Meali 2

Tefsiri 2

Meali 5

Tefsiri 5

Meali 7

Tefsiri 8

Meali 12

Tefsiri 12

Meali 15

Tefsiri 16

Meali 17

Tefsiri 17

Meali 20

Tefsiri 21

Ramazan Ayında Eşiyle Beraber Olmak. 24

Meali 25

Tefsiri 26

Meali 30

Tefsiri 30

Meali 35

Tefsiri 36

Meâli 40

Tefsiri 41

KUMAR.. 43

Meali 44

Tefsiri 45

Meali 51

Tefsiri 51

Meali 56

Tefsiri 57

Meâli 60

Tefsiri 60

Meali 62

Tefsiri 62

Meali 66

Tefsiri 66

Meali 68

Tefsiri 68

Meali 72

Tefsiri 72

Meali 76

Tefsiri 76

Meali 79

Tefsiri 79

Meali 82

Tefsiri 83

Meali 85

Tefsiri 86

Meali 88

Tefsiri 88

 

145. — 152. AYETLER

 

Meali

 

145. (Ey Peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahudi ve Hristiyanlara her türlü âyet ve mucizeyi versen bile yine de senin kıblene uymazlar (dönmezler). Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Kaldı ki, onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar. And ol­sun ki, sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların arzu ve isteklerine fa­raza uyarsan, o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun.

146. Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar, kendi öz çocuklannı tanır gibi Muhammed'in peygamber olduğunu bilir ve tanır­lar. Bu gerçeklere rağmen yine de içlerinden bir grup bile bile hakkı (ger­çeği) mutlaka gizlerler.

147. Hak ve ebedî gerçek Rabbin tarafından sana bildirilendir. O halde sakın şüphelenenlerden olma!

148. Herkesin yüzünü dönderdiği bir ciheti (kıblesi) vardır. Öyle ise hayırda (Kabe'ye dönüşte) yarış edin! Her nerede olursanız olun, ni­hâyetinde Allah hepinizi bir araya getirecektir. Muhakkak Allah her şeye kadirdir.

149. Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! Çünkü bu, Rabbin tara­fından sana gelen gerçek emirdir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değil­dir.

150. Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda yüzünü mutlaka Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslümanlar!) Dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Haram tarafına döndürün ki, içlerinden zalim olanlar dışında insanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri bir hüccete (delile) sahip olmasınlar. Sakın onlardan korkup çekinmeyin, benim sizi cezalandırmamdan korkun! Böylece size karşı olan nimetlerimi tamamlayayım da bu sayede doğru yolu bulaşınız.

151. Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size bizim âyetlerimizi okur, sizi arındırır ve size Kitabı ve hikmeti öğretir. Ve o size bilmediğiniz şeyleri de öğretir.

152. Öyleyse siz benim hükümlerimi uygulayarak beni anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım. Benim nimetlerime şükredin ve sakın nan­körlükte bulunmayın. [1]

 

Tefsiri

 

145 - (Ey Peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap ve­rilmiş olan Yahudi ve Hristiyanlara her türlü âyet ve mucizeyi ver­sen büe yine de senin kıblene uymazlar (dönmezler). Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Kaldı ki, onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar. And olsun ki, sana gelen bunca ilimden sonra eğer on­ların arzu ve isteklerine faraza uyarsan, o takdirde sen mutlaka za­limlerden olursun.

 

"(Ey peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahudi ve, Hristiyanlara her türlü âyet ve mucizeyi versen bile," Bu âyette Rabbimiz bunlar arasında inatçı olanları murad ediyor. Dolayısıyla, bu türden inatçılara Kabe'nin hak ve gerçek kıble olduğunu, oraya mutlaka dönülmesi gerektiğini çok açık, net ve kesin delil ve kanıtlarla bile ortaya koymuş olsan, "Yine de senin kıblene uymazlar." Çünkü bunların sana uymama­ları, sana uymayı terk etmeleri herhangi bir şüpheye dayalı değil ki, ortaya koyacağın. kanıtlarla şüphelerini ortadan kaldırasın. Onların sergile­dikleri tavır ve durum sadece inada ve bir de kendilerini üstün kabul etme kibirliliğine dayanmaktadır. Kaldı ki, bunlar kendi yanlarında bulunan hak kitaplarında senin niteliklerini görüp okumuşlar ve hepsini de hak ve gerçek olduğunu öğrenmişleredir. Kasemin yani yeminin mahzuf (gizli) olan cevabı, şartın cevabı yerindedir.

"Sen de onların kıblesine uyacak değilsin." Bu ifade ile Rabbimiz İslâm düşmanlarının bu türden beklentilerine de kesin noktayı koymuş oluyor. Çünkü bunlar herhangi bir mecburiyet kar­şısında böyle bir davranış sergileyebilirler. Nitekim bunlar:

"Eğer bizim kıblemize (Kudüs) üzerinde sebat etmiş olsaydı, bu tak­dirde biz de onun, bizim beklemekte olduğumuz arkadaşımız (peygamber) olduğunu umabilirdik." dediler. Böylece Hz. Peygamber (Saiiallâhu Aleyhi ve Sellemfm kendi kıblelerine dönme beklentisi içine girdiler.

Âyette onlara ait kıble meselesini tekil olarak zikretti. Oysa biri Yahudilere ve biri de Hristiyanlara ait olmak üzere iki kıble bulunmak­tadır. Bunu nedeni her ne kadar bunların her birinin kendilerine ait bir kıbleleri var ise de, batıl de birleşmeleri nedeniyle hedef açısından tek ol­dukları içim, kıble de tekil olarak getirilmiştir.

"Kaldı ki onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar." Yani her ne kadar bu kitap ehli sana muhalefette, karşı çıkmada ittifak içine girseler bile, bunlar da kıble meselesinde kendi aralannda da tartışmalıdırlar. Onların sana muvafakatlan nasıl ki beklenemezse, kendi aralannda ittifakları da beklenemez. Çünkü Yahudiler Kudüs'e (Beyt-i Makdis'e) doğru yönelirlerken, Hristiyanlar ise güneşin doğuşunu bekler ve ona dönerler.

"And olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra, eğer sen onların arzu ve isteklerine (faraza) uyarsan," Yani delil, burhan ve kanıtların açıkça meydana çıkmasından sonra ve kıblenin de gerçekte Kabe olduğunu öğrendikten sonra, Allah'ın dininin de İslâm'dan başkası olmadığı gerçeğini kavradıktan sonra (faraza) onlara uyarsan, takdirde sen mutlaka za­limlerden olursun." Sen de o iğrenç zulüm planı içerisinde yer almış olur ve o suçu işlemiş olursun.

İşte burada dinleyenlere ve duyanlara bir lütuf ve ikram yer almak­tadır. Kişiyi hakka yöneltmek ve onda sebat açısından sevaba aşın bir teşvik vardır. Aynı zamanda aydınlandıktan ve gerçekleri anlayıp kavra­dıktan sonra delile göre hareket etmeyi bırakıp hevâ ve istekleri doğrul­tusunda hareket edenleri de uyarıp ve tehdit ediyor, sakındırıyor.

Bir yoruma göre ahirde ilk değerlendirmede sanki hitap Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) imiş gibi gözükse de bundan asıl murat olunan ümmetidir. İşte âyetin bu noktasında, üzerinde vakfetmek lâ­zım gelir. Eğer vasi edilir, yani durmayıp geçilirse, bu takdirde, bundan sonra gelecek olan âyet yani, ke­limesinin sıfatı olmuş olur. [2]

 

146 - Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar, kendi öz çocuklarını tanır gibi, O'nun (Muhammed'in) peygamber ol­duğunu bilir ve tanırlar. Bu gerçeklere rağmen yine de içlerinden bir grup bile bile hakkı (gerçeği) mutlaka gizlerler.

 

"Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar onun (Muhammed'in) peygaml)er olduğunu bilir ve tanırlar."

Az önce gördüğümüz gibi, kelimesinde durulmadığı ve doğrudan geçildiği takdirde, ibaresi bunun sıfatı oluyordu. Bu ibare aynı zamanda mübteda ve bunun haberi de, kelimesidir. Yani Kitap ehli Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Kur'an'ı ya da kıblenin değiştirilmesi gerçeğini bilip tanırlar, demektir. Ancak bu görüşler içinde ilk görüş daha sahihtir, geçerlidir.

Çünkü bundan sonra gelen âyetin şu kısmı bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Şöyle ki:

"Kendi öz çocuklarım tanır gün .." Nitekim Abdullah b. Selâm diyor ki:

— Ben onu (Muhammed'i), onun bir peygamber olduğunu, kendi öz çocuğumu bildiğimden daha iyi biliyor ve tanıyorum.

İşte bunun üzerine Hz. Ömer ona:

— Neden ve nasıl? diye sorar. O da:

  Ben Muhammed'in peygamber olduğundan şüphe eden biri deği­lim. Çocuğuma gelince ondan şüphe ederim. Çünkü belki annesi bana iha­net etmiş olabilir, diye cevap verince Hz. Ömer de derhal gidip onun al­nından öper.

Bu gerçeklere rağmen yine de içerinden -İslâm'ı kabul etmemiş olan- bir grup -sırf haset ettiklerinden ve inatlarından dolayı- bile -Allah'ın kitaplarında a-çıklamış olduğu söz konusu- hakkı (gerçeği) mutlaka gizlerler. [3]

 

147 - Hak ve ebedî gerçek Rabbin tarafından sana bildirilen­dir. O halde sakın şüphelenenlerden olma!

 

"Hak ve- ebedî gerçek Rabbin torafindan sana bildirilendir. O halde sakın -bunu Rabbin tarafından ol­duğundan- şüphelenenlerden olma!"

Burada, mübtedadır. de bunun haberidir. kelimesinin başındaki yani belirtme takısı cins manasındadır. Yani: "Hak ve gerçek başkasından değil, Allah'tandır. " Yani bu şu demektir:

"Hak, şu anda senin üzerinde bulunduğun ve kabul ettiğin gibi Allah tarafından olduğu sabit olan gerçektir. Yoksa şu anda kitap ehlinin üzerinde bulunduğu ve Allah tarafından sabit olmayan şey değildir, ki bu da batı­lın kendisidir."

Ya da bu ahd için yani hali hazır durumu göstermek ve bil­dirmek için olabilir. Bu da, Allah Rasulü Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in üzerinde bulunduğu gerçeğe işaret etmektir.

Veyahut bu kelime mahzuf (gizli) bir mübtedanın haberidir. Bu da, demektir. ise haberden sonra ikinci bir haberdir (yüklemdir). Ya da bu, haldir. [4]

 

148 - Herkesin yüzünü dönderdiği bir ciheti (kıblesi) vardır. Öyle ise hayırda (Kabe'ye dönüşte) yarış edin! Her nerede olursanız olun, nihâyetinde Allah hepinizi bir araya getirecektir. Muhakkak Allah her şeye kadirdir.

 

"Herkesin yüzünü dönderdiği bir ciheti (kıblesi) vardır." Her din erbabının kendisince yöneldiği bir kıblesi var-dır. Übey bu âyeti, olarak okumuştur.

bu zamir, kelimesine aittir. daki zamir de, kelimesine aittir. Yani: "O yüzünü o tarafa çevirir." Bura­da iki mef ulden biri hazfolunmuştur (gizlenmesi).

Ya da, yüce Allah'a aittir. Yani: "Onu o tarafa yönlendiren Allah 'tır, " demektir. Kıraat imamlarından Ibn Amir, olarak okumuştur. Yani, "Onların yöneldiği cihete onları yönlendiren de Allah' tır. " Mana şöyle olmaktadır: "Sizden olsun, sizden başkaları olsun her bir ümmetin yöneldiği bir kıblesi vardır."

"Öyleyse -sizler- hayırda -kıble konusunda

olsun başkaca hayır olan şeylerde olsun sizden başkalarıyla-yarış edin!"

"-Siz ve düşmanlarmız-her nerede olursanız olun, nihâyetinde -kıyamet günü- Allah hepinizi bir araya getirecektir." Böylece kim hak üzere ve kim batlıdadır, aralarında ayırıcı hükmünü ortaya koyacaktır.

Veya: "Ey Muhammed ümmeti! Sizden her biriniz için bir yön, kendi­sine doğru yönelip namaz kılacağınız yönlerden, güney, kuzey, doğu ve batı olmak üzere bir ciheti, Kabe'ye bir bakış açısı vardır. Dolayısıyla bu yön­lerden en değerli olanında yarışın. Gerçi bu yönler farklı yönler olsalar bile, bunların içerisinde Kabe'ye yönü olan hangisi ise en değerli yön de orasıdır. İşte siz bu farklı cihetlerden hangisi üzerinde olursanız olun, Allah hepinizi toplayıp bir araya getirecektir. Böylece hepinizin namazını da sanki siz tek bir yöne doğru kılmışsınız gibi değerlendirecektir. Sanki sizler gerçekte Mescit-i Haram'da imişsiniz ve orada namaz kılıyormuşsunuz gibi olacaksınız.

"Muhakkak Allah her §eye ka­dirdir." [5]         

 

149 - Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! Çünkü bu, Rabbin tarafından sana gelen gerçek emirdir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

 

"Nereden -hangi belde ya da ülkeden- ve hangi araçla yola çıkarsan çık, -namaz kıla­cağın zaman- namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! Çünkü bu -sana emredilen şey- Rabbin tarafından sana gelen gerçek ub' emidir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir."

Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini, harfiy­le, olarak okumuştur. [6]

 

150 - Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda yü­zünü mutlaka Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslü­manlar!) Dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Ha­ram tarafına dönderin ki, içlerinden zalim olanlar dışında insanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri bir hüccete (delile) sa­hip olmasınlar. Sakın onlardan korkup çekinmeyin, benim sizi ceza­landırmamdan korkun! Böylece size karşı olan nimetlerimi tamam­layayım da bu sayede doğru yolu bulaşınız.

 

"Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, na­mazda yüzünü mutlaka Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslümanlar!) Dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Haram tarafına döndürün ki" İşte bu tekrar, kıble olayı ile ilgili durumun ne kadar önemli olduğunu te'kit, teyit ve teşdit içindir. Çünkü nesh olayı aslında beraberinde fitne ve şüphe durumunu da getirir.

İşte bu tekrarların sebebi, Müslümanlar arasındaki şüpheyi önlemek ve gerçek üzerinde sebat etmelerini sağlamaktır. Dikkat edilirse bütün yapılan bu tekrarlarda farklı farklı yol ve yöntem izlenmiştir. Bu açıdan bunu yararları da buna göre farklıdır.

"İnsanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri hır hüccete (delile) sahip olmasınlar." Yani, şanı yü­ce olan Allah, âyetlerinde kıble konusunda hüccet gösterme ile alâkalı olarak size gereken tanıtmada bulunmuştu. Örneğin:

"Herkesin yüzünü çevirdiği bir ciheti (kıblesi) vardır."[7] gibi.

Yani Yahudiler için sizin aleyhinizde, kıblenin tahvili (değiştirt­mesi) ile alâkalı olarak Tevrat'ta yer alanın aksine aleyhinizde bir hüccet, delil ve kanıta sahip olmasınlar. Âyette, ''hüccet/delil" adı inatçıların sözlerine karşılık mutlak manada zikredilmiş oldu. Çünkü inat içinde o-lanlar, ileri sürdükleri görüşlerini sanki birer hüccet imiş gibi hep su­narlar.

"içlerinden zatim olanlar dışında sizin aley­hinizde ....." İşte âyetin bu kısmı, "nas/insanlar" ifadesinden istisna edil­miş, dışarıda tutulmuştur. Yani Yahudiler içinde oldukça inatçı olanlar dışında kalan diğerleri lehine ve sizin aleyhinize ellerinde bir hüccetleri bulunmasın. Çünkü Yahudilerin inatçı ve azılı takımı:

"Muhammed bizim kıblemizi sırf eski dinine dönmek istemesi ve bel­desini sevmesi bakımından bizim dinimizi terk etti. Eğer Muhammed hak ve gerçek üzere olsaydı mutlaka geçen peygamberlerin kıblesine, Beyt-i Mak-dis'e bağlı kalırdı." Ya da bunun manası şöyledir:

"Arapların atası olan İbrahim ve İsmaiVin kıblesi durumundaki Kabe­'ye doğru ibadeti terk etmeniz bakımından Arapların sizin aleyhinize olarak ellerinde bu manada bit kanıtları olmasın."

"İçlerinde zalim olanlar dışında" ifadesiyle işaret olunmak istenen Mekke halkıdırlar. Çünkü onlar bu kıble olayı üzerine şöyle demeye başlamışlardı:

"Şimdi Muhammed gerçeği gördü ve böylece atalarının kıblesine dön­müş oldu. Artık atalarının dinine de döneceği zaman oldukça yakındır."

İşte bundan sonra onları uyarmak maksadıyla yeniden Rabbimiz meseleye şöyle girmiş oldu:

"Sakın onlardan korkup çekinmeyin." Sakın onların kıbleniz hakkındaki sakat görüşlerinden ve dil uzatmalarından korkup ürkmeyin. Çünkü onlar size zarar veremezler.

"Benim sizi cezalandırmamdan korkun!" Bunun için de benim emrime aykırı hareket etmeyin.

"Böylece size karsı olan nimetlerimi ta­mamlayayım da" Sizin aleyhinize bir hüccet bulamasmlar delil getireme-sinler için size gerçeği öğrettim. Bir de sizi doğru yola iletmemle ve Ka­be'ye yönlendirmemle size karşı olan nimetlerimi tamamlayayım da...

"Bu sayede doğru yolu -İbrahim'in kıblesine dönme gerçeğini- bulazyız." [8]

 

151 - Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size bizim âyetlerimizi okur, sizi arındırır ve size Kitabı ve hikmeti öğ­retir. Ve o size bilmediğiniz şeyleri de öğretir.

 

"Nitekim içinizden -Araplardan- bir peygamber gönderdik."

Bu âyette bulunan, kelimesinin başında yer alan, har­fi, ya bir öncesine mütealliktir, yani bağlantılıdır. Dolayısıyla bunun ma­nası şöyledir:

"Dünyada size Rasul (elçi) göndererek nasıl ki nimetimi tamamlamış isem, ahirette de size sevap vererek nimetimi tamamlayacağım."

Ya da bu, mabadine (kendisinden sonra gelen cümleye) müteallik­tir. Bu takdirde de mana şöyle olur;

"Nasıl ki size peygamber göndererek sizi anmış (size yol göstermiş) isem, siz ede bana itaat ederek beni anını ki, ben de sizi sevap ile ödüllendi­rerek anayım,"

İşte bu yoruma göre, kelimesi üzerinde (okuma esna­sında) vakfedilir (durulur). Ancak ilk yoruma göre ise bu kelime üzerinde vakfolunmaz.

"O sîze bizim âyetlerimizi -Kur'an'ı- okur," "sizi arındırır, size Kitabh -Kur'an'ı- ve hikmeti -Sünneti- ve fıkhı -derin anlayışı- öğretir."

 size bilmediğiniz -ve fakat öğrenilmesi ancak vahiy yoluyla kazanılabilecek- şeyleri de Öğretir." [9]

 

152 - Öyleyse siz benim hükümlerimi uygulayarak beni anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım. Benim nimetlerime şükredin ve sakın nankörlükte bulunmayın!

 

''Öyleyse siz benim hükümlerimi uygulayarak beni -takdir ettiklerimle- anın ki, ben de sizi mağfiretimle ana­yım. " Veya siz beni sena ile anın ki, ben de size vereyim. Yahut siz ben­den isteyin ki, ben de sizi istediğinize erdireyim, ya da siz bana tevbe ederek beni anın ki, ben de sizi af ile anayım, yahut da siz beni ihlâs ve sa­mimiyetle anını ki ben de sizi kurtararak anayım ve nihayet siz beni münacat ile yakararak anın ki, ben de necat (kurtuluş) ile anayım.

''Benim nimetlerime -size nimet olarak verdiklerime- şükredin ve -verdiğim nimetlere karşı- nankörlükte bulun-mayın." [10]

 

153. — 157. AYETLER

 

Meali

 

153. Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle beraberdir.

154. Sakın Allah yolunda öldürülenleri, "ölüler" diye anmayın. Bi­lakis onlar (bitmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız.

155. Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku ile, bir çeşit aç­lıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksiltmekle im­tihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!

156. Sabır gösteren kimseler öyle kullardırlar ki, kendilerine her­hangi bir musibet (belâ) geldiğinde; "Biz Allah'a ait kullarız ve biz vakti gelince O'na döneceğiz." derler.

157. Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet işte bu özellilere sahip olanlaradır. Ve işte bunlar doğru yola erenlerin ta kendileridir. [11]

 

Tefsiri

 

153 - Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kıla­rak Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle be­raberdir.

 

Ey iman edenler!

Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin.M Çünkü sabır sayesinde insan her tür erdemliliğe erişebileceği gibi namaz saye­sinde de her tür menhiyattan, kötülüklerden uzak durur. Zira namaz her kötülüğü yasaklar ve onlara engel olar.

"Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle beraberdir." Çünkü, onlara zafer vermekle ve yardımlarını esirgememekle onların ya­nındadır. [12]

 

154 - Sakın Allah yolunda Öldürülenleri, "ölüler" diye anma­yın. Bilakis onlar (bilmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız.

 

"Sakın Alla/ı yolunda öl­dürülenleri, "Ölüler" diye anmayın." Bu âyetin nüzul (iniş) nedeni Bedir savaşında şehit edilenlerle alakalıdır. Bu savaşta on yedi sahabi şehit olmuş idi. İşte Allah yolunda canlarını ortaya koyan bu manadaki insan­lara diğer ölüler gibi sıradan ölü gözüyle bırakılmaması gereğine işaret edilmektedir.

"Bilakis onlar (bilmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve. fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız." Siz bunun bilemezsiniz. Çünkü şehidin yaşadığı o hayat bu duyu organlarıyla hissedi­lip anlaşılamaz, bilinemez.

Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre demiş ki:

"Gerçekten şehitler, Allah katında diridirler, bir hayat yaşamaktadır­lar. Onların nzıklan ruhlarına sunulur, işte bu rızık sunulma olayından onlar mutlu olurlar, haz ve sevinç duyarlar. Nitekim, cehennem ateşi de Fi­ravun ve arkadaşlarına sabah ve akşam gösterilir de onların ruhları da bundan ötürü acı ve ızdırap duyarlar."

Mücahid'in söylediğine göre: "Şehitler cennet rızıklarıyla mıhlandı­rılırlar ve cennetin içinde henüz yer almadıkları halde kokusunu duyup hissederler." [13]

 

155. Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku île, bir çeşit açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksilt­mekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!

 

"Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku île, bir çeşit aç­lıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksiltmekle imti­han edeceğiz." Şimdi bu âyetteki bazı kelimeler üzerinde duralım:

Size, bu şekilde tıpkı denemeye tabi tutulanların hali gibi birtakım şeyler isabet ettireceğiz. Acaba sizlerden istenen Al­lah'a itaati, emirleri yerine getirip yasaklardan uzaklaşarak sabır gösteri­yor musunuz, göstermiyor musunuz? Sizi kesin olarak bunlarla sınaya­cağız.

Ayette söz konusu edilen belâ, felâket ve musibetlerden biraz tattırarak... Bu âyette belânın azlığına özellikle dikkat çekiliyor. Çünkü, herhangi bir insanın başına gelen musibet, belâ ne kadar büyük olursa olsun, mutla o belâ, ondan daha üstün ve ağır olanına göre azdır. Dolayısıyla bu gerçeğe işaret edilmiştir. Bununla beraber yüce Allah, her halükarda rahmetiyle, şefkat ve merhametiyle, bağişlamasıyla da kulları­nın yanında olduğunu insanlara gösteriyor ve gösterecektir. Aynı zaman­da kullarına henüz belâ ve musibet gelip çatmazdan önce insanın kendisi­ni her an bu gibi şeylere hazırlaması gerektiğini de bildirmiş bulunmak­tadır ki, ileride bu gibi durumlarda bunlayım içine girmesinler.

"korkudan" Yani düşman veya Allah korkusu gibi korkularla...Açlıkla yani kıtlık veya ramazan orucu nedeniyle olan açlık ile de imtihan edeceğiz. "Mallardanyana eksiltmekle" yani, canlı mallarınızın (hayvanlarınızın) ölümüyle veya ze­kat ile imtihan ederiz.

Bu kelime de ya, üzerine veya, üzerine matuf­tur. Yani mallardan bir kısmım eksiltmekle...

"canlardan yana," yani öldürülme ile, normal ölüm ile, hastalık ve yaşlılıkla da imtihan ederiz. "ürünlerden yana eksiltmekle,.." Yani ekili alanlarınızı herhangi bir şekilde musibetlere uğ­ratmakla ya da çocuklarınızın ölümüyle de imtihan edeceğiz. Çünkü ço­cuk insanın ciğerparesidir.

"Sabır gösterenleri müjdele!" Yani, yukarıda sayı­lan belâlar karşı sabır gösterenleri ya da, belâlar karşısında İstirca yapan­ları, yani "Biz Allah 'in kullarıyız, nihâyetinde Ona döneceğiz " diye tesli­miyet göstererek sabredenleri müjdele! Çünkü İstirca; Allah'a teslimiyet­tir ve işin hassasiyetini gerektiği gibi kavramaktır. Nitekim, bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:

"Herhangi bir musibet ve belâ anında kim «Biz Allah'tan geldik, niha­yetinde Allah'a döneceğiz.» diye teslimiyet ve sabır gösterirse, Allah ona ver­diği musibeti ya da belâyı hafifletir, Ahiret hayatım güzel eyler ve Allah o kuluna verdiği musibet yerine kendisinin memnun ve hoşnut kalabileceği iyi ve salih bir şey (evlat) verir."[14] Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'in kandili söner ve bunun üzerine şöyle buyurur:

"Biz Allah'tan geldik ve sununda O'na döneceğiz." der. Bunun üzerine kendisine bu da mı bir musibet ya da belâdır? diye sorulur. Rasulûllah

(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) buyurur ki:

"Evet, mü'mine eza ve. sıkıntı veren her şey bir belâdır, bir musibettir."[15]

Bu hitap ya Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem). aittir veya müjde beklentisi içinde bulunan herkesedir. [16]

 

156. Sabır gösteren kimseler öyle kullardırlar ki, kendilerine herhangi bir musibet (belâ) geldiğinde: "Biz Allah'a ait kullarız ve biz vakti gelince O'na döneceğiz." derler.

 

"Sabır gösteren kimseler öyle kutlardırlar kı\ kendilerine herhangi bir musibet - be­lâ geldiğinde: «Biz Allah'a ait kullarız ve biz vakti gelince, O'na döneceğiz.» derler."

Şimdi âyetteki kelimeler üzerinde duralım:

Mansubdur ve, kelimesinin sıfatıdır. Dola­yısıyla bu, kelimesi üzerinde vakfedilemez (okuma sıra­sında durulmaz). Aksine bu âyetin sorîunda yani, kelimesi üzerinde vakfolunur (durulur). Ancak, ile cümleye (âyete) başlayan ve, 'yi de haber kabul edenlere göre, keli­mesi üzerinde değil de, kelimesi üzerinde vakfeder (durur). Fakat, doğru olan görüş ilk görüştür. Çünkü, ve sonrası sabır olayım açıklamaktadır. Musibet ise, hoşlanılmayan, kişiyi huzursuz ve ra­hatsız eden şey demektir. Kelime ism-i faildir. Başına herhangi bir şiddet ve sıkıntı doğuran şey gelen manasınadır. Aynı zamanda, kelimesi üzerinde durulmaz. Çünkü, kelimesi, edatının cevabıdır. da cevabıyla birlikte, kelimesinin sılasıdır.

demekle mülkün Allah'a ait olduğunu ikrar ve kabul etmek, demektir. ile de kendimizin bir gün gelip yok olacağı­mızı, faniliğimizi ikrar ve kabul demektir. [17]

 

157 - Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet işte bu ö-zelIHere sahip olanlaradır. Ve işte bunlar doğru yola erenlerin ta kendileridir.

 

"Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet işle bu özelliklere sahip olanlaradır."

Ayetteki, kelimesi şefkat, acıma ve merhamet manasındadır. Bu kelime, yerinde burada kullanılmıştır. Dolayısıyla ke­lime hem merhamet ve hem şefkat yanı acıma manalarında değerlendiril­miştir. Yani "rahmet" ve "re'fet" manasını bünyesinde toplamıştır. Ör­neğin:

[18]âyetlerinde görüldüğü gibi.[19]

Dolayısıyla bunun manası şöyledir: "İşte bu özelliklere sahip olanlar için rahmet üzerine rahmet, şefkat üzerine şefkat vardır."

"Ve işte bunlar doğru yakı erenlerin ta ken­dileridir. " Hak ve doğru yolda olanlardır. Çünkü bunlar istircada bulun­muşlardır, Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir.

Hz. Ömer (Radıyallahü Anh) der ki: "Şu iki denklik ve bir ilâve ne gü­zeldir. Bu iki denklik eşit olan şey ise, salât (re'fet, şefkat) ve rahmet (merhamet, acıma) ile hidâyet olup, doğrusu bu üçü ne güzeldir." diyor. [20]

 

158. —167, AYETLER

 

Meali

 

158. Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beytullah'ı hacceder veya umre yaparsa bunları tavaf etmesinde kendisi için bir günah (vebal) yoktur. Her kim de fazladan farz olmayarak gönül­den hayır işler, ibadet eder ve umre yaparsa şüphesiz Allah onun bu iyi­liklerini kabul eder ve tüm yaptıklarını da bilir.

159. Doğrusu bizim indirdiğimiz apaçık âyetleri ve doğru yolu, Ki­tapta (Tevrat ve İncil'de) insanlara açık seçik olarak bildirmemizden son­ra gizleyenler var ya, işte Allah onları rahmetinden uzak tutarak lanet eder ve lanet etme durumunda olan her varhk da onlara lanet (beddua) okur.

160. Ancak onlardan tevbe edenler, yaptıkları yanlışları düzeltip ta­mir edenler ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar var ya, işte ben onların tevbelerini (hakka dönüşlerini) kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok merhamet sahibi olanım.

161. Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve bu küfürleri üzerinde Ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların da la­neti onların üzerinedir.

162. Onlar artık sürekli olarak hep bu lanet içindedirler. Onlardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre tanınır.

163. İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka bir ilâh yoktur. O Rah­mandır, Rahimdir.

164. Şurası bir gerçektir ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayacak şey­lerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde, Allah'ın gökten indirip de Ölü durumundaki toprağı sayesinde canlandırdığı suda, yeryüzünde her türlü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir tarafına yönlendirmesinde doğrusu aklım çalıştıran bir toplum için Al­lah'ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır.

165. Bu delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlıkları Allah'a denk ilâhlar kabul ederler ve onları Allah'ı sever gibi severler. Oysa Allah'a iman edenlerin, Allah'a karşı olan sevgileri müşriklerin ilâhlanna (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) olan sevgi ve bağlı­lığından çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri andan itiba­ren gerçeği anlayacakları gibi bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait olduğu­nu, Allah'ın azabının pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdiden anlayabilselerdi.

166.  îşte o andan itibaren o kendilerine uyu(lup arkalarından görüşmüşlerin, peşlerinden gelenlerden nasıl kaçıp uzaklaştıklarını görecek­leri anı da hatırla! Zaten azabı da görmüşlerdir ve aralarındaki her türlü bağlar da kopup kesilmiştir.

167. Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için derler ki: "Keşke bizim için yeniden dünyaya dönüş imkanı olabilseydi de, onların şu anda bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydık!" İşte böylece Allah onlara amellerini içlerindeki hasret, pişmanlık ve ü-züntüyle gösterecek ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir. [21]

 

Tefsiri

 

158 - Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beytullah'ı hacceder veya umre yaparsa bunları tavaf etmesinde kendisi için bir günah (vebal) yoktur. Her kim de fazladan farz olma­yarak gönülden hayır işler, ibadet eder ve umre yaparsa şüphesiz Allah onun bu iyiliklerini kabul eder ve tüm yaptıklarını da bilir.

 

"Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir." Safa ile Merve iki dağa ait isimlerdir. Bu iki dağ ise Allah için ibadet edilmesi gereken yer ve işaretlerdendir.

kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu da alâ­met, işaret demektir.

"Her kim Beytullah'a hacceder," Kabe'ye gitme­ye niyet eder, "veya umre yaparsa" Kabe'yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde kendisi için bir günah (vebal)yoktur."

Hac: Bir yere veya şeye yönelmek, niyet etmek ve kasdetmek, de­mektir.

İtimar (umre) ise; ziyaret etmek, demektir. Daha sonraki dönem­lerde bu ikisi Beytullah'a niyetle onu ziyaret için kullanılmıştır ki, gidip oralarda görülüp ibadet edilmesi gereken yerlerde ibadet etmek olarak bir terim halini almıştır. Bu ikisi yani hac ve umre mana itibariyle hacca ni­yet ve ziyaret etmek manasındadırlar. Yani tıpkı özel isim halini almışlar­dır. Örneğin; nasıl ki "necm" dendiğinde herhangi bir yıldız değil de Sü­reyya yıldızı akla geliyorsa ve beyt dendiği zaman da herhangi bir ev de­ğil Kabe akla geliyorsa hac ve umre dendiği zaman da başka bir yere yö­nelmek ve ziyaret etmek değil, Beytullah'ı niyetle oraya yönelmek ve orayı ziyaret etmek akla gelir.

yani kendisine bundan dolayı bir günah,-vebal ve sakınca yoktur. Bu kelime, demektir. Bu kelimede, harfi, harfine idgam olunmuştur.

Tayf'/Tavaf: Esas itibariyle bir şeyin etrafında ya da çevresinde do­lanıp yürümek demektir. Burada ise, âyette adı geçen Safa tepesiyle Mer­ve tepesi arasında gidip gelme yani sa'y etmektir.

Anlatıldığına göre İslâm öncesi cahili dönemde burada iki put var­mış. Bunlardan İsafe adlı put Safa tepesi üzerinde bulunurmuş ve Merve tepesi üzerinde de Naile adındaki put yer alırmış. Güya bu iki put aslında biri erkek ve diğeri de kadın olmak üzere iki insan imişler. Kabe içinde zina fiilim işlemişler ve Allah böylece onları cezalandırmak üzere iki taşa dönüştürmüştür. Sonra da bu ikisinin yaptıkları işten ötürü kendilerinden ibret alınmaları için her ikisi de Kabe'den alınarak biri safa ve diğeri de Merve tepelerine konmuştur. Ancak ardan oldukça uzun bir zaman dili­minin geçmesiyle artık bu ikisine Allah'tan başka tapınılır olmuştur. Ca-hiliye dönemi insanları bu iki tepe arasında sa'y yani gidip gelme görev­lerini yaparlarken bu iki puta dokunup meshederlermiş.

Ancak İslâm'ın gelişiyle, putlar kırıldı, çöplüğe atıldı. Fakat Müs­lümanlar, cahiliye döneminde müşriklerin bu iki tepe arasında sa'y göre­vini yapmalarını göz önünde bulundurarak burada sâyetmeyi pek uygun bulmayıp rahatsızlık duyuyorlardı. Çünkü daha önce burada cahiliyenin işledikleri yanlış işler ve puta tapınma vardı. Akla bu geliyordu. Putlar kırıldığından ve bundan eser kalmamış olduğundan artık bu iki tepe ara­sında sa'y etmek günah olmaktan çıkmıştır.

İşte âyet, yani, ifadesi bu noktaya dikkat çekiyor. Bu ise, İmam Malik ve İmam Şafii'nin -Allah her ikisine de rahmet eylesin-söyledikleri gibi bunun haccı bir rüknü (farzı) olmadığının bir delilidir.

 r k'm fazladan farz olmayarak gönülden hayır işler, ibadet eder ve umre yaparsa," Yani bu ikisi arasında sa'y ya da tavaf ile gidip gelirse -nitekim âyetin bu kısmı da bunun haccın bir rüknü olmadığını gösteriyor—, "şüphesiz Allah onun bu iyiliklerini kabul eder -onun az işine, ameline karşılık ona çok şey verir­ce tüm yaptıklarını da -küçük ve büyük her ne yaptıysa- bilir."

Kıraat imamlarından Hamza ve Ali olarak okumuşlardır. Kelimenin aslı ise, olup, harfi, harfine idgam o-lunmuştur. [22]

 

159 - Doğrusu bizim indirdiğimiz apaçık âyetleri ve doğru yo­lu, Kitapta (Tevrat ve İncil'de) insanlara açık seçik olarak bildirme­mizden sonra gizleyenler var ya, işte Allah onları rahmetinden uzak tutarak lanet eder ve lanet etme durumunda olan her varlık da onla­ra lanet (beddua) okur.

 

'Doğrusu bizim - Tevrat'ta- indirdiğimiz -ve Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) duru­muyla ilgüi gerçekleri dile getiren- apaçık -şehadet eden- âyetleri ve -Muhammed (Sallallhu Aleyhi ve Sellem) tanıtarak İslâm'ın yolunu gösteren-doğruyolu Kitapta (Tevrat ve İncil'de) -içinde herhangi bir probleme yer bırakmaksızın— insanlara açık seçik olarak bildirmemizden sonra gizleyen -hahamlar, Yahudi bilgin- ler var ya, -çünkü bunlar bile bile açık ve se­çik olan gerçeklere yönelip onu gizlediler,- İşte Allah onları rahmetinden uzaklaştu'arak lanet eder ve lanet etme durumunda, olan her varlık da onla­ra lanet (beddua) okur." Bu lanet edebilecek ve beddua edecek olanlar ise melekler, insanlardan ve cinlerden iman etmiş olanlardır. [23]

 

160 - Ancak onlardan tevbe edenler, yaptıkları yanlışları dü­zeltip tamir edenler ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar var ya, işte ben onların tevbelerini (hakka dönüşlerini) kabul ederim. Çünkü, ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok merhamet sahibi olamam.

 

''Ancak onlardan -gizleme fiilini terk ederek ve imansızlığı bıra­karak- tevbe edenler, yaptıkları yanlışlai'i düzeltip tamir edenler -bozuk hal ve davranışlarını düzeltenler, eksiklerini tamamlayanlar- ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar vaj-ya, iste ben unların tevbelerini (hakka dö­nüşlerini) kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok mer­hamet sahibi olanım." [24]

 

161 - Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve bu kü­fürleri üzerinde ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm in­sanların da laneti onların üzerinedir.

 

"Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve küfürleri üzerinde ölenler -yani gizledikleri gerçekler sebebiyle pişmanlık duymayıp tevbe etmeden o hal üzere ölenler- var ya, işte Allah'ın, melek­lerin ve tüm insanların da laneti onların üzerinedir." Önceki âyette, onlar hayatta iken lanete uğradıkları belirtiliyor. Bu âyette de ölümlerinde de lanete uğratıldıkları belirtiliyor.

Âyette geçen, kelimesinden kasıt mü'minlerdir. Ya da hem mü'minler ve hem de kâfirlerdir. Çünkü kıyamet gününde kimisi kimisine lanet okuyacaktır. Nitekim, yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Cehenneme giren her grup kendi yoldaşına lanet okur.'[25]

 

162 - Onlar artık sürekli olarak hep bu lanet içindedirler. On­lardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre ta­nınır.

 

"Onlar artık sürekli, olarak hep bu lanet içinde­dirler."  kelimesi, deki zamirinden haldir. ya "lanet içinde" veya "ateş'içindedirler"demektir. Ancak bu hususlar konunun önemi nedeniyle ve korkutmak, tehdit etmek için gizli bırakıl­mıştır.

"Onlardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre tanınır." Yani onlara asla bir mühlet, yeni bir süre tanınmaz. Ya da mazeret göstermeleri için beklenil­mez. Ya da bunlara rahmet nazarıyla asla bakılmaz. [26]

 

163 - İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka bir ilâh yoktur. O Rahmandır, Rahimdir.

 

"İlâhınız bir tek ilâhtır." Yani, O Hanlığında-ulûhiyetinde ferddir, bir tektir. Ilâhlığında O'nun ortağı, şeriki yoktur. Bu İtibarla Allah'tan başkasının "İlâh" olarak adlandırılması doğru değildir.

"O'ndan başka hır ilâh yoktur." Ayetin bu kısmıyla başta Allah'ın birliğini kesin ikrar ile bildiriyor. Diğer şeyleri ilâh olarak kabul edilmesini ve bir başka ilâh varlığını reddediyor ve bunun yalnızca kendisinin olduğunu tesbitle belirtiyor.

Âyetteki, zamiri, 'den bedel olarak merfudur. Bura­da nasb caiz değildir. Çünkü bedel, ikinci amile itimad etmeye dayanır, ona delâlet eder. Nitekim âyetteki mana da buna dayanır. Eğer mansub olarak kabul edilirse bu takdirde ilk amile dayanır.

"O Rahmanadır, Rahim'dir." Bu ise merfudur.Yani nimetlerin hangi türü, aslı ve yan ürünleri varsa hepsini veren Allah'tır. Allah'tan başka böyle bir niteliğe sahip bir varlık asla yoktur. O'ndan başka olan şeyler ya nimet türünden olan şeylerdir veya kendilerine ni­met verilenlerdir.

Bunun merfu oluşu ya mübtedanın haberi olması itibariyledir. Ya da, zamirinden bedel olarak merfudur. Yoksa sıfat olarak değil. Çünkü zamir bir kelime vasfedilemez, nitelenemez.

Müşrikler bir tek ilâh konusunda şaşkınlık ve hayret duyunca, buna ilişkin olarak bir âyet ve mucize istediler. İşte bu âyetin iniş sebebi bu olaydır. [27]

 

164 - Şurası bir gerçektir ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağla­yacak şeylerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü durumundaki toprağı sayesinde canlandırdığı suda, yeryüzünde her türlü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında, rüzgarla­rı ve yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir tarafına yönlendirmesinde doğrusu aklını çalıştıran bir toplum için Allah'ın varlığının ve birliğinin delil­leri vardır.

 

"Şurası bir gerçektir kî, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün -renkte, uzayıp kısalmasında ve- birbiri ardınca gelmesinde," 'insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde," orada kendilerine faydalı olan şeyleri taşımada veya insanlara fayda getirmesinde, "Allah'ın gökten indirip -yağdırıp- da ölü -kurumuş— durumundaki toprağı sayesinde canlandırdığı suda,"

Burada, deki, edatı ibtidai gaye içindir. Âyet­teki, "sudan" kasıt yağmur demektir ve suyun cinsini açıklamak içindir. Çünkü gökten yağmur da, başka şey de iner (yağar). Daha sonra ise gelen şu ifade, fiili üzerine atfedilmiştİr. Bundan sonraki, kelimesi de, kelimesi üzerine atfedilmiştİr.

"Yeryüzünde her Uldü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında," yeryüzünde debelenen her canlıyı..."rüzgarları ne yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir

tarafina yönlendirmesinde  "doğrusu aklını çalıştıran bir toplum için Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır."

Kırat imamlarından Hamza ile Ali, çoğul olan bu kelime­yi, tekil olarak, şeklinde kıraat etmişlerdir. Yani, rüzgarların do­ğudan, batıdan, kuzey ve güneyden estirilmesinde, kimi zaman sıcak ola­rak ve kimi zaman da soğuk olarak estirilmesinde ve yönlendirilmesinde, kimi vakit kasırga ve fırtınalar şeklinde ve bazen de ılık ve yumuşak bir halde estirilmesinde, kimi vakit hiçbir yarar sağlamayan ve aşılamaya ne­den olmayan bir rüzgar halinde ve kimi vakit de bitkiler arasında aşılama görevini yapar halde estirilmesinde, bazan rahmet oluşunda ve bazen de azap ve ceza oluşunda akıl sahipleri için çıkaracağı dersler ve ibretler vardır.

Allah'ın dilemesine bağlı kalarak ona boyun eğen ve emrinde hazır bekleyen gök ile yer arasında da ibretler vardır. Yeterki bütün bunlara ders alabilecek şekilde kalb gözüyle bakılmalı ve ibret alınmalıdır. Tüm bu sayılan şeyler dikkate alınarak bunları var eden zatın kudreti için birer delil ve kanıt görmeli, bunlar eşsiz şekilde yaratan zatın hangi hikmete bağlı kalarak yarattığı üzerinde kafa yormalıdır. Bir de bunlardan bunun sahibinin birliğini, vahdaniyetini öğrenmeli, Allah'ın birliği için bunları delil saymalıdır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Bu âyeti okuduğu halde bunun üzerinde düşünmeyen, bundan ders çıkarmayan kimseye yazıklar olsun!"[28]

 

165 - Bu delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Al­lah'tan başka varlıkları Allah'a denk ilâhlar kabul ederler ve onları Allah'ı sever gibi severler. Oysa Allah'a iman edenlerin, Allah'a kar­şı olan sevgileri müşriklerin ilâhlarına (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) olan sevgi ve bağlılığından çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri andan itibaren gerçeği anlayacakları gibi bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait olduğunu, Allah'ın azabının pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdiden anlaşabilselerdi.

 

 Bu -apaçık burhan ve-delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlı/elan -put ve benzeri şeyleri- Allah'a denk ilâhtan- olarak kabul ederler ve" "onları Allah'ı sever gibi severler." Onlara tazimde bulunurlar, sanki sevilmesi ve saygı gösterilmesi gereken onlarmış gibi ona boyun eğerler. Adeta Allah'a tazimde bulunur ve Ona boyun eğilir gibi yaparlar.

Yani putlarını, (putlaştırdıkları sistemlerini) ve adamlarını tıpkı Al­lah gibi severler. Kısaca bunlara olan sevgi ile Allah'a olan sevgide eşit­lik gösterirler. Çünkü bunlar da Allah'ın varlığını ikrar ile kabul ediyor ve O'na yaklaşmak için kendilerince ibadetler yapıyorlar.

Bir yoruma göre de mü'minlerin Allah'ı sevdikleri gibi bunlar da putlarım ve putlaştırdıklarım bu manada severler.

"Oysa Allah'a iman edenlerin Allah'a karsı olan sevgileri, müşriklerin ilâhlarına (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) o-lan sevgi ve bağlılığından çok daha fazladır." Çünkü mü'minler her ne o-hırsa olsun asla Rabbleri olan Allah'tan vazgeçip bir başka varlığa asla dönmezler, dönek değiller. Oysa münafıklar dönektirler. Çünkü başlarına bir sıkıntı gelince, başları sıkışınca Allah'a denk tuttukları ilâhlarını bıra­kır hemen yüce Allah'a sığınırlar ve O'na boyun eğerler.

"Keşke zalimler azabı gördük­leri andan itibaren gerçeği anlayacakları gibi."

Bu âyetteki, kelimesini İmam Nafı ve İbn Amir muha­tap sigasıyla, olarak okumuşlardır. Dolayısıyla bu okuyuşla

sanki Hz. Peygamber (Sallallhu Aleyhi ve sellem) sesleniliyormuş gibi değer­lendirilmiştir. Ya da her muhataba bir hitap olarak değerlendirilmiştir. Yani: "Sen bu durumu eğer görebiiseydin, gerçekten büyük bir olay kar­şısında olduğunu görürdün." demektir.

ile Allah'a denk eşler edinen, ortaklar kabul edenleri ifade ve işaret ediyor.

Kıraat imamlarından İbn Amir, kelimesini, meçhul ola­rak, şeklinde kıraat etmiştir.

 "Bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait oluğunu, Allah'ın azabının pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdi­den anlayabilmelerdi." Âyetteki, haldir.

Yani şirkleri yüzünden büyük bir zulüm ve inkâr içinde olanlar her bakımdan, sevap vermede ve cezalandırmada güç, kuvvet ve kudretin Al­lah'a ait olduğunu, Allah'a denk tuttukları varlıkların bir hiç olduklarını keşke bilmiş olsalardı, kıyamet gününde azabı gördükleri anda, Allah'ın zalimlere uygulayacağı azabın şiddetini bilselerdi, artık onlarda görüle­cek ve duyulacak pişmanlığın, üzüntünün tarifi anlatılamazdı.

Burada cevap mahzuftur. Çünkü, "eğer" arzu duyulan-özlenen bir ifadenin başında veya kendisinden korkulan bir durumu anla­tan bir cümlenin başında yer alınca, o zaman akla gelebilecek tüm sorula­ra bir cevap içeren bir ifade ya da cümle ile birleştirilmesi olayı oldukça azdır. Yani çoğunlukla cevap net olarak gösterilmez. Ki bu edattan sonra mazi (geçmiş zamanlı) fiil gelir, aynı şekilde bu, kelimeye eğer mazi (geçmiş zaman) manasına delâlet edecekse yine bu edat gelir.

Ancak burada geleceğe ait fiilin başına yani Muzari (şimdiki za­man) fiilinin başına gelmiş olması şu sebepledir. Allah'ın gelecekten ha­ber vermesi, doğruluğu itibariyle tıpkı geçmişte olmuş bir vakanın ger­çekliği manasmdadır. Zira Allah'ın bildirdiği şey mutlaka gerçekleşece­ğine göre bu bir manada mazi anlamındadır, olmuş gibidir. [29]

 

166 - işte o andan itibaren lider durumundakilerin, peşlerin­den gelenlerden nasıl kaçıp uzaklaştıklarını görecekleri anı da hatır­la! Zaten azabı da görmüşlerdir ve aralarındaki her türlü bağlar da kopup kesilmiştir.

 

İşte o andan itibaren lider durumundakikrin, peşlerinden ge­lenlerden nasıl kaçıp uzaklaştıklarım görecekleri anı da hatırla! Zaten aza­bı da görmüşlerdir ve aralarında her türlü bağlarda kopup kesilmiştir."

Kıraat imamlarından Asım dışında Irak okuluna mensup olanlar (ki bunlar Küfe ve Basra kıraat okulu mensupları olup eğer bunlar bir keli­mede ittifak ederlerse hepsine birden Irak okulu mensupları denmektedir) kelimesindeki harfini harfine idgam etmişler ve öyle okumuşlardır ki, bu okul mensuplarına göre bu türden kelimeler Kur'an'ın neresinde gelirse gelsin hepsi aynı şekilde ve aynı kuralı uygu­layarak okumuşlardır.

Aynı zamanda bu kelime, cümlesinden bedeldir. cümlesinden murat, kendilerine uyulanlar, lider konu-munda olanlar, önderler, demektir. Bundan sonraki cümlede de bu lider­lerin peşinden gidenler anlatılmaktadır.

Bu cümlenin başında yer alan, harfi hal için­dir. Yani, "Azabı gördükleri durumdan itibaren onlardan uzaklaştılar, bağlarını kestiler. " Yine âyetteki, kelimesi de, ke­limesine matufur.

yani aralarında birleşmeye neden inançları, akide­leri, ideolojileri, soy sop yakınlığı ve ahbaplıkları gibi her tür bağlan koptu, kesildi, demektir. [30]

 

167 - Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için derler ki: "Keşke bizim için yeniden dünyaya dönüş imkanı olabilseydi de, on­ların şu anda bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydik" İşte böylece Allah onlara amellerini içlerindeki has­ret, pişmanlık ve üzüntüyle gösterecek ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir.

 

"Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için dediler ki: «Keşke bizim için yeni­den dünyaya dönüş imkanı olabilseydi de onların şu anda bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydtk.» "

Ayetteki, kelimesi, temenninin cevabı olmak üzere mansubtur. Çünkü edatı temenni manasınadır. Mana şöyle oluyor:

"Keşke dönebilme imkanımız olaydı da biz de onlardan uzaklaşıp kaçsaydik."

İşte gerçekten bu iğrenç ve ürpertici azabı gösterme olayı gibi.. "İşte böylece Allah onlara amellerini -putlara tapınışlarını ve ilâhlaştırdıklart ideolojilerinin hesabı­nı— içlerindeki hasret, pişmanlık ve üzüntüyle gösterecek,"

Ayetteki, ibaresi, kelimesinin üçüncü mef ulüdür. Mana ise şöyledir:

"Onların amelleri kendilerine hasret, üzüntü, pişmanlık olarak dön­müştür. Çünkü onlar yapıp ettiklerinin karşılığı olarak hasret ve nedamet­ten başka bir şey görmeyecekler, göremeyeceklerdir."

"Ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir." Aksine onlar cehennem ateşinde daimdirler, ebedî kalıcıdır­lar. [31]

 

168. — 176. AYETLER

 

Meali

 

168. Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olan­larından yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan sizin için a-paçık bir düşmandır.

169. Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızlığı ve Allah hak­kında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder.

170. Ne zaman onlara - İslâm'a karşı olanlara, "Gelin, Allah'ın in­dirdiği hükümlere uyun!" denilse, onlar: "Asla! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?

171. Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran peygamberin duru­mu bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen ço­banın haline benzer. Çünkü onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. İş­te bu bakımdan onlar akletmezler (kafalarını çalıştırmazlar).

172. Ey iman edenler! Size nzık olarak verdiklerimizin temiz ve helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin.

173. Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim de bundan yemek zorunda kalırsa, bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhan­gi bir günah yoktur. Kuşkusuz Allah pek çok bağışlayan ve pek çok esir­geyendir.

174. Doğrusu Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu biraz dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok mu? İşte onların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onları temize de çıkarmaz. Onlar için ayrıca acıklı bir azap da vardır.

175. Onlar hidâyete karşılık dalâleti (sapıklığı) ve mağfirete karşı­lık da azabı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklı­dırlar!

176. Bunun sebebi, Allah'ın Kitabı hak olarak indirmiş olması ve onların da buna aykırı davranmalarıdır. Hiç şüphesiz Allah'ın kitabı hak­kında anlaşmazlığa düşenler mutlaka içinden çıkılamaz bir anlaşmazlı­ğın içine düşmüşlerdir. [32]

 

Tefsiri

 

Bu âyetin nüzul sebebi, kendilerine Bahire ve benzeri isimlerle ad­landırdıkları develeri kendilerine haram kılanlar hakkındadır. Bahire ile ilgili bilgi, Maide sûresi, 103. âyette verilmiştir.

 

168 - Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan si­zin için apaçık bir düşmandır.

 

Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olanktnndan yiyin." Bu, "Ey insanlar yiyin." emri mubah olan bir emirdir yani emri ibahidir. Farz ve vacip manasında değildir.

ibaresindeki cer edatı, teb'iz yani bazısı, bir kısmı manasmdadır. Çünkü yeryüzünde bulunan her şey yenen şeyler­den değildir. kelimesi, fiilinin mef ulü olabileceği gibi, ibaresinden hal de olabilir. her tür şüpheden a-nnmış, tertemiz, demektir.

"Şeytanın adımlarına uymayın!" Şey­tanın önünüze serdiği ve sizi çağırdığı yollara, planlara uyarak onun tuza­ğına düşmeyin.

Kıraat imamlarından Ebu Amr b. Ala, Nafı, Hamza ve Ebu Bekr, kelimesindeki harfinin sükun ile, şeklinde kıraat etmişlerdir. veya aslında iki adım arasındaki mesafe, aralık, demektir. Dolayısıyla bir kimsenin Örnek alındığında, "Onun adımlarına uydu." denir ki bu, onun izinden gitti, onu örnek aldı, onun yolundan gitti manalarına gelir.

"Çünkü şeytan sizin için apaçık bir düşmandır," Onun düşmanlığı meydandadır. Düşmanlığının gizli ve saklı bir ya­nı da yoktur. kelimesi hem müteaddi (geçişli) ve hem de lâzım (geçişsiz) bir fiildir. Yani, kelimesi bu kökten gelmektedir.

Diğer taraftan bu âyet:

"İnkar edenlere gelince, onların velileri de tağuttur."[33]

mealindeki bu âyetle bir çelişki ortaya koymaz. Âyette geçen, "tağut" kelimesi de şeytan demektir. Çünkü şeytan gerçekte insanların düşmanı iken, görünürde onların dostu imiş rolünde gözükür. Zira şeytan onlara görünürde onların yanında imiş ve onlara dost elini uzatıyormuş tavrını sergileyip gösterir. İnsanların yaptığı şeyleri süslü, çekici ve cazip olarak onlara gösterir. Aslında şeytan bununla içinden onların helakini ve belâ­larını istemektedir[34].

 

169 - Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder.

 

"Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızlığı, ve Allah hakkında bilmedi­ğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder."

Âyetteki, "Ancak size emreder," ifadesi, şeytan uymamanın gerek­liliğine ve ona uymaya son vermenin zaruri olduğunu açıklayan bir ifa­dedir. Yani bu şu demektir:

"Şeytan hiçbir zaman size iyiliği, hayır olabilecek bir şeyi emretmez. Onun emredeceği şey, kötülüktür, çirkinliktir. «İğrenç hayasızlığı» yani had­di aşıp çok daha kötü işer yapmak gibi şeyleri emreder."

Bir yoruma göre, kelimesi had (ceza) gerektirmeyen kö­tülükleri size emreder, demektir. ise had yani ceza gerektiren şeyleri de emreder, demektir. ifadesi, kelimesi üzerine matuf olarak mecrurudur. Dolayısıyla bu, demektir.

"Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri em­reder. " demek, işte sizin herhangi bir bilgi ve belgeye dayanmaksızın, "Bu helâldir, şu da haramdır. " diye söylediğiniz ifadeler gibi. Dolayısıy­la bu ifadenin içerisine, Allah hakkında söylenmesi caiz olmayan söz ve ifadelerin konuşulması da bu hükmün içerisine girer. [35]

 

170 - Ne zaman onlara (İslâm'a karşı olanlara), "Gelin, Allah'­ın indirdiği hükümlere uyun!" denilse, onlar: "Asla! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?

 

"Ne zaman onlara (İslâm'a karşı olanlara): «Gelin, Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!» denilse,"

Ayetteki, zamiri insanlara racidir. Burada iltifat yoluyla on­lara direkt hitaptan, gaibe geçilmiş oldu. Bir yoruma göre, "onr"dan maksat, " müşrikler "dir, bir diğer yoruma göre de bir kısım Yahudilerdir. Çünkü Allah Rasulü onları iman etmeye ve Kur'an'a uymaya davet edin­ce, onların cevabı şöyle olmuştu:

"Onlar: «Asla Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.» dediler." Çünkü atalarımız bizden daha iyi, daha üstün ve daha bilgilidirler. Yüce Allah da onların bu türden olan söz ve davranışlarını şu şekilde reddediyor.

"Fa ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış iseler!"

Burada, ifadesinde yer alan, hal içindir Baştaki hemze de red ve taaccub içindir. Manası da şöyledir:

"Onlar atalarının izinden mi gidecekler? Ya ataları din konusunda bir şey bilmeyen, akletmeyen ve doğru yolu da tanımayan türden insanlar ise de mi?"

Daha sonra yüce Allah onların durumlarını bir örnek ile şöyle açık­lıyor: [36]

 

171 - Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran peygambe­rin durumu bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan hayvanla­ra seslenen çobanın haline benzer. Çünkü onlar sağırdırlar, dilsizdir­ler ve kördürler. İşte bu bakımdan onlar akletmezler (kafalarım çalış­tırmazlar).

 

 "Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran pey­gamberin -davetçinin- durumu," Burada muzaf mahzuf (gizlidir) bulun­maktadır. Ve bu, ".... davetçinin..." demektir.

 "Bağu'iş ve çağırış­tan başka bir şey duymadın hayvanlara seslenen çobanın haline benzer." Mealde de gördüğümüz gibi, "Bağırış ve çağırıştan başka bir şey duyma­yan" ifadesinden murat "hayvanlar" demektir. Manaya gelince şöyledir:

"Bu çağırış ve seslenişinde sadece bir ses ve haykırmayı, yalnızca sesin yankısını duyup onu zihinlerine yansıtmayan ve basiretle meseleyi kavra­mayan kâfirleri imana çağıran davetçinin durumu, tıpkı haykıran çobanın ne dediğini anlamayıp sadece seslenişini ve çağırışım duyan hayvanlar kar­şısındaki bir çoban gibidir. O hayvanlar bir ses ve bağırtının olduğun ve bunurda kendilerinin uyarıldığını hissederler, evet sadece hissederler ama, akıl sahibi kimselerin akıllarını çalıştırmaları gibi davranıp bir şey anlamaya çalışmazlar. Çünkü bu yetenekten yoksundurlar."

"naik" kelimesi seslenme, çağırış ve bağırma, demektir. Örneğin, yani Müezzin ezan ile u-yardı, çoban koyunları (sürüyü) uyardı gibi.

 - Nida; Duyulup işitilen seslenme anlamında olduğu gibi.

- Dua ise kimi zaman duyulabilen ve kimi zaman da işitilemeyen ses, çağırış, demektir.

Çıınku onlar sağırdırlar, dilsiz­dirler ve kördürler, işte bu bakımdan onlar Metmezler (kafalarını çalıştır­mazlar). "

kelimesi muzmar olan bir mübtedanm haberidir. Bu da, zamiridir. Bunlardan ilki ikinci haber, ikincisi de üçüncü haberdir. Bu kâfirler hakka kulaklarını tıkmışlar, dillerini hakkı itiraftan tutmuşlar ve hakkı görmekten de gözlerini köreltmişler. Bu ba­kımdan hiçbir öğüdü anlamazlar, anlamak istemezler.

Yüce Allah daha sonra da müşriklerin haram kıldığı helâl konusu­nu açıklamak üzere şöyle buyuruyor: [37]

 

172 - Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz ve helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsa­nız, O'na şükredin.

 

"Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz — lezzetli ve iğrenç olmayan- ve, helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız- Eğer sizin ibadet ve kulluğunuzu yalnızca Ona tahsis ettiğinizde ve nimetleri verenin Allah olduğu hususundaki ikra­rınızda doğru ve samimi iseniz size verdiği rızıklar için- O'na şükredin."

Yüce Allah şimdi de haram olan şeyleri şöyle açıklıyor: [38]

 

173 - Allah size ancak Ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim de bundan yemek zorun­da kalırsa, bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhangi bir günah yoktur. Kuşkusuz Allah pek çok ba­ğışlayan ve pek çok esirgeyendir.

 

"Allah size ancak ölüyü -herhangi bir şekilde meşru kesim yapılmadan ruhu bedeninden ayrılan hayvanı- ha­ram kıldı."

Ayetteki, sadece âyette zikredilenlerle konunun münhasır bulunduğunu ve bunların dışında kalanların ise haram kılınmayacağım belirten bir kelimedir. Yani Allah size Öleni, "Kanı," yani akıcı olan kanı, çünkü bir başka âyette bu noktaya işaretle şöyle buyurulrnuştur:

"Veya akıtılmış kan..."[39]

kaldı ki hadiste de iki ölü ile iki kan helâl kılınmış olduğu açıklanmıştır. Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:

"Bize iki ölü ile iki kan helâl kılındı. İki ölü balık ile çekirgedir. İki kan ise karaciğer ile dalaktır."[40]

"domuz etini" yani domuzun tüm parçalan, organ­ları ve cüzleri haramdır, demektir. Âyette Özellikle "et" ifadesine yer ve­rilmiş olması, yenen şeyin et olması bakımındandır.

Allah'ları başkası adına kesileni haram kıldı." Yanı putlar için, için kesilenler de haram kılınmıştır. Çünkü Al­lah'ın adı bırakılarak kesilen hayvanlara bunların adları söylenerek kesil­mektedir. Âyette yer alan, "ihlâl" kelimesinden maksat, sesi yükseltmek, demektir. Yani, kesim anında kesilen hayvanı ne maksatla kesildiğini haykirarak yüksek bir sesle boğazlamak demektir. Çünkü cahiliye toplu­mu, bir hayvan keserlerken Lat ve Uzza adına diye keserlerdi.

Her kim de bundan yemek zorunda kalırsa bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhangi bir günah yoktur."

Kıraat imamlarından Ebu Amr, Yakub, Hamza ve Asım, iki sakin biri ve Ötekisi de harfi olarak bir araya geldiklerinden ötürü harfi kesralı okunmuştur yani, olarak bu imamlar bu­nu kıraat etmişlerdir. Bu imamların dışındaki kıraat imamları ise, harfinin ötresine uymak için harfini de Ötreli olarak okumuşlardır.

kelimesi de haldir. Yani, ''lezzet, haz ve şehevi duygular için olmamak kaydıyla,ihtiyaç miktarını aşmak-sızın yerse herhangi bir günah ve vebal yoktur."

Ancak "Devlet başkanına ve meşru nizama baş kaldırmaksızın ve haram olan bir sefere (yolculuğa) çıkmaksızın... " diye yorum yapanların yorumu yerinde bir yorum olmayıp zayıf bir yorumdur. Çünkü itaate bağ­lı olarak yapılan bir sefer (yolculuk) zaruret olmaksızın bir mubahlık sağ­lamaz. Oysa sefere çıkmaksızın hazarda iken yani mukimken bile hapset­mek mubahtır. Kaldı ki, kişinin meşru bir düzene ya da başkana başkal­dırması onun imandan çıkmasına bir neden değildir. Bu bakımdan da böyle biri mahrum bırakılmayı hak etmez.

Eğer bir kimse mecbur kalırsa ve başka bir imkanı da kalmamış ise, kendisini ayakta tutabilecek ve sağlığını koruyabilecek bir miktarı yeme­sinde herhangi bir sakınca yoktur. Yoksa tıka basa yemesi söz konusu değildir. Çünkü mubahlık, bir konuda verilen izin ya da müsaade sadece muzdar olması yani mecbur kalınması halindedir. Bu da ancak zaruret ölçüsü ne şekilde önlenebilecekse işte o miktar ya da ölçüde izin verilmiş bulunmaktadır. Böyle olması halinde bunlardan yiyenler için herhangi bir günah ve vebal de yoktur.

"Şüphesiz Allah -büyük günahları- pek çok bağışlayan -olunca, eğer bir kimse mecbur ve çaresiz kalmış ise ve bu yüzden haram kılınanlardan yemiş ise onu hiç bağışlamaz mı?- ve -izin ve ruhsat tanıyarak- pek çok esirgeyendir."

Şimdi tefsirin yapacağımız âyet Yahudi liderler ve önderler hakkın­da nazil olmuştur. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Tevrat'ta yer alan niteliklerini değiştirmişler ve bunu için de rüşvet al­mışlardır. [41]

 

174 - Doğrusu Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu biraz dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok mu? İşte on­ların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onları te­mize de çıkarmaz. Onlar için ayrıca acıklı bir azap da vardır.

 

 "Doğrusu Allah'ın indir­diği Kitaptan bir şeyi gizleyip efe" Yani Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) nitelikleri hakkındaki gerçekleri gizleyip de, "Onu bir dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok mu" bir karşılık veya bir değer, para ile ....

İşte onların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir." Karınlan dolana kadar, yani patlayana kadar. Örneğin:

"Filan kimse karnını (midesini) iyice doldurdu." ve "Karnını bi­razcık doyurdu. " ifadesi gibi. Çünkü bir kimse yediği şeylere karşılık o-larak ateş ile cezalandırılacaksa, bu kimse bizzat ateş yemiş demektir.

