güneşi doğudan getiriyor; haydi siz ve peşinden gittiğiniz tanrılarınız,
veya tâğûtlarınız hep beraber güneşi batıdan getirin; onun batıdan doğmasını
sağlayın» denilirse, şaşırıp kalırlar. Cevap olarak söyleyecek tek bir kelime
bulamazlar. Bu acizlik, bir an için onların kalplerinde gerçeği aydınlatan bir
nurun parlamasına sebep olsa bile, bu nûr, bir kıvılcım çakması gibi gelip geçicidir
ve onun çakıp kaybolmasından sonra, inançsızların kalpleri yine karanliklar
içinde kalır. Bu, onların peşlerinden gittikleri tâğûtların esendir ve bu
tâğûtlar, hiçbir zaman onların zulmetten nura çıkmalarına izin vermezier;fakat
aksine,eğer kalplerinde bir nûr parlamışsa.bu nuru |Söndürür!er ve onları yine
zulmetler içinde bırakırlar. İşte,
bir evvelki âyet-i kerimenin beyan edildiği yukarıdaki üç âyet ve ı bu üç
âyetle zikredilen üç ayrı kıssada, bu gerçeklen bütün açıklığıyle görmek
mümkündür: [166]
258. Allah'ın
kendisine, hükümranlık vermesinden dolayı, İbrahim'le, Rabb'ı hakkında
tartışan kimseyi bilmez misin? İbrahim (ona), «Rabb'ım hem diriltir, hem de
öldürür», deyince,, o, «ben de diriltir ve öldürürüm» demişti.
Fakat İbrahim, «Allah, güneşi doğudan getirir; sen de onu batıdan
getir» deyince de, o küfreden, şaşırıp
kalmıştı. Allah, zâlim kimseleri
doğru yola iletmez.
259. Yahut çökük çanları üzerine, (duvarları)
yıkılıp harab olmuş bir kasabaya uğrayıp da «bunu Ölümünden sonra, Allah
nereden diriltecek?» diyen kimseyi (bilmez misin?) Böyle dediği için Allah onu
yüz sene boyunca öldürmüş, sonra diriltip «kaç sene böyle kaldın?» demişti. O,
«bir gün, yahut daha az»
deyince, Allah (ona)
şöyle buyurmuştu: «Hayır, yüz sene kaldın. (İnanmazsan) yiyeceğine ve içeceğine
bak; hiç bozulmamış; ve bir de merkebine bak. (Böyle yapmamız), seni insanlara
bir ibret nişanesi kılmak içindir. Kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine
koyacak, sonra onlara et giydireceğiz», (Cereyan eden\ şeyler) ona açıkça belli
olunca şöyle\ demişti: «Biliyorum ki Allah, her şey&, kaadirdir». j
260. İbrahim «Rabb'tm,
ölüleri nasıl diriltti^ ğini bana göster» demişti. Rabb'ı «yoksa inanmıyor
musun?» buyurunca, «hayır inanıyorum; fakat kalbimin huzur bulması için..»
demişti. (Bunun üzerine Rabb'ı O'na şöyle) buyurmuştu: «Dört kuş al; onları
ehlîleştirip kendine alıştır; sonra onlardan her bir cüz'ünü bir dağ üzerine
koy; sonra da onları çağır; koşarak sana geleceklerdir. Şunu da bil ki, Allah,
Aziz'dir, Hakîm'dir».
258 Ayet-i kerîme, Hazret-i İbrahim'le delilli
huccetli münakaşaya girişen bir şahsın halini aksettirmektedir. Bu şahsın kim
olduğu açıklanmamıştır; bununla beraber, âyet-i kerîmede ona «Allah'ın
hükümranlık verdiği kimse» oiarak işaret edilmiştir ki, bunun, İbrahim
kavminden puta tapan müşriklerin hükümdarı olduğu anlaşılmaktadır, tefsirlerde
bu şahsın Nemrûd olduğu zikredilirse de, bunu teyîd edecek dîni bir nas mevcut
değildir. Hattâ Hazret-i İbrahim, kavminin ibadet ettiği putları kırdığı zaman,
onun ateşe atılıp yakılmasını isteyenlerin başında Nem-rûd'un bulunup
bulunmadığı da kesinlikle bilinmemektedir. Çünkü putların kırılması ve ateşe
atılması kıssasının nakledildiği Enbiyâ sûresinin 51-70 inci âyetlerinde de
İbrahim (a.s.) in muhasımları cemi slgasıyle zikredilmiş, Nemrûd'a delâlet
edecek müfred sîga kullanılmamıştır. Şu var ki, yukarıdaki âyet-i kerîme'de,
İbrahim (a.s,) ile Rabb'ı hakkında münakaşaya giriştiği anlaşılan şahsın,
İbrahim'in, hem dilediğine hayat veren, hem de öldüren ve kendisinden başka
ilâh olmayan Allah'ibadete ve hiçbir gücü ve kudreti bulunmayan putlart daterke
davet ettiği bir kral, bir hükümdar olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu hükümdar,
ibrahim (a.s.) in sözlerini gerektiği şekilde anlamamış ve hükümdarlığının
kendisine verdiği büyüklenmeyle, Allah'ın hayat veren ve öldüren sıfatlarına
kendisinin de sahip olduğunu ileri sürmüştür. Zira bir hükümdar, önce
öldürülmesini emrettiği bir şahsı, tam öldürüleceği sırada affederek ona hayat
vermiş olur; bir başka şahsın öldürülmesini emretmekle de ona ölüm verir.
Kısacası bir kimsenin ölümüne, veya hayatını devam ettirmesine sebep olur. Oysa
İbrahim {a.s.), ona, «Rabb'ım hem diriltir, hayat verir, hem öldürür» dediği
zaman, kasdettiği manâ çok farklıdır ve bu sözüyle ona, kâinatta canlı olarak
her ne varsa, yoktan varedip onlara hayat veren ve dilediği zaman da onları yok
edecek olan bir tek Hâltk'ı hatırlatmıştır. İbrahim (a.s.), ileri sürdüğü
delilin kral tarafından anlaşılmadığını, yahut anlaşılmış olsa bile çok basite
indirilip aynı işin kendisi tarafından da yapıldığının ileri sürüldüğünü
görünce, onun daha kolay anlayabileceği, fakat diğeri gibi basite
indiremiyeceği ikinci bir delil ileri sürmüş ve «Allah, güneşi doğudan getirip
batıdan batırır. Haydi sen de bunun aksini yap da güneş batıdan doğsun, doğudan
batsın» demiştir. İşte bu delil karşısında hükümdar şaşırıp kalmış ve İbrahim
(a.s.) e verecek cevap bulamamıştır. Küfredenlerin akıbetleri budur. Zira Allah
Ta'âlâ, gerçeği görmekten ve kendilerini gerçeğe ulaştıracak delilleri
anlamaktan uzak duran, yahut bunlardan yüz çeviren kimseleri doğru yola
iletmez. Onları kendi tâğûtlarıyle başbaşa bırakır; bu tâğûtlar ise, onların
kalplerinde belirecek hakikat nurlarını parlamadan söndürürler ve onları kendi
zulmetleri içine iterler. [167]
259 Allah Ta'âlâ,
Allah'ı inkâr eden bir hükümdarın İbrahim (a.s.) ile yaptığı bir münakaşada
ileri sürülen delil karşısında nasıl acze düşüp kendi zulmeti içinde kaldığını
açıkladıktan ve Allah'ın varlığını isbat için zikredilen bu kıssayı, her zaman
ve zeminde inkarcıların önüne konulması gereken muhkem bir delil kıldıktan
sonra, ikinci bir kıssayla, yukarıda sözü edilen kâfir hükümdarın aksine,
gerçeği görüp anlamaya meyyal bir şahsın, öldükten sonra dirilme hususunda
kalbine arız olan bir şüpheyi nasıl izale ettiğini ve onu nasıl zulmetten nura
çıkardığını göstermiş, aynı zamanda, bu kıssayı da diğeri gibi öldükten sonra
dirilmenin hücceti veya kesin delili yapmıştır.
Ayet-i kerîme'de, bir
kasabaya uğrayan ve o kasabanın harab olmuş halini görünce, «Allah, bu şekilde
harab olup ölmüş bir şehre nasıl yeniden hayat verecek?» diyen bir şahsın
kıssası nakledilmiştir. Bu şahsın kimliği ve uğradığı kasabanın adı
açıklanmamıştır. Bir çok kıssada görüldüğü gibi, hâdisenin vukubulduğu yerin,
zamanın ve hâdisede işaret edilen şahısların açıklanmaması, Kur'ân-ı Kerîm'in
uslûb özelliklerinden biridir. Çünkü kıssanın anlatılmasından maksat, ondan
gerektiği şekilde ibret alınmasını sağlamaktır. Halbuki kıssaya sokulacak bazı
teferruat, bilgi yönünden faydalı görülse bile, zihni meşgul etmesi yönünden
kıssadan gerektiği şekilde ibret alınmasını engelleyici bir rol oynar. Bu
sebeple, Allah Ta'âlâ Kur'ân-ı Kerîm'de hâdiseleri dâima teferruattan uzak bir
şekilde nakletmiştir. Bununla beraber mü-fessirler, İsrail menşe'li haberlere
istinaden bu kasabayı ve oraya uğrayan şahsı tesbit etmeye çalışmışlar,
bazıları bu kasabanın Kudüs, oradan geçen şahsın da peygamber Uzeyr olduğunu
söylemişler, bazıları Ermiyâ peygamberden söz ederken, bazıları da onun kâfir
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu kıssaların, 256 ve 257 nci âyetleri teyld
için zikredildiği ve Allah'ın, inananları zulmetten nura çıkardığını,
tâğûtların ise, inançsızları zulmetleri içinde bıraktıklarını gösteren birer
delil oldukları gözönünde bulundurulursa, yukarıdaki âyet-i kerimede sözü
edilen şahsın, Allah'ın kudretini ikrar ile inancını belli etmesi dolayısıyle,
onun, zulmetten nura çıkarılmış bir mü'min olduğunu kabul etmek gerekir. Ayet-i
kerime'den anlaşılan manâ odur ki, harâb olmuş ve insanları dağılmış bir
kasabaya uğrayan şahıs, oranın, önce çatıları çökmüş, sonra da duvarları bu
çatılar üzerine yıkılmış perişan halini görünce, Allah'ın orayı tekrar nasıl
mamur bir hale getireceği hususunda, içinde hayretle karışık bir şüphe
belirmiş, bu şüphe üzerine, Allah Ta'âlâ da ona bazı gerçekleri göstermek ve
kalbinde beliren bu şüpheyi izale etmek, kısacası şüphenin onu düşürdüğü
zulmetten nura çıkarmak için yüz yıl sürecek bir ölüm vermiştir. Ayet-i kerîme'de
o şahsın başına gelen bu hal ölüm olarak ifade edilmiştir. Fakat bunu, ölü gibi
kendinden geçmek, derin bir uykuya dalmak şeklinde açıklamak da mümkündür. Öyle
ki, yüz yıllık bu süre içinde meydana gelen değişmelerden o şahsın hiç haberi
olmamıştır. Hattâ yüz yıl sonra, bu derin uykudan uyandığı zaman, yüz yıl
uyuduğunun farkına bile varmamıştır. Nitekim kendisine ne kadar uyuduğu
sorulunca, bir insanın normal olarak uyuyabileceği kadar uyuduğunu söylemiş ve
«bir gün, yahut bir günden daha az» demiştir. Fakat Allah Ta'âlâ, onu ve onun
bu halini, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere karşı ikna edici bir delil
kılmayı murad etmiş, bu sebeple de ona, yüz sene boyunca ölü gibi kaldığını
haber vermiştir. Fakat adamın «eğer yüz sene ölü olarak kalmış olsaydım,
etlerim çürür, kemiklerim dağılırdı» şeklindeki düşüncesine ve itirazına meydan
vermeden, kendisiyle birlikte bozulmamış olan yiyecek ve içeceğine dikkaını
çekmiş, ancak yüz sene ölü kalan bir canlının da etlerinin cürüyüp kemiklerinin
dağılacağı hususundaki görüşünü doğrulamak, aynı zamanda onu gerçekten yüz
sene ölü olarak kaldığına inandırmak İçin merkebine bakmasını emretmiştir.
Ayet-i kerîrne'nin siyakından da anlaşıldığı gibi, bu yüz sene içinde eşeğin
etleri çürüyüp dökülmüş; kemikleri de dağılmıştı. İşte hayvan bu haldeyken,
Allah Ta'âlâ o şahsa hitap ederek «kemiklere bak, onları nasıl yerliyerine
koyacak, sonra onlara et giydireceğiz» buyurmuştur.
Dağılmış kemikleri
biraraya getirmek, sonra üzerlerini etle kapia-| makT o kemikleri yoktan
varetmekten daha güç değildir. Nitekim Yasin 1 sûresinin 78-79 uncu âyetlerinde
«çürümüş olan bu kemikleri kim diriltecek?» diyen bir müşriğe karşı Aiiah
Ta'âiâ, Hazret-i Peygamber'i irşad ederek ona şu cevabı vermesini emretmiştir:
«Onları ilk defa yaratan diriltecek.» Oysa bir şeyi yapmak veya yapamamak,
yahut zor veya kolay yapmak, mahlûkatın noksan sıfatlarına taalluk eden
işlerdendir. Allah Ta'âlâ ise, mahlûkatın nitelendirildikleri noksan
sıfatlardan münezzehtir ve O'nun için güçlük veya kolaylık söz konusu
değildir. O, bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, ona «ol» demesi yeterlidir.
Binâenaleyh yüz sene
ölüm uykusunda kaldıktan sonra tekrar kendisine hayat verilen bir şahsın
gözleri önünde, çürümüş ve kemikleri dağılmış merkebinin yeniden diriltilmesi,
Allah Ta'âlâ'ntn sonsuz kudretine ve aynı zamanda öldükten sonra insanların
kıyamette nasıl diriltile-ceklerine açık ve kesin bir delil teşkil eder. işte,
harâb olmuş kasabayı görüp de, Allah'ın bu kasabayı nasıl mamur hale
getireceğini kendi kendine soran ve içinde bir takım tereddütlere yer veren
şahts, yüz sene süren ölüm uykusundan sonra Allah'ın irşadı ve zulmetten nura
hidaye-tiyle gerçeği anlamış ve «biliyorum ki Allah her şeyi yapmaya kaadirdir»
demiştir. Bu hâdise, kalbine şüphe arız olmuş bir mü'minin, bu şüpheden, ancak
Allah Ta'âlâ'nın hidayetiyle kurtuluşunun bir örneğidir. [168]
260 Bunun bir başka
örneğini, içerisine şüphe arız olmayan bir mü'minin îmanını nasıl teyîd ve
takviye edildiğini gösteren üçüncü kıssada görmek mümkündür. Bu kıssa, Allah'ın
ölüleri nasıl dirilttiğini görüp bilmek isteyen İbrahim (a.s.) le ilgilidir ve
âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi, Hazret-i İbrahim bunu, kalbini mutmain
kılmak için istemiştir.
İbrahim (a.s.)
isteğini «Rabb'ım, ölüleri nastl dirilttiğini bana göster» sözüyle
belirtmiştir. Bu söz, Rabb'tna inanan bir peygamberin, öldükten sonra
dirilmekle ilgili bir hususta bilgisini artırmak ve îmanını daha da
kuvvetlendirmek için edeb hudûdlan içinde Allah'a yönelttiği tabiî bir
istekdir. Bu istekle bir evvelki kıssada harâb olmuş kasabayı görünce
«Allah, bu harâb olmuş
şehri nasıl tekrar mamur hale getirecek?» diyen şahsın sözleri arasında büyük
fark vardır. Öyle anlaşılıyor ki, evvelki kıssada Allah'ın ölü bir şehri
yeniden diriltmesinden şüpheye düşerek «bunu nasıl diriltecek?» diyen ve O'nun
kudretini inkâr manâsına gelebilecek bir tavsr takman bu şahsın, âyet-i
kerîmede isminin açıklanmamasına rağmen, ölülerin diriltilmesi hakkında bilgi
isteyenin İbrahim (a.s.) olduğunun belirtilmesindeki başlıca sebep de
aralarındaki bu büyük farktır. Nitekim ilk kıssada, Hazret-i İbrahim'le Rabb'ı
hakkında münakaşaya girişen ve «ben de diriltir ve öldürürüm» diyerek ulûhiyet
iddiasında bulunan kâfirin de ismi açıklanmamıştır.
Hazret-i İbrahim'in
ölülerin diriltilişini görme arzusunu açıklaması üzerine Aüah Ta'âlâ ona «yoksa
inanmıyor musun?» buyurmuştur. Allah Ta'âİâ'nın bu sözür şüphesiz, İbrahim
(a.s.) in îmanındaki noksanlığı tesbit için değildir. Zira onun îmanının
derecesi, Allah Ta'alâ'nın elbette meçhulü değildir. Keza yukarıdaki ilk
kıssada İbrahim (a.s.) Rabb'i hakkında münakaşaya girişen şahsa karşı ölülere
hayat verip, canlılara da ölüm verenin Aiiah olduğunu müdâfa eden de İbrahim
(a.s.) idi ve Allah Ta'âlâ onun bu husustaki imanını yukarıdaki ilk âyetie
tesbit etmişti.
Allah Ta'âlâ'nın
İbrahim (a.s.) e «yoksa inanmıyor musun?» sözünde, insanların oluş ve
yaratılış hakkında bilmeleri caiz olan ve olmayan hususlarda onu irşad etmek
manâsı vardır. Zira bir insanın, peygamber de olsa, bir takım ilâhî sırları
bilmesi mümkün değildir. Eğer îman, bu sırların bilinmesiyie gerçekleşecek
olsaydı, ona iman demek mümkün olmazdı. Oysa insan, bu dünyaya mücadele için
gönderilmiş ve îmanını, kendi gözleriyle görmediği ve mahiyetini bitmediği bir
takım ilâhî sırtara ancak bu mücadeleden sonra inanarak kazanmakla
görevlendirilmiştir. Bu bakımdan insanın, yaratılışındaki sebep ve hikmeti
bilmesi ve Allah'tan kendisine öğretmesini istediği şeylerin hududunu iyi
tayin etmesi lâzımdır. İşte Allah Ta'âlâ'nın İbrahim (a.s.) e «yoksa inanmıyor
musun?» sözünde böyle bir irşad manâsı vardır ve diğer müslümanlann da bu
irşaddan kendilerine düşen payı almaları gerekir.
Buhârî ve Müslim
tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
«İbrahim Rabb'ma, Rabb'ım, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster deyip de,
yoksa inanmıyor musun?, cevabını aldığı sıradaki hali eğer şüphe sayılırsa, biz
bu şüpheye ondan daha lâyığız».[169]
Bu hadîs de İbrahim
(a.s.) in öldükten sonra dirilme hususunda şüpheye düşmediğini ve dirilmeyi
görme isteğinin böyle bir şüphe eseri olmadığını beyan eder. Bu istek, âyet-i
kerîmede de işaret edildiği gibi, sadece kalbin mutmain olması içindir. Nitekim
böyle olduğu içindir ki, Allah Ta'âlâ İbrahim (a.s.) in bu isteğini
reddetmemiş, aksine istediği şeyi ona göstermek için dört kuş almasını, onları
ehlileştirip kendisine alıştırmasını, sonra onlardan her bir cüz'ünü bir dağın
tepesine bırakmasını, sonra da onları çağırmasını emretmiş, bu çağırışla
hepsinin koşup geleceklerini bildirmiştir.
Ancak ölülerin
diriltilmesiyle ilgili olarak, Allah Ta'âlâ'nın İbrahim (a.s.) e gösterdiği bu
yolun manâsı, müfessirler arasında iki değişik şekilde tefsir edilmiştir. İlk
müfessirler, umumiyetle, emri, dört kuşu doğrayıp parçalamak ve her bir parçayı
bir dağa koymak manâsında anlamışlar, sonra da İbrahim (a.s.) in bu işi
yaptığını ileri sürmüşlerdir. Diğer bazı müfessirler ise -bunların başında
meşhur mutezifi Ebû Müslim el-lsfahâni vardır- âyet-i kerîmede ne kuşların
parça parça edileceklerine delâlet eden bir emir ve ne de İbrahim'in bu emri
yerine getirdiğini gösteren bir ibare bulunmadığını ve dolayısıyle bunun bir
misal olarak zikredildiğini söylemişlerdir. Buna göre âyet-i kertmeyi şöyle
açıklamak mümkündür: Dört kuş al; bunları ehlileştir ve kendine alıştır. Sonra
bu kuşlardan her birini bir dağa koy. Çağırdığın zaman, sana alışık oldukları
için uçarak gelirler. İşte bu misalde olduğu gibi, Allah Ta'âlâ bir ölünün
dirilmesini murad ettiği zaman, tıpkı yaratılışın başlangıcında olduğu gibi,
kemikler çürümüş, etler dökülüp toprağa karışmış olsa bile, onlara «dirilin»
(kûnû ahyâ) emrini vermesi yeterlidir. Ölünün bütün cüzleri, kuş misalinde
olduğu gibi, yaratıcılarından gelen bu davete hemen icabet ederler ve yeniden
hayata dönerler.
Ayet-i kerîmenin tefsiri
hakkında ileri sürülen bu iki farklı görüşten herhangi birini tercih
etmeksizin, her ikisinin de doğru olabileceğini burada belirtmek gerekir. Her
ne kadar âyette İbrahim'in kuşları parçalaması için açık bir emir ve onun da
bu emre uyarak onları parçalayıp her bir parçayı ayrı ayrı dağlara bıraktığına
dair herhangi bir beyan mevcut değilse de, âyetin siyakı, ölülerin nasıl
diriltildiğini görmek isteyen İbrahim (a.s.) e, bunun gösterilmesi murad
olunduğu takdirde en ikna edici yolun bu olduğuna şüphe yoktur: Parça parça
doğranmış ve her bir parçası bir dağa bırakılmış kuşların, İbrahim (a.s.) in
daveti üzerine, her kuşa âit parçaların biraraya gelip onun davetine icabet
etmeleri ve uçarak yanına gelmeleri... Bu, şüphesiz Allah Ta'âlâ'nın yeryüzünde
câri olan sünnetine aykırı olan bir hâdisedir. Fakat bazı hallerde ve özellikle
peygamberleri eliyle Allah'ın sünnetine aykırı hâdiseleri yarattığını da
hiçbir mü'min inkâr edemez. Mucize denilen bu gibi hâdiselerin faili Allah
Ta'âlâ'dır ve O'nun iradesi taalluk ettiği zaman, insanları
dehşete düşüren
hâdiselerin vukubulması tabii sayılmak gerekir. Bu bakımdan parçalanmış
kuşların yeniden biraraya gelip dirilmeleri. İbrahim (a.s.) e gösterilen
mucizelerden biri sayılmahdır.Ancak bu mucizenin vukubuiduğu, âyet-i kerîme'de
açıklanmamıştır. Başta Ebû Müslim olmak üzere daha sonraki müfessirleri,
hâdisenin bir misal olarak zikre-dildiği görüşüne sevkeden sebep de budur. Biz
bu hususta, doğrusunu Allah bilir, demekle yetineceğiz. Ayet-i kerîmenin son
ibaresinde de belirtildiği gibi, bütün işlerinde yegâne galip olan, hiçbir şey
karşısında mağlup olmayan, yaptığı her işi bir hikmetle yaptığı için öldükten
sonra dirilmeyi de yaratma fiilinin hikmetine uygun kılan yalnız Allah'tır.
Allah Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde mü'minlerin dostu olduğunu, kalplerine herhangi bir şüphe
arız olsa bile onları doğruya irşad ederek zulmetten nura çıkardığını, buna
karşılık Allah'tan yüz çevirenleri kendi tâğûtlarıyle başbaşa bıraktığını
bildirdikten ve bunu akıl sahiplerinin ibret almaları için zikrettiği üç
değişik kıssayla beyan ettikten sonra, daha önce bir çok defalar emrettiği
Allah yolunda mal sarfına tekrar dönmüş ve konuyu, önemi dolayısıyle daha geniş
bir şekilde vazederek şöyle buyurmuştur: [170]
261. Mallarını Allah yolunda sarfedenlerm durumu,
yedi başak bitiren ve her bir başakta yüz (hububat) tanesi bulunan bir tanenin
durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir, ve Allah, ihsanı bol, her
şeyi hakkıyle bilendir.
