Sûre - 1. 2

BAKARA SÛRESİ 2

Meali 2

Tefsir 2

Meali 10

Tefsiri 10

Meali 13

Tefsiri 13

Meali 18

Tefsiri 18

Meali 26

Tefsiri 26

Meali 28

Tefsiri 29

Kuranın Sûrelere Ayrılmasındaki Hikmet 30

Meali 32

Tefsiri 32

Meali 35

Tefsiri 35

Meali 40

Tefsiri 41

Meali 47

Tefsiri 48

Meali 51

Tefsirî 51

Meali 56

Tefsiri 56

Meali 58

Tefsiri 59

İneğin Kesilip Bir Organıyla Diriltilmenin Hikmeti 64

Meali 65

Tefsiri 66

Mcâli 70

Tefsiri 71

Meali 75

Tefsiri 75

Meali 81

Tefsiri 81

Meali 84

Tefsiri 85

Meali 89

Tefsiri 89

Meali 94

Tefsiri 94

Meali 99

Tefsiri 99


Sûre - 1

 

BAKARA SÛRESİ

 

Bu sûre Medine'de nazil olmuştur; 286 âyetten mütesellidir.

 

1.-5 AYETLER

 

Meali

 

1. Elif. Lâm. Mîm.

2. İşte bu O Kitaptır ki, Allah tarafından gönderildiğinden asla şüp­he yoktur. Emirlerine bağlılık gösterip yasaklarından kaçınan takva sa­hipleri için bir yol gösterendir.

3. O takva sahipleri görmedikleri gaybe inanırlar, namazlarım ge­rektiği şekilde dosdoğru olarak kılarlar ve kendilerine verdiğimiz imkan­lardan da Allah yolunda harcarlar.

4. Onlar hem sana indirilen Kitab'a ve hem de senden önceki pey­gamberlere indirilen kitaplara iman ederler, ahiret gününe de kesin olarak inanırlar.

5. İşte bu özelliklere sahip olanlar, Rablerinden gelen bir hidâyet üzerindedirler; onlar gerçekten kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. [1]

 

Tefsir

 

1- Elif ilâm. Mîm.

 

İşte bu ve benzerin ifadeler müsemmâları (isimlendirmeleri) basit ve farklı farklı (dağınık) harflerden ibarettir ki, kelimeler bu basit yani farklı (yayılmış ya da dağınık) harflerden meydana gelirler. Örne­ğin; buradaki, harfi  fiilinin harflerinden ortadaki harfi, harfi de aynı fiilin son harfini gösterir. İşte diğer benzerleri de böyle de­ğerlendirilir. Bu harflerden oluşan söz konusu bu sembollerin isim olarak değerlendirilmelerine gelince, hepsinin kendi adlarına başh basma birer mana taşımalarından dolayıdır. Bir de bu sembollerin üzerinde imâle, tef­him, tarif/mârifelik, tenkir/nekrahk, cemi ve tasgirin (küçültme) isminin cereyan etmiş olması sebebiyledir.

Örneğin; harfini ele alalım. Bu harf şeklinde mârife,  şeklinde nekra ve şeklinde küçültme ismi olabilir. Faz­la bilgi için ilgili kaynaklara bakılabilir.

Bu murab yani değişebilirdir. Ancak tıpkı "Zeyd " ve ben­zeri diğer isimlerin sakin kılınması gibi sakin kılınmıştır. İrabın gerek­tirdiği şeyleri kaybetmesi ya da taşımamaları sebebiyle bunlarda herhangi bir irab aranmaz.

Farklı bir görüşe göre de tıpkı kimi sesler gibi değerlendirildikle­rinden ötürü bunlar mebni (yani değişikliğe uğramayan, değişmeyen) ke­limelerdir. Örneğin; karga sesinin taklidi olan, "ğak-" sesi gibi. Ayrıca cumhurun görüşüne göre bu tür semboller bulundukları sûrelerin isimleridirler.

Ibn Abbas (Radıyaiiahü Anh), yüce Allah'ın bu harfler adına yemin etti­ğini söylemektedir. İbn Mesud (Radıyaihhü Anhfa göre de bunlar Allah'ın İsm-i Azamidir (en yüce ismidir).

Yine farklı bir görüşe göre bunlar, müteşabihattan (anlamı açık ol­mayanlardan) olup tevilini (yorumunu) Allah'tan başkası bilemez. Bir de mübhem (manaları anlaşılamaz) ve icamları sebebiyle muceme harfler diye adlandırılmışlardır. Bu isimlerin adeta bir metodu izler gibi gelmiş olması şu sebeplerden dolayıdır: Kur'an'a karşı meydan okuyanlara bir uyarı, kendilerine okunan bu Kitabı dikkatle dinlemeleri noktasında bir tahrik (harekete geçirme) gibi nedenler... Fakat hepsi de tümüyle bundan aciz kaldılar, karşı koyamadılar. Oysa bu da tıpkı onların kullanageldikleri söz ve kelimelerden düzenlenmiş olmakla beraber hiçbirisi bir benze­rini getirmeye kadir olamadı. Böylece onların dikkatleri bu Kitaba çe­kiliyor.

Eğer bu meydan okuyanların Kur'an karşısında güc ve kuvvetleri tükenmemiş ve uzun araştırmalar, çaba ve gayretler neticesinde aciz kalmamışlarsa -ki kendileri edebiyat ve şiir alanında bu işin otoriteleridir­ler- buyurup benzerini getirsinler. Ancak bunun bir beşer sözü olmaması nedeniyle asla bunu başaramayacaklar ve hep aciz kaldıkları gibi yine bu acizlikleri sürüp gidecektir. Çünkü bu, en güçlü ve her şeye kadir olan tek yaratanın sözüdür. İşte bu söz daha gerçekçi ve daha çok kabule de­ğer bir ifadedir.

Yine bir görüş olarak denilir ki; sûrelerin bu tür harfler ile başlama­sı, bir bakıma dikkat çekmek ve hiç alışmadıkları garip bir tarz ile karşı karşıya kaldıklarını duyup anlamak nedeniyledir. Bir de icaz yani (aciz bırakma) delillerinin bir örneğini sunmak maksadıyladır. Kaldı ki; bizzat bu harflerin kendisiyle konuşmakta tüm Araplar aynı seviyededirler. Bu hususta okuma yazması olmayanlar olsun veya hatipler olsun aynı idiler.

Ancak harflerin adlarını bilip söyleyenler böyle değil. Çünkü bu, bizzat yazıp çizen, okuyan ve kitap ehliyle bir araya gelip oturanlara ait bir özellikti. Onlardan okuyup öğreniyorlardı. Bunlar ile ümmî olanlar aynı değildir. Çünkü ümmî olan bir kimsenin harfleri tanıması, okuyup yazması mümkün değildir.

Peki bütün bu gerçeklere rağmen ümmî olan bir zatın Kur'an'da söz konusu edilen kıssalardan hiçbirisini kitap ehlinden iktibas etmediği­ne ve almadığına -ki, Kureyş ve benzerleri de söz konusu kıssalardan hiç birini bilmediklerine- göre buna nasıl bir hüküm ve karar verilir? Bu hu­susta nasıl bir yargıya varılabilir? İşte bütün bu bilgiler ona ancak vahiy yoluyla gelmiştir. Bunlar da onun peygamberliğinin sıhhatine, doğrulu­ğuna şahittir.

Bilinmesi gereken bir husus da şudur: Sûre başlarında yer alan harflerden bir kısmı mu'cem adı verilen harflerin yarısıdır, ki bunlar da şu harflerden oluşmaktadırlar:

Bu harfler aynı zamanda o sûrelerin adlarım da oluşturmaktadırlar. Yaklaşık 29 sûrede bu mu'cem harflerin sayısmcadırlar. Bunlar da sayıca yaklaşık olarak diğer kısımlarını kapsamaktadırlar.

Bunlardan yine yaklaşık yarısı mehmuse harflerinden oluşmakta­dır. Bu harfler de şunlardır:

Yaklaşık olarak bu harflerin yarısı da mechure harflerindendir. Bu harfler de şunlardır:

Yaklaşık yarısı da şiddet sıfatı taşıyan harflerdir. Şöyle ki: harfleri bu sıfatı taşıyan harflerdir. Bir kısmı da rihvet sıfatını taşıyan harflerdir ve şunlardır:

Bir kısım harfler de itbak sıfatını taşıyanlardır ve şunlardır:

Bunların bir kısmı da infıtah sıfatını taşıyan harflerdir. Bunlar:

Bazısı da, isti'la sıfatını taşıyan harflerdir. Bunlar da:

harfleridirler. Bunların bir kısmı da inhifad sıfatını taşıyan harflerdir ve şunlardır:

Bunların bir kısmı da kalkale harfleridirler ve şunlardır:

Ancak burada sıfatlarından söz ettiğimiz harflerin tamamım tek tek ele almadık. Onları da burada saymaya kalkışsaydık mümkün olamazdı. Çünkü, her harf türünün dahil olduğu sıfatları saymaya kalkışırsak bura-dakinden daha fazla sayı ile karşı karşıya kalırız.

Artık sen de, bir şeyin en Önemli noktalarını ele alıp anlatmanın, ta­mamını anlatmak manasında olduğunu öğrenmiş s indir. Adeta yüce Allah Kitabında onların cümlelerini, konuşmalarının kelimelerini oluşturan la­fızları (harfleri) saymakla daha önce işaret olunan susturulmaları ve azar­lanmaları konusuna işaret ediyor gibidir. Bizzat hüccet ve delil getirile­rek onların ilzam olunduklarını gösteriyor gibidir.

Ancak bu harflerin ayrı ayrı sûrelere serpiştirilerek getirilmesi ise, şunun içindir: Kendilerine karşı meydan okunan toplumun uyarılması konusundaki tekrarlar, amaca daha çabuk ulaştırması sebebiyledir, başka bir gaye ile değil. Çünkü, bu insanlar üzerinde bir tesir bırakır ve insan­ların buna ısınmalarını sağlar. Kaldı ki, Kur'an'da varit olan her tekrar da bu manadadır. Bundan beklenen de, bunun insan nefsi (ruhu) üzerinde etki bırakması ve karar kılmasıdır.

Bu harflerin tamamı da hep aynı sayıda ve aynı tarzda gelmemiştir. Aksine bunların sayıları değişik değişiktir. Örneğin:

(Kâf), (Nun), (Ta Ha), (Ta Sın), (Ya Sîn), (Ha-Mîm), (Elif-Lâm-Mîm), (Elif-Lâm-Ra), (Ta-Sîn-Mîm), (Elif-Lâm-Mîm-Sâd), (EIif-Lâm-Mîm-Ra),  (Keef-Ha-Ya-Ayn-Sâd) ve (Ha-Mîm-Ayn-Sîn-Kâf) gibi.

Görüldüğü üzere bir harften başlayarak, iki, üç, dört ve beş harfe kadar varan ifadeler ki, bu, Arapların konuşmalarında gayet olağan ve normal olan bir tarzdır. Yabancı oldukları bir şey değildir. Çünkü, Arap dilinde de kelimeler bir tek harften başlayarak beş harfe kadar varan harflerden meydi na gelmişlerdir, İşte kimi sûrelerin girişleri bu harflerle yapılmıştır.      

Nitekim bunlardan, "Elif, Lâm, Mîm" bir âyet olarak geldi­ği gibi "Elif, Lâm, Mîm, Sâd" da bir âyet olarak inmiştir. Bu­nunla birlikte, "Elif, Lâm, Mim, Ra" bir âyet olarak sayümadiğı gibi, aynı şekilde, "Elif, Lâm, Râ" da başında bulunduğu beş sûre­nin birer müstakil âyeti olarak sayılmamışlardır. Nitekim "Tâ, sin, Mim" başında yer aldıkları iki sûreden birer âyet sayılmıştır. Aynı şekilde, "Tâ-Hâ" ve "Yâ-Sîn" de bulundukları sûrenin bi­rer müstakil âyetidir.

Bunun yanında, "Tâ-Sîn" bir âyet değildir. Ancak, "Hâ-Mîm" başında yer aldığı bütün sûrelerde birer âyettirler. Bu ara­da, "Hâ, Mim, Ayn, Sin, Kaf ise başında bulunduğu sûre­den iki ayrı âyet sayılmıştır. "Kâf, Ha, Ya, Ayn, Sad" da bulunduğu sûreden bir âyettir. Ancak, "Sâd", "Nûn", ve "Kaf, harfleri bulundukları sûre başlarında birer âyet sayılmamış­lardır.

Aslında bu değerlendirme Küfe okuluna göredir. Küfe okulu dışın­da kalanlar ise sûre başlarında yer alan bu harflerden hiçbirisini birer âyet olarak değerlendirmemişlerdir.

Bu, tevkifi bir ilimdir. Bunun üzerinde görüş işleri sürülemez. Bun­lar için herhangi bir kıyas olayı da burada geçerli değildir. Yani, bunlar tamamen duymaya bağlı bilgilerdir. Nasıl duyulup öğrenilmiş ve bize kadar gelmişse aynen öyle kabul edilir. Herhangi bir kıyasa gidilemez.

Örneğin; sûrelerin bilinmesi yani sûre sonu nerede bitiyor, bunlann öğrenilmesi gibi. Nitekim Übeyy (Radıvaiiahü Anhf'den rivayete göre demiş ki:

"Biz herhangi bir sûrenin bittiğini ancak, "Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve sdlem)'ın,

"Bismillahirrahmanirrahim" yaz, diye söylemesiyle bittiğini öğ­renmiş olurduk."[2]

Ayrıca sûre başlarında yer alan bu harfler okunurken, bunların ba­ğımsız manalar ifade ettiğine hamledilir ve kendisinden sonra gelene ihti­yaç duyulmaz ise hepsinde tam bir vakfe (duruş) ile vakfolunur. Bu ise, söz konusu edilen bu harflerin sûre isimleri olarak değerlendirilmemesi halinde olabilir. Yani tıpkı diğer harflerin söylendiği gibi bunlarla da ge­reken mana seslendirilirse olabilir. Veya bunlann hepsinin mahzuf birer mübtedamn haberleri kabul edilmeleri halinde olabilir.

Örneğin, ikinci sûre olan, Âli İmran sûresinin ilk âyetindeki, gibi. Bunun başına, sûre başında yer almayan ve mahzuf (varsayılan) işaret ismi getirilir ve işte bu, dir, denilir. Daha sonra da ikinci âyet olan, şu âyetle devam eder:

Bu harfleri sûrelerin isimleri olarak kabul edenlere göre bunların ayrıca iraptan mahalleri de vardır. Çünkü, bu görüşü ileri sürenler açısın­dan bunlar da tıpkı diğer özel isimler gibidir. Dolayısıyla bunlar ya müb-teda olarak merfû kabul edilirler veya bunlarla yemin etmek (and içmek) sahih olduğundan ya mahallen nıansup ya da mecrur olurlar. Çünkü bunlar sanki, "Allah'a" (yemin olsun ki) ya da "Vallahi" demek gibidir (o anlamdadır).

Yani, iki şekildeki değerlendirmeden birine göre, cer edatının hazfı ile, mansub olarak "Allah'a" denir ki,  "Allah'a yemin ede­rim ki..." takdirindedir. Ya da cer edatının izmarı (gizlenmesi, söylenme­mesi) ile mecrurdur, "Vallahi" gibi. Bu harfleri bulundukları sûrelerin adı olarak kabul etmeyenlere göre ise bunların iraptan bir mahallerinin olabileceği zaten düşünülemez. Tıpkı iraptan mahalli olmayan ve cümle (söz) başında yer alan cümleler ile sayı tarzında gelen kelimeler gibi. [3]

 

2 - İşte bu o Kitaptır ki, Allah tarafından gönderildiğinden as­la şüphe yoktur. Emirlerine bağlılık gösterip yasaklarından kaçınan takva sahipleri için bir yol gösterendir.

 

Hz. Musa (Aleyhi-s Selâm) İle Hz. İsa (Aleyhi-s Selâm) ın dilleriyle vaat olunan işte bu Kitap! Ya da, burada "Elif-Lam-Mim" sûresini, yani bu sûre ve âyeti işaret etmektedir.

Görüldüğü gibi işaret ismi olan, müzekker (eril) olarak gel­miş, oysa işaret ettiği şey (müşarun üeyh) ise müennes (dişil) bir kelime olan "Sûre" kelimesidir. Şayet "Kitap" bunun haberi (yük­lemi) ise, bu da zaten aynı manaya gelmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de müsemması (ad olarak aldıkları şey) aynıdır.

Bu itibarla bunun hükmü de müzekker (eril) olarak söz konusu kelime üzerinde icrası mümkündür. Şayet sıfat olarak gelmiş ise bu takdirde bu kelime ile Kitaba işaret olunduğu gayet açık olarak ortadadır. Çünkü işaret ismiyle, kendisi için sıfat olarak gelen bir kelimeye (cinse) işaret olunabilir.

Örneğin: Hind, şu insan ha?" gibi. Halbuki "Hind" kadın ismi olmakla birlikte, ile işaret olunmuştur. Çünkü "İnsan" müzekkerdir. Bu itibarla o da bir insan olduğundan, « dili »'nin getirilmesinde bir sakınca yoktur.

Bir başka örnek, "Şu şahıs şöyle yaptı." gibi. Yine burada da, işaret ismi kullanılmıştır.

Şimdi, 'in arasını nasıl bulacağız? Bunun ortası şöyle bulunabilir. Eğer, "Elif-Lam-Mim" ifadesini sûrenin adı ola­rak alır ve mübteda (özne) olarak değerlendirirsek, de ikinci bir mübtedâ olur. "Kitap" kelimesi de bunun haberi (yüklemi) olur.

Cümlenin tamamı ise, yani, ise bütünüyle ilk mübtedanm -ki bu "Elif-Lâm-Mim" idi- haberi olur. Bu bakımdan ma­na da şöyle olacaktır:

"Doğrusu bu, bizzat O kamil ve mükemmel olan Kitaptır."

İşte bu ifadeyle sanki onun dışındaki tüm kitaplar eksiktir, onlarda mükemmeliyet yoktur, manası anlaşılmaktadır. Örneğin bu, şu ifadeye benzer bir ifadedir: "O, adam gibi adamdır."

Yani, erkeklikte kemal ve olgunluk derecesine erişen biridir, an­lamı çıkar. Diğer insanlarda var olan tüm hoşa giden özellikleri ve güzel hasletleri kendisinde toplayan demektir. İşte burada, "Bu, o Kitaptır ki, " ifadesiyle anlatılmak istenen gerçek budur.

Ayrıca, in mahzuf (yani var sayılan) bir mübtedanm öz­nenin haberi (yüklemi) olarak değerlendirilmesi de uygundur. Bu da, takdirindedir. İşte mahzuf olan (yani var sayılan), burada mübtedadır. Diğeri de onun haberidir. Buna göre, bir cümledir. da ikinci bir cümledir.

Eğer, bir sesleniş (savt) olarak değerlendirirsek, bu tak­dirde, mübteda (özne) olur. da bunu haberi (yani yüklemi) olur. Bu durumda mana şöyle olur.

"Şu indirilen Kitap var ya, işte şüphesiz kamil Kitap odur."

''Şüphe yoktur." Bu kelime, kökünden masdar bir kelimedir.

Rayb: İnsanda herhangi bir kuşkunun, rahatsızlık veren bir şeyin meydana gelmesidir. Gerçekte ise bu, insanda ruh bozukluğu ve bundan doğan bir ısdıraptır. Nitekim, Hz. Peygamber (Saihiiahu Aleyhi ve Seiiem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Sana şüphe veren şeyi bırak, şüpheye düşürmeyeni al. Doğrusu şek (kuşku) huzursuzluk doğurur. Doğruluk ise gönül huzurudur, tümüyle tat­min olmak, rahata kavuşmaktır."[4]

Hadiste vurgulan nokta şudur; eğer bir şeyde şüphe ve kuşku bulu­nuyorsa, işkillendiriyorsa, ondan dolayı insan rahatsızlık duyars manen huzur bulamaz, kendisinde istikrar ya da kararlılık bulunamaz. Eğer bir şey de sahih yani sağlıklı ve doğru ise, nefis (ruh) bunda huzur bulur, tat­min olur ve sükunet kazanır..

Nitekim, "Raybu'z-zaman" da bu manada olup, za­manın cilvesi, zaman içinde meydana gelen rahatsızlıklar anlamındadır ki, bu yüzden insanlar hep huzursuzluk ve rahatsızlık duyarlar. Dunak bilmeyen olaylar sebebiyle şaşkın haldedir.

Burada, kelimesi tümünü kapsamak manasında nefıy-olumsuz halde gelmiştir. Oysa, şüphe ve kuşkulananlar oldukça fazladır. Burada nefyedilen, yani kabul edilmeyen husus, bunun "rayb" taalluk et­mesi olayıdır. Bunda bir şüphenin var edildiği zannıdır ki, red olunan bu­dur. Zira bu, açık bir şekilde görülmektedir, delil (burhan) açısından bir kapalılık yok, netlik vardır. Öyle ki, herhangi bir kuşkucunun böyle bir şüphenin içine düşmesi, bundan işkillenmesi doğru değildir. Aynı zaman­da bu, hiçbir kimsenin şüphe etmeyeceği manasında da değildir.

Dikkat edilirse âyette, "Yoktur bunda şüphe" demedi yani, "Cennette içilen şarapta bir sersemletme yoktur."[5]  âyetindeki gibi bir ifade taşımamaktadır.

Burada, "rayb" kelimesine nefıy (olumsuzluk) edatının eklenmesi, Kur'an'da herhangi bir işkillenme, kuşkulanma durumunun var olmadı­ğını açıklamak içindir.

Bir de Kur'an'ın, kâfirlerin ileri sürdükleri gibi batıl bir kitap değil Hak bir kitap olduğunu ispat etmek içindir. Şayet nefıy (olumsuzluk) edatı olan harfi kelimesiyle değil de, zarf olan,ile beraber, şeklinde gelmiş olsaydı maksadı anlatmaktan ger­çekten uzak olacaktı. Bu da şöyle bir anlam ifade ederdi:

"Bunda değil ama bir başka kitapta şüphe var."

Yani tıpkı, [6]âyetindeki ifadeye benzer bir mana çı­kardı. Yani, "Cennette içilen içkide, dünyadakilerde olduğu gibi bir ser­semletme yoktur." Çünkü burada demek istenen şey zaten budur. Cennet şarabının ya da içkisinin dünyadaki içkilerden üstün olduğunu göster­mektir. Çünkü biri akılları giderirken, sarhoş ederken, diğerinde böyle bir durum yoktur. Halbuki, ile belirtilmek istenen böyle bir şey değildir. İşte bu nokta gözden kaçırılmamalıdır.

Kıraat ilmine göre meşhur olan, üzerinde durmaktır (vakfet­mektir). Ancak kıraat imamlarından Nâfı (70-169/689-785) ile Asım (128 /745) üzerinde vakfetmişlerdir.

Burada vakfeden (okurken duran) bir okurun mutlaka, içinden bir habere niyet etmesi, yani bunun için bir haber düşünmesi gerekir ve şeklinde değerlendirmelidir ve buraya, bir ikinci, takdir etmelidir. Nitekim biz de bunu burada gösterdik: "...onda asla şüphe yoktur."

Hemen bunun ardından da şöyle devam ediyor "Onda hidâyet ve yol gösterme vardır."

Kıraat imamlarından İbn Kesir (45-120/665-737), deki tüm harflerini, "işba" ile okumuştur. Hafs (90-180/708-796) ise, ona sadece, [7]âyetinde muvafakat etmiştir ki, asıl olan da budur. "İşba" ile okumak demek, harfinden sonra hemen bir med (uzat­ma) harfi olan harfini getirerek okumaktır. Yani, "fî hî" şeklinde-uzatarak okumaktır.

Örneğin, ve gibi. Burada altı çizili olanlarda harfi işba ile yani bir harfi veya, da olduğu gibi bir harfi eklemek suretiyle okunur. harfi iyice be­lirtilmiş olur.

Ancak söz konusu harf belirtilmeksizin, kısa olarak, veya  denemez. Böyle denmeyeceğine göre, kısaca, de denme­mesi gereklidir.

Ancak İmam Sîbeveyh şöyle diyor: "İbn Kesir'in dediği şöyle bir duruma sebep olur. Ortada üç tane sakin harf bir arada toplanmış olur. Bunlardan ilki, harfinden önce okunmayan yani sessiz harf olan, harfi, hemen bundan sonra gelen ve yine sessiz bir harf olan, harfi. Çünkü harekeli harfi Mekkelilerin dilinde sakin (sessiz) harf hükmündedir. Çünkü harfinde gizlilik (sessizlik) vardır. Gizlilik yani sessizlik ise sakin olan harfe daha yakındır. Ve üçüncüsü de, harfinden sonra gelen sakin harfidir."

kelimesi, tıpkı, "el-Büka/Büka" kelimesi gibidir ve fiil o-larak masdar halinde gelmiştir. Bu da, "kişiyi istediğini elde etmeye ulaştiran, yol gösteren" demektir. Çünkü bu gerçeği, bunun karşıtı ya da zıd­dı olan "dalâlete düşmek" olduğunu şu âyetten anlayıp çıkarmaktayız. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

"İşte onlar, hidâyete karşı dalâleti satın alanlardır.[8]

Ancak burada şöyle denildi: "(Emirlerine bağlılık gösterip yasaklarından kaçınan) takva sahiplen için bir hidâyettir (yol gösterendir)." Takva sahipleri demek, hidâyete erenler, istediklerine ka­vuşanlar, demektir. Bu adeta değerli ve saygın bir kimse için kullanılan şu ifadeye benzer bir durum sergilemektedir:

yani, "Allah seni aziz ve soylu (saygın) bir kimse kılarak ikramda bulunsun. " Böyle denmekle o kimse hakkında Al­lah'tan, onda var olan iyilik halinin sabit kalmasını ve devamını istemiş olmaktır. Tıpkı şu kavli (isteği ya da talebi) gibi:

"Bizi dosdoğru yola ulaştır,"[9]

Çünkü yüce Allah'ın, muttaki olmayanları takva sahipleri olarak isimlendirmesi, onların takva giysisini giymek üzere olmaları sebebiyle­dir. Bu tıpkı Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in şu hadisindeki ifa­deye benzer:

"Kim Ölmek durumunda olan birini öldürürse, üzerinde bulunan her şey öldürene aittir."[10]

Yani cihad ya da gaza esnasında bir gazi herhangi bir düşmanı öl­dürürse üzerinde var olan şeyler gaziye aittir, onun hakkıdır.

Nitekim İbn Abbas'ın -Allah her ikisinden de razı olsun- :

"Herhangi biriniz haccetmek istediğinde acele etsin. Çünkü o hastayı hastalandırır."

Hadiste, "maktul" manasında "katıl" ifadesi kullanılmış ki bu "öl­müş kimse" demektir. Oysa ölmüş olan öldürülemez. Burada, ölmek du­rumunda olan, ölmeye kesin yaklaşmış olan, demektir.

îbn Abbas da, "O hastayı hastalandırır. " demekle, haccm hastalık sebebi olduğunu değil, yolculuğun meşakkati açısından hastalık sebebi hac ifadesiyle zikredilmiştir ki, genelde insanlar yolculuklarda daha çok hastalanabilirler, daha yakın ihtimal yolculuk olduğu gerçeğine dikkat çe­kiliyor. İşte buradaki âyette de buna benzer bu inceliğe dikkat çekiliyor. Çünkü, ölmek üzere olana "ölmüş", hastalanma ihtimalinin kuvvetli ol­duğu yerde de, "hasta" ifadesini görüyoruz.

Bu âyette, "Takva sahiplerini hidâyete erdirir." denildi ve fakat, olanları, "dalâlettekileri hidâyete erdirir." denmedi.

Çünkü, dalâlet erbabı iki gruptur. Bu gruplardan birinin dalâlette kalacakları, birinin ise hidâyete, doğru yola yönelecekleri bilindiğinden dolayı denmemiştir. İşte takvaya en yakm olanlar bunlar olmaları sebe­biyle, "müttakîler" ifadesi bunlar için zikredilmiştir. İşte anlattığımız üzere ifade bu açıdan böylece kısa ve öz tutulmuştur.

Burada sûreye böylece başlamanın yanında, "Takva sahipleri için bir hidâyettir." denilmesi -ki bu sûre Zehraveyn adını taşıyan iki sûre­den ilki olup, ikincisi de Al-i İmran süresidir, Kur'an'm en üst noktası adı da verilmiş olması- yüce Allah'ın sevgili kulları dediğimiz velileri hakkında bu sûrede oldukça çok söz edilmesindendir.

"Muttaki" kelimesi lügatte ism-i fail (yani etken sıfat/fıil)dir. Kelime kökünden alınmadır ve "iftial" kalıbında, "itteka" dır.

Bu kelimenin "fael fiili" (yani ilk harfi) harfidir, "lamel fiili" (yani son harfi) ise harfidir. İşte bu kelime iftial kalıbında olması bakımından, kelimedeki harfi, harfine dönüştürülmüştür. Sonra da bu harfı^ diğer harfinin içine katıştırılmış, idgam olunmuştur. Böylece, fiili elde edilmiştir.

Vikaye: Aşırı derecede korumak, himaye etmek, demektir. Şeriat dilinde vikaye: Yapılmaması ya da işlenmemesi gereken bir şeyi yapmak ya da işlemek, yapılması veya işlenmesi gerekli olan bir şeyi de terk etmek sonucu gelebilecek ceza ve azaptan kişinin kedisini istenilenleri ye­rine getirmek suretiyle korumasıdır.

kelimesi mahzuf bir mübtedanın (öznenin) haberi (yükle­mi) olarak mahallen merfudur. Ya da, hüden kelimesi,  ile birlikte, işaret ismi olan, 'nin haberi olarak mahallen merfudur. Yahut da, deki zamirinden hal olmak üzere mahallen mansubtur.

Ancak dil] edebiyat ve belagat bakımından söylenmesi gereken en uygun söz şudur:!''

"Elif- Lâfn - Mim" başlı başına bağımsız bir cümledir veya yine kendi başına bağımsız bir takım mûcem (yani manaları pek anlaşılama­yan, müphem ve'i'kapalı) harflerdir. Bu bir.

ise ikinci cümledir. Bu da iki. de üçüncü cümledir, bu da üç ve dördüncüsü olarak de dördüncü cümledir. İşte söylenmesi gereken en doğru söz de budur.

İşte böyle bir tertip ile gerçek anlamda belagat ölçülerine dikkat olunmuş olmaktadır. Çünkü; öyle bir cümle düzeni kurulmuştur ki, cüm­leler arasında herhangi bir bağlaç (bağ edatı) kullanılmadan birbiriyle a-henkli cümleler halindedirler. Çünkü görüldüğü üzere cümleler peş peşe ya da art arda, biri diğerini kucaklar halde gelmişlerdir. Kısaca cümleler hep iç içe olmuşlardır. Örneğin, ikinci cümle birinciyle müttahid (birleş­miş), onu kucaklamış bir haldedir ve cümleler böyle devam edip gitmek-tedirler.Yani üç iki ile, dördüncüsü de üçüncüsüyle iç içedirler.

Bunun böyle olmasının açıklaması ise şöyledir: Öncelikle ilk cümle ile, meydan okunmak üzere ortaya konan bu Kitap hakkında uyarı ve ikazda bulunuluyor. Hemen bunun peşinden bu Kitabın en üst seviyede kemal derecesirie ulaşan ve bu özelliği taşıyan bir Kitap cîduğu gerçeği anlatılıyor, buna vurgu yapılıyor. Bu ise işin meydan okıu.ma yönünü kesin olarak ortaya döküyor. Hemen bundan sonra da, bu kitapta bir şüp­heye, işkillenmeye yer olmadığı hususu kesin bir dille anlatılıyor. Bu ise bu, Kitabın bu yönüne bir tanıklık ve onun kemal yönünü tescildir, onay­lamadır. Çünkü, hak olan ve bunun hak olduğu gerçeği de yakin olarak bilinmesi açısından dolayısıyla bunların kemâl derecesinden daha üstün bir kemal gösterilmez, gösterilemez. Nitekim batıl ve şüpheye dayalı olan şeylerden de daha eksik ve kısır olanı yoktur ve olamaz.

Nitekim bir alime:

— "Neden haz alır ve hoşnut kalırsın?" diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

— "İzah ve açıklamaya fırsat vermeyecek açıklık ve netlikteki susturu­cu bir hüccet (kanıt) ile insanı küçültüp rezil eden, aşağılayan bir şüphe..."

Sonra Rabbimiz bu Kitabın, "Takva sahipleri için bir hidâyet" ol­duğunu haber vermiştir. Böylece yakin denilecek bir kesinlikte bu Kita­bın etrafında bir şüphenin yer almayacağını tescil etmiş ve "Ona önün­den de ardından da hatıl gelemez."[11] demekle de hak ve gerçek olduğunu belgelemiş olmaktadır.

Diğer taraftan bu cümlelerin bu kadar ince bir tertip ile ve tatlı bir nazım ve düzen ile sıralanmasının yanında bir takım nükteler ve gön­dermeler de vardır. Şöyle ki; ilk cümlede hem hazif var, hem de en güzel bir şekilde matluba (istenip arzulanana) da bir işaret vardır. İkincisinde marife oluştaki azamet ve fehamet ifadesi bulunmaktadır. Üçüncüsünde ise, "rayb-şüphe, kuşku ve işkillenme" ifadesinin bir zarf olan, üzerine takdimi, bundan önce zikredilmesindeki incelik.

Dördüncü cümlede ise hem hazf vardır. Bir de bir masdar kelime olan, "hüda" kelimesinin ism-i fail yerinde ve o manada geti­rilmiş olması yani, "el-Hâdi" anlamında, "hidâyete erdiren, doğru yolu gösteren " manasında zikredilmiş bulunmasıdır.

Sanki burada adeta; "O Kur'an'ın kendisi bizzat hidâyettir, hidâyet kaynağıdır." der gibi bir mana. Bir de,  kelimesinin nekra (belir­siz) olarak gelmiş olması da şöyle bir manayı göstermek içindir:

"Bu öylesi bir kitaptır ki, hiçbir kimse onun künhüne, detaylarına as­la vakıf olamaz. Onu gerçek manasıyla ihata edemez.

Daha önce geçtiği üzere müttakiler konusunda da icaz hususu var idi ki, az bir ifadeyle birçok manayı içermesi gibi. [12]

 

3 - O takva sahipleri görmedikleri gayba inanırlar, namazla­rını gerektiği şekilde dosdoğru olarak kılarlar ve

kendilerine rızık olarak verdiğimiz imkanlardan da Allah yolunda harcarlar.

 

Burada bir ilgi zamiri olan, kelimesi, bir zamirinin takdiriyle medih (övgü) manası içermek üzere mahallen merfudur. Ve cümle: takdirinde olmuş olur. Ya da bunun başına bir kelimesi eklenmek suretiyle yine medih manasını içermek üzere mahallen mansubtur ve bu takdirde de cümle şöyle olmaktadır:

Veya bu, mübteda (öznedir). Bunun haberi de, dir. Bu durumda yine mahallen merfudur. Ya da, kelimesinin sıfatı olarak mecrurudur. Yani bu takva sahiplerinin kimler olduğunu açıklamak ve onları göstermek için gelen bir sıfat olmuş olur. Örneğin:

"Zeyd, muhakkik (gerçekçi) ya da muhakkak (gerçek) bir fakih (ilim adamı)dır." gibi.

Dolayısıyla bu âyet de, iman noktasından takva sahiplerinin durum­larının temel olarak üzerinde bina edilen şeyleri kapsadığından böyle denmiştir. Takva sahiplerinin temelini oluşturan da "iman" gerçeğidir ki, bu, diğer hasenelerin (yani iyilik ve güzelliklerin), namazın ve zekatın te­melidir.-Bütün bunlar iman temeli üzerine bina edilirler. Namaz ve zekat beden ve mal ile yapılan ibadetlerin anası ve temelidirler. Diğer ibadet­ler üzerinde asıl ölçü bu ikisidir.

Görmez misin Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), namazı, "di­nin direği" olarak adlandırmıştır.[13]

Yine Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve sellem) İslâm ile küfür arasındaki belirleyici unsur olarak namazı zikretmiştir.[14]

Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) malî bir ibadet olan zekatı da "İslâm 'in köprüsü " olarak isimlendirmiştir.[15]

İşte başta bu iki ibadet olmak üzere diğerleri de onları izler. Bu iki ibadeti zikretmekle, diğer taatleri tek tek saymaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü, bu iki ibadet adeta diğer taatleri öğrenmenin bir adresi, hedefi olarak gösterilerek hedefe ulaşılınca ya da adrese gidilince orada nelerin olduğunu zaten öğrenmiş olacaktır. Kaldı ki, bu iki ibadetin belirtilme-siyle çok açık olarak ve net bir şekilde diğerlerini anlatımına artık gerek kalmamış oldu. Bir de bu iki ibadetin en faziletli ibadetler olduğunu da açık olarak dile getirmiş oldu.

Veya bu, takva sahipleriyle ilgili bir sıfat olarak ortaya konmanın yanında bunun dışında da birtakım faydalar taşımaktadır. Örneğin: "Fa­kih, mütekellim (kelâmcı) ve tabip (hekim) olan Zeyd gibi".

Takva sahipleri yani muttakilerden murat, günah ve kötülüklerden sakınan, kaçınıp uzak duranlar demektir.

'İman ederler (inanırlar)" Bu kelime if'al babmdandır ve "emn " kökünden türemedir. Manası da: doğrularlar, tasdik eder­ler, onaylarlar, demektir. Nitekim, denir ki bu, "Onu tasdik etti, doğruluğunu onayladı. " manasındadır. Bunun gerçek ifadesi ise şöyledir:

"Onu yalanlamaktan ve ona karşı çıkmaktan uzak durarak ona gü­ven ve teminat verdi."

Bir de bu kelimenin ikrar etti, itirafta bulundu manasım içermesi için, cer edatı olan, harfiyle müteaddi (yani geçişlilik) kazanır.

"Gayba, bilinemeyen ve görülemeyene" ifadesine gelince; insanların gözlerinden kaybolan, görülemeyen şey ve şeyler demektir. Yani, peygamberimiz Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından bildirilen öldükten sonra yeniden dirilme, mahşer alanında toplanma, hesap görülme ve benzeri hususlar demektir. Kelime bu manasıyla aynı zamanda kayıp olan şey manasını da içerir. Fakat burada görüldüğü gibi masdar olarak gelmiştir. Şayet bu kelimeyi, "iman" ifadesini sılası (yani ilgi cümleciği) olarak değerlendir irs en bu, kök olarak, dendir. Eğer kelimeyi hal olarak değerlendir irs en bu takdirde mana, gö­rünmeme ve gizlilik yani ve anlamında olmuş olur. Yani:

'İnanılması gereken şeylerden uzakta ve onları görmeksizin iman ederler, inanırlar." demektir. Kısaca, "gayb ile (yani görünemez ve biline­mez ile) karışık" demektir.

Sahih ve gerçekçi manadaki İman; dil ile ikrar ve kalp ile de tasdik olunan bir imandır. Amel ise imana dahil ve iman çerçevesi içinde de­ğerlendirilmemiştir.

"Namazlarını gerektiği şekilde dosdoğru ola­rak kılarlar. " ibaresine gelince bu, "eda ederler" anlamındadır. Burada, "eda" yerine "ikame ederler" ifadesinin yer alması şundan ötürüdür: Kı­yam ile namazın bazı rükünleri demektir. Nitekim, kıyanı, "kunut" diye de ifade olunmaktadır ki bu da, "kıyam " manasmdadır.

Aynı zamanda, rüku, secdeler ve teşbih (namaz) için bu ifade kulla­nılmış ve bütün bunlar da aynı manayı kapsamaktadırlar. Çünkü âyetler­de tüm bu ifade ve tabirler geçmektedir. Kısaca namazın içinde tüm bu sayılanlar var olduklarından dolayı bunlara da kıyam denmiştir.

Ya da, "namazın ikamesinden " murat, namaz ile ilgili ta'dil-i erkân olabilir. Bu da, direği dikmek, düzeltip sağlamlaştırmak manasmdadır. Dolayısıyla namazları böyle bir dikkat ve titizlik, itina içerisinde kılmak ve yamukluk yapmamak gerekir. Veya bu ifadeden asıl amaç, namaza devamlılık ve onun hakkını koruma manası olabilir.

Örneğin: "Pazar kuruldu." denildiği vakit, artık herkes oraya yöneliyor, pazar iyice revaç kazandı, demek gibi. Çünkü na­maza devam olunması ve hukukunun korunması halinde bu da tıpkı pa­zar örneğinde olduğu gibi revaç kazanır, insanların ona rağbeti de artar. Eğer bunun değeri kaybedilir ya da kaybettirilir s e bu, artık kâr sağlama­yan, rağbet olunmayan veya rağbet görmeyen bir şey durumunda olur.

"Salât" kelimesi, fiilinden, yani ölçüsünde bir kelimedir ki bu da tıpkı, kelimesinden alınan, "zekat" kelimesi gibi. Bu kelimenin yazılışı ise harfiyle olup tef­him ile okumaktır.

"salla" fiili aslında, "Kalçalarını (kıçını) hareket ettir­mek" demektir. Çünkü namaz kılan bir kimse de rüku ve secdelere vardı­ğında iki taraftan da kalçasını hareket ettirir. Nitekim dua eden kimseye de, "musalli" denir ki, bu, rüku ve secde yapan kimseye huşu ve huzur yönlerinden benzediği için böyle denmiştir.

"Rızık olarak verdiklerimizden." burada, demek olup "verdik" anlamındadır. da burada, manasmdadır.

"Tasadduk ederler\ harcarlcu:" demektir.

Burada, "Bazı, bir kısmını..." manasında olan, cer edatının getirilmesinin sebebi, yasaklanan yerlere harcama yapılma­ması ve haram yollarda harvurup harman savrulmaması açısından bir ba­kıma onları korumak için getirilmiştir. Bir de burada mef ul (yani tüm­leç) fiile takdim edilmiştir. Bunun da sebebi, onun önemini yani rızık ve imkan olarak sunulan şeylerin ehemmiyetini göstermek ve vurgulamak içindir. Bundan da anlatılmak ya da belirtilmek istenen şey, zekattır. Çünkü namaza hem yakındır ve hem namazın ikiz kardeşidir yani zekatsız namaz ve namazsız zekat düşünülemez.

Veya bununla hem zekat ve diğer yardım ve infak konuları denmek istenmiş olabilir. Çünkü, ifade mutlak olduğu için bütün hayır yollarını ve çeşitlerini kapsar. Bir de ile kelimeleri, ve kelimeleri anlam bakımından aynı manaları taşırlar.

Fael fiili (yani baş taraftaki harfleri) ve aynel fiili (kelimenin ortasındaki harfi) ikinci harfi harfi ise, bütün bu türden fiillerin manası, "Çıkmak (çıkış) ve gitmek (gidiş)" anlamında olur.

Bu âyet, amellerin imandan olmadığını da gösteriyor. Çünkü gö­rüldüğü gibi namaz ve zekat ibadetleri "iman" ifadesi üzerine atıf yapılarak anlatılmıştır. Oysa atıf ise muğayereti (farklılığı) yani bunların iman ile aynı şey olmadıklarını, farklı şeyler olduğunu gösterir. [16]

 

4 - Onlar hem sana indirilen Kitaba ve hem de senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara iman ederler, ahiret gününe de ke­sinkes inanırlar.

 

"O inananlar"'dan maksat, Ehl-i Kitap'tan Abdul­lah b. Selâm ve benzer iman edenlerdir. Bu gibileri Allah tarafından indi­rilen tüm vahye iman etmişlerdir. Kesin bir şekilde ahiret hayatına da kuşku duymayacakları bir manada iman etmişler ve daha önceki inançları olan, "Cennete ancak Yahudi veya Hnstiyanlar girecektir, ancak sayılı gün­ler onlara ateş dokunacaktır." gibi sakat düşüncelerini de bir kenara at­mışlardır.

Bir de eğer bu kısmı, "...gaybe inanırlar. " kısmına atfedecek olur­san, bu da, "muttakiler" cümlesinden olmuş olur. Böyle değil de bunu, "muttakiler" üzerine atfedecek olursan bu takdirde o cümleden olamaz­lar. Bu takdirde de sanki şöyle denilir gibidir:

"Bu Kitap, takva sahipleri için bir hidâyet olduğu gibi, sana indirilen­lere iman edenlere de bir hidâyettir."

Veya bundan murat şu olabilir: "Birincileri vasfetmek, tanıtmak­tır. " Bunun ardından da araya bir bağ edatı koymuş oldu. Bu tıpkı şu cümlede olduğu gibi nitelikler arasına bir bağ edatının getirilmesine ben­zeyen bir durumdur. Örneğin; "O, cesur ve cömerttir," gibi. Nitekim şa­irin şu ifadesi de buna benzer bir örnektir:

Soylu, dediğini yaptıran, ele avuca sığmaz krala Ordunun savaş kalabalığı içindeki eşsiz arslanına

Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: "Onlar ki bu sıfatları ya da özel­likleri bünyesinde bulunduranlardır." İşte o sıfatlardan biri de:

yani "Sana indirilene..." Yani Kur'an'a iman ederler. Bundan kasıt, onların zamanında indirilmiş olan Kur'an'ın bir kısmına iman değil, henüz inmeyip ileride inecek olan vahyin tamamına iman etmektir. Çünkü vahyin ya da Kur'an'ın tamamına iman etmek va­ciptir (yani farzdır).

Âyette, "indirilen" diye vahiyden geçmiş zaman ile söz edilmiştir. Oysa bu ifade nazil olduğu zaman henüz Kur'an'ın bütünü inmiş değildi, ancak onların da vahyi ya da inzali bekleniyordu.

Bunun böyle ifade edilmesinin sebebi, elde var olanın henüz inme­miş olana oranla daha galebe çalmış olması, fazla olması sebebiyle tama­mı elde imiş gibi bir ifadeye yer verilmiştir. Çünkü onların da vahyi ke­sindir. Kaldı ki, vahyin bir kısmı gelmiş ve bir kısmının da gelmesi bek­leniyor ise bu, tamamı gelmiş ya da nazil olmuş hükmündedir ve öyle de­ğerlendirilip kabul edilir.

"Ve hem de senden önceki peygamberlere indi­rilen kitaplara". Dikkat edilirse burada da, daha önce geçmiş olan pey­gamberlere -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun- indirilen başkaca kitaplara, demek istiyor.

Burada, kelimesi, keli­mesinin müennesi (yani dişil kelimesidir ki, "son" anlamında olması ba­kımından, "ilkin" ya da "birincinin" zıttıdır ve bu bir sıfattır. Mevsûfu (yani niteleneni) de mahzuftur. Bu mahzuf yani asılda olmayan ve fakat olduğu var sayılan kelime, "ev, yurt" kelimesidir.

Bunu da bir başka âyette geçen ifadeden Öğreniyoruz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

İşte ahiret yurdu." [17]Bu kelime, sıfatı galibeden yani öteki dünya için en çok kullanılan bir sıfattır. Nitekim bu dünya için de, "dünya " kelimesi sifat-ı galibedir. Böyle denildiğinde içinde ya­şadığımız dünyadan başka bir dünya akla gelmez, öncelikli olarak aklı­mıza gelen bu dünya olur. İşte bu türden kullanılan sıfatlara sıfat-ı galibe denir.

Kıraat imamlarından Nâfı (70-169/689-785) bu kelimedeki harfini hazfetmek (çıkarmak) ve bunu harekesini de harfine naklet­mek suretiyle hafifleterek okumuştur. Yani, yerine, olarak kıraat etmiştir.

El-Iykan: Şekke, kuşku ve şüpheye, işkillenmeye yer vermeksizin kesin bilgi ve ilim manasındadır. [18]

 

5 - İşte bu özelliklere sahip olanlar Rablerinden gelen bir hidâ­yet üzerindedirler; onlar gerçekten kurtuluşa erenlerin ta kendi­leridir.

 

şayet, mübtedâ olarak kabul edilirse, de mahallen merfu olur. Eğer böyle kabul edilmezse iraptan mahalli olmaz. Aynı zamanda ilk ilgi zamirinin, üzerinde takdiri, geçerli kılınması ve ikincisinin de mübteda olarak merfû kabul edilmesi de mümkündür. Bu takdir de, de bunun haberi olur.

Hidâyetin ve felahın (yani kurtuluşun) bunlara tahsisi, kitap ehline tarizde bulunmaktır. Çünkü kitap ehli (yani Yahudi ve Hrıstiyanlar) Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in peygamberliğine iman etmezler. Buna rağmen kendilerinin hidâyet üzere olduklarını zannederler. Böylece de yarın Allah katında felaha ereceklerini umarlar.

ifadesinde yer alan, cer harfindeki isti'lâ ma­nası sadece bir temsildir ve takva sahiplerinin hidâyet noktasındaki karar­lılıklarını gösterir. Yani cer edat olan, bir şeyin üzerine çıkmak, demektir. Buradaki mana takva sahiplerinin hidâyetin üzerine çıkmaları değil, temsili bir mana olarak, bundaki kararlılıkları belirtiliyor. Buna sağlam bir şekilde bağlılıklarına değiniliyor. Böylece bunların durumları adeta bir şeyin üzerine çıkıp binen manasında temsili bir anlatımdır. Nite­kim bunun bir benzer ifadesi de, "Hak üzerinde, batıl üzerinde" ibaresin­de de geçmektedir. Kaldı ki şu ifade de bunu açık olarak ortaya koymak­tadır. Örneğin:

"Günahı binek edinmiş", "Cehaleti, bilgisizliği yularını bırakmıyor", "Rüzgarın esişine göre yön değiştirir" gibi.

"Allah katından verilen bir hidâyet üzere" Bura­da, kelimesinin nekra olarak getirilmiş olması, kimsenin kün-hüne, incelik ve detayına ulaşamayacağı bir tür hidâyet, anlamındadır. Sanki, "Hangi hidâyet üzerindedirler?" denilir gibi bir ifade. Bunun ben­zer bir ifadesi şu cümledir: Bir etin üzerine düştüler. Bu şu demektir: Bü­yük ve tarifsiz bir et ziyafetine konuk oldular. İşte âyetteki ifade de böyle bir ifadedir.

"istediklerini elde eltiler, kaçlıkları şey­lerden kurtuldular."

Felah: İstediğine ulaşmak, ona kavuşmak, demektir. Müflih: İstedi­ğini kazanan, arzuladığını elde eden, manasındadır. Yani adeta kendileri için çeşitli zafer yolları açılmış olan, demektir.

Bu terkip yani kelime, yarmak ve açmak gibi manalara gelir. Nite­kim buna benzer kelimeler de yani, Fael fiili (ilk harfi) ve aynel fiili (ikinci harfi) de olan kelimeler hep bu manadadırlar.

Örneğin, gibi. Bu âyette bir başka sûrede geçtiğinin aksine arasında atıf edatı ile gelmiştir. Oysa şu âyette söz konusu işaret isimleri arasında atıf edatı yoktur, işte âyet, Rabbimiz buyuruyor ki:

"İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır."[19]

Çünkü önceki âyette, aralarında atfın olmasını gerektiren bir durum vardır. O da, iki farklı haberin Bakara Sûresinin 5. Âyetinde yer alması­dır. İki haber arasında tam bir ittisal ya da beraberliğin var olması yanında, yine ikisi arasında tam bir inkita (kesiklik) bulunmaktadır. Bunlardan biri hidâyet, diğeri de felahtır (kurtuluştur). Çünkü ikisi arasında akıl ve varlık açısından bir temayüz bulunmaktadır. Hidâyet bu dünya ile ala­kalıdır. Oysa felah ahiret ile alakalıdır. İşte bu bakımdan aralarında atıf (bağ) edatı yer almıştır.

Oysa yukarıdaki âyette geçen (Araf, 179), "hayvanlar" tabiri ile, "gafiller ifadesi" sonuçta aynı şeydir, bu açıdan da aralarında bir bağlaç geçmesine yer verilmemiştir. Kısaca birinde gaflet olayı ile hayvanlara benzetme yer almıştır -ki bu Araf Sûresinde böyledir- dolayısıyla ikinci ifade ilk ifadeyi teyid etmekte ve desteklemektedir, ikrar etmektedir. Bu­nun için de burada atfa ihtiyaç duyulmamıştır.

zamiri ise, fasl zamiridir. Bunun da üç yararı bulunmaktadır. Bunlardan ilki; kendisinden sonra gelen kelimenin sıfat değil, haber oldu­ğunu göstermektir. İkincisi de te'kid etmektir. Üçüncüsü de müsnedin, müsnedi ileyhe hasrıdır. Bu arada, müsnedin başka şey için değil, müsnedi ileyh için var olduğunu gösterip ortaya koymaktır. Ya da bu mübteda olabilir, haberi de, kelimesi olmuş olur. Cümle ise bütünüy­le, 'nin haberidir.

Buraya özellikle dikkatini çekmek isterim, Yüce Allah değişik yol­larla, takva sahiplerinin hiçbir kimsenin erişip elde edemediği derecelere erdiğini tekrar tekrar ifadelerle uyarıda bulunup dikkatimiz buraya çekil­mek isteniyor.

Bahis konusu edilen ise işaret ismi ve bu ismin tekrarıdır. Bu işaret ismiyle, takva sahipleri için, hidâyet açısından bir tercihin var olduğu gi­bi, yine onlar için felaha ermekle de bunun tercihin ya da seçilmiş olma­nın var olduğu da bir gerçektir.

kelimesinin marife ya da belirli olarak gelmesine ge­lince, burada şöyle bir incelik bulunmaktadır:

"Takva sahipleri, öylesi insanlardır ki, onların ahirette felaha ya da kurtuluşa erecekleri sana ulaşmıştı. Nitekim senin beldenin halkından da birisinin kesin olarak dönüp tevbe edeceği de sana ulaşmıştı. Sen de, Onun kim olduğunu sorup soruşturmuşum, haberini öğrenmeye çalışmıştın. Sana o kişinin Zeyd bin Sabit olduğu haberi verilmişti."

Burada, ile arasına bu zamirin girip yer al­ması, sana onların mertebelerini gös'termek, istedikleri şeyi istemekte se­ni teşvik ettirmen, rağbet ettirmen içindir. Aynı zamanda onların gelecek­leri için sundukları konularda seni daha zinde tutmak ve buna arzunu ar­tırmak içindir.

Allah'ım! Bizi takva elbisesiyle süsle. Bizi, Bakara Sûresinin ba-şında yer verip kendileriyle Sûreye giriş yaptığın kimselerden eyle! [20]

 

6.-7. AYETLER

 

Meali

 

6. Doğrusu şu ki, küfür ve inkârlarında ısrar edenleri uyarıp korkutsan da, uyarmayıp korkutmasan da onlar için birdir, yine de inan­mazlar.

7. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir tür perde çekilmiştir. Onlar için pek şiddetli ve acıklı bir azap var­dır.

 

Tefsiri

 

Yüce Allah, bundan önceki âyetlerde veli (dost) kullarını kendisine yaklaştıran özellik ve niteliklerini başta anlattıktan, Kitabın (yani Kur'-an'm) onlar için bir hidâyet, (yol gösteren yegâne Kitap) olduğunu açık­ladıktan sonra hemen bunu ardından da onların zıtları olanları anlatmaya başladı. Bunlar ise, oldukça azgın, haddini aşan, büyüklük taslayan ve kendilerini beğenmiş olanlardır ki bunlara hiçbir şekilde ve durumda hi­dâyetin fayda getirmediğini, bir yarar sağlamadığını şimdi tefsirini yapa­cağımız iki âyet ortaya koymaktadır. Rabbimiz şöyle buyuruyor: [21]

 

6 - Doğrusu şu ki, küfür ve inkârlarında ısrar edenleri uyarıp korkutsun da, uyarmayıp korkutmasan da onlar için birdir, yine de inanmazlar.

 

Küfür: İnkâr yolu ile hakkı örtmek ve gizle­mektir. Aslında terkip ya da kelime, örtmek ve kapatmak manasındadır. Nitekim tohumu toprağa atıp gizlemek anlamında çiftçiye de "Kâfir-örten, kapatan, gizleyen" denmiştir. Bu manada geceye de kâfir adı veril­miştir. Çünkü gece kendisi içinde işlenenleri saklar ve gizler. Ancak bu­rada:

"İyiler muhakkak cennettedirler ve kötüler de kesinlikle cehen­nemdedirler." [22]âyetleri arasında atıf edatı olduğu halde, bizim şu anda tefsirini yaptığımız âyette böyle bir atıf yoktur. Çünkü buradaki ilk cümle kitabın durumunu açıklamak için getirilmiştir. Yoksa mü'minlerin duru­mundan haber vermek için gelmemiştir.

İkinci cümle ise aynı şekilde kâfirlerin durumunu bildirmek, haber vermek için getirilmiştir. Dolayısıyla anlatılmak istenen ya da murad olu­nan konu açısından iki cümle arasında farklılık vardır. Dolayısıyla burada her ikisi de bir tanım üzerinde cereyan etmektedirler. İşte bu açıdan bura­da atfa gerek yer yoktur.

Eğer, mübteda olarak kabul edilirse, bu takdirde bu da aynı hükme tabidir. Yani mana bakımından takva sahip­lerine tabi olmuş olur.

"Kâfirlikte ısrar edenler...'"'den murat, asla iman etmeyecekleri Yüce Allah tarafından kesin olarak ve bizzat bilinen Ebu Cehil, Ebu Leheb ve benzerî adamlardır.

"Uyarıp korkutsun da, uyar-mayıp korkulmasan da onlar için birdir." Küfe kıraat okulu mensupları -ki Asım, Hamza ve Kisai bu okulun baş temsilcileridir- ke­limesinin başındaki her iki hemze açık şekilde telâffuz ederek okumuşlardır. kelimesi, İstiva (eşit) manasındadır. Tıpkı mastar kelimele­rin nitelenmesi gibi bu da bununla nitelenmiştir.

Nitekim Rabbimizin, [23]âyetinde yer alan, gibi ki bu, manasındadır. Kelimenin merfu (yani öterli) oluşu ise edatının haberi olması sebebiyledir.

fail olarak merfudur. Sanki şöyle denilmektedir:

"Doğrusu küfür ve inkârlarında ısrar edenleri, senin uyarman da, uyarmaman da eşittir, onlarda herhangi bir değişikliğe sebep olmayacaktır,"

Veya burada, kelimesi, mukaddem (önce zikredilen) ha­berdir. Dolayısıyla, ise mübteda konumunda­dır. Yani, "Onla/ı uyarman ya da uyarmaman onlar için birdir." Cümle­nin tümü ise, edatının ya da harfinin haberidir. Ancak burada, hep haber olmakla birlikte fiilden de haber olması caiz görülmüştür. Bunun böyle değerlendirilmiş olması, bunun mehcur cümle ya da kelâm türün­den olarak değerlendirİlmesindendir. Yani, işin lâfız yönünün değerlendi­rilmeyip durumun gereği açısından manaya önem verilmesidir. Kısaca burada denmek istenen husus şudur:

Eğer fiilin lâfzına bakılarak bunun lâfzı bakılarak zahirin gerektir­diği, yani olması gereken mana zahire göre muteber kabul edilirse, bu takdirde bunun bu kelimeden haber olması söz konusu değildir, çünkü olamaz yani mümtenidir. Ancak burada lâfzın gerektirdiği mana terk edi­lerek, failine muzaf (tamlanan) bir mastar kelimeye tevil olunmuş oldu. İşte demek istenen budur.

Yine âyette yer alan ve bir soru edatı olan, "hemze" ile mücerred (yani soyut) anlamda "İstiva" (eşitlik) manasındadır. Her ikisinden de doğrudan soru edatı olma manası çıkarılıp atılmıştır. Artık burada bir soru söz konusu değildir. Ancak nahiv (Arap dili) bilginlerin­den İmam Sîbeveyh, bu yine istifham (soru) edatı olarak cereyan etmiştir ki, bu tıpkı aşağıdaki şu ifadede bir ünlem (nida) harfi olarak geçmesi gibidir:

İşte burada altı çizili kelimenin başında yer alan, "hemze" ile yukarıdaki aynıdır. Kısaca demek istiyor ki, burada cümle içerisinde ge­çerken sanki bir soru edatı imiş gibi yer aldı. Fakat aslında bu, böyle gel­mekle beraber soru edatı değildir. Nitekim, bizim verdiğimiz şiir örneğin­de de bir ünlem (nida) konumunda gelmiş olmasına rağmen nida (yani ünlem) değildir.

înzar: İnsanları masiyetlerden ve günahlardan menetmek suretiyle Allah'ın azabıyla onları korkutmaktır.

"Yine de inanmazlar." Bu cümle, kendisinden önceki cümleyi teyit ve te'kid eden bir cümledir. Ya da bu,  edatının habe­ridir. Bundan önceki cümle de muterize (parantez) cümlesidir. Ya da ha­berden sonra ikinci bir haberdir.

Bunların küfürlerinde ısrar ettikleri kesin bilinmesine rağmen uyar­madaki hikmet, karşılarına hüccet ve kanıtla dikilmek içindir. Bir de risalet görevinin evrensel olduğunu bildirmek ve Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve  sevap kazanmasını sağlamaktır. [24]

 

7 - Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Göz­lerine de bir tür perde çekilmiştir. Onlar için pek şiddetli ve acıklı bir azap vardır.

 

"Allah onların kalplerini,... mühürlemiştir." İmam Zeccac (v.316/928) bu hususta diyor ki: "tem; örtmek, bürümek anlamındadır. Çünkü vesika olarak hazırlanan bir şey mühürlenerek üstü kapatılır ki, içindeki şeylere ilgilisi dışında kimse vakıf olmasın is­tenir."

İbn Abbas (Radıyallahü Anh) ise şöyle diyor: "Allah onların kalplerinin üzerini mühürleyip damgalamıştır. Bu itibarla onlar hayrın ve iyiliğin ne olduğunu akletmez ve anlamazlar."

Yani Allah onların kalplerini damgalayıp mühürlemiştir. Öylesine bir damgalamıştır ki, artık bundan böyle onda var olan küfür ondan çıkıp ya da ayrılıp gitmeyecektir. Aynı zamanda aslında kendisinde bulunma­yan iman olayı da içine girmeyecektir. Yani iman denen olay onda yer et­meyecektir.

Kısaca hatm ve tab', bize göre yani Ehl-i Sünnet açısından kulun göğsünde (kalbinde) bir zulmetin, kararmışhğm ve darlığın, sıkıntının meydana gelmesidir. Kulun kalbinde zulmet denen bu karanlık var oldu­ğu müddetçe o kimse iman etmez, edemez.

Mutezile Mezhebine göre, Melekler tarafından ancak bilinebilen ve tanınmalarını sağlayan ve kişilerin kalpleri üzerinde yer alan bir takım özel işaretler olup, böylece melekler onların kâfir olduklarını tanırlar ve onlara hep lanet okurlar, onlar için asla hayır duasında bulunmazlar.

Kimi alimlere göre, mühürleme ve damgalama işinin Allah'a isna­dı mecazîdir. Aslında mühürleyen veya damgalayan gerçek manasında kâfir olanlardır. Ancak bunu takdir etmesi ve böyle bir imkanı meydana getirmesi bakımından bu mühürleme ya da damgalama işi, yüce Allah'a isnad olunmuştur. Tıpkı fiilin sebebe isnadı gibi. Örneğin; emir (devlet başkanı ya da yetkili), şehri bina etti. Oysa emirin kendisi bu işi yapmaz, ancak o yaptırır. İşte burada böyle bir mana bulunmaktadır.

Çünkü fiilin değişik değerlendirilmeleri olabilir. Örneğin, faile, mef ulü bihe, masdara, zaman ve mekan isimlerine ve müsebbebun lehe isnadı gibi. Fiilin faile isnadı gerçek anlamdadır yani hakikattir. Ancak bazen adını saydığımız şeylere de mecazi manada isnat olunabilir. Çünkü bazen fail fiilin işlevini yüklenmekle ona benzerlik gösterebilir. Tıpkı adamın cesaret bakımından Aslana benzetilmesi gibi ki, bu onun müstear adı olmuş olur. Ancak bu anlattığımız husus da "halku'I-ef al" konusu­nun bir yönüne dahildir.

"Ve kulaklarını da mühürlemistir." Âyetin aslında kulak, tekil olarak zikredilmiş, yani "kulaklar" değil, "kulak" ifadesi ge­çiyor. Tıpkı şu ifade gibi:

"Midenizin bir kısmını doldurun ki afiyette olasınız." Yani mide ifa­desi çoğul olarak zikredilmemiştir. Çünkü meselenin birbirine karıştırıl­maması istenmiştir. Zira, kelimesi aslında masdar, yani kök fiil­dir. Kelime, Dolayısıyla bir kelime cemilenemez, çoğul yapılamaz. Çünkü bu cins isimdir. Hem az ve hem çoğa kul­lanılır. Bu tür kelimelerin ayrıca tesniyesinin (ikil halinin) ve çoğulunun yapılmasına gerek yoktur. Böylece kelimenin aslına işaret etmiş oluyor.

Diğer bir görüşe göre burada muzaf olan kelime mahzuftur. Bu da, işitme yerlerine (organlarına), demektir. Bir de bu, çoğul olarak, diye de okunmuştur.

"Gözlerine de bir tür perde çekilmiştir." Ha­ber ve mübteda olmak üzere merfudur.

Basar: Gözdeki nur ve aydınlık, ışık demektir. Yani, görenlerin görme aracı ve vasıtasıdır. Nitekim, basiret de, kalbin nuru ve aydınlığı­dır, kalp gözüdür. Ki bu sayede insan uzağı görebilir ve düşünebilir. Her ikisi de yüce Allah'ın yarattığı iki lâtif cevher olup her ikisinin de gör­mek ve kalp gözüyle de uzağı görmek için iki aleti bulunmaktadır.

kelimesi perde ve örtü manasmdadır. kalıbında gelmiştir ve fiil olarak manası örtmek, kapatmak demektir. Bu kökten gelen kelimeler, örneğin, veya gibi kelimeler bir şeyi tümüyle, örtmek, kapsamak, üzerine geçirmek an-lamlarını kapsarlar. Kısaca, kalıbındaki kelimelerin hemen tümü böyledir.

"Kulaklar" mühürlenme, damgalanma hükmüne tabidirler, yoksa gözlerde olduğu gibi perdelenme hükmüne değil. Çünkü bir başka âyette bunun böyle olduğu gerçeği açık olarak beyan edilmiştir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Kulağını ve kalbini mühürledi, gözünün üstüne de perde çek­miştir.[25]

Bir de kıraat esnasında vakfedilirken (yani durulduğunda) üzerinde değil de, kelimesi üzerinde vakfedilmektedir (yani durulmaktadır). Bu da, "kulaklar" ifadesinin bir öncesine yani mühürlen­me manasına tabi olduğunu ve Örtülü olma manasına tabi bulunmadığını gösterir. Burada kelimesini sadece mufaddal, bir fiili­nin izmariyle (gizli) ve metinde yer almayan fiiliyle mansup ola­rak okumuştur.

Bir de, derken, cer edatı olan, harfinin tekrar edilmesi iki yerde mühürlemenin şiddetinin delili olduğunu gös­terir. Nitekim, Ebu Mansur Muhammed b. Ali b. İbrahim Maturidi (484-556/1091-1160) diyor ki:

"Kâfirler hak olan sözü dinlememiş ve sonradan yaratıldıklarına dair var olan eserlere bakıp, gerek bizzat kendi üzerinden ve gerekse di­ğer yaratıklardan bir ibret bakışıyla bakmamış ve görmemiştir. Çünkü bu gözle bakıp görseydi ve hak sözü dinlemiş olsaydı, mutlaka bu kainatın bir ustasının, sanatkârının ya da yaratıcısının olduğunu bilirdi. Fakat o adeta gözleri ve kulakları üzerine bir perde germiş gibidir. Gerçi hakikat­te böyle bir perde var değil ama, o böyle davranıyor,"

İmam Maturidi'nin bu ifadesinden yola çıkarak onun kulakları da tıpkı gözlerde olduğu gibi, "perdelenme" ile değerlendirmiştir.

Bu âyet, en doğru olan ifadesiyle bizim yani Ehl-i Sünnet'in lehine ve fakat Mutezile'nin ise aleyhine bir hüccet yani kanıttır. Çünkü yüce Allah, "Onların kalplerini mühürlediğini bildirmiştir." Hiç kuşkusuz on­ların hatmi (yani mühürlenme olayını) terk etmeleri onlar adına çok daha yerindedir.

"Onlar için pek şiddetli ve acıklı bir azap var­dır. " Azap kelimesi tıpkı kelimesine benzer ki, hem bina yani temel fiillerinin temeli açısından ve hem mana bakımından denktirler. Nitekim, birini herhangi bir şeyden uzak tutunca, "Kişiyi o şeyden men etti, ona onu yaptırtmadı. " denir ki, bu manadadır. İşte bu bakımdan, da aynı manayı taşır.

ile arasındaki fark ise şöyledir: keli­mesi, hakir ve aşağılık kelimesinin karşıtı ya da zıddıdır.

ise, yani küçüğün karşıtıdır. Bu açıdan nasıl ki, hakir (aşağılık) kelimesi sağir (küçük) kelimesinden daha düşük ve alt bir anlam ifade ediyorsa, kelimesi de mana bakımından, ke­limesinden manaca üstündür. Her iki kelime de hem bizzat cisim olan varlıklar için kullanılırlar ve hem mana açısından ayrıca değerlendirilir­ler. Kısaca hepsi için bu iki kelime kullanılmaktadır.

Örneğin; "Büyük ve üstün bir adam." Deni­lir ki, bu ifade ile ya o adamın iri cüsseli olduğunu demek istersin veya oldukça tehlikeli biri olduğunu anlatmak istersin. Yani, her iki manaya da yorumlanabilmektedir.

Yine âyetteki kelimesiyle kelimelerinin nekra olarak gelmeleri şu bakımdandır. Onların gözleri üzerinde öyle bir perde çekilmiştir ki, insanlar onu bilemezler, o oldukça farklı bir perdedir. Bu, Allah'ın âyetlerini görmeme örtüşüdür ya da perdesidir. Yine bunlar için o, oldukça büyük elemler, acılar arasında öyle bir acıklı azap türü vardır ki, onun künhünü, ne olup olmadığım yüce Allah'tan başkası bilemez. [26]

 

8.-13. AYETLER

 

Meali

 

8. İnsanlardan öyleleri de vardır ki, iman etmedikleri halde "Al­lah'a ve ahiret gününe inandık." derler.

9. Onlar akıllarınca güya Allah'ı ve mü'minleri aldatıyor sanırlar. Oysa onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine de farkında ol­mazlar.

10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah hastalıklarını daha da artırmıştır. Israrlı yalanları sebebiyle onlar için acıklı bir azap vardır.

11. Ne zaman onlara, "Yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarma­yın" denildiyse, onlar, "Biz ancak ıslah edicileriz" (düzeni sağlayanla­rız), derler.

12. Şunu aklınızdan çıkarmayın ve iyi bilin ki, asıl düzeni bozup sarsanlar onların ta kendileridir. Fakat şuursuzluklarından Ötürü bunun farkında olmazlar.

13. Onlara: "Şu halkın (insanların) iman ettikleri gibi siz de ina­nın." denildiği zaman, onlar da, "Biz beyinsiz ve bunakların iman ettikle­ri gibi mi inanacakmışız, öyle mi?" derler. Şunu iyice bilin ki, onlar be­yinsiz ahmakların ta kendileridir, ancak bunu bilmezler. [27]

 

Tefsiri

 

8 - İnsanlardan öyleleri de vardır ki, iman etmedikleri halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler."

 

İnsanlar'dan Öyleleri de vardır ki, Allah'a ve ahirel gününe inandık, derler...." Yüce Allah bu sûrede önce, Allah için dinlerinde samimi ve ihlâs sahibi olanları anlattı. Bunlar özleriyle dışlan aynı olan, gönüllerinin demek istediğini dilleriyle de söy­leyen kimselerdir.

Daha sonra yüce Rabbimiz ikinci olarak inkarcıları, yani kâfirleri ele aldı, onlarm durumlarını bildi ki, bunlar da inkarcılık bakımından öz­leriyle dışları aynı olan, inkarcılıklarında dobra dobra olan kimselerdir. Kâfirliklerinde yamukluk göstermezler.

Üçüncü olarak da münafıkları gündeme getirdi. Bunlar ağızlarıyla-dilleriyle inandık deyip de, kalpleriyle içtenlikle iman etmemiş olan ya­muk ve ikiyüzlü kimselerdir. İşte bunlar kâfirlerin ya da inkarcı olanların en iğrenç ve en korkulacak olan tipleridir. Çünkü bunlar kâfirliklerinin yanında bir de küfürlerine istihzayı, alaycılığı ve inadı karıştıranlardır. Mü'minlerle eğlenip oyun oynayan kimselerdir. Bunun için bunların hak­larında şu âyet nazil olmuştur.

"Hiç kuşkusuz münafıklar cehennemin en alt tabakasında (ka­lındadırlar)."[28]

Tabiîn büyüklerinden İmam Mücahid diyor ki: "Sûrenin başından dört âyet mü'minlerin özelliklerini ele alıyor. Sonraki iki âyet de kâfir­lerin durumlarını anlatıyor. Bu âyetleri izleyen on üç âyet ise, münafık denilen iki yüzlü kimselerin durumlarını zikrediyor. Bu on üç âyette on­ların hile ve tuzaklarından, iğrençliklerinden, aşağılık bunak ve ahmak kimseler olduklarından, cahilliklerinden, onlarîa alay edileceğinden ve yaptıkları işlerinin yanlışlığından ve hiç olduğundan söz etmenin yanın­da, azgınlıkları ve sapkınlıklarının tescil edilmiş olmasından, şaşkınlık, dalgınlık ve körlüklerinden, bu özelliklerinin tescilinden söz ediyor. Rab-bimiz bu âyetlerinde onları sağır, dilsiz ve körler olarak seslenip adlandı­rıyor. Kısaca bu ikiyüzlü münafıkları aşağılık ve iğrenç örneklerle tanı­tıyor.

Münafıklarla ilgili bu kıssa (hikaye ve anlatım) başından sonuna dek kâfirler dediğimiz inkarcılar üzerine matuftur. Nitekim, her bir cümle de yine birbirleri üzerine atfedilmişlerdir.

kelimesi aslında, şeklindedir. Ancak kelimenin ba­şındaki hemze, hafiflensin, okuyuşta bir sıkıntı vermesin diye hazfedilmiştir (kaldırılmıştır). Hemze harfinin İâm-ı tarif ile (belirtme takısıy-la) birlikte hazfı (kaldırılması) adeta gerekli gibidir. Neredeyse hiçbir şe­kilde, denmemiştir. Bunun aslının böyle olduğunun kanıtı da, ve kelimeleridir. Bu isimle isimlendirilmeleri, insanın görülmesi sebebiyledir. Nitekim cinler tarafımızdan görülemedikterinden dolayanlara cin (gizlenen, görülemeyen) adı verilmiştir. kelimesi vezninde bir kelimedir. Çünkü kalıplar asıllarına göre ifade olunurlar. Örneğin, "ki" kelimesinin ölçüsü ya da kalıbı, 'dır. Oysa burada gördüğün gibi sadece kelimenin ortası (yani aynel fiili) olan harfi kalmıştır. Baştaki ve sondaki harf yer alma­mıştır.

kelimesi cemi (çoğul) sayılan isimlerdendir. Başındaki harfi tarif denilen ise cins manasındadır. Yani insan cinsi demektir. Ayette yer alan, ise, Mevsufe (nitelenendir) ve nekradır. fiili de bunu sıfatıdır. Sanki şöyle denilir gibidir:

'İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, şöyle derler:"

Yine bu âyette özellikle "Allah'a ve ahiret gününe iman" ifadesi yer almıştır, çünkü ahiret vaktinin bir sınırı, haddi (hududu) yoktur. O Öyle sürekli bir ebediyettir ki, sonu gelmez.

Bir de buna, "ahiret" denmesinin sebebi; şu geçici dünya hayatının bitiminden sonra gelecek olmasıdır, yani dünya hayatından sonra gelece­ğinden ötürü bu ad verilmiştir. Ya da bu sınırlı zaman ya da vakit, Ölüle­rin yerlerinden diriltilerek başlayacağı andan itibaren cennet ehlinin cen­nete ve cehennem ehlinin de cehenneme girmelerine dek olan süredir.

Çünkü o münafıklar bu hususta vehme kapıldılar. Böylece işin ba­şından ve sonundan olmak üzere bu ikisini ifadelerinde ele alarak iman etmenin her iki tarafım da işin içine katmış oldular. Çünkü bilindiği gibi akait ya da iman ile alâkalı meseleler, esas bakımından işin mebdeini, (baştan itibaren ele alınmasını) gerektirir. Bu meseleler de şunlardır:

Bu kainatın sanii (yaratıcısı) olan Allah'ı, sıfat ve isimlerini bil­mek ve tanımaktır. Mead; yani ahiret hayatıyla ilgili hususları bilmektir. Mead ile alakalı şeyler de; ikinci sur üfürülme vaktinden itibaren kabir­lerden yeniden dirilip kalkmak, sırat, mizan ve ahiret hayatıyla ilgili di­ğer şeyleri bilmekten geçer.

Âyetin, kelimelerinde yer alan ve tekrarlanan cer edatının tekrarlamş' sebebi, şu noktaya işaret ve dikkat çekmek içindir. Bu münafıklar imanın her iki konusundaki iddialarında sağlıklı ve mükemmel, sağlam bir iman üzere bulundukları iddiasını dile getiri­yorlar, böyle bir iddia ile ortaya çıkıyorlar.

