Ramazan
Ayında Eşiyle Beraber Olmak
145. — 152. AYETLER
145. (Ey Peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahudi ve Hristiyanlara her türlü âyet ve mucizeyi versen bile yine de senin kıblene uymazlar (dönmezler). Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Kaldı ki, onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar. And olsun ki, sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların arzu ve isteklerine faraza uyarsan, o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun.
146. Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar, kendi öz çocuklannı tanır gibi Muhammed'in peygamber olduğunu bilir ve tanırlar. Bu gerçeklere rağmen yine de içlerinden bir grup bile bile hakkı (gerçeği) mutlaka gizlerler.
147. Hak ve ebedî gerçek Rabbin tarafından sana bildirilendir. O halde sakın şüphelenenlerden olma!
148. Herkesin yüzünü dönderdiği bir ciheti (kıblesi) vardır. Öyle ise hayırda (Kabe'ye dönüşte) yarış edin! Her nerede olursanız olun, nihâyetinde Allah hepinizi bir araya getirecektir. Muhakkak Allah her şeye kadirdir.
149. Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! Çünkü bu, Rabbin tarafından sana gelen gerçek emirdir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
150. Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda yüzünü mutlaka Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslümanlar!) Dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Haram tarafına döndürün ki, içlerinden zalim olanlar dışında insanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri bir hüccete (delile) sahip olmasınlar. Sakın onlardan korkup çekinmeyin, benim sizi cezalandırmamdan korkun! Böylece size karşı olan nimetlerimi tamamlayayım da bu sayede doğru yolu bulaşınız.
151. Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size bizim âyetlerimizi okur, sizi arındırır ve size Kitabı ve hikmeti öğretir. Ve o size bilmediğiniz şeyleri de öğretir.
152. Öyleyse siz benim hükümlerimi uygulayarak beni anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım. Benim nimetlerime şükredin ve sakın nankörlükte bulunmayın. [1]
145 - (Ey Peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahudi ve Hristiyanlara her türlü âyet ve mucizeyi versen büe yine de senin kıblene uymazlar (dönmezler). Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Kaldı ki, onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar. And olsun ki, sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların arzu ve isteklerine faraza uyarsan, o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun.
"(Ey peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahudi ve, Hristiyanlara her türlü âyet ve mucizeyi versen bile," Bu âyette Rabbimiz bunlar arasında inatçı olanları murad ediyor. Dolayısıyla, bu türden inatçılara Kabe'nin hak ve gerçek kıble olduğunu, oraya mutlaka dönülmesi gerektiğini çok açık, net ve kesin delil ve kanıtlarla bile ortaya koymuş olsan, "Yine de senin kıblene uymazlar." Çünkü bunların sana uymamaları, sana uymayı terk etmeleri herhangi bir şüpheye dayalı değil ki, ortaya koyacağın. kanıtlarla şüphelerini ortadan kaldırasın. Onların sergiledikleri tavır ve durum sadece inada ve bir de kendilerini üstün kabul etme kibirliliğine dayanmaktadır. Kaldı ki, bunlar kendi yanlarında bulunan hak kitaplarında senin niteliklerini görüp okumuşlar ve hepsini de hak ve gerçek olduğunu öğrenmişleredir. Kasemin yani yeminin mahzuf (gizli) olan cevabı, şartın cevabı yerindedir.
"Sen de onların kıblesine uyacak değilsin." Bu ifade ile Rabbimiz İslâm düşmanlarının bu türden beklentilerine de kesin noktayı koymuş oluyor. Çünkü bunlar herhangi bir mecburiyet karşısında böyle bir davranış sergileyebilirler. Nitekim bunlar:
"Eğer bizim kıblemize (Kudüs) üzerinde sebat etmiş olsaydı, bu takdirde biz de onun, bizim beklemekte olduğumuz arkadaşımız (peygamber) olduğunu umabilirdik." dediler. Böylece Hz. Peygamber (Saiiallâhu Aleyhi ve Sellemfm kendi kıblelerine dönme beklentisi içine girdiler.
Âyette onlara ait kıble meselesini tekil olarak zikretti. Oysa biri Yahudilere ve biri de Hristiyanlara ait olmak üzere iki kıble bulunmaktadır. Bunu nedeni her ne kadar bunların her birinin kendilerine ait bir kıbleleri var ise de, batıl de birleşmeleri nedeniyle hedef açısından tek oldukları içim, kıble de tekil olarak getirilmiştir.
"Kaldı ki onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar." Yani her ne kadar bu kitap ehli sana muhalefette, karşı çıkmada ittifak içine girseler bile, bunlar da kıble meselesinde kendi aralannda da tartışmalıdırlar. Onların sana muvafakatlan nasıl ki beklenemezse, kendi aralannda ittifakları da beklenemez. Çünkü Yahudiler Kudüs'e (Beyt-i Makdis'e) doğru yönelirlerken, Hristiyanlar ise güneşin doğuşunu bekler ve ona dönerler.
"And olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra, eğer sen onların arzu ve isteklerine (faraza) uyarsan," Yani delil, burhan ve kanıtların açıkça meydana çıkmasından sonra ve kıblenin de gerçekte Kabe olduğunu öğrendikten sonra, Allah'ın dininin de İslâm'dan başkası olmadığı gerçeğini kavradıktan sonra (faraza) onlara uyarsan, takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun." Sen de o iğrenç zulüm planı içerisinde yer almış olur ve o suçu işlemiş olursun.
İşte burada dinleyenlere ve duyanlara bir lütuf ve ikram yer almaktadır. Kişiyi hakka yöneltmek ve onda sebat açısından sevaba aşın bir teşvik vardır. Aynı zamanda aydınlandıktan ve gerçekleri anlayıp kavradıktan sonra delile göre hareket etmeyi bırakıp hevâ ve istekleri doğrultusunda hareket edenleri de uyarıp ve tehdit ediyor, sakındırıyor.
Bir yoruma göre ahirde ilk değerlendirmede sanki hitap Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) imiş gibi gözükse de bundan asıl murat olunan ümmetidir. İşte âyetin bu noktasında, üzerinde vakfetmek lâzım gelir. Eğer vasi edilir, yani durmayıp geçilirse, bu takdirde, bundan sonra gelecek olan âyet yani, kelimesinin sıfatı olmuş olur. [2]
146 - Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar, kendi öz çocuklarını tanır gibi, O'nun (Muhammed'in) peygamber olduğunu bilir ve tanırlar. Bu gerçeklere rağmen yine de içlerinden bir grup bile bile hakkı (gerçeği) mutlaka gizlerler.
"Kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar onun (Muhammed'in) peygaml)er olduğunu bilir ve tanırlar."
Az önce gördüğümüz gibi, kelimesinde durulmadığı ve doğrudan geçildiği takdirde, ibaresi bunun sıfatı oluyordu. Bu ibare aynı zamanda mübteda ve bunun haberi de, kelimesidir. Yani Kitap ehli Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Kur'an'ı ya da kıblenin değiştirilmesi gerçeğini bilip tanırlar, demektir. Ancak bu görüşler içinde ilk görüş daha sahihtir, geçerlidir.
Çünkü bundan sonra gelen âyetin şu kısmı bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Şöyle ki:
"Kendi öz çocuklarım tanır gün .." Nitekim Abdullah b. Selâm diyor ki:
— Ben onu (Muhammed'i), onun bir peygamber olduğunu, kendi öz çocuğumu bildiğimden daha iyi biliyor ve tanıyorum.
İşte bunun üzerine Hz. Ömer ona:
— Neden ve nasıl? diye sorar. O da:
— Ben Muhammed'in peygamber olduğundan şüphe eden biri değilim. Çocuğuma gelince ondan şüphe ederim. Çünkü belki annesi bana ihanet etmiş olabilir, diye cevap verince Hz. Ömer de derhal gidip onun alnından öper.
Bu gerçeklere rağmen yine de içerinden -İslâm'ı kabul etmemiş olan- bir grup -sırf haset ettiklerinden ve inatlarından dolayı- bile -Allah'ın kitaplarında a-çıklamış olduğu söz konusu- hakkı (gerçeği) mutlaka gizlerler. [3]
147 - Hak ve ebedî gerçek Rabbin tarafından sana bildirilendir. O halde sakın şüphelenenlerden olma!
"Hak ve- ebedî gerçek Rabbin torafindan sana bildirilendir. O halde sakın -bunu Rabbin tarafından olduğundan- şüphelenenlerden olma!"
Burada, mübtedadır. de bunun haberidir. kelimesinin başındaki yani belirtme takısı cins manasındadır. Yani: "Hak ve gerçek başkasından değil, Allah'tandır. " Yani bu şu demektir:
"Hak, şu anda senin üzerinde bulunduğun ve kabul ettiğin gibi Allah tarafından olduğu sabit olan gerçektir. Yoksa şu anda kitap ehlinin üzerinde bulunduğu ve Allah tarafından sabit olmayan şey değildir, ki bu da batılın kendisidir."
Ya da bu ahd için yani hali hazır durumu göstermek ve bildirmek için olabilir. Bu da, Allah Rasulü Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in üzerinde bulunduğu gerçeğe işaret etmektir.
Veyahut bu kelime mahzuf (gizli) bir mübtedanın haberidir. Bu da, demektir. ise haberden sonra ikinci bir haberdir (yüklemdir). Ya da bu, haldir. [4]
148 - Herkesin yüzünü dönderdiği bir ciheti (kıblesi) vardır. Öyle ise hayırda (Kabe'ye dönüşte) yarış edin! Her nerede olursanız olun, nihâyetinde Allah hepinizi bir araya getirecektir. Muhakkak Allah her şeye kadirdir.
"Herkesin yüzünü dönderdiği bir ciheti (kıblesi) vardır." Her din erbabının kendisince yöneldiği bir kıblesi var-dır. Übey bu âyeti, olarak okumuştur.
bu zamir, kelimesine aittir. daki zamir de, kelimesine aittir. Yani: "O yüzünü o tarafa çevirir." Burada iki mef ulden biri hazfolunmuştur (gizlenmesi).
Ya da, yüce Allah'a aittir. Yani: "Onu o tarafa yönlendiren Allah 'tır, " demektir. Kıraat imamlarından Ibn Amir, olarak okumuştur. Yani, "Onların yöneldiği cihete onları yönlendiren de Allah' tır. " Mana şöyle olmaktadır: "Sizden olsun, sizden başkaları olsun her bir ümmetin yöneldiği bir kıblesi vardır."
"Öyleyse -sizler- hayırda -kıble konusunda
olsun başkaca hayır olan şeylerde olsun sizden başkalarıyla-yarış edin!"
"-Siz ve düşmanlarmız-her nerede olursanız olun, nihâyetinde -kıyamet günü- Allah hepinizi bir araya getirecektir." Böylece kim hak üzere ve kim batlıdadır, aralarında ayırıcı hükmünü ortaya koyacaktır.
Veya: "Ey Muhammed ümmeti! Sizden her biriniz için bir yön, kendisine doğru yönelip namaz kılacağınız yönlerden, güney, kuzey, doğu ve batı olmak üzere bir ciheti, Kabe'ye bir bakış açısı vardır. Dolayısıyla bu yönlerden en değerli olanında yarışın. Gerçi bu yönler farklı yönler olsalar bile, bunların içerisinde Kabe'ye yönü olan hangisi ise en değerli yön de orasıdır. İşte siz bu farklı cihetlerden hangisi üzerinde olursanız olun, Allah hepinizi toplayıp bir araya getirecektir. Böylece hepinizin namazını da sanki siz tek bir yöne doğru kılmışsınız gibi değerlendirecektir. Sanki sizler gerçekte Mescit-i Haram'da imişsiniz ve orada namaz kılıyormuşsunuz gibi olacaksınız.
"Muhakkak Allah her §eye kadirdir." [5]
149 - Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! Çünkü bu, Rabbin tarafından sana gelen gerçek emirdir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
"Nereden -hangi belde ya da ülkeden- ve hangi araçla yola çıkarsan çık, -namaz kılacağın zaman- namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! Çünkü bu -sana emredilen şey- Rabbin tarafından sana gelen gerçek ub' emidir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir."
Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini, harfiyle, olarak okumuştur. [6]
150 - Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda yüzünü mutlaka Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslümanlar!) Dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Haram tarafına dönderin ki, içlerinden zalim olanlar dışında insanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri bir hüccete (delile) sahip olmasınlar. Sakın onlardan korkup çekinmeyin, benim sizi cezalandırmamdan korkun! Böylece size karşı olan nimetlerimi tamamlayayım da bu sayede doğru yolu bulaşınız.
"Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda yüzünü mutlaka Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslümanlar!) Dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Haram tarafına döndürün ki" İşte bu tekrar, kıble olayı ile ilgili durumun ne kadar önemli olduğunu te'kit, teyit ve teşdit içindir. Çünkü nesh olayı aslında beraberinde fitne ve şüphe durumunu da getirir.
İşte bu tekrarların sebebi, Müslümanlar arasındaki şüpheyi önlemek ve gerçek üzerinde sebat etmelerini sağlamaktır. Dikkat edilirse bütün yapılan bu tekrarlarda farklı farklı yol ve yöntem izlenmiştir. Bu açıdan bunu yararları da buna göre farklıdır.
"İnsanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri hır hüccete (delile) sahip olmasınlar." Yani, şanı yüce olan Allah, âyetlerinde kıble konusunda hüccet gösterme ile alâkalı olarak size gereken tanıtmada bulunmuştu. Örneğin:
"Herkesin yüzünü çevirdiği bir ciheti (kıblesi) vardır."[7] gibi.
Yani Yahudiler için sizin aleyhinizde, kıblenin tahvili (değiştirtmesi) ile alâkalı olarak Tevrat'ta yer alanın aksine aleyhinizde bir hüccet, delil ve kanıta sahip olmasınlar. Âyette, ''hüccet/delil" adı inatçıların sözlerine karşılık mutlak manada zikredilmiş oldu. Çünkü inat içinde o-lanlar, ileri sürdükleri görüşlerini sanki birer hüccet imiş gibi hep sunarlar.
"içlerinden zatim olanlar dışında sizin aleyhinizde ....." İşte âyetin bu kısmı, "nas/insanlar" ifadesinden istisna edilmiş, dışarıda tutulmuştur. Yani Yahudiler içinde oldukça inatçı olanlar dışında kalan diğerleri lehine ve sizin aleyhinize ellerinde bir hüccetleri bulunmasın. Çünkü Yahudilerin inatçı ve azılı takımı:
"Muhammed bizim kıblemizi sırf eski dinine dönmek istemesi ve beldesini sevmesi bakımından bizim dinimizi terk etti. Eğer Muhammed hak ve gerçek üzere olsaydı mutlaka geçen peygamberlerin kıblesine, Beyt-i Mak-dis'e bağlı kalırdı." Ya da bunun manası şöyledir:
"Arapların atası olan İbrahim ve İsmaiVin kıblesi durumundaki Kabe'ye doğru ibadeti terk etmeniz bakımından Arapların sizin aleyhinize olarak ellerinde bu manada bit kanıtları olmasın."
"İçlerinde zalim olanlar dışında" ifadesiyle işaret olunmak istenen Mekke halkıdırlar. Çünkü onlar bu kıble olayı üzerine şöyle demeye başlamışlardı:
"Şimdi Muhammed gerçeği gördü ve böylece atalarının kıblesine dönmüş oldu. Artık atalarının dinine de döneceği zaman oldukça yakındır."
İşte bundan sonra onları uyarmak maksadıyla yeniden Rabbimiz meseleye şöyle girmiş oldu:
"Sakın onlardan korkup çekinmeyin." Sakın onların kıbleniz hakkındaki sakat görüşlerinden ve dil uzatmalarından korkup ürkmeyin. Çünkü onlar size zarar veremezler.
"Benim sizi cezalandırmamdan korkun!" Bunun için de benim emrime aykırı hareket etmeyin.
"Böylece size karsı olan nimetlerimi tamamlayayım da" Sizin aleyhinize bir hüccet bulamasmlar delil getireme-sinler için size gerçeği öğrettim. Bir de sizi doğru yola iletmemle ve Kabe'ye yönlendirmemle size karşı olan nimetlerimi tamamlayayım da...
"Bu sayede doğru yolu -İbrahim'in kıblesine dönme gerçeğini- bulazyız." [8]
151 - Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size bizim âyetlerimizi okur, sizi arındırır ve size Kitabı ve hikmeti öğretir. Ve o size bilmediğiniz şeyleri de öğretir.
"Nitekim içinizden -Araplardan- bir peygamber gönderdik."
Bu âyette bulunan, kelimesinin başında yer alan, harfi, ya bir öncesine mütealliktir, yani bağlantılıdır. Dolayısıyla bunun manası şöyledir:
"Dünyada size Rasul (elçi) göndererek nasıl ki nimetimi tamamlamış isem, ahirette de size sevap vererek nimetimi tamamlayacağım."
Ya da bu, mabadine (kendisinden sonra gelen cümleye) mütealliktir. Bu takdirde de mana şöyle olur;
"Nasıl ki size peygamber göndererek sizi anmış (size yol göstermiş) isem, siz ede bana itaat ederek beni anını ki, ben de sizi sevap ile ödüllendirerek anayım,"
İşte bu yoruma göre, kelimesi üzerinde (okuma esnasında) vakfedilir (durulur). Ancak ilk yoruma göre ise bu kelime üzerinde vakfolunmaz.