262. Allah yolunda mallarını sarfedenler, sonra da
sar feniklerini minnet ve eziyet (vesilesi) kılmayanlar, işte onların Rab'ları
katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve mahzun olacaklar da onlar
değildir.
263. İyi bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet
gelen bir sadakadan hayırlıdır. Allah, (kullarının verecekleri sadaka-
dan) müstağnidir,
Halîm'dir.
264. Ey îman edenler! İnsanlara gösteriş olsun
diye malını sarfeden, Allah'a ve âhıret gününe inanmıyan kimse gibi
sadakalarınızı basa kakıp eziyet vermekle iptal etmeyin. (Gösteriş için sadaka verenin)
durumu, üzerinde (bir miktar)
toprak bulunan bir kayanın durumu gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet
edince, toprak o kayayı çırılçıplak bırakıverir. (îşte böyleleri) kazanç olarak
hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfir olanlara hidayet etmez.
265. Mallarını Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak ve
içlerindeki (manı sağlamlaştırmak için sarfedenlerin durumu ise, bir tepe
üzerindeki bahçenin durumu gibidir ki, oraya şiddetli bir yağmur isabet edince
meyvelerini iki kat verir; şiddetli yağmur isabet etmezse de çisinti ona
yeter. Allah, yaptıklarınızı hakkıyle görendir.
266. İçinizden
herhangi biri, kendisine ihtiyarlık çökmüş, (çalışıp kazanamıyan) zayıf
çocukları olduğu halde, (ağaçları) altından ırmaklar akan, içinde kendisine
âit her çeşit meyveler bulunan hurma ve üzüm bahçesine, ateşle karışık bir
kasırganın gelmesini ve o bahçenin yanmasını ister mi? İşte Allah, âyetlerini,
düşünesiniz diye böyle açıklıyor.
267. Ey îman edenler! (Sadaka olarak) gerek kazandıklarınızın ve
gerekse yerden sizin için çıkardıklarımızın iyilerinden verin. Gözü kapalı
olmadıkça alıcısı olmıyacağınız malın kötüsünü sadaka olarak vermeye
kalkışmayın. Bilin ki Allah, (sizin vereceğiniz şeyterden) müstağnidir;
hamdedilmeye asıl lâyık olan da O'dur.
268. Şeytan sizi
fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder. Allah ise, size günâhtan
bağışlama ve bolluk vadedi-yor. Allah ihsanı geniş olan ve her şeyi hakkıyle
bilendir.
269. O, hikmeti
dilediği kimseye verir; kime de hikmet verilmişse pek çok hayır verilmiş
demektir. Akıl sahiplerinden başkası
(bunu) düşünmez.
270. Nafaka veya adaktan her ne vermiş veya
adamışsanız, Allah muhakkak onu bilir. Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.
271. Eğer sadakaları
aşikâre verirseniz, bu iyidir; ve fakat onu gizleyip de fakirlere verirseniz,
sizin için daha iyidir. Allah, bununla günâhlarınızdan bir kısmını örter.
Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.
272. (Ey Muhammedi) Onları hidayete erdirmek Senin üzerine borç
değildir; fakat Allah dilediği kimseye hidayet eder. Sadaka olarak
sarfettiğiniz her şey sizin kendiniz içindir. Zaten siz, yalnız Allah'ın
rızasını kazanmak için sarfeâersiniz. Sadaka olarak her ne sarfetmişseniz,
haksızlığa uğratılmak-sızın aynen size verilecektir.
273. (Sadaka) Allah yolunda (kendilerini)
hapsetmiş, kazanç için yeryüzünde
dolaşamayan, iffetleri dolayısıyla (is-teyemedikleri için) câhilin kendilerini
zengin sandığı, senin de simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip insanlardan
istemiyen fakirler içindir. Sadaka olarak verdiğiniz her şeyi, Allah, hakkıyle
bilendir.
274. Gece ve gündüz,
gizli ve aşikâre olarak | mallarından sarfedenler, işte onlar için \ Rab'ları
katında mükâfatları vardır; onlara korku yoktur; ve mahzun olacaklar da onlar
değildir.
Allah Ta'âlâ önceki
âyetlerinde, gerek sadaka ve gerçekse zekât larak, Allah yolunda mal sarfını
çeşitli vesilelerle emretmiş, bir taraftan iangi maksatlar için mal sarfının
gerekli olduğunu açıklarken, bir taratan da bunun insana kazandıracağı
hudutsuz mükâfatı beyan etmişti, ı/leselâ 195 inci âyette «Allah yolunda
malınızı sarfedin. Kendinizi tehli-ceye atmayın» emrini, haram aylarda
saldırıda bulunan düşmana karşı nisliyle, mukabele emrinden sonra zikretmiştir
ki buradaki sadaka em-rintn, savaşın gerektirdiği masrafları karşılama
maksadına matuf olduğu anlaşılır. Buna mukabil 215 inci âyette «ne
şadedeceklerini» soranlara çarşı verilen cevapta, sadakanın, anaya, babaya,
akrabaya, yetimlere, jüşkünlere ve yolda kalmışlara verilmesi emredilmiştir.
Ancak bu emir-Jen önce, inançsızlara dünya hayatının süslü gösterilmesinden ve
insanların tek bir ümmet oldukları halde hased ve ihtiras sebebiyle ihtilâfa
düşüp bölünmelerinden sözedilmesi, sadaka vererek mal sarfının, insan benliğini
kaplayan mal hırsını kırmak ve dünya süsüne aldanmamak gerektiğini zihinlere
yerleştirmek gayesine yönelik olduğunu gösterir. 219 uncu âyette içki ve kumar
hakkında Hazret-i Peygamber'e yöneltilen soruyla birlikte, sadaka olarak ne
vereceklerini soranlara verilen cevapta da «ihtiyaç fazlası» denilmiştir ki,
bununla birbirinden farklı iki gurup insanın mukayese edilmesi imkânı sağlanmış
olmaktadır. Filhakika bir gurup, mallarını kendileri için faydasından çok
zararı olan, kendilerine sevâb değil günâh kazandıran, suça teşvik eden ve
ileride «pislik»-olarak nitelendirilip haram kılınacak olan içki ve kumar için
hesapsız para ve mal sarfederken, diğer gurup, bunu, Allah yolunda, ihtiyaç
içinde kıvranan bir dîn kardeşinin acısını hafifletmek, yahut umumun faydalandığı
bir müesseseye bağışlayarak bütün insanlara yardım elini uzatmış olmak için
sarfetmektedir. Bu iki gurup insan arasındaki farkı görmek, içki ve kumarla mal
sarfı hakkında vâkî olan soruların ve cevaplarının tek bir âyet içinde
birleştirilmesiyle mümkün olmaktadır. Nihayet 245 inci âyette, Allah yolunda
mal sarfı, Allah'a ödünç verilmiş bir mal olarak nitelendirilmiş ve Allah'ın bu
ödüncü kat kat fazlasıyie ödeyeceği beyan erimiştir ki, bu âyetin, hemen savaş
emrini getiren âyetten sonra yer
alması da, Allah
yolunda mal sarfının, savaş masraflarını karşılamak maksadına yöneltildiğini
gösterir.
Yukarıda birbiri
arkasına gelen 14 âyette ise, yalnız Allah yolunda mal sarfından sözedilmiş,
çeşitli misallerle onun fazileti, sadaka vererek malını sarfeden kimseye
sağladığı faydalar, Allah'ın rızasını kazanmak için mal sarfedenlerie, mal
sarfetmiş gibi görünüp göz boyayan ve riyakârlık yapanların durumları,
kendilerine verilse almıyacakları derecede kötü olan malın sadaka olarak
verilmemesi, fakirlik korkusuyla sadaka vermekten kaçınılmarnası, verilen
sadakanın, alanı minnet altında bırakmak ve ona eziyet etmek için vesile
kılınmaması gibi meseleler mufassal bir şekilde anlatılmış ve hükümler
getirilmiştir. Kısacası Allah yolunda mal sarfı, yukarıdaki âyet-i
kerîme'lerde, yoksulları zenginlerinin himayesinde, aç ve çıplak kalmak
korkusundan uzak, bütün ferdleri, bir duvarın birbirine kenetlenmiş tuğlaları
gibi elele ve gönül gönüle verip her çeşit tehlike karşısında yıkılmaktan
endişesiz, sağlam ve güçlü bir toplum meydana getirmenin ilk şartı olarak
gösterilmiştir. Bu, şüphesiz, Allah Ta'âlâ'nın mü'minler üzerindeki rahmetinin
ne kadar geniş olduğunun ve onları başıboş bırakmayıp dünya ve âhıret saadetine
ulaştırmak için onlara nasıl doğru yolu gösterdiğinin apaçık delilini teşkil
eder. Aynı zamanda şuna da delâlet eder ki, bir toplumun aç ve çıplakları
giderek artar ve avuç açıp dilenmek için sokaklara dökülür, yahut gayri meşru
yollarla karınlarını doyurmaya kalkışırlarsa, Allah'ın irşadına kulak asmayan o
toplum için tehlike yaklaşmış ve patlama noktasına gelinmiştir. Bu da, Allah'ın
böyle toplumlara dünyada takdir ettiği zillet ve meskenetle sonuçlanan büyük
bir cezadır, İşte, Allah yolunda mal sarfıyle ilgili âyetlerinde, Allah Ta'âlâ
bu gerçeği gözler önüne sermiş ve şöyle buyurmuştur: [171]
261. Mallarım Allah yolunda sarfedenlerin durumu,
yedi başak bitiren ve her bir başakta yüz (hububat) tanesi bulunan bir tanenin
durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir ve Allah, ihsanı bol, her şeyi
hakkıyle bilendir.
262. Allah yolunda mallarını sarfedenler, sonra da
sarfettiklerini minnet ve eziyet (vesilesi)
kılmayanlar, işte onların, Rab'ları katında
mükâfatlan vardır.
Onlara korku yoktur ve
mahzun olacaklar da onlar değildir.
263. İyi bir söz ve
bağışlama, arkasından eziyet gelen bir
sadakadan hayırlıdır.
Allah, (kullarının verecekleri sadakadan)
müstağnî'dir, Halîm'dir.
264. Ey îman edenler! İnsanlara gösteriş olsun
diye malını sarfeden, Allah'a ve âhıret gününe inanmıyan kimse gibi
sadakalarınızı başa kakıp eziyet vermekle iptal etmeyin. (Gösteriş için sadaka
verenin) durumu, üzerinde (bir miktar)
toprak bulunan bir kayanın durumu gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur
isabet edince, toprak o kayayı çırılçıplak bırakıverir. (İşte böyleleri) kazanç olarak hiçbir şey
elde edemezler. Allah kâfir olanlara hidayet etmez.
261 Allah yolunda
sadaka vererek mal sarfetmek, kalbe yerleşmiş olan îmanın en önemli
tezahürlerinden biridir. Namaz ve oruç gibi ibadetler de imanın birer tezahürü
sayılırsa-da, bazı insanlar, çok defa tembelliklerini yenerek inançlarının
gereği olan bu ibadetleri yaparlar da, canlarının yongası saydıkları mallarını
başkasına vermek istemez, verdikleri zaman zarar edeceklerini zannederler.
Onlara göre namaz ve oruç gibi ibadetlerin, mala dokunan herhangi bir zararı
yoktur. Oysa gerçek îman, Allah'ın bazı emirlerine uymak, bazılarından da yüz
çevirmek değil, fakat bütün emirlerine aynı derecede ve sırf O'nun rızasını
kazanmak için uymaktır. Bu sebepledir ki, Allah yolunda mal sarfetmek, gerçek
îmanın en mühim tezahürü sayılır.
Diğer taraftan,
Allah'ın rızasını kazanmak için malını dağıtan kimse, zarar edecek değil,
aksine verdiğinin kat kat fazlasını alacaktır. İşte bu âyet-i kerîme'de Allah
Ta'âlâ buna şehâdet etmiş ve bir hububat tanesini misal göstererek, Allah
yolunda mal sarfedenin kazancını bu tanenin kat kat fazlasıyle
değerlendirmiştir. Bu misal, aklını kullanıp düşünebilenler için ne kadar açık
ve ibret vericidir. Bir kimse düşünün ki, riyadan veya minnet altında bırakmak,
yahut eziyet etmek maksadından uzak, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için bir
buğday tanesini sadaka olarak vermiş. İşte bu tanenin ona getireceği kazanç,
âyet-i kerîme'de zikredilen rakamlara göre, verdiğinin yedi yüz katıdır. Çünkü
toprağa atılan bir tane, en azından yedi başak verir ve her bir başakta yüz
tane bulunursa, yedi başağın verdiği tane miktarı yedi yüze ulaşır ki, bu, bir
buğday tanesinin ekiciye getirdiği kazançtır. Allah Ta'âlâ, Allah yolunda mal
sarfedenin kazancını bu misalle belirttikten sonra, «Allah, dilediğine kat kat
verir» buyurmuştur ki, bu ifadeyi,verilen sadakanın, sahibine onun yedi yüz
katını kazandıracağı manâsında değil, fakat dilediği kimse için Allah'ın onu
daha da artıracağı manâsında anlamak gerekir. Zira tecrübeler göstermiş ve
ziraat mütehassısları teyid etmişlerdir ki, bazan bir buğday tanesi kırka,
hattâ yüze varan başaklar vermiştir. Bu, şüphesiz, ekicinin toprağa attığı
tohuma ve tohumu attığı toprağa gösterdiği ihtimamın bir neticesidir. Bu
bakımdan âyet-i kerîme'yi, sadece sadaka verip onun yedi yüz katı kazancı
beklemek manâsında değil, fakat ekicinin tohuma ve toprağa gösterdiği ihtimam
gibi, verilen sadakaya ve onu alan kimseye de aynı ihtimamın gösterilmesi
gerektiğini bu manâ içinde düşünmek icabeder. [172]
262 Nitekim âyetin
sonunda, Allah'ın kullarına ihsan ettiği nimetlerin herhangi bir miktarla
tahdid ediiemiyeceğine ve bu hudutsuz nimete lâyık olanları O'nun hakkıyle
bildiğine işaret edildikten sonra, onu takip eden âyette, verilen sadakanın
şartı açıklanmış ve ancak bu şarta uygun olarak verilen sadakaların sahibine
kazanç getireceği bildirilmiştir. Bu şart, Allah yolunda malını infak eden
kimsenin, infaktan sonra, verdiklerini başa kakmamak ve eziyete vesile
kılmamaktır ki, sadaka verenler bu şarta ihtimam gösterdikleri takdirde,
dünyada, verdiklerinin kat kat fazlasını kazanacakları gibi, âhtrette de,
Rab'ları katında bunun mükâfatını ayrıca göreceklerdir. Bunlar, hem azâb
korkusu çekmiyecekler, hem de Allah yolunda mal sarfetmekten kaçıp cimrilik
edenlerin, Rab'ları huzurunda duydukları hüznü duymayacaklardır. [173]
263 Oysa öyle kimseler vardır ki, Allah yolunda
mal sarfetmek gayesiyle birisine bir şeyler verirler, sonra da o kimseye karşı,
onunla olan münâsebetlerinde, kendilerine borçlu imiş gibi tavır takınırlar.
Ona söyledikleri sözlerle, veya yapmasını istedikleri bir işin teklifiyle bu
tavırlarını hissettirirler ve demek isterler ki, «ben sana hiç yoktan şu kadar
mal veya para verdim. Öyleyse sen de sözümü dinle, şu işi yap». İşte, hem bir
evvelki âyette, hem bu âyette geçen menn kelimesi bu manâda kullanılmıştır ve
yapılan bir iyilik dolayısıyle, bu iyiliğin yapıldığı kimseye minnet borcu
yüklemek demektir. Ayet-i kerîmede geçen eza kelimesi ise, menn kelimesine
nisbetle daha umumi bir manâya sahiptir ve yapılan iyiliği açıkça ve tekrar
tekrar yüze vurmaktır ki, bazan bu iyiliğe muhatap olan kimseyi, iyiliği yapana
karşı isyana sevkeder ve «al, verdiğin malı başına çal; eksiksun...» dedirtir.
İyilik yapılan kimseye, gerek minnet borcu yüklemek ve erekse bu iyiliği onun
başına kakarak dünyanın en büyük eziyetini yap-ak, iyiliğin dünyada sağlayacağı
kazancı ve âhırette kazandıracağı se-abı iptal eden davranışlardır. Bu çeşit
iyilikler, çorak toprağa gayesiz tılmış hububat tohumu gibidir ve böyle bir
tohumdan nasıl tek bir başak le almak mümkün değilse, Allah yolunda yaptığını
ileri sürüp de arkastn-an minnet borcu yükleyen ve başa kakarak eziyet eden
kimselerin ^ilikleri de, iyilik yapana hiçbir kazanç sağlamaz. İşte bu
sebepledir ki, tardıma ve başkalarının sadakalarına muhtaç bir fakire bir
şeyler verile-rıese bile, güzel sözler söyleyip gönlünü almak, istemek
durumunda ;almışsa, istemenin kendisine verdiği utancı ve sıkıntıyı giderecek
söz-erle onu teselli etmek, onu istemeye sevkeden sebepleri düşünerek
)ağışlamak ve kusurunu örtmek, sadaka verip de bunu minnet ve eziyet /esiiesi
kılmaktan çok daha hayırlıdır. Çünkü öyle durumlar oiur ki, insan, oir fakire
yardım etmek, yahut bir hayır kurumunun faaliyetlerine bir kaç kuruşla katılmak
istediği ve bunu sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yapmayı düşündüğü halde,
üzerine borç olan ailesinin nafakasını güçlükle iernin edebildiği durumlarda,
bu isteğini yerine getiremez. İşte böyle bir samanda kendisinden bir şeyler
isteyen bir fakir çıkarsa, onu eli boş döndürmek zorunda kalır. Fakat biraz
önce de belirttiğimiz gibi, onu güzel sözlerle ve hayır duâsıyle geri
çevirirse, yine de eli boş çevirmiş sayılmaz. Yahut bir hayır kurumundan gelen
yardım talebine karşılık, yardım ede-meşe bile, yaptıkları hayırlı işlerde
onlara başarı dilemekle, onları ve yardım edenleri teşvik etmekle, üzerine
düşen görevi kudreti nisbetinde yapmış olur. Bu iyi niyeti ona sevâb
kazandırdığı halde, sırf başkasını minnet altında bırakmak, ona eziyet etmek ve
yaptığı işle gururlanmak için sadaka veren kimse, bu hareketleriyle sevâb
yerine günâh kazanır ve bu yüzden Allah'ın cezasına müstehak olur. Böyleleri
düşünmezler ki, Allah, hiç kimsenin sadakasına muhtaç değildir. Eğer O, Allah
rızası için sadaka vermeyi emretmişse, bu, kendisinin o sadakaya ihtiyacından
değil ve fakat kullarına, verdikleri sadaka vesilesiyle sevâb kazandırmak
içindir; toplumu ıslâh içindir. Çünkü toplumlar, ancak ferdleri arasındaki
yardımlaşmayla güçlenirler. Yardımlaşma, ferdler arasındaki sevginin,
saygının, birlik ve beraberliğin başlıca temelini teşkil eder. Yukarıda da
açıklandığı gibi, bazılarının maddî yardım yapmaları mümkün olmasa bile, güzel
sözlerle gönül almalarının bu yardımlaşmaya katılmak manâsına gelmesi de
bundandır. Allah Ta'âlâ'nın kendi yolunda mal, eğer bu olmazsa güzel söz
sarfını emretmesinin sebebi de budur. Mü'minlerin bu gerçeği gözden uzak
tutmamaları ve hayra yönelik amellerini kötü ve çirkin davranışlarla
heder etmemeleri
gerekir. Şu husus da unutulmamalıdır ki, Allah, her kötü davranışı, onun hemen
akabinde cezalandırmaz; çünkü O, Hallm'dir; bu sıfatıyie günahkâr kullarına
mühlet verir ve onların doğru yolu bulmalarını bekler. Fakat O'nun kulları
hakkındaki bu muamelesi, kulları tarafından yapılan kötü işlerin cezasız
kalacağı manâsında anlaşılmamalı ve bu işlerin yapılmasında İsrar
edilmemelidir. Zira hiçbir suç cezasız kalmaz.[174]
264 Allah Ta'âiâ
yukarıdaki âyet-i kerîme'lerde, sırf Allah rızası için mal vererek yapılan ve
arkasından minnet ve eziyet getirmeyen iyiliklerin faziletini beyan ettikten ve
imkânsızlık sebebiyle maddi iyilik yapılamasa bile, güzel sözün ve
bağışlamanın, minnet ve eziyete yol açan maddî iyiliklerden daha hayırlı
olduğunu bildirdikten sonra, mü'minlere hitap ederek, onları, minnet ve
eziyetle sadakalarının kendilerine kazandıracağı sevabı heder etmekten menetmiş
ve «ey îman edenler! İnsanlara gösteriş olsun diye malını sarîeden, Allah'a ve
âhıret gününe inanmıyan kimse gibi sadakalarınızı başa kakıp eziyet vermekle
iptal etmeyin» buyurmuştur. Bu
. hitap, bir lokma
yiyecek bulsa, belki açlık sebebiyle ölümden kurtulacak olan bir düşküne yardım
edip de, arkasından ona minnet borcu yükleyecek ve eziyet edecek olan zenginin
ne büyük bir sorumluluk altına girmiş olduğunu göstermeye yeterlidir. Nitekim
âyet-i kerîrne'de böyle bir davranış içine girmiş olan zenginler, sırf
başkalarının gözünü boyayıp kandırmak ve kendini halk nazarında «fakir babası»
göstermek için malını dağıtan, Allah'a ve âhıret gününe de inancı ve îmanı
olmayan kimseye benzetilmişlerdir ki, bunun, onlara ne büyük bir vebal
yüklediği meydandadır. Zira Allah'a ve âhıret gününe inancı olan bir kimse, bir
başkasına yaptığı iyiliği, Allah'ın rızasını kazanmaktan başka bir gayeye
yöneltemez. Eğer
.= bu işi riyâen, yâni
gösteriş için, başkalarının gözünü boyamak veya yardım ettiği kimseye minnet
yüklemek için yaparsa, Allah'a ve âhıret gününe inanmadığı için yapmış olur.
Mürâî ve münafık olan kimselerin hali ise,
„ üzeri toprakla örtülü bir kayanın halinden
farksızdır. Şiddetli bir yağmur,
nasıl bu kayanın
üzerindeki toprağı alıp götürür ve onu çıplak bir taş parçası haline getirirse,
başkalarını kandırmak için mal sarfeden mürâller de, kıyamet günü, halkın
nazarında kazandıkları «fakir babası» unvanının yokolup gittiğini ve
kendilerine sevap kazandıracak amelin, aslında gösteriş için yapılmış bir
takım oyunlar olduğunun anlaşıldığını göreceklerdir. Böyleleri, dünya ve
âhırette, Allah rızası için değil, fakat sırf gösteriş için yaptıkları işlerden
hiçbir kazanç elde ederniyeceklerdir. Tıpkı kaya üzerindeki toprağa ekilmiş
tohumun, şiddetli bir yağmur altında toprakla birlikte sürüklenip gitmesi ve
bütün gayretlerin ileride alınacak mahsulle birlikte boşa çıkması gibi,
gösteriş için yapılan iyilikler de boşa gidecektir. İşte iyilik yapıp,
arkasından bunu minnet ve eziyete vesile kılanlar da böyledir. Onlar da,
gösteriş için iyilik yapan murâîler gibi Allah'a ve âhıret gününe inanmamışlar
ve bu inançsızlıkları, onları, iyiliklerini minnet ve eziyetle heder edecek
davranışa sürüklemiştir. Allah, şüphesiz, kâfir olanları doğru yola iletmez.
Zira insanın, yaptığı işi ihliâsla ve sırf Allah için yapmasını sağlayan
yegâne unsur, kalbindeki îmandır. Eğer bu îman olmazsa, o insandan Allah'ın
rızasını kazanmak için hayırlı amel beklemek nasıl mümkün olur?