Bir de, onların ifadelerini, "Oysa onlar iman et­miş değillerdir." ifadesiyle mutabık hale getirdi. Zaten bu, failin durumuy­la ilgilidir, fiil ile değil. Yani, burada kullanılan ve kelime olarak ism-i fail olan ifadesini açıklamaktır. Kısaca onlardan iman denen olayın söz konusu olmadığım belirtmektir.

Münafıkların, "Allah 'a ve ahiret gününe inandık, " sözlerine gelin­ce, bu da fiilin durumunu açıklamaya yöneliktir, yani bu tür bir fiilin mu­hakkak olarak onlardan sadır olacağı ya da çıkacağını açıklamak içindir, yoksa failin değil. Çünkü, münafıklar her ortamda Allah'a ve ahirete iman ettiklerini hep söyleyeceklerdir ve böyle bir ifadenin onlar tarafın­dan söyleneceği de muhakkaktır.

Kaldı ki; burada asıl demek istenen şey, savundukları ya da iddia­sına kalkıştıkları şeyleri inkâr etmek, kabul etmemek ve en net ve müba­lağalı bir tarzda nefyetmektir, bu nefyi ya da inkârı pekiştirmektir. Bu ise, bunların bizzat inananlardan oluşan bir taife ya da grup olmadıkla­rını, bu anlamın içinden çıkarmaktır. Nitekim bunun benzeri, Rabb'imizin şu âyetinde de belirtilmektedir; yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ateşten çıkmak isterler ve fakat onlar oradan çıkacak değil­lerdir.[29]

İşte bu âyetteki, ifadesi yani, "Ve fakat on­lar oradan çıkacak değillerdir." sözü, "Ve oradan çıkamazlar." demekten daha mübalağalı ve etkin bir ifadedir. Yani fail (ism-i fail) olarak, kelimesi, fiil olarak kelimesin­den daha kesin bir mana anlatır.

"İman" olayını ikinci ifadede, inanılacak şeyleri zikretmeksizin mutlak olarak Rabbimiz zikretmiştir. Oysa ilk ifadede bu, kayda bağlan­mıştı. Kaldı ki; bununla takyidin de murat olunma ihtimali vardır. Dola­yısıyla önce zikredilen ifade buna da delâlet etmesi bakımından burada kayıtlamayı terk etmiştir.

Ayrıca burada imanlarının olmadığını anlatmak, yani aslında mü­min olmadıklarım belirtmekle ilk başta zikredileni de reddetmek ve böyle bir durumun var olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü, bu mananın içinde zaten o da yer almış oluyor. Kısaca mutlak anlamda bir imanın varlığından söz edilmediğine göre, mukayyed manadaki bir imanın olma­yışından öncelikle söz edilmeyi gerektirir. O da içerik bakımından mut­lak manadaki imansızlık içinde yer alır.

Ayet aynı zamanda Kerramiye Mezhebinin inançlarını da reddet­mektedir. Çünkü Kerramiye Mezhebinin inançlarına göre iman, sadece dil ile ikrardan ibarettir. Zira onlarda imanın ikrarı olduğu halde onlar­daki iman etme ismini reddetmektedir. Bu âyet Ehl-i Sünnetin inancını ve görüşünü desteklemektedir. Ehl-i Sünnet inancına göre iman: "Dil ile ik­rar ve kalb ile tasdik"'ten ibarettir.

Bir de, haberine harfinin gelmesi, reddi ve nefyi te'kid etmek içindir. Çünkü böylece eğer dinleyen ya da duyan kimse sö­zün başından gaflete düşer, aymaz bir tavır takınırsa, bununla, o kimse­lere inkarcılıkları yüzünden bir delil ya da kanıt gösterilmiş olur.

kelimesi ya da edatı lâfız bakımından tekil (yani müfret)^bir kelimedir. Mana bakımından ise cemi (çoğuldur). İşte bu açıdan, fiili müfret olarak gelmiştir. edatının müfret olan lâfzı esas alın­mıştır. "Onlar iman etmiş değiller." cümlesi, edatının çoğul olan manası göz önünde tutularak da çoğul olarak gelmiştir. [30]

 

9 - Onlar akıllarınca güya Allah'ı ve mü'mînleri aldatıyor sa­nırlar. Oysa onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine de farkında olmazlar.

 

"Allah'ı aldatıyorlar." Burada aslında muzaf (tamlanan) mahzuftur. Bu da, "elçi" kelimesidir ve demektir ki mana, "Allah'ın Rasulünü aldatıyorlar (aldatırlar)." de­mektir. Bu tıpkı şu âyetteki ifade gibidir:

'Kasabaya sor."[31]

Oysa burada demek istenen "Kasabaya" değil, "Kasaba halkına sor" demektir. İşte burada, muzaf (yani tamlanan olan) "halk" kelimesi mahzuftur. Nitekim, Ebu Ali Farisî Hasan b. Ahmed b. Abdulgaffar (v. 377/987) (Radıyaiiahü Anh) ve başkaları da böyle söylemişlerdir.

 \jy » kelimesi; asıl içlerinde gizlediklerinin aksini açıklamak, demektir. kelimesi ise, "Onlar içlerindekinin aksini dışa gös­teriyorlar. " manasındadır. Çünkü kelimesi, kişinin esas itiba­riyle içinde gizlediğinin aksini dışa vurması, açıklaması demektir. Yüce Allah, Peygamberi Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yerini yü-celtmiştir. Çünkü peygamberini aldatıp tuzağa düşürmek isteyenleri tıpkı kendisini aldatmak isteyenler olarak değerlendirmiştir. Zira âyette görül­düğü gibi muzaf zikredilmemiştir. İşte bu, tıpkı şu âyetteki ifadeye ben­zer bir ifadedir. Yüce Mevlâmız şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak ki, sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmekte­dirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir."[32]

Bu âyete dikkat olunduğunda, Rasulûllah (Sallalahu Aleyhi ve Sellem) ile biat eden bir kimse tıpkı Allah ile biat etmiş gibidir. Çünkü Allah böyle değerlendirmektedir. Biat olabilmesi için de mutlaka kendisiyle biat yapı­labilen gerçek bir araca gerek vardır. İşte bu biat aracı eldir. Dolayısıyla Allah Rasulünün eli onların elleri üzerindedir. Rabbimiz, Rasulünün eli­ni tıpkı kendi eli olarak değerlendiriyor ve bu âyette buna işaret ediyor. Ancak Allah cisimden münezzehtir. Detaylar için ilgili kaynaklara bakı­labilir.

İşte burada tefsirini yaptığımız bu âyet de aynen örnek olarak ver­diğimiz âyetteki gibidir.

Bir diğer yorum olarak da denilmiş ki; "Onlar, kendi iddialarına göre Allah'ı aldattıklarını sanırlar. Çünkü bu münafıklar, Allah da ger­çekten tıpkı diğer aldatılan kimseler gibi aldanır zannediyorlar."

Aslında bu Örnek, yani ya da aldatma olayı çoğunlukla iki kimsenin müşareketi (birlikteliği, işbirliği) dışındakiler için söz konu­sudur.

Örneğin, "Hırsıza ceza verdim, işkence ettim." gibi. Kısaca mufaale babının binası çoğunlukla tek kişinin üstünlüğündeki mü­şarekete dayanır.

Bu âyet, olarak okunduğu gibi, aynı zamanda, olarak da okunmuştur. Bu da, fiilini beyan (açıklamak) içindir. Ya da bu, başlı başına bağımsız yeni bir cümledir. Sanki burada şöyle bir soru yer alır gibidir;

"Neden inanmadıkları halde yalan yere inandıklarını iddia ediyorlar? Onların bundan çıkarları nedir?" Buna şöyle cevap veriliyor:

"Allah'ı aldatıyorlar." onların bundan çıkarları şudur; Müslüman­ların münafıklar dışındaki kâfirlerle savaşmaları halinde münafıklara do­kunmamaları, Müslümanların onları affetmesi, kendileri için İslâm hü­kümlerinin uygulanması, savaş ganimetlerinden pay almaları vb. gibi ya­rarlar ya da çıkarlar...

Kur'an'daki durak (vakf) konularım ele alan, "el-Vukuf" ya da "eU Kitabu'l-Ferid fi İ'rabi'ü-Kur'an'il-Mecid" adlı eserin yazarı diyor ki: kelimesi üzerinde vakfetmek (durmak) lâzımdır. Mutlaka durulmalıdır. Eğer durmayıp sonraki âyete hemen geçilirse, yani vasi ya­pılırsa bu durumda şöyle bir mana ortaya çıkar:

Yani: "Onlar aldatan, hile yapıp tuzak kuran mü'minler değiller." olur ki, böylece münafıkların asıl mü'min olmadıkları niteliği ortadan kalkmış olur ve yanlış bir mana çıkar.

Bu, adeta şu örnekteki gibi bir durum gösterir: gibi. Bunun manası: ''O yalancı bir adam değildir. " oysa biz* adamın ya­lancılığını özellikle ortaya koymaya çalışırken böyle bir yanlışa girmek gerçekten büyük bir tehlike gösterir. Kaldı ki, üzerinde durup tefsirini yaptığımız âyette, Onların imansız olduklarını veya iman etmemiş olduk­larım vurgulamaktır. Bir de bunların düzenbaz, hileci ve aldatan kimseler olduklarını ortaya koymaktır."

Bir de, fıilindeki zamirden Ötürü, kelimesini hal olarak ve bundaki amili de fiilini kabul edenlere göre, bu du­rumda mana şöyle olur: "Allah'a, aldatanlar olarak iman ettik."

Eğer böyle değil de, kelimesindeki zamirden hal olarak alınır ve bunda da amil olarak ism-i fail kabul edilirse, böyle diyenlere göre mana şöyle olur:

"Onlar aldatanlar, hile ve tuzak kuranlar oldukları halde inanmış ol­mazlar. "

İşte bu manalarda değerlendirildiğinde artık üzerinde vakfa (durmaya) gerek kalmaz. Ancak doğru olanı ilk görüştür, bu ba­kımdan vakfedilmesi daha uygundur.

müminleri (iman edenleri)" Yani; "Güya inan­dıklarını açıklayarak ve inkarcılıklarım gizleyerek Allah Rasulünü ve mü'minlen aldatıyorlar."

Oysa onlar kendilerinden başkasını aldalamazlar." Yani hile ve desiseye saparak bu tür kimselerin yapageldik-leri yollara başvurmaları sonucu olabilecek şeyler bizzat kendilerinin tu­zağa düşürülmesi ve aldatümasıdır. Çünkü sonuçta bundan zarar görecek olanlar yine kendileri olacaktır. Aldatmalarının ürünü nihayet kendilerine dönecektir ki bu, onların ahirette azap görmeleridir. İşte onlar adeta bu halleriyle kendilerini aldatıp tuzağa düşürmüş kimselerdir.

Kıraat imamlarından Ebu Amr, Nafı ve Abdullah b. Kesir, baş tara­fıyla mutabakat sağlasın diye, olarak okumuşlardır. An­cak diğer kıraat imamlarının bunlara karşı delili (ya da gerekçeleri) şöy­ledir: Kelime ister üçlü baplardan (yani üç harfli basit fiillerden) olarak olsun, ister mufaale babından olsun burada her ikisinin de mana­sı birdir. Dolayısıyla öyle veya böyle okumakta bir sakınca yoktur.

Nefs: Bir şeyin kendisi, aslı ve hakikati manasındadır. Daha sonra bu kelime, "kalp ve ruh" için de kullanılır oldu. Yani onlara da "nefs" denmeye başlandı. Çünkü zaten nefs, bu ikisi ile (yani kalp ve ruh ile) vardır. Nitekim "kan" için de nefs ifadesi kullanılır olmuştur. Çünkü nef­sin ayakta kalabilmesi kan sayesindedir. Hatta insanın aşırı ihtiyaç duy­duğu ve onsuz yaşayamayacağı bir şey olan suya da nefs denmiştir.

Bu âyette geçen, 'ten murat, burada, bizzat insanların ken­dileridirler. Dolayısıyla, "Bizzat kendilerini aldatırlar, "in manası:

"Aldatma olayı onların içinde ve onlardan ayrılmayan, kendilerine yapışmış bir şeydir. Onlardan başkasına geçmez."

Fakat bunlar, aldatmalarının sonucunda doğacak ve kendilerine dö­necek olan şeyin, yine de farkında olmazlar."

Şuur: Bir şeyi his ve duygularla bilip anlamak, sezmek ve farkına varabilmek demektir. Bu da, 'dan alınmadır.ise, bedenetene değen ya da temas eden giysi demektir. "İnsanın meşairi" de­nince, insanın duyu organları demektir. Çünkü bu duyular algılamanın ya da sezginin aletleri veya araçlarıdırlar. Bunun manası da şöyledir:

"Bunun zararı da tıpkı duyu organlarıyla hissedilip anlaşıldığı gibi bizzat bu kimselere dokunacaktır, onlara ulaşacaktır. Ancak bunlar sürekli gaflet içinde olduklarından ve aymazlıkları sebebiyle adeta hissiz ve duygu­suz kimseler gibi olacaktır." [33]

 

10 - Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah hastalıkla­rını daha da artırmıştır. Israrlı yalan söylemeleri sebebiyle onlar için acıklı bir azap vardır.

 

"Onların kalplerinde bir hastalık vardır." Yani şek, şüphe ve nifak vardır. Çünkü şek; İki durum ya da şer arasında tered­düt etmek ve kararsız olmaktır. Nitekim münafık denilen kimse de bu manada hep tereddüt içindedir, huzursuz ve rahatsızdır. Nitekim, bir ha­dislerinde Hz. Peygamber (Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem) şöyle buyurmuştur:

"Münafık kimsenin durumu adeta iki koyun sürüsü arasındaki şaşkın koyun gibidir. Bir o sürüye gidip katılır, bir bu sürüye gelip katılır."[34]

Nitekim hasta olan kişi de yaşam ile ölüm arasında mütereddittir, gider gelir. Bilindiği gibi hastalık, sağlığın zıddıdır. Fesat da sıhhatin ya­ni sağlıklı ve düzenli olmanın karşıtıdır. Dolayısıyla maraz (yani hasta­lık) her fesadın, bozulmanın ve sağlıksızlığın adı olduğu gibi şek ve nifak da kalpte meydana gelen bir bozulma ve sağlıksızlıktır.

''Allah da hastalıklarını daha da artırmıştır.'' Yani giderek güçsüzleştirdi, iyileşme ve kurtuluş imkanı bırakmadı, ikti­darı ve takati kalmadı.

Bir yorum da şöyle yapılmıştır: Hayatta kaldığı sürece benzerlerini yaratması gibi nifak denen şeyi onda yaratıp var etmesidir. Nitekim ima­nın artması meselesinde bu gerçek bilinmektedir. İşte bu da aynen onun gibidir.

"Israrlı yalan söylemeleri sebebiyle onlar için acıklı bir azap var'dır." Buradaki, kelimesi, ölçüsünde olup anlamında ism-i faildir. "Acıklı, incitici" demektir.

Küfe kıraat okulu mensupları, olarak okumuşlardır. Ya­ni bunlar, daha önce geçen, "Allah'a ve ahireî gününe iman ettik sözle­rinde hep yalan söylüyorlar." demektir. edatı başında geldiği, fiiliyle birlikte mastar manasmdadır.

Kizb: Olması gerekenin aksine bir şeylerden haber vermektir. Doğruyu ve gerçeği değiştirerek farklı şekilde bildirmektir (yani söylemektir).

Küfe kıraat okulu dışında kalanlar ise bu kelimeyi, şeklinde kıraat etmişlerdir. Bunun da anlamı şöyledir:

"Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in getirip haber verdikleri şeyleri yalanlamaları yüzünden." Bir diğer yoruma göre de; Bu, nasıl ki doğruyu söylemede aşırıya, mübalağaya gidiliyorsa, yalan söylemede de mübalağaya, aşırıya kaçmak ve abartmak, demektir. Yani ve  fiillerindeki mana gibi. Bu iki fiilin benzeri,  ve dir[35].

 

11 - Ne zaman onlara: "Yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkar­mayın." denilse, onlar: "Biz ancak ıslah edicileriz (düzeni sağlayanla­rız)." derler.

 

Bu âyet, üzerine matuf olduğu gibi, üzeri­ne de atfı caizdir. Birincisine matuf olması halinde eğer sen, Yani onlara: "İnsanlardan kimileri de vardır ki, kendilerine: «Yeryüzünde fesat çıkarmayın.» denilse..." olarak mana verilmiş olsa bu doğru bir mana olur.

Fesat: Bir şeyin doğru olan durumundan çıkması ve bundan fayda elde olunması ve yararlanılmasıdır. Bunun karşıtı ya da zıddı ise tır. Bu ise yararlı ve doğru olan hal üzere bulunmaktır.

"Yeryüzünde fesat çıkarma (bozgunculuk etme)." demek, savaş ve fitnelere neden olmak, anarşi çıkarmak demektir. Çünkü, bu gibi durum­larda yeryüzünde huzursuzluk, dalgalanmalar, öldürme ve tehdit olayla­rı, can ve mal güvenliğinin ortadan kaldırılması söz konusudur.

İnsanlar doğru (dürüst) bir hayat yaşamaktan uzaktırlar. Elde edilen ürünler, ziraat, dinî ve dünyevî menfaatlerin sarsılması gibi olaylar. îşte bunlar ikiyüzlü diye isimlendirdiğimiz münafıkların ortaya çıkardığı dü­zensizliklerdir, anarşidir ve huzursuzluktur. Çünkü bunlar kâfirlerden ya­na tavır ortaya koyarlar. Müslümanlara ait sırları kâfirlere aktararak on­ları Müslümanlar aleyhinde kışkırtırlar, Müslümanların üzerlerine saldırtırlar. İşte böyle bir durum Müslümanlar arasında kargaşaya ve huzursuz­luğa kapı açar. Aralarında güven diye bir şey kalmaz.

"Biz ancak ıslah edicileriz, derler," Yani mü'minler ile kâfirlerin arasını müdara yoluyla bulanlarız, düzeltenleriz. Yani asıl ve gerçekten mü'min denilecek kimseler varsa o da bizleriz. Bu vasıf, samimi olarak ancak bizim için geçerlidir. Şu veya bu manada bizi lekeleyici ve şaibe altına sokacak bir durum bizde asla yoktur.

Burada böyle bir mananın yer alması, kelimesinden dolayı­dır. Çünkü bu kelime bir hükmü bir şey üzerinde var kabul etmeyi ifade eder ya da bir şeyin bir hükümde karar kılmasını sağlar.

Örneğin: "Giden sadece Zeyd'dir, başkası de­ğil ", gibi. Veyahut, "Ancak Zeyd yazar, başkası değil," gibi. daki  kelimesi "ma-i kaffe"'dır yani amel etmeyen ve amelden men olunan bir dır. [36]

 

 

12 - (Şunu aklınızdan çıkarmayın ve) iyi bilin ki, asıl düzeni bo­zup sarsanlar onların ta kendileridir. Fakat şuursuzluklarından ötü­rü bunun farkında olmazlar.

 

"Onlar bozguncudurlar." burada mef ul bilindiği için hazf olun­muştur. kelimesi de mürekkep (bileşik) bir kelimedir. Soru edatı olan nefıy (olumsuzluk) harfi olan dan oluşmuştur. Bunun da nedeni, kendisinden sonrasının tahakkuku (gerçekleşmesi) amacıyla tenbih (uyarı) manasını, ya da dikkat çekme anlamını vermek içindir. Çünkü soru edatı olumsuzluk manası veren bir harfin başına geldiğinde tahkik manasını ifade eder. Örneğin; yüce Rabbimizin şu kavli (sözü) gibi:

"Allah kadir değil mi?"[37]

Bunun anlamı, "Allah elbette kadirdir." demektir.

İşte bu gibi yerlerde tahkik (yani muhakkak) manasının verilebil­mesi için ancak bu harflerden ya da soru şeklindeki bir ifadeden sonra gelecek olan cümle, kendisiyle yemin telakki olunan benzer bir cümle ile başlamalıdır. Yüce Allah, onların kendilerini ıslah edicilerden, düzeni sağlayanlardan kabul etmelerini kesin ve net bir dille reddediyor.

Aynı zamanda onların büyük bir gazap ile karşı karşıya bulunduk­larım delil olarak sunup gösteriyor. Buradaki mübalağa ya da aşırılık ya da abartı sadece istinaf (başlangıç ya da giriş) cümlesi olması bakımın­dandır, bir de deki te'kit, haberin marife oluşu ve araya bir fasl zamirinin girmesi bir de Rabbimizin, "Şuursuzluklarından ötürü bunun farkında olmazlar. " cümlesi. Bütün bunların ayrı ayrı değerlendi­rilmeleri halinde işin inceliği anlaşılmış olacaktır. [38]

 

13 - Onlara: "Şu halkın (insanların) iman ettikleri gibi siz de inanın." denildiği zaman, onlar da: "Biz beyinsiz ve bunakların iman ettikleri gibi mi inanacakmışız, Öyle mi?" derler. Şunu iyice bilin ki, onlar beyinsiz ahmakların ta kendileridir; ancak bunu bilmezler.

 

''Onlara: «Şu insanların iman elli/deri gibi siz de inanın.» denildiği zaman, onlar da: «Biz beyinsiz ve bunakların iman ettikten gibi mi inanacakmışız, öyle mi?» derler." İşte burada onlara iki yönden Öğüt verilmektedir.

Bunlardan ilki, halen üzerinde bulundukları ya da taşımakta olduk­ları inanç ve tavırlarının çirkin ve iğrenç olduğudur ki bunun doğru ve hak olandan uzak olduğu, sonuçta insanları fesada götürdüğünün takbih edilmesi, yerilmesidir.

İkincisi de; kendilerine en doğru yolun hangisi olduğunun gösteril­mesidir ki, bu da akıl sahiplerinin gittikleri yolda yürümek ve onlara tabi olmakla sağlanır.

Fakat onların bu teklife verdikleri cevap, hep cehaletlerinde ısrar etmeleri sebebiyle, o iman etmiş olanları akılsızlık, beyinsizlik ya da ah­maklıkla suçlamışlar, kendilerince onları aşağılamışlardır. İşte âyetin bu noktasında ilim sahiplerinin cahillerin elinden çektikleri ezâ ve cefalar nedeniyle, onlara bir teselli yer almış bulunmaktadır.

Ayrıca burada, fiilin fiile isnadı doğru ve sahih olmamakla birlikte fiilinin, ve fiillerine isnadı sahihtir (doğ­rudur). Çünkü bu fiilin lâfzına bir isnaddır. Oysa mümtenî olan yani uy­gun görülmeyen şey, fiilin lâfza değil fiilin manasına isnadıdır. Bu uygun değildir. Bu itibarla sanki şöyle denilir gibidir: "Onlara şu söz söylenin­ce... ". Nitekim şu ifade de buna benzer bir ifadedir: "Onlar yalan bine­ğine bindiler. "

kelimesinde yer alan, harfi tıpkı daki gibi "mai kaffe"'dir. Veya  [39]âyetindeki yer alan, mastar ma'sı gibidir.

kelimesindeki harf-i tarifi ahd içindir» yani akılda var olan belli bir şeyi işaret etmektedir. Dolayısıyla bu şu demektir:

"Tıpkı Allah Rasulünün ve onunla birlikte iman etmiş olanların iman ettikleri gibi ..." Hz. Peygamberin yanında yer alan imanlı kimseler de, Abdullah b. Selâm (v.43/663) ve taraftarlarıdır. Yani arkadaşlarınızın ve kardeşlerinizin inandıkları gibi siz de gelin iman edin, manasmdadır.

Ya da buradaki harfi cins içindir. Bu durumda mana şöyledir:

"İnsanlıkta kemâl ve olgunluk derecesine ulaşmış olanların inandık­ları gibi..." Ya da sanki burası, bu ifade ile, "İnanmış olanları gerçek anlamda insan ve onların dışındakileri de hayvanlar olarak..." değerlendir­mesidir.

deki harfi nasb mahallinde gelmiştir. Çünkü bu mahzuf bir mastarın sıfatıdır. Yani, şu demektir: "Öyle bir iman ki tıpkı gerçek insanların imanı gibi bir iman." Nitekim, da aynen böyledir.

daki istifham, yani soru edatı inkâr manasmdadır.

kelimesindeki lâm harfi ile işaret edilmek iste­nenler, gerçek anlamdaki imanlı insanlardır ki, bunlar o münafıklar tara­fından aşağılanan kimselerdir. Oysa bunlar akıl ve olgunluk bakımından en üstün kimselerdir. Oysa bu bunaklar, kendilerinin sürdürdükleri inanç ve tavırlarını hak olarak görmekteler, kendilerinin dışındakileri de batılda olduklarını kabul etmekteler. Doğrusu kim batılı ve cehaleti binek edinir­se sefih, aşağılık ve bunak bir kimse olur. Aklından zoru olanlardan olur ve hilm sahibi kimselerden olmaz.

"Şunu iyice bilin ki, onlar be­yinsiz ahmakların ta kendileridir, ancak bunu bilmezler." Evet, onlar bu­nakların, beyinsizlerin ta kendileridirler. Burada, "... bilmez­ler" buyuruldu. Bundan Önceki âyette de,  "...farkında ol­mazlar, şuursuzdurlar. " denildi. Çünkü burada "sefeh"ten söz edilmiştir ki bu, cehildir, bilgisizliktir. Dolayısıyla cehaletin söz konusu edildiği bir yerde ona uygun olarak ilimden, yani bilmekten söz etmek daha yerindedir. Çünkü iman olayı delil ve kanıt ister, doğru teşhis ister, ki bu sayede delil ve kanıtları göz önünde tutan kimse bilgi kazanmış olsun.

Yeryüzünde fesat çıkarma, bozgunculuk meydana getirme, huzuru bozma olayına gelince bu, sıradan şeylere dayanan bir durumdur. Bu da adeta duyularla algılanabilen şeyler gibidir.

kelimesi, edatının haberidir. zamiri de fasl zamiridir. Veya, zamiri mübteda, kelimesi de, haberdir. ve ayrıca cümle ikisi birlikte 'nin haberidirler. [40]

 

14.- 20. AYETLER

 

Meali

 

14. Bu münafıklar inananlarla karşılaştıkları zaman, "Biz de iman ettik." derler. Ancak şeytan tıynetindeki kendi liderleriyle baş başa kal­dıklarında ise, "Hiç kuşkusuz biz sizinle beraberiz, biz iman edenlerle sa­dece alay edip eğlenenleriz." derler.

15. Aslında Allah onlarla alay eder de, azgınlıklarında onlara süre tanır, bundan ötürü onlar bir zaman sersemce ve başıboş olarak dola­şırlar.

16. İşte onlar hidâyet yerine dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kendilerine kâr sağlamamış ve kendileri de hidâyete ereme-mişlerdir.

17. Bu münafıkların durumu geceleyin bir ateş yakan kimsenin haline benzer. O ateş yanıp da çevresini aydınlattığı anda, Allah hemen onların aydınlığını yok eder ve onları karanlıklar içerisinde bırakır. Artık hiçbir şeyi göremezler.

18.  Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı onlar hakka ve hidâyete dönmezler.

19. Veya onların durumu, gökten boşanan, içinde zifiri karanlıklar, gürültü ve yıldırımların bulunduğu bir yağmura tutulan kimselerin haline benzer. İşte o münafıklar yıldırımlar sebebiyle gelecek olan ölüm kor­kusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah kâfirleri çepe­çevre kuşatmıştır.

20. İşte tam o sırada şimşek gözlerinin aydınlığını yok edecek imiş gibi çakar. Şimşeğin etkisiyle çevrenin biraz aydınlanması üzerine hemen o aydınlıktan yararlanıp birazcık yürürler. Ancak üzerlerine karanlıkların çökmesiyle de oldukları yerde kalakalırlar, Allah dileseydi kulaklarını sa­ğır ve gözlerini de kör ederdi. Hiç şüphesiz Allah her şeye kadirdir. [41]

 

Tefsiri

 

14 - Bu münafıklar inananlarla karşılaştıkları zaman, "Biz de iman ettik." derler. Ancak şeytan tıynetindeki kendi liderleriyle baş-başa kaldıklarında ise, "Hiç kuşkusuz biz, sizinle beraberiz, biz iman edenlerle sadece alay edip eğlenenlerdeniz." derler.

 

"Bu münafıklar inananlarla karşı-taştıkları zaman, «Biz de iman ellik.» derler". İmam Ebu Hanife, bu âyeti, olarak okumuştur. Nitekim, birini ona yakın bir şekilde karşıladığın takdirde, ve denilir.

İlk âyet münafıkların mezhebini ya da görüşlerini ve onların nifak durumlarını açıklamaktadır. Şimdi tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet ise, münafıkların mü'minlere karşı sergiledikleri tavır ve tutumlarını, alay ve eğlenme hallerini ele alıyor. Görünüşte sanki onların dostları imişler gibi onları karşılarlarken, aynı zamanda onlarla beraber hareket ettikleri ya da etmedikleri noktasını açmamaları, mübhem kalmaları bunu gösteriyor.

"Ancak şeytan tıynetindekl kendi liderle­riyle baş başa kaldıklarında ise..." Buradaki, kelimesi, ve cer edatlanyla kullanılabilmektedir.

Örneğin: veya "Onunla baş başa kaldım. " demektir ki bu, bir kimse ile birebir baş başa olmak manasında-dır. Ancak, edatıyla kullanılması daha çok mübalağalıdır. Çünkü edatı kullanılınca, "Başından sonuna dek... " demek olur. Dolayı­sıyla bunun manası, "Mü'minlerden ayrılıp tamamen ve baştan sona şeytan tıynetindeki (aynı görüşte oldukları) liderleriyle bire bir baş başa kaldık­larında..." olur. Aynı zamanda, fiilinin dat harfiyle "geç­ti" manasında olması da mümkündür.

"Şeytanları" ifadesinden kasıt; azgınlık ve sapkınlıklarında şeytan­lara benzeyen, şeytanlaşan kimseler, demektir. Bunlar da Yahudilerdir.

İmam Sîbeveyh'e göre, kelimesindeki harfi kelimenin büny es indendir, aslidir. Çünkü bu kelimenin fiil şekli plan, fiilinde harfi bulunmaktadır. Yine ondan gelen bir görüşe göre bu zaidedir. Eğer kelime, "uzak oldu." anlamında ise, kelimesinden türemiş demektir. Çünkü şeytan salâhtan ve hayır­dan uzaktır. Ya da kelime, harfiyle kelimesinden türetil­miştir. Bu da "batıl oldu." manasına gelir. Nitekim şeytanın adlarından biri de Batıldır.

"Hiç kuşkusuz biz sizinle beraberiz." Biz sizin dostlarınızız ve sizin inancınızdayiz, sizin dininiz üzereyiz.

Dikkat edilecek olunursa bu âyette, mü'minlere hitapta bulunurlar­ken münafıklar, "fiil cümlesiyle" durum anlatılıyor. Oysa kendi şeytanlarıyla hitaplarında isim cümlesini kullanmışlardır. Hem de bu, ile de te'kit olunmuştur. Çünkü münafıklar mü'minlerle olan konuşmaların­da, kendilerinde iman denen şeyin var olduğunu söylemekle birlikte, iman konusunda tevhit ehli olduklarına ilişkin olarak bir şey söylemiyor­lar. Bu da şu nedenlerden olabilir:

Ya bizzat kendileri buna uygun değiller, yani mü'minlerle aynı şeyi paylaşmamalarındandır. Çünkü bunların akidelerinde herhangi bir mu­harrik (harekete geçiren, yönlendiren) bir sebep yoktur veya münafıklar bunu te'kit ve mübalağa ifadeleriyle de söylemiş olsalar bile mü'minler tarafından doğru kabul edilmeyeceklerini bilmelerindendir. Bunlar Ensar ile Muhacirinin tam ortasında bulunurlarken durumları bilindiği halde onların mü'minler olarak kabul görmesi hiç olacak şey mi? Fakat müna­fıkların kendi yoldaşlarıyla hitapları, konuşma ve görüşmeleri bir arzu ve isteğin sonucudur. Onlar tarafından kabul görmektedirler. İşte bu, te'kit ve teyidin olması gereken yerdir.

"Biz iman edenlerle sadece alay edip eğlenen­leriz, derler." Bu ifade, "Biz sizinle beraberiz." görüşünü te'kit içindir. Çünkü bunun manası, Yahudilikte sebat edip kalmak, onda karar kılmak­tır. Kaldı ki, "Biz iman edenlerle sadece alay edip eğlenenleriz. " ifadesi, İslâm'ı reddetmektir. Onların İslâm ile bir bağlarının olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü herhangi bir şey ile alay eden, eğlenen kimse ya da kimseler, o şeyi hafife alıyor, küçümsüyor ve inkâr ediyor demektir. Onun varlığını reddetmektir, Bir şeyin zıddını reddetmek demek, onun var­lığını pekiştirmek manasmdadır.

Veya bu bir başlangıç ya da giriş cümlesidir. Sanki münafıkların yoldaşları, münafıkların, "Biz sizinle beraberiz." söz ve davranışlarından ötürü onlara itirazda bulunarak, "Mademki bizimle berabersiniz, neden do­layı onlara muvafakat ediyorsunuz, onların yanma gidip geliyorsunuz?" der gibi bir mana çıkıyor. İşte münafıklar da, "Biz iman edenlerle sadece alay edip eğleniyoruz." şeklinde karşılık vermiş oluyorlar.

istihza; alay edip eğlenmek, küçümsemek, aşağılamak, demektir. Esasen kelime, "hafiflik, basitlik" kökünden alınmadır.

kelimesi 'ten, da, bu da hızlı ve ani Ölüm manasmdadır. "Olduğu yerde cansız düşüp ölmek".[42]

 

15 - Aslında Allah onlarla alay eder de, azgınlıklarında onla­ra süre tanır, bundan ötürü onlar bir zaman sersemce ve başıboş ola­rak dolaşırlar.

 

"Aslında Alkili onlarla olay eder." demek, mü­nafıkların mü'minlerle alay etmeleri yüzünden Allah onları cezalandırır. Dikkat edilirse istihza ya da alayda bulunmanın cezasının karşılığını yine alay etmek olarak gösteriyor yani aynıyla karşılık veriyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bir kötülüğün cezası yine ona denk bir kötülüktür."[43]

Yine başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır:

Kim size saldırırsa sîz de ona misilleme olacak kadar saldırın.[44]

Eğer dikkat edilirse ilk âyette, kötülüğün cezası yine kötülük ola­rak ve ikinci âyette de saldırının karşılığı yine misliyle saldırı olarak de­ğerlendirilmiştir. Gerçi her ne kadar cezanın karşılığı kötülük ve saldırı olmasa da böy e ifade olunmuştur. Kaldı ki; yüce Allah için alay etmek, işin gerçeği ve hakikati bakımından caiz değildir. Zira bu abesle uğraş­maktır ki, Allah bundan yücedir ve münezzehtir.

İmam Zeccac diyor ki:

İşin doğru olan yönü de budur. Ayrıca, âyeti is­tinaf (giriş yani başlı başına bağımsız bir cümledir). Başında da herhangi bir atıf (yani bağ edatı) da yoktur. Bu gayet önemli bir şekilde Allah'ın a-zametini ve büyüklüğünü göstererek, yüce Allah'ın alay etmesinin öyle onlannkine benzemediğini gösteriyor.

Âyet bu mananın yanında bir de şunu göstermektedir. Doğrusu o münafıklarla alay edecek olan yüce Allah, onların yaptıklarının çok çok üzerinde bir ceza ile cezalandıracaktır. Yoksa onların alay ve eğlenmele­rine karşılık yine bir alay ve eğlenmeyle geçiştirecek değildir. Çünkü Al­lah onlara öyle bir ağır ceza, bir zillet ve aşağılık ceza verecek ki, mahi­yetini ancak kendisi bilir. Mademki yüce Allah'ın cezalandırması ve inv tiham an be an münafıkların başlarına inecektir, işte bu bakımdan, diye buyurdu. Bunun için de şöyle demedi:

"Allah onlarla alay edendir." Yani, âyetiyle bir mutabıklık olsun istemedi.

"Onlara, süre verir, mühlet tanır."

Zeccac'a göre "Küfürlerinde azgınlık ve taşkınlıkla­rında onlara fırsat verir."

burada haldir. Yani '"...şaşkın bir halde mütereddit bir vaziyette," manasmdadır.

Bu âyet aslahı (en doğru ve iyiyi) yaratma noktasındaki görüşleri hususunda Mutezile Mezhebinin aleyhine delildir, hüccettir. [45]

 

16 - İşte onlar hidâyet yerine dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kendilerine kâr sağlamamış ve kendileri de hidâ­yete erememişlerdir.

 

Bu âyetteki mübtedadır. Bunun haberi de devamızdaki, 'dır. Yâni dalâleti alıp hidâyeti verdiler, hidâyeti sapıklıkla değiştirdiler. Hidâyet yerine sapıklığı tercih ettiler. Bu âyette, denildi. Çünkü bunlar hidâyet üzere de­ğillerdi. Bunlar iman etmiş olan bir kavim arasında idiler, ancak sonradan küfre saptılar.

Ya da bu âyet, bunlar henüz Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), peygamber olarak gelmeden önce ona iman etmiş olan ve fakat Peygam­ber olarak gönderildiğinde ise ona iman etmeyen Yahudiler olduğunu bil­dirmektedir. Veya bunlar hidâyetin kendi içlerinde var olduğunu kabul edip de onu dalâlete terk eden, onunla değiştirenlerdir. Yani hidâyeti ken­dilerince kontrolleri altında kabul eden zavallı kimselerdir.

Bu âyette, alışverişin teati halinde caiz olabileceğine işaret ediyor. Çünkü onlar "satın alma " ibaresini telaffuz etmemişlerdir. Ancak bunlar kendi ihtiyarlarıyla, istekleriyle hidâyetti terk etmişler ve tercihleri olarak da sapıklığı almışlardır. Ancak buna, "satın alma" adının veril­mesi şu hususa bir delildir: Bir kimse herhangi birinden eğer bir şey alır ve kendi rızasıyla karşılığını ona bırakırsa, bu konuda ilgiliyle hiçbir ko­nuşma yapmaksızın da olsa onu satın almış demektir.

Dalâlet: Orta yoldan, normal olan yoldan ya da doğru yoldan ayrıl­maktır. İhtidayı, doğru yolu yitirmektir. Örneğin; "Evin yolunu kaybetme /şaşırma. " anlamında, cümlesi bunu belirtiyor.

Dalâlet; dinde doğru yolu bırakıp ondan ayrılıp uzaklaşmak anla­mında kullanılan bir kelime.

"Onların hu ticareti kendilerine bir kâr sağ­lamadı, kazanç getirmedi."

Ribh: Ana malda, sermayede meydana gelen fazlalık olup buna kâr ya da kazanç denir.

Ticaret: Tacirin ya da tüccarın yaptığı iş veya sanat. Çünkü tüccar bu işleri kâr elde etmek maksadıyla hem satın alan ve hem satan kimse­dir. Burada kâr ya da kazancın ticarete isnadı (dayandırılması) mecazi manadaki isnatlardandır. Bunun manası şu demektir:

Onlar ticaretlerinde kâr elde etmediler, kazanç sağlamadılar. Çün­kü ticaret artmaz "Ancak ticarete konu olan mal artar,"

Mademki burada mecazi anlamda hidâyet verilip karşılığında da­lâlet, yani sapıklık satın alınmıştır. İşte buna bağlı olarak da kâr ile ticaret terimlerini adeta söz konusu mecazı süslemek için bu âyette söz konusu etmiş oldu. Kısaca burada teşrihi mecaz yapılmıştır. Nitekim, benzer du­rumu şairin şu dizelerinde görmekteyiz:

Gördüm ki, akbaba baskın çıktı siyah kargaya Sığındı hemen iki yuvasına göğsüm kabardı yaptığına

Dikkat edilirse aslında şair bu şiirinde mecaz kullanmıştır. Çünkü, şair yaşlanan kimsenin durumunu saçlarının beyazlanmış olması nedeniy­le onu akbabaya benzetiyor. Simsiyah saçları da siyah kargaya benzeti­yor. Hemen bunun peşinden de siyah karganın yuvaya sığınışını ve iki yuvasını ele alıyor. Burada iki yuva aslında bir istiare ya da mecazdır. Karganın iki yuvasından biri kış için, biri de yaz içindir. Bunların biriyle sakal, biriyle de baş kasdolunmuştur. Bu bir istiaredir. Nitekim yuvalan­mak ifadesi de, hem yuvaya girişi ve hem çıkışı anlatır. İşte bu bir istia­redir.

"Ve kendileri de hidâyete erememişlerdir." Yani, bunlar kâr ve zararlarını bilebilen mahir ve işinin erbabı tüccarlar gibi doğru olan ticaret yolunu da bulamamış ve kâr elde edememişlerdir.

Burada asıl mana şudur: Ticaret erbabının ve işinin ehli tüccarların asıl amacı hem ana parayı, yani sermayeyi korumak ve kârını da kaçır-mamasıdır. Oysa burada söz konusu olan münafıklar bunun her ikisini de, yani hem sermayeyi ve hem kârı kaybetmişler ve iflâs etmişlerdir. Bunların sermayeleri hidâyettir. Ancak bunlar dalâleti almakla kendile­rinde hidâyetten eser kalmamıştır. Mademki ellerinde kalan tek şeyleri dalâlet olmuştur, dolayısıyla bunlar kâr etme ve kazanç sağlamayı da elterinden kaçırmışlardır. Gerçi bu sayede belki bazı dünyevî kazanımları olabilmiştir ama, bunun hiçbir değeri ve anlamı da yoktur. Çünkü sapıtan esas bakımından ziyandadır. Zira sadece sermayesiyle kalakalan ve hiçbir kazanç sağlamayan kimseye, kârdadır, kazançlıdır denemez."

Anlatıldığına göre, ilgi zamiri, 'nin sıfatıdır. ise sonuna kadar olan kısmı da, 'nin haberi olarak mahallen merfudur. [46]

 

17 - Bu münafıkların durumu geceleyin bir ateş yakan kimse­nin haline benzer. O ateş yanıp da çevresini aydınlattığı anda, Allah hemen onların aydınlığını yok eder ve onları karanlıklar içerisinde bırakır. Artık hiçbir şeyi göremezler.

 

"Bu münafıkların durumu geceleyin bir ateş yakan kimsenin haline benzer."

Yüce Allah münafıklara ait onların gerçek özelliklerini anlattıktan sonra, bu defa durumlarının daha iyi bir şekilde ortaya konabilmesi için onların hallerini örneklerle sunuyor. Konu çok iyi anlaşılsın ve açıklansın istiyor. Kaldı ki, gerçeklerin çok iyi olarak anlaşılabilmesi, üstü kapalı şeylerin açıklanması ve gizli manaların gizli olarak kalmaması için Ör­neklerle açıklanmasında etki bakımından önemi oldukça büyüktür. Nite­kim, bu türden örneklere semavî kitaplarda çok fazla rastlanılır. Hatta İn­cil'in içinde yer alan sûrelerden birinin adı da, "Emsal/Darbı meseller (Örnekler)" sûresi adını taşır.

Arap dilinde bu kelime, "Misi" olarak geçer. Bu da, "Eşit, benzer ve denk" manalarındadır. Örneğin; "Misi, Mesel ve Mesil" gibi ki bu tıp­kı, "Şibh, Şebek ve Şebih " kelimelerine benzer.

Daha sonradan atasözlerine de bu şekilde "mesel" denilir olmuştur. Ancak kendisinden bir ders çıkarılamayan bir söz olmadıkça bu şekilde değerlendirilmemiştir. İşte sırf bu maksatla bu kalıplara dokunulmamış ve bu örnekler aynen korunmuştur.

Bu âyette adeta şöyle denir gibidir:

"Bunların gerçekten şaşılacak durumları, adeta geceleyin bir ateş ya­kan kimsenin haline benzemektedir."

Nitekim Rabbimizin şu kavli de bunun bir başka örneğini oluştur­maktadır:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

'Takva sahiplerine vaad olunan cennetin özelliği şudur:[47]

Yani cennetin hayret uyandıran şaşırtıcı özellikleri hakkında sana anlattığımız şeyler. Daha sonra yüce Rabbimiz cennetin bu şaşırtıcı ve hayret uyandıran özelliklerini bir bir açıklıyor. Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"En yüce örnekler (sıfatlar) Allah'a aittir.'[48]

Bu âyette de Rabbimiz şöyle demek istiyor: "Azamet (yücelik) ve kİbriya (büyüklük) vasıfları kendisinin olan Allah,..."

Âyette geçen her ne kadar müfret (tekil) ise de burada çoğul manasındadır; yani demektir ki, bu durum tıpkı şu âyette yer alan gibidir:

"Batıla dalanlar gibi siz de daldınız.'[49]

Oysa çoğuf olan münafıklar müfret (tekil) olan ile temsili doğru değildir. Ancak burada mesele münafıklar meselesi değil, asi olan bunun ateşe yakana benzetilmesidir, ki bu da müfrettir (tekildir). Evet bu ya böyledir veya bununla bizzat ateş yakan kimselerin kendileri demek istenmiş olabilir. Veya bununla ateş yakan grup kastedilmiş olunabilir. Kaldı ki, burada bizzat münafıkların kendileri aynen ateş yakanların ken­dilerine, yani şahıslarına benzetilmiş değildir. Böyle olmadığı için de ce­maatin tek kişiye veya çoğulun tekile benzetildiğinden söz edilemez. Bu­rada yapılan şey, münafıkların kıssaları ya da hikayeleri benzerlik bakı­mından ateş yakan veya yakanların kıssasına benzetilmiştir ve durum da bundan ibarettir.

fiilinin manası, demek olup bu da "Tutuşturmak, ateşe vermek ve yakmak" manalarındadır. "Ateşin yanması" demek, par­laması ve ışıldaması demektir.

Ateş: Işık yayan, aydınlatan, ısı veren ve yakıcı olan latif bir cev­herdir. Kelime Arapça'da, kökünden türetilmiştir. Bu da, parlamak manasındadır. Çünkü ateşte bir hareket, bir yayılma ve ka­rışıklık vardır.

"O ateş yanıp da çevresini aydınlattığında..."

Burada, kelimesi, fazla ve aşırı ışık yaymak ve aydınlat­mak demektir. Nitekim bunun bu manada doğruluğunu da şu âyet onayla­maktadır:

"Güneşi ışıklı ve ayı da parlak kılan O'dur."[50]

Bu âyette yer alan bu kelime, müteaddidir. (Ancak müteaddi olma­ması ihtimali de vardır.) Dolayısıyla kelime, ifadesine isnad olunmaktadır. Bir de kelimenin müennes (dişil) olması ise, mana göz önünde tutulduğundandır. Çünkü çevreleri aydınlanan şeyler; yerler ve eşyadır.

kelimesinin cevabı ise, "Allah hemen onların aydınlığını yok eder." cümlesidir ve bu cümle de zaman zarfıdır. Bunun amili de, gibi bunun cevabıdır. harfi de mevsuledir (ilgi zamiridir). ise zarf olarak mansubtur. Ya da nekra-ı mevsu-fedir. Buna göre cümlenin manası şöyle olmaktadır: "Sabit bir şey olarak çevresini aydınlatınca."

Âyette zamirin cemi (çoğul) ve müfred (tekil) olarak gelmesi ise konunun bazen kelimenin lafzı ve bazen da manası üzerine hamledilmesi sebebiyledir. ise, 'in ışığıdır. Yani aydınlık, ateşin ışık yayması sonucu olan bir şeydir. Kısaca aydınlık veren, ışık yayan her şe­yin adıdır.

demek, "gidermek, yok etmek, ortadan kaldırmak" de­mektir. demek; götürmek, görüşünde ve beraberinde olmak demektir. Buna göre mana şöyle olur. "Allah onların aydınlığım yok etti, aldı ve tuttu."

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:                             

O'nun (Allah'ın) tuttuğunu O'ndan başka salıverecek de yoktur.'[51]

İşte bu ifade, "götürmek" ifadesinden daha mübalağalı ve beliğdir.

Allah bu âyetinde, "etrafım aydınlatınca " buyurduktan sonra "Al­lah onların ışığını giderdi, yok etti. " demedi. Bunun yerine, "Allah, onla­rın nurunu yok etti." buyurdu. Çünkü, "nur" ifadesinin zikri daha müba­lağalı bir ifadedir. Zira, kelimesinde fazlaca ışık vermek, aydın­lık yapmak anlamı vardır.

Eğer bu kelime geçseydi, ola ki bundan, ışığın azalması manası çı­kabilirdi. Aydınlığın bütünüyle yok olmadığı manası anlaşılabilirdi. İşte burada kelimesinin zikredilmesi, yani nurun giderilmesi, yok edilmesi demek aydınlığın ve nurun tamamen yok olması ve eserinin kal­maması demektir. Şayet:

denseydi, bundan ışığın gücü azaldı, fazla aydınlatmadı, anlamı çıkabilirdi, böylesi bir vehim doğardı. Geriye az da bir aydınlık kalabilmiştir, diye bir düşünce ortaya çıkabilirdi.

Görmez misin ki, Rabbimiz hemen bunun arkasından şöyle buyur­muştur:

"Ve onları karanlıklar içerisinde bırakır. Artık hiçbir şeyi göremezler."

Eğer âyetin bu kısmına iyice dikkat edildiği zaman, bir defa burada kelimesi geçiyor ve bu, aydınlıkla aykırılık doğuran bir şeydir. Bir de burada, "karanlıklar" çoğul olarak gelmiş ve aynı zamanda nekradır. Bunun hemen ardından ışığın izinin dahi yer almadığı gerçeğini pe­kiştiren ifade geliyor. Bu ifade, "Artık hiçbir şeyi göremez­ler" ifadesidir.

Yine bu âyetteki, fiili, yani "atmak, savurmak, sa­vurup atmak" ve "fırlatmak ve bir de bırakmak" manalarındadır. Ancak bu manalarda olması için bir mef ul alması durumunda böyledir. Eğer iki mef ul alırsa bu takdirde,  manasında olur. Böylece de "Ef ali kulub" denen ve genelde mübteda ile haberin başına gelip bir mef ul ile yetinmeyen fiiller grubuna girer. Nitekim, da bundandır. Esasen bunun aslı, dir. Daha sonra bunun başına, fiili getirilmiştir ve böylece de her iki parçayı; da yani, cüzlerini nasbetmiştir. Bir de 'daki sakıt olan mef ule gelince bu, terk edilen ve atılan mef ul kabilindendir, yoksa takdir olunan, yani var sayılan ve insanın ni­yetinde var kabul edilen türden bir mef ul değildir. Sanki fiil esas bakımından müteaddi (geçişli olmayan) bir fiil imiş gibi.

Ancak münafıkların halinin burada ateş yakan bir kimsenin duru­muna benzetilmesi, aydınlanmanın ya da parlamanın bir sonucu olup böylece hemen bunun ardından bir karanlığa ve şaşkınlığa düşmüş ol­dular.

Evet münafık olan bir kimse ebedi olarak küfür bataklığında ve ka­ranlıklarında hep yalpalayıp durur.

Fakat, bu âyette belirtilmek istenen şey ve aydınlanmaktan murat, münafıkların sırf dünyalık çıkarların için dilleriyle söyleyegeldikleri keli­me sebebiyledir ve zaten bundan yararlanmaları da oldukça azdır, bu fani dünya için geçerlidir. Çünkü, söyledikleri bu kelimenin sayesindeki ay­dınlanmalarının ötesinde nifak zulmeti ya da karanlığı vardır. Bu öyle bir karanlıktır kis sonunda münafıkları ebedi karanlığa götürüp oraya göme­cektir.

Ayrıca bu âyetin farklı bir tefsiri ya da yorumu vardır ve bu da şöyledir:

Münafıklar hidâyeti verip bunun yerine dalâleti satın alanlar olarak tanıtıldıktan ve nitelendiklerinden sonra Rabbimiz hemen bunun peşin­den daha iyi anlaşılması için bu örneği getirdi. Bununla münafıkların hidâyeti bırakıp tıpkı geceleyin aydınlanmak için bir ateş yakarak aydın­lanmaya çalışan kimse örneğiyle anlatıldı ki, böylece geçici bir aydınlan­ma için hidâyetini bu uğurda satanlara benzetiliyor. Nitekim, hidâyeti sa­tanlar, bunun yerine Allah'ın nurlarını yok edip kaldırdığı dalâleti satın aldılar. Böylece yüce Allah münafıkları karanlıklar içinde terk etmiş oldu."

"Ateş " kelimesinin nekra olarak zikredilmiş olması ise ta­zim içindir. [52]

 

18 - Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı onlar hakka ve hidâyete dönmezler.

 

"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler" Yani onlar sağırdırlar. Ancak onların duyu organları sağlıklı iken, kulaklarım hakkı dinlemeye kapatmaları, dilleriyle hakkı ve gerçeği konuşup söylememeleri, gözle­riyle hakka bakıp onu görmemeleri bakımından tamamen duyularını ve hislerini yitirmişlerdir. Böylece kulakları sağır, dilleri lâl ve gözleri de kör olmuştur.

Beyan alimlerince bunun ele alınmasındaki metod ya da üslup ade­ta şunun gibi bir üsluptur:

"Onlar dövüşe (savaşa) hazır arslanlardır ve denizler misali cömertdirler."

Ancak burada âyetteki ifadeler sıfatlar ile alakalı iken, verdiğimiz örnekte ise isimlerle alâkalıdır. En sahih olan görüş açısından âyetteki durum beliğ bir teşbihtir, istiare değildir. Çünkü, müstearun leh, yani mü-şebbeh olan (benzetilen) zaten burada zikredilmiş bulunuyor, ki bu da münafıklardır. İstiare ancak müstearun lehi, yani Müşebbehun bihi (ken­disine benzetileni) de beraberinde bulundurarak mutlak manada olur. Bu­nun bir sonucu olarak da cümle (kelâm) müstearun lehten hali (boş) ol­muş olur. Böylece bununla hem "menkulün anh"m ve "hem menkulün ileyh"in yani, hem hakiki ve hem mecazi mananın murad olunmasına uy­gun düşer.

Eğer halin delâleti ya da, "bundan dolayı onlar hakka ve hidâyete dönmezler" cümlesinin anlatmak istediği gerçek olma­mış olsaydı hidâyeti sattıktan sonra artık bir daha ona dönmezlerdi veya dalâleti satın aldıktan sonra ondan dönmezlerdi. Yani, bir şeye dönüşün ve bir şeyden geri dönmenin çeşitlilik göstermesi nedeniyle...

Ya da burada belirtilmek istenen şey, "Onların " yani münafıkların şaşkınlığıdır. Dolayısıyla onlar oldukları yerlerinde kalakalırlar ve artık geriye dönüş yapamazlar yani ileri mi gitsinler yoksa geri mi dönsünler noktasında şaşkındırlar, bunun için de oldukları yerlerinde tereddütlü bir halde kalakalırlar. [53]

 

19 - Veya onların durumu, gökten boşanan, içinde zifiri ka­ranlıklar, gürültü ve yıldırımların bulunduğu bir yağmura tutulan kimselerin haline benzer. İşte o münafıklar yıldırımlar sebebiyle ge­lecek olan ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.

 

Şimdi de bir başka örneğe geçiliyor ve şöyle buyuruluyor:

Veya onların durumu, gökten boşanan, içinde zifiri karanlıklar, gürültü ve yıldırımların bulunduğu bir yağmura tutulan kimselerin haline benzer." Şimdi yüce Al­lah bu âyette de münafıkların durumlarıyla alâkalı olarak meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için ikinci bir örnek sunuyor. İlk örnekte münafıkların halini yüce Allah ateş yakan kimselerin haline benzetti. Bu ilk örnekte münafıkların "Biz de iman ettik." diyerek görünürde kendilerini mü'min olarak göstermeleri hali, yanan ateş sayesindeki aydınlığa benzetilmiştir. Ancak bu aydınlanmaktan yararlanmanın kesilmesi olayı da ateşin sönüp karanlıkta kalmaya benzetilmiştir.

Bu âyette İslâm dinini Allah sağanak ve bol yağmura benzetmiştir. Çünkü toprağın yağmur sayesinde yeşermesi ve hayat bulması nasıl ise, kalpler ya da gönüller de iman sayesinde yeşerir ve hayat bulur. İslâm dini açısından kâfirlerin "zulumat" adı verilen karanlıklara benzetilme­sine, İslâm dinindeki vaadin (söz vermenin) ve vaidin (yani tehdit ve kor­kutmanın) yıldırıma, gök gürültüsüne ve şimşeğin çakmasına benzetilme­lerine gelince ve bir de Müslümanlar açısından başlarına gelebilecek be­lâ, felâket ve musibetlerin de yıldırımlara benzetilmesine gelince tümü münafıklar ve inananlar açısından gerçekleri gözlerimiz önüne seriyor. Buna göre âyetin manası şöyle olmaktadır: "Veya onların durumu adeta bol yağmur misalidir."

Bu âyette, "Mesel" kelimesi, atıf edatının buna delâlet etmesi bakı­mından hazf olunmuştur (söylenmemiştir). Aynı şekilde, fiili­nin kendisine delâleti sebebiyle burada, kelimesi de hazf olun­muştur. Bundan murat şudur:

Onların durumu bir kavmin durumu gibidir ki, gök ya da yağmur işaret ettiğimiz biçimde kendilerini yakalamıştır. Dolayısıyla da bundan dolayı başlarına gelenler gelmiştir.

İşte buradaki bu benzetme, eşyanın eşyaya benzetilmesi olayıdır. Ancak burada teşbihten söz ettiği halde açık ve net olarak müşebbehat (benzetilen) belirtilmemiştir. Oysa aşağıda göstereceğimiz âyette Yüce Allah bunu açık olarak zikretmiştir. Allah şöyle buyuruyor:

"Kör ile gören, inanıp iyi amellerde bulunanla kötülük yapan bir olmaz."[54]

Bir de cahiliye dönemi şairlerinden Îmru'1-Kays'm şu dizeleri de buna bir örnektir. Şair diyor ki:

Kartalların (kuşların) kalpleri yuvaları dibinde Sanki taze ve kuru misali Benzer tazeliğinde hünnaba ve Olgunlaşmadan düşen kuru hurmaya

Aksine burada konuyu sarih (açık) istiare metodu uyarınca ortaya koymuştur. Doğru ya da işin sahih tarafı her iki temsil de ayrı ayrı, yani tek temsiller gibi değil de mürekkep (bileşik) temsiller (örnekler) olarak konmasıdır. Çünkü burada bir tek şeyi bir tek şeye benzetmede bir tekel-lüf ya da zorlanma vardır, ki bu da benzettiği şey oranında olabilmek­tedir.

Bunun açıklaması da şöyledir; Araplar herhangi bir şeyi değerlen­dirirlerken o şeyleri tamamen birbirinden ayrı ve bağımsız bir şekilde birer birer ele alırlar. İşte bu, burada bu şekilde birbiriyle uyumlu olarak alınmamıştır. Çünkü söz konusu şeylerin teşbihi (benzetilmesi) de ben­zeriyle olmamıştır. Yani İmru'l-Kays'ın yaptığı gibi değildir.

Burada tüm eşyanın toplamından oluşan bir niteliği benzetmiştir ki bunlar birbirleriyle iç içe ve bağlantılı duruma gelmişlerdir; öyle ki, bu şeyler diğer eşya ile onun gibi olmada tek bir şey imiş gibi bir duruma dönmüştür. Örneğin; yüce Rabbimizin şu kavli gibi:

"Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin du­rumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir."[55]

Buradaki teşbih (benzetme) olayı şöyledir; Yahudilerin Tevrat'ı bi­lip kavrama noktasında durumu merkebin sırtında taşıdığı hikmeti bilme­me durumuna benzetiliyor. Dolayısıyla merkebe göre her iki durum da eşittir. Merkebin hikmet dolu eserleri sırtında taşıması ve onların değer­lerinin ne olduğunu bilmemesi ne ise, Yahudilerin Tevrat'a karşı durum­ları da aynen merkebin durumu gibidir, her ikisi de eşittir. Çünkü mer­kebe diğer yükler ne ise taşımakta olduğu kitap yükü de aynıdır ki, bu da onların ağırlığıdır. Merkep sadece bunun ağırlığım, sıkıntısını ve yorgun­luğunu hisseder. Nitekim Rabbimizin şu kavli de buna bir örnektir:

"Onlara şunu da misal göster. Dünya hayatı, gökten indirdiği­miz bir su gibidir." [56]

Şimdi bu âyette anlatılmak istenen gerçek şu; bu dünya hayatı tıpkı yeşilliklerin az bir süre kalmalarından sonra kurumaları misali dünya ha­yatının parlaklığı da tıpkı bu yeşillikler gibi solacak ve yok olup gide­cektir. Yeşilliklerin bitim süresi ne kadar az ise dünyanmkisi de öyledir. İşte bu bir keyfiyetin (durumun) diğer bir keyfiyete (duruma) benzetilmesidir. Ancak müfret şeylerin yine müfret olanlara teşbihinin murat olun­ması meselesine ve birinin diğerine bağlı kılınmayıp bir tek şey olarak değerlendirilmesine veya murat olunmasına gelince işte bu olamaz ve gerçekleşemez.

İşte tıpkı buradaki gibi münafıkların da dalâlete ve sapıklığa düş­meleri durumu aynen buna benzetilmiştir. Onların şaşkınlıkları, ne yap­tıklarını bilememelerindeki tereddüt ve huzursuzluk hali, hep bu benzet­meler çerçevesinde değerlendirilmiştir. Kısaca münafıkların şaşkınlık ve içinde bulundukları durumlarının ağırlığı ve sıkıntısı, gecenin zifiri ka­ranlığında bir ateş yakıp da ateşi sönen kimsenin şaşkınlığının ve huzur­suzluğunun şiddetine benzetilmiştir.

Koyu bir karanlık içinde geceleyin yağmura tutulup da, gök gürlemesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların şiddetine yakalanan kimsenin çektiği sıkıntı ve ızdırap ne ise münafıklannkisi de bunların durumuna benzetilmiştir. İşte bu ikinci temsil birinciye göre daha beliğ ve daha mübalağahdır. Çünkü, burada şaşkınlığın had safhada olduğunu ve durumun da oldukça şiddetli olduğunu net olarak ortaya koymaktadır. İşte su açı­dan bu örnek sonraya bırakılmıştır. Onlar böylece bu gibi hallerde basit­ten en ağır ve kuvvetli olanına basamak basamak geçmiş oluyorlar.

Bir de iki örneğin, "veya" bağlantı edatıyla birbirine atfe-dilmesine gelince, bu ikisinin esas itibariyle çok olarak eşit olmaları se­bebiyledir. Çünkü bazılarına göre bu eşitlik şek denilen şüphede olmuş ve daha sonra mücerred (soyut) anlamdaki eşitlikler için istiare yapıl­mıştır.

Örneğin; yani "İstersen Hasan Basri (v. 110/728) ile veya 'dilersen İbn Şirin'{v. 110/728) ile otur," İşte böyle arada, "veya" ifadesini sokmakla "Her ikisinin yanında olmak ve bera­berlerinde bulunmak eşittir, biri diğerine bu manada tercihe gerek yok­tur. " anlamını kasdetmiş olursun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

'Onlardan hiçbir günahkâra, yahut hiçbir nanköre itaat etme!"[57]

İsyan olayının varlığı ve gerekliliği açısından "Günahkâr olma veya nankörlük etme." aynı değerdedirler. Nitekim burada da durum aynıdır. Şimdi buradaki mana şöyledir:

"Münafıkların kıssalarının durumu işte bu iki kıssanın durumuna benzetilmiştir. Her iki kıssa da örnek gösterilme bakımından her birinin diğerinden bağımsızlıkları itibariyle eşittir. Dolayısıyla bu ikisinden han­gisini örnek olarak gösterirsen göster isabet etmiş, yanlış yapmamış olur­sun. Eğer bunu her ikisiyle örnekleyecek olursan yine isabetli hareket et­miş olursun."

Yağan, düşen yağmur. Nitekim aynı zamanda bulut anla­mındadır. Sayyib kelimesinin nekra olarak gelmesi ise, bir tür şiddetli ve fırtınalı korkutan yağmur demektir. Nitekim tıpkı ilk misalde görüldüğü gibi nasıl "Nar/ateş " kelimesi nekra olarak gelmiş ise burada da "Say­yib" kelimesi öyle gelmiştir.

kelimesi de şu üzerimizde gölgelik yapan gök demektir. Nitekim Hasan Basri'den gelen rivayete göre dünya seması; iç içe dürülmüş ve akıp yok olmaktan alıkonulmuş bir dalgadır.

Bir de burada "Sema" ve "Sayyib" kelimelerinin yer almasındaki yarar şudur; Sayyib yani bilindiği gibi gökten (semadan) gelir. "Sema" kelimesinin marife oluşu da, bunun bir bulut olduğunu belirtmek suretiy­le söz konusu bulutun tüm ufukları kaplayıp dört bir tarafı sarmış anla­mındadır. Bu bakımdan, kelimeyi nekra, yani belirsiz olarak, şeklinde getirmemiştir. Eğer böyle nekra gelmiş olsaydı yağmurun tüm ufuklardan değil de tek bir ufuktan, kısaca dört bir taraftan değil, yalnız bir tek yönden gelmesini ifade ederdi. Çünkü, semanın her bir ufku başlı başına birer ufuk sayılması nedeniyle böyle zikretmiştir. Nasıl ki, "Say­yib" kelimesinin nekra olması, terkibi ve binası belli bir değerlendirme ile gelmiş ise, "Sema" kelimesinin marifeliği de aynen böyle olmuştur. Bütün bunlar belli bir Ölçü iledir.

Ayrıca bu, bulutların semadan suyunu alıp indiğinin, döküldüğü­nün de delilidir. Ancak bulutların yağmur sularını denizlerden alıp yukarı çıkardıkları ve buradan da yağmur şeklinde yere döktükleri de ileri sürül­müştür. "Zulümat" kelimesi câr ve mecrur ile merfudur, yani zarf olarak böyledir. Çünkü bu, "Sayyib" kelimesinin sıfatı olması nedeniyle bazen daha kuvvetlidir. Ancak bunu başta söylemen halinde durum değişir. Yani başta, okuman halinde durum farklıdır. Çünkü bu hususta İmam Ahfeş ile İmam Sîbeveyh arasında ihtilaf bulunmaktadır.

Bulutların aralarındaki elektriklenmeleri sebebiyle mey­dana gelen ses veya bulutları sevk ve idare ile görevli meleğin sesidir.

Şimşeğin çakmasıyla oluşan ışıma, aydınlık. Bu da kelime olarak, babından olup parlamak anlamındadır. 'deki zamir, Sayyib kelimesine racidir. Böylece, Sayyib’i, "zulümat" (karanlık­lar) için bir yer ve mekan olarak göstermiş oldu. Eğer bu ifadeden kasıt bulut ya da bulutlar ise bu takdirde bunun zulümatı, yani karanlıkları her tarafi simsiyah olarak kuşatmış ve üst üste tabakalar haline gelmiş olur. Bunun karanlıkları, bulutların tabakalar halinde üst üste binmiş olması ve bu tabakalar halinde oluşa bir de gece karanlığının buna eklenmiş ol­masıdır.

Yağmurun karanlıklarına (zulümatma) gelince; sağanak halinde ve aralıksız olarak sicim halinde yağan yağmur nedeniyle oluşan bir karan­lık ve buna bir de gece ile bulutların karanlığının eklenmesiyle meydana gelen karanlık. Sayyib'i yıldırım ile şimşeklerin mekanı olarak gösterme­sinden asıl maksadın bulutlar olduğu bir gerçektir. Nitekim bununla eğer yağmur murat olunursa yine aynıdır. Çünkü her ikisi de, yani gök gürlemesi ile şimşek çakması bu anlamda yağmur ile aynı şeye tabidirler, ben­zerlik gösterirler. Âyette Rad ile Berk kelimeleri çoğul olarak gelmemiş­lerdir. Zira her ikisi de esas bakımından mastardır. Nitekim denilir. Burada her iki kelimenin de çoğulları bırakılarak aslın hükmüne riâyet uyuldu.

Bütün bunların nekra olarak getirilmesinde de şu esas alınmıştır. Asıl olan bunların türleri demektir. Adeta şöyle denilir gibidir: "Bunun içinde koyu karanlıklar, büyük ve korkutucu gürültü ve sesler ile gözleri ka­pıp alan şimşekler vardır."

"İste o münafık­lar yıldırunlai' sebebiyle gelecek olan ölüm korkusundan parmaklarını kulaklanna tıkarlar."

Buradaki zamir, her ne kadar mahzuf ise de "yağmura yakalanan­lara" aittir. Tıpkı şu âyette geçtiği gibi: [58]

Görüldüğü gibi bu âyette de zamiri çoğul olarak gelmiştir. Çünkü mahzuf olan kelime her ne kadar lâfız olarak düşmüş ise de mana olarak vardır ve bakidir. Ayrıca fiilinin iraptan mahalli yoktur. Çünkü müste'nef yani yeni bir cümledir. Çünkü şiddet, dehşet ve korku uyandıran anlamında gök gürlemesinden ve şimşek çakmasından söz edi­lince sanki birileri şöyle bir soru yöneltir gibi bir durum ortaya çıkıyor. O da şu sorudur: "Bu kadar şiddetli gök gürlemesi karşısında onların duru­mu nicedir?" İşte buna verilen cevap şu oluyor:

"Onlar parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. " Hemen bunun peşin­den de; "Böylesine şiddetli bir şimşek çakması karşısında ne yapıyorlar?" Buna da bir sonraki ayette şöyle cevap veriliyor:

"işte tam o sırada şimşek gözlerinin aydınlığını yok edecekmiş gibi çakar."

Yani nerede ise gözlerini kör edecek olur. Ayette, "parmaklar" adı geçiyor da, "parmaklarının uçlarını" demiyor, neden? Çünkü kulaklara tıkanacak olanlar parmaklar değil, parmakların uçlarıdır. Ancak genelde konuşmalarda böyle geçtiğinden bu ifadeye yer verilmiştir. Yani, konuş­ma geleneği itibara alınmıştır. Bu, âdet şu âyetteki ifadeye benzer. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"İki ellerini de kesin."[59]

Bu âyette, "Ellerini kesin." ifadesinden kasıt, "bileklerinden itiba­ren" demektir. Kaldı ki, âyette "parmakları" ifadesi, "parmaklarının uç­ları " ifadesine göre çok daha abartılıdır. Burada da zaten işin bu nokta­sına işaret ediliyor. Ayrıca kulağın kendisiyle tıkatıldığı bilinen bir par­mağı söz konusu etmemiştir. Çünkü, işaret parmağı genel olarak sövgü de ve yanlış şeylerde kullanılan bir parmaktır. Kur'an'ın âdabı gereği bundan sakınmak daha yerinde bir durumdur. Ayrıca müsebbihe parmağı (işaret parmağı) diye de söylemedi. Çünkü bu, pek yaygın olarak kullanı­lan bir tabir değildir, sonradan ortaya çıkmıştır.

burada. fiiline mütealliktir. Yani, "Yıldı­rımlar sebebiyle parmaklarını kulaklarına tıkarlar."

kelimesi; Öylesine şiddetli bir gök gürlemesidir ki, bu­nun sonucunda bulutların elektriklenmeleri sebebiyle yıldırım adı verilen bir ateş parçasının kopup düşmesidir. Nitekim, bu oldukça yakıp kavuran latif bir ateş olup neye dokunursa onu ortadan kaldırır. Fakat bütün aşırı süratteki hızına rağmen çok çabuk soğuyup sönen ve kaybolan bir ateştir. Nitekim söylendiğine göre yıldırım bir hurma ağacına isabet etmiş ve yarısına yakınını yaktıktan sonra sönmüştür.

Nitekim, ifadesi, yıldırımın bir şeyi yakıp yok et-meşine denir. Yani, yıldırımın dokunduğu canlı veya kimse ya onun ol­dukça dayanılmaz sesinin şiddetinden ya da onu yakmasından dolayı öl­dü, demektir.

"Ölüm korkusundan." Bu, mef ulü lehtir.

Canlının bünyesinin bozulması, canlılığını yitirmesi de­mektir. Ya da öyle bir arazdır ki, artık bu arazın (hastalığın) ortaya çık­masıyla orada hayattan ve canlılıktan iz kalmaz.

"Oysa Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır." Yani münafıklar Allah'ın azabından ve cezasından kurtulamazlar. Nasıl ki, kuşatılanlar kendilerini kuşatanların elinden kurtulamazlar ise bunla­rın da hali böyledir. Bu, esasen mecazi manadır. Bu cümle de muterize (parantez) cümlesi olup irapta mahalli yoktur (cümle dışı unsurdur). [60]

 

20 - İşte tam o sırada, şimşek gözlerinin aydınlığını yok ede­cekmiş gibi çakar. Şimşeğin etkisiyle çevrenin biraz aydınlanması ü-zerine hemen o aydınlıktan yararlanıp birazcık yürürler. Ancak ü-zerlerine karanlıkların çökmesiyle de oldukları yerde kalakalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır ve gözlerini de kör ederdi. Hiç şüp­hesiz Allah her şeye kadirdir.

 

"İşte tam o sırada, şimşek gözlerinin aydınlığını yok edecekmiş gibi çakar."

Bu âyette yer alan, kelimesi hızlıca kapıp yakalamak demektir. bir yardımcı fiil olarak "oldukça yakınlaştırma " (az kalsın olacaktı) anlamında (olayazdı ve kapayazdı gibi manalarda) kullanılır. kelimesi fiilinin haberi olması itibariyle nasb mahal­linde gelmiştir.

"Şimşeğin etkisiyle çevrenin biraz aydınlanması üzerine." Buradaki, kelimesi zarftır. ise nekra-ı mevsufedir ve "vakit" manasındadır. "aid" ise mahzuftur. Yani, "Şimşeğin etkisiyle çevrenin birazcık aydınlanması esnasında" demektir. Bunun amili de, yine bunun cevabı olan, "onda yürürler" olup "onun aydın­lığında/aydınlığı üzerine ..." demektir. Bu da üçüncü bir istinaf (yeni) cümledir. Bu adeta, "Şimşeğin çakmasıyla kaybolması esnasında, bu iki durumda bunlar ne yaparlar?" şeklinde bir soru soran kimseye verilen ce­vap niteliğini taşıyor.

İşte böyle bir temsil münafıkların durumlarının ne kadar ağır ve bu­nalımlı olduğunu ve hatta görünenden çok daha şiddetli olduğunu gös­termektedir. Çünkü yağmura ve tipiye yakalananların gök gürültüsü, yıl­dırımların düşmesi gibi olaylar nasıl ki buna yakalananları neredeyse bir bunalıma sokuyor ise, münafıkların hali bundan daha beterdir. Çünkü, münafıklar yaptıkları yanlışlıklar ve terk ettikleri gerçekleri görüp düşün­dükçe büyük bir dehşet, sıkıntı ve şaşkınlık içindedirler. Yağmur fırtına­sına tutulup da neredeyse gözlerini kör edebilecek durumda bir şimşek çakmasının verdiği sıkıntı yanında onun birazcık oluşturduğu aydınlığı da kaçışları için bir fırsat sayarlar. Hemen bu aydınlıktan yararlanmak için birkaç basit adım atıverirler, fakat ışımanın yok olmasıyla hemen bulundukları yerde kalakalırlar, ne öne bir adım atabilirler ne de geriye...

 fiili, müteaddi (yani geçişli) bir fiildir. Yani "fırtınaya ya­kalananlar nerede yürüyebilecekleri bir aydınlık, gidebilecekleri bir yön bul­salar hemen o tarafa yönelirler. Heyhat işte münafıkların durumu bundan daha vahimdir." Burada mef ul (yani tümleç) mahzuftur. Veya bu fiil mü­teaddi (yani geçişli) bir fıiî değildir. O takdirde mana şöyle olur: "Ne za­man şimşek bir aydınlık yayarsa, hemen onun aydınlığında yürürler."

Ancak üzerlerine karanlıkların çökmesiyle de oldukları yerde kalakalırlar." Burada, müteaddi (geçişli)sdeğildir. Bu âyette, fiiliyle birlikte, kelimesini ve fiiliyle birlikte de, kelimesini zikretti. Çünkü bu münafıklar öylesi­ne dünyaya düşkündürler ki, hırsları sebebiyle hep bir şeyler elde etmek isterler. Zira dünyaya göbekten bağlılar. Ne zaman bir yerde bir fırsat bulsalar hemen oraya atılırlar. Nitekim onların bekleyişleri de fırtınaya yakalananlarmki gibi değil, daha ileri durumdadır.

kalakalırlar, oldukları yerde durakalırlar. Nitekim, suyun buz tutmasına da, denir.

"Allah di ipleydi kulaklarını sağır ve gözlerini de kör ederdi." Yani şiddetli gök gürlemesiyle kulakla­rını sağırlaştırır ve şimşek çakışının gözleri alan ışımasıyla da gözlerini kör ederdi. fiilinin mef ulü mahzuftur. Çünkü, cevap zaten buna delâlet ediyor. Yani, "Eğer Allah onların kulaklarını ve gözlerini giderip yok etmek isteseydi mut­laka onları yok ederdi." Ancak, fiilinde bu manada hazf oldukça fazladır.

Burada şunu belirtmek istiyor: Garipsenecek şey dışında neredeyse fiilinin mef ulünü açık olarak belirtmezler. Örneğin; şairin şu kavli gibi:

Düeseydim onun için gözyaşı yerine akıtmak

Kant akıtırdım elbet

lakin ağlamaktansa sarılırını

Sahası çok geniş olan sabra

Yüce Allah'ın şu kavli de bize diğer bir örnektir; Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Eğer biz eğlence edinmek isteseydik."[61]

Yine bir başka âyet de şöyledir:

'Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi.[62]

"Hiç şüphesiz Allah her şeye kadirdir."