"O sîze bizim âyetlerimizi -Kur'an'ı- okur," "sizi arındırır, size Kitabh -Kur'an'ı- ve hikmeti -Sünneti- ve fıkhı -derin anlayışı- öğretir."
size bilmediğiniz -ve fakat öğrenilmesi ancak vahiy yoluyla kazanılabilecek- şeyleri de Öğretir." [9]
152 - Öyleyse siz benim hükümlerimi uygulayarak beni anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım. Benim nimetlerime şükredin ve sakın nankörlükte bulunmayın!
''Öyleyse siz benim hükümlerimi uygulayarak beni -takdir ettiklerimle- anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım. " Veya siz beni sena ile anın ki, ben de size vereyim. Yahut siz benden isteyin ki, ben de sizi istediğinize erdireyim, ya da siz bana tevbe ederek beni anın ki, ben de sizi af ile anayım, yahut da siz beni ihlâs ve samimiyetle anını ki ben de sizi kurtararak anayım ve nihayet siz beni münacat ile yakararak anın ki, ben de necat (kurtuluş) ile anayım.
''Benim nimetlerime -size nimet olarak verdiklerime- şükredin ve -verdiğim nimetlere karşı- nankörlükte bulun-mayın." [10]
153. — 157. AYETLER
153. Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle beraberdir.
154. Sakın Allah yolunda öldürülenleri, "ölüler" diye anmayın. Bilakis onlar (bitmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız.
155. Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku ile, bir çeşit açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!
156. Sabır gösteren kimseler öyle kullardırlar ki, kendilerine herhangi bir musibet (belâ) geldiğinde; "Biz Allah'a ait kullarız ve biz vakti gelince O'na döneceğiz." derler.
157. Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet işte bu özellilere sahip olanlaradır. Ve işte bunlar doğru yola erenlerin ta kendileridir. [11]
153 - Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle beraberdir.
Ey iman edenler!
Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin.M Çünkü sabır sayesinde insan her tür erdemliliğe erişebileceği gibi namaz sayesinde de her tür menhiyattan, kötülüklerden uzak durur. Zira namaz her kötülüğü yasaklar ve onlara engel olar.
"Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle beraberdir." Çünkü, onlara zafer vermekle ve yardımlarını esirgememekle onların yanındadır. [12]
154 - Sakın Allah yolunda Öldürülenleri, "ölüler" diye anmayın. Bilakis onlar (bilmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız.
"Sakın Alla/ı yolunda öldürülenleri, "Ölüler" diye anmayın." Bu âyetin nüzul (iniş) nedeni Bedir savaşında şehit edilenlerle alakalıdır. Bu savaşta on yedi sahabi şehit olmuş idi. İşte Allah yolunda canlarını ortaya koyan bu manadaki insanlara diğer ölüler gibi sıradan ölü gözüyle bırakılmaması gereğine işaret edilmektedir.
"Bilakis onlar (bilmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve. fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız." Siz bunun bilemezsiniz. Çünkü şehidin yaşadığı o hayat bu duyu organlarıyla hissedilip anlaşılamaz, bilinemez.
Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre demiş ki:
"Gerçekten şehitler, Allah katında diridirler, bir hayat yaşamaktadırlar. Onların nzıklan ruhlarına sunulur, işte bu rızık sunulma olayından onlar mutlu olurlar, haz ve sevinç duyarlar. Nitekim, cehennem ateşi de Firavun ve arkadaşlarına sabah ve akşam gösterilir de onların ruhları da bundan ötürü acı ve ızdırap duyarlar."
Mücahid'in söylediğine göre: "Şehitler cennet rızıklarıyla mıhlandırılırlar ve cennetin içinde henüz yer almadıkları halde kokusunu duyup hissederler." [13]
155. Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku île, bir çeşit açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!
"Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku île, bir çeşit açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksiltmekle imtihan edeceğiz." Şimdi bu âyetteki bazı kelimeler üzerinde duralım:
Size, bu şekilde tıpkı denemeye tabi tutulanların hali gibi birtakım şeyler isabet ettireceğiz. Acaba sizlerden istenen Allah'a itaati, emirleri yerine getirip yasaklardan uzaklaşarak sabır gösteriyor musunuz, göstermiyor musunuz? Sizi kesin olarak bunlarla sınayacağız.
Ayette söz konusu edilen belâ, felâket ve musibetlerden biraz tattırarak... Bu âyette belânın azlığına özellikle dikkat çekiliyor. Çünkü, herhangi bir insanın başına gelen musibet, belâ ne kadar büyük olursa olsun, mutla o belâ, ondan daha üstün ve ağır olanına göre azdır. Dolayısıyla bu gerçeğe işaret edilmiştir. Bununla beraber yüce Allah, her halükarda rahmetiyle, şefkat ve merhametiyle, bağişlamasıyla da kullarının yanında olduğunu insanlara gösteriyor ve gösterecektir. Aynı zamanda kullarına henüz belâ ve musibet gelip çatmazdan önce insanın kendisini her an bu gibi şeylere hazırlaması gerektiğini de bildirmiş bulunmaktadır ki, ileride bu gibi durumlarda bunlayım içine girmesinler.
"korkudan" Yani düşman veya Allah korkusu gibi korkularla...Açlıkla yani kıtlık veya ramazan orucu nedeniyle olan açlık ile de imtihan edeceğiz. "Mallardanyana eksiltmekle" yani, canlı mallarınızın (hayvanlarınızın) ölümüyle veya zekat ile imtihan ederiz.
Bu kelime de ya, üzerine veya, üzerine matuftur. Yani mallardan bir kısmım eksiltmekle...
"canlardan yana," yani öldürülme ile, normal ölüm ile, hastalık ve yaşlılıkla da imtihan ederiz. "ürünlerden yana eksiltmekle,.." Yani ekili alanlarınızı herhangi bir şekilde musibetlere uğratmakla ya da çocuklarınızın ölümüyle de imtihan edeceğiz. Çünkü çocuk insanın ciğerparesidir.
"Sabır gösterenleri müjdele!" Yani, yukarıda sayılan belâlar karşı sabır gösterenleri ya da, belâlar karşısında İstirca yapanları, yani "Biz Allah 'in kullarıyız, nihâyetinde Ona döneceğiz " diye teslimiyet göstererek sabredenleri müjdele! Çünkü İstirca; Allah'a teslimiyettir ve işin hassasiyetini gerektiği gibi kavramaktır. Nitekim, bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:
"Herhangi bir musibet ve belâ anında kim «Biz Allah'tan geldik, nihayetinde Allah'a döneceğiz.» diye teslimiyet ve sabır gösterirse, Allah ona verdiği musibeti ya da belâyı hafifletir, Ahiret hayatım güzel eyler ve Allah o kuluna verdiği musibet yerine kendisinin memnun ve hoşnut kalabileceği iyi ve salih bir şey (evlat) verir."[14] Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'in kandili söner ve bunun üzerine şöyle buyurur:
"Biz Allah'tan geldik ve sununda O'na döneceğiz." der. Bunun üzerine kendisine bu da mı bir musibet ya da belâdır? diye sorulur. Rasulûllah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) buyurur ki:
"Evet, mü'mine eza ve. sıkıntı veren her şey bir belâdır, bir musibettir."[15]
Bu hitap ya Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem). aittir veya müjde beklentisi içinde bulunan herkesedir. [16]
156. Sabır gösteren kimseler öyle kullardırlar ki, kendilerine herhangi bir musibet (belâ) geldiğinde: "Biz Allah'a ait kullarız ve biz vakti gelince O'na döneceğiz." derler.
"Sabır gösteren kimseler öyle kutlardırlar kı\ kendilerine herhangi bir musibet - belâ geldiğinde: «Biz Allah'a ait kullarız ve biz vakti gelince, O'na döneceğiz.» derler."
Şimdi âyetteki kelimeler üzerinde duralım:
Mansubdur ve, kelimesinin sıfatıdır. Dolayısıyla bu, kelimesi üzerinde vakfedilemez (okuma sırasında durulmaz). Aksine bu âyetin sorîunda yani, kelimesi üzerinde vakfolunur (durulur). Ancak, ile cümleye (âyete) başlayan ve, 'yi de haber kabul edenlere göre, kelimesi üzerinde değil de, kelimesi üzerinde vakfeder (durur). Fakat, doğru olan görüş ilk görüştür. Çünkü, ve sonrası sabır olayım açıklamaktadır. Musibet ise, hoşlanılmayan, kişiyi huzursuz ve rahatsız eden şey demektir. Kelime ism-i faildir. Başına herhangi bir şiddet ve sıkıntı doğuran şey gelen manasınadır. Aynı zamanda, kelimesi üzerinde durulmaz. Çünkü, kelimesi, edatının cevabıdır. da cevabıyla birlikte, kelimesinin sılasıdır.
demekle mülkün Allah'a ait olduğunu ikrar ve kabul etmek, demektir. ile de kendimizin bir gün gelip yok olacağımızı, faniliğimizi ikrar ve kabul demektir. [17]
157 - Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet işte bu ö-zelIHere sahip olanlaradır. Ve işte bunlar doğru yola erenlerin ta kendileridir.
"Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet işle bu özelliklere sahip olanlaradır."
Ayetteki, kelimesi şefkat, acıma ve merhamet manasındadır. Bu kelime, yerinde burada kullanılmıştır. Dolayısıyla kelime hem merhamet ve hem şefkat yanı acıma manalarında değerlendirilmiştir. Yani "rahmet" ve "re'fet" manasını bünyesinde toplamıştır. Örneğin:
[18]âyetlerinde görüldüğü gibi.[19]
Dolayısıyla bunun manası şöyledir: "İşte bu özelliklere sahip olanlar için rahmet üzerine rahmet, şefkat üzerine şefkat vardır."
"Ve işte bunlar doğru yakı erenlerin ta kendileridir. " Hak ve doğru yolda olanlardır. Çünkü bunlar istircada bulunmuşlardır, Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir.
Hz. Ömer (Radıyallahü Anh) der ki: "Şu iki denklik ve bir ilâve ne güzeldir. Bu iki denklik eşit olan şey ise, salât (re'fet, şefkat) ve rahmet (merhamet, acıma) ile hidâyet olup, doğrusu bu üçü ne güzeldir." diyor. [20]
158. —167, AYETLER
158. Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beytullah'ı hacceder veya umre yaparsa bunları tavaf etmesinde kendisi için bir günah (vebal) yoktur. Her kim de fazladan farz olmayarak gönülden hayır işler, ibadet eder ve umre yaparsa şüphesiz Allah onun bu iyiliklerini kabul eder ve tüm yaptıklarını da bilir.
159. Doğrusu bizim indirdiğimiz apaçık âyetleri ve doğru yolu, Kitapta (Tevrat ve İncil'de) insanlara açık seçik olarak bildirmemizden sonra gizleyenler var ya, işte Allah onları rahmetinden uzak tutarak lanet eder ve lanet etme durumunda olan her varhk da onlara lanet (beddua) okur.
160. Ancak onlardan tevbe edenler, yaptıkları yanlışları düzeltip tamir edenler ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar var ya, işte ben onların tevbelerini (hakka dönüşlerini) kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok merhamet sahibi olanım.
161. Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve bu küfürleri üzerinde Ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların da laneti onların üzerinedir.
162. Onlar artık sürekli olarak hep bu lanet içindedirler. Onlardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre tanınır.
163. İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka bir ilâh yoktur. O Rahmandır, Rahimdir.
164. Şurası bir gerçektir ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde, Allah'ın gökten indirip de Ölü durumundaki toprağı sayesinde canlandırdığı suda, yeryüzünde her türlü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir tarafına yönlendirmesinde doğrusu aklım çalıştıran bir toplum için Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır.
165. Bu delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlıkları Allah'a denk ilâhlar kabul ederler ve onları Allah'ı sever gibi severler. Oysa Allah'a iman edenlerin, Allah'a karşı olan sevgileri müşriklerin ilâhlanna (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) olan sevgi ve bağlılığından çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri andan itibaren gerçeği anlayacakları gibi bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait olduğunu, Allah'ın azabının pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdiden anlayabilselerdi.
166. îşte o andan itibaren o kendilerine uyu(lup arkalarından görüşmüşlerin, peşlerinden gelenlerden nasıl kaçıp uzaklaştıklarını görecekleri anı da hatırla! Zaten azabı da görmüşlerdir ve aralarındaki her türlü bağlar da kopup kesilmiştir.
167. Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için derler ki: "Keşke bizim için yeniden dünyaya dönüş imkanı olabilseydi de, onların şu anda bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydık!" İşte böylece Allah onlara amellerini içlerindeki hasret, pişmanlık ve ü-züntüyle gösterecek ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir. [21]
158 - Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beytullah'ı hacceder veya umre yaparsa bunları tavaf etmesinde kendisi için bir günah (vebal) yoktur. Her kim de fazladan farz olmayarak gönülden hayır işler, ibadet eder ve umre yaparsa şüphesiz Allah onun bu iyiliklerini kabul eder ve tüm yaptıklarını da bilir.
"Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir." Safa ile Merve iki dağa ait isimlerdir. Bu iki dağ ise Allah için ibadet edilmesi gereken yer ve işaretlerdendir.
kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu da alâmet, işaret demektir.
"Her kim Beytullah'a hacceder," Kabe'ye gitmeye niyet eder, "veya umre yaparsa" Kabe'yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde kendisi için bir günah (vebal)yoktur."
Hac: Bir yere veya şeye yönelmek, niyet etmek ve kasdetmek, demektir.
İtimar (umre) ise; ziyaret etmek, demektir. Daha sonraki dönemlerde bu ikisi Beytullah'a niyetle onu ziyaret için kullanılmıştır ki, gidip oralarda görülüp ibadet edilmesi gereken yerlerde ibadet etmek olarak bir terim halini almıştır. Bu ikisi yani hac ve umre mana itibariyle hacca niyet ve ziyaret etmek manasındadırlar. Yani tıpkı özel isim halini almışlardır. Örneğin; nasıl ki "necm" dendiğinde herhangi bir yıldız değil de Süreyya yıldızı akla geliyorsa ve beyt dendiği zaman da herhangi bir ev değil Kabe akla geliyorsa hac ve umre dendiği zaman da başka bir yere yönelmek ve ziyaret etmek değil, Beytullah'ı niyetle oraya yönelmek ve orayı ziyaret etmek akla gelir.
yani kendisine bundan dolayı bir günah,-vebal ve sakınca yoktur. Bu kelime, demektir. Bu kelimede, harfi, harfine idgam olunmuştur.
Tayf'/Tavaf: Esas itibariyle bir şeyin etrafında ya da çevresinde dolanıp yürümek demektir. Burada ise, âyette adı geçen Safa tepesiyle Merve tepesi arasında gidip gelme yani sa'y etmektir.
Anlatıldığına göre İslâm öncesi cahili dönemde burada iki put varmış. Bunlardan İsafe adlı put Safa tepesi üzerinde bulunurmuş ve Merve tepesi üzerinde de Naile adındaki put yer alırmış. Güya bu iki put aslında biri erkek ve diğeri de kadın olmak üzere iki insan imişler. Kabe içinde zina fiilim işlemişler ve Allah böylece onları cezalandırmak üzere iki taşa dönüştürmüştür. Sonra da bu ikisinin yaptıkları işten ötürü kendilerinden ibret alınmaları için her ikisi de Kabe'den alınarak biri safa ve diğeri de Merve tepelerine konmuştur. Ancak ardan oldukça uzun bir zaman diliminin geçmesiyle artık bu ikisine Allah'tan başka tapınılır olmuştur. Ca-hiliye dönemi insanları bu iki tepe arasında sa'y yani gidip gelme görevlerini yaparlarken bu iki puta dokunup meshederlermiş.
Ancak İslâm'ın gelişiyle, putlar kırıldı, çöplüğe atıldı. Fakat Müslümanlar, cahiliye döneminde müşriklerin bu iki tepe arasında sa'y görevini yapmalarını göz önünde bulundurarak burada sâyetmeyi pek uygun bulmayıp rahatsızlık duyuyorlardı. Çünkü daha önce burada cahiliyenin işledikleri yanlış işler ve puta tapınma vardı. Akla bu geliyordu. Putlar kırıldığından ve bundan eser kalmamış olduğundan artık bu iki tepe arasında sa'y etmek günah olmaktan çıkmıştır.
İşte âyet, yani, ifadesi bu noktaya dikkat çekiyor. Bu ise, İmam Malik ve İmam Şafii'nin -Allah her ikisine de rahmet eylesin-söyledikleri gibi bunun haccı bir rüknü (farzı) olmadığının bir delilidir.
r k'm fazladan farz olmayarak gönülden hayır işler, ibadet eder ve umre yaparsa," Yani bu ikisi arasında sa'y ya da tavaf ile gidip gelirse -nitekim âyetin bu kısmı da bunun haccın bir rüknü olmadığını gösteriyor—, "şüphesiz Allah onun bu iyiliklerini kabul eder -onun az işine, ameline karşılık ona çok şey verirce tüm yaptıklarını da -küçük ve büyük her ne yaptıysa- bilir."
Kıraat imamlarından Hamza ve Ali olarak okumuşlardır. Kelimenin aslı ise, olup, harfi, harfine idgam o-lunmuştur. [22]
159 - Doğrusu bizim indirdiğimiz apaçık âyetleri ve doğru yolu, Kitapta (Tevrat ve İncil'de) insanlara açık seçik olarak bildirmemizden sonra gizleyenler var ya, işte Allah onları rahmetinden uzak tutarak lanet eder ve lanet etme durumunda olan her varlık da onlara lanet (beddua) okur.