Hazret-i Peygamber
Müslim tarafından nakledilen bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: «Üç çeşit insan
vardır ki, Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz; onlara bakmaz; onları temize
çıkarmaz. Onlar için çok acı bir azâb vardır. Hazret-i Peygamber, Bakara
sûresinin 174, Al-i İmrân sûresinin 77 nci âyetlerinde yer alan bu ibareleri
üç defa tekrarlamış, kendisine bu üç çeşit insanın kimler olduğu sorulunca da
şöyle buyurmuştur: Büyük-ienerek elbiselerini yere kadar salıverenler,
verdikleri şeyi başa kakanlar ve yalan yeminle ticaret mallarına sürüm
sağlayanlar»[175]
Halbuki mallarını sırf
Allah'ın rızasını kazanmak ve kalplerindeki îmanı kuvvetlendirmek için
verenlerin durumu böyle midir? Elbette böyle olması mümkün değildir. Nitekim
Allah Ta'âlâ, onların durumlarını da bir misalle açıklamış ve şöyle
buyurmuştur: [176]
265. Mallarını Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak ve
içlerindeki îmanı sağlamlaştırmak için sarfedenlerin durumu ise, bir tepe
üzerindeki bahçenin durumu gibidir ki, oraya şiddetli bir yağmur isafret
edince meyvelerini iki kat verir; şiddetli yağmur isabet etmezse de çisinti ona
yeter. Allah, yaptıklarınızı hakkıyle görendir.
266. İçinizden herhangi biri, kendisine ihtiyarlık
çökmüş, (çalışıp kazanamayan) zayıf çocukları olduğu halde, (ağaçları) alandan
ırmaklar akan, içinde kendisine ait her çeşit meyveler bulunan hurma ve üzüm
bahçesine ateşle karışık bir kasırganin gelmesini ve o bahçenin yanmasını
ister mi? İşte, Allah, âyetlerini, dü-şünesiniz diye böyle açıklıyor.
265 Yukarıdaki âyet-i
kerîme'de de açıklandığı gibi, mallarını, sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve
böylece kalplerindeki îmanı daha da kuvvetlendirmek için verenlerin durumu,
kaya üzerindeki toprağı görüp de oraya tohum ekenlerin durumundan çok
farklıdır. Aksine onlar, bir tepe üzerinde toprağı yumuşak ve verimli bir bahçe
sahibi gibidirler. Bu bahçeye ne kadar şiddetli yağmur düşerse düşsün, toprağı
söküp götüremez. Fakat toprak, üzerine düşen yağmurdan alacağı kadarını alır,
fazlasını diplerine gönderir. Bu şekilde, bahçe yeteri kadar sulandığı için
meyvesini de kat kaî artırarak verir. Şiddetli yağmur düşmese bile, zaman zaman
gelen çisintiler, onun meyve vermesine ve sahibine kazanç sağlamasına yeter.
İşte mallarını yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için verenler de bu bahçe
sahibi gibidirler. Amelleri onlara dâimi bir kazanç sağlar ve verdiklerini kat
kat alırlar. Allah, şüphesiz, kimin ne yaptığını hakkıyle görür ve ihlâsla
yapılmış iyi amel sahiplerini mükâfatlandırır.
Ayet-i kerîme'de min
enfusihim buyurulmak suretiyle Allah yolunda mal sarfedenlerin, îmanın belirli
bir mertebesinde kalplerini sağlamlaştırmış olacaklarına işaret edilmiştir.
Zira ibaredeki min harfi, bir şeyin bazısına, bir kısmına delâlet eder ve
Allah rızası için malını sarfeden kimse, nefsinin bir kısmında îmanı
sağlamlaştırmış olur. Çünkü mal sarfetmek, sair ibadetlere göre nefse çok daha
ağır ve güç gelen bir iştir. Fakat Allah rızası için mal sarfetmek yanında,
onun kadar ağır ve güç olan bir iş daha vardır ki, o da yine Allah rızası için
can vermektir.
Nefis, Allah yolunda
mal ve can vermekle tam mutmain olur ve îman kemal derecesini bulur. Nitekim
Allah Ta'âlâ, Hucurât sûresinin 15 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: «Mü'minier,
ancak, Allah 'a ve Rasûlüne îman eden, sonra şüpheye düşmeyen ve hem
mallarıyle, hem canlarıyle Allah yolunda savaşan kimselerdir. îmanlarında sâdık
olanlar da işte bunlardır».[177]
266 İmanın hududu ve şartları bu kadar açık ve
belirli iken, içinizden herhangi birini düşünün ki, yaşı ilerlemiş ve
kendisinde çöküntü alâmetleri iyice görülmeye başlamış... Çalışıp kazanmaktan
ve karnını doyurmaktan âciz düşmüş... Çocukları ise, onâ bakamıyacak kadar
küçük ve zayıf... Ancak bu ihtiyar öyle bir bahçenin sahibi ki, belki
yukarıdaki âyette tasvîr edilen bir tepe üzerinde ve yağmuru az da alsa çok da
alsa, verimi bol..
Fakat bu âyet-i
kerlme'deki tasvire göre, bir hurma ve üzüm bahçesi olduğu gibi, içinde çeşit
çeşit meyve veren başka ağaçlar da var; bu ağaçların altında ise, onları
sulayan ırmaklar... Ve ihtiyar bütün geçimini bu bahçeden sağlamakta,. İşte hal
böyleyken, bu ihtiyar, bir gün ateş yüklü bir kasırganın gelip de, geçim
kaynağı oian bu bahçeyi yakıp kül etmesini, kendisini ve çocuklarını aç ve
çıplak bırakmasını ister mi? Bunu, şüphesiz hiç kimse istemez. Bununla beraber,
mallarını gösteriş için verenlerin, yahut verdikleri malı minnet ve eziyet için
vâsıta kılanların hali, kendisini ve çocuklarını aç ve çıplak kalmaktan koruyup
dururken ateşli bir kasırgayla yanıp kül olan, yahut susuz kalıp kuruyan böyle
bir bahçe sahibinin halinden farklı değildir. Zira bu gibi kimseler, hiç
kimseden yardım ve şefaat göremiyecekleri, hiç kimseye dertlerini
anlatamıyacak-lan ve kendilerini kurtarmak için fidye bile veremiyecekleri
kıyamet günü, en çok muhtaç oldukları sevabın, dünyadaki kötü amelleriyle heba
olup gittiğini göreceklerdir. Çünkü onlar, ne kadar sadaka vermiş olurlarsa
olsunlar, onu Allah için değil, fakat sırf kendilerine daha çok menfeat temini
maksadıyle, gösteriş için, yahut başkalarına eziyet olsun diye verdiklerinden,
kazanacakları sevabı kendi elleriyle iptal etmişlerdir. İşte bu haldeyken
duyacakları pişmanlık son derece acı olacaktır, amma bu pişmanlık, görecekleri
azabı hiç hafıfletmiyecektir.
İşte, Allah Ta'âlâ,
âyetlerini bu şekilde açık ve seçik misaller ve kesin delillerle öyle açıklar
ki, insanın bunları anlaması için mutlaka âlim ve üstün zekâ sahibi olması şart
değildir. Kendisine az veya çok akıl verilmiş olan her insan, misallerle
açıklanan bu âyetleri kolayca anlayabilir ve bunlar üzerinde düşünüp onlardan
ibret alarak hal ve hareketlerini bir düzene sokabilir. Zaten Allah, bütün
âyetlerini, insanlar, üzerlerinde düşünüp de ibret alsınlar ve doğru yolu
bulsunlar diye indirmiştir.
O halde, bütün
mü'minlerin, akıllarını kullanarak ve Allah'ın kendilerine indirdiği
âyetlerini düşünüp onlardan ibret alarak, iyilik olsun diye yaptıkları işleri,
yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için yapmaları, başka maksatlarla yapılacak
iyiliklerin ise, bunlardan kazanacakları sevabı yok edeceğini bilmeleri
gerekir. Bunun yanında bilmeleri gereken bir husus daha vardır ki, Ajlah Ta'âlâ
müteakip âyette bunu da açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [178]
267. Ey îman edenler!
(Sadaka olarak) gerek kazandıklarınızın
ve gerekse yerden sizin için çıkardıklarımızın
iyilerinden verin. Gözü kapalı olmadıkça alıcısı olmıyacağınız malın kötüsünü
sadaka olarak vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah, (sizin vereceğiniz
şeylerden) müstağnidir; hamdedilmeye asıl lâyık olan da O’dur.
267 Malın ihlâsla ve
sırf Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyle verilmesi, tabiî olarak, onun,
verildiği yoksulu da hoşnud edecek evsafta bir mal olmasını gerektirir. Zira
imanın bir gereği olarak, Allah yolunda ve Û'nun rızasını kazanmak için mal
veren bir kimse, malının en kötü ve işe yaramaz tarafını vererek borcunu edâ
ettiği kanaatına varmış olamaz. Daha doğrusu, kalbi mutmain olmaz; içi Allah
rızası için mal vermiş olmanın huzurunu duymaz. Bununla beraber bir müslüman,
bir taraftan üzerine borç olduğunu düşünüp bu borcun edası için malını
yoksullara dağıtır, bir taraftan da, sırf borcunu edâ etmiş olmak için
dağıttığı malı, malının en kötüsünden, kendisine verseler belki yüzünü
buruşturup elinin tersiyle iteceği, yahut alsa bile gözünü kapatıp hoşlanmadan
alacağı cinsten seçip ayırır ve onu verirse, bu davranışı, onun Allah rızası
için mal vermek hususundaki niyetiyle bağdaşmaz. Böyle bir malı verdiği
takdirde, niyetinde samimî olmadığı anlaşılır; eğer niyetinde samimî ise,
kötülüğü dolayısıyle, belki çöplüğe atacağı malı sadaka olarak yoksula vermez.
İşte bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de mü'minlere
hitap ederek, sadaka olarak verecekleri malın vasfını beyan etmiş ve onun,
kendilerine verilse, gözleri göre göre almıyacakları kadar kötü olmamasını
emretmiştir. Zira insanın, malının en kötüsünü seçerek fakire sadaka olarak
vermesi, onun ihlâstan uzak bir davranış içinde bulunduğuna delâlet eder, ve
sadaka vermekle kazanacağı sevabı ortadan kaldırır. Halbuki insan, her ne
iyilik yaparsa, bunu sırf âhırette muhtaç olacağı sevâb için yapar; bu sevâbtan
mahrum olanlar ise, kendilerini kurtuluşa götürecek bir yol bulamazlar.
Allah'ın, gerek sadaka vermek ve gerekse verilen sadakanın, malın iyi, temiz ve
helâl olan tarafından verilmesi hususundaki emirleri de, kutlarının
kendilerinin kurtuluşuna vesile olacak sevabı onlara kazandırmak içindir.
Yoksa Allah, kullarının verecekleri sadakaya elbette muhtaç değildir ve O, her
şeyden ve herkesten müstağnîdir; fakat her şey ve herkes, O'na ve O'nun
nimetlerine muhtaçtır ve bu sebeple hamdedilmeye lâyık olan da yalnız O'dur.
Ayet-ı kerime'de «gerek
kazandıklarınız ve gerekse yerden sizin için çıkardiklarımız» denilerek
verilecek malın cinsine işaret olunmuştur. İnsanın kazancı, ticaret ve sanat
yoluyla elde edilen gelirlerdir. Allah'ın insan için yerden çıkardıkları ise,
çeşitti hububat, meyveler ve yer altından elde edilen madenlerdir ki, bunlar
vâsıtasıyle gelir temin eden insan, bu gelirin temiz ve helâl olan tarafından
Allah'ın rızasını kazanmak için fakirlere sadaka vermek zorundadır. Ayet-i
kerime'de, malın iyi tarafından verilmesi emredilen sadaka, bazı müfessirler
tarafından farz olan zekâtla tahsis edilmişse de, âyette tahsise delâlet edecek
herhangi bir işaret bulunmadığı için, emri tahsis etmek yerine, hem zekâta, hem
de zekâttan başka Allah rızası için verilmesi müstehab o!an sadakaya teşmil
ederek umumî manâda anlamak daha doğrudur.
Allah Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde, gerek gösteriş yapmak ve gerekse minnet ve eziyete vesile
kılmak için mal sarfını menederek sadaka vermenin âdabını, yukarıdaki âyet-i
kerime'deyse, malın kötüsünü vermeyi menederek sadakanın vasıf ve cinsini beyan
ettikten sonra, sadakalarını ihlâsla ve sırf Allah'ın rızasını kazanmak için
verenlere, şeytanın nasıl musallat olup onları sadaka vermekten uzaklaştırmaya
çalıştığını açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [179]
268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size
cimriliği emreder. Allah ise, size günâhtan
bağışlama ve bolluk
vadediyor. Allah, ihsanı geniş olan ve her şeyi hak-kıyle bilendir.
269. O, hikmeti dilediği kimseye verir; kime de
hikmet verilmişse, pek çok hayır verilmiş demektir. Akıl sahiplerinden başkası
(bunu) düşünmez.
268 Yukarıda, Allah'ın
rızasını kazanmak için sadaka vermenin, malın kötüsünü seçip vermekle
bağdaşmiyacağına işaret etmiş ve bu şeküde davrananların, niyetlerinde ihlâs ve
samimiyet bulunmadığını açıklamıştık. Bu âyet-i kerîme, bu hususa daha da
açıklık getirmiş ve şu hususu teyid etmiştir ki, eğer bir kimse, kendisinin
göre göre almak istemiyeceği derecede kötü olan bir malı, sadaka vermek için
seçip aytrmışsa, bu, kendisine şeytanın musallat olduğuna ve onun kalbine
vesvese verip «sakın malının iyisini dağıtma; eğer iyi malını verir, kötüsünü
kendine bırakırsan fakir düşersin; aç ve çıplak kalırsın» diyerek telkinde
bulunduğuna delâlet eder. Eğer insan, iman yönünden zayıfsa, kendisini şeytanın
tuzağına düşmekten ve onun telkinlerine kaptırmaktan kurtaramaz. Bunun
neticesi, kendisinde cimrilik alâmetleri belirmeye ve vermesi gereken sadakayı
vermemeye, yahut verse bile, malın kötüsünü ayırıp vermeye başlar; çünkü
düşünür ki, sadaka olarak ayırdığı malı verse de vermese de kendisine bunun
herhangi bir zararı dokunmıyacaktır; ve çünkü her mal, az veya çok işe
yaramıyacak bir fire verir ve bu firenin atılması gerekir. Onu atmak yerine bir
fakire sadaka olarak vermek, hem kendisini bir borçtan kurtarır; hem de malının
iyi olan kısmı eksilmemiş olur! İşte bu düşünce, şeytanın, fakirlikle tehdit
edip cimrilik telkin ettiği, ve bu tehdit ve telkinleriyle tuzağına düşürdüğü
zavallı bir insanın düşüncesidir. Kendisini böyle birtuzağa kaptıran kimse,
kalbine İman nuru sızmamış olan kimsedir. Eğer böyleler!, gerçekten îman sahibi
kimseler olsalardı, şeytanın tehdit ve telkinlerine değil, fakat Allah'ın
vadine kulak verirlerdi. Zira şeytanın kalplere verdiği vesveseye rağmen Allah,
mü'min kullarına, pek çok kusurlarını bağışlamayı vadettiği gibi, ihlâsla ve
sırf Allah'ın rızasını kazanmak için verecekleri sadakanın kat kat fazlasını
ödeyeceğini beyan etmiştir. Meselâ Sebe sûresinin 39 uncu âyetinde «sadaka
olarak her ne verirseniz, Allah, onun daha iyisini ihsan eder»; Leyi sûresinin
5-10 uncu âyetlerinde de, «kim verir ve sakınırsa ve en güzeli de tasdîk
ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Fakat kim de cimrilik eder, kendini
müstağni görür ve en güzeli yalanlarsa, biz de ona engüç olanı hazırlarız»
buyurmuştur. Buhâri ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîsinde ise,
Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu görülür: «Kulların sabahladığı hiçbir gün
yoktur ki, iki melek inip de biri: Allahım, sadaka veren kula bedelini ver,
derken, diğeri de; Allahım, cimrilik edip malını tutanın malını helak et, demiş
olmasın»[180]
Bu âyet-i kerlme'lerin
ve hadisi şerifin de delâletleriyle insanın iki teklif karşısında kaldığı
kolayca anlaşılmaktadır. Bunlardan birisi şeytandan gelmekte ve insanı fakirlik
tehdidiyle cimriliğe davet etmektedir. Diğeri ise, Allah Ta'âlâ'dan gelmekte,
af ve mağfiretle birlikte karşılığını kat kat fazlasıyle alacağı Allah yolunda
mal sarfına teşvik etmektedir. Bu iki tekliften birini seçmek ve davranışını
ona göre ayarlamak insanın kendi elindedir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki,
şeytana uyan hüsrana düşecek, Allah'a güvenen ise, mutlaka kazançlı
çıkacaktır. Zira Allah'ın rahmeti hudutsuz, ihsanı son derece geniştir. Onun
vadinden dönmesi mümkün değildir. Kullarına her neyi vadetmişse, onu hakkıyle
yerine getirir; çünkü O, kimin ne yaptığını ve rızasını kazanmak için kimin
malını ihtiyaç sahipleriyle paylaştığını hakkıyle bilir ve onun ecrini en güzel
bir şekilde verir. [181]
269 Ancak insanın bu
gerçeği bilmesi ve şeytanın kalplere soktuğu vesveseyle Allah'ın sevgili
Peygamber'i vâsıtasıyle kullarına eriştirdiği va'di arasında ayırım yaparak
yalnız Allah'a güvenmesi, ancak Allah'ın kendisine ihsan ettiği hikmet
sayesinde mümkün olur. Hikmet, gerçek ve sahîh olan ilimdir ki, insan nefsine
ve iradesine hâkim olarak onu dünya ve âhıret saadetine ulaştıracak olan
amelleri işlemeye, buna karşılık hüsranına sebep olacak kötü amellerden de
uzaklaşmaya sevkeder. Bu sebeple hikmeti, mücerred ilim olarak tarif etmek
mümkün değildir. Nitekim nice ilim sahibi kimseler vardır ki, hikmetten yoksun
oldukları için, ilimleri kendilerini dünya ve âhıret saadetine ulaştıracak
amelleri işlemeye se.-ketmemiş, iyiyle kötüyü, hak ile bâtılı, şeytan
vesvesesiyle Allah vadini birbirinden ayırt etmelerini sağlamamıştır. O halde
hikmet, ilimle îmanın meczedümiş bir şeklidir ki, ikisini birbirinden ayırmak
mümkün değildir. Nitekim İbn Abbâs, hikmete fikhunfi'l-Kur'ân manâsını
vermiştir ki, insanın, mutlak hidayet olan Kur'ân âyetlerinin getirdiği ahkâmı
sebep ve hikmetleriyle birlikte idrak ederek onun hidayetiyle hidayet bulması
demektir; hangi işte olursa olsun, şeytanın vesvesesi, onu bu hidayetin
gerektirdiği amelleri işlemekten alıkoymaz.
Hikmetin âleti akl-ı
selîm'dir, Nasıl îman olmaksızın mücerred ilim, insanı dünya ve âhıret
saadetine ulaştıracak amelleri işlemekte yetersiz kalırsa, Allah'ın hizmetine
tahsîs edilmemiş bir akıl da hikmetin kazanılmasında aynı derecede yetersiz
kalır. Bu bakımdan insan, eşyayı delilleriyle birlikte idrak etmeye çalıştığı
ve bunun için kendisine verilmiş olan akl-ı selîmini kullanabildiği zaman
hikmet sahibi olur; daha doğrusu Allah, hikmeti ona verir. Çünkü yukarıdaki
âyet-i kerîme'de de işaret edildiği gibi akl-ı selimini kullanarak hikmet
talebinde bulunmak insandan gelse bile, onu vermek Allah'ın meşiyyetine
bağlıdır. Fakat şurası da bir gerçektir ki. Allah, kullarından kimin ihlâs
sahibi olduğunu hakkıyle bilir ve ihlâslı kullarının hikmet taleblerini geri
çevirmez. Kime de dilediği hikmet verilmişse, ona dünya ve âhırette kendisine
yarayacak pek çok hayır verilmiş demektir. Çünkü insan, ancak hikmet sayesinde
Allah'ın kendisi için yarattığı göz, kulak, şuur ve vicdanını yalnız akl-ı
selîm'inin idaresinde kullanır ve onları şeytanın vesveselerine teslim etmez.
Gözü yalnız Allah için görür; kulağı yalnız Allah için işitir; şuur ve vicdanı
da yalnız Allah için duyar ve hüküm verir. Bu sebepledir ki, hikmet, insanı
dâima Allah yolunda ve hem dünyada, hem âhırette kendisine yalnız hayrı
dokunacak işlerin peşinde koşturur. Bunu da akl-ı selîm sahibi olanlardan
başkası düşünüp anlamaz. Zira nice akıl sahipleri vardır ki, akıllarını
şeytanın vesveselerine kaptırıp onun esîri yapmışlardır. Allah'ın varlığına ve
birliğine delâlet eden sayısız delillere gözlerini çevirip bakmazlar;
kulaklarını bu delillerin ulaştırdığı gerçeklere açıp işitmezler. Görüp
işitmedikleri şeyler üzerinde akıl yormayı ise hiç düşünmezler. Yalnız akl-ı
selîm sahipleridir ki, akıllarını bu yolda kutlanırlar ve Allah'ın kendilerine
hikmet verdiği kimseler arasında yer alırlar.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle mü'minleri sadaka konusunda şeytanın
vesveselerine uymamak hususunda uyardıktan ve bunun başlıca çaresinin de akl-ı
selîm ile kazanılmış hikmet olduğuna işaretle mü'minleri hikmet sahibi olmaya
teşvîk ettikten sonra, sadakâtla ilgili hükümlerini açıklamaya devam etmiş ve
şöyle buyurmuştur: [182]
270. Nafaka veya
adaktan her ne vermiş veya adamışsanız,
Allah, muhakkak onu bilir. Zâlimlerin hiçbir yardımcıları
yoktur.
271. Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, bu,
iyidir; ve fakat onu gizleyip de fakirlere verirseniz, sizin için daha iyidir.
Allah, bununla günâhlarınızdan bir
kısmını örter. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.
270 Bundan önceki
âyet-i kerîmelerde, sadakanın çeşitli maksatlarla ve çeşitli şekillerde
verildiğine işaret edilmiş ve bunların hükümleri açıklanmıştı. Buna göre, bazı
sadakalar vardır ki, ihlâsla ve yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için verilir.
Bazı sadakalar ise, ya gösteriş için verilir ve halkı kandırmak gayesi güdülür;
yahutta verilen sadakayı minnet ve eziyet takip eder. Kısacası sadaka, ya hayra
yöneltilir, ya şerre yöneltilir ve sadaka vermekle, ya hayır, ya da şer murad
olunur.
Adak dediğimiz nezirde
böyledir. İnsan, «şu işim olursa, yahut hastam iyileşirse, şu kadar malı Allah
rızası için sadaka olarak vereceğim» der ve bu adağı, Allah'a tekarrub
(yaklaşma) vesilesi kılar. Bazan da adağın günâh ve haram olan bir fiil için
yapıldığı görülür. Kızgınlık ânında yapılan adakların çoğu böyledir. Meselâ
insan, birisine kızdığı zaman, «eğer onunla konuşursam, şunu yapmak üzerime
borç olsun» der. Böyle bir adakta, şüphesiz, Allah'a yaklaşmak gayesi yoktur ve
birisiyle konuşmamaya yemin etmek, İslâm'ın kardeşlik prensibine aykırıdır.