Muhakkak Allah her şeye kadirdir, her şeye gücü yetendir. [63]

 

21. —22. AYETLER

 

Meali

 

21.  Ey insanlar! Hem sizi ve hem sizden öncekileri yaratan Rab-binize kulluk edin. Umulur ki, takva ile azabından korunup rızasını ka­zanmış olursunuz.

22.  Ki, O (Allah), üzerinde karar kılmanız için yeri size bir döşek, göğü de kubbe misali bir tavan yaptı. Gökten (bulutlardan) su indirerek onunla, size, yararlanabilmeniz için yerden çeşitli ürünler ve meyveler çıkardı. Öyleyse, bütün bu gerçekleri bile bile Allah'a ortak koşmayın. [64]

 

Tefsiri

 

Yüce Rabbimiz önceki âyetlerinde mükellef tutulan ve sorumluluk altında bulundurulan gruplardan iman edenleri, kâfirleri ve münafıkları tek tek sayıp her bir grubun ayrı ayrı Özelliklerini ve durumlarını, her bir fırkadan kimlerin kurtulup mutlu olacak sınıftan olabileceklerini ve kim­lerinde şaki olacaklarını ve katındaki durumlarının ve makamlarının ne olacağım, kimin derecesini yükseltip ve kimin helak olacağını ifade bu­yurduktan sonra şimdi hepsine birden hitap ederek sesleniyor. Buradaki seslenişte de Önceki âyetlerde değindiğimiz iltifat vardır.

 

21 - Ey insanlar! Hem sizi ve hem sizden öncekileri yaratan Rabbinîze kulluk ediniz. Umulur ki, takva ile azabından korunup rı­zasını kazanmış olursunuz.

 

"Ey insanlar!": Tabiin'den Ebu Şibl Alkame b. Kays (v.62 veya 72/681 veya 691) diyor ki, Kur'an'da ne kadar, "Ey in­sanlar! " diye bir ifade var ise. Bu, Mekkelilere bir hitap ya da sesleniştir ve Kur'an'da ne kadar, "Ey iman edenler!" olarak geçen bir hitap var ise bu da Medinelileredir. Buradaki hitap Mekke müşriklerinedir. Buradaki Ey anlamındaki bir harf (edat) olup uzağı ifade için kullanılır. Nite­kim, Arapçadaki, "ey" edatı ile fetha harekeli olarak hemze harfi yakım işaret için kullanılan birer ünlem edatıdırlar.

Daha sonra bu, gafil ve unutkan, aymaz olan kimseleri uyarmak, onların dikkatlerini çekmek için kullanılır oldu. Hatta her ne kadar bu, uzak için kullanılan bir ünlem ise de böyle gafil ve aymazlar yakınımızda da olsalar yine de bu ünlem edatı kullanılır. O yakında olanlar da tıpkı o uzaktakiler gibi değerlendirilir. Yani, bu harflerle ünlenirler. Çünkü on­lar da diğerleri gibi aymazdırlar.

Eğer bu ünlem edatlarıyla aklı başında, zeki ve uzağı görenler ünle-nilirse, yani bunlara hitap olunursa bu takdirde bu edatlar seslenilen ki­şiyi daha çok dikkate çağırmak ya da onun dikkatini çekmek içindir. Ya­ni, uyan ile anlatılacak şeyin oldukça önemli olduğunu ve buna itina gösterilmesi gerektiğini ifade içindir.

Dua eden kişinin, "Ey benim Rabbim!" yakarmasına ge­lince -ki O, kendisine dua edene onun şah damarından daha yakındır- di­ye seslenmesine gelince, kendi adına yakarmadır ve kendisine hasretmek içindir. Yani Allah'ı kendine yakın bulmadır. Ve nefsinden yakın mı de­ğil mi gibi sakıncalı düşünceleri de uzaklaştırmak, nefsini kırmak içindir. Bu gerçeği nefsine aşın bir şekilde kabul ettirmekle birlikte duasının ka­bul olunabileceği inancına da tüm varlığıyla inanması, adeta bu inanç ve duygu içinde kendini kaybetmesidir.

Ey" kelimesi, kendisinde elif ve lam harfi bulunan bir nida ara­cıdır. Nitekim. ve kelimeleri de cins isimleri tanımada birer vesiledirler bir de marife kelimeleri cümlelerle vasfetmek içindir. Bu aynı zamanda müphem bir isimdir dolayısıyla kendisinden söz konu­su müphemliği (kapalılığı, ani aşılamaz! ılığı) giderecek bir şeye muhtaç­tır. Buna mutlaka bir cins ismin eklenmesi gerekir. Ya da onun yerine ge­çip onu tanıtacak veya vasfedeck bir cins isme ihtiyacı vardır. Bu olmalı ki, nida (ünleme) ile neyin kasdolunduğu açıklanmış ya da bilinmiş ol­sun.                   

Bunda amil îolan (etkin rol oynayan) kelime de, ve kelimeleridir. Buna tabi olan ise onun sıfatıdır. Örneğin:  gibi.                  

Ancak, kelimesi kendi başına, kelimesinde olduğu gibi müstakil değildir, bu bakımdan sıfattan ayrı olarak gelemez. Bu ara­da, sıfat ile mevsuf, yani niteleyen ile nitelenen arasında fazladan yer alan tenbih (uyarı) kelimesine gelince; bu, nida manasını te'kid etmek (pekiştirmek) içindir. İvaz (karşılık) için de hakkı ne ise o verilir. Yani, izafet nedeniyle gereken hakkı yerine getirilir.

Kaldı ki, Kur'an'da bu tarzda nida oldukça çok vardır. Çünkü yüce Allah'ın, emirleri olsun nehiyleri (yasaklan) olsun, vaadleri ve vaidleri, yani ikaz ve tehditleri olsun oldukça önemli şeyler olduğundan. Kendi­siyle kullarına seslendiği kelimeler de bu bakımdan dikkat çekici olmalı­dır ve zaten de öyledir. İşte bu bakımdan bu değerde uyarılmaları gerekir. Dolayısıyla tüm kalpleriyle ona meyletmeliler oysa onlar daha önceden bundan gafil idiler. İşte sırf bunun içindir ki daha güçlü ve daha abartılı (mübalağa içeren) bir ifade ile seslenilme gerekti.

"Rabbinize kulluk (ibadet) ediniz." Yani, O'nu birle­yiniz, tevhid inancına bağlanınız. İbn Abbas (Radıyaliahü Anh) : "Kur'an'da yer alan ibadet anlamındaki her kelime tevhidi, Allah'ın birliği manasını ifade eder.

"Ki, O sizi yarattı." Bu, açıklayıcı ve izah getirici bir sıfattır. Çünkü, bilindiği gibi Allah'a ortak koşanlar, İlâhlarını "Rabler/Erbab" olarak isimlendiriyorlar. "Halk" kelimesi bir takdire ve dü­zene, ölçüye göre madum olanı, yani olmayanı var etmek, icadetmektir. Fakat Mutezile Mezhebine göre; bir takdir (ölçü) ve düzene göre madum olanı değil, şeyi icad etmek, var etmektir. Çünkü Mutezile'nin görüşüne göre, "madum, yani olmayan" da "şeydir" inancından hareketle böyle demektedirler. Zira Mutezile açısından, "şey", kendisi hakkında bilgi a-hp verilmesi, haber getirilmesi doğru olandır. Ancak Ehli Sünnet inancı­na, yani bizlere göre bu, mevcudun yani var olan şeyin adıdır. Hiç var ol­mamışın değil.

Kıraat imamlarından Ebu Amr'(v. 159/775); cümlesini, şeklinde idğam ile yani şeddeli olarak okumuştur.

Ve sizden öncekileri de yarattı." Böylece yüce Allah'ın hem onların ve hem onlardan öncekilerin yaratıcısı olduğuna da­ir aleyhlerine bir hüccet ve kanıt getirilmiş oldu. Çünkü, kendileri zaten bunu ikrar ediyorlar. Dolayısıyla onlara şöyle deniliyor:

"Mademki O'nun sizin yaratanınız olarak ikrar edip kabul etmek­tesiniz, o halde O'na karşı olan kulluk ve ibadet görevlerinizi yerine getirin. Artık bundan böyle putlara, putlaştırdıklarınıza kullukta bulunmayın."

"Umulur ki, takva ile azabından korunup rızasını kazanmış olursunuz.'" Ümitvar olarak ve sakınarak Allah'a kullukta bu­lunup ibadet edin ki, belki bu sayede azaptan kurtulursunuz.

edatı, Terecci içindir yani "ümitvar olma" manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki, her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerim olan bir zattan olmalı, kişi O'n-dan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine bir ifadedir. İmam Sîbeveyh de bu görüştedir. Ancak Kutrub (v. 106/724) ise; kelimesi, "için" manasmdadır, diyor. Yani, "Sakınıp ko­runmanız için." [65]

 

22 - O (Allah) ki, üzerinde karar kılmanız için yeri size bir döşek, göğü de kubbe misali bir tavan yaptı. Gökten (bulutlardan) su indirerek onunla size, yararlanabilmeniz için yerden çeşitli ürünler ve meyveler çıkardı. Öyleyse bütün bu gerçekleri bile bile Allah'a or­tak koşmayın.

 

Bu âyette yer alan, fiili, manasmdadır. ilgi zamiri ya medih üzere mahallen mansubtur veya gizli bir zamiri ile merfudur.

kelimesi de üzerinde oturulan sergi, rahat edilen minder, uyunulan döşek ve dolaşılan yer. Yani üzerinde dinlenir, uyur ve dola­şırsınız. Bu, aynı zamanda, fiilinin ikinci mef uludur. Ancak bu âyette dünyanın dümdüz olduğu ya da küre şeklinde olduğu hakkında bir delil yoktur. Yani, bu âyet bu konuda bir delil değildir. Çünkü her iki du­rumda da yani ister düz ve ister küre şeklinde olsun, bu, üzerinde yaşanılamaz, döşek misali üzerinde yayılamaz manasında değildir.

"Göğü de bina (tavan) yaptı." Nitekim, yüce Allah (Celle Celâluhu) bir başka âyette şöyle buyuruyor:

"Bîa, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık."[66]

"Bina" kelimesi, mastar bir kelimedir. Bu yapılmış, bina edilmiş şeyin adı olmuştur.

"Gökten su (yağmur) indirdi" yağdırdı.

"Onunla (su ile) çıkardı." Evet meyvelerin, ürünlerin çıkması Allah'ın kudreti, dilemesi ve yaratmasıyladır. Ancak bunların ortaya çıkması için suyu sebep kılmıştır. Nitekim, çocuğun ya da yavrunun meydana gelmesi için de erkeğin suyunu (spermini) buna sebep kılmıştır. Kaldı ki; Allah, nasıl sebeplerin ve maddelerinin kendilerini var etmiş ise hiçbir sebep olmaksızın da her şeyi yaratmaya, var etmeye kadirdir. An­cak, Allah'ın eşyayı var etmede tedricilik (derecelendirme, adım adım var etme) kanunu vardır ki, bu sayede bir halden diğerine geçerek ve bir mertebeden ötekisine taşınarak meydana getirir. Bütün bu şeylerin bu tarzda yaratılmasında basiret gözüyle bakmak isteyenler için hikmetler ve ibretler vardır, hepsinden ders çıkarmak gerekir.

"Ürünlerden meyvelerden" âyetin bu ifadesinin ba­şında yer alan, cer edatı ya teb'iz veya beyan (açıklamak) içindir. Teb'iz: Bazısı, bir kısmı, anlamındadır.

"Rızık olarak." Eğer, cer edatı "teb'iz" manasında değerlendirilirse, bu, mef ulü leh olur. Şayet edatı beyana (açık­lama) anlamında kabul edilirse bu kelime, fiilinin mef ulü bini olur.

Ancak şöyle bir yorum da vardır: kelimesi çoğul olmakla birlikte, yine aynı kökten olan, ve kelimelerinden manaca daha alttadır. Gerçi yağmur suyu ile oluşan meyveler daha çoktur. Ancak burada belirtilmek istenen şey,  kelimesinin olarak çoğul olmasıdır. Çünkü cemi (çoğul) kelimeler kimi vakit birbirlerini yerine kullanılabilirler, Zira hepsi de cemi (çoğul) oluşta buluşuyorlar. Kısaca burada cemi kıllet (azlık çoğul) ile cemi kesret (çok­luk çoğul) söz konusu olmaktadır ve bu türden çoğullar da birbirlerinin yerine kullanılabilmektedirler.

"Sizin için." Eğer bununla bizzat rızıklananlar murat olun­muş ise (kastedilmişso) bu kelime "rızk" kelimesinin sıfatı olur. Eğer ifa­de ettiği mana için bir isim ise bu takdirde de mef ulü bihtir. Sanki şöyle denilir gibidir: "Ancaksize rızık olarak"

"Öyleyse Allah'a ortak koşmayın." Bu kı­sım, emre taalluk etmektedir ki mana şöyledir: "Rahbinize ibadet(le kul­luk) edin ve fakat O'na eşler, denkler edinmeyin, ortak koşmayın." Çünkü ibadetin temeli tevhid inancıdır. Bu bakımdan O'na eş ve ortak koşulmamalı, hiçbir şey O'nunla denk tutulmamalıdır.

Bu arada, kelimesinin mübteda olarak merfu olması ve kelimesinin de bunun haberi olması da caiz olur. di­ye başına, harfinin gelmesi ise, cümlenin içerik olarak ceza mana­sının taşımasıdır. Yani, burada deniliyor ki:

"Ki O, sizi bu muazzam âyet ve mucizelerle, birliğini ya da vahda­niyetini gösteren açık seçik delillerle kuşatmıştır. Öyleyse, O'na ortaklar koşmayın."

kelimesi, misi ve denk anlamındadır. Bu kelime sadece uzak ve aykırı olan misi için söylenen bir kelimedir. Nitekim, "O'nun niddi (misli) de yoktur, zıddı da yoktur. " demek, birinci olarak Onun yerine as­la bir şey kaim olmaz (geçemez) ve ikinci olarak da; O'na zıt ve karşı çıkabilecek bir varlık da yoktur, demektir.

"Ve siz bütün gerçekleri bile bile...9' Yani putların hiçbir şeyi yaratmayacağım ve rızık olarak hiçbir şey vermeyeceğini bile bile. Çünkü yaratan da nzik veren de yalnızca Allah'tır.

Ya da, kelimesinin mef ulü tamamen terk olunmuş ola­bilir. Yani, "İlim erbabı olarak sizin bile bile, putları Allah'a denk (eşler) tutmanız cehaletin ve bilgisizliğin ta kendisidir." Cümle ise bütünüyle, kelimesinin zamirinden haldir. [67]

 

23. — 24. AYETLER

 

Meali

 

23. Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan herhangi bir şüphe içinde iseniz, haydi (küçük de olsa) onun benzeri bir sûre geti­rin. Eğer iddianıza sadık iseniz, Allah'tan başka güvendiğiniz şahitlerini­zi de çağırın!

24. Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan cehen­nem ateşinden sakının. [68]

 

Tefsiri

 

Yüce Rabbimiz münafıklara ve inançsızlara vahdaniyetini, bir tek ilâh olduğunu ortaya koyduktan ve onlara buna ilişkin hüccetleri (kanıt­ları) gösterdikten ve bir de kendisine ortak koşulmasını da geçersiz kılma ile ilgili kanıtları gözlerimiz önüne serdikten sonra yeni bir konuya geçiyor.

Ancak, önceki âyetlerde hüccet (kanıt) olarak gösterdiklerine şöyle bir göz atalım. Allah onları diriltmeye kadir olduğu gibi, mekanları, yer­leşim yerleri ve karargâhları olan dünyayı da O yaratmıştır. Üzerimize kurulmuş bir kubbe tarzında ve sağlam halatlar kurulmuş sapasağlam çadirlar misali ve işte bu gördüğümüz şekilde göğü yaratan da O'dur. Aziz ve Celîl olan Allah'ın tesviye edip düzelttiği şeyler... evet hep O'nun kudretinin delilidir. Tıpkı yer ile gök arasında kıyılan bir nikah (evlenme) misali. Çünkü, gökten suyu yere boşaltıyor ve bu su ile de o toprağın kar­nından (içinden ya da bağrından) adeta doğan nesiller misali meyveler, ürünler çıkarıyor ve hepsini de rızık olarak Ademoğluna sunuyor.

İşte tüm bu Örnekler, insanı tevhit inancına, Allah'ın birliği inan­cına götüren ve şirki, ortak koşmayı da iptal edip geçersiz kılan delil­lerdir. Çünkü, yaratılmış olan şeylerden herhangi birisi bir başka şeyi ya­ratmaz, yaratamaz, buna kadir değildir, gücü yetmez.

Bir de bunlara bağlı olarak Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in peygamberliğinin ispatı konusunda da bir hüccet olduğu kadar, Kur'an'dan indirilenlerin de kendi katından gönderilen bir mucize oldu­ğunu ikrar ve müşrikleri aciz bırakmak için de bir hüccettir, kanıttır. Bü­tün bu kanıtların kimini gördük, kimini de ilerleyen sayfalar içerisinde göreceğiz. İşte bunlar için de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

 

 

23 - Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan herhangi bir şüphe içinde iseniz, haydi (küçük de olsa) onun benzen bir sûre getirin. Eğer iddianıza sadık iseniz, Allah'tan başka güven­diğiniz şahitlerinizi de çağırın!

 

"Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan herhangi, bir şüphe içinde iseniz..."

Bu âyette yer alan, kelimesindeki harfi nekra-ı mevsufedir. Ya da manasındadır. "Kulumuz1' ifadesinden kasıt da, Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dir.

"Kul" kelimesi de akıllı varlıklardan olup bir kralın emri altında bulunan, malikinin mülkü konumunda olan demektir. Ya da köle demektir. Memluk; Başkalarının istilasına uğramak suretiyle onun ege­menliği altına giren varlık, kimse.

Bir yoruma göre, kelimesi anlam olarak, keli­mesinden daha alt derecededir. Çünkü ile anlatılmak istenen, tedrici olarak ve peyderpey indirilen manasmdadır. Çünkü bu, meydan okumak yerinde gelmiştir. Bilindiği üzere müşrikler şöyle derlerdi:

"Eğer bu, Allah tarafından indirilmiş olsaydı bu şekilde aralıklı olarak ve peyderpey değil, sûre sûre olarak da değil, bir âyetin ardından bir başka âyet olarak da değil, toptan indirilirdi. Oysa bu olaylara ve duruma göre inmektedir. Adeta gördüğümüz ve alıştığımız gibi hatiplerin, şâirlerin za­man zaman kendilerinde görülen ve olaylara göre gelişen ifadeleri gibi bir şey. Zira, herhangi bir şair şiir divanım bir defada ortaya koyamaz. Aynı şekilde bir naşir de konuşmalarını bir defada sergilemez. İste Muhammed'in de yaptığı budur. Eğer bunu Allah indirmiş obaydı mutlaka bir defada in­dirirdi."

Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İnkâr edenler: «Kur'an, Muhammed'e bir defada indirilmeli değil miydi?» dediler"[69]

Yine denilir ki: "Eğer şu tedrici olarak, peyderpey inen Kitap'tan şüphe içinde iseniz, bu takdirde; siz de bir sure getirin!" Yani, siz de onun sûreleri gibi, âyetleri gibi bir sûre getirin. Hem de ara­lıklı olarak da olsa getirin, onun parçalarından bir tekini, en küçük bir sûresini olsun getirin!"

Sûre: En azı üç âyetten oluşan Kur'an'dan bir parça ya da bölüm, demektir. Eğer, kelimesinde var olan, harfi keli­menin aslından, yani kök harflerinden ise, bu takdirde bu isim ya Pey­gamber şehri olan Medine'yi çevreleyen duvarlardan (surlardan) ötürü bu adı almıştır. Çünkü sûre de, Kur'an-ı Kerim'den bir parça olup ayrı ayrı sûrelerin toplanarak bir araya getirilmiş kitaptır. Adeta surlarla çevrili beldeler gibi. Ya da Kur'an sûreleri farklı ilim dallarını ihata etmiş (ku­şatmış) olduğunda-, ve faydalı birçok şeyleri içerdiğinden bu isim verilmistir. Tıpkı Medine surlarının içinde var olanları çevreleyip kuşatması gibi.

Veya bu isim; rütbe (mertebe) manasında olarak verilmiş olabilir. Çünkü, sûreler de menziller ya da mertebeler veya konaklar manasındadırlar. Okuyucu her bir sûreyi okudukça diğerine ilerler ki bu, onun mer­tebesini yükseltir ve aynı zamanda bir sûreden diğerine geçme ve yük­selme manasmdadır.

Kaldı ki, bizzat sûreler kendi aralarında derecelendin İmi şlerdir. Ör­neğin; uzun, orta ve kısa sûreler gibi. Veya dini bakımdan değerinin ve yerinin oldukça üstün olmasından ötürü bu ad verilmiş olabilir.

Eğer kelimesindeki harfi, Hemze'den çevril­miş bir harf ise, bu takdirde bu, Kur'an'dan bir parça, bir kısım ya da bölüm manasmdadır. Tıpkı , kelimesi gibi. Bu da "herhangi bir şeyden arta kalan " demektir. [70]

 

Kuranın Sûrelere Ayrılmasındaki Hikmet

 

Kur'an-ı Kerim'in bölümlere ve parçalara ayrılmasının birçok ya­rarları bulunmaktadır. İşte bunun içindir ki, Yüce Allah, Tevrat'ı, İncil'i, Zebur'u ve diğer peygamberlerine vahyettiği şeyleri sûre başlıkları altın­da indirmiştir. Nitekim yazarlar, herhangi bir sanat alanıyla ilgili kitap­larını kısımlara ayırmışlar ve hepsine farklı bölüm başlıkları vermişlerdir. Örneğin:

Eğer kitap türü ya da cinsi, içinde birçok nevileri bulunduruyor ve birçok ilim (bilgi) çeşitlerini (sınıflarını) da kapsıyorsa bunun için en uygun olanı tek bir açıklama ile giriş yapılmalıdır.

Eğer okuyucu bir sûreyi tamamlar veya kitabın bir bölümünü bitirir de bundan sonra bir başkasını alıp okumaya başlarsa bu onun için daha dinlendirici ve daha çok istek doğurur. Dersine daha fazla yönelir ve on­dan bir şeyler edinmeyi daha fazla ister. Hatta uzun bir müddet o kitap üzerinde çalışmasını sürdürse de yine durum aynı olur. İşte bunun içindir ki, Kurra (kıraat otoriteleri), Kur'an'ı değişik kısımlara ayırmışlardır, yedişer cüz olarak okumak, tek cüz halinde okumak, onar ya da beşerli cüzler halinde okumak gibi.

Yine bu örneklerden biri de şöyledir: Hafız olan bir kimse eğer bir sûreyi gereğince bilir ve öğrenirse, artık o, Allah'ın kitabından bir par­çasını bağımsız (müstakil) olarak kendi adına öğrendiğine inanır. Bu sû­renin bir fatihası (başı ya da girişi) ve bir de hatimesi (sonu) vardır. Yani, bunlar da buna dahidir. Bu kimse bu şekildeki bir ezberi kendisi adına büyük bir başarı kabul eder ve bunu kendisi için muazzam bir şey olarak değerlendirir. Nitekim, Enes bin Malik (Radıyaliahü Anlı) (v.93/711) şöyle ri­vayet etmiştir:

"İçimizden bir kimse Bakara ile Ali îmran sûrelerini okuyunca, o bizim gözümüzde büyür, değer kazanırdı."[71]

İşte bunun içindir ki, namazda bir sûreyi başından sonuna dek oku­mak daha faziletlidir.

"Onun benzeri" Bu sûreye müteallik olup onun sıfatıdır, zamir ise, 'ya aittir. Yani, "onun gibi olan bir sûre." Kısaca şöyle deniliyor:

"Garib beyanlarıyla onun niteliğini taşıyan, en güzel nazım itibariyle en üst basamağa çıkabilen bir sûre getirin."

Ya da kulumuz Muhammed için; "Tıpkı onun gibi bir ümmî olan, (okuma yazması olmayan ve ilim adamlarından ilim tahsil etmemiş olan) ve aynı zamanda orada onun gibi bir benzerine ve nazirine yönelmeksizin, (Kur'an ve Muhammed gibi bir gerçeğe sığmmaksızm ki onlar dışında onlar gibisi yoktur) onun gibilerini toplayı getirin!"

Zamirin, inzal olunan Kur'an'a raci olması (ait olması) daha yerin­dedir. Çünkü, Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Onun benzeri bir sûre getirin!"[72]

Yine Rabbimiz buyuruyor:

"... Sis de onun gibi on sûre getirin."[73]

Bir başka âyet Rabbimiz buyuruyor ki:

"... Bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar. Onun benzerini or­taya getiremezler."[74]

Dolayısıyla kelâmı (cümleyi), zamiri Kur'an'a ait kılmak suretiyle ele almak tertip bakımından en güzel olanıdır. Kaldı ki, burada indirilen vahiyden, Kur'an'dan söz ediliyor, yoksa vahyin kendisine indirildiği kimseye değildir. Söz onun üzerine sevk olunmaktadır. Bu takdirde mana şöyle oluyor:

"Şayet siz Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğinden şüphede iseniz, o halde siz de ona denk olabilecek (küçük) bir parça olsun indirin."

Burada asıl tertip meselesi şudur: Şayet buradaki zamir Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). raci olsaydı şöyle denilirdi:

"Eğer siz Muhammed'in kendisine vahyin indirildiğinden şüphe duyu­yorsanız, öyleyse onunki gibi siz de bir Kur'an getirin."

Çünkü, bu tefsir ya da yorum, "Şahitlerinizi, yardımcılarınızı çağırın." sözüne daha uygundur. kelimesi, hazır veya şahitliği yerine getiren kimse manasında olup kelime­sinin çoğuludur.

Yâni, "Allah'tan başka." cer edatı burada, "şahitlerinizi" ibaresine mütealliktir. Yani; "Allah'tan başka ilâh edindiklerinizi de (peşlerine takılıp ilâhi aşırdıklarınızı da) ça­ğırın. Çünkü, siz onların hak üzere olduklarını ve yarın kıyamet gününde size şahitlik ya da tanıklıkta bulunacaklarını savunuyorsunuz veya size Kur'an'ın benzerini getirmede tanıklık edip yardımda bulunacakları da çağırın." demektir.

"Eğer iddianıza sadık iseniz, doğru iseniz." Yani, bunu Muhammed kendiliğinden uydurdu, iddianızda, haklı, samimi ve dürüst iseniz. Burada şartın cevabı mahzuftur. Çünkü kendisinden ön­ceki ifade zaten bunu gösteriyor. Yani:

"Eğer siz davanızda doğru ve haklı iseniz. Öyle ise, siz onun bir ben­zerini getirin ve bunun için de tüm inandığınız ilâhlarınızı ve peşlerinden gidip ilâhlaştırdığınız güçleri de yardımınıza çağırın." demektir. [75]

 

24 - Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulu­nan cehennem ateşinden sakının.

 

"Eğer bunu yapamazsanız —ki asla yapamayacaksınız- ..." Rabbimiz itirazcı müşrikleri, Hz. Peygamber (Sa-llallahu Aleyhi ve Sellem) in doğruluğunu öğrenip tanımaları için onlara gere­ken yolu göstermek maksadıyla onlara şöyle buyurdu:

"Mademki ona karşı koyabilecek, muaraza edebilecek durumda de­ğilsiniz, mademki aciz olduğunuz ortaya çıkmıştır. Onu tasdik etmek de farz hale gelmiştir. Öyle ise, derhal ona iman edin ve yalanlayanlar ile inat edip direnenler için hazırlanmış olan azaptan korkun."

Burada peygamberliğin ispatı ya da kanıtlanması için iki delil bu­lunmaktadır. Meydan okunulan şeyden aciz kalacaklarının doğruluğu ve sahihliği ile müşriklerin böyle bir şeyi asla ve hiçbir zaman başaramaya­caklarının haber verilmesidir. Bu ise Allah'tan başka hiçbir kimsenin hiçbir zaman bilemeyeceği bir gaybtır.

Olayı gereği gibi düşünüp değerlendirmeden önce muarazadan (ya­ni karşı koyup meydan okumadan) acziyetleri onlara göre bu hususta şüpheli bir şeydir. Yani, müşrikler böyle bir işe başlamadan yenilip acze düşeceklerine pek ihtimal vermemekte idiler. Çünkü, bunlar kendi fesa­hatlerine (kavrayışlarına, zekalarına) güveniyorlar ve kendi belagatlerini (etkileyici söz söyleme yeteneklerini) üstün görüyorlardı. İşte burada iz­lenen yol da bu tarzda, onların değerlendirmelerine göre getirilmektedir. İşte bunun içindir ki, şüphe içeren, edatıyla durum ele alınmış ol­du. Bu bakımdan, vücup (gereklilik) bildiren edatıyla mesele de­ğerlendirilmedi.

Bu âyette, "getirme" kelimesi yerine "yapma" kelimesi kullanıldı; yani, "ityan" yerine, "fiil" kullanıldı. Çünkü, bu da fiillerden bir fiil (iş­tir). Burada bu fiillere yer verilmesindeki yarar, şundan dolayıdır. Bu, kinaye yerine kullanılan bir ifade olup böylece ihtisarı, yani az söz ile çok manayı kazanmayı amaçlamıştır. Eğer burada, "ityan" kelimesi yeri­ne, "fiil" (yapma) kelimesine yer verilmeseydi, söz uzayıp gider ve şöyle denilirdi:

"Eğer onun gibi bir sûre getirmezseniz -ki asla onun gibi bir sûre ge­tiremeyeceksiniz-. "

" -Ki asla yapamayacaksınız..." cümlesinin iraptan mahalli yoktur. Çünkü bu, mutarize (parantez) cümlesidir. Kaldı ki, bu parantez cümlesi de yerinde ve güzel bir cümle olmuştur. Çünkü şart laf­zı tereddüt içindir. Dolayısıyla, "-ki asla yapamayacak­sınız.." itiraz cümlesiyle bu tereddüde yer bırakılmamıştır. Gerçi edatı olsun ve edatı olsun her ikisi de gelecek zamanda olumsuz­luğu bildirirler. Ancak edatında te'kit manası vardır.

Halil b. Ahmed (100-170/718-786)'e göre, edatının aslı, Mir, Fakat İmam Ferra Ebu Zekeriya Yahya Deylemi (144-207/761-822)'ye göre bunun aslı, 'dır. Ancak bunun sonundaki harfi, harfine dönüştürülmüştür. İmam Sîbeveyh (v.796)'e göre, Bu edatı te'kid-i nefy-i istikbal için konulmuş bir harftir.

Ancak bilinen gerçek şu ki, bu, tamamen gaypten haber vermedir ki, nihâyetinde bir mucize olsun istenmiştir. Çünkü, müşrikler eğer her­hangi bir şekilde buna karşı koyabilselerdi ve bir benzerini getirme başa­rısını gösterebilselerdi bu mutlaka şöhret bulur yayılırdı. Nasıl olmasındı ki, buna dil uzatanlar, onu savunanlardan çok daha fazla idiler. Cehennem ateşinden korunmaları için ön şart onun gibi bir sûreyi getiremeye­cekleridir. Çünkü bunlar eğer istenileni getiremezlerse, böylece muara-zada (tartışmada, karşı koymada) acizlikleri ortaya çıkmış bulunacaktır. Bundan aciz oldukları anlaşılınca da Allah Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nün doğruluğu gerçekleşmiş olacaktır. Onlara göre Allah Rasulü'nün doğruluğu ortaya çıkınca da bunlar inatlaşma yolunu seçtiler ve iman edip boyun eğmekten kaçındılar. Sonuçta da kendilerine cehennem ateşi gerekli (vacip) kılınmış oldu.

Bunlara denildi ki; eğer acze düştüğünüzü anladıysanız, o halde inadı elden bırakın.

Burada, "Öyleyse cehennem ateşinden sakının." Cüm­lesi bunu yerine konulmuş bit cümledir. Yani, yukarıdaki ifade yerine ko­nulan bir cümledir. Çünkü "cehennem ateşinden sakınmak" için gerekli olan sebep ise, inadı elden bırakmaktır, vazgeçmektir. Bu da adeta bir ki­naye kabilindendir. Nitekim kinaye de belagat ilminin bir dalıdır. Bunun faydası da şudur: Kur'an-ı Kerim'in bir süsü mahiyetinde olan icazı sağ­lamaktır, yani az söz ile çok şeyler anlatmaktır.

 "Kendisiyle ateşin tutuşturulduğu şey " demektir. Yani odundur. Mastar ise mazmumdur (Ötrelidir). Gerçi fetha olarak da okunmuştur. ilgi zamirlerinin sılaları (ilgi cümlecikleri) muhatap açısından bilinmesi gerekir. İhtimâldir ki, onlar bunu kitap eh­linden veya Allah Rasulü'nden duymuş olabilirler ya da bunlar bu âyet­ten önce yüce Rabbimizin şu kavlim duymuş olabilirler:

"..Yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun."[76]

Görüldüğü gibi, "ateş " kelimesi Tahrim Süresindeki âyette nekra olarak gelmiş, tefsirini yaptığımız bu âyette ise marife olarak gel­miştir. Çünkü Tahrim Süresindeki âyet Mekke döneminde nazil olanlar­dan iken bu âyet Medine döneminde nazil olan âyetlerdendir. Bununla böylece onların daha önce bildikleri bir noktaya işaret etmiş oluyor.

İşte buna göre, yüce Rabbimizin, "Ki yakıtı insanlarla taşlar olan " manasındaki bu âyeti şunu belirtiyor:

"Bu, diğer ateşlerden farklı öylesi bir ateştir ki, bu ateş insanlar ve taşlar ile tutuşturulup yanan bir ateştir,"

Bu taşlar da kükürt taşlarıdır. Oldukça hızlı tutuşurlar, geç sönerler. İğrenç bir kokuları vardır, bedene yapışıp kalır. Veya bunlardan maksat tapınmak ve ilâhlaştirmak amacıyla yapılan putlardır, put olarak yapılan maddelerdir. Çünkü, bunlar gerçekten oldukça ciddi bir anlamda insanı üzüntü içinde bırakacaklar, zira onlar kendilerine tapanlara zarardan baş­ka hiçbir yarar sağlamayacaklardır.

Dikkat edilirse, ateşin tutuşturulrnasmda insanlar taşlarla birlikte zikredildi. Bunun sebebi de onlar dünyada iken bu putlardan ve putlaştırdıkları şeylerin heykellerinden ayrılmadıkları için, hep onlarla hemhal olmalarından Ötürüdür. Çünkü bunlar bu putlara tapıyorlar, onlara saygıyı elden bırakmıyorlardı. Hatta onlara Allah ile denk manada eş olarak ka­bul edip ilâhlaştınyorlardı. Nitekim benzer bir âyette Rabbimizin şu âyetidir:

"Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız."[77]

Bu âyette olarak geçen ve "yakıt" olarak manalandınlan kelime, odun anlamında olan demektir. Yani, onlar cehennem odunudurlar. İşte bu âyette de insanların taşlarla birlikte geçmesi, o kız­gın taşlarla yanıp kavrulacaklarını onlara bildirmek ve ulaştırmak maksa­dıyladır.

"Kâfirler için hazırlanmıştır."  Bu âyetten, ateşin (cehennemin) de mahluk olduğunu, yani yaratılmış olduğunu anlamak­tayız. Bu âyet onun için bir delildir. Ancak Cebriye Mezhebinin mümes­sil olan Cehm b. Safvan (v.128/745) bunu kabul etmemektedir, karşı çık­maktadır. [78]

 

25. AYET

 

Meali

 

25. İman edip salih amel işleyenleri de müjdele ki, gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. O cennetlerdeki bir mey­veden kendilerine nzık olarak yedirildiği her defasında, "İşte bu, daha önce dünyada bize verilenlerdendir." derler. Bu nzıklar kendilerine bazı yönlerden dünyadakilere benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz zevceler de vardır. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. [79]

 

Tefsiri

 

Yüce Rabbimizin Kitabındaki metodu (sünneti) terğib ve terhibi yani teşvik etmeyi ve korkutma ile ürkütmeyi beraberce ele almış olma­sıdır. Böylece yakın olmayı ve öne almayı istedikleri şeyleri kulları gay­retle elde edebilsinler ve kaçırdıklarını da telâfi etmek için gerekeni ya­pabilsinler. İşte Rabbimiz bu çerçeve içerisinde kâfirleri ve onların yap­tıklarını anlattıktan ve onları cezalandırmakla korkutup tehdit ettikten sonra, hemen bunların peşi sıra mü'minleri ve onların işlediklerini zikret­ti. Sonra da şimdi tefsirini yapacağımız bu âyetle de onlara alacakları ödüllerinin müjdesini verdi de şöyle buyurdu:

"iman edip salih (iyi) amel iş­leyenleri de müjdele ki..."

Bu âyette, "müjdele" emriyle görevli bulunan kişi Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olduğu gibi ayrıca herkes olabilir. İşte bu, daha güzel ve yerinde bir yorumdur. Çünkü, böylece söz konusu emrin büyüklüğü, öne­mi ve şanının üstünlüğü bakımından böyle bir durumu müjdelemeye güç vetiren her kimse buna gerçekten lâyık bulunmaktadır. Aynı zamanda, "müjdele" demek olan, kelimesi, "sakının " kelime­si üzerine atfolunmuştur.

Örneğin: "Ey Temimoğullarıl İşlediğiniz suçların cezasından sakı­nın. Ey filan kimse! Sen de benim, Esedoğullarına olan ihsanımı kendi­lerine müjdele." gibi. İşte yukarıdaki âyetler de bu çerçevede değerlendi­rilmeli.

Ya da bu, müzminlerin sevaplarını tanıtan (vasfeden) bir cümle o-lup kâfirlerin cezasını (ikabmı) anlatan cümle üzerine matuf bulunmak­tadır. Örneğin: "Zeyd zincire (kelepçeye) vurulmak ve sindirilip baskı altına alınmakla cezalandırılacaktır. Amr'ı da, affolunmak ve salıveril­mekle müjdele..." gibi bir ifade.

Beşaret: Kendisine haber verilen kimsenin sevincini gelen haber ile açıkça göstermesidir. İşte bunun içindir ki, İslâm bilginleri şöyle demiş­ler: Bir kimse kölelerine, "Sizden hanginiz filan kişinin gelişini bana müjdelerse o bundan böyle özgürdür." dese ve köleleri de ayrı ayrı gelip o şahsın gelişini müjdelerlerse, bunlardan ilk defa müjdeyi getiren kim ise o özgür olur, yani azat olunur. Çünkü haberi alan zat, ilk haberi geti­renin müjdesi üzerine sevincini ve mutluluğunu göstermiştir. Diğerlerinin haber vermesiyle böyle bir durum söz konusu değildir. Eğer efendileri "Kim bana müjde verirse..." ifadesi yerine, "Kim bana haber verirse..." demiş olsaydı, bu durumda hepsi azat olunurlardı. Ayrıca vücudun dış yüzüne, yani tene de, denir. da günün ilk ışı­ması vakitleri demektir.

Ancak: "Onlara acıklı bir azabı müjdele-haber ver, bildir[80] âyetine gelince, bu bir bakıma bir alay içermektedir.

Karşı tarafa daha ağır bir darbe vurmanın bir habercisi durumundadır. Yani, kendilerine karşı aşırı öfke dolu bulunulan ve alay edilen kimseye karşı bu sınırsız öfkesini gösteren bir ifade tarzıdır. Örneğin; adam düş­manına karşı, "Sana soyunu öldürmeyi (öldüreceğini) ve malını da yağ­malamayı (yağmalayacağını) müjdelerim." gibi.

kelimesi de, tıpkı, gibi isim yerine geçen bir kelimedir. kelimesi de akıl, Kitap ve Sünnetin öngördü­ğü deliller çerçevesinde doğru olan her amele ya da şeye verilen isimdir. Başında yer alan, harfi cins içindir. Ayrıca bu âyet, amelleri iman olarak değerlendirip kabul edenlere karşı bir hüccet (kanıttır). Çünkü gö­rüldüğü gibi salih amelleri iman üzerine atfetmiştir. Matuf, yani affolunan ise matufun aleyhten, yani üzerine atıf yapılan şeyden ayrı olan bir şeydir. Ancak şöyle bir gerekçe ile de karşı çıkılamaz:

"Siz diyorsunuz ki3 hiçbir salih ameli bulunmaksızın mü'min olan kimse cennete girebilir, bu, caizdir. Oysa Yüce Allah, iman edip salih amel işleyenleri cennetle müjdeliyor. Çünkü, mutlak anlamda cennetle müjdelenmenin şartı ya da koşulu, iman ile birlikte salih amelin de var olmasıdır. Kaldı ki, biz Ehli Sünnet olarak, büyük günah işleyenleri mut­lak manada cennetle müjdelemiyoruz. Aksine biz onlann cennetle müjde-lenmelerini bir kayda bağlıyoruz, Allah'ın dilemesine bırakıyoruz ve di­yoruz ki, Allah dilerse büyük günah işleyeni affeder, dilerse onu işlediği günahı kadar ona azap eder ve sonra da cennetine sokar."

"Gerçekten onlar için cennetler vardır." Bu, takdirindedir. Burada, ve amel ettiği şey, İmam Sîbeveyh'e göre, fiiliyle mansup olmasıdır. Ancak Halil b. Ahmed bunu ka­bul etmemektedir. Ki bu, Kur'an'da oldukça çok bulunmaktadır.

Cennet: Hurmalıklardan ve sık ağaçlardan oluşan bağ, bahçe, de­mektir. Ancak cennet kelimesini oluşturan harfler mana bakımından örtmek, setr anlamındadır. Nitekim, ve hep aynı kök harflerden oluşmuş kelimelerdendir. Nitekim sevap yurduna de cennet denmektedir, çünkü; orada sonsuz bah­çeler, saraylar ve nimetler vardır. Cennet de mahluktur, yani şu anda var­dır ve yaratılmıştır. Nitekim, yüce Allah'ın şu kavli buna delildir.

'Ey Adem! Sen ve eşin beraberce cennette yerleşin."[81]

Ancak Mutezile Mezhebi mensuplarından bazıları bunu kabul et­memektedirler. "cennet" kelimesinin çoğul ve nekra olarak gelmesinin yorumu da şöyledir:

Cennet: Tüm bir sevap yurdunun adıdır. Bu ise sayısız cennetleri-bahçeleri içinde bulunduran bir yurttur ve herkesin amel durumuna göre kendilerine verilen mertebe ve dereceler demektir. Dolayısıyla her bir ta­baka için söz konusu cennetlerden (bağ ve bahçelerden) oluşan cennetler vardır.

"Altlarından ırmaklar akan" Bu cümle, "cennat" kelimesinin sıfatı olarak nasp mahallinde gelmiştir. Bundan murat da, "cennet ağaçlarının altlarından" demektir. Nitekim büyüyüp gelişmiş olan ağaçların özellikle akar su kenarlarında ve nehir boylarında daha gür olarak yetişip geliştiklerini görürsün. Cennet nehirle­ri ya da ırmakları herhangi bir kanal olmaksızın akarlar. En değerli ve nezih bahçeler, ağaçlan gölgelik yapan ve aralarında durmaksızın ara­lıksız bir halde nehirler akanlardır. kelimesi, "ittırat" manasın­da olup bu da devamlı akıp duran, kesintisiz devam eden,anlamındadır.

Nehir: Denizden aşağı ve fakat derelerin üzerinde daha geniş akar­su, demektir. Nitekim, Nil nehrine de Mısır Nehri denmektedir. Aslında fasih kullanımda bu, "Neher" olarak söylenip konuşulur. An­cak kelime harflerinden oluşan kelimeler cinsinden olması itibariyle genişlik manası, baştan sona dek gibi manalar içerir. Bir de "ak­ma" fiilinin nehre isnadı vardır ki, bu mecazi manadadır. Yoksa akan ne­hir değil, nehir yatağındaki sudur.

kelimesini marife olarak gelmesi ise, bununla cennet ne­hirlerinin murat olunduğu ihtimaliyledir. Burada izafetle marifelik yeri­ne, harf-i tarifiyle marife kılınmıştır. Nitekim, Yüce Allah'ın şu kavlinde de yine böyle geçmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"...ve başımın sapı bembeyaz alev gibi tutuştu." [82]

Veya harf-i tarif olan harfiyle aşağıdaki âyette sözü edilen ır­maklara işaret olmuş olabilir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"O cennet içinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır." [83]

Doğrusu Allah'ın verdiği akarsu nimetlerin en büyüğü, lezzetlerin en üstünüdür. İşte bu bakımdan yüce Allah cennetlerden söz ederken hep akar sularla, nehirlerle birlikte zikretmiştir. Cennetin diğer özellikleri ara­sında hep ırmaklara öncelik vermiştir.

"Kendilerine rızık olarak yedirildiği her defasında..." Bu, "cennetler" kelimesinin ikinci bir sıfatıdır. Yahut da bu, yeni bir giriş cümlesi olabilir. Çünkü kendilerine, "Gerçekten onlar için cennetler, bağ ve bahçeler vardır. " denildiği vakit, bunu duyanların kal­bine ya da aklına, "acaba bu bahçelerde yetişen meyveler de tıpkı dünya­daki bağ ve bahçelerde yetişenlere mi benzer veya sözü edilen cinslere benzemeyen başka cins ürünler mi var? " diye bir düşünce gelebilir. İşte buna verilen cevap; doğrusu o bağ ve bahçelerin meyveleri dünya mey­velerinin benzeridirler. Yani, onların cinsleri her ne kadar bir dereceye kadar değişiklik gösterseler de dünyadakilerin cinsleri gibidir. Fakat yine de mahiyetini yüce Allah'tan başkası bilemez.

"O meyvelerden bir meyve veril­diğinde iste bu ... derler." Yani, cennet denilen o sevap yurdunun bağ ve bahçelerinin meyvelerinden her ne zaman bir meyve verilirse, türü ne olursa olsun, ister elma, ister nar veya başka bir meyve olsun, rızık olarak sunulduğunda, işte o zaman böyle derler.

Âyetin bu kısmında yer alan birinci ve ikinci cer edatı harf­lerinin her ikisi de ibtidai (başlangıç) gaye içindirler yani zarf-ı lağvdırlar. Çünkü rızık, bahçelerden (cennetlerden) ilk olarak çıkmaya başlar. Cennetlerden (bahçelerden) ilk olarak çıkan rızık da ilk defa meyve ola­rak çıkar. Nitekim bunun benzeri şöyledir. Örneğin; birine, beni filanca nzıklandırdı (yedirdi), demen gibi. İşte bunun üzerine, "Seni nereden ye­dirdi?" diye gelen soruya da cevabın şöyle olur: "Bahçesinden" Bu defa, "Bahçesinin hangi meyvesinden sana yedirdi?" diye sorulur. Sen de, "Nar meyvesinden." diye cevaplarsın.

Âyette yer alan, kelimesi bir tek meyve, yani elma demek değildir Ya da bir tek nar meyvesi demek de değildir. Bundan asıl maksat meyve türleridir.

"Rızıklandırıldık. " ifadesi, yani, ondan rızıklandırıldık, manasmdadır. Burada aid (zamir) mahzuftur (zikredilmemiştir).

demektir. Bu kelime izafetten kesilince, yani tamlama yapılmayınca mebnî hale gelir. Bu itibarla mana şöyle olur: "İşte bu, bundan önce rızık olarak yedirildiklerimiz (nimetlendirildiklerimiz) gibi..." Dolayısıyla burada bir teşbih, yani benzetme var­dır, bunu da âyetin şu ifadesinden anlıyoruz:

''Bu azıklar kendilerine bazı yönlerden dünya-dakilere benzer olarak verilmiştir." İşte buradaki ifade adeta şu ifadenin bir benzeri gibidir. Örneğin, "Ebu Yusuf, Ebu Hanife'dir" sözü gibi. Yani burada Ebu Yusuf (113-182/731-798)'un Ebu Hanife'ye benzemesini öy­le bir dile getiriyorsun ki, adeta şöyle demek ister gibisin; "Sanki Ebu Yusuf un kendisi, Ebu Hanife'nin ta kendisidir." İşte âyetteki benzerlik de bu manadadır. Nasıl ki; Ebu Yusuf Ebu Hanife'nin ta kendisi değilse, Cennet meyveleri de dünyadakinin ta kendisi değildir. Ancak bazı yön­lerden benzerlikleri vardır.

'deki zamir hem dünyada rızıklanmış olanlara ve hem ahirette rızıklananlara racidir. Çünkü, cümlesi her iki dünyada da rızıklananları içermektedir. Kaldı ki cennet meyveleri de tıpkı dünya meyveleri gibidirler. Farklı cinsler değiller. Çünkü insan alı­şık olduğu şeye daha bir yakınlık duyar, alışık olduğu şeye daha çok yö­nelir. Eğer alışık olmadığı, aşinalığı bulunmadığı bir şeyle karşılaşırsa yaratılış olarak ondan uzak durur, kaçar. Nefsi onu o şeyden muaf tutar (istemez). Zira, insan eğer daha önce kendisiyle geçmişi bulunan bir şey­le karşılaşır ya da görürse ve onda da açık bir meziyet (farklılık) görürse, apaçık bir durum sezerse gerçekten buna karşı daha fazla şaşkınlık duyar, hayretler içinde kalır ve fazlasıyla garipser. Dolayısıyla rızık olarak ye­dikleri her meyvenin ya da ürünün yanında bu sözü tekrarlamaları bu işin sonsuza dek hep böyle olacağına da bir delildir. Meziyetin ortaya çıkışı, bu halin hep böyle uzayıp gideceğinin kanıtıdır. Bu duruma göre meyve­lerde görülen farklılık her an onların bu hayretlerini dile getirmelerine neden olacaktır.

Veya 'deki zamir rızka raci olabilir. Nitekim, bu aynı zaman­da ona işaret de etmektedir. Buna göre mana şöyle olmaktadır: "Doğrusu o cennet meyvelerinden kendilerine yedirilenler, her meyvenin getirilişinde onlara adeta aynı cinsten imişler izlenimini verir." Nitekim, Hasan Basri (Radıyaliahü Anhf'den hikaye olunduğuna göre demiş ki:

"Cennet ehlinden birinin önüne bir tabak (sofra) konulur. O bu ta­baktan yer. Sonra başkası getirilir. Yiyen kimse de; bu, bize daha önce ve­rilip yedirilendir, der. Melek de ona: "Bundan ye, çünkü bunların renkleri bir ve fakat tatları farklıdır" der.

Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den rivayete göre şöyle bu­yurmuş:

"Muhammed'in varlığı elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, cennet ehlinden olan adam bir meyveyi yemek için ağzına götürdüğü zaman daha o, o meyveyi ağzına ulaştırmadan Allah onun yerine onun gibi bir meyveyi hemen yerleştirir." [84]

Bir de bakarlar ki, durum aynen eskisi gibi, sanki eksilen bir şey ol­mamış gibi. İşte bu durumda dedikleri o sözleri söylerler.

Rabbimizin bu kavli de muterize (parantez) cümlesidir. Durumu tespit ya da takriri içindir. Bu, adeta şu ifadeye ben­zer bir durumdur. Örneğin: "Filan kimse filan ile ne güzeldir-yaptığı şey ne güzeldir- Şöyle bir görüş ortaya attı ve doğru da oldu," İşte burada da, iki parantez cümlesi yer aldı, biri; "Yaptığı şey ne güzeldir", biri de, "ve doğru da oldu" cümlesidir. Nitekim, Rabbimizin şu kavli de böy­ledir:

"Ve halkının ulularını alçaltırlar. Herhalde onlar da böyle ya­pacaklardır."[85]

"Onlar için orada zevceler vardır." Burada, kelimesi mübtedadır, da haberidir. da zarf-ı müstakardır. "Tertemiz" kötü ahlaktan arınmış, kocalarına buğzetmezler ve başkalarına da bakmazlar. Ya da aynı zamanda kadınla­ra ait aybaşı halini ve istihaza kanını görmezler, kısaca kadınlara ait ra­hatsızlıklardan arınmıştırlar. Aynı zamanda küçük ve büyük abdest gibi şeylerden ve benzeri tiksindiricilik veren durumlardan tamamen arınmış, tertemiz zevceler. Burada sıfat mevsufu (niteleyen niteleneni) gibi cemi (çoğul) olarak gelmedi. Çünkü her ikisi de dil açısından fasihtirler. Ayrıca âyette, yerine, kelimesi söylenmedi, Bunun nedeni ilk kelime ikinciye göre daha mübalağalı olmasıdır. Kaldı ki, kelimesinin binası teksir (çokluk) içindir. Bir de bu kelimede şöyle bir mananın var olduğu da ayrıca görülmektedir. "Onları tertemiz kılan, ak pak haline getiren bir mutahhir (temizleyen, tertemiz kılan) vardır ki, bu da elbette Allah'tan başkası değildir."

"Onlar orada, ebedi kalıcıdırlar." Âyette bulu­nan, kelimesi, sonu gelmeyen ve sürekli olan kalış, ebedi kalış (demektir).

Bu aynı zamanda Cehmiye Mezhebi mensuplarının görüşlerinin batıl ve geçersiz, anlamsız olduğunu da ortaya koymaktadır. Çünkü, bu mezhep mensuplarının görüşlerine göre, "Cennet ve cennet ehli de fena bulacaklardır, onlar da yok olacaklardır. Çünkü yüce Allah kendisini Ev­vel ve Ahir (ilk ve son) olarak vasfedip tanıtıyor. Allah'ın ilk olduğunun gerçekliliği bütün yarattığı varlıklardan daha önceliklidir, yani öncesi yoktur. Dolayısıyla sonluluk olayının gerçekleşmesi için de diğer yaratık­larının sonrasına kalmasının gerekliliğidir, ebedi sonsuzluk, Şimdi yüce Allah açısından bunun böyle olabilmesi de ancak yaratılmış olan tüm varlıkların fena bulmasından ve yok olmalarından sonra gerçekleşebilir. Aksi halde zorunlu olarak Allah için böyle bir şey gerçekleşmemiş olur deriz. Oysa yüce Allah bakidir. Nitekim, sıfatlan da bakidir. Eğer cennet, ehliyle birlikte baki olacaksa, kalıcı ise bu durumda yaratan ile yaratılan arasında teşabüh (benzeşme) meydana gelir. Bu ise muhaldir, olamazdır.

Ehli Sünnet, olarak bizim buna cevabımız şudur: deriz ki; "Allah için Evvel (ilk) oluş, varlığının başlangıcının olmaması gerçeğidir. Ahir (son) olması da zatının bir nihayetinin, sonunun olmaması anlamındadır. Ancak bizim açımızdan ise ilk oluş, Onun ferdi sabık olmasıdır, Ahir ise, Onun ferd-i lahik olmasıdır. Yüce Allah'ın bu iki vasıfla nitelenmiş ol­ması, kemal sıfatlarını beyan (açıklamak) ve aynı zamanda nakisayı (ek­sikliği) ve zevali (yok oluşu) reddetmek içindir. Bunun böyle anlatılması, yüce Allah'ı hadis olma ve fena bulma (yok olma) ihtimallerinden ten­zih içindir, uzak kılmak içindir. Yoksa dedikleri şey için değildir. Hiç beka ile bir teşabüh olabilir mi? Oysa ki, yüce Allah zatı itibariyle bakidir ve baki olması da varlığının bir gereğidir, yani vacibu'l-vücuddur. Kaldı ki yaratılanların bekası ve varlığı da O'nun varlığıyla kaimdir. Bu ise varlığı caiz olandır, yani bekası başkasının bekasına (Allah'ın bakiliğine) bağlı olanlar ise caizu'l-vücuddurlar, varlıkları ya da yoklukları da caiz olanlar demektir. [86]

 

26. — 29. AYETLER

 

Meali

 

26. Şüphesiz, Allah, ibret ve öğüt olması için bir sivri sineği, hatta ondan küçük ya da büyük olsun benzeri bir şeyi örnek vermekten kaçın­maz. İman edenlere gelince; onlar, kesinlikle bu tür misallerin Rablerin-den gelen bir hak (gerçek) olduğunu bilirler. İnkarcı kâfirlere gelince on­lar, Allah böylesi basit şeyleri örnek olarak vermekle ne murad eder, der­ler. Allah böylesi misallerle birçok toplumları saptırır, birçoklarını da hidâyete (doğru yola) yönlendirir. Allah verdiği bu tür örneklerle ancak fasıklan (yolunu şaşırmışları) saptırır.

27. Bu fasıklar öylesi kimselerdir ki, kesin söz verdikten sonra Al­lah'a verdikleri ahitlerini (antlaşmalarını) bozarlar. Allah'ın ziyaret edil­melerini emredip hal ve hatırlarının sorulmasını istediği kimselerle bağ­larını koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp anarşi doğururlar. İşte bunlar gerçekten kaybedenlerin ta kendileridir.

28. Ey kâfirler! Sizler henüz var değilken ve ölüler iken sizi yoktan var edip dirilten Allah'ı nasıl inkâr edersiniz!? Sonra sizi öldürecek, son­ra yeniden sizi diriltecek. Sonunda tekrar O'na döndürüleceksiniz.

29.  O, yerde ne varsa tümünü sizin için yarattı. Sonra da zatına mahsus bir tarzda semaya yöneldi. Böylece onu yedi kat sema (gök) ha­linde tanzim edip yarattı. Ve O her şeyi detaylarıyla bilendir. [87]

 

Tefsiri

 

Yüce Allah, Kitabında sinek, sivri sinek, örümcek ve benzeri var­lıklara yer verince Yahudiler bununla alay edip güldüler ve bu, Allah ke­lâmına benzemiyor, dediler. İşte bunun üzerine aşağıda tefsirini yapaca­ğımız âyet nazil oldu.

 

26 - Şüphesiz Allah ibret ve öğüt olması için bir sivri sineği, hatta ondan küçük ya da büyük olsun benzeri bir şeyi örnek ver­mekten kaçınmaz. İman edenlere gelince onlar, kesinlikle bu tür mis­allerin Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu bilirler. İnkarcı kâfirlere gelince onlar, Allah böylesi basit şeyleri örnek olarak ver­mekle ne murad eder, derler. Allah böylesi misallerle birçok toplum­ları saptırır, birçoklarını da hidâyete (doğru yola) yönlendirir. Allah verdiği bu tür örneklerle ancak fasıklan (yolunu şaşırmışları) saptırır.

 

"Şüphesiz Allak, ibret ve öğüt olması için bir sivrisineği örnek vermekten kaçınmaz" Yani, Allah, darb-ı mesel (örnek) olmak, örnek alınmak maksadıyla, basitliği sebebiyle bir şeylerden utangaçlık duyanlar örneğinde olduğu gibi sivri sineği ders olsun diye örnek olarak vermekten çekinmez, asla bundan haya duy­maz.

Haya: İnsanın bundan ötürü ayıplanıp kınanırım, kötülenirim endi­şesiyle yüzünün kızarıp bozarması ve hayal kırıklığına uğrarım endişesini taşımasıdır.

Oysa Kadim olan Allah için bir değişme, korku ve zem doğru ol­maz, caiz değildir. Ancak, "terk" ifadesinin kullanılmasına gelince, bu, bunu ayrılmaz bir şeyi olduğundan durumu bununla açıkladı. Böyle bir ibare ya da ifade kâfirlerin sözleri için caiz olur. Yani, onların ifadelerin­de geçebilir. Onlar diyorlar ki:

"Muhammed'in Rabbi Kitabında sinek, sivrisinek, örümcek ve benzeri şeyleri ibret alınması için bunları örnek olarak vermekle hiç sıkılmaz mı?"

İşte bu âyet de adeta onlara muKâbelede bulunmak, cevap vermek ve verilen cevabın sorulan soru ile mutabık olması bakımından bu âyet nazil oldu. Bu ise Arap edebiyatında bedii -güzel bir sanattır-. Yani Bedi ilmi noktasından bu böyledir. Bu fiil iki şekilde kullanılır. Birincisi her­hangi bir edat almaksızın müteaddi (geçişli) olabilir. İkincisi de bir cer e-dat alarak bu şekilde müteaddi olabilir.

Nitekim: örneğimde bunu görmek­teyiz. Dolayısıyla burada bu iki durum da ihtimal dahilindedir. Darbı Mesel, "kerpiç/tuğla basmak, yapmak" ve "yüzük/mühür basmak" ifadelerinden alınma olup, "ders alınacak örnek üretmek, göstermek" manasındadır. Ayette yer alan, ise, ibham içindir, yani "ma-i ibhamiyedir". Bu harfi eğer nekra olan bir isimle birlikte zikredilirse onu tam anlamıyla müphem (kapalı), anlaşılamaz kılar ve ona umum (genellik) manasını ekler (yük­ler). Örneğin;

cümlesinde de gördüğün gibi, var ve bu da sözünü ettiğimiz harftir. Bununla şunu demek istiyorsun, "Bana her­hangi bir kitap ver, kitap olsun da." Veya bu harf te'kit için gelen bir sıla (ilgi) zamiridir. Tıpkı Rabbimizin şu âyetinde geçtiği gibi:[88]

îşte bu âyetteki te'kit için gelen ve aynı zamanda sıla (ilgi) zamiri olan 'dır. Sanki tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyette şöyle der gibi:

"Şüphesiz Allah, kesinlikle örnek vermekten çekinmez..." Ayrıca, kelimesi, kelimesinin atfı beyanı (onu açıklayan tarz-daki) bir atıftır ya da, kelimesinin mef ulüdiir. kelimesi de nekra olan, kelimesinden hal olup ona takaddüm etmiştir, (ondan önce gelmiştir). Veya kelimesinin, manasında kabul edilmesiyle her ikisi de mef ulleri olarak mansupturlar.

kelimesi, kelimesinden türemedir. Bu da kesmek anla­mındadır. Tıpkı, kelimeleri gibi. Örneğin: gibi ki bu, "Sinek onu ısırdı." demektir. Nitekim, demek, o şeyden bir parça manasındadır. Aslında ke­limesi, ve vezinlerinde bir sıfattır. Sonra isim olarak kullanılması baskın gelmiştir.

"Ondan büyük ya da küçük okun benzeri bir şeyi örnek vermekten kaçınmaz." Yani, ondan daha büyüğünü ve örnek olarak göste­rilen şeyden manaca daha fazlasını göstermekten çekinmez. Oysa onlar verilen örneği basit, az ve hakir bir şey olarak değerlendiriyorlardı. Dola­yısıyla, hacim bakımından ondan daha basitini de veya büyüğünü de gös­terebilir. Allah böyle bir şeyden çekinmez.

Sanki böyle bir ifade ile söylenmek istenen şey; o kâfirlerin bir mi­sal olarak gösterilen sinek ve örümceğin örnek gösterilmesine karşı takın­dıkları inkarcı tavırlarını red manası yer alır gibi bir durum var. Çünkü sinek de, örümcek de sivri sinekten daha büyük hacimdedirler. Yani, "Sivrisinekten daha küçük olan bir şey ile nasıl ibret veren bir örnek veri­lebilir ki? O, en basit ve en küçük bir canlıdır. Çünkü sivrisineğin kanadı öteküerinkinden daha küçük ve basit ve derecelerle de ondan küçüktür"

denilemez. Kaldı ki, Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onu, dünyayı de­ğerlendirme noktasından bir misal olarak vermiştir.[89]

"İman edenlere ge­lince onlar, kesinlikle bu tür misallerin Bahlerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu bilirler." Burada, 'daki zamir, ya örnek kelime­sine veya, kelimesine racidir.

Hak: İnkârı hiçbir zaman doğru olmayan ve sabit olan gerçek, de­mektir. Nitekim bir şeyin sabit ve gerekli olması durumunda, artık bu iş kesinleşti, denilir. "Rablerinden" bu ifade hal ola­rak nasb mahallinde gelmiştir. Burada amil, Hak kelimesinin taşıdığı ma­nadır. "Zül hal" ise müstetir (gizli) zamirdir.

"inkâra kâfirlere gelince onlar, «Allah böylesi basil şeyleri örnek olarak vermekle ne murad eder?» derler." Bu âyette, kelimesi üzerinde vakfedilir (durulur). Eğer vakfedilmeyip de vasi edilirse (yani bitiştirilerek ve du-rulmayarak okunursa), bu takdirde mabadi yani kendisinden sonra gelen ibare bunu sıfatı olur ki, durum öyle değildir.

İnkarcıların "Allah böylesi basit şeyleri örnek olarak vermekle ne murad eder?" sözleri ise meseleyi aşağılamak, küçümsemek ve basit ola­rak görmektir. Nitekim, Abdullah b. Amr hakkında Hz. Aişe (Radıyaiiahü Anhafnin şu sözü buna bir örnektir. Hz. Aişe, Abdullah b. Amr (Radıyallahu Anhıumı) hakkında onu aşağılamak maksadıyla demiş ki: "Tüh yazıklar ol­sun! Abdullah b. Amr b. El-Asi'ye!"[90]

kelimesi, olduğu gibi temyiz veya şu âyet örneğinde olduğu gibi hal olarak mansuptur:[91]

Bu âyette, kelimesi müellif tarafından hal olarak değerlendi­rilmiştir. Yine âyette yer alan, kelimesi, şart manasını taşıyan bir harftir. İşte bu bakımdan bunun cevabının başına bir harfi getiril­miştir. Bunun yararı ise, cümleye te'kit manasını kazandırır ve te'kidin değerini gösterir. Örneğin, gibi. Bu basit bir ifadedir. Şayet bunu te'kit etmek istersen bu ve Zeyd'in kesinlikle gitmiş olduğunu be­lirtmek istersen te'kitli bir ifade ile şöyle denilir:

işte bu bakımdan Sîbeveyh bu cümlenin yorumu­nu şöyle yapmıştır. "Her ne olursa olsun, Zeyd mutlaka gidecektir, bu, kesindir." İşte böyle bir yorum bu harfin te'kit (pekiştirmek) için olduğu ve böyle bir mana ifade ettiği ortaya çıkıyor ve bu şart manasınadır.

Bir de âyetteki her iki cümle de, ile başlamaktadır. Dolayı­sıyla bu âyette, "iman edenler bilirler ve kâfirler de derler. " manasında; dememesi mü'minlerin işine oldukça büyük bir önem atfetmiş olması ve övgüye değer bulmasıdır.

Bir de mü'minlerin bunu hak olduğunu bilmeleri de beliğ manada bir güvenin de göstergesidir. Rabbimiz böylece buna işaret buyuruyor. Kâfirlerin ise kendi paylarına gaflet ve aymazlık içinde olduklarını ilan etmenin yanında onların ahmak kimseler olduğunu da açık olarak ifade ediyor.

kelimesine gelince, bunun için iki görüş bulunmaktadır;

Buradaki, harfi ya da kelimesi, manasında ilgi, za­miridir. ise soru edatıdır. Bu takdirde iki kelime olmuş olurlar. Bu ilk görüştür. İkincisine gelince; ile kelimeleri birleştirilerek tek kelimelik bir soru edatı, ismi haline getirilmişlerdir.

İlk görüşü doğru kabul edersek, kelimesi mübteda olarak merfudur ve bunun haberi de, sılasıyla (ilgi cümleciğiyle) birlikte kelimesidir. Yâni, "Murat etti" demektir. Aid (zamir) ise mahzuftur.

İkinci değerlendirmeye göre, bu, fiiliyle mahallen man-suptur ve bunun takdiri de şöyledir: "Allah neyi, hangi şeyi murat etti? "

"İrade" kelimesi mastar (kök) kelimedir. Kişinin herhangi bir şeyi kendi adına istemesi ve gönlünün de ona meyletmesidir ki, "Ben şunu murat ettim, kendi Özgür irademle istedim." der.

Kelâm bilginleri açısından bu, mümkünattan olan şeyleri şu veya bu şekilde herhangi bir varlığa tahsis etmeyi, ona ait kılmayı gerektiren bir manadır.

Ehli Sünnet açısından ise her şeyden münezzeh olan yüce Allah gerçek anlamda "irade" sıfatına sahiptir.

Bağdat Mutezile okulu ise; Yüce Allah gerçek anlamda irade sıfa­tıyla vasıflanmaz, görüşünü benimsemişlerdir. Bunlara eğer, "Allah şöyle murat etti." denilirse bu eğer Allah'ın fiiliyle alakalı bir şey ise, bu du­rumda bunun manası; "Allah bunu yaptı, işledi. " demektir. Çünkü, O ya-mlmaz ve O şeye zorlanamaz (ikrah olunmaz). Eğer yapılan veya mey­dana gelen şey, başkasına ait bir fiil ise, bu durumda bunun manası, "Al­lah bunu emretti." oldu, derler.

"Allah böylesi misallerle birçok toplumları saptırır birçoklarını da hidâyete erdirir." Ayetin bu kısmı daha ön­ce geçen ve ile başlayan iki cümleyi tefsir edip açıklar mahi­yettedir. Onun hak olduğunu bilenler grubu ile bunu bilmeyip cahillik e-derek alaya alanlar grubu olarak her ikisi de "birçoğu" ifadesiyle nitelen­dirilmiştir.

Bir şeyin hak olduğunu bilmek hidâyet açısındandır. Cehalet ise en güzel ifadeyle dalâlet (sapıklık) türündendir. Nitekim, kendi adlarına hi­dâyete erenler oldukça çokturlar. Ancak dalâlet ehline kıyasla az sayıda olarak değerlendirilirler. Oysa hidâyete erenlerin görünürde az sayıda kimseler olarak görülmeleri önemli değil, çünkü onlar gerçekte çokturlar. Kısaca, şekil ve görünürde az sayıda da olsalar, gerçekte öyle değil. Ba­kın şair ne söyler:

Az gibi gözükseler de cömertler ülkelerde yine fazladırlar herkesten Çok gibi görünseler de namertler ülkelerde azdırlar er olanlardan

İdîâl: Kulda dalâlet ya da sapıklık fiilinin veya eyleminin yaratıl­mış olması işidir.

İhtida: Kulda hidâyet bulma, doğru yola erme fiilinin yaratılması işidir. İşte Ehli Sünnet açısından "idlal ve ihtidanın" anlamı gerçek ma­nâsıyla böyledir.

Âyetin siyakından, yani ifade tarzından şöyle bir açıklamanın var olduğunu çıkarıyoruz. Kâfirlerden olup da cahil kesimin inkâr etmeye kalkıştıkları ve örnek olarak gösterilmesini garipseyip aşağıladıkları, ala­ya aldıkları şeylerin basit olmadıklarını, inkâr edilemeyeceklerini, garipsenmemeleri gerektiğini ifade ediyor. Çünkü temsil getirmek, o şeyle il­gili mana derinliğini ortaya çıkarmak ve görülüp müşahede olunanlardan olan beklentileri daha yakına getirip gerçeğin anlaşılmasının ortaya ser­mek içindir.

Eğer mütemesselün leh (yani kendisi için örnekleme yapılan şey) büyük ve Önemli ise, mütemesselün bih (yani gösterilen örnek) de o de­ğerdedir. Eğer kendisi için örnekleme yapılan şey basit ise gösterilen ör­nek de o nisbette basit olur. Görmez misin hak açık, net ve büyük olması bakımından bu, ziya (ışık) ve nur (aydınlık) ile örneklendirildi. Batıla ge­lince bunun tamamen hakkın taşıdığı sıfatın zıddı olması açısından zul­met (karanlık) ile örneklendirildi.

Kâfirlerin Yüce Allah'a -hâşâ- denk tuttukları ilâhların halinden daha aşağılık ve daha rezil bir durum olamaz ve daha azı da. İşte bu bakı­mdan örümcek ağını (evini) zayıflıkta, basitlik ve önemsizlikte bunların inançlarına örnek gösterdi. Hatta sinekten de daha basit olarak değerlen­dirdiği için bunların durumlarını da sivrisinekle örneklendirdi. Çünkü sivrisinek sineğe göre daha basit bir şey... İşte bu açıdan bunu reddetme­di, uzak bir şey olarak görmedi ve bunu örnek olarak verene de: "Bunları sivri sineğe benzemekten sıkıl, uzak dur." diye de bir şey söylenmedi. Çünkü, bunu böyle bir örnekleme ile sunmada isabetlidir. Kavlinde, yani söylemiş olduklarında da Rabbimiz gerçeği ve hakkı ortaya sermiştir. Dolayısıyla örneği de verilmesi gerektiği şekilde gözler önüne sermiştir.

Adetleri ve durumları hep insaf ölçüleri içinde hareket etmek, olay­ları akıl süzgeci içinde değerlendirmek olan mü'minlerin halini açıkla­mak için de görüldüğü gibi aynı makul yol izlenmiştir. Çünkü; mü'min-ler, yani inananlar böyle bir temsili ya da ders çıkarılacak örneği işittikle­rinde, o şeyin gerçekten hak olduğunu bildiler.

Oysa cehaletleri akıllarına baskın çıkmış olan kâfirlere (inkarcılara) gelince, bunu duyduklarında büyüklendiler, kibirlilik gösterdiler, inadet-tiler ve bunun batıl olduğu yargısına vardılar, dolayısıyla da inkâr ile kar­şıladılar, kabul etmediler.

İşte bu durum mü'minlerin hidâyetlerine, doğru yolu bulmalarına sebep oluştururken, fasıklarm ise sapıklığına neden olmuştur. Ancak bu­rada şaşılacak nokta nasıl oluyor da bütün bu gerçeklere rağmen bunu in­kar etmeleridir. Halbuki, insanlar genelde herhangi bir hususta bir darbı mesel vermek istediklerinde, hayvanlardan, kuşlardan, böceklerden hep örnekler vermişlerdir. Örneğin; işte bunlardan bazı temsiller, insanlar bu örneklemede şöyle derler:

"Karıncalardan daha toparlayıcı, sineklerden daha atak (cüretkar), maymundan daha uyanık, pervaneden (kelebekten) daha zayıf, Güveden daha zararlı, daha çok yiyen, sivrisinekten daha güçsüz ve sivrisineğin beyninden daha değerli, az rastlanır." gibi.

Fakat bütün gerçeklere rağmen yenilen pehlivan güreşten vazgeç­mez misali bu kâfirler de yenildikçe ve şaşkın duruma düştükçe, açık, net ve meydanda olan gerçekleri gördükçe şaşkınlığa rıza gösteriyorlar da parıldayan hakikati ise inkâr ediyorlar.

Allah verdim bütün örneklerle ancak [asıkları (yolunu şaşırmışları) saptırır." Burada, kelimesi, mef ulüdür. Yoksa istisna ile mansup kılınmış değildir. Çünkü "Yudillu" kelimesinin mef ulü tamamlanmamıştır.

Fısk: Orta yoldan çıkmak, demektir. Şeriat/Din dilinde ise, büyük günah işleyerek Allah'ın emrinden dışarı çıkmaktır. Kısaca bu, iki men­zile arasında bir yerdedir. Yani; ne mü'mindir, ne de kâfir, ikisi arasında bir yerdedir demektir ki, bu, Mutezile'nin görüşüdür. Allah'ın izniyle ile­rideki sayfalarda bunların görüşlerinin batıl ve geçersiz olduğunu göste­ren kanıtları öğreneceksin. [92]

 

27 - Bu fasıklar öylesi kimselerdir kis Allah'a verdikleri akit-lerini (antlaşmalarını) bozarlar. Allah'ın ziyaret edilmelerini emredip hal ve hatırlarının sorulmasını istediği kimselerle bağlarını koparır­lar. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp anarşi doğururlar. İşte bun­lar gerçekten kaybedenlerin ta kendileridir.

 

"Bu fasıklar öylesi kimselerdir ki, Allah'a verdikleri akülerini (antlaşmalarını) bozarlar."

Nakz: Bozmak, feshetmek ve terkibi çözmek manalarındadır. Ahd; Güvenmek, güven vermek, akdetmek gibi anlamlara gelir. "Allah'a ver­dikleri akülerini ve antlaşmalarım bozanlar '"dan" murat, inatçı, karga­şacı Yahudi bilginleridir veya onların münafık olanlarıdır ya da tüm kâ­firlerdir.

Ahdullah: Tevhid konusunda akıllarında delil ve kanıtlardan oluş­turdukları, meydana getirdikleri birikim. Sanki bu, Allah tarafından ken­dilerine emredilmiş ya da tavsiye olunmuş bir emir olup bunu üzerine onlara güven vermesi, onlardan söz ve vesika alması, demektir. Veya Al­lah'ın kullarından, kendilerine herhangi bir peygamber göndermesi halin­de, Yüce Allah'ın ona vereceği mucizelerle doğrulamış olduğu peygam­berini doğrulamalarına ve ona uymalarına, ve onun adını gizlememele­rine dair onlardan kesin söz almasıdır. Yahut da, birbirlerinin kanlarını dökmemeleri, haksız yere birbirlerine saldırmamaları, azgınlıkta bulun­mamaları ve yakın/uzak akraba ile olan bağlarını koparmamaları husu­sunda Allah'ın kendilerinden kesin söz almasıdır. Diğer bir yoruma göre; Allah'ın yarattıklarından (kullarından) aldığı kesin söz (ahit) üçtür.

Bunlardan ilki, Yüce Allah'ın (Cdie Ceiâiuhu) Hz. Adem (Aleyhis Selâm) tüm soyundan (zürriy etinden) aldığı söz olup, bu da kendi birliğini ikrar etmeleri ve tevhid inancına bağlı kalacakları sözüdür, O'nun ru-bubiyetini (rabliğini) kabullenmeleri ahdidir. Nitekim, yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Ve yine hatırlayın ki, Rabbin Ademoğullanndan misak (söz) almıştı. Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini alarak onları ken­di haklarında tanık tuttu ve şöyle buyurdu: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» Onlar da: «Elbette! Buna şahit olduk.» dediler. Bu, kıyamet günü; «Bundan habersiz idik.» dememeniz içindir."[93]

İkincisi de risaleti, aldıkları mesajları aynen iletmeleri ve dini ayak­ta tutup hakim kılmaları konusunda Allah'ın peygamberlerinden aldığı misaktır (kesin sözdür). Nitekim, Rabbimizin şu âyeti de bu gerçeği ifade ediyor ve şöyle buyuruyor:

"Hani, biz peygamberlerden söz almıştık; Sen'den Nuh'tan, İb­rahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da. Evet biz onlardan pek sağlam bir söz aldık."[94]

Üçüncü ahdi alması da alimlerden aldığı sözdür. Bunu da Yüce Rabbimizin şu kavlinden öğreniyoruz. Rabbimiz buyuruyor ki:

"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, «Onu mutlaka insanla­ra açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.» diyerek söz almıştı."[95]

"Kesin söz verdikten sonra..."