'Doğrusu bizim - Tevrat'ta- indirdiğimiz -ve Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) durumuyla ilgüi gerçekleri dile getiren- apaçık -şehadet eden- âyetleri ve -Muhammed (Sallallhu Aleyhi ve Sellem) tanıtarak İslâm'ın yolunu gösteren-doğruyolu Kitapta (Tevrat ve İncil'de) -içinde herhangi bir probleme yer bırakmaksızın— insanlara açık seçik olarak bildirmemizden sonra gizleyen -hahamlar, Yahudi bilgin- ler var ya, -çünkü bunlar bile bile açık ve seçik olan gerçeklere yönelip onu gizlediler,- İşte Allah onları rahmetinden uzaklaştu'arak lanet eder ve lanet etme durumunda, olan her varlık da onlara lanet (beddua) okur." Bu lanet edebilecek ve beddua edecek olanlar ise melekler, insanlardan ve cinlerden iman etmiş olanlardır. [23]
160 - Ancak onlardan tevbe edenler, yaptıkları yanlışları düzeltip tamir edenler ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar var ya, işte ben onların tevbelerini (hakka dönüşlerini) kabul ederim. Çünkü, ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok merhamet sahibi olamam.
''Ancak onlardan -gizleme fiilini terk ederek ve imansızlığı bırakarak- tevbe edenler, yaptıkları yanlışlai'i düzeltip tamir edenler -bozuk hal ve davranışlarını düzeltenler, eksiklerini tamamlayanlar- ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar vaj-ya, iste ben unların tevbelerini (hakka dönüşlerini) kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok merhamet sahibi olanım." [24]
161 - Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve bu küfürleri üzerinde ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların da laneti onların üzerinedir.
"Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve küfürleri üzerinde ölenler -yani gizledikleri gerçekler sebebiyle pişmanlık duymayıp tevbe etmeden o hal üzere ölenler- var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların da laneti onların üzerinedir." Önceki âyette, onlar hayatta iken lanete uğradıkları belirtiliyor. Bu âyette de ölümlerinde de lanete uğratıldıkları belirtiliyor.
Âyette geçen, kelimesinden kasıt mü'minlerdir. Ya da hem mü'minler ve hem de kâfirlerdir. Çünkü kıyamet gününde kimisi kimisine lanet okuyacaktır. Nitekim, yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Cehenneme giren her grup kendi yoldaşına lanet okur.'[25]
162 - Onlar artık sürekli olarak hep bu lanet içindedirler. Onlardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre tanınır.
"Onlar artık sürekli, olarak hep bu lanet içindedirler." kelimesi, deki zamirinden haldir. ya "lanet içinde" veya "ateş'içindedirler"demektir. Ancak bu hususlar konunun önemi nedeniyle ve korkutmak, tehdit etmek için gizli bırakılmıştır.
"Onlardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre tanınır." Yani onlara asla bir mühlet, yeni bir süre tanınmaz. Ya da mazeret göstermeleri için beklenilmez. Ya da bunlara rahmet nazarıyla asla bakılmaz. [26]
163 - İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka bir ilâh yoktur. O Rahmandır, Rahimdir.
"İlâhınız bir tek ilâhtır." Yani, O Hanlığında-ulûhiyetinde ferddir, bir tektir. Ilâhlığında O'nun ortağı, şeriki yoktur. Bu İtibarla Allah'tan başkasının "İlâh" olarak adlandırılması doğru değildir.
"O'ndan başka hır ilâh yoktur." Ayetin bu kısmıyla başta Allah'ın birliğini kesin ikrar ile bildiriyor. Diğer şeyleri ilâh olarak kabul edilmesini ve bir başka ilâh varlığını reddediyor ve bunun yalnızca kendisinin olduğunu tesbitle belirtiyor.
Âyetteki, zamiri, 'den bedel olarak merfudur. Burada nasb caiz değildir. Çünkü bedel, ikinci amile itimad etmeye dayanır, ona delâlet eder. Nitekim âyetteki mana da buna dayanır. Eğer mansub olarak kabul edilirse bu takdirde ilk amile dayanır.
"O Rahmanadır, Rahim'dir." Bu ise merfudur.Yani nimetlerin hangi türü, aslı ve yan ürünleri varsa hepsini veren Allah'tır. Allah'tan başka böyle bir niteliğe sahip bir varlık asla yoktur. O'ndan başka olan şeyler ya nimet türünden olan şeylerdir veya kendilerine nimet verilenlerdir.
Bunun merfu oluşu ya mübtedanın haberi olması itibariyledir. Ya da, zamirinden bedel olarak merfudur. Yoksa sıfat olarak değil. Çünkü zamir bir kelime vasfedilemez, nitelenemez.
Müşrikler bir tek ilâh konusunda şaşkınlık ve hayret duyunca, buna ilişkin olarak bir âyet ve mucize istediler. İşte bu âyetin iniş sebebi bu olaydır. [27]
164 - Şurası bir gerçektir ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü durumundaki toprağı sayesinde canlandırdığı suda, yeryüzünde her türlü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir tarafına yönlendirmesinde doğrusu aklını çalıştıran bir toplum için Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır.
"Şurası bir gerçektir kî, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün -renkte, uzayıp kısalmasında ve- birbiri ardınca gelmesinde," 'insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde," orada kendilerine faydalı olan şeyleri taşımada veya insanlara fayda getirmesinde, "Allah'ın gökten indirip -yağdırıp- da ölü -kurumuş— durumundaki toprağı sayesinde canlandırdığı suda,"
Burada, deki, edatı ibtidai gaye içindir. Âyetteki, "sudan" kasıt yağmur demektir ve suyun cinsini açıklamak içindir. Çünkü gökten yağmur da, başka şey de iner (yağar). Daha sonra ise gelen şu ifade, fiili üzerine atfedilmiştİr. Bundan sonraki, kelimesi de, kelimesi üzerine atfedilmiştİr.
"Yeryüzünde her Uldü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında," yeryüzünde debelenen her canlıyı..."rüzgarları ne yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir
tarafina yönlendirmesinde "doğrusu aklını çalıştıran bir toplum için Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır."
Kırat imamlarından Hamza ile Ali, çoğul olan bu kelimeyi, tekil olarak, şeklinde kıraat etmişlerdir. Yani, rüzgarların doğudan, batıdan, kuzey ve güneyden estirilmesinde, kimi zaman sıcak olarak ve kimi zaman da soğuk olarak estirilmesinde ve yönlendirilmesinde, kimi vakit kasırga ve fırtınalar şeklinde ve bazen de ılık ve yumuşak bir halde estirilmesinde, kimi vakit hiçbir yarar sağlamayan ve aşılamaya neden olmayan bir rüzgar halinde ve kimi vakit de bitkiler arasında aşılama görevini yapar halde estirilmesinde, bazan rahmet oluşunda ve bazen de azap ve ceza oluşunda akıl sahipleri için çıkaracağı dersler ve ibretler vardır.
Allah'ın dilemesine bağlı kalarak ona boyun eğen ve emrinde hazır bekleyen gök ile yer arasında da ibretler vardır. Yeterki bütün bunlara ders alabilecek şekilde kalb gözüyle bakılmalı ve ibret alınmalıdır. Tüm bu sayılan şeyler dikkate alınarak bunları var eden zatın kudreti için birer delil ve kanıt görmeli, bunlar eşsiz şekilde yaratan zatın hangi hikmete bağlı kalarak yarattığı üzerinde kafa yormalıdır. Bir de bunlardan bunun sahibinin birliğini, vahdaniyetini öğrenmeli, Allah'ın birliği için bunları delil saymalıdır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Bu âyeti okuduğu halde bunun üzerinde düşünmeyen, bundan ders çıkarmayan kimseye yazıklar olsun!"[28]
165 - Bu delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlıkları Allah'a denk ilâhlar kabul ederler ve onları Allah'ı sever gibi severler. Oysa Allah'a iman edenlerin, Allah'a karşı olan sevgileri müşriklerin ilâhlarına (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) olan sevgi ve bağlılığından çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri andan itibaren gerçeği anlayacakları gibi bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait olduğunu, Allah'ın azabının pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdiden anlaşabilselerdi.
Bu -apaçık burhan ve-delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlı/elan -put ve benzeri şeyleri- Allah'a denk ilâhtan- olarak kabul ederler ve" "onları Allah'ı sever gibi severler." Onlara tazimde bulunurlar, sanki sevilmesi ve saygı gösterilmesi gereken onlarmış gibi ona boyun eğerler. Adeta Allah'a tazimde bulunur ve Ona boyun eğilir gibi yaparlar.
Yani putlarını, (putlaştırdıkları sistemlerini) ve adamlarını tıpkı Allah gibi severler. Kısaca bunlara olan sevgi ile Allah'a olan sevgide eşitlik gösterirler. Çünkü bunlar da Allah'ın varlığını ikrar ile kabul ediyor ve O'na yaklaşmak için kendilerince ibadetler yapıyorlar.
Bir yoruma göre de mü'minlerin Allah'ı sevdikleri gibi bunlar da putlarım ve putlaştırdıklarım bu manada severler.
"Oysa Allah'a iman edenlerin Allah'a karsı olan sevgileri, müşriklerin ilâhlarına (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) o-lan sevgi ve bağlılığından çok daha fazladır." Çünkü mü'minler her ne o-hırsa olsun asla Rabbleri olan Allah'tan vazgeçip bir başka varlığa asla dönmezler, dönek değiller. Oysa münafıklar dönektirler. Çünkü başlarına bir sıkıntı gelince, başları sıkışınca Allah'a denk tuttukları ilâhlarını bırakır hemen yüce Allah'a sığınırlar ve O'na boyun eğerler.
"Keşke zalimler azabı gördükleri andan itibaren gerçeği anlayacakları gibi."
Bu âyetteki, kelimesini İmam Nafı ve İbn Amir muhatap sigasıyla, olarak okumuşlardır. Dolayısıyla bu okuyuşla
sanki Hz. Peygamber (Sallallhu Aleyhi ve sellem) sesleniliyormuş gibi değerlendirilmiştir. Ya da her muhataba bir hitap olarak değerlendirilmiştir. Yani: "Sen bu durumu eğer görebiiseydin, gerçekten büyük bir olay karşısında olduğunu görürdün." demektir.
ile Allah'a denk eşler edinen, ortaklar kabul edenleri ifade ve işaret ediyor.
Kıraat imamlarından İbn Amir, kelimesini, meçhul olarak, şeklinde kıraat etmiştir.
"Bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait oluğunu, Allah'ın azabının pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdiden anlayabilmelerdi." Âyetteki, haldir.
Yani şirkleri yüzünden büyük bir zulüm ve inkâr içinde olanlar her bakımdan, sevap vermede ve cezalandırmada güç, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu, Allah'a denk tuttukları varlıkların bir hiç olduklarını keşke bilmiş olsalardı, kıyamet gününde azabı gördükleri anda, Allah'ın zalimlere uygulayacağı azabın şiddetini bilselerdi, artık onlarda görülecek ve duyulacak pişmanlığın, üzüntünün tarifi anlatılamazdı.
Burada cevap mahzuftur. Çünkü, "eğer" arzu duyulan-özlenen bir ifadenin başında veya kendisinden korkulan bir durumu anlatan bir cümlenin başında yer alınca, o zaman akla gelebilecek tüm sorulara bir cevap içeren bir ifade ya da cümle ile birleştirilmesi olayı oldukça azdır. Yani çoğunlukla cevap net olarak gösterilmez. Ki bu edattan sonra mazi (geçmiş zamanlı) fiil gelir, aynı şekilde bu, kelimeye eğer mazi (geçmiş zaman) manasına delâlet edecekse yine bu edat gelir.
Ancak burada geleceğe ait fiilin başına yani Muzari (şimdiki zaman) fiilinin başına gelmiş olması şu sebepledir. Allah'ın gelecekten haber vermesi, doğruluğu itibariyle tıpkı geçmişte olmuş bir vakanın gerçekliği manasmdadır. Zira Allah'ın bildirdiği şey mutlaka gerçekleşeceğine göre bu bir manada mazi anlamındadır, olmuş gibidir. [29]
166 - işte o andan itibaren lider durumundakilerin, peşlerinden gelenlerden nasıl kaçıp uzaklaştıklarını görecekleri anı da hatırla! Zaten azabı da görmüşlerdir ve aralarındaki her türlü bağlar da kopup kesilmiştir.
İşte o andan itibaren lider durumundakikrin, peşlerinden gelenlerden nasıl kaçıp uzaklaştıklarım görecekleri anı da hatırla! Zaten azabı da görmüşlerdir ve aralarında her türlü bağlarda kopup kesilmiştir."
Kıraat imamlarından Asım dışında Irak okuluna mensup olanlar (ki bunlar Küfe ve Basra kıraat okulu mensupları olup eğer bunlar bir kelimede ittifak ederlerse hepsine birden Irak okulu mensupları denmektedir) kelimesindeki harfini harfine idgam etmişler ve öyle okumuşlardır ki, bu okul mensuplarına göre bu türden kelimeler Kur'an'ın neresinde gelirse gelsin hepsi aynı şekilde ve aynı kuralı uygulayarak okumuşlardır.
Aynı zamanda bu kelime, cümlesinden bedeldir. cümlesinden murat, kendilerine uyulanlar, lider konu-munda olanlar, önderler, demektir. Bundan sonraki cümlede de bu liderlerin peşinden gidenler anlatılmaktadır.
Bu cümlenin başında yer alan, harfi hal içindir. Yani, "Azabı gördükleri durumdan itibaren onlardan uzaklaştılar, bağlarını kestiler. " Yine âyetteki, kelimesi de, kelimesine matufur.
yani aralarında birleşmeye neden inançları, akideleri, ideolojileri, soy sop yakınlığı ve ahbaplıkları gibi her tür bağlan koptu, kesildi, demektir. [30]
167 - Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için derler ki: "Keşke bizim için yeniden dünyaya dönüş imkanı olabilseydi de, onların şu anda bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydik" İşte böylece Allah onlara amellerini içlerindeki hasret, pişmanlık ve üzüntüyle gösterecek ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir.
"Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için dediler ki: «Keşke bizim için yeniden dünyaya dönüş imkanı olabilseydi de onların şu anda bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydtk.» "
Ayetteki, kelimesi, temenninin cevabı olmak üzere mansubtur. Çünkü edatı temenni manasınadır. Mana şöyle oluyor:
"Keşke dönebilme imkanımız olaydı da biz de onlardan uzaklaşıp kaçsaydik."
İşte gerçekten bu iğrenç ve ürpertici azabı gösterme olayı gibi.. "İşte böylece Allah onlara amellerini -putlara tapınışlarını ve ilâhlaştırdıklart ideolojilerinin hesabını— içlerindeki hasret, pişmanlık ve üzüntüyle gösterecek,"
Ayetteki, ibaresi, kelimesinin üçüncü mef ulüdür. Mana ise şöyledir:
"Onların amelleri kendilerine hasret, üzüntü, pişmanlık olarak dönmüştür. Çünkü onlar yapıp ettiklerinin karşılığı olarak hasret ve nedametten başka bir şey görmeyecekler, göremeyeceklerdir."
"Ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir." Aksine onlar cehennem ateşinde daimdirler, ebedî kalıcıdırlar. [31]
168. — 176. AYETLER
168. Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan sizin için a-paçık bir düşmandır.
169. Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder.
170. Ne zaman onlara - İslâm'a karşı olanlara, "Gelin, Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!" denilse, onlar: "Asla! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?
171. Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran peygamberin durumu bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen çobanın haline benzer. Çünkü onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. İşte bu bakımdan onlar akletmezler (kafalarını çalıştırmazlar).
172. Ey iman edenler! Size nzık olarak verdiklerimizin temiz ve helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin.
173. Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim de bundan yemek zorunda kalırsa, bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhangi bir günah yoktur. Kuşkusuz Allah pek çok bağışlayan ve pek çok esirgeyendir.
174. Doğrusu Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu biraz dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok mu? İşte onların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onları temize de çıkarmaz. Onlar için ayrıca acıklı bir azap da vardır.
175. Onlar hidâyete karşılık dalâleti (sapıklığı) ve mağfirete karşılık da azabı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!
176. Bunun sebebi, Allah'ın Kitabı hak olarak indirmiş olması ve onların da buna aykırı davranmalarıdır. Hiç şüphesiz Allah'ın kitabı hakkında anlaşmazlığa düşenler mutlaka içinden çıkılamaz bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir. [32]
Bu âyetin nüzul sebebi, kendilerine Bahire ve benzeri isimlerle adlandırdıkları develeri kendilerine haram kılanlar hakkındadır. Bahire ile ilgili bilgi, Maide sûresi, 103. âyette verilmiştir.
168 - Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan sizin için apaçık bir düşmandır.
Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olanktnndan yiyin." Bu, "Ey insanlar yiyin." emri mubah olan bir emirdir yani emri ibahidir. Farz ve vacip manasında değildir.
ibaresindeki cer edatı, teb'iz yani bazısı, bir kısmı manasmdadır. Çünkü yeryüzünde bulunan her şey yenen şeylerden değildir. kelimesi, fiilinin mef ulü olabileceği gibi, ibaresinden hal de olabilir. her tür şüpheden a-nnmış, tertemiz, demektir.