İşte, gerek sadaka ve
gerekse adak, yukarıda açıkladığımız gayelerden hangisine yöneltilmiş olursa
olsun, Allah, bunların ne maksatla yapıldığını, yapıldığı zaman, onu yapanın
hangi niyete sahip bulunduğunu bilir ve sahibini niyetine göre mükâfatlandırır
veya cezalandırır. Sırf Allah'ın rızasını kazanmak İçin sadaka veren, yahut
Allah'a tâatını artırmak ve O'na yaklaşmak için adak adayan kimse bunun
mükâfatını görür. Dünyada ve âhırette onun yardımcısı yalnız Allah'tır. Buna
karşılık, cimrilik illetinden, yahut gurur ve kibirlerinin yol açtığı gösteriş
budalalığından nefislerini temizlemedikleri için bir taraftan kendilerine, bir
taraftan da cimrilikleri sebebiyle nafakalarını vermedikleri, yahut verseler
bile, bunu minnet ve eziyete vesile kıldıkları için fakir fukaraya
zulmedenlerin dünya ve âhırette hiçbir yardımcıları yoktur. Bunların,
yaptıklarının cezasını çekeceklerinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Ayet-i kerîme,
açıkladığımız bu manâsıyle, hem teşviki, hem de tehdidi ihtiva etmekte, aynı
zamanda müslümaniara, ibret almaları gereken son derece önemli bir ders
vermektedir. Bugün toplumlar, temelini para ve malın teşkil ettiği bir dünyada
yaşıyorlar.Kültür ve medeniyetin artması ve yükselmesi, geniş ölçüde paraya ve
mala dayalı. Parası olan milletin gelişip yükseldiği, buna mukabil eli boş
olanların geri kaldıkları görülüyor. Acı bir gerçektir ki, müsiümanlar da bu
geri kalmış milletler arasında yer alıyor. Oysa sadaka müessesesi, Allah'ın
emrettiği şekilde çalışsa ve müslümanlar, kudretleri nisbetinde sadakalarını
umumun menfeatına işleyecek olan bir tezgâhın veya bir fabrikanın kuruluşunda
birleştirseler, ihlâsla yapılan bu işte, Allah'ın kendilerine yardım
edeceğinden ve onları geri kalmışlıktan kurtaracağından kim şüphe edebilir? [183]
271 Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'de sadaka ve adak olarak kimin ne verdiğini ve hangi
niyet ve maksatla verdiğini Allah'ın hakkıyle bildiğini beyan ettikten sonra,
sadaka vermenin yollarını göstermiş ve sadakanın aşikâre verilebileceği gibi,
gizli olarak da verilebileceğini, fakat gizli vermenin daha hayırlı olduğunu
bildirmiştir.
Sadakanın, açık ve
herkesin görüp bileceği bir şekilde verilmesinde şüphesiz bazı faydalar vardır.
Sadaka vermek, her şeyden önce, Allah'ın bir emri ve İslâm şeâirinden biri
olması itibariyle gizlenmesine elbette gerek yoktur. Diğer taraftan, gizlendiği
takdirde, sadaka vermekte tereddüt edenleri vermeye teşvik eden bir unsur
olmaktan çıkar ve onların vermemek hususundaki temayüllerini daha çok
kuvvetlendirir. Oysa böyle kimseler, başkalarının verdiğini görünce,
kendilerinin de vermek zorunda olduklarını anlarlar, ve sadaka vermeye
yönelirler.
Bununla beraber Allah
Ta'âîâ, âyet-i kerîme'de fakirlere gizli olarak verilecek sadakanın, aşikâre
vermekten daha hayırlı olduğunu bildirmiştir ki, bunun, sadaka veren kullarını,
riya şüphesinden uzak tutmak gayesine matuf olduğu anlaşılır. Zira insan ne
kadar ihlâslı olursa olsun, yine de zayıf yaratılıştı olan bir varlıktır.
Nefis, bazan kendisine hoş gelen, fakat ihlâsı zedeleyen bir davranışa insanı
sürükleyebilir. İnsan, hiç arzu etmediği halde, birisine aşikâre sadaka
verirken kalbe arız olan ve nefse de hoş gelen bir gösteriş hissi, Allah rızası
için yapılması gereken bir ameli, değerden düşürür ve sevabını iptal ettiği
gibi, insanı günâha da sokar. İşte böyle bir duruma düşmemek için, sadakayı
gizli vermek, onu aşikâre vermekten daha hayırlıdır. Buhârî ve Müslim
tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber de, «sadaka veren ve sağ
elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek derecede gizleyen kimseyi, Allah'ın
kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde, kendi gölgesinde
barındıracağı yedi çeşit insandan biri olarak zikretmiştir».[184]
Maamafih burada şu
hususa da işaret etmek gerekir ki, İslâm ulemâsının büyük çoğunluğu, gizli
olarak verilmesi daha hayırlı olan sadakanın, zekât dışında ve sırf tatavvu
maksadıyle verilen sadaka olduğu görüşü üzerinde birleşmiştir. Farz olan
zekâtın alenî verilmesi daha hayırlıdır; çünkü zekât, dînin asıllarından
biridir ve dînin kuvveti de, ancak bu asılların izhar edilmesiyle bilinir.
İşte, Allah Ta'âlâ'nın
sadaka hakkındaki bu hükümlerine riâyet ederek sadakalarını ihlâsla ve sırf
Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyle verenlerin günahlarından bir kısmını
Allah örter, veya bağışlar. Zira sadaka, bütün günâhların silinmesine ve
bağışlanmasına yeterli değildir. Bütün günâhların bağışlanması için, insanın,
Allah'ın bütün emirlerini yerine getirmesi, günâhlarını artıracak
davranışlardan da sakınması gerekir. Allah, şüphesiz bütün kullarının ne
yaptıklarını bilir; sadakayı ister aşikâre versin, ister gizli versin,
hepsinden de haberdârdır.
Allah Ta'âlâ, gizli ve
alenî verilen sadakalar hakkındaki'hükmünü beyan ettikten sonra, sadakayı,
mü'min olsun kâfir olsun, bütün fakirlere teşmil etmek ve fakir, kâfir de olsa
onu sadakadan mahrum etmemek gerektiğini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur. [185]
272. (Ey Muhammedi)
Onlan hidayete erdirmek senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği
kimseye hidayet
eder. Sadaka olarak
sar feniğiniz, her şey, sizin kendiniz içindir. Zaten siz, yalnız Allah'ın
rızasını kazanmak için sarfe-dersiniz- Sadaka olarak her ne sarfet-mişseniz,
haksızlığa uğratılmaksızın aynen size verilecektir.
273. (Sadaka), Allah yolunda (kendilerini)
hapsetmiş, kazanç için yeryüzünde do-laşamıyan, iffetleri dolayısıyle
(isteye-medikleri için) câhilin kendilerim zengin sandığı, senin de
simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip insanlardan iste-miyen fakirler
içindir. Sadaka olarak verdiğiniz her şeyi, Allah, hakkıyle•bilendir.
274. Gece ve gündüz, gizli ve aşikâre olarak
mallarından sarfedenler, işte onlar için Rab'ları katında
mükâfatları vardır; onlara korku
yoktur; ve mahzun olacaklar da onlar değildir.
272 Tefsîrler,
umumiyetle, İbn Abbâs tarafından rivayet olunan bir hadise işaret ederek,
âyei-i kerîme'nin bu hadîs sebebiyle nazil olduğunu belirtirler. Bu hadise
göre, Hazret-i Peygamber, ashabına, yalnız müslümanlara sadaka verilmesini
emrediyordu ve bu sebepledir ki, müşrikler arasında, akrabası bulunan
müslümanlar, muhtaç durumda olan akrabalarına yardım edemiyorlar, onların
müslüman olmalarını bekliyorlardı. Fakat Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i
kerîme'yi indirerek, önce Hazret-i Peygamber'e, sonra da Hazret-i Peygamber'in
şahsında bütün müslümanlara hftap etmiş ve müşrik oldukları için ihtiyaç
duydukları yardımı keserek onları hidâyete erdiremiyeceklerini, zira hidâyete
erdirmenin yalnız Allah'a âit bir iş olduğunu hatırlatmıştır. Filhakika «dînde
zorlama yoktur» mealindeki 256 ncı âyetin tefsirinde de belirttiğimiz gibi,
Peygamberlerin görevleri, Allah'ın dinini insanlara tebliğ edip öğretmek, îman
edenlere cenneti müjdelemek, küfürlerinde İsrar edenleri de Cehennem azâbıyle
korkutmaktır. Bundan ötesi Allah'a aittir. Nitekim Nemi sûresinin 80-81 inci
âyetlerinde bu hususa işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: «Şüphesiz sen:
ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp kaçan sağırlara davetini :yittiremezsin.
Körleri dalâletlerinden ayırıp hidayet edici de değilsin...» Bu açık deliller
karşısında şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, hiçbir müslümanın, kâfir de
olsa ona yapacağı iyiliği küfrünün cezası olarak kesmeye, veya bunu, onun
hidayete ermesi için zorlayıcı bir tedbir olarak kullanmaya hakkı yoktur.
Nitekim kâfirler için, küfürlerinden dolayı kıyamet günü en şiddetli azabı
hazırlamış olan Allah Ta'âlâ, rızık konusunda mü'minle kâfir arasında hiçbir
ayırım yapmamış, mü'min olsun kâfir olsun, dünyada rızkını bunlardan dilediğine
bol bol vermiştir. Nitekim İsrâ sûresinin 20 nci âyetinde Allah Ta'âlâ buna
işaret ederek şöyle buyurmuştur: «Onlara (kâfirlere) da, bunlara (mü'minlere)
da, hepsine birden Rabb'ının nimetlerinden ulaştırırız. Zaten Rabb'ının nimeti
kimseye menedilmiş değildir». O halde, Allah'ın rızıklandırdığı bir kimseden,
kulun rızkını kesmesi bir mü'mine yaraşmaz. Kâfir de olsa, muhtaç olduğu sürece
ona da yardım etmek ve müslümanların iyilik yarışında diğer milletlerden çok
daha üstün olduklarını göstermek her mü'minin borcudur.
Zaten mü'minlerin
sadaka olarak verdikleri her şey, kendi lehlerine-dir. Önce dünyada, fakirliğin
sebep olduğu her çeşit kötülüğü defetmesi bakımından sadakanın sayılamıyacak
kadar çok faydası vardır. Zira bir toplumun ferdleri arasındaki maddî
dengesizliğin, o toplumun başına ne dertler açtığını aklı başında olan herkes
bilir. Sadakanın âhıretteki faydası ise, dünyadakinden çok daha farklıdır. Şunu
unutmamak gerekir ki, sadaka vermekle hâsıl olan sevab, onu alana değil verene
aittir ve insanın âhırette sevaba olan ihtiyacı, dünyada mala olan ihtiyacından
çok daha fazladır. Bu sebeple insan, âhıret yolculuğuna çıkmadan önce, dâima
sevabını artıracak amellerin peşinde koşmalıdır.
Diğer taraftan
mü'minler, sadaka verdikleri zaman, bunu ne şân ve şeref, ne de mevki kazanmak
için verirler. Sadaka vermeleri, sırf Allah'ın rızasını kazanmak içindir. Gaye
bu olunca, şu veya bu fakir arasında hiçbir fark yoktur. Eğer verilen sadaka, o
fakirin ihtiyacını karşılamış ve sıkıntısını biraz da gidermişse, sadaka veren,
yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, inancı ve dîni dolayısıyle hiçbir kuluna
rızkından mahrum etmiyen Allah'a tekar-rub etmiş (yaklaşmış) ve mükâfatına hak
kazanmış olur. Böyleler!, verdiklerinin karşılığını haksızlığa
uğratılmaksızın, fazlasıyle alacaklardır. [186]
273 Ancak, her ne
kadar müslüman olmıyanlara sadaka vermekten çekinilmesi doğru değilse de,
öncelik söz konusu oiduğu zaman, sadaka almaya asıl müstehak olanların
sıfatlarını da gözönünde bulundurmak gerekir. İşte bu âyet-i kerîme'de,
sadakada öncelikle hakkı bulunan fakirlerin sıfatlarına işaret edilmiştir ki,
bu sıfatları şöylece sıralayabiliriz.
1) Allah yolunda
kendilerini hapsetmiş olanlar: Bunlar, Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyle
cihad, ilim talebi ve bunun gibi umumun hayrina ve menîeatına oian işler
dolayısıyla çalışıp kazanmak ve geçimlerini temin etmek imkânı bulamıyan
kimselerdir ki, Aliah yolundaki bu amelleri, kendilerini hapsetmiş ve çalışıp
kazanmalarını engellemiş manâsındadır. Buna göre, sadaka öncelikle bu gibi
kimseler içindir. Eğer bunlar, boş vakitlerinde çalışıp kazanma imkânı
bulurlarsa, sadaka almaları caiz
olmaz.
2) Hastalık,
ihtiyarlık ve bunun gibi sebeplerle çalışıp kazanmaktan, yeryüzünde ziraat veya
ticaret işleriyle meşgul olup geçimlerini temin etmekten âciz olanlar. Bu
gibiler de, müslümanların ihtimamlarına muhtaçtırlar.
3) İffet sahibi
olanlar ve bu iffetleri dolayısıyle başkalarının malına göz dikmiş oldukları
zannını uyandırmaktan son derece çekinenler. Öyle ki, bunların hallerini
bilmeyenler, hal ve hareketlerinden onları zengin zannederler. Halbuki sadaka
verilmeye gerçekten lâyık kimselerdir.
4) İffetleri, şundan
bundan bir şeyler istemelerine ne kadar engel olursa olsun ve kendileri de
hallerini ne derecede gizlerlerse gizlesinler, böylelerinin yine de kendilerine
hâs simaları vardır ve feraset sahibi mü'minler, onları bu simalarından
tanımakta güçlük çekmezler. Binâenaleyh böyle mü'minlerin sadakaya lâyık olan
bu gibi kimseleri arayıp bulmaları ve sadakalarını bunlara vermeleri
üzerlerine borçtur.
5) Halk arasında
dolaşıp bir şeyler istemeyi zillet sayanlar. Böyleleri çalışıp kazanmaktan âciz
oldukları takdirde, bunlar da sadaka almaya lâyık kimselerdir.
İslâm dini dilenciliği
haram kılmıştır. Bilhassa çalışıp kazanmaya gücü varken, çalışmayıp da
dilenenler, Hazret-i Peygamber tarafından şiddetli bir dille verilmişlerdir.
Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîste şöyle denilmektedir: «Her kim
malını çoğaltmak için insanlardan dilenirse, bir ateş parçası dilenmiş olur.
Artık bunu ister azaltsın, ister çoğaltsın». [187]
Bir başka hadis de şöyledir:
«Dilenciliği meslek haline getiren adam, kıyamet günü, yüzünde bir et parçası
olmaksızın huzura gelir».[188]
den birinin, ipini
alıp sırtında odun demeti getirerek satması ve bununla, Allah'ın onu yüzsuyu
dökmekten koruması, muhakkak ki halk arasına girip dilencilik etmesinden
hayırlıdır. Nasıl hayırlı olmasın ki, o istediği zaman, onlar da ya verirler ya
vermezler»[189].
«Miskin, insanlar
arasında dolaşıp bir iki lokma veya bir iki hurma ile dönen şu gezici dilenci
değildir... Fakat miskin, o kimsedir ki, kendisini geçindirecek zenginliği
bulamaz; halk arasında kendisine verilmesi için
fakirliği bilinmez ve
iffeti dolayısıyle halktan da bir şey istemez».[190]
Hazret-i Peygamber'den
sahih olarak rivayet edilen bu hadisler, gerçek ihtiyaç sahipleriyle
dilenciliği meslek haline getirmiş olanları birbirinden ayırt etmek bakımından
üzerlerinde durulması gereken birer delildir. Müslümanlar, gerçek hak
sahiplerini ayırarak borçlarını edâ ederlerse, dilenciliğin ortadan kalkmasına
da hizmet etmiş olurlar.
Allah, sadaka borcunu
düşünerek bunu hakkıyle edâ edenleri, niyetlerini ve niyetlerindeki ihlâsı
şüphesiz hakkıyle bilir ve onları bu amelleri dolayısıyle mükâfatlandırır.
Açık ve kesin bir
delil bulunmamakla beraber, bazı müfessirler, bu âyet-i kerlme'nin Suffa ehli
hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Belki de Suffa ehlinin sahip olduğu
sıfatların âyet-i kerîme'de işaret edilen fakirlerin sıfatlarına uygun olması,
böyle bir görüşün ileri sürülmesine sebep olmuştur. Filhakika Hazret-i
Peygamber, Medine'ye hicret ettikten sonra inşâ ettiği mecsidin geri kısmında,
üstü hurma dallanyle örtülü geniş bir gölgelik de yaptırmıştı. Suffe denilen bu
gölgelik, bazı rivayetlere göre, gece ve gündüz olmak üzere ashabtan 70-80
kişiyi barındırıyordu. Bu sahabller, ziraat veya ticaret gibi belirli işleri,
az da olsa geçimlerini sağlayacak gelirleri bulunmadığı için, ashabın en
fakirleriydiler. Karınlarını diğer sahabllerin verdikleri yiyeceklerle
doyuruyorlardı. Hazret-i Peygamber bir hadisinde bunlardan söz ederek, «İki
kişilik yiyeceği olan üçüncüsünü, üç kişilik yiyeceği olan dördüncüsünü, dört
kişilik yiyeceği olan beşincisini... bu suffe ehlinden alıp evine götürsün»
buyurmuştu.[191]
Bu sebeple, diğer
sahablier bunların geçimlerini üzerlerine almışlardı. Ancak, şunu hemen belirtmek
gerekir ki, bunlar Jşsiz güçsüz, başkalarının sırtından geçinmeyi âdet haline
getirmiş kimseler değillerdi. Bunlar, Hazret-i Peygamber'in yanından
ayrılmayan, ona nazil olan âyetleri ve hükümlerini öğrenen, hadislerini
hıfzeden, kısacası tefsir, hadis, fıkıh ve akâid tahsil eden ilim
talebesiydiler. Hazret-i Peygamber'le birlikte gazvelere katılmaktan ve
savaşmaktan da geri kalmıyorlardı. Bunlar, kendilerini Allah yolunda
vakfetmişlerdi ve fakirlikleri de mallarını mülklerini Mekke'de bırakarak yine
Allah yolunda Medine'ye hicret etmiş olmalarından ileri geliyordu. Kısacası
bunlar, âyet-i kerîme'de zikredilen sadaka almaya lâyık fakirlerin bütün
sıfatlarını kendilerinde cemetmişlerdi.
İşte, sadaka vermeye
niyet eden müslümanların, öncelikle, bu sıfatları hâiz olan fakirleri
seçmeleri ve sadakalarını onlara vermeleri gerekir. Çünkü en iyi amel, Allah'ın
yapılmasını teklif ettiği şekilde ve ihlâsla yapılan ameldir. [192]
274 Binâenaleyh gerçek
hak sahiplerine mallarını ister gece versinler ister gündüz, ister gizli olarak
versinler ister aleni, bunların, Rab'ları katında kazanılmış sevapları vardır.
Cimrilik edipte mallarını Allah yolunda sarfetmeye kıyamıyanlar, kıyamet günü
cimriliklerinin başlarına getireceği büyük azabın korkusuyle titreyip mahrum
kaldıkları sevâb yüzünden mahzun ve mükedder kıvranırken, sadakalarını hakkıyle
verenler ve Allah'ın rızasını kazanmaktan başka bir gayesi olmıyanlar için
hiçbir korku yoktur. Mahzun ve mükedder olacak da değillerdir.
Allah Ta'âlâ, Bakara
sûresinin muhtelif âyetlerinde müslümanlara sadaka vermeyi emrettikten ve
sadaka vermenin yollarını gösterdikten, konunun ehemmiyeti dolayısıyla yukarıda
açıkladığımız ondört âyette sadakaya tekrar dönerek onun faziletlerini ve
hükümlerini açıkladıktan sonra, sadakayla taban tabana zıt düşen ve ribâ adı
verilen başka bir tatbikattan söz etmiş ve bu tatbikatı, aşağıdaki âyet-i
kerîme'lerle haram kılmıştır: [193]
275. Ribâ yiyenler, «alış-veriş, ribâ gibidir»
demiş olmaları dolayısıyle, ancak kendisini şeytan çarpmış mecnûn kimsenin
kalktığı gibi kalkarlar. Halbuki Allah alış verişi helâl, ribâyı İse haram
kılmıştır. Buna göre, kime Rabb'ından bir öğüt gelir de (bu
haramdan) vazgeçerse, geçmişi kendisine, işi Allah'a aittir. Kim de tekrar (bu
harama) dönerse, işte bunlar Cehennem ashabıdır Cehennemde daimîdirler.
276. Allah ribânın
bereketini giderir, sadakaları ise bereketlendirir. Allah, küfürde ve günâhta
ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
277. İman edenlerin,
hayırlı iş işleyenlerin, namazı hakkıyle edâ edip zekâtı verenlerin Rab'lan
katında mükâfatları vardır; onlara korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar
değildir.
278. Ey îman edenler!
Eğer gerçekten mü'min iseniz, Allah'tan korkun ve ribâdan geri kalanı bırakın.
279. Fakat bunu
yapmazsanız, Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşa girdiğinizi bilin; ve eğer tövbe
ederseniz, ana paranız sizindir; ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış
olursunuz.
280. Eğer (borçlu)
darda ise, eli genişleyin-ceye kadar ona mühlet verin: Halbuki bilmiş olsanız
(alacağınızı) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.
281. (Ey îman
edenler!) Allah'a döndürüleceğiniz ve haksızlık edilmeksizin herkese
kazancının verileceği (o hesap) gününden korkun.
Allah Ta'âlâ, câhiliye
devrinde müşrik arapiarın ve yahudîlerin, hayatlarının vazgeçilmez bir unsuru
haline getirdikleri ve böylece aralarında yardımlaşma duygusunun yitirilmesine
sebep kıldıkları ribâyı, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle tarif etmiş ve onu son
derece büyük zararları sebebiyle mutlak surette haram kılmıştır. Ribâ, lugatta
isim olarak ziyade ve fazla gibi manâlara gelir ve bir malın veya paranın
fazlası, ziyadesi demektir. Kelime fiil olarak kullanıldığı zaman, malda veya
paradaki artma ve fazlalaşma anlaşılır. Ayet-i kerîme'yle haram kılınan
ribânin, câhiliye devrinde müşrikler ve yahudller arasında umumiyetle iki şekli
vardı ve her iki şekildeki ribâ da dâima kullanılıyordu. Birincisi, herhangi
bir kimsenin diğer bir kimseye bir ay veya bir sene gibi belirli bir süre için
borç vermesi ve sürenin bitiminde verdiği borcu ribâ denilen fazlasıyle
almasıydı. Eğer süre dolduktan sonra, borçlu borcunu ve ribâ olan fazlasını
ödeyemezse, alacaklıdan ribânın artırılması şartıyle yeni bir süre talebinde
bulunabiliyordu. İşte yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle haram kılınan ribâ şekli
budur ve buna riba'n-nesî'e (nesî'e ribâsı) denilmiştir. Verilen bir borca
mukabil, sürenin dolmasından sonra borcun fazlasıyle ödenmesi, ödenmediği takdirde
fazlanın da anaparaya katılıp sürenin uzatılması dolayısıyle fazlanın kat kat
artırılması manâsında ortaya çıkan bu ribâ şekli, iktisadi hayatta faiz denilen
tatbikata delâlet etmektedir.
Nesî'e ribâsı yanında
bir de malın kendi cinsinden olan malla değiştirilmesi sırasında elde edilen
ribâ vardır ki, buna öariba'l-fadl {fadl ribâsı) denilmiştir. Meselâ bir tas
Amerikan buğdayına mukabil birbuçuk yahut iki tas yerli buğday vermektir ve
aradaki fazlalık, ribâ denilen faizi teşkil eder. Bu konuda Hazret-i
Peygamber'den pek çok sahîh hadîs nakledilmiştir. Bu hadîslerden birisi
şöyledir: «Altınla altın, gümüşle gümüş, buğdayla buğday, arpayla arpa,
hurmayla hurma, tuzla tuz, misli misline ve elden ele değiştirilebilir. Her kim
artırır, yahut fazla almak isterse, muhakkak ribâ yapmış olur. Bu artırmada,
alan ve veren eşittir».[194]
Ribâ, yahut bugünkü
deyimiyle faiz, hamr denilen sarhoş edici içkilerde de görüldüğü gibi, birden
bire haram kılınmamış, araplar arasında yaygın olması doiayısıyie tedrîcî
olarak ve ribâ yiyenlere terki güçleştirilmeden yasaklanmıştır.
Ribâ hakkındaki ilk
âyet Mekke'de nazil olmuştur. Allah Ta'âlâ Mekkî olan Rûm sûresinin 39 uncu
âyetinde şöyle buyurmuştur: «İnsanların mallarında artış olması için faizden
verdiğiniz şey, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz
zekât ise, işte sevâblarını kat kat artıranlar onu verenlerdir».