"Misak" kelimesi esasen, kökünden türemedir. Bu da bir şeyi sağlamlaştırmak, muhkem duruma getirmek manasındadır.

'de yer alan zamir kelimesine aittir. Bu ise, Al­lah'a verdikleri sözü ve antlaşmayı kesin olarak bağlayıcılık haline getir­mek ve kendilerini bu antlaşma esaslarına göre harekete mecbur kılmak­tır. Bunun aynı zamanda güven verme manasında alınması da caizdir. Tıpkı, kelimesinin söz verme manasında olmasının caizliği gibi bu da öyledir.

Veya bunun "yüce Allah için" olması da caizdir. Yani, "Allah'ın onlardan kesin güven sözü almasından sonra " manasındadır. cer edatı da İbtidai gaye içindir. Rabbimiz buyuruyor:

"Allah’ın ziyaret edilmelerini em­redip hal ve hatırlarının sorulmasını istediği kimselerle bağlarını koparırlar" Yakın ve uzak akraba ile olan bağlarını, mü'minlerle olan velayet münasebetlerini, yetkilerini keserler. Yahut da kimi peygamberlere iman edip kimisini de inkâr ederek tüm peygamberlerin hak üzere birleştikleri, bu manada bir arada toplandıkları gerçeğini inkâr ederek iman bağlarını koparırlar.

Emir: Herhangi bir şeyi veya işi (fiili) belli bir ifade Ölçüsü içeri­sinde kendisinin üstünlüğünü dikkate alarak birinden istemek ya da talep etmektir. harfi ise ya nekrayi mevsufedir veya manasında ilgi zamiridir. de, 'deki zamirden bedel olarak mecrurdur. Yani, takdirindedir ki, "Vaslını/birleştirmesini" demektir. Veya bu kelime, mahallen merfudur ve o da birleşmesi­ni, hal ve hatırlarının sorulmasını... " demektir.

"Ve ye/yüzünde bozgunculuk yapıp anarşi doğururlar." Yol keserler, inanların imanlarını engellerler.

"işte bunlar gerçekten kaybedenlerin ta ken­dileridir. " Hüsrana uğrayıp aldananlardır. Çünkü, vefayı bırakıp verdikle­ri kesin sözlerinden vazgeçtiler, vefasızlığa sarıldılar. Bağların kesilme­mesi ve kopanlmaması istenen kesimlerle olan bağlarını kopardılar. Ba­rışı ve salahı bırakıp bozgunculuğu, fesadı ve anarşiye sarıldılar. Sevabı, ödülü bırakıp cezayı ve cezalandırılma yolunu seçtiler.

mübtedadır. kelimesi, munfasıl (bitişen) ya da fasl zamiridir. ise haberidir. [96]

 

28 - Ey kâfirler! Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? "Sizler henüz var değilken ve ölüler iken sizi yaratan -ana rahminde- var edip dirilten sonra -ecellerinizin bitiminde- sizi Öldürecek, sonra yemden -hesap için- diriltecek, sonunda tekrar O'na döndürüleceksiniz.

 

"Ey kâfirler! Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?" Burada, de bulunan soru manası, soru hemzesi manası olup tıpkı şu ifade gibidir:

Yani, "Sîzi küfürden alıkoyacak, küfre götürmeyecek her delil sizin üzerinizde varlığını sürdürürken ve imana davet etmeniz gere­kirken bütün bunları bir tarafa bırakarak Allah'ı inkâr mı ediyorsunuz?" demektir.

İşte bu da inkâr ve şaşkınlığın ta kendisidir. Bu, adeta şu cümleye benzer, "Sen kanatsız mı uçuyorsun?" ve "Sen kanatsız olarak nasıl uçarsın? " gibi.

"Sizler henüz var değilken ve ölüler iken..." Yani "Sizler, henüz babalarınızın sulbünde nutfe/sperm halinde iken..." de­mektir.

Bu cümlenin başında yer alan, harfi hal içindir. Burada muz-mar (gizli) bir harfi vardır. Nasıl ki kelimesi keli­mesinin çoğulu ise, kelimesi de, kelimesinin çoğulu­dur. Nitekim hayatını kaybeden kimseye de, ölü ve ölmüş anlamında, denir. Yüce Rabbimizin şu kavlinde geçtiği gibi.

"ölü toprak/belde."[97]

"Sizi yaratan -ana rahminde- voj- edip dirilten" ve, "Sonra -ecellerinizin bitiminde- sizi öldürecek" aynı zamanda, "Sonra yeniden -hesap için- diriltecek," ve, "Sonunda tekrar O'na döndürüleceksiniz." Ceza veya mükafat almak üzere O'nun huzuruna gidip hesap vereceksiniz.

Veya bunun manası şöyledir: "Sonra sizi kabirlerinizden diriltip kaldıracak ve sonra da O'nun huzurunda toplanmak üzere O'na döndürüle­ceksiniz. "

Bu âyette ilk atıf edatiyle, sonrakileri ise, ile yapıl­mıştır. Bunun nedeni, ilk diriltmenin hemen arşından ölüm olayının ger­çekleşmesi nedeniyledir. Oysa ölüm olayı hayattan sonradır, dirilmeye göre geridedir. İkinci hayat (dirilme) olayı da, şayet bununla toplanma, dirilme kasdolunuyorsa ölümden sonraya kalmış olmasındandır. Eğer bu­nunla kabirden dirilme murat olunuyorsa dolayısıyla bunun sonraya kal­mış olması sebebiyle ilim (bilgi) bundan kazanılır. Nitekim, ceza gününe dönülmesi de neşr olayından sonra olacağmdandır. Yüce Allah anlatmış olduğu bu kıssada küfrün varlığını reddetmiştir. Çünkü, bu kıssalar o kadar açık ve net delilleri kapsıyor ki, hepsi de onları küfre girmekten menediyor, uzaklaştırıyor. Kaldı ki, bu kıssalar öylesi muazzam nimetleri kapsamaktadır ki, bunun hakkı, bu nimetlere şükredilmesi ve asla nan­körlükte bulunulmamasıdır, inkâra kaçılmamasıdır. [98]

 

29 - O, yerde ne varsa tümünü sizin için yarattı. Sonra da zatına mahsus bir tarzda semaya yöneldi. Böylece onu yedi kat sema (gök) halinde tanzim edip yarattı. Ve O her şeyi detaylarıyla bilendir.

 

"O,yerde ne varsa tümünü sizin için yarattı." Hem bu dünyanızda yararlanmak ve hem dininiz (ahi-ret) açısından faydalanmak üzere sizin için her şeyi yarattı. Birincisi; yani şu anda içinde yaşadığımız dünyamızın bize olan yararları açık ve ortada­dır. İkincisine, yani dini hayat ya da ahiret hayatı açısından yararlarına gelince; bunu dikkatle incelemek ve dünyada insanı şaşırtan, hayretler içinde bırakan şeylere bakıp ders çıkarmak gerekir. Çünkü o, hayret u-yandıran deliller her şeye gücü yeten kadir, her şeyi bir hikmet gereği var eden Hakim ve her şeyi bütün detaylarıyla bilen bir "Alim" sanatkarın varlığının delilleri olduğu açık olarak görülecektir. Bu delillerden ahiret hayatını hatırlatanlar vb. kanıtlar... Çünkü, dünyanın haz ve lezzet veren şeyleri, ahiret hayatının sevabını, ödüllerini ve oradaki sonsuz güzel ha­yatı hatırlatır. Bu dünyanın azabı, işkence ve huzursuzlukları da ahiret hayatının buradakisiyle kıyaslanamayacak derecede ağır ve şiddetli olan azabım, cezalarını hatırlatır.

İmam Kerhi, Ebu Bekir Razi ve Mutezile Mezhebi mensupları, "Si­zin için yarattı, " ifadesinden hareketle, "Kendisinden yararlanılması sa­hih olan şeyler esasen mubah olarak yaratılmışlardır." demektedirler ve delil olarak da bunu gösteriyorlar.

"Tümünü, hepsini" kelimesi, harfinden hal olarak mansuptur.

''Sonra da zatına mahsus bir tarzda, se­maya yöneldi."

İstiva: İtidal ve istikamet, doğru ve dümdüz olmak manalarmdadır. Örneğin; gibi ki bu, dimdik durdu ve mutedil (normal) durunda oldu, demektir. Daha sonra da şu şekilde de yorumlanmıştır; "Adeta atılan ok misali ona doğru istiva etti." denir ki bu, herhangi bir kim­seyi hedef alıp başka bir yere yönlendirmeksizin ve hedefini şaşırmadan direkt olarak ok atılan hedefe yöneldi, manasmdadır. Nitekim, Rabbimizin, kavli de bu anlamdadır. Yani: "Yeryüzündekileri yaratıp var ettikten sonra döndü ve bu arada başka bir şeyi yaratmayı murat etmeksizin doğrudan göklere yöneldi." manasmdadır. ke­limesinden kasıt da, yükseklik cihetleridir (yönüdür). Sanki burada şöyle denir gibi bir anlam var: "Daha sonra yukarıya, yükseğe yöneldi."

 "Böylece onu yedi kat sema, (gök) halinde tanzim edip yarattı." kelimesindeki zamir, kapalı bir ifadedir ve bundan sonra gelen, "Yedi kat sema (gök)" ifadeleri bu (müphemliği), kapalılığı kaldırıp açıklıyor. Bu, tıpkı şu cümledeki müphem (kapalı) ifade gibidir:

Diğer bir yoruma göre buradaki zamir, sema (göğe) racidir. Sema kelimesi lâfız bakımından müfret (tekil) kelime olup mana bakımından ise çoğuldur. Çünkü bu, cins manasmdadır.

yani kelimesinin manasına gelince, yarattık­larını düzene koyup tanzim etmek, doğrultmak, eğrilikten, eksik ve fazla­lıktan arındırmak veya onların yaratılışlarını tamamlamak gibi manalara gelir. Bu âyette bulunan kelimesi, göklerdeki varlıkların yeryüzündekilere oranla daha faziletli ve değerli olduklarını açıklamak içindir. Ancak bu, Rabbimizin şu âyetiyle çelişmez. Rabbimiz şöyle buyurmuş­tur:

"Ondan (göğün yaratılmasından) sonra da yer küreyi döşedi.'[99]

Çünkü dünyanın/yeryüzünün yaratılması semadan, yani gökyüzü­nün yaratılmasından Öncedir. Ancak yerkürenin yayıp döşenmesi olayı gökyüzünün yaratılmasından sonradır. Hasan Basri (v.H0/728)'den riva­yete göre der ki: "Allah, yerküreyi Beyt-i Makdis'in bulunduğu yerde ceviz kıracak veya avuç içine sığacak büyüklükte yarattı. Üzerinde ona yapışık halde bir duman bulunuyordu. Daha sonra dumanı ondan ayırıp yükseltti ve bundan da gökleri yarattı, taşı ise yerinde bıraktı ve bundan da yerküreyi yayıp döşedi." Nitekim yüce Allah'ın şu kavli bunu belir­tiyor:

"Göklerle yer bitişik idiler.'[100]

Bu âyette bitişik anlamımda olan kelime, kelimesidir. Bu da bitişik ve yapışık manalarına gelir.

Ve O, her şeyi detaylarıyla bilendir." İşte bunun içindir ki, her şeyi ve varlığı en muntazam ve en muazzam olarak yaratıp var etmiştir. Aralarında hiçbir dengesizlik var olmaksızın en muh­kem ve en sağlam bir şekilde yaratmıştır. Yaratılanlar ister göktekiler ol­sun ve ister yeryüzündekiler olsun, hiç aralarında bir dengesizlik söz ko­nusu olmadan, onların ihtiyaçlarına ve menfaatlerine göre yaratmıştır.

Kıraat imamlarından Verş (v. 197/812) dışında Medine Okulu i-mamları ile Ebu Amr ve Ali Kisai, kelimesi ile benzeri olan kardeşlerini/diğerlerini, harfinin sükunu ile, şeklinde kıra­at etmişlerdir. Vav harfini sanki kelimenin bünyesinden bir harf gibi değerlendirmişlerdir. Tıpkı, kelimesi gibi. Çünkü bu kelimeyi, yerine harfinin sükunu ile, olarak söylüyorlar. [101]

 

30. — 40. AYETLER

 

Meali

 

30.  Hani Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yarataca­ğım." demişti. Melekler de: " Bizler devamlı sana hamd ile Seni takdis ve tenzih edip durduğumuz halde, yeryüzünde anarşi doğuracak ve dünyayı kana bulayacak bir varlık mı yaratıp halife kılacaksın?" dediler. Allah da: "Şüphesiz sizin bilmediğiniz her şeyi ben bilirim." dedi.

31. Allah bütün isimleri Adem'e öğretti. Ardından da onları önce meleklere arz ederek: "Eğer söylediklerinizde doğru iseniz, bana şunlann isimlerini bildirin." dedi.

32. Melekler de: "Rabbimiz! Seni teşbih ederek eksikliklerden ten­zih ederiz, Senin bize öğrettiklerinin dışında bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Doğrusu her şeyi en ince detayına kadar bilen ve her şeyi bir hikmet ge­reği yaratan Alim ve Hakimsin Sen." dediler.

33. İşte bunun üzerine Allah Adem'e: "Ey Adem! Bu varlıkların adlarım meleklere anlat (öğret)" dedi. Adem o varlıların isimlerini me­leklere anlatıp Öğretince, Allah da: "Ben, size göklerin ve yerin gaybını (gizemlerini), bilinmezlerini bilirim ve neleri açıkça ortaya döktüğünüzü ve neleri gizlediğinizi de ben bilirim, dememiş miydim?" diye buyurdu.

34. Hani, Biz meleklere: "Adem'e secde edin!" demiştik de, İblis hariç hepsi secde ettiler. İblis direndi, büyüklük tasladı ve böylece kâfir­lerden oldu.

35. Ve Biz dedik ki: "Ey Adem! Sen ve eşin Havva cennette yer­leşin. Orada dilediğiniz gibi cennet nimetlerinden bol bol yeyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın! Aksi takdirde her ikiniz de kendine yazık eden za­limlerden olursunuz."

36. Derken şeytan cennetten her ikisinin de ayağım kaydırdı ve böylece her ikisini de içinde bulundukları huzurlu cennet hayatından on­ları çıkardı. Bunun üzerine Biz de kendilerine: "Kiminiz kiminize düş­man olarak inin. Sizin için yeryüzünde karar kılabileceğiniz bir yer ve belli bir süreye kadar yaşamak vardır" dedik.

37. Böylece yeryüzüne inen Adem nihayet Rabbinden bir takım ilhamlar alarak hemen tevbe edip Rabbine döndü. Doğrusu Allah tevbeyi kabui buyuran ve merhameti bol olandır.

38. Dedik ki: "Hepiniz toplu halde cennetten inin! Ne zaman Ben­den size doğru yolu gösteren bir rehber gelir de her kim ona uyarsa artık onlara bir korku olmayacak ve onlar üzülmeyecekler de."

39. İnkâr ederek âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar ce­hennemliktirler. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.

40. Ey İsrailoğuları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vadettiklerimi yerine geti­reyim. Ve yalnız benden korkun! [102]

 

Tefsiri

 

30 - Hani, Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife ya­ratacağım." demişti. Melekler de: "Bizler devamlı sana hamd ile Seni takdis ve tenzih edip durduğumuz halde, yeryüzünde anarşi doğuracak ve dünyayı kana bulayacak bir varlık mı yaratıp halîfe kılacak­sın?" dediler. Allah da: "Şüphesiz sizin bilmediğiniz her şeyi herhal­de ben bilirim." dedi.

 

Yüce Allah yeryüzünü (dünyayı) yaratınca buraya cinleri ve sema­ya da (göğe de) melekleri yerleştirdi. Ancak cinler yeryüzünde bozgun­culuk ve anarşi meydana getirdiler. İşte bunun üzerine yüce Allah onların üzerine bir kısık melek gönderdi ve onlar bu cinleri denizlerdeki adalara ve dağların tepelerine sürdüler ve kendileri onların yerlerine yerleştiler veya onları yeni yerlerinde ikamet ettirdiler. Yüce Peygamberi Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onların bu kıssalarını anlatmasını em­retti de şöyle buyurdu:

''Hani, Rcıhhln meleklere demişti ki:n Bu âyetin başında bulunan, harfi, gizli (var sayılan), fiiliyle mansuptur. kelimesi de , "mel'ek" kelimesinin çoğuludur. Tıpkı kelimesinin, kelimesinin çoğulu olduğu gibi. "melâike" kelimesinin sonuna, dişilik (müennes) 'sının getirilmesi ise, Arapça da Çoğul olan kelimelerin müennes (dişil) kabul edilmeleri bakımındandır.

"Benyaratacağım," Bu kelime iki mef ul alan, fiilinden alınmadır. Bu iki mef ul de, "Yeryüzünde bir halife."

Halife: Yerine başkasını görevlendiren, halef atayan, demektir. Ha-life kelimesi, ölçüsünde bir kelime olup, manasındadır.

Yani, demektir. Sonuna bir harfinin yani yuvarlak harfinin eklenmesi mübalağa içindir. Manası da, "sizden olan bir halife" demektir. Çünkü yeryüzünde yerleştirilenler insanlardır. Yüce Allah yeryüzüne Hz. Adem'i ve soyunu halife olarak görevlen­dirmiştir. Bu âyette Rabbimiz, veya ifadesini kullanmadı. Çünkü burada, ifadesiyle murad olunan kimse bizzat Hz. Adem (Aleyhi-s Selâm)in kendisidir. Böylece Hz. Adem (Aleyhim Selâm)1 den bahisle soyundan ayrıca söz etmeye gerek duymadı.

Örneğin; Mudar ve Haşim denilerek sadece kabile liderinin ya da atasının adının zikredilmesiyle nasıl ki, tüm o kabileden söz edilmiş gibi olunuyorsa, bu da öyledir. Veya bununla, "Size, yerinize halef olabilecek veya sizin adınıza hareket edecek bir halef manası murad olunmuştur. İşte bu bakımdan kelime müfret (tekil) olarak zikredilmiş olabilir. Yahut da, "Benden, Benim tarafımdan bir halife" demektir. Çünkü Hz. Adem (Aleyhi-s Selâm), Allah (Celle Celalüh)ün arzında O'nun halifesidir. Nitekim, her peygamber bu manada böyledir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey Pavud! Biat seni yeryüzünde halife yaptık."[103]

Ancak yüce Rabbimizin, meleklerin kendisine sordukları gibi bir soru sormaları ve verdikleri cevap türünden bir cevap alması için onlara bunu haber vermiştir. Böylece onlar henüz yaratılmazdan önce Allah'ın onları halife kılmasmdaki hikmeti bilsinler, tanısınlar İstemiştir. Yahut da, kullarının önüne herhangi bir konuya ilişkin olarak bir mesele gel­mezden önce o konuda tartışıp birbirleriyle istişarede bulunmalarını öğ­retmek istemesindendir. Gerçi yüce Allah üstün ilim ve hikmetiyle böyle­si bir istişareden müstağni (danışma ihtiyacı olmayan) ise de böyle bir şe­ye muhtaç değilse de amaç kullarının öğretip eğitmektir.

"Melekler de, «Yeryüzünde anarşi, doğuracak, bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın?» dediler." Taat ehli kimseler yerine isyan edebilecek kimselerin geçmesine bir hayret ve şaşkınlık ifadesi burada yatmaktadır. Ancak, asla kendisi için bilgisizlik söz konusu olmayan, Hakimdir. Meleklerin böyle bir durumdan bilgi sa­hibi olmaları ya yüce Allah tarafından bunun kendilerine haber verilmesindendir veya bunu Levh-i Mahfuz kanalıyla Öğrenmiş olabilecekîerindendir. Yahut da iki insanı da cinlerle mukayese etmeleri sonucu böyle bir durum olabilmiştir.

"Ve dünyayı kana bulayacak..."

"Bizler devamlı sana hamd ile seni takdis ve tenzih edip durduğumuz halde..." Burada, fiilinin başında yer alan harfi hal içindir. Bu tıpkı şu cümleye benzer bir i-fadedir:

"Ben önce nazaran daha çok ihsana (iyiliğe) lâyık iken sen ona mı iyilikte bulunuyorsun? "

kelimesi de hal yerinde gelmiştir. Yani, "Sana hamd ede­rek seni teşbih ve tenzih ediyoruz, eksikliklerden beri kılıyoruz. Sena hamd etmekle meşgulüz."

Tıpkı yüce Allah'ın şu kavli gibi:

Yanınıza kâfir olarak girdikleri halde..."[104]

Ayette geçen, içimizi, nefsimizi senin için arındırır, temizleriz. Bir başka yoruma göre "teşbih" ve "takdis" Yüce Allah'ı kö­tülüklerden beri kılmak, ırak etmektir. Dolayısıyla, yeryüzünde teşbih ve takdis eden, demek oradan gitmek ve uzaklaşmak demektir.

"Allah da, şüphesiz sizin bilmediğiniz her şeyi herhalde ben bilirim, dedi." Yani, bundaki hikmetleri, size gizli kalan noktaları ben bilirim. Yani Rabbimiz burada şunu demek istiyor; onların içlerinden peygamberler, Allah'ın sevgili kulları ve alimler çıka­caktır. Buradaki, ise manasmdadır. Ve fiilinin mef ulüdür. Aid (yani zamir) mahzuftur. Ve bu, de­mektir. Kıraat imamlarından İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesini, olarak okumuşlardır. [105]

 

31 - Allah bütün isimleri Adem'e öğretti. Ardından da onları önce meleklere arz ederek: "Eğer söylediklerinizde doğru iseniz, ba­na şunların isimlerini bildirin." dedi.

 

"Allah, Adem'e öğretti,"

"Adem" ismi Arapça olmayan bir isimdir. Yani, munsarif bir isim değildir. Ancak olsa olsa belki yaklaşık bir ifade ile bu, tıpkı Azer isimi gibi, vezninde olabilir.

Ancak dil bilginlerinin, bu kelimeyi yer yüzeyi manasında olan, kelimesinden veya, kelimesinden türemiş kabul etmelerine gelince, tıpkı Yakub ismini, kelimesinden, İdris adım, kelimesinden ve iblis adını da, kelimesinden türediğini ileri sürdükleri gibi bir görüştür.

"Bütün isimleri,' Yani, varlıklara ad olan i-simleri, hangi isim hangi şeye aittir veya hangi isimle çağrılır gibi. Bura­da muzafun ileyh, yani tamlayan, belirten mahzuftur. Çünkü, "isimler" ifadesinin geçmesiyle neye delâlet ettiği gerçeği artık bilinir olduğundan müsemtnalarm zikrine gerek duyulmamıştır. Çünkü isim müsemmasma, yani neyin veya kimin adı ise ona delâlet eder. İşte bundan dolayı da ba­şına bir getirilmiştir. Bu tıpkı şu âyetteki gibidir.

"Saçım, başım ağardı."[106]

İşte bu âyette de, "baş " kelimesi, aslında, "başım.." manasında iken, başına gelen, harf-i tarifi bu izafetin  (tamlamanın) yerine geçmiştir. İşte burada, "el-esma" kelimesi de böyle­dir. Dolayısıyla, muzafın (tamlananın, belirtilenin) hazfı üzerine muzafün ileyhin (tamlayanın) bunun yerine geçirilmesi ya da takdiri doğru değil­dir. Yani, "Adem'e, müsemmaların (isim alan varlıkların) adlarını öğret­ti. " demek sahih olmaz. Çünkü; burada öğretilen şey isimlerdir, o ismi alan varlıklar değil. Zira yüce Allah:

"Bana sanların isimlerini bildirin," ve "Bu varlıkların adlarını onlara anlat (Öğret)/" Bu iki âyetinde gördüğünüz gibi buyurmuş ve fakat, diye buyurmamı ştır.

Müsemmeyatın (varlıkların) adlarım öğretmek demek şu demektir:

"Yüce Allah, Hz. Adem (Aleyhis Selâm)e, yaratacağı (yaratmış oldu­ğu) varlıkların cisimlerini gösterdi ve ona; işte bunun adı kısrak, bunun adı deve ve şunun adı da şudur ve şudur diye hepsini bir bir öğretti. Nite­kim İbn Abbas (Radıyaliahü Anh) demiş ki:

"Allah, Hz. Adem'e kazana ve kepçeye varana dek her şeyin adını bir bir öğretmiştir."

"Ardından da onları Önce meleklere arze-deretc:" Yani, "adlandırılan varlıkları meleklere sunarak". Çünkü müsem-meyat (yani adlandırılan varlıklar) içerisinde akıl sahibi varlıkların olma­sı nedeniyle Allah değerleri itibariyle onları öne çıkardı. Allah'ın melek­lerden haber soruşturması, peygamberlerin onları acze düşüreceklerini bilmiş olması nedeniyle bir bakıma melekleri susturmak, uyarmak için­dir. İşte bunu için Rabbimiz onlara;

"Eğer söyledikleriniz­de doğru iseniz, hana sanların isimlerini bildirin (haber verin), dedi."

"Eğer iddia ettiğiniz ve ileri sürdüğünüz gibi ben yeryüzünde boz­gunculuk yapacak, anarşi doğuracak ve dünyayı kana bulayacak bir hali­fe yaratacaksam..." ifadesinde meleklere hem red cevabı bulunmaktadır ve hem de tüm faydalı şeylerin temellerini oluşturan ilmi esasların halife tayin edeceği kimseler tarafından nasıl bilindiğini ve onların buna nasıl ehil kimseler olduklarını açıklamak içindir. Çünkü ilmî bir ehliyete haiz olanlar ancak hilafete seçilme hakkına haiz olabilirler. [107]

 

32 - Melekler de: "Rabbimiz! Seni teşbih ederek eksiklikler­den tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinin dışında bizim hiçbir bil­gimiz yoktur. Doğrusu her şeyi en ince detayına kadar bilen ve her şeyi bir hikmet gereği yaratan Alim ve Hakimsin Sen» dediler."

 

"Melekler de: Rabbimiz! Seni teşbih ederek eksik­liklerden tenzih ederiz, dediler." Sana herhangi bir şeyin gizli kalacağından seni tenzih eder, beri kılarız veya senin tedbirinde kusur edeceğine dair herhangi bir itirazda bulunmak suretiyle de böyle bir şeyden seni uzak tutarız. Tedbirsizlik sana değil, ancak bizim için vardır. Rabbimiz! Seni böyle bir durumdan beri tutarız.

Biz âyetten şu gerçeği öğreniyoruz: İsimlere ait bilgilerin sahibi olmak, ibadet için yalnızlığa kapanmaktan daha üstündür. Bu ilim bu kadar değerli ise zaman ayrılma önemi var ise, ya şeriat (din) ilmi için ne buyurulurki?

"Sübhaneke" kelimesi mastariyet üzere mansuptur. Yani, demektir.

"Senin bize öğrettiklerinin dışında bizim hiçbir bilgimiz yoktur." Senin bize öğrettiklerin arasında eşyanın ve var­lıkların isimlerine dair herhangi bir bilgi yoktur. Âyette yer alan, harfi, manasmdadır. Burada geçen, "ilim" ise, "malum /bilinen" manasmdadır. Yani, "Senin bize öğrettiklerin dışında bizim bil­gimiz dahilinde (malumumuz olan) bir başka bilgi yoktur. " demektir.

"Doğrusu, her şeyi en ince detayına kadar bilen -öğretilmeyen- ve her şeyi -hükmettiğinde ve takdir buyurduğunda-bir hikmet gereği yaratan Alim ve Hakimsin Sen.''

nin ismidir. mübteda ve sonrası da haberidir. Cümle bütünüyle, 'nin haberidir. Veya, fasl zamiridir, birinci haber ve de ikinci haberdir. [108]

 

33 - İşte bunun üzerine Allah, Adem'e: "Ey Adem! Bu varlık­ların adlarını meleklere anlat/Öğret" dedi. Adem o varlıların isimleri­ni meleklere anlatıp öğretince, Allah da: "Ben, size göklerin ve yerin ğaybını (gizemlerini), bilinmezlerini bilirim ve neleri açıkça ortaya döktüğünüzü ve neleri gizlediğinizi de ben bilirim, dememiş miy­dim?" diye buyurdu.

 

"İşte bunun üzerine Allah, Adem'e, «Ey Adem! Bu varlıkların adlarını meleklere anlat (öğret),» dedi. Adem, o varlıkların isimlerini meleklere anlatıp öğretince," Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) her varlığı kendi adıyla çağırıp seslendi.

Allah da: " Ben size göklerin ve yerin gaybını (gizemlerini), bilinmeyenlerini bilirim, dememiş miydim?» diye buyurdu." Yani, göklerde ve yerde bilmediğiniz ve size göre gayb olan her şeyi ben bilirim. Olmuş olanı da olacak olanı da ben bilirim.

"Neleri açıkça ortaya döktüğünüzü ve neleri gizlediğinizi de ben bilirim." [109]

 

34 - Hani Biz meleklere: "Adem'e secde edin!" demiştik de, İblis hariç hepsi secde ettiler. İblis direndi, büyüklük tasladı ve böy­lece kâfirlerden oldu.

 

"Hani, Biz meleklere, Adem'e secde edin, demiştik efe," Âdem'e karşı tevazu gösterin, ona boyun eğin. Onun size olan üstünlüğünü tanıyın.

Übey b. Ka'b ve İbn Abbas (RadıyaifoM Anhfvam rivayete göre, bu­radaki secdeden kasıt, boyun eğmek ve eğilmek anlamındadır. Yoksa bu yüzün koyu yere kapanıp bu manadaki bir secde değildir."

Ancak cumhurun görüşüne göre bu, yüzü yere koyup kapamak ma­nasında bir secdedir. Sahih olan görüşe göre, secdeden kasıt, Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) karşı bir tahiyye, saygı manasmdaki bir selâmdır. Eğer ba­his konusu secde yüce Allah'a yapılması emri olsaydı, İblis bundan geri durmaz ve kaçinmazdı, secde ederdi. Nitekim daha önceler, yani geçmiş­te caiz görülmekte idi. Ancak, Hz. Selman'ın (Radıyaüahü Anh) Rasulûllah'a (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) secde etmesini istemesi,üzerine bu, Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Seüem) tarafından kaldırıldı. Çünkü, Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir mahlukun herhangi bir kimseye secde etmesi doğru değildir, yakışık almaz. Ancak Yüce Allah'a secde olunur."[110]

"İblis hariç, hepsi secde ettiler." Buradaki is­tisna, muttasıl istisnadır. Çünkü İblis de meleklerden bir melek idi. Nite­kim Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn Mesud -Allah hepsinden de razı olsun-böyle söylemişlerdir. Ancak asi olan şey, istisna müstesna minhin kendi­sinden istisna olunanın cinsinden olur. İşte bunun içindir ki Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah, «Secde etmen için sana emrettiğim halde, senin Adem'e secde etmeni önleyen gerekçen nedir?» diye İblis'e sordu."[111]

Yine Rabbimizin:

"iblis cinlerden idi."[112]

kavlinin manası ise, "O, cinlerden oldu." demektir. Bu, tıpkı Rabbimizin şu âyetinde yer alan ifade gibidir:

"Böylece o da boğulanlardan oldu.[113]

Bir diğer yoruma göre, buradaki istisna, münkati istisnadır. Çünkü, İblis meleklerden bir melek değildi. Zira, nass ile sabit olduğu gibi o cin­lerden idi. Bu görüş Hasan Basri (v.l 10/728) ile Katade (v.l 18/ 736)'nin görüşleridir. Bilindiği gibi İblis ateşten yaratılmış, melekler ise nurdan yaratılmışlardır. İşte bu bakımdan İblis secde etmekten kaçındı, Allah'a karşı geldi ve büyüklük tasladı. Melekler ise, Allah'ın kendilerine emret­tiği hiçbir konuda asla Allah'a karşı gelmezler ve O'na ibadet ve kulluk­tan da kibirlilik göstererek isyana kalkışmazlar. Bunun içindir ki, Rabbi-miz şöyle buyurmuştur:

"Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost edini­yorsunuz?"[114]

Oysa melekler üremezler. Çünkü, meleklerde erkeklik ve dişilik yoktur.

Cahiz (v.255/868)'e göre melekler ile cinler aynıdırlar. Onlardan temiz olup temiz kalanlar melek oldular, onlardan kötü ve habis olan da şeytan oldu. Melekler ile şeytan arasında olanlar ise cinlerdir.

"İblis direndi -kendisine emre­dilenden imtina etti, kaçındı, büyüklük tasladı, kendisini büyük görerek emre uymaktan geri durdu- ve böylece kâfirlerden oldu." Dayatarak, bü­yüklük taslayarak ve verilen emri kabul etmeyerek böylece kâfirlerden, inkarcılardan oldu. Gerçi emir gereği ameli terketmekle değil, bizzat emri reddetmek ve kabul etmemekle kâfirlerden oldu.

Çünkü Ehli Sünnet'e göre secdeyi yani ameli terketmek kişiyi imandan çıkarmaz. Bu, Ehli Sünnet açısından küfür değildir. Fakat Mute­zile ile Hariciler buna karışı çıkıyor ve bu görüşü reddediyor.

Veyahut da o, "Allah 'in ilmi ezelisinde kâfirlerden oldu. " demektir yani; Allah'ın ezeli ilmine göre o iman ettikten sonra küfredecek (inkâr edeceklerden oldu. Yoksa o, ebedi manada Allah'ın ezeli ilminde zaten kâfir idi, demek değildir.

Aslında bu mesele muvafat meselesiyle alakalıdır. Bunun kısaca anlamı şudur: Asıl itibar, hayatın son deminde (nefesinde) ruhunu iman üzere vermektedir. Son nefeste iman ile gitmesi önemlidir. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler konuya ilişkin akait kitaplarına bakabilirler. Çünkü, bu mesele imamlar arasında temel meselelerdendir. [115]

 

35 - Ve Biz dedik ki: "Ey Adem! Sen ve eşin Havva cennette yerleşin. Orada dilediğiniz gibi cennet nimetlerinden bol bol yeyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın! Aksi takdirde her ikiniz de kendine ya­zık eden zalimlerden olursunuz."

 

Ve Biz dedik ki: Ey Adem! Yerleşin." Âyette yer alan, kelimesi, kökünden türe­medir. Bu da bir yerde (evde) ikamet etmek, yerleşip kalmak anlamında­dır. Nitekim, hareket halinde olan sükuna erdi, hareketsizleşti ifadesi de böyledir.

"sen ' Bu kelime aynı zamanda, "yerleş " kelime­sinde gizli bulunan "sen" kelimesini te'kit ve pekiştirmek için­dir. Bunun da nedeni bundan sonra gelecek olan kelimenin bunu üzerine atfı sahih olması içindir. Bu da şimdi vereceğimiz şu ifadelerden oluş­maktadır:

"Ve eşin Havva cennette..." İşte burada, "eşin Hav­va" bir önceki, üzerine atfolunmuştur. Burada sözü edilen cennet ise, "Cenneti Huld" adındaki cennettir. Bu cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır. Çünkü meşhur olan rivayet bunu göstermektedir. kelimesindeki harfi belirtme takısıdır (tarif içindir).

Ancak Mutezile'ye göre burada sözü edilen cennet, Yemen'de bulunan bir bahçedir. Çünkü cennette herhangi bir görev ve sorumluluk altına sokma olayı olmadığı gibi oraya giren de artık bir daha oradan çıkmaz.

Buna karşılık olarak da Ehli Sünnet olarak biz de şöyle deriz: Ora­ya mükafat olarak giren bir kimse artık bir daha oradan çıkıp ayrılmaz. Oysa miraç gecesinde Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) oraya girdi ve sonra da oradan çıkıp ayrıldı. Kadı ki, cennet ehlinin orada bir sorum­lulukları da vardır. Bu, Allah'ı bilmek, tanımak ve tevhid ile mükellef­tirler.

"Orada ikiniz de yiyin.1" Aslında, "Oranın meyvele­rinden, nimetlerinden yiyin." demektir. Muzaf burada hazfolunmuştur (gizlenmiştir).

Burada, kelimesi mastar olarak bir vasıf/sıfattır. Yani "Bol bol ve geniş olarakyeyin" demektir.

''Dilediğiniz gihi, istediğiniz kadar" manasındadır. Kıraat imamlanndan Ebu Amr, kelimesini hemzesiz olarak, olarak kıraat etmiştir. belirsiz yer (mekan) anlamında olup, "Cennette istediğiniz neresi ise, orada." demektir.

"Fakat  -buğday veya üzüm yahut da in­cir- ağacına yaklaşmayın." Nitekim, bunun için şu tekerlemeyi söyler­ler:

"insan nastl etmesin isyan, çünkü hamurudur isyan."

Nasıl ki; buğday, azık olarak isyan ağacı diye değerlendirilmiş ise, üzüm de, her fitnenin başı kabul edilmiştir.

"Aksi takdirde her ikiniz de kendine yazık eden veya kendine zarar veren (zalim)lerden olursunuz." Burada, ke­limesi, kelimesi üzerine matuftur veya nehyin cevabı olarak mansuptur. [116]

 

36 - Derken şeytan cennetten her ikisinin de ayağını kaydırdı ve böylece her ikisini de içinde bulundukları huzurlu cennet hayatın­dan onları çıkardı. Bunun üzerine Biz de kendilerine: "Kiminiz ki­minize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde karar kılabilece­ğiniz bir yer ve belli bir süreye kadar yaşamak vardır." dedik.

 

"Derken şeytan oradan her ikisinin ayağım kaydırdı." Yani ağaçtan. Yani, şeytan her ikisini de yasaklanan ağaçtan yemeye sevk etti, bundan dolayı da ayaklarının kaymasına sebep oldu. Bunu gerçek manası şöyledir:

Şeytan onların ayaklarının kaymasını o ağaç sebebiyle sağladı, o ağaç onların oradan çıkışına neden oldu. Yahut da, "O ikisinin ayağını cennetten kaydırdı." demek, "Onları oradan gönderdi, uzaklaştırdı." de­mektir.

Kıraat İmamlarından Hamza, kelimesini, olarak kıraat etmiştir. Ancak Hz. Adem (Aleyhi's-Selâmfin, "te'vil" adlı eserde tahrim, yani haramlık kasdolunmaksızın söz konusu nehiy (yasak­lama) ya tenzihi anlamdadır veya lâm-ı tarifin "ahd" manasına yorumlanmasındandır. Sanki, yüce Allah cins manası murat etmiş gibi. Ancak ilk görüş daha yerindedir. İşte bu, peygamberler hakkında da mutlak manada zelle tabirinin kullanılabileceğinin caizliği hakkında bir delildir. Nitekim, Buharalı ilim adamları da bu görüştedirler. Bu kelime isim fiil olup her­hangi bir ihtilafı (tartışmayı) kasdetmeksizin emrin, olması gerekenin hi­lafına (aksine) varit olmuştur. Tıpkı çamurda (batak yerde) yürüyen kim­senin ayağının kayıp sürçmesi gibi.

Ancak Semerkant uleması ise, peygamberlerin fiillerine nasıl ki mutlak manada masiyet adı verilemezse, aynı şekilde mutlak anlamda zelle adı da verilemez. Fakat peygamberler için şöyle söylenebilir; "Daha üstünü ve iyisi varken, yani efdali varken daha aşağısını, alt derecede olan bir şeyi yaptılar ve bundan dolayı da itap olundular(eleştirildiler),"

"Ve böylece her ikisini de içinde bulunduldan huzurlu cennet hayatından onları çıkardı." Yani, içinde bulunduk­ları nimetlerden, ikramlardan, demektir. Eğer buradaki cennete raci ise bu takdirde, "içinde bulundukları cennetten" demek olur. Nitekim İblis şu:

"O halde oradan çık! Çünkü sen artık kesinlikle kovuldun, uzaklaştırıldın.» [117]

yasaklama emrinden sonra Adem ile eşi Havva'ya bir şekilde ulaşarak onların ayağını oradan kaydırdı. Çünkü İblis'in cennete girmesi yasaklan­mıştı. O artık melekler gibi oraya girip çıkamıyordu. İblis'in cennete Adem ile Havva'ya vesvese vermek ve onları denemek için girmesi me­selesi değil, sırf cennetin saygınlığı ve önemi itibariyle artık oraya giriş ve çıkışı yasaklanmıştı. Melekler için böyle bir durum söz konusu de­ğildir.

Nitekim rivayete göre; İblis cennete girmeyi istemiş ise de, ancak orada görevli melekler tarafından engellenmiştir. O da çare olarak bir yılanın ağzına girer ve onunla birlikte cennete girmeyi başarırır. Yani, Adem ile Havva'yı bu yoldan kaydırır. Farklı bir yoruma göre de: İblis cennetin kapısının önünde durup onlara seslenmek suretiyle ayaklarını kaydırdı.

"Bunun üzerine Biz dı, kenditerme: «Kiminiz kiminize düşman olarak inin.» dedik."

"Hubut" Yeryüzüne inmektir. Burada hitap ya da sesleniş; Hz Adem (Aleyhis-Selâmu Eşi Havva ve İblis'edir. Diğer bir yoruma göre, yılanadır. Ancak doğru olanı seslenişin Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) ile eşi Hz. Hav­va'ya olmasıdır. Dolayısıyla, o ikisi ve bir de onların soyundan gelecek olan çocukları murat olunmaktadır. Çünkü, Hz. Adem (Aleyhes-Seiâm) ile eşi insanlığın aslı olmaları ve onların da soyundan gelecek olanlar bakı­mından sanki o ikisi tüm insanların kendileri imişçesine hitap olunmuş­lardır. Zira, yüce Allah'ın şu kavli buna işaret buyurmaktadır:

"Allah buyurdu ki: «Birbirinize düşman olarak hepiniz (ikiniz) cennetten inim»"[118]

Ayette, "inin" kelimesi tesniye, yani ikildir, işte bu âye­te dayanarak hitabın Adem ile eşine olduğunu zikretmektedirler.

"Kiminiz kiminize düşman olarak" Bu insanların karakter ve yara­tılış gereği azgınlık ve düşmanlıklara yatkın oldukları, kiminin kimisini saptıracağını belirtiyor. Cümle ise, kelimesinde bulunan harfinden haldir. Yani, "Birbirinize düşmanlık edeceğiniz bir halde..." demektir.

"Sizin için yeryüzünde karar kılabileceğiniz bir yer -ve yerleşme/istikrar ve kararlılık- ve belli bir süreye -kıyamete veya Öleceğiniz ana kadar yaşamak- hayattan fayda­lanmak— vardır."

İbrahim b. Edhem (v. 161/778) diyor ki:

"Şu bir lokmacık dünya bize uzun bir hüzün bıraktı." [119]

 

37 - Böylece yeryüzüne inen Adem, nihayet Rabbinden bir takım ilhamlar alarak hemen tevbe edip Rabbine döndü. Doğrusu Allah tevbeyi kabul buyuran ve merhameti bol olandır.

 

"Büyüce yeryüzüne inen Adem, nihayet Rabbinden bir takım ilhamlar (kelimeler) aldı." Hz. Adem (Aleyhi's-Seiâm) o kelimeleri almak, kabul etmek ve onlarla amel etmek, onların ge­reğini yapmak üzere onları karşılayıp aldı. Kıraat imamlarından İbn Ke­sir, "Adem" kelimesini nasb ve "kelimat" kelimesini de raf ile okumuş­tur. Yani:

olarak kıraat etmiştir ki, bunun da manası şöyledir: "Adem'e Rabbinden bir takım kelimeler (ilhamlar) geldi/ sunuldu." Yani, o kelimeler ona ulaşmakla onları elde etti. Onları ona ulaştırdi ki bunlar da yüce Rabbimizin şu kavimdeki ifadelerdir:

"Rabbimizi Emrine karşı gelip şeytanın sözlerine kanmakla biz kendimize yazık ettik! Eğer bizim kusurumuzu bağışlamaz, rahmet ve merhametinle bizi esirgemezsen, hiç kuşkusuz biz mutlaka helak olanlardan olacağız"[120]

Burada Hz. Adem (Aleyhis-Selâm) ile eşi Hz. Havva'nın çocuklarına da bir Öğüt bulunmaktadır. Çünkü bunun sayesinde onlarda günahlardan nasıl kurtulabileceklerinin yolunu öğrenmiş oluyorlar. Nitekim, Abdullah İbn Mesud (Radıyaiiahü Anh) şöyle der;

"Allah katında en makbul ve geçerli söz (dua), babamız Hz. Adem'in hata işlediğinde (yanılarak yaptığı şeyde) söylediği (yaptığı) şu duadır:

"Allah'ım! Sana hamd etmek suretiyle seni teşbih, tenzih ve takdis ederim. Sen her tür eksiklikten berisin. Senin ismin mübarektir. Senin şere­fin ve azametin yücedir. Senden başka bir ilâh yoktur, sen varsın ancak. Rabbim ben kendime yazık ettim, zulmettim. Doğrusu günahları bağışlayan bir merci yok, ancak yegâne ve tek merci sensin!"

İbn Abbas (Radıyaliahü Anh)tan rivayete göre, Hz Adem (Aleyhis-Selâm) ile Rabbi arasında şöyle bir diyalog yaşanmış:

— Rabbim! Sen beni elinle yaratmadın mı?

— Evet, elbette seni elimle yarattım.

— Öyle ise ruhundan bana ruh üflemedin mi? Senin rahmetin gaza­bım geçmedi mi? gazabına üstün gelmedi mi? Sen beni cennetine yerleş­tirmedin mi?

Yüce Allah da tüm bu sorulara yukarıda geçtiği gibi "Bela, Bela..." diye cevaplamış, yani elbette ruhumdan üfledim, rahmetim gazabıma üs­tün gelmiştir ve seni de cennetime yerleştirdim, diye buyurunca Hz. A-

dem de (Aleyhl's-Selam) :

— Mademki böyledir neden beni cennetten çıkardın?" der. Yüce Al­lah da:

  Senin yanlış davranışın, kötü masiyetin yüzünden, buyurur. Bu­nun üzerine de Hz. Adem (Aleyhi

  Eğer tevbe edersem, beni yeniden oraya gönderir misin, diye yakarmasını arz edince yüce Allah da:

— Evet, diye buyurur. İşte bunun üzerine Hz. Adem (Aleyhi's-Selâmy.

"Hemen tevbe edip Raljbine döndü." Yani; rahmet, merhamet ve kabul ile Rabbine dönüş yaptı. Görüldüğü gibi sadece Hz. Adem (AieyhVs-Selâmf'm "Tevbesini kabul etti." ifadesiyle yetinilmiştir. Çünkü eşi ve annemiz Hz. Havva da ona tabidir. Bu, her ikisi de tevbe ettiler, anlamındadır.

İşte bu açıdan Kur'an'ın birçok yerinde sadece erkekten bahsedil­mekle, kadın da buna dahil olarak ele alınmış olduğundan ayrıca kadın­lardan da söz edilmemiştir. Nitekim Sünnetin (hadislerin) de birçoğunda aynen bu yol izlenmiştir.

"Doğrusu, Allah tevbeleri çok kaimi buyuran ve kullarına karşı da merhameti bol olandır." [121]

 

38 - Dedik ki: "Hepiniz toplu halde cennetten inin! Ne zaman Benden size doğru yolu gösteren bir rehber gelir de her kim ona uyarsa artık onlara bir korku olmayacak ve onlar üzülmeyecekler."

 

"Dedik ki: «Hepiniz toplu halde cennetten inin!»"

Burada yer alan, kelimesi haldir ve "hep birlikte, toplu halde" demektir.

Âyette, "inin" emrinin tekrar sebebi te'kit içindir. Yahut ilk "iniş" emri cennetten semaya ve ikincisi de dünya semasından yeryüzüne ol­ması nedeniyle tekrarlanmıştır. Veyahut da, "Ne zaman benden size doğru yolu gösteren bir rehber gelir de..." buraya ek­lenince, bundan dolayı, "inin" emri tekrarlanmış olabilir. Yani "size göndereceğim bir rasul (elçi) veya size indireceğim bir kitap geldiğin­de... " Çünkü yüce Allah'ın şu kavli bu gerçeğin delilidir:

"İnkâr ederek âyetlerimizi yalanlayanlara gelince,"

Çünkü bu, şu âyete mukabildir:

Her kim ona -kabul etmek ve ona iman etmek suretiyle- uyarsa...","Artık onlara -gelecekte- bir korku olmayacak ve onlar -geride bıraktıklarına karşılık-üzülmeyecekler,"

İkinci şart cevabıyla birlikte, birinci cevabın şartıdır. Bu tıpkı şuna benzer bir ifadedir: "Eğer bana gelir ve gücün de varsa bana ihsanda bulunursun."

Kıraat imamlarından Yakup, Kur'an'ın tamamında geçen, kelimesini, fethalı olarak, tarzında okumuştur. [122]

 

39 - İnkar ederek âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.

 

"inkâr ederek âyetlerimizi yalanlayanlara gelince işte onlar cehennemliktirler."

Burada, mübteda, "cehennemliktirler" de haberdir. Yani cehennem ehlidirler ve cehennemi haketmişlerdir,

"Onlar, orada ebedi olarak kalacaklardır." Bu cümle mübtedanın haberi olması bakımından raf mahallinde gelmiştir. [123]

 

40 - Ey İsrailoğuları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaad ettiklerimi yerine getireyim. Ve yalnız benden korkun!

 

"Ey İsrailoğulları!" Aslında İsrail'den kasıt Hz. Yakup (Aieyhi's-Seiûmfdır. Bu, Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâm)un lakabıdır. Bunun manası, kendi dillerinde yani İbranicede, "Allah'ın seçkin kulu" ya da "Allah 'in kulu " manalarında ya da demektir.

"Isra" kul veya seçkin demektir. "İyi" de İbranicede Allah demek­tir. Kelime gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulun­maktadır.

"Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın. " Nimetleri hatırlamaları demek, verilen nimetlerin şükrünü eda­dan geri kalmamaları, kendilerine bu nimetleri bahşeden Allah'a itaat et­meleridir. Onlardan istenen budur. Bununla Rabbimizin murat ettiği şey de, onların atalarına verdiği nimetlerin hatırlanması ve bunun unutulma­masıdır. Çünkü, tek tek bildirildiği gibi yüce Allah, İsrailoğulları'nı Fira­vundan ve onun azabından, işkencelerinden, denizde boğulmaktan kurtar­mış, buzağıya tapmalarından dolayı cezalandırılmayıp affetmiş, tevbelerini kabul etmiştir. Bütün bunlarla beraber Tevrat ve İncil'de müjdelen­miş olup bildirilen Hz. Muhammed (Sallailâhu Aleyhi ve Sellem)in zamanını idrak ile kendilerine sunulan nimetleri hatırlamaları dile getiriliyor.

"Ve bana verdiğiniz sözü yerine

getû'in ki, ben de size uaad ettiklerimi yerine getireyim."

Burada, Tastamam, eksiksiz olarak yerine getirin, demek­tir. Nitekim, kelimeleri de kök itibariyle ve anlam bakımından aynı olmakla birlikte burada tercih olunan kelime, kelimesi olmuştur. Çünkü, Kur'an'da genelde bu kelime ve türevleri geçmektedir.

İman edeceğinize, taatte bulunacağınıza dair bana verdi­ğiniz sözü, demektir. Yahut da, Rahmet peygamberi Hz. Muhammed (Sallailâhu Aleyhi ve Sellem)e ve ona indirilen muciz kitaba iman etme sözünüzü, demektir.

Yani, yaptığınız ve işlediğiniz iyi şeyler için size sevap ile ihsanda bulunayım. Yine bu âyette yer alan kelimesi, mastar bir kelimedir. Dolayısıyla bu, bazen muahide, yani failine ve ba­zen de muahede, yani mef uîe kısaca hepsine muzaf olabilir.

Nitekim, Katade'den rivayete göre bunu her ikisi de Maide Sûresi, 12'de de yer almaktadır.

İşaret (mâna) erbabı yani gerçek anlamda tasavvuf ehli olanlar şöy­le demişlerdir:

"Sıkıntı yurdumda bana verdiğiniz sözü gereğince yerine getirin, hiz­metimin döşeği üzerinde olun (emir ve yasaklarımı iyi değerlendirin), çiğne­meyin. Haremimi (çizdiğim sınırlan) güzel muhafaza edip koruyun ki, Ben de nimetim yurdunda sözümü tutayım ve benim ikram döşeklerimde yaşa­yın, benim cemalimi görerek mutlu olun."

"Ve yalnız benden korkun!" Bana verdiğiniz sözü ve ahdi bozmayın. Bu tıpkı şuna benzer: Örneğin;

"Yalnızca korkuttuğum Zeyd'dir". Veya "Zeydvar ya, işte onu korkutup uyarıyorum. ", demektir. Çünkü bu, Fatiha, 5'te ge­çen, ibaresinden tahsis ifade etmede daha te'kitlidir. Âyet­teki, kelimesi, mabadının (sonrasının) delâlet ettiği (gösterdiği) muzmar bir fiil ile mansuptur. Bu, takdirindedir ki, "Korkun, ancak benden korkun!" demektir. İşte burada birinci kelime olan, fiili hazfolunmuştur (söylenmemiştir). Çünkü; ikinci kelimesi buna delâlet etmektedir. Fakat, kelimesi, kelimesiyle mansup kılınmamıştır. Çünkü bu kelime zaten kendisine ait olan mef ulü almıştır, ki bu da, kelimesinin sonunda olması gereken mahzuf harfidir.

Burada bir harfinin mahzuf (söylenmemiş) bulunduğunu bil­memiz için de fiilin sonunda bulunan harfinin harekesinin esre ol­ması burada bir harfinin var olduğunun delilidir. Nitekim, cümlesinde Zeyd kelimesinin cümlede yer alan (zahir olan),  kelimesiyle mansup olması caiz olmaz. [124]

 

41. —48. AYETLER

 

Meali

 

41. Elinizdeki Tevrat'ın aslını doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin! Onu inkâr edenlerin ilki olarak başını çeken siz olmayın! Ayetlerimizi az bir fiyatla (dünya pahasına) satmayın. Ve sadece Bana karşı gelmekten korkun!

42. Bile bile hakkı batıl ile karıştırmayın ve bildiğiniz hakkı (ger­çeği) de gizlemeyin.

43. Namazı dosdoğru olarak kılın, zekatı verin ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edip namaz kılın.

44. Ey bilginler! Sizler Kitabı (Tevrat'ı) okuduğunuz halde halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Bunun dışında mı tutuyor­sunuz?) Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

45. Sabır göstererek ve namazı kılıp vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin. Doğrusu sabır göstermek ve namaz kılmak kalpleri saygıyla ür­perenlerin dışında herkese zor ve ağır gelen bir iştir.

46. Ki onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döne­ceklerini çok iyi bilenlerdir.

47. Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve özellikle sizi bir zamanlar alemlere gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın!

48. Öyle bir günün dehşetinden korkup korunun ki o günde hiç kimse başkası için herhangi bir şey yapamaz; kendisinden herhangi bir şefaat (aracılık) da kabul olunmaz, fidye alınmaz ve kendilerine yardım da olunmaz. [125]

 

Tefsiri

 

41 - Elinizdeki Tevrat'ın aslını doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin! Onu inkâr edenlerin ilki olarak başını çeken siz olmayın! Âyetlerimizi az bir fiyatla (dünya pahasına) satmayın. Ve sadece Bana karşı gelmekten korkun!"

 

"Elinizdeki Tevrat'ın astım doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin!"

Âyette, "İndirdiğim" ifadesinden murat Kur'an-ı Kerim'dir. "doğrulayıcı olarak" ifadesi de mahzuf olan,  zamirinden te'kit eden bir haldir. Sanki burada, denir

gibi. "Elinizdekini/Beraberinizdekini" ifadesiyle de Tev­rat denmek istenmiştir. Yani; ibadet, tevhit, nübüvvet (peygamberlik) ve Hz. Muhammed (Sailaiiahu Aleyhi ve Setiemf in durumu ile ilgili hususlarda hep Kur'an'ı doğrulayıcı olan Tevrat'ı...

"Onu inkâr edenlerin ilki olarak başını çeken siz olmayın!" Yani; o Kur'an'ı ilk inkâr eden, baş çeken siz olma­yın. Veya inkâra kalkışan hizip (grup) siz olmayın, veyahut da onu inkâr eden grubun ilki, baş çekeni olmayın. Onu ilk inkâr eden kimseler sizden tek tek her birinizden olmamış olsun.

Esasen burada bir tariz sanatı vardır. Yani "Onu bilmeniz ve özel­liklerini ya da vasıflarını tanıyıp bilmenizden ötürü ona ilk iman etmesi gereken sizlersiniz." ince anlamı yatmaktadır. 'deki zamir de Kur'an'aracıdır.

"Değiştirmek ve tahrif etmek sure­tiyle âyetlerimizi az bir fiyatla (dünya pahasına) satmayın (değiştirme­yin)." Hasan Basri merhum, "az bir fiyatla" ifadesini, "Dünya ve içinde-kilerinin tamamıyla da olsa " diye yorumlamıştır. Bir başka yoruma göre bu, "riyaset ve koltuk pahasına da olsa" şeklinde değerlendirilmiştir. Çünkü toplumları içinde lider olmak, koltuğa konmak İsrailoğullan için vazgeçilmez bir şeydi. Zira Rasulûllah (Sailaiiahu Aleyhi ve Sellemfa. uymaları halinde bu türden tüm imkanlarım elden çıkarmak demekti ki onlar da bu uğurda her kötülüğü göze aldılar.

"Ke sadece bana karşı gelmekten korkun."

Burada, kelimelerinde görüldüğü gibi hem vakf (duruş) ve hem vasi (geçiş) halinde ile okunmuştur ki bu kıraati seb'a imamlarından olmayan Yakub'un kıraatidir. Nitekim, bu manada hatta (yazıda) yer almayan her mahzuf harfi de böy­ledir. [126]

 

42 - Bile bile hakkı batıl ile karıştırmayın ve bildiğiniz hakkı (gerçeği) de gizlemeyin.

 

"Hakkı batıl ile karıştırmayın." Hakkın batıl ile karıştırılması demek, birinin ötekisinin içine katılması demektir.

Eğer harfi sıla, yani müteaddi (geçişlilik) manasında değer­lendirilirse, örneğin; cümlesi gibi ki bu, "Ben onu, sununla karıştırdım. " anlamındadır. Dolayısıyla mana şöyledir:

"Allah tarafından indirilmiş olan hakkı kendi elinizle yazdığınız batıl şeylerle karıştırarak Tevrat içinde yer almamış olan şeyleri onda varmış gibi yazmayın ki, Tevrat'a var olan hak ile sizin batılınız ayırt edilemez olma­sın."

Eğer harfi, istiane (yardım alma) manasında ise, örneğin; "Kalem ile (kalem yardımıyla) yazdım. " gibi ise, bu durumda mana şöyle olur:

"Hakkı, kendi ellerinizle yazdığınız batıla benzeterek ve ona karıştı­rarak sunmayın. Hakkı, yazdığınız batıla benzetmeyin."

"Ve hakkı da gizlemeyin." Burada fiil, nehiy (yasaklama) hükmü içinde olduğundan meczumdur. Dolayısıyla, takdirindedir. Yahut da, gizli bir ile mansubtur. Kelime­nin bünyesindeki vav harfi de cemi (çoğul) manasındadır.Yani:

"Hakkı gizleyerek, hak ile batılı birbirine karıştırma noktasında birleşmeyim "

Örneğin; bu ifade adeta, "süt/yoğurt ile birlikte balık yeme. " İfade­si gibidir.

Çünkü her iki husus da ayrı ayrı emirlerdir. Kaldı ki daha önce belirttiğimiz gibi Tevrat'ta yer almayan herhangi bir hükmü kendi elle­riyle yazarak orada var imiş gibi sunmaları hak ile batılın birbirine karisi tırilmasıdır ki, kesinlikle yasaktır. Bu birincisi. İkincisi de hakkı gizle-ı meleridir ki bu da, "Biz Muhammed'in vasıf ya da özelliklerini veya şununla ilgili hükmü Tevrat'ta bulamıyoruz. " diye söylemeleridir ve kesin­likle bu da yasak, yani haramdır.

"Ve siz kendiniz bildiğiniz halde." Yani batılı hak ile karıştırdığınızı bildiğiniz halde, gizlediğiniz halde. Oysa bir şeyi bile bile gizlemek, saklamak, hak ile batılı birbirine karıştırmak onlar adına en büyük bir iğrençliktir ve en çirkin bir davranıştır. Çünkü, cahil olan ya da bilmeyen birinin bilmeden ve cehaletinin eseri olarak bir hata yapması durumunda kimi zaman bu hali bir mazeret olarak değerlendirilebilir. Oysa bunlarınkisi bilmeden değil, bilerek ve kasden yaptıkları bir iştir. [127]

 

43 - Namazı dosdoğru olarak kılın, zekatı verin ve rüku eden­lerle birlikte siz de rüku edip namaz kılın.

 

"Namazı dosdoğru olarak kılın, ze­katı verin." Yani, Müslümanlara faz olan namazı kılın ve zekatı verin.

"Ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edip namaz kılın." Yani, Müslümanlar gibi siz de namaz kılın. Çünkü Yahudi­lerin kıldıkları namazlarda rüku bulunmuyordu. Yani, Müslüman olun ve Müslümanların işledikleri ameller gibi amel işleyin. Aynı zamanda, "rü­ku" ile namaz manası da kasdolunması caizdir. Nitekim, namaza "sü cud" adı da verilmektedir. Namaz kılanlarla birlikte namaz kılma emri, cemaat ile kılınma emri olması da caizdir. Yani, namazlarınızı tek başı­nıza (münferit olarak) değil, namaz kılan cemaatle birlikte kılın. [128]

 

44 - Ey bilginler! Sizler Kitabı (Tevrat'ı) okuduğunuz halde halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Bunun dışında mı tutuyorsunuz?) Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

 

"Ey bilginler/ Halka iyiliği mi emrediyorsu­nuz?"

Buradaki hemze takrir ve tevbih içindir. Yani; hem bir duru­mu tesbit ve hem de bu durumdakileri kötülemek ve uyarmak içindir. Bir de onların bu davranışlarından dolayı hayret ifade eder.

Birr: bol hayır ve iyilik demek olup nitekim genişlik ve bolluk manasında olarak buna, "el-Berr" de denmiştir. Zira, her türlü hayrı ve iyiliği kapsar.

Nitekim, cümlesi de bu ma­nada söylenen güzel bir ifadedir.

Yahudi bilginleri kendi yakınlarına ve etrafındakilere gizli olarak Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e uymalarını söyledikleri halde kendi­leri buna uymuyorlardı. Bir diğer yoruma göre, bunlar sadaka (zekat) vermeleri için halka emir verdikleri halde kendileri sadaka (zekat) ver­mezlerdi. Kendilerine dağıtılmak üzere sadakalar (zekat) getirildiğinde ise buna ihanet ederlerdi, gereğini yerine getirmezlerdi.

"Kendinizi unutuyor musunuz?" Kendinizi a-deta unutmuş kabul ederek kendinizi iyilik yapmaktan geri mi bırakıyor­sunuz, terk mi ediyorsunuz?

''Sizler Kitabı okuduğunuz halde.

Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?"

İşte burada, "Sizler kitabı okuduğunuz hal­de" demekle onları ilzam vardır, susturma ve azar vardır. Yani, sizler i-çinde Hz. Muhammed (Saüailahu Aleyhi ve Sellemfe ait nitelikler bulunan, iha­nete karşı, iyilikleri terk etmeye, söz ile amelin birbiriyle çelişmesine ait ceza ve tehdidi içeren Tevrat'ı da okuyorsunuz. Bütün bu gerçeklere rağ­men mi, evet bunlara rağmen "Aklınızı kullanmayacak mısınız?" İşledi­ğiniz ve sergilediğiniz bu çirkinliklere karşı daha düşünmeyecek misi­niz? Ki bu sayede böylesi bir çirkin fiili işlemekten kurtulmuş olasınız. Doğrusu bu, oldukça önemli ve büyük bir uyarıdır, yermedir. [129]

 

45 - Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yar­dım isteyin. Doğrusu sabır göstermek ve namaz kılmak kalpleri say­gıyla ürperenlerin dışında herkese zor ve ağır gelen bir iştir.

 

İhtiyaçlarınıza karşılık olarak Allah'tan ieYardım isteyin." Sabırgöstererek ve namazı vesile kılarak..." Her iki görevi de ihmal etmeden beraberce. Namazın sorumluluklarına göğüs ge­rerek, sabrı elden bırakmadan devamlı bir şekilde kılın ve zorluklarına da katlanın. Namaz konusunda gerekli olan kalbi samimiyet ve ihlâsı elden bırakmaksızın kılın. Tüm şeytanî vesveseleri, düşünceleri geriye atın, nefsî istekleri bir kenara bırakın. Bununla ilgili âdaba uyun, riâyet edin, gözetilmesi gereken hususları çok iyi gözetin. Huşûyu elden bırakmayın. Namazda iken, kimin huzurunda durulduğu bilincini oluşturun ve o bilin­çle huzura durun. Çünkü göklerin ve yerin yegâne Cebbarı olan, yani göklerle yeri ve bu ikisinde ve aralarında yer alanların iş ve durumlarım düzene koyan, ıslah eden ya da her iki yerdekileri de gücüyle kahredecek olan yüce Allah'ın huzurunda durulmuştur. İşte bunun idrakinde bulunul­malı.

Ya da belâlara, zorluklara, başa gelen musibet ve felâketlere karşı sabır göstertmek suretiyle göğüs gerin ve bunun için sabırdan yararlanın, yardım bekleyin. Herhangi bir musibet, felâket veya belâ gelince de der­hal namaza koşarak bundan yardım ve medet bekleyin.

Nitekim; Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) önemli bir problem ortaya çıktığında» üzüntü veya sıkıntıya düştüğünde derhal namaza ko­şardı.[130]

Abdullah b. Abbas'tan gelen rivayete göre kendisine bir yolculuk esnasında, kardeşi Kusem'in öldüğü haberinin verilmesi üzerine, derhal istircada bulunmuş, yani [131]âyetini okumuş ve iki rekat namaz kılmıştır. Sonra da tefsirini yaptığımız: "Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah 'tan yardım isteyin. " mealindeki bu âyeti okumuştur.

Yine bir yoruma göre de sabırdan maksat oruç tutmaktır. Çünkü oruç, yeme, içme ve cinsel ilişkiyi belirlenen süre zarfında bırakmak, nef­sin isteklerine cevap vermemektir. Nitekim, bu nedenle ramazan ayma sabır ayı diye de isim verilmiştir.

Yine âyette yer alan namaz ifadesinden kasıt, "duadır" diye de yo­rumlanmıştır. Yani: "Belâlara karşı sabır göstererek direnin ve hemen dua etmeye başlayın, o belaların kaldırılması için derdinizi Allah'a havale edin."

"Doğrusu sabır göstermek ve na­maz kılmak, kalpleri saygıyla ürperenlerin dışında herkese zor ve ağır gelen bir iştir."

daki zamir, namaza veya yardım istemeye (istianeye) rar cidir.

Gerçekten zordur, ağır gelir. Örneğin; "Şu iş bana ağır geldi. " gibi.

 "Kalpleri saygıyla ürperenler hariç. " Yani, an­cak kalpleri saygıyla ürperenlere kolay gelir. Çünkü, bunlar Allah'ın sab­redenler için neler hazırladığını kesin olarak bildiklerinden o ödülleri beklemektedirler. İşte bundan dolayı onlar için sabır ve namaz zor değil kolay gelir. Görmez misin bir sonraki şu âyette neler buyuruluyor: [132]

 

46 - Ki onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini çok iyi bilenlerdir.

 

"Ki, onlar gerçekten Rahlesine kavuşacaklarını çok iyi bilenlerdir." Yani Allah'ın kendilerine bahşedeceği sevabı her an bekler dururlar. Onun katındaki başkaca şeyleri ve daha umdukları ne varsa hep bunun beklentisi ve kesin inancı içindedirler.

Abdullah b, Mesud'un (Radıyallahu Anh) kıraatine göre, kelimesi, olarak tefsir olunmuştur, "bilirler" demektir. Ya­ni, Bilirler ki kesin olarak Allah'ın kendilerine vereceği mükafat ve ödül ile mutlaka karşılaşacaklardır. Dolayısıyla da buna göre amellerine değer verip gerekeni yaparlar. Ancak kesin bir mükafatın kendileri için varlı­ğına ikan etmemiş olanlar, yani buna samimi manada inanmamış olanlar ise, dolayısıyla bunlar herhangi bir sevap ve mükafat ummazlar. Bunun için de ameller kendilerine zor ve sıkıntılı gelir.

Huşu ve İhbat kelimelerinin ifadelerine gelin­ce bu ikisi de: "alçak gönüllülük" demektir. Oysa, "hudu" kelimesi ise: Yumuşaklık ve boyun eğmek demektir. kelimesi ruyet (görmek) diye tefsir olunmuştur. de; yüce Allah'ı key-fıyetsiz olarak görmek, diye yorumlanmıştır.

"Ve gerçekten onlar Ona döneceklerini..." Ahiret günüde onların durumlarım Allah'tan başka kimse değerlendir­meye malik olamaz, buna güç yetiremez. Sadece Yüce Allah onların du­rumuyla ilgilenir. [133]

 

47 - Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve özellikle sizi bir zamanlar âlemlere gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın!

 

Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın." Bu tekrar, te'kit içindir.

"Ve özellikle sizi bir zamanlar âlemle­re gerçekten üstün kıldığımı...' Burada, kelimesi, kelimesi üzerine atfolunduğundan mansuptur. Yani, "Size verdiğim ni­metlerimi ve sizi tüm aleme üstün kıldığımı hatırlayın." demektir. Halk topluluklarından oldukça çok ve önemli bir insanlar topluluğu üzerine üstün kılmak, demektir. Örneğin, halktan bir âlem gördüm, denildiğinde bu, onlardan oldukça çok sayıda olan bir halk topluluğunu gördüm, demektir. Maksat bunun çoğunluk ifade ettiğidir. [134]

 

48 - Öyle bir günün dehşetinden korkup korunun ki o günde hiç kimse başkası için herhangi bir şey yapamaz; kendisinden her­hangi bir şefaat (aracılık) da kabul olunmaz, fidye alınmaz ve kendi­lerine yardım da olunmaz.

 

"Öyle bir günün dehşetinden korkup korunun ki," Bu gün kıyamet günüdür.

"Yevm" kelimesi zarf değil mefulü bihtir. -O günde- uhiçbir mü'min" "başkası, (kâfir biri) için herhangi bir şey yapamaz." O inkarcı kimse için gerekli olan hukuk açısından onun adına bir şey ödemez.

kelimesi ya mefulü bihtir veya mastardır. Yani az da olsa bir şey (karşılık) alınmaz. Cümle, mahallen mansub olup kelime­sinin sıfatıdır. Burada mevsufa ait olan zamir ise mahzuf (söylenmemiş) olup, takdirindedir.

"Kendisinden herhangi bir sefaal (aracılık) da kabul olunmaz." Mekke ve Basra kıraat imamları, yani İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesini, harfiyle olmak üzere, ola­rak kıraat etmişlerdir. kelimesindeki zamir mü'min kimseye raci-dir. Yani iman etmiş olan bir kimseden inanmamış birine (kâfir kimseye) şefaat etmesi kabul olunmaz, aracılığına izin verilmez.

Anlatıldığına göre Yahudiler; peygamber olan atalarının kendile­rine şefaat edeceklerini ileri sürerlermiş. Dolayısıyla, böyle bir durumun onlar için asla var olmadığı ve olmayacağı burada belirtiliyor. Ümitlerine bir yer olmadığı böylece anlaşılmış oldu. Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi:

'Artık şefaatçilerin şefaati onlara yarar sağlamaz."[135]

Mutezile Mezhebi mensuplarının bu âyete dayanarak, büyük günah işleyenlere şefaat olunmaz tarzındaki görüşlere kalkışmaları onlara iade olunmuştur, anlamsızdır. Çünkü âyette kabul edilmeyecek şefaat, kâfirler için olanıdır. Yoksa mü'min olup da büyük günah işleyenlere şefaat olun­mayacaktır değil. Kaldı ki, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendi­miz bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir. Kim bu şefaati yalanlarsa o buna nail olmayacaktır."[136]

"Birfidye de alınmaz." Çünkü bu feda olu­nana muadil (denktir). "Ve kendilerine yardım da olun­maz. " Arka çıkılmaz, destek çıkılmaz. kelimesinin çoğul ya­pılması, inkarcı kimselerin diğerlerine oranla çok olmalarını göstersin, buna delâlet etsin içindir. "Nefs" kelimesi müennes bir kelime olduğu halde, kelimesinin müzekker olarak gelmesi de "Kullar" kelimesinin ya da insanlar kelimesinin anlamı açısındandır. [137]

 

49. — 59. ÂYETLER

 

Meali

 

49. Hatırlayın ki, sizi en dayanılmaz işkencelere uğrattıkları zaman, Firavun taraftarlarının elinden kurtarmıştık. Çünkü onlar yeni doğan er­kek çocuklarınızı boğazlarken kadınlarınızı da hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda (size reva görülen böyle bir muamelede) Rabbiniz tarafından (ge­len) pek büyük bir belâ (mihnet veya nimet) bulunmaktaydı.

50. Yine hatırayın ki, Biz sizin için denizi yarmış ve böylece sizi kurtarmıştık.Ve Firavun'un taraftarlarını da siz bakıp duruyorken gözleri­niz önünde orada boğduk.

51. Hatırlayın biz Musa ile kırk gece vahyetmek için Tur'da sözleşmiştik. Ancak siz sonra onun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz. Ve böylece zalimlerden oldunuz.

52. Bundan sonra yanlışlarınızdan dönüp şükredersiniz diye sizi ba­ğışladık.

53. Doğru yolu bulaşınız diye Musa'ya kitabı ve hak ile batılı bir­birinden ayıran hükümleri verdik.

54. Musa kavmine dedi ki: "Ey kavmim! Kuşkusuz siz buzağıyı i-lâh edinmekle kendinize yazık ettiniz (zulmettiniz)- Hemen sizi yaratan Rabbinize dönün, tevbe edin! Derhal nefsinizin kötü duygularını öldürün. İşte böyle yapmanız yaratan Rabbiniz katında sizin için çok daha hayırlı­dır. Kaldı ki bu sayede de Allah tevbelerinizi kabul buyurur. Şüphesiz O çok acıyan ve tevbeleri kabul edendir.'1

55. Bir vakitler de demiştiniz ki: "Ey Musa! Biz Allah'ı açık bir şe­kilde görmedikçe asla sana iman etmeyeceğiz." Nihayet siz bakıp duru­yor olduğunuz halde hemen bir yıldırım çarptı.

56. Sonra da şükredersiniz diye bu ölüm halindeki durumdan sizi tekrar dirilttik.

57. Bulutlarla üzerinizi gölgelendirmiş ve size kudret helvasıyla bıldırcın eti indirmiş (göndermiştik). "Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden (helâlinden) yiyin." demiştik. Oysa onlar bize kötülük etme­diler, yalnızca kendilerine kötülük edip zulmettiler.

58. Ve yine hatırlayın! İsrailoğullarına şöyle demiştik: "Şu kasabaya girin ve orada bulunan nimetlerden dilediğiniz gibi bol bol yiyin. Kapıdan içeriye eğilerek girin ve «Hitta (bizi bağışla) Rabbim!» deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Çünkü, biz iyilikte bulunanlara kar­şılıklarını daha fazlasıyla verelim."

59. Fakat zulmedenler, kendilerine söylenenleri (istenenleri) başka şekle soktular. İşte biz de bunun üzerine o zalimlere itaatsizlikleri ve fasıklıkları sebebiyle gökten acı bir azap indirdik. [138]

 

Tefsirî

 

49 - Hatırlayın ki, sizi en dayanılmaz işkencelere uğrattıkları! zaman, Firavun taraftarlarının elinden kurtarmıştık. Çünkü onlar j yeni doğan erkek çocuklarınızı boğazlarken kadınlarınızı da hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda (size reva görülen böyle bir muamelede);' Rabbiniz tarafından (gelen) pek büyük bir belâ (mihnet veya nimet) bulunmaktaydı.                                                                                 

 

"Hatırlayınki ki, sizi Firavun taraftarlarının elinden kurtarmıştık."

Âyetteki " kelimesinin aslı "ehl"'dir. İşte bunun içindir ki bunun küçültme (tasgir) ismi, olarak gelmiştir. Dola­yısıyla kelimenin harfi, harfine dönüştürülerek, şeklini almıştır. Artık bundan böyle önemi nedeniyle kelime "Âl" olarak kulla­nılmıştır. Yani, kralların ve benzeri değerde olan kimselerin yanında önemli bir unvan şeklinde kullanılır oldu. Ancak dendiği gi­bi, ve yani ayakkabıcıların âli ve Kan alanlarm âli diye bir ifade kullanılamaz.

Firavun: Amalika toplumunun yönetimini elinde bulunduranlara verilen özel bir isim ya da unvan. Nitekim Bizans krallarına da "kayser" unvanı verildiği ve İran (Fars) krallarına da "kisra" dendiği gibi bunların krallarına da "firavun" deniliyor.