"Şeytanın adımlarına uymayın!" Şeytanın önünüze serdiği ve sizi çağırdığı yollara, planlara uyarak onun tuzağına düşmeyin.
Kıraat imamlarından Ebu Amr b. Ala, Nafı, Hamza ve Ebu Bekr, kelimesindeki harfinin sükun ile, şeklinde kıraat etmişlerdir. veya aslında iki adım arasındaki mesafe, aralık, demektir. Dolayısıyla bir kimsenin Örnek alındığında, "Onun adımlarına uydu." denir ki bu, onun izinden gitti, onu örnek aldı, onun yolundan gitti manalarına gelir.
"Çünkü şeytan sizin için apaçık bir düşmandır," Onun düşmanlığı meydandadır. Düşmanlığının gizli ve saklı bir yanı da yoktur. kelimesi hem müteaddi (geçişli) ve hem de lâzım (geçişsiz) bir fiildir. Yani, kelimesi bu kökten gelmektedir.
Diğer taraftan bu âyet:
"İnkar edenlere gelince, onların velileri de tağuttur."[33]
mealindeki bu âyetle bir çelişki ortaya koymaz. Âyette geçen, "tağut" kelimesi de şeytan demektir. Çünkü şeytan gerçekte insanların düşmanı iken, görünürde onların dostu imiş rolünde gözükür. Zira şeytan onlara görünürde onların yanında imiş ve onlara dost elini uzatıyormuş tavrını sergileyip gösterir. İnsanların yaptığı şeyleri süslü, çekici ve cazip olarak onlara gösterir. Aslında şeytan bununla içinden onların helakini ve belâlarını istemektedir[34].
169 - Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder.
"Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızlığı, ve Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder."
Âyetteki, "Ancak size emreder," ifadesi, şeytan uymamanın gerekliliğine ve ona uymaya son vermenin zaruri olduğunu açıklayan bir ifadedir. Yani bu şu demektir:
"Şeytan hiçbir zaman size iyiliği, hayır olabilecek bir şeyi emretmez. Onun emredeceği şey, kötülüktür, çirkinliktir. «İğrenç hayasızlığı» yani haddi aşıp çok daha kötü işer yapmak gibi şeyleri emreder."
Bir yoruma göre, kelimesi had (ceza) gerektirmeyen kötülükleri size emreder, demektir. ise had yani ceza gerektiren şeyleri de emreder, demektir. ifadesi, kelimesi üzerine matuf olarak mecrurudur. Dolayısıyla bu, demektir.
"Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder. " demek, işte sizin herhangi bir bilgi ve belgeye dayanmaksızın, "Bu helâldir, şu da haramdır. " diye söylediğiniz ifadeler gibi. Dolayısıyla bu ifadenin içerisine, Allah hakkında söylenmesi caiz olmayan söz ve ifadelerin konuşulması da bu hükmün içerisine girer. [35]
170 - Ne zaman onlara (İslâm'a karşı olanlara), "Gelin, Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!" denilse, onlar: "Asla! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?
"Ne zaman onlara (İslâm'a karşı olanlara): «Gelin, Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!» denilse,"
Ayetteki, zamiri insanlara racidir. Burada iltifat yoluyla onlara direkt hitaptan, gaibe geçilmiş oldu. Bir yoruma göre, "onr"dan maksat, " müşrikler "dir, bir diğer yoruma göre de bir kısım Yahudilerdir. Çünkü Allah Rasulü onları iman etmeye ve Kur'an'a uymaya davet edince, onların cevabı şöyle olmuştu:
"Onlar: «Asla Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.» dediler." Çünkü atalarımız bizden daha iyi, daha üstün ve daha bilgilidirler. Yüce Allah da onların bu türden olan söz ve davranışlarını şu şekilde reddediyor.
"Fa ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış iseler!"
Burada, ifadesinde yer alan, hal içindir Baştaki hemze de red ve taaccub içindir. Manası da şöyledir:
"Onlar atalarının izinden mi gidecekler? Ya ataları din konusunda bir şey bilmeyen, akletmeyen ve doğru yolu da tanımayan türden insanlar ise de mi?"
Daha sonra yüce Allah onların durumlarını bir örnek ile şöyle açıklıyor: [36]
171 - Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran peygamberin durumu bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen çobanın haline benzer. Çünkü onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. İşte bu bakımdan onlar akletmezler (kafalarım çalıştırmazlar).
"Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran peygamberin -davetçinin- durumu," Burada muzaf mahzuf (gizlidir) bulunmaktadır. Ve bu, ".... davetçinin..." demektir.
"Bağu'iş ve çağırıştan başka bir şey duymadın hayvanlara seslenen çobanın haline benzer." Mealde de gördüğümüz gibi, "Bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan" ifadesinden murat "hayvanlar" demektir. Manaya gelince şöyledir:
"Bu çağırış ve seslenişinde sadece bir ses ve haykırmayı, yalnızca sesin yankısını duyup onu zihinlerine yansıtmayan ve basiretle meseleyi kavramayan kâfirleri imana çağıran davetçinin durumu, tıpkı haykıran çobanın ne dediğini anlamayıp sadece seslenişini ve çağırışım duyan hayvanlar karşısındaki bir çoban gibidir. O hayvanlar bir ses ve bağırtının olduğun ve bunurda kendilerinin uyarıldığını hissederler, evet sadece hissederler ama, akıl sahibi kimselerin akıllarını çalıştırmaları gibi davranıp bir şey anlamaya çalışmazlar. Çünkü bu yetenekten yoksundurlar."
"naik" kelimesi seslenme, çağırış ve bağırma, demektir. Örneğin, yani Müezzin ezan ile u-yardı, çoban koyunları (sürüyü) uyardı gibi.
- Nida; Duyulup işitilen seslenme anlamında olduğu gibi.
- Dua ise kimi zaman duyulabilen ve kimi zaman da işitilemeyen ses, çağırış, demektir.
Çıınku onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler, işte bu bakımdan onlar Metmezler (kafalarını çalıştırmazlar). "
kelimesi muzmar olan bir mübtedanm haberidir. Bu da, zamiridir. Bunlardan ilki ikinci haber, ikincisi de üçüncü haberdir. Bu kâfirler hakka kulaklarını tıkmışlar, dillerini hakkı itiraftan tutmuşlar ve hakkı görmekten de gözlerini köreltmişler. Bu bakımdan hiçbir öğüdü anlamazlar, anlamak istemezler.
Yüce Allah daha sonra da müşriklerin haram kıldığı helâl konusunu açıklamak üzere şöyle buyuruyor: [37]
172 - Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz ve helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin.
"Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz — lezzetli ve iğrenç olmayan- ve, helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız- Eğer sizin ibadet ve kulluğunuzu yalnızca Ona tahsis ettiğinizde ve nimetleri verenin Allah olduğu hususundaki ikrarınızda doğru ve samimi iseniz size verdiği rızıklar için- O'na şükredin."
Yüce Allah şimdi de haram olan şeyleri şöyle açıklıyor: [38]
173 - Allah size ancak Ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim de bundan yemek zorunda kalırsa, bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhangi bir günah yoktur. Kuşkusuz Allah pek çok bağışlayan ve pek çok esirgeyendir.
"Allah size ancak ölüyü -herhangi bir şekilde meşru kesim yapılmadan ruhu bedeninden ayrılan hayvanı- haram kıldı."
Ayetteki, sadece âyette zikredilenlerle konunun münhasır bulunduğunu ve bunların dışında kalanların ise haram kılınmayacağım belirten bir kelimedir. Yani Allah size Öleni, "Kanı," yani akıcı olan kanı, çünkü bir başka âyette bu noktaya işaretle şöyle buyurulrnuştur:
"Veya akıtılmış kan..."[39]
kaldı ki hadiste de iki ölü ile iki kan helâl kılınmış olduğu açıklanmıştır. Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:
"Bize iki ölü ile iki kan helâl kılındı. İki ölü balık ile çekirgedir. İki kan ise karaciğer ile dalaktır."[40]
"domuz etini" yani domuzun tüm parçalan, organları ve cüzleri haramdır, demektir. Âyette Özellikle "et" ifadesine yer verilmiş olması, yenen şeyin et olması bakımındandır.
Allah'ları başkası adına kesileni haram kıldı." Yanı putlar için, için kesilenler de haram kılınmıştır. Çünkü Allah'ın adı bırakılarak kesilen hayvanlara bunların adları söylenerek kesilmektedir. Âyette yer alan, "ihlâl" kelimesinden maksat, sesi yükseltmek, demektir. Yani, kesim anında kesilen hayvanı ne maksatla kesildiğini haykirarak yüksek bir sesle boğazlamak demektir. Çünkü cahiliye toplumu, bir hayvan keserlerken Lat ve Uzza adına diye keserlerdi.
Her kim de bundan yemek zorunda kalırsa bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhangi bir günah yoktur."
Kıraat imamlarından Ebu Amr, Yakub, Hamza ve Asım, iki sakin biri ve Ötekisi de harfi olarak bir araya geldiklerinden ötürü harfi kesralı okunmuştur yani, olarak bu imamlar bunu kıraat etmişlerdir. Bu imamların dışındaki kıraat imamları ise, harfinin ötresine uymak için harfini de Ötreli olarak okumuşlardır.
kelimesi de haldir. Yani, ''lezzet, haz ve şehevi duygular için olmamak kaydıyla,ihtiyaç miktarını aşmak-sızın yerse herhangi bir günah ve vebal yoktur."
Ancak "Devlet başkanına ve meşru nizama baş kaldırmaksızın ve haram olan bir sefere (yolculuğa) çıkmaksızın... " diye yorum yapanların yorumu yerinde bir yorum olmayıp zayıf bir yorumdur. Çünkü itaate bağlı olarak yapılan bir sefer (yolculuk) zaruret olmaksızın bir mubahlık sağlamaz. Oysa sefere çıkmaksızın hazarda iken yani mukimken bile hapsetmek mubahtır. Kaldı ki, kişinin meşru bir düzene ya da başkana başkaldırması onun imandan çıkmasına bir neden değildir. Bu bakımdan da böyle biri mahrum bırakılmayı hak etmez.
Eğer bir kimse mecbur kalırsa ve başka bir imkanı da kalmamış ise, kendisini ayakta tutabilecek ve sağlığını koruyabilecek bir miktarı yemesinde herhangi bir sakınca yoktur. Yoksa tıka basa yemesi söz konusu değildir. Çünkü mubahlık, bir konuda verilen izin ya da müsaade sadece muzdar olması yani mecbur kalınması halindedir. Bu da ancak zaruret ölçüsü ne şekilde önlenebilecekse işte o miktar ya da ölçüde izin verilmiş bulunmaktadır. Böyle olması halinde bunlardan yiyenler için herhangi bir günah ve vebal de yoktur.
"Şüphesiz Allah -büyük günahları- pek çok bağışlayan -olunca, eğer bir kimse mecbur ve çaresiz kalmış ise ve bu yüzden haram kılınanlardan yemiş ise onu hiç bağışlamaz mı?- ve -izin ve ruhsat tanıyarak- pek çok esirgeyendir."
Şimdi tefsirin yapacağımız âyet Yahudi liderler ve önderler hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Tevrat'ta yer alan niteliklerini değiştirmişler ve bunu için de rüşvet almışlardır. [41]
174 - Doğrusu Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu biraz dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok mu? İşte onların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onları temize de çıkarmaz. Onlar için ayrıca acıklı bir azap da vardır.
"Doğrusu Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip efe" Yani Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) nitelikleri hakkındaki gerçekleri gizleyip de, "Onu bir dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok mu" bir karşılık veya bir değer, para ile ....
İşte onların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir." Karınlan dolana kadar, yani patlayana kadar. Örneğin:
"Filan kimse karnını (midesini) iyice doldurdu." ve "Karnını birazcık doyurdu. " ifadesi gibi. Çünkü bir kimse yediği şeylere karşılık o-larak ateş ile cezalandırılacaksa, bu kimse bizzat ateş yemiş demektir.
Nitekim, bir kimse bedeli karşılığı olan diyet parasını alıp yiyorsa, ona, "Filan kimse kan yedi." denir, İşte bu da tıpkı bunun gibi bir ifadedir. Nitekim şair şöyle der:
Birtakım cılız eşeklerimiz var bizim Her gece yedikleri semerdir durmaksızın
Burada eşeklerin yedikleri şey oysa semer değil, semerden kazandıkları, elde edilen şeydir. Burada semer denmesinin sebebi, kazancın o yoldan elde olunması sebebiyledir. İşte âyetteki ifade de tıpkı buna benzer bir ifade olmaktadır. Çünkü eşeklerin yediği şey her ne kadar saman ise de, o samanın kazancı eşeğin sırtına vurulan semer sayesinde olmaktadır. Dolayısıyla Allah'ın haram kıldığı şeyleri yiyenler de ileride bunun cezası ateş olacağından burada bu, ateş yemek, midelerine ateş indirmek diye ifade olunmuştur.
"Kıyamet gününde Allah onlarla -onları mutlu kılacak, sevindirecek bir söz ile- konuşmaz." Ancak şunun gibi bir ifade ile karşılık verir:
"Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık!"[42]
ve onlon temize çıkarmaz." Onları bulaşıp bulandık-lan günah kirinden temize çıkarmaz veya onlara sena olunmaz, ikinci kez bir söz hakkı, tekrar tekrar söz hakkı verilmez.
"Onlar- için ayrıca acıklı, bir azap vardır," Her üç cümle de, kelimesinin haberi üzerine matufturlar. Dolayısıyla, bu kelimenin cümlelerden oluşan dört haberi bulunmaktadır. [43]
175 - Onlar hidâyete karşılık dalâleti (sapıklığı) ve mağfirete karşılık da azabı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!
"Onlar -Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in niteliklerini gizleyenler- hidâyete kar§ılık dalâleti (sapıklığı) ve mağfirete karşılık da a-zabı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanımıdırlar!" A-caba onları cehennem ateşine karşı dayanıklı kılacak (kılan) şey nedir ki?
Aslında bu, yerme anlamında olan bir soru şeklidir. [44]
176 - Bunun sebebi, Allah'ın Kitabı hak olarak indirmiş olması ve onların da buna aykırı davranmalarıdır. Hiç şüphesiz Allah'ın kitabı hakkında anlaşmazlığa düşenler mutlaka içinden çıkılamaz bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.
"Bunun sebebi Allah'ın Kitabı kak olarak indirmiş olması ve onların da, buna. aykırı davranmalarıdır." Yani bu azabın nedeni, Allah'ın kitaplarında indirdiklerini hak ve gerçek olarak indirmiş olmasıdır.
"Hiç şüphesiz Allah'ın Kitabı -Tüm kitapları için kimisine haktır, kimisine de batıldır diyerek bunlar-hakkında aırlaşmazlığa düşenler -Yahudi ve Hristiyanlar- mutlaka içinden çıkdmaz bir anlaşmazlığın içine di'ışmüşlerdir." Haktan uzaklaşmışlardır.
Ya da onların inkârlarının sebebi, Allah'ın Kur'an'ı hak olarak indirmesidir ki kendileri de bunun hak olduğunu biliyorlar ve bildikleri halde küfre gidiyorlar. Dolayısıyla bunun hakkında anlaşmazlığa ve ihtilafa düşenler gerçekten hidâyetten, doğru ve hak yoldan tamamen uzaktırlar.
Bu âyette geçen, "kitap" kelimesi cins manasına olup, bütün ilâhi kitaplar anlamındadır. [45]
177. AYET
177. Asıl iyilik yüzlerinizi (soyut manada) doğu ve batı tarafına çevirmek değildir. Fakat gerçek iyilik yapan kimse Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eder, mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelerin özgürlüğüne harcar, namazı doğru bir şekilde kılar, zekatı verir. Söz verdikleri zaman verdikleri sözleri yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder, İşte imanlarında asıl doğru ve samimi olanlar bu Özellikleri taşıyanlardır. Allah'ın emirlerine bağlılık gösteren ve yasaklarından uzak duran gerçek takva sahipleri de işte bunlardır. [46]
Asıl iyilik yüzlerinizi (soyut manada) doğu ve batı tarafına çevirmek değildir." Bu hitap aslında kitap ehli denilen Yahudi ve'Hristiyanlaradir. Çünkü Hristiyanlar kıble olarak Beyt-i Makdis'in doğusunu kullanırlarken, Yahudiler de bunun batısını kıble olarak kabul ediyorlar. Dolayısıyla iki gruptan her biri asıl iyiliğin kendi kıblelerine dönmekte olduğunu ileri sürmektedirler. îş-te burada bunlara, kıble olarak iddia ettikleri yönlerin kıble olmadığını bildiriyor ve onların bu husustaki inançlarını reddediyor. Çünkü onların kıbleleri mensuhtur, yani artık bir hükmü kalmamıştır, yürürlülükleri kaldırılmıştır.
'Takat gerçek iyilik yapan kimse Allalı'a, a/ıiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eder." Yani asıl iyilik, şöyle şöyle yapanların iyiliğidir veya asıl iyilik sahibi,.... olanlardır. Bu her iki yorum da muzafın (tamlananın) hazfedilmiş (gizlenmiş) olduğu varsayımına göredir. Ancak bu iki yorumdan en doğru ve şık olanı ilk yorumdur.