Dikkat edilecek
olursa, bu âyet-i kerîme'de faiz açık bir şekilde haram kılınmamış, keza faiz
yiyenler, sert ve şiddetli bir ceza ile tehdit olunmamışlardır. Ayet-i
kerîme'yi, içki hakkında ilk nazil olan ve bizim daha önce üzerinde durduğumuz
219 uncu âyetle karşılaştıracak olursak, aralarında büyük bir benzerlik
olduğunu görürüz. Bu âyette de içki haram kılınmamış ve içenler için herhangi
bir ceza tayin olunmamıştı. Fakat içkinin insanlar için hem faydasına hem de
zararına işaret edilmiş, ancak zararlarının faydasından çok olduğu
belirtilmişti. Ribâ hakkında gelen yukarıdaki ilk âyette de aynı manâyı görmek
mümkündür: Ribâ, insanların mallarındabir artış sağlarsa da, Allah katında onun
artıracağı hiçbir şey yoktur. Binâenaleyh ribânın bazı maddî faydalan bulunsa
bile, insan için zararı çok daha fazladır.
Ribâ hakkında nazil
olan diğer âyetler İse, Medenîdir. Bunlardan birisi, Nisa sûresinin 161 inci
âyetidir ve yahudîler hakkındadır. Bu âyette, ribânın yahudîlere haram kılınmış
olmasına rağmen onu yediklerinden ve bu yüzden cezalandırıldıklarından söz
edilmiştir ki, bunda, müslümanların almaları gereken bir ibret bulunduğuna
şüphe yoktur.
Ribâ hakkında Al-i
İmrân sûresinden nazil olan 130 uncu âyet, tahrî-min üçüncü devresini teşkil
eder ve tıpkı içkiyle ilgili olarak «sarhoş olduğunuz halde namaza
yaklaşmayın» mealindeki Nisa sûresinin 43 üncü âyetinde olduğu gibi «ey îman
edenler, faizi kat kat artırılmış olarak yemeyin; Allah'tan korkun ki
kurutuluşa eresiniz» buyurulmak suretiyle cüz'î bir tahrîm getirir. Zira bu
âyette faiz, açık ve kesin bir şekilde haram kılınmışsa da, haram kılınan faiz,
âyet-i kerîme'de ez'âfen muzâ'afe ifadesiyle tahsis olunmuş ve yalnız borcun
sürenin bitiminde ödenmemesi halinde faizinin de anaparaya eklenmesiyle, hem anaparanın,
hem de faizinin artırılması haram kılınmıştır ki, bunun, mürekkeb faiz olduğu
anlaşılmaktadır.
Nihayet dördüncü
devrede, Bakara sûresinin tefsirine başladığımız yukarıdaki 275 inci âyeti
nazil olmuş ve faiz olarak anaparayı aşan her çeşit fazlalık bu âyetle haram
kılınmıştır. Aynı zamanda faiz yiyenler, Allah'a ve Peygamberine karşı savaş
ilân etmiş kimseler olarak en şiddetli dille lanetlenmişlerdir. Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi, Bakara sûresi Medine'ye hicretle birlikte nazil olmaya
başlamışsa da, en son tamamlanan bir sûre olarak da bilinir. Tefsirine
başladığımız ribâ âyetlerinin de son lâzil olan âyetler olduğu hususunda herhangi
bir ihtilâf bulunmadığı göz:önünde bulundurulursa, ribânın tedrici olarak haram
kılmışı hakkında fukanda zikrettiğimiz dört devreyi anlamak kolaylaşmış olur.
Allah Ta'âlâ'nın faizi
haram kılışının, şüphesiz çeşitli sebep ve hikmet-eri vardır. Bu sebep ve
hikmetlerin hepsinin ne olduğunu bilemesek bile, pilmemiz mümkün olanlar yok
değildir, ve bunları bir kaç madde içinde kiralamak da mümkündür. Fakat her
şeyden önce şuna işaret etmek gerekir ki, faizin haram kılınışının başlıca
sebebi, onun, gerek ferd ve gerekse toplum hayatında yol açtığı son derece
büyük zarardır. Bu zararın büyüklüğünü, âyet-i kerîme'de faiz yiyenler hakkında
kullanılan ve hemen hemen başka bir tahrim âyetinde rastlanmıyan son derece
şiddetli dilden anlamak mümkündür. Buna göre, faizin haram kılınışının
sebeplerini onun yol açtığı işte bu zarar içinde mütalâ etmek gerekir.
Faiz, insanları kendi
iş, meslek ve sanatlarından uzaklaştırıp tembelliğe alıştırır. Zira insan alın
teriyle çalışıp kazanmak yerine parasını artırmak için faize verir ve bâtıl
yolla başkalarının parasını kendi parasına ekleme fırsatı bulmuş olur. Önce bir
kadehle içkiye başlayıp sonra alkolik olan ve içki bulamadığı zamanlarda aklını
yitiren insan gibi, faiz kazancına alışan bir kimse de, malını ve parasını
artırmak hususunda aynı ruh halini yaşar. Başkalarının parası haksız yolla
kendi parasına eklendikçe, içki bulmuş alkoliğin sarhoşluğunu hisseder.
Fakirlere karşı merhametten, düşkünlere karşı şefkatten yoksundur. Herhangi bir
kıtlık ve iktisadî buhran dönemlerinde, yahut savaş zamanlarında, bunlardaki
hırsın daha çok arttığı görülür. Çünkü karşılıksız borç bulup meslek ve
sanatlarını yürüte-miyen iş sahipleri, ister istemez bunlara başvurup, faiz
mukabilinde para almak zorunda kalırlar. Bunların hissettikleri sermaye
ihtiyacı ise, diğerlerinin faiz hırsını artırır. Bazan öyle durumlar olur ki,
faiziyle birlikte borcunu ödeyemiyen iş sahibi, evini, tarlasını, yahut iş
yaptığı dükkânını ve tezgâhını satmak zorunda kalır. Kısacası toplumun
ferdleri arasında sevginin, saygının ve yardımlaşma duygusunun ortadan
kalkmasına sebep olan faizin toplum için hazırladığı akıbet çöküntüden başka
bir şey değildir. Nitekim faizciliğin yaygınlaştığı toplumlarda bu çöküntüyü
kolayca görüp hissetmek mümkündür. Buna karşılık ferdleri biribirini seven ve
biribirinin yardımına koşan, borç verirse bunu karşılık beklemeden veren,
verdiği borcu alamadığı zaman, onu sadaka olarak bağışlayan toplumlar, faizi
bilmeyen ve onunla iş yapmayan toplumlardır. Böyle toplumların yükselmemesi ve
üstün medeniyet seviyesine ulaşmaması için hiçbir sebep yoktur.
İşte kısaca işaret
ettiğimiz bu zararları dolayısıyle Allah Ta'âlâ, ribâdenilen faizi, Kur'ân'ın
ve dolayıstyle İslâm'ın tamamlandığı son dönemlerde indirdiği Bakara sûresinin
son âyetleriyle haram kılmıştır. Faizin haram kılınışı, bir bakıma onu haram
kılan âyetten önce yer alan sadakat âyetlerinin de teyidi manâsındadır. Zira
faiz tutkusu, Allah yolunda sadaka verme duygusunu yok eden en büyük
tehlikedir. Eğer Allah Ta'âlâ, faizi haram kılmışsa, bunu, sadaka vermek
hususundaki emirlerinin yerine getirilmesini sağlamak için kullarına ihsan
ettiği bir kolaylık olarak da kabul etmek mümkündür. İşte bu manâda Allah
Ta'âlâ, bütün müslümanları sadaka vermeye ve biribirleri arasında karşılık
beklemeden yardımlaşmaya davet ettikten sonra, insanlarda iyilik duygusunu tam
manâsıyle tahrip edecek olan faizi haram kılmış ve şöyle buyurmuştur: [195]
275. Ribâ yiyenler
«alışveriş, ribâ gibidir» demiş olmaları dolayısıyla, ancak, kendisini şeytan
çarpmış mecnûn kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Halbuki Allah, alışverişi
helâl, ribâyı ise haram kılmıştır. Buna göre, kime Rabb'ından bir öğüt gelir
de (bu haramdan) vazgeçerse, geçmişi kendisine, işi Allah'a aittir. Kim de
tekrar (bu harama) dönerse, işte bunlar Cehennem ashabıdır ve Cehennemde
dâimidirler.
275 Allah Ta'âlâ, bu
âyet-i kerıme'yle ribâyı, yahut faizi haram kılmıştır. Nitekim âyet-i kerîme'de
bu husus açık bir şekilde ifade edilmiş ve alışveriş (bey) ile ribâyı bir ve
aynı tutanlara karşı, alışverişin helâl, ribânın ise haram kılındığı
bildirilmiştir. Buna göre, haram olan bir fiili işlemek Allah'ın cezasını mucib
olduğundan, ribâ yemek de cezayı gerektirir ve ribâ yiyenler, dünya ve
âhırette işledikleri bu işin cezasını çekerler.
Ribâ yemek, ribâ veya
faiz olarak ele geçirilen paranın yiyecek için sarfedilmesi demektir. Faiz
yendikten sonra, artık bundan dönüş yoktur; bu, tıpkı ağıza alınan bir
yiyeceğin çiğnenip yutulduktan ve midede hazmedildikten sonra, o yiyecekten
dönüşün mümkün olmaması gibidir.
İnsanları faiz yemeye
sevkeden sebep, onu alışverişle bir ve aynı tutmaları ve dolayısıyle faizi
helâl saymalarıdır. Oysa alışveriş, veya daha açık bir ifadeyle ticaret,
insanın çalışmasını gerektiren bir iştir. Çalışmayan ve alın teri dökmeyen bir
tüccar kazanamaz. Bazan ticaretinde zarar ettiği de olur ve içinde dâima zarar
etme endişesi taşır. Diğer taraftan ticarette aliciyle satıcı arasında rızaya
dayanan bir mutabakat vardır. Alıcı satıcının ileri sürdüğü fiyatı uygun
bulursa malı satın alır; bulmazsa almaz, ve kendisi bir fiyat teklif eder.
Satıcı bu fiyata, dilerse malını satar, dilemezse satmaz. Faizde ise seçme
hakkı yoktur. Borç alan faize rıza göstermeksizin zoraki alır; mecburiyet onu
almaya zorlar; faizi ise, gönül nzastyle değil zorla verir. Kısacası, ticaretle
sağlanan meşru kâr, tüccarın alın teri karşılığıdır. Oysa faiz böyle değildir
ve başkasına âit paraya, hiçbir iş yapmadan sahip olmaktır. Fakat ikisi
arasındaki fark ne olursa olsun ve bu fark, tatmin edici bir şekilde açıklansın
veya açıklanmasın, gerçek olan şudur ki, Allah Ta'âlâ alışverişle ribâ veya
faizi birbirinden ayırmış ve alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Buna
göre, hiçbir müslümanın faizi, kendi arzu ve heveslerine göre bir çeşit ticaret
sayıp helâl kılması mümkün değildir. Zira kim Allah'ın haram kıldığı bir şeyi
helâl kılarsa, şiddetli azaba müstehak olur.
Allah Ta'âlâ'nın faizi
helâl sayıp yiyenler hakkında tayin ettiği azâb, daimî Cehennem azabıdır. Fakat
âyet-i kerîme'nin başında, faiz yiyenlerin halini açıklayan ve onları şeytan
çarpmış mecnûna benzeten ibareleri, dehşet vericidir. Her ne kadar bir çok
müfessir, faiz yiyenlerin, şeytan çarpmış mecnûn gibi kalkışlarını, kıyamet
günü kabirlerinden kalkışla açıklamışlarsa da, gerek âyet-i kerîme'de ve
gerekse Hazret-i Peygam-ber'den rivayet edilen hadisler arasında bu görüşü
teyid edecek herhangi bir delil mevcut değildir. Bu kalkışın, faiz yiyenlerin
bu işi yürütürken içinde bulundukları durumu göstermiş olması ve kıyamet
gününden ziyade dünya ile ilgili bulunması akla daha yakın gelmektedir. Buna
göre, böyle kimselerde faiz tutkusu o derece artar ki, bütün benliklerini
yalnız bu yolla kazanacakları paraya kaptırırlar; gece ve gündüz bütün
düşüncelerini artan parada toplarlar. Aslında para geçim için bir vâsıta olduğu
halde, onu gaye haline getirirler. Bu rûh hali, onların hal ve hareketlerine de
tesir eder ve itidallerini kaybettirir. Konuşmaları değişir, hareketleri
anormalle-şir, âdeta cin dokunmuşa, veya şeytan çarpmışa dönerler. Halk
arasında ve bilhassa arapfarda, aklı başında olmayan ve normal hareket etmeyen
kimseler hakkında bu tabirlerin kullanıldığı bilinmektedir. Sar'â nöbetine
tutulmuş olanlara şeytanın çarptığına, delilik alâmetleri gösteren kimselere
de cin dokunduğuna inanılırdı. Ayet-i kerîme onların bu inançları istikametinde
gelmiş ve faiz yiyenleri şeytan çarpmış mecnûnlara benzetmiştir. Şüphesiz
âyetin gayesi, araplardaki bu inancın doğruluğunu teyid etmek değildir; fakat
şeytan çarptığına inandıkları insanın halini onlara hatırlatmak ve faiz
yiyenlerin akıbetini göstererek bu kötü işten vazgeçmelerini sağlamaktır.
Nitekim âyet-i kerîme'de faizin kötülüğüne işaret edilerek onun haram kılındığı
bildirildikten sonra, «kime Rabb'ından bir öğüt gelir de bu haramdan
vazgeçerse, geçmişi kendisine, işi Allah'a
aittir»
buyurulrnuştur.
Allah Ta'âlâ'nın
öğüdü, faizin tahrîmi hakkındadır. Binâenaleyh kime onun haram olduğu
hususundaki bu hüküm ulaşır ve o da faiz almayı hemen terkederse, daha önce
alıp yemiş olduğu faizler kendisine aittir; onları aldığı kimseye geri vermesi
gerekmez; yeter ki bundan sonra bir daha almasın. Böyle kimselerin işi de
Allah'a aittir ve Allah, bunlar hakkında adaletle hüküm verir. Adaletin gereği
ise, Allah'ın faiz hakkındaki hükmü, kendisine ulaşmadan önce faiz yiyenleri,
bu davranışlarından dolayı muaheze etmemektir. Fakat kim, bu hüküm kendisine
ulaştıktan sonra, yine de faiz yemeye devam ederse, işte böyleieri Cehennem
ashabıdır ve orada dâimidirler. Ancak âyet-i kerîme'de faiz yiyenler hakkında
zikredilen Cehennemdeki dâimîlik sıfatı, faizi haram kılan âyet-i inkâr ederek
faizi yemeye devam edenlere aittir. Fakat öyle kimseler de vardır ki, haramı
bilirler, onun haram olduğunu itiraf ederler; fakat nefislerine tatlı gelmesi
dolayısıyle onu irtikâb etmekten de kurtulamazlar. Böyleieri, kalplerine
îmanın iyice nüfuz etmediği kimselerdir. Bunlar da Cehennem ehlindendirler;
fakat orada dâimi kalmazlar. Allah'ın takdir ettiği cezayı çektikten sonra,
yine Allah'ın iutfuyla oradan çıkarlar. Buhârî ve Müslim tarafından rivayet
edilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber, faiz yiyene de yedirene de lanet eder[196]bu
hadis, ribâyı irtikâb etmenin ne büyük bir cürüm olduğunu gösterir.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'yle faizi haram kıldıktan ve faiz yiyenlerin
akıbetlerini beyan ettikten sonra, daha önce uzun uzun üzerinde durduğu ve
müslümanlara emrettiği sadaka veya Allah yolunda mal sarfıyle faiz arasında
akıl sahiplerine mukayese yapma imkânını sağlamak ve onları kendileri için
asıl kârlı olan işe yöneltmek maksadıyle şöyle buyurmuştur: [197]
276. Allah, ribânın
bereketini giderir, sadakaları ise berketlendirir. Allah, küfürde ve günâhta
İsrar eden hiç kimseyi sevmez.
277. İman edenlerin,
hayırlı iş işleyenlerin, namazı hakkıyle edâ edip zekâtı verenlerin Rab'lan
katında mükâfatları vardır; onlara korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar
değildir.
Faiz yiyenler, çok
defa aldıkları faizle kâr ettiklerini ve mallarının arttığını zannederler.
Halbuki aldıkları faizin, hem dünyada mallarının bereketini giderdiğini ve onu
bir kurt gibi kemirip mahva sürüklediğini, bir tarttan da huzurlarını kaçırıp
daimî bir sıkıntıya düşürdüğünü, hem de âhıret hayatlarını mahvettiğini
farketmezler, yahut farketmek istemezler. İçlerinde besleyip büyüttükleri mal
hırsına rağmen, mallarının bereketini görememenin sebep olduğu sıkıntıyle,
onların giderek yok olacağı endişesi, sağlıklarının bozulmasında en büyük rolü
oynadığı halde, bunun sebebini faizde aramak yerine başka şeylerde ararlar.
Eğer faizcilik bir toplum içerisinde yaygınlaşacak olursa, salgın bir hastalığa
maruz kalmış herhangi bir ülke gibi, ferdlerin birer birer döküldüğü, devletin
ise, yıkılmaya yüz tutmuş bir çatı gibi onları koruyamadığı görülür.
Fakirlerle zenginler arasında büyüyen uçurum, faiz alanlara karşı kin ve
nefreti artırır ve devlet çatısının yıkılmasını kolaylaştırır. Kısacası faiz,
malını artırarak dünya nimetlerinden zevk almak isteyen insanın, faizi olmayan
az malla elde ettiği ağız tadını giderir ve dünyasını karartır. Ahrette ise,
dünyada sebep olduğu azabın kat kat fazlasını getirir.
Oysa sadaka böyle
değildir. Faizin aksine, kim Allah yolunda malını sarfeder, sadakasıyle bir
fakirin sıkıntısını giderirse, kat kat fazlasını alacağı malını Allah'a borç
vermiş olur. Sadakatla ilgili âyetlerde bu husus açıklandığı için burada tekrar
etmeye gerek yoktur. Hazret-i Peygam-ber'in Buhârî ve Müslim tarafından rivayet
edilen bir hadisine işaret etmek, sadakanın sadaka verene sağladığı kazancı
belirtmek bakımından yeterlidir. Hazret-i Peygamber bu hadisinde şöyle
buyurmuştur; «Her kim helâl kazancından bir tek hurmayı sadaka olarak verirse -
zaten Allah helal maldan başkasını kabul etmez- Allah onu sağ eliyle kabul
eder; sonra, sizin tayınıza bakıp büyüttüğünüz gibi, o bir tek hurmayı dağ gibi
oluncaya kadar büyütür»[198]
İşte, faizle sadaka
arasındaki bu büyük fark dolayısıyiedir ki, Allah Ta'âlâ, kullarının hayrına
olan sadakayı, ihmal edilmemesi gereken hayırlı bir amel olarak onlara ne
derece şiddetle tavsiye ve telkin etmişse, zararının büyüklüğü dolayısıyle
faizi de aynı şiddetle menetmiştir. Bu sebeple Allah, faizi helâl sayıp onu
yemekte ısrar ve Allah'ın verdiği nimetlerden yine Allah yolunda sarfetmiyerek
nankörlük eden kimseleri, ayrıca bu nimetleri, başkalarının malını haksız yolla
ele geçirmek için bir tuzak gibi kullanarak günâh işlemeye devam edenleri asıa
attetmez. [199]
277 Oysa iman
edenlerin, hayırlı iş işleyenlerin, namazlarını dosdoğru kılıp zekâtlarını
verenlerin, faiz yiyenlerle aynı derecede olmaları mümkün değildir. Çünkü
bunlar, Rab'larından gelen emir ve yasakları tasdik eden, fiil ve hareketlerini
bu emir ve yasaklara uygun bir şekilde düzenleyen gerçek mü'minlerdir. Birbiri
arkasına ihlâs ile ve dosdoğru kıldıkları namaz, onların dâima Allah'ı
hatırlarında tutmalarını sağlar ve O'na olan 1maniarınıTsevgiierini artırır;
kendilerinin dâima O'nun murakabesi altında bulundukları inancını
kuvvetlendirir. Bu ise, O'nun emir ve yasaklarına daha kolay itaat etmelerini
sağlar. Verdikleri zekât, nefislerini cimrilik denen kötü huydan arındırır;
onlan Allah yolunda mal sarfına alıştırır. Ayet-i kerlme'nin başında zikredilen
âmâl-i sâliha (iyi ve hayırlı işler) tabiri, namaz ve zekât da dahil bütün
ibadetlere ve diğer hayırlı amellere şâmil olmakla beraber namaz ve zekâtın
ayrıca zikredilmesi, bu iki ibadetin diğer ibadetler ve hayırlı ameller
arasındaki derecesinin büyüklüğü dolayısıyiedir.
İşte, başta namaz ve
zekât olmak üzere bütün ibadetlerini ifa eden ve diğer hayırlı amelleri de
ihmal etmiyen gerçek mü'minler, Allah'ın haram kıldığı her şeyden ve özellikle
faizden uzak dururlar; imanları bu haramları iritkâb etmelerine imkân vermez.
Bu sebepten, bunların Rab'ları katında mükâfatlan vardır. Allah'ın emir ve
yasaklarına kulak asmıyan, helâl ve haramı biribirine karıştırmakta bir beis
görmiyen inancı zayıf kimselerin, kıyamet günü başlarına gelecek azap korkusu,
bu mü'minlerde olmayacak, pişmanlığın, onların içlerinde meydana getirdiği
büyük hüznü bunlar duymıyacaklardır.
Allah Ta'âlâ,
emirlerine uyan ve yasaklarından sakınan mü'minlerin, kıyamet günü ulaşacakları
bu üstün mertebeyi beyan ettikten sonra, mü'minlere hitap etmiş ve onlara,
imanlarının gereği olarak, ribâdan vazgeçmelerini bir daha hatırlatarak şöyle
buyurmuştur: [200]
278. Ey îman edenler! Eğer gerçekten mü'min iseniz, Allah'tan korkun vq
ribâdan geri kalanı bırakın.
279. Fakat bunu yapmazsanız, Allah'a ve Rasûlüne
karşı savaşa girdiğinizi bilin; ve eğer tövbe ederseniz, ana paranız sizindir;
ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
280. Eğer (borçlu)
darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Halbuki bilmiş olsanız,
(alacağınızı) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.
278 Bilinen bir
gerçektir ki, insan ne çeşit bir sıfata sahip ise, fiil ve hareketlerinde,
yalnız o sıfatın tesiri ve izleri görülür. «Her kap, içinde bulunan sıvtyı
sızdırır» sözü, bunun en açık ifadesidir. İçinde pekmez bulunan bir testinin sirke
sızdırması, veya sirkeyle dolu bir testiden bal akması mümkün değildir. îman da
böyledir ve bir insanın kalbi îmanla dopdoluysa, o insandan yalnız bu İmanın
gereği olan fiiller çıkar ve bu fiiller, Allah'ın rızasına uygun olan
fiillerdir. Allah'a olan imanı, ondan, Allah'ın gadabına yo! açacak fiilerin
çıkmasına engel olur. Nitekim Hazret-i Peygamber, Buhâri ve Müslim tarafından
nakledilen bir hadîsinde «zâni, zina işlediği sıra, mü'min olduğu halde zina
edemez; hırsız, hırsızlık ettiği sıra mü'min olduğu halde hırsızlık edemez;
içki içen de, içki içtiği sıra mü'min olduğu halde içki içemez» buyurmuştur.[201]
Bu hadîs, kalbinde
îmanı bulunan bir kimsenin, o îman kalpteyken haram olan bu fiillerden herhangi
birini işleyemiyeceğini. zira îmanın buna engel olacağını açık bir şekilde
ortaya koymaktadır.
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîme'de, önce «ey îman edenler! » diyerek mü'minlere hitap
etmiş, sonra da, bu imanın gereği olarak faizden vazgeçilmesi icabettiğini
zihinlere İyice yerleştirmek ve bundan vazgeçmenin de ancak îmanın varlığı
şartına bağlı olduğunu göstermek için, «eğer gerçekten mü'min iseniz»
buyurmuştur.