"En dayanılmaz işkencelere uğrattıkları zaman, uğrattıktan halde, tattırdıkları halde" Bu âyetteki, ibaresi, Man haldir. Yani size hileli bir şekilde yaklaşıp sizi aşağılarlar, rezil rüsvay ederler. Çünkü kelimesi utandırmak, al­tından kalkılamayacak bir iş yüklemek manalarına gelir. Nitekim: denir ki, birine zulmetmek ve adil olarak davranmamak, demek­tir. Bunun aslı da, 'den alınma olup eşyaya fiyat koymak, demektir. Bu da mala talep artınca olur. Adeta, "size karşı azgınlık edip saldırırlar" manasındadır.

"En şiddetli ve ağır azap, işkenceleri sizin için ister­ler, uygularlar," demektir. demek, alışverişin artması, ta­lep artışı, demektir. kelimesi de, fiilinin ikinci mef ulüdür. Bu da, kelimesinden mastardır. Nitekim şöyle dua edilir:

"Kötü ahlâktan ve fena işten Allah'a sığınırım."

Burada bu dua ile her iki şeyin de çirkin bir davranış olduğunu be­lirtmek isteriz.

ifadesinin manası şu demektir: Azabın her türü kö­tüdür ama bu, en şiddetli, en ağır işkence, ceza demektir.

"Çünkü onlar yeni do­ğan erkek çocuklarınızı boğazlarlarken, kadınlarınızı da hayatta bırakıyor­lardı:'

Burada, cümlesi, kavlini açıklamak içindir. Böyle olduğu için de aralarında bir atıf edatına yer ve­rilmemiş, terk olunmuştur.

Kadınları sağ bırakmaları ise, kendilerine hizmet etsinler diyedir. Çünkü Firavun hanedanı ve taraftarları Yahudilere bu fiili uyguluyorlar­dı. Çünkü kahinler, Firavun'u, doğacak bir erkek çocuğun kendisinin sal­tanatına son vereceğini haber vererek uyarmışlardı. Nitekim, daha önce Nemrut da bu manada uyarılmıştı. Ancak ister Firavun ve ister Nemrut olsun tüm çabalarına ve korunmalarına rağmen yine de mukadder olan sondan kendilerini kurtaramamışiardı. Neticede yüce Allah'ın dilediği ol­muştur.

"İşte bunda (size reva görülen böy­le bir muamelede) Rabbinİz tarafından (gelen) pek büyük bir belâ (mihnet veya nimet) bulunmaktaydı"

Eğer burada, kelimesiyle Firavun'un yaptıklarına işaret olunuyorsa, bu takdirde, "mihnet ve sıkıntı, imtihandır, " demektir. Eğer ile işaret olunmak istenen şey, Firavun'dan kurtuluş ise bu takdirde bu, "nimet" olur demektir. kelimesi, keli­mesinin birinci sıfatıdır, de bunun ikinci sıfatıdır. [139]

 

50 - Yine hatırlayın ki, Biz sizin için denizi yarmış ve böylece sizi kurtarmıştık. Ve Firavun'un taraftarlarını da siz bakıp duruyor-ken gözleriniz önünde orada boğduk.

 

'Yine hatırlayın ki, biz ... yarmışlık." Yani, aralarını kı­sım ya da parça parça ayırdık, yardık.. Böylece deniz içinde yollar oluştu.

kelimesi aynı zamanda şeddeli olarak, diye de okunmuştur. Bu da ayırmak ve yarmak demektir. Nitekim iki şeyin ara­sını açmaya, veya birçok şeyi birbirinden ayırmaya da, denir. Çünkü Yahudiler on iki boydan (kabile-den) meydana gelmeleri sebebiyle her birine bir yol olmak üzere denizde on iki yol açılmıştır.

"Sizin için denizi.,'" Böylece açılan yolda yürüyor­lardı ve onlar yürüdükçe su da yarılıp gidiyordu. Bu durum sanki onların yürümesiyle yarılıyor gibiydi. Ya da, "O denizi sizin için yardık" demek­tir veya "Onu size bağlı olarak yardık, " demektir. Bu aynı zamanda hal yerinde gelmiştir.

Rivayete göre Yahudiler Hz. Mûsâ (Aleyhis-Selâm)

— Bizim arkadaşlarımız (ashabımız) neredeler? Biz onları görmeden buradan ayrılmayız, dediler. İşte bunu üzerine Allah Hz. Mûsâ (Aleyhi's-Selam)

— Elindeki asan ile şöylece vur, diye vahyetti. O da hemen elindeki asasryla, duvarlara vurarak, bu sayede açılan yol duvarlarından delikler-pencereler açıldı. Artık birbirlerini görüyor ve birbirlerinin konuşmalarını duyabiliyorlardı.

"Ve, böylece sizi kıtrlarmtşLık, Ve Firavun un taraflarlarmı da siz bakıp durıtyorken gözleriniz önünde orada boğduk." Nitekim, iş ta bu noktaya gelene dek siz hep onları görüyordunuz ve bunda artık şüphe ve kuşku duymuyordunuz. [140]

 

51 - Hatırlayın biz Musa ile kırk gece vahyetmek için Tur'da sözleşmiştik. Ancak siz sonra onun ardından buzağıyı ilâh edinmiş­tiniz. Ve böylece zalimlerden oldunuz.

 

"Hatırlayın, biz Musa ile kırk gece vahyetmek için Tur'da sözleşmiştik." Çünkü, yüce Allah ona vahyetmek vaadini ve sözünü vermişti. (Hz. Musa (Aleyhis-Selâm)) Sözleşme yeri Tur Dağı'na verilen süre içinde gelip burada vahye muhatap olacaktı. Burada bu kelime, kıraat imamlarından Ebu Amr elifsiz olarak oku­muştur.

Firavun'un helakinden sonra İsrailoğulları, yani Yahudiler gelip Mısır'a girdiler. Ancak bu sırada İsrailoğullarının başvuracakları ilâhi bir kitapları yoktu. İşte yüce Allah bunun için Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm)ya Tevrat'ı indireceğini vaadetti, bunun için de Hz. Musa (Aleyhis-Selâm)ya. bir yer ve zaman belirledi. Bu zaman zilkade ayı ile zilhicce ayının ilk on günü idi ve buna "kırk gece" dedi. Çünkü aylar ayın ilk günü itibariyle, yani hilâlin ilk ortaya çıktığı zaman itibariyle değerlendirilir.

kelimesi fiilinin ikinci mef ulü, yani tümleci­dir, yoksa zarf değildir. Çünkü bunun manası, "Kırk gün içinde demek de­ğildir. " Zira burada zarf manasını ifade edecek olan, cer edatı yoktur.

"Ancak siz sonra- buzağıyı ilâh_edinmiştiniz."

Burada kelimesinin ikinci mef ulü mahzuftur. Bu da, kelimesidir.

Ancak bu kelime ve türevlerinde harfi idgam olunmaksızın iz­har ile, yani gösterilerek kıraat olunmuştur. Bu, İbn Kesir ile Hafs'ın kı­raatidir. Diğer kıraat imamları bu kelimeyi, şeklinde har­fini, harfine idgam ederek okumuşlardır.

"Onun arkasından.." Yani Hz. Musa'nın Tur dağına git­mesinden sonra.

"Ve böylece zalimlerden oldunuz" Yani ibadet etme­meniz gereken bir şeye ibadet ederek onu lâyık olmayan yere koydunuz. Bu cümle hal cümlesidir. Yani, "Zalimler olduğunuz halde (zalim olarak) o buzağıya taptınız. [141]"

 

52 - Bundan sonra (buzağıya tapınıp onu ilâh edinmenizden son­ra) yanlışlarınızdan dönüp (sizin bağışlanmanız sebebiyle olan nimetle­re) şükredesiniz diye sizi bağışladık (günahlarınızdan geçtik, onları si­zin adınıza sildik). [142]

 

53 - Doğru yolu bulaşınız diye Musa'ya Kitabı ve hak ile batılı birbirinden ayıran hükümleri verdik.

 

"Doğru yolu bu­laşınız diye Musa'ya Kilab'ı ve hak ile batılı ayıran hükümleri verdik." Ya­ni, şu özelliklere sahip bir kitap. Allah tarafından indirilmiş olacak, hak ile batılı birbirinden ayırt edecek. Yani, bu özellikleri içinde toplayan bir kitap verdik. Bu da Tevrat'tır, Bu, tıpkı şu cümledeki ifadeye benzer bir ifadedir:

"Bolluk (bereket) ve cesaret gördüm." denir ki bununla, "hem cömert ve hem cesaret sahibi olan kimseyi" demek iste­miş olursun.

Veya bundan kasıt, Tevrat ile küfür ile imanı birbirinden ayıran burhan (kanıtlar)dır ki bunlar da; Hz. Mûsâ (Aleyhis s-Selâm)ın âsâsı, elinin bembeyaz bir hal alması ve benzeri mucizelerdir. Yahut da helâl ile ha­ramı ayıran şeriat demektir.

Furkan: Denizin yarılması, ayrılması demek olacağı gibi Hz. Musa (Aleyhi's selâm) ile düşmanlarının arasını ayıran zafer ve yardım, demektir. Bütün bunlar doğru yolu bulup hidâyete eresiniz diyedir. [143]

 

54 - Musa kavmine dedi ki: "Ey kavmim! Kuşkusuz siz buza­ğıyı ilâh edinmekle kendinize yazık ettiniz (zulmettiniz). Hemen sizi yaratan Rabbinize dönün, tevbe edin! Derhal nefsinizin kötü duygu­larını öldürün. İşte böyle yapmanız yaratan Rabbiniz katında sizin için çok daha hayırlıdır. Kaldı ki, bu sayede de Allah tevbelerinizi kabul buyurur. Şüphesiz O çok acıyan ve tevbeleri kabul edendir."

"Musa -buzağıya tapan- kavmine dedi ki:"

"Ey kavmimi Kuşkusuz siz buzağıyı ilâh —mabut— edinmekle kendinize zulmettiniz."

"Hemen sizi yaratan. Rabbinize dönün, tevbe edin." Yani her türlü eksikliklerden beri ve uzak olarak sizi yaratıp var eden Rabbinize dönün. Çünkü yaratıkları tam olarak yaratan ve var eden O'dur.

İşte âyetin bu noktasında, Yahudilerin her şeyi bilen ve her bakım­dan Hakim olan Allah'a ibadet ve kulluğu bırakıp buzağıyı ilâh edinme­leri sebebiyle bit uyan, bir itap ve azar yer almaktadır. Oysaki yüce Allah onları buzağıya tapmaktan beri kılmış, arındırmıştı. Halbuki buzağıya tapmak aptallığın, bunaklığın, anlayışsızlığın ve kabalığın ta kendisidir.

"Derhal nefsinizin kötü duygularını öldürün.'' Burada geçen, "nefsinizi (nefislerinizi) yani canlarınızı" öldürün ifade­sinden kasıt kimi yorumlara göre bu, zahiri manasına göredir ve bu da kendi canlarına kıyıp kendilerini öldürmeleridir ki, öfke ve kederden ha­yatlarına son vermek demektir. Farklı bir diğer yoruma göre ise, birbir­lerini öldürmeleri demektir. Farklı bir başka yorum da şöyledir:

"Bu, buzağıya tapmamış olanların tapanları öldürmeleri için bir emirdir. İşte bu sûrede yetmiş bin kişi öldürülmüştür." Rabbimiz devamla şöyle buyuruyor.

"İşte böyle yapmanız -tevbe edip nefsinizi veya birbirinizi öldürmeniz, masiyette ısrar etmenizden- yara­tan Rabbiniz katında sizin için çok daha hayırlıdır,"

"Kaldı ki, bu sayede de Allah tevbelerinizi kabul buyurur. Şüphesiz O, çok acıyan ve tevbeleri kabul eden­dir." Yani, ne kadar çok olursa olsun Allah tevbeleri fazlasıyla kabul bu­yuran ve günahlar da ne kadar büyük olursa olsun, acıyıp onları bağışla­yandır.

Buradaki harfi yani ilk sebep bildirir. Çün­kü zulüm, tevbe etmek için bir sebep oluşturmuştur. buradaki yani, ikincisi ise takip içindir. Çünkü, mana şöyledir.

"Tevbeye kesin karar verin (azmedin) ve böylece nefislerinizi öldü­rün. " Çünkü, yüce İsrailoğullarının tevbelerini kendilerini (nefislerini) öldürme olarak istemiştir. Üçüncü harfi ise yani, fîilindeki ise mahzuf olan bir şarta bağlıdır. Sanki burada şöyle der gibidir:

"Eğer bunu yaparsanız, muhakkak Allah tevbenizi kabul eder," [144]

 

55 - Bir vakitler de demiştiniz ki: "Ey Musa! Biz Allah'ı açık bir şekilde görmedikçe asla sana iman etmeyeceğiz." Nihayet siz ba­kıp duruyor olduğunuz halde sizi hemen bir yıldırım çarptı.

 

"Bir vakitler de demiştiniz ki, «Ey Musa! Biz Allah'ı açık bir şekilde görme­dikçe asla sana iman etmeyeceğiz.» "

Açık olarak ayan-beyan görmedikçe, kelimesi, "masdariyet üzere mansuptur". Yahut da fiilinden hal olarak mansuptur. Yani açık bir halde, demektir.

"Nihayet siz bakıp duru­yor olduğunuz halde sizi hemen bir yıldırım çarptı." Buradaki yıldırımdan maksat, ölümdür. Başka bir yoruma göre bu, gökten gelip onları yakan bir ateştir.

Anlatıldığına göre, Hz. Musa (Meyhi's-Seiâm) ile birlikte Tur dağına giden yetmiş kişi, Hz. Mûsâ (Aleyhis-Selâm)a. dediler ki:

  Şu insanların buzağıya taptıkları gibi bizler ona tapmadık. Öyle ise bize Allah'ı gözümüzle görecek şekilde göster. İşte bunun üzerine Allah üzerlerine bir yıldırım gönderip onları bununla yaktı. Hz. Musa da (Aieyhi's

Selâm)'.

— Ben de Rabbimden bunu istedim ve fakat Rabbim bunu benim için uygun görmedi, dediği halde onlar:

— Sen mutlaka yüce Allah'ı gördün. Biz Allah'ı açık olarak görmedik­çe kesinlikle sana iman etmeyeceğiz." dediler. İşte bunun için Allah onları yakması için kendilerine bir yıldırım gönderdi. Gelen yıldırım da onları yaktı.

Mutezile Mezhebi bu âyete takılarak, Allah'ın görülemeyeceğini iddia ettiler, yani rüyeti reddettiler. Gerekçe olarak da, eğer görülmesi ca­iz olabilen bir varlık olsaydı Allah, dolayısıyla caiz olduğu sabit olan ve bilinen bir şeyi istemekten ötürü azap olunmazlardı, görüşünü ileri sür­düler.

Ehli Sünnet olarak bizim buna cevabımız ise şöyledir: "Onların ce­zalandırılma sebepleri, Allah'ın görünebilirliği veya görünemezliği mese­lesi değil, küfür ve inkârlarıdır. Çünkü İsrailoğulları Hz. Musa'ya "Sen mutlaka ve kesin olarak Allah 'ı gördün. Biz Allah 'ı açık bir şekilde gör­medikçe asla sana iman etmeyeceğiz. " demişlerdi. İşte onların bu davra­nışları ve ifadeleri onların küfrünü ve inkârını gösteriyor. Çünkü, bunlar Hz. Mûsâ (Aleyhi's-Selâm)'nm kendilerine mucizeleri göstermesine rağmen ona iman etmekten kaçınıp ondan Allah'ı açık olarak baş gözüyle gör­mek istiyorlardı. Oysaki peygamberler mucizeleri gösterdikten sonra ar­tık o açık mucizeler karşısında onlara iman etmek vacip yani farzdır. Dolayisıyla açık mucizelere rağmen bölesi tavır sergileyenlerin mucizeler istemeleri caiz değildir. Çünkü bunlar, Hz. Mûsâ (Aleyhi's-Selâm) dan doğru yolu bulmak için değil, aksine inat ve direnmek için istekte bulunuyor­lardı.

Yıldırım, siz bakıp dururken gelip sizi çarptı. [145]

 

56 - Sonra da şükredersiniz diye bu ölüm halindeki durumdan sizi tekrar dirilttik.

 

"Sonra da –ölümden sonra sizi diriltme nimetine karşılık- şükredersiniz diye bu ölüm halinde­ki durumdan sizi tekrar dirilttik." Yani uyandırdık. [146]

 

57 - Bulutlarla üzerinizi gölgelendirmiş ve size kudret helvasıyla bıldırcın eti indirmiş (göndermiştik). "Size rızık olarak verdikle­rimizin temizinden (helâlinden) yiyin." demiştik. Oysa onlar bize kö­tülük etmediler, yalnızca kendilerine kötülük edip zulmettiler.

 

"Bulutlarla üzerinizi gölgelendirmiş" Bu­lutları size gölgelik kılmıştık. Bu olay Tih çölünde cereyan etmişti. Allah, bulutlan onların hizmetine vermiş, onlar yürüdükçe yol boyunca onlarla birlikte hareket ederek onları hep güneşten koruyup gölgelemiştir. Gece­leyin de gökten bir direk şeklinde bir ateş (ışık huzmesi) inerek yollarını aydınlatıyor, onlarda bu aydınlıkta hareket ediyorlardı. Üzerine giyinmiş oldukları giysileri kirlenmiyor ve eskimiyordu.

Ve size kudret helvasıyla... indirmiş (gön­dermiştik). " Bu, adeta kar misali güneşin doğmasıyla yağmaya başlardı ve herkes için bir sa' (ölçek) miktarı yağardı.

"bıldırcın eti...." Allah kendilerine güneyden esen bir rüzgar gönderir ve bu rüzgar etkisiyle bıldırcın kuşları onlardan tarafa toplanıp gelirlerdi. Onlar da kendilerine doğru uçup gelen bu kuşlardan kendileri için yetecek miktar kadarım keserlerdi. Biz onlara:

"Size rızık olarak verdiklerimi­zin temizinden (helâlinden) ve lezzetti olanlarından yiyin, demiştik." Ancak onlar bu nimetlere karşı nankörlük ederek zulmettiler.

"Oysa onlar -böyle yapmakla- bize zulmetmediler, yalnızca kendilerine kötülük edip zulmet­tiler."

Âyetteki, kelimesi, kelimesinin mef ulüdür. [147]

 

58 - Ve yine hatırlayın! tsrailoğullarına şöyle demiştik: "Şu kasabaya girin ve orada bulunan nimetlerden dilediğiniz gibi bol bol yiyin. Kapıdan içeriye eğilerek girin ve «Hitta (bizi bağışla) Rabbim!» deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Çünkü biz iyi­likte bulunanlara karşılıklarını daha fazlasıyla verelim."

 

İsrailoğulları Tih çölünden çıktıktan (ayrıldıktan) sonra:

"Veyine hatırlayın! Urailogulhırına söyle demiştik:"

"Şu kosabayn (Beyti Makdis'e veya Eriha'ya)

Karye: Kasaba diye verdiğimiz bu kelime, sözlük itibariy­le toplanılan yer, halkın toplandıkları yer, demektir. İsrailoğulları Tih çö­lünden ayrıldıktan sonra bu şehre girmekle emrolunmuşlardı.

"Orada bulunan nimetlerden (O kasabanın yiyecekleriyle meyvelerinden).... yiyin."

Kasabanın veya kendisine karşı kıble olarak namaz kıldıkları kubbenin ""Kapısından içeriye .secde ederek (eğilerek) gi­rin. " İsrailoğulları, Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) hayatta iken Beyti Makdis'e girememişlerdi. Fakat Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) hayatta iken Kubbe'nin ka­pısından içeri girmişlerdi. Beyti Makdis'e ise ancak onun ölümünden sonra girebilmişlerdi.

kelimesi haldir. Bu ise, kelimesinin çoğuludur.

İsrailoğulları kapıya varıp ulaştıklarında Allah için şükür secdesi yapmakla ve O'na karşı tevazularını belirtmek, hiç olduklarını anlamak için bununla emrolunmuşlardı.

Hitla (bağışla)Rabhîm, deyin ki," Burada geçen,  "Hitla" kelimesi tıpkı " kalıbında gibidir ve  "sil" anlamında bir kelimedir ve bu kökten alınmadır. Bu da mahzuf (gizli) bir mübtedanm haberidir. Yani, "Bizim senden istediğimiz senin bizi bağışlamandır." veya "Senin bizden, «Bizi bağışla!» diye ya­karmamızı isteme emrin" yahut da, "Bu kasabaya girerken bizi oradaki­lerden koru." tarzındaki emrin...

Esasen bunun mansup olması gerekir. Bu şekilde okunmuştur ki bu da: "Bizden günahlarımızı nasıl bağışlamak gerekiyorsa öylece bağış­lamanı isteriz. " demektir. Bunun merfu kılınması ise, "sebat" manasının elde olunması içindir. "Bizim isteğimiz hittadır. " demek: "Bizi bu kasa­bada korumandır, bizi burada yerleştirmen, kararlı kumarıdır. "

Hz. Ali (v.40/660)'den rivayete göre bu, "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" cümlesidir. Yani Besmele'dir. Ancak Hz. İklime (Radıyallahu Anh)e göre bu, kelimeyi tevhididir.

"Bizde sizin halalarınızı, bağışlayalım."

kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu da, günah demektir. Kıraat imamlarından Nafi, kelimesini, olarak, İbn Amir de, olarak kıraat etmiştir.

"Çünkü, biz iyilikte bulunanlara karşılıklarını daha fazlasıyla verelim." Yani, içinizden ihsan sahibi olanlar ise, biz de fazlasıyla ona karşı gereğini yapalım. Kısaca kim istenen o kelimeyi söy­lerse, işte bu, onun sevabının artışına bir neden olacaktır. Kim de kötülük ederse, ya da etmiş ise o kelimeyi söylemek onun için bir tevbe ve bağış­lanma nedeni olacaktır. [148]

 

59 - Fakat zulmedenler, kendilerine söylenenleri (istenenleri) başka şekle soktular, işte biz de bunun üzerine o zalimlere itaatsiz­likleri ve fasıklıkları sebebiyle gökten acı bir azap indirdik.

 

"Fakat zulmedenler,

kendilerine söylenenleri (istenenleri) başka sekle soktular." Burada bir hazif bulunmaktadır. Bunun da takdiri şöyledir:

Burada koyu harflerle belirtilen cümle mahzuftur. Yani "Zulmeden­ler, kendilerine söylenenleri (kendilerinden istenenleri) söylenmemiş (isten­memiş) olanla değiştirdiler." demektir.

fiili kendisi herhangi bir edat almaksızın tek mef ul alır yani bir mef ule müteaddidir. Ancak ikinci bir mef ulü ise, cer e-datıyla alabilir. Ancak edatıyla alacağı mef ul metruktür, yani terk olunmuştur. 'siz olarak aldığı mef ul ise mevcuttur. Yani îsrailoğulları burada yerine bir başka söz (ifade) koydular. Dolayısıyla mana şöyledir:

"İsrailoğulları manası tevbe etmek ve mağfiret dilemek olan bir söz söylemekle emrolundukları halde, onlar buna aykırı hareket ettiler de anla­mı emredilenden başka bir şey olan bir kelime (söz) söylediler. Allah'ın em­rine yapışmadılar."

Bir yoruma göre onlar, "bağışla" kelimesi yerine buna benzerlik gösteren ve fakat manası farklı olan "buğday" ke­limesini söylediler. Yine anlatıldığına göre bu kelime, Napti dilinde, diye söylerler ki bu, Kırmızı buğday manasında, olup, israiloğulları bunu, kendilerinden istenen şeye karşılık alay maksadıyla söylemişlerdir. Böylece Allah'ın kendilerinden istediğini bı­rakıp nefislerinin ve şehevi duygularının kendilerinden istediği dünyalığı ister oldular.

İşte biz de bunun üzerine o zalimlere itaatsizlikleri ve [aşıklıkları sebebiyle gökten acı bir azap indirdik."

Âyette yer alan, kelimesi azap manasındadır. Ayrıca yine âyette, cümlesinin tekrarının sebebi de, Israiloğulları'nın yaptığı şeyin oldukça çirkin bir davranış olduğunu belirtmek içindir. Bir de gökten başlarına azap indirilme sebebinin yaptıkları zulüm, haksızlık ve nankörlükleri olduğunu onlara iyice bildirmek içindir. "gökten" kelimesi de kelimesinin sıfatıdır. Başlarına gelenler ise yaptıkları yanlışlıklar ve fıskları yüzündendir.

Anlatıldığına göre bir saatlik (anlık) bir süre içerisinde veba (taun) salgınından yirmi dört bin kişi, bir söylentiye göre de yetmiş bin kişi öl­müştür. [149]

 

60. — 62. AYETLER

 

Meali

 

60. Bir vakitler Musa kavmi için Rabbinden su istemişti. Biz de kendisine: "Asan ile taşa vur!" demiştik. İşte bunun üzerine taştan derhal on iki pmar fışkırmış, her kabile de su alacağı pınarı bilmişti. Biz onlara: "Allah'ın rızkından yiyin, için, ama sakın yeryüzünde bozgunculuk ve taşkınlık çıkarmayın." demiştik.

61. Hani bir vakitler siz demiştiniz ki: "Ey Musa! Biz bir tek ye­mek çeşidi ile yetinemey'.z. Bizim için Rabbine dua et de bize yeryüzü­nün yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mer­cimeğinden ve soğanından çıkarsın." Musa da: "Daha iyi olmayan bu şeyleri çok daha üstün olan şeylere mi tercih edip değiştirmek istiyorsu­nuz? O halde çıkın herhangi bir şehre gidin. Çünkü, sizin için istedikleri­niz orada var." demişti. Artık bu olaydan sonra üzerlerine zillet (aşağılık) ve yoksulluk damgası vurulmuştu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu du­rum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamber­leri öldürmelerinden dolayı idi. Yine bu durum onların isyan etmelerin­den ve hadlerini aşmalarından dolayı idi.

62. Doğrusu iman edenlerle Yahudilerden, Hnstiyanlardan ve Sabiilerden kim Allah'a, ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerlerse, artık onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Onlar için her­hangi bir korku olmadığı gibi aynı zamanda onlar için üzülecek bir şey de yoktur. [150]

 

Tefsiri

 

60 - Bir vakitler Musa kavmi için Rabbinden su istemişti. Biz de kendisine: "Asan ile taşa vur!" demiştik. İşte bunun üzerine taş­tan derhal on iki pmar fışkırmış, her kabile de su alacağı pınarı bil­mişti. Biz onlara; "Allah'ın rızkından yiyin, için, ama sakın yeryü­zünde bozgunculuk ve taşkınlık çıkarmayın." demiştik.

 

"Bir vakitler Musa kavmi için Rabbin­den su istemişti "

Buradaki kelimesi nasp mahallindedir. Sanki: "Musa'nın bir vakitler su istediğini hatırlayın. " denir gibi bir ifade. Yani, Musa kavmi için su isteme ihtiyacını duymuştu.

Biz de kendisine: «Asan ile taşa vur!» demiştik."

İsrailoğullan Tih çölünde susuz kalmışlardı. Hz. Mûsâ (Aleyhfs-Selâm) onlara su vermesi için Allah'a dua etti. Bunun üzerine kendisine, "Asan ile taşa vur!" denildi. "taş" kelimesinin başında yer alan harf-i tarifi (belirtme takısı) "ahd" ifade eder. Bununla bilinen (ma­lum) bir taşa işaret olunmaktaydı.

Rivayete göre Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) bu taşı Tur dağından almış ve onu beraberinde taşımakta idi. Bu taş kare şeklinde bir taş idi ve dört yö­nü bulunuyordu ki, her bir yönünden ya da yüzünden üçer pınar olmak ü-zere on iki pınar fişkırıyordu. Yahudi kabilelerinin her biri için bir pmar düşüyordu. Sayıları altı yüz bin kişi idi. Ordugâh alanı yani, konaklama mahalli ise on iki mil tutuyordu.

Ya da kelimenin başında yer alan harfi cins manasmdadır. Dolayısıyla bunun anlamı, "Elindeki asan ile adına taş denen herhangi bir maddeye vur." olur. İşte bu, delil olma açısından daha doğru ve en büyük bir mucize olduğu gerçeğini gösteriyor bir de ilâhî kudretin kemâl derecesine işaret ediyor.

"işte bunun üzerine tastan der­hal on iki pınar fışkırmış"

Bu kelimenin başında yer alan harfi mahzuf bir kelimeye taalluk etmektedir. Yani, cümle şöyledir: "Musa da taşa vurdu ve ondan oldukça fazla su akmaya başladı." Veya, "Eğer taşa vurursan taş kesinlikle su fışkırtacak. " takdirindedir. Bu durumda, harfi yani, olarak takdir olunması halinde bu, harfi, fasih bir demek olur ki, bu da ancak beliğ olan ifadelerde ve sözlerde kullanılır. Yani, edip olan kimseler ancak böyle söz söyleyebilirler.

On iki pınarın fışkırması da, İsrailoğulları'nm kabile sayısınca ol­muş oluyor. On manasındaki, kelimesi ayrıca, hem esreli olarak, ve hem üstünlü olarak, şeklinde kullanılan bir kelime­dir."pınar" kelimesi burada temyizdir.

"Her kabile de su alacağı pınarı bilmişti."

kelimesi burada her kabile demektir. "Su alıp içecekleri pınar" demektir.

"Ve onlajrı demiştik ki: «Allah'ın (her çeşit) rakından (kudret helvasından, bıldırcın etinden) yiyin, (pınarların suyundan da) için, ama..."

"Sakın yeryüzünde bozgunculuk ve taşkınlık çıkarmayın." Yani, yeryüzünde anarşi ve huzursuzluk çıkar­mayın.

kelimesi, fesadın da ötesinde fesat; yani, anarşi ve terör estirmeyin, demektir. kelimesi ise te'kit eden bir haldir. Yani: "Şu bozgunculuk ve fesat halinizi hep sürdürüp durmayın. " Çünkü Israiloğulları, yani Yahudiler karakterleri ve yapıları gereği toplumda hep hu­zursuzluğa, fesada, anarşiye ve teröre devam edip durmuşlardır, kötülük­lerin membaı hep onlar olmuştur. Bu nokta hiçbir zaman göz ardı olunmanialıdır. [151]

 

61 - Hani bir vakitler siz demiştiniz ki: "Ey Musa! Biz bir tek yemek çeşidi ile yetinenleyiz. Bizim için Rabbîne dua et de bize yer­yüzünün yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağın­dan, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın." Musa da: "Daha iyi ol­mayan bu şeyleri çok daha üstün olan şeylere mi tercih edip değiştir­mek istiyorsunuz? O halde çıkın herhangi bir şehre gidin. Çünkü si­zin için istedikleriniz orada var." demişti. Artık bu olaydan sonra ü-zerlerine zillet (aşağılık) ve yoksulluk damgası vurulmuştu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerin­den ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Yine bu durum onların isyan etmelerinden ve hadlerini aşmalarından do­layı idi.

 

"Hani bir vakitler siz demiştiniz ki: «Ey Musa! Biz bir tek yemek çeşidi ile yetinemeyiz.»" Söz konusu yemek çeşidi, İsrailoğulları'na Tih çölünde verilen kudret helvası ile bıldırcın etidir. Burada iki çeşit yemek verildiği halde, Yahudilerin, "bir tek yemek çeşidi" ifadesini kullanmalarının sebebi, değişmeyen ve hep aynı olan yemek çeşidi anlatmak istemelerindir. Nitekim bir kimse­nin sofrasına değişik türlerden olmak kaydıyla yemek çeşitleri konsa ve her gün aynen o değişik türler değişmeksizin sofraya konulsa bu durum­da, "Filan kimse sadece bir çeşit veya tek çeşit yemek yiyor. " denir. Oysa çeşitle yemekler bulunduğa halde bu çeşit hep aynı olduğundan böyle denmektedir. Dolayısıyla tek çeşitten maksat yemek çeşitlerinde herhangi bir değişikliğin ve farklılığın olmamasıdır. Kaldı ki, bu iki yiyecek türü, lezzetine ve zevkine düşkün zengin (ileri gelen) kesiminin yiyeceği tü-Hindendir. Oysa Yahudiler kendileri ziraatçıydılar, tarımla uğraşırlardı ve dolayısıyla burada alıştıkları ve aşinası bulundukları sebzelerden, daneIerden ve benzeri şeylerden istiyorlardı.

"Bizim içimRabbine dua et de..." Rabbinden iste ve ona: "Bizim için çıkar. " de.

"Bize yeryüzünün yetiş­tirdiği şeylerden; sebzesinden,... çıkarsın." Bizim için meydana getirsin, icat etsin., kısaca yerin bitirdiği yeşilliklerden. Bunlardan kasıt sebzelerin ve yeşilliklerin temizi ve güzeli olan nanesinden, kerevizinden, pırasasın­dan ve benzeri insanlar tarafından yenen türden şeylerden çıkarsın.

"hıyarından, sarımsağın­dan, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın." Ayette geçen, keli­mesi hıyar (salatalık ya da acur), demektir. kelimesi de buğday veya sarımsak demektir. Çünkü İbn Mesud'un kıraatine göre bu kelime, şeklindedir.

"Musa da: «Daha tyi olmayan bu şeyleri çok daha üstün olan şeylere mi tercih edip değiş­tirmek istiyorsunuz?»"

Burada, çok daha basit ve daha önemsiz, miktarca da­ha az olan demektir. ise daha iyi, daha değerli ve üs­tün anlamındadır.

"«O halde çıkın herhangi bir şehre gidin, çünkü sizin için isledikleriniz orada var.» demişti." Yani öyle ise artık Tih çölünden inin, çıkın. Çünkü sizin bu istedikleriniz Tih çölün­de bulunmaz, ancak şehirlerde bulunur.

Tih Çölü: Beyt-i Makdis (Kudüs) ile Kmnesrin arasındaki alana de­nir ki, bunun alanı, 12 x 8 Fersahlık bir alandır. Ya da burası, Firavun'un beldesi Mısır'dır. kelimesi iki sebepten ötürü munsarif bir keli­medir, yani cer ve tenvin kabul eder. Bunlardan biri tenislik, yani müennes oluş ve ikincisi de bununla "ülke " murat olunması nedeniyle marifeliktir. Yahut da, kelimenin ortasının tıpkı Nuh ve Lût kelimeleri gibi sakin olması bakımından munsariftir. Nitekim Nuh ve Lût kelimeleri ya da isimlerinde hem ucmelik (Arapça olmama) ve hem de marifelik vardır.

"Artık bu olaydan sonra üzerlerine zillet (aşağılık) ve yoksulluk damgası vurulmuştu."

Zillet: Basitlik, aşağılık, fakirlik ve yoksulluk manalarınadır. Yani; basitlik ve aşağılık onları çepeçevre kuşatmış bulunuyordu. Her tarafla­rından belliydi. Yahudiler bu durum içinde, adeta bir kubbe nasıl ki onu yapanın damgasını taşıyorsa, belli ise, onların da üzerinde zillet damgası gözüküyordu. Ya da bu zillet damgası kendilerine (üzerlerine) adeta ya­pışık halde idi ki, bu onlar için gerekli olan bir damga oluyordu. Bu tıpkı şuna benzer: Duvarın çamurla sıvanması esnasında nasıl ki, çamur duva­ra çarptırılıyor ve vuruluyorsa, o çamur da nasıl oraya yapışıp kalıyorsa, Yahudilere de zillet o manada sıva gibi yapışıp kalıyordu (kalmıştı). Kal­dı ki, Yahudiler aşağılık, zelil ve iğrenç kimseler olup hem yoksulluk ve fakirlik çeken bir toplum olmuşlardır. Bu da iki nedene dayanır:

Ya gerçekten bunlar Öyledirler, yani hep yoksulluk ve fakirlik ve horlu içindedirler veya kendilerine cizye vergisi yüklenir korku ve endi­şesiyle hep kendilerini aşağılanmış ve fakirleşmiş olarak göstermelerin-dendir. Kısaca kendilerini acındırmalarından bu damga vurulmuş mana­sında olabilir.

Kıraat imamlarından Hamza ve Ali, ibaresini şu şekilde, olarak okumuşlardır. Nitekim, bu şekilde har­finden Önce sakin bir harfi olan tüm kelimeler de bu iki imama gö­re böyle okunurlar. Kıraat imamlarından Ebu Amr ise bu kelimeyi esreli olarak, şeklinde okumuştur. Yani, hem harfini ve hem de harfini esreli okumuştur. Bu imamların dışındaki imamlar ise, a-yette görüldüğü gibi, harfinin kesresi ve harfinin de zamme-siyle okumuşlardır.

"Allah'ın gazabına uğradılar." Nitekim, birinin diğerim yerine eşitlikleri sebebiyle öldürülmesine, denir ki bu, "Filan kimse falancanın yerine haklı olarak gitli, ga­zabına uğradı." demektir. Dolayısıyla âyet ele alındığında bu, "Onların hepsi Allah 'in gazabım hak ettiler. " demektir.

Kisaî de bu kelimeyi, "Allah'ın gazabıyla döndüler." manasında olmak üzere, olarak okumuştur.

Bu durum (yani zillet ve yoksulluk damgasının vurulması, Allah'ın ga­zabına uğramaları) Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi."

Kıraat imamlarından Nâfî, kelimesini, hemze harfiyle ol­mak üzere, aslına binaen, diye okumuştur.

Yani, onlann küfürleri (inkârları) ve peygamberleri Öldürmeleri yü­zünden... Çünkü; Yahudiler, Şa'ya, Zekeriya ve Yahya peygamberleri (Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun) öldürmüşlerdi.

kelimesi, kelimesinden türemedir. Çünkü, peygam­ber olan zat, Allah'tan haber vermektedir. Bu kelimesi, vezninde olup, manalarınadır. Yani, "münbi"' Al­lah'tan haber veren, demek olup, "münbe"' de, Allah'ın vahiy yoluyla kendisine haber verdiği kimse demektir.

Ya da bu kelime, "neba" kelimesinden alınmadır ki bu da, yükseldi, yüksek oldu anlamlarına gelir. "nübüvvet" de yük­sek yer demektir.

Nitekim, peygamberleri de öldürmeleri haksız yeredir. Eğer ger­çekten Yahudiler adil davransalardı, dolayısıyla kendilerince öldürme nedenlerinden hiçbir şeyden söz edilmezdi. ifadesi, fiilinin zamirinden hal olarak mahallen mansubtur. Yani "Haksız yere onları öldürdükleri halde " demektir.

"Yine bu durum onlann isyan etmelerinden ve hadlerini aşmalerından dolayı idi."

Ayetin bu kısmında yer alan, kelimesi işaret isini olarak tekrarlanmıştır ve sonrasındaki duruma işaret etmektedir. Bütün başlarına gelen şeyler, türlü türlü isyan yollarına başvurmaları, masiyet işlemele-rindendir. Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve bir de peygamberleri öl­dürmeleri yanında, bunlarla da yetinmeyip hadlerini de hemen her aşamada ve konuda aşmışlardır.

Bir yoruma göre bu, hadlerini aşma meselesi, kendileri için yasak olan "cumartesi günü yasağına" uymamalarıdır. Nitekim, kelime­siyle Yahudilerin Allah'ı inkâr işi ile peygamberleri öldürme fiiline de i-şaret olunmuş olması da caizdir. Bunlar da yine onların isyanlarının ve haddi aşmalarının sebebi olabilir. Çünkü onlar bu işlere tümüyle kendile­rini kaptırmışlar, giderek aşırılıkta işi taşkınlığa ve anarşiye, teröre var-dırmışlardır. Nihayet kalpleri kararmış, bu kalp kararmasının doğal bir sonucu olarak da Allah'ın âyetlerini mucizeleri red ve inkâr etmişler, peygamberleri de öldürmüşlerdir. Yahut da; işte bu isyanları yanında bir de inkârları ve peygamberleri Öldürüşleri, diye de yorumlanmıştır. [152]

 

62 - Doğrusu iman edenlerle Yahudilerden, Hnstiyaıılardan ve Sabülerden kim Allah'a, ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerlerse, artık onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi aynı zamanda onlar için üzülecek bir şey de yoktur.

 

"Doğrusu -kalpleri onaylamaksızm dilleriyle ki, bunlar münafıklardır- iman edenlerle" "Yahudi­lerden -Yahudileşenlerden, Yahudilik dinine girenlerden- Hrıstiyanlardan," "Sahillerden ..."

Şimdi Yahudilerden başlayarak anlatalım, Bu kelime, kök itibariy­le, köklerinden türemedir ki, Yahudilik dinine girmek ve Yahudileşmek manalarına gelir.

Hristıyan kelimesinin orijinal yani Kur'anî adı Nasara'dır. Bu da  "Nasran" kelimesinin çoğuludur. Tıpkı Nedman ve Nedama" kelimeleri gibi. Örneğin, gibi. kelimesindeki harfi mübalağa (aşırılık) bildirmek içindir. Tıpkı, kelimesindeki gibi.

Hristiyanlara adının verilmesi, Hz. Mesih İsa'ya yardım ettiklerindendir.       

ise tanınmış bir dini bırakıp başka bir dine geçen de­mektir. Bu ise kök itibariyle, den alınmadır ve dinden çıkmak manasına gelir. Bunlar, Yahudilik ve Hristiyanlık dinin bırakıp meleklere tapan bir toplumdurlar. Diğer bir yoruma göre bunlar Zebur'a iman eden bir toplumdurlar.

İşte bu kâfirlerden her "Kim Allah'a, ahiret gününe gerçekten -içtenlikle ve halis olarak- iman eder ve salih amel işlerlerse..."

onlar için Rableri katında (ahirette) ecirleri (sevapları) vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi aynı zamanda onlar için üzülecek bir şey­de yoktur.'''

Eğer, ibaresini mübteda olarak değerlendirirsen haberi de, ibaresi olur. Bu durumda da mahallem merfu olmuş olur. Eğer bunu, edatının isminden ve matufu aleyhlerinden bedel olarak değerlendirirsen bu durumda mahallen mansub olur. Haberi ise, birinci duruma göre cümle olduğu gibi haberdir. Yani, haberdir. Eğer bedel olarak kabul edersen, haberdir. deki harfi ise, edatının şart manası içermesindendir. [153]

 

63. — 74. ÂYETLER

 

Meali

 

63. Ey İsrailoğulları! Hatırlayın ki, sizden Tevrat ile amel etmek ü-zere kesin söz almış ve Tur dağım da üzerinize kaldırmıştık. Ve size de­miştik ki: "Tevrat'taki emrettiğimiz hükümlere sıkıca tutunun ve içinde-kilerini hatırlayın. Ola ki takvaya eresiniz."

64. Fakat bundan sonra siz verdiğiniz sözden tekrar döndünüz. E-ğer Allah'ın lütfü ve merhameti üzerinizde olmasaydı, mutlaka hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

65. İçinizden cumartesi günü yasağın hiçe sayıp haddi aşanları mu­hakkak bilip tanımışsınızdır. İşte biz onlara: "Aşağılık maymunlar olun!" demiştik.

66. İşte biz bu maymuna dönüşme olayını bizzat o dönemde yaşa­yıp görenlere, bir de onlardan sonra geleceklere ibret ve emir ve yasakla­ra bağlı takva sahiplerine de bir öğüt olsun istedik.

67. Bir vakitler Musa kavmine: "Allah size bir inek kesmenizi em­rediyor." demişti de kavmi ona: "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" karşı­lığını vermişlerdi. Musa da: "Alay eden cahillerden olmaktan Allah'a sı­ğınırım." demişti.

68. İşte bunun üzerine kavmi Musa'ya: "Öyle ise bizim için Rabbi-ne dua et ki, onun ne özellikte bir inek olduğunu bize açıklasın." dediler. Musa da Allah buyuruyor ki: "O ne fazla yaşlı ve ne de olması gereken-, den körpe, ancak ikisi arası bir inek, o halde size emredileni derhal yerine getirin!" dedi.                                                                                       

69. Kavmi bu defa şöyle dediler: "Rabbine bizim için dua et de bi­ze o ineğin rengini de açıklasın." Musa da dedi ki Allah şöyle buyuruyor: "O, bakanların içini açan sapsarı ve parlak tüylü bir inektir."

70. Kavmi bu sefer de şöyle dediler: "Bizim için Rabbine dua et, onun asıl özelliği nedir? Nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın. Çünkü, sığırlar hep birbirlerine benzerlik gösteriyorlar, biz işin içinden çıkamıyo­ruz. Ancak Allah dilerse biz emrohınanı yerine getirme yolunu buluruz."

71. Musa dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: "O inek henüz boyundu­ruk altına alınmamış, toprak sürmemiş ve ekin de sulamamış, başıboş do­laşan (salma), renginde de hiç alacası bulunmayan bir inektir." Kavmi: "İşte tam şimdi ineğin gerçek özelliklerim anlattın (bildirdin)." dediler. Derhal o ineği bulup kestiler, ama neredeyse kesmeyeceklerdi.

72. Yine hatırlayın, hani siz bir kişi öldürmüştünüz de, ancak he­men bunun ardından öldürenin kim olduğu hakkında aranızda tartışıp su­çu birbirinizin üzerine atıyordunuz. Oysa sizin gizlemekte olduğunuz şe­yi Allah meydana çıkaracaktı.

73. İşte bunun üzerine biz de dedik ki: "Kesilen ineğin herhangi bir organıyla öldürülen kimseye vurun." İşte bu olayda görüldüğü gibi Allah ölüleri bu şekilde diriltir ve aklınızı kullanasmız diye de âyetlerini (muci­zelerini} size gösterir.

74. Fakat bundan sonra yine kalpleriniz katüaştı, âdeta taş kesildi. Hatta daha da katı, kaskatı kesildi. Çünkü öylesi taşlar var ki, içinden ne­hirler akar, öylesi taşlar da var ki, çatlar da içinden sulat fışkırır ve yine öylesi taşlar da var ki, Allah korkusundan yukarılardan aşağıya yuvarla­nır. Allah yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir. [154]

 

Tefsiri

 

63 - Ey Israiloğullan! Hatırlayın ki, sizden Tevrat ile amel et­mek üzere kesin söz almış ve Tur dağım da üzerinize kaldırmıştık. Ve size demiştik ki: "Tevrat'taki emrettiğimiz hükümlere sıkıca tu­tunun ve içindekilerini hatırlayın. Ola ki takvaya eresiniz."

 

"Ey İsrailoğulları! Hatır­layın ki, .sizden Tevrat ile amel etmek üzere kesin söz almış ve Tur dağını da üzerinize, kaldırmıştık." Tevrat'ı ve içindekilerini kabul etmeniz için, siz bunları kabul edip söz verene dek, Tur dağım da üzerinize kaldırmış ve siz de kabul edip kesin söz vermiştiniz.

Bu olay Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) Tur dağından onların yanma levha­larla dönüp, onlar da levhalarda yer alan hükümlerin, şartların oldukça ağır hükümler ve şartlar içerdiğim, kendilerince bunun altından kalkıla­mayacağını düşünmüşler ve Tevrat levhalarmdaki hükümleri kendilerin için ağır bulmuşlardı. Bunun içinde Tevrat levhalarında yer alan hüküm­leri ve şartları kabul ermekten kaçındılar. İşte bunun üzerine yüce Allah hemen Hz. Cebrail (Aleyhi's-Selâmf s Tur dağını yerinden söküp kaldırması emrini verdi. Cebrail de hemen dağı kaldırdı ve üzerlerinde bir gölgelik-şemsiye misali bekletti. Hz. Musa (Aleyhi's-Seiâm) da Tevrat levhalarını ka­bul etmeyen kavmine, "Ya bunları kabul edersiniz veya bu dağ üzerinize atılacaktır." dedi. Nihayet kabul ettiler. Onlara dedik ki:

"Tevrat'a emrettiğimiz hükümlere sıkıca tutunun." Tevrat'a ciddiyetle ve gayretle sanlın, gerekeni yerine getirin.

"Ve içindekilerini hatırlayın. Ola ki takvaya eresiniz." Kitap'ta yani Tevrat'a yer alan hükümleri iyice mu­hafaza edin, içindekileri okuyun, okutun ve eğitimini yaptırın, sakın unutmaym ve o hükümlerden gafil yaşamayın, aymazlığınızı sürdürmeyin. Böyle yapmanız halinde sizin gereğince Allah'ın hükümlerine bağlı ka­lanlardan olmanız umut edilir. [155]

 

64 - Fakat bundan sonra siz verdiğiniz sözden tekrar döndü­nüz. Eğer Allah'ın lütfü ve merhameti üzerinizde olmasaydı, mutla­ka hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

 

 "Fakat bundan sonra siz verdiğiniz sözden tekrar döndünüz." Yani, kesin sözünüzden ve sözünüzde duracağınıza da­ir verdiğiniz güvenceden, hepsinden vazgeçtiniz, yüz çevirdiniz.

 "Eğer -azabınızı ertelemekle veya tevbenizi kabul buyurmakla- Allah 'in lütfü ve merhameti üzerinizde, olmasaydı..." "mutlaka hüsrana uğrayanlardan olurdunuz." azap görerek helak olanlardan olurdunuz. [156]

 

65 - İçinizden cumartesi günü yasağın hiçe sayıp haddi aşan­ları muhakkak bilip tanımışsınızdır. İşte biz onlara: "Aşağılık may­munlar olun!" demiştik.

 

"içinizden cumartesi günü yasağını hiçe sayıp haddi aşanları muhakkak bilip tanunıssınızdır."

Âyetteki fiili, tek mef ul alabilen, bu manada müteaddi (geçişli) bir kelimedir. kelimesi mastar bir kelimedir. Nitekim, Yahudilerin cumartesi gününe tazim ve saygıda bulunmalarına denir. Ancak Yahudiler o günü hep ibadet etmek, o güne tazim etmekle görevli iken, kendilerine böyle bir sınır yol çizilmişken onlar hadlerini aştılar, yasağı çiğnediler ve gidip o günde avlanmakla meşgul oldular. Oysaki Allah tarafından o gün avlanmaları yasaklanmıştı.

Daha sonra Allah kendilerini imtihan etti. Bu suretle denizden cu­martesi dışında hiçbir balık çıkmaz oldu. Sadece cumartesi günleri ortaya çıkıp başlarım (kendilerini) gösteriyorlardı, yani su yüzünü kaplıyorlardı. Cumartesi günü dışındaki günlerde ise böyle toplanıp geliniyorlardı, da­ğılıp gidiyorlardı. İşte bunun üzerine bir hileye başvurdular, denizin ke­narında havuzcuklar yaptılar, bu havuzlara da denizden yollar açarak ba­lıkların böylece havuzlara, yani tuzağa düşmesine başvurdular. Böylece kanallar yoluyla gelip havuzlara doluşan balıkların tekrar dönmemeleri için kanalların ağızlarını kapatıp, Pazar günü de gelip hazır tuzağa düş­müş balıkları yakalıyorlardı. Güya böylece cumartesi günü avlanmamış oluyorlardı. Oysa bu bir hile idi ve balıkları böyle havuzlarda hapsederek ertesi günü gelip hazır ve kaçma imkanı olmayan balığı avlamaları haddi aşmak oluyordu. Yasağı çiğnemekti.

"işte biz onlara: «Aşağılık maymurdar olun» demiştik." Biz sizi aşağılanmış maymunlar kıldık.

Âyetteki, cümlesi, fiilinin haberidir. Ya­ni, maymunlaşma ile aşağılanmak hakaret görme özelliklerini de taşıya­rak maymunlasın. Çünkü bu, aşağılanmak ve atılmak, değerden düşürül­mek manalarınadır. [157]

 

66 - İşte biz bu maymuna dönüşme olayını bizzat o dönemde yaşayıp görenlere, bir de onlardan sonra geleceklere ibret ve emir ve yasaklara bağlı takva sahiplerine de bir öğüt olsun istedik.

 

İşte biz bu maymuna dönüşme -mesh- olayını bizzat o dönemde yaşayıp gö­renlere -öncekilere- bir de onlardan sonra gelenlere -sonraki çağlarda ge­lecek olanlara ders çıkarılan ve kendilerine de bir pay çıkaracak olanlara bir- ibret ve emir ve yasaklara bağlı takva sahiplerine de bir öğüt olsun istedik."

Bilindiği gibi Yahudilerin maymuna dönüştürülmeleri, yani meshi daha önce geçen kavimlerin de kitaplarında söz edilmiş bir olaydır. Onlar bundan ders aldılar veya almalıydılar. Dolayısıyla onlardan sonra gelen ve kendilerine bu bilgiler ulaşacak olanlar da ders alsınlar ve ibret çıkar­sınlar diyedir.

Öğüt alacak olan muttakiler ise, Yahudi kavminin arasında olan ve kötü yoldakileri doğruya yöneltmeye çalışan salih kimselerdir veya bu manada takva sahibi olan herkestir. [158]

 

67 - Bir vakitler Musa kavmine: "Allah size bir inek kesmenizi emrediyor." demişti de kavmi ona: "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" karşılığını vermişlerdi. Musa da: "Alay eden cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." demişti.

 

"Bir vakitler Musa kavmine: »Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.» demişti de..."

Ayetteki, ifadesi, "Hatırlayın ki, Musa kavmine şöyle de­mişti ... " Anlamında olup daha önce geçen, Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın*"[159]

âyeti üzerine matuftur. Yani, Rabbimiz bütün bu ifadelerle; "Şu olayı ha­tırlayın, Musa'ya dediği şu meseleyi hatırlayın... " gibi bu manada geçen her olayı ve anını hatırlatmak istiyor.

Yani; "Benim size olan nimetlerimi hatırlayın, sizi kurtardığımız vak­ti bir hatırlayın, denizi yollara ayırıp sizi boğulmaktan vs. den kurtardığı­mızı hatırlayın ve yine size verdiğim nimetleri hatırlayın, Musa'nın Rabbinden kavmi için su istediğini hatırlayın... Kısaca şunları ve şunları hatır­layın. " buyururken, tâ;

"Bir zamanlar Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınadığını da hatırlayın."[160]

kavline gelinceye kadar hep bu manada uyanlarda ve hatırlatmalarda bu­lunuyor.

Tefsir âlimlerine göre kıssanın baş tarafı tilâvet (okuma) açısından sonraya bırakılmıştır, ki bu da birazdan gelecek olan:

Yine hatırlayın ki, hani siz bir kişi öldürmüştünüz de, hemen bunun ardından öldürenini kim oldupı hakkında aranızda tartışıp suçu birbirinizin üzerine atmıştınız." [161] âyetidir.

İşte bu âyette sözü edilen maktul (yani öldürülen kişi), Âmil adında oldukça varlıklı bir Yahudi imiş. Bunun malına mirasçıları olarak sahip olmak için amcasının oğulları tarafından öldürülür. Ancak kendilerini kurtarmak için öldürdükleri amcalarının oğlunun cesedini başka bir şeh­rin girişine bırakırlar. Sonra da gelip o şehir halkından amcalarının oğlu­nun diyetini istemeye kalkıştılar. Bunun üzerine Rabbimiz onlardan bir inek kesmelerini ve öldürülen kimsenin dirilmesi için de boğazladıkları bu ineğin herhangi bir parçasıyla ona vurmalarını, böylece ölenin dirilip katilini haber vereceğini emreder.

"Kavmi ona: »Sen bizimle alay mı ediyorsun» karşılığım vermişti." Sen bizi alay edilecek kimselerin yerinde mi görü­yorsun? Ya da alay edilecek insanlar olarak mı görüyorsun? Veya bizim alay edilecek bir yanımız mı var? Çünkü, kelimesi, aşırı alay et­mek, kişiyle haddinden fazla eğlenmek, demektir.

Kıraat imamlarından Hamza, kelimesini, ve harflerinin sükûnu ile, şeklinde okumuştur. Hafs ise, âyette geçen şekliyle yani ve harflerinin zammesi, harfinin de fethasıyla okumuştur. Bu iki imamın dışında kalan imamlar ise teşkil ve hem­ze ile okumuşlardır. Yani harfini zammesi ve nin de fethasıyla, şeklinde kıraat etmişlerdir.

"Musa da: »Alay eden cahiller-den olmaktan -Öyle davrananlardan- Allah 'a sığınırım.» demişti,'" Çünkü; bu alay edenler gibi alay edip eğlenmek cehaletin, bilgisizliğin ve kendini bilmezliğin eseridir. Aslında burada Hz. Musa (Aleyhis-Selâm) kavmine kar­şı tarizde bulunuyor ve şöyle diyor:

"Aslında beni, alay eden olarak değerlendirmekle siz kendiniz cahilli­ğinizi ortaya koydunuz, cahil sizlersiniz." [162]

 

68 - İşte bunun üzerine kavmi Musa'ya: "Öyle ise bizim için Rabbine dua et ki, onun ne özellikte bir inek olduğunu bize açık­lasın." dediler. Musa da "Allah buyuruyor ki: «O ne fazla yaşlı ve ne de olması gerekenden körpe, ancak ikisi arası bir inek, o halde size emredileni derhal yerine getirin!»" dedi.

 

"İşte bunun üzerine kavmi Musa'ya: «Öyle ise bizim için Rabbine dua et ki, onun ne özellikte bir inek olduğunu bize açıklasın.» dediler." Kesilmesi istenen ineğin durumu ve özelliğinden soruluyor. Çünkü onlar sözü edilen ineğin mahiyetini bili­yorlardı. Gerçi Arapçada, kelimesi her ne kadar "cins" ifade eden şeyler için ve de "vasıf" (nitelik) ifade edenler için kullanılan kelimeler ise de, ancak bazen, edatı, yerine kullanılabil­mektedir. Bu ise onlar, ölü bir sığırın herhangi bir parçasıyla bir ölüye vurmalarıyla dirilme olayına şaşkınlık göstermelerini belirtiyor. İşte bu durumdaki hayret ve şaşkınlık uyandıran ineğin niteliğini sorup öğren­mek istiyorlardı.

Ayette geçen, mübteda ve haberdir.

"Musa da, Allah buyuru­yor ki: «O, ne fazla yaslı ve ne de olması gerekenden körpe...» " Yani fazla­ca yaşlı, son demlerini yaşayan biri değil.

kelimesi kullanıldı. Çünkü, artık ömrünün sonlarına gel­mek manasmdadır. kelimesinin merfu oluşu ise, keli-meşinin sıfatı olmasındandır. kelimesi de genç ve körpe demek­tir. Bu da bir Öncekine matuftur.

"Ancak ikisi arası bir inek." Yani yaşlı ile körpe arası yaşta bir inek.

Âyette, buyuruldu ve fakat, buyurulmadı. Kaldı ki, kelimesi iki ve daha çok şey manasında olmayı gerek­tiren bir kelimedir. Çünkü, Allah (Cette Ceiâiuhu) bununla sözü edilen Özellikteküer arasında herhangi birini murat etmiştir. Nitekim, bu hüküm ko­nusunda zamir işaret ismi yerine geçmiştir. Ebu Ubeyde Mamer b. Müsenna (120-209/737-824) diyor ki, Ebu Muhammed Rube el-Accac (v.l45/762)'a şöyle dedim:

O kısrakların rengi siyah ve beyaz çizgilidir

Sanki derisinde (üzerinde) gri renkte çizgiler var gibi

Eğer bu şiirde yer alan, kelimesi vurgulanmak istenirse, bu takdirde diye tekil zamiri söylenir. Fakat bunu değil de söz konusu "siyah ve beyaz renkleri" yani; ve kelimele­ri vurgulanmak istenirse bu takdirde de, olarak zamir tesniye yapılır. Yani buyuruyor ki; Ben şu Özellikteki gibi birini murat ettim.

"O halde size emredileni derhal yerine getirin, dedi." Emrolunduğunuz şeyi. Bu, kendisiyle emrolunduğunuz şey, mana­smdadır. Yahut da, "size emrettin. manası, emrolunduğunuz veya memur kılındığınız şey, anlamındadır. Yani mef ul olan bir şeyi mastar ola­rak isimlendirmedir. Örneğin: "Darbu'l-emir" denir ki bu emirin kendi­siyle adam dövdürdüğü manasmdadır. Yani, emirin maşası gibi. [163]

 

69 - Kavmi bu defa şöyle dedi: "Rabbine bizim için dua et de bize o ineğin rengini de açıklasın." Musa da dedi ki; "Allah şöyle bu­yuruyor: «O bakanların içini açan sapsarı ve parlak tüylü bir inek­tir.»"

 

"Kavmi bu defa söyle dedi: «Rabbine bizim için dua et de bize o ineğin rengini de açıklasın.»"

Burada harfi soru edatıdır ve mahallen merfudur. Bunun tak­diri şöyledir. "Rabbine bizim adımıza dua et de, o ineğin rengi ne türden bir renktir, bize açıklasın? "

"Musa da dedi ki; Allah söyle buyuruyor: «O sapsarı ve parlak tüylü bir inektir.» "

Âyette geçen ya da kelimesi, hali, saf, canlı ve parlak manalarına gelir. Burada sapsarı, katışıksız, capcanlı bir sarı, de­mektir. Nitekim te'kit anlamında, denir ki; sapsarı, göz alıcı canlı bir sarı demektir. Dolayısıyla bu kelimesi, yani sarı anlamındaki bu kelimeyi daha da pekiştirmek için getirilmiştir. An­cak bu kelime renk anlamındaki kelimesinden haber değildir. An­cak bunu burada kelimesini merfu kılması, tıpkı failin merfu ol-ması gibi bir durumdur. Kaldı ki, ile arasında da herhangi bir fark yoktur. Burada renkten söz edilmiş olması te'kit noktasından yararlıdır. Çünkü rengin, burada bir şeye ad olma du­rumudur ki, bu da burada , "sarı" rengine ad olmasıdır.

Adeta şöyle denir gibi: "Sanlığına gelince, sapsarı..." Tıpkı şu ifade gibi:

"Elinden geleni yaptı, olaya dört elle sarıldı. " gibi.

"-Güzelliği sebebiyle- Bakanların içini açar."

Sürür: Bir menfaatin, iyi bir şeyin olması veya olacağı kesin olması nedeniyle kalpte oluşan mutluluk, lezzet ve haz.

Nitekim Hz. Ali (Radıyaliahu Anhf den rivayete göre bu âyetin, "Ba­kanların içini açar." ifadesine bakarak demiş ki: "Kim sarı bir takunya (ayakkabı) giyerse gayret ve himmeti azalır." [164]

 

70 - Kavmi bu sefer de şöyle dedi: "Bizim için Rabbine dua et, onun asıl özelliği nedir? Nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın. Çün­kü sığırlar hep birbirlerine benziyor (biz işin içinden çıkamıyoruz). Ancak Allah dilerse biz emrolunam yerine getirme yolunu buluruz."

 

"Kavmi bu sefer de şöyle dedi: «Bizim için Rabbine dua et, onun asıl özelliği nedir/' Nasıl bir inek olduğu­nu bize açıklasın.»" Burada yine ineğin ne tür özelliklere sahip olduğuna ilişkin soru tekrar ediliyor ve niteliklerini ne olduğu soruluyor. İneğin da­ha belirgin mahiyette farklı başka ne gibi özellikleri var, onların açıklan­masını istiyorlar. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den rivayete göre şöyle buyurmuş:

"Eğer sıradan herhangi bir ineği bulup getirselerdi ve onu da hemen kesmiş olsalardı, bu onlar için yeterli olacaktı. Ancak onlar işi zorlaştırdılar (yokuşa sürdüler). Allah da bunun üzerine işlerini daha da zorlaştır­dı."[165]

Çünkü fazla incelemeye kalkışmak iyi değildir. Kısaca fazla merak işe yaramaz. Fazlaca ileri giderek ince eleyip sık dokumamak gerekir.

"Çünkü, sığırlar hep birbirine benziyor, biz isin içinden çıkamıyoruz." Çünkü sarı renkte ve orta yaşta olan bir hayli inek vardır, hepsi de birbirlerine bu manada benzerlik gösteriyorlar, dola­yısıyla işin içinden çıkamıyoruz.

"Ancak Allah dilerse bize emroluna-nı yerine getirme yolunu buluruz." Yani bizden kesmemiz istenen ineği bulabiliriz veya katilin durumu ile alâkalı bizce gizli kalan noktalan orta­ya çıkarabiliriz.

cümlesi burada edatının ismi ile haberi ara­sında yer almış olan bir parantez (mutarize) cümlesidir. Nitekim bir ha­diste şöyle buyuruluyor:

"Eğer -Allah dilerse- istisnasını kullanmamış olsalardı, bu olay ta kıyamete dek onlara açıklanmayacaktı."[166]

 

71 - Musa dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: "O inek henüz bo­yunduruk altına alınmamış, toprak sürmemiş ve ekin de sulamamış, başıboş dolaşan (salma), renginde de hiç alacası bulunmayan bir inektir." Kavmi: "İşte tam şimdi ineğin gerçek özelliklerini anlattın (bildirdin)" dediler. Derhal o ineği bulup kestiler; ama neredeyse kes­meyeceklerdi.

 

 "Musa dedi ki, Allah şöyle buyuruyor: «O inek henüz boyunduruk altına alınmamış, toprak sür­memiş...»"                                                                      

Burada, kelimesi ya da harfi, kelimesinin sıfatı olup, manasındadır. Bu da, tarlaya koşulmamış ve toprak sürüp kaldırmamış, demektir.

"Ve ekin sıılamamıs," Yani ekin sulamak için koşulmamış bir inek.

Âyetteki ilk, harfi nafiyedir. İkincisi de, birinciyi te'kit ve takviye için gelen zaid bir 'dır. Çünkü mana şöyledir:

"O inek ne toprak sürüp kaldırmış, ne de toprak (tarla) sulamasında kullanılmıştır."

Âyette geçen her iki fiil de, kelimesinin sıfatıdırlar. Sanki, "ne tarla sürmek ve ne de toprak sulamak için koşulmuş bir inek" anla­mında gibidir.

"Başıboş dolasan, (salma)..." Üzerinde herhangi bir kusu­ru olmadığı gibi, çalıştırıldığına dair de üzerinde herhangi bir iz ve ema­re yoktur.

"Renginde hiçbir alacası bulunmayan bir İnektir." Öyle ki; üzerinde san rengin dışında bir başka renkten en ufak bir emare, parça dahi yoktur. O öyle bir inektir ki; boynuz ve tırnaklarına varana dek ta­mamen sapsarı bir inektir,

kelimesi esasen mastar bir kelimedir. Bu kelime türev-leriyle beraber, bir renge başka bir rengin ya da lekenin karışması anla­mına gelir.

"Kavmi: «İşte şimdi ineğin gerçek özellikle­rini anlatlın (bildirdin)», dedi." Yani; aradığımız gerçek ineğin özellikle­rini şimdi bildirmiş oldun. Artık onun özellikleri hakkında herhangi bir problem kalmadı, dediler.

Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini hemzesiz ola­rak, harfiyle, şeklinde okumuştur.

"Derhal o ineği bulup kestiler." istenilen tüm özellik­lere sahip olan ineği buldular ve hemen onu kestiler.

"Ama neredeyse kesmeyeceklerdi." Fiyatını çok fazla bulmalarından dolayı veya katilin ortaya çıkması durumunda rezil olmaları endişesiyle az kalsm kesmeyeceklerdi.

Anlatıldığına göre İsrailoğullan içinde salih ve yaşlı bir adam var­mış. Bunun da bir buzağısı varmış. Adam bu buzağısını götürüp oldukça bol otlağı bulunan, yeşil bir alana, ormanlık alanına bırakıp salıverir ve şöyle dua eder.

"Allah'ım! Benim henüz küçük yaşta olan oğlum büyüyene dek bu buzağıyı sana emanet ediyorum, korumanı diliyoınm."

Bu çocuk ana ve babasına karşı itaatkâr idi. Derken buzağı büyüdü, genç bir inek oldu. İnekler içinde en güzeli ve en semiz olanıydı. Gidip yetim çocuk ve annesiyle pazarlığa tutuştular. Nihayet onu, tulumunun dolusu altın vererek satın aldılar. Oysa o dönemde bir sığır üç dinara sa­tın alınabiliyordu.

Tam kırk yıl istenen özelliklere sahip ineği arayıp durdular.

Bu beyan ya da açıklama bir bakıma mutlak olanı kayıt altına al­mak (mukayyet) kılmak kabilinden olup, bu da neshedilmiştir. Çünkü fiil gerçekleşmeden önce nesh caizdir. Nitekim, biz Ehli Sünnet'e göre temekkünden (yani olay gerçekleşmeden) önce nesh olayı itikattandır, caiz­dir ve fakat Mutezile'ye göre değildir. [167]

 

72 - Yine hatırlayın, hani siz bir kişi öldürmüştünüz de, ancak hemen bunun ardından Öldürenin kim olduğu hakkında aranızda tartışıp suçu birbirinizin üzerine atıyordunuz. Oysa sizin gizlemekte olduğunuz şeyi Allah meydana çıkaracaktı.

 

"Yine hatırlayın, hani siz bir kişi Öldürmüştünüz de,.."

Yine burada da, fiili takdir olunmuştur. Ayette hitabın çoğul olarak yer alması, öldürme olayının onların içinde meydana gelme­sindendir.

"Ancak hemen bunun ardındım, öldürenin kim oldu­ğu hakkında aranızda tartışıp suçu birbirinizin üzerine atmıştınız." İhtilafa düşmüştünüz, onun hakkında birbirinizfe çekişip durmuştunuz. Çünkü, birbirlerinizi suçluyordunuz. Yani kendinizi başkalarını suçlayarak savu­nuyordunuz. Ya da bizzat tarh (atma) kelimesi bizatihi defetmek, önle­mek manasınadır.

Bu kelimesinin aslı, idi. Daha sonra bunun hafifletil­mesi yoluna gidildi. Harfin kelimenin bünyesinde yer alan, harfinin cinsinden olması için harfi harfine dönüştürüldü. Çünkü keli­menin "Fael fiili" yani ilk harfi harfidir. Bu sayede idgam, yani harfleri birbirine katma imkanı olsun istendi. Sonra da harfini sakin kıldılar. Çünkü idgamm şartı ilk harfin sakin olmasıdır, sakin ile yani ha­rekesiz harf ile ya da sessiz ile başlamak mümkün değildir. Bunun müm­kün olabilmesi için de başına bir vasi hemzesi getirdiler.

Kıraat imamlarından Ebu Amr bu kelimeyi 'siz olarak,  tarzında okumuşlardır.

''Oysa sizin gizlemekte olduğunuz şeyi Allah meydana çıkaracaktı." Öldürme işini zaten hiçbir şüphe kalma­yacak şekilde yüce Allah ortaya çıkaracaktı. Onu öyle gizi bir halde bı­rakmayacaktı.

Burada, kelimesi ism-i fail yani etken sıfat fiil olarak ilgi cümleciği olan ibaresini mahallen mansub kılmıştır. Bu da öldürme işini ileriye dönük, yani gelecekle ilgili olayı tartışıp birbirle­rinin üzerine atmayı geleceğe dönük hikaye ettiğinden caizdir. Buradaki itirazın sebebi, ism-i fail olan yukarıdaki kelimesinin, fiilin iş­levini ifade edebilmesi için yani amel etmesi için cümlenin hal veya istik­bal manasını içermesi yani ya şimdiki zamanı veya geleceği ifade edebilmesi gerekir. Oysa bu olay geçmişte olup bittiğine göre burada ism-i fail olan (ve gelecek anlamı taşıyan) söz konusu kelime nasıl kullanılabilir sorusu gündeme gelmektedir. Yani, burada bu kelimenin kullanılmaması lâzım ne dersin, denebilir.

Bunun cevabı şöyle olmaktadır: Bu kelime burada kullanılabilir. Çünkü, geçmiş bir olayı hikaye etmekle birlikte o zamana göre, geleceğe dönük, katilin bulunması tartışmasını hikaye etmektedir ve Kur'an'ın in­diği zamana göre her ne kadar olay geçmişte kalmışsa da, dönemin ken­disi açısından geleceğe dönük bir olaydır. İşte bu açıdan kelime bu ka­lıpta kullanılabilir. Burada da böyle olmuştur.

Aslında bu cümle matuf ile matufun aleyh arasında bir parantez cümlesidir. İşte bu ikisi de, yani matuf ve matufun aleyh de, bunlardan biri, diye başlayan cümledir, ikincisi de, yani matufun aleyh de bundan sonra gelen âyettir. [168]

 

73 - İşte bunun üzerine biz de dedik ki: "Kesilen ineğin her­hangi bir organıyla öldürülen kimseye vurun." İşte bu olayda görül­düğü gibi Allah ölüleri bu şekilde diriltir ve aklınızı kullanasınız diye de âyetlerini size gösterir.

 

İşte bunun üzerine biz de dedik ki: «Kesilen ineğin herhangi bir organıyla öldürülen kimseye vurun.»"

Âyetteki kelimesinde yer alan zamir bir önceki âyette geçen kelimesine işaret eder. Ancak zamirin müzekker olarak gelmesi, kelimesinin "şahıs" veya "insan" olarak yorumlanması nedeniyledir.

Yahut da, "Katıl/öldürülen " kimseye racidir ki, buna daha önceki âyette geçen, cümlesi delâlet etmektedir. "Herhangi bir organıyla " demek, kesilen ineğin herhangi bir organı manasındadır. Bu organ da kimine göre hayvanın dili, kimine göre sağ oyluğu ve kimi­ne göre de kuyruk kemiği idi. Mana ise şöyledir:

"Hemen bir organ ile ölüye vurdular ve o da diriliverdi."

İbarenin ya da mananın bu noktası âyette yer almamıştır. Çünkü âyetin sonrası böyle bir mananın var olduğunu gösteriyor ki o da şu kı­sımdır:              

 "İşte bu olayda görüldüğü gibi Allah ölü­leri, bu §ekilde diriltir." Rivayete göre hayvanın organıyla maktule vuru­lunca Allah'ın izniyle hemen kalkar ve (amcasının iki oğlunu göstere­rek) "Beni filan ve filan kimseler öldürdüler." der ve hemen düşüp Ölür. Bunun üzerine derhal o iki amca oğlu yakalanıp öldürülür. Artık bundan sonra bir katil (öldürdüğü kişiye) mirasçı kılınmamıştır.

".... Allah ölüleri bu şekilde diriltir. " kavli, ya Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanındaki inkarcılara bir hitaptır ya da, maktu­lün dirilmesi sırasında orada hazır bulunanlara bir sesleniş ve dikkat çek­medir. Dolayısıyla, "Onlara: «işte Allah ölüleri bu şekilde diriltir, de­dik.»" olur.

"Ve aklınızı kullanasınız diye de âyetlerini size gösterir." Allah, her şeyi yapmaya kadir olduğuna dair de­lillerini işte böyle gösterir ki, artık akıllarınızın gereği olarak amel edesi­niz. Bu da; bir tek canı yaratmaya kadir olan Allah, dolayısıyla tüm var­lıkları yaratmaya da kadirdir, yoksa herhangi bir varlığı tahsis söz konusu değildir. [169]

 

İneğin Kesilip Bir Organıyla Diriltilmenin Hikmeti

 

İneğin kesilerek herhangi bir organıyla ölüye vurulup böylece onun dirilmesindeki hikmete gelince (gerçi Allah herhangi bir vasıta söz konu­su olmaksızın da onu diriltmeye kadirdir), bu, bir şeyi isteme esnasında önceden bir şeyler sunmanın iyi ve güzel olduğunu bildirmek ve aynı za­manda kullarına yapacakları şeylerde işi ağırlaştırmamalarım, yokuşa sürmemelerini öğretmek içindir. Yine burada amaç, Allah'ın emirleri söz konusu olduğunda hiç ara vermeksizin derhal onların gereğini yapmayı ve emre bağlılığı da öğretmektir. Bu konuda öyle işi fazla kurcalamamalı, çok soru da sormamalıdır. İşte bu ve benzeri daha nice hikmetler...

Neden başka hayvanlardan değil de, bir ineğin kurban edilmesi is­tendi? Bununla emrolunmaları, sığırın Yahudilerce en makbul ve en de­ğerli bir kurban olarak kabul görmesindendir.

Bir de, burada Önce öldürülen kimseden ve sığırın herhangi bir or­ganıyla vurulmasından söz etmesi ve bundan sonra da ineğin kesilme ola­yını ele alması gerekirdi değil miydi? Yani:

"Biz de onlara bir inek kesin ve ineğin herhangi bir organıyla ona vurun, dedik. " olmalı değil miydi?

Ancak Yüce Allah burada, İsrailoğullarmm işledikleri cinayetler­den her birini tek tek sayarak onları hikaye ediyor ve yaptıklarını yüzle­rine yüzlerine vuruyor. Bu iki kıssa, yani ineğin kesilmesi kıssası ile, öl­dürülen adamımın kıssası her ne kadar birbiriyle bağlantılı ise de, ancak durumu İsrailoğullarmm başlarına kakmak için ayrı ayrı olarak anlatıl­ması durumu burada söz konusudur.

Bunlardan ilki, alay ve dalga geçme meselesinde konuyu başlarına kakmak ve yüzlerine vurmaktır. Kendilerinden istenen şeylerde derhal Allah'ın emrine uymayı terk etmeleri, yani uymamalarıdır. İşte bu ve benzeri şeyler ilk durumu gösteriyor.

İkincisi de dokunulmamasi gereken ve öldürülmesi haram olan bir cana haksız yere kıymaları olayı başlarına kakılıyor ve uyanlıyorlar. Bir de buna bağlı olarak meydana gelen büyük mucize! İşte bu bakımdan ineği kesme emri ile alâkalı kıssa, adamın Öldürülme kıssasından önce zikredilmiştir.

Eğer bu kıssa yukarıda bahsedildiği şekilde gelseydi bu takdirde bir tek kıssa imiş gibi olurdu. Oysa burada iki olay anlatılıyor (ele alınıyor). Bu durumda da iki defa uyarılma istendiği halde bu yapılmamış olurdu.