Nitekim, bir kimse bedeli karşılığı olan diyet parasını alıp yiyorsa, ona, "Filan kimse kan yedi." denir, İşte bu da tıpkı bunun gibi bir ifadedir. Nitekim şair şöyle der:

Birtakım cılız eşeklerimiz var bizim Her gece yedikleri semerdir durmaksızın

Burada eşeklerin yedikleri şey oysa semer değil, semerden kazan­dıkları, elde edilen şeydir. Burada semer denmesinin sebebi, kazancın o yoldan elde olunması sebebiyledir. İşte âyetteki ifade de tıpkı buna ben­zer bir ifade olmaktadır. Çünkü eşeklerin yediği şey her ne kadar saman ise de, o samanın kazancı eşeğin sırtına vurulan semer sayesinde olmak­tadır. Dolayısıyla Allah'ın haram kıldığı şeyleri yiyenler de ileride bunun cezası ateş olacağından burada bu, ateş yemek, midelerine ateş indirmek diye ifade olunmuştur.

"Kıyamet gününde Allah onlarla -onları mutlu kılacak, sevindirecek bir söz ile- konuşmaz." Ancak şunun gibi bir ifade ile karşılık verir:

"Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık!"[42]

ve onlon temize çıkarmaz." Onları bulaşıp bulandık-lan günah kirinden temize çıkarmaz veya onlara sena olunmaz, ikinci kez bir söz hakkı, tekrar tekrar söz hakkı verilmez.

"Onlar- için ayrıca acıklı, bir azap vardır," Her üç cümle de, kelimesinin haberi üzerine matufturlar. Dolayısıyla, bu kelimenin cümlelerden oluşan dört haberi bulunmaktadır. [43]

 

175 - Onlar hidâyete karşılık dalâleti (sapıklığı) ve mağfirete karşılık da azabı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!

 

"Onlar -Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in niteliklerini gizleyenler- hidâyete kar§ılık dalâleti (sapıklığı) ve mağfirete karşılık da a-zabı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanımıdırlar!" A-caba onları cehennem ateşine karşı dayanıklı kılacak (kılan) şey nedir ki?

Aslında bu, yerme anlamında olan bir soru şeklidir. [44]

 

176 - Bunun sebebi, Allah'ın Kitabı hak olarak indirmiş ol­ması ve onların da buna aykırı davranmalarıdır. Hiç şüphesiz Al­lah'ın kitabı hakkında anlaşmazlığa düşenler mutlaka içinden çıkıla­maz bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.

 

"Bunun sebebi Allah'ın Kitabı kak olarak indirmiş olması ve onların da, buna. aykırı davranmalarıdır." Yani bu azabın nedeni, Allah'ın kitaplarında indirdiklerini hak ve gerçek olarak indirmiş olmasıdır.

"Hiç şüphesiz Allah'ın Kitabı -Tüm kitapları için kimisine haktır, kimisine de batıldır diyerek bunlar-hakkında aırlaşmazlığa düşenler -Yahudi ve Hristiyanlar- mutlaka için­den çıkdmaz bir anlaşmazlığın içine di'ışmüşlerdir." Haktan uzaklaşmışlar­dır.

Ya da onların inkârlarının sebebi, Allah'ın Kur'an'ı hak olarak in­dirmesidir ki kendileri de bunun hak olduğunu biliyorlar ve bildikleri hal­de küfre gidiyorlar. Dolayısıyla bunun hakkında anlaşmazlığa ve ihtilafa düşenler gerçekten hidâyetten, doğru ve hak yoldan tamamen uzaktırlar.

Bu âyette geçen, "kitap" kelimesi cins manasına olup, bütün ilâhi kitaplar anlamındadır. [45]

 

177. AYET

 

Meali

 

177. Asıl iyilik yüzlerinizi (soyut manada) doğu ve batı tarafına çe­virmek değildir. Fakat gerçek iyilik yapan kimse Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eder, mala olan sevgisine rağ­men onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelerin özgürlüğüne harcar, namazı doğru bir şekilde kılar, zekatı verir. Söz verdikleri zaman verdikleri sözleri yerine getirir. Sıkıntı, hasta­lık ve savaş zamanlarında sabreder, İşte imanlarında asıl doğru ve samimi olanlar bu Özellikleri taşıyanlardır. Allah'ın emirlerine bağlılık gösteren ve yasaklarından uzak duran gerçek takva sahipleri de işte bunlardır. [46]

 

Tefsiri

 

Asıl iyilik yüz­lerinizi (soyut manada) doğu ve batı tarafına çevirmek değildir." Bu hitap aslında kitap ehli denilen Yahudi ve'Hristiyanlaradir. Çünkü Hristiyanlar kıble olarak Beyt-i Makdis'in doğusunu kullanırlarken, Yahudiler de bu­nun batısını kıble olarak kabul ediyorlar. Dolayısıyla iki gruptan her biri asıl iyiliğin kendi kıblelerine dönmekte olduğunu ileri sürmektedirler. îş-te burada bunlara, kıble olarak iddia ettikleri yönlerin kıble olmadığını bildiriyor ve onların bu husustaki inançlarını reddediyor. Çünkü onların kıbleleri mensuhtur, yani artık bir hükmü kalmamıştır, yürürlülükleri kal­dırılmıştır.

'Takat gerçek iyilik yapan kimse Allalı'a, a/ıiret gününe, meleklere, kitapla­ra, peygamberlere iman eder." Yani asıl iyilik, şöyle şöyle yapanların iyi­liğidir veya asıl iyilik sahibi,.... olanlardır. Bu her iki yorum da muzafın (tamlananın) hazfedilmiş (gizlenmiş) olduğu varsayımına göredir. Ancak bu iki yorumdan en doğru ve şık olanı ilk yorumdur.

Birr: Hayır ve iyiliğe ad olan bir kelime olup hoşnut kalınan her iyi ve güzel şey manasmdadır.

Anlatıldığına göre Müslümanlar kıble konusunda aralarında hayli tartışmalara giriştiler. Denilmiştir ki; asıl büyük ve gerçek birr yani iyilik, diğer iyilik çeşitleri içinde önem verilmesi gerekli olan ve diğerlerini bir kenara bırakıp sadece kıble meselesini ele almak ve iyiliğin bu olduğunu ileri sürmek değildir. Fakat asıl ve gerçek birr yani iyilik, ihtimam ve önem verilmesi gereken iyilik, iman edenlerin ve buna bağlı olarak da ya­pılması gereken amelleri yapanların yaptığı iyiliktir.

kelimesi, mansub olarak, kelimesinin haberidir. İs­mi de, kelimesidir. Bu tarz okuyuş ise kıraat imamlarından Hamza ile Hafs'ın okuyuşudur. Ancak kıraat imamlarından Nafî ve İbn Amir ise, ibaresindeki kelimesinde harfini şeddesiz olarak tahfif haliyle olmak üzere şeklinde merftı okumuşlardır.

Ancak Müberred (H.210-286/M.825-899)'den gelen bir rivayete göre demiş ki: "Eğer ben Kafan okuyanlardan (kıraat imamlarından) ol­saydım, mutlaka, olarak okurdum." Ayrıca bu, olarak da okunmuştur.

Ahiret gününden kasıt, öldükten sonra dirilme günüdür. Kitaptan kasıt cins manasında olması nedeniyle bütün ilâhi kitaplar veya sadece Kur'an olabilir.

"Mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelerin özgürlüğüne harcar,"

Burada, farklı olarak yorumlanmıştır. Örneğin, "Allah' in sevgisine dayanarak, mal sevgisine rağmen veya verme sevgisi, harcama isteği... " gibi. Hep o malı vermek ister. Ve verirken de içten isteyerek bir sıkıntı duymaksızın verir.

Âyette yardım ve verme sırlamasında öncelik yakınlara verilmiştir. Çünkü bunun sebebi, akrabanın yardım olunmaya çok daha lâyık ve hak sahibi olmalarındandır. Nitekim, Rasululah {Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir ha­dislerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Senin yoksullara yaptığın bir iyilik (verdiğin bir sadaka, bir tek sa­daka) sevaptır. Oysa senin yakın - uzak akrabana yaptığın bir iyilik - ver­diğin bir sadaka ise vuslattır (akrabalık bağını pekiştirmektir)."[47]

Yetimlerden kasıt ise, hem yakın ve uzak akraba içindeki yetimler ve hem genel manadaki yetimleri içerir. Ancak burada mutlak anlamda "yetimler" ifadesinin geçme nedeni herhangi bir karışıklığa meydan ve­rilmemesi sebebiyledir.

Miskin, yani yoksullardan kasıt, sürekli olarak insanların yardımla­rına muhtaç olan demektir. Çünkü böyle kimselerin ellerinde ve avuçlannda hiçbir şeyleri yoktur. Bunlar adeta hiç ayilmayan ve gece gündüz sarhoş gezenler gibidirler. Bir türlü iki yakaları bir araya gelmez.

Yol oğlu, yani yolcu: Yani yolda kalmak suretiyle ulaşabilmesi ge­reken yerlerle bağı kopmuş olan kimse demektir ki, elinde avucunda bir şeyi de kalmamış olan kimse demektir. Her ne kadar lâfız olarak tekil ise de cins manası taşıdığından bütün yolcular demektir. Yol oğlu yani "ibn sebil" denmesinin nedeni de yola bağlı kalması ve bu yolculuğun kendisi için gerekli olması yüzündendir. Veyahut doğrudan doğruya misafir de­mektir.

Dilenenlerden kasıt ise, yiyecek v.b. gibi şeyleri isteme ihtiyacını duyanlardır.

Fir-rikab: Boyunduruk altında bulunanlar, köle­ler. Bunlar efendıleriyle özgürlüklerine kavuşmak kaydıyla antlaşma ya da sözleşme yapan kölelerdir, ki bunlara mükâteb adı verilir. Bunlara da gereken yardımın yapılması icab eder, ki bu sayede özgürlüklerini kaza­nabilsinler ve boyunduruk altından çıkıp kurtulabilsinler. Ya da esaret al­tında bulunanlara yardım ederek onların kurtulmasını ve özgürlüklerini kazanmalarını sağlamaktır.

Farz olan "namazı doğru bir şekil­de kılar -yine farz kılınmış olan- zekalı verir." Bir yoruma göre bu, birin­ciyi teyit ve te'kit içindir. Yine denildiğine göre birinciden murat da; sa­dakaların nafile olanları ve yapılan iyiliklerdir.

Allah'a veya insanlara "Söz ver­dikleri zaman verdikleri sözü yerine getirir." Bu cümleler de yine "iman edenler" ifadesi üzerine matuftur. fakirlik ve yoksul­luk manasında ''sıkıntı, -kronik ve müzmin manada- luıstalık ve savaş za­manlarında -savaş alanlarında- sabreder."

kelimesi medih ve ihtisas üzere mansubtur. Bu da şiddet ve sıkıntı anlarında sabrın değerini ve üstünlüğünü ortaya koymak­tır. Diğer ameller arasında savaş meydanlarında ve şiddet anlarında sab­rederek göğüs germenini değerini ve üstünlüğünü ortaya koymak içindir.

İşte imanlarında asıl doğru ve samimi olanlar bu özellikleri taşıyanlardır." Bu niteliklere sahip olan kimseler gerçek­te dinde doğru söyleyen ve sadakat gösterenlerdir.

"Allah'ın emirlerine bağlılık gösteren ve yasaklarından uzak duran gerçek takva sahipleri de işte bunlardır."

Rivayete göre cahiliye döneminde iki Arap kabilesi arasında kan davası varmış. Ancak bu kabilelerden biri diğerine göre daha bir üstün ve değerli bir kabile imiş. Bunlar, yani üstünlük iddiasını taşıyanlar şöyle bir yemin ederler:

"Eğer sizden herhangi biri bizden bir köle öldürürse biz de buna kar­şılık Öldürülen kölemizin yerine sizden hür olan birini, bir kadınımızı öldür­meniz halinde yerine bir erkeğinizi, bir hür adamımızı öldürmeniz duru­munda da iki hür adamınızı öldüreceğiz."

Ancak İslâm'ın gelmesi üzerine bunlar meselelerini Allah Rasulü (Sallallâhu Aleyhi ve sellem). İşte bunun üzerine aşağıdaki âyetler nazil olmuştur.[48]

 

178. — 182. AYETLER

 

Meali

 

178. Ey iman edenler! Kasden öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür. Ancak her kimin kısas cezasının bir kısmı, öldürülenin yakınları tarafından herhangi bir şekilde bağışlanırsa, artık diyeti alacak olan örfe uygun hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda

bulunan katil de gerekli olan diyeti güzellikle ödesin. İşte bu durum Rab-binizden bir kolaylık ve rahmettir. Her kim de affetme veya diyetten son­ra katilden öc almaya kalkışarak haddi tecavüz ederse muhakkak onun için pek acıklı bir azap vardır.

179. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Olur ki, suç işlemekten bu sayede sakınırsınız.

180. Herhangi birinize ölüm yaklaştığında eğer geride bir varlık bı-rakacaksa anaya, babaya ve yakınlara maruf (uygun) bir şekilde vasiyette bulunmak size farz kılındı. Bu, Allah'ın emir ve yasaklan karşısında ti­tizlikle davranıp sakınanlar için bir borçtur.

181. Artık her kim bu vasiyeti işitip kabul ettikten sonra değiştirir­se, bunun vebali ancak onu değiştirenlere aittir. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi en iyi işiten ve her şeyi en iyi bilendir.

182. Bununla birlikte kim de vasiyet edenin hataya yönelmesinden veya günaha girmesinden endişe eder de ilgili kimselerin aralarını bulur­sa kendisine herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok çok bağışla­yan ve çok çok merhamet edendir. [49]

 

Tefsiri                                                

 

178 - Ey iman edenler! Kasden Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür. Ancak her kimin kısas cezasının bir kısmı, öldürülenin yakınları tarafından herhangi bir şekilde bağışlanırsa, artık diyeti alacak olan örfe uygun hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda bulunan katil de gerekli olan diyeti güzellikle ödesin. İşte bu durum Rabbinizden bir kolaylık ve rahmet­tir. Her kim de affetme veya diyetten sonra katilden öc almaya kalkı­şarak haddi tecavüz ederse muhakkak onun için pek acıklı bir azap vardır.

 

Ey iman edenler! Kasden Öldürülenler hakkında size kısas- farz kılındı." Esas itiba­riyle kısas eşitlik demektir. Kelime birinin izini takip etmek demektir. Nitekim, bir kimsenin izini takip etmeye bu anlamda iktisas denmektedir. Kaldı ki, eskilere ait bilgileri ve haberleri araştırıp anlatana da bu manada adı verilir.

kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Dolayısıyla ma­na şöyle olmaktadır: ''Öldürülenler açısından eşitlik ve denkliğe önem ve özen gösterilmesi size farz kılındı. "

"Hür olana karşılık hür,'" Önce bu cümle mübteda ve haberdir. Manası da, hür birini öldüren kimseye karşılık olarak Özgür olan biri yakalanıp tutulur veya öldürülür,

''köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür." İmam Şafii (Rahmemllâhi Aleyhi) işte bu âyete dayanarak, hür yani özgür olan bir kimse, bir köleye karşılık olarak öldürülemez, demektedir. Ancak biz Hanefılere göre şu âyete daya­nılarak hür olan bir kimse ile köle olan arasında kısas hükmü cereyan eder. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Cana karşı can, ....[50]

Nitekim, erkek ile kadın arasındaki durum da böyledir. Nitekim Rasulullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:

"Müslümanların kanları denktir."[51]

Dolayısıyla can alma noktasında eşitlik esastır, üstünlük söz konu­su değildir. Kadının da, hür erkeğinde ve kölelerinde canı candır. Çünkü bunun delili de şudur:

"Eğer bir topluluk bir kişiyi öldürecek olurlarsa, öldürenlerin tamamı (tüm katiller) öldürdükleri o bir kişi sebebiyle öldürülürler."

Çünkü hükmün bir çeşide ya da türe tahsisi (aidiyeti), diğer bir türe uygulanamaz hükmünü getirmez. Aksine hüküm o konuda varid olan (gelen) bir başka delile göre aynen baki kalır. Nitekim yukarıda açıkla­dığımız gibi de varid olmuştur.

"Ancak her kimin kısas cezasının bir kısmı öldürülenin yakınları tarafından bağışlanırsa., arlık diyeti alacak olan örfe gjire hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda bulunan katil de gerekli olan diyeti güzellikle Ödesin." Nitekim affetmek, cezalandırmanın karşıtıdır, derler. Örneğin; filanı affettim, de­nir ki bu, onu bağışladım, onu cezalandırmaktan vazgeçtim, demek olur.

Bu kelimesi cer edatıyla cani ve cinayet manala­rında müteaddi (geçişli) hale gelir. Örneğin:[52]

gibi. [53]Şayet bu ikisi bir arada bulunurlarsa, birincisine, cer edatıyla müteaddi (geçişli) hale gelir.

Örneğin; gibi. Nitekim şu hadis de buna bir örnektir:

"Sizden atların ve kölelerin zekatını kaldırdım." [54]gibi, Zeccac (v.316 / 928) diyor ki: cümlesinin manası, ''kendisine öldürme konusu diyet olarak bırakılan kimse" demektir. Ebu Mansur Muhammed Ezberi (282-370/895-980) de diyor ki:

"Afv" lügatte fazlalık manasına gelir. Nitekim şu âyette bu manada gelmiştir:

"Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını» de."[55]

gibi. Örneğin, birine mal bakımından bir üstünlüğün bulunması ve ona o maldan verilmesi halinde şöyle denir:  gibi. Ona onda olan malın bırakılması halinde de şöyle denir: gibi.

Cumhura göre âyetin manası şöyledir:

"Kim kardeşi cihetinden ona bırakacağı, terk edeceği bir şeyi varsa."

Burada fiilin mastara isnadıyla bu, elde olunmaktadır. Tıpkı şu: cümlesi gibi. Âyette geçen, "kardeşten " maksat, maktulün yani öldü­rülenin velisi demektir. Burada özellikle "kardeş" lafzının kullanılmış olması, şefkat duygularını harekete geçirmek içindir. Çünkü aralarındaki soy ve İslâm bağı için böyle zikredilmiştir.

Yine âyetteki, kelimesinden kasıt, kendisi için af ve bağış­lanma istenen ve suçu işlemiş olan katili ifade etmektedir. Diğer mefulun terk edilmiş olması ona gerek duyulmaması sebebiyledir.

Yine bir yoruma göre denmiştir ki, âyette geçen, edatı, yermedir. Ayrıca, kelimelerinde yer alan zamir, kelimesine aittir. kelimesindeki zamir ise, kelimesine aittir. Veya, kelimesinin delâlet ettiği tabi olan, olması gerekene racidir. Çünkü mana şöyle olmaktadır:

"Maktulün velisi ya da yakını katilden diyet alacağım güzellikle iste­sin, bu noktada örfe ve uygulamaya uysun. Katil de kendisinden isteneni hemen güzellikle ödesin, kan bedelini versin. İşi uzatarak savsaklamasın ve örften düşük bir şey vererek kandırma cihetine gitmesin."

Yine âyette "bağışlanan şey" ifadesine yer verilmiş olması da şu gerçeğe dikkat çekmek ve şunun bilinmesini istemek içindir: "mağdur olan taraf eğer kanın bir kısmından vazgeçmişlerse veya varislerden bir kısmı haklarından feragat etmişlerse, artık af yani bağışlanma işi tamam­lanmış, demektir. Bundan böyle kısas cezası da düşmüş olur."

Diğer taraftan, terk anlamında tefsir edenlere göre, mef ulun bih olur. Nitekim bu kelime, manasına yorumlandı­ğında da durum yine böyle olur. Yani, mana şöyle olur:

"Eğer veliye kardeşinin (katilin) malından barış ve antlaşma ile bir şey verilirse o da bunu herhangi bir sıkıntı ve zorluk çıkarmaksızın alsın. Fakat katil de vermesi gerekeni savsaklamaksızm, ödemeyi ona (maktulün ilgililerine) hemen yapsın."

bu kelime muzmar bir mübtedanm haberidir ve merflı oluşu da bundandır. Yani bu konuda gerekli olan, "hte bu durum -bağışlanmadan ötürü varılan hüküm ve diyetin alınması meselesi- Rabbinizden bir kolaylık ve bir merhamettir." Çünkü Tevrat'taki hükme göre hiçbir şey alınmaksızın, diyete gidilmeksizin ka­tilin her halükarda ve mutlak manada öldürülmesinin gerektiğidir.

Tevrat'a göre katil mutlaka öldürülecektir. İncil'in hükmüne göre ise katilden herhangi bir bedel (diyet) alınmaksızın doğrudan affedilmesi ve bağışlanması dır. Oysa biz Müslümanlar için durum böyle değildir. Bi­zim için durumda daha bir genişlik ve esneklik ya da kolaylık sağlanmış­tır. Şöyle ki, ya kısas yoluyla katilin öldürülmesi veya bağışlanması ya da diyet alınmasıdır. İşte bu üç yoldan biri barış ya da sulh (anlaşma) yoluy­la çözüme bağlanması istenmiş dolayısıyla konuya daha bir kolaylık, genişlik ve esneklik getirilmiştir. Halbuki Yahudilikte (Tevrat'ta) kesin öldürme, Hristiyanlıkta (yani İncil'de) ise hiçbir şey alınmaksızın bağış­lama vardır. İslâm'da ise görüldüğü gibi kolaylık getirilmiştir.

Bu âyet ayrıca şu gerçeğe de delâlet etmektedir. Büyük günah iş­leyen bir kimse mü'mindir, kâfir değildir. Çünkü adam öldürme olayın­dan sonra bile adam mü'min vasfını ve niteliğini taşımakta, bunu yitirme­mektedir. Bir de iman sebebiyle var olan din kardeşliği de sürmektedir, bakidir. Bir de bu kimseye bir hafifletme, kolaylık sağlanmış ve ona karşı şefkat ve merhamet duyguları harekete geçirilmiştir. İşte bütün bunlar büyük günah işleyen bir Müslümanm mü'min olarak kaldığının kanıtı­dırlar.

Her kimde affetme veya diyetten -ha­fifletme ve kolaylıktan- sonra katilden öc almaya kalkılarak haddi teca­vüz ederse..." örneğin gidip katil dışında aynı aileden birini Öldürürse ya da diyetin alınmasından sonra gidip katili öldürürse, bu anlamda haddini aşarsa, "...muhakkak onun için pek acıklı bir azap vardır." Âhirette onun için bir tür çok şiddetli bir azap olacaktır.[56]

 

179 - Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Olur ki, suç işlemekten bu sayede sakınırsınız.

 

"Ey akıl sahipleri! Kı­sasta sizin için bir hayat vardır." Doğrusu bu ifade taşıdığı dikkat çekici manası ve garabetiyle yani muktezayı hale (durumun gerektirdiği şeye) uygun düşmesiyle fasih bir söz ve kelâmdır. Bilindiği üzere kısas olayı bir Öldürme, ortadan kaldırma olayıdır. Hayata, yani yaşama son verdir­medir. Buna rağmen kısas, yani öldürme olayı hayatın zarfı kılınmıştır.

Kaldı ki, kelimesinin marife (belirli) olarak getirilme­sinde, kelimesinin de nekra (belirsiz) getirilmesinde apaçık bir belagat sergilenmiştir. Bu itibarla bunun manası şöyle olmaktadır:

"Sizin için kısası içeren bu cinsten hüküm verilmesinde gerçekten bü­yük ve önemli bir hayat vardır."

Çünkü bununla Örneğin bir kişiyi öldüren birkaç kişi ya da cemaat veya topluluk güçleri ne olursa olsun haksız olarak bir kimseyi öldürme­leri sebebiyle öldürülürler, İşte bu ceza uygulaması sebebiyle kısası göz önünde tutan bir kimse için bir caydırıcılık sebebi ve unsurudur. İşte bu açıdan kısasta hayat vardır, yani insanı Öldürmek değil yaşatmak vardır. Hem de ne hayat ve ne yaşatma! Bunun üzerinde bir başka şey gösterile­bilir mi? Ya da bir tür yaşatma veya hayat vardır. Bu, öldürülebilirim, bana da ölüm cezası uygulanır korku ve endişesinin berberinde getirdiği bir hayat. Çünkü, katile kısas uygulanabileceği gerçeğini bilmesi onu ge­nel manada öldürmeden uzak tutar. Çünkü, bir kimse eğer birini öldür­meyi planlayıp tasarlasa aklına hemen kısas hükmü gelir. Bundan dolayı kendi adına korkar, ürperir. Bu şekilde öldürmekten -kaçınır. Dolayısıyla öldüreceği kimse ölümden kurtulur, yaşamım sürdürür. Kendisi de kısas cezasından kurtularak o da yaşamını öylece sürdürür. Görüldüğü üzere kısas cezasının meşruluğu, şeriat noktasından getirilmiş olması, iki haya­tın ya da canın hayatta kalmalarına sebeptir.

"Olur ki, suç işlemekten bu sayede -kısas endişesi sayesinde öldürmekten- sakınırsınız." [57]

 

180 - Herhangi birinize Ölüm yaklaştığında eğer geride bir varlık bırakacaksa anaya, babaya ve yakınlara maruf (uygun) bir şe­kilde vasiyette bulunmak sîze farz kılındı. Bu, Allah'ın emir ve ya­sakları karşısında titizlikle davranıp sakınanlar için bir borçtur.

 

"Herhangi birinize ölüm yaklaştığında -kendisinde ölüm emareleri belirdiğinde- eğer geride bir varlık -çokça mal- bırakacaksa", rivayete göre Hz. Ali (Radıyallahü Anh)nin bir kölesi varmış, bunun da yedi yüz dirhem kadar bir varlığı bulunuyormuş. Bunları vasiyet etmek ister, fakat Hz. Ali (Radıyaliahü Anh) buna mani olur. Bu defa kölesi ona:

  Yüce Allah, "Eğer bir hayır bırakırsa..." buyuruyor, der. Hz. Ali (Radıyaliahü Anh) de:

— Hayır, çok mal, demektir. Oysa senin malın yoktur, diye karşılık verir." [58]

kelimesinin faili (öznesi) bundan sonra gelen, olan cümledir.

"...anaya, babaya ve yakınlara maruf- uygun bir şekilde vasiyetle bulunmak size farz kılındı." İslâm'ın ilk zamanlarında vasiyet varislere yani mirasçı olanlara yapılırdı. Daha sonra bu âyet, "Şerhu'l-Menâr" adlı eserimizde de açık­ladığımız gibi miras ile ilgili âyetin gelmesiyle neshedilmiş, hükmü yü­rürlükten kaldırılmıştır.

Bir yoruma göre de bu âyet mensuh değildir, yani hükmü yürürlük­ten kaldırılmamıştır. Çünkü, âyet küfürleri sebebiyle mirasçı olmayanlar hakkında nazil olmuştur. Zira bu dönem henüz İslâm'ın yeni geldiği bir dönemdir. Dolayısıyla adam Müslüman olmuş ama, henüz ana ve babası Müslüman olmamış veya yakınları Müslüman olmamışlardır. İslâmiyet ise bu manadaki yakınlıklarda mirasçı olmaya yer vermiyor ve hak tanı­mıyor. Ancak buna sadece aralarındaki akrabalıkları sebebiyle bir mendup hüküm olarak farz olmaksızın bu durumda olanlara vasiyetin yapıla­bileceğine bir izin mahiyetindedir.

İşte bu şekilde âyetin yorumlanması durumunda, kelime­siyle farz kılındı manası murat olunamaz. demek, adaletle, demektir. Yani fakir ve yoksul bir kenara bırakılarak zengin olana vasi­yetin yapılmaması ve malın üçte birinden fazlasının vasiyetle başkalarına bırakılmaması demektir.

"Bu, Allah'ın emir ve yasakları karşısında ti­tizlikle davranıp sakınanlar -şirkten uzak duranlar- için bir borçtur." Bu­radaki, kelimesi müekked mastardır olup de­mektir. [59]

 

181 - Artık her kim bu vasiyeti işitip kabul ettikten sonra de­ğiştirirse, bunun vebali ancak onu değiştirenlere aittir. Hiç kuşku­suz Allah her şeyi en iyi işiten ve her şeyi en iyi bilendir.

 

"Artık her kim bu vasiyeti -şeriata uygun olarak yapıldığını vasi. ve şahitlerden- işitip kabul ettikten sonra -vasi­yeti-değiştirirse "bunun vebali ancak onu değiştirenler aittir." Vasiyeti değiştirmenin vebal ve günahı yalnızca onu değiştirenleredir. Yoksa bu vebal ne vasiyet dene ve ne de kendileri için vasiyet yapılmış olanlaradır. Bunların bir günahları yoktur. Çünkü her ikisi de zulümden beri ve uzaktırlar.

"Hiç kuskusuz Allah her şeyi en iyi işiten -va­siyet edenin söylediklerini duyan- ve her şeyi en iyi bilendir." Vasiyeti de­ğiştirerek zulmeden kimsenin de durumunu bilendir. [60]

 

182 - Bununla birlikte kim de vasiyet edenin hataya yönelme­sinden veya günaha girmesinden endişe eder de ilgili kimselerin ara­larını bulursa kendisine herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok çok merhamet edendir.

 

'Bununla birlikte kim. de vasiyet edenin hataya yönelmesinden veya günaha girmesinden endişe eder de, ilgili kimselerin aralarını bulursa kendisine herhangi bir günah yoktur."

Ayette geçen, kelimesi bildi (bilmek) manasınadır. Bu ifâ­de genelde Araplar arasında yaygın olarak kullanılır. Örneğin:

gibi ki, "Neredeyse göğün yağdırmasın­dan korktum", demek olup bununla, bilgi yerine geçen galip zannı (kuv­vetle muhtemel olan ihtimal) demek istiyorlar.

kelimesini Hafs dışında kalan Küfe okulu temsilcileri olarak kırat etmişlerdir. vasiyet konusunda yanılmak suretiyle haktan meyletmek, başka bir şeye yönelmek, demektir. sırf zulmetmek, haksızlık yapmak için bilerek yan çizmek demektir.

kendi lehlerine vasiyet yapılanlar demek olup bun­lar da, ana baba ve akrabalardan meydana gelirler. İşte bunlar arasında şeriat ölçüleri içerisinde aralarını bulmaktır.

Çünkü bu kimsenin yaptığı değişiklik batıl ve yan­lış olan bir şeyi hakka dönüştürmek, hak olanı gerçekleştirmektir. Bu açı­dan bir vebal altına girmez. Önce hakkı değiştirip batıla yönelenleri an­latması ve sonra da batılı tekrar eski durumuna, yani hakka getirmesini, hakka dönüştürmesini zikretmesi meselesi her değiştirmenin ya da tebdi­lin vebal ya da günah olmadığını göstermek ve bildirmek içindir, bu bi­linsin diyedir.

Bir yoruma göre de bu, vasiyet edenin hayatta iken olacak olan du­rumuyla ilgilidir. Yani, bir kimse bir vasiyet hazırlarken bir kimse de ya­nında bulunur ve yapılan vasiyetin şeriata aykırılığını görür de bunun üzerine ona mani olur ve öyle yapmaması gerektiği üzerinde durarak onu doğruya yöneltirse, dolayısıyla bu şekilde ilk defa hatalı bir vasiyete bulunan kimsenin bununla ilgili söyledikleri açısından kendisine bir gü­nah ve vebal yoktur.

"Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok çok merhamet edendir." [61]

 

183. — 187. AYETLER

 

Meali

 

183. Ey iman edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki, takva ile hareket edip Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı hareket edersiniz.

184. Farz kılman oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutusun. Oruç tutmaya güç yetiremeyenler de bir yoksulu doyuracak miktar fidye versin. Her kim de kendi adına fidye miktarını fazlasıyla verirse bu, onun lehine çok daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, fidye vererek oruç tutmama­nızdan oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

185. Ramazan ayı ki Kur'an o ayda indirilmiştir. O Kur'an insanlar için doğru yolu gösteren, doğruyu ve hak ile batılı ayırt eden ölçüleri ko­yan apaçık delilleri taşıyan kitaptır. O halde sizden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun. Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa tuta­madığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allah sizin için ko­laylık diler, size zorluk dilemez. Böylece size farz kılman sayılı günleri tamamlayasınız, size doğru yolu göstermesi nedeniyle Allah'ı tazim ede­siniz ve şükredesiniz diyedir.

186. Kullarım sana benden sorduklarında, de ki: Ben onlara gerçek­ten çok yakınım. Bana dua edip çağırdığında dua edenin çağrısına cevap veririm. Öyle ise kullarım da benim davetime karşılık versinler ve bana iman etsinler ki doğru yolu bulmuş olsunlar.

187. Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yaklaşmak size he­lâl kılınmıştır. Eşleriniz sizin için birer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendi nefislerinize karşı kötülük ettiğinizi bildiğin­den dolayı sizin tevbenizi kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Artık rama­zan gecelerinde onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin. Şafak vakti, günün ağarması gecenin karanlığından ayırt edilince­ye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri de yaklaşmayın. İşte bunlar Allah'ın koyup çizdiği sınırlardır. Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğne­meyin. İşte Allah insanlara âyetlerini böylece açıklar ki yasaklanan sınır­ları çiğnemekten sakınsınlar. [62]

 

Tefsiri

 

 

183 - Ey iman edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz kı­lındığı gibi size de farz kıtındı. Umulur ki, takva ile hareket edip Al­lah'ın emir ve yasaklarına bağlı hareket edersiniz.

 

"Ey imarı edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı."

Ayette geçen, kelimesi, fiilinden mastardır. Mak­sat ramazan ayında tutulan oruçtur. kelimesi farz kılındı, demek­tir. "Yazıldığı gibi ...yazıldı. " Bu ifade mahzuf bir mastarın sıfatıdır. Yani, Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) den itiba­ren sizin zamanınıza kadar bütün peygamberlere ve ümmetlerine de farz kılınmıştır. Çünkü, oruç oldukça eskiye dayanan bir ibadettir. Buradaki teşbihin, yani benzetmenin sebebi, eski ümmetlerin hepsini de günlere dayalı oruç ibadetiyle mükellef bulunmaları itibariyledir. Yani, "sizden öncekilerin ibadet ettikleri gibi, siz de günlerle sınırlı oruç ibadetiyle so­rumlu tutularak ibadet edeceksiniz."

"Umulur ki. takva ile hareket edip Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı hareket, edersiniz'' Oruç sayesinde mas etlerden uzak kalırsınız. Çünkü, oruç nefsi kötülüklerden daha fazla korur. Onu kötü yerlere gitmekten daha çok alıkoyar, kötülüklerine set olur. Ya da bunun manası şöyle olur:

"Olur ki, siz bu sayede müttakiler zümresi içerisinde yer alırsınız. Çünkü oruç tutmak onların şiarıdır." [63]

 

184 - Farz kılınan oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutusun. Oruç tutmaya güç yetiremeyenler de bir yoksulu doyu­racak miktar fidye versin. Her kim de kendi adına fidye miktarım fazlasıyla verirse bu, onun lehine çok daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, fidye vererek oruç tutmamanızdan oruç tutmanız sizin için daha ha­yırlıdır.

 

"Farz kılman oruç sayılı günlerdedir."

Burada, kelimesinin mansub oluşu, iledir. Yani: "Size «saydı günler» oruç tutmanız farz kılındı, " dernektir. yani zamanla vakitleri belirlenmiş sayılı günlerde, demektir. Yani az sa­yıda günler, demektir. Bu esasen şuna dayanmaktadır; az sayıdaki bir mal sayı ile değerlendirilir. Oysa çok olması halinde durum değişir.

"Sizden her kim hasta -oruç tutması halinde hastalığı artacak- ya da yolcu olursa -herhangi bir yolculuğa çıkarsa- kılamadığı günler sayısınca diğer günler­de oruç tutsun." Yani, bu takdirde o günlerde oruç tutmaz daha sonra kaç gün oruç tutamamış ise onlar sayısınca oruç tutsun.

Burada, kelimesi ma'dut, yani sayılı günler, demektir. Yani bu durumdaki bir kimseye daha sonra tutamadığı günler sayımca oruç tutması emrolunur.

hastalık veya yolculuk günleri dışındaki günler demektir. kelimesi vasıf olması ve bir de elif ve lâm harflerinden dönülmesi bakımlarından gayrı munsarif bir kelimedir. Çünkü, vezninde sıfat olan kelimelerde asıl olan cemi yani çoğul olmaları halin­de elif ve lâm ile kullanılması gerekir. Örneğin: ve gibi.

"Oruç tutmaya güç ye­tiremeyenler de bir yoksulu doyuracak miktar fidye versin." Şimdi âyetin bu kısmına ait tefsirimizdeki yorumuna geçelim. Şöyle ki:

 "Oruç tutmaya güçleri yettiği halde herhan­gi bir mazereti bulunmaksızın oruç tutmayanlara gelince, bunlar için"

"Bir yoksulu doyuracak miktar vermek vardır. " Bu miktar buğdaydan olursa bu, her gün için yarım sa'dır (ölçektir), eğer buğday dışındaki maddelerden olursa bu, bir sa'dır (ölçektir). Bir sa' ise yaklaşık dört kg. demektir. kelimesi, kelimesinden bedeldir.

Kıraat imamlarından Medine okuluna mensup olan Nafî (7(M69/ 689-785), Ebu Cafer ve ayrıca İbn Zekvan (v.242/856), cümlesini, olarak okumuşlardır.

Bu şekilde mazereti olmadan oruç tutmayıp da fidye verme durumu İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Çünkü bunlara oruç farz olmuş olmasına rağmen bir türlü alışamamışla ve oruç tutmak ağırlarına gidiyordu, açlık sıkıntı veriyordu. Dolayısıyla bu durumda olanlar için onlara oruç tutma­yıp fidye vermeleri için bir ruhsat tanınmış oldu, bir muhayyerlik getiril­di. Daha sonra bu muhayyerlik olayı şu hükümle neshedilmiş oldu, yü­rürlükten kaldırıldı.

"O halde izden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun.[64]

Nitekim bunun için, kavli ya­ni, "Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa..." ifadesi tekrarlanmış ol­du. Mademki bir kez hükmü yürürlükten kaldırılan yani mensuh olan â-yette bir kez zikredildi. O halde bir kez de hükmü yürürlükten kaldıran, yani nasih olan âyette de böylece zikredildi ki, gerçek anlaşılsın istendi. Böylece bu hükmün halen baki olduğunu ve yürürlülüğünün devam etmiş olduğunu göstersin diyedir.

Bir başka yoruma göre de bunu manası, yani güç yetiremeyenler, tutamayacak kadar mazereti bulunanlar, demektir. Dikkat edilirde burada kelimenin başına bir nefy edatı olan, takdir olunmuş­tur. Müzminlerin annesi bizim annemiz Hz. Hafsa'nın kıraatinde, harfi muzmardır, (gizli kılınmıştır). Bu değerlendirmeye göre âyet men­suh değildir, yürürlüktedir.

Her kim de kendi adına fidye mik­tarını fazlasıyla verirse bu -fazladan verme veya hayır yapma işi- onun lehine çok daha, hayırlıdır."

Kıraat imamlarından Hamza ile Ali, kelimesini olarak okumuşlardır. Bunun da manası, demektir.

"Eğer bilirseniz -ey gücü yetenler!- sizin için oruç tutmamanızdan, oruç tutmanız -fidyeden ve faz­lasıyla hayır yapmaktan- daha hayırlıdır." Bu durum İslâm'ın henüz ilk dönemlerinde idi. Bir diğer yorum ise şöyledir:

'Yolculuk esnasında olsun hastalıklı durumunuzda obun eğer bilirse­niz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Çünkü bu size daha ağır gele­ceğinden sevabı da o oranda artar."

cevabı mahzuf (gizli) olan bir şart cümle­sidir. [65]

 

185 - Ramazan ayı ki Kur'an o ayda indirilmiştir. O Kur'an insanlar için doğru yolu gösteren, doğruyu ve hak ile batılı ayırdeden Ölçüleri koyan apaçık delilleri taşıyan kitaptır. O halde sizden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun. Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, size zorluk dilemez. Böyle­ce size farz kılınan sayılı günleri tamamlayasınız, sîze doğru yolu göstermesi nedeniyle Allah'ı tazim edesiniz ve şükredesiniz diyedir.

 

"Ramazan ayı, ki Kur'an o ayda indirilmiştir."

Burada, ifadesi mübtedadır. Bunun haberi de, cümlesidir. Yani, ilk defa Kur'an'ın indirilmeye başlan­ması bu ayda olmuştur ve bu da bu aydaki Kadir gecesinden itibaren ol­muştur. Ya da mana şöyledir:

Bu ayın şanı ve önemi dolayısıyla Kur'an indirilmiştir, hakkında bir âyet nazil olmuştur, ki bu da Rabbimizin: kavlidir.

kavli de, kelimesinden bedeldir. Ya da mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani, demektir. kelimesi de, kelimesinin mastarı olup, yakmak ve yanmak manasındadır. kökünden alınmadır. kelimesi buna izafe olun­muştur. Böylece bir alem (yani özel bir isim) olmuştur. Kelimenin marife olması ve kendisinde ile harfinin var olması sebebiyle gayri munsariftir. Bu isimle isimlendirilmiş olması, insanların ramazanda tut­tukları oruç nedeniyle çektikleri açlık ve susuzluk sıkıntısı, zorluğu ve şiddetidir. Çünkü genelde Araplar ayları içlerindeki durum ve olaylara göre zaman açısından değerlendirmektedirler. Ramazan ayının ise yakıcı sıcak günlere denk düşmesi sebebiyle buna bu isim verilmiştir.

Eğer sen, "Kim ramazanı (ramazan ayında), inanarak ve mükafatım da Allah'tan bekleyerek oruç tutarsa..."[66] hadisindeki ifadeyi nasıl yo­rumlayacak ve bunun hakkında ne diyeceksin? Çünkü özel isim halini almış olan kelime, "muzafve muzafun ileyh" ile birliktedir. Oysa burada sadece "ramazan" geçiyor, ne diyeceksin? Buna benim cevabım şöyle­dir. Bu, bir karışıklığa meydan verilmeyeceği kesin olması bakımından bir tür hazf kabilindendir. Yani ramazan denince ramazan ayı demek ol­duğunun herkesçe bilinmesi nedeniyle ayrıca, "ramazan ayı" denmesine gerek yoktur.

ismi ya da kelimesi, Kur'an-ı Kerim'in her neresinde ge-çerse geçsin, İbn Kesir burada görüldüğü gibi hemzeli olarak, tarzında değil de, hemzesiz olarak, "el-Kuran" olarak okumuş­tur. Âyetin bundan sonra gelen kısmı ise hal olarak mansubtur ki, şu kı­sımdır:

"O Kur'an insanlar için doğru yolu. gösteren, doğruyu ve hak İle haldi ayırdcden ölçüleri koyan ap­açık delilim taşıyan bir kitaptır." Şimdi de bu kısmın tefsirimizdeki yoru­munu alalım. Şöyle ki:

"O Kur'an, insanları hakka, doğru yola ileten bir kitap olarak indiril­di. O apaçık âyetlerden, net ve şüpheye meydan bırakmayan kanıtlardan, açık delillerden ibaret bir kitap olarak hakka yönlendirir. Hak ile batılı birbi­rinden ayırt eder."

Âyetin bu kısmında önce, bu Kur'an'in bir hidâyet olduğu, doğru yolu gösterdiği ele alındı. Hemen bunun ardından da, bu kitap ya da Kur'an ile Allah'ın insanları hidâyete yönlendirdiği apaçık âyetler (ger­çekler) cümlesinden olduğu anlatıldı. Bunun hak ile batılı birbirinden ayırt eden bir kitap olduğu gerçeği üzerinde duruldu. Çünkü bu, Allah'ın vahyinin bir eseridir. Semavî olan kitaplarının gösterdiği bir gerçek çizgi ve yoldur. Çünkü bu vahiy ve semavî kitaplar hem insanları doğru yola iletir, yönlendirir ve hem hidâyet ile dalâlet (sapıklık) arasındaki farkı an­layabilme ve gerçeği kavrama imkanım verir.

"O halde sizden her kim o aya erişirse hemen, oruç tutsun." Yani kim bu ayda hazır ve mukim olur, misa­fir (yolcu) olmazsa hemen hiç durmaksızın bu ayda farz olan orucu tut­sun. Sakın orucu tutmamazhk ederek yemesin.

kelimesi zarf tümleci olarak mansubtur. Aynı şekilde, kelimesinde ki, zamiri de zarf olarak mansubtur. Yok­sa mef ulü bih değildir. Çünkü, ister mukim olsun ve ister yolcu olsun her ikisi de zaten o aya şahit oluyor ve o ayda bulunuyorlar.

"Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun."

Burada, mübtedadır. Haberi ise mahzuflur (gizlidir). Yani, bu kelime takdirinde olup, kendisi için tutamadığı günlerin orucunun tutmak vardır, demektir.

"Allah -yolculuk ve hastalık sırasında- sizin için kolaylık di/e/\ size zorluk dikmez." Hasta ve yolcu olanlara oruç tutmamayı farz kılanlar bakımından meseleye bakı­lınca, hasta ve yolcunun bu durumda oruç tutmaları halinde, her ikisine de oruçlarını iade etmeleri gerekir. Çünkü bu gibi bir durumda oruç tut­mamaları kimilerine göre farz kabul ediliyor. İşte böyle bir yanlışa düşül­memesi için bundan geri dönülmüştür. Yani bu gibilerin oruç tutup tut­mamaları ramazan içinde muhayyerdir. Durumları müsait olduğunda ise tutmak zorundadırlar.

"Böylece size farz kılınan sayılı, günleri tamamla­manız," Yani, hastalık veya yolculuk gibi mazeret ortadan kalkınca, tutamadiğiniz günler sayısınca kaza etmek suretiyle sayıyı tamamlamanız. Burada illet olarak gösterilen fiil mahzuftur (gizlidir). Çünkü daha önce geçen ifadeler buna işaret etmektedir. Dolayısıyla bu, takdirindedir ki, "...bilmeniz ve böylece size fan kılınan sayılı..." demektir.

"Size doğru yolu göstermesi nedeniyle Allah'ı tazim edesiniz ve şükredesiniz diyedir." Yani bütün bunlar için Allah bunları meşru kılmıştır. Kısaca ramazan a-yında hazır bulunanların o ayda oruç tutmaları, verilen ruhsatların da ile­ride tutamadığı sayıyı tamamlamaları kaydıyla oruç tutulmamasına izin verildiği gerçeğini aktaran bu hususlar işte bu maksatladır.

kavli, tutulamayan sayının yerine getirilmesi emrinin illeti ve sebebidir. kavli.ise, orucu kaza etme keyfiyetinin bilinmesi ile oruç yeme bağlayıcılığından ya da sorumluluğundan çıkma­yı bilmenin illetidir.

ise ruhsata ilişkin illettir. Bu, güze! ve latif bir leff örneğidir, yani edebî bir örnektir. Âyetteki "tekbir" yani, kelimesi, cer edatı ile müteaddi olmuştur. Çünkü "hamd" mana­sını içermektedir. Sanki şöyle denir gibidir:

Bu da, "...size doğru yolu göstermesi sebebiyle O'na hamd ederek O'nu tazim edesiniz." Kıraat imamlarından Ebu Be­kir, kelimesini, olarak şeddeli halde okumuştur.

Bir bedevinin Rasulüllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

"Rabbimiz bize yakın mı, yakınsa biz fazla ses çıkarmadan düşük bir ses tonuyla Rabbimize yakaralım, yok uzak ise sesimizi yükselterek O'na yalvarahm." demesi üzerine işte aşağıdaki âyet bununla ilgili olarak nazil olmuştur.[67]

 

186 - Kullarım sana benden sorduklarında, de ki onlara: "Ben onlara gerçekten çok yakınım. Bana dua edip çağırdığında dua edenin çağrısına cevap veririm. Öyle ise kullarım da benim davetime karşılık versinler ve bana iman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsun­lar.

"Kullarım sana beni sorduklarında de, ki onlara: «Ben onlara gerçeklen çok yakınım.»'" Allah'ın me­kandan münezzeh olması itibariyle kullarına ilmiyle ve onların istekle­rine icabetle çok daha yakındır.

"Bana dua edip çağırdığında, dua ede­nin çağrısına, cevap veririm." Kıraat imamlarından Sehl b. Muhammed ile Yakup b. îshak, ve kelimelerini, her iki halde de, ve olarak okumuşlardır. Nitekim, kıraat imamlarından Kalun dışında vasi halinde Ebu Amr ile Nafı de bu ikisine muvafakat et­mişlerdir. Diğer kıraat imamları ise her iki durumda da harfi ol­maksızın kıraat etmişlerdir.

Diğer taraftan, yapılan dualara icabet etmesi yüce Allah tarafından doğru olan bir vaaddir, söz vermedir ki, bu konuda Allah asla sözünden dönmez. Ancak duaya icabet bazan ihtiyacın giderilmesine muhalif olabi­lir. Yani ihtiyacı dışında bir başka şekilde tezahür edebilir. Duaya icabet meselesine gelince kulun: "Rabbim!" demesi, Allah'ın da, "Buyur ku­lum!" diye buna bu şekilde cevap vermesidir. İşte bu, her mü'min için vaad olunan ve var olan bir gerçektir.

Kaza-i hacet denilen ihtiyacın karşılanmasına gelince, bu, istenenin verilmesi demektir. Bu ise bazen karşılanabilir, yerine getirilir, bazen de istendikten bir müddet sonra olabilir, gerçekleşebilir. Bazen ise bu arzu ahirette karşılanır ya da bu, istekte bulunan, dua eden için kendisi adına daha hayırlı olabilecek bir şekilde bir başka türlü ortaya çıkar.

Onların kendi ihtiyaçları için bana dua ettikle-rinde benim onlara icabet ettiğim gibi, ben kendilerini bana iman etmeye ve itaate bulunmaya çağırdığımda "Öyle üse kullarım da benim davetime karşılık versinler ve" ''bana iman etsinler ki, "doğru yolu bulmuş olsunlar." Yani azgınlık ve sapkınlıktan kurtulup doğruyu umabilsinler.

"Rüşd" kelimesi, "ğayry" kelimesinin zıddı, karşıtıdır. Burada, ve kelimelerindeki harfi her ikisinde de emir manasınadır. [68]

 

Ramazan Ayında Eşiyle Beraber Olmak

 

İslâm'ın ilk zamanlarında adam akşam olup da iftar edince bu za­mandan itibaren yatsı vaktine erişip namazını kılıncaya veya bundan ön­ce yatıp uyumasına kadar yemesi, içmesi ve eşiyle cinsel ilişkide bulun­ması helâl idi. Bir yasaklama yoktu. Ancak yatsı namazını kıldıktan ya da yatıp uyuduktan sonra artık hiçbir şey yapmaksızın ertesi akşama kadar kendisine yeme, içme ve eşleriyle cinsel ilişkide bulunma haram kılın­mıştı. Ancak bir gece Hz. Ömer (Radıyaüahn Anh) yatsıdan sonra eşiyle bera­ber oldu. Yıkanınca ağlamaya ve kendi, kendisini kınamaya başladı. He­men Rasulûüah (Sallallâhu Aleyhi ve Selem) koşup geldi ve olup biteni ona anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de,

— Ben bu hususta bir şey diyebilecek ve yapabilecek bir güce-hakka sahip değilim, buyurdu. İşte bunun üzerine,  âyeti nazil oldu.[69]

Şimdi âyetin tefsirine geçebiliriz. [70]

 

187 - Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılınmıştır. Eşleriniz sizin için birer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendi nefislerinize karşı kötülük et­tiğinizi bildiğinden dolayı sizin tevbenizi kabul buyurdu ve sizi bağış­ladı. Artık ramazan gecelerinde onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin. Şafak vakti, günün ağarması gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eş­lerinize geceleri de yaklaşmayın. İşte bunlar Allah'ın koyup çizdiği sınırlardır. Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğnemeyin. İşte Allah insanla­ra âyetlerini böylece açıklar ki yasaklanan sınırları çiğnemekten sa­kınsınlar.

 

"Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yrtklaşrnanız size helâl kdınmışlır."

cinsel ilişki, cima demektir. burada cer edatı ile müteaddi (geçişli) yapılmış ki, bundan ifza yani cinsel ilişki manası anlaşılsın. Ayette cinsel ilişki ifadesi, lafzıyla kinaye olarak zikredilmiştir. Çünkü bu, çirkinlik ve yanlışlık anlamında cinsel ilişkiye geçme manasına delâlet etmektedir. Âyette, denilmiş ve fakat, buyurulmamıştır. Çünkü henüz ramazanda cinsel ilişki serbestliği getirilmediği için böyle bir fiil çirkin bir fiil olarak kabul ediliyordu. Nitekim bu durum kendi nefislerine iha­net olarak adlandırılmıştır.

Mademki kadın ve erkek her ikisi birlikte aynı çarşafın ya da yor­ganın altında kucaklaşıp beraber olmaktadırlar. Her ikisi de bu manada tek bir örtü içinde yer aldıklarına göre bu durum kişinin üzerinde onu tümüyle kuşatan elbiseye benzetilerek ifade olunmuştur. Bunun için Rab-bim şöyle buyurmuş:

"Eşleriniz sizin için —sizi haramdan koruyup örten- birer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz."cümlesi bir istinaf (yeni cümledir), bir ara cümledir ki, adeta olayın helâl kılınma gerekçesini açıklar gibidir. Mademki sizinle eşleriniz arasında bu manada bir iç içelik varsa, tıpkı üzerinize giydiğiniz elbise gibi hep berabersiniz, artık onlara karşı sabrınız ve dayanma gücü­nüz azalmıştır. Onlardan uzak kalmanız ve kaçınmanız gittikçe ağırlaş­mış ve sabredemeyeceğiniz bir duruma gelmiştir. İşte bunun için yüce Allah size bu konuda ruhsat ve izin vermiştir.

'Allah sizin kendi nefis-lerinize karsı -cinsel ilişkide bulunmakla ve alacağınız sevabınızdan ek­siltmekle- kötülük ettiğinizi bildiğinden dolayı sizin -işlediğiniz sakıncalı işten tevbe etmeniz ve dönmeniz se­bebiyle- tevbenizi kabul buyurdu ve sizi -ruhsattan Önce işlediğiniz suç­tan- bağışladı."

"İktisab" kelimesinin, "kesb" kelime­sinden alınmış olması gibi, kelimesi de "hıyanet" kelimesinden alınmadır. Dolayısıyla bunun manasında ziyadelik ve şid­det vardır.

"Artık ramazan gecelerinde onlara yoklasın." Ramazan gecelerinde onlarla cinsel ilişkiye girin. Bu mubahlık anlamın­da bir emirdir. Yani, cinsel ilişkiye girebilirsiniz, demektir. Âyette cima (cinsel ilişki), mübaşeret kelimesiyle yani, kelimesi ile dile getirilmiş olması, her iki cinsin tenlerinin birbirlerine temas etmesi, di­rekt olarak değmesi sebebiyledir.

"...ve Allah'ın sizin için takdir buyur­duğunu isteyin" Allah'ın sizin için taksim edip bölüştürdüğünü arayın. Çünkü Levh-i Mahfuz'da çocuğun dünyaya gelmesini, doğrudan cinsel ilişkiyle olacağını tesbit etmiştir. Yani bu, şu demektir; yalnızca şehevî arzularınızı tatmin için cinsel ilişkiye geçmeyin. Ancak Allah'ın evlenme yoluyla istediği çoğalmayı ve nesil üretmeyi isteyerek ve bunu dileyerek cinsel ilişkiye geçin.

Ya da bunun anlamı şudur: "Allalı'ın sizin için yazdığı ve emredip helâl kıldığı mahalden arayın. Yoksa istemediği ve haram kıldığı yerden değil"

"Şafak vakti günün ağarması gecenin karanlığuıdan ayırt edilinceye kadar yiyin, için,"

Bu vakit, sabah­leyin doğu tarafında tan zamanından itibaren uzun bir çizgi (hat) halinde enine doğru genişleyerek yayılan vakittir. Uzayıp gi­den gece karanlığı demektir. Her iki vaktin de beyaz ve siyah ipliğe ben­zetilmeleri, her ikisinin de uzayıp gitmesi sebebiyledir. ise, beyaz iplikten ya da çizgi veya hattan maksadın fecre (tan yerine) veya şafak vaktine dahil olduğunu, bundan başka bir şeye dahil olmadığını açıklamak içindir. Dolayısıyla, ifadesinin ayrıca açıklanmasına bu ifadesi sayesinde gerek duyulmamış oldu. Çünkü, bunlardan birisinin açıklanması demek, aynı zamanda ötekisinin de açıklandığı anlamına gelir. Ya da buradaki cer edatı, tab'iz için­dir, yani "bir kısmı" demektir. Çünkü bu, fecrin birazı ve başlangıcı demektir.

Âyette, ifadesinin zikredilmesiyle cümle istiare duru­mundan çıkarılmış olup, böylece beliğ (edebî) bir teşbih (benzetme) ya­pılmış olmaktadır. Örneğin, "Ben bir arslan gördüm." dediğin zaman bu bir mecaz olmuş olur. Fakat buna bir ilâve yaparak, "Ben filanlardan bir arslan gördüm. " dediğinde ise, bu defa teşbihe, yani benzetmeye yönel­miş olursun. Örnek, bir teşbihe (benzetmeye) döner.

Adiy b. Hatim (Radıyaliahü Anh) anlatıyor, diyor ki;

"Biri beyaz diğeri de siyah olan iki ip aldım. Bunları yastığımın altına koyarak, sabahın olup olmadığını anlamak ve ayırt etmek için biri beyaz ve diğeri siyah olan bu iki ipe bakıp dururdum. Fakat karanlık se­bebiyle bir türlü siyah ile beyazı ayırt edemedim. Sonunda bu durumu Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) bildirdim. Bunun üzerine Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onun saflığına işaret ederek şöyle buyurdu:

— "Sen, gerçekten kafası geniş olan birisin." (Aslında bununla kafa­sının çalışmadığına, bir bakıma beyinsizliğine bir işaret vardır). Rasulullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) devamla:

— Doğrusu bu, gündüzün beyazlığı (ışıması) ve gecenin de karanlığı demektir."[71]

"Sonra akşama kadar orucu lamamlayın." Bu kavliyle Rabbimiz söz konusu şeylerden artık uzak durulması gerektiğini bildiriyor. Yine buradan, ramazan orucunda gündüz vakti içinde oruca niyet yapılabileceğinin caiz olduğunu da öğrendiğimiz gibi cünüplükten dolayı yıkanmayı fecir (şafak) ya da tan vaktine kadar erte­lemenin de caiz olduğunu öğreniyoruz.

Bir de visal orucunun, yani hiç iftar etmeksizin ve ara vermeden art arda oruç tutulamayacağını da bu âyet gösteriyor. Bile bile yeme ve içme yüzünden kefaretin (cezanın) vacipliğini (farz olduğunu) da yine öğreni­yoruz. Aynı şekilde cünüp olmanın oruca bir zarar vermediğini, buna ay­kırı gelmediğini de öğrenmiş bulunuyoruz.

"Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri de yaklaşmayın." Ayetin bu kıs­mından da, ramazan ayında geceleyin kişilerin eşleriyle cinsel ilişki kur­malarının helâl olduğunu ve fakat mescit ve camilerde itikafta bulunanla­rın ise geceleri de eşleriyle cinsel ilişkiye girmelerinin yasak olduğuna açıklık getiriliyor ve buna dikkat çekiliyor. Ayrıca cümle hal yerindedir. Yine bu âyetten anlaşıldığı gibi itikafa girmek ancak mescitlerde olur, başka yerde değil. Ancak mescitler için de özeİ bir mescit değil, herhangi bir mescit olursa olsun bu, caizdir, olabilir.

"İşte bunlar -zikredilen hükümler- Allah 'm koyup çizdiği sınırlardır." Bu sınırlara aykırı hareket ederek ve onları değiş-tirerek "Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğnemeyin." "İşte Allah insanlam ayetlerini -şeriatlerini ve hükümlerini- böylece açıklar ki, yasaklanan -haram kılınan- sı­nırları çiğnemekten sakınsınlar." [72]

 

188. — 195. AYETLER

 

Meali

 

188. Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bil­diğiniz halde halka ait hiçbir malı haram yollardan yemeniz için o malları hakim ve idarecilere verip yedirmeyin!

189. Sana hilâl şeklinde doğan yeni ayları soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için ve Özellikle de hac için vakit ölçüleridir. Birr (erdemlilik) ihramlı iken ve hac dönüşü evlere arkadan gelip girmeniz değildir. Fakat asıl erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek sa­kınanların gösterdiği erdem ve davranıştır. Öyleyse evlere normal giriş kapılarından girin. Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefetten sakının u-zak durun ki, kurtuluşa eresiniz.

190. Size karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın! Sa­kın saldırganlıkta bulunmayın. Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak had­lerini aşanları sevmez.

191. Size karşı savaşanları her nerede bulur (yakalarsanız) hemen orada öldürün! Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın! Fitne (Şirki ve şirk düzenlerini ayakta tutmak için baş vurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir. Onlar Mescit-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de fırsat tanımaksızın onları hemen öldürün. İşte hakka karşı çıkan kâfir­lerin cezası böyle verilecektir.

192. Eğer şirk ve bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de onlara dokunmayın. Çünkü Allah mağfiret edendir ve merhamet edendir.

193. Fitne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya kadar onlarla sava­şın. Eğer inkârdan ve saldırmaktan vazgeçerlerse bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.

194. Haram (saldırmazlığın geçerli olduğu) ay, haram aya karşılık­tır. Hurumat (denen, dokunulmaz zaman ve mekanlarda dokunulmazlık­lar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerlidir). Öyleyse her kim sal­dırmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona saldırdığı ka­dar saldırın. Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemekten sakının ve bilin ki Allah, koyduğu yasaklan çiğnemekten sakınanlarla beraberdir.

195. Allah yolunda harcama yapın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Hep iyilikte devam edin. Çünkü Allah muhsinleri (her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) sever. [73]

 

Tefsiri

 

188 - Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin. Kendi­niz bildiğiniz halde halka ait hiçbir malı haram yollardan yemeniz için o malları hakim ve İdarecilere verip yedirmeyin!

 

"Aranızda matlarınızı haksız sebeplerle -Allah'ın mubah kılmadığı ve meşru saymadığı yollarla kimi­niz kiminizin mallarını- yeninin. '*

"Kendiniz bildiğiniz halde halka ait hiçbir malı lıaram yollardan yemeniz için o nvıllan hakim ve idarecilere verip yedirmeyin "

cümlesi meczum olup nehiy (yasak) hükmü içerisindedir ve takdirindedir. Yani, onun duru­munu, işini ve o konuda hüküm vermesini isteyerek hakim ve yönetici­lere aktarmaym, götürmeyin, demektir.

halka ya da insanlara ait hiç bir malı, hakim ve yöneticilere peşkeş çekmek için yalan yere şahitlikte bu­lunarak veya yalan yere yemin ederek ya da haksız tarafla anlaşmak suretiyle bile bile yanıltma ve aldatma yolunu seçerek zalimden, ezenden ya­na hareket ederek yedirmeyin.

Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir hadislerinde birbirleriyle hasım olan iki kişini davalarına bakarlarken şöyle buyurmuşlar:

"Nihayet ben de ancak bir beşerim. Siz davalarınızı bana getiriyorsu­nuz. Ola ki, biriniz diğerine göre konuşması ve deliliyle daha kurnazca ha­reket ederek beni ikna edebilir ve ben de ondan dinlediklerim doğrultusunda onun lehine hüküm (karar) verebilirim. Kardeşinin hakkı olan bir şeyden her kimin lehine bir hüküm vermiş isem, ondan hiçbir şey almasın. Çünkü benim onun lehine verdiğim hüküm (karar) ateşten bir parçadır."

İşte bunun üzerine davalı ve davacının her ikisi de ağlamaya baş­larlar ve her biri kendi hasmı lehine feragat ederek:

— Bana ait olan hakkım arkadaşıma kalsın demişlerdir.[74]

Bir başka yoruma göre ise, ile dikkat çekilmek iste­nen şey, o malların bir kısmını art niyetli hakim ve yöneticilere rüşvet olarak verilip yedirilmemesidir.

Âyetteki, kelimesi, kökünden türemedir. Bu da atmak ve sarkıtmak manalarına gelir. Örneğin; denir ki bu, kuyudan su ihtiyacını karşılamak için oraya kovasını sarkıtıp oradan su çekmek, demektir. İşte burada hakim ve yöneticilerin önüne rüşvet atarak haksız olduğu bir noktada davayı kendi lehine dönüştürmek içindir ki, haramdır.

Kendinizin batıl yolda olduğunuzu, haksız olduğunuzu bildiğiniz halde. Böyle bir masiyeti (çirkefliği) bilerek işle­mek suretiyle daha iğrenç bir konuma gelmektir. Bunu yapan bir kimse de kesinlikle kötüîenmeyi, tevbihi çok daha fazlasıyla hak etmiştir.

Muaz b. Cebel Hz. Peygamber (Sallâllahu Aleyhi ve Selem), hilâl ile il­gili soru yöneltir ve:

"Ey Allah'ın Rasulü! Nedir bu hilâlin durumu? Bir bakıyorsun ip gibi inceliyor, o şekilde gözüküyor, sonra da giderek yavaş yavaş doluyor ve nor-

mal haline geliyor. Sonra tekrar eksilmeye başlıyor ve böylece yine ilk haline dönüyor. Güneş gibi hep aynı durumda kalmıyor, acaba neden?"

İşte bu soru üzerine aşağıda tefsirini yapacağımız âyet nazil ol­muştur.[75]

 

189 - Sana hilâl şeklinde doğan yeni ayları soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için ve özellikle de hac için vakit ölçüleridir. Birr (er­demlilik) ihrama iken ve hac dönüşü evlere arkadan gelip girmeniz değildir. Fakat asıl erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasakla­rına riâyet ederek sakınanların gösterdiği erdem ve davranıştır. Öy­leyse evlere normal giriş kapılarından girin. Allah'ın emir ve yasak­larına muhalefetten sakının (uzak durun) ki, kurtuluşa eresiniz.

 

"Sana, hilâl şeklinde doğan yeni aylan soruyarlar." kelimesi "hilâl" kelimesinin çoğuludur. Buna bu ismin verilmesi, halkın hilâli görmesiyle seslerini yükseltmelerinden ötürüdür.

Onlar insanlar için özellikle de hac için vakit ölçüleridir." Yani, bunlar öylesi ölçü ve işaretler (alâmetlerdir) ki, halk bunlar sayesinde ne zaman ziraat yapacaklarını, ekinlerini ne zaman ekip, ne zaman biçeceklerini, ticari yönden alış verişlerindeki alacaklarının ve vereceklerinin zamanlarını belirlemede, ne za­man ve hangi ayda oruç tutmaları gerektiğini, ne zaman bayram yapacak­larını, kadınlarının iddet sürelerini, hayız (aybaşı) dönemlerini (günleri­ni), gebelik sürelerini, doğumlarını ve daha buna benzer şeyleri belirle­yen zaman belirleme ölçüleridir.

Bunlar dışında ayrıca hac ibadetiyle ilgili vakitlerin belirlemesin­de de hilâl bir vakit ölçüsüdür.