Birr: Hayır ve iyiliğe ad olan bir kelime olup hoşnut kalınan her iyi ve güzel şey manasmdadır.
Anlatıldığına göre Müslümanlar kıble konusunda aralarında hayli tartışmalara giriştiler. Denilmiştir ki; asıl büyük ve gerçek birr yani iyilik, diğer iyilik çeşitleri içinde önem verilmesi gerekli olan ve diğerlerini bir kenara bırakıp sadece kıble meselesini ele almak ve iyiliğin bu olduğunu ileri sürmek değildir. Fakat asıl ve gerçek birr yani iyilik, ihtimam ve önem verilmesi gereken iyilik, iman edenlerin ve buna bağlı olarak da yapılması gereken amelleri yapanların yaptığı iyiliktir.
kelimesi, mansub olarak, kelimesinin haberidir. İsmi de, kelimesidir. Bu tarz okuyuş ise kıraat imamlarından Hamza ile Hafs'ın okuyuşudur. Ancak kıraat imamlarından Nafî ve İbn Amir ise, ibaresindeki kelimesinde harfini şeddesiz olarak tahfif haliyle olmak üzere şeklinde merftı okumuşlardır.
Ancak Müberred (H.210-286/M.825-899)'den gelen bir rivayete göre demiş ki: "Eğer ben Kafan okuyanlardan (kıraat imamlarından) olsaydım, mutlaka, olarak okurdum." Ayrıca bu, olarak da okunmuştur.
Ahiret gününden kasıt, öldükten sonra dirilme günüdür. Kitaptan kasıt cins manasında olması nedeniyle bütün ilâhi kitaplar veya sadece Kur'an olabilir.
"Mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelerin özgürlüğüne harcar,"
Burada, farklı olarak yorumlanmıştır. Örneğin, "Allah' in sevgisine dayanarak, mal sevgisine rağmen veya verme sevgisi, harcama isteği... " gibi. Hep o malı vermek ister. Ve verirken de içten isteyerek bir sıkıntı duymaksızın verir.
Âyette yardım ve verme sırlamasında öncelik yakınlara verilmiştir. Çünkü bunun sebebi, akrabanın yardım olunmaya çok daha lâyık ve hak sahibi olmalarındandır. Nitekim, Rasululah {Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Senin yoksullara yaptığın bir iyilik (verdiğin bir sadaka, bir tek sadaka) sevaptır. Oysa senin yakın - uzak akrabana yaptığın bir iyilik - verdiğin bir sadaka ise vuslattır (akrabalık bağını pekiştirmektir)."[47]
Yetimlerden kasıt ise, hem yakın ve uzak akraba içindeki yetimler ve hem genel manadaki yetimleri içerir. Ancak burada mutlak anlamda "yetimler" ifadesinin geçme nedeni herhangi bir karışıklığa meydan verilmemesi sebebiyledir.
Miskin, yani yoksullardan kasıt, sürekli olarak insanların yardımlarına muhtaç olan demektir. Çünkü böyle kimselerin ellerinde ve avuçlannda hiçbir şeyleri yoktur. Bunlar adeta hiç ayilmayan ve gece gündüz sarhoş gezenler gibidirler. Bir türlü iki yakaları bir araya gelmez.
Yol oğlu, yani yolcu: Yani yolda kalmak suretiyle ulaşabilmesi gereken yerlerle bağı kopmuş olan kimse demektir ki, elinde avucunda bir şeyi de kalmamış olan kimse demektir. Her ne kadar lâfız olarak tekil ise de cins manası taşıdığından bütün yolcular demektir. Yol oğlu yani "ibn sebil" denmesinin nedeni de yola bağlı kalması ve bu yolculuğun kendisi için gerekli olması yüzündendir. Veyahut doğrudan doğruya misafir demektir.
Dilenenlerden kasıt ise, yiyecek v.b. gibi şeyleri isteme ihtiyacını duyanlardır.
Fir-rikab: Boyunduruk altında bulunanlar, köleler. Bunlar efendıleriyle özgürlüklerine kavuşmak kaydıyla antlaşma ya da sözleşme yapan kölelerdir, ki bunlara mükâteb adı verilir. Bunlara da gereken yardımın yapılması icab eder, ki bu sayede özgürlüklerini kazanabilsinler ve boyunduruk altından çıkıp kurtulabilsinler. Ya da esaret altında bulunanlara yardım ederek onların kurtulmasını ve özgürlüklerini kazanmalarını sağlamaktır.
Farz olan "namazı doğru bir şekilde kılar -yine farz kılınmış olan- zekalı verir." Bir yoruma göre bu, birinciyi teyit ve te'kit içindir. Yine denildiğine göre birinciden murat da; sadakaların nafile olanları ve yapılan iyiliklerdir.
Allah'a veya insanlara "Söz verdikleri zaman verdikleri sözü yerine getirir." Bu cümleler de yine "iman edenler" ifadesi üzerine matuftur. fakirlik ve yoksulluk manasında ''sıkıntı, -kronik ve müzmin manada- luıstalık ve savaş zamanlarında -savaş alanlarında- sabreder."
kelimesi medih ve ihtisas üzere mansubtur. Bu da şiddet ve sıkıntı anlarında sabrın değerini ve üstünlüğünü ortaya koymaktır. Diğer ameller arasında savaş meydanlarında ve şiddet anlarında sabrederek göğüs germenini değerini ve üstünlüğünü ortaya koymak içindir.
İşte imanlarında asıl doğru ve samimi olanlar bu özellikleri taşıyanlardır." Bu niteliklere sahip olan kimseler gerçekte dinde doğru söyleyen ve sadakat gösterenlerdir.
"Allah'ın emirlerine bağlılık gösteren ve yasaklarından uzak duran gerçek takva sahipleri de işte bunlardır."
Rivayete göre cahiliye döneminde iki Arap kabilesi arasında kan davası varmış. Ancak bu kabilelerden biri diğerine göre daha bir üstün ve değerli bir kabile imiş. Bunlar, yani üstünlük iddiasını taşıyanlar şöyle bir yemin ederler:
"Eğer sizden herhangi biri bizden bir köle öldürürse biz de buna karşılık Öldürülen kölemizin yerine sizden hür olan birini, bir kadınımızı öldürmeniz halinde yerine bir erkeğinizi, bir hür adamımızı öldürmeniz durumunda da iki hür adamınızı öldüreceğiz."
Ancak İslâm'ın gelmesi üzerine bunlar meselelerini Allah Rasulü (Sallallâhu Aleyhi ve sellem). İşte bunun üzerine aşağıdaki âyetler nazil olmuştur.[48]
178. — 182. AYETLER
178. Ey iman edenler! Kasden öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür. Ancak her kimin kısas cezasının bir kısmı, öldürülenin yakınları tarafından herhangi bir şekilde bağışlanırsa, artık diyeti alacak olan örfe uygun hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda
bulunan katil de gerekli olan diyeti güzellikle ödesin. İşte bu durum Rab-binizden bir kolaylık ve rahmettir. Her kim de affetme veya diyetten sonra katilden öc almaya kalkışarak haddi tecavüz ederse muhakkak onun için pek acıklı bir azap vardır.
179. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Olur ki, suç işlemekten bu sayede sakınırsınız.
180. Herhangi birinize ölüm yaklaştığında eğer geride bir varlık bı-rakacaksa anaya, babaya ve yakınlara maruf (uygun) bir şekilde vasiyette bulunmak size farz kılındı. Bu, Allah'ın emir ve yasaklan karşısında titizlikle davranıp sakınanlar için bir borçtur.
181. Artık her kim bu vasiyeti işitip kabul ettikten sonra değiştirirse, bunun vebali ancak onu değiştirenlere aittir. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi en iyi işiten ve her şeyi en iyi bilendir.
182. Bununla birlikte kim de vasiyet edenin hataya yönelmesinden veya günaha girmesinden endişe eder de ilgili kimselerin aralarını bulursa kendisine herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok çok merhamet edendir. [49]
178 - Ey iman edenler! Kasden Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür. Ancak her kimin kısas cezasının bir kısmı, öldürülenin yakınları tarafından herhangi bir şekilde bağışlanırsa, artık diyeti alacak olan örfe uygun hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda bulunan katil de gerekli olan diyeti güzellikle ödesin. İşte bu durum Rabbinizden bir kolaylık ve rahmettir. Her kim de affetme veya diyetten sonra katilden öc almaya kalkışarak haddi tecavüz ederse muhakkak onun için pek acıklı bir azap vardır.
Ey iman edenler! Kasden Öldürülenler hakkında size kısas- farz kılındı." Esas itibariyle kısas eşitlik demektir. Kelime birinin izini takip etmek demektir. Nitekim, bir kimsenin izini takip etmeye bu anlamda iktisas denmektedir. Kaldı ki, eskilere ait bilgileri ve haberleri araştırıp anlatana da bu manada adı verilir.
kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: ''Öldürülenler açısından eşitlik ve denkliğe önem ve özen gösterilmesi size farz kılındı. "
"Hür olana karşılık hür,'" Önce bu cümle mübteda ve haberdir. Manası da, hür birini öldüren kimseye karşılık olarak Özgür olan biri yakalanıp tutulur veya öldürülür,
''köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür." İmam Şafii (Rahmemllâhi Aleyhi) işte bu âyete dayanarak, hür yani özgür olan bir kimse, bir köleye karşılık olarak öldürülemez, demektedir. Ancak biz Hanefılere göre şu âyete dayanılarak hür olan bir kimse ile köle olan arasında kısas hükmü cereyan eder. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Cana karşı can, ....[50]
Nitekim, erkek ile kadın arasındaki durum da böyledir. Nitekim Rasulullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanların kanları denktir."[51]
Dolayısıyla can alma noktasında eşitlik esastır, üstünlük söz konusu değildir. Kadının da, hür erkeğinde ve kölelerinde canı candır. Çünkü bunun delili de şudur:
"Eğer bir topluluk bir kişiyi öldürecek olurlarsa, öldürenlerin tamamı (tüm katiller) öldürdükleri o bir kişi sebebiyle öldürülürler."
Çünkü hükmün bir çeşide ya da türe tahsisi (aidiyeti), diğer bir türe uygulanamaz hükmünü getirmez. Aksine hüküm o konuda varid olan (gelen) bir başka delile göre aynen baki kalır. Nitekim yukarıda açıkladığımız gibi de varid olmuştur.
"Ancak her kimin kısas cezasının bir kısmı öldürülenin yakınları tarafından bağışlanırsa., arlık diyeti alacak olan örfe gjire hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda bulunan katil de gerekli olan diyeti güzellikle Ödesin." Nitekim affetmek, cezalandırmanın karşıtıdır, derler. Örneğin; filanı affettim, denir ki bu, onu bağışladım, onu cezalandırmaktan vazgeçtim, demek olur.
Bu kelimesi cer edatıyla cani ve cinayet manalarında müteaddi (geçişli) hale gelir. Örneğin:[52]
gibi. [53]Şayet bu ikisi bir arada bulunurlarsa, birincisine, cer edatıyla müteaddi (geçişli) hale gelir.
Örneğin; gibi. Nitekim şu hadis de buna bir örnektir:
"Sizden atların ve kölelerin zekatını kaldırdım." [54]gibi, Zeccac (v.316 / 928) diyor ki: cümlesinin manası, ''kendisine öldürme konusu diyet olarak bırakılan kimse" demektir. Ebu Mansur Muhammed Ezberi (282-370/895-980) de diyor ki:
"Afv" lügatte fazlalık manasına gelir. Nitekim şu âyette bu manada gelmiştir:
"Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını» de."[55]
gibi. Örneğin, birine mal bakımından bir üstünlüğün bulunması ve ona o maldan verilmesi halinde şöyle denir: gibi. Ona onda olan malın bırakılması halinde de şöyle denir: gibi.
Cumhura göre âyetin manası şöyledir:
"Kim kardeşi cihetinden ona bırakacağı, terk edeceği bir şeyi varsa."
Burada fiilin mastara isnadıyla bu, elde olunmaktadır. Tıpkı şu: cümlesi gibi. Âyette geçen, "kardeşten " maksat, maktulün yani öldürülenin velisi demektir. Burada özellikle "kardeş" lafzının kullanılmış olması, şefkat duygularını harekete geçirmek içindir. Çünkü aralarındaki soy ve İslâm bağı için böyle zikredilmiştir.
Yine âyetteki, kelimesinden kasıt, kendisi için af ve bağışlanma istenen ve suçu işlemiş olan katili ifade etmektedir. Diğer mefulun terk edilmiş olması ona gerek duyulmaması sebebiyledir.
Yine bir yoruma göre denmiştir ki, âyette geçen, edatı, yermedir. Ayrıca, kelimelerinde yer alan zamir, kelimesine aittir. kelimesindeki zamir ise, kelimesine aittir. Veya, kelimesinin delâlet ettiği tabi olan, olması gerekene racidir. Çünkü mana şöyle olmaktadır:
"Maktulün velisi ya da yakını katilden diyet alacağım güzellikle istesin, bu noktada örfe ve uygulamaya uysun. Katil de kendisinden isteneni hemen güzellikle ödesin, kan bedelini versin. İşi uzatarak savsaklamasın ve örften düşük bir şey vererek kandırma cihetine gitmesin."
Yine âyette "bağışlanan şey" ifadesine yer verilmiş olması da şu gerçeğe dikkat çekmek ve şunun bilinmesini istemek içindir: "mağdur olan taraf eğer kanın bir kısmından vazgeçmişlerse veya varislerden bir kısmı haklarından feragat etmişlerse, artık af yani bağışlanma işi tamamlanmış, demektir. Bundan böyle kısas cezası da düşmüş olur."
Diğer taraftan, terk anlamında tefsir edenlere göre, mef ulun bih olur. Nitekim bu kelime, manasına yorumlandığında da durum yine böyle olur. Yani, mana şöyle olur:
"Eğer veliye kardeşinin (katilin) malından barış ve antlaşma ile bir şey verilirse o da bunu herhangi bir sıkıntı ve zorluk çıkarmaksızın alsın. Fakat katil de vermesi gerekeni savsaklamaksızm, ödemeyi ona (maktulün ilgililerine) hemen yapsın."
bu kelime muzmar bir mübtedanm haberidir ve merflı oluşu da bundandır. Yani bu konuda gerekli olan, "hte bu durum -bağışlanmadan ötürü varılan hüküm ve diyetin alınması meselesi- Rabbinizden bir kolaylık ve bir merhamettir." Çünkü Tevrat'taki hükme göre hiçbir şey alınmaksızın, diyete gidilmeksizin katilin her halükarda ve mutlak manada öldürülmesinin gerektiğidir.
Tevrat'a göre katil mutlaka öldürülecektir. İncil'in hükmüne göre ise katilden herhangi bir bedel (diyet) alınmaksızın doğrudan affedilmesi ve bağışlanması dır. Oysa biz Müslümanlar için durum böyle değildir. Bizim için durumda daha bir genişlik ve esneklik ya da kolaylık sağlanmıştır. Şöyle ki, ya kısas yoluyla katilin öldürülmesi veya bağışlanması ya da diyet alınmasıdır. İşte bu üç yoldan biri barış ya da sulh (anlaşma) yoluyla çözüme bağlanması istenmiş dolayısıyla konuya daha bir kolaylık, genişlik ve esneklik getirilmiştir. Halbuki Yahudilikte (Tevrat'ta) kesin öldürme, Hristiyanlıkta (yani İncil'de) ise hiçbir şey alınmaksızın bağışlama vardır. İslâm'da ise görüldüğü gibi kolaylık getirilmiştir.
Bu âyet ayrıca şu gerçeğe de delâlet etmektedir. Büyük günah işleyen bir kimse mü'mindir, kâfir değildir. Çünkü adam öldürme olayından sonra bile adam mü'min vasfını ve niteliğini taşımakta, bunu yitirmemektedir. Bir de iman sebebiyle var olan din kardeşliği de sürmektedir, bakidir. Bir de bu kimseye bir hafifletme, kolaylık sağlanmış ve ona karşı şefkat ve merhamet duyguları harekete geçirilmiştir. İşte bütün bunlar büyük günah işleyen bir Müslümanm mü'min olarak kaldığının kanıtıdırlar.
Her kimde affetme veya diyetten -hafifletme ve kolaylıktan- sonra katilden öc almaya kalkılarak haddi tecavüz ederse..." örneğin gidip katil dışında aynı aileden birini Öldürürse ya da diyetin alınmasından sonra gidip katili öldürürse, bu anlamda haddini aşarsa, "...muhakkak onun için pek acıklı bir azap vardır." Âhirette onun için bir tür çok şiddetli bir azap olacaktır.[56]
179 - Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Olur ki, suç işlemekten bu sayede sakınırsınız.
"Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır." Doğrusu bu ifade taşıdığı dikkat çekici manası ve garabetiyle yani muktezayı hale (durumun gerektirdiği şeye) uygun düşmesiyle fasih bir söz ve kelâmdır. Bilindiği üzere kısas olayı bir Öldürme, ortadan kaldırma olayıdır. Hayata, yani yaşama son verdirmedir. Buna rağmen kısas, yani öldürme olayı hayatın zarfı kılınmıştır.
Kaldı ki, kelimesinin marife (belirli) olarak getirilmesinde, kelimesinin de nekra (belirsiz) getirilmesinde apaçık bir belagat sergilenmiştir. Bu itibarla bunun manası şöyle olmaktadır:
"Sizin için kısası içeren bu cinsten hüküm verilmesinde gerçekten büyük ve önemli bir hayat vardır."