Bir de burada ikinci olaya başladıktan sonra bir ince nükteye uyul­maktadır ki bu da, bağımsız yani yeni bir kıssanın ele almışıdır. "İneği" açık olarak ismiyle zikrederek değil de buna raci olan zamir ile ikinci kıssayı birinciye bağlamış olması; yani, île işaret olunmuş olması da yine bunların iki kıssa olduğunu ve bu iki kıssanın da bir uyarı, bir başa kakma olduğunu göstermek ve öğretmek içindir ve bilin­sin diyedir. Yani bu açıdan bakıldığında iki kıssadır ve fakat "ineğe" işa­ret eden zamir açısından değerlendirildiğinde ise tek bir kıssadır.

Ayrıca burada şöyle bir yorum da yapılmıştır: Müşahedeler yoluyla kim kalbini diriltmek istiyorsa, dolayısıyla değişik mücahede, gayret ve çalışmalarla önce nefsini öldürsün. [170]

 

74 - Fakat bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı, adeta taş kesildi. Hatta daha da katı, kaskatı kesildi. Çünkü öyle taşlar var ki, içinden nehirler akar, öylesi taşlar da var ki, çatlar da içinden sular fışkırır ve yine öylesi taşlar da var ki, Allah korkusundan yukarılar­dan aşağıya yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

 

"Artık bundan sonra yine kalpleriniz katılastı." Kalpleri yumuşatan ve incelmesine neden olan bunca olaydan sonra kalp­lerin katılaşmasını ya da kararmasını sanki imkansız gibi bir durum gözü­küyor olsa da yine de olabildiğini gösteriyor. Kalplerin katılılıkla veya kararmakla nitelenmesi, o kalplerin olaylardan ders'çıkarmadığı, öğüt al­madığı gerçeğine bir örnektir.

"Bundan sonra" ifadesiyle de, öldürülen kimsenin diriltil meşinden sonra veya daha önce tek tek sayılan ve geçen olaylardan sonra anlamınadır.

"Adeta taş kesildi" Katılaşmada tıpkı o kalpler taşlaştı, taş kesildi. "Hatta daha da katı, kaskatı kesildi." Yani o kalpler katılıkta taşlara da taş çıkartacak hale geldi.

Burada, kelimesi, harfi üzerine matuftur. Bunun tak­diri de şöyledir: "Daha da şiddetli katılaşma gibi" Burada muzaf hazfolunmuş (gizlenmiş) ve muzafun ileyh onun yerine geçmiştir. Veya mana şöyledir:

"Bizzat kalpleri çok daha katıdır." Yani "onların(kalplerinin) halle­rini tanıyan ve bilenler onları taşa benzetir."

Yahut da ondan daha katı bir maddeden olduğunu görür. Bu taştan katı olan madde de demirdir. Ya da; "Onları tanıyan onları taşa benze­tir. " demektir. Veya: "Onlar taştan da öte katı kesilmişlerdir. " dedi.

Ancak âyette, diye buyurmadı da, diye buyurdu. Çünkü bu kelime bizatihi şiddet manası içerdiğinden ötekisine göre daha yerinde bir ifadedir ve daha fazla karılılığı ve kararmayı gösterir. Yine ibarede üstünlük gerektiren zamirin (ism-i tafdil zamirinin) terk edilmiş olması da, bir karışma ve benzerlik olmasın diyedir. Örneğin:

"Çünkü öylesi, taslar var

ki, içinden nehirler akar." Burada örnek gösterilen taşlarla, kalplerin katı­laşmasının taşlan da geride bıraktığını bildiriyor.

harfi burada manasında olup nasb mahallindedir ve aynı zamanda, edatının da ismidir. kelimesinin başındaki harfi de te'kit içindir. Tefeccür kelimesi de, çok geniş açılıp fazlaca su akıtmak ya da boşaltmak, demektir.

"Öylesi taslar da var ki, çatlar da içinden sular fışkırır."

Bu âyette bulunan, kelimesi aslında, dur. Nitekim A'meş de böyle kıraat etmiştir. Kelimedeki harfi, har­fine dönüştürülmüş ve sonra da bu ikisi idgam olunmuştur.

Ayetin bu kısmında ise şuna işaret ediliyor: Taşlar içinde öyle taş­lar da vardır ki, onlarda büyük ve oldukça geniş yarıklar bulunur. İşte ka­yaların o büyük ve oldukça geniş oyuklarından ya da yarıklarından sular fışkırır, kaynar ve akar. O taşlardan (kayalardan) kimisi uzunluğuna boy­dan boya yarıktır, kimisi de genişliğine ya da enine yarıktır. İşte bunlardan da sular akar, fışkırır. Oysa bu İsrailoğullarının kalplerinde en ufak bir etkilenme bile olmaz.

Ve yine öylesi taşlar da var ki, Allah korkusundan yukarılardan aşağıya yuvarlanırlar." O taşlar dağların yüksek kısımlarından yuvarlanıp gelmek istedikleri yere inerler. Bir yo­ruma göre taşların Allah'ın emirlerine boyun eğmeleri yani buradaki "Al­lah korkusundan" ifadesi mecazi manadadır. Çünkü o taşların orada iste­diklerini yapmaya engel bir şey yoktur. Zira sorumlu değiller. Oysa şu Yahudilerin kalpleri Allah'ın emrine karşı ne boyun eğer ve ne de Allah'­ın emrini yerine getirirler.

Bir diğer yoruma göre burada, "Allah korkusundan " murat şu yo­rumun ölçü olarak alınmasına dayanmaktadır:

"Allah o cansız dediğimiz varlıklarda da hayat ve temyiz gücü yarat­mıştır. Kaldı ki bir şeyde hayatın ve temyiz gücünün yaratılması için mutla­ka onun belli bir bünye üzerinde yaratılması şartı diye bir şey yoktur."

İşte bu, Ehli Sünnet açısından böyledir ve şu âyete göredir:

"Eğer biz Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Ah lah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün."[171]

Yani burada, Yahudilerin kalplerinin korkmadığını belirtiyor.

 "Allah yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir."

Kıraat imamlarından, İbn Kesir, fiilini harfiyle, olarak okumuştur. Bu da tehdit içermektedir.. [172]

 

75. —86. ÂYETLER

 

Meali

 

75. Ey mü'minler! Şimdi siz onların (Yahudilerin) size iman edip Muhammed'in peygamberliğini doğrulamalarını mı bekliyorsunuz? Oysa onlardan öyle bir grup var ki, Allah'ın kelâmını dinlerler de tam olarak anladıktan sonra bile bile onu tahrif edip değiştirirlerdi.

76. (Yahudilerden münafık olanlar) inananlarla karşılaştıkları za­man, "Biz de iman ettik." derler. Fakat birbirleriyle baş başa kaldıkların­da ise: "Allah'ın Tevrat'ta size açıkladığı bilgileri, yarın Rabbiniz katinda aleyhinizde kanıt olarak kullanmaları için mi onlara anlatıyorsunuz; bunları hala düşünemiyor musunuz?" diye konuşurlar.

77. Öyle ise bu Yahudiler bilmezler mi ki, Allah onların gizlediği şeyleri de açık seçik yaptıklarını da muhakkak bilir.

78. Onların içlerinden öyleleri de vardır ki, ümmîdirler. Onlar Ki­tabı (Tevrat'ı) bilmezler. Bildikleri şeyler kulaktan dolma şeylerdir. On­lar yalnızca zan ve tahmine dayanıyorlar.

79. Elleriyle bir kitap yazıp daha sonra da onu az bir bedel (dün­yalık) karşılığı satmak için bu, "Allah kalındandır." diye söyleyenlere ya­zıklar olsun!  Elleriyle yazıp uydurduklarından dolayı yazıklar olsun onlara! Ve ondan kazandıklarından dolayı da yazıklar olsun onlara!

80. Yahudiler: "Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunma­yacaktır." dediler. Onlara de ki: "Siz buna dair Allah'tan kesin bir söz mü aldınız? -ki Allah asla sözünden caymaz-, Yoksa siz Allah hakkında bil­mediğiniz şeyleri mi uydurup söylüyorsunuz?

81. Ey Yahudiler! mesele sizin ileri sürdüğünüz gibi değil, hayır hayır, asla öyle değil! Kim bir kötülük (günah) işler de işledikleri hata­ları kendilerini çepeçevre kuşatmışsa işte onlar cehennemliktirler. Onlar o cehennem ateşinde ebedî olarak kalıcıdırlar.

82. İman edip salih ameller işleyenlere gelince; işte onlar cennet­liktirler, onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

83. Yine hatırlayın, bir zamanlar İsraüoğullarından; "Allah'tan baş­kasına ibadet ve kulluk etmeyin, ana babaya, yakın - uzak tüm akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilikte bulunun ve insanlara da güzellikle söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin." diye kesin söz almıştık. Sonra da i-çinizden azınız dışında yüz çevirdiniz ve halen de bu yüz çevirme duru­munuzu sürdürüp duruyorsunuz.

84. Ey Yahudiler! yine hatırlayın, hani birbirinizin kanını dökme­yeceğinize ve birbirinizi kendi ülkesinden çıkarıp sürgün etmeyeceğinize dair sizden kesin söz almıştık. Nitekim, siz de her şeye şahit olarak bunu kabul etmiştiniz.

85. Siz öyle bir toplumsunuz ki, sonra da bütün bunlara rağmen birbirinizi öldürüyor ve içinizden birtakımlarını ülkeden çıkarıp sürgün ediyor, kötülük yapmakta ve düşmanlıkta onlara karşı birbirinizle yar­dımlaş iyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak dönerlerse fidye vererek onlan kurtarıyorsunuz. Oysa, onları yurtlarından çıkarıp esir kılmak size zaten haram kılınmıştı. Yoksa siz. Kitabın bir kısmına inanıyor ve bir kısmım da inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bu şekilde yapanların cezası dünya hayatında rezillik ve ezilmişlik, kıyamet gününde de en şiddetli ve ağır azaba (cezaya) çarptırılmaktır. Ve her ne yapıp ederseniz Allah bun­ların hiçbirinden gafil (habersiz) değildir.

86. İşte bunlar dünya hayatını ahiret hayatına karşılık satın alan­lardır. Bu bakımdan bunların ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine yardım olunur. [173]

 

Tefsiri

 

75 - Ey mü'minler! Şimdi siz onların (Yahudilerin) size iman e-dip Muhammed'in peygamberliğini doğrulamalarını mı bekliyorsu­nuz? Oysa, onlardan Öyle bir grup var ki, Allah'ın kelâmını dinlerler de tam olarak anladıktan sonra bile bile onu tahrif edip değiştirir­lerdi.

 

"Ey mü’minleri Şimdi siz Yahudilerin size iman edip Muhammed'in peygamberliğini doğrulamalarını mı bekliyorsu­nuz?"

Âyetin başındaki hitabı Allah Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile mü'minleredir. yani, davetiniz gereği size iman etmelerini ve size katılmalarını mı umut ediyorsunuz, demektir. Tıpkı şu âyetteki ifadeye benze bir ifade:

'işte bunun üzerine tut ona iman etti."[174]

Dolayısıyla "Yahudilerin Muhammed'e (Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) ina­nacaklarını mı..." demektir.

"Onlardan öyle bir grup var ki -geçmişlerinde içlerinden öyle bir grup çıkmış ki-Allah'ın kelâmını

-Tevrat'ı- dinlerler de" "tam olarak anladıktan sonra -anlayıp kavradıktan ve akıllarıyla da iyice zaptettikten sonra kendilerinin yalancı ve iftiracı olduklarını da- bile bile -Rasulûllah'm (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) niteliklerini ve recm ile ilgili âyeti değiştirdikleri gibi— onu tahrif edip değiştirirlerdi." İşte buna göre mana şöyledir:

"Eğer bu Yahudiler inkâr eder, küfre girer ve tahrif edip deştirirler-se, bu konuda deneyimleri var, çünkü geçmişlerinde de bu işi yapmışlardı, bunlar bu manada tescillidirler." [175]

 

76 - (Yahudilerden münafık olanlar) inananlarla karşılaştıkları zaman, "Biz de iman ettik." derler. Fakat birbirleriyle baş başa kal­dıklarında ise: "Allah'ın, Tevrat'ta size açıkladığı bilgileri, yarın Rabbiniz katında aleyhinizde kanıt olarak kullanmaları için mi on­lara anlatıyorsunuz; bunları hâlâ düşünemiyor musunuz?" diye ko­nuşurlar.

 

"Yahudilerden münafık olanlar inananlarla karşılaştıkları zaman, «biz iman ettik» derler." Yani hem mü­nafık ve hem Yahudi olanlar veya sadece Yahudiler, Hz. Muhamnıed'in (Sallallahu Aleyhi ve Selem) samimi ve ihlâs sahibi ashabıyla karşılaştıklarında, münafıklar onlara: "Siz hak üzeresiniz ve Muhammed (Sallallaim Aleyhi ve sellem) de Tevrat'a müjdelenen elçidir." derler.

'Fakat birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise ... diye konuşurlar." Ancak içlerinden münafıklık yapmayanlarla münafık olan, yani ikiyüzlü davrananlar bir araya geldiklerin­de ikiyüzlü hareket etmeyenler ötekileri ayıplarlar, kınayıp azarlarlar ve derler ki:

 "Allah'ın, Tevrat'la -Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in vasıfları konusunda- size açıkladığı bilgileri, ...  mi onlara -Muhammed'in ashabına haber verip- konuşuyorsunuz?"

"Yarın Rabhiniz katında aleyhinizde kanıt olarak kullanmaları, için" Rabbinizin, Kitabı Tevrat'ta indirdikleri­ni aleyhinizde kanıt olarak kullanmaları için mi... Yani yarın kıyamette Müslümanların, "Sizin kitabınızda şöyle değil mi?" diye Allah katında kanıt yapmayacaklar mı, diye kendilerince uyarıda bulunurlar. Görmez misin: "O Allah 'in kitabında şöyledir ve Allah katında şöyledir. " İfadele­ri aslında aynı anlama gelirler.

Bir yoruma göre ise burada gizli bir izafet yer almaktadır: Bu izafet de: "Sizin Rabbinizin Kitabı katında " demektir. Bir yoruma göre de onla­ra anlattıklarınız sebebiyle: "Yarın kıyamet gününde Muhammed'in doğ­ruluğuna vakıf olup gerçeği öğrendikten sonra bilerek mi inkâr ettiniz?" diye sizinle tartışmaları ve mücadele etmeleri maksadıyla mı gidip söylü­yorsunuz?"      

"Bunları hâlâ düşünemiyor musunuz?" Yani siz bu gerçekleri onların yanında itiraf ediyor ve fakat gidip ona da uymuyor­sunuz. O halde siz bunun sizin aleyhinizde kanıt ve delil olarak kullanı­labileceğine hiç akıl erdiremiyor musunuz? [176]

 

77 - Öyle ise bu Yahudiler bilmezler mi ki, Allah onların gizle­diği şeyleri de açık seçik yaptıklarını da muhakkak bilir.

 

"Öyle ise bu Yahudiler bilmezler mi ki, Allah onların gizlediği -tüm- şeyleri de, açık seçik yaptık­larını da muhakkak bilir." İşte bu bildiği gerçeklerin içinde onların küfür­lerini gizlemeleri ve iman ediyor gibi açıklamaları da vardır. [177]

 

78 - Onların içlerinden öyleleri de vardır ki ümitlidirler. On­lar Kitabı (Tevrat'ı) bilmezler. Bildikleri şeyler kulaktan dolma şey­lerdir. Onlar yalnızca zan ve tahmine dayanıyorlar.

 

"Onların -Yahudilerin- içinden öyleleri de vardır ki ümmîdirler -güzel olarak yazmasını ve okumasını bil­mezler ki, Tevrat'ı mütalaa edip içindekilerini uygulayıp gerçeklestire-bilsinler- onlar Kitabı (Tevrat'ı) bilmezler."  "Bildikleri şeyler kulaktan dolma şeylerdû:" Yani birtakım dayanaksız kuruntulardan iba­rettir. Örneğin;

Allah kendilerini bağışlayacakmış, onlara merhamet edecekmiş, sa­yılı günler dışında onları cehennem ateşinde yakmayacakmış gibi. Yahut da kendi bilginlerinden dinleyip öğrendikleri birtakım uyduruk yalanlar olup, taklit yoluyla aldıkları bu şeyleri doğru kabul etmelerinden ibaret olan boş laflar. Nitekim, Hz. Osman (v.35/655) (Radıyallahu Anh) şu ifa­desi de böyledir:

Yani "Müslüman olduğumdan bu yana hiç kuruntuya başvurmadım, yalan söylemedim." Ya da sadece okudukları şairin şu mısraları gibi, Şair Hassan bin Sabit Hz. Osman (Radıyaliahu Anh) için der ki:

Gecenin ilk saatlerine girdi Kur'an ile

Son saatlerini bitirdi takdir olunan şehadet ile

Burada önemli olan mana değil, kelimeni nasıl ve hangi anlamlarda kullanıldığını göstermek için sunulan örneklerdir.

Yani işte bu ümmi Yahudiler, Allah tarafından indirilmiş olan Tev­rat'ı gerçek manasıyla bilmezler, bildikleri şeyleri kendi bilginlerinden öğrendikleri şeyleri okumaktır, bozuk plak gibi onları söyleyip durmak­tır. Burada yer alan istisna ise, münkati istisnadır.           

"Onlaryalnızca zan ve. tahmine dayanıyorlar." Onlar o kitapta neler var bunun hakikatini bilmiyorlar. Dolayısıyla senin peygamberliğini yalnızca zan ve varsayımlarına göre inkâr ediyorlar. Âyetlerde önce, bildikleri halde Tevrat'ı tahrif edip bunda direnenleri, inat edenleri zikretti, hemen peşinden de bilginleri körü körüne taklit eden sı­radan kimselere yer verdi, onların durumlarını bildirdi. [178]

 

79 - Elleriyle bir kitap yazıp daha sonra da onu az bir bedel (dünyalık) karşılığı satmak için bu, "Allah kalındandır." diye söyle­yenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazıp uydurduklarından dolayı ya­zıklar olsun onlara! Ve ondan kazandıklarından dolayı da yazıklar olsun onlara!

 

"Elleriyle bir Kitap yazıp daim sonra da onu az bir bedel (dünyalık) karşılığı satmak için bu, «Allah kattndandır.» diye söyle­yenlere yazıklar olsun!"

Burada geçen, "yazıklar otsun " ifadesi için bir hadiste şöy­le Duyurulmuştur:

"Veyl, cehennemde bir vadidir."[179]

Ayette söz konusu edilen kitaptan kasıt muharref olanı yani değiş­tirilenidir. "Elleriyle" ifadesiyle de, "kendi kafalarından" uydurdukları ve Allah tarafından indirilmemiş olan, demektir. "Eller" ifadesi sadece te'kit içindir bu da te'kit anlamında kullanılan bir mecazdır.

"Elleriyle yazıp uydurdu kkuvıdan dolayı yazıklar olsun onlara! Ve ondan kazandık­larından -aldıkları rüşvetlerden- dolayı yazıklar olsun onlara!" [180]

 

80 - Yahudiler: "Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş do­kunmayacaktır." dediler. Onlara de ki: "Siz buna dair Allah'tan ke­sin bir söz mü aldınız? -ki Allah asla sözünden caymaz-, Yoksa siz AHah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi uydurup söylüyorsunuz?

 

"Yahudiler: «Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.» dediler." Bu sayılı günler ise Yahudilerin kırk gün buzağıya tapmış olmaları sayısıdır. Mücahit (v.102 / 720)'ten rivayete göre Yahudiler:

"Dünyanın ömrü yedi bin yıldır, dolayısıyla biz Yahudiler her bir bin yıla karşı sadece bir gün ateşte yanacağız, bu da toplam olarak yedi gün eder. "derlermiş.

'Onlara de ki: «Siz buna dair Allah"tan kesin bir söz mü aldınız?» " Yani Allah'ın, söylediğiniz miktann dışında sizi ateşte yakmayacağına ilişkin Allah size söz mü verdi?

"KiAllalı asla sözünden caymaz.-" Bu cümle mahzuf olan bir cümleye yöneliktir, onun da takdiri şöyledir:

"Eğer siz Allah'tan kesin bir söz almış iseniz öyleyse Allah asla sözün­den caymaz."

"Yoksa sîz Allah hakkında bilme­diğiniz şeyleri mi uydurup söylüyorsunuz?"

Ayetteki bu, edatı ya muadelet içindir, buna göre mana şöyle olabilir: "Yoksa siz Allah hakkında bildiğiniz bir şeyi mi, bilmediğiniz bir şeyi mi söylemektesiniz?" Veya bu edat, münkatiadır, dolayısıyla mana şöyledir: "Hayır hayır, bilakis siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz." [181]

 

81 - Ey Yahudiler! mesele sizin ileri sürdüğünüz gibi değil. Hayır hayır, asla öyle değil! Kim bir kötülük (günah) kazanır da işle­dikleri hataları kendilerini çepeçevre kuşatmışsa işte onlar cehen­nemliktirler. Onlar o cehennem ateşinde ebedî olarak kalıcıdırlar.

 

"Ey Yahudileri Mesele sizin ileri sürdüğünüz gibi değil. Hayır, hayır asla öyle değil!" Bu kelime nefıyden, yani olumsuz bir ifadeden ve red durumundan sonra manayı müsbete, olumluya dönüştürmek için ge­lir. Bu menfi (yani olumsuz) olan ifade de: "Bize asla ateş dokunmaya­cak. " ifadesi olup, bu kelime söz konusu bu manayı tersine, yani doğru olan şekline dönüştürerek "Hayır, öyle mesele sizin söylediğiniz gibi de­ğil, size hem de ebedî olarak azap dokunacaktır, " demektir. Çünkü, "On­lar orada ebedî kalıcıdırlar. " cümlesi bunun delilidir.

"Kim bir kötülük (günah) kazanır da —bir şirke girer ve bulaşır da-" Bu şekilde şirk olarak değerlendirme İbn Abbas, Mücahit ve daha başkalarından yapılmıştır.

"işledikleri hataları, kendilerini çepeçevre ku­şatırsa, " Yani kurtulabilmeleri noktasında tüm yollan kapanıp tıkanırsa, örneğin müşrik olarak Ölürlerse:

"İşte onlar cehennemliktirler."

Ancak mü'min olarak ölürler ve Allah'a itaate de değer verirlerse, buna imanları da devam ediyorsa, işte böylesi için günah kendisini çe­peçevre kuşatmış denemez. Dolayısıyla bu nass onu içine almış olamaz. İşte bu yoruma göre Mutezile ile Haricilerin farklı yorum girişimlerinin de bir anlamı kalmamış ve geçersiz olmuş olur.

Bunun bir yorumu da şöyle yapılmıştır:

"Nasıl ki, bir toplum bir düşman tarafından etrafı sarılıp kuşatilırsa, eğer tevbe ederek bundan kurtulmaya çalışmazsa işte günahın kişiyi kuşat­ması da buna benzer."

Kıraat imamlarından Nâfı, kelimesini çoğul olarak, olarak okumuştur.

"Onlar o cehennem, ateşinde ebedî olarak kalıcı­dırlar." [182]

 

82 - İman edip salih ameller işleyenlere gelince; işte onlar cen­netliktirler, onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar. [183]

 

83 - Yine hatırlayın, bir zamanlar İsrailoğulları'ndan; "Al­lah'tan başkasına ibadet ve kulluk etmeyin, ana babaya, yakın - uzak tüm akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilikte bulunun ve insanlara da güzellikle söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin." diye kesin söz almıştık. Sonra da içinizden pek azınız dışında yüz çevirdiniz ve ha­len de bu yüz çevirme durumunuzu sürdürüp duruyorsunuz.

 

"Yine hatırlayın, bir zamanlar İsrailoğullarından kesin söz almqtık" Bu son derece önemli bir şekilde ya­pılan bir kesin söz verişi te'kittir.

Allah'tan başkasına ibadet (kulluk) etmeyin" Bu ifade nehîy, yani yasaklama anlamında bir haber (bildirim)dir. Örne­ğin: "Filanca kimseye gidiyorsun, ona şunu da söylersin." cümlesi gibi. Bununla asıl söylenmek istenen şey emirdir. Yani, "Ona söyle." demek­tir. Çünkü bu şekildeki bir ifade, açık olarak, "Şunu yap, bunu yapma." gibi emir ve yasaklardan daha etkindir, daha beliğ ve edebidir. Çünkü, böylece sanki derhal verilen emre yapışılacak veya yasaklanan şey de ya­pılmayacak, anlamı çıkarılır. Zira ondan haber vermektedir.

Nitekim, Übey b. Ka'b'ın kıraati de bunu desteklemektedir. Übey bunu, olarak okumuştur. Ayrıca, kavli ât bunu te'kit etmektedir. Çünkü burada "Kavi" yani ifadesi muzmardır (gizlidir).

Kıraat imamlarından İbn Kesir, Hamza ve Ali ise, « O olarak okumuşlardır. Çünkü İsrailoğulları açık olarak zikrolunan bir isim­dir. Dolayısıyla açık olarak zikredilen isimlerin fiil kipleri de tümüyle gaip olurlar. Bunun manası, "ibadet (kulluk) etmesinler, "dir. Başındaki nasb edatı olan, hazfedilince (gizlenince) muzari fiil merfu kılınmış olur.

"Ana bahara iyilikte bulunun." Yani, iyilik yapın, iyilikte bulunun, demektir. Böyle olmalı ki, emrin atfı uygun gelmiş olsun. Bu emir de, daha önce ifade ettiğimiz gibi, kav­lidir.

"Yakın —uzak tüm akrabaya,yetimlere..."

Buradaki, kelimesi, "yetim" kelimesinin çoğuludur. Yetim, babasını kaybeden çocuktur ki, bu da sıfır yaşından bulûğ (ergen­lik) çağına kadar sürede olan bu özellikteki çocuklara verilen isimdir. Çünkü, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz bir hadislerin­de şöyle buyurmuşlardır:

"Bülüğ (ergenlik) çağından sonra yetimlik yoktur."481 "Ve yoksullara iyilikte bulunun."[184]

Kelime, "miskin" kelimesinin çoğuludur. Bu da, ihtiyaçlarını karşı­lamakta güçlük çeken kimse demektir.

"Ve insanlara da güzellikle söz söyleyin, namazı kılın, zekalı verin, diye kesin söz almışık."

Buradaki, kelimesi, bizatihi kendisi, güzelliği itibariyle güzel olduğundan, bu mastar kelimesi kullanıldı. Çünkü bu, istenilen mâ­nâ için en uygunudur.

Kıraat imamlarından Hamza ve Ali, bu kelimeyi, olarak okumuşlardır.

"Sonra da içinizden azınız dışında -ki bunların da Müslümanlığı kabul eden az sayıdaki Ya­hudiler olduğu söylenir- yüz çevirdiniz -verdiğiniz kesin sözden döndü­nüz onu terk ettiniz-. Ve halen de bu yüz çevirme durumunuzu sürdürüp duruyorsunuz." Siz öyle bir kavimsiniz ki, adetiniz gereği hep yüz çevirir, verdiğiniz kesin sözlerden döneklik edersiniz. [185]

 

84 - Ey Yahudiler! yine hatırlayın, hani birbirinizin kanını dökmeyeceğinize ve birbirinizi yurdundan çıkarıp sürgün etmeyece­ğinize dair sizden kesin söz almıştık. Nitekim, siz de her şeye şahit olarak bunu kabul etmiştiniz.                                                             

 

"Ey Yahudiler! Yine hatırlayın, hani birbirinizin kanını dökme-yeceğinize ve birbirinizi yurdundan çıkarıp sürgün etmeyeceğinize dair siz­den kesin söz almıştık." Yani; kiminiz kiminize böyle yapmayacaktı. Kan­larını dökmeyecek ve ülkeden çıkarmayacaktı. Çünkü bunlar eğer aynı dini veya soyu paylaşıyorlarsa aynen karşıdakini bizzat kendisi imiş gibi kabullenecekti. Bu inançları gereği böyle idi.

Farklı bir yorum da şöyledir: Eğer biri bir başkasını öldürürse, san­ki kendisini öldürmüş demektir. Çünkü öldüren kimse öldürülenin yerine kısas yoluyla Öldürülecektir.

''Nitekim, siz de sonra her şeye şahit olarak bunu kabul etmiştiniz." Siz de verilen sözü ikrar ettiniz ve kendi adınıza buna uymanın gerekli olduğunu da itiraf ettiniz. Kaldı ki, bütün bunlara da tanıksınız. Tıpkı, filan kimse kendi adına şunu kabul etti ve buna tanıklık etti, demek gibi bir ifade. Yahut da, de­mek, artık ey Yahudiler! Sizler bugün bile atalarınızın böyle bir söz ver­diklerini ikrar ediyor ve kabulleniyorsunuz, demektir. [186]

 

85 - Siz Öyle bir toplumsunuz ki, sonra da bütün bunlara rağ» men birbirinizi öldürüyor ve içinizden birtakımlarını ülkeden çıka­rıp sürgün ediyor, kötülük yapmakta ve düşmanlıkta onlara karşı birbirinizle yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak döner­lerse fidye vererek onları kurtarıyorsunuz. Oysa, onları yurtlarından çıkarıp esir kılmak size zaten haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir kısmına inanıyor ve bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bu şekilde yapanların cezası dünya hayatında rezillik ve ezilmişlik, kıyamet gününde de en şiddetli ve ağır azaba (cezaya) çarptırılmak­tır. Ve her ne yapıp ederseniz Allah bunların hiçbirinden gafil değil­dir.

 

"Siz öyle bir toplumsunuz ki, sonra da bütün bunlara rağmen birbirinizi öldürüyor,"

Buradaki, "Siz öyle bir toplumsunuz ki" ifadesiyle kendilerinden kesin söz alındıktan sonra giriştikleri öldürme, sürgün etme ve düşmanlık gibi olaylar sebebiyle adeta haklarında uzak bir olasılık gibi görülen ger­çek karşısında bir tür hayret ve şaşkınlık... Çünkü kesin söz vermişler, bunları verdiklerini de kabullenmişler ve ayrıca bunlara da tanıklık etmiş­lerdir. Bütün bu gerçeklere rağmen böyle yaparsınız ha, demektir.

zamiri mübtedadır. manasındadır. cümlesi, 'nin sılası - ilgi cümleciğidir. Do­layısıyla sılasıyla birlikte, mübtedasının haberidirler.

"Ve içinizden birtakımla-anı -Allah'a verdiğiniz kesin sözü gözetmeksizin- ülkeden çıkarıp sürgün ediyor," "kötülükyapmakta ve düşman­lıkta -masiyet ve zulümde- onlara karşı birbirinizle yardımlaşıyorsunuz."

Küfe kıraat okulundan Asım, Hamza ve Kisâî, olarak şeddesiz/tahfıf ile okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise şeddeli olarak, şeklinde kıraat etmişlerdir. Tahfif ile okuyanlar, iki harfinden birini hazfediyorlar. Ancak hazfedilen harfin ikinci har­fi olduğunu söyleyen de olmuştur. Çünkü asü dile ağırlık veren bu ikinci­sidir, demişlerdir. Kimisi de hazfedilen birincisidir, demişlerdir. Şeddeli olarak okumayı savunanlar, ikinci harfini 'ya kalbediyorlar ve sonra da idgam yapıyorlar.

"Eğer onlar size esir olarak dönerlerse fidye vererek onları kurtarıyorsunuz."

Kıraat imamlarından Ebu Amr, olarak, İbn Kesir ve İbn : Amir, şeklinde, Hamza, olarak ve okumuştur.

İster, ve ister, olarak okunsun hepsinin anlamı il aynıdır. kelimesi haldir ve "esir" kelimesinin de çoğuludur, Nitekim, da böyledir.

"Oysa onları yurtlarından çıkarıp esir kılmak size zaten haram kılınmıştır."

Buradaki zamiri, şan (dikkat çekme) zamiridir. Ya da bu müphem (kapalı) bir zamir olup, ibaresi bunun tefsi­ridir.

"Yoksa sız kitabın bir sız kitabın bir kısmına -esirlerin fidyesini verip kurtarmaya- inanıyor ve bir kısmını da — savaşmayı, öldürmeyi ve sürgün etmeyi- inkâr mı ediyorsunuz?"

Müfessir Süddi diyor ki:

"Allah Yahudilerden dört konuda kesin söz almıştır: öldürmeyi bırak­maları, ülkeden halkı çıkarmamaları, masiyet konusunda birbirleriyle yar-dımlaşmamaları ve esir düşenlerle ilgili fidye meselesi. Ancak Yahudiler fid­ye ödeyerek esirleri kurtarma meselesi dışında diğer konularda verdikleri ve yerine getirmekle emrolundukları tüm sözlerini unuttular, hepsinden dön­düler, yüz çevirdiler."

"Sizden bu şekilde yapanların -kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını da inkâr edenlerin- cezası dünya hayatında rezillik ve ezilmişlik," rüsvay olup bir hiç haline gelmek, "Kıyametgününde de en şiddetli ve ağır azaba (cezaya) çarptırılmaktır." Orada ne bir rahatlık ve ne ferahlık vardır. Ya da dünya azabından çok daha şiddetli, onunla kıyaslanamayacak bir azap ya da ceza.

"Ve her ne yapıp ederseniz Allah bun-ların hiçbirinden gafil değildir."

Kıraat imamlarından İbn Kesir, Nafi ve Ebu Bekir, harfiyle, olarak okumuşlardır. [187]

 

86 - İşte bunlar dünya hayatını ahiret hayatına karşılık satın alanlardır. Bu bakımdan bunların ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine yardım olunur.

 

"İşte bunlar dünya hayatını -alıcının tercihi misali- ahiret hayatına karşdık -tercih edip- sa­tın alanlardır."

"Bu bakımdan bunların ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine yardım olunur." Hiçbir kimse on­lardan azabı kaldırmak konusunda kendilerine asla yardımcı olmaz. [188]

 

87. —95. ÂYETLER

 

Mcâli

 

87. Yemin olsun biz Musa'ya Kitabı (Tevrat'ı) vermiştik. Peşinden de art arda elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cerbrail) ile destekledik. Ne var ki, ne za­man size gönlünüzün istemediği şeyleri getiren bir peygamber geldiyse, büyüklenip böylece kimini yalanlayacak ve kimini de öldüreceksiniz de­ğil mi?

88. Bir de Yahudiler kalkıp: "Kalplerimiz perdelidir." dediler. Ha­yır hayır, hiç de öyle değil! Aslında Allah onları inkârları yüzünden la­netleyip rahmetinden uzak tutmuştur. Dolayısıyla onlardan ancak pek azı iman ederler.

89. Ne zaman ki onlara Allah katından yanlarındaki Tevrat'ı doğ­rulayan bir kitap gelince -ki, daha önceleri kâfirlere karşı üstün gelmek için gelecek bu peygamberi ve kitabını ileri sürerek dua ederlerdi-, ancak bilip tanıdıkları o peygamber gelince, onu inkâr ettiler. İşte bundan dola­yı Allah'ın laneti kâfirlerin üzerine olsun.

90. Allah'ın dilediği kuluna peygamberlik ihsan etmesini kıskan­dıklarından ötürü Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'ı inkâr ederek bu şe­kilde kendilerini kaptırdıkları şu boş yere gururlanmaları ve kendilerini harcamaları ne fena bir şeydir! Böyle yapmakla onlar tekrar tekrar Al­lah'ın gazabını hep üzerlerine çektiler. Nitekim kâfirler için alçaltıcı ve perişan edici bir azap vardır.

91. Kendilerine: "Gelin, Allah'ın indirdiğine iman edin." denilince, o Yahudiler: "Biz sadece bize indirilen Tevrat'a iman ederiz." derler ve ondan sonra gelen Kur'an'ı (oysa Kur'an yanlarındaki Tevrat'ı da doğ­rulayan hak bir kitaptır) inkâr ederler. Onlara de ki: "Mademki inanıyor idiniz de neden dolayı Allah'ın daha önceki peygamberlerini Öldürü­yordunuz?"

92. Yemin olsun Musa size apaçık mucizelerle gelmişti. Ama siz sonra onun peşinden buzağıyı ilâh edinip tapmmıştımz ve böylece siz hakkı reddeden zalimlerden olmuştunuz.

93. Şunu da hatırlayın ki, hani sizden kesin söz almış ve Tur dağım da üstünüze kaldırıp yükseltmiş ve size: "Size verdiğimiz Tevrat'a var gücünüzle sarılın ve dinleyip içindekilerle amel edin!" demiştik. Yahudi­ler de: "Dinledik ve fakat karşı çıkıyoruz." dediler. Çünkü küfürleri (in­karları) yüzünden buzağıya tapınma sevdası gönüllerine iyice sinip yer­leşmişti. De ki: "Eğer iman ediyorsanız inancınız size ne kadar kötü bir şey emredip yaptırmaktadır."

94. De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu (cennet) diğer insanlara değil de sadece size mahsus kılınmış ise ve iddianızda da samimi ve doğ­ru iseniz Öyleyse ölümü istesenize!?"

95. Oysa onlar, Önceden ellerinin takdim ettiklerinden ötürü asla ve hiçbir zaman ölümü arzulamayacaklardır. Kaldı ki, Allah zalimlerin tüm yapıp ettiklerini her bakımdan bilendir. [189]

 

Tefsiri

 

87 - Yemin olsun biz Musa'ya Kitabı (Tevrat'ı) vermiştik. Pe­şinden de art arda elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cerbrail) ile destekledik. Ne var ki, ne zaman size gönlünüzün istemediği şeyleri getiren bir pey­gamber geldiyse, büyüklenip böylece kimini yalanlayacak ve kimini de öldüreceksiniz değil mi?

 

''Yemin olsun biz Musa'ya Kitabh (Tevrat'ı) vermiştik. Peşinden de cırt arda elçiler gönder­dik." Allah Tevrat'ı Hz. Mûsâ (Aleyhi's-Selâmf ya toptan, bir bütün halinde verdi.

Ayetteki, kelimesi türevleriyle birlikte bir şeyi izi sıra sürmek, izlemek, art arda, peş peşe gitmek gibi manalara gelir. Bizzat bi­rinin ardı sıra gitmek, demektir. Yani, Hz. Musa'nın peşi sıra bir çok peygamberler gönderdik. Örneğin; Hz. Yuşa, Hz. Eşmuyil, Hz. Şem'un, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Şa'ya, Hz. Ermiya, Hz. Uzeyir, Hz. Haz-kil, Hz. îlyas, Hz. Elyesa, Hz. Yunus, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve daha başkaları (Aleyhimü's-Selâtü ve's- Selâm) gibi.

"Meryem oğlu isa'ya da apaçık mucizeler verdik."

Meryem: Hizmet eden, hizmetçi manasınadır. Nahivcilere (Dilbi­limcilerine) göre, bu kelime, kalıbında bir kelimedir. Çünkü ke­lime kalıpları içerisinde, diye bir kalıp yoktur.

Beyyinat: Ölüleri diriltmek, doğuştan körleri iyileştirmek, baras (alaca) hastalığını tedavi etmek ve gaypten bilgi ve haber vermek gibi ap­açık mucize ve belgeler demektir.

"Ve onu Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destek­ledik. " Bu, temiz olan ruh demektir. Kırat imamlarından İbn Kesir, bu ke-Hmeyi, harfinin sükunu ile Kur'an'm geçen her yerinde olarak okumuştur. Yani mukaddes olan Ruh ile, demektir. Nitekim bu adeta diye kısaca işaret edilen "Hatemi Tai'nin cömertliği" tamlaması gibidir. Yani "Ruhu'l-Kudüs" de bunun gibi bir terkiptir (tam­lamadır). Ruhun "Kudüs" kelimesiyle nitelenmesi, tahsis ve takrib mak­sadıyladır ki bu, Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm)ın ruhunun şeytan tarafından dokunulmadığı ve bu manasıyla da Allah'a olan yakınlığı demek istenmiş­tir. Ya da Hz. Cebrail (Aleyhis-Selam) ile desteklenmesi sebebiyle ona böyle denmiştir. Çünkü Hz. Cebrail (Aleyhis-Selâm), İsa (Aleyhi's-Selâm). kalplere hayat veren şeyleri getirip onu destekliyordu. Nitekim Yahudiler Hz. İsa öldürmek için tuzaklara başvurup harekete geçmekle Cebrail (Aleyhi's-Selâm) onu göğe yükseltmişti. Yahut da Kur'an'da da belir­tildiği gibi İncil ile desteklemiştir. Çünkü şöyle buyurulmuştur:

"Emrimizden bir ruh ile.." [190]

Yahut da, okunmasıyla ölülerin diriltildiği İsm-i Azam duasiyla teyid ettik.

"Ne var ki, ne zaman size, gönlünüzün istemediği -sevip hoşlanmadığı- şeyleri ge­tiren bir peygamber geldiyse büyüklenip -hakkı kabulden kibirlilik göste-

rip-Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) İle Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gibi— kimim'yalatdayarali ve -Hz. Zekeri-ya (Aleyhis-Selâm) ve Hz. Yahya (Aleyin's-Selâm) gibi- kimini de öldüreceksiniz

değil mi

Ayette,  "öldürdünüz" ifadesi kullanılmadı, böylece âyet sonları arasında bir uyum olsun istendi. Ya da bundan amaç şu de­mek olabilir:

"Siz geçmişte peygamberler öldürmüştünüz, şimdi de Öldürmeyi sür­düreceksiniz değil mi? Ben onu sizden korumamış olsaydım Muhammed'i öl­dürecektiniz. Çünkü siz Muhammed'i öldürmenin planlarım yapıyor ve bu­nun yollarını arıyorsunuz. Nitekim sırf bu amaçla ona büyü yaptınız ve yine bu gaye ile ona zehirli koyun etiniyedirdiniz."

Mana şöyledir:

"Ey İsrailoğulları! Biz sizin peygamberlerinize verdiklerimizi size ver­miştik. Ne zaman ki onlardan bir peygamber hak olarak size gerçeği getir­mişse, siz ona imandan büyüklendiniz, kibirlilik gösterdiniz."

harfiyle ve buna taalluk eden şey (kelime) arasına bir tevbih (yani uyan ve ikaz) hemzesi girmiştir ve onları halinden hayret ve şaşkın­lık göstermektedir. [191]

 

88 - Bir de Yahudiler kalkıp: "Kalplerimiz perdelidir." dedi­ler. Hayır hayır, hiç de öyle değil! Aslında Allah onları inkârları yü­zünden lanetleyip rahmetinden uzak tutmuştur. Dolayısıyla onlardan ancak pek azı iman ederler.

 

"Bir de Yahudiler kalkıp: «Kalplerimiz perde­lidir.» dediler."

Âyette geçen, kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu şu demektir: "Kalplerimizin üzeri yaratılış gereği, tıpkı sünnetsiz kimselerdeki kılıf gibi kılıflı ve perdelidir, üstü kapatılmıştır. Bu itibarla Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) getirdikleri oraya ulaşmaz ve onları anlayıp kavramazlar." Çünkü, bu kelime henüz sünnetsiz olan kimsenin kabuklu olmasından müstear bir ifadedir.

Hayır hayır, hiç de öyle değil! Aslında Allah onları inkârları yüzünden lanetleyip rahmetinden uzak tutmuştur." Allah da bunların kalplerinin de aynen fıtrata uygun olarak yaratıldığını ve do­layısıyla hakkı kabul edebilecek bir kapasitede olduğunu bildiriyor, söy­ledikleri gibi bir kılıf olmadığını belirtiyor. Ancak onların uzaklaştırılma nedenleri küfürleri ve hak yoldan ayrılmaları, sapmalarıdır.

"Dolayısıyla onlardan ancak pek azı. iman ederler. Bu âyetteki, ifadesi, mahzuf bir mastarın sıfatıdır. Yani:

"İnanacak kimseler olarak ne de az sayıda iman eden insanlardır. " Yine âyetteki ise, zaidedir ve azlık manasını te'kit içindir. Yoksa nafıye değildir. Bu da onların kitabın bir kısmına iman etme anlamım içermek­tedir ki bu, zaten iman sayılmaz. Çünkü, Kitabın tamamına imanları yok­tur. Yine âyette geçen azlık yani killet manası, adem yani yokluk ve ol­mama manasınadır.

kelimesi, "Ğulüf" kelimesinin hafifletilmiş şeklidir. Nitekim böyle de, yani "Ğulüf" olarak da okunmuş­tur. Bu da, kelimesinin çoğuludur. Yani Yahudiler bununla de­mek istiyorlar ki: "Bizim kalplerimiz zaten ilimlerin kasasıdır. Bu açıdan bizim başkalarından ilim almaya bir ihtiyacımız da yoktur." Veya şöyle demektedirler: "Bizim kalplerimiz ilimlerin kasasıdır. Eğer senin getir­diklerin hak (gerçek) olsaydı, biz mutlaka onları kabullenirdik. "[192]

 

89 - Ne zaman ki onlara Allah katından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayan bir Kitap gelince -ki, daha önceleri kâfirlere karşı üstün gelmek için gelecek bu peygamberi ve kitabını ileri sürerek dua c-derlerdi-, ancak bilip tanıdıkları o peygamber gelince, onu inkâr et­tiler. İşte bundan dolayı Allah'ın laneti kâfirlerin üzerine olsun.

 

"Ne zaman ki onlara Allah'ın katından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayan bir Kitap gelin­ce," Yahudiler yanlarında bulunan Tevrat'a aykırı olmayan ve onu doğrulayan Kur'an gelince, daha önceleri kâfirlere karşı, üstün gelmek için gelecek olan bu peygamberi ve kitabını ileri sürerek dua ederlerdi," Yani, Allah'a şirk koşanlarla sava­şırlarken müşriklere karşı zafer elde etmek için bu gelecek olan peygam­beri ve kitabını öne sürerek zafer isterlerdi ve şöyle yakarırlardı:

"Allah'ımı Tevrat'ta niteliklerini gördüğümüz ve ahir zamanda son peygamber olarak göndereceğin peygamberin hürmetine bize yardım eyle, bizi zafere ulaştır."

Düşmanları olan müşriklere de derlerdi ki:

"Bizim söylediklerimizi doğrulayacak olan peygamberin gölgesinin zamanı gelip bizi gölgeleyecektir (pek yakın bir zamanda çıkıp gelecektir). işte biz onun emri altında tıpkı Ad ve İrem kavimleriyle olan savaş gibi size karşı savaşıp sizi öldüreceğiz."

"Ancak bilip tanıdıkları o peygamber gelince, onu inkâr ettiler."

Ayetteki mevsuledir. Yani: tanıdıkları takdirin­dedir. Bu, geldi" fiilinin failidir. Hz, Peygamber (Sallallahu A-leyhi ve Sellem)i inkâr nedenleri de; çekememeleri, makam ve mevkilerinin elden çıkacağı ve azgınhları idi.

"işte bundan dolayı Allah'ın laneti kâfir­lerin üzerine olsun." Aslında bu, "onların üzerine... " olmaydı. Ancak burada, zamir yerine özellikle ismin kendisi (ism-i zahir) ya­ni kâfirler ismi getirildi. Bunun da sebebi, özellikle onların böyle bir ce­zaya (lanete çarptırılmaya) lâyık görülmeleri küfür ve inkârları sebebiyle bunu hak etmiş olmalarını net olarak göstermek maksadıyladır.

Bu, kelimesinin başında yer alan, harf-i tarif, yani ahd için yani âyette sözü edilenleri amaçlayan bir mana için olabileceği gibi, cins için de olabilir. Dolayısıyla bu manada olan herkesi içerir. Bu da öncelikli olarak âyette sözü edilenleri, yani Yahudileri içerir.

Ayetteki ilk edatının cevabı gizlidir. Bu da Örneğin: "Onu yalanladılar" ibaresi olabilir. Yahut da, ilk ile ikinci 'nın cevabıdır. Çünkü ikisinin de gerektirdiği mana ay­nıdır. [193]

 

90 - Allah'ın dilediği kuluna peygamberlik ihsan etmesini kıs­kandıklarından ötürü Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'ı inkâr ede­rek bu şekilde kendilerini kaptırdıkları şu boş yere gururlanmaları ve kendilerini harcamaları ne fena bir şeydir! Böyle yapmakla onlar tekrar tekrar Allah'ın gazabını hep üzerlerine çektiler. Nitekim, kâ­firler için alçaltıcı ve perişan edici bir azap vardır.

 

Allah'ın dilediği kuluna peygamberlik ihsan etmesini kıskandıklarından ötürü Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'ı inkâr ederek inkâr ederek bu şekilde kendilerini kaptırdıkları şu boş yere gururlanma­ları ve kendilerini harcamaları- "Ne fena bir şeydir!"

kelimesinde bulunan harfi, kelimesinin fai­lini tefsir eden (açıklayan) nekra-ı mevsufedir. Yani, "Ne kötü şeydir" demektir. "Canlarını sattıkları, kendilerini kaptır­dıkları, harcadıkları şey ne kötüdür!" demektir.

Burada mahsus-u b'iz-zem de, cümlesidir ki, "Allah'ın indirdiğini inkâr etmeleri" demektir. Yani canlarım verip karşılığında satın aldıkları o kötü şey küfürdür, inkarcılıktır. Allah'ın in­dirdiği de Kur'an'dır. Bunu inkâr etmişlerdir.

''Allahı kullarından dilediği kimseye -ki bu kimse Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dir— fazlu kereminden -olan vahyi- indirmesini çeke­medikleri iç ti ..."

Burada, kelimesi mefulün lehtir. Kendileri lehine olmayan bir şeyi istemelerinden, çekemediklerinden, haset ettiklerinden, demektir ki bu da, kelimesinin illetidir. ibaresi, "Allah 'w indirmesi sebebiyle " demektir veya  "Allah'ın indirmesi üzerine" demektir. Yani:

"Allah 'in onu indirmesi üzerine çekemediler, haset ettiler" demek­tir. yani, fazlından demek vahyetrnesiyle ve vahyinden, de­mektir. kullarından dilediği kimseden murat İse Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)dir.

''Böyle yapmakla onlar tekrar tekrar Al-lalını gazabını hep üzerlerine çektiler." Böylece art arda Allah'ın gazabını hakkettiler. Çünkü, onlar hak olan peygamberi inkâr ettiler ve ona karşı isyana kalkıştılar, onu çekemediler. Ya da Hz. İsa (Aleyhis-Selâm) dan sonra Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de inkâr ettiler. Bütün bunlardan ötürü gazaba uğradılar. Ya da:

«Uzeyir Allah'ın oğludur.»  [194]

âyetinde geçen ifadelerinden sonra veya:

"Allah'ın eli bağlıdır."[195]

ifadelerinden veya buna benzer daha başka davranışlarından dolayı Al­lah'ın gazabını hep üzerlerine çektiler.

"Nitekim, kâfirler için alçaltıcı ve perişan edici -zelil kılan- bir azap vardır."

Burada, kelimesi ve bu baptan (kalıptan) benzeri kelimeleri kıraat imamlarından Ebu Amr hemzesiz olarak, olarak oku­muştur. Ayrıca Mekke ve Basra Kur'an okulundan olanlar da, kelimesini şeddeli olarak değil hafifletilmiş şekliyle, yani şeddesiz ola­rak, olarak okumuşlardır. Yani, İbn Kesir ile Ebu Amr böyle okumuşlardır, [196]

 

91 - Kendilerine: "Gelin, Allah'ın indirdiğine iman edin." de­nilince, o Yahudiler: "Biz sadece bize indirilen Tevrat'a iman ede­riz." derler ve ondan sonra gelen Kur'an'i (oysa Kur'an yanlarındaki Tevrat'ı da doğrulayan hak bir kitaptır) inkâr ederler. Onlara de ki: "Mademki inanıyor idiniz de neden Allah'ın daha önceki peygam­berlerini öldürüyordunuz?"

 

"Kendilerine: «Gelin, Allah'ın in­dirdiğine iman edin», denilince," Yahudilere, gelin Kur'an'a veya mutlak manada Allah'tan gelen tüm kitaplara iman edin, denildiği zaman:

Yahudiler: «Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) iman ederiz.», derler."

"Ve ondan sonra gelen Kur'an'ı inkâr ederler." Yahudiler böyle derler ve fakat buna rağmen Tevrat'tan sonra gelen Kur-an'ı da inkâr ederler.

"Oysa, o Kur'an, yanlarındaki Tevrat'ı da doğrulayan hak'bir kitaptır." Tevrat'a aykırı bir kitap değildir. Burada aynı zamanda Yahudilerin, "Biz, bize inene iman ederiz." tarzındaki söz­lerine de bir cevap ve reddiye bulunmaktadır. Çünkü; madem ki Tevrat'a uygun olarak gelen bir kitabı inkâr ettiler, bu, onların Tevrat'ı da inkâr etmeleri demektir. Âyetteki, "doğrulayan" kelimesi te'kit için gelen bir haldir.

"Onlara de ki: «Mademki inanıyor idiniz de neden Allah'ın daha önceki peygamberlerini .öldürüyordunuz?»" Bu, "Neden Öldürdünüz?" demektir. Burada gelecek zaman kipi, "öldürüyorsunuz" ifadesi kullanılmakla birlikte bu, dili geç­miş zamankipiyerindeyani, "Öldürdünüz" manasındakullanılmıştır. Çün­kü, mananın böyle olduğunu, kısmı göster­mektedir. Yani; Muhammed (Sallaiiahu Aleyhi ve Sellem) den önce... demektir. Tevrat'a iman ettiklerini söylemelerine ve iddialarına rağmen peygam­berleri Öldürmeleri konusuna bir itirazdır bu. Çünkü; Tevrat da, peygam­berlerin öldürülmesini asla uygun bulmaz. Anlatıldığına göre Yahudiler bir gün içinde üç yüz peygamberi Kudüs'te (Beyt'i Makdis'te) öldürmüş­lerdir. [197]

 

92 - Yemin olsun, Musa size apaçık mucizelerle gelmişti. Ama siz sonra onun peşinden buzağıyı ilâh edinip tapınmıştınız ve böylece siz hakkı reddeden zalimlerden olmuştunuz.

 

"Yemin olsun, Musa size apaçık mu­cizelerle gelmişti." Dokuz mucize ile dönüp gelmişti.

Kıraat imamlarından Ebu Amr, Hamza ve Ali, kelimesin­deki harfini fıilindeki harfine idgam etmişler (kat­mışlar) ve öyle kıraat etmişlerdir; yani, olarak Kur'­an'm her yerinde bu kelimeyi böyle okumuşlardır.

"Ama siz sonra onun peşinden -Hz. Mûsâ (Aleyhi's-Selâm) Tur dağına çıkmasının peşinden- buzağıyı ilâh edinip tapınmıstınız."

"Ve böylece siz hakkı reddeden zalimlerden olmuştu­nuz. " Bu cümle hal cümlesidir. Yani:

"Siz ibadet yapılmaması ve edilmemesi gereken bir yerde bir şeye tapı­narak yerinde yapmadınız. Oysa buzağıya değil, Allah'a ibadet ve kullukta bulunacaktınız."

Ya da bu bir itiraz, yani parantez cümlesidir. Yani: "Siz, adetleri zulmetmek olan bir kavim ya da toplumsunuz[198]."

 

93 - Şunu da hatırlayın ki, hani sizden kesin söz almış ve Tur dağını da üstünüze kaldırıp yükseltmiş ve size: "Size verdiğimiz Tev­rat'a var gücünüzle sarılın ve dinleyip içindekilerle amel edin!" de­miştik. Yahudiler de: "Dinledik ve fakat karşı çıkıyoruz." dediler. Çünkü, küfürleri (inkârları) yüzünden buzağıya tapınma sevdası gö­nüllerine iyice sinip yerleşmişti. De ki: "Eğer iman ediyorsanız inan­cınız size ne kadar kötü bir şey emredip yaptırmaktadır."

 

"Şunu da hatırlayın ki, hani sizden kesin söz atmış ve Tur dağını da üzerinize kaldırıp yükseltmiş, ve: «Size verdiğimiz Tevrat'a var gücünüz­le sardın ve dinleyip içindekilerle amel edin!» demiştik." Bu âyette de Tur dağının kaldırılıp yükseltilmesi oiayı tekrarlanmaktadır. Bunun nedeni ilk âyettekinden farklı bazı bilgilerin yer alması nedeniyledir. Oysa, ilk âyet­te burada sözü edilen hususlar yer almamıştı. Dileyen oraya (Bakara, 63) bakabilir.

Tevrat'ta yer alan ve sizden istenilenleri dinleyin, emredilenleri yerine getirin. "Yahudiler de -senin sözünü- dinle­dik ve fakat -senin emrine- karsı çıkıyoruz, dediler." Burada yüce Allah'ın ifadesi onların cevaplarına uygun düştü. Çünkü, yüce Allah onlara şöyle buyurmuştu:

"Dinleyin! Ancak sizin dinlemeniz, size söyleneni duyup kabullenmek ve itaat manasında bir işitme veya dinleme olsun." İşte Yahudiler de bunun üzerine dediler ki:

' "Biz dinledik; ama, itaat etmek üzere bir dinleme değil bizimkisi."

"Çünkü küfürleri (inkârları) yüzünden buzağıya tapınma sevdası gönüllerine iyice sinip yerleşmişti" Buzağıya tapınma sevgisi bir parçaları olmuştu, ona tapınmaya oldukça düşkün idiler. Adeta elbiseye boya maddesinin sinip onun bir parçası ol­duğu gibi o da öyle olmuştur.

kavli, buzağıya tapma sevgisinin yerleştiği mekan ya

da mahal demektir. Burada muzaf olan kelime mahzuftur (gizlidir). küfürleri yüzünden, küfürleri sebebiyle demektir. Bir de teşbih inancına sahip olmaları bakımından, demektir.

"De ki: Eğer —Tevrat'a— iman ediyorsanız inancınız size ne kadar kötü bîr şey emredip yaptırmaktadır." Çünkü; Tevrat'ta buzağıyı ilâh edinmek ve ona tapınmak yoktur.

Âyette, "emrin" Yahudilerin imanlarına ve imanlarının da kendile­rine izafe edilmesi sırf onları tahkir ve aşağılamak maksadıyladır. cümlesi de Yahudilerin imanlarının şüpheli olduğu gerçe­ğine işaret etmektedir ve davalarının doğru olmadığına, mü'min olmadık­larına dair bir kötüleme ve ikazdır. [199]

 

94 - De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu (cennet) diğer in­sanlara değil de sadece size mahsus kılınmış ise ve iddianızda da sa­mimî ve doğru iseniz öyleyse ölümü istesenize!"

 

«Allah katında ahiret yurdu (cennet) diğer insanlara değil de sadece size mahsus kılınmış ise...» "

Burada, zarftır. ise, fiilinin haberidir. kelimesi de, 'den haldir. Yani; sadece size ait­se, sizden başkaları girmeyecekse ve bu da gerçek ise, kısaca bu konudaki "Ancak Yahudiler cennete girecekler"[200] de geçen sözünüz doğru ise ve sizden başka diğer hiçbir kimse cennete girmeyecekse.

"Ve iddianızda da samimi ve doğru iseniz öyle ise Ölüm istesenize!?" Çünkü bir kimse ya da toplum ke­sin olarak kendilerinin cennet ehli olduklarını bilmeleri halinde, bu dün­yanın sıkıntılarından ve şaibelerinden bir an önce kurtulmak için orayı özler. Nitekim cennet ile müjdelenen on sahabeden her biri bir an Önce ölüp oraya gitmelerini arzu eder oldukları ta bize kadar nakledilegelmiş-tir. Hep onu özlemini duymuşlardır. [201]

 

95 - Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden (yapıp ettiklerinden, işlediklerinden) ötürü asla ve hiçbir zaman ölümü arzulamayacaklardır. Kaldı ki Allah zalimlerin tüm yapıp ettiklerini her bakımdan bilendir.

 

"Oysa onlar asla ve hiçbir zaman ölümü arzulamayacaklardır."

Burada, zarf olarak mansubtur. Yani Yahudiler yaşadıklan müddetçe asla ölümü arzulamayacaklardır.

"Önceden ellerinin takdim ettiklerinden (yapıp ettiklerinden, işlediklerinden) ötürü., ..." Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) iman etmemeleri, onu inkâr etmeleri, Allah'ın kitabını tahrif edip değiştirmeleri ve daha buna benzer başka şeyler yüzünden onlar hiçbir vakit ölmeyi istemezler. İşte Kur'an'ın verdiği bu bilgiler de mucizedir­ler. Zira gaypten, bilmediğimiz ve haberdar olmadığımız konular hakkın­da bize bilgiler aktarmaktadır. Nitekim, Kur'an ve Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nasıl haber vermiş ise, olaylar aynen cereyan etmiştir. Nitekim, Bakara, 24, ayette, "...ki asla yapamayacaksınız..." kavli de bu gerçeği bildiriyor. Eğer gerçekten Yahudilerin bu yolda bir istek ve te­mennileri bulunmuş olsaydı, diğer olaylar bize kadar nasıl aktanlagelmiş ise bu da aynen Öylece nakledilip bizlere ulaşırdı.

"Kaldı ki; Allah, zalimlerin tüm yapıp ettikle­rini her bakımdan bilendir." İşte âyetin bu noktası iman etmeyenler ve özellikle de Yahudiler için bir tehdit manası içermektedir. [202]

 

96. — 105. ÂYETLER

 

Meali

 

96. Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya çok daha düşkün oldukla­rını, hatta her biri bin yıl ömür sürmeyi arzulayan müşriklerden de daha çok yaşamaya düşkün olduklarını bulur ve görürsün. Oysa uzun bir ömür hayat sürmeleri onları asla azaptan kurtaracak değildir. Kaldı ki, Allah onların tüm yaptıklarını tam ve eksiksiz olarak görür.

97.  De ki: "Kim Cebrail'e düşman ise, iyice bilmelidir ki, Allah'ın izniyle Öncekileri doğrulayan, mü'minler için de bir hidâyet kaynağı ve müjdeleyici olarak Kur'an'ı senin kalbine indiren odur."

98. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa iyice bilsinler ki; Allah inkarcı kâfirlerin düşmanıdır.

99. Yemin olsun ki, biz sana apaçık âyetler (mucizeler) indirdik. Bilmelisin ki, bunları hakkın karşısına dikilen fasiklardan başkası inkâr etmez.

100. Yahudiler ne zaman bir antlaşma yaptılarsa içlerinden bir gu­rup o antlaşmayı hiçe sayarak bozmadı mı? Bilakis, onların çoğu zaten iman etmezler.

101. Ne zaman ki kendilerine, yanlanndakini doğrulayan bir elçi Allah tarafından geldiyse, kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı Al­lah'ın kitabını hiçe sayarak, sanki onu hiç bilip tanımıyorlarmış gibi arka­larına atıp terk ettiler.

102. Yahudiler Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanlann uy­durup söylediklerine uydular. Oysa, Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı, ancak şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar halka sihri ve Babil'de Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Oysa o iki melek herkese, "Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!" diye uyarmadıkça hiçbir kimseye büyü (sihir) ilmini öğretmezler-di. Onlar o iki melekten koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğre­niyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadan büyücüler hiçbir kimseye zarar verecek değiller. Böylece onlar kendilerine fayda verecek olanı değil de zarar verecek olanı öğrenirler. Yemin olsun ki onlar, büyüyü tercih edip satın alanların (büyüye inananların) ahiretten bir nasiplerinin (paylarının) olmadığını kesin olarak bilirlerdi. Karşılığında canlarım satıp verdikleri şey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!

103. Eğer onlar hakkıyla iman edip de sihirden uzak dursalardı, bundan dolayı mutlaka Allah katında alacakları mükafat kesinlikle daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilip anlasalardı!

104. Ey iman edenler! Muhammed'e, "Raina!" diye seslenmeyin. Ve: "Unzurna!" diye çağırın ve size söylenenleri dinleyin! Kâfirler için acıklı bir azap vardır.

105. Kitap ehlinden olan kâfirler olsun ve başka şeyleri ilâhlaştıran müşrikler olsun Rabbiniz tarafından size herhangi bir hayrın (vahyin) in­dirilmesini arzu etmezler. Oysa Allah rahmet denilen vahyini dilediği ku­luna tahsis eder. Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir. [203]

 

Tefsiri

 

96 - Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya çok daha düşkün ol­duklarını, hatta her biri bin yıl ömür sürmeyi arzulayan müşrikler­den de daha çok yaşamaya düşkün bulursun. Oysa uzun bir ömür hayat sürmeleri onları asla azaptan kurtaracak değildir. Kaldı ki, Allah onların tüm yaptıklarını tam ve eksiksiz olarak görür.

 

"Yemin olsun ki, sen onları yasamaya daha düşkün bulursun."

Burada, zamiri ile, kelimesi fiilinin iki mef uludurlar. Bu kelimenin nekra oluşu ile, belli bir hayat mu­rat olunmaktadır' Bu da, uzun olması arzulanan hayattır. Çünkü bunu, olarak okumak, Übeyy'in kıraati olan, kı-raatinden belagat noktasından daha etkindir.

"Halta her biri bin yıl ömür sürmeyi arzulayan müşriklerden de daha çok yasamaya düşkündürler."

Burada, cümlesi bir öncesinin manası üze­rine matuftur. Çünkü, ibaresinin manası, takdirindedir. Evet buna göre, müşrikler de mana itibariyle, yani, halk ifadesi içerisinde yerlerini almış oldular. Ancak halk ifadesinin için­de yer almış olmalarına rağmen ayrıca müşriklerin zikredilmesi, bunlara hayata olan düşkünlüklerinin diğer insanlara nazaran daha çok olmasın­dandır. Nasıl ki, melekler ifadesi içerisinde yer almalarına rağmen ayrıca Cebrail ve Mikail'den özellikle zikredilmesi onların önemini göstermekte ise, işte bu da aynen böyledir.

Yahut da, "bunların müşriklerden de çok yaşamaya düşkün olduk­ları " manası murat olunmuş olabilir. Bu ifadeye, cümle­si delâlet ettiğinden hazf olunmuş (gizlenmiş) olabilir.

Doğrusu burada büyük bir uyan yer almaktadır, tevbih vardır. Çün­kü müşrikler ahiret hayatına, akıbete iman etmezler ve onlar sadece bu dünya hayatını var kabul ederler. Dolayısıyla onların dünya hayatına düş­künlükleri garipsenmemeli. Çünkü onların cenneti burasıdır.

Eğer kendilerine kitap verilmiş olanlar, ahiret (ceza) gününe iman ettikleri halde çok yaşama isteği bu denli fazla ise elbette onlara yapıla­cak olan uyarı ya da tevbih daha büyük olacaktır ve bunu hak etmektedir­ler. Ancak kitap ehlinden böylesine yaşamaya müşriklerden daha fazla düşkünlüklerinin artmış olması, bunların cehenneme kesin gideceklerini bilmiş olmalarından ileri gelmektedir. Zira kendi durumlarını bilmekte­dirler. Oysa müşrikler bunu bilmezler. Bir de, kavli, yeniden hayata başlama manasında, bunların ne kadar buna düşkün olduklarını açıklamak içindir.

Bir yoruma göre de, "müşriklerden de çok.. " ifadesinden kasıt, me-cûsîler, yani ateşe tapanlardır. Çünkü bunlar kralları için, "Bin Nevruz yaşa, hayat sür!" şeklinde dua ederlerdi. Abdullah İbn Abbas'm rivayeti­ne göre, acemler yani Arap olmayanlar, "Bin yıl ömür sür!" diye dua ederlermiş.

Cümlesinin yeni (ayrı) bir cümle olarak değer­lendirilmesi de mümkündür. Buna göre mana şöyledir: "Yahudilerden öylesi insanlar da vardır ki,.. " buna göre burada mevsuf mahzufdur (giz­lidir). Dolayısıyla, "Şirk koşanlar" ifadesinden işaret olunanlar Yahudilerdir. Çünkü bunlar, Uzeyir Allah'ın oğludur, demektedirler.

"Oysa uzun bir ömür hayat sürmeleri onları asla azaptan kurtajucak değildir."

Buradaki, zamiri, racidir (işaret eder). kelimesi, 'nin failidir. Yani; "Onlardan herhangi birisinin uzun bir ömür sürmesi, onu cehennem ateşinden uzak tutacak değildir." demektir. Ayrıca, zamirinin müphem (kapalı) olması ve kelimesinin de onu açıklayan olması da mümkündür. kelimesi "uzaklaştırmak" manasınadır.

"Camiu'1-Ulûm" ve başka eserlerde belirtildiği gibi, ke­limesi, manasınadır. Çünkü burada, kelimesi, yerinde gelmiştir. Dolayısıyla, fiili olan, ile birlikte mas­tar manasındadır. Bu da, kelimesinin mef ulüdür. Yani; "Onlar­dan her biri ister ki bin yıl yaşasın."

"Kaldı ki, Allah onların tüm yaptıklarını tam ve eksiksiz olarak görür." Yani, sözü geçen kâfirlerin yapıp ettiklerini gö­rür ve buna göre de onları cezalandırır.

Kıraat imamlarından Yakup, kelimesini, harfiyle olarak okumuştur. [204]

 

97 - De ki: "Kim Cebrail'e düşman ise, iyice bilmelidir ki, Al­lah'ın izniyle öncekileri doğrulayan, mü'minler için de bir hidâyet kaynağı ve müjdeleyici olarak Kur'an'ı senin kalbine indiren odur."

 

Deki «Kim Cebrail'e düşman ise,» "

Bu âyette geçen Cebrail ismi, kıraat imamlarından İbn Kesir'e göre hemzesiz olarak, harfinin fethası (üstünü) ve harfinin de kesrasıyla (esresiyle) olmak üzere, okumuştur. harflerinin fethalı ve hemzeli olarak Hafs dışında Hamza, Kisâî ve Halef, olarak okumuşlardır. Bu kıraat imamlarının dışındakiler de, görüldüğü gibi ve harflerinin esresi ve hemzesiz olarak, okumuşlardır. Kelime hem marife ve hem de ucmelik (yani Arapça kökenli) olmaması nedeniyle gayri munsariftir. Cebrail kelimesi­nin manası Allah 'in kulu anlamında Abdullah demektir. Çünkü "cebr" Süryani dilinde Yani kul, köle manasınadır. ise Allah'ın adıdır.

Anlatıldığına göre Yahudi din bilginlerinden olan İbn Surya, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İle tartışır Ve Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

  Sana vahyi indiren kimdir? Kim getirir?" diye sorar. Hz. Pey­gamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de:

— Cibril'dir, diye cevaplar. Bunun üzerine İbn Surya:

— O zaten bizim düşmammızdır. Eğer sana vahyi indiren Cebrail de­ğil de bir başka melek olsaydı mutlaka sana iman ederdik. Hem o bize defa­larca düşmanlıkta bulundu durdu. Bunun en ağır olanı da, bizim peygam­berimize gelip Beyt-i Makdis'in Buhtunnasar tarafından yakın bir gelecekte tahrip edileceği haberiydi. İşte bunun üzerine biz de, o henüz bir şey yapa­mayacak miskin (zavallı) bir çocuk iken onu öldürecek birini gönderdik. Fa­kat Cebrail buna engel oldu ve:

"Eğer Rabbiniz ona sizi helak etmesi emrini vermiş ise, Allah sizi onun başına musallat kılmaz (size bu fırsatı vermez). O gelip mukadder olanı yapar. Fakat eğer o bunu yapmayacaksa bu takdirde hangi suça dayanarak onu öldüreceksiniz?" dedi.[205]

"iyice bilmelidir ki, Kur'an'ı senin kalbine indiren O'dıır." Senin kalbine Kur'an'ı indiren Cebrail'dir.

İşte bu türden izmar (gizleme), yani Önceden ilgiliden söz etmek­sizin olan izmar, burada malum şey ile ilgili durumun azametinden ve ol­dukça yaygın bir şöhrete sahip olmasından ileri gelmektedir. Sanki bizzat onun kendisine delâlet eder gibi. Dolayısıyla onun niteliklerinden herhan­gi birine işaretle, açık olarak ismini anmanın yerine yeterli buluyor. Aynca ismi zikretmeye gerek duymuyor.

Burada, ifadesiyle, bizzat onu sana hıfzettirmekle, unutturmamakla, demektir. Ancak burada kalp ifadesine yer verilmesinin sebebi, bunun ezber, hıfzetme, koruma yeri olması nedeniyledir. Örne­ğin; bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Onu Ruhu'l-Emin (Cebrail) senin kalbine indirmiştir.[206]

Oysa burada uygun ifade olarak, "Benim kalbime indirdi." denme­liydi. Ancak bu, Allah'ın kelâmını -sözünü hikaye- anlatma yoluyla onunla konuştuğu gibi gelen bir ifadedir. Bundan ötürü de böyle gelmiştir.

Bir de, ifadesinin şartın cezası olması da doğru ola­bilir. Çünkü bunun takdiri şöyledir:

"Eğer kitap ehlinden, yani Yahudi ve Hristiyanlardan herhangi biri Cebrail'e düşmanlık gösteriyorsa, bununla birlikte Cebrail'in ona düşmanlık beslemesinin bir manası yoktur. Çünkü Cebrail, kendisinden önce indirilmiş olan kitapları da doğrulayan bir kitap indirmiştir. Eğer adil hareket etseler ve insaflı olsalardı mutlaka onu severlerdi. Bununla da kalmayıp onlara faydalı olacak bir şeyi indirdiği ve onlara indirileninin şahinliğini bildirdiği için de kendisine teşekkürde bulunurlardı,"

Bir diğer yoruma göre de bunun şartı mahzuftur ve takdiri de şöy­ledir:

"Kim Cebrail'e düşman olursa o derhal öfkesinden gebersin! Çünkü senin kalbine vahyi Allah'ın izniyle (emriyle) indiren odur."

"Öncekileri doğ­rulayan, mü'minler için de bir hidâyet kaynağı ve müjddeyici olarak -Kur'an'ı senin kalbine indiren odur-." Aslında bu, Yahudilere bir cevap nite­liğindedir ve onların söylediklerini reddetmektedir. Çünkü, Yahudiler di­yorlardı ki:

"Cebrail hep savaş ve şiddetle gelir, bunları indirir." Dolayısıyla buna şöyle cevap veriliyor:

"O aynı zamanda hidâyet ve müjdelerle de iner."

ibaresi burada, fülindeki zamirden haldir. Yani "Ona verilen iznin bir gereği olarak..." demektir. Kelimesi de, kelimesindeki, zamirinden haldir. Nitekim, ifadesi de, haldir ve, takdirindedir.

Batmîler derler ki: "Kur'an şu anda bizim okumakta olduğumuz harflerle Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). indirilmedi. Ancak onun kal­bine ilham olarak indirildi. Fakat Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onu Arapça olarak ve şu anda okumakta olduğumuz harflerle aktardı. Asıl Kur'an işte o batında ilham olunan Kur'an olup, şu andaki lâfızlarla oku­duğumuz değildir. Çünkü Allah, "Onu Cebrail senin kalbine ... indirdi" buyurmuştur."

Ancak Ehli Sünnet olarak biz de deriz ki:

Bu yanlış ve fasid bir iddiadır. Çünkü, Allah Kur'an'ı hayret uyan­dıran nazmıyla mucize kılmıştır. Bu manasıyla o bir mucizedir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor:

"Haydi onun benzeri bir sûre getirint"[207]

Yine şöyle buyurmuştur:

"Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik..."[208]

İşte bu, bakmaya, okumaya taalluk etmektedir (işaret etmektedir), ilhama değil. [209]

 

98 - Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâile düşman olursa, iyice bilsinler ki, Allah inkarcı kâfirlerin düşmanıdır.

 

Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, meleklerine, Cebrail'e veMikaile düş­man olursa..."

Kıraat imamlarından Ebu Amr, Yakup ve Hafs, olarak okumuşlardır. Ancak kıraat imamlarından Nâfî ve Ebû Cafer ise, bunu tıpkı, kalıbında, olarak hemzenin ihtilasıyla (yani harfi olmaksızın) okumuşlardır. Bunların dışındaki kıraat i-marnları da, med ile ve hemzenin kesrasıyla harfi de olmak kaydıy­la, tarzında okumuşlardır. Özellikle faziletlerinden ve diğer meleklerden üstünlükleri nedeniyle bu iki melek ayrıca isimleri zikredil­mekle belirtilmiştir ki, sanki bu ikisi başka bir cinsten imiş gibi gösteril­di. Çünkü, nitelik açısından olan farklılık, zat bakımından olan farklılık yerine geçer.

"İyice bilsin ki, Allah inkarcı kâfirlerin düş­manıdır." Âyette bizzat kâfirler diye açık olarak belirtildi. Oysa "Onlara" diye zamir gelebilirdi. Ancak zahir olarak getirilmesi, "Allah'ın, onlara küfürleri yüzünden düşman olduğu gerçeği anlaşılsın." diyedir. Çünkü nasıl ki peygamberlere düşmanlık küfür nedeni ise, meleklere de düş­manlık aynen peygamberlere olan düşmanlık gibi kütür sebebidir. Kin onlara düşmanlık ederse, Allah da onlara düşmanlıkta bulunur ve düşma­nıdır. [210]

 

99 - Yemin olsun ki; biz sana apaçık âyetler (mucizeler) indir­dik. Bilmelisin ki, bunları hakkın karşısına dikilen fasıklardan baş­kası inkâr etmez.

 

'Yemin olsun ki; biz sana apaçık âyetler (mucizeler) indirdik. Bilmelisin ki, bun­ları, hakkın karşısına dikilen fasıklardan başkası inkâr etmez." Fasıklar, kâfirlerden tereddüt içinde olan kesimdir.

kelimesinin başındaki harfi cins manasındadır, bu da kâfirler demektir. Fakat en güzel yorumu bunun, kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlara işaret ettiğidir.