Bir de Ensar'dan yani Medineli Müslümanlardan kimileri ihrama girdikleri zaman herjıangi bir bağ - bahçeye, bir eve ve çadıra kapıların­dan içeri girmezlermiş. Bunlardan köy ve kasabalarda yerleşik halk ola­rak oturanlar, evlerinin arkasından bir delik (kapı) açarlar ve buradan ev­lerine girip çıkarîarmış. Köy ve kasaba gibi yerlerde yerleşik olarak kal­mayıp da çadır hayatı yaşayanlar da, çadırlarına, kapının bulunduğu isti­kametin tersine olan arka taraftan girer çıkarîarmış. İşte şimdi tefsirini yapacağımız âyetin bu kısmı bu gerçeğe işaret ediyor.

"Birr (erdemlilik) ihramlı iken ve hac dönüşü evlere arkalarından gelip girmeniz değildir." Yani, asıl fazilet ve erdemlilik evlere girmek için kendinizi zora sokmakta değildir.

Bu âyetteki, kelimesinin merfu kılınmasında herhangi bir ih­tilaf yoktur. Daha önce, Bakara Sûresi 177. âyetde açıkladığımız gibi âyet orada iki şekilde yorumlanabilir bir ihtimal taşımaktadır. Orada hem merfu ve hem de mansub olarak okunması caizdir. Oysa buradaki âyette sadece bir tek yorum ihtimali vardır. Bu da merfu okunması ihtimalidir. Çünkü cer edatı yalnızca kelimesinin haberine dahil olur.

erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek -Allah'ın haram kıldıklarından -sakı­nanların gösterdiği erdem ve davranıştır."

Kıraat imamlarından Nafı, Ebu Cafer, Ebu Amr, Yakup ve Hafs, kelimesini görüldüğü gibi zamme (ötre) ile okumuşlardır. Ki asi olan da zaten budur. Tıpkı, ve kelimeleri gibi.

Ancak harfinden sonra gelen harfi sebebiyle harfini kesreli olarak, tarzında okuyanlar da olmuştur. Fakat böyle bir okuma tarzında kesreden zamme harekesine geçişi gerektir­mektedir.

Onların hilâller hakkında soru sormalarında sanki şöyle bir soru so­rulmuş gibi: "Bu hilâllerin eksilip artmasındaki hikmet nedir?" Bilindiği gibi yüce Allah her ne yaparsa mutlaka bir hikmete dayalı olarak onu işler. Dolayısıyla siz hilâlden falan soru sormayı bırakın da işlemekte olduğunuz ve birr (iyilik ve fazilet) sandığınız halde iyilik ve faziletle hiç­bir alakası bulunmayan bu gerçeğe ve bu tek haslete bakın, onun üzerin­de düşünün.

İşte bu şekildeki bir yorumla bu kısmın âyetin öncesiyle bağlantısı mümkün olabilmektedir.

Bir diğer ihtimale göre de bu, bir tür konuyu değiştirmektir. Ma­demki burada hac ile ilgili vakitlere değinildi. Hemen buradan bir sap­tama yapılarak onların hac esnasındaki fiillerine de böylelikle değinilmiş oldu.

Bir başka ihtimal de şudur: Bu, onların sorularına bir bakıma aksiy­le bir cevap oluşturma açısından bir temsil, yani örneklendirmedir. Yani, böylesi bir soru sormak adeta evin normal giriş kapısından girmeyi bıra­kıp da arka taraftan açtığı bir delikten içeriye girenin durumuna benze­mektedir. Mana şöyledir:

"Som sormakla meseleyi çarpıtarak üzerinde durmak istediğiniz ve yapmamanız gereken şeyi islemeniz iyilik ve fazilet değildir. Ancak asıl fazi­let ve iyilik, haramlardan sakınanların, yasaklardan kaçınanların ve bu türden isler işlemeye kalkışmayanların fazilet ve iyiliğidir."

"Öyleyse evlere (normal) kapılarından girin." İşlere başlamanız gereken noktadan ve yerlerden başlayın. Tersine iş yapmayın. Ya da bundan murat şudur:

Allah'ın yaptığı tüm fiillerin mutlaka bir hikmete dayalı olarak ve doğru bir şekilde işlediğine iman etmek, buna şekilde itikatta bulunmak­tır. Herhangi bir şüpheye ve yanlışa düşmeden, bunlara fırsat vermeden inanmaktır. Bu konuda bir şüpheye yer olmadığına kesin iman etmektir. Bunlar olmalı ki, herhangi bir soru sorulmamış olsun. Çünkü, bu türden soruların sorulmasında bir tür şüphenin yer aldığına işarettir. Bunlardan da uzak durulmalıdır. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çeki­leceklerdir."[76]

"Allalıhn emir ve yasaklarına muhalefet ten sakının - uzak durun ki -ebedî nimetleri elde ederek- kurtuluşa erk siniz." [77]

 

190 - Sîze karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş a-çın! Sakın saldırganlıkta bulunmayın. Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak hadlerini aşanları sevmez.

 

"Size karsı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın!" Allah yolunda savaş açmak demek, Al­lah'ın kelimesinin yücelmesi, dininin aziz olması ve uygulama alanına geçirilmesi için cihad etmektir. Ancak karşı taraftan size herhangi bir şe­kilde engel çıkarmaksızm ve savaşa girişmeksizin dokunmazlarsa, siz de onlara bir müdahalede bulunmayın. İşte bu duruma göre bu âyet, yüce Rabbimizin şu kavliyle mensuh bulunmaktadır, yani hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.

"Müşrikler size karşı nasıl topyekûn olarak savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn olarak savaşın!"[78]  

Rivayete göre Bakara Süresindeki bu âyet savaşma konusunda ilk inen âyettir. Böylece Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kendisiyle sava­şanlarla savaşır, savaşmayanlardan da uzak dururdu, onlara herhangi bir şey yapmazdı.

Ya da bunun manası şöyle olabilir: Sizinle doğrudan savaşanlarla ve açıkça düşmanlık sergileyenlerle Allah için savaşın. Fakat yaşlı, çocuk ve kadın gibi sizinle doğrudan savaşmayan, bir hareket içinde bulunma­yanlarla savaşmayın. Bunları savaşın dışında tutun.

Ya da her manadaki inkarcı kâfirlerle, İslâm'a ve hakka karşı olan­larla Allah yolunda savaşın, demektir. Çünkü bunlar ve bunlar gibi hare­ket edenlerin tümü, Müslümanlara karşı topyekün imha planının içinde yer almaktadırlar ve fiilen savaş halindedirler. Dolayısıyla böyle bir a-maçla hareket eden kâfirler adeta Müslümanlara karşı savaşıyor hükmü­nü taşırlar. Bu itibarla bunlar da asla göz ardı olunmamalıdırlar.

"Sakın -savaşı ilk başlatan olarak veya size yasaklanan şeyleri yapmakla örneğin kadınları, yaşlıları ve benzerlerini ezerek veya müsle yaparak- saldırganlıkta bulunmayın."

Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak hadlerini asanları sevmez." [79]

 

191 - Size karşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsa­nız) hemen orada Öldürün! Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çı­karın! Fitne (Şirki ve şirk düzenlerini ayakta tutmak için baş vurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir. Onlar Mescit-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Eğer onlar si­ze karşı savaş açarlarsa sîz de fırsat tanımaksızın onları hemen öldü­rün. İşte hakka karşı çıkan kâfirlerin cezası böyle verilecektir.

 

"Size kwşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen orada öldürün."

"Sekf" kelimesi üstün gelmek suretiyle bulup yakalamak demektir. Yani, kelime hem yakalama ve hem de üstün gelme anlamında bulmak demektir.

"Sizi çıkardıklojı. yerden —Mek­ke'den- siz de onları çıkarın!" Yüce Allah bu âyet ile onlara Mekke'nin fethini vaat buyuruyor. Nitekim Rasulûllah (Sallallâim Aleyhi ve Sellem) Mek­ke'nin fethi günü de Müslüman olmayanları buna dayanarak Mekke'den çıkarıp atmıştır.

"Fitne (şirki ve şirk düzenlerini ayakta tut­mak için başvurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir." Onların Allah'a şirk koşmaları sizden dolayı onların helâl kılman ölümlerinden bu şirk olayı daha beterdir. Bir diğer yoruma göre de buradaki fitneden kasıt, ahiret azabıdır. Farklı diğer bir yoruma göre de fitne, insanın karşı karşıya kaldığı belâ, felâket, sıkıntı ve musibet demektir. Kişinin bu tür­den karşı karşıya bulunduğu sıkıntılar Ölümden daha beter gelir.

Nitekim bir bilge kişiye:

— Ölümden daha beter ve şiddetli şey nedir, diye sorulur. O da:

— Karşı karşıya kalınan mihnet ve sıkıntı sebebiyle ölümün temenni edilmesi olayıdır, der. Nitekim, bir kimsenin Öz vatanından çıkarılması, sürgün edilmesi, kişinin sırf bu ezadan dolayı ölümü arzuladığı olaylar­dandır.

"Onlar Mescid-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz efe onlarla, orada savaşmayın." Harem dahilinde ve çevresinde olsun savaşa ilk başlayanlar ve saldırıya ilk geçenler onlar olmadıkça buna ilk başlayan siz olmayın. Biz Ehl-i Sünnet'e (Hanefilere) göre Mescit-i Haram ifadesiyle tüm, harem sınırla­rı buna dahildir.

"Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de fırsat tanımaksızın onları hemen -Harem'de- öldürün." Her ne kadar, "Size karşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen ora­da öldürün!" hükmüne göre bütün mekanlarda İslâm düşmanlarını öldür­menin rnübah olduğu, bir sakıncasının bulunmadığı ifade edilmiş ise de bize (Hanefilere) göre haram aylarda savaşılır. Ancak onlar savaş ve sal­dırıyı ilk başlatan olurlarsa biz de hemen onlarla savaşırız ve saldırırız. Bunun Harem dahilinde olup olmaması fark etmez.

Ancak, "Onlar Mescit-i Haram 'da sizinle savaşmadıkça siz de on­larla orada savaşmayın." kavlinde Özellikle Harem'in söz konusu edil­mesi ve burada savaşa başlama izni, ilk saldırının ve savaşın onlar tara­fından başlatılması halinde biz de ayniyle karşılık veririz. Nitekim "Şer-hu'1-Te'vilat" eserinde de böyledir.

"işte hakka karşı çıkan kâfirlerin cezası böy­le verilecektir." Bu cümle mübteda ve haberdir.

Kıraat imamlarından Hamza ve Ali elifsiz olarak tarzında kıraat etmişlerdir. [80]

 

192 - Eğer şirk ve bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de on­lara dokunmayın. Çünkü Allah mağfiret edendir ve merhamet eden­dir.

 

"Eğer şîrk ye bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de onlara dokunmayın. Çünkü Allak -onların geçmişte iş­ledikleri azgınlı ve taşkınlıklarını- mağfiret edendir, -tevbe ve imanlarını kabul etmekle de- merhamet edendir[81],"

 

193 - Fitne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya kadar on­larla savaşın. Eğer inkârdan ve saldırmaktan vazgeçerlerse bilin ki, zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.

 

"Filne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya, -şeytani ve tağuti bir düzene imkan kalmaymcaya ve Allah'tan başkasına kulluk edilmeyinceye- kadar onlarla savaşın."

Bu âyetteki, fiili tam fiildir. kelimesi de, ya da manasınadır.

Eğer inkârdan ve savaştan vazgeçerlerse biliniz ki zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." Eğer küfrü bırakırlarsa artık onlarla savaşmayın. Çünkü zalimlerden başkasma düşmanlık yoktur. Zalimler de kalmayınca artık dokunmayın. Ya da bunun yorumu şöyle de olabilir:

"Düşmanlıkta ısrar eden zalimlere karşı değil, zulmetmeyenlere karşı bir şey yapmayın."

Benzerlik sebebiyle zalimlerin cezası zulüm olarak adlandırıldı. Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi:[82]

Bunu biraz sonra açıklayacağız.

Müşrikler Hudeybiye senesinde haram olan ayda, yani savaş yapıl­maması gereken ve dokunulmazlığın bulunduğu bir ayda Müslümanlara savaş açmışlardı. Bu ay zilkade ayı idi. Müslümanlar umrelerini kaza et­mek maksadıyla umre haccı için yola çıktıklarında ve savaşmayı da iste­mediklerinden Ötürü -ki çıktıkları ay da yine haram olan zilkade ayı idi— kendilerine işte aşağıdaki âyette belirtildiği şekilde cevap verildi. [83]

 

194 - Haram (saldırmazlığın geçerli olduğu) ay, haram aya kar­şılıktır. Hurumat (denen, dokunulmaz zaman ve mekanlarda dokunul­mazlıklar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerlidir). Öyleyse her kim saldırmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona saldırdığı kadar saldırın. Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemekten sa­kının ve bilin ki Allah, koyduğu yasakları çiğnemekten sakınanlarla beraberdir.

 

"Haram (saldırmazlığın geçerli oldu­ğu) ay haram aya karşılıktır."

Burada, mübtedadır. de bunun haberidir. Yani; mademki onlar geçen yıl bu haram ayda dokunulmazlığı hiçe saydılar ve saldırı olabilecek girişimlerde bulundular. İşte onların o aydaki hareketlerine ve davranışlarına karşılık biz de aynı ayda görevimi­zi gerektiği gibi yerine getireceğiz ve ne icabederse onu da yaparız. Onla­rın yasakları çiğnemeleri halinde biz de aynıyla karşılık veririz. Nasıl ki onlar o yasaklı ayda size saldırıya ve engel olmaya kalkıştılar ise siz de aynı şekilde o ayda bunu onlara yapabilirsiniz.

"Hurumal (denen dokunulmaz zaman ve me­kanlarda dokunulmazlıklar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerli­dir). " Yani, hürmet gerektiren her yer ve zamanda kısas cereyan eder, ge­çerlidir. Her kim bir hürmeti (dokunulmazlığı) çiğnerse, yani kısas gerek­tirecek tarzda bir sınırı çiğneyene bu ceza verilir. Mademki onlar sizin haram (dokunulmaz) olan sınırınızı çiğnediler. Siz de onlara aynısını ya­pın ve bu hususu da Önemsemeyin, dedikodulara aldırmayın. Nitekim Rabbimiz bu gerçeği şu kavliyle de te'kit ve teyit ederek şöyle devam ediyor:

"Öyleyse her kim saldırmazlık ve dokunulmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın."

Ayette geçen, edatı şart içindir. harfi zaide değildir. Ayette aynı zamanda, "mümaselet" cezası tesbit edilmiş bulunuyor. Sal­dırganın saldırı şekli, zamanı ve yerine göre aynıyla kendisine karşılık verileceğinin kesin yolu açılmış oluyor. Onların düşmanlıklarından sakı­nıp Allah'ın emirlerine sağlam bir şekilde bağlanın.

Veya âyetteki, harfi zaidedir. Bu durumda mana şöyle takdir olunur, "onların düşmanlıkları gibi bir düşmanlık. "

"Allah'ın koyduğu, sınırları çiğnemekten sakının. -Siz onların size olan düşmanlıklarını ve tecavüzle­rini bertaraf ederek zafer ve üstünlük kazanmışken, helâl olmayan bir yoldan onlara saldırmaktan uzak durun.- Ve bilin ki, Allah, koyduğu yasakları çiğnemekten sakınanlarla -yardımı ve zafere erdirmesiyle- bera­berdir." [84]

 

195 - Allah yolunda harcama yapın da kendi ellerinizle kendi­nizi tehlikeye atmayın. Hep iyilikte devam edin. Çünkü Allah muhsinleri (her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) sever.

 

''Allah yo­lunda harcama yapın da. kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın."

Allah rızası uğrunda harcayın. Bu, cihad ve diğer tüm hayri konular anlamında geneldir.

kendi canınızı..harfi zai­dedir. Ya da bunun manası, "Kendi ellerinizle kendinizi öldürmeyin, can­larınıza kıymayın. " demektir. Nitekim, kişinin kendisinin helakine sebep olabilecek bir şeyi yapması durumunda "Filan kimse kendi eliyle canını helak etti." denir. Bu durumda mana şöyledir: Allah yolunda infak ve harcamayı terk etmekten nehiy, yasaklanma vardır. Çünkü Allah yolunda harcamayı terk etmek helak sebebidir. Ya da bizzat kendisini bile başka­sına muhtaç hale getirecek olan israftan, savurganlıktan, nafakayı har vu­rup harman savurmaktan men etmektir. Çoluk çocuklarım başkalarına el-avuç açacak konuma düşürmekten men etmektir. Ya da canını tehlikeye sokmaktan men etmektir. Ya da bir bakıma düşmanın güçlenip kuvvet­lenmesine neden olabilecek olan gazaya (savaşa) gitmeyi terk etmeyi bir yasaklamadır. Tehlike, helak ve helek hepsi de aynı anlamdadırlar.

"Hep iyilikle devanı edin -geride bırakacağınız şeyler noktasında Allah hakkında iyi zanna ve niyete sahip olun- çünkü Allah nuılısinleri - her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) -ihtiyaç sahiplerine yarım ellerini uzatanlan- sever." [85]

 

196. — 203. ÂYETLER

 

Meali

 

196. Haccı da umreyi de Allah adına tamamlayın. Şayet engellenir­seniz bu takdirde kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine va­rıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olur ya da başından bir rahatsızlığı olursa, bu gibi kimselerin fidye olarak oruç tut­ması, sadaka vermesi veya kurban kesmesi gerekir. Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlanmak isterse kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurbanı bulamayan kimse de hac sırasında üç ve memleketine döndüğünde de yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Kendi­lerinden bu görevler istenen kimseler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve iyi bilin ki, Allah'ın vereceği ceza pek çetindir.

197. Hac ibadeti bilinen aylarda yerine getirilir. Kim o aylarda hac­ca niyetle ihrama girerse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayıla­bilecek tutum ve davranışların içine girmek ve kavga etmek yoktur. Her ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (O halde ey inananlar!) azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır. Ey akıl sahipleri! Emir ve yasakla­rımı çiğnemekten sakının.

198. Hac mevsiminde ticaret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı aramanızda size herhangi bir vebal ve günah yoktur. Arafat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldı­ğınızda Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Ve Allah sizi nasıl doğru yola hidâyet etmiş ise siz de öylece Allah'ı anın. Oysa siz bundan Önce gerçekten hep dalâlet içinde (yani sapıklardan) idiniz.

199. Bundan sonra insanların sel misali akın edip geldiği yerden siz de akıp gelin. Allah'tan mağfiret dileyin, Doğrusu Allah çok affeden ve çok merhamet edip esirgeyendir.

200. Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, zamanında atalarınızı överek andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın. İnsanlardan Öyleleri de var ki: "Ey Rabbimiz! Bize vereceklerini bu dünyada ver." derler. Böyle-lerinin ahirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur.

201. Onlardan öylesi insanlarda vardır ki; şöyle yakarırîar; "Rab­bimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve gü­zellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!"

202. İşte bunlar için kazandıklarından Önemli bir pay vardır. Kaldı ki; Allah, hesabı pek çabuk görendir.

203. Sayılı günlerde tekbir ve telbiye (Lebbeyk) ile Allah'ı anın! Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan Mekke'ye dönmek ister­se ona bir vebal yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir vebal yoktur. Bü­tün bunlar Emir ve yasaklar uyarak sakınıp hareket edenler içindir. O hal­de Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından sakının! Ve iyi bilin ki; sonunda hesap vermek üzere O'nun huzurunda toplanacaksınız. [86]

 

Tefsiri

 

196 - Haccı da umreyi de Allah adına tamamlayın. Şayet en­gellenirseniz bu takdirde kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim has­ta olur ya da başından bir rahatsızlığı olursa, bu gibi kimselere fidye olarak oruç tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmek gerekir. Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlanmak isterse kolayı­na gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurbanı bulamayan kimse de hac sırasında üç ve memleketine döndüğünde de yedi gün olmak üze­re toplam on gün oruç tutar. Kendilerinden bu görevler istenen kim­seler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve iyi bilin ki; Allah'ın vereceği ceza pek çetindir.

 

"Huccı da umreyi de Allah anına tamam­layın. " Hac ve umre görevlerini eksiksiz olarak, tüm şartlarını yerine ge­tirerek ve savsaklamaksızın Allah rızası için farzlarını işleyerek yerine getirin.

Bu görevlerin tamamlanması ancak göreve başlanmasından sonra­dır, denmiştir. Bu da, hac ve umre görevlerine başlayan kimselerin bu takdirde bu her iki görevi tamamlamalarının lâzım geldiğini gösterir, bu­nun için bir delil oluşturur. Nitekim biz Hanefiler, işte buna dayanarak, Umre görevine başlanmakla bu görev artık mutlaka yapılması gereken bir ibadet olmuş olur, demekteyiz.

Ancak Şafiilere göre bu ayete dayanarak umrenin de lüzumuna hükmetmek gerekmez. Çünkü bu, bunu tamamlamakla ilgili bir emirdir. Öyle olur ki, bazen bir vacibin (farzın) tamamlanması emredileceği gibi bir tatavvuun (nafilenin) tamamlanması için de emir verilebilir.

Ya da hac ile umrenin tamamlanması demek, bu her ikisi için bu­lunduğu yerden itibaren bu niyetle ihrama giyerek bu şekilde hareket et­mektir. Ya da hac ve umre için ayrı ayrı yolculuk tertib etmektir. Yahut da bu her iki ibadet için de helâl yoldan infakta bulunmak, harcama yapa­rak gelmektir. Ya da bu her iki ibadet ile bir ticarete niyet etmemektir.

' Şayet engellenirseniz," Örneğin, " Filan kimse mu­hasara altına alındı. " demek, herhangi bir korku, hastalık ve acizlik gibi bir durumdan ötürü bu ibadetlerden engellenirse, demektir.

"hasara" kelimesinin manası bir kimsenin düşman tara­fından hapsedilmesi, engellenip kuşatma altına alınması, gitmesine engel oluşturması, demektir.

Biz Hanefîlere göre "ihsar" yani engel olma durumu her türden mazeretle olabilir. Örneğin, düşman varlığı, hastalık veya bu ikisi dışında herhangi bir mazeretle olabilir. Çünkü, ayete ilk bakışta anlaşılan mana budur. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Kimin bir tarafı kırılır veya hac yolculuğunda vasıtasız ve parasız kalırsa ya da topallaşırsa bu takdirde ihramdan çıkar ve ertesi yıl haccet­mesi gerekir."[87]

Ancak İmam Şafii'ye göre "ihsar" yani engellenme sadece düşman tehlikesinin baş göstermesiyle olabilir, başka değil.

Yine bu nassın zahirine (görünüşteki anlamına) göre ihasnn yani olabilecek bir engellemenin aynı şekilde umre için de geçerli olduğu ger­çektir. Çünkü, ayette geçen hüküm hemen bu iki görevin yani hac ile um­re görevinin ardından zikredilmiş bulunmaktadır.

"... hu luhdinle kolayınıza gelen kurbanı ğinderin." Kurbandan kolayınıza geleninden. Nitekim tıpkı, ve denmesi gibi, ve denir ki, iş kolay oldu, kolayına geldi, manasınadır. kelimesi, keli­mesinin çoğuludur. Yanİ, mana şöyle olmaktadır:

"Hac veya umre için ihramlı iken eğer Beytullah'a gitmekten engelle­nirseniz ve böyle bir durumda da ihramdan çıkacaksanız (çıkmanız gereki­yorsa), bu takdirde, (deve, sığır veya koyun gibi) kurbanlardan herhangi birini kolayınıza nasıl geliyorsa öylece kesmeniz gerekir."

kelimesi mübteda olarak merfudur. Yani bu, "o halde kolayınıza geleni kurban etmek için göndermeniz gerekir." takdirinde olur. Ya da bu kelime mansubtur. Bu takdirde mana, "Kolayınıza geleni kurbanı gönderin. " olur.

"Kurban yerine va-nncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin." Bu sesleniş ya da hitap hac ve umre ibadetlerinden engellenenleredir. Dolayısıyla mana şöyledir: "Sizin kesme yerine gönderdiğiniz kurbanlarınızın kesilmiş olduğu bilgisini alma­dan baslarınızı tıraş ederek ihramdan çıkmayın," Yani kurbanların kesil­mesinin vacip olduğu yere (ki burası Harem'dir) gönderin, başka yerde kesmeyin, demektir. İşte bu, biz Hanelilerin lehinde ve Şafıinin de aley­hine olan bir hüccettir. Çünkü bize göre ihsar yani engellenme sebebiyle kesilecek olan kurban ancak Harem dahilinde kesilebilir, başka yerde de­ğil. Çünkü Şafii (Rahmetullâhi Aleyh)ye göre bu, Harem'den başka bir yerde de kesilebilir, kesilmesi caizdir.

Sîzden her kim -başını tıraş etmek zorunda kalacağı şekilde-fıasta olur, ya da başından -yaralanma veya bitlenme gibi- bir rahatsız­lığı olursa, bu gibi. kimselere -tıraş olmaları halinde-fidye olarak -üç gün-oruç tutmak, -her birine buğdaydan yarım sa' (ölçek) olmak üzere altı yoksul kimseye- sadaka vermek veya kurban kesmek gerekir." ke­limesi, ya mastardır veya kelimesinin çoğuludur.

Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman..." Yani karşınıza bir engel çıkmadığı ve çıkarılmadığı zaman ve siz güven içinde iseniz, haliniz de yerinde ise,

"... her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlan­mak isterse," Yani hac vaktine kadar hac yapmadan önce, umre yaparak bununla Allah'a yaklaşmak ve bundan menfaat sağlamak isterse veya her kim hac zamanında kendisi için haram ve yasak olan şeylerin vakti gel­meden umre yaparak böylece hac sırasında haram (yasak) olabilecek şey­lerin helâl (serbest) olmasından bu şekilde yararlanmak isterse, "... kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir." İşte bu kurban mut'a kurbanı olup, bundan yenilebilir.Yani sahibi bu kurbanın etinden yiyebilir ve bu da yine Kurban günleri denilen nahr (kurban bay­ramı) günlerinde kesilir.

"Kurban bulamayan kimse de hac sırasında üç gün" oruç tutar. Bunun zamanı biri umre ihramı diğeri de hac ihramı olan iki ihram arasındaki süredir.-" memleketinize döndüğünüzde de- yani Mina'dan ayrılıp hac ile alâkalı tüm görevleri bitirip ülkelerinize dönmeniz halinde de- "yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutar(smız)." Ya bu, tamamen kurban yerine geçer anlamında on gün demektir, çünkü bu, "hedy"'den bedeldir. Ya da sevap bakımından ona denktir, manasınadır. Yahut da bundan murat ortadaki müphemliği (anlaşılamazlığı) kaldırmak içindir. Çünkü, arada yer alan harfi sebebiyle bundan mübahlık gibi bir anlam çıkarılmasın diye, "...tamamı on gündür. " ifadesine ayrıca yer verilmiş oldu. Bu, tıpkı şuna benzer: gibi. Bu takdirde ibahelik (mübahlık, serbestiyet) anlaşılır. Oysa durum öyle değildir.

Bu işaret ismiyle temettua işaret olunmaktadır. Çünkü biz Hanefîlere'göre Mescit-i Haram'da oturanlar için Temettü haccı da Kıran haccı da yoktur.

Şafii'ye göre bu işaret ismi ile hedy'in, yani kurbanın vucubiyetini gerektiren hükme işaret etmektedir veya oruca işaret etmektedir. Dola­yısıyla onların üzerine herhangi bir şey gerekmez, vacip kılınmaz.

"İşte kendilerinden bu görevler islenen kimseler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir." ise Harem mikatı içinde yer alanlar ile Mekke civarında bulunanlardır. İşte Hanefılere göre bunun dışında olan­lar için söz konusu görevler istenmektedir.

"Allah'ın emirlerine karsı gelmekten -hac sırasında olsun başka zamanlarda olsun Allah'ın emirle­rine karşı gelmekten ve nehyettiği şeyleri de işlemekten- şahmın ve iyi bilin ki -sakınılması gereken şeylerden sakınmayanlar için- Allah'ın vereceği ceza pek çetindir." [88]

 

197 - Hac ibadeti bilinen aylarda yerine getirilir. Kim o aylar­da hacca niyetle ihrama girerse hac esnasında kadına yaklaşmak, gü­nah sayılabilecek tutum ve davranışların içine girmek ve kavga et­mek yoktur. Her ne hayır İşlerseniz Allah onu bilir. (O halde ey ina­nanlar!) Azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır. Ey akıl sahipleri! Emir ve yasaklarımı çiğnemekten sakının.

 

"Hac ibadeti bilinen aylarda yerine getirilir." Bu, haccın vakti ve zamanı anlamındadır. Yani haccın zamanı ve vakti halk tarafından bilinen aylardadır. Onlar açısından bu hususta herhangi bir problem de yoktur. Bu aylar da; şevval, zilkade ve zilhicce ayının da ilk on günüdür. Haccın bu vakit olarak bu aylarla sımrlandınlmasındaki yarar, hac fiilleriyle ilgili herhangi bir fiilin ancak bu aylarda sahih olma­sına bağlı olduğundandır. Nitekim İmam Şafii (Rahmetullâhi Aleyhe) göre de ihram meselesi de böyledir. Biz Hanefılere göre her ne kadar böyle bir şey caiz ise de mekruhtur. Ayette, ay ifadesi çoğul olarak, diye gelmiş olmasıdır. Bunun nedeni iki ay tamamen ve üçüncü ayın da birkaç gününün buna dahil olmasındandır. Ya da cemi (çoğul) manasında isim olan kelimeler birden fazla olması halinde müşterektirler. Bunun da delili Rabbimizin şu kavlidir:[89]

"Kim o aylarda hacca niyetle ihrama girerse" kendisini ihrama sokarak bu farzı işlemeye karar kılarsa, "ka­dına yaklaşmak, " cinsel ilişkide bulunmak, kadınların bulunduğu bir yer­de bu gibi şeylerden söz etmek ve çirkin sözler sarfetmek, "günah sayılabilecek tutum ve davranışların içine girmek" masiyet türün­den işler yapmak, kırıcı olmak, sövmek. Çünkü Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

"Mü'mine sövmek (mü'mini kırıcı hareket yapmak) fasıklıktır." [90]

Ya da onu kötü lâkaplarla çağırmamak. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"İmandan sonra faşıklık ne kötü bir isimdir."[91]

"ve kavga etmek yoktur." Arkadaşlarıyla olsun yanında çalışanlarıyla olsun, hayvan bakıcılanyla (araba sürücüleriyle) olsun kav­ga ve tartışma yoktur. "hac esnasında" Evet yukarıda sayılan­ların tamamı hac esnasında yasaktır. Bütün bu sayılanlardan kaçınılması ve uzak durulması emredildi. Çünkü, bunlar insanın her zaman kaçınması ve uzak durması gerekli olan şeylerdir. Başka zamanlarda kaçınılması ge­rekli olan şeylerden hac esnasında kaçınılması ise haliyle daha bir önem kazanır. Çünkü, hacda böyle bir davranış içine girmek çok daha çirkindir. Zira hacda böyle bir davranışın sergilenmesi tıpkı namaz kılarken haram olan ipek giysi giymek gibidir veya Kur'an okurken okuyuşu şarkı söyle­meye benzetmek gibidir.

Buradaki nefıyden murat nehiydir, yasaklamadır. Yani, bunun va­cip ve gerekli olduğudur. Bunların işlenmemesi açısından bu, gerçek ifa­desiyle bu demektir, yani kesin yasak olduğudur.

Kıraat imamlarından Ebu Amr ile İbn Kesir ilk iki kelimeyi yani, kelimelerini merfu olarak okumuşlar ve her ikisini de nehiy manasına yorumlamışlardır. Üçüncü kelime olan, kelimesini ise nasb ile okumuşlardır. Bunu böyle okumalarının sebebi de haber manasında yani cinsi nefîy için olan nın ismi olarak değer­lendirmeleri ve bu manada cidalin yani kavganın olumsuz bir şey olduğu ifade edilmiştir. Sanki şöyle denir gibi: yani "hacda şüpheye ve kavgaya yer yoktur. "

Yüce Allah daha sonra kötülükten men etmenin hemen peşinden hayra ve iyiliğe teşvikte bulunuyor ve çirkin, kötü söz kullanma yerine güzel ve iyi sözler ve işler kullanmalarını, fasıklık yerine de fazilet ve takvaya yönelmelerini istiyor. Kavga ve tartışmanın yerini de anlaşmaya ve güzel ahlâka bırakmalarını emrediyor. İşte bütün bunlar için Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Her ne hayır islerseniz Allah onu bilir." Şunu iyice bil ki; Allah her yaptığınızı çok iyi bilendir ve sizi, yap­tıklarınız sebebiyle de ya cezalandıracak ya da ödüllendirecektir.

İşte ayetin bu kısmı, Allah cüzleri, basit şeyleri bilmez, diyenlerin görüşlerim reddediyor.

Yemen halkı yol için azık temin etmez, yanlarına almazlarmış ve: "Biz Allah'a tevekkül edenleriz. " diyerek hep halka yük olurlarmış. İşte şimdi tefsirini yapacağımız bu kısım bununla ilgili olarak nazil olmuştur.

"O Iralat', ey inananlar! azık edinin." Kendiniz adına azık hazırlayın. Halktan yiyecek istemekten sakının. İnsanları zora sok­maktan uzak durun ve onların omuzlarında ağırlık oluşturmayın.

"Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Al­lah 'in emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır." Yani bu konuda onlara yük olmak ve onları güç durumda bırakmaktan sakın­makladır. Ya da kötü ve yasak olan şeylerden uzak durmak suretiyle ahi-ret hayatı için azık hazırlayın. Çünkü bu manada azığın en hayırlısı, kötü­lüklerden el etek çekerek sakınmaktır.

"Ey akıl sahipleri Emir ve yasak­larımı çiğnemekten sakının." Azabımdan ve sizi cezalandırmamdan kor­kun. tıpkı, gibidir.

Rabbimizin akıl sahiplerine seslenmesi, akim, Allah'ın emirlerine bağlı ve yasaklarından sakınmanın temeli olması sebebiyledir. Dolayısıy­la bir kimse akıllı olduğu halde istenenlere aykırı hareket ediyorsa o ade­ta akılsız kimseler gibidir, demektir.

Aşağıda tefsirin ele alacağımız ayetin nüzul sebebi şöyledir. Bazı kimseler deve peşinden koşturanların ve ticaret için hac yapanların haccı makbul değildir iddiasını ileri sürerek:

"Şu kira ile hacılara iş yapanlar ve yardımcı olanlar hacı olamazlar, onlar sadece ticaret ve kar peşinde koşturanlardır." diyorlardı. İşte şimdi ele alacağımız ayet bu konuyu işlemektedir: [92]

 

198 - Hac mevsiminde ticaret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı aramanızda size herhangi bir vebal ve günah yoktur. Arafat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldığınızda Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Ve Allah sizi nasıl doğru yola hidâyet etmiş ise siz de öylece Allah'ı anın. Oysa siz bundan önce gerçekten hep dalâlet içinde (yani sapıklardan) idiniz.

 

"Hac mevsiminde tica­ret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı arama­nızda herhangi bir vebal ve günah yoktur." Rabbinizden bir vergi, bir ih­san, bir lütuf ve mali üstünlük, kâr.

ticaret yapmak ve kira ile iş yapmak suretiyle kazanç elde etmek ve fayda sağlamak, demektir.

"Arafat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldığınızda Meş'ar-i Haram'­da Allah'ı zikredin."

"Kalabalık halinde yola düştüğünüzde." Bu ifade suyun taşmasından alınan bir ifadedir. Suyun fazlasıyla dökülmesi, akıp gitmesi demektir. Esasen bu ifade, takdirinde olup mef ulü terk edilmiş, buna gerek duyulmamıştır.

"Arafat" bir Özel isimdir. Vakfe yapılan yerin adıdır. Kelime çoğul olarak isim halini aldı, tıpkı Şam civarında bir beldenin ismi olan gibi. Kelimenin munsarif olması ise, sonunda bulunan harfinin müenneslik (dişilik) harfi olmamasmdandır. Aksine kendisinden önce gelen elif harfiyle beraber cem, müennes (dişilik) alâmetidir. Arafat diye isimlendirilmesinin sebebi, bunun Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm) için bir tanınma işareti, nirengi noktası görevi yapmasından ileri gelmektedir. Çünkü Hz. İbrahim (Aleyhi's-Seiâm) o taşı gördüğünde onu tanımış ve bun­dan ötürü Arefe (Arafat) adını almıştır.

Bir yoruma göre de Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) ile Hz Havva burada karşılaşırlar ve birbirlerini tanırlar. İşte bunun için bilinme, tanınma ya da tanıma manasında Arefe denmiştir.

îşte bu, aynı zamanda Arafat'ta vakfe'nin (durmanın) vücûbiyetinin de delilidir. Çünkü ifada/ifaza yani sel gibi dönüş ancak vakfe yapıldık­tan sonra olur.

Allah'ı zikretmek demek, telbiye getirin (yani Lebbeyk duasını o-kuyun), tehlil getirin (La ilahe illallah, ...) deyin, tekbir getirin, Allah'a senada bulunun, dua edin ya da akşam ve yatsı namazlarını kılmak sure­tiyle Allah'ı anın.

Bütün bu istenenler Meş'ar-i Haram denilen yerde olmalıdır. Bura­sı da Müzdelife'deki Kuzah tepesinin yanıdır. Ki bu tepede İmam (Emir) durumundaki kimse durur, vakfe yapar. Burada üzerinde kandillerin ya­kıldığı bir çadır (kulübe) bulunmaktadır.

"Meş 'ar " demek, belli yer ve nokta, nirengi noktası demek olup, ibadet edilecek yerlerin bu şekilde belirlendiği yerler manasındadır. Buna da Haram adının verilmiş olması, bu yerlerin de kutsallığındandır. Dola­yısıyla burada da hiçbir yasak çiğnenmez, çiğnenmemesi gerekir. Aynı zamanda Meş'ar-i Haram'a Müzdelife adı da verilmektedir. Müzdelife dendiği gibi buraya Cem' (yani toplanma ve buluşma) noktası da den­mektedir. Çünkü Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) burada Hz. Havva ile bir araya gelmişler ve Hz. Adem (Aleyhe s-Selâm) burada ona yaklaşmıştır. Bunun için de ayrıca buraya Cem' adı verilmiştir. Ya da burada iki namaz cem edi­lerek bir arada kılındığından dolayı buraya Cem' adı verilmiştir. Yahut da halk burada yaptıkları vakfe ile Allah'a yaklaşmaktadır diye bu isim verilmiştir. Çünkü Müzdelife'nin manası yaklaşmak demektir.

"Ve Allah sizi nasıl doğru yola hidayet etmiş ise -size nasıl güzel bir yol göstermiş ve O'nu nasıl zikretmeniz gerektiğini size öğretmiş ise- siz de öyle Allah'ı anın. -O şekilde güzel bir halde ve öğrettiği gibi anın. Bu yoldan dönme­yin—. Oysa siz bundan —hidayetten— önce gerçekten hep dalâlet içinde idi­niz." Çünkü Allah'ı nasıl zikredeceğinizi bilmezdiniz ve O'na nasıl iba­det yapılacağından da habersiz idiniz.

kelimesindeki harfi ya mastar içindir veya "ma-i kâffedir. harfi sakileden yani şeddeli durumdan hafıfeye (şeddesiz hale) dönüştürülmüştür. buradaki harfi de farika (ayrışma) lamıdır. [93]

 

199 - Bundan sonra insanların sel misali akın edip geldiği yer­den sizde akıp gelin. Allah'tan mağfiret dileyin. Doğrusu Allah çok affeden ve çok merhamet edip esirgeyendir.

 

"Bundan sonra insanların sel misali akın edip geldiği yerden siz de akıp gelin." Sizin de akışınız, aynı şe­kilde insanların akın edip geldiği yerden olsun. Müzdelife'den olmasın.

Bunun Kuryeş için bir emir olduğu belirtilmiştir. Çünkü, Kureyşliler dönüşlerini Arafat'tan başlayıp Cem'e yani Müzdelife'ye doğru yap­malarını isteyen bir emirdir. Çünkü, diğer insanlar vakfelerini Arafat'tan başlayarak yaptıkları halde Kureyşliler vakfelerini Cem denilen yerde yaparlardı. Kendilerini diğer insanlardan farklı kabul ederlerdi. Nitekim bu hususta şöyle derlerdi:

"Biz Harem'in yerlileri ve bakıcılarıyız. Bu itibarla biz diğer insanlar­la birlikte vakfe yapmaya çıkmayız." İşte bu şekilde kendilerine bir ayrıca­lık veren Kureyş'e bu bir emir olup, onların da diğer insanlar gibi Ara­fat'ta vakfe yapmalarını ve dönüşlerini de onlarla beraber yapmalarını is­tiyor.

Bir yoruma göre de şöyle denmiştir: Arafat ile alâkalı ifada (dönüş) zaten anlatıldı. Bu ises Cem' denen yerden Mina'ya olan ifadadır (dö­nüştür). Burada bundan murat ise bizzat inançlarına oldukça sıkı biçimde bağlı olan Kureyş toplumudur. Bu itibarla hitap onlara olduğu gibi genel manasıyla mü'minleredir.

Vakfe durulacak yerlerdeki muhalefetiniz nede­niyle ve benzeri cahili davranışlardan dolayı ve bir de hac ile ilgili amellerinizdeki eksik ve kusurlarınız sebebiyle "Allah'tan mağfiret dileyin." "Doğrusu Allah çok affeden ve çok merhamet edip esirgeyendir." [94]

 

200 - Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, zamanında atalarınızı Överek andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın. İnsanlardan Öyleleri de var ki: "Ey Rabbimiz! Bize vereceklerini bu dünyada ver." derler. Böylelerinin ahirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur.

 

"Hac ibadetlerinizi tamamlayıncak'' Yanı hac esnasında yapmakla emroUmduğunuz görevlerinizi bitirip dönmeye başladığınızda, "Zamanında atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın." Yani baba­larınızdan sitayişle söz ettiğiniz gibi öylesine anın. Mana bakımından şu demektir: Allah'ı oldukça çok çok zikredin, hatırlayın ve anın. Bu nokta­da ne kadar ileri gidebilir ve fazla zikredebilirseniz bunu yapın. Tıpkı a-talannızdan söz ettiğiniz gibi. Onlara ait hatıraları canlandırdığınız ve on­ların o dönemlerde o günlerde yaptıklarını andığım gibi anın. Çünkü Kureyşliler cahiliye dönemi atalarının geleneklerine uyarak Mina'da Mescit ile dağ arasında vakfe yaparak (durarak) atalarının yaptıklarım biri bir sa­yıp ortaya dökerler ve onların anılarını orada caniandınrlardı. O günlerin güzelliklerinden söz ederlerdi.

Burada, buyurulmasıyla yani; "hatta ondan da çok Allah'ı anın." denmesi cahili yönetimlerin, dönemlerin reddi açısından önemlidir. Dolayısıyla burada, hiçbir cahili dönemi ve yönetimi övmeyin, peşinden gidip savunmayın bütünüyle Allah'a ve O'nun şeriatına yönele­rek onu nasıl hakim kılacağınızı düşünün ve bunu değerlendirmesini ya-pın, demektedir, buna dikkat çekilmektedir. Bu cümle, kavlindeki "zikr" kelimesinin izafe olunduğu kelime üzerine atfolunması nedeniyle cer mahallinde gelmiştir.

Örneğin: veya, demen gibi. temyizdir.

"İnsanlardan öyleleri de vardır ki -Hac ibade­tini yapmak üzere o beldeye gelenler arasında Öylesi insanlar da vardır ki, dünyalı için istekte bulunarak şöyle dua ederler: «Ey Rabbimiz! Bize vereceklerini bu dünyada ver, derler.» Yani bize vere­ceklerini özellikle dünya ile ilgili olarak ver, makam, mevki ve zenginlik ver, derler. "Böylelerinin ahirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur." Çünkü bunların tek amaçlan ve tasalan vardır. O da bu dünyadır. Zira ahiret hayatını inkâr ederler. Mana şöyledir:     

"Allah'ı çok çok anın, zikredin, O'na hep dua edin. Çünkü insanlar ge­nelde iki şey arasında az ile çok arasında talepte bulunur dururlar, az istekte bulunanlar, Allah'ı anarlarken, O'ndan bir talepte bulunurlarken hep dünyaya yönelik şeyleri ister. Kimisi de çok fazla talepte bulunur, dualarım bu çerçevede yapar. Dolayısıyla hem bu dünya ile ilgili hayn, iyilik ve gü­zelliği ister ve hem ahiretle ilgili hayrı, iyilik ve güzelliği talebeder. O halde ey insanlar! Sizler çok istekte bulunanlardan olun. Yani haklarında şöyle denenlerden olun!" [95]

 

201 - Onlardan öylesi insanlarda vardır ki, şöyle yakarırlar: "Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyi­lik ve güzellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!"

 

"Onlardan -hac ibadeti görevini yerine getir­mek Üzere gelen— Öylesi insanlar da vardır ki, şöyle yakarınlar: Rabbuniz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver,» nimet, afiyet, ilim ve ibadet etme imkanlannı ver, «ahirette de iyilik ve güzellik ver.» Af ve mağfiret, bağışlanma ver, mal ve cennet ver, halkın övgüsün, hakkın rızasını bize kazandır. İman ve eman-güven ver. İbadet ve işlerimizde ihlâs ve samimiyet, kötülüklerden halâs-kurtuluş ver. Sünnet üzere hareket etmeyi ve cennetini ver. Kanaat ve şe­faat ihsan eyle. Saliha, iffet ve namus sahibi bir eş (hatun) ve cennet huri­lerini ver. Mutlu bir hayat, sağlıklı bir yaşam ve müjde ile kabirden diril­me ver. «ve bizi cehennem ateşinden koru!»" Cehennem ateşinin azabından veya kötü huylu bir eşin şerrinden koru[96]

 

202 - İşte bunlar için kazandıklarından önemli bir pay vardır. Kaldı ki; Allah, hesabı pek çabuk görendir.

"İşte onlar -dünya ve ahiret güzelliğini isteyenler- için kazandıklarından önemli bir pay vardır." Kazandıkla­rı ameller cinsinden. Bunlar da yaptığı iyiliklerden elde ettiği menfaatlerden oluşan sevaptır. Ya da kazandıkları şeylerden dolayı. Ya da burada, "dua" kazanç ya da kazanını olarak isimlendirilmiştir. Çünkü dua da iş­lenen ameller türündendir. Ameller ise kazanç diye nitelenir. Yahut, ile işaret edilmek istenen şeyin her iki grubun olması da, yani sadece dünyayı isteyenler iîe hem bu dünyanın ve hem ahireîin güzelliği­ni isteyenler olabilir. Dolayısıyla her iki grubun da kendi yaptıkları amel­leri cinsinden kazanımlan, pay ve nasipleri vardır.

"Allah, hesabı pek çabuk görendin " Kıyametin kopması pek yakındır. Kullarının hesabını da çarçabuk görüverecektir. Öyleyse Allah'ı çokça anmakta acele edin, ahiret hayatının mutluluğunu istemede hızh davranın. Bunun manası ya böyledir yahu da şu şekildedir:

Yüce Allah'ın yarattığı varlıkların çokluğuna ve amellerinin olduk­ça fazla olmasına rağmen zatını hesabı süratle görüveren olarak niteleme­si, kamil manada bir kudretin sahibi olduğunu göstermek içindir. Dolayı­sıyla kişinin bu manada dikkatli olması ve gereken ameli yapmasının ge­reği ileride başına geleceklerden kaçınması lâzımdır.

Rivayete göre, Allah, yarattıklarım bir koyunun süt sağımı kadar bir sürede kullarının hesabım görüverir. Yine yapılan rivayete göre göz açıp kapanacak bir zaman zarfında hesabını görüverir. [97]

 

203 - Sayılı günlerde tekbir ve telbiye (Lebbeyk) ile Allah'ı a-nın! Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan Mekke'ye dön­mek isterse ona bir vebal yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir ve­bal yoktur. Bütün bunlar emir ve yasaklar uyarak sakınıp hareket edenler içindir. O halde Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasakların­dan sakının! Ve iyi bilin ki; sonunda hesap vermek üzere O'nun hu­zurunda toplanacaksınız.

 

"Sayılı günlerde -teşrik tekbirleri günlerinde- tekbir ve Lelbiyr (Lebbeyk) -namazların ardından ve şeytan taşlama sırasında tekbir- ileAllahı anın."

"Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan'Mekke'ye dönmek islerse ona bir vebal yoktur." Yani kim Nefr gününde acele edip dönmek isterse.

Nefr Günü: Şeytan taşlamanın üçüncü günü, Teşrik tekbirlerinin ikinci günü ve zilhicce ayının da on üçüncü günü olup bu güne Yevm-i Nefr denmektedir. Ya da "bu günde acele ederek dönmek isterse..."  

Gerek fiili olsun, gerekse fiili olsun her ikisi de, anlamında mutavaat (dönüşlü) fiildirler. Örneğin, gibi. Müteaddi (geçişli) fiil de olabilirler. Örneğin, gibi. Ancak bundan sonra gelen, fii­line bakıldığında mutavaat (dönüşlü) için olması daha uygundur.

Yani; söz konusu üç gün kalması yerinde iken iki gün kalıp cemre­leri attıktan sonra hemen Mekke'ye dönmek isterse, üçüncü günü de cemre (şeytan taşlaması) için kalmazsa, üç gün şeytan taşlaması uygun i-ken iki gün taşlama ile yetinirse bu acelesi sebebiyle günahkâr olmaz ve vebal altında kalmaz.

"Kûn de geri kalırsa -üçüncü gününde cemre için kalır, iki gün içinde dönmezse- ona da vebal yoktur." "Bütün bunlar emir ve yasaklara uyamk -avlanmaktan, cinsel iliş­kiden ve kırıcı davranışlardan- sakınıp hareket edenler içindir." Yani her ne kadar geride kalıp üç günü tamamlamak daha faziletli ise de kişi acele ederek iki gün içinde dönme ile üçüncü gününe kadar kalıp tehir arasında muhayyerdir (serbesttir). Hangisini isterse öyle hareket edebilir. Dolayı­sıyla muhayyerlik meselesi faziletli olan ile çok daha faziletli olan arasın­da cereyan etmektedir. Bu tıpkı bir yolcunun ramazan ayında oruç tutma ile tutmama arasında muhayyer olması gibi bir duruma benzemektedir. Yolcunun bu haliyle oruç tutması tutmamasından daha faziletlidir.

Bir yoruma göre ise, cahiliye döneminde üç gün kalmayıp iki gün içinde dönenleri kimileri günahkâr sayarlarken, kimisi de iki gün içinde dönmeyip üçüncü güne kadar bekleyenlerin günahkâr olacaklarını ileri sürmüşlerdir. Bu hususta ikiye ayrılmışlardır. Dolayısıyla Kur'an bu ayetiyle etken dönen olsun, geri kalıp üçü tamamlayan olsun hiçbirisinin günahkâr olmayacağını belirterek onların bu inançlarını ret ediyor.

Hemen her konuda ve her işte "Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından sakının!" [98]

"Ve iyi bilin ki, sonunda hesap vermek üzere -kabirlerinizden diriltildiğinizde- O'nun huzurunda toplanacaksınız."[99]

 

Meali

 

204. İnsanlardan öyleleri de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki söz­leri senin hoşuna gider. Kalbinde olana (samimi davrandığına) da Allah'ı şahit tutar. Oysaki o, düşmanların en yamanıdır.

205. İş başına geçince yeryüzünde fesat çıkarmaya (bozgunculuk ederek anarşi doğurmaya), ekinleri (ürünleri) tahrip ederek nesilleri de bozmaya koşar. Oysa Allah fesadı, sevmez.

206. Ona: "Allah'tan kork." diye uyan yapıldığında, gurur, onu (daha çok) günaha sürükler, İşte böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir. Gerçekten o ne kötü varış yeridir.

207. İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, Allah'ın rızasını ka­zanmak için canını satar. Allah kullarına karşı oldukça şefkatlidir.

208. Ey iman edenler! Hepiniz toplu halde İslam'a girin. Sakın şey­tanın izinden gidferek tuzaklarına düş)mcym. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.

209. Size apaçık deliller geldikten sonra eğer buna rağmen tökezler (de şeytanın izine uyar)$ümz iyi bilin ki, Allah (kurulan her tuzağa) galip gelen ve hükümlerinde hikmet sahibi olandır.

210. Onlar, bulutlan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin ken­dilerine gelivermesini (ve işlerinin hemen bitîrilivermesini) mi bekleyip duruyorlar? Oysa iş bitirilmiştir. Bütün işler yalnızca Allah'a döndürü­lecektir.

211. (Ey Muhammedi) İsrailoğullarına sor: Biz onlara apaçık ayet­lerden nicelerini verdik. Her kim kendilerine geldikten sonra Allah'ın nimetini (hükmünü) değiştirirse iyi bilsin ki, Allah'ın azabs ve cezası pek şiddetlidir.

212. Kâfirlere dünya hayatı süslü gösterildi. (Dolayısıyla bu inkar­cılar) iman edenleri alaya alırlar. Oysa müttakiler kıyamet gününde on­lardan üstündür. Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır.

213. İnsanlar bir tek ümmet idiler. Allah da kendilerine müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düş­tükleri  konularda hüküm vermek için hak yolu gösteren kitapları da beraberlerinde gönderdi. Oysa o konularda anlaşmazlığa düşenler, ancak kendilerine deliller geldikten sonra sırf aralarındaki azgınlık ve hasetleri yüzünden anlaşmazlığa düşen (Yahudi ve Hrisüyan) başkası da değildir. İşte böylece Allah, iman edenlere, hak konusunda anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri izniyle gösterdi. Ailah dilediğini doğru yola iletir.

214. Yoksa siz, sizden önce geçen ümmetlerin başlarına gelen du­rumlarla denenmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öylesi yoksulluklar ve  sıkıntılar gelip  çatmış  ve  öylesine  sarsılmışlardı  ki, nihayet peygamber ve  beraberindeki  inananlar:  "Allah'ın yardımı  ne zaman?" demişlerdi. İyi bilin ki, Allah'ın yardamı yakındır. [100]

 

Tefsiri

 

Ahnes b. Şurayk çok güzel sözler söyleyen ve iyi konuşan, hoş söz­ler söylemesini bilen biriydi. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi w Sellçm) ile karşıla­şınca ona karşı hoşa gidecek sözler söylerdi ve Müslüman olduğunu ve Allah Rasûlünü sevdiğini söyierdi ve: "Allah da benim doğru söylediğimi bilir." diye de söylediklerine Allah'ı tanık gösterirdi. İşte aşağıdaki ayet bununla ilgili olarak nazil olmuştur. [101]

 

204 - İnsanlardan öyleleri de vardır ki, dünya hayatı hakkın­daki sözleri senin hoşuna gider. Kalbinde olana (samimi davrandığına) da Allah'ı şahit tutar. Oysaki o, düşmanların en yamanıdır.

 

"İnsanlardan öyleleri de vardır ki, dünya hayalı hakkındaki sözleri .senin hoşuna gider."' Seni mest eden gönlünde üstün bir yer edinmek ister. Nitekim, insanın gönlünde yer eden ya da taht kuran bir şey için de "şaşılacak şey, harika şey" türünden ifadeler kullanılır.

cer edatı, kelimesine taalluk eder. Yani: "Onun dünya ile ilgili olarak söyledikleri senin hoşuna gider. Çünkü; onun "seni se­viyorum," iddiasıyla esasen söylemek istediği, dünya sevgisi ve mahab-betidir. Onun bu sevgiyle ahiret sevgisini murat ettiği söz konusu değildir." demektir.

Ya da, "senin hoşuna gider" sözü, "Onun dünya hakkındaki söz­leri hoşuna gider, ahiretle alâkalı olanı değil. Çünkü yarın kıyamet gü­nünde hesap yerinde dili tutulacak ve bir şey söyleme gücüne sahip olma­yacaktır.'1 demektir.

kalbinde olana, (samimi olduğuna) da Allah'ı .sahil tular. Oysaki düşmanların en ya­manıdır. " Yani, bu kimse sana yemim ederek şöyle der: "Seni ve İslâm 'ı sevdiğime dair kalbimde olana Allah şahidimdir. " Oysaki bu adam, düş­manlıkta düşmanlar içerisinde daha çok düşmanlık besleyen, Müslü­manlara karşı kin, öfke ve düşmanlık ile dolu olan bindir.

kelimesi, manasındadır. Buradaki izafet, yani tamlama ise, manasınadır. Çünkü, kalıbında olan kelimeler, örneğin kelimesi gibi, kendisinin bazısı (bir kısmı) olan şeye muzaf olur, meselâ, gibi. Dolayısıyla kişi, genç bireylerin bazısı demek değildir. Bu değerlendirmeye göre ayetin takdiri şöyledir. "Düşmanlık etmede daha bir azılıdır."

Ya da, kelimesi, tıpkı, kelimesinin çoğulu kelimesi olduğu gibi bu da kelimesinin çoğuludur. Bunun da takdiri şöyledir: "O düşmanlıkta düşmanlık edenlerin en azılısı ve en yamanıdır." [102]

 

205 - İş başına geçince yeryüzünde fe"Sat çıkarmaya (bozgun­culuk ederek anarşi doğurmaya), ekinleri (ürünleri) tahrip ederek nesil­leri de bozmaya çaba harcar. Oysa Allah fesadı sevmez.

 

İş başına geçince..." Bu kimse sana yumuşak ve ho­şuna giden sözler söyleyip, mest eden ifadeler kullanıp yanından ayrılıp gidince, daha önce Sakif kabilesi üzerine geceleyin onların bir şeylerden haberi olmadığı bir sırada apansızın baskın yaparak hayvanlarını ve ekin­lerini yakıp öldürdüğü, toplumu tarumar ettiği gibi.

"Yeryüzün­de fesat çıkarmaya, (bozgunculuk ederek anarşi doğurmaya), ekinleri (ürün­leri) tahrip ederek nesilleri de bozmaya çaba. lıarcar." Kısaca, ekinleri, can­lıları yok eder. Ya da idari manada başa geçince kötü ve zalim idareci­lerin yaptıkları gibi o da nesli, ekinleri bozgunculuğu ve anarşik ruhlu davranışıyla toplumu fesada verir, bozar. Her yerde terör estirir.

Bir yorumu da şöyledir: Bu tür idareciler zulümlerini öylesine açık­tan işlerler ki; nihayet onların bu kötülükleri sebebiyle yağmurlar kesilir, kıtlık baş gösterir. Sonuçta her yerde ve her şeyde kuraklık olur. Toplum sonuçta bütünüyle bozulur.

"Oysa Allah /hadi. sermez. "[103]

 

206 - Ona: "Allah'tan kork." diye uyarı yapıldığında, benlik ve gurur onu daha çok günaha sürükler. İşte böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir. Gerçekten o ne kötü varış yeridir.

 

"Ona -Ahnes b. Şurayk ve benzerlerine toplumu ve nesli ifsadetmekten, anarşi çıkarmaktan dola­yı-, MlaJı 'lan kork, diye uyarı yapıldığında, gurur onu daha çok günaha sü­rükler. " Cahiyenin getirdiği kibir ve gurur onu kaçınması gereken güna­ha daha da sürükler. Daha fazla kötülük yapmaya çabalar, daha çok gü­nah işleme gayretine düşer.

Ya da, kelimesindeki harfi, sebep içindir. Yani, nıana şöyle olur: "Kalbindeki var olan günah işleme hırsı ve kini nedeniyle .o kibre, gurura kapılır." Bu ise küfürden başka bir şey değildir.

'İsle böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir." Onlara cehennem ateşi yeter. "Gerçekten a ne kötü varış yeridir." Yatak olarak onlar için cehennem ne kötü yerdir.

Aşağıda okuyacağımız ayet Suhayb (Radıyallahu Aah) hakkında nazil olmuştur. Çünkü müşrikler onu, İslâm'ı bırakması için zorlamışlar, ona baskıda bulunmuşlar ve beraberinde bulunan bazı arkadaşlarını da şehit etmişlerdi. Ancak Hz. Suhayb (Radıyallahu-Anh) varlığını (malını) onlara bı­rakarak sadece canının bağışlanması ve İslâm'dan dönmesini istememe­leri kaydıyla müşriklere bırakmıştı. Bu şekilde Medine'ye hicret etmişti.

Ya da bu ayet öldürülene (şehit olunana) dek hep iyiliği emredip kötülükten meneden mü'minler. hakkında nazil olmuştur. [104]

 

207 - İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canını ortaya koyar -canını satar-. Allah kullarına karşı oldukça şefkatlidir." Bu yaptığından dolayı ona sevap verecektir. [105]

 

208 - Ey iman edenler! Hepiniz topluca İslam'a girin. Sakın şeytanın izinden giderek tuzaklarına düşmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.

 

"Ey iman edenler! Hepiniz topluca islâm'a girtn Kıraat imamlarından İbn Kesir, Nafi, Ebu Cafer ve Ali, harfinin fethi/üstünü ile, kelimesini, olarak okumuşlardır. Bu da istislam, yani teslim olma ve itaat etme manalarına gelir. Yani "Allah'a-teslim olun ve O'na itaat edin.", demektir. Ya da bu, "İslâm " demektir. Hitap, yani sesleniş ve uyan kitap chünedir. Çünkü, bunlar yalnızca kendi peygamberlerine ve kitaplarına iman ediyorlardı. Ya da bu hitap münafıklaradır. Çünkü, münafıklar sa­dece dilden inandıklarını söylemekte idiler. Esasen iman etmiş değillerdi.

yani; içinizden hiçbir kimse O'na itaatten dışarı çıkmak­sızın, hepiniz toptan, demektir. Bu kelime, fiilindeki zamirden haldir. Yani, "toplu olarak" demektir. Ya da bu kelime, keli­mesinden haldir. Çünkü bu, rnüenneş (dişil) olabilmektedir. Sanki, "Al­lah'a itaatle ilgili tüm taatleri yerine getirmekle ve bu manada Allah'ın emri altına girmekle cmrolunuyorlar." Ya da "İslâm'ın tüm kurallarını, şeriatın her esasını uygulamakla emroltınmaktadırlar." demektir.

kelimesi, kelimesinden alınmadır. Sanki içle­rinden hiçbirinin de hariçte yer almaması şartıyla toplu olarak dinden ya da itaatten çıkmaktan men olunmaktalar.

"Sakın şeytanın izinden -vesveselerinden- giderek tuzaklarına, düşmeyin.  Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Size karşı düşmanlığı açıkça meydanda olandır. [106]

 

209 - Size apaçık deliller geldikten sonra eğer buna rağmen tökezler (de şeytanın izine uyar)saniz, iyi bilin ki; Allah (kurulan her tuzağa) galip gelen ve hükümlerinde hikmet sahibi olandır.  

 

"Size apaçık deliller geldikten -davet olunduğunuz hakka girmekten apaçık kanıtlardan ve in­kâr olunamayacak açıklıktaki burhanlardan- sonra eğer buna. rağmen tö­kezler, şeytanın izine uyarsanız -İslâm'a ve barışa girmekten yan çizerse­niz-," "...iyi bilin ki, Allah., kundan her tuzağa galip gelen -hiçbir güç onun sizi azap etmesinden asla kurtara­maz- m' hükümlerindi' hükmet sahibi olandır." O ancak hakka dayalı ola­rak azap eder. 

Rivayete göre biri bu ayeti okurken, sonunu, olarak yanlış bir şekilde bitirir. Fakat hiç Kur'an okumamış olan bir bedevi/Arabî bilmediği halde okuyana karşı çıkar ve şöyle der:

"Senin bu okuduğun Allah'ın kelâmı olamaz. Çünkü hakim olan bir zat, hakka aykırılıktan ve isyandan bahseden bir konudan sonra mağfiret­ten ve bağışlamaktan söz etmez. Zira bu, bir tür kötülüğe teşvik ve özendir­me anlamına gelir." [107]

 

210 - Onlar, mutlaka buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve me­leklerin kendilerine gelivermesini (ve işlerinin hemen bitirilivermesini) mi bekleyip duruyorlar? Oysa iş bitirilmiştir. Bütün işler yalnız­ca Allah'a döndürülecektir.

 

Onlar, ancak buluttan gölgeler Allah'ın, -emrinin ve azabının- re me­leklerin kendilerine gelivermesini 'bekleyip duruyorlar." bitirilmiştir." -yani artık onların helakine ilişkin mesele bitmiştir.

"gözetiyorlar mı/bekliyorlar mı" manasmdaki bu söz "gözetmiyorlar/beklemiyorlar" ancak Allah 'in onlara gelmesini bekliyorlar. " manasına gelmektedir. Ay­nı Rabbimizin şu sözünde olduğu gibi:

"Ya da Rabhinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?"[108]

Yine Rabbimiz buyuruyor:[109]

"Azabımız onlara,.... geldi."

Veya burada getirilecek şey mahzuftur. Mana şöyledir:  "Allah'ın onlara azabını getirmesini,.... "

Çünkü; mananın bu şekilde olduğuna bundan önceki ayette geçen, cümlesi işaret etmektedir.

Ayette geçen, kelimemi, kelimesinin çoğuludur. Bu da, kişiyi gölgeleyen şey, demektir.

Bulut, bulutlar demektir. Bu, bir anlamda onları korkutup ürkütmek içindir. Çünkü bulut söz konusu olduğunda genelde bundan rahmetin geleceği düşünülür. Eğer rahmet beklerken bundan üzerlerine azap gelirse bu, gerçekten onlar için çok daha feci ve korkutucu olur.

Onları cezalandırmak ve onlara azap getirmekle gö­revli meleklerin gelmesini mi, ya da kıyamet gününde onların hazır ol­masını mı beklerler? Ya da meleklerin onları kıyamet gününde azap yeri­ne getirmelerini mi?

"Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülecek­tir." Gerçi kullar bu dünyada kimi şeyleri yapabilme, onlara sahip olma gücüne sahip ise de yarın kıyamet günün de bütün işler Allah'a döndürü­lecektir. Çünkü her şeyin gerçek sahibi O'dur.

Kıraat imamlarından İbn Amir, Hamza ve Ali, Kur'an'ın her yerin­de geçen, cümlesini, olarak okumuşlar­dır. [110]

 

211 - (Ey Muhammedi) İsrailoğuIIarına sor, Biz onlara apaçık ayetlerden nicelerini verdik. Her kim kendilerine geldikten sonra Allah'ın nimetlerini (hükümlerini) değiştirirse, iyi bilsin ki, Allah'ın azabı ve cezası pek şiddetlidir.

 

"(Ey Muhammedi) israiloğıdlaruıa sor,"'

Buradaki, kelimesinin aslı, olup, baştaki vasi hemzesi­nin hazfinden (düşürülmesinden) sonra fetha/üstün harekesi har­fine aktarıldı. Artık bundan böyle vasi hemzesine de gerek duyulma­dığından kelime, halini almış oldu. Bu, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)â veya her kes için "sor" anlamında bir emirdir. Bu, bir paylama ve azarlama anlamında sormadır. Nitekim, yarın kıyamet gününde kâ­firlere bu türden sorular yöneltilecektir.

"Biz onlara -peygamberlerinin elle­riyle- apaçık belgeleri ayetlerden -ya da onların kitaplarında İslâm'ın doğ-ruluğuna ilişkin yer alan, şahit konumunda bulunan ayetlerden- 'nicelerini " Ayetteki, edatı ya istifham (soru) içindir veya haber manasındadır.