Çünkü bununla Örneğin bir kişiyi öldüren birkaç kişi ya da cemaat veya topluluk güçleri ne olursa olsun haksız olarak bir kimseyi öldürmeleri sebebiyle öldürülürler, İşte bu ceza uygulaması sebebiyle kısası göz önünde tutan bir kimse için bir caydırıcılık sebebi ve unsurudur. İşte bu açıdan kısasta hayat vardır, yani insanı Öldürmek değil yaşatmak vardır. Hem de ne hayat ve ne yaşatma! Bunun üzerinde bir başka şey gösterilebilir mi? Ya da bir tür yaşatma veya hayat vardır. Bu, öldürülebilirim, bana da ölüm cezası uygulanır korku ve endişesinin berberinde getirdiği bir hayat. Çünkü, katile kısas uygulanabileceği gerçeğini bilmesi onu genel manada öldürmeden uzak tutar. Çünkü, bir kimse eğer birini öldürmeyi planlayıp tasarlasa aklına hemen kısas hükmü gelir. Bundan dolayı kendi adına korkar, ürperir. Bu şekilde öldürmekten -kaçınır. Dolayısıyla öldüreceği kimse ölümden kurtulur, yaşamım sürdürür. Kendisi de kısas cezasından kurtularak o da yaşamını öylece sürdürür. Görüldüğü üzere kısas cezasının meşruluğu, şeriat noktasından getirilmiş olması, iki hayatın ya da canın hayatta kalmalarına sebeptir.
"Olur ki, suç işlemekten bu sayede -kısas endişesi sayesinde öldürmekten- sakınırsınız." [57]
180 - Herhangi birinize Ölüm yaklaştığında eğer geride bir varlık bırakacaksa anaya, babaya ve yakınlara maruf (uygun) bir şekilde vasiyette bulunmak sîze farz kılındı. Bu, Allah'ın emir ve yasakları karşısında titizlikle davranıp sakınanlar için bir borçtur.
"Herhangi birinize ölüm yaklaştığında -kendisinde ölüm emareleri belirdiğinde- eğer geride bir varlık -çokça mal- bırakacaksa", rivayete göre Hz. Ali (Radıyallahü Anh)nin bir kölesi varmış, bunun da yedi yüz dirhem kadar bir varlığı bulunuyormuş. Bunları vasiyet etmek ister, fakat Hz. Ali (Radıyaliahü Anh) buna mani olur. Bu defa kölesi ona:
— Yüce Allah, "Eğer bir hayır bırakırsa..." buyuruyor, der. Hz. Ali (Radıyaliahü Anh) de:
— Hayır, çok mal, demektir. Oysa senin malın yoktur, diye karşılık verir." [58]
kelimesinin faili (öznesi) bundan sonra gelen, olan cümledir.
"...anaya, babaya ve yakınlara maruf- uygun bir şekilde vasiyetle bulunmak size farz kılındı." İslâm'ın ilk zamanlarında vasiyet varislere yani mirasçı olanlara yapılırdı. Daha sonra bu âyet, "Şerhu'l-Menâr" adlı eserimizde de açıkladığımız gibi miras ile ilgili âyetin gelmesiyle neshedilmiş, hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.
Bir yoruma göre de bu âyet mensuh değildir, yani hükmü yürürlükten kaldırılmamıştır. Çünkü, âyet küfürleri sebebiyle mirasçı olmayanlar hakkında nazil olmuştur. Zira bu dönem henüz İslâm'ın yeni geldiği bir dönemdir. Dolayısıyla adam Müslüman olmuş ama, henüz ana ve babası Müslüman olmamış veya yakınları Müslüman olmamışlardır. İslâmiyet ise bu manadaki yakınlıklarda mirasçı olmaya yer vermiyor ve hak tanımıyor. Ancak buna sadece aralarındaki akrabalıkları sebebiyle bir mendup hüküm olarak farz olmaksızın bu durumda olanlara vasiyetin yapılabileceğine bir izin mahiyetindedir.
İşte bu şekilde âyetin yorumlanması durumunda, kelimesiyle farz kılındı manası murat olunamaz. demek, adaletle, demektir. Yani fakir ve yoksul bir kenara bırakılarak zengin olana vasiyetin yapılmaması ve malın üçte birinden fazlasının vasiyetle başkalarına bırakılmaması demektir.
"Bu, Allah'ın emir ve yasakları karşısında titizlikle davranıp sakınanlar -şirkten uzak duranlar- için bir borçtur." Buradaki, kelimesi müekked mastardır olup demektir. [59]
181 - Artık her kim bu vasiyeti işitip kabul ettikten sonra değiştirirse, bunun vebali ancak onu değiştirenlere aittir. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi en iyi işiten ve her şeyi en iyi bilendir.
"Artık her kim bu vasiyeti -şeriata uygun olarak yapıldığını vasi. ve şahitlerden- işitip kabul ettikten sonra -vasiyeti-değiştirirse "bunun vebali ancak onu değiştirenler aittir." Vasiyeti değiştirmenin vebal ve günahı yalnızca onu değiştirenleredir. Yoksa bu vebal ne vasiyet dene ve ne de kendileri için vasiyet yapılmış olanlaradır. Bunların bir günahları yoktur. Çünkü her ikisi de zulümden beri ve uzaktırlar.
"Hiç kuskusuz Allah her şeyi en iyi işiten -vasiyet edenin söylediklerini duyan- ve her şeyi en iyi bilendir." Vasiyeti değiştirerek zulmeden kimsenin de durumunu bilendir. [60]
182 - Bununla birlikte kim de vasiyet edenin hataya yönelmesinden veya günaha girmesinden endişe eder de ilgili kimselerin aralarını bulursa kendisine herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok çok merhamet edendir.
'Bununla birlikte kim. de vasiyet edenin hataya yönelmesinden veya günaha girmesinden endişe eder de, ilgili kimselerin aralarını bulursa kendisine herhangi bir günah yoktur."
Ayette geçen, kelimesi bildi (bilmek) manasınadır. Bu ifâde genelde Araplar arasında yaygın olarak kullanılır. Örneğin:
gibi ki, "Neredeyse göğün yağdırmasından korktum", demek olup bununla, bilgi yerine geçen galip zannı (kuvvetle muhtemel olan ihtimal) demek istiyorlar.
kelimesini Hafs dışında kalan Küfe okulu temsilcileri olarak kırat etmişlerdir. vasiyet konusunda yanılmak suretiyle haktan meyletmek, başka bir şeye yönelmek, demektir. sırf zulmetmek, haksızlık yapmak için bilerek yan çizmek demektir.
kendi lehlerine vasiyet yapılanlar demek olup bunlar da, ana baba ve akrabalardan meydana gelirler. İşte bunlar arasında şeriat ölçüleri içerisinde aralarını bulmaktır.
Çünkü bu kimsenin yaptığı değişiklik batıl ve yanlış olan bir şeyi hakka dönüştürmek, hak olanı gerçekleştirmektir. Bu açıdan bir vebal altına girmez. Önce hakkı değiştirip batıla yönelenleri anlatması ve sonra da batılı tekrar eski durumuna, yani hakka getirmesini, hakka dönüştürmesini zikretmesi meselesi her değiştirmenin ya da tebdilin vebal ya da günah olmadığını göstermek ve bildirmek içindir, bu bilinsin diyedir.
Bir yoruma göre de bu, vasiyet edenin hayatta iken olacak olan durumuyla ilgilidir. Yani, bir kimse bir vasiyet hazırlarken bir kimse de yanında bulunur ve yapılan vasiyetin şeriata aykırılığını görür de bunun üzerine ona mani olur ve öyle yapmaması gerektiği üzerinde durarak onu doğruya yöneltirse, dolayısıyla bu şekilde ilk defa hatalı bir vasiyete bulunan kimsenin bununla ilgili söyledikleri açısından kendisine bir günah ve vebal yoktur.
"Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok çok merhamet edendir." [61]
183. — 187. AYETLER
183. Ey iman edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki, takva ile hareket edip Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı hareket edersiniz.
184. Farz kılman oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutusun. Oruç tutmaya güç yetiremeyenler de bir yoksulu doyuracak miktar fidye versin. Her kim de kendi adına fidye miktarını fazlasıyla verirse bu, onun lehine çok daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, fidye vererek oruç tutmamanızdan oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
185. Ramazan ayı ki Kur'an o ayda indirilmiştir. O Kur'an insanlar için doğru yolu gösteren, doğruyu ve hak ile batılı ayırt eden ölçüleri koyan apaçık delilleri taşıyan kitaptır. O halde sizden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun. Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, size zorluk dilemez. Böylece size farz kılman sayılı günleri tamamlayasınız, size doğru yolu göstermesi nedeniyle Allah'ı tazim edesiniz ve şükredesiniz diyedir.
186. Kullarım sana benden sorduklarında, de ki: Ben onlara gerçekten çok yakınım. Bana dua edip çağırdığında dua edenin çağrısına cevap veririm. Öyle ise kullarım da benim davetime karşılık versinler ve bana iman etsinler ki doğru yolu bulmuş olsunlar.
187. Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılınmıştır. Eşleriniz sizin için birer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendi nefislerinize karşı kötülük ettiğinizi bildiğinden dolayı sizin tevbenizi kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Artık ramazan gecelerinde onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin. Şafak vakti, günün ağarması gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri de yaklaşmayın. İşte bunlar Allah'ın koyup çizdiği sınırlardır. Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğnemeyin. İşte Allah insanlara âyetlerini böylece açıklar ki yasaklanan sınırları çiğnemekten sakınsınlar. [62]
183 - Ey iman edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kıtındı. Umulur ki, takva ile hareket edip Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı hareket edersiniz.
"Ey imarı edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı."
Ayette geçen, kelimesi, fiilinden mastardır. Maksat ramazan ayında tutulan oruçtur. kelimesi farz kılındı, demektir. "Yazıldığı gibi ...yazıldı. " Bu ifade mahzuf bir mastarın sıfatıdır. Yani, Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) den itibaren sizin zamanınıza kadar bütün peygamberlere ve ümmetlerine de farz kılınmıştır. Çünkü, oruç oldukça eskiye dayanan bir ibadettir. Buradaki teşbihin, yani benzetmenin sebebi, eski ümmetlerin hepsini de günlere dayalı oruç ibadetiyle mükellef bulunmaları itibariyledir. Yani, "sizden öncekilerin ibadet ettikleri gibi, siz de günlerle sınırlı oruç ibadetiyle sorumlu tutularak ibadet edeceksiniz."
"Umulur ki. takva ile hareket edip Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı hareket, edersiniz'' Oruç sayesinde mas etlerden uzak kalırsınız. Çünkü, oruç nefsi kötülüklerden daha fazla korur. Onu kötü yerlere gitmekten daha çok alıkoyar, kötülüklerine set olur. Ya da bunun manası şöyle olur:
"Olur ki, siz bu sayede müttakiler zümresi içerisinde yer alırsınız. Çünkü oruç tutmak onların şiarıdır." [63]
184 - Farz kılınan oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutusun. Oruç tutmaya güç yetiremeyenler de bir yoksulu doyuracak miktar fidye versin. Her kim de kendi adına fidye miktarım fazlasıyla verirse bu, onun lehine çok daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, fidye vererek oruç tutmamanızdan oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
"Farz kılman oruç sayılı günlerdedir."
Burada, kelimesinin mansub oluşu, iledir. Yani: "Size «saydı günler» oruç tutmanız farz kılındı, " dernektir. yani zamanla vakitleri belirlenmiş sayılı günlerde, demektir. Yani az sayıda günler, demektir. Bu esasen şuna dayanmaktadır; az sayıdaki bir mal sayı ile değerlendirilir. Oysa çok olması halinde durum değişir.
"Sizden her kim hasta -oruç tutması halinde hastalığı artacak- ya da yolcu olursa -herhangi bir yolculuğa çıkarsa- kılamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun." Yani, bu takdirde o günlerde oruç tutmaz daha sonra kaç gün oruç tutamamış ise onlar sayısınca oruç tutsun.
Burada, kelimesi ma'dut, yani sayılı günler, demektir. Yani bu durumdaki bir kimseye daha sonra tutamadığı günler sayımca oruç tutması emrolunur.
hastalık veya yolculuk günleri dışındaki günler demektir. kelimesi vasıf olması ve bir de elif ve lâm harflerinden dönülmesi bakımlarından gayrı munsarif bir kelimedir. Çünkü, vezninde sıfat olan kelimelerde asıl olan cemi yani çoğul olmaları halinde elif ve lâm ile kullanılması gerekir. Örneğin: ve gibi.
"Oruç tutmaya güç yetiremeyenler de bir yoksulu doyuracak miktar fidye versin." Şimdi âyetin bu kısmına ait tefsirimizdeki yorumuna geçelim. Şöyle ki:
"Oruç tutmaya güçleri yettiği halde herhangi bir mazereti bulunmaksızın oruç tutmayanlara gelince, bunlar için"
"Bir yoksulu doyuracak miktar vermek vardır. " Bu miktar buğdaydan olursa bu, her gün için yarım sa'dır (ölçektir), eğer buğday dışındaki maddelerden olursa bu, bir sa'dır (ölçektir). Bir sa' ise yaklaşık dört kg. demektir. kelimesi, kelimesinden bedeldir.
Kıraat imamlarından Medine okuluna mensup olan Nafî (7(M69/ 689-785), Ebu Cafer ve ayrıca İbn Zekvan (v.242/856), cümlesini, olarak okumuşlardır.
Bu şekilde mazereti olmadan oruç tutmayıp da fidye verme durumu İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Çünkü bunlara oruç farz olmuş olmasına rağmen bir türlü alışamamışla ve oruç tutmak ağırlarına gidiyordu, açlık sıkıntı veriyordu. Dolayısıyla bu durumda olanlar için onlara oruç tutmayıp fidye vermeleri için bir ruhsat tanınmış oldu, bir muhayyerlik getirildi. Daha sonra bu muhayyerlik olayı şu hükümle neshedilmiş oldu, yürürlükten kaldırıldı.
"O halde izden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun.[64]
Nitekim bunun için, kavli yani, "Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa..." ifadesi tekrarlanmış oldu. Mademki bir kez hükmü yürürlükten kaldırılan yani mensuh olan â-yette bir kez zikredildi. O halde bir kez de hükmü yürürlükten kaldıran, yani nasih olan âyette de böylece zikredildi ki, gerçek anlaşılsın istendi. Böylece bu hükmün halen baki olduğunu ve yürürlülüğünün devam etmiş olduğunu göstersin diyedir.
Bir başka yoruma göre de bunu manası, yani güç yetiremeyenler, tutamayacak kadar mazereti bulunanlar, demektir. Dikkat edilirde burada kelimenin başına bir nefy edatı olan, takdir olunmuştur. Müzminlerin annesi bizim annemiz Hz. Hafsa'nın kıraatinde, harfi muzmardır, (gizli kılınmıştır). Bu değerlendirmeye göre âyet mensuh değildir, yürürlüktedir.
Her kim de kendi adına fidye miktarını fazlasıyla verirse bu -fazladan verme veya hayır yapma işi- onun lehine çok daha, hayırlıdır."
Kıraat imamlarından Hamza ile Ali, kelimesini olarak okumuşlardır. Bunun da manası, demektir.
"Eğer bilirseniz -ey gücü yetenler!- sizin için oruç tutmamanızdan, oruç tutmanız -fidyeden ve fazlasıyla hayır yapmaktan- daha hayırlıdır." Bu durum İslâm'ın henüz ilk dönemlerinde idi. Bir diğer yorum ise şöyledir:
'Yolculuk esnasında olsun hastalıklı durumunuzda obun eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Çünkü bu size daha ağır geleceğinden sevabı da o oranda artar."
cevabı mahzuf (gizli) olan bir şart cümlesidir. [65]
185 - Ramazan ayı ki Kur'an o ayda indirilmiştir. O Kur'an insanlar için doğru yolu gösteren, doğruyu ve hak ile batılı ayırdeden Ölçüleri koyan apaçık delilleri taşıyan kitaptır. O halde sizden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun. Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, size zorluk dilemez. Böylece size farz kılınan sayılı günleri tamamlayasınız, sîze doğru yolu göstermesi nedeniyle Allah'ı tazim edesiniz ve şükredesiniz diyedir.
"Ramazan ayı, ki Kur'an o ayda indirilmiştir."
Burada, ifadesi mübtedadır. Bunun haberi de, cümlesidir. Yani, ilk defa Kur'an'ın indirilmeye başlanması bu ayda olmuştur ve bu da bu aydaki Kadir gecesinden itibaren olmuştur. Ya da mana şöyledir:
Bu ayın şanı ve önemi dolayısıyla Kur'an indirilmiştir, hakkında bir âyet nazil olmuştur, ki bu da Rabbimizin: kavlidir.
kavli de, kelimesinden bedeldir. Ya da mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani, demektir. kelimesi de, kelimesinin mastarı olup, yakmak ve yanmak manasındadır. kökünden alınmadır. kelimesi buna izafe olunmuştur. Böylece bir alem (yani özel bir isim) olmuştur. Kelimenin marife olması ve kendisinde ile harfinin var olması sebebiyle gayri munsariftir. Bu isimle isimlendirilmiş olması, insanların ramazanda tuttukları oruç nedeniyle çektikleri açlık ve susuzluk sıkıntısı, zorluğu ve şiddetidir. Çünkü genelde Araplar ayları içlerindeki durum ve olaylara göre zaman açısından değerlendirmektedirler. Ramazan ayının ise yakıcı sıcak günlere denk düşmesi sebebiyle buna bu isim verilmiştir.