İbn Abbas (Radıyallahu Anh) tan rivayete göre, Yahudi bilginlerinden İbn Surya, Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve sellem):

"Sen bize bizim bilip tanıdığımız hiçbir şey getirmedin, sana tabi ola­bileceğimiz bir âyet de sana indirilmedi." der. İşte bunun üzerine bu âyet inmiştir.[211]

 

100 - Yahudiler ne zaman bir antlaşma yaptılarsa içlerinden bir grup o antlaşmayı hiçe sayarak bozmadı mı? Bilakis onların çoğu zaten iman etmezler.

 

"Yahudiler ne zaman bir ant­laşma yaptılarsa, içlerinden bir grup o antlaşmayı hiçe sayarak bozmadı mı?"

Burada, bir mahzuf ifadeye atıf içindir. Bunun takdiri de şöyledir:

"Apaçık âyetleri inkâr mı ettiler? Onlar ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, o antlaşmayı bozdular ve terk ettiler, geri ittiler."

Yine âyette, "içlerinden bir grup" diye söylendi. Bu içlerinde ant­laşmayı bozmayanlann var olduğunu göstermek içindir.

"Bilakis onların çoğu zaten -Tevrat'a- iman etmezler." Bunlar zaten din adına bir şeye inanmazlar. Dolayısıyla antlaş­mayı bozmanın, ahde vefa etmenin bir günah, bir suç ve vebal olduğunu zaten kabul etmezler ve buna aldırmazlar bile. Çünkü önemsemezler. [212]

 

101 - Ne zaman ki kendilerine, Allah tarafından yanlarmda-kini doğrulayan bir elçi geldiyse, kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı Allah'ın kitabını hiçe sayarak, sanki onu hiç bilip tanımıyor­larmış gibi arkalarına atıp terk ettiler.

 

Ne zaman kendilerine, Allah tarafından yanlarındakini doğrulayan bir elçi -Muhammed (Sallallahu Aleyhi veSellem)-geldiyse..."

"Kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı" "Allah'ın kitabını hiçe sayarak ar­kalarına atıp terk ettiler." Yanlarındaki kitaptan kasıt, Tevrat'tır. "Ken­dilerine kitap verilenler'" dzn murat Yahudilerdir. "Allah 'in Kitabı "ndan kasıt da, Tevrat demektir. Çünkü yanlarındaki kitap olan Tevrat'ı doğru­layan Allah Rasulü Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)1 i inkâr etmek de­mek, Tevrat'ı da inkâr etmek demektir. Ya da Allah'ın Kitabından kasıt Kur'an'dır. Çünkü onu almaları, kabullenip inanmaları gerekirken terk ettiler, hiçe saydılar. Allah'ın kitabını terk etmelerine bir örnek ve temsildir. Ondan yüz çevirmeleridir. Âyette, "Arkalarına at­tılar. " ifadesi bir temsil olup, Yahudiler buna ihtiyaç duymadıklarım, bundan müstağni olduklarını söylediler, manasınadır. Allah'ın kitabına il­gilerinin azlığını belirtmektir.

"Sanki -onun Allah'ın kitabı olduğunu- hiç bilip tanımıyorlarmış gibi "[213]

 

102 - Yahudiler, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytan­ların uydurup söylediklerine uydular. Oysa Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı, ancak şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar halka sihri ve Babil'de Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğreti­yorlardı. Oysa o iki melek herkese, "Biz ancak imtihan için gönderil­dik, sakın büyü yaparak kâfir olma!" diye uyarmadıkça hiçbir kim­seye büyü (sihir) ilmini öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadan büyücüler hiçbir kimseye zarar verecek değiller. Böylece onlar kendilerine fayda verecek olanı değil de zarar verecek olanı öğ­renirler. Yemin olsun ki; onlar, büyüyü tercih edip satın alanların -büyüye inananların ahiretten bir nasiplerinin - paylarının olmadığı­nı kesin olarak bilirlerdi. Karşılığında canlarını satıp verdikleri şey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!

 

«Yahudiler, Süley­man'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydu­lar. " Yani, Yahudiler Allah'ın kitabını hiçe saydılar ve onu bırakıp büyü­cülerin, şaklabanların onlara okuduklan kitaplarına uydular. (Ki bunlar Hz. Süleyman (Aleyhi"s-Sellem) saltanatı, hükümranlığı ve zamanıyla ilgili şeylerdi.)

Şöyle ki; şeytanlar birtakım kulaktan hırsızlama (kulak kabartma) olarak edindikleri yalan yanlış bilgilere kendileri de katıştırarak ve birta­kım yalanlarla süsleyip bezeyerek bunları kahinlere aktarıyorlardı, gönül­lerine atıyorlardı. Onlar da bunları halka okuyup dinlettikleri kitaplarında derleyip toparlayarak halka öğretiyorlardı. Bu durum Hz. Süleyman (Aleyhi's-Selâm) döneminde iyice yaygınlık kazandı, neredeyse hemen her yerde: "Çiler gaybı biliyor. " demeye başladılar. İşte buna bağlı olarak da diyor­lardı ki:

"İşte budur Süleyman'ın ilmi, bilgisi. Hepsi buna dayanmaktadır. Sü­leyman tüm bu saltanatı ve imkanları ancak bu ilim sayesine olabilmiştir.

Buna dayanarak cinleri ve insanları, rüzgarı egemenliği altına alabilmiş, hükmedebilmiştir."

"Oysa Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı." Böyle, âyet şeytanları tekzip ediyor, yalanlıyor. Böylece Hz, Süleyman (Aleyhi's-Selâm)a attıkları iftiralar, onun büyücülerin inancına bağlı olduğu ve ona göre amelde bulunduğu yalanlarının önüne geçilmiş olunuyor. Bu türden tüm iftiralar reddediliyor.

"Ancak .şeytanlar kâfir oldular." Ancak bizzat büyücüleri kullanmak ve onların derleyip topladıkları uydurmaları değerlendirmek suretiyle kâfir olanlar şeytanların kendileridirler.

kelimesi şeddesiz olarak, şeklinde de kıraat olunmuştur. kelimesini de kıraat imamlarından İbn Amir, Hamza ve Ali, merfu olarak, tarzında okumuşlardır.

"Çünkü onlar halka sihri öğretiyorlardı." Bu cümle hal olarak gelmiştir. Yani, "Halka sihri öğretmek suretiyle, bu­nunla onları aldatmayı, saptırmayı ve yoldan çıkarmayı amaçladıkların­dan kâfir oldular,"

"Ve Bahirde Hamt ve Marut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı."

Cumhura göre buradaki, manasmdadır. ve kelimesi üzerine atfolunan mansub bir kelimedir. Yani, "Onlar iki meleğe indirileni Öğretiyorlardı. " demektir. Ya da bu, kelimesi üzerine matuftur. Buna göre mana:

"Onlar, Babil'de Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilen şeylere uydular." olur. Harut ve Marut iki meleğe ait özel isimdir ve her iki isim de iki melek, kelimesinin atf-ı beyanı, yani açıklayıcı mahi­yette bir atfıdırlar.

Bu iki meleğe indirilen şey, sırf insanları imtihan için Allah tarafın­dan indirilen sihir (büyü) ile ilgili ilimdir. Kim bu ilimden öğrenir ve bu­na göre amel ederse ve içinde de iman edilmesi bakımından gerekli bir şart var ve bu şart hiçe sayılıyorsa işte bu yüzden o kimse kâfir olur. Fa­kat kim de bundan sakınır ya da öğrenir de, fakat bununla amel etmez ya da amel etmemek kasdıyla öğrenirse, ancak sihrin kötülüklerinden koru­nup sakınmak için bunu öğrenirse ve buna aldanarak bir şey yapmazsa bu kimse mü'mindir.

Şeyh Muhammed Ebu Mansur Maturidi (v.333/944) şöyle diyor:

Mutlak manada, sihirbazlar ya da büyücüler kâfirdir, demek yanlış­tır, hatadır. Ancak o kimsenin durumunu çok iyi incelemek ve gözden geçir­mek lâzımdır. Eğer bu araştırma ve inceleme sonucu iman edilmesi gereken şartlardan birini ret ya da inkâr var ise, o kimse kâfirdir, değilse değildir. Diğer taraftan eğer bir sihir küfrü gerektiriyorsa; yani küfür olan bir sihri (büyüyü) eğer biri yapıyorsa bundan dolayı büyüyü yapan kişi erkek ise Öldürülür, kadınsa öldürülmez. Ancak küfrü gerektirmeyen bir büyü ya da sihir yaparsa bunu yapan kimse de bu sihriyle bir canın helak ya da telef ol­masına neden oluyorsa, bunun cezası da yol kesenlere verilen cezanın aynısı olacaktır. Böylesi bir büyüyü yapan kadın olsun erkek olsun aralarında her­hangi bir ayırım gözetilmeksizin kendilerine yol kesme cezası ne o ceza uy­gulanır. Eğer tevbe ederse bunu tevbesi kabul olunur. Ancak kim, böylelerinin tevbesi kabul olunmaz derse yanılmış, hata etmiş olur. Çünkü Firavun'-un sihirbazlarının tevbesi kabul olunmuştur.[214]

bunun anlamı; "O iki meleğin kalplerine, bunlarla amel etmemek kaydıyla atıldı. " demektir.

Bir diğer yoruma göre bu iki melek, diğer melekler tarafından seçi­lerek, kendilerinde şehevî duygular oluşturulmak suretiyle gönderilmiş­lerdi. Çünkü, melekler Hz. Adem (Aieyhi's-Seiâmf in yaratılması sırasında birtakım itirazlarda bulunmuşlardı. İşte bundan dolayı onlar bu şekilde şehevî duygularla donatılmış olarak yeryüzüne gönderildiler. Her ikisi de yeryüzünde hüküm icra ediyorlardı. Geceleyin ise göğe çıkıyorlar ve her ikisi de Zühre yıldızına aşık idiler. O da bu ikisini şarap içmeye yöneltti. Her ikisi de zina ettiler. Bu ikisi bir kişi gördü ve onu öldürdü. Böylece o ikisi dünyada azap görmeyi ahirette görecekleri azaba tercih ettiler. Böy­lece o ikisi Babil'deki dipsiz bir kuyuya baş aşağı olarak azap görmekteler. Babil diye isimlendirilme nedeni ise, burada farklı dillerin bu yüz­den oluşmasına, birbirlerini anlayamayacak derecede dillerin oluşmasıdır.[215]

"Oysa o iki melek herkese: «biz ancak imtihan için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!» diye uyarmadıkça hiçbir kimseye büyü - sihir ilmini öğretmez-lerdi." O iki melek, halkı uyarmaksızın ve onlara nasihat etmeksizin onla­ra hiçbir şey öğretmezlerdi ve biz Allah tarafından bir imtihan ve dene maksadıyla gönderildik, diye uyarıda bulunurlardı. Dolayısıyla bunu öğ­renmekle ve insanı küfe götürebilecek bir şekilde onunla amel ederek kâ­fir olmayın.

"Onlar o iki melekten...... öğreniyorlardı."

Kelimenin başında yer alan, harfi atıf içindir ve bunu,  cümlesi üzerine atfetmektedir. Yani; "O iki me­lek onlara öğretiyor, bunlar da sihir ve küfür olabilecek şeyleri bunlar­dan öğreniyorlardı." Çünkü, ile cüm­lesi buna delâlet etmektedir. Ya da bir muzmar üzerine matuf olabilir. Bunun da takdiri şöyledir:

"İnsanlar da onlara gelirler -veya melekler onları menederler, bu­na rağmen onlar da bunu öğrenirler." Buna delâlet eden zamir ise, ibaresidir. Yani:

"Halk, meleklerden, koca ile ka­rısının arasını ayıracak şeyleri» öğreniyordu." Yani karı ile kocanın bir bi­rinden ayrılmalarına sebep olabilecek sihir ilmini Öğreniyorlardı. Yüce Allah'ın sihir yüzünden kadının kocasına itaat etmemesi gibi, aralarında anlaşmazlık meydana getirilmesi gibi olayları bir imtihan vesilesi olarak var etmesi..

Ehli Sünnet noktasından -Allah sayılarını çoğaltsın- sihir bir ger­çektir, bir vakıadır, hakikattir. Ancak Mutezileye göre ise bu bir tür ha­yaldir ve göz boyamadan ibaret olan bir durumdur.

"Fakat Allah'ın izni olmadan -bilgisi ve dilemesi olmadan- büyücüler -büyüleriyle- hiçbir kimse­ye zarar verecek değiller,"

Böylece onlar -anırette-kendi­lerine fayda verecek olanı değil de zarar verecek olanı öğrenirler." Ayetin bu kısmıyla, sihirden uzak durmanın, kaçınmanın vacip olduğuna delil oldu­ğunu öğrenmiş oluyoruz. Örneğin; sonuçta insanı tuzağa ve inançsızlığa, dalâlete (sapıklığa) götüren felsefe öğreniminin yapılması gibi.

"Yemin olsun, onlar -Yahudiler- büyüyü tercih edip satın alanların -büyüye inananla­rın- ahirette bir nasiplerinin (paylarının) olmadığını kesin olarak bilirler­di." Yani şeytanların Allah'ın kitabından uydurdukları şeyleri alanların bir nasibi yoktur.

"Karşılığında canları­nı satıp verdikleri sey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!" Canlarını verip de karşılığında tercih ettikleri şey ne fena şeydir! Yüce Allah, "Keşke bilse­lerdi. " kavliyîe bunların ilim ve bilgiden yoksun olduğunu belirtiyor. Oy­sa; bunun öncesinde ise, cümlesiyle hem de yeminli te'kit ifadesiyle bunların bilgi sahibi olduklarını zikretmişti. Ancak bunun ma­nası: "Keşke bildikleriyle amel etmiş olsalardı." demektir. Dolayısıyla bildikleriyle amel etmediklerine göre adeta bilmez kimseler gibi değer­lendirilmişlerdir. [216]

 

103 - Eğer onlar hakkıyla iman edip de sihirden uzak dursalardı, bundan dolayı mutlaka Allah katında alacakları mükafat ke­sinlikle daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilip anlasalardı!

 

"Eğer onlar hakkıyla -Allah'ın Rasulü ile Kur'an'a- iman edip de -Allah'tan korkarak- sihirden uzak dursalardı." Allah'ın Kitabını hiçe saymak ve şeytanların uydurduğu kitaplara inan­mak gibi batıl inançları terk etselerdi, üzerinde direndikleri şeyleri bırak­mış olsalardı, işte:

"Bundan dolayı Allah katında alacakları mükafat kesinlikle daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilip anlasalardı!" Doğrusu Allah'tan alacakları sevap ve ödül, üzerinde diren­dikleri şeyden çok daha hayırlıydı. Gerçi onlar bu gerçeği de bilip duru­yorlardı. Ancak bildikleriyle amel etmemek gibi bir cehalet yolunu seç­tiler.

Mana şöyledir: "Doğrusu Allah katında çok daha hayırlı olan ile ödüllendirilirlerdi, kendilerine sevap verilirdi."

kelimesinin cevabı isim cümlesi olarak getirilmesi fiil cümle­sine tercih edilmiştir. Çünkü isim cümlesinde devamlılık, istikrar ve sebat manası vardır. Âyette, diye geçmedi. Bunun nedeni, "Sevaptan bir şey almaları onlar için daha ... " demektir. Bir yoruma gö­re de, kelimesi temenni manasındadır. Sanki, "Keşke iman etselerdi." demek gibidir. Sonra da, bir ilk cümle olarak, diye başladı. [217]

 

104 - Ey iman edenler! Muhammed'e, "Raina!" diye seslen­meyin. Ve: "Unzurna!" diye çağırın ve sîze söylenenleri dinleyin! Kâ­firler için acıklı bir azap vardır.

 

"Ey iman edenler! Muhammed'e, «Raina!» diye seslenmesin. Ve, «Unzurna!» diye çağırın!" Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından Müslümanlara herhangi bir ilim ya da bilgi öğretilince, Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Müslümanlar, "Ey Allahin Rasulü! Bizi de gözet, bize de gerekeni yap ki, anlayabilelim de muha­faza edelim." anlamında, "Raina!" derlerdi, Yahudilerin de Süryani veya İbrani dilinde buna yakın ve sövme, küfretme manasına gelen bir kelime­leri vardı. Bu kelime, idi ve karşılıklı sövüşme, küfürleşme manasına idi. Yahudiler, Müslümanların Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), bizi de gözet ve koru manasındaki bu kelimeyi duyduklarında mal bulmuş mağribi gibi hemen fırsatı ganimet bilerek, bu­nunla Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çağırır oldular, seslenir oldular. Ancak niyetleri Rasulûllah'a küfretmek ve hakaret idi. İşte mü'minler bu sözü kullanmaktan men olundular. Dolayısıyla, aynı anlama gelen, kelimesini kullanmaları kendilerinden istendi. Bu da bakmak­tan, ve gözetmekten gelir.

"Ve size söylenenleri dinleyin!" Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) size söylediklerini ve konuştuklarını güzel olarak dinleyin. Size öğretmeye çalıştığı meseleleri dikkatlice ve dinleyip kabul eden bir kulak ile dinleyin. Zihinlerinizi ve gözlerinizi, kulaklarınızı dört açın. Ra­sulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Seüemfı tekrar tekrar aynı şeylerle uğraştırıp meş­gul etmeyin.

Ya da onun dediklerini kabullenmek ve ona itaat etmek şartıyla dinleyin. Yoksa, "Dinledik ama karşı geldik. " diyen Yahudilerin dinle­mesi gibi dinlemeyin.

"Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a dil uzatıp sebbetmeye kalkışan -Yahudi- kâfirler için acıklı bir azap vardır." [218]

 

105 - Kitap ehlinden olan kâfirler de başka şeyleri îlâhlaştıran müşrikler de Rabbiniz tarafından size herhangi bir hayrın (vah­yin) indirilmesini arzu etmezler. Oysa Allah rahmet denilen vahyini dilediği kuluna tahsis eder. Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir.

 

Kitap ehlinden olan kâfirler de, başka şeyleri ilâhlaştıran müşrikler de .... arzu etmezler."

"Rabhiniz tarafından size bir hayrın (vahyin) indirilmesini arzu etmezler."

Kıraat imamlarından İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesini şeddesiz olarak, tarzında kıraat etmişlerdir. Cümledeki ilk, harfi beyan (açıklama) içindir. Çünkü, kâfir olanlar manasında cins içindir. Yani, genel anlamda kâfirler demekle birlikte burada iki çeşitine işaret ediyor. Bunlar da kitap ehli ile müşriklerdir. İkinci, ise hay­rın bolluğunu ifade için olup mezidedir. Kısaca te'kit içindir. Üçüncü, de ibtidai gaye içindir.

Hayr: Bundan maksat vahiydir. Nitekim "Rahmet" de vahiy manasındadır.

Allah rahmet denilen vahyini dilediği kuluna tahsis eder." Yani, o Yahudiler ve müşrikler kendilerini vahye daha lâyık kimseler olarak görüyorlar, dolayısıyla size haset edip sizi çekemiyorlar. Vahiyden herhangi bir şeyin size inmesini ya da indi­rilmesini arzu etmiyorlar. Oysa Allah peygamberliğe dilediğini tahsis eder. Bu onların istedikleri gibi değildir.

"Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir." İşte Rabbimiz âyetin bu kısmıyla peygamberliğin büyük bir lütuf ve ikram olduğu gerçeğini bildiriyor. [219]

 

106. —113. AYETLER

 

Meali

 

106. Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ya da ertelersek) mutlaka ondan daha iyisini veya bir benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?

107. Yine bilmez misin göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti yalnızca Allah'a aittir? Ve sizin için Allah'tan başka ne bir veliniz ve ne de bir yardımcınız vardır.

108. Yoksa siz daha önce kavmi tarafından Musa'dan istendiği gibi peygamberinizden olur olmaz isteklerde mi bulunuyorsunuz? Kim imanı küfre değiştirirse (tercih ederse) o kesin olarak dosdoğru olan yoldan sapmıştır.

109. Kitap ehlinden birçoğu hak ve gerçek kendilerine açıkça belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetleri yüzünden siz iman ettikten sonra yeniden kâfirler olarak geriye döndürmeyi istediler. Fakat yine de siz bu hususta Allah'ın hükmü gelene dek onları affedin ve bağışlayın. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.

110. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin. Kendiniz için önceden hayır olarak her sunmuşsanız, Allah katında onu bulacaksınız. Muhakkak ne yapıp ederseniz Allah her şeyi eksiksiz olarak görür.

111. Kitap ehli dediler ki: "Yahudi veya Hristiyan olanlardan-baş­kası asla cennete giremez." Bu, ancak onların kuruntusudur. De ki: "Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz o halde kanıtınızı getirin!"

112. Hayır hayır! Kim samimi ve dürüst bir şekilde yüzünü ihsan sahibi bir Müslüman olarak Allah'a döndürürse, işte onun ecri Allah katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ve ne de bir üzüntü olacaktır.

113. Yahudiler dediler ki: "Hristiyanlar doğru bir temel üzerinde değildirler." Hristiyanlar da: "Yahudiler doğru bir temel üzerinde değil­dirler." dediler. Oysa, her ikisi de Tevrat ve İncil'i okuyorlar. Nitekim, kitabı bilmeyenler de tıpkı onların birbirlerine söyledikleri gibi söyledi­ler. Ancak yarın kıyamet gününde anlaşamadıkları bu hususlarda Allah aralarında hükmünü verecektir. [220]

 

Tefsiri

 

İslâm düşmanları nesh (yürürlükten kaldırma) olayını dillerine dolayıp duruyor ve diyorlardı ki:

"Görmüyor musunuz? Muhammed ashabına bugün bir şey emrediyor, ertesi gün o emrettiğini yasaklayıp bu defa aksi olan bir şeyi emrediyor. Bu­gün bir şey söylüyor, ertesi sabah dün söylediğinden vazgeçmiş olarak kal­kıyor."

İşte bu söylentiler üzerine aşağıda ki âyet nazil olmuştur.

 

106 - Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unu Kurursak (ya da ertelersek) mutlaka ondan daha iyisini veya bir benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?

 

"Biz bir âyetin hükmünü nesh eder — yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ya da ertelersek)..."

Nesh: Lügatte tebdil etmek, değiştirmek demektir. Şeriat dilinde ise Nesh; Terahi (gecikme) ya da uzama yoluyla zihinlerimizde devam ede­ceği karar kılmış olan şer'î bir hükmün sona erdiğinin açıklanmasıdır. Böyle bir şey bizim açımızdan ya da bizim hakkımızda tebdil (yani de-. ğişme) olurken şeriat sahibi (Şeriatı koyan yani Allah) açısından ya da O'nun hakkında sırf bir açıklamadan ibarettir.

Burada aynı zamanda, neshi inkâr eden Yahudilerin ve benzerle­rinin ileri sürdükleri "beda" meselesine de bir cevap oluşturmaktadır.[221]

Nesh meselsine gelince bu, bizatihi olması da olmaması da ihtimal içerisinde olan bir hükümdür ki, bir delil veya nass ile sabit olmalı ve fa­kat neshe aykırı olan bir zaman ile ya da ebedîlikle sınırlı bulunmamalı­dır. Bunun da şartı şudur:

Burada Ehli Sünnet açısından kalbin buna bağlanması (inanması) noktasında bir sağlamlaşmanın olmasıdır; yoksa fiil açısından buna gerek yoktur. Yani hükmü yürürlükten kaldırılan (mensuh) ile hükmü yürürlük­ten kaldıran (nasih) arasında bir ayrı zamanın olması gereğidir. Bu da iti­kat bakımından nesh edilen hükme inanılacak kadar bir zamanın müm­kün olması demektir ki, nesh eden (yani nasih) işte bundan sonra gelir (iner). Ancak mensuh olan (hükmü kaldırılan) fiil ile ilgili bir yerleşme (yani temekkün) zamanına gerek yoktur, şart değildir. Fakat Mutezile bu­na muhalefet etmektedir.

Ayrıca neshin Kitap ve Sünnet ile de olabileceği konusu, hem üze­rinde ittifak edilen nokta var, hem de tartışılan ve ittifak olunmayan nok­ta vardır. Hem tilâvetin ve hem de hükmün birlikte neshi caiz olduğu gi­bi, aynı zamanda hüküm nesh edilmiş olabilir ama, tilâvet mensuh olma­yabilir bu da caizdir. Bazan da tilâvet mensuh olabilir (yürürlükten kaldı­rılabilir) ama, hüküm geçerliliğini sürdürür. Yine bu da caizdir. Aynı za­manda bir hükme dayalı olarak bir vasfın (niteliğin) neshi de caizdir. Ör­neğin, nass üzerine bir ziyade gibi. Bu biz Hanefılere göre nesh ise de Şafîiye göre değildir.

İnşa: Kalplerde yerleşmiş ve ezberlenmiş olan bir şeyin unutturulmasıdır.

Kıraat imamlarından İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesinin,  olarak okumuşlardır. Bu da tehir etmek, ertelemek demektir. Kelime, kökünden gelmektedir ve demektir.

"Daha iyisini veya bir benzerini getiririz." Yani, kullar bakımından ondan daha hayırlısını, iyisini getiririz ki, kendi­siye amel olunacak olan bu yenisi yürürlükten kaldırılana göre daha fazla sevap getirir. Ya da benzerini getiririz ki, bazı âyetlerin bazılarına göre bir fazileti aranmaz, bu, söz konusu değildir.

şeyin aniden doğuvermesi, bilmesi demektir ki, Allah hakkında böyle bir şey asla caiz değildir. "Çeviren."

"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin,'' Yani, Allah hayra kadir olduğu gibi diğer şeyle­re de kadirdir[222].

 

107 - Yine bilmez misin göklerin ve yerin mülkiyeti ve haki­miyeti yalnızca Allah'a aittir? Ve sizin için Allah'tan başka ne bir ve­liniz ve ne de bir yardımcınız vardır.

"Yine bilmez misin?

göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti yalnızca Allah'a aittir." Sizin işlerinize malik olan, onları düzene koyan ve gereğin yapan O'dur. O, nasih ve mensuhtan nelerle amel edip etmediğinizi de pekâlâ bilir,

"Ve sizin için Allah'tan başka -işlerinizi düzeltecek- ne bir veliniz ve -sizden azabı men edebile­cek— ne de bir yardımcınız vardır." [223]

 

108 - Yoksa siz daha önce kavmi tarafından Musa'dan isten­diği gibi peygamberinizden olur olmaz isteklerde mi bulunuyorsu­nuz? Kim imanı küfre değiştirir (tercih ederse) o kesin olarak dosdoğ­ru olan yoldan sapmıştır.

 

Yoksa siz daha önce kavmi tarafından Musa'dan istendiği gibi peygamberinizden olur olmaz isteklerde mi bulunuyorsunuz?"

Burada bulunan, kelimesi münkatiadır. Bu, takdi­rindedir.

Rivayete göre Kureyş Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

"Ey Muhammedi Bizim için Safa tepesini altına dönüştür, bizim için Mekke topraklarının sahasını genişlet," gibisinden isteklerde bulunmuşlar­dı. İşte bunun üzerine, Allah, Hz. Mûsâ (Aleyhi's-Selâm) kavmi gibi ken­disinden birtakım olmayacak isteklerde bulunmamasını istedi. Çünkü Ya­hudiler, Hz. Mûsâ (Aleyhi's-Selâm) dan, "Bizim için bir ilâh (put) yap." [224]gibisinden isteklerde bulunmuşlardı.

"Kim imanı küfe değiştirir -tercih ederse—Kim Allah tarafından indirilen âyetler ve mucizeler hakkında güveni terkederse, o âyetler hakkında şüpheye düşer ve onlardan başka âyet ve mucizeler istemeye kalkışırsa- o kesin olarak dosdoğru olan yoldan sapmıştır." Normal ve mutedil olan orta yoldan u-zaklaşmıştır.. [225]

 

109 - Kitap ehlinden birçoğu hak ve gerçek kendilerine açıkça belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetleri yüzünden siz iman et­tikten sonra yeniden kâfir olarak geriye döndürmeyi istediler. Fakat yine de siz bu hususta Allah'ın hükmü gelene dek onları affedin ve bağışlayın. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.

 

"Kitap ehlinden birçoğu .... geriye döndürmeyi istediler." Sizi döndürmeyi.

"Siz iman ettikten sonra, kâfir olarak" Bu kelimesi, zamirinden haldir. Yani: "Sizi dininizden tek­rar kâfirler olarak eski inancı kabullenmenize sizi döndürürler. "

Bu âyet, Müslümanların Uhut savaşında yenilgiye uğramalarından sonra nazil olmuştur. Çünkü bu yenilgi üzerine Yahudiler Müslümanlara:

"Başınıza gelenleri halen göremiyor musunuz? Eğer siz hak din üzere olsaydınız, hiçbir zaman yenilgiye uğramazdınız. O halde gelin bizim dini­mize dönün. Çünkü bu, sizin için daha hayırlıdır..." demişlerdi.

"Sırfiçindeki hasetleri yüzünden" Burada­ki, edatı, fiiline taalluk eder. Yani "İçlerindeki hasetten, çe-kemezlikten dolayı, şehevî arzuları nedeniyle. Yoksa içlerindeki dindar­lık ve hakka yönelme duygusuyla değil. Çünkü onlar:"

"hak ve gerçek kendilerine açıkça belli olduktan sonra" küfre dönesiniz isterler. Yani, sizin hak üzere olduğunu­zu bile bile bunu arzu ederler, demektir. Ya da, bu cer edatı, ke­limesi üzerine matuftur. Yani, "onlar içlerindeki haset, kin, çekemezlik gibi kendilerinde karakter halini almış olan kötü inanç ve duygularından ötürü bunu isterler." demektir.

"Fakat yine de siz onları affedin bağışlayın." Onların cehaletleri ve düşmanlıkları sebebiyle yaptıkları yanlış davranış­ları bakımından siz yine de onları affedin ve bağışlayın. Siz yine de, "Su hususta Allah'ın emri gelene dek ...." Yani, Allah'ın size, onlarla savaşmanın hakkındaki kesin emri gelene kadar, bekleyin, şimdilik bir şey yapmayın, onları bağışlayın.

"Doğrusu Allah her şeye kadirdir." O, onlardan intitam almaya kadir olan ve gücü yetendir. [226]

 

110 - Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin. Kendiniz için önce­den hayır olarak her ne sunmuşsaniz, Allah katında onu bulacaksı­nız. Muhakkak ne yapıp ederseniz Allah her şeyi eksiksiz olarak görür.

 

"Namazı dosdoğru kdın, zekatı verin. Kendiniz için önceden hayır olarak her ne sun­mazsanız, " İyilik etmek, namaz kılmak, sadaka vermek ve benzeri diğer şeyler gibi ne sunmuşsamz, "Allah katında onu bula­caksınız. " Allah katında yaptıklarınızın sevabını ve mükafatını görecek­siniz.

"Muhakkak ne yapıp ederseniz Allah her şeyi eksiksiz olarak görür." O'nun katında hiçbir kimsenin işlediği bir ameli boşa çıkmaz. [227]

 

111 - Kitap ehli dediler ki: "Yahudi veya Hristiyan olanlar­dan başkası asla cennete giremez." Bu, ancak onların kurııntusudur. De ki: "Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz o halde kanıtınızı ge­tirin!"

 

"Kitap ehli dediler ki: »Yahudi veya Hristiyan olanlardan başkası asla cennete gire­mez.»" Ayetteki, fîilindeki zamir Yahudi ve Hristiyanlardan olu­şan Kitap ehline racidir. Yani: Yahudiler; dediler ki; "Yahudi olanlardan başkası asla cennete giremez.", Hristiyanlar da dediler ki; "Hristiyanlar­dan başkası asla cennete giremez."

Dolayısıyla burada iki ifadeyi birleştirerek, dinleyenlerin de sağlıklı dinleyeceklerine güvenerek, onların bu ifadede herhangi bir karışıklığa meydan vermeden ne demek istediğini anlayacaklarım bilerek böyle ifa­de buyurdu. Çünkü, her iki grup arasındaki düşmanlık onlar tarafından, yani dinleyenler tarafından zaten bilinen bir gerçektir. İki gruptan her biri ötekisini dalâlet ve sapıklıkla suçladığını zaten görmektesin. Nitekim, Bakara Sûresinin 113. âyetinde bu gerçek tüm netliğiyle ortaya konul­muştur.

Ayetteki, kelimesi tıpkı, kelimeleri gi­bi kelimesinin çoğuludur. Yine âyette, fiilinin isminin müfret (tekil) olarak gelmesi, kelimesinin lafza itibar olunması ne­deniyledir. Haberinin çoğul olarak gelmesi ise, kelimesinin manası itibariyledir.

"Bu, ancak onların kuruntularıdır." Ayetin bu kıs­mıyla onların sözü edilen kuruntularına işaret olunmaktadır. Bu ise, on­ların:

"Rableri tarafından mü'minler üzerine herhangi bir hayrın ve vahyin indirmeyeceği kuruntusu ile, mü'minleri tekrar kâfir olarak eski inançlarına döndürme beklenti ve kuruntuları, bir de kendilerinden başka hiçbir kimse­nin cennete giremeyecekleri kuru iddiaları idi."

Yani, işte tüm bu boş ve batıl beklentiler ve kuruntular onlardan meydana gelmektedir.

kelimesi "temenni" kökünden olup kalıbında bir kelime olup, tıpkı gibidir.

"De ki: O halde kanıtınızı getirin/" Öyle ise cennetin yalnızca size mahsus olduğuna ve oraya sizin gireceğinize ait delil ve hüccetinizi getirin!

Buradaki, fiili, yerindedir. Bu da, "getir, ortaya koy, göster" demektir. Bu, ele aldığımız bu âyetin, kısmıyla bağlantılıdır. cümlesi de mutarize (yani parantez) cümlesidir.

"Eğer iddianızda dağru ve samimi iseniz," İleri sürdüğünüz davanızda... [228]

 

112 - Hayır hayır! Kim samimi ve dürüst bir şekilde yüzünü ihsan sahibi bir Müslüman olarak Allah'a döndürürse, işte onun ecri Allah katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ve ne de bir üzün­tü olacaktır.

 

"Hayır, hayır! Kim samimi ve dürüst bir şekilde yüzünü ihsan sahibi bir Müslüman olarak Allah'a dön-dürürse,..."

Âyetteki, kelimesi, Yahudi ve Hristiyanlann kendilerinden başka hiçbir kimsenin cennete giremeyeceklerine ilişkin ifadelerini red­dederek, bunun onların dediği gibi olmadığını belirtiyor. Burada, cümlesi, "Kim Allah için içtenlikle ihlâslı olarak hareket eder ve Allah 'a hiçbir şeyi şerik - ortak koşmaz ise Yani Kur'an'i tasdik eder ve doğrularsa..

"işte onun ecri Allah katmdadır."

Bu cümle, nin cevabıdır. Ve bu cümle şart manasını içeren bir başlangıç cümlesidir. kelimesi ise, onların sakat görüş­lerini reddeden ve şu ifadeyi teyid eden bir kelimedir.

"Öyleleri için ne bir korku var­dır ve ne de bir üzüntü olacaktır." [229]

 

113 - Yahudiler dediler ki: "Hristiyanlar doğru bir temel üzerinde değildirler." Hristiyanlar da: "Yahudiler doğru bir temel üzerinde değildirler." dediler. Oysa her ikisi de Tevrat ve İncil'i oku­yorlar. Nitekim, kitabı bilmeyenler de tıpkı onların birbirlerine söy­ledikleri gibi söylediler. Ancak yarın kıyamet gününde anlaşamadık­ları bu hususlarda Allah aralarında hükmünü verecektir.

 

Yahudiler dediler ki: «Hristiyanlar doğru bir temel üzerinde de-ğıldirler.», Hristiyanlar da: «Yahudiler doğru bir temel üzerinde değildirler.»

dediler." Yani, doğru olarak kabul edilecek ve dikkate alınacak bir esas şeye sahip değildirler, diye söylediler.

"Oysa her ikisi de Tevrat ve incil'i okuyorlar."

Buradaki, harfi hal içindir. ise cins manasınadır. Yani:

"Onlar böyle konuşuyorlar. Oysa her ikisinin de durumu bellidir. Çünkü onlar ilim ehlidirler (bu konuda bilgileri olan kimselerdir). Zira ki­tapları okuyup durmaktalar. Dolayısıyla işin gerçeği Tevrat ve İncil gibi iki kitaba sahip olanlar ve bunlara iman edenlerin diğerlerini inkâr etmemeleri gerekir. Çünkü, Tevrat ve İncil'den her biri diğerini doğrulamaktadır,"

"Nitekim Kitabı bilmeyenler de tıpkı onların birbirlerine söyledikleri -ve senin de dinlediğin sözleri- gibi söylediler.!' Yani, herhangi bir kitapları ve bilgileri olmayan cahil takı­mından putta tapanların, hiçbir şeye inanmayanların söyledikleri gibi söylediniz. Çünkü bu cahil kesimi tüm din ve inanç erbabına yönelik ola­rak, onların bir esas ve temele dayanmadıklarını söyler dururlar. Doğrusu böylesine bir ifade onlar için oldukça Önemli bir uyarıdır. Çünkü, ortaya koydukları ya da sergiledikleri tavır ve hareketleriyle o cahil takımından farklı olmadıklarını gösterdiler.

"Ancak yarın kıyamet gününde -Yahudilerle Hristiyanlar arasında, her bir gruba düşen ve onlara lâyık olan cezalandırma konusundaki- anlaşama­dıkları bu hususlarda Allah aralarında hükmünü verecektir." [230]

 

114. —123. ÂYETLER

 

Meali

 

114. Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına -hükümleri­nin açıkça tebliğ edilmesine- engel olandan - yasak getirenden ve orala­rın ıssız ve harap hale dönüşmesine çalışanlardan daha zalim kim olabi­lir? Aslında bunların oralara Allah'ın kendilerini cezalandırmasından korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünya hayatında zillet, ahirette de büyük bir azap vardır.

115. Doğu da Allah'ındır, batı da. Artık hangi tarafa dönerseniz Al­lah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.

116. Bir de onlar: "Allah çocuk edinmiştir." dediler. Haşa! Allah bu gibi şeylerden yüce ve beridir. Bilakis göklerde ve yerde her ne varsa hepsi O'nundur. Hepsi de O'nun emrine boyun eğmişledir.

117. O göklerin ve yerin eşsiz yaratanıdır. Bir şey dilediği zaman ona yalnızca, "ol" der ve o da hemen oluverir.

118. Hakkı bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mucize) getirmeli değil miydi?" Nitekim, onlardan önce­kiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. Kalpleri (düşünce­leri) nasıl da birbiriyle örtüştü! Biz gerçekleri kesin bilmek isteyenlere işte âyetlerimizi böylece açıklamışızdır.

119. Muhakkak biz seni Kur'an ile rnüjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorulacak değilsin.

120. Yahudiler olsun, Hristiyanlar olsun sen onların dinlerine uy­madıkça asla senden hoşnut kalmayacaklardır. De ki: "Allah'ın dosdoğru yolu, İslâm'ın ta kendisidir." Eğer sana gelen ilimden (vahiyden) sonra sen Yahudi ve Hristiyanların hevâ ve heveslerine (isteklerine) boyun e-ğersen, yemin olsun İci; Allah'tan sana ne bir yar (dost) ve ne de bir yar­dımcı vardır.

121. Kendilerine kitap verdiklerimizden Öyleleri de vardır ki, o ki­tabı, okunması gerektiği gibi okuyup uygularlar. İşte bunlar o kitaba iman edenlerin ta kendileridir. Kim de onu inkâr ederse işte hüsrana uğ­rayanlar da onlardır.

122. Ey İsrailoğullan! Size önceden verdiğim nimetlerimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın!

123. Öyle bir günün dehşetinden sakının ki, o gün hiçbir kimse bir başkası adına ödeme yapamaz, hiçbir kimseden bir fidye kabul edilmez ve hiçbir kimseye şefaat de fayda vermez ve onlara yardım da olunmaz. [231]

 

Tefsiri

 

114 - Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına -hü­kümlerinin açıkça tebliğ edilmesine- engel olandan - yasak getiren­den ve oraların ıssız ve harap hale dönüşmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Aslında bunların oralara Allah'ın kendilerini ce­zalandırmasından korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünya ha­yatında zillet, ahirette de büyük bîr azap vardır.

 

"Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına -hükümlerinin açıkça tebliğ edilmesine- engel olandan -yasak getirenden ve onların ıssız ve ha­rap hale dönüşmesine sebep olandan daha salim kim olabilir?"

Burada mübteda olarak merfudur ve soru edatıdır. kelimesi de haberidir. Manası; "Daha zalim hangisi olabilir?" demektir.

ibaresi, fiilinin iki mef ulünden ikincisidir. Nitekim, cümlesi de buna örnektir. Şu âyetler de buna ben­zer âyetlerdir: [232]âyeti ile, âyeti gibi.[233]

Aynı zamanda, ile birlikte cer edatının hazfı da (gizlenmesi, söylenmemesi de) caizdir. Yani, gibi. Aynı zamanda mefulü leh olarak mansub olması da mümkündür. Yani:

"Orada Allah adının anılmasından hoşlanmaması, anılmasını isteme­mesi sebebiyle men edenden ... "

Bu ifade yeryüzündeki tüm mescitleri kapsamak suretiyle hükmü geneldir. Mescit ve camilerde Allah adının anılmasına, yani oralarda şeri­atının açıklanmasına ve tebliğinin yapılmasına engel olan, yasak getiren zulüm ve ezmede ifrat noktasına varmış demektir.

Bunun nedeni Hristiyanların Beyt-i Makdis'e eza verecek şeyleri atarak, Mescit-i Aksa'da halkın namaz kılmalarına mani olmaları ve on­lara rahatsızlık vermeleri idi. Âyet buna işaret etmektedir. Ya da bu âyet, Hudeybiye yılında müşriklerin Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve sellem) Mescid-i Haram'a sokmayı men etmeleri, yasaklamaları ile alâkalıdır.

Ayette, diye çoğul olarak "Allah'ın mescitleri" şek­linde gelmiştir. Oysa yasaklama ya da men etme olayı sadece bir mescit ile, yani Mescit-i Aksa ile veya Mescit-i Haram ile alâkalıdır. Ancak her ne kadar Mescit tek ise de, yani sebep özel (has) ise de buradaki hüküm geneldir. Tıpkı şu âyetteki gibi:

"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi adet edinen herke­sin vay haline!"[234]

Bu âyet esasen Ahnes b. Şerik hakkında nazil olmuş yani Özel (has) bir konu ile alâkalı ise de mana itibariyle geneldir.

Yani Allah'ı anmayı, zikri, tebliği kesenden, bunun koşup gayret gösterenden daha zalim olanı var mıdır?

Âyetteki kelimesinden murat, mananın umumîliği, genelliği­dir. Yani, böyle davranan kim olursa olsun, onlardan daha zalimi yoktur, olamaz. Nitekim, "Allah'ın mescitlerinden" murat da genel manasıyla yer­yüzündeki tüm mescitler demektir.

"Aslında bunların -bu mani olanların, yasaklayanların- oralara -o mescit ve camilere- Al­lah'ın kendilerini cezalandırmasından korkarak girmeleri gerekir" Yoksa başka bir şekilde girmeleri doğru değildir.

ibaresi, fıilindeki zamirden haldir. Yani:

"Oraya korku ve endişe içerisinde, sıkıntılı bir halde girmeleri icabeder. Mü'minler bu şekilde cami ve mescitlerine giren din düşmanlarının bu girişlerini fırsat bilerek onları yakalayıp tutuklamalarından korka korka girmeliler. Bırakın Müslümanları abluka altına almaları, işkence ve zulme tabi tutmaları bir yana, onlara yasaklar getirmeleri bir tarafa, onların Müs­lümanlardan korku içinde olmaları gerekir." demektir.

Mana şöyledir: "Eğer onların zulümleri ve taşkınlıkları, azgınlıkla­rı olmamış olsaydı, mescitlere girişleri böyle olurdu. "

demek, Allah'ın hükmünde, demektir. Yani: Allah, Levh-i Mahfuz'da mü'minlere yardım etmeyi ve onları takviye edip des­teklemeyi yazmış ve buna hükmetmiş, karar vermiştir. Dolayısıyla o ma­betlere zalimi, kâfir ve münafık, kısaca hakka ve İslâm'a karşı olanları korka korka gireceklerine hükmetmiştir. Nitekim rivayete göre Beyt-i Makdis'e Hristiyanlar girerlerken öldürülürüz endişesiyle kılık değiştire­rek girerlermiş.

Kat'ade derki:

"Beyt-i Makdis'te, yani Kudüs'te (Mescd-i Aksa'da) herhangi bir Hristiyan yakalanınca darbe saldırıya maruz kalırdı."

Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de şöyle ilan ettirmiş ve buyur­muş ki:

"Dikkat edin, iyi dinleyin. Artık bu yıldan sonra kesinlikle hiçbir müş­rik haccetmeyecektir."[235]

Bir yoruma göre; bunun manası, müşriklerin bundan Öyle Müslü­manlar arasında yerleşmeleri, istedikleri gibi gezip tozmaları kesin olarak yasaklanmıştır. Nitekim, Rabbimiz bir âyette şöyle buyurmuştur:

''Sisin Allah Rasulünü üzmeniz asla caiz olmaz."[236]

"Bunlar için dünya hayatında zillet," Müslümanlar ile savaş halinde olan düşmanların öncelikle öldürülmeleri, esir alınmaları ve zimmî olanlardan da cizye de­nilen vergi alınmak suretiyle zelil kılınmalılar, yani Müslümanların aleyhlerine kalkışacak bir fırsat bırakılmayacak tarzda baskı altında tutu­lup, kendilerine fırsat tanınmamalıdır. "ahirette de büyük bir azap -cehen­nem ateşi- vardu:" [237]

 

115 - Doğu da Allah'ındır, batı da. Artık hangi tarafa döner­seniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve ih­sanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.

 

"Doğuda Allah'ındır, batı da." Yani doğuda ve batıda var olan tüm beldeler ya da ülkeler Allah'ındır. O bizatihi on­ların sahibi ve malikidir ve onları düzene koyan, onlara imkan verendir.

"Artık hangi tarafa dönerseniz..."

Burada, şarttır., bundan sonraki, kelimesi ise bununla meczum bir fiildir. Yani: "Nereye döner ve yönelirseniz..." Kı­saca nerede kıbleye karşı yönünüzü dönerseniz, demektir ki, bunun delili de Rabbimizin şu kavlidir:

"Artık yüzünü Mesd-i Haram tarafına çevir. Ey mü'mirilerl Siz de nerede olursanız olun, namazda yüzlerinizi o tarafa çevirin."[238]

Yukarıda geçen şartın cevabı da, "Allah'ın yüzü-zatı oradadır." cümlesidir. Yani, "Allah 'in dönülmesini emrettiği ve razı olduğu taraf ya da yön orasıdır. " Bunun anlamı şu demektir:

"Eğer siz Mescit~i Haram'da veya Beyt-i Makdis'te/Mescit-i Aksa'da namaz kılmaktan men edilirseniz (yasaklanırsanız), sizin için tüm yeryüzü mescit kılınmıştır. Dolayısıyla yeryüzünün herhangi bir yerinde veya nokta­sında namazınızı oralarda kılın ve fakat yüzünüzü de mutlaka Kabe'den ta­rafa döndürün. Çünkü istediğiniz her yerde o tarafa yönünüzü çevirmek mümkündür."

"Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve tfısanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir." Allah rahmeti geniş ve bol olandır. Bununla Rab­bimizin kullarına karşı bol rahmet ve merhamet sahibi olduğu gerçeğine dikkat çekiliyor. Kaldı ki, Allah, onların yarar ve zararlarına olacak her şeylerini ve maslahatlarını çok iyi bilir,

Abdullah b. Ömer'den gelen rivayete göre bu âyet, binek üzerinde yolculuk yapanlar hakkında nazil olmuştur. Dolayısıyla binek ya da her­hangi bir taşıt ile yolculuk yapan bir kimse taşıt hangi yöne dönerse dön­sün, o kimse o haliyle namazını o binek üzerinde kılabilir.

Bir diğer yorum da şöyledir: Bir grup kimse yolculuk sırasında kıb­lenin hangi tarafta olduğuna karar veremezler. Her biri ayrı ayrı taraflara doğru o tarafı kıble sanarak durup namazını öyle kılarlar. Ancak sabah olduğunda hatalarını anlarlar ve bundan dolayı da mazur sayılırlar.

Bu âyet bizim lehimize ve Şafii (Rahmetllâhi Aleyh)tür. de aleyhine bir delildir. Çünkü, Şafıiye göre kıbleye arka dönüldüğünde bu sahih de­ğildir.

Bir yorum da şöyledir: "Zikretmek ve duada bulunmak içim hangi tarafa doğru yönelirse yönelsin." demektir. [239]

 

116 - Bir de onlar: "Allah çocuk edinmiştir." dediler. Haşa! Allah bu gibi şeylerden yüzce ve beridir. Bilakis göklerde ve yerde her ne varsa hepsi O'nundur. Hepsi de O'nun emrine boyun eğmiş­ledir.

 

"Bir de onlar: Allah çocuk edinmiştir, dediler." Çünkü Hristiyanlar; "Mesih İsa Allah 'in oğludur. " ve Yahudiler de, "Üzeyir Allah 'in oğludur. " dediler, ifadeleri murad olunmaktadır.

Kıraat imamlarından İbn Amir, ifadesini harfi ol­maksızın, olarak okumuştur. Bu kelimeyi, harfini isbat ile yani bu harfi olarak okumak, bu ibarenin kendisinden önce ge­çen kıssaya matuf bir kıssa olduğunun kabul edilmesi nedeniyledir. sız olarak yani, olarak okumak ise bunun diğer kıssalardan ayn yeni bir kıssa olması itibariyledir.

"Hâşâ! Allah bu gibi şeylerden yüce ve beridir." Allah bunlardan münezzehtir ve uzaktır. Onu tenzih ederim.

"Bilakis göklerde ve yerde her ne varsa hepsi O'nundur." Yani göklerde ve yerde var olan şeylerin tamamı­nın yaratanı, sahibi ve Maliki O'dur. Nitekim, bu cümleden olmak üzere Mesih İsa'nın da, Uzeyir'in de yaratanı ve Maliki Allah'tır. Dolayısıyla çocuk edinmek malikliğe ve yaratıcılığa aykırıdır.

"Hepsi de O'nıtn ermine boyun eğmişlerdir."

O'na râm olmuşlardır. Onlardan hiçbir şey Allah'ı onları yaratmaktan, takdir etmekten, "Ol!" emriyle var etmekten menedemez.

kelimesindeki tenvin ise, muzafun ileyh yerine gelmiştir, onun yerini almıştır. Yani, "Göklerde ve yerde var olan her şey" demektir.

Ya da, "Mesih ve Uzeyir'i Allah'a çocuk olarak isnad eden her­kes," takdirindedir. ibaresi, itaat ederler, ibadet ederler, O'nu Rab olarak ikrar ve kabul ederler, kendilerine izafe edilen hususlan kabul etmeyip reddederler.

Yine bu âyette, ilim ve akıl sahibi varlıklar için kullanılan bir keli­me olan, getirildi ve âyetin sonu da akıl sahibi varlıklar için kulla­nılan bir ifadeyle, getirildi. Neden? Bu tıpkı, kavli gibidir. [240]

 

117 - O göklerin ve yerin eşsiz yaratanıdır. Bir şey dilediği za­man ona yalnızca, "Ol!" der ve o da hemen oluverir.

 

"O göklerin ve yerin eşsiz yaintanıdır." Gökleri de ve yeri de daha önce asla benzeri ve örneği görülmemiş bir şekilde icadetmiş, var etmiştir. Yoksa bir örnekten yararlanma değil haşa! Nitekim daha Önce hiçbir benzeri ve örneği görülmemiş olan her şeye, bunu ben icadettim, benim eserim, bedii olarak ortaya koyduğum şey, denir. Hatta bundan hareketle, Sünnet ve Cemaate muhalefet edenlere de mübtedi (bidatçi) denmiştir. Çünkü bu kimseler sahabe ve tabiin (Allah hepsinden de razı olsun) dönemlerinde hiç örneğine rastlanmamış olan fikir ve düşünceleri, inançları İslâm'a sokmuşlardır. Bu anlamda kendile­rine bidatçi denmiştir.

"Bir- şey dilediği zaman" bir şeye hüküm verdiği, bir şeyi takdir buyurduğu zaman, "Ona yalnızca «Ol!» der ve o da hemen oluverir."

Burada geçen, kelimesi nakıs olan fiili olmayıp tam olan fiil olarak görev yapmaktadır. Yani, "Meydana gel, var ol, der, O şey de hemen meydana gelir, var olur" demektir. Bu ifade aslında yarat­ma olayının yani "ol" emrinin çok hızlı bir şekilde meydana geldiğini gösteren mecazi bir ifadedir, bizim anlayabilmemiz için söylenen bir ifa­dedir. Kısaca bu bir temsildir, örneklemedir. Yoksa ortada bir söz ya da konuşma yoktur, sadece bir mecaz vardır burada. Ancak bunun manası şöyledir:

"Yüce Allah herhangi bir şeye hükmettiğinde ya da onları takdir buyurduğunda, o şeyler derhal oîuşur ve hepsi de bundan kaçmmaksızın, imtina etmeksizin ve asla beklemeksizin var oluş emri içinde gerçekleşir. Bu, adeta şuna benzer: itaatkâr olan bir memur (emir alan kişi) hiç bekle­meksizin ve verilen emirden kaçmmaksızın derhal o emri yerine getiri­yorsa ve uzak durmaktan sakınıyorsa işte bu da öyledir.

İşte bu ifade ile Allah (Celle Celâluhû) çocuk edinmekten ya da do­ğurmaktan uzak olduğu gerçeğini bu manasıyla pekiştirmiş oluyor. Çün­kü, bu manasıyla kudret sıfatına sahip olan bir zatın elbette ki tüm sıfat­ları cisimlerinkinden farklı olacak ve asla onların sıfatlarına benzemeye­cektir. Öyleyse, ortada nasıl bir doğma ya da doğramaktan söz edilebilsin ki?

kelimesinde asi olan merfiı olmasıdır. Çünkü bu, genel manada tüm kıraat imamlarının okuyuş tarzıdır ki, bu da bunu yeni bir cümle (istinaf) olduğu esasına dayanır. Yani, "O da oluve­rir. " demektir. Yahut da bu, üzerine matuf olarak merfudur.

Ancak kıraat imamlarından îbn Amir ise, kelimesini, kelimesi üzerine atfederek bunu mansub okumuştur. Çünkü, kelimesi emir kipidir (fiildir). Bu itibarla, emrin cevabı da ile olunca bunun mansub olması gerekir.

Ancak biz de burada diyoruz ki, kelimesi gerçek manada bir emir fiili, yani kipi değildir. Çünkü burada, demekle, demek arasında herhangi bir fark yoktur. Mademki, durum böyle ise bu takdirde kelimeyi mansup okumanın bir anlamı da olmaz. Böyle bir durumun olması yani bunu emir kabul edilebilmesi için, bu takdirde bu emir kipiyle ya var olan bir muhataba bir emir olması gerekir. Oysa mevcut yani var olana, zaten var olması bakımından tekrar ona, "Ol!" emri verilemez. Çünkü zaten var. Ya da, muhatap yoktur, madumdur. Yok yani madum olana da hitap olunmaz, seslenilmez. [241]

 

118 - Hakkı bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mucize) getirmeli değil miydi?" Nitekim, onlar­dan öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. Kalp­leri (düşünceleri) nasıl da birbiriyle Örtüştü! Biz gerçekleri kesin bil­mek isteyenlere işte âyetlerimizi böylece açıklamışızdır.

 

"Hakkı bilmeyenler dediler ki:" Bunlar ya müşrikler veya kitap ehli Yahudi ve Hristiyanlardan olanlardır. Allah, âyetinde bunları ilimden yoksun olmakla zikretti. Çünkü bunlar bildikle-riyle amel etmediklerinden ya da bildiklerinin gereğini yapmadıklarından dolayı böyle buyurmuştur.

"Allah bizimle konuşmalı değil miydi?" Allah meleklerle, Hz. Mûsâ (Aleyhi's-selâm) ile konuştuğu gibi bizimle de konuş­ması gerekmez miydi? Bu kâfirler sırf kendilerini büyük gördüklerinden ve azgınlıklarından söylemektedirler.

"ya da bize bir âyet (mucize) getirmeli değil miy­di?" Bunu da yine sırf inkâr ve aşağılama, küçümseme kasdıyla söyle mektedir.

 "Nitekim, onlardan öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. Kalbleri (düşünceleri) nasd da birbiriyle örtüştü." Yani günümüzde böyle diyenle­rin kalpleriyle (düşünceleriyle) onlardan önce geçenlerin kalpleri (ve dü­şünceleri) körlükte, basiretsizlikte ne kadar da örtüştü ve benzeşti.

"Biz gerçekleri kesin bilmek isteyen-lere işte âyetlerimizi böylece açıklarız." Yani, insaf ölçüleri içerisinde hare­ket eden ve böyle gelen âyetlerin - mucizelerin Allah tarafından geldiği­ne ve olduğuna kesin olarak inanan bir toplum için bunların gerçekliğini itirafta bulunmaları gerekir. Onlar karşısında boyun eğmeleri icabeder. Başka hiçbir şeyle değil, bunlar ile yetinmesi lâzım gelir. [242]

 

119 - Muhakkak biz seni Kur'an ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorulacak değilsin.

 

"Muhakkak biz seni -mü'minleri sevap ve- Kıır'an ile müjdeleyici ve -kâfirleri de azap ve ceza ile- uyarıcı olarak gönderdik."

"Sen cehennemliklerden sorulacak değilsin." Biz sen onlardan sorumlu tutacak değiliz. Çünkü, sen onlar için var gücünü ortaya koyup tebliğ ettikten sonra buna rağmen onların iman etmemelerinin hesabım sana soracak, faturasını sana çıkaracak deği­liz. Kaldı ki, sen davetini onlara ulaştırmak için de elinden geleni yaptın. Bu son cümle de tıpkı, ile kelimeleri gibi haldir. Yani, sorumlu değildir, demektir. Ya da bu, yeni bir cümle olabilir.

Kıraat imamlarından Nâfî, kelimesini, olarak nehiy manasında okumuştur. Bunun da manası; kâfirlerin karşı karşıya bulundukları azabın önemini ve büyüklüğünü göstermektir.

Örneğin; bir belâ ve felâket içerisinde kalmış olan birinin durumu­nu "Falan şahıs nasıl?" diye sorman durumunda tıpkı senin karşındakin-den, "Arkadaş onu hiç sorma!..." diye cevap almana benzer bir ifadedir buradaki.

Bir diğer yorum ise şöyledir: "Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) keşke babam ve annemin şu anda ne durumda olduklarını ve ne yap­tıklarını bilebilseydim." diye hayıflanır. İşte bunun üzerine yüce Allah peygamberini, kâfirlerin durumlarını sormaktan, öğrenme isteğinden men etmiştir.[243]

 

120 - Yahudiler olsun, Hristiyanlar olsun sen onların dinleri­ne uymadıkça asla senden hoşnut kalmayacaklardır. De ki: "Allah'ın dosdoğru yolu, İslâm'ın ta kendisidir." Eğer sana gelen ilimden (va­hiyden) sonra sen Yahudi ve Hristiyanların hevâ ve heveslerine (is­teklerine) boyun eğersen, yemin olsun ki, Allah'tan sana ne bir yar -dost ve ne de bir yardımcı vardır.

 

"Yahudiler olsun, Hristiyantar oban, sen onların dinlerine uymadıkça asla senden hoşnut kalmayacaklardır." Sanki burada onların şöyle bir ifadelerine yer verilir gibidir:

"Sen ne kadar bizi memnun etmeye, hoşnut etmeye çalışırsan çalış, sen bizim dinimize, inanç, sistem ve uygulamalarımıza uymadığın sürece biz hiçbir zaman ve asla senden memnun kalacak değiliz."

Böylece Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), bu gibi kimselerin ya da toplumların kesinlikle İslâm dinine giremeyeceklerini ve onlardan umut kesmesi gerektiğini Rabbim bu şekilde bildirmiş oluyor ve onların konuşmalarını, söz ve niyetlerini aziz ve celil olan Allah bildirmiş olu­yor.

"De ki: «Allah'ın -kullarından hoşnut kalıp razı olacağı- dosdoğru yolu, islâm'ın la kendisidir.»" Çünkü, İslâm bizatihi tümüyle ve hepten hidâyettir. Artık onun ötesinde bir hidâyet, doğru yol aranmaz, aranamaz. Oysa onların hidâyet ya da doğru yol diye halkı davet ettikleri şey ya da şeyler hevâ ve hevesten başkası değildir. Görmez misin bak, Allah ne buyuruyor:

"Eğer sana gelen ilimden (vahiyden) sonra" yani, Allah'ın hak dininin bizzat İslâm dini ol­duğu gerçeğini öğrendikten ya da kesin ve sağlıklı deliller, apaçık hüccet ve kanıtlarla malum dinin İslâm olduğunu bilip öğrendikten sonra, "Şu Yahudi ve Hristiyanların hevâ ve heveslerine, -hevâ ve bidatlerden oluşan sözlerine, görüşlerine- boyun eğersen, yemin olsun ki:"

"Allah'ları sana ne bir yar (dost) ne de bir yardımcı vardır." Seni Allah'ın azabından kurtaracak ne bir dostunu ve ne de bir yardım edenin bulunacaktır. [244]

 

121 - Kendilerine kitap verdiklerimizden öyleleri de vardır ki; o kitabı, okunması gerektiği gibi okuyup uygularlar. İşte bunlar o kitaba iman edenlerin ta kendileridir. Kim de onu inkâr ederse işte hüsrana uğrayanlar da onlardır.

 

Kendilerine kitap ver­diklerimizden Öyleleri de vardır ki: o kitabı, okunması, gerekliği gibi okuyup uygularlar."

Burada, mübtedadır. ise bunun sılasidir (ilgi cümleciğidir). Burada sözü edilenler, kitap ehlinin mü'min otanlarıdır, inananlarıdır. Bu kitaplar da Tevrat ile İncil'dir ki, dolayısıyla bu iki kitabın inananları demektir. Bu, birinci yorumdur. Diğer bir yoru­ma göre bunlar Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve sellem) ashabıdırlar. Bura­daki kitaptan maksat da Kur'an-ı Kerim'dir. Buradaki, keli­mesi de, zamirinden takdir olunan bir haldir. Çünkü, onlar Kitap inmekte olduğu sırada onu okuyor değillerdi. Bu mastar kabul edilerek de mansub kılınmıştır.

Yani tertil üzere (okunma açısından kıraat kurallarına uyarak, harfleri çıkması gereken yerlerden/mahreçlerden çıkararak), tefekkür ve tedebbür suretiyle üzerinde düşüne düşüne okurlar. Ya da içindeki hükümlere iman ederek ve gereğini yaparak, amel ederek okurlar. Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o kitaplarda var olan sıfatlarını de­ğiştirmeden okurlar, gereğini yaparlar.

"işte bunlar o kitaba iman edenlerin ta kendi­leridir. "

Burada, mübtedadır. cümlesi de bunun haberidir. Cümle bütünüyle de, 'nin haberidirler. Aynı zamanda, ibaresinin haber olması, cümlenin de bir başka haber olması da caizdir.

"Kim de onu inkâr ederse, işte hüsrana uğrayanlar da onlardır." Hidâyeti verip de yerine dalâleti sa­tın alanlar da bunlardır. [245]

 

122 - Ey İsraüoğulları! Size önceden verdiğim nimetlerimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın!

 

"Ey Israiloğulları! Size önceden verdiğim nimetlerimi -üzerinize nimet olarak sunduğum şeyler- âlemlere üstün kddığımı hatır­layın. " Sizi kendi çağınız insanlarına üstün kıldığımı hatırlayın. [246]

 

123 - Öyle bir günün dehşetinden sakının ki, o gün hiçbir kimse bir başkası adına Ödeme yapamaz, hiçbir kimseden bir fidye kabul edilmez ve hiçbir kimseye şefaat de fayda vermez ve onlara yardım da olunmaz.

 

"Öyle bir günün dehşetinden sakının ki, o gün hiçbir kimse bir başkası adına ödeme yapamaz, hiçbir kimseden bir fid­ye kabul edilmez ve hiçbir kimseye şefaat de fayda vermez ve onlara yardım da olunmaz."

Burada, zamiri mübteda olarak merfudur. Haberi de, fiilidir. Her dört cümle ise, kelimesinin sıfatıdırlar. Yani mana şöyledir:

"Hiçbir ödemenin alınmadığı o günden, hiçbir şeyin kabul edilmediği o günden, hiçbir .şefaatin yarar sağlamadığı o günden ve hiçbir tardımın ya­pılmadığı o günden sakının."

Bu iki âyetin bu şekilde tekrar olunmasının sebebi, Yahudilerden sudur eden tekrar tekrar masiyetleri nedeniyledir. Böyle İsrail oğullarının kıssası başladığı şekliyle son bulmuş oldu. [247]

 

124. —131. AYETLER

 

Meali

 

124. Ve yine hatırlayın ki: Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle (emirlerle) denemişti. İbrahim de emredildiği gibi onları ye­rine getirdi. Rabbi de ona: "Seni insanların üzerinde emirlerimi uygula­yan bir imam (önder) kılacağım." buyurdu. İbrahim de: "Soyumdan da imamlar gönder." diye yakardı. Allah: "Ahdim zalimlere ermez (zalimler için böyle bir söz vermem)." buyurdu.

125. Ve yine hatırlayın ki: "Beytullah'ı insanların sevap kazanma­ları için toplanma yeri ve güvenli bir mekan kılmıştık. Öyle ise, siz de İb­rahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namız kılın)." Ve biz İbrahim ile İsmail'e, "Beytimi, tavaf edenler, itikafa girerek kendilerini ibadete verenler, rüku ve secde ederek namaz kılanlar için tertemiz tu­tun." diye emrettik.

126. Ve şunu da hatırlayın ki: "İbrahim; Rabbim! Burayı emin ve güvenli bir belde kıl! Halkından da Allah'a ve ahiret gününe iman eden­leri çeşitli meyve ve ürünlerle nziklandır!" diye yakardı. Rabbi de: "Hal­kından inkarcıları bile az bir süre de olsa rızıklandırır, sonra da onu ce­hennem ateşinin azabına suçunun cezası olarak mahkûm ederim. Orası ne kötü bir varış yeridir!" diye buyurdu.

127. Hani şunu da hatırla ki: İbrahim ve oğlu İsmail birlikte Beytullah'ın temellerini yükseltiyorlar ve şöyle dua ediyorlardı: "Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur; doğrusu sen her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıy­la bilensin."

128. "Rabbimiz! Her ikimizi de Müslüman olarak sana teslim ol­muş iki kul eyle. Soyumuzdan da sana teslim olan Müslüman bir ümmet çıkar! Rabbimiz! Bize nasıl ibadet edeceğimizi, ibadet edeceğimiz yerleri göster! Tevbelerimizi kabul buyur! Çünkü, Sen gerçekten tevbeleri çok çok kabul eden ve merhamet sahibi olansın."

129. "Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder ki, onlara senin âyetlerini okusun, Kitabını ve hikmeti onlara öğretsin ve onları şir­kin her çeşidinden arındırsın. Muhakkak sen Azizsin (güçlüsün), Hakim­sin (hüküm ve hikmet sahibisin)"

130. Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dininden vazgeçebi­lir!? Yemin olsun ki, biz onu dünyada peygamber olarak seçtik. Ve o ahi-rette de muhakkak salih olan kullardandır.

131. Şunu da hatırla: "Rabbi ona; (Müslüman olarak) teslim ol!" dedi. İbrahim de: "Alemlerin Rabbine (Müslüman olarak) teslim oldum." demişti. [248]

 

Tefsiri

 

124 - Ve yine hatırlayın ki: Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle (emirlerle) denemişti. İbrahim de emredildiği gi­bi onları yerine getirdi. Rabbi de ona: "Seni insanların üzerinde emirlerimi uygulayan bir imam (önder) kılacağım." buyurdu. İbrahim de: "Soyumdan da imamlar gönder." diye yakardı. Allah: "Ahdim zalimlere ermez (zalimler için böyle bir söz vermem)." buyurdu.

 

"Ve yine hatırlayın ki, bir za­manlar kahbi birtakım kelimelerle (emirlerle) denemişti."

Burada, ifadesi, takdirindedir. Birtakım emir ve yasaklarla onu denedi, imtihan etti.

İhtibar: Deneme ve tecrübe ya da imtihan ifadesi bizim açımızdan değerlendirildiğinde, bizim bilmediğimiz şeylerin ortaya çıkması manasındadır. Yüce Allah açısından ele alındığında ise, Allah'ın bildiği bir gerçeği açıklaması, ortaya koyması demektir.

İbtilanın ya da imtihanın akıbeti veya sonucu ise; gerek şahit hazır olan açısından olsun ve gerekse gaib (yani yanımızda hazır olmayan) noktasından olsun her ikisi yönünden gizli (yani bizim açımızdan anlaşıl­ması zor olan) bir şeyin tümüyle ortaya çıkması anlamındadır. İşte bunun içindir ki, bunun yüce Allah'a izafesi caiz görülmüştür.

Bir diğer yoruma göre; Allah'ın kulunu denemesi demek, iki şey­den birini tercih yani Allah'ın dilediği şey ile kulun arzuladığı şey arasın­da mümkün olması nedeniyle birini tercih noktasında bu, mecazi anlam­da kullanılmıştır. Sanki Allah kulunu, ondan olabilecek bir şey ile imti­han ediyor da, sonuçta kulunu buna göre değerlendirip cezalandırıyor gibi bir şey..

İmam Ebu Hanife burada, İbrahim kelimesini merfu olarak okumuş yani, tarzında kıraat etmiştir ki, bu, aynı zamanda îbn Abbas'm da kıraatidir. Yani bunun manası şu demektir:

"Hz.İbrahim (Aleyhi's-Selâm) dualardan oluşan birtakım kelimelerle, adeta denemeye tâbi tutulan biri gibi Rabbine dua edip çağırdı. Acaba Rabbi onun bu kelimelerine icabet buyuracak mı, buyurmayacak mı?"[249]

"ibrahim de emredildiği gibi onları yerine getirdi." Yani, nasıl yapması gerekiyor idiyse aynen öylece tamamladı. Hiç ifrat ve tef­rite gitmeksizin kendisinden istenileni yerine getirdi. Bu âdeta:

"Ahdine veya gösteren İbrahim..[250]

kavlindeki gibidir. Ebu Hanife merhumun kıraatine göre bunun manası şöyledir:

"Allah, ona istediklerini hiç eksiltmeden tastamam olarak verdi." İşte bu yoruma göre Hz. İbrahim (Aieyhi's-Seiâm) Rabbinden istediği kelime­ler, tefsirimizin bu âyet grubu içerisinde yer alacak olan, Bakara Sûresi, 126. - 129. âyetlerinde yer alan dualarıdır.

yani, kelimelerden murat; meşhur olan kıraate göre beş tanesi baş bölgesindedir ve şunlardır; Saçını ortadan ikiye ayırmak, bıyıkları kısaltmak, misvak kullanmak, mazmaza (yani ağzı su ile temiz olarak çalkalayıp yıkamak) ve istinşaktır (buruna su çekip burnu temizle­mektir). Bunlardan beş tanesi de vücudun diğer bölgelerinde olup şunlar­dan oluşmaktadır; Sünnet olmak, tırnakları kesmek, koltuk altlarını te­mizlemek ve eteğini tıraş etmek, bir de istinca, yani taharetlenip temiz­lenmektir.

İbn Abbas'a göre bunlar şeriattan otuz paydır. Bu otuzdan on mad­desi, Tevbe Sûresi, 112. âyette, on maddesi, Ahzab Sûresi, 35. âyette ve kalan on maddesi de, Mü'minun Sûresi, 9. ve Mearic Sûresi, 34. âyetler­de yer almaktadır.

Bir yoruma göre de bunlar hac menasikidir.504

"Rabbi de. ona: seni insanların üzerine emirlerimi, uygulayan bir imam (önder) kılacağım, buyurdu."

imam: Kendisine uyulan kimseye verilen addır. Yani, onlar dinle­rini uygulamada seni imam ve lider kabul edecekler.

"İbrahim de: «Soyumdan da imamlar gönder!» diye yakardı." Yani neslimden de kendilerine uyulan imamlar gönder. Kişinin zürriyeti demek, erkek olsun - kadın olsun var olan çocukları, demektir. kelimesi, kalıbından bir kelimedir. Kelime kök itibariyle, den türeme olup "yaratmak" manasmdadır. Sonun­daki hemze harfi harfine dönüştürülüp idgam olunmuştur.

Ata'dan rivayete göre İbn Abbas (Radıyaltahu Anh) şöyle demiş: "Yüce Allah İbrahim (Aleyhi's-Selâmye. vahyederek buyurdu ki: Ey Halil'im! Temizlen! O da derhal, ağzını yıkayıp temizledi. Bu defa, yüce Allah yine ona, "Temizlen!" diye vahyetti. Bu sefer de, misvak kullanarak temizlik yaptı. Yine yüce Allah kendisine, "Temizlen!" diye vahyetti. Bu sefer de, bıyıklarını aldı (kesti). Allah tekrar ona, "Temizlen!" diye vah-yetti. O da bunun üzerine, saçını ortasından ikiye ayırdı. Yine Allah ona "Temizlen!" diye vahyetti, o da bu defa, büyük ve küçük abdestten sonra taharetlendi - temizlik yaptı. Yüce Allah yine ona "Temizlen!" diye vahyetti o da, eteğini tıraş etti. Yüce Allah, tekrar, "Temizlen!" diye vahiy buyurdu, o da bu defa koltuk altlarını tıraş etti. Allah Teâlâ tekrar kendisine temizlenmesini emir buyurdu, o da, tırnaklarını kesti. Yi­ne yüce Allah, ona temizlen, diye emir buyurdu, o da, şöyle dönüp gözüyle vücuduna baktı-vücudunu gözden geçirdi, daha ne yapabilirim diye düşündü. Nihayet 120 yaşından sonra sünnet oldu. Bk. Tefsiru'l-Vasit. "Çeviren".

"Allah: «Ahdim zalimlere ermez» -zalimler için böyle bir söz vermem-, buyurdu." Kıraat imamlarından Hamza ve Hafs, kelimesindeki harfini sakin olarak okumuşlardır. Diğer kıraat imamlarıı ise, harfinin fethasıyla okumuşlardır. Mana da şöyledir:

"Senin neslinden zalim olanlara imamet isabet etmeyecek, verilmeye­cektir." Yani, onlardan kâfir olanlarına sana verilen onlara verilmeye­cektir.

Rabbimiz burada şu gerçeği bize bildiriyor:

Müslümanlara ait olan bir imamet görevi kâfirler için söz konusu değildir. Çünkü; Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) in soyundan hem Müslüman olan bir nesil ve hem de kâfir olan bir nesil gelmiştir ve gelecektir de. Yüce Allah (Celle Cetâluhû) şöyle buyuruyor:

"Kendisini ve İshak'ı mübarek (bereketli) kıldık. Fakat her ikisi­nin de soyundan iyi kimseler (muhsinler) olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler (zalimler) de olacaktır."[251]

Bu âyette yer alan ve "iyi kimseler" olarak belirttiğimiz kelimesi, yani, iman eden manasmdadır. "kötülük edenler" diye belirttiğimiz kelimesi de, inkarcılar anlamındadır.

İşte Mutezile Mezhebi mensupları bu âyete dayanarak, fasık kim-enin imametinin sahih ve uygun olmadığını ileri sürmektedirler. Diyorlar ki:

"Buna göre bir kâfirin imameti nasıl caiz olabilsin ki? Çünkü İma­mın, yani İslâm devlet başkanının görevi zulmün önüne geçmektir. Eğer biz­zat kendisine zulümde bulunan bir kimse imam (devlet başkanı) olarak ta­yin olunursa bu akla şu atasözünü getirir: "Sürüye kurdu çoban atayanlar, koyunlara zulmetmiş olurlar."[252]

Ancak Ehli Sünnet olarak biz burada şunu demek istiyoruz. Burada zalimden murat kâfir demektir. Çünkü kâfir mutlak manada zalim de­mektir.

Bir yoruma göre de Hz. İbrahim (Aieyhi's-Seiûm), soyundan gelenlerin tıpkı kendisi gibi peygamber olmalarım istemiştir. Yüce Allah da ona, za­limlerin peygamber olmayacaklarını bildirmiştir. [253]

 

125 - Ve yine hatırlayın ki: "Beytullah'ı insanların sevap ka­zanmaları için toplanma yeri ve güvenli bir mekan kılmıştık. Öyle ise siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın)." Ve biz İbrahim ile İsmail'e, "Beytimi, tavaf edenler, itikafa girerek kendilerini ibadete verenler, rüku ve secde ederek namaz kı­lanlar için tertemiz tutun." diye emrettik.

 

"Ve yine hatırlayın ki: Beytullah'ı insanların sevap kazanmaları için toplanma yeri ve güvenli bir mekan kılmıştık. ' Nasıl yıldız denince ilk akla gelen Süreyya yıldız olu­yorsa, "beyt" denince ilk ve hemen akla gelen Kabe'dir, Çünkü hep Beyt adı kullanıla geldiğinden bu artık bir özel isim mahiyetini almıştır ve Al­lah'ın evi akla gelir.

halkın dönüp geldikleri ve toplandıkları yer. Ya­ni hacca ve umreye gidenlerin, dünyanın dört bir tarafından çıkıp gelen­lerin toplanıp sığındıkları mahal. Güvenli mekan. Çünkü buraya bir caninin gelip sığınması halinde o orada bulunduğu müddetçe doku­nulmazlığı var demektir. Oradan çıkıp ayrılana dek kimse ona dokuna­maz, saldıramaz. İşte bu âyet bizim için yani Ehli Sünnet lehine bir delil­dir. Hareme sığınan herhangi bir kimsenin orada bulunduğu müddetçe dokunulmazlığı vardır.