"İler kim kendilerine gel-diklen .sonra -gelen ayetleri bildikten, tanıdıktan ve yanlarındaki bilgile­rin doğru olduğunu gördükten sonra-.Allah'ın nimetlerini, hükümlerini, ayetleriııi değişiirir.se," Çünkü, insan eğer o ayetleri bilmez veya tanımaz ise, bu adeta o ayetler onun yanında tok anlamına gelir.

Ayette geçen, "nimet" kelimesi, "Allah'ın ayetleri" manasmdadir. Çünkü bu ayetler, yüce Allah tarafından gönderilen en üstün ve değerli nimetleridirler. Zira bu ayetler dalâletten, (sapıklıktan) hidayete (kur­tuluşa) sebep olan şeylerdir. Bunların değiştirilmesi ise; Allah, bu ayetleri ya da mucizeleri, onlar iman etsinler, hidayetlerine vesile olsun diye or­taya çıkardı, gönderdi. Ancak bunlar ise onu dalâletleri (sapıklıkları) için bir sebep durumuna getirdiler. Zira inkâra ve tahrife kalkıştılar. Nitekim şu ayet onların durumlarını çok net olarak sergilemektedir:

"Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münafıklık) olanlara gelince, onların da inkârlarını büsbütün artırır."[111]

Veya Hz. Muhammed (Sallaûâhu Aleyhi veSellem)'in getirdiği dinin doğ­ruluğunu gösteren ve kitaplarında yer almış bulunan bu ayetleri tahrif et­tiler, değiştirdiler.

"İyi bilsin ki, Allatim azabı ve ceza. su -hak edenler için- .şiddetlidir." [112]

 

212 - Kâfirlere dünya hayatı cazip gösterildi. (Dolayısıyla bu inkarcılar) iman edenleri alaya alırlar. Oysa muttakiler kıyamet gü­nünde onlardan üstündür. Allah dilediklerini hesapsız olarak rızık-landırır.

 

''Kâfirtere dünya hayalı cazip gösterildi " Dünya hayatını onlara böyle cazip gösteren şeytandır. Şeytan vesveseleriyle onların gözünde dünyayı güzelleştirir, dünyayı onlara sev­dirir.

Ya da dünyayı onlara bu manada cazip gösteren Allah'tır. Çünkü onlarda şehevî istekleri yaratmıştır. Çünkü tüm kainatı yaratıp var eden Allah'tır. Çünkü, olarak bu ayeti okuyan Mücahid, İbn Muhaysın, Humeyd/Hamid b. Kays ve Ebu Hay-ve'nin kıraatlerine göre mana buna da delâlet etmektedir. Buna göre ma­na şöyledir: "Kâfirlere Allah dünya hayatım cazip gösterdi."

''Dolayısıyla, bu inkarcılar iman edenleri alaya alırlar." Çünkü bu kâfirler İbn Mesud, Ammar, Suhayb ve benzeri mü'minlerden fakir ve yoksul olanlarla hep eğlenir dururlardı. Yani; kâ­firler, dünyadan başkasını istemezler, dolayısıyla dünyalıkları olmayan­ların veya az olanların haline bakarak hep onlarla alay eder dururlar veya dünyadan başka şey isteyenlerle alay ederler, demektir.

"Oysa mülakiler -Şirk. ve küfürden uzak duranlar ki bunlar burada adı geçen değerli mü'minlerdir-ktyamet gününde onlardan üstündür." Çünkü bu kimseler cennette yüksek mevkilerde olacaklar, kâfirler ise cehennem ateşinin en alt tabakalarında yer alacaklardır.

''Alkili dilediklerini hesapsız olarak nzıklandırır." Onlardan hiçbir şeyi eksiltmez. Yani; Allah, Karun ve benzerlerinin imkan ve varlıklarını bol bol verdiği gibi yine Allah dilediğine bol imkanlar ve rızıklar verir. Size bu türden bol imkanların verilmesi Allah'tan bir hikmete dayalıdır. Bu hikmet ise, nimet ile bir deneme ve istidraçtır, dünyalıkla bir ilerlemedir, başka değil. Eğer bu dünyada bir keramet, bir değer olsaydı, öncelikle sizden önce mü'min-lerin bunu hak etmeleri gerekirdi. Bu itibarla mesele sizin anladığınız gibi değildir. [113]

 

213 - İnsanlar bir tek ümmet idiler. Allah da kendilerine müj-deleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. İnsanların anlaş­mazlığa düştükleri konularda hüküm vermek için hak yolu gösteren kitapları da beraberlerinde gönderdi. Oysa o konularda anlaşmaz­lığa düşenler, ancak kendilerine deliller geldikten sonra sırf arala­rındaki azgınlık ve hasetleri yüzünden anlaşmazlığa düşen (Yahudi ve Hristiyanlar)dan başkası da değildir. İşte böylece Allah, iman eden­lere, hak konusunda anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri izniyle gös­terdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.

 

'İnsanlar bir tek ümmet, idiler." İnsanlar ta Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm)'dan Hz. Nuh (Aleyhis-Selâm) kadar hep İslâm dini üzere ittifak etmişlerdir.

Veya Hz. Nuh (Aleyhi's-Selâm) ile onunla birlikte gemiye binenlerdir. Daha sonra aralarında ihtilâf, anlaşmazlık başgösterdi. İşte bunu üzerine, 'Allah da kendilerine -mü'minIeri sevap ile- müjdelevici ve -kâfirleri de azap ve ceza ile- uyarıcılar ola-mk peygamberler gönderdi." Çünkü ihtilâf ettiklerine dâir ifadenin hazfine (gizlendiğine), ayetin kısmı delalet etmektedir. Kaldı ki, Abdullah b. Mesud'un, tarzındaki kıraati de buna delâlet etmektedir. Ayrıca Rabbimizin:

"İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler."[114]

ayeti de bu manayı doğrulamaktadır.

Ya da, "İnsanlar kâfirler (inkarcılar) olarak tek bir ümmet idiler. İş­te bunun üzerine Allah peygamberler gönderdi de onlar hakkında anlaş­mazlığa düştüler." demektir. kelimelerinin her ikisi de hâldir.

"İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda -önce ittifak ettikleri ve daha sonra anlaşamadıkları İslâm dini hakkında- aralarındaki anlaşmaz­lığı çözmek için -Allah'ın veya kitabın ya da kendisine kitap indirilen peygamberin çözmesi, hükmetmesi için- hak yolu gösteren -hakkın ve gerçeğin açıklayıcısı olan- kitapları da -her bir peygamberle birlikte ki­tabını da- beraberlerinde minderdi."

Oysa o konularda -hak konusunda- anlaşmazlığa düşenler, an­cak kendilerine -hakkın doğruluğunu gösteren- deliller geldikten -tartış­maya son verdirecek kitabın indirilmesinden- sonra sırf aralarındaki az­gınlık re lıaseUeri yüzünden -kendilerine inen kitaplar konusunda giderek daha fazlasıyla -anlaşmazlığa, düşen (Yahudi ve Hristiyanlar)r başkası da değildir."

Burada, mefulülehtir. Yani, aralarındaki haset ve çekememezlikten ötürü, dünyaya olan aşın düşkünlükleri sebebiyle bir zulüm olarak ve bir de acımasızlıklarından ve adaletsizliklerinden, de­mektir.

İşte böylece Allah iman edenlere, hak konusunda anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri açıklayarak- izniyle —ilmi ile— gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir. "[115]

 

214 - Yoksa siz, sizden önce geçen ümmetlerin başlarına gelen durumlarla denenmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onla­ra öylesi yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çatmış ve öylesine sarsılmış­lar di ki, nihayet peygamber ve beraberindeki inananlar: "Allah'ın yardım ne zaman?" demişlerdi. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır.

 

"Yoksa siz, sizden önce geçen ümmetlerin haşianmı gelen durum­larla denenmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?"

kelimesinin başında yer alan, kelimesi muttasıla olmayıp münkatiadır. Çünkü bunun şartı, kendisinden önceki istifham, yani soru hemzesinin olmasıdır. Örneğin:

gibi. Yani, bu ikisinden senin yanında bulunan hangisidir? Bunun cevabı ise şöyledir; Eğer yanındaki Zeyd ise, cevabı da "Zeyd" olur Ya da yanındaki Amr ise, cevabı da "Amr" olur. Oysa Münkatia manasındaki ise, istifhamdan ve haberden sonra gelir. Bu da bu takdir de, ve hemze manasında olur. Dolayısıyla bunun tak­diri de şöyle olur: Bundan önce gelen hemzenin ifade ettiği mana takrir ve tesbit içindir. Böyle bir durumu hesaba katmama­larını bertaraf etmek ve bunun uzak bir ihtimal olmadığını tesbit içindir.

Yüce Allah, tüm açık delillerin ortaya konmasına rağmen peygam­berlerin gelmesinden ve bu açık ayetlerden sonra ihtilâfa düştüklerini zik­redince hemen bunların peşinden rasûlü Hz. Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi've Sellem), ve mü'minlere cesaret vermek ve dinlerinde sebatlarını sağlamak için bu açıklamaya yer verdi. Böylece müşrikler ve ehli kitap ile olan ihtilâflannda, bunların Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerine ve kendisine karşı olan düşmanlıklarına sabretmelerini istemektedir. İşte bu bakımdan en mübalağalı bir ifade ve en beliğ bir anlatım olan iltifat yoluyla onlara sesleniyor ve yukarıda mealini sunduğumuz gibi, "Ey iman edenler! Yok­sa siz, .... " diye hitap devam ediyor.

ifadesinde yer alan, kelimesinde "olabilme" durumunda ya da "beklenen şey" durumundaki bir mana içerir. Yani, "Bu, denilen husus, beklenen ve olabilecek olan bir hâldir." anlamındadır. ile de, geçen bu toplumların çektikleri şiddet ve sı­kıntı konusunda örnek oluşturacak toplumlar olduğu gerçeğidir.

"Sizden öncekilerden" ifadesiyle bizden Önce geçen peygamberler ve onlara iman etmiş olanlar, denmek isteniyor.

"Onlara öylesi, yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çatmış ve öylesine sarsılmışlar ki,"

kelimesiyle başlarına gelebilen ve örnek gösterilen sıkın­tıları açıklıyor. Bu, yeni bir cümledir. Sanki birileri: "Bu söylediğin ör­nek gösterilen durum nasıl bir durum?" diye sorar gibi. İşte buna cevap olarak, buyurulmuştur. yoksulluk, sıkıntı ve şid­detli açlık. Hastalık, açlık vb. şeyler. akla hayale gelmedik belâlarla denenmeleri, adeta deprem misali sarsıntıya uğratıl­mış olmaları..

"...nihayet peygamber ve beraberindeki inananlar, «Allah'ın yardımı ne zaman?» de­mişlerdi. " Burada, kelimesi gaye içindir. Bu imtihanda öyle ki Allah rasûlü ve mü'minler de, "Allah 'in yardımı ne zaman? " diye feryat ediyorlardı. Artık sıkıntı öylesine had safhaya ulaşmış ki, bundan böyle sabredecek bir güçleri de kalmamıştı. İşte bunun için de söyleyeceklerini söylemişlerdi. Bunu anlamı ise, zafer ve kurtuluş isteği ve arzusudur. Çünkü sıkıntı ve şiddet zamanı olabildiğince uzamıştı.

yardımı yakındır." Bu cümle ile onların isteklerine karşılık verilmiş bulunuyor ve zaferin yakın bir gelecekte olduğu ifade ediliyor. Ayette geçen, kelimesini kırat imamlarından Nafı, mazi halin hikayesi olarak raf ile şek­linde okumuştur. Örneğin:

gibi. (Yani; deve su içti, ta ki deve geviş getirip gevişini yutana kadar.)

Diğer kıraat imamları ise bir, izmariyle nasb ile ve istikbal gelecek manasıyla okumuşlardır. Çünkü, edatı istikbal manası için alemdir, yani özel olarak bunun için kullanılır. [116]

 

Meâli

 

215. (Allah yolunda) ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: Maldan sadaka olarak harcayacaklarınız, ana babaya, akrabaya, yetimle­re, yoksullara ve yolda kalmışlara yapılmalıdır. Hayır olarak ne işlerseniz muhakkak Allah onu en iyi bilendir.

216. Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize farz kılındı. Ola ki bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir ve sizin sevip hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. (Doğrusu) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217. Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: "O ayda savaş yapmak büyük bir günahtır. Fakat (insanları) Allah yolundan (dininden) men etmek, Mescid-i Haram'in ziyaretine ve orada ibadete engel olmak, halkını oradan çıkarıp atmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne ise adam öldürmekten daha korkunçtur." Ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı hep savaşmayı sürdürüp duracaklar. Ancak içinizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölür­se, işte onların tüm işledikleri hem dünyada ve hem ahirette boşa gider. İşte bunlar cehennem halkıdırlar ve orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

218. Muhakkak ki iman edenler, imanlarının gereği olarak hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler (savaşanlar) var ya, işte Allah'-tan rahmet ve merhamet beklentisi içinde olanlar bunlardır. Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir.

219. Sana şarabın (sarhoşluk veren şeylerin) ve kumarın (hükmün)-den soruyorlar. De ki: "Her ikisinde de insanlar için büyük bir günah ve birtakım da yararlar vardır. Ancak her ikisinin de günahı (ve tahribatı) yararlarından çok daha büyüktür." Yine sana Allah için ne harcayacak­larını soruyorlar. De ki: "İhtiyacınızdan fazla olanını harcayın." Allah ayetleri-ni size işte böyle açıklar ki gerçekleri düşünesiniz. [117]

 

Tefsiri

 

Ensar'dan Amr b. Cemuh yaşı oldukça ilerlemiş olan ve bir hayli de zengin olan bir sahabi idi, Bu zat, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), mallarımızdan neleri Allah yolunda infak etmeliyiz, sadaka olarak ver­meliyiz ve kimlere vermeliyiz, diye soru yöneltir. İşte bunun üzerine şu ayet nazil olur.

 

215 - (Allah yolunda) ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: Maldan sadaka olarak harcayacaklarınız, ana babaya, akraba­ya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara yapılmalıdır. Hayır ola­rak ne işlerseniz muhakkak Allah onu en iyi bilendir.

 

"(Allah yolunda) ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: 'Maldan sadaka, olarak harcayacaklarınız ana ba­baya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara yapılmalıdır.

Ayette geçen, fadesi, nelerin infak oluna-cağını veya harcanabileceğini de açıklama bakımından mana olarak bunu içermektedir. Bu her türlü hayır ve iyilik manasmdadır. Dolayısıyla har­cama ve hizmet işte bu çerçevede yapılabilir. Esasen ayet konuya giriş o-larak işin en önemli olanlarından meseleyi ele alarak açıklama getirmek­tedir. Bu ise, harcamanın nerelere ve kimlere yapılabileceği işinden başla­narak ele alınmaktadır, Çünkü iyilik ve hayır anlamında yapılacak harca­ma eğer' yerini bulamazsa bu yerinde harcanmış bir hayır olmaktan çıkar. Hasan Basri ise bunun nafile yardımlarla alâkalı olduğunu zikretmiştir.

"Hayır olarak, ne işlerseniz muhakkak Allah ona en iyi bilendir." Bu yaptığınız hayra göre de sizi ödüllendirecek olan da kendisidir. [118]

 

216 - Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize farz kılındı. Ola ki bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir ve sizin sevip hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. (Doğ­rusu) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 

"Hoşunuza gitmediği halde -kâfirlerle- savaş -Allah yolunda cihad- üzerinize farz lalındı."

kelimesi, "Kerahet" kökünden türemedir. Burada mastar mübalağa anlamında olarak vasıf yerinde ya da manasında kullanılmıştır. Bu adeta tanınmış İslâm şairelerinden Hz. Hansa (Radıyaliahu Anha/nm şu

şiirindeki gibidir.. Yani'ikbal ve idbar kelimeleri mübalağa manasında va­sıf burada değerlendirilmiştir.

İnsanların hiç de hoşlanmadıkları savaş meselesi gündeme gelince sanki o bizatihi hoşlanılmayan bir şey imiş gibidir. Ya da buradaki, kelimesi, "mef'ul" manasında olan gibi değerlendirilebi­lir, yani, anlamındadır. Tıpkı ekmek manasında olan, kelimesinin, "yenerı yiyecek" anlamında olması gibi. Yani "o savaş sizin için hoşlanmadığınız bir şeydir." demektir.  

"Ota'bazen hoşlan­madığınız bir şey sizin için hayırlı alabilir." Örneğin; siz savaştan hoşlanmayabilirsiniz, ama bunda sizin yararınıza olmak üzere iki güzellik vardır. Bunlardan biri ya zaferdir ve ganimet elde etmeniz veya şehitlik mertebesine ererek cennete girmeniz olacaktır.

Ve sızın sevip hoşlandığınız bir şey de -örneğin, savaşa gitmeyip evde oturmak gibi-hakkınızda kötü olabilir." Çünkü sonuçta zillete düşebilir, fakir ve yok­sulluk çekebilir, ganimet ve cihad faziletinden mahrum kalabilirsiniz.

"...doğrusu Allah bilir, siz -bunu-bi/mcz.siniz." O halde sizin zor ve ağır da gelmiş olsa Allah'ın size emir buyurduklarını yerine getirmek için acele edin.

Şimdi tefsirini okuyacağımız bu ayetin iniş sebebi şöyledir. Rasûlııllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) müşriklerle savaşmak üzere bir seriye (aske­ri birlik) çıkarmıştı. Fakat bu sırada recep ayının hilâli de girmişti. Ancak onlar bunu bilemiyorlardı. Kureyş bundan yararlanarak:

"Muhammed, dokunulmazlık bulunan bir ayda dokunulmazlığı çiğne­di, saldırıya geçti. Oysa herhangi bir durumdan korkan bir kimse bu ayda hiçbir korkuya kapılmaksızın istedikleri gibi gezer." demişlerdi. İşte ayet bu olayı dile getiriyor. [119]

 

217 - Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De kî: "O ayda savaş yapmak büyük bir günahtır. Fakat (insanları) Allah yolundan (dininden) men etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine ve orada ibadete engel olmak, halkını oradan çıkarıp atmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne ise adam öldürmekten daha korkunçtur." Ellerinden gelse, sizi dininizden döndiirünrcye kadar size karşı hep savaşmayı sürdürüp duracaklar. Ancak içinizden her kim dininden döner ve kâfir olarak Ölürse, işte onların tüm işledikleri hem dünyada ve hem ahirette boşa gider. İşte bunlar cehennem hal-kıdırlar ve orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

 

-Ey Peygamber! Kâfirler ya da Müslümanlar- "Şano karanı ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. burada, kelimesinden bedel-i istimaldir. Bu, aynı zamanda, tarzında âmilin tekrarı ile de okunmuştur. Tıpkı,[120] kavlinde olduğu aibi.

De ki: o avda savaş yapmak büyük bir günahtır." Ayette geçen kelimesi mübtedadır, haberi de, kelimesidir. Bunun aynı zamanda nekire başlaması ya da mübteda olması da caizdir. Çünkü, ile vasıflanmıştır. Çoğu görüşlere göre ayetin bu kısmı:

"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün,"[121]

ayetiyle mensuhtur, yani yürürlükten kalkmıştır.

"Fakat İmanlan Allah.yolundan (dininden) men etmek," müşrikler Hudeybiyc senesinde hem Raşûlullah'ı ve hem de as­habını Beytullah'ı ziyaretten menetmişlerdi. Bu, aynı zamanda mübteda­dır. "O'nu ve dinini inkâr etmek." Allah'ı inkâr etmek, bu da bir önceki ifade üzerine matuftur. "Mescid-i Haram'ın ziyaretine ve orada ibadete engel olmak," Bu da, üzerine matuftur. Yani; Allah yolundan ve Mescid-i Haram'dan menet­mek, demektir.

İmam Ferra ise bunun, deki zamir üzerine matuf olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre mana: ''Allah'ı ve Mescid-i Haram'da ibadeti ve ziyareti inkâr etmek" demektir. Basra okuluna göre mecrur zamir üze­rine atıf yapmak caiz değildir (mümkün değildir). Ancak cer tekrarlanırsa bu, caiz (mümkün) olabilir. Örneğin:

denemez, ancak, denebilir, caiz (doğru) olanı budur. Eğer burada bu,  zamiri üzerine atfolunmuş olsaydı bu takdirde: denmesi ge­rekirdi.

"Halkını oradan. -Mescid-i Haram halkını ki bunlar da Rasülullah (Sallallaûhu Aleyhi ve Sellem) ile ona iman etmiş olan mü'minlerdir, işte bunları oradan- çıkarıp atmak ise" yine burası da daha önce geçen, üzerine matuftur. "Allah kalında en büyük günahtır." Yani küçük askeri birliğin bir yanlışlık sonucu haram ayda işledikleri fiilden sizin bilerek yaptığınız şey Allah katında daha büyük bir suç ve vebaldir.

İşte bu son cümle daha önce geçen üç ismin haberidir. "D'lne ise adam öldürmekten dalın korkunçtur." Yani Mescid-i Haram halkını haksız bir şekilde yerlerinden etmek, şirki hakim kılmak için çalışmak bir fitne olarak haram olan ayda adam öldürmekten ve kâfirlerin, genel manasıyla İslâm düşmanlarının Müslümanları her yerde ve her durumda cezalandırmaları, işkenceye tabi tutmaları, şu Müs­lümanların bir yanlışlık sonucu haram ayda yaptıkları saldırıdan daha korkunç ve daha tüyler ürperticidir.

"Ellerinden gelse, sizi dininizden -küfre- döndürüncevr kadar size karsı hep savaşmayı sürdürüp duracaklar." Bu gerçek aynı zamanda yüce Allah'ın, kâfirlerin ve müşriklerin Müslüman toplumlara karşı devamlı ve sürekli bir düşmanlık içinde olduklarını bize haber vermesidir. Kâfirler olsun müşrikler olsun ve onların izinden giden sözde Müslüman özde kâfirler olsun, Müslümanlar gerçek manada dinlerini terk etmedikçe, on­lar gibi olmadıkça hiçbir vakit Müslümanların yakalarından olmayacak­lardır.

Ayette geçen edatının manası ta'lil (sebep bildirmek) için­dir. Örneğin, "Filan kimse ta ki cennete girsin diye hep ibadet eder du­rur. " gibi. Yani, "Sizinle savaşırlar ta ki siz dininizden dönene kadar. "

Ayette yer alan, "ellerinden gelse, güçleri yetse" manasındaki, yü­ce Rabbimizin şu kavli, onların buna güç yetirerneyecek-lerine bir işarettir. Bu, senin düşmanına karşı söylemekte olduğunu şu ifadeye benzer bir ifadedir: "Eğer hana üstün gelirsen, bana hiç acıma, elinden geleni yap. " Düşmana bu tarz konuşurken, sen kendine gayet gü­ven içindesin, eminsin ve düşmanın seni hiçbir zaman yenemeyeceğini bildiğin için bu gerçeğe o cümle ile dikkat çekmiş oluyorsun.

"Ancak içinizden her kim dillinden -müşriklerle kâfirlerin dinine- döner ve -irtidat ettiği din üzere-kafir olarak ölürse," "İşte onların tüm işledikleri hem dünyada ve lıcm ahirette boşa gider." İslâm di­ninden irtidat edip başka bir dine geçmekle Müslümanların menfaatleri­ne olan her şeyden mahrum bırakılacak ve yoksun kalacak, ahirette de se­vaptan ve iyi bit sondan mahrum bırakılacaktır.

"işte bunlar cehennem halkıdırlar ve orada ebedi olarak kalı­cıdırlar. "

İmam Şafii Merhum, bu ayete dayanarak, bir kimse irtidat ettiği i-nanç üzere yani küfür üzere ölmediği sürece amellerinin boşa gitmeyece­ğini ileri sürüyor. Biz Hanefiler ise diyoruz ki; bir kimse irtidat etti mi, yani dinden döndü mü, o din üzere ölsün ya da ölmesin irtidat etmesiyle tüm amelleri boşa gitmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Her kim iman etmeyi kabul etmezse onun ameli boşa git­miştir." [122]

Biz Hanelilere göre temel dayanak şudur: Mutlak olan bir şey kayıt altına alınamaz. Şafii'ye göre mutlak olan bir şey mukayyede hamlolunabilir, yani kayıt altına alınabilir. İşte olay buna göre değer­lendirilmektedir.

İslâm'ın askeri birliğinde yani sedyesinde yer alan ve recep ayında müşriklerle savaşan mücahitler, Rasûlullah'a:

"Bizim için Allah yolunda cihad edenlerin sevabı olacak mı?" sorusu üzerine işte aşağıdaki ayet nazil olmuştur[123].

 

218 - Muhakkak ki iman edenler, imanlarının gereği olarak hicret (göç) edenler -Mekke'yi ve yakınlarını terketmek zorunda kalan­lar- ve Allah yolunda -müşrik ve diğer İslâm düşmanlarıyla- cihad eden­ler (savaşanlar) var ya, işte Allah'tan rahmet ve merhamet beklentisi içinde olanlar bunlardır. -Nitekim denir ki, uman kişi ister, korkan da kaçar.- Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir.

 

Bu ayette geçen, üzerinde vakf yapılmaz, durul­maz. Çünkü bundan sonra gelen, diye devam eden kısım, edatının haberidir.

Şarap (içki) hakkında dört ayet nazil olmuştur. Bunlardan Mek­ke'de nazil olanı ise şu ayettir:

"Hurma ve üzüm gibi meyvelerden içki edinirsiniz...."[124]

Müslümanlar İslâm'ın ilk yıllarında içki içiyorlardı, çünkü ilk za­manlar onlara içki yasaklanmamıştı. Daha sonra Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) ve sahabeden bazı kimseler Rasûkıllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) a dediler ki:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Bize şarap (sarhoşluk veren şeyler) hakkında bir açıklama getir. Çünkü bu, aklı gideriyor ve malı da yok ediyor." İşte bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu. [125]

 

219 - Sana şarabın (sarhoşluk veren şeylerin) ve kumarın (hük­mümden soruyorlar. De ki: "Her ikisinde de insanlar için büyük bir «ünah ve birtakım da yararlar vardır. Ancak her ikisinin de günahı (ve tahribatı) yararlarından çok daha büyüktür." Yine sana Allah için ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyacınızdan fazla olanını har­cayın." Allah ayetlerini size işte böyle açıklar ki gerçekleri düşünesiniz.

 

"Sana şarabın (sarhoşluk veren şey­lerin) ve kumcum hükmünden soruyorlar." İşte bu ayetin nazil olması üze­rine sahabeden bir kısmı içki içmeyi bırakırlarken bir kısmı da halen iç­meyi sürdürüyorlardı.

Daha sonraki tarihlerde sahabeden Abdurrahman b. Avf bir davet yaptı. Bu davette yemekler yenilip içkiler içildi ve sarhoş olundu. Bu sırada namaz vakti de girmişti. İçlerinden biri sarhoş bir hâlde imam ola­rak geçip namaz kıldırdı. Namazda, Kâfinin Suresini okumaya başladı. Fakat okurken sarhoşluk sebebiyle sureyi, şeklinde yanlış okudu. Çünkü, harfini okumadı, atladı. Yani, diye okuması gerekiyordu. Bunu okumadığı için mana da yanlış oldu. Yani, asıl mana "Ey kâfirler, sizin tapmakta olduğunuz (putlar)a ben tapmam." iken, mana bu defa,  harfinin okunmama-sıyla, "Sizin taptıklarınıza ben de taparım. " olmuştu. İşte bunun üzerine şu ayet nazil oldu.

"Ey iman edenler! Siz sarhoş iken (ne söylediğinizi bilinceye ka­dar) namaza yaklaşmayın."

İşte bu ayetin de gelmesi üzerine Müslümanlardan içki içenlerin sa­yısı azalmaya başlamıştı. Yine bir gün Utban b. Malik bir davet hazırla­dı, bazılarım buraya davet etti. Bir hayli içip iyice sarhoş olduklarında birbirleriyle kavgaya ve hatta vuruşmaya başladılar.

Bu olay üzerine Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle yakardı:

"Allah'ım! Bize şarap ve içkiye ilişkin olarak gönlümüze şifa veren bir açıklama gönder!" İşte bunun üzerine Maide Suresinin 90. ve 91. ayetleri geldi. Artık bu ayetlerle içki bütünüyle yasaklanmış, haram kılınmış olu­yordu. Maide Süresindeki ilgili ayette, "Artık vazgeçtiniz değil mi?" de­niliyordu. Hz. Ömer (Radıyaiiahu Anh) de "Rabbim! Vazgeçtik. " dedi.

Hz. Ali (Radıyallahu Anh) den şöyle bir rivayet bulunmaktadır:

"Eğer bir kuyuya bir damla içki düşse, sonra da o kuyunun bulundu­ğu yerde bir minare yapılsa, o minarede zzan okumam. Eğer bir damla içki' bir denize düşse, sonra da denizin suyu çekilip deniz kurumuş olsa ve orada da otlar bitse, orada hayvanlarımı gütmem."

- Hamr (yani şarap): Üzümün çok fazla kaynatılmasıyla üzerinde oluşan köpük atılarak elde edilen bir içkidir. Mastar adıyla, "hamr" ismini almıştır ki, Örtmek ve bürün;ok manasına gelir. Bu da aklı giderdiğinden .ötürü, bu manada "hamr" isna , erilmiştir. [126]

 

KUMAR

 

kelimesi kumar demektir. Bu, kalıbında gelen bir kelimedir. fiilinden alınmadır. Kolay oldu, elemektir. Çünkü bu, adamın malını elinden hiçbir zorluk ve sıkıntı çekmeden, alın teri harca­madan kolay bir yoldan elde etmek demektir. Ya da bu kelime, kelimesinden alınmadır. Bu ise zenginlik demektir. Dolayısıyla sanki adamin bütün varlığını alıp götürüyor, manasınadır. Kumar oynama şekli­ne gelince bu da şöyledir.

Cahiliye dönemi Araplarının on adet oku bulunuyordu. Bunlardan yedi tanesinin üzerinde birtakım çizgiler bulunuyordu. Üzerinde tek çiz­gi olana -ki buna denirdi. kumardan bir pay, yani çift çizgi bulunan çıkarsa iki pay,  yazılı olan yani üç çizgi taşıyanın çıkması halinde buna da üç pay düşerdi. diye adlandırılan ve ü-zerinde dört çizgi bulunanın çıkması halinde bu kimse de dört pay alırdı. Üzerinde yazılı olan ya da Nafıs diye adlandırdıkları beş çizgili okun çıkması halinde buna da beş pay verilirdi. adını verdikleri beş çizgili okun çıkması halinde ona da altı pay verilirdi. adını taşıyan yedi çizgili okun çıkması halinde ise buna da-yedi pay ayrılırdı. Geride kalan üçü ise boş idi. Üzerlerinde herhangi bir çizgi yoktu. Bunla­ra da ve adını vermişlerdi.

İşte bu on adet kumar oku bir torbaya ya da koni şeklinde bir kabın içine konulurdu. Bunu da güvendikleri adil birinin eline teslim ederlerdi. Daha sonra adam bunları karıştırır ve içlerinden okları teker teker adam­lar adına çekerdi. Çekilen oklardan kimin payına ne kadar bir hisse düşü­yorsa o kendi okuna isabet edeni alırdı. Boş ok çıkan ise hiçbir pay ala­mazdı. Aynı zamanda ortaya konan devenin tüm ödenecek parasını bu adam ödemek zorunda kalırdı. Kazanlar da paylarına düşenleri yoksullara dağıtırlardı. Kesilen devenin de etinden yemezlerdi. Fakat bununla da övünürlerdi. Hatta bu gibi bir oyuna katılmayanları da kmaıiardı.

Kumar hükmünde sayılan daha birçok oyunlar da vardır. Örneğin, tavla, satranç ve benzeri oyunlar gibi.

Yani, sana içki ve kumarın durumu nedir, diye sorarlar. Çünkü aşa­ğıdaki ayet delil olarak bunu gösteriyor.

De ki: Her ikisinde de insanlar için -çekişme, kavga, küfürleşme, ağıza alınmayacak manada kötü sözler çıkmasına neden olmasından ötürü- büyük bir günah ve birtakım da ya­rarlar vardır." Örneğin; içki ticareti, içenin bundan haz duyması gibi az da olsa yararı, kumar da ise fakirlerin bununla gözetilmesi, hiçbir sıkıntı çekmeden kolay yoldan mal elde olunması türünden yine az da oysa fay­dası vardır.

Kıraat imamlarından Hamza ve Ali, kelimesini, olarak okumuşlardır. Buna göre mana, "Büyük" yerine "çok" olur.

"Ancak her ikisinin de gürthhı ve tah­ribatı -ikisine devam edilmesi, alınması hâlinde-,'yuvarlarından çok daha büyüktür." Çünkü içkiciler, ayyaş ve kumarbazlar birçok yönden hep gü­naha bulaşırlar, hep tahribat ve yıkım getirirler.

''Yine sana, Allah için ne harcaya­caklarını soruyorlar. De ki: llıiiyaclan fazla, olanım harcayın.'" Burada ge­çen,   kelimesi, fazla olan anlamındadır. Yani, ihtiyacınızdan arta­nım harcayın, demektir. İslâm'ın ilk zamanlarında, fazla olanı tasadduk etmek farz idi. Eğer adam ziraatçı ise, bir yıllık ihtiyacını alır, bundan art kalanını da sadaka olarak dağıtırdı. Eğer bir iş yapan sanatkar idiyse, gün­lük ihtiyacını alır, bundan arta kalanını da sadaka olarak verirdi. Ancak bu hüküm zekat ayetiyle nesh edilmiştir, yani yürürlükten kaldırılmıştır.

Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini, raf (ötre) ile, olarak okumuştur. Bu kelimeyi nasb ile okuyanlar, keli­mesini tek isim olarak kabul ederek, bunu, fiiliyle nasp mahal­linde kabul etmektedirler. Dolayısıyla bunu da takdiri şöyledir: "De ki:

Fazla olanım harcarlar."

Fakat, kelimesini raf (ötre) ile okuyanlar ise, keli­mesindeki, kelimesini mübteda ve kelimesini de sılası ile bir-likte haber kabul etmektedirler. Burada, kelimesi, manasmdadır. Bunun sılası, yani ilgi cümleciği de, kelimesidir. Yani: "İnfak edecekleri şey nedir?" demektir. kelimesinin cevabı ise, olup, yani, "Ofazla olanı vermektir. " demektir. Dolayısıyla cevabın irabı da, cevap ile soru arasında bir uyum olsun diye tıpkı sorunun irabı gibidir.

"Allah ayetlerini işle size böyle açıklar ki gerçekleri düşüneniniz. "

Burada yer alan, işaret isminde yer alan, harfi mahzuf bir mastarın sıfatı olması bakımından nasb mahal İmdedir. Yani, "Şu açıklama gibi bir açıklama. " anlamındadır. [127]

 

Meali

 

220. Dünya ve ahiret hakkında (lehinize olan davranışları, düşünün ve ona göre davranın). Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla bir­likte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, işleri bozanla düzel­teni bilir. Eğer Allah isteseydi, sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. Mu­hakkak ki Allah güçlüdür, hakimdir.

221. İman etmedikleri müddetçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Müşrik bir kadın hoşunuza gitse de, iman etmiş bir câriye (köle kadın) kesinlikle ondan daha hayırlıdır. İman etmediği müddetçe müşrik erkek­lerle de kızlarınızı evlendirmeyin. Müşrik bir erkek hoşunuza gitse de, iman etmiş bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler amel­leri itibariyle onları cehennem ateşine davet ederler. Oysa Allah izni ve ilmiyle cennetine ve mağfiretine çağırır. İşte Allah üzerinde düşünsünler de gerçeğe ulaşsınlar diye insanlara âyetlerini böylece açıklar.

222. (Ey Muhammedi) Bir de sana aybaşı (hayız) .hakkında soru­yorlar. Onlara de ki: "Aybaşı bir ezadır (rahatsızlık ve zarar vermedir). O halde aybaşı halindeki kadınlar cinsel ilişkijden uzak durun. Te­mizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Ancak temizlendiklerinde artık Allah'ın size emrettiği mahalden olmak suretiyle onlara yaklaşın. Çün­kü, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever."       

223. Kadınlarınız sizin tarlaların izdir. Tarlanıza (haram yoldan git­memek kaydıyla) istediğiniz gibi gidin. Kendiniz için ileriye hazırlık ya­pın ve bilin ki muhakkak Allah'a kavuşacaksınız. (Ey Rasâlüm!) Müz­minlere müjde ver.

224. Allah adına yemin etmek suretiyle bunu iyilik yapmaya, emir ve yasaklara uymaya ve insanların arasını  bulmaya mani bir sebep haline getirmeyin. Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir.

225. Allah "lağv" (kasıtsız) olan yeminlerinizden dolayı sizi he­saba çekmez. Fakat bilerek yaptığınız yeminleriniz yüzünden hesaba çeker. Allah çok mağfiret eden ve azabını erteleyendir.

226. Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer bu zaman zarfında eşlerine dönmek isterlerse şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

227. Eğer boşamada kesin kararlı iseler, iyi bilsinler ki, Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla, bilendir.

228. Boşanmış kadınlar tekrar evlenmeden üç hayız süresi bekle­sinler. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa, Al-Iah'-m onların rahimlerinde boşandığı kocasından yarattığı cenini (ço­cuğu) ya da hayzı gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer kocaları ken­dileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu takdirde boşadıkları ka­dınları süresi içinde) geri almaya kendileri daha fazla hak sahibidirler. Kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkeklerin, ka­dınlara göre hakları bir derece daha fazladır. Allah Azizdir, Hakimdir. [128]

 

Tefsiri

 

220 - Dünya ve ahiret hakkında (lehinize olan davranışları dü­şünün ve ona göre davranın). Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah isteseydi, sizi de zahmet ve me­şakkate sokardı. Muhakkak ki Allah güçlüdür, hakimdir.

Dünya oc ahiret hakkında (lehinize olan dav­ranışları düşünün ve ona göre davranın)."

Ayetin başında yer alan, cer edatı, bir önceki ayetin sonunda yer alan, fiiline taallûk etmektedir. Yani, "Her iki dünyayı da ilgilendiren şeyler hakkında düşütlesiniz ve sizin için daha uygun ola­nı alasınız, diye... " demektir. Ya da, "Her iki dünya hakkında iyice düşü­nüp bu ikisinden hangisi baki ise ve hangisi daha çok faydalı ise onu ter­cih edesiniz, diye..." demektir. Aynı zamanda bu edatın yine bir önceki ayette geçen, fiiline taallûk etmesi de caizdir. Yani, "Her iki dünyaya ilişkin ayetleri, mucizeleri ve bu ikisi ile alakalı şeyleri sizin için açıklar. " demektir.

"Zulüm ve haksızlık yoluyla yetimlerin mallarını yiyenler hiç şüphesiz karınlarına (midelerine) ancak ateş tıkınmış olurlar."[129]

mealindeki bu ayet yetimler hakkında nazil olunca, insanlar bundan böy­le yetimlerden uzak durmaya, onlarla ilgilenmemeye başladılar. Onlarla bir araya gelmiyor, mallarına ait işlerle de ilgilenmiyorlardı. Bu durum Allah Rasûlü Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve Sellem) 'e anlatılınca, işte bunun üzerine şu ayet-i kerime gelmiştir.

"Sana yetimler hak-kında soruyorlar. De ki: Onları, iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) da­ha hayırlıdır.»" Yani, yetimleri korumak, kollamak, yanlışa düşmemele­rini sağlamak ve mal varlıklarını da üretmek amacıyla iyi bir niyetle ken­dilerine yaklaşmak, onlardan ayrılıp hiç ilgilenmeden uzak durmaktan daha hayırlı bir görevdir.

"Eğer onlarla birlikte yaşardınız, -kendileriyle ilgilenir ve uzak durmazsanız-, (unutmayın ki) onlar sizin -dinde- kardeşlerinizdir," Kardeşliğin bir gereği de onunla birlikte olup onu yalnızlığa terk etmemesidir.

"Allah, işleri -yetimlere ait mal­ları- bozanla, -har vurup harman savuranla, o malları- düzelteni bilir. Do­layısıyla Allah onları hangi amaçla yetimin malına yaklaşırlarsa, yaklaş­ma niyetine ve müdahalesine göre ya cezalandırır veya ödüllendirir. Bu bakımdan böyle bir şeyden uzak durun ve yetime ait imkanları düzeltme ve artırma niyeti dışında bir başka yol aramayın.

'Eğer Allah -sizin için zorluk ve meşak­kat- dikseydi sizi de zahmet ve meşakkate sokardı." Sizi sıkıntı ve me­şakkat içinde bırakırdı. Dolayısıyla onlara müdahale konusunu bu açıdan mutlak anlamda zikretmedi.

"Çünkü Allah güçlüdür -kullarını bu hizmete mecbur bırakmaya.ve onları sıkıntı ve zora sokmaya kadir olan, gücü yetendir- hakimdir.'" Kullarının gücü üzerinde onlara yük yüklemeyen, sıkıntı vermedendir.

Mersed adındaki bir sahabi, Anak adında müşrik olan bir kadınla evlenme ile ilgili Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soru sorması üzerine şimdi tefsirini okuyacağımız, âyeti nazil olmuştur. "[130]

 

221 - İman etmedikleri müddetçe müşrik kadınlarla evlenme­yin. Müşrik bir kadın hoşunuza gitse de, iman etmiş bir câriye (köle kadın) kesinlikle ondan daha hayırlıdır. İman etmediği müddetçe müşrik erkeklerle de kızlarınızı evlendirmeyin. Müşrik bir erkek ho­şunuza gitse de, iman etmiş bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler amelleri itibariyle onları cehennem ateşine davet ederler. Oysa Allah izni ve ilmiyle cennetine ve mağfiretine çağırır. İşte Allah üzerinde düşünsünler de gerçeğe ulaşsınlar diye insanlara âyetlerini böylece açıklar.

 

"İman etmedikleri, müddetçe müşrik kadınlarla evlenmeyin.

Bu ayetteki, cümlesi, yani; onlarla evlenmeyin, demektir. Çünkü "nikah" evlenme manasındadır. "İnkah" ise başkasını evlendirmek, demektir.

"Müşrik bir kadın hoşunuza, gitse de, -ister onu sevmiş olun, ister bir başka yönden olsun- iman etmiş bir câriye (köle kadın) kesinlikle ondan daha, hayırlıdır."

İman etmedikleri'müddetçe müşrik erkeklerle de -Müslüman- kızlarınızı evlendirmeyin." Nitekim Zeccac da bunu söylemiştir. Camiu'1-Ulûm diye bilinen Şeyh Nuruddin Ebu Hasan Ali b. Hüseyin b. A!i el-Bakuli (v.543/1148) ise diyor ki: Burada iki mefulden biri hazfediimiştir. Bunun takdiri ise şöyledir:

"Kızlarınızı müşrik erkeklerle evlendirmeyin."

"Müşrik bir erkek hoşunuza gitse de, iman etmiş bir köle elbette ondan daha hayıi'lıdır," Daha sonra yüce Allah hangi sebepten dolayı böyle bir evliliğin olamayacağını

şöyle açıklıyor:

''Çünkü -kadın olsun, erkek olsun- müş­rikler amelleri itibariyle onları cehennem ateşine -küfre ve inkâra- davet ederler." Çünkü işi cehennem ehlinin ameli olan küfrü işlemektir. Dolayı­sıyla bir hak olarak bunların dost edinilmemeleri, bunlarla akrabalık iliş­kilerinin kurulmaması ve onlara velayet yetkisinin verilmemesidir.

"Oysa Allah izni ve ilmiyle -emriyle- cennetine ve mağfiretine çağırırı/:" Allah'ın dost ve velileri ise -ki bunlar mü'minlerdir- cennete, Allah'ın mağfiretine veya bu ikisine ulaş­tırabilecek yollara çağınnlar. Ancak dost edinilmeleri, velayet yetkisi ve­rilmesi ve kendileriyle akrabalık kurulması gerekenler de işte bunlardır.

"İşte Allah, üzerinde düşün­sünler de. gerçeğe ulaşsınlar diye insanlara ayetlerini böylece açıklar. "

Cahiliye döneminde Araplar tıpkı Yahudilerle Mecusiler (ateşpe­restler) gibi aybaşı halinde olan, yani hayız gören bir kadının pişirdiğini yemezler, elinden su içmezler ve onlarla aynı çatı altında oturmazlardı. Ebu Dahdah (Radıyaüahu Anh) adındaki sahabi bunun hükmünü Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Ve:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Kadınlarımız aybaşı olduklarında onlara karşı ne yapmalıyız?" der. İşte bunun üzerine ayeti iner."[131]

 

222 - (Ey Muhammed!) Bir de sana aybaşı (hayız) hakkında so­ruyorlar. Onlara de ki: "Aybaşı bir ezadır (rahatsızlık ve zarar verme­dir). O halde aybaşı halindeki kadınlarla (cinsel ilişkiden) uzak du­run. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Ancak temizlendik­lerinde artık Allah'ın size emrettiği mahalden olmak suretiyle onlara yaklaşın. Çünkü, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever."

(Ey Muhammed!) Bir de .sana ay­başı (hayız) hakkında soruyorlar. Bu kelime, tıpkı gibi olarak gelir.

"Onlara de ki, aybaşı, bir ezadır, rahatsızlıktır, ve za­rar vermedir." Yani, hayız hali insanın tiksineceği bir durumdur, cinsel ilişkide bulunmak isleyen bundan rahatsızlık duyar.

"O halde aybaşı halindeki kadınlarla (cinsel ilişkiden) uzak durun." Onlarla bu durumda cinsel ilişkiye girmeyin.

Anlatıldığına göre Hristiyanlar kadının aybaşı hali olup olmaması­na bakmaksızın her halükârda kadınlarla cinsel ilişkide bulunurlardı. Ka­dının hayızli olup olmadığına aldırmazlardı. Yahudiler ise, aybaşı gören kadınlarla her manada bağlarını aybaşı sonuna kadar keserlerdi. Pişirdik­lerini yemezler, aynı evi ve yatağı birlikte paylaşmazlardı. Ancak, Allah, Hristiyanlann ya da Yahudilerin yaptıklarını değil orta yolu emretti.

İmam-ı Azam Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf a göre, peştemaliyle kapatması gereken yer dışında, yani göbeği ile diz kapağı arası dışındaki yerlere temas edebilir, bunda bir sakınca yoktur. Bahsedilen yerlerden kaçınması gerekir. İmam Muhammed'e göre cinsel organ dışında dilediği yerlere dokunabilir. Hz. Aişe (Radıyalhhu Anha) ise şöyle demiştir:

"Sadece kan mahallinden (cinsel organdan) uzak durur ve bunun dı­şında koca için her şey mubahtır."

 Teinizlei'unceye, kadar onlara yaktaşmarın." Cinsel ilişkiye geçerek yaklaşmayın ya da cinsel ilişki kurmak maksadıyla yaklaşmayın. kelimesini kıraat imamlarından Hafs dışında Ebu. Bekir, Hamza, Kisai ve Halef şeddeli olarak, tarzında okumuşlardır. Bu da "Yıkanıp temizleninceye kadar" demektir. Kelimenin aslı ise, ile harflerinin mahreç­leri (çıkış yerleri) birbirlerine yakın olması nedeniyle harfi harfine idğam olundu. Adı geçen diğer kıraat, imamları ise bu kelimeyi, olarak ayette geçtiği gibi okumuşlardır. Bunun da manası, "aybaşı kanı ya da hayız kesilinceye kadar" demektir. Her iki kıraat yani okuyuş tarzı sanki iki ayrı ayet imiş gibidir. Biz de bu ikisiyle amel ederiz.

Bunun için gerekçemiz şudur: kıraatini, yani tahfif kıra­atini göz önünde bulundurarak aybaşı halindeki kadın bundan dolayı yı­kanmış olmasa da hayız süresinin çoğunun geçmesi ve aybaşı kanının da kesilmiş olması halinde ona yaklaşır. Yani; hayız kesilme süresinin en fazla zamanı olan on gün içinde kesilirse, kadın bu halde yıkanmış olma­sa da, yani gusletmese de hayız süresinin fazla olan on günlük süresi ta­mamlandığı için kanın kesilmesinden sonra eşiyle cinsel ilişki kurabilir. Eğer aybaşı süresinin en fazla olan süresinden daha az bir sürede hayız kam kesilmiş ise kadın bundan dolayı yıkanıp (gusledip) temizlenmedik­çe koca hanımına cinsel ilişki için yaklaşamaz. Ya da şedde ile okunan kıraatini göz önünde tutarak ve bununla amel ederek yıkan-masa bile üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe koca hanımına cinsel ilişki kurmak maksadıyla yaklaşamaz. İşte ayeti buna hamletmek (yo­rumlamak) aksine yorumlamaktan daha evlâdır (yerindedir). Çünkü bu takdirde bilindiği gibi ikisinden biriyle amel terk olunmuş olacaktır.

İmam Şafii (Rahmetüiiâhi Aleyftfyz göre koca, hanımı aybaşı kanından kesilip ve aynı zamanda yıkanmadıkça eşine yaklaşamaz. Yani, hem kan­dan kesilmiş olacak ve aynı zamanda yıkanmış da olacak ki, kocası ha-nımıyla cinsel ilişki kurabilsin. İmam Şafii'nin delili ise, ayetin devamı olan: kavlidir. Böylece İmam Şafii her iki hükmü de yani, kanın kesilmiş olmasını ve bununla beraber aynı zamanda yıkanmış olmasını cem ederek: "Onlar temizlenip yıkanınca onlarla cinsel ilişki kurabilirsiniz." diye yorumlamıştır.

dikleruule arlık Allah'ın size emrettiği olmak sureliyle onlara yoldaşın.'" Allah'ın size cinsel ilişkiye geçmesini emrettiği ve sizin için helâl kıldığı yerden -ki burası ön mahaldir ve bilinen uygun yerdir- cinsel ilişki kurabilirsiniz.

"Çünkü, Allah levbe edenleri de sever," Yasaklandığı şeyleri işlemekten tevbe edenleri ya da defalarca günah ve ya­saklara bulanıp tekrar tekrar tevbe ile Allah'a dönenleri, ne kadar sürçer­lerse sürçsünler yine de dönenleri Allah sever. Sevgi ya da mahabbet, Al­lah'ın affının ve mağfiretinin çok büyük olduğunu ve O'ndan umutsuz­luğa kapılmaması gerektiğini bilmesi ve tanıması sebebiyledir.

"'temizlenenleri de sever." Su ile yıkanıp temiz­lenenleri ya da kadınlara uygun olmayan arka mahalden ilişkiden uzak duranları veya hayız halinde iken hanimlanyla cinsel ilişkiden sakınan­ları veya her tür kötülükten uzak duranları sever.

Şimdi tefsirini okuyacağımız ayetin nüzul sebebi şöyledir. Yahudi­ler şöyle derlermiş:

"Kişi hanımına arka taraftan yaklaşarak cinsel ilişki mahallinden ilişkiye geçerse, kadının hamile kalması halinde doğacak olan çocuk şaşı olarak doğar."

İşte gerçeğin onların inandıkları ve söyledikleri gibi olmadığını inen bu ayet şöyle açıklıyor: [132]

 

223 - Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza (haram yol­dan gitmemek kaydıyla) istediğiniz gibi gidin. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın ve Allah'tan korkun. Ve bilin ki muhakkak Allah'a kavuşacaksınız. (Ey Rasûlüm!) Mü'minlere müjde ver.

 

"Kodınlarınız sizin tiuiakmn izdir." To­hum ektiğiniz arazinizdir. Bu bir mecazi ifadedir. Kadınlar tarlalara ben­zetilerek, onların rahimlerine (döl yataklarına) bırakılan nutfeler (sperm­ler) de tohuma benzetilmiştir. Nasıl ki tarlaya atılan tohumdan ekin bek­leniyorsa, ana rahmine aktarılan sperm ile de nesil (çocuk) beklenir. Do­layısıyla çocuk da meydana gelen ürüne benzetilmektedir. Bu açıdan, nazil olmuş ve bu ayet ayetini açıklama ve izah anlamında gelmiştir. Yani; Allah'­ın size cinsel ilişki için emrettiği yer, tohum atmanız gereken yerdir. Yok­sa pisliğin çıkış yeri olan makattan ilişkiye girmeyin.

Böyle bir uyarı ile asıl amacın nesil üretme olduğuna ve şehevî ar­zuların tatmini olmadığı gerçeğine dikkat çekmek içindir. Dolayısıyla eş­lerinize bu amacın gerçekleşebileceği yerden cinsel ilişkiye geçin, de­mektir

"Tarlanıza islediğiniz gibi gidin." Onlarla ne zamanı isterseniz ve nasıl isterseniz haram olan mahalden gitmemek kaydıyla istediğiniz gibi cinsel ilişki kurabilirsiniz. İster arka­dan normal cinsel organla ilişkiye geçin, ister uzanır vaziyette, ister yanı üzere yattığı halde cinsel ilişkiye geçebilirsiniz. Hiçbir sakıncası yoktur. Yeter ki doğal cinsel organdan ilişki kurulmuş olabilsin. Burası da üre­menin, neslin geliştiği tohum ekme yeridir, ekim alanıdır. Bu bir temsil­dir. Yani; siz tarlalarınıza gidip onları nasıl ki dilediğiniz yerden ve dile­diğiniz gibi sağlıklı bir tohum atmak istiyorsanız, işte tıpkı o tarlalannız-daki tohum atma şekli ve rahatlığı ile siz de hanımlarınıza o rahatlıkla nutfeyi (spermi) dilediğiniz gibi atabilirsiniz. Hiçbir yön ve taraf doğru olan yerden cinsel ilişkiye geçtikten sonra sakıncalı değildir. Yani ister ayakta, ister yatıp uzanarak, ister yana yatarak, ister oturarak olsun bu ve benzen hiçbir durum sakıncalı değildir. Yeter ki meşru mahalden cinsel ilişki olabilsin.

Rabbimizin, kavilleri hep hoş olan güzel kina­yeler ve uygun görülen tarizlerdendir. Bu itibarla her Müslüman da bu ayetlerin çizdiği doğrultuda edebe riayet etmeli, konuşmalarında olsun, yazışmalarında olsun bu sözleri direkt olarak değil de o anlama gelebilen kelimelerle konuşması ve yazması daha yerinde bir hareket olmuş olur.

"Ve kendiniz için ileriye hazırlık rapta, " Size yasaklananların aksine sizin için doğru olabilecek amelleri takdim erme­niz gerekir ya da çocuk isteme niyetiyle veya cinsel ilişkiye geçerken Besmele çekerek bu manada iyi şeyler sunun ve isteyin.

"Ve Allah 'tan korkun." DoIâyısiylaJyasaklan işleme­ye kalkışmayın, bu manada cüretkâr davranmayın.

"Ve bilin ki; muhakkak Allah'a kavıışa-cafisımz," O'na gideceksiniz. Öyleyse o kavuşma ve buluşmaya hazırla-nnı ve bunun için hazırlık yapın. ''(Ey Rasulüm!) Mü 'mirilere -sevap ile- müjde ver."

kelimesi üç yerde harfi olmaksızın sadece, tarzında geldi. Üç yerde de aynı kelime harfiyle, olarak geçti. Çünkü, ilk üç sorma olayında sanki farklı farklı hallerde geçmesiyle ilgili sorular niteliğindedir. Bu bakımdan ara­larında herhangi bir atıf (bağ) edatına yer verilmemiştir. Sanki her bir so­ru ilk sorular imiş gibi geçiyor. Diğer olaylarla ilgili sorulara gelince bunların tek bir zamanda sorulmalarından ötürü aralarına atıf yani bağ edatı, kısaca cem harfi getirilmiş oldu. [133]

 

224 - Allah adına yemin etmek suretiyle bunu iyilik yapmaya, emir ve yasaklara uymaya ve insanların arasını bulmaya mani bir sebep haline getirmeyin. Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir.

 "Allah adına yemin etmek sureliyle bunu.....mani bir .sebep haline getirmeyin. "

 

Ayetteki, kelimesi kalıbında "mef'u!" manasına gelir. Tıpkı kelimesinin, "alınan" anlamında olduğu gibi. Bu  kelimesi, herhangi bir şeyin önüne engel ya da siper olmak maksadıyla öne sürülen bir mani, barikat de­mektir. Örneğin, kabın üzerine konan tahta parçası gibi. Dolayısıyla bu parça o kabın üzerinde bir engeldir. Meselâ, filan kimse iyilik önünde bir urzedir, denilince, bundan o iyiliğin yapılmasına engel kişi demek olur.

Örneğin; adamın biri bundan böyle iyilik yapmayacağına, sılayı ra­him gibi akraba ile olan münasebetlerini keseceğine, insanların arasını bundan böyle bulmaya çalışmayacağına, herhangi bir kimse artık iyilikte bulunmayacağına veya ibadet etmeyeceğine yemin eder, and içer. Kendi­sinden bu manada bir yardım istenince hemen, "Ben yeminliyim, yemini­mi bozmaktan Allah 'a sığınırım. " bahanesiyle bunu yapacağı iyilikler i-çin bir siper, bir engel olarak öne sürer.

İşte böyleleri için Rabbimiz:

"Bir de Allah adına:yemin, et­mek sureliyle bunu .... mani bir sebep haline getirmeyin." buyurmuş oluyor. Yani üzerinde yemin ettiğiniz şey için bunu bir engel yapmayın. Üzerine and içilen şeye yemin adının verilmiş olması, bunun yemine benzemesi, onunla karıştırılması sebebiyledir. Nitekim, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır;

"Kim herhangi bir şeyi yapmamaya ya da yapmaya yemin eder de, ancak yemininin aksi işin yapılmasını daha hayırlı olarak görürse hemen yeminini bozup kefaretini ödesin ve hayır gördüğü şeyi yapsın."[134]

"İyilik yapmaya, emir ve ya­saklara uymaya, ve insanların arasını bulmaya, mani bir sebep haline, setirmeşin." Ayetin bu kısmı, ifadesinin atf-ı beyanıdır. Yani, hakkında yemin ettiğiniz şeyler için, ki onlar da iyilik yapmak, emir ve yasaklar uymak ve insanların aralarını bulmak gibi hususlardır. har­fi ise, fiile mütealliktir. Yani, "Allah'ı yeminleriniz için bir kalkan yap­mayın. " demektir. Aynı zamanda harfinin ta'Iil, yani illet ve neden için olması da mümkündür. kelimesi ya fiile veya kelimesine taallûk etmektedir. Yani mana şöyledir: "Allah'ı yeminleriniz i-çin iyilik yapma hususunda bir payanda, bir engel kılmayın."

"Allah her şeyi. -ettiğiniz yeminlerinizi- en iyi. işiten ve -niyetlerinizi de- en iyi bilendir." [135]

 

225 - Allah "lağv" (kasıtsız) olan yeminlerinizden dolayı sizi hesaba çekmez. Fakat bilerek yaptığınız yeminleriniz yüzünden he­saba çeker. Allah çok mağfiret eden ve azabını erteleyendir.

 

"Allah «Lağv» (kasıtsız) oları yeminlerinizden dolayı sizi lıesaba. çekmez. "

Lağv; Söz ve benzeri başka şeylerde hiçbir değer taşımayan ve bir mana ifade etmeyen boş laf, demektir, "lağvu'l-yefnin" ise yapılan ye­minde bir anlam ifade etmeyen boş yemin manasınadır. Yani, adam doğ­ru zannıyla bir konuda yemin eder ve fakat iş aksi olarak meydana çıkar. İşte bu tür bir yeminde kasıt olmadığından buna boş yere yemin anlamda, "lağvu'l-yemin" ya da "yemin-i lağv" adı verilir. Bu takdirde ma­na şöyle olur:

"Allah, herhangi birinizi boş yere yapmış olduğu yemin sebebiyle he­saba çekmez, cezalandırmaz."

İmam Şafii'ye göre yemin-i lağv; kişinin kasıtlı olmaksızın dilinin alışa geldiği gibi yaptığı yemine denir. Örneğin: Hayır vallahi, öyle değil vallahi, evet öyledir vallahi... gibi.

"Fakat bilerek yaptığınız ka­sıtlı yeminleriniz yüzünden sizi -cezalandırır- hesaba çeker." İçten isteye­rek yalan yere yemin etmek karar ve kastıyla yaptığınız yeminleriniz yü­zünden cezalandırılacaksınız. Çünkü bu tür yapılefn bir yeminde, yemin eden kimse, doğru olanın yemin ettiği şekil olmadığını, başka şey oldu­ğunu bilerek ve isteyerek yemin etmektedir. İşte bu yemine, ''ğamus ye­min" diye ad verilir. Çünkü kişiyi cehennem ateşine daldırıp bırakan ye­min budur.

İmam Şafii (Rahmetullâhi Meyh) bu ayete dayanarak ğamus yemin için kefaretin vacip (farz) olduğuna hükmetmiştir. Çünkü kalbin kesbi (ka­zancı) demek, kesin karar ve kasıt demektir. Muaheze yani cezalandırma ve hesaba çekme konusu burada bu ayette açıklanmamıştır. Bu konu Ma-ide Suresinde ilgili ayette açıklanmıştır. Dolayısıyla orada yapılan bir açıklama aynen burada yapılmış bir açıklama manasında geçerli bir açık­lama ve bir hükümdür.

Biz Hanefiîer ise diyoruz ki; burada sözü edilen muaheze ya da hesaba çekilme olayı mutlak manadadır. Bu da zaten ahiret hayatını, ce­za yurdunu ilgilendirir, orada olacak bir husustur. Oysa Maide Suresin­de sözü edilen ceza ise bu dünya ile kayıtlıdır, burada uygulanacak olan bir cezadır. İşte bu bakımdan birinin ötekisin hamli doğru değildir, sa­hih olmaz.

"Allah çok mağfiret eden ve azabını erteleyen­dir. Yeminlerinizdeki yanılgılarınız sebebiyle sizi hesaba çekmeyecek olandır. [136]

 

226 - Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay bek­lerler. Eğer bu zaman zarfında eşlerine dönmek isterlerse şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

''Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin...'' Ayetteki, kelimesi "yemin ederler" manasındadır. Nitekim bu, aynı zamanda İbn Abbas'm da kıraatidir.

Cer ile mecrura taallûk eder. Yani, ye taalluk eder. Bu ifade adeta, ve gibidir.

Yani; ''Hanımlarından dolayı yemin edenler için... "

"dört ay beklemeleri gerekir." Yani i'la mak-sadıyla yemin edenler için dört ay beklemeleri kararlaştırılmıştır. Bu, değildir. Çünkü bu fiili, cer edatı olan ile müteaddi olur. Örneğin, gibi. Ancak, diye bu kelimeyi cer edatıyla müteaddi olduğunu düşün­mek bu ayet sebebiyle doğan bir vehimden ibarettir. Ancak burada yer alan yemin ifadesinde, bu kelime, cer edatıyla müteaddi olmuştur. Çünkü uzaklaşma manası verilmekle böyle değerlendirilmiştir. Sanki şöyle denir gibidir: "Kadınlarından yemin ederek uzak kalırlar. "

''Eğer bu zaman zarfında, eşlerine dönmek isterlerse -Hanımlarına cinsel ilişkide bulunmamada ısrardan vaz­geçip ilişkiye dönerlerse- şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Çünkü Allah kefareti meşru kılmıştır. [137]

 

227 - Eğer boşamada kesin kararlı iseler, iyi bilsinler ki, Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.

 

"Eğer boşamada kesin kararlı iseler," Eşlerine dönmezler ve sürenin bitimini beklemede kararlı iseler, "iyi bilsinler ki Allah -onların yeminlerini- hakkıyla, işiten ve -niyetlerini- hakkıyla bilendir" Bu, onların yeminde ısrarları ve tekrar dönmeyi terk etmemeleri yani, dönmemeleri açısından onlar hakkında bir tehdit manası içermektedir.

İmam Şafii'ye göre bunun manası, "Eğer dönerlerse" sürenin geçmesinden sonra "kesin kararlı iseler" demek­tir. Çünkü baştaki, harfi takip içindir.

Ancak biz Hanefilere göre, ile ibareleri, kavlini açıklamak içindir. Çünkü tafsil (açık­lama) mahiyetinde olan bir ifade mufassal, yani açıklanan ibareyi takip eder. Örneğin:

"Ben bu ay sizin konuğunuzum. Eğer size karşı iyi hareket edersem yanınızda ay sonuna kadar kalırım. Eğer öyle davranmazsam, kalmam. An­cak kaldığım kadarıyla yetinir, dönerim."

İşte bu ifade içerisinde yer alan, harfi de aynen buradaki gibidir veya ayette geçen harfi buradakine benzer, [138]

 

228 - Boşanmış kadınlar tekrar evlenmeden üç hayız süresi beklesinler. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe iman ediyor­larsa, Allah'ın onların rahimlerinde boşandığı kocasından yarattığı cenini (çocuğu) ya da hayzı gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer kocaları kendileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu takdirde boşadıkları kadınları süresi içinde) geri almaya kendileri daha fazla hak sahibidirler. Kadınların da erkekler üzerinde haklan vardır. Ancak erkeklerin, kadınlara göre hakları bir derece daha fazladır. Allah Azizdir, Hakimdir.

 

"Boşanmış kadınlar, tekrar evlenmeden üç hayız süresi beklesinler."

Ayette, yani "Boşanmış kadınlar '"dan kasıt, başla­rından evlilik olayı geçen ve kocalarıyla cinsel ilişki olan kadınlar de­mektir. Yani, hayız ya da temizlik süresine sahip kadınlar,. İşte bu durumdaki  kadınlar, 'kendi kendilerine beklerler

(beklesinler)" Bu cümle emir manasında bir haberdir. Yani, ''beklerler" değil, "beklesinler" anlamında bir haber. Zira cümlenin aslı şöyledir: "Bo­şanmış kadınlar beklesinler."

Bir emrin haber şeklinde getirilmesi ise, emir manasını te'kit ve pe­kiştirmek ve bir an önce emre göre hareket etmenin gerektiği gerçeğini bildirmek içindir. Sanki bununla o kadınlar bekleme emrine hemen sarıl­mış oldukları manası anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade bu gerçeğin var ol­duğunu bildiriyor.

Nitekim bunun benzeri insanların dualarında, "Al­lah sana rahmet ve merhamet eylesin." diye söyledikleri ifadeye benzer. Alacağı cevaba güveni sebebiyle hadiseyi haber tarzında belirtti. Sanki, "Ben rahmeti elde ettim, buldum da o da bundan haber veriyor." gibi bir ifade. Ayrıca cümlenin bir mübteda şeklinde takdimi ise yine fazladan bir tekit ve pekiştirme sebebidir. Çünkü isim cümleleri, fiil.cümlelerinin ak­sine devam ve sebatlıhk bildirirler.

Ayette, "kendi kendilerine" ifadesine yer verilmesi ise, kadınları beklemeye, iddet sürelerini beklemeye yönlendirmek ve özendirmek ve bundan kaçmamalarını sağlamak manasınadır. Çünkü ka­dınlar şehevî duygular noktasından hep bir an önce erkeklere kavuşsun isterler. Bu açıdan onların nefislerine sahip olmaları, gem vurmaları, ne­fislerine yenilmemeleri ve dikkatli hareket etmeleri için ve aynı zamanda kendilerinden istenen bekleme sürelerini bitirmeleri için de bir icbar emridir.