Buna göre, insan,
mademki mü'min olduğunu söylemektedir, o halde bu sözünde doğru ve samimi ise,
onun, gerçek bir mü'minin sıfatlarını hâiz olduğu anlaşılır ki, bu sıfatların
gereği, Allah'ın faizi haram kıldığını öğrendikten sonra, o âna kadar alıp
durduğu faizden vazgeçmeli, eğer borç verdiği kimseden alacağı başka faiz varsa
artık onu borçluya bırakmalı ve almamalıdır. Çünkü gerçek iman, hem haramın
terkini, hem de irtikâb edildiği takdirde Allah'ın bunu cezasız bırakmıyacağını
bilerek ondan korkmayı gerektirir. [202]
279 Bununla beraber,
eğer mü'min olduğunu söyleyen kimse, yine de Allah'tan korkmaz ve O'nun haram
kıldığı işi yapmaya ve haram olduğunu bile bile geri kalan faizleri almaya
devam ederse, hem imanının sahte olduğu anlaşılır; hem de bu haliyle o, Allah'a
ve Rasûlüne karşı savaş açmış olur. Fakat aslında onun, ne Allah'la ve ne de
Rasûlüyle savaş etmesi mümkün değildir. Asıl savaşı Allah ve Rasûlü ona ve onun
gibi olanlara karşı açmıştır. Bu savaş, şüphesiz, böyle kimselerin dünya ve
âhırette hezimete uğrayıp perişan olmalarıyle sonuçlanacak ve Allah onlardan
intikamını alacaktır. Allah'ın kıyamet günü onlardan nasıl ve ne şekilde
intikam alacağını bilmemiz elbette mümkün değildir. Fakat dünf yada görülüp
bilinmektedir ki, kendilerini faize kaptıran bir çok kimsel ulaştıkları büyük
zenginlikten sonra mahv u perişan olmuşlar ve halk avuç açıp dilenmek zorunda
katmışlardır.
Oysa insanın, hem
kendisini Allah'ın gadab ve intikamına arzetme* mesi, hem de imanının tabiî bir
neticesi olarak faizden tövbe etmesi halinde kaybedeceği hiçbir şey yoktur.
Borca verdiği ana para yine kendisinindir ve kendisine geri dönecektir.
Almaktan vazgeçtiği faiz ise, kendisi için zarar değil, aksine hudutsuz bir
kazançtır. Aynı zamanda bu, faizi ödeyecek olan borçlunun da menfeatınadır ve
ondan faiz almamakla ona zulmetmekten kurtulmuş olmaktadır. [203]
280 Hattâ îman, öyle
bir haslettir ki, bir insanda kemal mertebesine eriştiği zaman, o insanın borç
verdiği kimseden faiz almasını değil, fakat borçlunun darda kalıp da sürenin
bitiminde borcunu ödeyememesi halinde, eli bolarıncaya kadar ona yeni süre
tanımasını, dahası, hiç ödeyemiyeceğini hissettiği zaman, borcun bir kısmını
veya tamamını ona bağışlamasını gerektirir. Mü'min denildiği zaman, işte bu
şekilde hareket eden, yâni ihtiyacı olan birdin kardeşine karşılıksız borç
veren, verdiği borcun zamanında ödenemiyeceğini anlayınca yine karşılıksız,
süreyi uzatan, eğer borçlunun ödeyecek hiç gücü yoksa alacağını ona sadaka
olarak bağışlayan ve bütün bunları, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için
yapan kimse düşünülmelidir. İnsan, bu şekildeki davranışın kendisi için daha
hayırlı olduğunu bilirse, şüphesiz, daha hayırlı olanı yapar; îman ise,
Allah'ın, kullarını irşad ettiği yolun kendileri için daha hayırlı olduğunun
bilinmesine yardım eder. Binâenaleyh gerçek mü'min, Allah'ın gösterdiği yolun
kendisi için daha hayırlı olduğunu bilen ve bunu bildiği için de o yoldan giden
kimsedir.
Allah Ta'âlâ, faiz
meselesinde mü'min olanların takip edecekleri yolu açıkladıktan ve bu yolun
kendileri için daha hayırlı olduğunu bildirdikten sonra, bütün müslümanlara vâz
ve nasihat olmak üzere, Allah'a mutlaka dönülecek ve herkese haksızlığa
uğratılmadan kendi kazancıyle muamele edilecek olan hesap gününü hatırlatmış
ve şöyle buyurmuştur: [204]
281. (Ey îman
edenleri) Allah'a döndürüleceğiniz ve haksızlık edilmeksizin herkese
kazancının verileceği (o hesap) gününden korkun.
281 O büyük gün,
insan, kendisini Rabb'ını düşünmekten ve O'nun emir ve yasaklarına uymaktan
alıkoyan bütün dünyevî meşgalelerinden ve bütün cismanî lezzetlerden kopmuş ve
ayrılmış olarak Rabb'ının huzuruna çıkarılacaktır. O gün, dünyada iken
ihtiyacı olduğunu düşünerek, ölünceye kadar büyük bir hırsla toplayıp
biriktirdiği malının hiçbir faydası olmadığını görecek ve işte o zaman,
kendisini Allah'ın emir ve yasaklarına uymaktan alıkoyan o mala büyük pişmanlık
içinde lanetler yağdıracak, fakat ne pişmanlığı ve ne de laneti onu hesaba
çekilmekten kurtaramıya-caktır. İşte o gün herkese, dünyada hayır ve şer olarak
işlediği bütün amellerin karşılığı adalet ölçüsü içinde verilecek^hiç kimsenin
hayırlı ameli zayi olmıyacağı gibi, işlediği kötü ameller de karşılıksız
kalmıyacaktır.
O halde ey Müminler,
eğer bu günü ve Allah'ın bu günde kullan için amellerinin karşılığı olarak
hazırladığı mükâfat ve cezayı hatırlar ve bunu hatırınızdan çıkarmazsanız, o
gün Rabb'jnıza hazırlıksız olarak döndürülmekten korkar ve dünyada yalnız size
sevâb kazandıracak olan amellerin peşinde koşarsınız. İşte, Allah Ta'âlâ'nın
faizle ilgili hükümleri beyan ettikten sonra öğüdü budur.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, bu âyet-i kerîme, ribâ hakkında nazil olan âyetlerin neticesi
ve aynı zamanda son sözüdür. Hattâ bu âyet-i kerîme, Buhârî tarafından
nakledilen bir hadîsten de anlaşıldığına göre, Medine'de en son nazil olan
âyettir.[205]
Bu âyetin inmesinden
sonra Kur'ân tamamlanmış ve Hazret-i Peygamber'in Peygamberlik görevi de sona
ermiştir. Nitekim bundan sonra sayılı bazı günler daha yaşamış ve Rabb'ına
kavuşmuştur.
Allah Ta'âlâ
mü'minleri önce kendileri için hayırlı olması dolayısıyle sadaka vermeye ve
Allah yolunda mal sarfetmeye teşvik ettikten, buna karşılık insanlar arasında
hem yardımlaşma duygusunu ve Allah yolunda mal sarfı arzusunu yok etmesi, hem
de mal hırsını artırıp İnsanın Allah'a karşı kulluk görevlerini unutturması
dolayısıyle faizi haram kıldıktan sonra, mal sahibinin malını koruyabilmesi ve
aynı zamanda onu hayırlı kazanç maksadıyle kullanabilmesi için dikkat edilmesi
gereken şartları açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [206]
282. Ey îman edenler!
Belirli bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın; aranızdan
bir kâtip doğru olarak yazsın ve Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan
çekinmesin; yazsın. Borçlu olan
da yazdırsın ve Rabb'ı olan Allah'tan korkup borcundan hiçbir şey
eksiltmesin. Eğer borçlu câhil, yahut
zayıf, yakutta bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velîsi doğru olarak yazdırsın.
(Borç ve alacak yazılırken) erkeklerinizden iki de şâhid bulundursun. Eğer ikî
erkek olmazsa, râzi olacağınız şâhid-lerden bir erkekle, birinin unutması halinde
diğerinin ona hatırlatması için iki kadın yeter. Şâhidler çağırıldıklarında
(şâhidlikten) çekinmesinler. Küçük olsun büyük olsun, borcu, süresiyle
birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şâhidlik için
daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha yakındır; ancak
aranızda yaptığınız alışverişin peşin (paralı) bir
ticaret olması halinde, onu yazmamanızda size bir günâh yoktur.
Alışveriş ettiğiniz zaman da
şâhid tutun. Kâtibe de şahide de zarar verilmesin. Eğer (bir zarar) verirseniz,
bu, kendinize dokunacak bir itaatsizlik olur. Allah'tan korkun. Allah size
öğretiyor, Allah, her şeyi hakkıyle bilendir.
283. Eğer yolculuktaysanız ve bir kâtip de
bulamazsanız, (borca karşılık) alınan rehinler yeter. Eğer birbirinize
güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emanetini ödesin; Rabb'ı olan
Allah'tan korksun. Şâhidüği gizlemeyin; her kim onu gizlerse, o, mutlaka kalbi
günahkâr olan bir kimsedir, Allah, ne yaptığınızı hakkıyle bilendir.
284. Göklerde ve yerde
ne varsa Allah'a aittir. İçinizdekini açıklasamz da gizleseniz de, Allah,
onunla sizi hesaba çeker; sonra da dilediğini bağışlar, dilediğine azâbeder.
Allah, her şeye hakkıyle kaa-dirdir.
Verilen borcun
şâhidler huzurunda yazılmasıyle, veya yazılamadığı takdirde borca mukabil rehin
alınmasıyle ilgili bu âyet-i kerîme'lerin, bundan önceki Allah yolunda mal
sarfını teşvik eden, daha sonra da ribâyı mutlak surette haram kılan âyetlerle
olan bağlantılarını tayin etmekte herhangi bir güçlük yoktur. Her şeyden önce
şunu belirtmek gerekir ki, Allah Ta âlâ'nın kendi yolunda mal sarfetmeyi ve
sadaka vermeyi emretmesi, herhangi bir müslümanın mal sahibi olmasını
engelleyen ve mal şartıyla zenginliğini bertaraf eden bir hüküm getirmek
maksadına matuf değildir. Başka bîr ifadeyle, «zenginlik, İslâm'da hoş
görülmediği için ondan kurtuluş maksadıyle ma! sarfı» emredilmemiştir. Aksine
çalışmak, alın teriyle kazanmak ve kazandığını nemâlandırmak, her müslümanın
görevidir. Ancak bu kazancın nemâlandırılması da helâl yoldan olmalıdır.
Nitekim elinde bir miktar malı olan kimsenin faiz karşılığında onu birisine
vermesi ve helâl olmayan yollarla artırması, yukarıda ribâ âyetleriyie haram
kılınmış ve bu işi yapanlar şiddetli azâb ile tehdit olunmuşlardır.
Helâl yoldan kazanılan
ve helâl yoldan artırılan malın hem farz olan zekâtı, hem de fazladan sadakası
verildikten sonra geride kalan miktarın yine helâl yoldan artırılması için
sermaye olarak kullanılması mümkün olduğu gibi, İhtiyaç duyan bir müslümana
borç olarak verilmesi de mümkündür. Ancak helâl yoldan kazanılan malın, borç olarak
verilmesi halinde, onun zayi olmaktan korunması ve boçlunun elinde heba olup
gitmesine göz yumulmaması da mal sahibinin hakkıdır. İşte bu sebepledir ki,
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'lerle malların borçluları elinde yok
olup gitmekten korunması için kullarını irşad ve verdikleri borçları şâhid
huzurunda yazıyla tesbit etmelerini emretmiştir. Bu emirde, helâl yolla kazanılan
ma! ne kadar çok olursa olsun, onun Allah katında kötü olmadığını ve mal
sahibi olmanın İslâm'da haram kılınmadığını gösteren açık bir işaret vardır.
Öyle anlaşılıyor ki, Allah yolunda mal sarfını ve sadaka vermeyi şiddetle
teşvik eden, buna mukabil ribâ yoluyla mal kazancını yine aynı derecede haram
kılan âyetlerin gelmesinden sonra, mal biriktirmenin ve zengin olmanın İslâm
dîni'nde kötü sayıldığı ve Allah katında hoş görülmediği şeklinde yanlış bir
inancın belirmesini önlemek maksadıyle yukarıdaki âyetler indirilmiş ve bu
âyetlerde, helâl malın korunması için yapılması gereken işler gösterilmiştir.
Nitekim Nisa sûresinin 5 inci âyetinde, İnsanın dünya hayatında en önemli
desteği olan malın, aklı başında olmayan kimselere verilip heder edilmemesi
emrolunmuş, Hazret-i Peygamber de bir hadisinde «safin kişinin sâlih malını»
medhetmiştir. (Hadîsiçin bkz. Ahmed İbn Hanbel, Musned, İV. 197, 202).
Buna göre, şu husus
iyice anlaşılmış olmaktadır ki, İslâm'da mal, ancak tanrı edinip ona
tapınıidığı, cimrilik edip Allah yolunda sarfından kaçınıldığı ve ister helâl
olsun ister haram olsun, geldiği yere bakılmaksızın birikîirildiği zaman
mezmûmdur, veya kötüdür. Fakat helâl yolla kazanılan ve yine helâl yolla
çoğaltılıp hayırlı işlerde kullanılan malın kötü olması mümkün değildir; mü'min
için destektir, kuvvettir; sevâb kazandıran ve kulun Allah'a yaklaşmasına
vesile olan bir nimettir. Bu sebepledir ki Allah Ta'âlâ, böyle bir malın
korunması için kullarına yol göstermiş ve şöyle buyurmuştur: [207]
282. Ey îman edenler!
Belirli bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın; aranızdan
bir kâtip doğru olarak yazsın ve Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin;
yazsın. Borçlu olan da yazdırsın ve Rabb'ı olan Allah'tan korkup borcundan
hiçbir şey eksiltmesin. Eğer borçlu, câhil, yahut zayıf, yahutta bizzat
yazdırmaya gücü yetmezse, velîsi doğru olarak yazdırsın. (Borç ve alacak
yazılırken) erkeklerinizden iki de şâhid bulundurun. Eğer iki erkek olmazsa,
râzî olacağınız şâhidlerden bir erkekle, birinin unutması halinde diğerinin ona
hatırlatması için iki kadın yeter. Şâhidier çağırıldıklarında (şâhidlikten)
çekinme-sinler. Küçük olsun büyük olsun, borcu, süresiyle birlikte yazmaya
üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye
düşmemeniz için daha yakındır; ancak aranızda yaptığınız alışverişin peşin
(paralı) bir ticaret olması halinde, onu yazmamanızda size bir günâh yoktur.
Alışveriş ettiğiniz zaman da şâhid tutun. Kâtibe de şahide de zarar verilmesin.
Eğer (bir zarar) verirseniz, bu, kendinize dokunacak bir itaatsizlik olur.
Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyle bilendir.
283. Eğer
yolculukta}'sanız ve bir kâtip de bulamazsanız, (borca karşılık) alınan
rehinler yeter. Eğer birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emanetini
ödesin; Rabb'ı olan Allah'tan korksun. Şâhidliği gizlemeyin; her kim onu
gizlerse, o, mutlaka kalbi günahkâr olan bir kimsedir. Allah ne yaptığınızı hakkıyle
bilendir.
282 Kur'ân-ı Kerîm'in
en uzun âyeti olan yukarıdaki borçlanma âyeti, manâsının da delâlet ettiği
gibi, müsiümanlara, gerek ticarî alışverişlerinde ve gerekse karşılıksız
borçlanmalarda, hak ve adalet ölçülerine riâyet etmeleri ve ticaretlerini
sağlam esaslara göre yapmaları için dikkat etmeleri gereken hususları
göstermiş, uymaları icabeden şartları bildirmiştir. Zira bilinen bir gerçektir
ki, ticarî hayat, bazan peşin alışverişle yürütüldüğü gibi, çok defa da
borçlanma esasına dayanır veya parası ileride ödenmek üzere mal peşinen teslim
alınır; yahutta mal ileride teslim alınmak şartıyle parası peşin ödenir ve
selem adı verilen bu son şekliyle her iki ticaret de, ileride ödenecek para ve
mal yönünden hem alıcıya hem de satıcıya ödenmesi gereken bir borç yükler.
Bazan da ticaret söz konusu olmaksızın, şahıslar arasında borçlanmalar olur ve
bir şahıs, başka bir şahsa belirli bir süre için karşılıksız borç para verir ki,
karz denilen bu borcun vakti gelince alacaklıya ödenmesi gerekir. İşte,
yukarıdaki âyet-i kerime'y|e Allah Ta'âlâ, bu çeşit muamelelerde, gerek
alacaklıya ve gerekse borçluya bir takım görevler yüklemiştir ve bu görevlerin
yerine getirilmesi, muamelelerin hem alacaklı ve hem de borçlu yönünden hak ve
adalet ölçüleri içinde tamamlanabilmesi için şarttır.
İbn Abbâs'ın «teslimi
belirli bir zamana bırakılmış olan seleî (selem) satışının helâl kılındığını
bildirerek bu âyeti okuması», âyet-i kerlme'nin lyukarıda işaret ettiğimiz
selem'e tahsis edildiğine dair bazı görüşlerin ileri I sürütmesine yol açmışsa
da, büyük çoğunluk, âyette sözü edilen borcun, ! selem de dâhil her çeşit
muamelede ortaya çıkan borç olduğu görüşü üzerinde ittifak etmiştir.
Buna göre, borçlanma
vukuunda müslümanların dikkat etmeleri ve yerine getirmeleri gereken hususları
şöyle sıralamak mümkündür:
1) İki kişiden biri diğerine borçlandığı zaman,
borcun ödeme süresi ister bir ay olsun, ister bir sene veya daha fazla olsun,
bu borcun yazılması ve yazılı bir vesika olarak muhafaza edilmesi gerekir.
Borcun yazılmaması, aradan geçen zaman içinde hem borç miktarının, hem de
sürenin unutulmasına ve alacaklıyla borçluarasında anlaşmazlık çıkmasına sebep
olabilir. Bu ise, ya alacaklı, ya da borçlu hakkının zayi olması neticesini
doğurabilir. Çünkü alacaklı, verdiğinden fazlasını geri isteyebileceği gibi,
borçlu da aldığından daha az borç ödeyeceğini ileri sürebilir.
2) Alacak veya borcu,
adaletine güvenilen bir kâtip (kâtib-i adi veya bugünkü deyimiyle noter) in
yazması gerekir. Vesikayı yazacak olan kâtibin âdil olması, alacaklı veya
borçludan herhangi birine meylederek birinin hakkını diğerine geçirmemesi veya
her ikisinin hakkına zarar vermemesi yönünden önemlidir. Kâtib-i adt'in bu
kadar asır önce Hazret-i Peygamber'e nazil olan âyet-i kerîme'de zikredilmiş
olması, üzerinde dikkatle ve ibrette durulması gereken bir konudur.
3) Kâtib-i adl'in, borç vesikasını Allah'ın
kendisine öğrettiği şekilde yazması gerekir. Allah'ın kendisine öğrettiği şey,
yalnız kitabet veya yazı sanatından ibaret değildir. Ayet-i kerîme'de geçen
«ilim» tâbiri, yazı sanatını da içine alan daha umumî bir manâya şâmildir.
Binâenaleyh yazı sanatına vâkıf olan kâtip, aynı zamanda, şer'î ahkâmı, hukukî
kaideleri ve tâbirleri de bilmelidir. Ayet-i kerîme'de, kâtibin önce âdil
olmasına, sonra da «Allah'ın öğrettiği şekilde» denilmek suretiyle ilmine
işaret edilmesi ve böylece adaletin ilmin önünde zikredilmesi, adalet sıfatının
ilim sıfatını kazanmayı kolaylaştırması dolayısıyledir. Başka bir ifadeyle,
âdil olan kişi, kolayca ilim sahibi olabildiği halde, âlim olan kişinin âdil
olması bu kadar kolay değildir. Yâni adalet, kişiyi ilme irşad ettiği halde,
ilim onu adalete irşad etmez. Nitekim toplumlarda görülen fesadın çoğu, câhil
olan âdil kişilerden değil, fakat âdil olmayan âlimlerden zuhur etmiştir.
Binâenaleyh âdil ve âlim olan, şer'î ahkâmı ve hukukî kaideleri bilen bir
kâtibin borç vesikalarını adalet ölçüleri içinde yazmaktan çekinmesi asla doğru
değildir. Ayet-i kerîme'de bunu teyîd için tekrarlanan «yazsın» ibaresinden,
bu çekinmeye hiçbir surette müsamaha gösîeriîemiyeceğine açık bir işaret
vardır.
ı
4) Borçlu olanın da kâtibe üzerinde bulunan
borcu ikrar etmesi jve alacaklı gibi onu yazdırması gerekir. Fakat borcunu
ikrar ederken Allah'tan korkmalı ve borcundan hiçbir şey eksiltmemelidir. Zira
borçlunun, hem kendisine borç veren kimsenin kalbini yumuşatıp borç vermesini sağladığı
için Allah'a, hem de kendisine borç verene şükran borcu vardır. Onun bir
taraftan Allah'a şükretmesi, bir taraftan da kendisine borç verene teşekkürde
bulunması gerekirken bunları unutması, sonra da aldığı borç miktarını eksik
gösterip kâtibe eksik yazdırması, son derece büyük bir nankörlüktür.
5) Eğer borçlu, aklî dengesi bozuk, zayıf, veya
borcunu ikrar edip yazdırmaktan âciz bir kimse ise, böyle kimselerin işlerini
yürütmekle görevli velîlerinin, borcu doğru bir şekilde yazdırmaları gerekir.
Ayet-i kerîme'de zikredilen sefîh kelimesi, akılsız, beyinsiz, düşüncesi kıt
gibi manâlara gelir ve bununla aklen hasta olan kimseler kasdedilir. Zayıf
tâbiri, yaşı küçük veya çok yaşlı olup işlerini idare edemiyen kimselere
delâlet eder. Borcunu yazdırmaktan âciz olanlar ise, ya câhil olup akılları
hiçbir şeye ermiyenler, yahutta dilsiz oldukları için söz söyieyemiyenlerdir.
6) Alacak ve borcun yazılması esnasında iki
erkek şahidin de hazır bulundurulması gerekir. Ancak âyet-i kerîm'de min
ricâlikum buyuruimak suretiyle bu iki şahidin mü'minterden olmasına özellikle
işaret edilmiştir; çünkü hitap mü'minleredir ve «adamlarınızdan» manâsına gelen
min ricâlikum ibaresi de, iki şahidin mü'minlerden olmasını gerektirir. Keza bu
ibare, aklı ermeyen çocukların da şâhidlik edemiyeceklerine delâlet eder.
Ayet-i kerîme'de iki erkek şahidin sıfatlarına işaret edilmemiş ise de, Talâk
sûresinin 2 nci âyetinde «içinizden iki âdil şâhid getirin», Mâide sûresinin
106 ncı âyetinde de «ölüm birinize geldiği zaman, vasiyet ederken içinizden
yahut başkalarından iki âdil kimseyi şâhid getirin..» buyurulmuş olması
dolayısıyle, borcun yazılması esnasında istenecek iki erkek şahidin de âdil
olmaları gerektiği hususunda ittifak edilmiştir.
7) Eğer borcun
tesbitinde iki erkek şâhid bulunamazsa, borçlunun ve alacaklının dînlerine ve
adaletlerine güvenip kendilerinden râzî olabilecekeri bir erkekle iki kadını
şâhid tutmaları gerekir. Bir erkeğe karşılık iki
cadının şâhid
gösterilmesi, kadınların erkeklere nisbetle, umumiyetle, zayıf yaratılmış
olmaları dolayısıyledir. Bu sebepledir ki, kadınlarda unutkanlık ve hataya
düşme ihtimali erkeklere nisbetle daha fazladır. Bazı kadınların erkeklerden
üstün oldukları ve bazı sahalarda başarı sağladıkları görülse bile, bunun umumî
kaideyi değiştirmesi mümkün değildir.
Nitekim âyet-i
kerîme'de bu hususa işaret edilerek «birinin unutması veya hataya düşmesi
halinde, diğerinin ona hatırlatması ve hatasını düzeltmesi için» iki kadın
şâhid tutulması bildirilmiştir. Bu ise, kadınlardan birinin şehâdetinin, ancak
diğerinin şehâdetiyle tamamlanacağı manâsındadır.
8) Borçların
tesbitinde iki erkeğin, veya bir erkek iki kadının şâhidiik etmek üzere davet
olunduklarında, bu davete icabet etmeleri ve hiçbir surette şâhidiik etmekten kaçınmamaları gerekir. Şâhidiik,
Allah Ta'âlâ'nın bu emri gereğince farz-ı kifâyedir ve şâhidlikten
kaçmak haramdır. Eğer bir kimsenin, şâhidlik etmeleri için davet ettiği
kimselerin hiçbiri şâhidlik etmezse, hepsi de Allah'ın emrine karşı gelmiş ve
günâh işlemiş olurlar.