'Öyle ise sız de ibrahim'in maka­mından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın)."

Biz: "Orada kendiniz için namaz kılabileceğiniz bir yer edinin." dedik. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) rivayete göre, kendisi Hz. Ömer (Radıyaliahu Anhf'm elinden tutarak şöyle buyurmuş:

— İşte burası Makam-ı İbrahim'dir." Bunun üzerine Hz. Ömer

  Biz burayı namaz edinmeyelim mi, diye sorar. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de:

— Ben bununla emrolunmadım." buyurur. Henüz güneş batmamıştı ki, bu âyet nazil oldu."[254]

Bir yoruma göre,  dua edilecek yer edinin, demektir.

Makam-ı İbrahim: Üzerinde Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâmf)n ayak izle­rinin bulunduğu taş, demektir. Bir yoruma göre de Harem'in tamamı Ma-kam-i İbrahim'dir.

Kıraat imamlarından İbn Amir ve Nâfı mazi (geçmiş zaman) kipiyle, olarak kıraat etmişler, diğerleri ise âyette geçtiği şekliyle emir kipi olarak okumuşlardır. Mazi sigasıyla okuyanlar bunu, üzerine atfetmektedirler. Yani:

"Halk, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm)'in işaretlediği (belirlediği), önem verdiği ve soyunu yerleştirdiği yeri kıble edinerek orada namazlarını kılmak üzere orayı namazgah edindi."

Ve biz ibrahim ile ismail'e emrettik:" "Beytimi tertemiz tutun!"

Kıraat imamlarından, Nâfı, Cafer ve Hafs, harfinin fethiyle, olarak okumuşlardır. Bu da, takdirindedir. Veya sa-dece,  takdirindedir. "Temizleyerek veya temizleyin." Manaların­da olmak üzere. Manası şöyledir:

"Her ikiniz onu (evimi) putlardan, necis, pis ve murdar olan her şey­den arındırarak tertemiz hale getirin!"

«Tavaf edenler -Beytullah'm çevresinde dolananlar veya değişik ülkelerden çıkarak oraya gelenler-, itikafa girerek kendilerini ibadete verenler -Kabe'nin civarında yerleşip kalanlar veya orada ikamet edip de ayrılmayanlar, Mekke'nin yerlileri-rüku ve secde ederek -her iki hareketi de namazlarında cem etmek sure­tiyle- namaz kılanlar için tertemiz tutun, diye emrettik." [255]

 

126 - Ve şunu da hatırlayın ki: "İbrahim; Rabbim! Burayı e-min ve güvenli bir belde kıl! Halkından da Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyve ve ürünlerle rızıklandır!" diye yakardı. Rabbi de: "Halkından inkarcıları bile az bir süre de olsa rızıklandırır, sonra da onu cehennem ateşinin azabına suçunun cezası olarak mahkum ederim. Orası ne kötü bir varış yeridir!" diye buyurdu.

 

"Ve şunu da hatırlayın ki: ibrahim, «Rabbim! Burayı enim ve güvenli bir belde kıl! ...»" Yani bu bel­deyi veya bu mekanı, mutlu bir hayatın geçirilmesi için güven duyulan, emin olan bir yer kıl. Ya da burada bulunanları güven ve emniyet içinde eyle, demektir. Bu tıpkı, "Tam uyku çekilecek, dinlenilecek bir gece." ifadesinde yer alan güven ifadesine benzer bir ifade gibidir.

Burada, kelimesi ilk mef ul, kelimesi ikinci mef ul ve, kelimesi de bunu sıfatıdır.

"Halkını da çeşitli meyve ve ürünlerle nzıklandui" Çünkü o dönemlerde Mekke'de pek ürün bulunmazdı. İşte bu cümledeki, den bedel, âyetin bundan sonra gelen şu cüm­lesidir:

"Bunlardan da Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyve ve ürünlerle nzıklandır."

Bu, külden bedeli ba'zdır. Yani özellikle "Oradaki halktan mü'min olanları rızıklandır". Böylece Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) nzık olayım da imamet ile kıyaslayarak, bunu da sadece ona iman edenlere tahsis etmiş oldu.

"Rabbi de -ona cevap olarak- hal­kından inkarcıları bile az bir süre. de oha -ecellerinin bitimine kadar da olsa ya da az bir müddet faydalanmaları da olsa- rızıklandırır."

Kıraat imamlarından Ibn Amir, kelimesini,  olarak kıraat etmiştir.

"Sonra da onu cehennem ateşinin azabına suçunun cezası olarak mahkum ederim." Mecburi olarak gidip sığınacağı yer ateştir. Burada mahsusun bi'z-zem mahzuftur (giz­lidir). [256]

 

127 - Hani şunu da hatırla ki: İbrahim ve oğlu İsmail birlikte Beytullah'm temellerini yükseltiyorlar ve şöyle dua ediyorlardı: "Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur; doğrusu sen her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla bilensin."

 

"Hani şunu da hatırla ki, ibrahim ve oğlu ismail birlikle Beytullah'ın temellerini yükseltiyorlar ve şöyle dua ediyorlardı:"

Burada, cümlesi, geçmiş zamanı hikaye ediyor. Yani daha önce geçen bir olayı muzari (şimdiki zaman) kipini kullanarak zikrediyor. kelimesi, "kaide" kelimesinin çoğuludur. Bu da esas ve asıl anlamında binanın üzerinde kurulduğu ya da inşa edildiği te­mel demektir, "kaide" kelimesi sıfat olmakla birlikte artık daha çok isim gibi kullanılan bir kelimedir. Bunun manası da sabit, demektir. Bu açıdan sıfat-i galibe denmiştir. Temellerin yükselmesi demek, inşaatın ya da bi­nanın o temeller üzerinde yükseltilmesi anlamındadır. Çünkü, temel üze­rinde inşaata devam olunurken artık o alçak (düşük) seviyeden yüksele­rek çıkar ve daha Önce kısa bir yapı iken duvarlar uzayıp yükselir.

Beytullah manasına olup Kabe demektir. İsmâîl keli­mesi, İbrahim kelimesine matuftur. Hz. İbrahim (Aleyhi'.s-Selâm) bir usta ola­rak binayı inşa ediyor, Hz. İsmail (Aleyhi'sSelâm) de bir çırak gibi ona taş ta­şıyıp veriyordu.

"Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur!"

Her ikisi de, "Rabbimiz, diyorlardı." Bu « O fiili hal olarak mahallen mânsubtur. Abdullah b. Mesud, kendi kıraatinde bu fiili açıktan okuyarak izhar ederdi. Manası da:

"Her ikisi de binanın temellerini yükselterek, ey Rabbimiz! Bizden ka­bul buyur! Biz Senin bu beytini yapmakla sana yaklaşıyoruz, diye yakanyarlardı."

"Doğrum sen her şeyi hakkıyla işiten -duamızı duyan- ve hakkıyla -içimizden geçenleri ve niyetlerimizi- bi­lensin. "

Ayette Önce geçen "temeller" kelimesi, neyin temelle­ri olduğu belli olmadığından mübhem olarak zikredilmiş bulunuyor. Son­ra bu, "Beyt" ile kayıtlanınca Beytullah'a ait temeller olduğu anlaşılıyor ki, bu da yapılan işin (Beytin) önemine ve şanının yüceliğine işaret kasdını taşımaktadır. [257]

 

128 - "Rabbimiz! Her ikimizi de (Müslüman olarak) Sana tes­lim olmuş iki kul eyle. Soyumuzdan da sana teslim olan (Müslüman)

bir ümmet çıkar! Rabbimiz! Bize nasıl ibadet edeceğimizi, ibadet edeceğimiz yerleri göster! Tevbelerimizi kabul buyur! Çünkü, Sen gerçekten tevbeleri çok çok kabul eden ve merhamet sahibi olansın."

 

"Rabbimiz! Her ikimizi de (Müslüman olarak) Sana teslim olmuş iki kul eyle!" Yüzlerimizi ihlâslı ve samimî bir şekilde sana döndür. Bu ifade, Bakara Sûresi, 112. âyte dayanan bir ifa­dedir. Çünkü, orada şöyle buyurulmuştur:

" ... Kim samimî ve dürüst bir şekilde yüzünü ... bir Müslüman olarak Allah'a teslim ederse ..."

Ya da boyun eğen iki Müslüman olarak, demektir. Örneğin:

ve denir ki bu, boyun eğmek, ram olmak, tes­lim olmak manalarınadır. Mana ise şöyledir:

"Bizim sana karşı olan ihlâs ve samimiyetimizi artır, sana hep boyun eğen kıl."

"Soyumuzdan da sana teslim olan (Müslüman) bir ümmet çıkar!" Burada geçen cer edatı teb'iz (ayır­ma, istisna tutma) ya da tebyin (açıklama) içindir. Bir yoruma göre de Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) ve İsmail (Aieyiu's-Seiâm) "ümmet" ifadesiyle Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ümmetini kasdetti, demektir. Hz. İbrahim (Aleyhi'sSelâm) ve Hz. İsmail (Aleyhis-Selâm) özellikle kendi soyların­dan gelenleri dualarına almaları, insanın kendi öz çocuğuna karşı daha merhametli olması sebebiyledir. Çünkü, Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taş­lar olan ateşten koruyun." [258]

"Rabbimizf Bize, nasıl ibadet edeceğimizi, ibadet edeceğimiz yerleri gösteri"

Buradaki, kelimesi, fiilinden nakledilmiştir. Göster veya tanıt manasınadır. Bu bakımdan fiil iki nıef ul almamıştır. Yani; bi­ze hac esnasında ibadet edebileceğimiz yerleri göster ya da onları bize öğret, tanıt, demektir.

kelimesi, harfinin fetha ve kesresiyle olan, kelimesinin çoğuludur. Bu da, içinde ibadet olunan yer demek­tir. Nitekim, bu manada abid yani ibadet edene nasik denmiştir.

Kıraat imamlarından İbn Kesir bu kelimeyi, olarak okumuştur. kelimesindeki kıyaslayarak böyle okumuştur. Ebu Amr ise kesre ile işmam yaparak okumuştur.

"Tevbelerimizi kabul buyur!" İşlediğimiz kusurları­mız sebebiyle ya da nesilleri adına tevbe talebidir.

"Çünkü sen gerçeklen tevbeleri çok çok kabul eden ve merfuımet sahibi olansın." [259]

 

129 - "Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder ki, onlara senin âyetlerini okusun, Kitabını ve hikmeti onlara öğretsin ve onları şirkin her çeşidinden arındırsın. Muhakkak sen Azizsin, Hakimsin."

 

"Rahbimiz! içlerinden –Müslüman ümmet içinden- onlara bir peygamber gönder ki," İşte bunun üzerine Al­lah onların arasından Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) peygamber olarak gönderdi. Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

"Ben babam İbrahim'in duasının, Hz. İsa'nın müjdesinin ve Annem Amine'nin de rüyasının ürünüyüm."

Çünkü Peygamberimizin annesinin rüyasına göre, "Kendisinden Mekke'yi aydınlıkla dolduran bir nurun çıktığını görmüştür." [260]

"Onlara senin âyetlerini okusun," Onlara vahyini okusun, kullarına, vahyetmiş olduğun şeyi, senin birliğinin ya da vahdaniyetinin delillerini tebliğ etsin, peygamberlerinin doğruluğunu tas­dik eden gerçekleri anlatsın.

"Kitabını -Kur'an'ı-, hikme­tini -Sünneti ve Kur'an'ı kavrama gücünü- onlara Öğretsin ve onları şirkin her çeşitinden -ve diğer murdarlıklardan- arındırsın."

"Muhakkak sen Azizsin -asla ye-nilmeyen galipsin-, Hakimsin -Senin hükmün üzerinde başka şeylerin geçerliliği yoktur." [261]

 

130 - Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dininden vaz­geçebilir? Yemin olsun ki, biz onu dünyada peygamber olarak seç­tik. Ve o ahirette de muhakkak salîh olan kullardandır.

 

"Kim İbrahim'in dininden vazgeçe­bilir?" Buradaki soru aslında inkâr anlamında bir ifadedir. Bu, akıl sahibi varlıklarda söz konusu olan bir inkârdır. Dolayısıyla apaçık olan hakkı ve gerçeği kim inkâr edebilir? Ki bu da ibrahim'in dinidir. Âyette geçen ve din olarak verdiğimiz kelime "millet" kelimesidir.

Millet: Sünnet, gidilen yol, demektir. Nitekim Zeccac (v. 316/928) da bunu böyle zikretmiştir.

"Kendini bilmeyenden başka,"

Buradaki, kelimesi, fiilindeki zamirden bedel ola­rak merfudur. Bedel olması da sahihtir. Çünkü , fiili tıpkı, gibi amel etmeyen bir kelimedir. Mana şöyledir:

"Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm) dininden ancak kendini bilmeyen vaz­geçer, inkâr eder." Henüz kendini bilmeyen, ne idüğü belirsiz kimseler. Kelime müteaddi (geçişli) olduğu şekliyle öyle kabul edilmiştir. Ya da bunun manası:

"Kendi adına bilgisizlik etmiştir, aptalca davranmıştır. " demektir. Burada, cer edatı tıpkı aşağıdaki Örneklerde görüldüğü gibi cer edatları nasıl hazfedilmiş ise burada da öyledir. Örneğin:[262]

âyetinde edatı mahzuftur ve bu, takdirindedir. Keza: [263]âyetindeki, edatı gibi; yani: takdirindedir. Bu her iki görüş de Zeccac'a aittir. İmam Ferra (v.207/822)'ya göre bu temyiz olarak mansubtur. Ancak bu görüş zayıftır. Çünkü kelime mahf­edir.

Yemul olsun ki, biz onu dünyada peygamber olarak seçtik ve o ahirette de muhak­kak salih olan kullardandır." Âyetin bu kısmı, Hz. İbrahim (Aleyhis-Selam) dininden dönenlerin yanlış bir görüşlerini açılamak içindir. Çünkü her iki dünyanın kerametini ve ikramlarını bünyesinde toplamış olan bir zatın yoluna herkes rağbet eder, ona koşup gelir, ondan kaçıp uzaklaş­maz. [264]

 

131 - Şunu da hatırla: "Rabbi ona; (Müslüman olarak) teslim ol!" dedi. İbrahim de: "Alemlerin Rabbine (Müslüman) olarak teslim oldum." demişti.

 

burada bu, kelimesinin zarfıdır. Aynı zamanda, fiilinin izman (gizli) fiili ile mansubtur. Sanki, "Şu vakti hatırla," der gibi. Çünkü, böylece İbrahim'in seçkin ve salih bir kul olduğunu, dolayısıyla onun gibileri asla onun dininden dönmeye­ceklerini ve vazgeçmeyeceklerini öğrenirsin. Çünkü Rabbi ona; "Teslim ol, boyun ey, itaatkar ol ve dinini ihlâs sahibi olarak Allah adına sür­dür. " buyurmuştu. O da ihlâslı olarak ve boyun eğerek teslim, oldum, de­mişti. [265]

 

132. — 141. AYETLER

 

Meali

 

132. Bu dini İbrahim oğullarına tavsiye etti. Nitekim Yakub da aynı vasiyette bulunarak dedi ki: "Çocuklarım! Muhakkak Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) din olarak seçti. Sakın İslâm dışı herhangi bir inanç uğruna can vermeyin!"

133. Ey İsrailoğulları! Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığında onun, çocuklarına: "Benim ölümümden sonra hangi inanca göre kullukta bulu­nacaksınız?" diye sorduğunda siz orada hazır mıydınız? Çocukları baba­larına şöyle cevap vermişlerdi: "Senin ilâhına ve senin ataların olan İbra­him, İsmail ve İshak'ın ilâhına, bir tek ilâh olarak Ona kullukta buluna­cağız. Biz ancak (Müslüman) olarak O'na teslim olmuşuz."

134. Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara ait, sizin de kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tu­tulacak değilsiniz.

135. Kitap ehli olanlar Müslümanlara: "Yahudi veya Hristiyan olun ki, doğru yola eresiniz." dediler. De ki: "Asla! Bilakis, biz yalnızca bir tek Allah inancına dayanan İbrahim'in dinine bağlı kalırız. Çünkü o Al­lah'a ortak koşanlardan değildi."

136. Ey Müslümanlar! Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbra­him'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve esbata (torunlarına) indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlere ve Rableri tarafından öteki peygamberlere veri­lenlere iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden asla ayırmayız. Ve biz Müslümanlar olarak yalnızca Allah'a teslim olduk."

137. Şayet onlar da tıpkı sizin inandığınız gibi iman ederlerse, mut­laka dosdoğru yolu bulmuş olurlar. Yok şayet imandan yüz çevirirlerse, mutlaka onlar bir ayrılık ve düşmanlık içindedirler. Onların düşmanlıkla­rına karşılık muhakkak Allah sana yeter. Doğrusu Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.

138. Allah'ın boyasıyla (dini ve şeriatıyla) boyanmaya bağlı kalın. Allah'ın boyasından (din ve şeriatından)daha güzel olanını kim ortaya koyabilir? Ve Biz yalnızca O'nun boyası içinde kulluk ederiz.

139. Ey Rasulüm! De ki: "Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rab-biniz iken O'nun hakkında siz kendinizce birtakım deliller ileri sürerek bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize aittir, si­zin de yaptıklarınız size aittir. Biz Allah'a samimiyet ve içtenlikle bağlı kalanlarız."

140. Yoksa siz: "İbrahim'in, İsmail'in, İshak'm, Yakub'un ve esbatın (torunlarının) Yahudi ya da Hristiyan olduklarını mı iddia ediyorsu­nuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?" Allah tarafından yanında bir şahitlik bilgisi bulunup da onu gizleyen kimseden daha zalim başka kim olabilir!? Kaldı ki, Allah yapıp ettiklerinizden habersiz değil­dir.

141. Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara ait, sizin de kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tu­tulacak değilsiniz. [266]

 

Tefsiri

 

132 - Bu dini İbrahim oğullarına tavsiye etti. Nitekim Yakub da aynı vasiyette bulunarak dedi ki: "Çocuklarım! Muhakkak Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) din olarak seçti. Sakın İslâm dışı herhangi bir inanç uğruna can vermeyin!"

 

Bu dini İbrahim oğullarına tavsiye etti. Nitekim, Yakub da ayni vasiyette bulunarak dedi ki;"

Kıraat imamlarından Nâfî, Ebû Cafer ve İbn Âmir, keli­mesini, olarak okumuşlardır. Bu dini veya kelimeyi tav-siye etti, ki bu da daha önce geçen: cümlesidir.

Yakub kelimesi (ismi), İbrahim üzerine matuftur ve hüküm itiba­riyle onun hükmüne dahildir. Manası da: "Aynı şekil de Yakub da oğulla­rına tavsiyede (vasiyette) bulundu." demektir.

Çocuklarım Muhakkak Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) din olarak seçti,"

Burada bir gizli "dedi" kelimesi bulunmaktadır ki, biz mealde zaten bunu verdik. Yani Allah, size dinlerin en seçkini ve süzül­müş olanım verdi. Bu da İslâm dinidir ve Allah, sizin onu din edinme­nize, sizi muvaffak kıldı.

"Sakın islam dışı herhangi bir inanç uğruna can vermeyin." Sakın ölümünüz, sizin şu anda üzerinde sebat et­mekte olduğunuz İslâm'dan başka bir inanç sistemi uğrunda olmasın.

Gerçekte buradaki yasaklama, insanların öleceklerinde, halen din olarak üzerinde bulundukları İslâm'dan başka herhangi bir inanç sitemi ya da rejimi adına hayatlarını ortaya koymamalarını öngörmektedir. Bu tıpkı şuna benzer bir ifadedir. "Namazın huşu içinde olmadıktan sonra kılma." Bu, namazı terk et manasında değil, fakat namazı kılınması ge­rektiği şekilde kılınma isteği ve tavsiyesidir. Dolayısıyla bu, "Namazını kıl ama, namazda huşuu elden bırakma. " demektir. [267]

 

133 - Ey İsrailoğulları! Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığında onun, çocuklarına: "Benim ölümümden sonra hangi inanca göre kullukta bulunacaksınız?" diye sorduğunda siz orada hazır mıydınız? Çocukları babalarına şöyle cevap vermişlerdi: "Senin ilâhına ve se­nin ataların olan İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhına, bir tek ilâh ola­rak O'na kullukta bulunacağız. Biz ancak (Müslüman olarak) O'na teslim olmuşuz."

 

Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığında.....siz orada hazır mıydınız?"

Bu âyette yer alan, kelimesi münkatıadır. Başında yer alan hemzenin manası da inkâr ve ret içindir. Yine, kelimesi de, kelimesinin çoğuludur ve hazır anlamınadır. Yani, "Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâm) ölüm döşeğinde iken, onun yanında siz hazır değildiniz, yok­tunuz. " demektir.

Burada hitap müzminleredir ve: "Siz o esnada orada değildiniz. Fakat siz bu bilgilen ancak vahiy yoluyla öğrenmiş oldunuz. " anlamın­dadır. Ya da buradaki, kelimesi muttasıladır. Dolayısıyla bundan önce bir mahzuf takdir olunur. Hitap Yahudileredir. Çünkü onlar hep şu­nu -savuna gelmişlerdir: "Ölen her peygamber Yahudi dini üzere ölmüş­tür. " Sanki burada şöyle denir gibidir:

"Siz peygamberlerin Yahudilik dini üzere olduklarım mı savunup du­ruyorsunuz Öyle mi? Yoksa siz, Yakub ölüm döşeğinde iken, söylediklerini söylediği esnada yanında hazır mı bulunuyordunuz?"

"Onun, çocuklarına; benim ölümümden sonra, hangi inanca göre kullukla bulunacaksınız? diye sordu­ğunda ...."

ilk geçen, Men bedeldir. Her ikisi üze­rinde amil (etkin) görevini yapan, kelimesidir. Ya da fiilinin zarfıdır. fiilinin başındaki, başında yer aldığı, fiiliyle mahallen mansubtur. Yani "Hangi şeye ve neye kullukta bulunacaksınız?" Buradaki, hemen her şey için genel olarak kul­lanılan bir kelimedir. Ya da, mabudun niteliğini soran bir soru edatıdır. Örneğin:

"Zeyd ne istiyor, fakih mi doktor mu?"

''Çocukları babaku'ina şöyle cevap vermişlerdi: Senin ilâhına ve senin alaların olan..." İbrahim İsmail ve ishak'ın ilâhına, bir tek ilâh olarak O'na kullukta bulunacağız."

Bu ayette, "ilâh" ismi tekrarlandı. Bunun nedeni de, cer e-datı yeniden zikredilmeksizin mecrur olan zamir üzerine atıf yapılmasın içindir.

Yine âyette yer alan, "İbrahim, İsmail ve İshak" kelimeleri de, kelimesinin atfı beyanıdırlar. Hz. İsmail (Aleyhi's-Selâm) de onun ataları arasında sayılmıştır. Çünkü amcasıdır ve amca baba mesabesinde­dir. Nitekim Hz. Peygamber (Sallillahu Aleyhi ve Sellem) de, amcası Abbas (Radıyallahu Anh)'tan ötürü şöyle buyurmuştur:

"Bu, atalarımın geride kalanıdır."[268]

ifadesi, cümlesinden bedeldir. Bu, tıpkı şu âyetteki ifadeye benze bir ifadedir.

.... perçeminden, yalancı perçeminden.'[269]

Yahut da bu, ihtisas üzere mansubtur. Yani bu şu demektir:

"Biz, senin atalarının ilâhı sözüyle bir tek olan ilâhı, Allah'a demek istiyoruz."

"Biz ancak (Müslüman olarak) (Tna teslim olmuşuz."

Bu cümle, kelimesinin failinden haldir. Ya da, üzerine atfedilen bir cümledir. Veya bu, te'kit için gelen bir parantez cümlesidir. [270]

 

134 - Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları on­lara ait, sizin de kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıkların­dan sorumlu tutulacak değilsiniz.

 

Bu işaret ismiyle, adı geçen ümmete işaret olunmaktadır.

Ki bunlar da Hz. İbrahim (Aleyhis-selâm) ile Yakub (Aleyhi's-Selâm) ve bunların tek ilâh inancına yani tevhid inancına bağlı olan zatlardır. İşte, kelimesiyle bunlara işaret ediliyor. "Onlar bir üm­metti, gelip geçti."

"Onların kazandıkları onlara ait, sizin de kazandıklarınız size aitth:" Yani hiçbir kimsenin kazandığı şey, ister önceden takdim edilmiş olsun, ister sonradan olmuş olsun baş­kasına yarar getirmez. Nitekim, şu daha önce geçmiş olanlara kendi ka­zandıklarının dışında başkalarının onlara bir faydası ve menfaati olmaz. İşte bu bakımdan sizler de öylesiniz. Kendi kazandıklarınızın dışında kimsenin size bir menfaati olmaz. Bunun nedeni de, onların (Yahudile­rin) atalarıyla övünmeleridir.

"Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz." Siz onların işlediği kötülüklerden ötürü sorumlu tu­tularak hesaba çekilecek değilsiniz." [271]

 

135 - Kitap ehli olanlar Müslümanlara: "Yahudi veya Hristiyan olun ki, doğru yola eresiniz" dediler. De ki: "Asla! Bilakis, biz yalnızca bir tek Allah inancına dayanan İbrahim'in dinine bağlı kalinz. Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi."

 

"Kitap ehli olanlar Müslümanlara: Yahudi veya Hristiyan olun ki,..." Yani, Yahudileri Yahudi olun, Hristiyanlar da, Hristiyan olun ki, "doğru yola eresiniz, dediler."

Burada, fiili emrin cevabı olduğundan dolayı meczumdur.

"De ki: Asla Bilakis biz yalnızca bir tek Allah inancına dayanan İbrahim'in dinine bağlı kalırız." Aksine biz, İbra­him'in dinine uyarız.

kelimesi muzafun ileyhten (tamlanandan) haldir. Tıpkı şu cümle gibi:

"Hindin yüzünü ayakta iken gördüm."

Hanif: Tüm batıl, din, sistem, rejim ve inançları bırakıp hak olan dine dönmek demektir.

"Çünkü o Allah'a ortak koşanlardan değildi. " Burası kitap ehli Yahudi ve Hristiyanlarla daha başkalarına bir ta­riz ifadesidir. Çünkü bu gruplardan hemen hepsi şirk üzere oldukları hal­de Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) in dini üzere olduklarını ve onun müşrik ol­duğunu iddia ediyorlar, bunu ileri sürüyorlar. Bu bakımdan da onun dini üzere olduklarım savunuyorlar. [272]

 

136 - Ey Müslümanlar deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve esbata (torunlarına) indiri­lene, Musa ve İsa'ya verilenlere ve Rableri tarafından öteki peygamberlere verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden asla a-yırmayız. Ve biz (Müslümanlar olarak) yalnızca Allah'a teslim olduk."

 

"EyMüslümanlar! Deyin ki:" Bu hitap ya mü'minlere ya­pılan bir hitaptır ya da kâfirlere yapılmıştır. Her iki ihtimal de vardır. Ya­ni: "Deyin ki, hak üzere olasınız. Aksi takdirde siz batıl üzere olmuş olur­sunuz- "

"Biz Allah'a, bize indirilen -Kuran'anı İbrahim'e, İsmail'e, Ishak'a, Yakub'a ve esbata (torunlarına) indirilenlere," "Musa ve isa'ya verilenlere ve Rableri tarafından öteki peygamberlere verilenlere iman ettik." Onlardan hiçbirisini diğerinden asla ayırma­yız ve biz (Müslümanlar olarak) yalnızca Allah 'a teslim olduk."

Âyette geçen, kelimesi, kelimesinin çoğuludur, bu da torun, demektir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem )iki torunu (sıbtı) idiler. İşte esbat da, Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâm) torunları, çocuklarının çocukları demek olup, bunlar da Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâm) on iki oğlunun çocuklarıdırlar.

Ayette geçen, kelimesi, hem, cer edatı ile ve hem, cer edatiyla müteaddi (geçişli) hale gelir. İşte bu bakımdan bura­da yani Bakara Sûresinin bu âyetinde ile müteaddi olmuşken, Al-i İmran Sûresi, 84. ayetinde ise cer edat ile müteaddi olmuştur.

"Onlardan .... ayıramayız.' derken bazısına ina­nıp bazısını da inkâr etmeyiz, demektir. Oysa Yahudi, ve Hristiyanlar böyle yapmaktadırlar. kelimesi burada cemaat manasındadır. İş­te bu manada olduğundan ötürü, basma, kelimesinin gelmesi sa­hihtir. [273]

 

137 - Şayet onlar da tıpkı sizin inandığınız gibi iman ederler­se, mutlaka dosdoğru yolu bulmuş olurlar. Yok şayet imandan yüz çevirirlerse, mutlaka onlar bir ayrılık ve düşmanlık içindedirler. On­ların düşmanlıklarına karşılık muhakkak Allah sana yeter. Doğrusu Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.

 

"Şayet onlar da tıpkı sizin İman ettiğiniz gibi iman ederlerse, mutlaka, dosdoğru yolu bulmuş olurlar." Ayeti zahiri (göründüğü) şekliyle ele aldığımızda bir müşkil (problem) ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Çünkü, ayet yüce Allah'a, denk-benzer yani "misi" gerektiriyor gibi. Oysa Yüce Allah bundan uzak, beri ve münezzehtir.

Bir yoruma göre kelimesinin başında yer alan cer harfi zaidedir, "misi" kelimesi de mahzuf bir mastarın sıfatıdır. Bunun takdiri de şöyle olmaktadır: "Eğer onlar, tıpkı sizin imanının gibi bir iman ile iman ederlerse."

deki zamiri de Aziz ve Celil olan Allah'a aittir. harfinin zaideliği ise doğru değildir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir."[274]

Bu âyetteki, takdirindedir. Nitekim, Rabbimizin bir başka kavlinde de şöyle buyurulmuştur:

'Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür." [275]gibi.

Bir yoruma göre de, "misi" kelimesi ziyadededir. Yani: "Eğer on­lar, sizin iman ettiğiniz şeye iman ederlerse, " takdirindedir. Çünkü, Ab­dullah b. Mesud (Kadıyaiiahu Anhfun kıraati bunu desteklemektedir. Çünkü o olarak okumuştur. Burada, kelimesi, Übeyy b. Ka'b'ı'n kıraati delil gösterilmek suretiyle, manasında olduğu belirtilmiştir. Çünkü Übeyy, "Billezi amentüm bihi" olarak okumuştur.

Bir yoruma göre de buradaki harfi, tıpkı, cümlesinde olduğu gibi istiane içindir. Yani mana şöyledir: "Eğer sizin kendisiyle imana girdiğiniz şehadet gibi bir şehadet getirerek iman ederlerse (imana girerlerse)."

Yok şayet imandan yaz çevirûierse," Sizin onlara söy­lediklerinizden vazgeçerler ve adalet Ölçüleri içinde hareket etmezlerse veya eğer şehadet getirmekten ve o şehadet ile imana girmekten yüz çevi­rirler ve vazgeçerlerse.

"mutlaka onlar bir ayrılık ve düşmanlık için­dedirler.*' Yani, onlar buhurumda sadece ihtilaf içindedirler, düşmanlık sürdürmektedirler. Hak alanında istedikleri hiçbir şeyleri yoktur, hakkın peşinde değillerdir.

''Onların düşmanlıklarına karşılık muhakkak Allah sanayeter." İşte bu, yüce Allah tarafından, Rasulü'nün onlara üstün geleceğine ilişkin ona verilen kesin bir garantidir. Nitekim, yüce Allah o düşmanlarının kimini öldürmekle vaadini yerine getirdiği gibi ve kimisini de sürgün ettirerek vaadini yerine getirmiştir.

kelimesindeki harfi, kesinlik bildirmek ma­nasınadır. Yani, sana verdiğim söz bira gecikmeli de olsa mutlaka ve ke­sin olarak yerini bulacaktır.

"Doğrusu Allah -onların tüm konuştuklannı-işiten ve -içlerinde gizledikleri kin, haset, ve düşmanlık gibi- her şeyi bitendir." Ve Allah kendilerini buna göre de cezalandıracaktır. Bu, Allah düşmanlarına karşı bir tehdit olabileceği gibi Rasulûllah (Saliaiiahu Aleyhi ve Selleri) için de bir vaad olabilir. Yani, Allah senin dua ettiğin şeyin konu­sunu işitir ve senin bu konudaki niyetini de bilir. Hak dini açıklama ko­nusunda neleri muradettiğini de duyar, işitir ve bilir. Allah senin istekle­rine icabetle cevap verecek ve seni, dilediğin şeye erdirecektir. [276]

 

138 - Allah'ın boyasıyla (dini ve şeriatıyla) boyanmaya bağlı kalın. Allah'ın boyasından (din ve şeriatından) daha güzel olanını kim ortaya koyabilir? Ve Biz yalnızca O'nun boyası içinde kulluk ederiz.

 

"Allah'ın boyasıyla (dini ve şeriatıyla) boyanmaya bağlı kalın." Bu, Allah'ın dini anlamındadır. Önceki ayetlerde geçen, kavlinden müekked (tekidli) ve mansub bir mastardır. Kelime, tıpkı fiilinden mastarı gibi bu da fiilin­den olarak türemiştir. Bu, üzerine boya yapılan bir durum, hal manasındadır. Manası da, Allah'ın kişiyi temizleyip arındırması, demek­tir. Çünkü, iman nefisleri (ruhları) arındırır, temizler.

Bunun aslı da şuna dayanır. Bilindiği gibi Hristiyanlar yeni doğan çocuklarını sarı bir suda vaftiz ederler. Bunun adına da der­ler. Ve: "vaftiz, onlar (yani çocuklar) için bir temizlenmedir." derler. Bir Hristiyan bu şekilde çocuğunu vaftiz edince, "İste şimdi çocuk gerçekten Hristiyan oldu." derlerdi. İşte bu açıdan Müslümanlara da Hristiyanlara:

"Biz Allah'a iman ettik. Allah bizi iman boyasıyla boyadı. Biz sizin yaptığınız bir vaftiz gibi bir su ile boyanmayız", diye söylemeleri emri ve­rildi.

Ayette bu, "boyama" lafzıyla getirildi. Bunun nedeni benzerlik açısındandır yani farklı ve şekli bir benzerlikten ötürüdür. Ör­neğin, ağaç diken bir kimseye: "Sen de filan kişinin ağaç diktiği gibi ağaç dik." denmesine benzer bir ifade. Oysa sen bununla, filan kimsenin ikramda bulunduğu gibi ikramda bulun, demek istiyorsun.

'Allah'ın boyasından (din ve şeriatından) daha güzel olanını kim ortaya koyabilir?" Bu temyizdir. Yani: "Allah'ın boyası, dini ve şeriatı üzerinde daha güzel olan bir başka boya, din ve şe­riat yoktur. " Burada boya ile murad olunan din veya temizlenmedir.

Ve biz yalnız O'nun boyam içinde kulluk ederiz."

Bu da, üzerine matuftur. Bu atıf, kavlinin mef ulüne dahil olduğunun delilidir. Yani: ''Şunu, ve bizytdnız O'nun boyası içinde kulluk ederiz, deyin." demektir.

Bu aynı zamanda, kavlinin, kavlinden bedel olduğunu ileri sürenlerin de görüşlerini reddediyor. Ya da bu, iğra-ilzam suretiyle mansubtur. Yani: "Size Allah 'in boyasına sarılmanızı-bağlı kalmanızı emrederim." demektir. Çünkü, bunda nazmı çözme ve sözü uygun olan rayından çıkarmak gibi bir durum vardır. Bunun müekked bir mastar olarak mansub olması görüşü de Siybeveyh'e aittir. Ancak gerçejc görüş Hüzami kadının görüşüdür. [277]

 

139 - (Ey Rasulüm!) De ki: "Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz iken O'nun hakkında siz kendinizce birtakım deliller ileri sürerek bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize aittir, sizin de yaptıklarınız size aittir. Biz Allah'a samimiyet ve içtenlikle bağlı kalanlarız."

 

"(Ey Rasulüm!) De ki: Allah hakkında siz kendinizce birtakım deliller ileri sürerek bizimle tartışmaya, mı girişiyorsu­nuz?" Allah hakkında mı bizimle mücadele edip tartışıyorsunuz? Allah'­ın peygamberini sizin içinizden» değil de Araplardan seçip gönderdiğim

Bu Hüzami, yaygınlık kazanmış bir atasözü niteliğindedir. İlgili kaynaklarda ba­kılabilir. Burada, asıl yamlanın Siybeveyh olduğuna dikkat çekiliyor. "Çeviren" mi tartışıyorsunuz? Ve: "Eğer Allah herhangi bir kimseye vahiy indirsey-di mutlaka bizim üzerimize indirirdi" mi diyorsunuz? Siz kendinizi pey­gamberliğe bizden daha mı lâyık görüyorsunuz?

"Oysa. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir." Hepimiz de müştereken O'nun kullarıyız. O da bizim Rabbimizdir. O rahmetini, ikram ve kerametini kullarından kimi dilerse ona isabet ettirir, ona verir.

''Bizim yaptıklarımız bize aittir, sizin de yaptıklarınız size aittir." Yani amel ve iş her şeyin temelidir, esa­sıdır. Nasıl sizin kendinize göre amelleriniz ve yaptıklarınız var ise,aym şekilde bizim de kendimize göre iş ve amellerimiz vardır.

"Biz Allah'a .samimiyet, ve içtenlikle bağlı ka-tonlarız." Yani biz Allah'ın birliğini kabullenip buna ihlâs ve samimi­yetle sarılıp iman ile bağlı kalanlarız. Oysa sizler Allah'a ortak koşmak­tasınız. İşte bu bakımdan ihlâs sahibi olanlar elbette ikrama daha lâyıktır­lar ve başkalarından daha çok peygamberlik ihlâs sahibinin hakkıdır. [278]

 

140 - Yoksa siz: "İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve esbatm (torunlarının) Yahudi ya da Hristiyan olduklarını mı" iddia ediyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı? Allah tarafından yanında bîr şahitlik bilgisi bulunup da onu gizleyen kimseden daha zalim başka kim olabilir? Kaldı ki, Allah yapıp ettik­lerinizden habersiz değildir.

 

Bu kelimeyi, kıraat imamlarından İbn Amir ve Küfe okulundan da Ebu Bekir Şube dışında Hafs, Hamza Kisaî ve Halef görül­düğü gibi harfiyle, olarak okumuşlardır. Buna göre kelimenin başında yer alan, edatı da, kelimesinin başın­daki soru edatı olan hemzeye muadildir (denktir). Yani:

"İki şeyden hangisini gündeme getiriyorsunuz: Allah'ın hükmü hak­kında tartışmayı mı yoksa peygamberlerin Yahudi ya da Hristiyan oldukları iddiası mı? Bu ikisinden hangisi?"

Ya da burada bu, münkatia olabilir. Yani, "Bilakis şöyle mi diyorsunuz?" demektir. Yukarıda adları geçen kıraat imamları dışındaki­ler de: harfiyle, olarak okumuşlardır.

Yoksa siz: «İbralıim'in, İsmail'in, Jshakhn, Yakub'un ve esbat'-ın (torunlarının) Yahudi ya da Hristiyan olduklarını mı, iddia ediyorsu­nuz?» " Rabbimiz daha sonra peygamberine emrederek, soru şekliyle ve Rabbimizin şu kavliyle cevap vermesini buyurdu:

"De ki: Siz mi daJıa iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?" Yani yüce Allah'ın, "Onların İslâm milletinden " olduklarına kendi­lerini şahit, tanık gösterdi. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

"İbrahim Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi. Ancak O Al­lah'ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi. O müşriklerden de değildi.»[279]

"Allah tarafından ya­nında bir şahitlik bilgisi bulunup da. onu gizleyen kimseden daha zalim kim vardır?" Yani, yanında Allah'ın şahitlik etmelerini istediği bilgiyi ve şehadeti gizlediler. Bu şahitlik, yüce Allah'ın, Hz. İbrahim (Aleyhî's-Selâm)in müşrik olmadığı ve dosdoğru bir Müslüman olduğu hakkındaki şahitliği­dir. Bunu Allah onlardan istemektedir. Mana şöyledir:

"Gerçekten kitap ehli olan Yahudi ve hırıstiyanlardan daha zalimi yoktur. Çünkü onlar bu şahitliği ve gerçeği bildikleri halde bile bile şehadeti gizlediler." Veya:

"Eğer biz bu şehadet gerçeğini gizleyip saklarsak, bu durumda bizden daha zalimi olamaz. O halde biz onu gizleyip saklamayız." demektir.

Aynı zamanda burada, kitap ehli, yüce Allah'ın olara gönderdiği kitaplarda Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve sellem)in peygamberliğine olan şahitliği ve daha başka hususlardaki şahitliği gizlediklerinden dolayı onlara bir tariz vardır. daki, edatı, örneğin senin herhan-gi birine şahitlik yapman bakımından ve o şahitliğinde onun bir niteliği, sıfatı olması açısından dersin ki:

"Bu benim tarafımdan filanca kimse hak-kındaki tanıkhğımdır."

"Kaldı ki, Allah yapıp ettiklerinizden ha-bersiz değildir." Peygamberleri yalanladığınızı da, şahitlikleri gizlediğini­zi de bilir. [280]

 

141 - Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları on­lara ait, sizin de kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıkların­dan sorumlu tutulacak değilsiniz.

 

Bu ayetin tekrarı te'kit içindir. Ya da ilk ayetten murat peygamber­lerdir (Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun). İkinci, yani ayetten murat ise, Yahudi ve Hristiyanlann selefleridir, onlardan önce geçen atalarıdır. [281]

 

142. — 144. AYETLER

 

Meali

 

142. İnsanlardan cahil ve kendini bilmez beyinsiz takımı: "Onları daha önce yönelmekte oldukları kıbleden döndüren sebep nedir?" diye­cekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola ile­tir."

143. İşte böylece insanlara karşı şahit olmanız ve Peygamberin de size karşı şahit olması için sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık. Senin halen yönelmekte olduğun hedefi, kıbleyi (Kabe'yi) biz ancak peygambere u-yanları, iki ökçesi üzerinde geri dönecek olanlardan ayırt edelim diye kıble yaptık. Gerçi bu, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerden başkasına oldukça ağır gelecektir. Fakat Allah sizin imanınızı ve Kudüs'e doğru kılmakta olduğunuz namazınızı asla zayi edecek (boşa çıkaracak) değildir. Şüphesiz Allah insanlara karşı pek şefkatli ve çok merhamet­lidir.

144. (Ey Rasulüm!) Biz senin yüzünü hep göğe doğru kaldırıp u-mutla bir haber beklediğini muhakkak görüyoruz. Mutlaka seni şimdi memnun kalacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescit-i Ha­ram tarafına (Kabe'ye) doğru çevir! (Ey mü'minlerl) Siz de nerede olur­sanız olun yüzlerinizi namazda Mescit-i Haram'a doğru çevirin. Doğrusu kitap ehli Yahudi ve Hristiyanlar bunun Rablerinden gelen bir hak (ger­çek) olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapıp ettiklerinden habersiz değildir. [282]

 

Tefsiri

 

142 - İnsanlardan cahil ve kendini bilmez beyinsiz takımı: "Onları daha önce yönelmekte oldukları kıbleden döndüren sebep nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir."

 

'İnsanlardan cahil ve kendini bilmez beyinsiz takımı: «Onları daha önce yönelmekte oldukları kıbleden döndüren sebep nedir?» diyecekler." Beyin­siz, ayaktakımı, düşük seviyeliler, bayağı kimseler. Sefeh: Esas itibariyle hafiflik, basitlik, demektir. Bu kimseler de Yahudilerden başkası değiller. Çünkü, Yahudiler, Kabe'ye doğru yönelip namaz kılınmasını hoş görmü­yor ve bundan rahatsız oluyorlardı. Zira Yahudiler nesh olayını kabul et­memektedirler.

Ya da bunlardan maksat münafıklardır. Çünkü, münafıklar insan­lara dil uzatmayı ve onlarla alay etmeyi çok çok isterler. Yahut da bunlar müşriklerdir. Çünkü, bunlar da, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için, "Atalarının kıblesinden dönüp vazgeçti, sonra tekrar oraya döndü. Allah 'a yemin olsun ki o, yakında yine onların dinine dönecektir." di­yorlardı.

Bir de henüz olmamış bir şey hakkında onların ileri geri konuşa­caklarının haber verilmiş olması, insanları ileride olabileceklere karşı hazırlıklı olmaya bir alıştırma niteliğindedir. Çünkü, kişinin hoşlanmadı­ğı bir durumla ansızın karşı karşıya kalması gerçekten rahatsız edici olur. Dolayısıyla ileride kesin olabilecekler hakkında gereken cevapları hazı­rlamak, hasmı yenmenin en etkin ve doğal yoludur. Çünkü, insan silahım kullanmadan önce hedef atışları yapar ki, ileride attığını vurabilsin.

"Onları çeviren ser nedir?" ''Yönelmekte oldukları kıbleden." Bununla demek isten Beyt-i Makdis'tir, Kudüs'tür.

Kıble; Kişinin namaz kılarken yüzünü çevirdiği cihet, taraf demek­tir. Çünkü namaz kılacak olan kimse karşısına onu hedef olarak alır ve namazını öyle kılar.

"De ki: «Doğu da batı da Allah'ındır.»" Yani, dünyanın, doğuları olsun batıları olsun dört bir yanı Allah'ındır. İşte bu itibarla:

"O -dünyada- dilediğini doğru yola İletir.' Yani, onlardan dilediklerini hak ve gerçek olan kıbleye yöneltir ki, burası da Kabe olup, Allah bizim ona yönelmemizi emir bu­yurmuştur.

Ya da, tüm mekanlar Allah'a aittir demektir. Allah nereyi dilerse o tarafa dönmeyi emir buyurur. Bazan bu Kabe olur ve bazen de bu Beyt-i Makdis olur. Allah'a karşı bir itiraz olamaz. Çünkü yegâne malik ve tek sahip Allah'tır. [283]

 

143 - İşte böylece insanlara karşı şahit olmanız ve Peygam­berin de size karşı şahit olması için sizi vasat (orta) bir ümmet kıl­dık. Senin halen yönelmekte olduğun hedefi, kıbleyi (Kabe'yi) biz ancak peygambere uyanları, iki ökçesi üzerinde geri dönecek olan­lardan ayırdedelim diye kıble yaptık. Gerçi bu, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerden başkasına oldukça ağır gelecektir. Fakat Allah sizin imanınızı ve Kudüs'e doğru kılmakta olduğunuz namazı­nızı asla zayi edecek (boşa çıkaracak) değildir. Şüphesiz Allah insan­lara karşı pek şefkatli ve çok merhametlidir.

 

"işte böylece sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık." İşte böylesine hayret ve şaşkınlık duyulacak bir şekilde si­zi vasat ümmet kıldık.

kelimesindeki harfi teşbih (benzetme) içindir. ise harfiyle mecrurdur. Kelime bünyesindeki harfi de yakın ve uzağı birbirinden ayırt etmek için kullanılan bir işaret harfidir. harfi de iraptan mahalli olmayan ve hitap içim gelen bir harftir.

demek hayırlı olan ümmet demektir. Çünkü, hayırlı manasında, "vasat" kelimesi kullanılmaktadır. Çünkü aşırı uçlarda yer almak hep sıkıntı getirir, oldukça çabuk yıpranır. Ortalarda yer almak, merkezde bulunmak her zaman güven altında bulunmak demektir. Nitekim nasıl ki, sizin kıbleniz en hayırlı ve merkez kıble kılınmış ise yüce Allah sizi de aynen o şekilde ümmetlerin ve milletlerin en hayırlısı ve en mutedil olanları kılmıştır.

Bunun sebebi, yani orta bir ümmet kılınma nedeni ise şudur: Sizin ortaya konan hüccet, delil ve kanıtları düşünerek ve tartarak öğrenmeniz bakımındandır. Kadı ki, Allah Tealâ, kitabı olan Kur'an'ı üzerinize indir­di ve orada şu gerçeklere yer verdi. Hiçbir kimseye cimrilik ederek Hak­sızlık ve zulümde bulunmamıştır. Aksine Allah tüm yoları açıklamış, peygamberlerini göndermiş ve onlar da kendilerine indirilenleri tebliğ et­mişler ve nasihatlerde bulunmuşlardır.

Fakat inkarcı kâfirlere gelince, düşmanlık, kötülük onları şehevi ar­zu ve istekleri doğrultusunda yönlendirdi. Onlar da böylece gelen âyetler­den, mucizelerden yüz çevirdiler. İşte siz bu halinizle, yani orta ve hayır­lı bir ümmet olmakla kendi çağdaşlarınız olan bu kimselere şahitlik ve ta­nıklık ettiğiniz gibi, sizden öncekilere de ve sonra gelecek olanlara da yine siz şahit ve tanık olacaksınız.

Ya da bu "vasat ümmet" ifadesinden, oldukça adil olan ümmet de­mektir. Çünkü vasat demek, aşırı uçlar arasında adaleti sağlamak demek­tir. Yoksa bu, ucun birine yakınlık gösterip ötekisinden uzak durmak de­mek değildir. Yani:

"Nasıl ki, kıblenizi doğu ile batı arasında orta ve merkez bir yer ola­rak değerlendirmiş ve böyle kılmış ise, sizi de iki aşırı ucun arasında yani en uç noktada olan ile en geri noktada olan arasında orta ve hayırlı bit ümmet kılmıştır. Çünkü, sizler Hristiyanlar gibi çok aşırı giderek, onların Mesih İsa'ya ilâhlık vasfını verdikleri gibi bir yola gitmediniz. Aynı zamanda Ya­hudiler gibi de haddini asıp Hz. Meryem'e zina fiilini isnadettikleri ve Hz. İsa'yı da zina ürünü gösterdikleri gibi bir alçaklığa ve düşüklüğe de düş­mediniz.

"İnsanlara karşı şahit olmanız için."

Buradaki, te'nis elifi nedeniyle gayrı munsanftır. kelimesinin sılasıdır.

"Ve peygamberlerin de size karşı şahit olması için ..." Burası, üzerine matuf bulunmaktadır. 454

Rivayete göre ümmetler kıyamet gününde peygamberlerin tebliğ­lerini inkâr edeceklerdir. Bunun üzerine Allah peygamberlerden, ümmet­lerine tebliğde bulunduklarına ilişkin kanıt talebinde bulunacaktır. Kaldı ki, Allah zaten gerçeği bilmektedir. Onlar da bunun üzerine Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in ümmetini gösterecekler ve onlar da gelip pey­gamberlerin tebliğde bulunduklarına ilişkin şahitlik edeceklerdir. Bu defa diğer ümmetler, "Siz bunları nereden öğrendiniz?" diye itirazlarını ileri süreceklerdir. Bizim peygamberimizin ümmeti de:

—Yüce Allah'ın konuşan (natık) kitabıyla, doğru söyleyen peygambe­rinin diliyle verdiği haber sayesinde öğrendik." diyecekler.

Bu durum karşısında bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) huzura getirtilir ve ona ümmetinin durumundan sorulur. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de onları tezkiye eder, ümmetin adil olduklarına dair şahitlikte bulunur."

Şahitlik bazan müşahedesiz, yani olay ve durumu görmeden de ola­bilir. Örneğin, bilinip tanınmış olan şeyler hakkında duyduklannı söyle­mesi gibi. Mademki şahit ya da tanık tıpkı bir murakıp (gözetmen) gibi­dir. Bu, İsti'la kelimesiyle yani, ile getirilmiştir. Örneğin şu ayet gibi:

"... Onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun."[284]

Bir diğer yoruma göre, âyeti, peygam­berimizin ümmetinin dünyada onlara şahitlik etmeleri gerçeğini dile geti­riyor. Çünkü, bir şeyin gerçekliliği ve doğruluğu ancak, dürüst, hayırlı ve adil olan şahitlerin şahitliğiyle mümkündür.

Böylece Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de sizi tezkiye etsin, sizin adil olduğunuzu bilsin ve bil­dirsin.

İmam Muhammed Ebu Mansur Maturidî bu ayeti delil göstererek ve buna dayanarak, "icma"'mn hüccet (delil) olduğunu belirtmiştir. Çün­kü Yüce Allah bu ayette bu ümmeti, "Adalet" vasfıyla tanıtmaktadır.

Adi: Şehadette bulunmaya ya da tanıklık etmeye laym oıau ve şa­hitliği kabul edilen demektir. Dolayısıyla onlar bir şey üzerinde toplanır­lar ve buna şahitlik ederlerse artık bundan böyle o şeyin kabul edilmesi gerekir.

Başta "şehadet" kelimesinin sılası tehir edildi, sonraya bırakıldı. Sonundakinde ise sıla önce getirildi. Neden? Çünkü ilkinden asıl amaçla­nan şey, onların, yani bizim peygamberimizin ümmetinin şahitliklerinin diğer ümmetler hakkında tesbiti ve gerçekliği konusu belirtildi. Yani ilk başta bu ümmet onlara tanıklık edecek, bunun gerçekleşmesinden sonra da, Rasulûllah (Saiiaiiâku Aleyhi ve Settemfm şahitliğinin de bu ümmete has ol­duğu gerçeği anlatılmış olacağından böyle gelmiştir.

"Senin halen yönelmekte olduğun hedefi, kıbleyi - Kabe'yi, .... yaptık." Yani, "Senin halen üzerinde bulunduğun - yöneldiğin ciheti- , -ki burası Kabe'dir-.... kıldık,yaptık."

Âyetin bu kısmında yer alan, cümlesi kıble kelimesinin sıfatı değildir. Aksine bu, fiilinin ikinci mef ulüdür.

Rivayete göre Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) henüz Mekke'de bulunduğu sırada Kabe'ye doğru namazını kılarlarmış. Ancak hicret et­tikten sonra namaz için Beyt-i Makdis'te bulunan Mescit-i Aksa'ya (Taş kubbeye) yönelmekle emrolundu. Bunun amacı Yahudileri yeni dine ısın­dırmak ve onları İslâm'a kazandırmaktı. Bu daha sonra tekrar eski haline yani Kabe'ye doğru çevirildi.

Bu aynı zamanda şu hususun da delili olmaktadır. Sünnet ile Kita­bın neshi (yürürlükten kaldırılması) caizdir. Fakat Şafıilerin ileri sürdük­leri bunu aksinedir. Bilindiği üzere Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılma olayı vahyi gayri metlüvle (okunmayan vahiyle) sabit olmuştur. Kitap ile de oraya dönüş (oraya doğru namaz kılınması) neshedilmiştir.

"Biz ancak peygambere uyanları, iki ökçesi üzerinde geri dönecek olanlardan ayırdedelim diye kıble yaptık." Senin halen üzerinde bulunduğu ve yönelmekte olduğun, hep sevip istediğin ciheti -ki burası daha önceleri Mekke'deki Kabe idi- sana şunun için kıble yaptık; insanları denemek ve imtihan et­mek. Böylece İslâm'a inanmada samimi ve dürüst olan ile, bir yarın ked, bir uçurumun kenarmdadır, en ufak bir sarsıntıyla hemen iki ökçesi üzerinde gerisin geri esli inancına döner, irtidat eder. Kıblenin değişmesiy­le İslâm'a pamuk ipliğiyle bağlı bulunanlar hemen dini terk eder, mürted

Şeyh Muhammed Ebu Mansur Maturidî der ki: "Bilelim, ayırt edelim " manasmdaki bu kelimenin asıl manası şöyledir:'

"Ezelde olacağını ve meydana getirilmiş olacağını bildiğimiz bir gerçeği oluyor ve ileride olabilecek haliyle bilelim diyedir." Çünkü var olmasını murad ettiği her şeyi ezeli ilmiyle bildiği gibi, O aynı zamanda var olmasını istediği şeyin aynı zamanda var edeceği vaktiyle de bilir. Ancak Allah, o şeyler ezelde olduğu ve olacağı için bilir diye bu şekliyle vasıflanamaz, nitelenemez. Çünkü, o şeyler ezelde var değildi, o halde e-zelde olmamış olanı nasıl var olmuş gibi bilebilsin ki? Zaten bir şey eğer mevcut (var) ise bu, Allah'ın ezeli bilgisi altına girer, onun içinde değer­lendirilir. Dolayısıyla, bu da Allah için mevcut ve ileride olabilecekler manasında malum (bilinen) olmuş olur. Bu bakımdan meydana gelen de­ğişiklik zaten bilinenler üzerinde olan değişikliktir. Yoksa Allah'ın ilmin­de bir değişiklik asla söz konusu değildir.

Ya da kimler peygambere uyuyor ve kimler yan çiziyor, inanmı­yor, bu gerçek aydınlansın ve ortaya çıksın, diyedir. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

"Bu, Allah'ın murdarı (kâfiri) temizden (mü'minden) ayıklaması içindir."[285]

Bu manasıyla, "ilim" kelimesi ayırt etmek ve ayıklamak anlamında değerlendirilmiş bulunmaktadır. Çünkü insan ancak ilim sayesinde ger­çekleri ayırt edebilir.

Yahut da bu, Allah Rasulü (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile mü'minler bu gerçeği bilsinler diyedir. Ancak bunların bilgilerinin yüce Allah'ın zatına isnad olunma nedeni, bunların Allah'ın has ve üstün kulları olması ne­deniyledir.

Ya da bu, meseleyi bilmeyenlere karşı nezaket kuralları içerisinde meseleyi aktarıp öğrenmeye benzer. Örneğin, altın madeni erimez, diyen bir kimseyi ikna etmek ve bunu nezaket kuralları içerisinde yerine getir­mek için, o inkâr eden kişiye, "Sen onu ateşe at da, eriyor mu, erimiyor mu?" demeyip ona, "Gel öyle ise birlikte onu ateşe atalım, bakalım eri­yecek mi, erimeyecek mi?" gibi bir ifadedir.

"Gerçi bu, -değiştir­me olayı, bu hayırlı ümmet kılış hali veya kıble durumu- Allah'ın ken­dilerine hidayet verdiği kimselerden başkasın oldukça ağır -zor ve güç-gelecektir."

Bu, kelimesinin başında yer alan, harfi muhaffefedir. kelimesi, fiilinin haberidir. Başındaki harfi de lâm-ı farikadır.

Yani, Allah'ın kendilerini hidayette kıl­dıkları kimseler. Burada "aid" mahzuftur (gizlidir). Yani, Hz. Peygam­ber (Sallallhu Aleyhi ve Sellem) tabi olmakta sebat eden, doğru, samimi ve dürüst davrananlar, demektir.

"Fakat Allah sizin imanınızı ve Ku­düs'e doğru kılmakta olduğunuz namazlarınızı zayi edecek (boşa çıkara­cak) değildir." Burada Müslümanların Medine'ye hicretlerinden sonra Beyt-i Makdis'e doğru kıldıkları namazlarının boşa kılmmadığı, zayi ol­madığı ve olmayacağı gerçeğine dikkat çekiliyor.

Yine ayette, "namaz" ifadesi, "iman" kelimesiyle zikredildi. Çün­kü namaz, ancak mü'minlere, iman etmiş olanlara farzdır da ondan. Yine ancak iman ehli olanlardan namaz kabul edilir. Kaldı ki, bu ibadetin ce­maat halinde edası da yine imanın bir delilidir.

Rasulûllah (Sallallâhu aleyhi ve Sellem) Kabe'ye doğru namaza durunca

Sahabe Rasülullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem).

— Kıblenin değişmesinden Önce Kudüs'e doğru namaz kılmış ve fakat bu gün hayatta olmayan, ölen kardeşlerimizin namazları ne olacak, diye sorarlar. İşte bu ayet bunun üzerine nazil olmuştur. Daha sonra da Rabbimiz bunun illetini ve sebebini şöyle gösterdi:

"Şüphesiz Allah hısanlara karşı pek şefkatli ve çok merhametlidir."[286]

Bu kelime hemze ile, "şekur" kalıbında ve hemze belir­tilerek okunur. Bu kıraat Hicaz kıraat okulunun, yani Mekke ve Medine kıraat okulunun okuyuşudur. Bu okulun temsilcileri de îbn Kesir ve Nafı'dir. Aynca Şam okulundan İbn Amir ve bir de Hafs böyle kıraat etmişledir. Bunlar dışındaki kıraat imamları ise, kalıbında olmak üze­re, şeklinde okumuşlardır. Her ikisi de mübalağa içindir.

demek, Allah onların ecirlerini zayi etmez, boşa çıkarmaz, demektir. anlam bakımından, kelimesinden manaca da­ha mübalağalıdır. Rabbim bu âyette bu her iki vasfı, tıpkı Fatiha Sûresi, 3. âyetindeki gibi birlikte zikretmiştir[287].

 

144 - (Ey Rasulüm!) Biz senin yüzünü hep göğe doğru kaldırıp umutla bir haber beklediğini muhakkak görüyoruz. Mutlaka seni şimdi memnun kalacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescit-i Haram tarafına (Kabe'ye) doğru çevir! (Ey mü'minler!) Siz de nerede olursanız olun yüzlerinizi namazda Mescit-i Haram'a doğ­ru çevirin. Doğrusu kitap ehli Yahudi ve Hristiyanlar bunun Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapıp ettiklerinden habersiz değildir.

 

"(Ey Rasulüm!) Biz senin yüzünü hep göğe kaldırıp umutla bir haber beklediğini muhakkak görüyo­ruz.'" Yüzünü hep dönderip durduğunu, semaya bakıp durduğunu kesin olarak görüyoruz. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, hep Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) in kıblesine uygun olarak kıblenin değiştirilme­si beklentisi içinde idi. Bunu Yahudilere muhalefet olarak da istiyordu. Çünkü kıblenin Mekke cihetine, Kabe'ye çevirilmesi halinde Arapların i-man etmeleri üzerinde büyük bir etkisi görülecekti. Çünkü Araplar hep bununla övünürler ve bu aynı zamanda onların hep ziyarette bulundukları bir mekan idi. Hep onu tavaf ile hayatlarını geçirirlerdi.

"Mutlaka seni. döndüreceğiz" Muhakkak olarak sana istediğini vereceğiz. Ona dönme imkanını senin için sağlayacağız.

Bu ifade, tıpkı, gibidir. Ki bu da birine yardımda bulunulduğunda, velayeti üstlenildiği zaman kullanılan bir ifadedir. Ya da bu, "Biz mutlaka seni Kudüs cihetinden o cihete döndürerek arzuladı­ğını sana vereceğiz." demektir.

"Mutlaka seni şimdi memnun kalacağın bir kıbleye döndüreceğiz." Arzuladığın, sevdiğin ve hep istediğin kıbleye. İçinde gizli tuttuğun kendi doğal ve sahih amaçların için oraya meyletti­ğini, gönlünün hep orada olduğunu biliyoruz ve oraya çevireceğiz. Ki sen bununla Allah'ın dilemekte olduğuna ve hikmetine de uygun hareket et­mektesin.

"Artık yüzünü Mescit-i Haram tarafına (Kabe'ye) doğru çevir!"

Ayetteki, kelimesi zarf tümleci olarak mansubtur. Yani; "Yüzün dönüş cihetini Mescit-i Haram tarafına doğru çevir. " Yani o ta­rafa, o yine doğru, demektir. Çünkü Mescit-i Haram bölgesinden uzakta bulunanlar için bizzat Kabe'nin kendisine yönelmeleri, oldukça zor bir şeydir. Bu bakımdan onun bulunduğu cihet esas alınmıştır. Kaldı ki, ayette, "Kabe" demeyip bizzat "Mescit-i Haram" adının geçmesi, vacib (farz) olanın istikbal veya cihette Kabe'nin aynı olmayıp, o tarafa ve o cihete dönmeye uymak, buna riayet etmektir.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Medine'ye hicret buyurup geldiklerinde Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ay namaz kılmıştır. Daha sonra kıble Kabe'nin bulunduğu tarafa çevirilmiştir.[288]

"(Ey Müslümanlar) siz de -yeryüzünün, dünyanın- neresinde olursanız olun" namaz kılmak istediğinizde, "yüzlerinizi namazda Mescit-i Haram'a doğru çevirin!"

"Doğrusu kitap ehli Yahudi ve Hristiyanlar bunun Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu çok iyi bilirler." Yani; kıblenin Kudüs'ten Kabe'ye çevirilme-sinin hak olduğunu pek alâ bilirler. Çünkü bizim peygamberimizin gele­ceğini müjdeleyen peygamberler onun iki kıble sahibi olacağını, iki kıb­leye doğru namaz kılacağını da müjdelemişlerdi.

"Allah onların yaptıklarından habersiz değildir." Kıraat imamlarından Ibn Kesir, Ebu Amr, Nâfî ve Asım, olarak okumuşlar, bunlar dışındakiler de, harfiyle olmak üzere, okumuşlardır. İlk okuyuşa göre yani, okuyuşuna göre bu, kâfirleri ceza ve azap ile tehdit manası içerir. Çünkü inkârlarının ve haktan kaçışlarının cezası budur. İkinciye göre yani, okuyuşuna göre mü'minlere, sevap verme ve gereğini yapma­ları dolayısıyla da vaaddır, söz vermedir. [289]

 

 



[1] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/139.

[2] Bk. El-İklİl, 1/32.

[3] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/140-145.

[4] Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned; 1/200. Tirmizi, Kıyamet, 60 "2518". Buhari, Büyü', 3.

[5] Saffat,47.

[6] Saffat, 47.

[7] Furkan, 69.

[8] Bakara, 16.

[9] Fatiha, 5.

[10] Müslim, Cihad; Hn. 1751/41. Buharı, 3142.

[11] Fussilet,42.

[12] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/145-154.

[13] Hz. Ömer'den Beyhaki, "Şuabu'1-İman" kitabında münkati bir senetle merfu olarak rivayet etmiştir. Ayrıca Iraki de bu hadisin Deylenıi tarafından, "Müsnedü'l-Firdevs" kitabında Hz. Ali'den rivayet ettiğini zikrediyor. Tirmizi de farklı olarak Muaz b. Cebel'den, İman; 8'de rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel, Müsned; 5/231, 237 el-İklil, 1/39.

[14] Müslim, İman; 134. E. Davud, Sünnet; 15. Tirmizi, İman; 9. İbn Mace, İkamet; 17. Darimi, Salat; 29.

[15] Taberanİ, "el-Kebir" kitabında, Beyhaki de, Ebu Derda'dan zayıf bir senetle merfiı olarak, "Şuabu'1-İman" kitabında rivayet etmiştir. El-İklil, 1/39.

[16] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/154-158.

[17] Kasas, 83.

[18] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/158-160.

[19] Araf, 179.

[20] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/160-163.

[21] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/164-165.

[22] İnfıtar, 13-14.

[23] "... müşterek olan bir söze..." Ali İmran, 64. 166.

[24] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/165-167.

[25] Casiye,23 170.

[26] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/167-171.

[27] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/172.

[28] Nisa, 145.

[29] Maide, 176.

[30] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/173-177.

[31] Yusuf, 82.

[32] Fetih, 178.

[33] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/177-181.

[34] Müslim, K. Münafık; Hn. 2784-17. Ahmed,*Müsned; 2/32, 47. Nesai, 8/124.

[35] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/181-182.

[36] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/182-183.

[37] Kıyame, 40.

[38] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/184-.

[39] Tevbe, 25.

[40] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/185-187.

[41] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/188-189.

[42] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/189-192.

[43] Şura, 40.

[44] Bakara, 194.

[45] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/192-193.

[46] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/194-196.

[47] Rad, 35.

[48] Nahl, 60.

[49] Tevbe, 69.

[50] Yunus, 5. 198.

[51] Fatir,2.

[52] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/196-201.

[53] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/201-202.

[54] Ğafır-Mümin, 58.

[55] Cuma, 5.

[56] Kehf, 45.

[57] İnsan-Dehr, 24.

[58] Araf, 4.

[59] Maide, 38.

[60] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/202-210.

[61] Enbiya, 17.

[62] Zümer, 4.

[63] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/210-213.

[64] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/214.

[65] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/215-218.

[66] Enbiya, 32.

[67] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/218-220.

[68] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/221.

[69] Furkan, 32.

[70] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/222-224.

[71] Ahmed, Müsned; 3/120.

[72] Yunus, 38.

[73] Hud, 13.

[74] İsra,88.

[75] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/224-227.

[76] Tahrim, 6.

[77] Enbiya, 230.

[78] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/227-230.

[79] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/231.

[80] Ali İmran.21.

[81] Bakara, 35.

[82] Meryem, 4.

[83] Muhammed, 15.

[84] Taberani, "el-Kebir, 1449, Bezzar, "Keşful Estar"; 3530. Ebu Nuaym, Sıfatu'l-cennet; 345. Buradaki lafız da şöyledir: "Cennet ehlinden biri o cennet meyvele rinden koparır koparmaz, hemen onun yerine Allah onun gibisini bitirir."

[85] Nemi, 34.

[86] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/231-239.

[87] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/240-241.

[88] Nisa, 155.

[89] Sanki bu ifadelerle Sehl b. Sa'd tarafından merfu olarak rivayet olunan şu hadise işaret edilir gibidir: "Eğer Allah katında dünyanın sivrisinek kanadı kadar bir değeri bulunsaydı, Allah bundan kafirlere bir yudum su bile içirmezdi." Bk. Tirmizi; 2320. İbn Mace. El-İklil, 1/154.

[90] Abdullah b. Amr, kadınlar boy abdesti alırlarken uzun saç örüklerini çözeceklerdir, diye fetva vermesi üzerine Hz. Aişe annemiz ona olan öfkesinden ve yanlış fetva­sından ötürü onu kınayıp aşağılamıştır. Yoksa öylesine bir aşağılama değil. Bk. El-İklil, 1/156. Çeviren).

[91] Araf, 73.

[92] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/241-249.

[93] Araf, 172.

[94] Ahzab, 7.

[95] Ali-İmran, 187.

[96] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/249-252.

[97] Furkan, 49.

[98] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/252-253.

[99] Naziat, 30.

[100] Enbiya, 30.

[101] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/253-256.

[102] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/257-259.

[103] Sad, 26.

[104] Maide, 61.

[105] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/259-263.

[106] Meryem, 4.

[107] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/263-265.

[108] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/265-266.

[109] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/266.

[110] Tirmizi Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir. 1159. Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/158, Enes'ten; 6/86 Hz. Aişe'den ve 5/227, Muaz b. Cebel'den (Radıyallahu Anhüm).

[111] Araf, 12.

[112] Kehf, 50.

[113] Hud,43.

[114] Kehf, 50.

[115] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/266-269.

[116] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/269-271.

[117] Hicr, 34. 272.

[118] Ta Ha, 123.

[119] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/271-273.

[120] Araf, 23. 274.

[121] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/273-276.

[122] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/276-277.

[123] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/277.

[124] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/277-279.

[125] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/280-281.

[126] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/281-283.

[127] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/283-284.

[128] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/284.

[129] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/284-286.

[130] Taberi bu hadisi tefsirinde, buradaki lafızla, Hz. Huzeyfe'den rivayet etmiştir. 1/260.

[131] Bakara, 156.

[132] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/286-287.

[133] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/287-288.

[134] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/288-289.

[135] Müddessir, 48.

[136] Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/213. Ebu Davud, 4739. Tirmizi de Enes b. Malik'ten, ikinci bölüme yer vermeksizin rivayet etmiştir. 2435.

[137] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/289-290.

[138] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/291-293.

[139] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/293-295.

[140] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/

[141] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/297-298.

[142] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/298.

[143] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/298-299.

[144] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/299-300.

[145] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/300-302.

[146] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/302.

[147] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/302-303.

[148] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/303-305.

[149] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/305-306.

[150] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/307-308.

[151] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/308-311.

[152] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/311-315.

[153] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/315-316.

[154] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/317-319.

[155] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/320-321.

[156] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/321.

[157] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/321-322.

[158] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/322-323.

[159] Bakara, 40.

[160] Bakara, 124.

[161] Bakara, 72.

[162] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/323-325.

[163] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/325-327.

[164] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/327-328.

[165] Bezzar rivayet etmiştir. Bk. Keşfu'l-Estar, 2188. Aynca İbn Ebi Hatim ve İbn Mer-duye rivayet etmişlerdir. Bk. EI-Dürrü'1-Mensur, 1/189.

[166] Bk. İbn Cerir, Tefsir: 1/189.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/328-329.

[167] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/329-331.

[168] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/331-333.

[169] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/333-334.

[170] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/334-336.

[171] Haşr, 21.

[172] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/336-338.

[173] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/339-342.

[174] Ankebut, 26.

[175] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/342-343.

[176] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/343-344.

[177] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/344-345.

[178] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/345-346.

[179] İbn Mübarek bu hadisi, "Zevaidü'I-Zühd" kitabında rivayet etmiştir. Bk. S: 344. Ha­dis Ebu Said Hudri'den rivayet olunmuştur.

[180] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/346-347.

[181] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/347-348.

[182] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/348-349.

[183] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/349.

[184] Hz. Ali'den Ebu Davud rivayet etmiştir. Hn. 2873. 350.

[185] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/349-351.

[186] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/351-352.

[187] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/352-354.

[188] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/354-355.

[189] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/356-358.

[190] Şura, 52.

[191] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/358-361.

[192] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/361-362.

[193] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/362-363.

[194] Tevbe, 30.

[195] Maide, 64.

[196] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/363-365.

[197] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/365-366.

[198] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/367.

[199] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/367-369.

[200] Bakara, 111.

[201] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/369-370.

[202] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/370.

[203] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/371-373.

[204] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/374-376.

[205] Bak. Vahidi, Esbabu'l-Nüzul; S: 18-19.

[206] 487 Şuara, 193-194.

[207] Bakara, 23.

[208] Yusuf, 2.

[209] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/376-379.

[210] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/379-380.

[211] Bak. Taberi Tef. 1/441.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/380-381.

[212] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/381-382.

[213] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/382-383.

[214] Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed Maturidi; Kelâm alimlerinden olup Müs­lümanların akideler indeki yanlışları tashih eden bir zattır. Kendisinin, "Tevhid" ve "Te'vilatu Ehli's-Sünnet" gibi kitapları bulunmaktadır, (v.333/944).

[215] Bu kıssa hakkında görüş beyan edenlerin başında gelen Fahruddin Razi, bunu birkaç yönden reddediyor. Allah'ın Kitab'ında bunu gösteren herhangi bir delili ve işaretin yer almadığım belirterek konuyu birkaç yönden tenkid etmektedir. Bk. El-İklil, 1/287-289. Çeviren.)

[216] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/383-387.

[217] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/387-388.

[218] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/388-389.

[219] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/389-390.

[220] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/390-393.

[221] Beda inancına göre Allah'ın daha -hâşâ- önce düşünemediği veya bilmediği bir

[222] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/393-395.

[223] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/395

[224] Araf, 138. 396.

[225] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/395-396.

[226] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/396-397.

[227] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/397-398.

[228] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/398-399.

[229] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/399-400.

[230] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/400-401.

[231] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/402-404.

[232] İsra,59.

[233] İsra,94.

[234] Hümeze, 1.

[235] Ahzab, 53.

[236] Ahzab, 53.

[237] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/404-407.

[238] Bakara, 144.

[239] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/407-409.

[240] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/409-410.

[241] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/410-412.

[242] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/412-413.

[243] Bk. ibn Kesir, Tefsir: 1/234.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/413-414.

[244] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/414-415.

[245] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/415-416.

[246] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/416-417.

[247] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/417.

[248] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/418-420.

[249] İbtila: İhtibar, imtihan, deneme ve tecrübe etmek demektir. Allah'ın ihtilası, imtihan etmesi demek, bir şeyi kullarına bildirmesi meselesine racidir. Yoksa o şeyi bilmek ya da Öğrenmek manasında değildir. Çünkü olacakları zaten bilir. Dolayısıyla Allah'­ın öğrenmek için bu türden bir denemeye ihtiyacı yoktur. İşte bu yönüyle mana şöy­ledir: "Allah, kullarına deneme, imtihandan geçirme muamelesi yapar. Tefsir bilgin­lerinin çoğunluğu da, söz konusu kelimelerin, sünnet itibariyle on haslet olduğu nok­tası üzerinde durmuşlardır. Bu on hasletten beş tanesi baş bölgesinde olup kalan beş haslet de vücudun diğer bölgelerindedir. Bk. Tefsiru'l-Vasit. "Çeviren").

[250] Necm, 37.

[251] Saffat, 113.

[252] Bk. Meydanı; Mecmau'l-Emsal, 1/260, 266 ve 2/302).

[253] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/420-424.

[254] Hafız İbn Hacer, bunu Ebu Nuaym rivayet etmiştir, demiştir. Bk, Keşşaf, 1/185. İbn Ebu Davud da bunu el-Mesahif te rivayet etmiştir. Bk. Kenzu'l-Ummal, 38107.

[255] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/424-426.

[256] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/426-427.

[257] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/427-428.

[258] Tahrim,6.

[259] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/428-430.

[260] Bk. Ahmed b. Hanbel, 4/127; İbn Hibban, 6404. Hakim, Müstedrek, 2/600. Bezzar da Keşfu'l-Estar'da, 2365 rivayet etmişler.

[261] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/430-431.

[262] Araf, 155.

[263] Bakara, 235.

[264] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/431-433.

[265] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/433.

[266] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/434-436.

[267] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/436-437.

[268] Bk. îbn Ebu Şeybe, Musannaf: 121/109.

[269] Alak, 15-16.

[270] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/437-440.

[271] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/440.

[272] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/440-441.

[273] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/441-442.

[274] Yunus, 27.

[275] Şura, 40.

[276] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/443-445.

[277] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/445-446.

[278] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/446-447.

[279] Al-i İmran,67.

[280] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/447-449.

[281] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/449.

[282] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/450-451.

[283] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/451-453.

[284] Mâide, 117.

[285] Enfal,37.

[286] Bk. İbn Kesir, Tefsir: 1/378.

[287] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/453-459.

[288] Bk. Buhari, 4492.

[289] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/459-461.