Burada geçen, kelimesi, veya kelimesinin çoğuludur. Bu da "hayz" yani kadınların aynalı anla­mına gelir. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallhu-Aleyhi veSellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kur' (aybaşı) günlerinde namazı bırak."[139]

Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi veSellem)hn şu kavli: "Cariyenin talâkı iki boşamadır ve iddeti (bekleme süresi) de iki hayız süresidir." [140]

İşte bu iki hadise baktığımızda Rasûlullah (Saîlailâhû Aleyhi vesellem) Kur' için iki temizlik süresi yani dememiş, hayız olarak değer-lendirmiştir. Kaldı ki, şu ayet de yine buna delildir. Rabbimiz şöyle bu­yurmuştur:

"Kadınlarınız içinde adetten kesilmiş olanların bekleme sürele­ri hakkında şüpheye düşerseniz, onların bekleme süresi üç aydır."[141]

Dikkat edilirse, hayız (yani ayhali) durumu ile değerlen­dirilmiş ve bu, temizlik aylan olarak değil hayız aylan olarak gösteril­miştir. Kaldı ki, iddet olayında yani kadının bekleme süresinde aranan nokta rahmin temize çıkması, yani gebeliğin olup olmadığının meydana çıkmasıdır. Bu ise ancak hayız yoluyla yani kadının ay halini geçirme­siyle sağlanabilir, yoksa temizlenme (tuhr) ile değil. Bunun içindir ki, ca­riyenin yani köle kadının istibra (arınma) durumu bir hayız ile değerlen­dirilmiştir. Eğer bu, İmam Şafii'nin dediği gibi tuhr (temizlik) manasında olsa idi bu takdirde cariyenin iddet süresi iki tam ve biraz da üçten de gün alarak kur' ile mümkün olabilirdi. Böyle olması halinde süre üç ay hali süresinden daha aşağıya çekilmiş ve azalmış olurdu. Düşünün bir kez eğer adam hanımını temizliğin sonunda boşamış olsa, İmam Şafii'ye göre bu, kadının iddet (bekleme) süresinden sayılır, mahsup edilir. Eğer adam temizlik süresinin sonunda değil de, hayız günlerinin sonunda boşasa, bu, biz Hanefılere göre kadının iddet süresinden sayılmaz, ona mahsup edilemez.

Oysa kelimesi, bilinen belli bir adedin özel ismidir, yani "üç" sayısının adıdır. Dolayısıyla bu, üçten az bir mana ifade etmez, edemez.

Nitekim, kadın ayhali olunca, ve den­mesi de bu açıdandır. kelimesinin mansub olması mefulü bih olması itibariyledir. Yani, "Kadınlar üç kuru' süresinin geçirinceye ka­dar beklesinler. " demektir. Ya da bu, kelimesi zarf tümleci olarak mansub olabilir. Bu takdirde de mana şöyledir: "Üç kuru' müddeti süresince beklesinler."

Temyiz olan, kuru' kelimesi yerine cem-i kuleli (azlık çoğulu) olan, "akra"' olarak değil de, cem-i kesreti (çokluk çoğulu) olan "kuru"' lafzıyla gelmiştir. Çünkü ister, "ak­ra"' olsun, ister "kuru"' olsun her ikisi de cemi (çoğul) oluşta genelde kullanımları itibariyle ortaktırlar. Kaldı ki, kelimesinin çoğulu olarak lâfzı daha çok kullanılan bir kelimedir. Çoğui olan "akra"' lâfzı ise daha az kullanılıyor olabilir. Dolayısıyla dilde kullanılışı az olan bu kelime sanki kullanılmıyormuş gibi değerlen­dirilerek bunun yerine daha çok kullanılan, "kuru"' lâfzı zikredilmiştir.

 "Eğer gerçekten Âllah ve ahiret gününe iman ediyorlarsa, Allah'ın onların _ rahimlerinde boşandığı kocasından yarattığı cenini (çocuğu) ya da. liayzt gizlemeleri onlara helâl değildir." Yani kadın hamile olup olmadığını veya hayız görüp görmediğini ya da her ikisini olsun gizlemesi'doğru değildir, hela! olmaz.

Bu durum eğer kadın kocasından kesin ayrılmayı ya da boşanmayı istiyorsa ve bundan dolayı da gebeliğini gizleyerek kocasının doğum sürecini bekleme gibi bir düşünce ile boşamayı ertelemesi ve doğacak olan çocuğuna karşı şefkat duygularının baskın gelerek kendisini boşa­maktan vazgeçeceği endişelerine kapılarak gebeliği gizlemesin, buna kal­kışmasın. Ya da kadın henüz ayhali bitmemişken, bir an önce kocam beni boşasm niyetiyle, hayız bitti, temizlik süresi başladı gibisinden yalana ve gerçeği gizlemeye başvurmasın.

"Eğer Allah 'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa... " ifadesiyle de iman edenler bu denli önemli olan ve büyük bir günah oluşturan şey­lerden uzak kalmaları noktasına dikkatleri çekiliyor. Zira Allah'a ve ahi­ret gününe iman eden ve O'nun kendilerini cezalandıracağına inanan bir kadın ya da kadınlar bu türden büyük vebal ve günah teşkil eden şeylere kolay kolay cesaret edemezler.

"Eğer kocaları kendileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu takdirde boşadıkları kadın­ları süresi içinde) geri almaya, kendileri daha fazla hak sahibidirler."

Ayetteki, "buul" kelimesi, "ba'l" kelimesinin çoğuludur. Fakat, kelimesinin sonunda bulunan, harfi, cemi olan kelimenin müennesliğini bildirmek içindir. Ya­ni kadınların kocaları hanımlarına müracaata, dönmeye daha çok hak sa­hibidirler. İşte ayetin bu kısmından delil olarak şunu anlamaktayız:

Ric'î talâk, vat'a yani cinsel ilişkiye engel değildir. Çünkü burada "boşama" (talâk) ifadesinden sonra bile, onlardan kadınların kocası diye ayette söz edilmektedir. Bu da vat' için (yani cinsel ilişki için) bir mani olmadığının kanıtıdır. yani bekleme süresi içerisinde, demek­tir. Bu durumda mana şöyledir:

"Eğer adam, yani koca karısına dönmek isterse, buna rağmen kadın da bu dönüşe rıza göstermez ve kabul etmezse, bu takdirde kadının sözü de­ğil, kocasının müracaat (dönüş) konusundaki sözü dikkate alınması gerekir, vacib olanı budur. Çünkü buna daha çok hak sahibi ve yetkili olan ko-casıdır. Ric'at konusunda kadının bir söz hakkı, dönmeme hakkı yoktur, dönmek durumundadır."

"Eğer ric'at ile kocalar ile karıları arasında barış ve anlaşmayı istiyorlarsa... ", bununla kadınlara bir iyilik yapılması arzu ediyor ve onların zarar görmemeleri aranıyorsa bu olabilir.

"..... Kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır." Kadınların erkekler üzerindeki gerekli olan hak­ları, örneğin onların mehirlerinin tanı olarak verilmesi, nafakalarının ge­reği gibi karşılanması, onlarla güzel ve insanî manada ilişkiler kurul­ması, kendilerine zarar verilmemesi gibi. Bunlar kadınlara ait haklar iken bir de kocalarının da iyilikle emir ve yasaklar çerçevesinde onlara iyilik­leri emretme ve kötülüklerden de onları menetme hakları vardır. Fakat bütün bunlar şeriatın öngördüğü ve toplum arasında da gelenek olarak kabul gören şekliyle yapılmalıdır. Eşlerden hiçbiri diğerine altından kal­kamayacağı ve yapamayacağı bir şeyi teklif edemez ve isteyemez, (istememelidir).

Ayette geçen, "mümaseletten" yani, 'den kasıt, olayın iyilik ve güzellik yani hasene olması bakımından tarafların görevlerinin birbi­rine denkliği anlamındadır. Yoksa iş olarak yaptıkları şeylerin denkliği demek değildir. Örneğin kadın erkeğin giysilerini yıkadığında veya ona ekmek ve yemek yaptığında bu demek değildir ki erkek de aynen bunları yapacaktır. Böyle bir durum söz konusu değildir. Ancak bunu karşılığın­da da erkeklerin de onlara yakışır şekilde bir iş yapmaları demektir.

"Ancak erkeklerin kadınlara göre hakları bir derece daha fazladır." Hak açısından biraz daha farklıdır. Kadına karşı görev ve sorumlulukları bakımından bir üstünlüğe sahiptir. Gerçi taraflar birbirlerinden yararlanmaları, lezzet almaları noktasında her ne kadar müşterek (ortak) iseler de, evin harcamasını yapmada (infak noktasında) ve nikahı elinde bulundurmada erkek kadına nazaran bir derece daha üs­tündür.

"Allah Azizdir'--işlerinde Allah'a asla iti-raz olunamaz- ve Hakimdir." Allah ancak doğru ve güzel olan şeyleri emreder. [142]                                                                

 

Meali

 

229. Boşama iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Hanımlarınıza vermiş olduğunuz (mehirden her hangi) bir şeyi geri almanız size helal değildir. Ancak kan ve koca Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa başka. Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsanız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına) verdiği fidye de ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın   sınırlarıdır. Sakın bunları aşmayın. Kimler Allah'ın (çizmiş olduğu) sınırlan aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

230. Eğer (koca ikinci talâktan sonra hanımım üçüncü talâk ile) boşarsa, o kadın bir başka erkekle evlenip ondan boşanmadığı müddetçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz. Eğer bu ikinci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu olmaksızın) kadını boşar ve ka­dın ite boşandığı ilk kocası, Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemeyecek­lerine inanırlarsa yeniden evlenmelerinde taraflar için bir sakınca yok­tur. İşte bunlar kendini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.

231. (Ey kocalar!) Hanımlarınızı (ric'i talâk ile) boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini  tamamlamışlarsa bundan  böyle  ya onları meşru sınırlar içinde yanınızda tutun ya da güzellikle (önlerinden çe­kilip) bırakın. Ancak sırf onlar zarar görsünler ve rahatsızlık çeksinler diye onlara haksızlık ederek hanımlarınızı yanınızda alıkoyup sınırları aşmayın. Kim böyle bir iş yaparsa kesinlikle kendi kendine yazık etmiş olur. Sakın Allah'ın ayetlerini (hükümlerini) alay ve eğlence konusu et­meyin. Allah'ın size verdiği hidayet ve İslâm nimetini, size kendisiyle öğüt vermek için indirdiği Kitap ve hikmeti hatırlayın. (Allah 'in emir ve yasaklarına riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki; Allah, her şeyi (tüm incelikleriyle) bilendir.

232. (Ey kocalar!) Hanımlarınızı boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini bitirdiğinde, aralarında iyilikle anlaşmaları halinde onları boşa-yan kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte   içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt verilmektedir. Bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.

233. Emzirme sürelerini tamamlamak isteyen kimse için (boşan­mış ya da boşanmamış) anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Anne­lerin meşru şekildeki yiyecek ve giyeceklerinin sağlanması baba tara­fına aittir. Bir kimse ancak gücünün yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğundan dolayı ve hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarar gör­mesin. Ve babanın mirasçısına da aynı görev düşer. Eğer ana ve baba birbirleriyle anlaşmak suretiyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir sürede sütten kesmek isterlerse her ikisine de bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı süt anneye verip emzirtmek isterseniz, kendisine vermekte olduğunuz ücretini iyilikle vermek kaydıyla, bunda da size herhangi bir vebal yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir. [143]

 

Tefsiri

 

229 - Boşama iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Hanımlarınıza vermiş olduğunuz (me-hirden her hangi) bir şeyi geri almanız size helal değildir. Ancak karı ve koca Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa baş­ka. Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacakların­dan korkarsanız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına) verdiği fidye de ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırları­dır. Sakın bunları aşmayın. Kimler Allah'ın (çizmiş olduğu) sınırları aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

 

''Boşama iki defadır."

"Talâk" kelimesi "boşama" manasınadır. Tıpkı "Selâm" kelimesinin "teslim" yani, selâm verme manasında olması gibidir.

Şeriat noktasından tatlik yani boşama ayrı ayrı olmak kaydıyla bir talâkın verilmesinden sonra ikinci talâkın verilmesidir. Yoksa toptan bo­şamak suretiyle bir tek defada vermek demek değildir. Yani ayette yer alan, ile belirtilmek istenen şey tesniye manasında de­mek değildir. Bu, tekrar anlamındadır. Yani iki kez tekrarlanan boşama, tekrar tekrar ard arda olan boşama demektir. Bu, tıpkı,[144]

ayinde geçen, kelimesi gibidir. Burada bu, "iki kere" de­mek değildir. Bu, "tekrar tekrar" demektir. Yani, "Sonra gözünü tekrar tekrar çevir."

İşte bu ayet bizim lehimizde bir delildir. Dolayısıyla biz Hanefılere göre bir tek tuhr (temizlik) içinde iki ve üç boşamayı bir anda vermenin bidat olduğu, yani sünnete uygun bir boşama şekli olmadığı gerçeğidir. Bu manada ayet lehimizde bir delildir. Çünkü yüce Allah tarafından ayrı ayrı olarak talâkın (boşama fiilinin) bizden istendiği emridir. Gerçi ayete ilk bakışta bize bir haber cümlesi gibi1 gözükse de bu, mana itibariyle bir emirdir. Aksi takdirde Allah'ın haberinde bu iş bunu yerine geçecek di­ğer bir şeye, bunun halefine döner. Çünkü bazen talâkın toptan verildiği de olabilmektedir.

Yine bir yoruma göre Ensar dan bir kadın demiş ki:

"Kocam bana şöyle dedi; Seni hep boşayıp duracağım ve fakat her defasında da sana ric'at ile döneceğim." Yani, sana hep eza edeceğim, de­mek istemiştir. İşte bu ayet bu olay üzerine nazil olmuştur. "Talâk (boşa­ma) iki defadır. " Yani ric'î talâk art arda iki defadır. Artık üçüncü boşa­madan sonra kadına müracaat (ric'at) yoktur.

"(Bundan sonrası)/a iyilikte, -ric'at ile- tut-mali" Yani, size düşen görev kadının hukukunu gözeterek birlikte karı koca olarak yaşamak "ya da güzellikle salıvermek­tir." Yani yeniden dönüş yapmamak, müracaatta bulunmamak suretiyle iddeti bitimi bain talâk olmuş olsun. Bir yoruma göre de, üçüncü temizli­ğinde onu üçüncü talâk ile boşamak suretiyle yol versin, diye değerlen­dirilmiştir.

Bu ayet, Cemile adındaki kadın ile kocası Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nazil olmuştur. Cemile kocasına karşj hep kin güder, onu sevmezmiş; fakat kocası da aksine onu severmiş. Hanımı onunla olan evlili­ğinden kurtulmak için kendisini boşamak kaydıyla kendisine ait olan bahçesini hul' suretiyle kocasına verir ve böylece ondan boşanmasını sağlar. Bu olay, İslâm'da ilk olarak meydana gelen, "hul"' olayıdır. [145]

"-Ey kocalar veya ey hakimler!- Hanımlarınıza vermiş olduğunuz (mehirden her hangi) bir .şeyi geri almanız size helal değildir." Ayetin hükmü içerisinde, "ey hakim­ler!" ifadesinin de yer alması, herhangi bir anlaşmazlık sonucunda oniara başvurulması ve hakların onlar tarafından alınıp verilmesinde emrin onlar tarafından verilmesi sebebiyledir. Bu durumda sanki alan ve verenler onlar imiş gibi olay değerlendirilmiştir.

"Ancak karı ve koca Atkılı in sınırlarında, duramayacaklarından korkarlarda başka." Yani eşlerin, bir­birlerine karşı yapmaları gereken görevlere riayet edemeyeceklerine ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyeceklerine dair bir bildikleri var ise, ör­neğin kadının huysuzluğu, ahlakî kurallara uymaması, haksızlıkta diren­mesi gibi bir durumun varlığı hali bundan müstesnadır, bunun dışındadır.

"Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarmııız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına) verdiği fidye de ikisine de bir günah yoktur."

kısmını verirken "Ey yetkililer, veliler, hakimler" di­ye açıklanması ile ayetin bu kısmı ile bunlardan, önceki kısmı yani; ey kocalar, diye belirtilen kısmı ile de gerçekten kocaların kastedilmiş olma­sı da caizdir (mümkündür).

Ayetin bu kısmında belirtildiği gibi kocanın boşanma karşılığında karısından bir fidye almasında ve karısının da bunu gönül rahatlığıyla vermesinde herhangi bir vebal ve günah yoktur. Çünkü kadın bununla hul* suretiyle kendisini evlilik bağını mehirinden verdiği bir kısım karşı­lıkla sona erdirmiş oluyor.

Kıraat imamlarından Hamza, meçhul olarak, şek­linde okumuştur ve ifadesini de zamir olan elif harfinden be­del yapmıştır ki, bu bedeli istimaldir. Tıpkı, gibi.

İşte bunlar -Nikah konusunda çizilen sınırlar, yemin, iyla, boşama, hulu ve daha başka hususlar gibi hepsi- Allah'ın sınırlandır."

"Sakın bunları -karşı çıkarak- aşmayın." "Kimler Allah'ın (çizmiş olduğu) sınidan asarsa, işte onlar zalimlerin -kendi kendilerine zarar verenlerin­iz kendileridir." [146]

 

230 - Eğer (koca ikinci talâktan sonra hanımını üçüncü talâk ile) boşarsa, o kadın bir başka erkekle evlenip ondan boşanmadığı müd­detçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz. Eğer bu ikin­ci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu olmaksızın) kadını bo-şar ve kadın ile boşandığı ilk kocası, Allah'ın koyduğu sınırları çiğ­nemeyeceklerine inanırlarsa yeniden evlenmelerinde taraflar için bir sakınca yoktur. İşte bunlar kendini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.

 

"Eğer koca (ikinci talâktan sonra hanımını üçüncü ta­lâk ile) boşarsa," İlk iki talâkı verdikten sonra üçüncüsünü de verirse,

Eğer sen, "Biz Hanefilere göre, hul' talâk (yani boşama)dır, nitekim Şafii'nin de bir görüşüne göre de bu bir boşamadır, sanki bu anlatılan ise dördüncü bir boşama oluyor gibi," diye bir soru yöneltecek olursan, benim vereceğim cevap şöyle olur:

"Evet hül'u bir talâk (yani boşamadır; fakat bu, bir bedel karşılığında olan bir boşama olup, dolayısıyla bu da üçüncü talâk olmuş olmaktadır. İşte bu ise, onu açıklar mahiyettedir. Yani bu şu demek olur:

"Eğer koca karısına, bir bedel karşılığında üçüncü boşamasını da verirse..."

Bu boşanmış kadının eski, yani boşanmış olduğu kocasına yeniden helâl olması için hüküm ise şöyledir:

"O kadın -üçüncü boşamadan sonra- bir başka erkekle, evlenip ondan boşanmadığı müddetçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz. Nasıl ki evlilik erke­ğe isnat ediliyorsa bu ayette görüldüğü gibi nikah fiili kadına da aynen isnat olunmuştur. Tıpkı tezevvüc (evlenme) gibi. Bu ayetten delil olarak şu hükmü de elde edebiliyoruz: Evlenme akdi (sözleşmesi) sadece kadinın buna rıza göstermesiyle de nikah, yani evlilik geçerlidir. Ayrıca ve­linin iznine gerek yoktur.

Bir de, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yani "balçağız" hadisini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu hadise göre boşanan bir kadının evlendiği ikinci kocasıyla mutlaka aynı yatağı paylaşmaları ve aralarında cinsel ilişkinin de gerçekleşmiş olması şarttır. Nitekim bu bir fıkıh usulü hükmü olarak bilindiği gibi konuya ilişkin detay bilgiler fıkıh kitaplarında yer almaktadır, dileyen oralara bakabilir. Çünkü fıkıh açısından durum şöyiedir:

Koca, karısını kesin boşayınca artık bundan böyle pişmanlık duy­manın kurtuluş için bir çare olmayacağıdır. Artık hanımı kendisi için he­lâl olmaz. Kendisine helâl olabilmesi için mutlaka duhul gerekir. Yani yeniden başından bir evliliğin geçmesi ve bu evlilikte kadın ve yeni ev­lendiği kimsenin karı koca olmaları, aralarında cinsel ilişki olması şartı vardır. İşte koca bunu bilmelidir ki; böyle bir boşamaya kolay kolay kalkı şamasın.

"Eğer hu ikinci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu olmaksızın) kadını -vat'mdan, yani cinsel ilişkiden sonra- boşar"

"kadın, ile bo­şandığı ilk kocası Allah'ın koyduğu şuurları çiğnemeyecekler ine inanırlarsa. -birbirleriyle-yeniden evlenmelerinde taraflar için bir sakınca yoktur." Ya­ni eski kocası ile karısı aralarmda-evlilikle alâkalı karşılıkla haklara uya­caklarına dair bir inançları var ise evlenebilirler.

Ayette, ifadesi kullanıldı, bunu yerine, "bilir­lerse" denmedi. Yani, "Her ikisi evlilikle ilgili hakları yerine getirecek­lerini bilirlerse" diye ayette geçmedi. Çünkü yakinî anlamda kesin bilgiyi Allah'tan başkası bilemez. Bu, insanlar için bir ğayb yani bilinemezdir. Bu açıdan "bilme" fiili yerine, "zanne" fiiline yer verildi.

"İşte bunlar kendilerini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler için Allah uı açıkladığı sınırlardır." Kendilerine açıklananları anlayabilecek kimseler için ...

kelimesi Mufacldal İbn Muhammed Dabbi tarafından harfiyle, olarak da kıraat olunmuştur. [147]

 

231 - (Ey kocalar!) Hanımlarınızı (ric'i talâk ile) boşayip onlar da iddet (bekleme) sürelerini tamamlamışlarsa bundan böyle ya onla­rı meşru sınırlar içinde yanınızda tutun ya da güzellikle (önlerinden çekilip) bırakın. Ancak sırf onlar zarar görsünler ve rahatsızlık çek­sinler diye onlara haksızlık ederek hanımlarınızı yanınızda alıkoyup sınırları aşmayın. Kim böyle bir iş yaparsa kesinlikle kendi kendine yazık etmiş olur. Sakın Allah'ın ayetlerini (hükümlerini) alay ve eğ­lence konusu etmeyin. Allah'ın size verdiği hidayet ve İslâm nimetini, size kendisiyle öğüt vermek için indirdiği Kitap ve hikmeti hatırla­yın. (Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki; Allah, her şeyi (tüm incelikleriyle) bilendir.

 

(Ey kocalar!) Hanımlarınızı. (ric'i talâk ile) hoşayıp onlar da. iddet (bekleme) sürelerin! lamamlanııs-larsa," İddctlerinin sonuna erişmişler ve nihayete erdirmek üzere iseler, ya. onları meşru sınırlar içinde yanınızda tutun ya da güzellikle (önlerinden çekilip) bırakın," Yani; ya kadına tekrar dönüş (müracaat) ile ona herhangi bir za­rar verme isteği olmaksızın normal sınırları korumak maksadıyla evliliği sürdürün ya da iddeti, yani bekleme süresi bitene kadar bırakın, dokun­mayın, böylece herhangi bir zarara uğramaksizm bain talâk ile boşanma meydana gelmiş olsun.

"Ancak strf onlar zarar görsünler çeksinler -böylece fidye ödemek zorunda kalsınlar- diye onla­ra haksızlık ederek hanımlanmzı yanınızda alıkoyup şuurları aşmayın." Buradaki, kelimesi ya meful-ü lehtir veya hâldir. Yanı, onlara zarar vererek, demektir.

Eskiden adam hanımını boşar ve ilgilenmez, öylece bırakır, daha sonra iddet (bekleme) süresinin bitimine az bir zaman kala, ric'at ile ha­nımına tekrar dönerdi. Bu hareketi ona olan ihtiyaçtan dolayı değil de sırf o kadını zorlamak, sıkıntı ve mecburiyet karşısında bırakmak için böyle bir yola başvurur. Yeniden boşar, tekrar müracaat eder ve böylece kadı­nın evli mi boşanmış mı olduğu bilinemez. Kadın da bundan ötürü büyük zarar çeker ve sıkıntı içinde kalır. İşte bu şekilde kadını tutma olayına za­rar verme adı verilir. Çünkü kocanın amacı ya kadına zulmetmek veya boşanma karşılığında kadının mehilinden ya da malından bir şeyler elde etmektir. İşte bu, yanlıştır, zulümdür.

"Kini böyle bir iş yaparsa -sırf kadın zarar görsün diye tutarsa- kesinlikle kendi kendine yazık etmiş -ken­disini Allah'ın ikabına ve azabına arzetmiş- olur."

"Sakın Alkili m. ayetlerini (hüküm­lerini) alay ve eğlence konusu etmeyin." Yani, Allah'ın ayet ve hükümle­rine ciddi anlamda sarılın ve onları ciddi manada hayatınıza uygulayın. Onlar ne istiyorsa aynen isteneni yerine getirin. Tam anlamıyla ve gereği gibi o hükümlere riayet edin. Aksi takdirde siz onları alay ve eğlenceye almış olursunuz, bu duruma düşersiniz. Nitekim verilen emir konusunda ciddiyetsiz olarak hareket eden ve umursamayan kimseye sen bunu oyun­cak mı, eğlence mi kabul ediyorsun, diye uyarırlar.

Allahin size verdiği hidayet ve islâm nimetini -Hz. Mubammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) peygamberliğini,-"Size ken­disiyle öğüt Dermek için indirdiği kitap -Kur'an'ı- ve hikmeti —Sünneti— hatırlayın." Yani; bundan dolayı Allah'a şükretmek ve istenen hakları da uygulamakla Allah'ı anın. haldir.

"(Allah'ın) -sizi im­tihan ettiği konulardaki- (emir ve yasaklarına riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki Allah, her şeyi (tüm incelikleriyle) bilendir." Allah'ı anıp anmadığınızı, emirlerine bağlı olarak kendisinden sakınıp sakınma­dığınızı, öğüt alıp almadığınızı ve daha başka her şeyi en iyi bilendir. Doğrusu bu, en beliğ, en net ve en açık ve aynı zamanda en mübalağalı bir söz verme ve bir tehdit içeren bir ifadedir. [148]

 

232 - (Ey kocalar!) Hanımlarınızı boşayıp onlar da iddet (bek­leme) sürelerini bitirdiğinde, aralarında iyilikle anlaşmaları halinde onları boşayan kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte içiniz­den Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt verilmek­tedir. Bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir; fakat siz

bilmezsiniz.

 

"(Ey kocalar!) Hanımlarınızı boştiyip onlar da idde!, (bekleme) sürelerini bitirdiğinde," Bu ayetin baş ta­rafı ile bir önceki ayetin baş tarafı ibare bakımından aynı olmakla bera­ber anlam gelişimi içerisinde değerlendirildiğinde, orada geçen, ile burada geçen, ifadelerinin iyice dikkat edil­mesi halinde farklı anlamlarda oldukları göze çarpar. Bu ayette nikahtan söz edilmektedir. Nikah olayı ise ancak iddet bitiminde olabilir. Oysa ilk ayette ise ric'atten söz edilmektedir. Ric'at ise ancak iddet süresi içinde olabilir.

"aralanuda -dünür olan erkek ile kadın- iyilikle -din açısından uygun görülen hususlarda ve yerine getirilmesi insanlık şartı olan konularda, mehri misli vermede veya denklikte- anlaşmalar-t halinde -kadınlar da buna arzulu iseler- onları boşayan kocalarıyla, -yeniden- evlenmelerine engel olmayın. " Kaldı ki; velilerden birinde burada ifade edilen denklik­ler yoksa bu bir saldın sebebi olabilir.

kelimesi, kadınlara engel olmayın, onları men et­meyin, demektir. kelimesi, men etmek, baskı kullanmak mana­sınadır.

Su ayet aynı zamanda kadınların kendi nikahlarını akdetmede, kıy­mada sözlerinin geçerli olduğuna da işaret bulunmaktadır.

Buradaki hitap ya da uyarı, iddet durumunun bitiminden sonra sırf zulüm olsun ve ezilsinler diye hanımlarına baskı yapan, önlerinde evlen­melerine engel oluşturan kötü niyetli kocalar içindir. Çünkü bu kötü ni­yetli kocalar kadınların diledikleri başka erkeklerle evlenmemeleri için bir türlü onların Önünden çekilmiyor. Yani; kadın ne evli gibi oluyor, ne de bekar, Bu sesleniş öylece ortada bırakıp zulmeden kocalaradır. Dola­yısıyla iyi niyetle ve isteyerek tekrar bu kadınlarla evlenmek isteyen ve onlara iyi davranacaklarını belirten iyi niyetli olanlara da mani olmayın.

Ayette "zevçler: eşler, kocalar" ifadesine yer verilmesi sonuçta biri diğerinin eşi olması bakımındandır. Ya da bu hitap, kadınların yeniden kocalarına dönmek istemeleri halinde buna engel olmak isteyen velilere bir uyarıdır. Çünkü; o evlenmek istedikleri kimseler bu kadınların eşleri­dirler. Zaten bu bakımdan da kocaları adı kullanılmıştır. Bunlar ise buna mam oluyorlar. Evet bu ismi almıştır.

Ayet sahabeden Ma'kil b. Yesar hakkında nazil olmuştur. Çünkü bu zat, kız kardeşine ilk kocasına varmaması için baskı kurmuştu. Ya da genel manada herkes içindir. Yani, aranızda olabilecek şeylerde herhangi bir baskı ve engel bulunmasın. Çünkü; aralarında böyle bir durum eğer var ise, onlar da buna rıza gösteriyorlarsa, dolayısıyla bu kimseler de aynen baskı kuranlar hükmündediıier.

içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt verilmekte­dir. " ile olan hitap ya Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) veya herkes içindir. Çünkü yapılan öğüt kendilerine faydalı olabilir.

"Bu -baskıyı terk etmek ve zarar ver­mek- sizin için daha iyi ne daha temizdir -üstün ve güzeldir- " Çünkü sizi günah kirlerinden arındırır.

"-Temizlenme ve arınmayı- Allah bilir. Fakat, .siz -bunları- bilmezsiniz." [149]

 

233 - Emzirme sürelerini tamamlamak isteyen kimse için (boşanmış ya da boşanmamış) anneler çocuklarını iki tam yıl emzirir-ler. Annelerin meşru şekildeki yiyecek ve giyeceklerinin sağlanması baba tarafına aittir. Bir kimse ancak gücünün yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğundan dolayı ve hiçbir baba da çocuğu yü­zünden zarar görmesin. Ve babanın mirasçısına da aynı görev düşer. Eğer ana ve baba birbirleriyle anlaşmak suretiyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir sürede sütten kesmek isterlerse her ikisine de bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı süt anneye verip emzirtmek is­terseniz, kendisine vermekte olduğunuz ücretini iyilikle vermek kay­dıyla, bunda da size herhangi bir vebal yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.

 

"Eifizinne sürelerini tamamlamak isleyen kimse için  (boşanmış  ya da boşanmamı ş) anneler çocuklarını iki tomyti emzirirlcr."

tıpkı, fiilinde olduğu gibi te'kit eden emir manasında haberdir. Bu emir ya "nedip" manasında, yani mendup anlamında bir emirdir. Ya da, bebek annesinin memesinden baş­ka bir kadının memesini emmeyi kabul etmiyorsa vucûp anlamında bir

emirdir. Veyahut da çocuk için bir süt anne bulunamıyorsa, ya da çocu­ğun babası süt annenin ücretini ödemekten aciz ise yine vucûp ifade eder. Yahut burada geçen, "'anneler''den boşanmış anneler murat olunmuş ola­bilir. Bunlara nafaka vermenin ve giyimlerinin karşılanmasının vucûp sebebi emzirme için olabilir. kelimesi zarftır. keli­mesi de tam, bütün manasına olup te'kit içindir ve bu müsamaha verilen süredir. Örneğin; "Sen filan kimsenin yanında iki yıl kalmak istiyordun ve fakat iki yılı tamamlamadın." gibi bir ifade. Yani; burada kişi dilerse iki yılı tamamlar, dilerse tamamlamadan da ayrılabilir. Ayetteki de buna benzer bir ifadedir.

Ayetin-bu kısmıyla yani, "Emzirme sü­relerini tamamlamak isteyenler için" ifadesiyle bu hükmün kimlere yö­nelik olduğu belirtiliyor. Yani; bu hüküm, emzirme süresini tamamlamak isteyenler içindir.

Özet olarak anlatmak istersek, baba çocuğunu emzirtmekle yüküm­lüdür. Annenin böyle bir emzirme sorumluluk ve yükümlülüğü yoktur. Bu itibarla baba, çocuğunu emzirecek bir süt anne bulmakla görevlidir, yükümlüdür. Meğerki çocuğun öz annesi kendi arzu ve isteğiyle çocu­ğunu karşılıksız olarak emzirmek istesin. Bu, müstesna. Kadın çocuğunu emzirmeye teşvik edilse de ancak onu emzirmesi için üzerinde baskı ku­rulamaz. Ancak kadın halen eş olarak kocasıyla beraber ise veya iddet süresini bekliyorsa bu takdirde kendi çocuğu için ücret istemesi ya da ücretle tutulması caiz olmaz.

 meşru şekilde yiyecek ve içeceklerinin -aşırıya kaçmaksızın ve olması gerekenden de kısmaksızın- sağlanması baba kıraata aittir. kav­linde yer alan, deki zamiri, manasmdaki. har­fine racidir. Bunun da takdiri şöyledir: ''Kendisi için çocuk dünyaya geti­rilen -kî bu da babadır.-"[150]

tıpkı,  ayetinde geçen, 'de olduğu gibi fail olarak raf mahallinde gelmiştir.

Burada ayette, denildi ve fakat, denmedi. Bunun sebebi çocuğu doğuran annelerdir ve onlar da çocukla­rın babalan için onları doğururlar. Çünkü; çocuklar babalarına aittirler ve soy (nesep) babalarına aittir, kadınlara değil. Bu itibarla kocaların o an­neleri yedirmeleri ve giydirmeleri, onlar çocukları emzirdikleri sürece tıpkı süt anneler gibi çocukların babalarına aittir. Görmez misin Allah onu, yani babayı, bu mana burada olmadığı halde "valid" diye zikretmiş­tir. Bu da Rabbimizin şu kavlinde yer almaktadır:

"Ey İnsanlar! ...Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyebileceği günden çekinin."[151]

Dolayısıyla israfa kaçmamanın ve aşırı kısmamanın tefsiri de şimdi geliyor. Bu da: "Taraflardan hiçbirisi diğerini gücünün üzerinde bir öde­me yapmaya zorlamamalı ve zarar vermemelidir. "

"Bir kimse ancak gücünün, yettiğinden sorumlu tutulur." Gücü neye yetiyorsa o kadarı istenir. İmkanları neye el-veriyorsa imkanı ölçüsünde istenir.

Teklif, ya da sorumluluk, külfet konusunda sorumluluk altında tutu­lacak ve buna mecbur kılınacak şeyi vermeye sahip olmasıdır. Dolayısıy­la böyle bir imkana sahip olana sorumluluğu yüklenilir. keli­mesinin mansub olması istisna ile değil, kelimesinin ikinci mcfulü olması hasebiyledir. Ancak istisna edatı olan, iki meful arasına girmiştir.

Hiçbir anne çocuğundan dolayı zarar verpıesın.

kelimesini İbn Kesir, Ebu Amr, Yakub harfinin ref i, yani ötresiyle olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Bu­nun manası ise nehiydir. Hem malum, hem meçhul bir fiil olması ihtimali vardır. Kelimenin aslı, ya harfinin kesri (esresi) ile, dur veya harfinin fethi (üstünü) ile, 'dur. Diğer kıraat imam­ları ise, ayette olduğu gibi, olarak nehiy anlamında kıraat etmişlerdir. Kelime aslında, idi. Burada ilk harfi sakin ha­le getirildi, sakin hale gelen bu harf ikinci harfine idgam yapıldı. Bu defa iki sakin harf birleşince, sükun sebebiyle ikincisi fetha ile hare­kelendi ve kelime, şeklini aldı.

demek, "Hiçbir anne çocuğu sebebiyle kocası na zarar vermesin." Çocuğa hep sert muamelede bulunmakla, kocasına zorluk çıkarmakla, adalete varmayan ölçülerde yedirme ve giydirme ihti­yaçlarını istemekle, çocuğu sebebiyle kısıntıya gitmesine yol açacak şe­kilde kocanın kafasını hep onunla meşgul bırakmakla, bebek kendisine iyice alıştıktan sonra annenin, bu çocuk için bir süt anne bul, diye zorla­makla ve benzeri şeylerle zarar vermesin.

"ve hiçbir baba çocuğu Yüzünden zarar ver­mesin." Yani kendisi için çocuk dünyaya getirilen baba da çocuğu sebe­biyle hanımına zarar vermesin. Ona vermesi gereken yiyecek, içecek ve giyeceklerinden vermemek suretiyle ya da kadın çocuğunu emzirmek is­tediği halde onu ondan alarak ona bir zarar vermesin.

Eğer,kelimesi meçhul kabul edilirse bu takdirde mana, kadının kocası tarafından uğrayacağı bir zarardan kaçınılması yasağı ge­tiriliyor. Yani; kadın kocası tarafından böyle bir sıkıntıva maruz bırakıl­masın, demektir. Bir de hanımı tarafından kocaya gocuğu bahane edilerek herhangi bir zarara sokulmasın, demektir.

Ya da, kelimesi, manasında olabilir. kelimesindeki harfi de bunun sılası, yani ilgi cümleciği durumun­dadır. Bu itibarla mana şöyle olmaktadır:

"Anne çocuğunun gıdasına önem vermeyip, bu konuda yapması gere­kenleri yapmayarak, çocuk kendisine iyice alıştıktan sonra onu babasının üzerine atıp bırakarak zarar vermesin, böylesi bir yanlışın içine girmesin."

"Aynı şekilde baba da çocuğunu hanımının eline bırakarak, çocuğa karşı yerine getirmesi icabeden hakları yerine getirmeyerek, bu açıdan kadı­nın alması gereken haklarından da kısarak ve kadının da buna bağlı olarak çocuğun haklarından kısmaya sebep olabilecek bir davranışın içine girmek suretiyle çocuğunun annesine zarar vermesin."

Ayette, ve yani "annenin çocuğu " ve "babanın çocuğu" ifadelerinin yer almâ'ııeâeni şudur: Kadının zarar vermekten ya­saklanması sebebiyle şefkat ve merhamet duygularının kabarması bakı­mından çocuk orada anneye izafe edilirken, beride de, aynı amaçla çocuk babaya izafe edilmiştir.

"Ve babanın mirasçısına da aynı vreo düşer."

Ayetin bu kısmı, kavli üzerine matuftur. Bu son cümle ile bu cümle arasında yer alan kısım ise, kelimesini açıklama mahiyetindedir ve matuf ile matufun aleyh arasında mutarize (parantez) cümlesidir ya da yan cümleciktir. yani; sabinin varisi olanlar da, çocuğun baba­sının olmaması durumunda, baba hayatta iken, nasıl ki yedirme ve giydir­me ile alâkalı konularda sorumlu idiyse, ayını görevleri yerine getirmekle yükümlü ve sorumludurlar.

Ancak bu konuda ihtilâf, yani farklı görüşler vardır. İbn Ebu Leyla (v.l48/765)'ya göre çocuğa varis olan herkes bu görevle yükümlüdür. Biz Hanefilerc göre çocuğun mahremi olanlardan mirasçı olanlar önce­likli olarak bu sorumluluğu almak zorundalar. Herkesten önce nafaka ve bakımı bunlar üstlenmekle mükelleftirler. Çünkü Abdullah b. Mesud'un kıraatine göre hüküm bu şekilde ortaya çıkıyor. İbn Mesud'un kıraati de şöyledir:

İşte bu kıraate göre, be­beğin mahremi manasmdaki yakın akrabası mirasçı olmaları bakımından, yedirme ve giydirme ile alâkalı nafaka bu mirasçılara aittir. Ancak İmam Şafii'ye göre çocuk ile onun arasında vilâdet (doğum) itibariyle akrabalık bağı bulunanlar nafaka ile yükümlüdürler. Bunlar dışında kalanlara nafa­ka sorumluluğu yoktur.

"Eğer ana ve baba -kendi aralarında- birbirleriyle anlaşmak sureliyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir surede sütten kesmek islerlerse her ikisine de -bu konuda- bir vebal yoktur." Yani; bu süre iki yoldan ister eksik, ister fazla olsun bir sakınca yoktur. Bu, doğrusu getirilen sınırlamadan sonra bir genişliktir.

Teşavur, danışma, bir görüşü ortaya çıkarmak için çaba göstermek demektir. Örneğin; süzme bal elde etmek için, denir ki, balı süzüp çıkardım, demektir. Burada bu ifadeye yer verilme nedeni, karşılıklı hoşnut kalınması durumu ve memnuniyetin bir düşünme, fikir yorma sonucu meydana çıkabileceğini göstermek ve hatırlatmaktır, he­nüz emmekte olan bebeğin zarar görmemesini sağlamaktır.

Büyükleri tedip eden, onlara edebi öğreten, küçükleri ihmal etme­yen Rabbimi tüm eksikliklerden tenzih ederim. Çünkü, karı ile kocanın her ikisinin ittifaklarına değer veriyor. Zira babanın soy ve velayet hak­kına, annenin de şefkat ve titizlik hakkına uyuluyor.

"Eğer çocuklarınızı süt anneye verip emzirtmek isterseniz, kendisine -süt annelere- vermekte olduğunuz ücretini iyilikle vermek kay­dıyla, bunda da size herhangi bir vebal yoktur. "

Yani, çocuklarınız için... Bu, Zeccac'dan gelen yorumdur. fiilinin, fiilinden nakledildiği söylenmiştir. Nitekim,  denir. Yani; kadın bebeği emzirdi ve ben o kadına bebeği emzirttim, demektir. Bu kelime iki mef ule müteaddidir, yani iki mef ul alır.

Yani bu şu demektir: "Süt annelerine çocuklarınızı emzirmek isterseniz. " Burada iki mef ulden biri bazfedilmiştir. Yani; anneden başka, eğer anne emzirmek istemezse veya aciz kalırsa, demektir. "Ücret olarak onlara vermek istediğinizi. " demektir. Bu kavli kıraat imamların­dan İbn Kesir, olarak okumuştur. Bu, birine iyilikte bulunmak, ona ihsanı ulaştırmak, demektir. Nitekim Rabbimizin şu kavli de buna bir örnektir:

"Şüphesiz O'nun vâ'di yerini bulacaktır.[152]

Bu ayette geçen, kelimesi "mef iden" demektir; yani yeri­ni bulmuştur, anlamındadır. Ücretin teslimi cevaz için şart olmayıp menduptur. kelimesi, kelimesine mütealliktir. Yani, "Süt annelere ücretlerini güzellikle ve gönü! huzuruyla, mutlu bir şekilde teslim ettiğinizde... " demektir.

"Allah'tan korkun.. Ve bilin ki; Allah, yaptığınız her şeyi görmekledir " Hiçbir işiniz ve yap­tığınız Allah'a gizli kalmaz ve Allah sizi yaptığınız o şeylerden dolayı cezalandırır ya da ödüllendirir. [153]

 

Meali

 

234. İçinizden eşlerini geride bırakarak vefat edenlerin eşleri (evle­nebilmeleri için) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Onlar söz konusu sürelerini bitirdiklerinde, kendileri ile ilgili meşru olarak yaptık­ları şeyler konusunda size herhangi bir günah ve vebal yoktur. Allah her yaptığınızdan haberdardır.

235. (Bekleme sürelerini tamamlamakta olan bu) kadınlarla evlen­me hususundaki niyetlerinizi üstü kapalı bir şekilde aktarmanızda veya içinizde saklı tutmanızda size bir günah yoktur. Sizin onları mutlaka ana­cağınızı (evlenmeyi içinizden geçireceğinizi) muhakkak Allah bilir. An­cak onlara karşı hislerinizi gizlilik içinde bildirmek yerine, kendileriyle en uygun bir şekilde görüşüp konuşun. Kesin olarak beklenmesi istenen süre bitmeden sakın nikah kıymaya kalkışmayın. Bilin ki; Allah içinizden geçeni bilir. O halde Allah'a karşı çıkmaktan sakının ve iyi bilin ki; mu­hakkak Allah, mağfireti sonsuz olan ve cezalandırmada acele etmeyendir.

236. Nikahlamanızdan sonra henüz kendilerine dokunmadığınız ya da kendileri için bir mehir belirlememiş olduğunuz kadınları boşadiğınız takdirde bundan dolayı size bir mehir mecburiyeti yoktur. Böyle bir du­rumda onlara sadece hediye kabilinden bir şeyler verin. Bunu (zengin olan kimse kendi durumuna uygun bir şekilde, fakir olan da kendi duru­muna) uygun bir şekilde versin. Uygun bir hediye vermek isteyen ihsan sahibi kimseler için bu, bir borçtur.

237. Eğer kendileriyle mehirlerini belirlemek suretiyle evlenme ak­dini yaptığınız kadınları onlara dokunmadan boşarsanız, bu takdirde on­lar için belirlediğiniz mehrin yansını vermeniz gerekir. Meğerki kadınlar bu mehiri almaktan vazgeçmiş olsun ya da nikah akdini elinde bulun­duran (koca ya da velisi) onu bağışlamış olsun, bu müstesna. Ancak (Ey kocalar!) Sizin affetmeniz (mehri bağışlamanız) takvaya daha uygundur. Aranızdaki ihsanı sakın unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta oldukları­nızı hakkıyla görendir. [154]

 

Tefsiri

 

234 - İçinizden eşlerini geride bırakarak vefat edenlerin eşleri (evlenebilmeleri için) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. On­lar söz konusu sürelerini bitirdiklerinde, kendileri ile ilgili meşru ola­rak yaptıkları şeyler konusunda size herhangi bir günah ve vebal yok­tur. Allah her yaptığınızdan haberdardır.

 

"içinizden eşlerini geride bırakarak vefat edenlerin eşleri (evle­nebilmeleri için) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. "

Ayette geçen kelimesini ele alalım. Herhangi bir şeyin tam ve eksiksiz olarak alınması halinde, ve denir; ki bu, "Ben o şeyi tastamam, eksiksiz olarak aldım. " manasınadır. Yani, onların ruhları (canlan) tama­men alındığında, öldüklerinde, demektir.

kelimesi de terk ederler, bırakırlar, anlammadir. Yani; içinizden kocaları ölen kadınlar beklerler. Ya­ni, iddet (bekleme) sürelerini beklerler. Veya bunun manası şöyle olabilir: "Onların ölümlerinden sonra eşleri kendi kendilerine beklerler. " İşte bu­rada, "Onlardan sonra/ölümlerinden sonra" ifadesi mabzuftur, açık olarak ayette yer almamıştır. Çünkü; "bundan sonra" ifadesinin zaten, konuşma­nın ya da mananın seyri içinde böyle geldiği bilinmektedir. Ancak yine de bunun takdir edilmesine gerek duyulmuştur. Zira haber olarak gelen bir cümlede mutlaka mübtedaya raci bir zamirin olması gerekmektedir.

kelimesi Mufaddal İbn Muhammcd Dabbi tarafından, olarak kıraat olunmuştur. Yani, "ecellerini bitirenler" demektir.

"Dört ay ve on". İşte buradaki "on" sayı­sıyla belirtilmek istenen gecesi ve gündüzüyle birlikte dört aydan sonra ayrıca artı on gün de buna ilâve olarak tam dört ay on gün müddetle bek­leyip iddetlerini bitirmiş olacaklar. Burada ayrıca on ifadesinden sonra günler manası anlaşılacağından yeniden buna bir hatırlatmada bulunmaya gerek yok, örneğin, "On oruç tuttum. " denilince bu, "On gün oruç tuttum." manasında olur. Şayet böyle bir hatırlatmada bulunulursa kurala uygun davramlmamiş olunur.

"Onlar söz konusu .sürelerini -iddetlerini-bitirdidertnde," "Kendileriyle ilgili meşru olarak -şeriat tarafından yadırganmayacak bir tarzda nişan ve evlenme hususunda-yaptıkları şeyler konusunda, -ey ida­reciler ve hakimler- size herhangi bir günah ve vebal yoktur." "Kaldı ki: Allah her yap (Ağınızdan haberdardır. " İçinizden geçen tüm gizli sırlarınızı bilir. [155]

 

235 - (Bekleme sürelerini tamamlamakta olan bu) kadınlarla ev­lenme hususundaki niyetlerinizi üstü kapalı bir şekilde aktarmanızda veya içinizde saklı tutmanızda size bir günah yoktur. Sizin onları mut­laka anacağınızı (evlenmeyi içinizden geçireceğinizi) muhakkak Allah bilir. Ancak onlara karşı hislerinizi gizlilik içinde bildirmek yerine, kendileriyle en uygun bir şekilde görüşüp konuşun. Kesin olarak bek­lenmesi istenen süre bitmeden sakın nikah kıymaya kalkışmayın. Bilin ki; Allah içinizden geçeni bilir. O halde Allah'a karşı çıkmaktan sa­kının ve iyi bilin ki; muhakkak Allah, mağfireti sonsuz olan ve ceza­landırmada acele etmeyendir.

 

"Bekleme sürelerini Camcım la makta olan bu kadınlarla evlenme hususundaki niyetlerinizi üstü kapak bir şekilde aktarmanızda veya. içinizde saklı, tutmanızda size bir günah yoktur.'' evlenme teklifi ve ni­şanlanma, sözlenme manasınadır.

Tariz ise; Kişin kadına; "Sen gerçekten güzelsin. "-; "Sen saliha, dini bütün bir hanımsın."., "Ben evlenmek istiyorum." türünden o kadınla ev­lenmeyi istediği izlenimini verecek sözler sarfetmektir. Böylece eğer o kadın da onunla evlenme arzusunu duyuyorsa kendisini ona göre hazırla­ması açısından bir işarettir. Yoksa açık seçik olarak bir evlenme teklifi, nikah isteği değildir ve bunu yapmamalıdır. Yani kişi, "Ben seninle evlen­mek istiyorum." türünden laflar etmemelidir. O halde kinaye ile tariz ara­sındaki fark nedir?   .

Kinaye: Bir şeyi asıl söylenmesi gereken kelime (ifade) ile değil de bir başka lâfızla belirtmektir.

Tariz: Asıl maksat hakkında hiçbir şey soylemeksizin konuşmasıy­la karşıdakinin bununla ne denmek istendiğini anladığı sözdür. Örneğin; ihtiyaç sahibi bir kimsenin ihtiyacını karşılayacağına inandığı bir kimse­nin yanma varıp: "Şöyle bir geçiyordum, sana da bir selâm vereyim, şu güzel soylu ve nurlu yüzüne bakayım istedim." gibisinden bir konuşma tarizdir. Oysa adamın maksadı ona ihtiyacını bildirmektir. Karşıdaki de gelenin maksadını anlar ve gereğini yapar. Nitekim şair der ki:

Burada maksat selâm vermek ise de asıl amaç yardım isteğidir. Bu itibarla adeta söylenen ifadede bir amaç için geldiği zaten kendisini göstermektedir. Ben selâm vermek istiyorsam da, sen de bir isteğim oldu­ğunu anla ve gereğini yap, gibi...

ne tariz yoluyla olsun ne de açık bir şe­kilde olsun soyleyemeyip içinizde gizlediğiniz şeylerden dolayı da sizin için bir vebal söz konusu değildir.

"Allah, sizin onları mutlaka ana­cağınızı (evlenmeyi içinizden geçireceğinizi) muhakkak bilir." Sizin on­ları hiç aklınızdan çıkarmayıp hep hatırlayıp duracağınızı ve bunu onlarla konuşmaktan geri durmayacağınızı da Allah muhakkak bilmektedir. O halde onları hatırlayın, ama...

Ancak onlara karsı histerinizi gizlilik içinde -gizlilik içinde olacak şeylerden olan cinsel ilişki anlamında- bildirmek yerine kendileriyle en uygun bir .şekilde -iddet süresi içinde söylememek ve ben bu cinsel ilişkiyi de bilirim gibisinden olmamak kaydıyla-görüşüp konuşun." Yani; tariz yoluyla konuşun, fakat serahat anlamında bir şey söylemeyin.

edatı, kavline mütealliktir. Yani, "Onlarla kesin bir evlenme ve ilişki anlamında söz almayın. Ancak şeriat bakımın­dan hoş karşılanan ve münker olmayan (yasaklanmayan) bir sözleşme ile onlarla görüşün. " demektir.

"Kesin olarak beklenmesi islenen süre bilmeden sakın nikah kıymaya kalkışmayın." Ayet­teki, fiili, bir şeye kesin karar vermek, azmetmek demek olan, fiilinden alınmadır. Burada özellikle kelimesine yer veril­mesi, nikah yani evlenme akdinden kesin olarak uzak kalınması gerçeği­ne dikkat çekilmesi içindir. Çünkü azim bir şeyi işlemeden önce gerekir, yani önce kesin karar ve bunun ardından da eyleme geçme gelir. Eğer bir şeye kesin karar vermekten yasaklanma emri veriliyorsa, dolayısıyla ona bağlı fiili işlemek de haydi haydi yasaklanmış demektir. Yani, "nikah (ev­lenme akdinin) düğümünü (kurdelayı) kesmeyin." veya "nikah (evlenme) düğümünü kesmeyin." demektir. Çünkü; azmetmek demek, gerçekte kes­mek, kati karar kılmak, demektir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Geceleyin oruca kesin karar vermeyen (geceden oruç tutmaya niyet etmeyen) kimsenin orucuyoktur." Farklı bir rivayet de şöyledir:

"Oruca geceden hazırlanmayanın orucu yoktur."[156]

Yani; kesin nikah (evlilik) akdini bağlamaya karar vermeyin, nikah kıymaya kalkışmayın.

"Kesin olarak beklenmesi istenen süre bitmeden" kavlinin manası, iddet süresini bitirmeden nikaha kalkışma­yın, demektir. Rabbimizin bu kavlinde geçen, iddet anlamın­dadır. Çünkü; bu sürenin beklenmesinin farziyeti Kitap ile sabit olmasın­dan dolayı Kitap olarak zikredilmiştir. Yani, "farz kılınan bekleme süresi bitinceye, sona erene dek." demektir.

"Şunu çok iyi bilmelisiniz ki; Allah, içinizden geçeni bilir." Caiz olmayan bir şey konusunda kesin karar­lılığınızı bilir.

"O halde Alkili in emirlerine karsı çıkmaktan -caiz ol­mayan bir şey konusunda kesin kararlı olmaktan- sakının."  "Ve iyi bilin ki; muhakkak Allah, mağfireti sonsuz olan ve cezalandırmada acele etmeyendir." Sizi cezalandırmak için acele etmez.

Aşağıda tefsirini okuyacağınız ayet, mehir adını belirlemeksizin ve eşiyle cinsel ilişkide bulunmamış bir kimsenin eşini boşamasıyla ilgili olarak nazil olmuştur. [157]

 

236 - Nikahlamanızdan sonra henüz kendilerine dokunmadı­ğınız ya da kendileri için bir mehîr belirlememiş olduğunuz kadınları boşadiğıniz takdirde bundan dolayı size bir mehir mecburiyeti yok­tur. Böyle bir durumda onlara sadece hediye kabilinden bir şeyler verin. Bunu (zengin olan kimse kendi durumuna uygun bir şekilde, fakir olan da kendi durumuna) uygun bir şekilde vermelidir. Uygun bir he­diye vermek isteyen ihsan sahibi kimseler için bu, bir borçtur.

 

'Nikahlamanızdan .sonra henüz kendileriyle cinsel ilişki kurmadı­ğınız ya. da. kendileri için. bir mehir belirlememiş olduğunuz kadınları boya­dığınız takdirde bundan dolayı .size bir vebal ve. mehir mecburiyeti yoktur." Burada, demek size bir mehir mecburiyeti yoktur, de­mektir. bu bir şarttır. Bunun cevabına ise, kavli delâlet etmektedir. Bunun takdiri de şöyledir: "Eğer kadın­ları boşarsanız.... size bir vebal (günah)yoktur."

"Kendilerine dokunmadığınız (cinsel ilişkide bulunmadığınız) müddetçe." burada şart manasınadır. Yani, "Eğer onlarla cinsel ilişkide bulunmamışsamz..."

Kıraat imamlarından Hamza ve'Ali, Kur'an'm neresinde geçerse geçsin hepsinde de, kelimesini, olarak okumuş­lardır. Çünkü fiil (iş) iki kimse arasında cereyan etmektedir.

"Ya da onlar için bir mehir adı koymadıkça " ve­ya, "Onlara taki bir mehir belirlenene kadar... " demektir.

Fardu'l-Farîda: Kadına verilecek olan mehrin adının konması,'be­lirlenmesi manasınadır. İşte bu, kendisiyle cinsel ilişkide bulunulmamış olan ve fakat nikahtan sonra, mehrin de adı konulmuş olduğu halde kadın boşanmışsa, bu kadına adı konan mehrin yarısının verilmesi gerekir. Eğer bir mehir belirlenmemiş ise, böyleleri için mehr-i misil adı verilen meh­rin yarısı da gerekmez. Aksine bunlar için sadece mut'a, yani bir bakıma uygun bir hediye verilmelidir. Gereken de budur.

"Böyle bîr durumda onlara, sadece hediye kabilinden bir sey perin." Bu cümlesi mahzuf bir fiil üzerine matuftur. Bunun da takdiri şöyledir: "Onları boşayın ve verilmesi gereken hediye­lerini de verin."

Mut'a: Bir dış eibise, bir iç elbise ve bir de başörtüsünden ibaret olan birtakım giysi manasınadır.

"Bunu. -veril­mesi gereken mut'ayı- zengin olan kimse kendi durumuna uygun bir şekil­de -gücü neye yetiyorsa-, juldr olan da -gücü yetmeyen de- kendi duru­muna uygun bir şekildi1 vermelidir. "

Kıraat imamlarından Ebu Bekir dışında Hafs, Hamza, Kisai, Halef ve İbn Zekvan, olarak her iki yerde de böyle okumuşlardır. Bu imamların dışındakiler ise, olarak okumuşlar, mana itibariyle her ikisi de aynıdır. Sıkıntı çeken, yoksul olan veya darda olan manalarına gelir. Mehir sorumluluğunu yerine getirip getirmemenin günah olup olmaması konusundaki deîil, kavlinden iti­baren, kavline kadar olan kısımdır.

kavli, burada verilme mecburiyeti bulunma­dığını isbat içindir. Biz Hanelilere göre mut'anın ancak böyle bir durum­da vacip, yani gerekli olabilmesi için bu ayetteki şartları taşıması gerekir. Bu şartlar var ise mut'a gerekir, vacip olur. Diğer boşananlar içinse, yani belirtilen şartları taşımayanlar için mut'a müstahaptır.

kelimesi, kavlini te'kit içindir ve faydalandır­mak, yararlandırmak suretiyle, demektir. Şeriat ve insani değerler bakımından, örf itibariyle güzel ve iyi olan bir şekilde, manasına gelir.

"Uygun bir muc'a hediye vermek isleyen ih­san sahibi kimseler -Müslümanlar- için bu, bir borçtur. " kelimesi,  kelimesinin sıfatıdır. Yani; onlara vermeleri gerekli olan bir mut'adır. Ya da, bu ihsan sahibi kimselere düşen gerçek bir borçtur. Ve­ya, "Mut'a yoluyla boşanmış kadınlara iyilikte bulunmak isteyenler için bu bir borçtur." demektir.

Henüz böyle bir yardım yapılmış değilken, âyette bunların, "muh-sin (ihsanda bulunan)" diye anılmaları, tıpkı şu hadisteki ifadeye benzer bir durumdur:

"Kim bir ölüyü (kimseyi) savaş esnasında öldürürse üzerinde bulu­nanlar onu öldüren gaziye aittir." [158]

Buradaki ihsan ifadesinden, kişinin vermek zorunda olmayıp teber­ru veya sadaka mahiyetinde birine bir şeyler verdiği şey gibi bir anlam çıkarılmasın. Burada geçen ihsan ifadesinden kasıt, burada sözü edilen ve vacip olan mut'adir. Bu gerçek böylece bilinmiş olsun.

Şimdi okuyacağımız ayetin tefsirinde de nikah akdi yapılıp ve fakat temas olmadan boşanmış ve mehri de belirlenmiş olan kadınların mehir durumlarından söz edeceğiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor: [159]

 

237 - Eğer kendileriyle mehirlerini belirlemek suretiyle evlen­me akdini yaptığınız kadınları onlara dokunmadan boşarsanız, bu takdirde onlar için belirlediğiniz mehrin yarısını vermeniz gerekir. Meğerki kadınlar bu mehiri almaktan vazgeçmiş olsun ya da nikah akdini elinde bulunduran (koca ya da velisi) onu bağışlamış olsun, bu, müstesna. Ancak (Ey kocalar!) Sizin affetmeniz (mehri bağışlamanız) takvaya daha uygundur. Aranızdaki ihsanı sakın unutmayın. Şüphe­siz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.

 

"Eğer kendileriyle nehirlerini belirlemek .sureliyle evlenme acdini yaptığınız kadınları onlara, dokunmadan basarsanız..."

kavlinde yer alan, ve beraberindeki fiili cer mahallinde te'vilî mastar hükmündedir. Yani "siz onlarla temas (ilişki) kurmadan önce... " demektir.

"Bu takdirde onlar için belirlediğiniz mehrin yansını onlara —boşadığınız kadınlara- vermeniz

gerekir."

olarak gelmiştir. mehir demektir.

"Meğerki kadınlar bu nıe.hri almaktan vazgeçmiş olsun ya da nikah akdini elinde bulunduran (koca ya da velisi) onu bağışlaniş olsun, bu müstesna."

Yine, fiiliyle beraber istisna üzere nasb mahallinde gelmiştir. Sanki şöyle denmektedir: "Boşanan kadınların sizden mehir almaktan vaz­geçmeleri hâlleri dışında her zaman sizin vermeniz gereken mehir bu gibi durumlarda belirlemiş olduğunuzun yarısıdır."

Şimdi burada geçen ve erkekler manasına gelen, ile ka­dınlar için değerlendirilen, arasındaki fark nedir? Bunun ceva­bı şöyledir:

İlk fiilde, harfi, cem-i müzekker zamiridir. Kelimenin Lamel fiili denilen son harfi mahzuftur. Sonundaki harfi de fef alâmetidir. Oysa ikinci fiilde yer alan harfi cem-i müzekker zamiri değil, keli­menin lamel fiili yani son harfidir. harfi de cem-i müennes zamiri­dir. Fiil mebni (yani sonu değişmeyen) fiillerdendir, dolayısıyla bu gibi kelimelerin lâfzı üzerinde amilin herhangi bir tesiri görülmez.

Bir önceki fiilin mahalli üzerine matuftur.

Bundan kasıt, kadının kocası demektir. Nitekim Hz. Ali (Radıyallahu Anh) de bunu böyle tefsir etmiştir. Bu, Said bin Cubeyr (v.75/694)'in, Kadı Şurayh (v.78/697)'ın, Mücahid'in, Ebu Hani-fe'nin ve İmam Şafii'nin de yeni kavlidir. Bunun böyle olmasının nedeni, kadını boşama yetkisinin kocanın elinde olmasından dolayıdır. Böyle olunca nikah akdinin bekası ya da devamlılığı da kocanın elindedir. Buna göre ayetin manası şöyle olabilmektedir:

"Şeriat açısından vacip ve gerekli olan mehir yansıdır. Yok eğer kadın isterse alacağı mehrin tümünden bir fazilet gereği vazgeçebileceği gibi, koca da dilerse yine bir üstünlük ve fazilet gereği mehrin tamamım eşine bağış­layabilir. "

İmam Malik ile İmam Şafii'nin de eski (kadim) kavline göre, nikah akdini elinde bulunduran kimse velidir. Ancak biz Hanefıler bunlara şöy­le karşılık verebiliriz ve deriz ki:

Veli durumunda olan bir kimse henüz sağire (küçük yaşta) olan kız çocuğu adına onun hakkından teberruda bulunamaz, böyle bir hak ve yet­kiye sahip değildir. Durum böyle olunca nasıl olur da akdi elinde bulun­durma yetkisi ona verilebilir ki?

"Ârieiik (Ey kocalar!) Sizin mehri al-mayıp bağışlamanız takvaya daha. uygundur." kavli mübtedadır. Bunun haberi de, kavlidir. Buradaki hitap birinin diğerine karşı üstünlüğünü ortaya koyması bakımından her iki eş içindir; hem kocaya ve hem kadına bir hitaptır. Zeccac bunu böyle zikretmiştir. Yani; kocanın mehrin tamamını boşadığı karısına bağışlaması koca açı­sından daha hayırlı olduğu kadar, boşanan kadının da kendi hakkı olan mehri almayıp bırakması onun adına çok daha hayırlıdır. Ya da buradaki hitap tüm eşleredir.

Aranızdaki ihsanı -üstünlüğünüzü- de sakın unutmayın. " Yani; kiminizin kiminizden üstün olduğunuz gerçeğini sakın ola unutmayın.

"Şüphesiz hilafıyapmakla olduklarınızı hakkıyla, görendir. Dolayısıyla Allah sizi üstünlüğünüze göre değerlendi­rip durumunuza göre ya cezalandırır ya da Ödüllendirir. [160]

 

Meâli

 

238. Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin. Allah için huşu içinde ve O'na bağlı kalarak namaza durun.

239. Herhangi bir durumdan korkacak olursanız yaya olarak veya binek üzerinde namazlarınızı kılın. Korkudan emin olduğunuz da ise, siz daha önce bilmezken size öğrettiği şeklide Allah'ı (ibadetle) anın.

240. Sizlerden ölüp geride (dul) eşler bırakanlar, eşlerinin evlerin­den çıkarıimaksızm bir yıl kadar bir süre içinde bıraktıkları maldan yarar­landırılmaları için ölmezden önce vasiyette bulunsunlar. Eğer o kadınlar kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi adlarına meşru (ölçüler içinde yaptıkları) şeylerden dolayı size herhangi bir günah yoktur. Allah, Azizdir, Hakimdir.

241. Boşanmış kadınlar için de meşru Ölçüler içerisinde (kocaların­dan) alacakları hakları vardır. Bu, Allah'tan korkanlar üzerinde bir borçtur.

242. İşte Allah ayet (hilkümjtenm size böylece açıklar ki, düşünüp gerçekleri anlayasımz. [161]

 

Tefsiri

 

238 - Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin. Al­lah içim huşu içinde ve O'na bağlı kalarak namaza durun.