9) Netice olarak,
borç, ister az olsun, ister çok olsun, süresiyle birlikte borç miktarının
yazılması ve yazmaktan üşenilmemesi gerekir. Ayet-i kerîme'nin bu ibaresi ve bu
ibarede öncelikle az ve küçük olan borca işaret edilerek onun da yazılmasının
emrediimesi, borcu yazma işinin ne derece önemli olduğunu göstermeye
yeterlidir. Zira öyle kimseler vardır ki, ister borçlu, ister alacaklı
olsunlar, eğer borç miktarı az ise, ona ehemmiyet vermezler, hafife alırlar; ne
var ki borcun hafife alınması, bir hakkın zayi olması neticesini doğurur ve
borçlunun üzerinde, bazan alacaklının rızası hilâfına hak kalmış olur. İşte
Allah Ta'âlâ bu hakkın zayi olmaması ve borçlunun borç altında kalmaması için,
miktarı az da olsa,, borcun yazılmasını emretmiştir. Ancak bu uzun âyette yer
alan emir ve nehiylerin, borcun şâhidler huzurunda ve süresiyle birlikte
yazılması işini farz manâsında vücûb derecesine çıkarıp çıkarmadığı hususunda
kesin bir görüş belirmiş değildir. Bazı âlimler yazma işinin vâcib olduğunu
ileri sürmüşler, bazıları ise, müstehabtır, demişlerdir. Fakat şurası
muhakkaktır ki, âyet-i kerîme'de de beyan edildiği gibi, borcun yazılması Allah
katında daha adaletlidir; çünkü Allah, bütün hükümlerinde âdildir ve kullarının
da biribir-leriyle olan muamelelerinde âdil olmalarını ister. Keza borcun
yazılması şâhidlik için daha sağlamdır. Çünkü alacaklının ve borçlunun
ikrarlarıyle yazılan bir vesika, en emin şâhidlerden biri ve diğer şâhidlerin
yardımcısı-dır. Böyle bir vesikanın bulunması halinde, alacaklının borçludan,
yahut borçlunun alacaklıdan şüphe etmesine de sebep kalmamış olur.
10) Bununla beraber,
eğer alış-veriş peşin olur ve alıcı parasını verdiği ânda malı teslim alırsa,
bu takdirde aliciyle satıcıyı şüpheye düşürecek, veya aralarında husumete yol
açacak herhangi bir sebep bulunmadığı için, yazının terkinde günâhı
gerektirecek hiçbir şey yoktur.
11) Şu var ki, peşin
alışverişin yazıyle tesbitine gerek görülmese bile, bu işin yine de şâhid
huzurunda yapılması lâzımdır. Zira alıcıyla satıcı arasında cereyan eden
pazarlık şekli, paranın satıcıya veya malın alıcıya teslimi sırasında bazı
ihtilâfların çıkmasına sebep olabilir. Eğer bu pazarlık şâhid huzurunda cereyan
ederse, böyle bir ihtilâfın çıkması önlenmiş olur.
12) Şunu da unutmamak
gerekir ki, veresiye alışverişlerde ve borçlanmalarda, borcu yazan kâtiplere
ve şâhidlik eden kimselere, yaptıkları bu işten dolayı zarar verilmemelidir.
Ayet-i kerîme'deki velâ yudârre ibaresinin farklı okunuşuna göre bazı
müfessirler, bu ibareye, kâtip ve şahidin borcu yazmak ve şâhidlik etmek için
davet olunduklarında, gelmemek, veya gelipte yazıda ve şâhidlikte tahrife yahut
yalana başvurmak suretiyle alacaklı veya borçluya zarar vermemeleri gerektiğini
ileri sürmüşlerse de, bunun, kâtip ve şâhidlerin adaletiyle İlgili olması ve bu
hususa âyet-i kerîme'de daha önce işaret edilmesi dolayısıyle, buradatekrar
edilmesine gerek bulunmadığını düşünmek yanlış olmaz. Oysa kâtip ve şâhidlerin
davetten kaçınmamaları emrolunmuştur, diyerek onları kendi işleriyle meşgul
olup dururken vakitli vakitsiz kâtip ve şâhidliğe çağırarak işlerinde zarara
uğramalarına sebebiyet vermemenin de gerekli olduğunu düşünmek icabeder ve
âyet-i kerîme'deki ibareyi bu manâda anlamak akla daha yakın gelmektedir. Hattâ
kendi işlerini bırakarak kâtiplik ve şâhidlik yapanlara bir ücret ödenmesini
düşünmek ve âyet-i kerîme'den böyle bir manâ çıkarmak bile mümkündür
Bununla beraber eğer
kâtiplere ve şâhidlere herhangi bir zarar verilecek olursa, bu, âyet-i
kerîme'de Allah'ın hududunu tecavüz etmemek hususunda O'nun hitabını yönelttiği
mü'minlerin «mü'min» sıfatlarına uyan bir davranış olmaz. Çünkü mü'minin
sıfatı, Allah'ın hududuna riâyet ederken onu tecavüz etmemektir. Eğer tecavüz
edilirse, bu bir isyan olur ki, bunun zararı da kendilerine dokunur. O halde bütün
mü'minlerin, ister alacaklı olsunlar ister borçlu, ister kâtip olsunlar ister
şâhid, Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakınmaları ve
O'ndan korkmaları gerekir. Zira bütün bu emir ve yasaklarda, kulların yalnız
menfeatları gözetilmiş ve yalnız onların hayrına olan yollar gösterilip
öğretilmiştir. Eğer Allah, kullarına doğru yolu göstermemiş olsaydı, hiç kimse
sapıklıktan kendini kurtaramazdı. Allah, şüphesiz, emir ve yasakiarıyle bir
takım hükümler vazetmişse, bu, kullarının hayrına olan şeyleri hakkıyle bilmesindendir. [208]
283 Eğer yolculuk
esnasında bir alış-veriş yapılır ve bu alış-veriş dolayı-lyle bir borçlanma
durumu hâsıl olur, borcu yazacak bir kâtip de buluna-lazsa, bu takdirde
borçlunun, borcunu karşılamak üzere alacaklıya bir shin bırakması gerekir.
Ayet-i kerîme'nin bu hükmü, herhangi bir sebep eya bir özür dolayısıyle
vesîkayı yazdırmanın mümkün olmaması halinle, yazının terkedilebileceğine ve
vesika yerine geçmek üzere alacaklıya ir rehin bırakılabileceğine delâlet eder.
Bu sebeple vesika yerine rehin Nrakmayı, yalnız yolculukta kâtip bulunamaması
haliyle sınıriandırma-nak, fakat herhangi bir özür sebebiyle vesikanın
yazdırılamaması halinde ehin bırakılabileceği manâsında anlamak gerekir.
Nitekim Hazret-i Pey-jamber, Medine'de evi için bir yahudlden satın aldığı
yiyecek maddesine nukabil demir zırhını ona rehin olarak bırakmıştır ki[209] hadiste,
bu alışverişin yolculuk sırasında mkubulduğunu gösteren hiçbir işaret yoktur.
Netice olarak, bir
mü'min bir mü'mine itimad ederek ona bir şey jmanet etmişse, Allah'tan korkarak
bu emanetin sahibine İade edilmelinde titizlik gösterilmesi gerekir. Bu emanet
ister borç olsun, ister borca nukabil verilmiş bir rehin oisun, ona ihanet
edilmemeli ve mutlaka geri verilmelidir. Alacaklı ile borçlu arasında borca
şâhidlik eden üçüncü şâhi-lin de Allah olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu
itibarla borcun yazılışında şâhid oiarak bulunanların da, herhangi bir
anlaşmazlık vukuunda şâhidlikten kaçınmamaları ve doğru bildikleri şeyi
gizlememeleri gerekir. Bilinen bir şeyin gizlenmesi, çok defe onun kalpte
hapsedilmesi nanâsında anlaşılır. Nasıl ei, ayak, göz ve kulak gibi organlar,
insandan sâdır olan iyi ve kötü fiillerin birer âleti olursa, kalp de bir takım
fiillerin âleti sayılır. İsrâ sûresinin 36 inci âyetinde insanın bir takım
hareketlerinden (ulak, göz ve kalbin sorumlu olduğuna işaret edildiği gibi,
yukarıdaki âyet-i <er1me'de de şâhidlik ederek bildiği şeyleri doğruca
söylemesi gereken nsanın, bunu gizlemesinden kalbi sorumlu tutulmuş ve şehâdeti
gizleyerek işlediği günâh, onun kalbine yükletiimiştir. Kötü niyet, şüphesiz,
kalbin işlediği günâhların en büyüğüdür. Şehâdetin gizlenmesi ise, kötü niyete
dayanan fiillerdendir ve bu yüzden büyük günâhlardan sayılır. Bu sebeple hiçbir
mü'minin şâhidlikten kaçınmaması ve bildiği şeyleri, bilmiyorum, görmedim, veya
işitmedim diyerek gizlememesi gerekir. Zira Allah, kimin ne bildiğini, kimin
neyi görüp işittiğini ve kimin ne yaptığını hakkıyle bilir. Çünkü: [210]
284. Göklerde ve yerde
ne varsa Allah'a (Vitir. İçinizdekini açıklasamz da, gizlese-niz de, Allah,
onunla sizi hesaba çeker; sonra da dilediğini bağışlar, dilediğine azâbeder.
Allah, her şeye hakkıyle kaa-dirdir.
284 Ayet-i kerime,
daha önceki âyette yer alan «Allah, her şeyi hakkıyle bilendir» mealindeki
ibareyi tamamlamak ve Allah'ın sonsuz ilmine delil olmak üzere gelmiştir. Zira
Allah Ta'âlâ'nın emir ve yasaklanyle kullarını, yalnız kendileri için hayırlı
olan yola hidayet etmesi, onların menfeat ve zararlarına olacak her şeyi
hakkıyle bilmesindendir. Allah'ın bunu bilmesi ise, göklerde ve yerde her ne
varsa, bunları bizzat kendisinin yaratmış oiması, mülkiyetinin yalnız kendisine
ait bulunması ve bunların tasarrufunda hiçbir ortağının bulunmaması
dolayısıyiedir.
Emir ve yasaklarına
karşı durulmayan, kendisinden başkasına ibadet edilmeyen, kullarına dilediğini
emrederek onu yapmakla mükellef kılan Allah'tan başka yaratıcı yoktur. Mülk
sûresinin 14 üncü âyetinde de beyan edildiği gibi, yaratan, yarattığı şeyin
açığını gizlisini bilmez olur mu? İşte bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, kimin
yapması gereken şehâdeti gizlediğini, kimin yalan şehâdette bulunduğunu ve
kimin de doğru söylediğini hak-kıyle bilir. Çünkü kullarının açığa vurduklarını
da, kalplerinde gizlediklerini de bilmesi, sonra kötü niyetlileri, içlerinde
hased, kin ve düşmanlık besleyenleri, besledikleri bu duygularından dolayı
hesaba çekmesi, bu duyguların neticesi olan kötü fiillerden dolayı da onları
cezalandırması, O'nun adaletindendir. Ayet-i kerlme'de Allah Ta'âlâ'nın hesaba
çektiği günahkar kullarından dilediğini bağışlayacağı, dilediğine de azâb
edeceği beyan olunmuştur. Bazı câhiller buna dayanarak, terazinin ölçüsüz,
hükmün tesadüfi olduğunu ileri sürüp günâh üzerinde ısrar ederler ve günah
üstüne günâh işlerler. Oysa âyet-i kerîme'nin gayesi, ilâhi adaletin iptali
değildir ve onu bu manâda değerlendirmek büyük iftiradır. Allah'ın günahkar
kullarından dilediğini bağışlaması, dilediğine de azâb etmesi, bağışlanmaya
lâyık olanları bağışlaması, azaba müstehak olanlara da azâb etmesi
manâsındadır. Öyle insanlar vardır ki, günâh İşlerler, sonra da akıllarını
başlarına alıp tövbe ederler; işledikleri günâhın bağışlanması için de
kendilerini hayır işlerine verirler. İşte, Allah'ın dilediği takdirde bağışlayacağı
günâh, böyle kimselerin günâhlarıdır. Bunların arasında tövbelerinin
derecesine ve hayır işlerindeki gayretlerine göre, işledikleri günâh kadar
cezalarını çekecek olanlar da vardır. Bu sebeple, hiç kimsenin
Allah'ın adaletinden
şüphe etmeye hakkı yoktur. Fakat şunun da unutulmaması gerekir ki, bütün
mahlûkat Aüah Ta'âlâ'nın mülküdür. Mülkü üzerinde dilediği şekilde tasarrufta
bulunmak ve bu manâda dilediğinin günâhını bağışlayıp dilediğine azâbetmek,
elbette mülk sahibinin işidir ve hiç kimsenin O'na bu tasarrufundan dolayı sual
sormaya hakkı yoktur. İşte bu manâyı teyîd etmek üzere, âyet-i kerime'nin
sonunda, «Allah her şeye hakktyie kaadirdir» buyurulmuştur ki, bu, kudretiyle
dilediği şeyi infaz eder, manâsındadtr.
Allah Ta'âlâ, Bakara
sûresinin başından sonuna kadar, iman ve iibadet esaslarını, evlenme, boşanma
ve borçlanma gibi çeşitli ahkâmı beyan ettikten, bu arada mü'min, münafık,
kâfir ve müşriklerin sıfatlarını açıkladıktan, kitap ehlinin ve özellikle
yahudîlerin tarih sahnesine çıktıkları devirlerden itibaren küfre dayalı
yaşayışlarını ibret verici tablolar halinde gözler önüne serdikten sonra,
sûreyi, mü'minlerin düllerinden düşürmiye-cekleri «hatime» mahiyetindeki bir
dua ile tamamlamış ve şöyle buyurmuştur: [211]
285. Rabb'ından
kendisine indirilene Pay-gamber de îman etmiştir, mü'minler de; hepsi de,
Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman etmiş ve şöyle
demişlerdir: « Allah' in peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt
etmeyiz. İşittik ve itaat ettik; Rabb'ımız, bağışlamanı dileriz. Dönüş sanadır».
286. Allah hiç kimseye
gücü dışında bir şey yüklemez. Kazandığı iyilik lehine, kötülük ise
aleyhinedir. Rabb'ımız! unutmuş, yahut hata yapmışsak, (bu yüzden) bizi
sorumlu tutma. Rabb'ımızf Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir
yük yükleme. Rabb'tmız! Gücümüzün yetmiyeceğini bize taşıtma. Bizi affet; bizi
bağışla ve bize merhamet et. Sen bizim mevlâmızsın. Kâfir milletlere karşı bize
yardım et.
Bu iki âyet-i kerime,
yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Bakara sûresinin hâtimesidir. Allah Ta'âlâ,
bu iki âyetle, Hazret-i Peygamber'in ve mü'minlerin îmanlarına şehâdet etmiş
ve onlara, kendilerini selâmete çıkaracak, aynı zamanda dünya ve âhıret
saadetine ulaştıracak bir duayı öğretmiştir.
Sûrenin mukaddimesi
sayılabilecek ilk âyetler gözönünde bulundurulursa, mukaddimeyle hatime
arasındaki yakın münâsebeti tesbit etmekte herhangi bir güçlük çekilmez. Bu ilk
âyetlerde, Hazret-i Peygamber'e indirilen Kur'ân-ı Kerîm'e işaretle, bu
kitapta, onun Allah kelâm: olduğu hususunda insanı şüpheye düşürecek hiçbir şey
bulunmadığı ve bu sebeple onun, Allah'tan sakınanlar için bir rehber olduğu
bildirildikten sonra, Allah'tan sakınanların sıfatları açıklanmış ve şöyle
buyuruimuştur: «Bunlar gayba inanırlar, namazları dosdoğru kılarlar ve bizim
kendilerine verdiğimiz rızıktan sarfederler. Keza hem sana indirilen Kitaba,
hem de senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inanırlar; hiç şüphe
etmeden âhireti de tanırlar. İşte bunlar, Rab'lanndan gelen hidayet
üzerindedirler; kurtuluşa erenler de bunlardır»
Allah Ta'âlâ,
Allah'tan sakınanların belli başlı sıfatlarını ve onların tutundukları îman
esaslarını Bakara sûresinin ilk âyetlerinde böylece beyan ettikten sonra,
kalplerine îman nuru düşmemiş kâfirlerin ve kendilerini şüpheden kurtaramamış
şâir insanların hallerini açıklamış, çeşitli ahkâm âyetleriyle insanları dünya
ve âhıret saadetine ulaştıracak esasları vazederek onları bu esaslara uymaya
davet etmiştir. Nihayet sûreyi, sûre içerisinde zikredilen bütün esaslara uyan
ve kalplerinde en ufak bir şüphneye yer vermeden îmanın en yüksek mertebesine
ulaşan Hazret-i Pey-gamber'le onun yolunda gidenlerin bu îmanlarına şehâdet ve
onların hidayet üzerinde oîan ve kurtuluşa eren kimseler olduklarım tescil
etmiştir. Binâenaleyh Bakara sûresinin başında da işaret edildiği gibi, gayba
inanan, namazlarını dosdoğru kılan, kendilerine verilen nzıktan Allah yolunda
sarfeden, Allah'ın indirdiği bütün kitaplara inanan ve âhtreti de tanıyan
gerçek mü'minler, Hazret-i Peygamber ve onun yolunda gidenlerdir. Bunlar, kalplerinin
bütün samimiyetiyle îmanlarını ikrar ederler ve bu îmanın gereği olan amelleri
işlemekte kusur etmezler. Aynı zamanda, Allah'ın af ve mağfiretini dilemekten
ve ayaklarının kaymaması için Allah'ın yardımını istemekten de geri kalmazlar.
Bakara sûresinin bu
iki âyeti ve bu âyetlerin fazîleti hakkında Hazret-i Peygamber'den bazı sahîh
hadîsler rivayet edilmiştir. Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir
hadîsinde Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: «Her kim geceleyin Bakara
sûresinin son iki âyetini okursa, bu iki âyet, onun emniyet İçinde bulunmasına
yeter».[212]
Müslim tarafından
rivayet edilen bir başka hadîs ise, bu iki âyetin nüzul sebebini de açıklar
mahiyetedir. Ebû Hureyre'den gelen bu hadîse göre, yukarıdaki «göklerde ve
yerde ne varsa Allah'a aittir. İçiniz-dekini açıklasanız da gizleseniz de,
Allah, onunla sizi hesaba çeker» mealindeki 284 üncü âyet nazil olunca, bu,
sahabîtere ağır gelmiş ve Hazret-i Peygamber'e başvurarak «yâ Rasûlallah, biz,
namaz, oruç, cihad ve zekât gibi ancak takat getirebileceğimiz amellerle
mükellef kılındık. Halbuki bu âyete takat getiremeyiz» demişlerdir. Hazret-i
Peygamber de onlara «Siz, sizden önceki kitap ehli gibi işittik ve isyan ettik
mi demek istiyorsunuz? Hayır, işittik ve itaat ettik. Rabb'ımız, bağışlamanı
dileriz; dönüş ancak sanadır, deyiniz» buyurmuş, bunun üzerine de bu iki âyet
nazil olmuştur[213]
Bu âyetlerin başında,
Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'in ve onunla birlikte bulunan ashabının Allah'a,
meleklerine, kitaplarına ve hiçbiri arasında yardım yapmaksızın bütün
peygamberlerine olan îmanlarını tasdik etmiş, sonra da, onlara af ve
mağfiretiyie düşman belâsına karşı yardımını kazandıracak bir duayı öğretmek
maksadiyle şöyle buyurmuştur: [214]
285. Rabb'tndan
kendisine indirilene Peygamber de îman etmiştir, mü'minler de; hepsi de,
Allah'a, meleklerine, kitaplarina ve peygamberlerine îman etmiş \ şöyle
demişlerdir: «Allah'ın peygambe lerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.
İşittik ve itaat ettik; Rabb'ımız! Bağışlamam dileriz. Dönüş sanadır».*
286. Allah hiç kimseye
güeü dışında bir ş§y yüklemez. Kazandığı iyilik lehine, kötülük ise
aleyhinedir. Rabb'ımız! Unutmuş, yahut hata yapmışsak, (bu yüzden) bizi
sorumlu tutma. Rabb'tmız! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir
yük yükleme. Rabb'ımız! Gücümüzün yetmiyeceğini bize taşıtma. Bizi affet; bizi
bağışla ve bize merhamet et. Sen bizim mevlâmızsın. Kâfir milletlere karşı bize
yardım et.
285 Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi, A!lah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'nin ilk ibaresiyle Hazret-i
Peygamber'in ve onunla birlikte olan mü'minlerin îmanlarına şehâdet etmiş ve
gerek Hazret-i Peygamber'in, gerekse onun etrafında bulunan ashabının bu sûrede
ve diğer sûrelerde indirilen iman ve ibadet esaslarını ve diğer ahkâmı tam bir
ihlâs ile tasdik ettiklerini beyan buyurmuştur. Bîr mü'minin, diğer bir
mü'minin îmanına şehâdet etmesi ve bazı kusurları bulunsa bile «o, gerçekten
mü'min bir kişidir» demesi, şüphesiz güzel bir şeydir; fakat o kimsenin îmanına
Allah'ın şehâdet etmesi ve Kitabında bunu beyan buyurması, diğer şehâdetle
kıyasianamı-yacak bir yüceliğe sahiptir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber ve
ashabı, îmanları ve bu îmanın kendilerine kazandırdığı fevkalâde üstün
sıfatlarıy-le Allah'ınşehâdetinemazharolarak müstesna bir mevki kazanmışlardır.
Gerek Hazret-i Peygamber ve gerekse etrafındaki ashabından her bin, Allah'ın
varlığına, birliğine, mahlûkaîı hakkında vazettiği nizamın hikmetine,
meleklerin varlığına, bunların Rab'ları tarafından özel görevlerle
görevlendirildiklerine, bu cümleden olarak, Cebrail'in Allah ile peygamberleri
arasında elçilik görevi yaptığına ve Allah'tan vahiy getirdiğine, Allah'ın
vahiy yoluyla Kur'ân'da indirildiğini bildirdiği kitaplarına, gönderdiğini
bildirdiği peygamberlerine tam bir ihlâsla îman etmişler, sonra da bu peygamberler
arasında, peygamber olmak ve peygamberlik görevini îfa etmek yönünden hiçbir
ayırım yapmadıklarını söylemişlerdir. Ve yine demişlerdir ki: Biz, Peygamber
tartından bize tebliğ olunan her şeye kulak verip dinledik. Ona itaat edip
emrettiklerini yaptık; nehyettiklerinden sa-kındtk. Bütün amellerimizi, bütün
fiil ve hareketlerimizi bu emir ve nehiy-lere göre düzenledik. Nefislerimizi bu
emir ve nehiylerin ışığı altında terbiye ettik.
İşte, îmanlarında bu
derece ihlâslı olanlar, Rab'lanna yönelip niyazda bulunmayı ve «Rabb'ımiz! Bizi
bağışlamanı diieriz. Dönüş sanadır» demeyi de ihmal etmezler. Çünkü sahip
oldukları iman, istemiyerek de olsa, işledikleri bir günah yüzünden yeryüzünde
cezalandırılıp rezil ve rüsvay olmaktan, yahut âhırette Allah'ın ıkâbına
uğrayıp azâb çekmekten onları son derece büyük korkuya sevkeder. Bu sebeple,
bir taraftan günâh işlememeye dikkat ederlerken, bir taraftan da herhangi bir
kusursebe-biyle hâsı! olan günâhtan tövbe ederler ve Allah'ın onu bağışlıyarak
dünyada örtmesini, âhırette de bu günâh yüzünden azâb etmemesini dilerler.
Çünkü yakînen bilirler ve inanırlar ki, nihâi dönüş Allah'adır ve her insan,
dünyadaki amellerinin karşılığını O'na dönüşünde alacaktır. [215]
286 Allah, hiç kimseye
gücü dışında bir şey yüklernez; yapamıyacakları hiçbir şeyin yapılmasını
emretmez. Her neyi emretmiş ve her neyden nehyetmişse, veya dînden şeriat
olarak her neyi vazetmişse, bunların hepsi de, kullarının güçleri dışında
olmayan şeylerdir. Yine Bakara sûresinin oruçla ilgili 185 inci âyetinde beyan
edildiği gibi, Allah, kullarına kolaylığı ister; fakat güçlüğü istemez.