Eğer sen, "Kim ramazanı (ramazan ayında), inanarak ve mükafatım da Allah'tan bekleyerek oruç tutarsa..."[66] hadisindeki ifadeyi nasıl yorumlayacak ve bunun hakkında ne diyeceksin? Çünkü özel isim halini almış olan kelime, "muzafve muzafun ileyh" ile birliktedir. Oysa burada sadece "ramazan" geçiyor, ne diyeceksin? Buna benim cevabım şöyledir. Bu, bir karışıklığa meydan verilmeyeceği kesin olması bakımından bir tür hazf kabilindendir. Yani ramazan denince ramazan ayı demek olduğunun herkesçe bilinmesi nedeniyle ayrıca, "ramazan ayı" denmesine gerek yoktur.
ismi ya da kelimesi, Kur'an-ı Kerim'in her neresinde ge-çerse geçsin, İbn Kesir burada görüldüğü gibi hemzeli olarak, tarzında değil de, hemzesiz olarak, "el-Kuran" olarak okumuştur. Âyetin bundan sonra gelen kısmı ise hal olarak mansubtur ki, şu kısımdır:
"O Kur'an insanlar için doğru yolu. gösteren, doğruyu ve hak İle haldi ayırdcden ölçüleri koyan apaçık delilim taşıyan bir kitaptır." Şimdi de bu kısmın tefsirimizdeki yorumunu alalım. Şöyle ki:
"O Kur'an, insanları hakka, doğru yola ileten bir kitap olarak indirildi. O apaçık âyetlerden, net ve şüpheye meydan bırakmayan kanıtlardan, açık delillerden ibaret bir kitap olarak hakka yönlendirir. Hak ile batılı birbirinden ayırt eder."
Âyetin bu kısmında önce, bu Kur'an'in bir hidâyet olduğu, doğru yolu gösterdiği ele alındı. Hemen bunun ardından da, bu kitap ya da Kur'an ile Allah'ın insanları hidâyete yönlendirdiği apaçık âyetler (gerçekler) cümlesinden olduğu anlatıldı. Bunun hak ile batılı birbirinden ayırt eden bir kitap olduğu gerçeği üzerinde duruldu. Çünkü bu, Allah'ın vahyinin bir eseridir. Semavî olan kitaplarının gösterdiği bir gerçek çizgi ve yoldur. Çünkü bu vahiy ve semavî kitaplar hem insanları doğru yola iletir, yönlendirir ve hem hidâyet ile dalâlet (sapıklık) arasındaki farkı anlayabilme ve gerçeği kavrama imkanım verir.
"O halde sizden her kim o aya erişirse hemen, oruç tutsun." Yani kim bu ayda hazır ve mukim olur, misafir (yolcu) olmazsa hemen hiç durmaksızın bu ayda farz olan orucu tutsun. Sakın orucu tutmamazhk ederek yemesin.
kelimesi zarf tümleci olarak mansubtur. Aynı şekilde, kelimesinde ki, zamiri de zarf olarak mansubtur. Yoksa mef ulü bih değildir. Çünkü, ister mukim olsun ve ister yolcu olsun her ikisi de zaten o aya şahit oluyor ve o ayda bulunuyorlar.
"Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun."
Burada, mübtedadır. Haberi ise mahzuflur (gizlidir). Yani, bu kelime takdirinde olup, kendisi için tutamadığı günlerin orucunun tutmak vardır, demektir.
"Allah -yolculuk ve hastalık sırasında- sizin için kolaylık di/e/\ size zorluk dikmez." Hasta ve yolcu olanlara oruç tutmamayı farz kılanlar bakımından meseleye bakılınca, hasta ve yolcunun bu durumda oruç tutmaları halinde, her ikisine de oruçlarını iade etmeleri gerekir. Çünkü bu gibi bir durumda oruç tutmamaları kimilerine göre farz kabul ediliyor. İşte böyle bir yanlışa düşülmemesi için bundan geri dönülmüştür. Yani bu gibilerin oruç tutup tutmamaları ramazan içinde muhayyerdir. Durumları müsait olduğunda ise tutmak zorundadırlar.
"Böylece size farz kılınan sayılı, günleri tamamlamanız," Yani, hastalık veya yolculuk gibi mazeret ortadan kalkınca, tutamadiğiniz günler sayısınca kaza etmek suretiyle sayıyı tamamlamanız. Burada illet olarak gösterilen fiil mahzuftur (gizlidir). Çünkü daha önce geçen ifadeler buna işaret etmektedir. Dolayısıyla bu, takdirindedir ki, "...bilmeniz ve böylece size fan kılınan sayılı..." demektir.
"Size doğru yolu göstermesi nedeniyle Allah'ı tazim edesiniz ve şükredesiniz diyedir." Yani bütün bunlar için Allah bunları meşru kılmıştır. Kısaca ramazan a-yında hazır bulunanların o ayda oruç tutmaları, verilen ruhsatların da ileride tutamadığı sayıyı tamamlamaları kaydıyla oruç tutulmamasına izin verildiği gerçeğini aktaran bu hususlar işte bu maksatladır.
kavli, tutulamayan sayının yerine getirilmesi emrinin illeti ve sebebidir. kavli.ise, orucu kaza etme keyfiyetinin bilinmesi ile oruç yeme bağlayıcılığından ya da sorumluluğundan çıkmayı bilmenin illetidir.
ise ruhsata ilişkin illettir. Bu, güze! ve latif bir leff örneğidir, yani edebî bir örnektir. Âyetteki "tekbir" yani, kelimesi, cer edatı ile müteaddi olmuştur. Çünkü "hamd" manasını içermektedir. Sanki şöyle denir gibidir:
Bu da, "...size doğru yolu göstermesi sebebiyle O'na hamd ederek O'nu tazim edesiniz." Kıraat imamlarından Ebu Bekir, kelimesini, olarak şeddeli halde okumuştur.
Bir bedevinin Rasulüllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
"Rabbimiz bize yakın mı, yakınsa biz fazla ses çıkarmadan düşük bir ses tonuyla Rabbimize yakaralım, yok uzak ise sesimizi yükselterek O'na yalvarahm." demesi üzerine işte aşağıdaki âyet bununla ilgili olarak nazil olmuştur.[67]
186 - Kullarım sana benden sorduklarında, de ki onlara: "Ben onlara gerçekten çok yakınım. Bana dua edip çağırdığında dua edenin çağrısına cevap veririm. Öyle ise kullarım da benim davetime karşılık versinler ve bana iman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsunlar.
"Kullarım sana beni sorduklarında de, ki onlara: «Ben onlara gerçeklen çok yakınım.»'" Allah'ın mekandan münezzeh olması itibariyle kullarına ilmiyle ve onların isteklerine icabetle çok daha yakındır.
"Bana dua edip çağırdığında, dua edenin çağrısına, cevap veririm." Kıraat imamlarından Sehl b. Muhammed ile Yakup b. îshak, ve kelimelerini, her iki halde de, ve olarak okumuşlardır. Nitekim, kıraat imamlarından Kalun dışında vasi halinde Ebu Amr ile Nafı de bu ikisine muvafakat etmişlerdir. Diğer kıraat imamları ise her iki durumda da harfi olmaksızın kıraat etmişlerdir.
Diğer taraftan, yapılan dualara icabet etmesi yüce Allah tarafından doğru olan bir vaaddir, söz vermedir ki, bu konuda Allah asla sözünden dönmez. Ancak duaya icabet bazan ihtiyacın giderilmesine muhalif olabilir. Yani ihtiyacı dışında bir başka şekilde tezahür edebilir. Duaya icabet meselesine gelince kulun: "Rabbim!" demesi, Allah'ın da, "Buyur kulum!" diye buna bu şekilde cevap vermesidir. İşte bu, her mü'min için vaad olunan ve var olan bir gerçektir.
Kaza-i hacet denilen ihtiyacın karşılanmasına gelince, bu, istenenin verilmesi demektir. Bu ise bazen karşılanabilir, yerine getirilir, bazen de istendikten bir müddet sonra olabilir, gerçekleşebilir. Bazen ise bu arzu ahirette karşılanır ya da bu, istekte bulunan, dua eden için kendisi adına daha hayırlı olabilecek bir şekilde bir başka türlü ortaya çıkar.
Onların kendi ihtiyaçları için bana dua ettikle-rinde benim onlara icabet ettiğim gibi, ben kendilerini bana iman etmeye ve itaate bulunmaya çağırdığımda "Öyle üse kullarım da benim davetime karşılık versinler ve" ''bana iman etsinler ki, "doğru yolu bulmuş olsunlar." Yani azgınlık ve sapkınlıktan kurtulup doğruyu umabilsinler.
"Rüşd" kelimesi, "ğayry" kelimesinin zıddı, karşıtıdır. Burada, ve kelimelerindeki harfi her ikisinde de emir manasınadır. [68]
İslâm'ın ilk zamanlarında adam akşam olup da iftar edince bu zamandan itibaren yatsı vaktine erişip namazını kılıncaya veya bundan önce yatıp uyumasına kadar yemesi, içmesi ve eşiyle cinsel ilişkide bulunması helâl idi. Bir yasaklama yoktu. Ancak yatsı namazını kıldıktan ya da yatıp uyuduktan sonra artık hiçbir şey yapmaksızın ertesi akşama kadar kendisine yeme, içme ve eşleriyle cinsel ilişkide bulunma haram kılınmıştı. Ancak bir gece Hz. Ömer (Radıyaüahn Anh) yatsıdan sonra eşiyle beraber oldu. Yıkanınca ağlamaya ve kendi, kendisini kınamaya başladı. Hemen Rasulûüah (Sallallâhu Aleyhi ve Selem) koşup geldi ve olup biteni ona anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de,
— Ben bu hususta bir şey diyebilecek ve yapabilecek bir güce-hakka sahip değilim, buyurdu. İşte bunun üzerine, âyeti nazil oldu.[69]
Şimdi âyetin tefsirine geçebiliriz. [70]
187 - Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılınmıştır. Eşleriniz sizin için birer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendi nefislerinize karşı kötülük ettiğinizi bildiğinden dolayı sizin tevbenizi kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Artık ramazan gecelerinde onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin. Şafak vakti, günün ağarması gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri de yaklaşmayın. İşte bunlar Allah'ın koyup çizdiği sınırlardır. Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğnemeyin. İşte Allah insanlara âyetlerini böylece açıklar ki yasaklanan sınırları çiğnemekten sakınsınlar.
"Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yrtklaşrnanız size helâl kdınmışlır."
cinsel ilişki, cima demektir. burada cer edatı ile müteaddi (geçişli) yapılmış ki, bundan ifza yani cinsel ilişki manası anlaşılsın. Ayette cinsel ilişki ifadesi, lafzıyla kinaye olarak zikredilmiştir. Çünkü bu, çirkinlik ve yanlışlık anlamında cinsel ilişkiye geçme manasına delâlet etmektedir. Âyette, denilmiş ve fakat, buyurulmamıştır. Çünkü henüz ramazanda cinsel ilişki serbestliği getirilmediği için böyle bir fiil çirkin bir fiil olarak kabul ediliyordu. Nitekim bu durum kendi nefislerine ihanet olarak adlandırılmıştır.
Mademki kadın ve erkek her ikisi birlikte aynı çarşafın ya da yorganın altında kucaklaşıp beraber olmaktadırlar. Her ikisi de bu manada tek bir örtü içinde yer aldıklarına göre bu durum kişinin üzerinde onu tümüyle kuşatan elbiseye benzetilerek ifade olunmuştur. Bunun için Rab-bim şöyle buyurmuş:
"Eşleriniz sizin için —sizi haramdan koruyup örten- birer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz."cümlesi bir istinaf (yeni cümledir), bir ara cümledir ki, adeta olayın helâl kılınma gerekçesini açıklar gibidir. Mademki sizinle eşleriniz arasında bu manada bir iç içelik varsa, tıpkı üzerinize giydiğiniz elbise gibi hep berabersiniz, artık onlara karşı sabrınız ve dayanma gücünüz azalmıştır. Onlardan uzak kalmanız ve kaçınmanız gittikçe ağırlaşmış ve sabredemeyeceğiniz bir duruma gelmiştir. İşte bunun için yüce Allah size bu konuda ruhsat ve izin vermiştir.
'Allah sizin kendi nefis-lerinize karsı -cinsel ilişkide bulunmakla ve alacağınız sevabınızdan eksiltmekle- kötülük ettiğinizi bildiğinden dolayı sizin -işlediğiniz sakıncalı işten tevbe etmeniz ve dönmeniz sebebiyle- tevbenizi kabul buyurdu ve sizi -ruhsattan Önce işlediğiniz suçtan- bağışladı."
"İktisab" kelimesinin, "kesb" kelimesinden alınmış olması gibi, kelimesi de "hıyanet" kelimesinden alınmadır. Dolayısıyla bunun manasında ziyadelik ve şiddet vardır.
"Artık ramazan gecelerinde onlara yoklasın." Ramazan gecelerinde onlarla cinsel ilişkiye girin. Bu mubahlık anlamında bir emirdir. Yani, cinsel ilişkiye girebilirsiniz, demektir. Âyette cima (cinsel ilişki), mübaşeret kelimesiyle yani, kelimesi ile dile getirilmiş olması, her iki cinsin tenlerinin birbirlerine temas etmesi, direkt olarak değmesi sebebiyledir.
"...ve Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin" Allah'ın sizin için taksim edip bölüştürdüğünü arayın. Çünkü Levh-i Mahfuz'da çocuğun dünyaya gelmesini, doğrudan cinsel ilişkiyle olacağını tesbit etmiştir. Yani bu, şu demektir; yalnızca şehevî arzularınızı tatmin için cinsel ilişkiye geçmeyin. Ancak Allah'ın evlenme yoluyla istediği çoğalmayı ve nesil üretmeyi isteyerek ve bunu dileyerek cinsel ilişkiye geçin.
Ya da bunun anlamı şudur: "Allalı'ın sizin için yazdığı ve emredip helâl kıldığı mahalden arayın. Yoksa istemediği ve haram kıldığı yerden değil"
"Şafak vakti günün ağarması gecenin karanlığuıdan ayırt edilinceye kadar yiyin, için,"
Bu vakit, sabahleyin doğu tarafında tan zamanından itibaren uzun bir çizgi (hat) halinde enine doğru genişleyerek yayılan vakittir. Uzayıp giden gece karanlığı demektir. Her iki vaktin de beyaz ve siyah ipliğe benzetilmeleri, her ikisinin de uzayıp gitmesi sebebiyledir. ise, beyaz iplikten ya da çizgi veya hattan maksadın fecre (tan yerine) veya şafak vaktine dahil olduğunu, bundan başka bir şeye dahil olmadığını açıklamak içindir. Dolayısıyla, ifadesinin ayrıca açıklanmasına bu ifadesi sayesinde gerek duyulmamış oldu. Çünkü, bunlardan birisinin açıklanması demek, aynı zamanda ötekisinin de açıklandığı anlamına gelir. Ya da buradaki cer edatı, tab'iz içindir, yani "bir kısmı" demektir. Çünkü bu, fecrin birazı ve başlangıcı demektir.
Âyette, ifadesinin zikredilmesiyle cümle istiare durumundan çıkarılmış olup, böylece beliğ (edebî) bir teşbih (benzetme) yapılmış olmaktadır. Örneğin, "Ben bir arslan gördüm." dediğin zaman bu bir mecaz olmuş olur. Fakat buna bir ilâve yaparak, "Ben filanlardan bir arslan gördüm. " dediğinde ise, bu defa teşbihe, yani benzetmeye yönelmiş olursun. Örnek, bir teşbihe (benzetmeye) döner.
Adiy b. Hatim (Radıyaliahü Anh) anlatıyor, diyor ki;
"Biri beyaz diğeri de siyah olan iki ip aldım. Bunları yastığımın altına koyarak, sabahın olup olmadığını anlamak ve ayırt etmek için biri beyaz ve diğeri siyah olan bu iki ipe bakıp dururdum. Fakat karanlık sebebiyle bir türlü siyah ile beyazı ayırt edemedim. Sonunda bu durumu Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) bildirdim. Bunun üzerine Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onun saflığına işaret ederek şöyle buyurdu:
— "Sen, gerçekten kafası geniş olan birisin." (Aslında bununla kafasının çalışmadığına, bir bakıma beyinsizliğine bir işaret vardır). Rasulullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) devamla:
— Doğrusu bu, gündüzün beyazlığı (ışıması) ve gecenin de karanlığı demektir."[71]
"Sonra akşama kadar orucu lamamlayın." Bu kavliyle Rabbimiz söz konusu şeylerden artık uzak durulması gerektiğini bildiriyor. Yine buradan, ramazan orucunda gündüz vakti içinde oruca niyet yapılabileceğinin caiz olduğunu da öğrendiğimiz gibi cünüplükten dolayı yıkanmayı fecir (şafak) ya da tan vaktine kadar ertelemenin de caiz olduğunu öğreniyoruz.