 

"Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin." Namazların vakitlerine, rükünlerine ve şartlarına titizlikle uyarak devam edin ve bu namazlar arasında fazilet ve derece bakımından daha üstün olan orta namaza devam edin. Burada, kelimesinin tekil olarak zikredilmiş olması ve aynı zamanda çoğul olan,üzerine atfedilmesi, fazilet ve derece bakımından tek olması içindir. Bu orta namaz da Ebu Hanife'ye göre ikindi nama­zıdır. Nitekim cumhur da, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Ahzab (Hendek) savaşı gününde söylediği hadise dayanarak bunun ikindi namazı olduğu görüşünü ortaya koymuşlardır. Hz. Peygamber (Sallaüâhu Aleyhi ve sellem) Ahzab gününde şöyle buyurmuştu:

"Bizi meşgul ederek orta namaz olan ikindi namazım kılmaktan bizi alıkoydular. Allah evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun."[162]

Yine Rasülullah (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar:

"Bu namaz, güneş batana kadar Hz. Süleyman'ın da alıkonulduğu bir namazdır.[163]

Hz. Hafsa (Rddıyallahu Anha) annemizin mushafında ise bu, "Ve orta namaza ki bu ikindi namazıdır," tarzında geçer. Çünkü bu namaz iki gece namazı ile iki gündüz namazı arasında yer alan bir namazdır. Bu namazın önemi ve faziletine gelince, ikindi vaktinin ticaretin, alışverişin yoğun olduğu ve uğraşıların çok daha fazla olduğu bir vakit olmasındandır. Ay­rıca bu namazın öğle namazı olduğunu, çünkü bunun gün ortasında kılı­nan bir namaz olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, bu namazın sabah na­mazı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü sabah namazı iki gündüz namazı ile iki gece namazı arasında yer alan bir namazdır. Ya da bu na­maz akşam namazıdır, çünkü akşam namazı dört rekath namazlar ile iki rekatlı namazlar arasında yer alan üç rekatlı bir namazdır ve bu namaz iki sessiz olarak kılınan namaz ile iki sesli olarak kılınan namaz arasında yer alan bir namazdır diye de yorumlamışlardır. Ya da bu namaz yatsı nama­zıdır, diyenler de olmuştur. Çünkü bu iki vitir (tek kılman) namaz arasın­da yer alan bir namazdır.[164] Ya da bu vakti bilinemeyen herhangi bir na­maz olabilir. Tıpkı Kadir Gecesinin kesin olarak bilinememesi gibi. Böy­lece hepsini, yani-tüm namazları orta namazıdır niyetiyle kılıp eda etsin­ler istenmiştir.

Allah için huşu içinde ve O'na bağlı olarak na­maza durun. kelimesi burada haldir. Allah'a itaat eder ve hu­şu içinde hareket eder halde namaza durun, demektir. Ya da kıyamınız­da, ayakta iken Allah'ı anarak namaza durun, demek olabilir. Çünkü ku-nut mana olarak, Allah'a ayakta zikretmek, anmak veya namazda kıyamı (ayakta durmayı) uzatarak, manasına gelir. [165]

 

239 - Herhangi bir durumdan korkacak olursanız yaya ola­rak veya binek üzerinde namazlarınızı kılın. Korkudan emin oldu­ğunuzda ise, siz daha önce bilmezken size Öğrettiği şeklide Allah'ı (ibadetle) anın.

 

"Herhangi bir durumdan -düşman­dan veya başka bir şeyden- korkacak olursanız -namazlarınızı-yaya ola­rak veya -ima ile- binek üzerindi' namazlarınızı lalın. " Tıpkı ke­limesinin kelimesinin çoğulu olması gibi, kelimesi de kelimesinin çoğuludur. Bu durumda bulunanlar korkulan ya da mazeretleri devam ettiği sürece kıbleye karşı durup namaz kılmak zorun­da değiller.

 bu  ''Korkudan emin olduğunuzda ise korktuğunuz şey ortadan kalkınca, Önce -güven içinde nasıl ibadet olunacağını- bilmezken size -güven içinde nasıl namaz kılınacağını ve ibadet olunacağını- öğrettiği şekilde Al-

lah'i ibadetle anın." [166]

 

240 - Sizlerden ölüp geride (dul) eşler bırakanlar, eşlerinin ev­lerinden çikarılmaksızin bir yıl kadar bir süre içinde bıraktıkları maldan yararlandırılmaları için ölmezden Önce vasiyette bulunsun­lar. Eğer o kadınlar kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi adlarına meşru (ölçüler içinde yaptıkları) şeylerden dolayı size her­hangi bir günah yoktur. Allah, Azizdir, Hakimdir.

 

"Sizlerden ölü geride (dul) eşler bırakanlar, .... vasiyette bulunsunlar. " İbn Amir, Ebu Amr, Hamza ve Hafs, kelimesini nasb ile okumuşlardır. Nite­kim Zeccac'dan gelen rivayet de böyledir. Çünkü Zeccac bunu mef ul-ü mutlak ya da mef ul-ü bih olarak değerlendirmiştir. Bu, "bir vasiyet yap­sınlar" ya da "bir vasiyette bulunsunlar" demektir. Bunlar dışında kalan imamlar ise kelimesini ref ile okumuşlardır. Buna göre de ma­na şöyle olur:

"Onların bir vasiyet yapması gerekir."

"... eslerinin evlerinden çıkarılmakstzın bir yıl kadar bir süre içinde, bıraktıkları maldan yararlandınlmaları için ölmezden önce ...." Buradaki, kelimesi, kelimesiyle mansubdur. Çünkü mastardır. Veya, takdirindedir. ise, kelimesinin sıfatıdır. kavli de, tıpkı, "Bu söz, senin söylediğinden başka bir sözdür. " ifadesine benzer müekked mastardır veya bu, kelimesinden bedeldir. Mana da şöyledir:

"Zevcelerini geride bırakarak ölenler üzerinde bir hak olarak henüz ölmezden önce onlar için bir' vasiyette, bulunmaları ve bu vasiyetlerinde, kendilerinin ölümlerinden sonra eşlerinin evden atılmayıp tam bir yıl yarar-, landırılmalarım belirtmeleri bir borç ve görevdir." Yani; ölenin geride bı­rakmış olduğu terekesinden onlara harcamada bulunsunlar ve onları evle­rinden çıkarmasınlar, orada barındırsınlar.

İşte bu hüküm İslâm'ın ilk dönemlerinde yürürlükte idi, Ancak da­ha sonra bu hüküm, Bakara Suresi, 234. ayetindeki, "dört ay on gün" olarak sınırlandıran ifade ile neshedilmiştir, hükmü yürürlükten kaldırıl­mıştır. Nesh eden yani nasih veya yürürlükten hükmü kaldıran ayet tilâ­vet bakımından, yani Kur'an'daki okuma sırası itibariyle bu ayetten önce yer almış ise de, nüzul yani iniş bakımından bu ayetten daha sonradır. Bu ayet, 234. ayetten Önce gelmiştir. Bu, tıpkı Bakara Suresi, 142. ayeti ile yine Bakara Suresi, 144.'ayeti gibidir. Yani 142. ayet daha sonra nazil olduğu hâlde, 144. ayetten önce ayet sırası olarak yazılmıştır, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) böyle işaret buyurmuşlardır.

"Eğer o kadınlar -bir yıl bekledikten sonra- kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi adlarına meşru ölçüler içinde yaptıkları, şeylerden -süslen­melerinden ve şeriat ölçüleri içerisinde kendileriyle evleneceklere yaptık­ları tariz yollu hareketlerinden- dolayı size herhangi bir günah yoktur. "

"Allah, Azizdir, -hükmettiklerinde de-Hakimdir." [167]

 

241 - Boşanmış kadınlar için de meşru ölçüler içerisinde (koca­larından) alacakları -iddct nafakası- hakları vardır. Bu, Allah'tan kor­kanlar üzerinde bir borçtur.

kelimesi mastar olması üzerine mansubdur. [168]

 

242 - İşte Allah ayet(hüküm)lerini size böylece açılar ki, düşü­nüp gerçekleri anlayasınız.

 

Bu, edatının haberi olması itibariyle ref mahallindedir.

Eğer buradaki, kelimesiyle mut'a murat olunuyorsa bu takdirde ayette söz konusu edilen boşanmışların dışındakiler denmek isteniyordun Eğer onlar boşanmışların dışındakiler murat olunuyorsa bu takdirde

mut'a rnendup olarak söz konusudur, demektir. [169]

 

Meali

 

243. Binlerce (kişi) olmalarına rağmen ölüm korkusuyla yurtla­rından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara, "ölün" dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı sonsuz lütuf sahibidir.

Fakat insanların çoğu şükretmezler.

244. Allah yolunda savaşın ve iyi bilin ki; Allah, her şeyi işiten ve

her şeyi bilendir.

245. Allah'a güzel bir borç verecek kimse var mı ki, (Allah) ona verdiğinin kat kat fazlasını versin? Darlığı da genişliği de veren Allah'tır. (Sonuçta) Yalnızca O'na döndürüleceksiniz.

246. Musa'dan sonra îsrailoğullarının liderlerini görmez misin? Onlar peygamberlerine demişlerdi ki: "Bize bir hükümdar tayin et ki, onun komutasında Allah yolunda savaşalım." Peygamber de onlara dedi ki: "Ya size savaşmak farz kılınır (emredilir) de savaşmazsanız?" İsra-iloğulları cevap olarak dediler ki: "Biz neden Allah yolunda savaşıp cihad yapmayalım ki? Zaten bizler yurtlarımızdan çıkarılıp atılmışız, çocuklarımızdan da ayrı bırakılmışız." Fakat kendilerine savaşıp cihad etme farz kılınınca içlerinden pek azı dışında çoğu geri çekilip kaçtılar. Allah, zalimleri bilir.

247. Peygamber onlara dedi ki: "İyice bilin ki; Allah, hükümdar olarak size Talût'u gönderdi." Bu durum karşısında dediler ki: "Hü­kümdarlığa biz ondan daha lâyıkken nasıl olur da o bizim üzerimizde hükümran olabilir? Kaldı ki; onun geniş bir mal varlığı da yok (zengin­de değil)." Şöyle dedi: "Allah, üzerinize onu seçti. İlim (bilgi) ve be­dence ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah, (lüt­fü) geniş ve her şeyi bilendir."

248. Peygamber onlara dedi ki: "O'nun hükümdarlığının alâmeti, tabutun size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz tarafından size bir sekinet (güven duygusu) ile Musa ve Harun hane­danlarından geriye kalanlar (bir miras kalıntısı) bulunmaktadır. Doğru­su eğer mü'minseniz bunda kesin olarak sizin için bir ayet vardır." [170]

 

Tefsiri

 

243 - Binlerce (kişi) olmalarına rağmen ölüm korkusuyla yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara, "ölün" dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı sonsuz lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

 

"Binlerce kişi olmalarına rağmen ölüm korkusuyla yurtların çıkıp gidenleri görmedin mi?"

kavliyle özellikle Kitap ehlinden olup da bunların kıssa­larını ve öncekilere ilişkin haberleri duymuş olanların kulaklarını çınlat­mak ve bir bakıma onların dikkatlerini çekmek istenmiştir. Onların du­rumlarından, şaşkınlık ve hayret içine düşenlerin de aynı şekilde dik­katleri bu noktaya çekilmektedir. Evet burada böyle bir yorum yapıldığı gibi şöyle bir yorum yapılması da caizdir.

Olayı hiç görmemiş ve duymamış olanların da bu gerçekler üze­rinde düşünmeleri için olay onların dikkatlerine sunuluyor. Çünkü bu ifa­de hayret ve şaşkınlık anlamında bir bakıma bir ders alınacak hikaye, darbımesel tarzında sunulmuştur.

"ülkelerinden" ifadesinden kasıt, bulundukları kasabadan, demek olup, burasının da "Vasıl" kasabası olduğu söylenmektedir. Bu kasabada taun (veba) salgını başgöstermiş ve orada bulunanlar da kasabalarından kaçıp kurtulmaya başlamışlar. Ancak bu kaçışları onları Ölümden kurtaramamıştır. Allah onları yine de Öldürmüş, daha sonra yüce Allah onları, Peygamberleri Hz. Hizkil (Aleyhi's-Selam.) 'in duası üzerine tekrar diriltmiştir.

Bir başka yoruma göre bunlar İsrailoğullarından bir toplum idiler. Hükümdarları tarafından cihad etmeleri için çağırıldıkları halde, ölüm korkusuyla savaşmaktan ve cihaddan kaçmışlardı. Bunun üzerine bunlar Allah tarafından öldürüldüler ve sekiz gün ölü olarak kaldılar. Daha son­ra Allah bunları yeniden diriltip hayat verdi. Sayılar da binlerce denilecek kadar fazla idi.

hal olarak nasb mahallinde gelmiştir. Burada, kelimesinin çokluk manasına geldiğini bir delil olarak görmek­teyiz. Çünkü bu kelime, cemi kesret (çokluk çoğuludur). Dolayısıyla bu kelime, kelimesinin çoğulu olup, kelimesinin çoğulu degıldır. kavli melulu lehtir.

"İşte bundan 'ölürü Allah onlara, «ölün» dedi öldüler" Yani; Allah onları öldürdü. Ayette, "ölün" tarzında, emir kipiy­le getirilmiş olması, şunun içindir: Yani; onlar, Allah'ın, "ölün" emri ve dilemesi üzerine adeta tek bir adamın ölmesi gibi anında hepsi ölüverdiler, demektir. Kaldı ki; bu türden bir ölüm olayı da, olağan dışı bir ölüm olayıdır.

Özellikle bu örneklerin verilmiş olmasından kasıt, Müslümanların cihad etmelerine karşı cesaretlerinin artırılmasıdır. Mademki ölümden herhangi bir şekilde bir kurtuluş olmayacak ve kaçmakla da ölümden kurtulabilmek manasında bir fayda elde olunamayacağına göre o halde bu konuda en yerinde hareket ve en evlâ olanı da Allah yolunda cihad ederek ölmektir.

"Sonra Allah onları -ibret aismlar, Allah'ın hük­münden ve kazasından kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığını bilsinler diye- yeniden diriltti." Bu cümle mahzuf olan bir fiile matuf bulunmak­tadır. Cümlenin takdiri de şöyledir: "Onlar da öldüler. Sonra Allah on­ları yeniden diriltti." Ya da, "Allah onlara, ölün, dedi. " kavlinin mana­sı, "Allah onları öldürdü. " demektir. Bu durumda, bu cümle mana ba­kımından bunun üzerine matuf olabilir.

"Şüpheniz Allah, insariltira karşı .sonsuz lütuf sahibidir." Çünkü; Allah onların ibret alacakları ve ders çıka­racakları şeyleri, ayette sözü edilenlere gösterdiği gibi bunlara da göste­recektir. Aynı şekilde onlara ilişkin haberleri ve hikayelerini bildirmekle gerçekleri gösterdiği gibi insanlara da gösterecektir. Bu bakımdan Allah kullarına karşı lütuf sahibidir. Ya da Allah'ın insanlara karşı lütufkâr ol­ması, söz konusu kimseleri ölümlerinden sonra dirilmekle hem onlar ve hem insanlarda onlardan ibret alsınlar da kurtulsunlar diyedir. Oysa ki; Allah dileseydi onları ta kıyamete dek öylece ölü olarak bırakırdı.

"Fakat insanların çoğu -buna-sükrelmezler."

Burada bir ince noktaya dikkat çekiliyor. Çünkü bundan sonra ge­len ayet cihad konusunu ele almaktadır. Dolayısıyla bu kıssa ile anlatılan olayda ölümden kaçışın mümkün olamayacağını Rabbimiz bildirmekle, Müslümanları Allah yolunda cihada teşviktir. Bundan sonraki ayet böyle bir emri içermektedir ve RabbiVniz şöyle buyurmaktadır : [171]

 

244 - Allah yolunda savaşın iyi bilin ki; Ailah, her şeyi -geride kalanların söyleyeceklerini de, önce geçenlerin söylemiş olduklarını da-işiten ve -içlerinde gizli tuttukları- her şeyi bilendir.

Yüce Allah ölümden kaçışın insanı ölmekten kurtaramayacağını açıkiadıktan sonra bu ayetiyle de cihada teşvikte bulunmaktadır. Bu hitap ya Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) 'in ümmetinedir veya Allah'ın öldürdükten sonra tekrar diriltmiş olduğu kimseleredir. Böylece onların kendi dinini hakim kılmaları için cihad etmelerini onlardan (ve bizden) bir farz olarak istemektedir. [172]

 

245 - Allah'a güzel bir borç verecek kimse var mı ki, (Allah) ona verdiğinin kat kat fazlasını versin? Darlığı da genişliği de veren Allah'tır. (Sonuçta) Yalnızca O'na döndürüleceksiniz.

 

"Allah'agüzel bir borç verecek bîr kimse var mıdır."

Burada soru edatı olup ref mahallinde mübtedadır. ise bunun haberidir. ise, 'nın sıfatı veya ondan bedeldir. kavli ise, nin sılası yani ilgi ya da yan cümleciği­dir. Burada Allah yolunda yapılan harcamaya, Allah'a borç ya da ödünç verme manasında zikredilmiştir. Çünkü, "kan" demek, herhangi bir şeyi daha sonra mislini vermek ya da ödemek suretiyle alınan şeydir. Buna karz adının verilmiş olmasının nedeni, borç veren bir kimse yani alacaklı olacak olan kişi, bunu malından kesip vermesidir. Kaldı ki; karz kelimesi de sözlük anlamı bakımından kesmek demektir. Nitekim mikraz" kelimesi de bu kökten gelir ve bu da makas ve kesici şey, demektir. Hatta farenin bir giysiyi kumaşı yemesi halinde de buna, "karzu'l-fe'r" denir. Nitekim da bu köktendir. Yüce Allah bu­rada bu olayı direkt böyle bir kelime ile verirken bununla şuna dikkatimi­zi çekiyor. Nasıl ki, malından bir şey ayırıp/kesip veren daha sonra alaca­ğını alıyorsa, Allah için bir şey yapan ve veren de tıpkı bunun gibi yarın karşılığını Allah'tan alacaktır. Allah bundan dolayı hiç şüphe edilmeye­cek bir şekilde onu ödüllendirecektir. « Lu£ C^y » kavli de, helâl mal­dan ve gönül rahatlığıyla, demektir. Bundan amaç da, cihad konusunda gerekli olan nafaka ve harcamalar demektir. Çünkü yüce Allah, kendi yo­lunda savaşılmasın?, cihad yapılmasını emir buyurunca, bundan dolayı bir harcamaya gerek duyulacaktır, mal gerekecektir. Bu yoldan cihada ait mali bütçenin ve savaşla alâkalı harcama kalemlerinin sağlanabilmesi için gerekli mali ve nakdi harcamalara teşvikte bulunmaktadır.

"Allah da onan bu iyiliğine kar­şılık, kendisine kal. kal karşılığını vermiş olsun."

kavli kıraat imamlarından Asım tarafından, sorunun cevabı olmak üzere nasb ile okumuştur. Ancak imamlardan Ebu Amr, Nafi, Hamza ve Ali ise bunu, kelimesine atfederek merfu ola­rak, tarzında okumuşlardır.

Ya da bu, yeni bir cümledir ve takdirindedir. Kıraat imamı Ebu Amir bunu, olarak nasb ile okurken, İbn Kesir de aynı kelimeyi olarak ref ile okumuştur. mastar ye­rinde zikredilmiştir. künhünü ve ne kadar olacağını Allah'tan başkası bilemez. Öylesine sayısız mükâfat ve ödüldür. Bir görüşe göre de bire yedi yüz misli verilecektir.

"İmkanları kısan da, bollaslıran da Allah'­tır. " Kullarının azıklarını kıstığı gibi, o rızkı istediği gibi genişletir. Dola­yısıyla Allah'ın size vermiş olduğu bol imkanlarınızdan kısmayın, cim­rilik etmeyin ki, imkanlarınızı elinizden alıp da sizi darlığa sokmasın. Kıraat imamlarından îbn Kesir, Nafi, Ebu Cafer, Asım ve Ali, harfiyle olmak üzere, olarak kıraat etmişlerdir.

Ve nihayetinde O'na döndürüleceksiniz." O da daha önce yapıp sunduklarınızla sizi değerlendirecektir. [173]

 

246 - Musa'dan sonra İsrailoğullannın liderlerini görmedin mi? Onlar kendilerine gönderilmiş peygambere demişlerdi kî: "Bize bir hükümdar tayin et ki, (onun komutasında) Allah yolunda savaşa­lım.'1 Peygamber de onlara dedi ki: "Ya size savaşmak farz kılınır (emredilir) de savaşmazsanız?" Dediler ki: "Biz neden Allah yolunda savaşmayalım ki? Zaten bizler yurtlarımızdan çıkarılıp atılmışız, ço­cuklarımızdan da ayrı bırakılmışız." Fakat kendilerine savaş farz kı-hnınea içlerinden pek azı dışında çoğu geri çekilip kaçtılar. Allah, za­limleri bilir.

sonra Israiloğu Harının liderlerini görmedin mi kelimesi, Önde gelenler, eşraf, büyükler, liderler manası­nadır. Çünkü bunlar öncü olmaları bakımından gönülleri, korku ve hey­bet bakımından da göz doldurmalarından bu isim verilmiştir.

 

Ayelleki, cer edatı tab'iz içindir; yani bazıları, bir kısmı manasına gelir. "Musa'dan sonra" demek, "Musa'nın ölümünden sonra demektir. Buradaki ikinci, edatı ise iptidai gaye içindir yani, "....den itibaren" manasına gelir.

"Onlar peygamberlerine -Şem'un, Yuşa veya îşmuil'e- demişlerdi ki: «Bize bir hükümdar (ayin el ki, onun komutasında . Ulah yolunda savaşalım.» " Em­rinde savaşmak üzere, savaş sanatını biîen ve görüşlerine göre hareket edeceğimiz ve onun gösterdiği doğrultuda hareket edebileceğimiz bir ko­mutan başımıza tayin et.

harfiyle ve meczum olarak okunmak suretiyle. ise, kelimesinin sitesidir.

'Peygamber de onlara dedi ki: «Ya size savaş farz kdttıır (emredilir) de savaşmazsa­nız.'?" Kıraat imamlarından Nafı', kelimesini, Kur'an'ın neresinde geçerse geçsin hep, olarak okumuştur. şart cümlesi olup, kelimesinin ismiyle haberi arasına girmiştir. Haberi de, kavlidir. Manaya gelince o da şöyledir:

"Nerede ise siz savaşmama isteğinde değil misiniz?" Yani, durum be­nim de görebildiğim ve beklediğim kadarıyla siz herhalde savaşmaya­caksınız, çünkü korkuyorsunuz.

soru edatının ayette yer alma nedeni, onlardan beklenme olasılığı bulunan durumu sorgulamak içindir. Dolayı böyle bir soru ile esa­sen bir durum tesbiti yapılmaktadır. Yani, sizden beklenen mutlaka ola­caktır, demektir. Dolayısıyla peygamberlerinin de bu tahminlerinde isa­betli bir tahmin yürüttüğü gerçeğine işaret edilmiş bulunmaktadır.

"Dediler ki: Biz neden Adalı yolunda savuşmayalım ki?" Yani, savaşı bırakmaya hangi saik bizi yönlen­direcek ki? Savaşmamaktan biz ne gibi bir amacımız olabilir ki? "Zaten bizler yurtlarımızdan çıkarılıp alıl­mışız, çocuklarımızdan da ayrı bırakılmışız:" buradaki har­fi hal ıdır.

Bilindiği gibi Calût'un kavmi Mısır ile Filistin arasında yerleşik bulunan bir toplum idiler. Bunlar İsrailoğuların m önde gelen liderlerin­den dört yüz kırk kadar çocuklarını esir almışlardı. Dolayısıyla demek is­tiyorlardı ki, mademki Calût denen bu adam bizim bu kadar çocuğumuzu esir aldı, bizlere her türlü zulmü reva gördü, o halde neden savaşmayacakmışiz? Biz mutlaka onlarla savaşmalıyız.

"Fakat kendilerine savaş farz kılınınca içlerinden pek azı dışında çoğa geri çekilip kaçlılar." Ne zamanki onların cihad isteğine olumlu karşılık gelip farz kılındığı bildirilince, oldukça az sayıdaki kimseler dışında çoğu hemen geri dönüp kaç­tılar. Kaçmayanların ve savaşmada, Allah yolunda cihad etmede sebat gösterenlerin sayıları ise Bedir Savaşına katılan mü'minlerin sayısı kadar idi, ki bu sayıda üç yüz on üç kişi idi.

"Allah, zalimleri.bilir," Bu, cihadı terk eden­lerin bu terk sebebiyle kendileri zulmettiklerine ilişkin yüce Allah'ın on­ları bir tehdididir. [174]

 

247 - Peygamber onlara dedi ki: "İyi bilin ki; Allah, hükümdar olarak size Talût'u gönderdi." Bu durum karşısında dediler ki: "Hü­kümdarlığa biz ondan daha çok lâyıkken nasıl olur da o bizim üzeri­mizde hükümran olabilir? Kaldı ki; onun geniş bir mal varlığı da yok (zengin de değil)." (Peygamber onlara) şöyle dedi: "Allah, üzerinize onu seçti. Kaldı ki; ilim (bilgi) ve bedence ona üstünlük verdi. Allah mül­künü dilediğine verir. Allah, lütfü geniş ve herşeyi bilendir."

 

''Peygamber onlara dedi ki: İyice bilin ki; Allah, hükümdar olarak size Talât )t gönderdi." Ayette geçen, Talût ismi, tıpkı Calût ve Davud isimleri gibi Arapça kö­kenli olmayan isimlerdendir. Marife olmaları ve bir de Arapça kökenli olmamaları, yani ucme olmaları nedeniyle gayri munsarif bir kelimedir.  » kelimesi de haldir.

"Bu durum, karşısında, dediler ki: Hükümdarlığa biz on­dan daha çok lâyıkken nasıl olur da o bizim üzerimizde hükümran olabilir'? Kaldı ki, onun bir mal varlığı, da yok (zengin de değil). na­sıl olur, nereden olabilir ki, anlamındadır. Bu ifade İsrailoğu11arının Taiût'a başlarına bir hükümdar olarak göstermek istemediklerini, böyle bir görevi onun için uzak bir ihtimal olarak gördüklerini göstermektedir. kelimesinin başında yer alan harfi hal içindir.

Yani; nasıl olur da bu kimse başımıza geçirilebilir? Oysa bu kimsenin böyle bir makama gelmesi, hükümdar olması bile bir haksızlıktır. Çünkü o buna lâyık biri değildir. Zira ortada bu iş için ondan çok daha liyâkat sahibi olanlar bulunmaktadır. Kadı ki; Talût aynı zamanda fakir bindir. Oysa iktidar sahibi olunabilmesi için mutlaka o kimsenin bu durumunu destekleyecek ve takviye edecek olan bir de mal varlığının bulunması gerekir.

İsrailoğullarından bir kesimin buna bu şekilde karşı çıkmalarının nedeni, o sırada peygamberlik görevi Hz. Yakub t Aleyhi's-Selâm)'m soyun­dan gelen Lavi kolundan olanlarda idi. Kral, yani hükümdar da yine Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâmf m Yehuza kolundan olanlar da bulunuyordu. Bun­ların her ikisi de yani Lavi ve Yehuza, Hz. Yakub (Aleyhi's-s'elûmf'm oğlu Bünyamin neslinden geliyorlardı.

Talût fakir biriydi. Şakilik yapardı, su taşır veya deri tabaklama işiyle uğraşırdı. Rivayete göre, İsrailoğulları peygamberlerinden başları­na bir hükümdar tayin etmelerini istediklerinde, peygamberleri de bunun için Allah'a dua eder. Bunun üzerine kendisine bir asa getirilir (verilir). O bununla kim hükümdar olabilir diye bir değerlendirme yaptı. Ancak asa (değnek), Talût'un boyuna, poşuna daha uygun düştü.

"Peygamber onlara şöyle dedi: Allah bizzat üzerinize görevle onu seçti." Allah sizi idare etmek üzere başınıza o-nu tercih etti. Çünkü o size göre işlerin nasıl idare olunacağını çok daha iyi bilmektedir, dolayısıyla onun vereceği herhangi bir hükmüne itiraz gerekmez.

kelimesinde yer alan, harfi sakin harfi yeri­ne geçen harfinden harfine dönüştürülmüş olan harftir.

Daha sonra yüce Rabbimiz, onların ileri sürdükleri soy asaletinden ve mal varlığından, Talût ile ilgili olarak iki önemli özelliğine işaret buyurmaktadır. Bu da oldukça sahasında geniş bir bilgi ve bu bilgiyi uygu­lama birikimine sahip olduğu özelliğiyle beden ve vücut yapısı bakımın­dan da oldukça güçlü ve yapılı bir bedene sahip olduğudur. Bunun için şöyle buyurmuştur:

"kaldı kt; ilim (bilgi)  be­dence ona üstünlük verdi." kelimesi ikinci mefuldür. Riva­yete göre Talût, kendi döneminde savaş sanatı ile alâkalı olarak ve dini bakımdan herkesten daha üstün bilgiye sahip bulunuyordu. Başı, boyu ve omuzlarını genişliği bakımından herkesten daha uzun boylu ve güçlü biriydi.

kelimesi; büyük ve geniş kabiliyet, üstün yetenek mana­sına gelir. Dolayısıyla Talût hem bedeni yapı bakımından hem de çağının bilgi birikimi ve askeri beceri açısından en yetenekli kimse idi, demektir. Aslında yetki sahibi olan, hükmü elinde bulunduranların mutlaka ili ehli olmaları gerekir. Çünkü cahil, bilgisiz kimse başkalarınca hem kendisi basit ve zelil biridir, hem de yönettiği toplumu zelil ve perişan kılar. Do­layısıyla böyle bir kimsenin yönetimimden yararlanılamaz, fayda sağla­namaz. Aynı zaman iri yapılı, vücutça da insanların gözünü doldurabil-melidir. Zira insanları en fazla etki altına alabilmesi, gönüllerde en çok korku ve heybet doğurması buna bağlıdır.

''Allah mülkünü dilediğine verir." Yani, tartışmasız olarak mülk, Allah'ındır. Allah o mülkü kimi dilerse ona verir. Bunu veraset yoluyla birinden ötekisine geçmesi söz konusu değildir.

"Âllahın, lü'lfi geniş ve her sevi bilendir.'' Allah fazlı ve ikramı geniş, vergisi bol olandır. Bu itibarla O, herhangi bir şeyi olmayan, fakir ve yoksul olanın imkanlarını genişletir, bollaştırır ve fa­kirken zengin kılar. Bu itibarla Allah, hükümdarlığa, iktidara kimi getire­ceğini ve kimi seçeceğini de elbette çok daha iyi bilir.

İsrailoğulları bu noktada peygamberlerinden, Talût'un Allah tara­fından gerçekten seçilip seçilmediğine dair bir delil ve kanıt istediler. İşte şimdi okuyacağımız ayette de bu gerçek ele alınmaktadır. [175]

 

248 - Peygamber onlara dedi ki: "O'nun hükümdarlığının alâmeti, tabutun size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz tarafından size bir sekinet (güven duygusu) ile Musa ve Ha­run hanedanlarından geriye kalanlar (bir miras kalıntısı) bulunmak­tadır. Doğrusu eğer mü'nıinscniz bunda kesin olarak sizin için bir ayet vardır."

 

"Peygamber onlara dedi ki: O'nun hükümdarlığının alâmeti tabutun -Tevrat'ın kon­duğu sandığın- size gelmesidir." Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) savaşa çıktığı za­man bu sandığı ya da kasayı öne koyardı. Bu sandık manen îsrailoğullarının moralinin yükselmesine ve savaştan kaçmamalarına yarardı.

'Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz tarafın­dan size bir .sekinet (güven duygusu) ile Masa ve Harun hanedanların­dan geriye kalanlar -Tevrat levhalarının kırık parçaları, Hz. Musa (Aleyhis-Selâm) asası, elbiseleri, bazı Tevrat ayetlerinden bir kısmı, Hz. Mu­sa (Aleyhi'.S'Setâm)'m ayakkabıları ve Hz. Harun (Aleyhi"s-Selâm)'\n da sarığı— (bir miras kalıntısı) bulunmaktadır."

Yani, Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) ve Hz. Harun (Aleyhi's-Selâmf m ölümlerinden sonra bıraktıkları şeyler. Ayette, ifadesine yer verilmesi, Hz. Musa ile Hz. Harun (Aleyhime's-Selâm)a verilen büyük önem ve değer itibariyle zikredilmiştir.

Meleklerin taşımakta olduğu ifadesiyle de, şu­na işaret edilmektedir. Söz konusu tabut, Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) velalından sonra Allah tarafından göğe çıkarılmıştı. İşte kaldırılan bu tabutu ya da sandığı melekler onların gözleri önünde getirip bıraktılar. Bu cümle hal olarak gelmiştir. Nitekim, de böyledir. ise, kelimesinin sıfatıdır. kavli de, keli­mesinin sıfatıdır.

"'Doğrusu eğer miuninseniz bunda kesin olarak sizin için, bir ayet. vardır.'" Şüphesiz eğer doğruluğunu kabul edip inanıyorsanız, tabutun size geri getirilmesi, Al­lah'ın Talût'u sizin başınıza hükümdar ve emrinde savaşacağınız komu­tanınız olarak gönderdiğinin bir alâmetidir. [176]

 

Meali

 

249. Talût askerleriyle beraber ayrılınca şöyle dedi: "Muhakkak ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içerse benden de­ğildir, kim de ondan tatmazsa (kana kana içmezse) o bendendir, ancak avu-cuyla ondan bir miktar avuçlayıp içenler hariç." Ne var ki; içlerinden pek azı dışında hepsi de o ırmaktan   içtiler. Talût ve beraberindeki inananlar (ırmaktan) geçtiklerinde, diğerleri: "Bizim bugün Calût ve ordusuna karşı çıkıp savaşma gücümüz yok." Dediler. Fakat Allah'ın huzuruna varıp O'na kavuşacaklarına kesin olarak iman edenler ise şöyle dediler: "Nice küçük birlikler vardır ki, Allah'ın izniyle nice büyük birliklere galip gelmiştir. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.''

250. (iman edenler) Calût ve ordusuyla karşı karşıya geldikleri za­man şöyle dediler: "Rabbimiz! Bize bol sabır ver. Ayaklarımızı sabit kıl, ve bize kâfir kavimlere karşı yardım et."

251. Derken Allah'ın izniyle onlara galip geldiler. Davud da Calût'u öldürdü. Allah (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona iste­diği ilimleri de öğretti. Eğer Allah'ın kimi insanları ötekilerin eliyle ber­taraf etmeseydi elbette dünyanın düzeni sarsılıp bozulurdu. Fakat Allah bütün alemlere karşı sonsuz lütuf ve kerem sahibidir.

252. İşte bunlar Allah'ın ayetleridir. Biz bu ayetleri tüm gerçekle­riyle sana açıklıyoruz. Ve muhakkak sen Allah tarafından gönderilmiş olan peygamberlerdensin. [177]

 

Tefsiri

 

249 - Talût askerleriyle beraber ayrılınca şöyle dedi: "Mu­hakkak ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içer­se benden değildir, kim de ondan tatmazsa (kana kana içmezse) o ben­dendir, ancak avucuyla ondan bir miktar avuçlayıp içenler hariç." Ne var ki; içlerinden pek azı dışında hepsi de o ırmaktan içtiler. Ta­lût ve beraberindeki inananlar (ırmaktan) geçtiklerinde, diğerleri: "Bizim bugün Calût ve ordusuna karşı çıkıp savaşma gücümüz yok." dediler. Fakat Allah'ın huzuruna varıp O'na kavuşacaklarına kesin olarak iman edenler ise şöyle dediler: "Nice küçük birlikler vardır ki, Allah'ın izniyle nice büyük birliklere galip gelmiştir. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."

 

"Talât askerleriyle beraber -kendi beldesinden düşmanla savaşmak üzere- ayrılınca onlara .şöyle dedi:" hal olarak gelmiştir. Yani ordusu ile birlikte, onlarla iç içe, demektir. Sayıları seksen bin kişi idi. Savaşa çıktıkları mevsim sıcakların o insanları oldukça bunalttığı aşırı sıcak ve kavurucu bir mevsimdi. Allah'­tan kendilerine su içmek için bir nehir istediler.

"Bakın! Allah .sizi. bîr nehirle imtihan ede-cck." Herkesi birşeyle imtihan ettiği gibi sizi de bununla imtihan ede­cektir. Bu nehir Filistin nehridir. Yüce Allah bununla cihada katılabilecek olan ile katılamayacak olanın mazereti ortaya çıksın istemiştir. Yani, kim gerçekten bu işi istiyor ve kim cepheden kaçmak istiyor, belirlensin istenmiştir.

Kim o nehirden -suya kafasıyla abanıp avucuyla değil, ağzıyla- içerse benden -taraftarlarımdan ve bana uyanlardan- değildir," "Kim de ondan tat­mazsa (kana kana içmezse) o bendendir." Kıraat imamlarından Nafi, Ebu Cafer ve Ebu Amr, kelimesindeki harfini fetha ile, olarak okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise harfinin sükunu ile okumuşlardır.

"ancak avucuyla ondan bir miktar anıc-kıyıp içenler hariç' Böyle yapanlar, kafalarını suya kapatarak kana kana

içenlerden ayrı olarak değerlendirilmişlerdir. Çünkü, kavlinden istisna edilmiştir. İkinci cümle istisnadan hüküm itibariyle sonra olarak değerlendirilmiş, ancak işin önemi nedeniyle öne alınmıştır.

Kıraat imamlarından Hicaz okulu mensuplarıyla Ebu Amr, kelimesindeki harfini fetha ile, olarak mastar manasında okumuşlardır. Yani "avuçlamak" anlamında okumuşlardır. Ötreli olarak okuyanlar ise, bunu, "mağruf" yani "avuçlanan" anlamında okumuşlardır. Bunun manası şöyledir: "Ağzınızla suya kapanmamak kaydıyla elinizle on­dan bir avuç alıp içmeniz hali müstesna." Bunun bu manaya geldiğinin ka­nıtı da ayetin şu kısmıdır:

"Ne var ki; içlerinden pek azı disinda hepsi, de ö ırmaktan -kafalafıylâ suya abanarak doya doya— içtiler." Bu az sayıdakilerin adedi de 313 kişi idi,

"Talâtve beraberindeki —az sa-yıdaki— inananlar ırmaktan karşıya geçtiklerinde, diğerleri: " "Bizim bugün Calûl ve ordusuna karşı çıkıp savaşma gücümüz yok, dediler." Bizim Calût'un gücüne karşı koyabilecek bir gücümüz yok.

Calût; Amalika toplumunun zalim ve cebbar olan liderleriydi. Bun­lar, İmlik b. Ad soyundan gelen kimselerdi. Calût'un üzerinde demirden yapılan ve ağırlığı da üç yüz ntlı bulan bir zırh vardı.

"Fakat Allah'ın huzuruna varıp ona kavuşacaklarına. -şehit olacaklarına- kesin olarak iman eden -ve Talût ile birlikte hareket edip sebat gösteren- (er ise -savaştan geri duran çok sayıdaki rezil kimselere- söyle karşılık veriler: Rivayete göre sadece bir avuç su alıp içenlere, içtikleri su, onlara tamamen yetmiş, onların bu husustaki sıkıntılarını ortadan kaldırmış, ancak suya abanarak ağızlarıyla doyasıya içenlerin ise dudakları morarmış, göbekleri şişmiş, giderek su­suzlukları canlarına tak etmiştir.

"Nice küçük birlider vardır ki, Allah'ın izniyle -yardımıyla- nice büyük birliklere galip gelmiştir. Çünkü Allah, .sabredenlerle beraberdir." haberiyedir. Mübteda olarak mahallen merfudur. kelimesi de bunu haberidir. [178]

 

250 - (İman edenler) Calût ve ordusuyla karşı karşıya geldik­leri zaman şöyle dediler: "Rabbimiz! Bize bol sabır ver. Ayaklarımı­zı -kalplerimizi güçlendirerek ve düşmanlarımızın kalplerine korku sala­rak- sabit kıl, ve bize kâfir kavimlere karşı yardım et." [179]

 

251 - Derken Allah'ın izniyle onlara galip geldiler. Davud da Calût'u öldürdü. Allah (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona istediği ilimleri de öğretti. Eğer Allah'ın kimi insanları ötekilerin eliyle bertaraf etmeseydi elbette dünyanın düzeni sarsılıp bozulurdu. Fakat Allah bütün alemlere karşı sonsuz lütuf ve kerem sahibidir.

 

"Allahın izniyle -kazası ve hükmü ve irade- oe askerleri -mü'minler- onları -Calût ve ordusunu- hezimete uğrattılar." "Davud da Calûtu öldürdü."

Hz. Davud (Aleyhi's-Sdâm)'m babası İyşa da altı çocuğuyla birlikte Talût'un askerleri arasında bulunuyordu. Davud ise bunların yedincileri idi ve küçüktü. Kendisi koyun güderdi, çobanlık yapıyordu. Bunun üzeri­ne Allah, İsrailoğullarının peygamberine vahyederek, Calût adındaki zali­mi öldürecek olan kişinin Davud (Aleyhi's-Selâm) olduğunu bildirdi. Pey­gamberleri, Davud (Mcyhi's-seiâm)'\ babasından istetti, o da geldi. Hz. Davud (Aleyhi's-Seiâm) yolda gelirken yolu üzerinde üç taş bulunuyordu. Bu her üç taş da Hz. Davud (Aleyhi''s-Selâm)''a seslenerek kendilerini almalarını istediler ve ona: "Sen bizimle Calût'u öldüreceksin." dediler. Hz. Davud da o üç taşı aldı ve heybesine ya da torbasına attı. İşte bu taşları Calût'a ata­rak bunlarla onu öldürdü. Ordu komutanları Talût da bunun üzerine Ca-lût'un kızıyla Hz. Davud (Aleyhi's-Selâm)i evlendirdi. Fakat daha sonra Ta­lût, Hz. Davud (Aleyhi's-Selâm)ı kıskanır ve öldürtmek ister. Ancak sonra­ları yaptıklarından tevbe ederek vefat etti.

"Allah. Davud'a hükümdarlık ve hikmet -peygamberlik- verdi ve ona islediği, ilimleri -zırh yapımını, kuş dili konuşmasını ve benzeri şeyleri- de öğretti." Allah o kutsal toprakların dört bir tarafını Hz. Davud (Aley'his Seiâmfin hükümran­lığına verdi. Hz. Davud (Aleyhis-Selâm)'n önce İsrailoğulları hiçbir dö­nemde bir devlet kurarak bu tarzda bir birlik kurup bir araya toplanmış değillerdi.

"Eğer Allah kimi insanları ötekilerin eliyle bertaraf etmeseydi, kesinlikle dünyanın dü­zeni sar.sıhi) bozulurdu."

kavli meful-ü bihtir. ise, kelimesinden bedeldir. Kırat imamlarından Nafi' ve Ebu Cafer, kelimesini, şeklinde olarak okumuştur. Bu da, kelimesinin veya, kelimesinin mastarıdır. Yani, mufaale babın­dan mastardır. Yani, bunun manası şöyledir:

"Eğer Allah kimi insanların kötülüklerini kimilerinin eliyle önlemesey-di, bunlar yoluyla ötekilerin kötülüklerine, bozgunculuklarına engel olma­saydı, kesinlikle anarşistler, bozguncular ve vurguncular baskın çıkarlar, üs­tün gelirlerdi. Böylece ne ürünleri, ne de nesilleri kalırdı, hepsi darmadağın hale gelirdi," Ya da:

"Yüce Allah kâfirlere karşı Müslümanlara yardım etmeseydi, dolayı­sıyla kâfirlerin galebe çalması ve baskın gelmeleriyle dünyanın düzeni tama­men sarsılırdı. Sonuç olarak iyiler öldürülür, ülkeleri harabeye dönüştürü­lür ve insanlar işkenceler altında inim inim inletilirdi."

Fakat Allah, bütün alemlere karşı -onlardan fesadı önlemekle- sonsuz lütuf ve kerem sahibidir." İşte burası, "aslah .olanı yani en güzelye en doğru olanı" yaratma meselesiy­le ilgili olarak Mutezile'nin aleyhine bir delildir[180].

 

252 - İşte bunlar Allah'ın ayetleridir. Biz bu ayetleri tüm ger­çekleriyle sana açıklıyoruz. Ve muhakkak sen Allah tarafından gön­derilmiş olan peygamberlerdensin.

 

mübtedadır. de bunu haberidir. Yani; bütün bu anlatılan hikaye ve kıssalar, örneğin binlerce kimsenin ölümden kaçışları, Allah'ın onları öldürüp sonra yeniden diriltmesi, Talût'un hükümdar ve başkomutan seçilmesi, henüz bir küçük çocuk olan Hz. Davud (Aleyhis-Selâm) eliyle Talût'un düşmanına karşı üstünlük kazanarak onu yenmesi gibi olayları sana aktardık, tüm yönleriyle açıkladık, demektir.

kavlinden haldir. Bunda etkili amil ise işaret manası-ismidir. Ya da, kavli, dil: işaret isminden bedeldir. kavli de bunu haberidir.

Bunda Kitap ehlinin asla şüpheye düşmeyecekleri bir şekilde kesin olarak sana açıklıyoruz. Çünkü onların kitaplarında da zaten bu şekilde yer almaktadır.

Herhangi bir kitaptan okumaksızın ve ehli olan birinden dinleyip işitmeksizin bu gerçekleri onlara bildir. Çünkü sen gönderilen peygamberlerdensin. [181]

 

Meali

 

253. İşte böylece peygamberlerden kimini ötekilerine üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle konuşmuş ve kimilerini de derecelerle yükselt­miştir. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen toplumlar, kendilerine gelen apaçık mucizelerden sonra savaşmazlardı. Ama onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimisi iman etti, kimisi de kâfir oldu. (Bütün bunlara rağmen) Allah dileseydi onlar savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.

254. Ey iman edenler! Ne bir alışverişin, ne bir dosttan medet bek­lemenin ve ne de bir şefaatin bulunmadığı gün gelmeden önce size rızık verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerin (hakkı tanımayanların) ta kendileridirler.

255. Allah, kendisinden başka hiçbir mabud olmayan bir tek ilâhtır. Haydır (ebedi ve ezeli diridir), Kay yumdur (bütün varlıkların durumları­nı elinde bulundurup ayakta tutan ve koruyandır). O'nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde var olanların tamamı O'nun-dur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yap­tıklarını da ileride yapacaklarını da bilir. O'nun bilgisi dışında asla gizli bir şey kalmaz. Allah'ın dilediklerinin (öğrettiklerinin) dışında kullan O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak (ihata edip) kavrayamazlar. O'nun kürsüsü (ilmi ve kudreti) bütün gökleri ve yeri kuşatıp içine almıştır. Gökleri ve yeri gözetip koruması O'na ağır ve zor gelmez. O çok yücedir ve çok uludur.

256. Dinde zorlama yoktur. Artık doğru olan (İslâm yolu) ile batı! olan (küfür yolu) birbirinden ayni (gerçek ortaya çık)mıştır. Öyleyse her kim tağutu reddedip Allah'a iman ederse işte o, muhakkak kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır, Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.

257. Allah iman edenlerin velisi ve dostudur. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. Kâfirlere gelince onların da yardımcıları ve ve­lileri tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. İşte bunlar ce­hennemliktirler. Onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar. [182]

 

Tefsiri

 

253 - İşte böylece peygamberlerden kimini ötekilerine üstün kıldık. Allah onlardan kinıisiyle konuşmuş ve kimilerini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Rû-hu'1-Kudüs ile güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen toplumlar, kendilerine gelen apaçık mucizelerden sonra savaşmaziardi. Ama onlar anlaşmazlığa düştüler. Dolayısıyla onlar­dan kimisi iman etti, kimisi de kâfir oldu. (Bütün bunlara rağmen) Allah dileseydi onlar savaşmaziardı. Fakat Allah dilediğini yapan

 

İşte böylece sözünü elliğimiz fjevgamberlerden kimini ötekilerine üstün, kıldık." kavliyle burada bu surede söz konusu edilen peygamberlerden, Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm)den tutun ta Hz. Davud (Aleyhi's-Selâm) peygambere kadar haklarında bilgi verilen peygamberler ya da Allah Rasûlü (Sallaüâhu Aleyhi ve Setiemf'm bilgisi dahilinde bulunan peygamberler söz konusu edilmektedirler.

Buna göre bunlar peygamberliklerinin ötesinde birtakım özelliklerle ve meziyetlerle üstün kılınmışlardır. Çün­kü; bunların hepsi de tıpkı mü'minlerin birbiriyle eşit olması gibi risalet görevinde eşittirler. Yani; mü'minler nasıl ki imam açısından eşit iseler, peygamberler de risalet görevinde eşittirler. Mü'minler nasıl ki iman dı­şında laatleri ve amelleri bakımından farklılık gösterebiliyorlarsa, işte peygamberler de böyledir. Nitekim Rabbimiz bu gerçeği daha sonra şöy­le açıklamaktadır:

"Allah onlardan kimseyi -örneğin Hz. Musa ile, arada herhangi bir elçi olmaksızın direkt olarak-'konuşmuş ve kimilerini de derecelerle -yükseltmiştir," demek, takdirinde olup, Allah kendisiyle konuştu, manasınadır ve bu zat da Hz. Musa Aleyhi's-Seâm dır. Burada ilgi cümleciğinden ait yani zamir hazfedilmiştir. Buna göre mana şöyledir: "Onlardan öylesi de var ki, Allah aralarında bir elçi olmaksızın kendisiyle konuştu," bu da Musa (Aleyhi'.s-Setâm).

' birinci mefuldür, kelimesi de ikinci mefuldür. Yani, derecelerle veya derecelere .... demektir. Kısaca onlardan kimisini de diğer peygamberlerin üzerine derece bakımından yükseltti. Nitekim fazilet bakımından peygamberler aralarında birtakım farklılıklara sahip olmalarının yanında, onlardan derecelerle çok daha üst durumda olan da vardır ki, bu da Hz. Muhâmmed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)dir. Çünkü Allah onu, evrensel olarak tüm insanlığa ve cinlere pey­gamber olarak göndermiştir. Öyle ki; Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimize binlerce denilebilecek manada çok mucizeler verilmiştir. Ondan önceki hiçbir peygambere bu manada mucize verilmiş değildir. Bu mucizelerin en büyüğü de Kur'an'dır. Çünkü bu Kur'an mucizesi dünya durdukça yeryüzünde var olacaktır

Burada bu konunun açık ve net olarak değil de üstü kapalı bir ifa­deyle anlatılmasındaki incelik ise, onun durum ve konumunu yüceltmek­tir. Bir de, ondan başka hiçbir peygamberde benzeri görülmeyen özel du­rumu sebebiyledir. Öyle bir farklılık ki; başka birisiyle asla karıştınlama-yacak kadar net ve belirgin.

Farklı bir yoruma göre de bununla belirtilmek istenen Hz. Muham-

med (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) ve bu ikisi dışındaki ulu'l-azm peygamberlerdir.

İsa'ya -ölüleri diriltmek, anadan doğma körleri, alaca hastalığına ya­kalananları ve buna benzer şeyleri iyileştirmek gibi- apaçık belgeler Derdik ve onu llûhtı'l-Kudüs -Cebrail veya İncil- ile güçlendirdik."

"Eğer Allah dileseydiy o peygamberlerden sonra gelen toplumlar kendilerine gelen apaçık belgelerden sonra -ihtilâfa ve ayrılmazlığa düşerek- savaş­maklardı. Çünkü savaşların nedeni anlaşmazlıklardır. "Ancak onlar -benim .dilememle- anlaşmazlığa, düştüler." Daha sonra Rab-bimiz anlaşmazlık nedenlerini açıklayarak şöyle buyuruyor:

"Dolayısıyla onlardan kî mis t iman. elli, kimisi de kâfir oldu." Hepsi de Benim dilememle oluyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Tüm peygamberlerimin işlerini bu şekilde beliıiedim. Hepsi için aynı kanunu uyguladım. Hiçbir peygamberin ne sağlığında ve ne de ölümlerinden sonra bütün ümmetinin ona uymakta bir araya geldikleri, anlaşmazlığa düşmedikleri olmamıştır. Aksine onun hakkında anlaşmazlığa düşmüşler, «onlardan kimisi iman etti, kimisi de karşı çıkıp kâfir oldu.»

"Bütün bunlara rağmen Allah dikseydi onlar -anlaşmazlığa düşerek- savdsmazlcûrlı." Burada bunun tekrarı du­rumu pekiştirmek ve te'kit içindir. Yani, "Ben onların savaşmamalarını dileseydim, savaşmazlardı. Çünkü mülkümde cereyan eden her olay ancak be-nim meşiedme, yani dilememe bağlıdır." İşte işin bu noktası, Mutezile Mezhebinin görüşünü geçersiz kılıyor. Çünkü Allah, "Eğer onların sa­vaşmalarını dilemesem, onlar savaşmazlardı" diye bildirmektedir. Oysa Mutezile Mezhebi savunucuları diyorlar ki, "Allah onların savaşmama­larını istedi ve fakat onlar buna rağmen savaştılar. "

''Fakat Allah dilediğini yapar.'' Allah, ayetin bu ifadesiyle mutlak manada iradenin kendi zatına ait olduğunu, başkasına has olmadığını net olarak bildirmektedir. Nitekim Ehli Sün­netin de mezhebi (görüşü) budur. [183]

 

254 - Ey iman edenler! Ne bir alışverişin, ne bir dosttan me­det beklemenin ve ne de bir şefaatin bulunmadığı gün gelmeden ön­ce size rızık verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. Kâfirle­re gelince, onlar zalimlerin (hakkı tanımayanların) ta kendileridirler.

 

''Ey iman edenler! Ne bir alışverişin, ne bir dostlun me­det beklemenin oe ne de bir şefaatin (kayırmanın) bulunmadığı gün gelme­den önce size nzık olaran verdiğimiz serlerden Allah yolunda harcayın."

Allah yolunda cihad etmek üzere harcayın. Ya da bu hüküm genel manasıyla farz olan her sadaka-yardım ya da zekât manasınadır. Yani; daha önce yapmamış olduğunuz harcamalara karşı hiçbir şey yapabilme gücüne sahip olamayacağınız ve infak etmek için de başvuracağınız bir alışverişin olamayacağı o gün... Dostlarınızın size müsamaha ile yaklaşacakları imkanı olmayan o gün.. Kâfirler için bir şefaatin var olmadığı, demektir. Çünkü mü'minler için şefaat vardır. Ya­hut Allah'ın izninden sonra mü'minler için şefaat olacaktır.

"Kâfirlere gelince onlar zalimlerin (hakkı tanımayanların) la kendileridirler." Çünkü kâfirler, kıyamet gününde ihti­yaç duyacakları şeyleri yapmamakla kendi canlarına kıyıp haksızlık edenlerdir. Veya, kıyamet gününü inkâr eden bunlar, zalimlerin ta kendi­leridirler.

Kıraat imamlarından İbn Kesir, Ebu Amr ve Yakub, fetha ile olarak kıraat etmişlerdir. [184]

 

255 - Allah, kendisinden başka hiçbir mabud olmayan bir tek ilâhtır. Haydır (ebedi ve ezeli diridir), Kayyumdur (bütün varlıkların durumlarını elinde bulundurup ayakta tutan ve koruyandır). O'mı ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde var olanların tamamı O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını da ileride yapacaklarını da bilir. O'nun bilgisi dışında asla gizli bir şey kalmaz. Allah'ın dilediklerinin (öğ­rettiklerinin) dışında kulları O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak (ihata edip) kavrayamazlar. O'nun kürsüsü (ilmi ve kudreti) bütün gökleri ve yeri kuşatıp içine almıştır. Gökleri ve yeri gözetip koruma­sı O'na ağır ve zor gelmez. O çok yücedir ve çok uludur.

 

''Allah, kendisinden başka hiçbir mabud olmayan bir tek ilâhtır. I lay'dtr (ebedi ve ezeli diridir), Kayyurrdur (bütün varlıkların durumlarını elinde bulundurup ayakta tutan ve ko­ruyandır). "

Burada, ismi, haberi ve bedel kılındığı yer itibariyle mübtedanın haberidir. Bu mübteda ise, ismi celalidir. Faniliğine asla bir yol olmayan baki, demektir. Ölmeyen ve hep diri olan manasında ezeli ve ebedidir. Daim ve her zaman yaratmış olduğu varlıkla­rı elinde tutan ve onları koruyup muhafaza eden, demektir.

"O'riü ne bir uyuklama ve ne de bir uyku lalar." kelimesi, uyku öncesi insanda meydana gelen dalgınlık, gevşeme ve uyuklama halidir. Mufaddal b. Muhammed Dabbi ise, kelimesini olarak değerlendirmiş ve bu okuyuşuyla kelimenin manası, başta meydana gelen ağırlık halidir. ise gözlerde mey­dana gelen ağırlık, uykusuzluk halidir.  kelimesi ise, kalbin uyuması halidir ki, diğer ikisine göre en ağır olanıdır. İşte bu ifadeler, "kay-yum" ismini tekid etmektedir. Çünkü; bir varlık eğer uyukluyorsa veya u-yuyorsa ya da üzerine bir ağırlık çöküyorsa böyle bir varlığın kayyum ol­ması asla söz konusu değildir, muhaldir.

Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) ya vahyedilerek denilir ki: "Şu kimselere söyle; gökleri ve yeri Ben kudretimle tutmaktayım. Eğer beni bir uyku ya da uyuklama tutsa gökler ve yer yok olur." [185]

"'(gökderde ve yerde var olanların tamamı -hem mülk olarak ve hem milk olarak- O'nundur." Yani; gökler­de ve yerde var olanların tamamı hem otorite ve hükümranlık olarak Al­lah'a aittir ve her şey bütün varlıklar Allah'ındır.

"İzni olmadan Onun kalında kim. şefaat edebilir?" Allah'ın izni olmaksızın katında kimse asla şefaat ede­mez. İşte bu ifade yüce Allah'ın rnelekutunu ve kibriyasını; yani O'nun azametini, yüceliğini ve celâlini açıklamaktadır. Çünkü yarın kıyamet gü­nünde hiçbir kimse Allah kendisine izin vermedikçe asla Onunla konuş­maya cesaret edemez, kendisinde böyle bir güç bulamaz.

Burada kâfirlerin iddia edip ileri sürdükleri ve "yarın putlar bize şefaat edecek" dedikleri gibi onların bu iddialarına da bir red cevabıdır ayetin bu kısmı.

"O, kullarının yaptıklannı da dendi1 yapacaklarını da bilir," Allah kullarından önce olanları bildiği gibi onlar­dan sonra olacakları da bilir. de yer alan zamir ise, "göklerde ve yerde var olanlara, racidir. Çünkü bu her iki gezegende de akıl sahibi varlıklar bulunmaktadır. O 'nun bilgisi dışında asla bir şey kalmaz. "

"Allah'ın dilediklerinin (öğrettiklerinin) dışında kullan Ojıuıı ilminden -O'nun malumu olan şey­lerden- hiçbir seri lanı olarak (ihata edip) kavrayarnazlar." Nitekim bir duada şöyle denir: "Allah'ım hakkımızda bildiklerinden bizi mağfiret eyle!" kavli, öğrettikleri manasınadır.

"O'nu'n kürsüm (ilmi ve kudreti) bütün gökleri ve yeri kuşatıp içine almıştır." "kürsü" kelimesi burada Al­lah'ın ilmi manasınadır. Nitekim, kürrase diye adlandırılan Kitap da bu manadadır. Çünkü o da içinde bilgi taşımaktadır, "kerasi" de alimler, bil­ginler demektir. Bir de ilme kürsü adının verilmesi, alimin ya da bilgin kimsenin yeri ve makamı olması bakımından da bu manasıyla ilme de kürsü denmiştir. Bu adeta yüce Allah'ın şu kavli gibidir:

"Rahbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır."[186]

Kürsü bir yoruma göre de Allah'ın mülkü manasınadır. Bu ismi alma nedeni, mülkünün kürsüsü durumunda olan yeri itibariyledir. Ya da bundan maksat Allah'ın Arş'ıdır. Nitekim Hasan Basri'den de bu manada rivayet olunmuştur. Ya da bu, Arş'ın altında bir tahttır. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Yedi kat gök, kürsüye göre çöle bırakılmış bir halka gibidir. Arş'ın kürsüye göre üstünlüğü ve değeri, çölün halkaya olan üstünlüğü gibidir."[187]

Ya da "kürsü" Allah'ın kudreti demektir. Nitekim bunun da delili Rabbimizin şu kavlidir:

"Gökleri ve yeri gözetip ko­ruması, O'na ağır ve zor gelmez. O -mülkü ve otoritesi bakımından- çok yücedir ve -izzet ve celâli açısından da- çok uludur."

Ya da, demek, kendisine lâyık olmayan nitelemelerden yücedir, beri ve uzaktır, manasındır. ise kendi şanına yaraşır sıfatlarla muttasıftır, demektir. Rabbimizin bu iki sıfatı da tevhidi manayı tam kemal manasıyla kapsamaktadırlar

Bakara Suresinin 255. âyeti olan (ve adına Ayet 'el-Kürsî denen) bu ayette cümleler arasında herhangi bir atıf (bağ) edatı olmaksızın dizilmişlerdir. Çünkü tüm cümleler birer gerçeği açıklamak için gelmişlerdir. Bunlar sırasıyla şöyledir:

1- Allah'ın tüm yarattığı varlıklarının her durumuyla ilgili olarak onları kendi gözetimi altında tuttuğu ve her şeyini düzene koyduğudur. Bunlardan hiçbirisinde herhangi bir yanılgı ve unutkanlık söz konusu ol­maksızın hepsinin de üzerinde bu manada hüküm icra ettiğidir.

2- Çünkü; Allah tedbiri altında bulundurduğu ve işlerini düzene koyduğu tüm varlıkların sahibi ve malikidir.

3- Şanının yüceliği, kibriyası ve azameti gereği bu böyledir.

4- Tüm yarattığı varlıkların durumlarını her bakımdan ihatası ve kuşatması altına almıştır.

5- İlminin genişliği, bu ilminin tüm malumata, yani bilinen her şeye taallûku itibariyle ya da celâli ve kudretinin azameti bakımından bunun böyle olduğu gerçeğini ortaya koymak ve açıklamak içindir.

îşte bu ayet tüm bu noktalar sebebiyle ve daha bizim bilemediğimiz niceleri açısından bu ayet faziletli ve üstün bir ayet kılınmış ve nitekim faziletine ilişkin olarak da birçok hadisler rivayet olunmuştur. İşte bu ko­nuda gelen rivayetlerden bazıları şöyledir:

1- Hz. Ali (Radıyallahu Anh), Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)-den rivayet etmiştir:

"Kim her farz namazın peşinden Ayete'l-Kürsi'yi okursa cennete gir­mesinde kendisiyle cennet arasındaki tek engel ölümdür. Bu ayeti de okuma­ya devam edecek olanlar ancak sıddik (sözü ve özü bir olanlar) ya da abid (çok ibadet edpnler)d£r. Kim yatağına yatacağında bu ayeti okursa Allah onu kendi canına kıyacaklardan, komşusunun kötülüğünden, komşusunun kom­şusu durumunda olanların kötülüğünden ve çevresindeki evlerin ya da çev­resinde geceleyenlerin kötülüklerinden güvencede kılar." [188]

2- Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

"Beşerin (insanların) efendisi Hz. Adem'dir. Arapların efendisi Muham-med'dir. Ancak ben yine de bununla övünmem. İranlıların efendisi Selman'-dır. Rum (Bizanslı)tarın efendisi de Suheyb'tir. Habeşlüerin efendisi Bilal'dır. Dağların efendisi (önemlisi) Tur dağıdır. Günlerin efendisi (en önemlisi) de cuma günüdür. Sözlerin efendisi (en üstünü) Kur'an'dır. Kur'an'ın efendisi (en değerli olan şeyi) de Bakara Süresidir. Bakara Suresinin efendisi de Ayete'l-Kürsi'dir."[189]

3- Yine Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

"İçinde bu ayetin okunduğu evi, şeytanlar otuz gün terk ederler. O eve kırk gece erkek ve kadın hiçbir sihirbaz ya da büyücü giremez."[190]

4- Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

"Kim uyuyacağı esnada Ayete'l-Kürsi'yi okursa, Allah onu sabaha ka­dar koruması için bir melek gönderir (görevlendirir)."[191]

5- Yine Rasulullah şöyle buyurmuş:

"Her kim akşamleyin şu iki ayeti okursa bu iki ayet sayesinde ta saba­ha kadar koruma altına alınır, kim de sabahleyin o iki ayeti okursa ta ak­şama kadar bu iki ayet sayesinde korunma altına alınır. Bu iki ayetten biri Ayete'l-Kürsi'dir, diğeri de Mü'min (Gafir) Suresinden ilk ayetten itibaren ilk üç ayettir."[192]

Çünkü bu ayet teyhid esasını, Allah'ın birliğini, azametini ve tem­cidini (ululuğunu) ele almaktadır. O'nun yüce sıfatlarından, niteliklerin­den söz etmektedir. Çünkü Aziz ve yüce Rab olan Allah'ı anmaktan daha üstün bir şey olamaz. Dolayısıyla Allah'ı zikretme, anma mahiyetinde o-lan bir şey elbette diğer şeyleri anmaktan daha değerli ve faziletlidir. Böylece anlaşılıyor ki, ilimler içerisinde en değerli ve en önemli olan ilim "tevhid" ile ilgili olan ilimdir. [193]

 

256 - Dinde zorlama yoktur. Artık doğru olan (İslâm yolu) Üe batıl olan (küfür yolu) birbirinden ayrıl(ıp gerçek ortaya çık)mıştır. Öyleyse her kim tağutu reddedip Allah'a iman ederse işte o, muhakkak kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.

 

"Dinde zorlama yoktur . Yani hiçbir kimse hak dinine girsin diye icbar olunamaz. Bu hak din de İslâm dininden başkası değildir. Bir yoruma göre bu ifade, "men etme, yasaklama" manasında haberdir.

Rivayete göre, Ensar'dan bir zatın iki oğlu varmış, her iki oğlu da Hıristiyanlık dinini seçmişlerdi. Babası bunlara baskı yaparak İslâm'ı seç­melerini ve onda kalmalarını ister ve:

— "Siz Müslüman olmadıkça sizi bırakmam." der. Ancak her iki oğ­lu da buna yanaşmazlar ve nihayet durum Rasûluüah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) iletilir ve Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) huzurunda şika­yetlerini dile getirirler. Ensar'dan zat der ki:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Benim bir kısmım (ailemden bazısı) cehenne­me girecek mi, işte ben onu bekliyorum." Bunun üzerine bu âyet iner ve adam da çocuklarının peşlerini bırakır." [194]

Abdullah b. Mesud ve bir grup (cemaat) diyorlar ki; bu ayet İslâm'­ın ilk dönemlerinde bu manasıyla geçerliydi. Daha sonraları bu ayet sa­vaşma ve cihad ile ilgili ayetin gelmesiyle neshedilmiştir.

"Arlık doğru olan (İslâm yolu) ile hatıl olan (küfür yolu) birbirinden (ıp gerçek ortaya çik)mışttr." Yani; açık seçik olarak ve net delillerle iman ile küfür birbirinden ayırdcdilir olmuştur. Neyin hak ve neyin batıl olduğu gerçeği ortadadır.