Ayet-i kerîme'nin bu
ibaresi, müfessirler arasında iki şekilde tefsir edilmiştir. Bazılarına göre
«Allah hiç kimseye gücü dışında bir şey yükle-mez» ibaresi, «işittik ve itaat
ettik. Rabb'ımız! Bağışlamanı dileriz. Dönüş sanadır» diyerek niyazda bulunan
kullarına Allah Ta'âiâ'dan bağışlandıklarını bildiren bir müjdedir; yani Allah
Ta'âlâ'nın haberidir. Bazılarına göre ise, bağışlanmalarını dileyen
mü'minlerin, Allah Ta'âlâ'nın kulları üzerindeki sonsuz merhametine dayanak
O'nu, kendilerine güçleri üstünde bir şey yüklemeyen bir Rab olarak tavsif
etmelerinden ibarettir. Kısacası bu ibare, bir evvelki âyette «Rabb'ımız!
Bağışlamanı dileriz. Dönüş sanadır» diyen mü'minlerin sözlerinin devamıdır ki,
Allah Ta'âiâ'nın onlara, kendisini bu şekilde tavsif etmelerine izin verdiğini
gösterir.
Ayet-i kerîme'nin bunu
takip eden «kazandığı iyilik lehine, kötülük ise aleyhinedir» mealindeki
ibaresi de, ilk ibarenin devamı olarak; ya Allah Ta'âlâ'nın haberidir, yahutta
mü'minlerin âhırete taalluk eden bilgileri dâhilinde olan bir gerçeği, yine
Allah'ın izniyle itiraf etmelerinden ibarettir. Zira her insanın iyilik olarak
yaptığı amellerin mükâfatını, buna mukabil kötü amellerinin de cezasını
göreceğini bilmesi ve buna böylece inanması, dînî görevlerinin başında gelen
hususlardandır. Ancak buna inanan insandır ki, Allah'ın rızasını kazanmak ve
âhırette mükâfatına nail olmak için iyi amellerle sevabını artırmaya, fakat
azabına uğramamak için de günâh işlememeye çalışır.
Ayet-i kerime'de
«kazandığı iyilik lehine, kötülük ise aleyhinedir» manâsı verdiğimiz7e/m mâ
kesebet ve aleyhâ mektesebet ibaresini değişik bir ifadeyle manâlandırmak
gerekirse «kesbettiği şey lehine, iktisâb ettiği şey ise aleyhinedir» demek
mümkün olur. Ancak lugatta kesb ve iktisâb kelimeleri aynı manâda kullanılmış
ve her iki kelimeye de «kazanmak» manâsı verilmiştir. Şu var ki, kesb ve
iktisâb kelimeleri «kazanmak» manâsına gelmiş olsa bile, her iki kelimede
«kazanma» neticesini doğuran ameller arasındaki fark, bu kelimelerin manâları
arasında bulunması gereken farka da delalet eder. Buna göre kesb, insan için
kolay olan kazanca, iktisâb ise, güç sarfederek ve zorlanarak elde edilen
kazanca delâlet eder. Buna göre insan için koiay gelen ve lehine olan
amellerle, ona zor gelen ve aleyhine olan amelleri araştırmak gerekir. Acaba
insan, yaratılış itibariyle hayırlı amelleri mi işlemeye meyyaldir; yoksa kötü
olan amelleri mi işlemeye meyyaldir? Bu soruyu cevaplandırmak, insanın, hayırlı
amelleri mi, yoksa kötü amleri mi daha kolay işleyebildiğini tesbit etmek bakımından
önemlidir.
Allah Ta'âlâ, Rûm
sûresinin 30 uncu âyetinde şöyle buyurmuştur: «Yüzünü bir muvahhid olarak dîne,
Allah'ın o fıtratına çevir ki, Allah insanları onun üzerine yaratmıştır».
Hazret-i Peygamber de bir hadîsinde «her doğan, ancak fıtrat üzere doğar; sonra
da anası babası, onu yahudî, yahut nasranî, yahutta mecusî yaparlar[216]
buyurmuştur.
Bu âyet ve hadîs,
insanın İslâm fıtratı üzerine yaratıldığını, ancak dış tesirlerin onun
fıtratında bozukluklar meydana getirdiğini gösteren açık ve kesin birer delil
teşkil eder. İnsanın İslâm fıtratı üzerine yaratılmış olması ise, onun,
yaratılıştan hayırlı amelleri işlemeye meyyal olduğunu gösterir ki, işte bu temayül
sebebiyle insana hayır işlemek daha koiay gelir. Buna göre, âyet-i kerîme'deki
ibarenin manâsı şöyle olmak gerekir: «İnsanın hayırlı ameller işleyerek
kazandığı sevâb kendi lehine kötü ameller işleyerek kazandığı günâh ise,
aleyhinedir».
İşte bu inanç
içerisinde olan mü'min, Allah'ın son derece büyük bir lutfu olarak kendisine
talîm ettiği duayı okur; onu tekrar okur ve yaşadığı sürece okumaktan usanmaz.
Çünkü bu duâ, Allah Ta'âlâ'nın, gerçekten îman etmiş kullarına ihsan ettiği bir
kurtuluş reçetesidir ki, hiçbir mü'min, bu reçetenin tarifini umursamazlık
edemez:
Rabb'ımız! Eğer
unutarak veya hataya düşerek yapılması gereken bir şeyi yapmamış, yahut
yapmamamız gerekirken onu yapmışsak, ihmalimizin ve ihtiyatsızlığımızın sebep
olduğu bu kusur yüzünden bizi muâhaze etme. Biliyoruz Ki, bir şeyi unutmak, ona
itinâ göstermemenin, önem vermemenin ve üzerinde durup fikir imal etmemenin
neticesidir. Oysa senin emir ve yasaklarına itinâ göstermemek, onlara önem
vermemek ve üzerlerinde durup düşünmemek nasıl mümkün olur? Tâ-Hâ sûresinin 126
net âyetinde «âyetlerimiz sana geldiği halde, sen onları unutmuştun. Kıyamet
günü de sen unutulursun» buyurduğun zaman, unutkanlığın bizim için bir mazeret
olamıyacağını, emir ve yasaklarını unutanları muâhaze edeceğini ve onları
cezalandıracağını öğrenmiştik. Fakat bize talim ]l ettiğin şu duâ ile
üzerimizdeki rahmetinin genişliğine inancımız bir kat ;| daha arttı ve anladık
ki, biz bazan unutkanlık illetine yakalansak bile, sen 4 bize doğru yolu
göstermek lutfunu bizden esirgemiyorsun. Rabb'ımız! unutarak işlediğimiz
günâhlarımızı bağışla. Tövbe istiğfar ediyoruz. Bundan sonra unutmamaya, emir
ve yasaklarına titizlikle uymaya söz veriyoruz. Bunun gibi, bizim diğer
hatalarımızı da bağışla. Bu hatalarımız yüzünden bizi cezalandırma.
Rabb'ımız! Bizden
öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Bakara sûresinde bize
verdiğin örneklerden anladık ki, bizden önce gelip geçmiş milletlere, özellikle
yahudllere güçlerinin yetmiyeceği ve altından kaîkamıyacakları yükler yüklemiş.onları
çok ağır hükümlerle mükellef tutmuştun. Senin yaptığın her şeyde, şüphesiz bir
hikmet, akıl sahiplerinin almaları gereken bir ibret vardır. Bize öyle geliyor
ki, isyan eden ve ihsan ettiğin sayısız nimetlere şükretmesini bilmeyen
milletlere, emir ve yasaklarını ağırlaştırman, âhtrette onlar için hazırladığın
azabı daha çok artırmak içindir. Rabb'ımız! Bizi sana karşı isyan etmekten
koru; nimetlerine şükreden kullarından eyle ve bize altından kaikamıyacağımtz
işler yükleme. Yükleme ki, kıyamet günü sen'in huzuruna bu işleri yapamamış
insanların mahcubiyeti ve korkusu içinde çıkmayalım.
Rabb'ımız! Bugün,
yahudîlerin elinde, içindeki gerçekleri gizlemek için tahrif ettiklerine, hevâ
ve heveslerine göre değiştirip senin mukaddes kitabın olmaktan çıkardıklarına
senin de şehâdet ettiğin bir kitap var:
Tevrat, İşte bu
kitapta yer alan bazı hükümlerde, eğer senin koyduğun hükümlerden bir takım
gerçek kırıntıları varsa, bu hükümlerin ne kadar ağır olduğunu görüyor ve
yahudîlerin bunların altından nasıl kalkabileceklerine şaşıyoruz. Meselâ çıkış
(12/I5)ta «yedi gün mayasız ekmek yiyeceksiniz»;
22/15 de «ve babasına
yahut anasına vuran mutlaka öldürülecektir»;
22/17 de «Ve babasına
yahut anasına lanet eden mutlaka öldürülecektir»;
22/28 de «Ve eğer bir
öküz bir erkeği yahut bir kadını süserse, ve o ölürse, öküz mutlaka taşianacaK
ve onun eti yenilmiyecektir...»; Levililer (15/19-24) de «ve eğer bir kadının
akıntısı olur ve bedeninde akıntısı kan olursa- yedi gün murdarlığında kalacak;
ve ona her dokunan akşama kadar murdar olacaktır... Ve kadının oturmuş olduğu
yatak yahut herhangi bir döşek üzerinde bir şey olursa, adam o şeye dokunduğu
zaman, akşama kadar murdar olacaktır. Ve eğer bir adam onunla yatarsa ve
kadının murdarlığı ona bulaşırsa, yedi gün murdar olacak; ve üzerinde yattığı
her yatak murdar olacaktır»; Sayılar (19/11) da «Herhangi bir insan ölüsüne
dokunan yedi gün murdar olacaktır.. Bir ölüye, herhangi bir insan cesedine dokunan
ve kendisini tathir etmiyen adam Rabb'ın meskenini murdar eder; ve o can
İsrail'den atılacaktır...» Tesniye (22/18) de «eğer bir adamın, inatçı ve âsi,
babasının sözünü ve anasının sözünü dinlemiyen ve kendisini tedip ettikleri
halde onları dinlemiyen bir oğul olursa, o zaman babası ve anası onu tutacaklar
ve onu şehrinin ihtiyarlarına, ve yerinin kapısına çıkaracaklar... Ve şehrinin
bütün adamları onu taşlarla taşlayacaklar ve ölecek; ve aranızda kötülüğü
kaldıracaksın; ve bütün İsrail İşitip korkacaklar» denilmiştir. Rabb'ımız! Bu
hükümler, eğer senin Mûsâ (a.s.) ya gönderdiğin şerîat içinde yer alan
hükümlerden ise, bizi bu dercede ağır hükümlerden sorumlu tutmadığın için sana
ne kadar şükretsek azdır; oysa biz, bizi sorumlu tuttuğun hükümler karşısında
bile ne kadar kusurluyuz! Bizim bu kusurlarımızı bağışla, Rabb'ımız!
Rabb'ımızi Biliyoruz
ki sen, günahkar kullarını hem dünyada hem âhırette cezalandırırsın. Eğer sen
bağışlamazsan, günahkarları senin cezandan kurtaracak ne bir yardımcı ve ne de
bir şefaatçi vardır. Bu sebeple bizi, sana karşı işlediğimiz kusurlardan dolayı
dünyanın çeşitli musibetleri, belâları ve tehlikeleriyle cezalandırma. Bizi,
açlıkla, kıtlıkla, zelzele, sel, yangın gibi âfetlerle ve düşman belâsıyle
terbiye etme. Takat getiremiyeceğimiz musibetlerden bizi koru. Ahirette de bize
Cehennem azabı gösterme.
Rabb'ımız!
Günâhlarımızı affet; rahmetini üzerimizden eksik etme. Dünya ve âhıret
sâadetine bizi ulaştıracak olan hak yoldan, sevgili Pey-gamber'imizin bize
öğrettiği, Cennet nimetleriyle müjdeleyip Cehennem azâbıyle korkuttuğu İslâm
Dlni'nden bizi ayırma.
Rabb'ımız! Sen bizim
mevlâmızsın. Bütün âlemleri, yerde ve göklerde var olan her şeyi yaratan
sensin. Senden başka yaratıcı yoktur. Bizi yoktan vareden, insan olarak yaratıp
ihsan ettiğin akıl, iz'an ve idrâk ile bizi şereflendiren, kalplerimizi İslâm
nûruyle nurlandıran sen'sin. Bu sebeple yalnız sana hamdeder, şerefli kıldığın
alnımızı, yalnız sen'in huzurunda toprağa sürüp, yalnız sana ibadet ederiz.
Rabb'ımfz! Sana karşı
işlediğimiz bütün kusurlarımıza ve günâhlarımıza rağmen, sen'in günahkar
mü'minler üzerindeki rahmetinin genişliğine dayanarak bizi bağışlamanı ve
kâfir milletlere karşı bize yardım etmeni diliyoruz. 0 milletler ki, senin
Kitabını, senin Peygamberini ve senin tafîm ettiğin dîni inkâr etmişler, senin
ulûhiyetteki vahdaniyetine gölge düşürüp kendi haham ve rahiplerini kendilerine
Rab edinerek onları sana ortak koşmuşlardır. Bununla beraber, senin Rahman
sıfatının bir tecellisi olarak, dünyada mü'min olsun kâfir olsun, bütün
kullarına ihsan ettiğin hudutsuz nimetlerden, onlar daha çok istifade etmesini
bilmişler ve sen'in hem mü'min hem günahkar ve böyle olduğu kadar da çalışmayı
ve ilerlemeyi becerememiş kullarına zulmeder olmuşlardır. Rabb'ımız! Günahlarımızı
bağışla; bize çalışma yollarını göster ve bizi tembellikten kurtar. Dînimizi,
vatanımızı, milletimizi ve bütün müslüman ülkelerini kâfir düşman tasallutundan
koru. Bizi, senin yolundan ayırmıyacak üstün medeniyet seviyesine ulaştır.
Bizim üzerimizden yardımını esirgeme, Rabb'ımız!
Amin. [217]
[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/299-300.
[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/300-301.
[3] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/302-303.
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/303-304.
[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/304.
[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/304-305.
[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/306-307.
[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/307-315.
[9] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/315-316.
[10] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/316-318.
[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/319-320.
[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/320-321.
[13] Hadîs için bkz. Beyhakî, Sünen, vı.270.
[14] hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11.103; Tirmizî,
Sünen, IV.433; Nesâî, Sünen, VI.247, İbn Mâce, Sünen, 11.159; Ahmed İbn Hanbel,
Musned, ıv.186, 187; v.266), vasiyet hükmünün neshedildiğini ileri Sürenler
olmuş (neshle ilgili olarak İbn Abbâstan nakledilen bir haber için bkz. Ebû
Dâvûd, Sunen,ıı.i03
[15] Hadis için bkz. Buharı, Sahîh, !!!. 186; Müslim,
Sahîh, İli. 1249
[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/322-324.
[17] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/324-325
[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/325.
[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/327-328.
[20] Hadis için bkz. Buhârî, Sahih, II. 226.
[21] bkz. sünen,ıv. 167
[22] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, il. 222
[23] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/328-330.
[24] Hadîs için bkz. Buhân, Sahîh, ıı. 226
[25] Hadîsin muhtelif rivayetleri için bkz. Müslim, Sahîh,
II. 789-790
[26] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/330-335.
[27] Hadîsin metni için bkz. Buharı, Sahih- II. 229;
Müslim, Sahîh, li. 759; Nesâı, Sünen, IV. 135
[28] Hadis için bkz. Buhârî, Sahîh, IV. 26; Müslim, Sahih,
ili. 1359
[29] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/335-340.
[30] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, VIII. 168; Müslim,
Sahih, IV. 2076
[31] Hadîsin metni için bkz. Buhârî, Sahîh, il. 226.
[32] Hadîsin metni için bkz. Tirmizî, Sünen, V. 578; İbn
Mâce, Sünen, 1. 533; Ahmed İbn Hanbel, Musned, IV. 15
[33] Hadîs için bkz. İbn Mâce, Sünen, I. 533
[34] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/341-343.
[35] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, ıı. 230.
[36] Hadîs için bkz. Ahmed ibn Hanbel, Musned, III. 460
[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/344-345.
[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/349-350.
[40] Hadîs için bkz. Buharı- Sahih, İli. 101; Müslim,
Sahih, İli. 1337
[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/350-351.
[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/352-354.
[43] Hadis için bkz. Buhârî, Sahih, II. 205; Müslim, Sahih,
IV. 2319.
[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/354-356.
[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/357.
[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/357-358.
[47] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/358-359.
[48] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/359.
[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/359.
[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/360-361.
[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/361-362.
[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/362-364.
[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/366-368.
[54] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh,ıı.2O8; Müslim, Sahîh,
ıı. 860
[55] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/368-372.
[56] Hadisin metni için bkz. Buharı, Sahih, 11.141; Müslim,
Sahîh,ll.983
[57] Bununla ilgili haber için bkz. Buhârî, Sahih, 11.141
-142
[58] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/372-375.
[59] İbn Abbâs'ın bu haberi için bkz. Buhârl, Sa-h1h.ll.197
[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/375-376.
[61] Hadîsinmetni için bkz. Buharı, Sahih, V.158; Müslim,
Sahih, II. 893-894
[62] Hadîsin menti için bkz. Buhârl, SahîhA/.ı 59
[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/376-378.
[64] Hadîsin menti için bkz. Ahmed ibn Hanbei, Musned,
v.411
[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/378-380.
[66] Hadis için bkz. Buhar?, Sahîh, vıı.163; Müslim, Sahîh,
iv. 2070
[67] Hadis için bkz. Müslim, Sahih, IV.2069; keza bkz.
Ahmed İbn Hanbel,Musned, III. 107, 288
Prof. Dr. Talat Koçyiğit,
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 1/380-381.
[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/381.
[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/381-383.
[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/384.
[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/385.
[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/385-386.
[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/386-387.
[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/387-388.
[75] Hadîs için bkz. Buharı, Sahih, I. 38; Müslim, Sahih,
1. 82.
[76] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/389-390.
[77] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/390-391.
[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/391.
[79] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/391-392.
[80] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/394-395.
[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/396.
[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/396-398.
[83] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/399-402.
[84] Hadîs için bkz.Buhâri, VIII. 56.
[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/402-405.
[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/405-406.
[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/406-408.
[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/410-411.
[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/411-413.
[90] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/413-416.
[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/416-417.
[92] Haber için bkz. Ahmed ibn Hanbei, Musned, n.351
[93] Hadîsin metni için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11.291;
Tirmizî, Sunen,V.254; Nesâl, Sünen, vııı.286; Ahmed İbn Hanbei, Musned,ı. 53
[94] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/418-420.
[95] Hadis için bkz. Buharı, Sahîh,V.189; Ebû Dâvûd, Sünen,
ıı. 291
[96] Hadis için bkz. Ebû Dâvüd, Sunon,ll. 293; Tirmizı,
Sünen, IV. 297; İbn Mâce, Sünen, II. 330; Ahmed İbn Hanhel, Müsned, II. 118,
IV. 267,273
[97] Bkz. Mustim, Sahîh, ııı. 1587; Ebû Dâvûd, Sünen,
II.293; Tirmizı, Suhen, IV.290; Ahmed İbn Hanbel, Musned, n.16,29,31
[98] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, ıı. 117
[99] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/420-424.
[100] Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11.103; Nesâî Sünen,
VI. 256
[101] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/424-426.
[102] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/434-436.
[103] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, VI.123; Müslim,
Sah1h,H.iO86
[104] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/436-439.
[105] Hadis için bkz. Müslim, Sahih, 1.246; Ebû Dâvûd,
Sunen,l.59,499; Nesâl, Sunen,l.187; Tirmizı, Sunen,V.214; Ahmed İbn Hanbel,
Musned, 111.132,246
[106] Hadis için bkz. Müslim Sahih, İ.245
[107] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/439-441.
[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/441-442.
[109] Hadis için bkz. Müslim, Sahih, III. 1272
[110] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/443-444.
[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/444-445.
[112] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/445-446.
[113] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/446.
[114] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/446-449.
[115] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/450-451.
[116] Hadîs için bkz. Buharı, Sahih, VI. 182; Müslim, Sahîh,
II. 1055.
[117] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/451-453.
[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/454-455.
[119] Hadîs için bkz. buhârî, Sahih, VI. 184; Ebû Dâvûd,
Sünen, 1.481; Tirmizî, Sünen, V. 216.
[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/456-458.
[121] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/458-461.
[122] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, V. 13; Müslim, Sahih,
II. 1122; Ebû Dâvûd, Sünen,!. 538
[123] Zeyneb Bint Ebî Seleme'den gelen bu haber için bkz.
Musiim, Sahîh, II. 1124.
[124] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, ıı. 1124
[125] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/462-464.
[126] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/464-465.
[127] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/466.
[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/467-468.
[129] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sunen,V.14; Nesâı, Sünen,
1.231; İbn Mâce, Sünen, I.333; Ahmed İbn Hanbel, Musned, v.346
[130] Hadîs için bkz. Müslim, ahîh, 1.87-88
[131] Hadîs için bkz. Buhârî. Sahih, lll. 233; Müslim,
Sahih, 1.436
[132] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 1.138; Müslim, Sahîh,
I.436
[133] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, V.162; Müslim,
Sahlh,l.383
[134] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/468-471.
[135] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/471-472.
[136] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/472-474.
[137] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/474.
[138] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/474-475.
[139] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/479-480.
[140] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/480-482.
[141] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/482.
[142] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/482-484.
[143] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/486-487.
[144] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/487-488.
[145] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/488-489.
[146] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/489-490.
[147] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/490.
[148] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/490-491.
[149] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/491-492.
[150] Hadisin metni için bkz. Bûhâri, Sahih, IV.132-133;
Müslim, Sahih, IV.1843
[151] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/493-494.
[152] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/495-498.
[153] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/499.
[154] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/500-501.
[155] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, 1.556
[156] Hadis için bkz. Bunârî, Sahih, nı.64
[157] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/502-503.
[158] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sünen, V.517; İbn Mâce,
Sünen, II.436: Ahmed ibn Hanbei. Musned.vuei
[159] Buhârl, Sahih, iv.247; Müslim, Sahih, 1.195
[160] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 11,537; Tirmizî,
Sünen, IV.625; İbn Mâce,Sunen,ll.583; Ahmed İbn Hanbel, Musned, III. 213
[161] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/504-508.
[162] Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 53-54
[163] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/508-510.
[164] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/511-512.
[165] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/513.
[166] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/515-516.
[167] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/517-518.
[168] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/518-520.
[169] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, V. 163; Müslim, Sahîh,
IV. 1839
[170] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/520-523.
[171] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/528-529.
[172] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/530-531.
[173] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/531.
[174] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/531-533.
[175] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 102
[176] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/533-534.
[177] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/535.
[178] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/535-536.
[179] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/537-538.
[180] . Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, II. 120; Müslim,
Sahih, II. 700.
[181] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/538-540.
[182] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/540-541.
[183] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/541-542.
[184] Hadis için bkz. Buharı, Sahîh, il. 116; Müslim, Sahîh,
II. 715.
[185] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/542-543.
[186] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/544-545.
[187] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, ıı. 720
[188] Hadis için bkz. Buhâri, Sahih, II. 130; Müslim, Sahih,
II. 720-
[189] Bkz. Buhârî, Sahîh, II. 129; Müslim, Sahih, ıı. 721
[190] Bkz. Buhâri, Sahih, İt. 132; Müslim, Sahîh, II. 719.
[191] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, 1.149.
[192] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/545-547.
[193] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/548.
[194] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, m. 1211
[195] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/550-553.
[196] Hadis için bkz. Buhârî, Sahih, Vll.67; Müslim, Sanîh,
nı.1218
[197] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/553-555.
[198] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 11.113; Müslim, Sahih,
H.702
[199] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/556-557.
[200] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/557.
[201] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, vı. 241; Musüm, Sahih,
i.76
[202] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/558.
[203] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/558-559.
[204] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/559.
[205] Hadis için bkz. Buhârî, ahîh, v.164
[206] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/560.
[207] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/563-564.
[208] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/565-570.
[209] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, m. 46; Müslim, Sahîh,
m. 1226,
[210] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/570.
[211] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/571-572.
[212] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, vi. 104; Müslim, Sahîh,
I. 555.
[213] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, l, 115.
[214] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/573-574.
[215] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/575-576.
[216] Hadîs için bkz. Buhâri, Sahîh, vı.20; Müslim, Sahih,
ıv.2047
[217] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/576-580.