"(hdeyse her kim Lağulu -şeytanı ve putları, putlaştırılan şey­leri— reddedip Allah'a iman ederse., iş/e o, muhakkak kopması olmayan sapasağlam kulpa yapılmıştır.[195]

kelimesi, manasınadır. Bu da yapışmak, tutunmak, demektir. ise bağlanılan, takınılan şey, kulp, tutmak manasınadır. kelimesi, kelimesinin müennesidir.

Bu, hiç kopmayan çok güçlü ip, sağlam ve güvenilir, demektir. kopma imkanı olmayan, manasınadır. Bu, bir bakıma bilinen maddi örneklerden ve delillerden hareketle gerçeği kavramak manasına gelen bir temsil yani Örneklendirmedin Gözle görülebilen ve duyularla anlaşıla­bilenlerden yola çıkılarak gerçeğe ulaşmanın bir yoludur. Bu şekilde bu ayeti dinleyip duyan bir kimse bunları kafasında canlandırsın ve adeta olay karşısında cereyan ediyormuş ve kendisi de gözleriyle bu gerçeği gö­rüyormuşçasına hareket etsin de bu sayede inancını pekiştirmiş olsun. Bu durumda mana şöyle olur:

"Kişi kendi adına öylesine sağlam olarak dinine bağlansın ki, asla herhangi bir noktadan ona herhangi bir şüphe girişine izin verilemesin."

Kaldı ki; "Allah her .şeyi -onun ikrarını- hak­kıyla işitendir, -ve itikadını da hakkıyla-bilendir." [196]

 

257 - Allah iman edenlerin velisi ve dostudur. Onları karan­lıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. Kâfirlere gelince onların da yar­dımcıları ve velileri tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

 

"Allah iman edenlerin velisi ne dostudur." Ya­ni; iman etmek isteyenlerin yanındadır ve onların yardımcısıdır, onların işlerini çekip çevirendir. "Onları -küfrün ve dalâletin, sapıklığın- karardıklarından nura (aydınlığa) -iman ve hidayete (yoluna)- çıkarır."

Ayette "zulümat (karanlıklar)" kelimesinin çoğul olarak getirilmiş olması, bunların değişik ve farklı olmaları açısındandır. Oysa "nûr (aydınlık)" kelimesinin tekil olması ise, İmanın bir tek olmasındandır. Yani; inancın bir tekliği ölçü alınmasından dolayıdır.

Kafirlere gelince onların dayardıtncılan ve velileri tağuttur. "

kavli burada mübtedadır. cümlesi de bunun haberidir.

Onları aydınlıkın alıp karan­lıklara götürür." Yine burada, "zulümat." kelimesi çoğul olarak gelmiştir. Çünkü tağut kelimesi mana itibariyle çoğul anlamındadır. Yani; bunun manası şöyledir: "Küfürde ısrar edenlerin hali ve onların işleri nur (hidayet) üzere olanların tak aksinedir." Ya da bunun manası şöyle olabilir:

"Allah mü'minlerin velisi ve yardımctsıdır. Eğer mü'minler din ve inançlarında herhangi bir kuşkuya düşerlerse, hemen onlara doğruyu gös­terecek noktaya, mü'minleri yönlendirerek yardım eder. Böylece onları gir­dikleri çıkmazdan bu doğruya muvaffak kılar. Böylece onların yakini ve ke­sin bilgi manasında aydınlığa çıkmalarım, "nuru'l-yakine" ulaşmalarım sağlar. Kâfirlere gelince onların yardımcıları da şeytanlardır. Şeytanlar on­lar tarafından da görülen nurun aydınlığından ve apaçık delillerinden uzak­laştırıp şüphe ve kuşkunun karanlıklarına bırakırlar."

İşte bunlar cehennem­liktirler. Onlar orada ebedi olarak kalındırlar. "[197]

 

Meali

 

258. Allah'ın kendisine hükümranlık verdiği kimsenin şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartıştığını görmedin mi? (işte bu tartışma es­nasında) İbrahim ona dedi ki: "Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldü­rendir." O da: "Diriltip yaşatan ve öldüren benim." diye karşılık verdi. (Bu defa) İbrahim (tekrar) dedi ki: "Doğrusu Allah güneşi doğu tarafın­dan doğduruyor, o halde sen de onu batı tarafından doğdur bakalım." İşte o an (bu cevap ve istek karşısında) kâfir (neye uğradığını bilemeden) şa­şırıp kaldı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

259. Ya da görmedin mi o kimse gibisini ki, kendisi, binalarının du­varlarının üstüne çatılarının çöktüğü ve harabeye dönüştüğü (ıpıssız) bir şehre uğramıştı. (Bu manzara karşısında) şöyle konuşmuştu: "Bu şehir (böylesine yerle bir olup) öldükten sonra acaba Allah bunu nasıl dirilte­cek?" (İşte onun bu konuşması üzerine) Allah kendisini yüz sene ölmüş olarak öylece bıraktı. Sonra onu yeniden diriltti ve ona: "Ne kadar kaldın (bekleyip durdun)1)" diye sordu. O da: "Bir gün ya da bir günden az (bir süre kaldım)" dedi. Allah kendisine: "Hayır yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içe­ceğine bir baksana henüz bozulmamış. (Bir de) eşeğine bak. Seni, insan­lara bir ayet (mucize) kılalım diye (bu şeklide tam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilttik). Şimdi de şu kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor (bir araya getiriyor) sonra da onlara et giydiriyoruz" dedi. Durum onun tarafın­dan anlaşılınca "Şimdi (çok iyi) biliyorum ki Allah herşeye kadirdir," dedi.

260. (Şuhu da hatırla:) Hani İbrahim Rabbine demişti ki: "Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster." Rabbi de ona: "Yoksa iman etmedin-mi?" diye söyledi. İbrahim dedi ki: "Elbette iman ettim. Ancak kalbim hu­zur bulsun istedim." İşte bunun üzerine Rabbi ona: "O halde dört adet kuş yakala ve onları kendine iyice alıştır. Sonra da onları kesip parçalara ayır ve her bir dağın başına da o parçalardan birini bırak. Daha sonra onları sana gelmeleri için çağır, (hepsi de) koşarak sana geleceklerdir. İyi bilmeli­sin ki Allah, Azizdir, Hakimdir." buyurdu. [198]

 

Tefsiri

 

258 - Allah'ın kendisine hükümranlık verdiği kimsenin şımara-rak Rabbi hakkında İbrahim ile tartıştığını görmedin mi? (İşte bu tar­tışma esnasında) İbrahim ona dedi ki: "Benim Rabbim diriltip yaşatan ve Öldürendir." O da: "Diriltip yaşatan ve öldüren benim." diye kar­şılık verdi. (Bu defa) İbrahim (tekrar) dedi ki: "Doğrusu Allah güneşi doğu tarafından doğduruyor, o halde sen de onu batı tarafından doğ­dur bakalım." İşte o an (bu cevap ve istek karşısında) kâfîr (neye uğra­dığını bilemeden) şaşırıp kaldı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

 

Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in hayret ve dikkatini çek­mek ve onu teselli etmek üzere, ilâblık ve rab olduğu iddiasına kalkışan Nemrut ile onunla bu konuda mücadele eden Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) durumunu aşağıdaki ayette bir gönül rahatlatıcı olarak göreceğiz. Rab-bimiz şöyle buyuruyor:

"AllaJı'uı kendisine hükümranlık verdiği kimsenin (Nemrut'un) şımamrak Rabbi hakkında İbrahim ite tiırlışUğuıt. görmedin mi?" Yani; Hz. İbrahim (Aleyhi'.s-Selâm) Rabbinin rububiyeti konusundaki tartışmasını... deki zamiri ya Hz. İbrahim (Ateyhi's-Selâmfâ veya Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) kendisiyle tartıştığı Nemrut'a racidir. Çünkü yüce Allah her ikisinin de Rabbidir.

Allah'ın kendisine mülk ve varlık vermiş olması sebebiyle şımararak... Yani; ona hükümranlığın, zenginliğin veril­miş olması onu şımarttı, yoldan çıkarttı ve onun büyüklenmesine neden oldu. İşte bu yüzden de tartışmaya başladı. Yine bu ayet bu kısmıyla "aslah" olanı yaratma meselesinde Mutezilenin aleyhine bir delildir. Veya bunun manası, "Allah'ın ona varlık ve hükümdarlık verdiği zaman tar­tıştı." demektir.

"(İşte bu tartışma esnasın­da) İbrahim ona. dedi ki: Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldürendir." Burada, kavli,  fiiliyle mansub kılınmıştır. Eğer, vakit manasında ise bu takdirde, bundan bedeldir.

Kıraat imamlarından Hamza, kelimesinde harfini sa­kin olarak, tarzında okumuştur, diğerleri ise ayette görüldüğü gibi okumakta] ar.

Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selam), "Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öl­dürendir/' derken sanki, ona, "Senin Rabbin de kimdir?" diye bir soru yöneltilmiş, o dar ''Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldürendir. " demiş gibi bir anlam çıkıyor.

'"O da -Nemrut da- dinilip yaşatan ve öldü­ren benim, diye karadık verdi." Nemrut böyle söylemekle, "İdam etmek durumunda olduğum kimseleri dilersem idam etmem, öldürmem, onu ba­ğışlarım, dilersem bağışlamam, öldürürüm." demek istiyordu. Bunu da, "Ben de diriltir ve öldürürüm. " manasında söylemekte idi. Nemrut böyle söylemekle tartışmayı kendince bitirmek istiyordu, karşısındakinin susa­cağım sanıyordu. Ancak öyle olmadı. İşte bunun üzerine Hz. İbrahim (Aley-lus-Seiâm) onu şaşırtan ve apışıp kalmasına sebep olan, demagojiye de yer bırakmayan sorusunu hemen peşinden ekleyerek şöyle söylüyordu.

"(Bu defa) ibrahim (tekrar) dedi ki: Doğrusu Allah, güneşi doğu tarafından doğduruyor, o hakle sen de onu batı tarafından doğdur bakalım,'"

Bazı kimselerin ileri sürdükleri gibi, Hz. İbrahim (Aleyhî'i-Selâm) bir kanıt ileri sürdü, bu olmayınca bu defa bir başkasını gündeme getirdi, böylece kanıttan kanıta geçti demek değildir. Çünkü; birinci hüccet ya da kanıt gerekli olan bir kanıt idi. Ancak lânetli adam Nemrut işi demago­jiye vurup inat ederek bunu ölüme mahkûm edilenlerden birini Sahverinek, diğerini de idam ederek öldürmek manasında ele alıp, "Ben de ya­şatır ve öldürürüm. " demesi üzerine, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) bu defa onun demagoji yapamayacağı ve cevap veremeyeceği bir hüccet ve kanıt­la karşı karşıya bıraktı. Çünkü; o dönemdeki insanlar genel olarak astro­loji ile, falcılıkla ve gök cisimlerinin hareketlerinden mana çıkarmakla ilgili kimselerdi. Bu itibarla onlar gezegenlerin doğudan batıya yönelik olan hareketlerini bilirlerdi. Fakat; karıncanın suyun akış istikametinin tersine hareket etmesi, yürümesi gibi bizin tarafımızdan bilinen güneşin ters istikamete doğru zorunlu olarak hareket ettirilmesi olayını bunlar bil­miyordu. Nasıl ki su karıncayı gidiş yolundan mecburen akış yönü itiba­rıyla kendi akışına o istemese de kaptırıyorsa bu da böyledir. İşte bundan hareketle Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) Nemrut'a diyordu ki:

"Benim Rabbim güneşi doğal olan hareketiyle değil, emri gereği iste­diği gibi aksi şekilde hareket ettiriyor Eğer gerçekten sen rab isen, o halde o-nu doğal hareketi gereği hareket ettir. Çünkü bu, bir şeyi tersine hareket etmekten kendi normal yörüngesinde hareket ettirmek daha kolaydır. İşte sen bu kolay olanı yap."

"İşk o an (bu cevap ve istek karşısında) kâfir (neye uğradığını bilemeden) şaşırıp kaldı." Şaşırdı ve dehşete kapıldı. "Kaldı kî; Allah, zalimler topluluğunu hidayele erdirmez.   Yani, onları buna muvaffak kılmaz.

Yine derler ki; Nemrut: «Senin Rabbin güneşi batı taraftan doğdur­sun.» diye Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) söylemedi, neden? Çünkü; Allah onu bundan menetti, ona bu fırsatı vermedi. Bir başka yoruma göre denir ki; Nemrut, kendisinin rab olduğunu iddia ediyordu ve başkasının rab-lığını kabul etmiyor ve böyle bir itirafa kalkışmıyordu. Diğer taraftan, kavlinin manası şöyledir:

"O, kendisine dirilten ve öldüren özelliği verilen varlık benim, baş­kası değil."

Bu ayet ayrıca kelâm ve münazara ilminde bu tür tartışmalarda ko­nuşup delil getirmenin mübahlığına bir delildir. Çünkü; yüce Allah ayet­te şöyle buyurmuştur:

dolayısıyla tartışma iki kimse arasında cereyan eder. Ayet aynı zamanda Hz. ibrahim (Aleyhi's-Selâm?m de onunla tartıştığına bir delildir. Eğer tartışma mubah olmamış olsaydı, Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm) böyle bir şeye girişir miydi? Asla girişmezdi. Çünkü peygamberler haram iş işlemekten masumdurlar, yani haram işle­mezler. Kaldı ki; bizler de, kâfirleri imana ve tevhid inancına davet et­mekle emrolunmuşuz. Onları imana çağırdığımız zaman bizden mutlaka konuya ilişkin delil isteyeceklerdir. Bu da ancak karşılıklı münazara ve tartışma sırasında olabilir. Nitekim, bu durum "Şerhu't-Te'vüat" adlı e-serde de böyle geçmektedir. [199]

 

259 - Ya da görmedin mi o kimse gibisini ki, kendisi, binaları­nın duvarlarının üstüne çatılarının çöktüğü ve harabeye dönüştüğü

(ıpıssız) bir şehre uğramıştı. (Bu manzara karşısında) şöyle konuşmuş­tu: "Bu şehir (böylesine yerle bir olup) öldükten sonra acaba Allah bunu nasıl diriltecek?" (İşte onun bu konuşması üzerine) Allah kendi­sini yüz sene ölmüş olarak öylece bıraktı. Sonra onu yeniden diriltti ve ona: "Ne kadar kaldın (bekleyip durdun)?" diye sordu. O da: "Bir gün ya da bir günden az (bir süre kaldım)" dedi. Allah kendisine: "Ha­yır yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bir baksana henüz bozulma­mış. (Bir de) eşeğine bak. Seni, insanlara bir ayet (mucize) kılalım diye (bu şeklide tam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilttik). Şimdi de şu kemiklere bak. Onları nasıl düzenliyor (bir araya getiriyor), sonra da onlara et giydiriyoruz, dedi. Durum onun tarafından anlaşılınca "Şimdi (çok iyi) biliyorum ki Allah herşeye kadirdir" dedi.

 

"Ya da görmedin mi o kimse gibisini ki, kendisi, binalarının duvarlarının üstüne, çatılarının çöktüğü ve harabeye dönüştüğü (ıpıssız) hir şehre uğramıştı." Buradaki, kavlinin manası, "Ya da şunun gibisini gördün mü? "dür. Çünkü bunun bu manaya geldiğine, önceki ayette geçen delâ­let etmektedir. Çünkü her ikisi de hayret ifade eden kelimelerdir. Ya da bu, bir önceki ayetin ilgili kelimesinin lâfzına değil de manasına hamledilmektedir. Bunun takdiri de şöyledir: "Sen İbrahim ile tartışan gibisini gördün mü?" Ya da, "Uğrayan gibisini.... "

Keşşaf sahibi diyor ki: 'deki harfi zaidedir, de, kavline matuftur.[200]

Hasan Basri de diyor ki, kasabaya uğrayan kişi öldükten sonra di­rilmeye iman etmeyen biri idi. Dolayısıyla bu noktada Nemrut ile aynı çizgide buluşuyorlardı ve bir de, "Ölüyü nasıl diriltecek?" ifadesiyle bu­na bir ihtimal vermemesi, böyle bir yorum yapılmasına nedendir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre burada sözü edilen zatın Hz. Uzeyir (Aleyhi's-Selâm) olduğu yönündedir._ Hz. Uzeyir (Aleyhi's-Selâm) de tıpkı Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm)'m istediği gibi ölülerin dirilmesini gözüyle görüp böylece basiretinin artmasını istemiştir. Diriltme işinin nasıl mey-dana getirildiğini öğrenerek acizliğini bu yoldan görmek ve aynı za­manda diriltenin de kudretinin yüceliğini ve azametini takdir ve itiraf etmektir.

Ayette kendisinden söz edilen şehir ya da kasaba Beyt-i Makdis'tir. Buhtunnasır burayı yerle bir ederek harabeye dönüştürmüştü. yani; tavanlanyla birlikte alt üst olmuş, demektir. Ya da önce tavanları yıkılmış, sonra da üzerine duvarları devrilmiş manasında olabilir. Yüksek olan her şey, mana itibariyle Arş demektir.

"(Bu manzara karşısında) şöyle konuşmuştu: «Bu şehir böylesine yerle bir olup öldükten sonra acaba Allah bunu (burada ölenleri) nasıl diriltecek?»"

"(işte onun bu konuşması ve şaşkınlığı üzerine) Allah kendisini yüz sene ölmüş olarali öylece bıraktı. Sonra onu yeniden diriltti ve" "Ona; -bir melek- «Ne kadar bir süre kaldın (bekleyip durdun)/», diye sordu. O da: «Bir gün, ya da bir günden az bir süre kaldım.» diye cevap vermişti."

Bunu kendi tahminine göre söylüyordu. Ayetin bu kısmı içtihad yapmanın caiz olduğuna da bir delildir. Rivayete göre bu zat kuşluk vaktinde ölmüş, yüz sene sonra henüz güneş batmamışken dirilmişti. Önce güneşe bakmadan, bir gün oldu, diye cevap vermiş ve fakat sonra dönüp güneşe baktığında, güneşin henüz batmadığını görmüş ve bunun üzerine de, "bir günden az bir süre" diye karşılık vermiştir.

"Allah (ya da melek) kendisine dedi ki: «Hayır, öyle değil. Sen burada tam yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceklerine bir baJcsana henüz bozulmamış.»" Rivayete göre yiyecekleri incir ve üzüm imiş. İçeceği de şıra ve süt imiş. Bakar ki, incir ve üzüm sanki dallarından yeni koparılmış gibi taptaze ve içeceği de aynen olduğu gibi duruyorlar. Hiçbiri bozulmamıştır.

kelimesindeki harfi ya kelimenin kendisindendir yani aslidir veya sekte 'sidir. İki duruma göre bu kelime, kelimesinden türemedir. Çünkü; kelimenin lamel fiili yani son harfi, harfidir. Çünkü kelimenin aslı, olup fiili olarak, örneğin; denir ki bu, demektir ki, bunun manası da: "Ben onu bir yıl çalıştırdım. " demektir. Ya da bu kelimenin lamel fi-ili harfidir. Çünkü bunun aslı, 'dur. Bu da fiil olarak 'den alınmadır. Bunun da manası, "Yıllar onu değiştirmedi" demektir.

Vasi yani geçiş halinde harfinin hazfiyle okunur, vakf yani duruş halinde ise harfini ortaya çıkarmakla okunur. Ki işte bu tarz bir okuma kıraat imamlarından Hamza ile Ali'nin kıraatidir.

"Bir de eşeğine bak!'' nasıl da kemikleri darma­dağın olmuş, çürümüş ve kurtlanmış. Bu zatın bir de eşeği vardı. Onu bir yere kaçmaması için bağlamıştı. Ancak eşeği de ölür, geride sadece ke­mik kalıntıları kalır. Ya da, "Ona bak, o yerinde senin bağladığın gibi sağ salim, yemsiz ve susuz bir halde tam yüz sene duruyor. Yiyecek içecek­lerin korunduğu gibi o da korunmuş. Doğrusu bütün bunlar Allah'ın gös­terdiği en büyük ayetlerden ve mucizelerdendir."

"Seni insanlara bir ayet (mucize) /alalım diye bu şekilde lam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilttik." Evet biz bunu yaptık. Burada demek istenen şey, ölümden sonra yeniden diriltilmesi ve yanındaki eşyasının hiç bozulmadan aynen kalmış olmasıdır. Bir yoruma göre de bu kısmın baŞinda yer alan, harfi bunu mahzur' olan bir keli­meye atfetmektedir. Yani, "Senin ibret alman için biz seni..." demektir.

Bir yoruma göre eşeğine binerek bu zat böylece kavminin yanına gelir ve onlara, "Ben Uzeyir'im" der. Ancak kavmi onu yalanlarlar. Bunun üzerine kavmine, "Tevrat'ı bana getirin." der. Kendisi başlar ezberinden Tevrat'ı okumaya. Nitekim; Hz. Uzeyir (Aleyhi's-Selâm)den önce hiçbir kim­se Tevrat'ı böyle okumuş değildi. İşte bu da onun bir mucizesi idi.

Yine bir yoruma göre de Hz. Uzeyir (Aleyhis-Selâm) evine döner, ba­kar ki; bütün çocukları yaşlanmışlar, kendisi onlara göre daha genç du­rumdadır.

"Şimdi de şu kemiklere -eşeğin veya nasıl diriltilecekler diye haklarında şaşkınlık ge­çirdiği ölülerin kemiklerine- bir dikkat el; onları nasıl da bir araya getirip -harekete geçirip, birini diğerine girdirerek- iskelet oluşturuyor, sonra da onlara -kemiklere- el giydiriyoruz, diye buyurmuştu." Burada giydirme ifadesi mecazi manada kullanılan bir ifadedir. Et elbiseye benzetilmiştir.

Kıraat imamlarından Hicaz ve Basra okulu mensupları, kelimesini, olarak harfiyle okumuşlardır. Bu da, "diriltiriz   manasınadır.

"Bu şekilde her şey açık ve net olarak ortaya, konulup durum onun tarafından anlaşılınca, şöyle demişti: Bundan böyle Allah'ın her şeye kadir olduğunu öğrenmiş bulunu­yorum." Burada, kavlinin faili gizlidir. Bunun takdiri de şöyledir: "Allah'ın her şeye kadir olduğu gerçeği, «onun tarafından anlaşı­lınca» ..." İlk cümlede hazfedilen ve sonradan takdir olunan bu cümlenin aynısı ikinci ve son cümlede yer aldığı için birincisinde zikre di İmemiş-tir. Bu tıpkı şuna benzer:

Diğer taraftan, kavli, durumu pek anlayamayan, yani ölülerin diriltilmesi noktasında bir sıkıntı gösteren olayla değerlen­dirilmesi de, atfı da-Gaiz olur. Bir de, kavli emir lâfzı olarak değerlendirenler de olmuştur. Böyle değerlendirenler de kıraat imamla­rından Hamza ve Ali'dir. Yani, "Allah ona şöyle dedi: «Bil ki...» ". Ya da bu adamın kendi kendisine seslenmesi, hitabıdır, bu manada mütekellim birinci şahıs kipini kullanmıştır, [201]

 

260 - (Şunu da hatırla:) Hani İbrahim Rabbine demişti ki: "Rab-bim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster." Rabbi de ona: "Yoksa iman etmedin mi?" diye söyledi. İbrahim dedi İd: "Elbette iman ettim. An­cak kalbim huzur bulsun istedim." İşte bunun üzerine Rabbi ona: "O halde dört adet kuş yakala ve onları kendine iyice alıştır. Sonra da on­ları kesip parçalara ayır ve her bir dağın başına da o parçalardan bi­rini bırak. Daha sonra onları sana gelmeleri için çağır, (hepsi de) koşa­rak sana geleceklerdir. İyi bilmelisin ki; Allah, Azizdir, Hakimdir." buyurdu.

 

"(Şunu da hatırla:) Hani ibrahim Rabbine demişti ki: Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster." Burada, kelimesi, fiiliyle nasb mahallindedir.

"Rabbi de ona: Yoksa iman etmedin mi? diye söyledi İbrahim de dedi ki: «Elbette iman ettim. An­cak kalbim huzur bulsun isledim.»" Yüce Allah, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selam) insanlar içinde en sağlam ve güçlü bir imana sahip olduğunu bil­mesine rağmen, "Yoksa iman etmedin mi?" diye buyurması, ondan al­mak istediği cevabı alsın diyedir. Çünkü; bunda dinleyenler açısından önemli faydalar bulunmaktadır. kelimesi olumsuzluktan sonra manayı olumlu hale çevirmek içindir. Bunu manası, "Elbette inandım. " demektir.

Ancak bu, zorunlu olarak bilinmesi gereken şeye bir de delile daya­lı bilgi eklenirse dolayısıyla bunun insan kalbi üzerindeki etkisi daha faz­la olur ve da bir huzur sağlar. Uzağı görmede, basiret sahibi olmada tesiri görülür. Çünkü; delillerin açıktan açığa gösterilmesi gönülleri daha sükun ve rahata kavuşturmasını yanında basiretin da artırır, ilerisini çok daha rahat olarak görebilir. Delile dayalı ilimlerde kimi zaman kuşkular doğu­rabilir ve fakat kesin ve zaruri manada bilinen gerçeklerde ise herhangi bir kuşkuya yer yoktur.

kelimesindeki harfi, mahzuf olan bir ifadeye taallûk etmektedir. O da: "Fakat benim bunu sormuş olmam, kalbimin huzur bulma (tatmin) isteğindendir."

Işte bunun üzerine Habbi ona: O halde -kuşlardan tavus, horoz, karga ve güvercin olmak üzere-dört adet kuş yakala ve onları -meylettirerek, yanına alarak- kendine iyice alıştır." kelimesini kıraat imamlarından Hamza harfi-nin esresiyle, olarak okumuştur.

"Sonra da onları kesip parçalara ayır ve her bir dağın başına da o parçalardan birini bırak." Sonra onları parçalara ayır, daha sonra da ayırmış olduğun parçalan da çevrende ve senin bulunduğun topraklar üzerinde yer alan dağlardan her birinin üze­rine bir parçasını bırak. Rivayete göre bunlar dört ya da yedi dağ idi.

Kıraat imamlarından, Ebu Bekir, kelimesini, iki ötre ve hemzeli olarak diye kıraat etmişlerdir.

"Daha sonra, onları sana gelmeleri için -Allah'ın izniyle gelin diye- çağır, hepsi de koşarak sana gelecekler." kelimesi, hal yerinde mastardır. Yani, "uçuşlarında hızlıca hare­ket ederek" veya "yürüyerek gelişlerinde süratli olarak gelmek suretiyle" demektir.

Ayette, Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm)''a yakaladığı kuşları kendisine iyice alıştırmasının istenmesinin emredilme sebebi şundandır: Hz. İbra­him (Aleyhi's-Selâm) onlarf yakaladıktan sonra onları iyice tamsın, şekilleri­ni, renk ve süslerini, durumlarını iyice öğrensin ki; kuşlar çağırıldığı za­man yanına geldiklerinde o kuşların kendisinin yakalayıp bıraktığı kuş­lar olduğunu ve bu kuşların başka kuşlar olmadığını iyice tanısın, bir ka­rışıklık ve bir şüphe gönlünde meydana gelmesin diyedir.

Rivayete göre Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) yakaladığı kuşları kesme emrini aldıktan sonra, kuşların tüylerini yolması, onları kesip parçalama­sı, parçalarının her birinin bir dağa bırakılması, tüylerini, kan ve etlerini birbirine karıştırıp yoğurması emredilir. Bütün bu karışımları dağların başına bırakılması ve kuşların kafalarının da yanında bırakılması emre­dilir. Dolayısıyla Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) emredileni yapar ve her bir kuşun dörtte bir parçasını bir dağa bırakır. Daha sonra onlara: "Yüce Al­lah 'm izniyle bana gelin, " diye seslenir. Dolayısıyla her bir parça diğer parçasının yanına gider ve böylece tam şekillerini alarak, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm ) yanında bulunan kafalarını kendilerine eklemek üzere ge­lirler. Her bir cüsse kendi kafasının bulunduğu yere konar ve kafasını kendine ekler.

"İyi bilmelisin ki; Allah, Aziz'clir -hiçbir güç kendisinin murat ettiği şeyin önüne geçip engel olamaz- Hakün'dir -tedbirini yüklendiği şeyde hikmet sahibidir ve Allah içinde hikmet bu­lunmayan bir şeyi işlemez-, diye buyurdu."

Hz. Peygamber (Şallallâhu Aleyhi ve Sellem)in hayret ve dikkatini çek­mek ve onu teselli etmek üzere, ilâhhk ve rab olduğu iddiasına kalkışan Nemrut ile onunla bu konuda mücadele ede Hz. İbrahim (Aleyhi1 s-Selâmfva durumunu gelecek ayette bir gönül rahatlatıcı olarak göreceğiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor: [202]

 

Meali

 

261. Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, yedi başak ve­ren ve her bir başağında da yüz dane bulunan bir tek tohumun haline ben­zer. Allah, dilediğine kat kat fazlasını veril. Allah lütfü ve ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.

262. Allah yolunda mallarını harcayıp ardından da harcadıklarını başa kakmayan ve yardımda bulundukları kimselerin onurlarını kırma­yanlar var ya, işte bunlar için Rableri katında büyük ecirleri vardır. On­lara korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.

263. Güzel bir söz ve bağışlama arkasından eza (incitme) gelen sadakadan daha hayırlıdır. Çünkü Allah, zengindir, aceleci değildir.

264. Ey iman edenler! Sırf insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakarak, yardım­cı olduğunuz kimselerin onurlarını kırarak sadaka ve yardımlarınızı boşa çıkarmayın. Böyle bir kimsenin durumu, şiddetli bir yağmurun yağma-sıyla üzerinde toz toprak bulunan zemini kaygan bir kayanın üstünü silip süpürerek onu katı ve çıplak bir duruma getirmiş olmasına benzer. Böy-leleri kazandıklarından asla bir şeye sahip olamayacaklardır. Allah kâfir­leri doğru yola iletmez.

265. Sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki imam güçlen­dirmek için mallarını Allah yolunda harcayanların durumu da adeta bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçerrin haline benzer. Öyle bir bah­çe ki, ona bol bir yağmur düşer, o da bunun üzerine iki kat ürün verir. Eğer bu bahçeye bol miktarda bir yağmur düşmese de, ona yine bir çisinti bile yetişir. Allah, yaptığınız şeyleri görür.

266. Sizden herhangi biriniz ister mi ki, kendisine ait hurmalığı ve üzüm bağı bulunsun da içinden akan dereleri ve her türden meyveleri ol­sun? Bu kimsenin henüz bakıma muhtaç çocukları varken kendisine ihti­yarlık gelip çatsın. İşte tam böyle bir anda ateşli bir kasırga çıksın bahçe­sini kasıp kavursun. (Doğrusu böylesi bir felâketi kimse arzulamaz). İşte düşünüp aklınızı başınıza alasınız diye Allah ayetlerini açıklar. [203]

 

Tefsiri

 

Yüce Allah, öldükten sonra varlıkları diriltmeye kadir olduğuna ilişkin olarak delilleri açık olarak ortaya serdikten sonra, şimdi de kendi yolunda, yani Allah yolunda infakı ve harcamayı teşvik ederek bu konu­yu zikrediyor. Şurasını da iyi olarak bilmelisin ki; her kim Allah yolunda infakta bulunur veya harcama yaparsa bu o kimsenin nafakası açısından kendisi için büyük bir ecre sebep olur. Çünkü Allah zaten buna kadirdir. İşte bu bakımdan şöyle buyuruyor:

 

261 -Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, yedi ba­şak veren ve her bir başağında da yüz dane bulunan bir tek tohu­mun haline benzer. Allah, dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah lütfü ve ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.

 

Allah yolunda malını harcayanların durumu," Burada mutlak olarak bir muzafın hazfi vardır ki o da, "yani harcamalarının benzeri" tamlamasıdır.

veren ve her bir başağında, yüz dane bulunan bir tek tohumun haline ben­zer. " Esasen bire yüz ve daha fazla veren, yani bitiren yüce Allah'tır. Ma­demki dane yani tohum bunun sebebini oluşturuyor, nasıl ki toprağa ve suya mal ediliyor ya da isnad ediliyorsa bir şey, burada verimlilik tohuma yani daneye isnad edilmiştir ya da yüklenilmiştir.

"Yedi başak bitirmek" demek, yani tek bir tohumdan yedi ayrı ba­şağın çıkması ve ürün vermesidir. İşte bu şekildeki bir olayın tasvir edil­mesi, Allah'ın vereceği mükâfatların da kat kat olmasına sadece bir ör­nektir ve adeta o olayı insanın gözü önünde böyle bir örnekleme ile can­landırmış bulunmaktadır. Burada benzetilen ya da Örnekleme olarak veri­len şey mısır tohumu ile akdarı tohumu örneğinde görülebilir. Bu ikisinde bunu görmek mümkündür. Ancak bazen öyle olur ki buğdayın ekili bu­lunduğu alan çok verimli bir toprak olabilir ve dolayısıyla bu durum buğ­dayda da gerçekleşebilir. Ancak bu sadece bir örnekleme olayıdır, her ne kadar hepsinde de bu durum görülmez ise de bu doğru ve gerçekçi bir varsayımdır, bir değerlendirmedir.

Burada, kelimesi yerinde değerlendirilmiştir. Nitekim; temizlik ya da hayız manasına gelen, lâfzı da, yerine zikredilmişti.

"Allah dilediklerine kat kat fazlasını da verir." Yani; yüce Allah her nifakta bulunan kimseye değil bunlardan di­lediklerine fazlasıyla olmak üzere'kat kat verebilir. Çünkü; her infakta bulunan kimse aynı değildir. Bu itibarla değerlendirilmeleri de Allah ta­rafından öyle olacaktır. Ya da Allah dilediklerine yedi yüzden fazlasını da verir.

Kıraat imamlarından İbn Amir, olarak tilâvet ederken, İbn Kesir de bunu, şeddeli olarak, olarak kıraat etmiştir.[204]

"Allah lütfü ve ihsanı -cömertliği, fazlı ve kere­mi- bol olan ve her şeyi -infakta bulunup harcama yapanların niyetlerini-hilendir." [205]

 

 

262 - Allah yolunda mallarım harcayıp ardından da harca­dıklarını başa kakmayan ve yardımda bulundukları kimselerin onur­larını kırmayanlar var ya, işte bunlar için Rableri katında büyük ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.

 

''Allah yolunda mallarını harcayıp ardından da, harcadıklarını başa kakmayan ve yardımda bulundukları kimselerin onurlarını kırmayanlar var ya," Yani "başa kalmamak" demek, yaptığı iyiliği ileri sürerek ve haddi­ni aşarak karşısındakine yaptığı iyilikleri sürekli olarak sayıp dökmesi, adamı rencide etmesidir. Karşısındakinin kendisine her zaman bir minnet duyması gereğini ima ettirmesidir. İşte bu bakımdan eskiler böyle bir du­ruma düşülmemesi açısından, "Bir kimseye eğer bir iyilik yaparsanız, onun unutun, bir daha gündeme getirmeyin." derlerdi.

demek, yardımda bulunduğu kimseye karşı yardımı sebebiyle onu hep etkisi altına almaya, aşağılamaya çalışmak demektir. kelimesinin manasına gelince bu, infak yanı yapılan yardım ile ba­şa kakma ve onur kırma arasında büyük bir çelişki olduğunu açık olarak göstermek içindir. Dolayısıyla eğer bir iyilik varsa orada söz konusu yan­lış her iki davranışa yer verilmemelidir. Böyle bir hareket yapmamak, bu manada bir harcama yapmaktan daha iyidir. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin iman etmesi elbette hayırlı ve güzel bir harekettir. Ancak ima­nım dosdoğru bir şekilde sürdürmesi ve istikamet üzere olması elbette bi­rincisine göre çok daha güzel bir şeydir. Nitekim; yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır:

"Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da dosdoğru yürü­yenlerin ..[206]

İşte bunlar için Rableri kalında büyük ecir­leri vardır." Yaptıkları harcama ve infakları sebebiyle alacakları sevapla­rı vardır. "Onlara her iki dünyada, da korku olmayacağı gibi bu dünyada da üzüntü çekmeyeceklerdir." Yani; ala­cakları ecirden herhangi bir azalma olmayacağı gibi, bir azap görme en­dişesi de olmayacaktır. Elden kaçırıp yapamadıkları şeyler sebebiyle de üzülmeyeceklerdir. Başka bir ifadeyle onlar için azaptan ötürü bir korku, sevabı kaçırmadan yana bir üzüntüleri de olmayacaktır.

Bu ayette, dendiği halde bundan sonra gelecek olan Bakara Suresi, 274. ayette ise, diye, bir da harfinin başına, harfi gelmiştir. Neden? Çünkü buradaki cümle, yani ilgi cümlesi şart manasım taşımamaktadır, oysa orada böyle bir şart vardır. Bu şart manası da ancak, harfi sayesinde olabilmektedir. [207]

 

263 - Güzel bir söz söyleyerek -gönül kırmayarak- isteyenin (dilencinin) gönlünü almak ve hatasını görmezden gelmek-kendisin­den yardım talebinde bulunulan kimsenin talepte bulunan kendisine kar­şı bir yanlış görmesi halinde onu affetmesi ya da ona güzel davranması sebebiyle Allah'ın mağfiretine ermesi- arkasından başa kakmanın, eza verip onur kırmanın yer alacağı bir sadaka ve yardımdan çok daha hayırlıdır. Çünkü Allah, zengindir, hiçbir şeye -infakta bulu­nup da başa kakan ve eza verenlere™ muhtaç değildir ve cezalandır­masında da aceleci değildir." Hemen cezalandırmaz. Bu, onlar için bir tehdit ve uyarıdır.

 

Ayrıca nekra olan ve bir sıfat ile tahsis edilen bir mübtedanın haber alması da sahihtir.

Daha sonra Rabbimiz bunu sununla teyidetmektedir, buyuruyor ki: [208]

 

264 - Ey iman edenler! Sırf insanlara gösteriş için malını har­cayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kaka­rak, yardımcı olduğunuz kimselerin onurlarını kırarak sadaka ve yar­dımlarınızı boşa çıkarmayın. Böyle bir kimsenin durumu, şiddetli bir yağmurun yağmasıyla üzerinde toz toprak bulunan zemini kaygan bir kayanın üstünü silip süpürerek onu katı ve çıplak bir duruma getir­miş olmasına benzer. Böyleleri kazandıklarından asla bir şeye sahip olamayacaklardır. Allah kâfirleri doğru yola iletmez.

 

Ey iman edenler!........gibi başa, kakarak, yardımcı olduğunuz kimselerin onurlarım kırarak sadaka, ve yardımlarınızı boşa çıkarmayın." harfi mahzuf bir mastarın sıfatı olarak mansubdur. Yani bu, takdi­rindedir. Yani, "Şunlann boşa çıkardıklar gibi sizde boşa çıkarmayın."

lara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan in­sanlar gibi ...." Yani; münafık kimsenin sır insanlara gösteriş için har­cama yaparak, bu yardımıyla Allah'ın rızasını ve ahiret sevabını isteme­yerek harcama yaptıkları gibi siz de başa kakarak ve onur kırarak yap­tığınız yardımları boşa çıkarmayın. kelimesi mef'ulü lehtir.

kimsenin durumu, şiddetli bir yağmurun yağmasıyla, üzerinde toprak bulu­nan zemini kaygan bir kayanın üstünü silip süpürerek onu katı ve çıplak bir duruma gelirmiş olmasına benzer." Ayetin bu kısmında hem harcamayı yapan kimse ve hem de kendisine hiçbir yarar sağlamayan harcaması üzerinde toz toprak bulunan kaygan düz bir kayaya benzetiliyor. bol ve sağanak halindeki bir yağmur, şiddetli yağmur manalarına gelir. yani, üzerinde hiç toz topraktan eser bırakmaksızın çıplak olarak, cascavlak bir halde bırakıverdi, demektir.

asla bir şeye sahip olmayacaklardır." Yani; infakta bulundukları ya da harcamasını yaptıkları şeylerden hiçbir şeyin sevabını ve faydasını bula­mayacaklardır.

Ya da, kelimesindeki harfi, hal olarak mahallen mansubdur. Yani bunun manası şöyledir: "Sadakalarınızı ve yardımlarını­zı şu ve şu şekilde dağıtanların durumlarına benzeterek boşa çıkarmayın."

Ayette, kavlinden sonra, buyurulmuş olması ile, infakta bulunan kimsenin cinsi murat olunmuştur, yoksa belli bir kimse değil. Ya da harcamada bulunan kimseler kasdolunmuştur.

"Çünkü Allah -onlar küfürlerini devam ettirdikleri sürece- kâfirleri doğru yola iletmez." [209]

 

265 - Sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki imanı güçlendirmek için mallarını Allah yolunda harcayanların durumu da adeta bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin haline benzer. Öyle bir bahçe ki, ona bol bir yağmur düşer, o da bunun üzerine iki kat ürün verir. Eğer bu bahçeye bol miktarda bir yağmur düşmese de, ona yine bir çisenti bile yetişir. Allah, yaptığınız şeyleri görür.

 

Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki imanı güçlendirmek için mallarım Allah yolunda harcayanların dununu da adeta bir te­penin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin haline benzer."

yani İslâm'ı içten tasdik edip doğrulayan ve ruhlarının ta derinliklerinde mükâfatı gerçekleştirenlerin durumu .... Çün­kü; bir Müslüman Allah yolunda malını harcayınca böylece o kimsenin sevabın geleceğini doğrulayıp kabullendiği ve iman ettiği bilinmiş olur. O işi samimiyetle, içtenlikle ve ta ruhunun derinliklerinde duyar, demektir.

Ayetteki cer edatı İptidai gaye içindir ve bu mef ul-u leh üzerine matuftur. Yani, "Allah rızası için ve pekiştirmek için", demektir. Mana ise şöyledir:

"İşte böylelerinin yapmış olduğu harcamaların Allah katındaki üreme hali, "yüksek bir tepenin üzerindeki bir bahçeye benzer." Özellikle yüksek tepeden söz edilmesi, bilindiği gibi yeryüzünün yüksek noktalarında ağaç­lar daha fazla ve gür olarak yetişir. Ürünleri daha bol olur.

kelimesini kıraat imamlarından Asım ile İbn Amir aynen burada olduğu gibi okumuşlar, bu ikisinin dışında kalanlar ise, ötre ile, olarak tilâvet etmişlerdir.

"Öyle bir bahçe ki, ona bol bir yağmur düşer, o da, bunu üzerine iki kat ürün verir" Yani; bol ve bere­ketli yağmur öncesine nazaran iki kar ürün verir. Kıraat imamlarından Nafi, İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesini, olarak okumuşlardır.

"Eğer bu bahçeye bol miktarda yağmur diişmese de ona, yine bir çisenti bile yetişir." Yani; öyle istenildiği gibi bol bir yağmur değil de şöyle çiselemek suretiyle oldukça hafifi bir yağmur bile o bahçeye yeter. Ya da burada böyle kimselerin Allah katındaki du­rumları, tepe üzerindeki bir bahçeye benzetilmiştir. Fazla olarak veya az miktarda yaptıkları harcamaları da bol ve bereketli ola yağmur ile çisenti şeklinde yağan bir yağmura benzetilmiştir. [210]

 

266 - Sizden herhangi biriniz ister mi ki, kendisine ait hurma­lığı ve üzüm bağı bulunsun da içinden akan dereleri ve her türden meyveleri olsun? Bu kimsenin, henüz bakıma muhtaç çocukları var­ken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. İşte tam böyle bir anda ateşli bir kasırga çıksın bahçesini kasıp kavursun. (Doğrusu böylesi bir felâ­keti kimse arzulamaz). İşte düşünüp aklınızı başınıza alasınız diye Allah ayetlerini açıklar.

 

"Sizden herhangi biriniz isler mi ki, kendisine ait bir hurmalığı ve üzüm bağı buluncun da içinden akan dereleri ve her türden meyveleri olsun?"

kelimesinin başında yer alan, harfi inkâr manasınadır. île bahçe sahibinin yararlanacağı ve elde edeceği faydalı şeyler denmek isteniyor. Ya da hurma ağaçlan ve üzüm asmaları ağaçfar

öylesi bir noktada bulunan bahçedeki ürünü artırmış olmaktadır. Nitekim; bu kimselerin az veya çok olarak Allah'ın rızasını isteyerek O'nun yolun­da yaptıkları harcamaları, bu gibi kimselerin Allah'a yaklaşmalarını daha fazlasıyla sağlamış olacaktır ve olmaktadır, aynı zamanda Allah katında durumlarının güzelleşmesini de sağlayacaktır.

"Zira Allah, ne yapıp ederseniz hepsini gör-inektedir." Allah sizin çok ya da az ne amel işlemişseniz bunların hepsini gördüğü gibi, aynı zamanda çok ya da az olarak yaptığınız harcamaları hangi niyetle yaptığınızı da çok iyi bilir.

içerisinde en değerlileri ve en çok yararlı olanlarıdır da bundan dolayı özellikle bu ikisinin adına yer verilmiş oldu. Gerçi her ne kadar bahçede farklı ağaçlar ve ürünler bulunmuş olsa da sanki bütün bahçedeki ürünler bu ikisi imiş gibi bu özelliğinden ötürü yer verilmiş ve sanki diğer ağaç ve ürünler nerede ise yok imiş gibi ele alınmıştır. Zira bu ikisinin sağla­dıkları diğerlerinkine göre çok daha değerlidir. İşte ayette önce hurmalık­larla üzüme yer verildi hemen bu ikisinin ardından da her türden mey­velere yer verilmiş oldu.

"Bu kimseye, henüz balama tnuh-taç çocukları varken bunun üzerine bir de ihtiyarlık gelip çatsın." hal içindir. Manası da şöyledir: "Adamın bu manada bir bahçesi ol-sun bir de bunu üzerine yaşlılık gelip çatsın."

kavlindeki harfi hal içindir. ise küçük ve baloma muhtaç çocuklar, demektir. Cümle ise,  kavlinde bulunan harfinden hal olarak gelmiştir.

bir kasırga -hortum— çıksın, adamın bağını bahçesini kasıp kavursun, doğ­rusu böylesi bir felâketi kimse arzulamaz." dolana dolana göğe doğru yükselerek çıkan rüzgâr, kasırga veya hortum demektir. ke­limesi zarf olarak merfu kılınmıştır. Çünkü zarf, kelimesinin sı­fatı olarak gelmiştir.

İşte bu örnek, yaptığı iyilik ve harcamaları gösteriş olsun diye ya­panların durumunu sergilemektedir. Çünkü; yarın kıyamet gününe gelin­diğinde o yaptıklarının boşa gittiğini ve bir işe yaramadığını görecekler­dir. İşte böyle bir anda duyulacak üzüntü, hasret ve insanın belini büken manzara adeta ayetin örnek olarak sunduğu gibi meyve ve ürünlerle dolu bir bahçesini, varı yoğu olan bu varlığını yitiren kimsenin o anki ruh ha­letinin ne olduğunu ve riyakarların da nasıl olacaklarını gözler önüne ser­mektedir. Çünkü; bahçe sahibi yaşlanmış, fakat geride küçücük ve yar­dıma muhtaç çocuklar, bir aile, maişetleri ve gelir kaynakları olan bir bahçeleri var, ancak yazık ki o da bir hortum ya da kasırga ile yanıp yok oluyor. Siz şimdi böyle bir kimsenin halini düşünün!...

"İşte düşünüp akhnızı başınıza alasınız diye Allah ayetlerini açıklar." Yani; az önce geçen örnekte açıklandığı gibi Allah, tevhit ve din konusundaki ayetlerini size açık olarak bildirir ki; belki böylece uyanabilirsiniz. [211]

 

Meali

 

267. Ey iman edenler! Kazandığınız (şeylerin) iyi, temiz ve helâl olanlarından ve yerden size rızık olarak çıkardıklarımızdan hayra harca­yın. Size verilmesi halinde göz yumup alamayacağınız kötü (ve basit) malı hayır olarak vermeye kalkışmayın. Biliniz ki; Allah zengindir, (kim­seye muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.

268. Şeytan Allah yolunda harcama yapmanız halinde sizi hep fa­kirlik (ve yoksullukla) korkutur ve size cimriliği, (her türden fenalığı teş­vik ve) telkin eder. (Oysa) Allah kendi katından bir mağfiret ve lütuf vaad eder. Allah fazlı (ve ikramı) bol olan, her şeyi hakkıyla bilendir.

269. Allah hikmeti; dilediğine verir. Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse, ona dünya ve ahiret hayrı verilmiş demektir. Ancak gerçek akıl sahihleri bu hakikatleri anlayıp düşünürler.

270. Yaptığınız her çeşit infakı ve harcamayı, adadığınız her adağı

Allah kesin olarak bilir (ve bundan dolayı sizi Ödüllendirir). Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.

271. Eğer Allah rızasını gözeterek verdiğiniz sadakaları açık olarak verirseniz güzel; eğer bu yardımlarınızı fakirlere gizlice verirseniz bu, si­zin için çok daha hayırlıdır. İşte Allah bundan ötürü sizin kötülüklerini­zin de bir kısmını bağışlar. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

272. (Ey Rasûl!) Onları hidayete erdirmek sana ait değil. Fakat Allah dilediklerini doğru yola iletir. Hayır olarak Allah yolunda neyi harcarsa­nız o sizin kendi iyiliğinizedir. (Kaldı ki;) siz Allah rızasını gözetmeksi­zin bir hayır yapmazsınız. Hayır olarak ne harcama yapmışsanız o, eksik­siz olarak size döner. Ve siz hiçbir zaman haksızlığa uğratılmayacaksınız.

273. (Bu yardımlar,) kendilerini Allah yoluna adayan ve sırf bu yüzden nzık aramak için herhangi bir ticaret ve geçim kaygısıyla yolcu­luk yapmayan fakirler içindir. İffetleri yüzünden bilmeyen kimseler onla­rı zengin sanırlar. Fakat sen (ey Rasûlüm!) onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek (kimseden dilenip bir şey) istemezler. Siz hayır olarak her ne verirseniz muhakkak Allah hepsini hakkıyla bilendir. [212]

 

Tefsiri

 

267 - Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin iyi, temiz ve he­lâl olanlarından ve yerden size rızık olarak çıkardıklarımızdan hay­ra harcayın. Size verilmesi halinde göz yumup alamayacağınız kötü (ve basit) malı hayır olarak vermeye kalkışmayın. Biliniz ki; Allah zengindir, (kimseye muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.

 

"Ey iman edenler Kazandığınız şeylerin iyi, temiz ve he-lâl olanlarından ve yerden size nzık olarak çıkardıklarımızdan hayra har­cayın. " ile, ticaret mallarından da zekât ver­menin farz olduğunu öğreniyoruz.. Çünkü ayetin bu kısmı buna delildir. Yam daneli ürünler, Örneğin, buğday ve ar­pa gibi, meyveler, madenler ve daha buna benzer şeyler gibi. Ayetin bu kısmının takdiri şöyledir:

"Sizin için çıkardığımız temiz ve güzel şeylerden..." demektir. Ancak'bu cümlede, kelimesi hazfedilnıiştir. Çünkü bir önceki cümlede yer alması sebebiyle tekrar edilmemiştir.

"Süse verilmesi halinde göz yumup alamayacağınız kötü (ve basil) malı ha­yır olarak vermeye kalkışmayın." kötü, basit işle ya­ramaz, değersiz malı vermeye çalışmayın.

oysa siz o tür malları yardımda kullanıyor, harcıyor­sunuz. Bu cümle hal mahallinde gelmiştir. Mana şöyle olmaktadır: "Kö­tü, işe yaramaz şeyleri nafaka olarak takdir edip vermeye kalkışmayın."

Oysa siz kendiniz böyle basit ve işe yaramaz bir şeyi almazsınız. Meğerki o şeye göz yummuş ola-siniz ya da görmezden gelesiniz, işte bu şekilde almış olmanız başka." Örneğin; bu ifade tıpkı şuna benzer:

''Filan kimse bir kısım hakkından vazgeçti, görmezlikten- geldi. " Yani; gözünü kapadığında, görmezden geldiğinde, böyle denir. Nitekim; Satıcıya, denir ki bu, "Beni görmüyor sanarak eksik tartma." demektir. Abdullah b. Abbas'tan rivayete göre der ki:

"Onlar hurmanın işe yaramayanını, kötü olanım sadaka ve yardım olarak verirlerdi, fakat bundan menolundular."

"Biliniz ki; Allah zengindir, (kim­seye) -kimsenin sadakasına- (muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.'' Hamd olunmaya lâyıktır veya zaten hamd olunandır, övülendir.

hep fakirlik (ve yoksullukla) korkutur ve size cimriliği, (her türden fe­nalığı teşvik ve) telkin eder. (Oysa) Allah kendi katından bir mağfiret ve lütuf vaad eder. Allah fazlı ve ikramı bol olan, her şeyi hakkıyla bilendir.

"Şeytan Allah yolunda harcama yapmanız -infakta bulunmanız- halinde sizi hep fakirlik (ve yoksullukla) korkulur." Si-ze der ki: "Sizi harcamada bulunmanız ve infaka kalkışmanız sizi yoksul-laştınr, fakiıieşirsiniz."

Vadeîme ifadesi -ki biz burada onu korkutma olarak verdik- hem hayır için ve hem de şer için kullanılan bir kelimedir.

"Ve size cimriliği, her türden fenalığı teşvik ve telkin eder." Sizi cimrilik ve pintiliğe çağırır, size bunları emreder. Sada­ka yoluyla yardımda bulunmamanızı ister. Kısaca emreden konumunda olan birinin emredileni sürekli olarak etki ve baskı altında tutmasıdır. Araplar, fahiş kelimesini aynı zamanda, cimri ve pinti anlamında da kul­lanırlar.

 "Oysa Allah kendi kalından -yaptı-ğınız infalc ve yardım sebebiyle günahlarınızdan- bir mağfiret -ve kefa­ret- ve lütuf -sizin yaptığınız iyilikten daha fazlasını size vermeyi veya bundan ötürü ahirette sevabı- vadeder," "Allah, fazlı ve ikramı -dilediklerine genişleten ve ihsanı- bol olan, her şeyi -yaptıklarını­zı ve niyetlerinizi- hakkıyla, bilendir." [213]

 

269 - Allah hikmeti; dilediğine verir. Hikmet (faydalı ilim) ki­me verilirse, ona dünya ve ahiret hayrı verilmiş demektir. Ancak ger­çek akıl sahihleri bu hakikatleri anlayıp düşünürler.

 

"Allah -hikmeti, dilediğine verir." Allah, Kur'an'ı, sünneti, faydalı ilmi ve bu ilimle amel etmeyi, bilgisinin prati­ğini uygulamasını dilediği kimselere verir. Allah katında "hakîm", ilmiy­le amel eden, yani bildiklerini pratiğe dönüştüren kimse demektir.

"Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse, ona dünya, ve ahiret hayrı verilmiş demektir." Kıraat imamlarından Yakup, kelimesini olarak okumuştur. Yani; Bunun manası şöyledir:

"Allah hikmeti kime verirse kesin olarak ona çok verilmiştir." Yani; ona hayır verilmiştir, hem de çok çok hayır verilmiştir, demektir.

kelimesindeki tenkir yani nekrelik tazim ve çokluk içindir.

"Ancak gerçeklen akıl sahibi olanlar bu hakikatleri anlayıp düşünürler." Allah'ın ortaya koyduğu şeylerden ders alacak olanlar doğrusu ancak selim akıl sahibi olanlardır, sağduyulu kim­selerdir. Ya da ilimleriyle gerektiği şekilde amel edenlerdir. Bundan mak­sat ise, ayetlerde ele alman Allah yolundaki infalc ve harcama konusuna teşvikte bulunmak, onlara bu gerçeği telkin etmektir. [214]

 

270 - Yaptığınız her çeşit infakı ve harcamayı, adadığınız her adağı Allah kesin olarak bilir (ve bundan dolayı sizi ödüllendirir). Za­limlerin hiçbir yardımcıları yoktur.

 

Yaptığınız her çeşit, in/ak ve harcamayı" İs-ter Allah yolunda olsun, ister şeytan adına olsun bu türden her harcamayı, "adadığınız her adağı" Bu adaklar ister Allah'a ita­at manasında olsun, ister Allah'a karşı bir masiyet amacıyla olsun "Allah kesin olarak bilir," Çünkü; Allah'a hiçbir şey asla gizli kalmaz. Ve Allah bu yapılan harcamalarda bu kişilerin niyet ve amaç-lanna göre ya onları ödüllendirir veya cezalandırır. "Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur." Allah yolundaki hiz-metleri ve sadakaları engelleyenlerin ve mallarını Allah'a karşı gelmek, İslâm şeriatını önlemek için harcayanların, bu yolara yardım edenlerin, masiyet yolunda adak adayanların veya adaklarını yerine getirmeyenlerin

yardımcıları olmayacaktır. Çünkü bunlar zalimdirler. Dolayısıyla yarın Allah katında hiçbir kimse onlara yardımcı olmayacağı gibi onları Allah'ın azabından da kurtaracak değildir. [215]

 

271 - Eğer Allah rızasını gözeterek verdiğiniz sadakaları açık olarak verirseniz güzel; eğer bu yardımlarınızı fakirlere gizlice ve­rirseniz bu, sizin için çok daha hayırlıdır. İşte Allah bundan ötürü sizin kötülüklerinizin de bir kısmını bağışlar. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

 

"Eğer Allah rızasını gözeterek verdiği­niz sadakaları açık olarak verirseniz güzel;.." Onları açık ve alenî olarak vermeniz ne güzel bir davranış! kelimesindeki, harfi, Nekreyi gayrimevşuledir. Yoksa sıfat olan yani mevsufe olan değildir. Mahsusun bil medih de, zamiridir.

Kıraat imamlarından Ebu Amr ve Veri dışında Nafı, kelimesini, harfinin esresi ve harfinin sükunu ile, olarak okumuşlardır. Ancak Ibn Amir, Hamza ve Ali ise bunu, harfini üstünü ve harfinin de esresiyle, olarak okumuşlar­dır. Diğer kıraat imamları ise ayette görüldüğü gibi hem ve hem harflerinin esresiyle okumuşlardır.

"eğer hu yardımlarınızı fakirlere gizlice verirseniz," bununla onların masraflarını gizlice karşılarsanız, sizin için çok daha hayırlıdır." Yaptığınızı yardımı gizli tutma­nız sizin adınıza daha hayırlıdır. Burada gizli verilmesinden söz edilen sadakalar nafile türünden olanlar olup, farz olan zekât değildir. Çünkü farz olan zekâtı açık olarak vermek daha faziletli ve önemlidir. Herhangi bir şekilde töhmet altında kalmamış olur, zekâtım vermiyor, dedikodula­rından kendisini kurtarır. Hatta zekât veren kimse, eğer halk tarafından zengin olarak bilinip tanınan biri değilse bu kimsenin zekâtını açıktan vermesi daha faziletli ve önemlidir. Eğer nafile olarak yardımda bulun­mak isteyen kimse başkalarının da kendisini örnek almalarını arzu edi­yorsa, bu kimselerin açıktan bu tür yardımlarını yapmaları daha uygun­dur ve daha faziletlidir.

"işle Allah bun­dan ölürü sizin kötülüklerinizin de bir kısmını, bağışla/: Allah -açık ve gizli olarak- yaptığınız her şeyden haberdardır." bilendir.

kelimesini kıraat imamlarından, Nafi, Hamza ve Ali, harfi ve harfini -de cezmiyle olarak okumuşlardır. Ibn Amir ile Hafs ise bunu, harfi ve harfinin de ref'i ile oku­muşlardır. Diğer kıraat imamları da bunu, harfiyle ve merfu olarak, okumuşlardır. Meczum olarak okuyanlar, kelimeyi, harfi­nin ve mabadının mahalline yani 'den sonra gelen kısmın mahalline atfetmektedirler. Çünkü o şartın cevabıdır. Merfu olarak okuyanlar ise, bunu istisna üzere değerlendirmeleri sebebiyle okumaktadırlar.ile okunması halinde, mana, "Allah ....bağışlar, kefaret sayar. " olarak de­ğerlendirilir. ile okunması halinde, takdirinde olur ki; bunun da manası "biz bağışlarız, örteriz", demek olur. [216]

 

272 - (Ey Rasûl!) onları hidayete erdirmek sana ait değil. Fa­kat Allah dilediklerini doğru yola iletir. Hayır olarak Allah yolunda neyi harcarsanız o sizin kendi iyiliğinizedir. (Kaldı ki;) siz Allah rıza­sını gözetmeksizin bir hayır yapmazsınız. Hayır olarak ne harcama yapmışsanız o, eksiksiz olarak size döner. Ve siz hiçbir zaman hak­sızlığa uğratılmayacaksınız.

 

 "(Ey Rasûl!) onları hidayete erdirmek senin va­ifen değil." Ey Peygamber! Kimi insanların rencide etmek maksadıyla işledikleri başa kakma fiilini, onur kırmalarını, haram olan şeylerden infak etmelerini zor kullanarak ve yasaklama getirerek onları doğru yola iletmek senin görevin değildir. Senin vazifen yalnızca yasaklan onlara

bildirmen ve tebliğ etmendir, başka değil.

Allah dilediklerini doğru yola iletir." Ya da bu şöyle yorumlanmıştır: "Onları hidayete muvaffak kılmak senin elinde değildir. ", ya da "Hidayeti var etmek senin elinde olan bir şey değildir. Bu sadece Allah 'a aittir. "

"Hayır olarak Allah yolanda, neyi -ne tür bir malı- harcarsanız, o sizin kendi iyiliğinizedir." Bundan sizin dışınızda bir başkası faydalanacak değildir. O halde bunu insanların ba­sma kakıp durmayın, onlara karşı üstünlük taslayarak onurlarını kırma­yın, eza etmeyin ve üzmeyin.

"Kaldı ki; siz Allah rızasını gözet­meksizin bir hayır yapmazsınız." Sizin infakınız sadece Allah rızasına yö­neliktir. Yani; Allah'ın rızasını ve O'nun katında sizin olan şeyleri ister­siniz. O halde size ne oluyor ki yaptığınız harcama ve iyilikleri insanla­rın başına kakıyorsunuz ve asla Öylesi bir şeyle Allah rızası gözetilmez-ken nasıl oluyor da bu türden malları infaka kalkışırsınız? Bu olacak şey mi? Ya da bu nefiy olarak gelen ve fakat mana itibariyle nehiy, yani ya­sak koyan bir durumdur. Yani bunun manası şöyle demektir:

"Allah'ın rızasını istemekten başka bir şekilde infakta bulunmayın, harcap ma yapmayın,"

"Hayır olarak ne harcama, yapmışsanız o, eksiksiz olarak size döner. Ve siz hiçbir zaman haksızlığa uğratılmayacaksınız." Yaptığınız hayrın karşılığı size kat kat verilecektir. Dolayısıyla ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunmaktan ka­çınmak için herhangi bir mazerete sarılmayın. Aynı zamanda yardım yaptığınız takdirde bunun en güzel ve kişiyi en incitmeyecek, onurunu kırmayacak manada en güzel ve en iyi olmasından da kaçınmayın. Çün­kü; yaptığınız yardımlar açısından size haksızlık yapılmayacaktır. Bu tıpkı:

"Onda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı.[217]

ayetinde geçtiği gibidir. Dikkat edilirse burada, kelimesi eksik bırakmadı, manasına gelmektedir. [218]

 

273 - (Bu yardımlar,) kendilerini Allah yoluna adayan ve bu yüzden rızik aramak için uğraşamayan fakirler içindir. Çekinip iste­mediklerinden dolayı bilmeyen kimseler onları zengin sanırlar. (Fa­kat sen ey Rasûlüm!) onları simalarından, tanırsın. Çünkü onlar, yüz­süzlük ederek kimseden bir şey istemezler. Siz hayır olarak her ne verirseniz muhakkak Allah hepsini hakkıyla bilendir.

 

"Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna adayan ve bu yüzden rtzık ara­mak için uğralamayan fakirler içindir,"

kelimesindeki cer edatı, bir mahzuf kelimeye taallûk et­mektedir. Yani, "Fakirleri hedefleyin, onlara verin." demektir. Ya da bu, mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani: "Bu sadakalar fakirler içindir."

demektir.

Kendilerini Allah yolunda ada-yan, demek, Allah yolunda cihat etmeleri sebebiyle başka bir şey yapa­mayan kimseler, demektir. Çünkü cihat onları ticaretten alıkoymaktadır. cihat ile meşguliyetleri, İslâm ordusunda hizmetleri, onları kazanç elde etmekten uzak tutmaktadır.

Bir yoruma göre bu ayette sözü edilen yoksullar Ashab-ı Suffe'dir. Bunlar Kureyş muhacirlerinden olup sayıları dörtyüz kadar idi. Mekke'­den Medine'ye sadece inançlannı yaşamak için göç eden bu insanların Medine de bir yuvalan yoktu, yakınları da orada bulunmuyordu. İşte bu kimseler Peygamber mescidinin bir bölümünde kendilerine yapılan bir gölgelik yerde kalıyorlardı. Bir bakıma ilk yatılı okul gibiydi. Bunlar bu­rada Kur'an Öğreniyorlar, gündüzleri çekirdek kırarak çalışırlar, Medi­ne'den ayrılmayıp her savaşa hazır birlik halinde katılmak için beklerler ve gerek görüldüğünde Allah Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hemen bunlar savaşa gönderirdi. Ya da Allah Rasûlü'nün gönderdiği her savaşa bunlar katılırlardı. Kimin yanında fazladan bir yiyecek, içecek vb. gibi bir şey varsa, akşam olunca o kişi onu alıp bu kimselere getirir, yardımcı olurdu.

"Çekinip islemedikleri/iden dolayı -durumlarını- bilmeyen kimseler onları zengin sanırlar." ICıraat imam-lanndan İbn Amir, Ebu Cafer Yezid, Hamza, A'şa dışında Asım ve Hubeyre, kelimesini burada görüldüğü gibi, olarak kıraat etmişlerdir. Diğerleri ise, harfinin esresiyle, ola­rak okumuşlardır. yani iffetleri sebebiyle istemekten ve dilenmekten kaçınırlar, dilenmezler.

"(Fakat ey Rasûlüm!) Onları simalarından, ta­nırsın. " Çünkü; onların yüzleri iyi beslenememeleri yüzünden soluktur, be­nizleri sararmıştır, üst başlan perişandır. "Çün­kü; onlar yüzsüzlük ederek kimseden bir .şey islemezler." İnsanlann yakasına yapışıp mutlaka bir şey vereceksin gibisinden bir harekete girişmezler.

Bir yoruma göre bu ayet, kişinin yakasına yapışıp bir şeyler iste­mek dahil olmak suretiyle dilenmenin her çeşidini red ediyor. Nitekim; Şair şöyle der:[219]

Burada, kelimesinin ifade ettiği anlam ne ise, kelimesinin ifade ettiği aynıdır. Burada, denilen yoldaki nirengi noktalarının bir anlam ifade etmediğini, yol göstermediğini dile getirirken bunun nehyini değil nefyini murat ediyor. Yani; açık bir yolda­dır ama, onun kılavuzluk eden nirengi işaretlerinden ya da trafik kuralla­rından yararlanıp aydınlanmıyor, demek gibi.

îlhah, bir şeye bağlı kalmak ısrar etmek, ayrılmamak, demektir. Yani; kendisine bir şey verilmeden veya bir şey almadan ayrılmamak is­tediğini almakta ısrarcı olmak demektir. Nitekim bir hadiste şöyle buyu-rulmuştur:

"Doğrusu Allah, diri, halim ve iffetli olanı sever, ağzı kötü söz söyle­yen, adamın yakasından olmayıp ısrarla dilenen kimseye de buğz eder."[220]

Bir yoruma göre de bunun manası şöyledir: "Eğer bu tür kimseler bir şey isterlerse, onu istemekte ısrarcı olamazlar, adamın yakasına yapışıp illâ da şunu vereceksin demezler, uygun bir dil ile dertlerini dile getirirler."

"Siz hayır olarak her ne verir-seniz muhakkak Allah, hepsini hakkıyla bilendir." O'nun katında asla bir şey zayi olmaz. [221]

 

Meali

 

274. Gece ve gündüz, gizli ve açık olarak mallarını Allah için har­cayanlar var ya, işte onlar için Rableri katında mükâfatlan vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildir.

275. Faiz yiyenler (adeta) şeytan çarpmış kimselerin kalkışları gibi kalkarlar. Bu, onların "Alışveriş de tıpkı faizdir." demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt ve uyarı gelir de hemen faizden vazgeçerse geçmişte elde ettiği şeyler kendisinindir. Bununla ilgili durumu artık Allah'a kal­mıştır. Her kim (bu yasaklamadan sonra) yeniden (faize) dönerse işte on­lar cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

276. Allah faiz bereketini yok eder, sadakanın bereketini artırır. Kal­dı ki; Allah, küfür ve günahda ısrar eden azgın ve sapıkları asla sevmez.

277. Şüphesiz iman-edip salih amel işleyen, namazlarını kılan ve zekâtlarını verenler var ya, işte bunların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.

278. Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve eğer gerçekten iman et-mişseniz, var olan faiz alacaklarınızı terk edin.

279. Eğer (faizden) vazgeçmezseniz (bunun) Allah ve Rasûlünden (faizcilere karşı açılan) bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe edip faizi terk ederseniz, (bu takdirde) sermayeniz size aittir. Böylece ne haksızlık

etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

280. Eğer (borçlu gerçekten) sıkıntı içinde ise, rahatlayana dek ona zaman tanıyın. Eğer biliyorsanız bunu tasadduk etmeniz sizin adınıza da­ha hayırlıdır.

281. Allah'a döndürüleceğiniz günden korkun. Sonra herkesin ka­zanıp hak ettiği şey kendisine eksiksiz olarak verilecek ve onlara haksız­lık da yapılmayacaktır. [222]

 

Tefsiri

 

274 - Gece ve gündüz, gizli ve açık olarak mallarını Allah için harcayanlar var ya, işte onlar için Rableri katında mükâfatlan var­dır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildir.

 

"Gece ve gündüz, gizli ve açık olarak mallarını Allah için harcayanlar var ya, ..."

Burada, kelimelerini her ikisi de haldirler. Yani; gizleyerek ve açıktan olarak, demektir. Ayette, "gece ve gündüz, gizli ve aşikâr" ifadeleriyle her zaman ve her durumda, demektir. Yoksa söz ko­nusu vakitler demek değildir. Çünkü; burada demek istenen husus günün her saati ve her oltamda demektir. Çünkü; böyle yapanlar öylesine hayır ve iyilik yapmaya düşkündürler ki, hayır yapmadan bir anları geçsin iste­mezler. Ne zaman herhangi bir ihtiyaç sahibinin problemi ve derdi kendi­lerine ulaştırıhrsa bunlar derhal onu karşılamak üzere harekete geçer ve gereğini yaparlar ve onu savsaklayıp geciktirmezler, demektir. Dolayısıy­la şu veya bu vakit gelsinler ya da şu veya bu zamanda bunu yaparım di­ye herhangi bir neden ileri sürmezler.

Rivayete göre bu ayet Hz. Ebu Bekir Sıddik (Radıyaliahu Anh) hakkın­da nazil olmuştur. Çünkü kendisi kırk bin dinar sadaka olarak dağıtmış, bunun on bin dinarını geceleyin, on bin dinarım gündüz, on binini gizli ve on binini de açıktan olarak dağıtmıştı. İşte bu ayet bununla ilgili ola­rak inmiştir.

Ya da ayet Hz. Ali (Radıyaliahu Anh) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (Radıyaliahu Anh)'m dört dirhemden fazla bir varlığı yoktu. Ancak buna rağ­men bu döıt dirhemden bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dir­hemini gizli ve bir dirhemini de açıktan olarak dağıtmıştı.

İşte onlar için Rableri kalında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değiller[223]."

 

275 - Faiz yiyenler (adeta) şeytan çarpmış kimselerin kalkışla­rı gibi kalkarlar. Bu, onların "Alışveriş de tıpkı faizdir." demelerin­den dolayıdır. Oysa-Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bun­dan böyle kime Rabbinden bir Öğüt ve uyan gelir de hemen faizden vazgeçerse geçmişte elde ettiği şeyler kendisinindir. Bununla ilgili durumu artık Allah'a kalmıştır. Her kim (bu yasaklamadan sonra) ye­niden (faize) dönerse işte onlar cehennemliktirler. Orada ebedi ola­rak kalıcıdırlar.

 

"Faiz yiyenler adeta şeytan çarpmış kimselerin kalkışları gibi kalkıp hareket ederler.

Ayette geçen yani faiz kelimesi, mal karşılığı mal ver­mek suretiyle karşılığında bir bedel olmaksızın verilen maldan veya para­dan ya da eşyadan fazla olarakahnan şeydir. kelimesinin ile yazılması tefhim ile okuyanlara göredir. Tıpkı ve kelimelerinin harfiyle yazılıp tefhimle okunması gibi. Cem'î vavına benzetilerek harfinden sonra bir harfi eklenmiştir.

Kabirlerinden diriltilip kalktıklarında adeta saraya tutulmuş kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Çünkü yaptıkları muamelede çarpmaya ve aldatmaya kalkış­mışlardır, dolayısıyla aynı şekilde cezalandırılacaklardır.

Habt kelimesi, Önünü göremeyen; deve gibi doğru dürüst hareket e-demeyen ve sağa sola, bir ileri bir geriye yalpalanma demektir.

delilikten, çarpmaktan... bu biraz önce geçen, kelimesine taallûk etmektedir. Yani, mana şöyledir: "Şeytan çarpmasından dolayı adeta sara hastalığına yakalanmış kimsenin uyanışı gibi kalkarlar."

Ya da bu, fiiline mütealliktir. Dolayısıyla: "Sara hastalığına tutulan kimsenin bu nöbetinden kalkışı gibi kalkar. " Mefhumu şöyledir:

"Bu faiz yiyenler kıyamet gününde adeta sara nöbetine yakalanan saralı hastanın nöbetinden uyanışı gibi uyanır ve kalkarlar." Çünkü bu on­ların hesap alanında bekleme sırasındaki hareketleridir. Bunlar bu özel­likleriyle tanınıp bilineceklerdir. Bir yoruma göre de şöyle denmiştir:

"Kıyamet gününde'kabirlerinden çıkanlar sadece faiz sofrasına koşar­lar. Oraya doğru koşup giderlerken hep sara nöbetine yakalanmış olanlar gibi bir düşerler, bir kalkarlar. Çünkü yedikleri hep faiz idi. Allah bu faizi onların karınlarında artırarak büyüttü ve bu onlara bir ağırlık yaptı. Dola­yısıyla yürümeye, hareket edip koşmaya güçleri kalmamıştır."

"Bu -azap ve cezalandır­ma—, onların, «altşvtriş de tıpkı bir faizdir» demelerinden dolayıdır." Burada, Yani, "Faiz de tıpkı alışveriştir. " demedi. Oy­sa konu faizdir, alışveriş değil. Bunun ayette böyle ifade edilmiş olması, mübalağa (yani abartma) açısındandır. Çünkü bu kimseler, kendi inançlarınca faizi helâl kabul ediyorlar ve bunu, faizi helâl kılmada temel bir ya­sa ve ölçü olarak kabul etmektedirler. Bunun içindir ki faizi tıpkı alışve­riş gibi gördüklerinden ona benzetmişlerdir.

"Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır." İşte bu nokta, iki şey arasında bir eşitliğin olduğunu reddediyor, çünkü helâl ile haramın bir arada eşit olarak gösterilmesi bir­biriyle zıttır. Zıt olan iki şey birbiriyle nasıl denk olabilir ki? Kaldı ki; de­lâlet yoluyla da zaten kıyas bunu reddetmektedir. Çünkü eldeki delil on­ların kıyaslarının batıl, anlamsız ve geçersiz olduğunu ortaya koymak­tadır. Zira Allah'ın bir şeyi helâl ve haram kılması onların yapmış olduk­ları kıyasın geçersizliğini ve batıl oluşunu göstermektedir.

"Bundan böyle kime Rabbinden -faizle ilgili olarak- bir öğüt ve -yasaklama ile alâkalı bir— uyan gelir de hemen -yasağa uyarak- vazgeçerse geçmişte elde elliği şeyler kendisinindir." Dolayısıyla geçmişte olanlardan ötürü hesaba çekil­meyecektir. Çünkü almış olduklarını haram ve yasaklama ayetinden önce almıştır. "Bununla ilgili durumu Allah'a kalmıştır." Yüce Allah kıyamet gününde onun hakkında hükmünü verecektir. Dolayısıyla onun geçmişte olan şeyleri hakkında sizin bir şey yapmanız gerekmez. Haram emrinden önce yaptığı şeyleri ondan istemeye kalkışmayın.

"Her kim bu yasaklamadan sonra yeniden (faize) dönerse," Zeccac'tan rivayete göre faizi helâl sayarsa ya da faizi helâl diye almayı sürdürürse, "İşle onlar cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar." Çünkü bunlar fa­izi helâl kılmakla ve saymakla kâfir olmuşlardır. Zira; kim Allah'ın ha­ram kıldığı bir şeyi helâl kılar veya sayarsa bu kimse kesin olarak kâfir­dir. Bunun için de ebedi olarak cehennemde kalmayı hak etmiştir.

Bu ayetten de anlıyoruz ki; Mutezile mensubu kimselerin fasıklar da ebedi olarak cehennemliktir, tarzındaki inançlarına ayet delil değildir bununla bir alâkası yoktur. [224]

 

276 - Allah faiz bereketini yok eder, sadakanın bereketini ar­tırır. Kaldı ki; Allah, küfür ve günahda ısrar eden azgın ve sapıkları asla sevmez.

 

"Allah faiz bereketini yok eder." İçinde faiz bu­lunan malın bereketini kaldırır. Allah içinde faizin bulunduğu malı helak eder. "sadakanın bereketini artırır." O malları nemalandırır, ziyadeleştirir. Yani; zekâtı ve sadakası verilen malı artırır, onu be­reketlendirir. Nitekim; bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:

"Verilen bir zekât hiçbir zaman verildiği maldan asla bir eksiltme yapmamıştır.[225]

"Allah, küfür ve günahlarında -Faizi helâl sayarak onu yemeyi sürdürerek- ısrar eden azgın ve sapıkları asla sevmez." [226]

 

277 - Şüphesiz -faizin haram kılındığına- iman edip salih amel işleyen, namazlarını kılan ve zekâtlarını verenler var ya, işte bunların mükâfatlan Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir. [227]

 

278 - Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve eğer gerçekten iman etmişseniz, var olan faiz alacaklarınızı terk edin.

 

Faiz olarak halktan almayı şart koştuklarını, faizden arta kalan şey­lerin alınmayıp terk edilmesi ve kalanının istenmemesi emrolunmaktadır.

Rivayete göre bu ayet Sakifliler hakkında inmiştir. Bunların bir Kureyşliden alacakları vardı. Süre bitiminde Sakifliler gelip alacaklı olduk­ları mallarını faiziyle birlikte istediler. Bu bakımdan, "Eğer gerçekten i-man etmişseniz... " buyurularak buna dikkatleri çekilmiştir. Çünkü kamil imanın delili, kişinin emredilene bağlı kalıp kalmadığıdır. [228]

 

279 - Eğer (faizden) vazgeçmezseniz (bunun) Allah ve Rasû-lünden (faizcilere karşı açılan) bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe edip faizi terk ederseniz, (bu takdirde) sermayeniz size aittir. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

 

"Eğer faizden vaz-geçmezseniz (bunun) Allah ve Rasûlünden (faizcilere karşı açılan) bir sa­vaş olduğunu bilin!'' Savaşı bilin. "Bir şeye izin vermek" demek, o şeyi bilmek demektir. Nitekim, Hasan Basri'nin kıraati bu manayı destekle­mektedir. Bu kıraat, şeklindedir.

Ancak kıraat imamlarından Hamza, Ali ve Cafer İbn Galib dışında Ebu Bekir, kelimesini, olarak okumuşlardır. Yani, "Bunu sizin dışınızdakilere bildirin. " demektir.

Ayette, diye söylemedi, çünkü, kavli daha mübalağalıdır ve meseleyi daha açık olarak ortaya koymaktadır. Çünkü mana şöyledir: "Allah ve Rasûlünden bir tür hayal e-demeyeceğiniz manada bir büyük savaş bekleyin."

Rivayete göre bu ayet nazil oluca Sakif kabilesi mensupları şöyle demişlerdi:

"Bizim Allah ve Rasûlü ile savaşmaya gücümüz yoktur."

"Eğer levbe edip faizi terk ederseniz, bu takdirde sermayeniz size aittir." Artık, "Boylece -borçlulardan fazladan faiz alarak- ne haksızlık etmiş ve ne de -ana malınızdan eksilterek bir- haksızlığa uğramış olursunuz." [229]

 

280 - Eğer (borçlu gerçekten) sıkıntı içinde ise, rahatlayana dek ona zaman tanıyın. Eğer biliyorsanız bunu tasadduk etmeniz sizin adınıza daha hayırlıdır.

 

"Eğer borçlu gerçekten sıkıntı içinde, ise, rahatlayana dek ona zaman tanıyın." Eğer kendisinden alacaklı bulunduğunuz borçlularınız gerçekten borcunu ödeyemeyecek derecede sıkıntı ve zorluk içinde bulunuyorsa burada yapılacak şey, ona ileride ödeyebilmesi için fırsat verin, süre tanıyın.

Kıraat imamlarından Nafı, kelimesini, olarak okumuştur. Bu her iki kelime de dilde kullanılmaktadır.

Eğer biliyorsanız bunu tasadduk etmeniz sizin adınıza -kıyamet gününde daha, hayırlıdır." Eğer bununla amel ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Burada eğer bildiği halde gereğini yapmıyor ve amel etmiyorsa adeta onu bilmeyen konumundadır.

Kıraat imamlarından Asım, harfinin tahfifi ile, olarak okumuştur. Yani; burada iki harfinden bir hazfedilmiştir. Aslı, 'dur. Asım dışlındakiler ise teşdid ile kıraat etmişlerdir. Teşdid halinde idgam yapılmıştır. Yani;

"Ana paranızı, malınızı sadaka olarak vermeniz, ya da borçlularınız­dan en zor durumda bulunan kimseden bir kısmını bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır."

Yine bir yoruma göre, "tasadduk" ile murat olunan şey, mühlet ve­rilmesi, süre tanınmasıdır. Çünkü Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:

"Herhangi bir Müslümamn borç süresinin dolması halinde, alacaklı­nın onu ertelemesi durumunda, ertelediği her gün için bir sadaka sevabı vardır "[230]

 

281 - Allah'a döndürüleceğiniz günden korkun. Sonra herke­sin kazanıp hak ettiği şey -iyi ya da kötü ne işlediyse- kendisine ek­siksiz olarak verilecek ve onlara -iyilikleri eksiltilerek veya kötülükleri artırılarak- haksızlık da yapılmayacaktır.

 

Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini, olarak kıraat etmiştir. kelimesi hem lâzım ve hem müteaddı olan bir kelimedir.

Rivayete göre bu ayet, Hz. Cebrail (Aleyhi's-Selâm) tarafından Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) indirilen son ayettir. Cebrail (Aleyhi's-Selâm) Rasûlullah (Sallaİlâhu Aleyhi ve Sellem), demiş ki:

"Bu ayeti, Bakara Suresinin iki yüz sekseninci ayetin hemen peşine yerleştir."

Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bu ayetin nazil olmasından ya 21 gün veya 81 gün, ya da 7 gün veya üç saat yaşamıştır. [231]

 

Meali

 

282. Ey iman edenler! Birbirinizden belli bir süre ile borç alıp ver­diğiniz zaman onu yazın. Onu, aranızda adaletle tanınan bir katip yazsın. Hiçbir katip Allah'ın kendisine Öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın. Üzerinde hak olan (borçlu) kişi de (taahhüdünü) yazdırsın. Rabbinden korksun ve borcundan herhangi bir şeyi düşük olarak kaydettirmesin. Eğer borçlu olan kimse sefih (Jtarcamasını bilmeyen savurgan) veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak bir durumda ise velisi (olan kişi) adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit bulundurun. Eğer iki erkek şahit bulunamazsa bu durumda kendilerini şahit olarak kabul ede­bileceklerinizden bir erkek ve iki de kadın şahit bulundurun ki, bu ikisin­den birisinin yanılması halinde diğeri ona hatırlatsın. (Şahitler) çağırıl­dıkları zaman şahitlikten kaçınmasınlar. İster küçük olsun ister büyük olsun, anlaşmanın tüm maddelerini vadesiyle birlikte yazmaktan üşen­meyin. İşte bu şekilde yazmanız Allah katında daha adil, şahitliğin isbatı için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz bakımından daha yerinde olan bir iştir. Meğerki yaptığınız muamele hemen aranızda peşin olarak so-nuçlanmışsa işte bu, değişir. Çünkü böyle bir halde bunu yazmamanızda sizin İçin bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınızda da yine şahit bulundu­run. (Bunlardan ötürü) yazan kimse de, şahit olan kimse de bir zarara uğ­ratılmasın. Eğer bunu yaparsanız (zarara uğratırsanız) muhakkak ki bu haktan sapmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerçekleri öğre­tiyor. Allah her şeyi bilendir. [232]

 

Tefsiri

 

"Ey iman edenler! Birbirinizden belli bir süre ile borç alıp verdiğiniz zaman onu yazın." Yani, biriniz diğerine bir borç verdiğinde. Nitekim, denir ki bu, alıp ya da vermek suretiyle kişiye borçlanmak veya borç vermek manasında bir muamele yapmak anlamını taşır.

"belli bir süre ile" demek', bilinen bir zamana kadar demektir. Örneğin; hasat zamanına kadar, harman zamanına kadar, hac dönüşüne kadar... gibi.

Bu ayette, denmedi, Bunun sebebi, kavlindeki zamir buna raci olmasındandır. Eğer zamir zikre­dilmemiş olsaydı bu takdirde mutlaka, "Borcu ya­zın. " demesi gerekirdi. Fakat böyle olması halinde asıl ayette yer alan na­zım güzelliğinde olmazdı. Çünkü bu, belirlenen süreye ve işin çözümü açısından her türden borcu daha açık olarak ifade etmektedir. Ancak ayet­te, borcun yazılmasının emredilmiş olması, bunun daha güvenli olmasın­dan, unutmayı önlediğinden ve inkâra kalkışmaya da bir fırsat bırakmamasmdandır. Mana şöyle olmaktadır:

"Süresi belli bir borç muamelesi yaptığınızda onu yazın."

Ayetteki emir farz anlamında değil, nedip anlamındadır, menduptur. Abdullah b. Abbas'tan rivayete göre, o bundan maksadın, "selem" ile olan alışveriştir. Çünkü Allah, faizi haram kılınca selem ile alışverişi helâl kılmıştır. Yazımında Allah, belirli bir süre ile teminat verilen, diye ifade etmektedir ki; bu konuda yüce Allah en uzun ayetini indirmiştir. Nitekim bu, selem ile yapılan bir alışverişte sürenin şart koşulmasının şart olduğunun da bir delilidir. [233]

"Onu aranızda -yani borç alıp ve­renler arasında- adaletle tanınan bir katip yazsın." kavlindeki cer edatı, kelimesinin sıfatı olması itibariye ona mütealliktir. Yani, "yazdığı şeyde kendisine güven duyulan bir katip" demektir. Dola­yısıyla katip, "Yazdıklarım ihtiyatla yazsın, dikkatli ve titiz davransın, yazması gerekenden ne fazlasını, ne de eksiğini yazsın." İşte ayetin bu noktasından öğreniyoruz ki, borç alışverişinde olayı kayda geçen kişinin konuyu bilen bir bilgin (fakih) olması, konu ile ilgili şartları bilmesi de gerekmektedir. Çünkü; böyle olmalı ki, yazdığı şeyler şeriat açısından uygun ve adalet ölçüsünde yazılmış bir vesika kabul edilebilsin. Bu, borç ile muamele yapan taraflar açısından onlara olan bir emir olup, katip se­çiminde muhayyerdirler. Ancak yazdıracakları kimse de fakih, dindar bir olmalı ki, üzerinde ittifak olunan şeyleri yazmış olsun.

"Hiçbir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın." Herhangi bir katip hiçbir zaman, Allah'ın vesika niteliğinde olan şeyleri yazmayı ken­dilerine öğrettiği gibi herhangi bir değişikliğe ve tahrife gitmeksizin ol­duğu gibi gerçeği yansıtarak aynen yazsın. Yazdığı şey konusunda hak­tan sapmasın. kelimesi, kelimesine mütealliktir.

"Üzerinde hak olan borçlu kişi de laahlıüdünü yazdırsın/''Yazdıran kişi borçludan başkası olmasın, borcu ödemek zorunda bulunan kimsenin kendisi gerekeni yazdırsın. Çünkü kendisinin yazdırması yi a, o bu borcun kendisine ait olduğunu orada kabul ve ikrar ederek bir kendisi için şahitlikte bulunmaktadır. Bu da adamın kendi ağ­zından, borcun kendisine ait olduğunu söyleyip ikrarı demektir, "imlal" ve "imla" kelimelerinin her ikisi de aynı manayı ifade eden iki ayrı keli-medırler.

"Rabbi olan Allah'tan korksun/ Borçlu olan bir kimse borcunu kayda geçirmekten, yazdırmaktan kaçınmasın, bu konuda Allah'ın emir ve yasaklan çerçevesinde hareket etsin ve Allah'ın kendi­sini cezalandı mı asından sakınsın. Çünkü kaçınması ve yazdırmaması ha­linde herkesin kendisinde olan hakkını bu manada inkâr etmiş demektir.

Ve borcundan herhangi bir şeyi düşük olarak kaydettirmesin." Üzerinde hak olarak sabit ve var olan bir şeyi yazdırır­ken eksik yazdırmaya kalkışmasın, bu takdirde kimine ait haklan inkâr etmiş olur veya kendisinin olan bazı hakları inkâr etmiş olur. ''Eğer borçlu olan bir kimse sefih (harcamasını bilmeyen savurgan) biri. ise," deli ise, çünkü "sefeh" kişinin akılca sıkıntısı­nın olması, aklı hafif olması manasınadır. Ya da hacr altındadır. Çünkü; eline geçeni saçıp savurmakta, neyi nasıl ve nereye, niçin harcadığını bil­memekte, savurganlık etmektedir.

"herhangi bir nedenle borcu yazdırahilecek bir halde de­ğilse" henüz çocuk yaşta ise veya ileri derecede yaşlanmış ve bilmez durumda ise,"veya kendisinde var olan herhangi bir rahatsızlık nedeniyle söyleyip yazdırab ilecek bir halde değilse," derdini doğru dürüst ani atamıyorsa, dilsiz ise veya o dili bilmiyorsa, takdirde velisi adaletli bir şeitildeyazdırsın." Böyle bir durumda borçlunun velisi veya işlerini üstlenip yürütmekte olan kimse, doğru olarak, hakkaniyetten ayrılmadan ve adaletli bir şeklide gerekeni yazdırsın.

"Erkeklerinizden de iki şahit bu­lundurun." Bu arada borçlanma konusunda size şahitlikte bulunabilecek iki de şahit isteyin, Ancak isteyeceğiniz bu şahitler mü'min erkeklerden olmuş olsunlar. Müslüman olmaları yanında bir de şart olarak özgür ol­maları ve ergenlik ve rüşt çağına ermiş olmaları gerekir. Biz Hanefılere göre kâfirlerin birbirleri hakkındaki tanıklıkları geçerlidir.

''Eğer iki erkek şahit bulunamazsa,"

"bu durumda kendilerini şahit olarak kabul edebileceklerinizden bir erkek ve iki kadın şahit bulundurun ki," biri erkek ve ikisi kadın olmak üzere şahitlikte bulunsunlar. Erkeklerle birlik­te kadınların şahitliğinin kabulü ancak hadler (cezalar) ve kısas dışındaki konularla alâkalıdır.

"...şahit olarak kabul edebilecekleriniz­den" yani, adaletli olduklarını bilip tanıdığınız kimselerden, demektir. A-yetin bu kısmından öyle anlaşılıyor ki, memnun kalmadığımız ya da tanı­madığımız kimselerin de şahitliği kabul olunabilir, Çünkü ayetin bu kıs­mı buna delildir.

"bu ikisinden birisinin yanılması halinde diğeri ona hatırlatsın." Yani; iki kadın birinin şahitliği unutabilir ihtimaliyle, bunu hatırlayan kadın söz konusu şahitliği diğer kadına hatırlatsın içindir.

Bir de şart olarak, kavli değerlendirilmesi halin­de, kıraat imamlarından Hamza bundan sonra gelen, kelimesini harfini ref ve harfini de şeddeli olarak, tarzında okumuştur. Bu tıpkı: kavli gibidir.[234]

İbn Kesir ile Ebu Amr ve Yakup aynı kelimeyi harfinin nasbıyla, olarak okumuşlardır ki bu kelime de, kelimesin­den değil, kelimesinden türemedir.

"Şahitler çağırıldıkları, zaman, şahit­likten kaçınmasınlar." Şahitler şahitlik görevlerini yerine getirmek veya şahitliği üstlenmek için çağırıldıklarında, hakların kaybolmaması için bu görevden kaçınmasınlar. Ayette henüz insanlar bu manada bir şahitliği üstlenmedikleri halde burada onlardan, "şahitler" diye söz edilmesi veya bu isimle anılmaları, sanki bu olay gerçekleşmiş anlamında söylenen bir ifadedir. Çünkü bu, zaten gerçekleştirilecektir. Bunlardan ilki farz içindir, ikincisi de mendupluk bildirir.

"isler küçük olsun, isler büyük olsun anlaşmanın tüm, maddelerini vadesiyle birlikle detaylarıy­la yazmaktan üşenmesin." Nitekim; kelimesine örnek olarak şair Züheyr b. Ebu Sülma'nın aşağıdaki beytini göstermişlerdir. Çünkü bu kelime, "usanmak, bıkmak, üşenmek" gibi manalara gelmektedir. Do­layısıyla bu manada şiirden bir örnek getirilmiştir. Şair demiş ki:

Hayatın sıkıntılarından bitkin düştüm (üşenir oldum), Koşarsa da kişi seksen yıl sanmasın, O da üşenip katacaktır iyi bil!...

kelimesindeki zamir, deyne (borca) veya hakka racidir. Hak ne türden olursa olsun, küçüklüğüne ve büyük­lüğüne, önemli olup olmamasına bakılmaksızın her şeyi kayda geçirin. Ayetin bu kısmı, "selem" muamelesinin giysilerde de geçerli olduğunu gösteren bir delil konumundadır. Çünkü kile veya tartı ile değerlendirilen bir şey için, "küçük/büyük" ifadesi kullanılamaz. Bu tür bir ifade ancak zira ile yani metre hesabıyla ölçülen ya da değerlendirilen şeylerde kulla­nılır. Bu arada, zamirin yazan katiplere raci olması da caizdir. Yani "ya­zacaklarını özet olarak veya detaya inerek yazmaları... " üze­rinde ittifak edip anlaşmış oldukları hususun her iki tarafça bilinen ve tayın edilen suresine kadar..

"İste bu şekilde onu yazmanız Allah kalında daha. adildir," Burada, ile, kavline işaret olunmaktadır. Çünkü bu, mastar manasınadır. Yani, "şuyazma işi" demektir. kelimesi, kelimesinden alınmadır bu da adalet ma­nasına gelir ve "daha adaletli, daha adil" demektir. kavli, kelimesinin zarfıdır.

"şahitliğin isbatı için daha sağlam" Yani; şahitliği gereğince yerine getirebilmek için daha uygun ve yerinde bir şeydir. Bu­rada, kelimeleri ism-i tafdil (en üstünlük) sıfatı kalı­bında ya da kipinde gelmişlerdir. Bunun sebebi Nahiv bilgini İmam Siy-beveyh'in görüşü doğrultusunda, biri, diğeri de, kökün­den alınmış kabul edildiğindendir.

"Ve şüpheye düşmemeniz bakımından daha ye­rinde bir iştir," Bu şekilde davranmak hem şahit açısından, hem hakim bakımından ve hem de hak sahibi yönünden gerçeğe daha uygun olan bir harekettir. Çünkü; olur ki, bazen insan borcun miktarı konusunda kuşku­ya düşebilir, bazen niteliği hakkında bu kuşku olabilir. Ancak yazılı bel­geye başvurulduğunda artık bu kuşkuların tamamı önlenmiş olacaktır. kelimesinin harfi harfinden dönüştürmedir. Çünkü kelime, kökünden türemedir.

''Meğerki yap tığınız mu­amele, hemen aranızda, peşin olarak sonuçlanmışa, işte, bu, değişir." Kıraat imamlarından Asım bunu, olarak okumuştur. Buna göre mana şöyledir: "hemen alım satım esnasında peşin muamele ile olan bir ticaret ise," ya da "yapılan muamele peşin bir ticarete dayalı ise... ".

Asım dışındaki kıraat imamları ise fiilini tam fiil olarak kabul ettiklerinden her ikisini de merfu olarak, olarak kıra­at etmişlerdir. Yani, "meğerkipeşin olabilecek bir ticaret olmuş olsun... " Ya da fiili nakıs fiildir. Bu takdire, bunun ismi­dir. ise bunun haberidir. "Aranızda idare ettiğiniz, çevirip durduğunuz... " demek, hemen elden peşin olarak alıp verdiğiniz demektir.

"Çünkü böyle bir halde bunu yaz­mamanızda sizin için bir vebal yoktur.'' Yani; meğer yaptığınız ticari alış­veriş peşin olarak hemen elden teslim edilip alınmış olsun. Böyle peşin yapılan bir muameleyi yazıya geçirmemenizde sizin için herhangi bir sa­kınca yoktur. Çünkü peşin yapılan bir alışverişte, borca dayalı olarak ya­pılan işlemlerde olduğu gibi herhangi bir kuşku ve vehim söz konusu olamaz.

"Alışveriş yaptığınızda da yine sahil bulundutun." Ayetin bu kısmından, yapılan alış verişlerde mutlaka manada şahit bulundurmanın hem peşin olan ve hem de vadeli olan için bir emir olduğunu görüyoruz. Çünkü bu, ihtiyatlı davranma açısından daha yerinde bir işlemdir. İleride doğabilecek tartışmalara da son veren bir işlemdir.

Ya da, kavliyle demek isten şey, az önce söz konusu ettiğimiz peşin olan alışveriştir. Böyle bir alışverişte şahit bulun­durmak yeterlidir. Ayrıca bunun yazılmasına da gerek yoktur. Bu durum­da emir mendupluk bildirir.

''Bunlardan ölürü yazan kimse de şahit olan kimse de salan zarara uğratılmasın." Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)1 in kıraatine göre bu kelime malumdur ve mana buna göredir.. Çün­kü Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) bu kelimeyi, olarak kıraat et­miştir. Ancak Abdullah b. Abbas (Radıyallahu Anh)''m kıraatine göre meçhul fiildir. Çünkü; o bu kelimeyi, olarak kıraat etmiştir. Mana şöyle değerlendirilmektedir:

İster yazacak olan katip olsun ister şahit olsun her ikisi de kendile­rinden istenilen görev için çağırıldıklarında, bundan kaçınmamalarını emrediyor, kaçınmalarını ise yasaklıyor. Aynı zamanda yazıyı tahrif et­memeleri, fazla veya eksik yazmamaları isteniyor. Ya da her ikisine de, onları önemli işlerinden alıkoymak ve mecbur bırakmak suretiyle bu şa­hit ve yazan kimselere zarar verilmemesini emretmektedir. Ya da yazan kimseye ücretini vermemekle haksızlık edilmemesi istenmektedir. Veya şahit olan kimseyi şahitlik etmesi için ülkesinden onu bir minnet altında tutarak alıp getirmemeli, üzerinde baskı uygulamamalıdır.

Kısaca her iki tarafın da zarara sokulmaları yasaklanmaktadır. İster yazan katip olsun, ister şahit olan olsun. Ne alacaklı olan kimseyi ne de borçlu konumda bulunan kimseyi yazıyı tahrif edip değiştirerek, fazla veya eksik yazarak, ya da şahitlik yapmaktan veya katibin yazmaktan ka­çınması suretiyle bir zarar meydana getirmeleri yasaklanmakta ve böyle bir davranışın içine girmemeleri istenmektedir. Hak sahibi olan alacaklı kimse veya borçlu olan kimse, yazan ve şahit olanlara bir takım yanlış teklifler sunarak şahitlik ve katipliğe yakışmayacak bir fiili işleterek şahit ve katip zarara uğratılmasınlar.

"Eğer onlara zarar verecek bir davra­nışın içine girerseniz -size yasaklanan şeyleri işlemeye kalkışırsanız-, bu, -zarar verme ya da zarara uğratma işi- haklan sapmanız ve hakkı çiğne-meniz -günah işlemeniz- demektir." "Allah'ın emir ve yasaklarını istendiği gibi Uygulamamaktan sakının. Çünkü Allah gerçekleri -işlerinizle ilgili hususları ve dininin pren­siplerini- size öğretendir ve Allah her şeyi bilendir.7' O ne yanılır ve ne de kusur işler[235].

 

Meali

 

283. (Eğer siz bir) yolculukta olur, (borcu) yazacak bir katip de bu­lamazsanız, (bu takdirde borca karşılık) alacağınız bir rehin de yeter. Bir­birinize (güvenerek herhangi) bir emanet bırakmışsanız, güvenilip de ken­disine emanet bırakılan kimse, hemen emaneti sahibine versin ve (bu hu­susta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Görüp bildikleriniz hakkında şahit olduğunuz şeyleri gizlemeyin. Her kim (görüp bildiklerini yapacağı şahit­likle) gizlerse muhakkak kalben (vicdanen) günahkârdır. Allah yaptıkları­nızın hepsini en iyi bilendir.

284. Göklerde-ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. İçinizde var o-lan şeyi (niyeti) ister açıkça söyleyin, ister gizli tutun, bundan dolayı Al­lah sizi hesaba çekecektir. Daha sonra Allah dilediğini bağışlayacak ve dilediğini de cezalandıracaktır. Allah, gücü her şeye yetendir.

285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti. Mü'minler de iman ettiler. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Onlar: "Allah'ın peygamberleri arasında asla hiçbir ayırım yapmayız, işittik ve itaat ettik, Rabbimiz! Mağfiretini dileriz. Çünkü dönüş sanadır." dediler.

286. Allah hiçbir kimseye taşıyamayacağı bir yükü yüklemez. İnsa­nın işlediği her iyilik kendi lehine ve her kötülük de kendi aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutursak veya yamlırsak bizi hesaba çekme! Rabbimiz! Bizden önce geçenlere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme! Rab­bimiz! Altından kalkamayacağımız, şeyleri bize taşıtma! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et. [236]

 

Tefsiri

 

283 - (Eğer siz bir) yolculukta olur, (borcu) yazacak bir katip de bulamazsanız, (bu takdirde borca karşılık) alacağınız bir rehin de yeter. Birbirinize güvenerek herhangi bir emanet bırakmışsanız, gü­venilip de kendisine emanet bırakılan kimse, hemen emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Görüp bildikle­riniz hakkında şahit olduğunuz şeyleri gizlemeyin. Her kim (görüp bildiklerini yapacağı şahitlikle) gizlerse muhakkak kalben (vicdanen) günahkârdır. Allah yaptıklarınızın hepsini en iyi bilendir.

 

"Eğer siz bir yolculukta olur, (borcu) yakacak bir katip de bulamazsanız, bu takdirde (borca karşılık) alacağınız bir rehine de yeter.» "

Kıraat imamlarından İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesini, olarak kıraat etmişlerdir. kelimelerini her ikisi de, kelimesinin çoğuludurlar. Tıpkı, kelimeleri gibi. Çünkü böyle bir durumda mesele­nin güvence altına alınabilmesi ancak rehin alınmak suretiyle olabilir. Aslında, kelimesi mastardır. Sonra bu isimlerin çoğulu olarak bu şekilde zikredilmiş oldu. Mademki yolculuk esnasında bu tür muamele­nin yazılması, belgelendirilmesi ve şahit bulundurulması ihtimali ve sı­kıntısı vardır. İşte böyle bir durumda bir çıkar yol olarak bu gibi yolculuk durumlarında rehin alıp verilmek suretiyle de bu, belgelenebilir. Tıpkı mukim iken konunun katip ve şahitlerle belgelenmeye bağlanıp gerçek­leştirildiği gibi yolculukta da bu, rehin alınıp verilmesiyle sağlanabilir. İşte burada bu emir gündeme getiriliyor. Yoksa yolculuk, rehin alınıp ve­rilmenin bir şartı veya koşulu değildir.

kavline gelince, bu, kabz olayını yani, alma meselesinin şart olduğuna delâlet etmektedir. Yoksa mesele İmam Malik'in dediği gi­bi, kabz olmadan icab ve kabul ile bu, sahih olabilir, demek değildir

"Birbirinize güvenerek herhangi bir emanet bırakmışsanız," Yani; borç veren taraf ile borçlanan taraflar olarak birbir­lerinin iyi niyetlerine dayanarak birbirinize güveniyorsanız, bu takdirde meseleyi yazıyla ve şahitlerle belgeleme imkanı da bulunamıyorsa, bu­nun için rehin alınıp verilebilir.

"güvenilip de kendisine emanet bira/alan kimse, hemen emaneti -aldığı borcu- sahibine gerıversın keli­mesi iftiaî babmdandır. kökünden alınmadır. Bu ifade ile borçlu olan kimsenin alacaklının zannı altında olduğu hatırlatılıp üzerine düşeni yapması için kendisine teşvikte bulunulmaktadır. Çünkü; alacaklı ona gü­venmiştir. Alacaklının borçlusuna güveni bakımından, ondan herhangi bir rehin alma yoluna gitmemiştir. Oysa alması hakkıdır. İşte ayette, "deynin (borcun)" emanet olarak zikredilmiş olması, karşılığında herhangi bir re­hin alınmadığından bir bakıma emanet kapsamı içinde de değerlendirilebil­mektedir. Çünkü; alacaklısı kendisine borçlu olan kimseye güveni bakı­mından rehin almamıştır.

"(ve emanet hususunda) Habbe olan Allah'tan kork­sun." Alacaklısının hakkını inkâra kalkışmasın. "Görüp bildikleriniz hakkında şahit olduğunuz şeyleri gizlemeyin." İşte bu sesleniş tanıklar içindir. "Her kim görüp bildiklerini yapacağı şahitlikle gizlerse muhakkak kalben (vicdanen) gü­nahkârdır. "

Burada, kelimesi, kelimesinin faili (öznesi) olarak merfu olmuştur. Sanki burada, ism-i fail olan kelime, şek­linde bir fiil cümlesi gibidir. Ya da, kelimesi mübteda olarak merfudur ve ise bunun mukaddem haberidir. Cümle ise bütünüyle, edatının haberidir. Ancak bu, kelimesine isnad olunmuştur ama, cümle ise, hem (günahkâr olma) ile hem de kalptir. Yoksa yalnızca kalb demek değildir. Çünkü; şahitliğin ya da tanıklığın saklan­ması veya gizli tutulması ancak kalpte olabilen bir şeydir. Kimse o şahitlığı konusunda çıkıp konuşmaz, söylemez.

İşte şahitliğin kalpte gizlenen bir günah olması, kalp ile işlenmiş olması nedeniyle bu günah burada kalbe isnad olunmuştur. Çünkü; işlenen günahın bizzat onu işleyen organa isnadı gerçekten daha etkili bir anlatımdır. Nitekim; bir kimse gördüğü bir şeyi anlatırken bazen, "Onu gözlerim gördü. " der, ya da "Bunu kulaklarım duydu. " veya "Kulakla­rımla bunu duydum. " der yahut da, "Bunu kalbim (gönlüm) biliyor." ya da "Bu, gönlümün bildiği bir şeydir. " Çünkü kalb, tüm organların başı ve lideridir. O öyle bir et parçasıdır ki, eğer o düzelirse bütün beden salaha erer, düzelir. Eğer o bozulursa bütün bir beden sarsılıp bozulur.

Adeta şöyle denir gibidir: "Günah tamamen kalpte kökleşip yerleş­miştir ve o bedende en değerli ve en önemli olan yeri elde etmiştir." Çün­kü kalp ile işlenen fiiller, diğer organlarla işlenen fiillerden çok daha bü­yük vebal ya da sevap getirir.

Nitekim; iyiliklerle kötülüklerin temeli iman ile küfre dayanmıyor mu? Bu gerçeği görmüyor musun? İşte bunun her ikisi de kalbi ilgilen­diren fiillerdir. Mademki burada görüldüğü gibi, "şahitlikte bildiklerini gizlemek" kalbin işlediği günahlardandır, dolayısıyla bu günahın da gü­nahların en büyüğü olduğuna bu, şahitlik etmektedir. Abdullah İbn Abbas (Radıyaüahu Anhümaf 'tan gelen rivayete göre demiş ki:

"Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak, yalan yere şahit­likte bulunmak ve bildiği şahitliği gizlemektir."

Şahitlikte bildiklerinizi gizlemek veya açıkça ortaya koymak konusunda "Allah yaptıklarınızın hepsini en iyi bilendir." Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. [237]

 

284 - Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. İçinizde var olan şeyi (niyeti) ister açıkça söyleyin, ister gizli tutun, bundan dolayı Allah sizi hesaba çekecektir. Daha sonra Allah dilediğini ba­ğışlayacak ve dilediğini de cezalandıracaktır. Allah, gücü her şeye yetendir.

 

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi -de hem yaratılmış olmaları bakımından ve hem de mülk olarak- Allah'indir."  ''İçinizde var olan şeyi (niyeti) -kötülükleri- ister açıkça .söyleyin, ister gizli tutun, bun­dan dolayı Allah sizi hesaba çekecektir." Ya ödüllendirecek veya cezalan­dıracaktır.

Ancak insan içinden geçen vesveseler ve benzeri insanın gizli tut­tuğu şeyler bu hükmün içine girmezler. Çünkü insanın bu gibi şeylerden kendini kurtarması kendi gücü dahilinde değildir. Ancak insanın inanarak ve karar vererek bir şeye'teşebbüs etmesi hali bunun içine girer.

Özetle söylemek gerekirse; Küfre yönelik bir şeyi isteyerek ve ina­narak yapması halinde bu, küfürdür. Ancak istemeyerek ve önceden ta-sarlamaksızın bir günaha düşme halinde bu, bağışlanır. Eğer günaha bile bile girerse, sonradan da bundan ötürü pişmanlık duyarsa ve cayıp geri dönerse, bundan ötürü de Allah bağışlanmasını dilerse, bu da bağışlanır. Eğer bir kimse bir kötülük (günah) işlemeye karar verse ve bu kararında da kararlı ise, ancak kendi elinde olmayan bir sebepten ötürü o kötülüğü işlemeye bir fırsat bulamazsa, bu kimseye o fiili işlemiş anlamında ceza verilemez, bundan dolayı o kişi cezalandırılamaz. Örneğin; adam zina fi­ilini işlemeye karar vermiş ve bunu işlemekten de vazgeçmemiş, fakat fırsatını bulamamıştır. İşte bu kimseye zina fiilinin cezası uygulanmaz, bundan ötürü cezalandırılamaz.

Peki ya bu kimseye zina işlemeye azmetme cezası verilebilir mi? Bunun için Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in bir hadisine dayanı­larak, "hayır, verilemez" denmiştir. Çünkü; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:

"Şüphesiz Allah, ümmetimi içinden geçenleri işlemedikçe veya onu konuşmadıkça bundan dolayı affetmiştir."[238]

Cumhurun görüşüne göre, bu hadis hata ve yanılma sonucu böyle bir tehlikeye düşenlerle ilgilidir. Yoksa azmedip kesin kararlı olanları içermemektedir. Nitekim; İmam Mansur Maturidi ve Şemsu'l-Eimme el-Hulvani de bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak eldeki deliller ise bunun aleyhinedir. Örneğin; yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İnananlar arasında kötü şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için hem dünyada ve hem de ahirette acıklı bir azap vardır." [239]

Nitekim; Hz. Aişe validemiz (Radıyallahu Anhf'den rivayete göre demiş ki: "Kul, herhangi bir masiyete niyet eder de, onu işlemezse bundan dolayı o kimse dünyada başına gelebilecek bir tasa ve üzüntü ile cezalandırılır."

Birçok tefsirlerde yer aldığına göre bu ayet nazil olduğu zaman sa­habeden birçokları ürpermişler ve rahatsızlık duymuşlardır. Bundan dola­yı da: "Biz içimizden geçen her şey yüzünden hesaba mı çekileceğiz?" diye sorarlar. İşte bunun üzerine bundan sonra gelecek olan iki ayet, yani bu surenin son iki ayeti nazil olmuştur. Bu, 285. ayetin tamam* ile 286. aye­tin de, kısmına kadar olan yerinde bu gerçeğe işaret olunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bu ayette, işi "kesbe" (işlemeye, kazanmaya) dayandırmakta ve buna taallûk etmektedir. Yoksa azmetmeye, kararlılıkla kötülüğün üzerine gitmeye değil. Kimilerine göre bu ayet, bundan sonraki 286. ayetle neshedilmiştir. Ancak tahkik ehli alimlere göre nesih olayı ahkam ile alâkalı hususlarda geçerlidir, yoksa ha­berlerle ilgili şeylerde değil.

"Daha sonra Allah dilediğini bağışlayacak ve dilediğini de cezalandıracaktır."

Kıraat imamlarından İbn Amir ile Asım, görüldüğü gibi, kelimesiyle, kelimesini merfu olarak okumuşlardır. Yani bu, demektir. Bu iki imam dışında kalanlar ise, her iki fiili de şartın cevabı üzerine atfederek meczum olarak, ve şeklinde kıraat etmişlerdir. Ebu Amr ise bu iki kelimeyi idgam ile, ve olarak okumuştur. Yani; ilk fiilde harfi harfine, ikincisinde de, harfi, harfine idgam olunmuştur. Nitekim Aşere kıraatiyle ilgili, "el-İşaretu ve'î-Beşaretu" adlı eserde de böyle geçmektedir.

Keşşat tersin sahibi, demiş ki:

harfini harfine idgam eden bir kimse hatalıdır ve yanlış yapmaktadır. Çünkü; harfi tekrarlanan bir harftir. Böylece muzaaf kelime konumuna gelir oysa muzaaf olan bir kelimenin de idgamı caiz olmaz."

Bunu Ebu Amr'dan rivayet eden ravi de iki defa hata etmiş bu­lunmaktadır. Çünkü; yapıyor, hata işliyor ve bu hatasını da Arapçayı en iyi bilen bir kimseye nisbet ediyor ki, bu da büyük bir cehaleti sergiliyor.

"Allah gücü her şeye yetendir." O dilerse bağışlar, dilerse azabeder veya bu ikisi dışında neyi dilerse onu yapar.

Çünkü O, her şeye kadirdir. [240]

 

285 - Peygamber, Rabbİ tarafından kendisine indirilene iman etti. Mü'minler de iman ettiler. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitap­larına ve peygamberlerine iman ettiler. Onlar: "Allah'ın peygamber­leri arasında asla hiçbir ayırım yapmayız, işittik ve itaat ettik, Rab-bimiz! Mağfiretini dileriz. Çünkü dönüş sanadır." dediler.

 

"Peygamber, Rabhi tarafından kendisine indirilene iman etti Mü'minler de iman ettiler." Eğer, kelimesi, üzerine affedilirse, kelimesinde­ki tenvin zamiri hem Allah Rasûlüne ve hem mü'minlere racidir. Yani, "hepsi" demektir.

"Hepsi de Allah'a, melekle­rine, kitaplarına, ve peygamberlerine iman ettiler." Tecvid kuralı gereği, kelimesi üzerinde vakfedilir. Eğer bu, mübteda ise bunun üze­rinde durulur ve kelimesi de ikinci mübteda olur. Bunun takdiri de şöyledir: "Onlardan hepsi de. "

fiili de ikinci mübtedamn haberidir. Cümle ise birinci ha­berdir. Zamir de mü'minlere ait olur. fiilinde kelimesinin zamiri müfret olarak kabul edilmesi şu manaya dayanmaktadır: "Onlar­dan her biri iman etti.'.'

Kıraat imamlarından Hamza ve Ali, kelimesini Kur'an'ı veya cins anlamında tüm kitapları kastederek olarak tilâvet et­mişlerdir.

"Onlar -derler ki-: «Allah'ın peygam­berleri arasında, asla, hiçbir ayırım yapmayız," aksine hepsine iman ederiz.

kelimesi burada cemi (çoğul) manasınadır. Bunun için, kelimesi başına gelmiştir. Çünkü; kelimesi ancak çokluk manası ifade eden isimlerin başına gelir. Örneğin; yani "Mal varlığı toplum arasındadır. ", denir de fakat, "Mal Zeyd arasında­dır. " denmez.

"işittik -sözüne ica­bet ettik- ve -emrine- itaat ettik. Rabbimiz! Mağfiretini dileriz -bizi bağış­la- Çünkü, dönüş sanadır.» dediler." kavli muzmar (gizli) bir fiil ile mansubdur. kavlinde, öldükten sonra dirilme ve hesap gününü ikrar etme manası vardır. Aynı zamanda ayet, iman nokta­sından kimi istisnalara girmeyi de çürütüyor, bunun batıl olduğunu gös­terdiği gibi aynı zamanda büyük günah işleyen kimsenin de mü'min ol­duğuna delâlet ediyor[241].

 

286 - Allah hiçbir kimseye taşıyamayacağı bir yükü yüklemez. İnsanın işlediği her iyilik kendi lehine ve her kötülük de kendi aley­hinedir. Rabbimiz! Eğer unutursak veya yanilırsak bizi hesaba çek­me! Rabbimiz! Bizden önce geçenlere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme! Rabbimiz! Altından kalkamayacağımız şeyleri bize taşıtma! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.

 

"Allah hiçbir kimseye taşıyamayacağı -gücünün yetmediği, altından kalkamayacağı- bir yük yüklemez." Ayette­ki, Yani; "Allah hiçbir kimseye.... yüklemez." kavli konusunda Ehli Sünnet tarafından anlatılan şey budur. Ya da bu, yeni bir cümledir. Çünkü; teklif ya da sorumluluk, ancak mükellefin yapabileceği bir fiili ya da işi red ile mümkün olabilir. Gücünün üzerinde olan bir fiili red söz konusu değildir. Nitekim bu konu, "Şerhul-Te'vilat" adlı eserde de bu şekilde zikredilmiştir.

Keşşaf sahibi diyor ki: denen şey, insan gücünün kaldıra­cağı ve yapabileceği şey demektir. Ona zor gelmeyen, onu sıkıntıya sok­mayan, anlamındadır. Yani; "Allah hiçbir kimseye gücünün kaldıramaya­cağı bir şeyi yüklemez." Ona gücünün yetebileceği, kolayına gelebileceği manada gücünün son sınırına kadar yapabilecekleri yükler. Örneğin; bir kimse günde beş vakit namazdan fazla olarak namaz kılabilir, bir aydan fazla olarak oruç tutabilir ve birden fazla hac ibadetini yapabilir. Bütün bunlar kişinin gücüne dahildir.

"insanın işlediği her iyilik kendi lehine ve her kötülük de kendi aleyhinedir." Yani; hayır olarak işlediği şey­lerin yaran kendisine olduğu gibi, işlediği kötülüğün zararı da kendisine dokunacaktır. Ayette, "hayır" konusu, "kesb" kelimesiyle ifade edildiği halde, "şer" konusu da, "iktisat" kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü; iftial babından alınan bir kelime -ki iktisab kelimesi de bu baptandır-, mana itibariyle bir şeye daha fazla veya çok yönelmek, meyletmek manasına­dır. Dolayısıyla insan nefsi şer olana yani kötülüğe karşı daha çabuk ve daha hızlı kayar. Oysa hayır işlemede ise zorlanır.

"Rabbitniz! Eğer unutur­sak -Senin emirlerinden herhangi birini yanılarak terk edersek- veya yanlışlıkla bir kötülük işlersek bandan dolay t bizi hesaba çekme!" Ayetin bu kısmı bir kimsenin unutarak veya hata ile bir şeyi yapması halinde, Allah'ın o kimseyi hesaba çekebileceğinin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak Mutezile mensubu kimseler buna karşı çıkmaktadırlar. Çünkü; Mutezileye göre bunlardan kaçınmak esasen mümkündür.

Fakat, Allah'ın bu şeylerden dolayı insanı muaheze edeceği ya da hesaba çekeceği caiz olamamış olsaydı, bu takdirde duada bunu isteme­nin bir manası kalmazdı.

miz! Bizden önce geçenlere -Yahudilere- yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme!" Taşıyanın altında belinin büküleceği, kaldırmayacağı ve altın­dan kalkamayacağı şeyleri yükleme. Ayette, "sorumluluk" denen, "tek­lif" için zor ve ağır kelimesi istiare yoluyla zikredilmiştir. Örneğin; bir günah sebebiyle insanın kendi hayatına son vermesinin tevbe etmenin bir şartı ve gereği olarak istenmesi, elbiseye veya giyilen ayakkabı ya da mestin bir yerine bulaşan necaset (pislik) sebebiyle o noktayı yıkamak değil de kesip atmak gibi ve daha benzeri ağır yükler.

"Rabbimiz! Altından kalkamaya­cağımız şeyleri -bizden önce geçen toplumlara verdiğin cezalar ve belâlar türünden şeyleri- bize taşıtma!" "Bizi affet, bizi bağışla, bize merhametinle muamele buyur." Kötülüklerimizi bizden sil, günahlarımızı ört, gösterip bizi utandırma, iflâs etmiş olduğumuz halde sevap mizanımızı ağır eyle. Ya da bizi bir başka varlığa dönüştürme, zelzele gibi felâketlerle bizi yerin dibine geçirme, bizi suda boğulmaktan koru.

Bu, bir tekrar manasında değildir. İlk cümle, büyük günahlarımızı bağışla, ikincisi de küçük günahlarımızı affet, de­mek anlammadır. "Sen bizim meolâmızsın -Sen bizim efendimiz biz ise Senin kullarınız, Sen bizim yardımcımızsın ve işlerimizi çekip çevirensin- Kafirler topluluğuna karşı bize yardım el." Dolayısıyla Mevlâ olan bir yüce zata yaraşanı da kulla­rına yardım etmesidir:

Hadiste şöyle buyurulmaktadır:

"Her kim «Âmenerrasûlü...» ile başlayan ayeti ve devamını bir gecede sonuna kadar okursa bu iki ayet o gece her şeyden koruması bakımmdan ona yeter."[242]

Yine şöyle buyurulmuştur:

"Her kim o iki ayeti yatsı namazından sonra okursa gece kıyamı için onun adına kâfi gelir."[243]

Bu sure ile ilgili olarak, "Ben Bakara Suresini okudum." demek ca­iz olduğu gibi, "Bakara'yı okudum. " demek de caiz olur. Çünkü Hz. Ali (Radıyallahu Anh) den şöyle rivayet olunmuştur:

"Bakara Suresinin son ayetleri Arş'ın altından indirilmiştir." Kimile­rine göre de, bu, mekruhtur. Şöyle denilmelidir:

"İçinde sığır (inek) olayından söz edilen sureyi okudum." Allah her şeyi en iyi bilendir. [244]

 

 

 

 



[1] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/462-464.

[2] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/464-466.

[3] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/466-467.

[4] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/467-468.

[5] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/468-469.

[6] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/469-470.

[7] Bakara, 148.

[8] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/470-472.

[9] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/472-473.

[10] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/473.

[11] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/474.

[12] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/475.

[13] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/475-476.

[14] Bk. Taberani, el-Kebir; Ve Mecmeuzzevaid, 2/331. Beyhaki, Şuabu'1-İman; 9688.

[15] Bk. Ebu Davud, Mürseller: 412.

[16] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/476-478.

[17] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/478-479.

[18] Hadid, 27.

[19] Tevbe, 117.

[20] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/479.

[21] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/480-482.

[22] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/483-484.

[23] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/485.

[24] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/485-486.

[25] Araf, 38., 486.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/486.

[26] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/486-487.

[27] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/487-488.

[28] Bk. Deylemi, Müsnedu'l-Firdevs: 7158.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/488-489.

[29] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/490-492.

[30] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/492-493.

[31] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/493.

[32] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/494-496.

[33] Bakara, 257.

[34] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/496-497.

[35] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/497-498.

[36] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/498-499.

[37] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/499-500.

[38] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/500-501.

[39] En' am, 145.

[40] Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/97. İbn Mace, 3218.

[41] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/501-503.

[42] Müminün, 108.

[43] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/503-505.

[44] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/505.

[45] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/505-506.

[46] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/507.

[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned; 4/17. Tirmizi, 658. Nesai, 5/92. İbn Mace, 1844. Selman b. Amir hadisinden.

[48] îbn Hacer diyor ki, bu bilgilere rastlayamadım. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf,l/221 Nitekim Iraki de ben buna vakıf olamadım, demiş. Süyûti ise, bunu İbn Ebu Hatim, mürsel olarak Said b. Cubeyr'den tahricettiğni söylemiştir. Bk. el-îklil, 2/95.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/508-511.

[49] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/512-513.

[50] Mâide, 45.

[51] Ebu Davut 2751 ve İbn Mace, 2685.

[52] Bakara, 25.

[53] Şûra, 52.

[54] Ahmed, Müsned: 1/18. Ebu Davud, 1594. İbn Mace: 1812-1813.

[55] Bakara 219.

[56] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/513-518.

[57] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/518-519.

[58] İbn Hacer diyor ki, Abdurrezzak ve İbn Ebu Şeybe tahricetmişler. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf, 1/223.

[59] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/519-520.

[60] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/520-521.

[61] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/521-522.

[62] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/523-525.

[63] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/525-526.

[64] Bakara, 185.

[65] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/526-529.

[66] Buhari, 1901. Müslim, 759.

[67] Bk. Taberi, Tefsir: 2/158.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/529-533.

[68] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/533-534.

[69] Taberi, Tefsir, 2/165.

[70] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/534-535.

[71] Bahri, 4510 Müslim, 1090.

[72] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/535-539.

[73] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/540-542.

[74] Ahmed, MUsned: 6/308. Buharı, 2458. Müslim, 1713-4.

[75] Vahidi, Esbab'ul-Nüzul, S: 32. 544.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/542-544.

[76] Enbiya. 2

[77] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/544-547.

[78] Tevbe, 36.

[79] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/547-548.

[80] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/548-550.

[81] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/550.

[82] Bakara, 194.

[83] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/550-551.

[84] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/551-553.

[85] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/553.

[86] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/554-556.

[87] Bk. Ebu Davud; 1862-1863. Tirmizi, 940. Nesai, 5/199 ve İbn Mace, 3077.

[88] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/557-561.

[89] Tahrim, 4.

[90] Ahmed; Müsned: 1/385. Buhari, Buhari, 48. Müslim, "64" 116.

[91] Hucurat, 11.

[92] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/561-564.

[93] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/564-566.

[94] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/566-567.

[95] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/567-569.

[96] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/569.

[97] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/569-570.

[98] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/570-572.

[99] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/7-8.

[100] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/8-9.

[101] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/9-10.

[102] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/10-11.

[103] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/11-12.

[104] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/12-13.

[105] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/13.

[106] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/13-14.

[107] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/14.

[108] Nahl.33.

[109] Araf, 4.

[110] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/14-16.

[111] Tevbe. 125.

[112] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/16-17.

[113] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/18-19.

[114] Yunus. 19.

[115] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/19-21.

[116] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/21-25.

[117] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/25.

[118] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/26-27.

[119] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/27-28.

[120] Araf. 75.

[121] Tevbe, 5.

[122] Maide, 5.

[123] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/28-32.

[124] Nahl. 67.

[125] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/32-33.

[126] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/33-34.

[127] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/34-39.

[128] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/39-40.

[129] Nisa. 10.

[130] Bk. Ebu Davud, 2051. Tirmizi, 2176. Nesai, 6/66.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/41-43.

[131] Müslim, Hayz, 302. Ebu Davud, 258. Tirmizi, 2981.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/43-45.

[132] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/45-47.

[133] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/48-50.

[134] Ahmed, Müsned; 2/185. Ncsai,7/10. İbn Macc, 2111.

[135] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/50-51.

[136] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/51-53.

[137] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/53.

[138] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/54.

[139] Bk. Darekutni, 1/212.

[140] Bk. Ebu Davııd, 2189. TirmiziJ 182. İbn Macc, 2080.

[141] Talak, 4.

[142] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/55-61.

[143] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/61-62.

[144] Mülk, 4.

[145] Bk. Önceki kaynak, 2/461.

[146] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/62-66.

[147] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/66-68.

[148] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/68-70.

[149] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/70-72.

[150] Fatiha, 7.

[151] Lokman, 33.

[152] Meryem, 61.

[153] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/72-79.

[154] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/80.

[155] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/81-82.

[156] Bk. Nesai. 4/196. Tirmizi, Savm, B. 33.

[157] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/82-85.

[158] Bk. Buhari, 3142. Müslim, 1751.

[159] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/85-88.

[160] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/88-91.

[161] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/91-92.

[162] Bk. Bulıari, 293 !. Müslim. 627. Ahmed b. Hanbel, Nfttsned, 1/150.

[163] Bk. İbn Ebu Şeybe, 2/505.

[164] Akşam namazı üç rekat, vitir namazı üç rekat, bu manada vitir tabiri zikredilmiştir. İki tek namaz arasında yatsı namazı denmiştir. (Mütercim).

[165] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/92-93.

[166] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/93-94.

[167] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/94-96.

[168] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/96.

[169] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/96-98.

[170] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/98-99.

[171] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/99-101.

[172] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/101-102.

[173] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/102-104.

[174] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/104-106.

[175] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/106-109.

[176] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/248-111.

[177] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/112.

[178] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/113-115.

[179] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/115.

[180] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/115-117.

[181] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/119.

[182] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/119-120.

[183] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/120-123.

[184] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/123-124.

[185] Ebu Ya'la. Müsned; 6669. Bk. Mecmeu'z-zevâid; 1/83.

[186] Gafîr-Mü'min,7.

[187] İbn Merduye rivayet etmiştir. Bk. İbn Kesir, Tefsir; 1/458.

[188] Beyhaki rivayet etmiştir. Nitekim, Keşşafın Haşiyesinde de böyle geçmektedir.

[189] Deylemi, Müsnedu'l-Firdevs; 3471

[190] İbn Hacer; ben buna rastlayamadım, demiştir. Bk. el-Keşşaf; 1/302.

[191] İbn Daris Kalade'den rivayet etmiştir. Nitekim. el-DüiTLfl-Mensıır'da da böyledir.

[192] Bk. Tirmizi, 2879.

[193] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/255-128.

[194] Bk. Vahidi, Esbabu'n-Nüztıl, s. 52.

[195] Tağut: İnsanın haddini aşarak, Allah'tan başkasını mabut edinmesidir. Buna göre Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tanımaksızın ve şeriatını reddetmek suretiyle olan her itaat tağuttur. Her rejim ve ideoloji, hak dinin dışında din gibi kabul edilen her sistem ve her yasa bu anlamda tağut kavramı içinde yer aldığı gibi, her çeşit put ve putlaştınlan her varlık ve madde de yine tağuttur. Dolayısıyla bir toplumun tağutu denilince o toplum tarafından Allah ve Rasulünün emir ve hükümleri dışlanmak su­retiyle bağlı kaldıkları ve uygulayageldiklcri her sistem, rejim ve ideoloji bu mana­sıyla tağuttur. Allah'ı ve hükümlerini tanımamaktır. Yoksa bu yalnız şeytanlar veya putlar demek değildir. (Mütercimin notu).

[196] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/128-130.

[197] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/257-132.

[198] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/133.

[199] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/134-137.

[200] Bk. Zemahşeri, Keşşaf 1/389. Beyrut, Daru'l-Marife. 138.

[201] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/137-141.

[202] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/141-145.

[203] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/145-146.

[204] Ancak farklı baskılarda gördüğünüz gibi kelimesi hem îbn Amir ve hem İbn Kesir ve daha başka imamlarca şeddeli olarak okunduğu gösterilirken, kimi baskılarda ise İbn Amir'in olarak okuduğu belirtilmektedir. El-İklil'de ise bu her iki imamın da aynı kelimeyi şeddeli olarak, okudukları belirtil­mektedir (çev.).

[205] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/146-148.

[206] Fussilet, 30.

[207] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/148-149.

[208] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/149-150.

[209] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/150-151.

[210] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/151-153.

[211] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/153-157.

[212] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/157-158.

[213] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/159-160.

[214] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/160-161.

[215] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/161-162.

[216] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/162-163.

[217] Kehf, 33.

[218] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/163-165.

[219] Bu şiirde örnek olarak gösterilen kısım koyu harflerle yazılı olandır.

[220] Bk. İbn Ebu Şeybe, Musannaf, 8/335.

[221] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/273-168.

[222] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/169.

[223] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/170-171.

[224] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/171-173.

[225] Müslim, 2588.

[226] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/173-174.

[227] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/174.

[228] Bk.Vahidi, Esbabu'n- Nüzul, s. 125.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/174.

[229] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/175.

[230] Bk. İbn Mace,2418.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/175-176.

[231] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/177-178.

[232] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/179.

[233] Selem: Peşin para ile veresiye mal almaktır. Örneğin; çiftçilerin önce parayı peşin almak suretiyle harman zamanı aldıkları ürünü önceden satmış olmalarıdır ki, bu­nunla ilgili detay bilgiler ilgili fıkıh kitaplarında görülebilir. (Çeviren).

[234] Maide, 95.

[235] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/179-188.

[236] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/189.

[237] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/190-192.

[238] Buhari, 2528. Ebu Davud, 2209. Tirmizi, 1183. Nesai, 6/156-157. İbn Mace, 2044. Ahmed, Müsned; 2/255.

[239] Nur, 19.

[240] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/192-195.

[241] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/195-197.

[242] İbn Adiy, İbn Mesud'dan rivayet etmiştir. Bu hadisin isnadında Velid b. İbad var ki; bu, meçhul biridir. Eban b. Ayaş'tan rivayet etmiştir ki, bu da metruktür.

[243] Ahmed, Müsned; 4/122. Buhaıi, 5009. Müslim, 807 '255'.

[244] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/197-199.