Bir de visal orucunun, yani hiç iftar etmeksizin ve ara vermeden art arda oruç tutulamayacağını da bu âyet gösteriyor. Bile bile yeme ve içme yüzünden kefaretin (cezanın) vacipliğini (farz olduğunu) da yine öğreniyoruz. Aynı şekilde cünüp olmanın oruca bir zarar vermediğini, buna aykırı gelmediğini de öğrenmiş bulunuyoruz.
"Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri de yaklaşmayın." Ayetin bu kısmından da, ramazan ayında geceleyin kişilerin eşleriyle cinsel ilişki kurmalarının helâl olduğunu ve fakat mescit ve camilerde itikafta bulunanların ise geceleri de eşleriyle cinsel ilişkiye girmelerinin yasak olduğuna açıklık getiriliyor ve buna dikkat çekiliyor. Ayrıca cümle hal yerindedir. Yine bu âyetten anlaşıldığı gibi itikafa girmek ancak mescitlerde olur, başka yerde değil. Ancak mescitler için de özeİ bir mescit değil, herhangi bir mescit olursa olsun bu, caizdir, olabilir.
"İşte bunlar -zikredilen hükümler- Allah 'm koyup çizdiği sınırlardır." Bu sınırlara aykırı hareket ederek ve onları değiş-tirerek "Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğnemeyin." "İşte Allah insanlam ayetlerini -şeriatlerini ve hükümlerini- böylece açıklar ki, yasaklanan -haram kılınan- sınırları çiğnemekten sakınsınlar." [72]
188. — 195. AYETLER
188. Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bildiğiniz halde halka ait hiçbir malı haram yollardan yemeniz için o malları hakim ve idarecilere verip yedirmeyin!
189. Sana hilâl şeklinde doğan yeni ayları soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için ve Özellikle de hac için vakit ölçüleridir. Birr (erdemlilik) ihramlı iken ve hac dönüşü evlere arkadan gelip girmeniz değildir. Fakat asıl erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek sakınanların gösterdiği erdem ve davranıştır. Öyleyse evlere normal giriş kapılarından girin. Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefetten sakının u-zak durun ki, kurtuluşa eresiniz.
190. Size karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın! Sakın saldırganlıkta bulunmayın. Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak hadlerini aşanları sevmez.
191. Size karşı savaşanları her nerede bulur (yakalarsanız) hemen orada öldürün! Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın! Fitne (Şirki ve şirk düzenlerini ayakta tutmak için baş vurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir. Onlar Mescit-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de fırsat tanımaksızın onları hemen öldürün. İşte hakka karşı çıkan kâfirlerin cezası böyle verilecektir.
192. Eğer şirk ve bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de onlara dokunmayın. Çünkü Allah mağfiret edendir ve merhamet edendir.
193. Fitne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer inkârdan ve saldırmaktan vazgeçerlerse bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.
194. Haram (saldırmazlığın geçerli olduğu) ay, haram aya karşılıktır. Hurumat (denen, dokunulmaz zaman ve mekanlarda dokunulmazlıklar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerlidir). Öyleyse her kim saldırmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona saldırdığı kadar saldırın. Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemekten sakının ve bilin ki Allah, koyduğu yasaklan çiğnemekten sakınanlarla beraberdir.
195. Allah yolunda harcama yapın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Hep iyilikte devam edin. Çünkü Allah muhsinleri (her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) sever. [73]
188 - Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bildiğiniz halde halka ait hiçbir malı haram yollardan yemeniz için o malları hakim ve İdarecilere verip yedirmeyin!
"Aranızda matlarınızı haksız sebeplerle -Allah'ın mubah kılmadığı ve meşru saymadığı yollarla kiminiz kiminizin mallarını- yeninin. '*
"Kendiniz bildiğiniz halde halka ait hiçbir malı lıaram yollardan yemeniz için o nvıllan hakim ve idarecilere verip yedirmeyin "
cümlesi meczum olup nehiy (yasak) hükmü içerisindedir ve takdirindedir. Yani, onun durumunu, işini ve o konuda hüküm vermesini isteyerek hakim ve yöneticilere aktarmaym, götürmeyin, demektir.
halka ya da insanlara ait hiç bir malı, hakim ve yöneticilere peşkeş çekmek için yalan yere şahitlikte bulunarak veya yalan yere yemin ederek ya da haksız tarafla anlaşmak suretiyle bile bile yanıltma ve aldatma yolunu seçerek zalimden, ezenden yana hareket ederek yedirmeyin.
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir hadislerinde birbirleriyle hasım olan iki kişini davalarına bakarlarken şöyle buyurmuşlar:
"Nihayet ben de ancak bir beşerim. Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz. Ola ki, biriniz diğerine göre konuşması ve deliliyle daha kurnazca hareket ederek beni ikna edebilir ve ben de ondan dinlediklerim doğrultusunda onun lehine hüküm (karar) verebilirim. Kardeşinin hakkı olan bir şeyden her kimin lehine bir hüküm vermiş isem, ondan hiçbir şey almasın. Çünkü benim onun lehine verdiğim hüküm (karar) ateşten bir parçadır."
İşte bunun üzerine davalı ve davacının her ikisi de ağlamaya başlarlar ve her biri kendi hasmı lehine feragat ederek:
— Bana ait olan hakkım arkadaşıma kalsın demişlerdir.[74]
Bir başka yoruma göre ise, ile dikkat çekilmek istenen şey, o malların bir kısmını art niyetli hakim ve yöneticilere rüşvet olarak verilip yedirilmemesidir.
Âyetteki, kelimesi, kökünden türemedir. Bu da atmak ve sarkıtmak manalarına gelir. Örneğin; denir ki bu, kuyudan su ihtiyacını karşılamak için oraya kovasını sarkıtıp oradan su çekmek, demektir. İşte burada hakim ve yöneticilerin önüne rüşvet atarak haksız olduğu bir noktada davayı kendi lehine dönüştürmek içindir ki, haramdır.
Kendinizin batıl yolda olduğunuzu, haksız olduğunuzu bildiğiniz halde. Böyle bir masiyeti (çirkefliği) bilerek işlemek suretiyle daha iğrenç bir konuma gelmektir. Bunu yapan bir kimse de kesinlikle kötüîenmeyi, tevbihi çok daha fazlasıyla hak etmiştir.
Muaz b. Cebel Hz. Peygamber (Sallâllahu Aleyhi ve Selem), hilâl ile ilgili soru yöneltir ve:
"Ey Allah'ın Rasulü! Nedir bu hilâlin durumu? Bir bakıyorsun ip gibi inceliyor, o şekilde gözüküyor, sonra da giderek yavaş yavaş doluyor ve nor-
mal haline geliyor. Sonra tekrar eksilmeye başlıyor ve böylece yine ilk haline dönüyor. Güneş gibi hep aynı durumda kalmıyor, acaba neden?"
İşte bu soru üzerine aşağıda tefsirini yapacağımız âyet nazil olmuştur.[75]
189 - Sana hilâl şeklinde doğan yeni ayları soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için ve özellikle de hac için vakit ölçüleridir. Birr (erdemlilik) ihrama iken ve hac dönüşü evlere arkadan gelip girmeniz değildir. Fakat asıl erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek sakınanların gösterdiği erdem ve davranıştır. Öyleyse evlere normal giriş kapılarından girin. Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefetten sakının (uzak durun) ki, kurtuluşa eresiniz.
"Sana, hilâl şeklinde doğan yeni aylan soruyarlar." kelimesi "hilâl" kelimesinin çoğuludur. Buna bu ismin verilmesi, halkın hilâli görmesiyle seslerini yükseltmelerinden ötürüdür.
Onlar insanlar için özellikle de hac için vakit ölçüleridir." Yani, bunlar öylesi ölçü ve işaretler (alâmetlerdir) ki, halk bunlar sayesinde ne zaman ziraat yapacaklarını, ekinlerini ne zaman ekip, ne zaman biçeceklerini, ticari yönden alış verişlerindeki alacaklarının ve vereceklerinin zamanlarını belirlemede, ne zaman ve hangi ayda oruç tutmaları gerektiğini, ne zaman bayram yapacaklarını, kadınlarının iddet sürelerini, hayız (aybaşı) dönemlerini (günlerini), gebelik sürelerini, doğumlarını ve daha buna benzer şeyleri belirleyen zaman belirleme ölçüleridir.
Bunlar dışında ayrıca hac ibadetiyle ilgili vakitlerin belirlemesinde de hilâl bir vakit ölçüsüdür.
Bir de Ensar'dan yani Medineli Müslümanlardan kimileri ihrama girdikleri zaman herjıangi bir bağ - bahçeye, bir eve ve çadıra kapılarından içeri girmezlermiş. Bunlardan köy ve kasabalarda yerleşik halk olarak oturanlar, evlerinin arkasından bir delik (kapı) açarlar ve buradan evlerine girip çıkarîarmış. Köy ve kasaba gibi yerlerde yerleşik olarak kalmayıp da çadır hayatı yaşayanlar da, çadırlarına, kapının bulunduğu istikametin tersine olan arka taraftan girer çıkarîarmış. İşte şimdi tefsirini yapacağımız âyetin bu kısmı bu gerçeğe işaret ediyor.
"Birr (erdemlilik) ihramlı iken ve hac dönüşü evlere arkalarından gelip girmeniz değildir." Yani, asıl fazilet ve erdemlilik evlere girmek için kendinizi zora sokmakta değildir.
Bu âyetteki, kelimesinin merfu kılınmasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Daha önce, Bakara Sûresi 177. âyetde açıkladığımız gibi âyet orada iki şekilde yorumlanabilir bir ihtimal taşımaktadır. Orada hem merfu ve hem de mansub olarak okunması caizdir. Oysa buradaki âyette sadece bir tek yorum ihtimali vardır. Bu da merfu okunması ihtimalidir. Çünkü cer edatı yalnızca kelimesinin haberine dahil olur.
erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek -Allah'ın haram kıldıklarından -sakınanların gösterdiği erdem ve davranıştır."
Kıraat imamlarından Nafı, Ebu Cafer, Ebu Amr, Yakup ve Hafs, kelimesini görüldüğü gibi zamme (ötre) ile okumuşlardır. Ki asi olan da zaten budur. Tıpkı, ve kelimeleri gibi.
Ancak harfinden sonra gelen harfi sebebiyle harfini kesreli olarak, tarzında okuyanlar da olmuştur. Fakat böyle bir okuma tarzında kesreden zamme harekesine geçişi gerektirmektedir.
Onların hilâller hakkında soru sormalarında sanki şöyle bir soru sorulmuş gibi: "Bu hilâllerin eksilip artmasındaki hikmet nedir?" Bilindiği gibi yüce Allah her ne yaparsa mutlaka bir hikmete dayalı olarak onu işler. Dolayısıyla siz hilâlden falan soru sormayı bırakın da işlemekte olduğunuz ve birr (iyilik ve fazilet) sandığınız halde iyilik ve faziletle hiçbir alakası bulunmayan bu gerçeğe ve bu tek haslete bakın, onun üzerinde düşünün.
İşte bu şekildeki bir yorumla bu kısmın âyetin öncesiyle bağlantısı mümkün olabilmektedir.
Bir diğer ihtimale göre de bu, bir tür konuyu değiştirmektir. Mademki burada hac ile ilgili vakitlere değinildi. Hemen buradan bir saptama yapılarak onların hac esnasındaki fiillerine de böylelikle değinilmiş oldu.
Bir başka ihtimal de şudur: Bu, onların sorularına bir bakıma aksiyle bir cevap oluşturma açısından bir temsil, yani örneklendirmedir. Yani, böylesi bir soru sormak adeta evin normal giriş kapısından girmeyi bırakıp da arka taraftan açtığı bir delikten içeriye girenin durumuna benzemektedir. Mana şöyledir:
"Som sormakla meseleyi çarpıtarak üzerinde durmak istediğiniz ve yapmamanız gereken şeyi islemeniz iyilik ve fazilet değildir. Ancak asıl fazilet ve iyilik, haramlardan sakınanların, yasaklardan kaçınanların ve bu türden isler işlemeye kalkışmayanların fazilet ve iyiliğidir."
"Öyleyse evlere (normal) kapılarından girin." İşlere başlamanız gereken noktadan ve yerlerden başlayın. Tersine iş yapmayın. Ya da bundan murat şudur:
Allah'ın yaptığı tüm fiillerin mutlaka bir hikmete dayalı olarak ve doğru bir şekilde işlediğine iman etmek, buna şekilde itikatta bulunmaktır. Herhangi bir şüpheye ve yanlışa düşmeden, bunlara fırsat vermeden inanmaktır. Bu konuda bir şüpheye yer olmadığına kesin iman etmektir. Bunlar olmalı ki, herhangi bir soru sorulmamış olsun. Çünkü, bu türden soruların sorulmasında bir tür şüphenin yer aldığına işarettir. Bunlardan da uzak durulmalıdır. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir."[76]
"Allalıhn emir ve yasaklarına muhalefet ten sakının - uzak durun ki -ebedî nimetleri elde ederek- kurtuluşa erk siniz." [77]
190 - Sîze karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş a-çın! Sakın saldırganlıkta bulunmayın. Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak hadlerini aşanları sevmez.
"Size karsı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın!" Allah yolunda savaş açmak demek, Allah'ın kelimesinin yücelmesi, dininin aziz olması ve uygulama alanına geçirilmesi için cihad etmektir. Ancak karşı taraftan size herhangi bir şekilde engel çıkarmaksızm ve savaşa girişmeksizin dokunmazlarsa, siz de onlara bir müdahalede bulunmayın. İşte bu duruma göre bu âyet, yüce Rabbimizin şu kavliyle mensuh bulunmaktadır, yani hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.
"Müşrikler size karşı nasıl topyekûn olarak savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn olarak savaşın!"[78]
Rivayete göre Bakara Süresindeki bu âyet savaşma konusunda ilk inen âyettir. Böylece Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kendisiyle savaşanlarla savaşır, savaşmayanlardan da uzak dururdu, onlara herhangi bir şey yapmazdı.
Ya da bunun manası şöyle olabilir: Sizinle doğrudan savaşanlarla ve açıkça düşmanlık sergileyenlerle Allah için savaşın. Fakat yaşlı, çocuk ve kadın gibi sizinle doğrudan savaşmayan, bir hareket içinde bulunmayanlarla savaşmayın. Bunları savaşın dışında tutun.
Ya da her manadaki inkarcı kâfirlerle, İslâm'a ve hakka karşı olanlarla Allah yolunda savaşın, demektir. Çünkü bunlar ve bunlar gibi hareket edenlerin tümü, Müslümanlara karşı topyekün imha planının içinde yer almaktadırlar ve fiilen savaş halindedirler. Dolayısıyla böyle bir a-maçla hareket eden kâfirler adeta Müslümanlara karşı savaşıyor hükmünü taşırlar. Bu itibarla bunlar da asla göz ardı olunmamalıdırlar.
"Sakın -savaşı ilk başlatan olarak veya size yasaklanan şeyleri yapmakla örneğin kadınları, yaşlıları ve benzerlerini ezerek veya müsle yaparak- saldırganlıkta bulunmayın."
Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak hadlerini asanları sevmez." [79]
191 - Size karşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen orada Öldürün! Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın! Fitne (Şirki ve şirk düzenlerini ayakta tutmak için baş vurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir. Onlar Mescit-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa sîz de fırsat tanımaksızın onları hemen öldürün. İşte hakka karşı çıkan kâfirlerin cezası böyle verilecektir.
"Size kwşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen orada öldürün."
"Sekf" kelimesi üstün gelmek suretiyle bulup yakalamak demektir. Yani, kelime hem yakalama ve hem de üstün gelme anlamında bulmak demektir.
"Sizi çıkardıklojı. yerden —Mekke'den- siz de onları çıkarın!" Yüce Allah bu âyet ile onlara Mekke'nin fethini vaat buyuruyor. Nitekim Rasulûllah (Sallallâim Aleyhi ve Sellem) Mekke'nin fethi günü de Müslüman olmayanları buna dayanarak Mekke'den çıkarıp atmıştır.
"Fitne (şirki ve şirk düzenlerini ayakta tutmak için başvurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir." Onların Allah'a şirk koşmaları sizden dolayı onların helâl kılman ölümlerinden bu şirk olayı daha beterdir. Bir diğer yoruma göre de buradaki fitneden kasıt, ahiret azabıdır. Farklı diğer bir yoruma göre de fitne, insanın karşı karşıya kaldığı belâ, felâket, sıkıntı ve musibet demektir. Kişinin bu türden karşı karşıya bulunduğu sıkıntılar Ölümden daha beter gelir.
Nitekim bir bilge kişiye:
— Ölümden daha beter ve şiddetli şey nedir, diye sorulur. O da:
— Karşı karşıya kalınan mihnet ve sıkıntı sebebiyle ölümün temenni edilmesi olayıdır, der. Nitekim, bir kimsenin Öz vatanından çıkarılması, sürgün edilmesi, kişinin sırf bu ezadan dolayı ölümü arzuladığı olaylardandır.
"Onlar Mescid-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz efe onlarla, orada savaşmayın." Harem dahilinde ve çevresinde olsun savaşa ilk başlayanlar ve saldırıya ilk geçenler onlar olmadıkça buna ilk başlayan siz olmayın. Biz Ehl-i Sünnet'e (Hanefilere) göre Mescit-i Haram ifadesiyle tüm, harem sınırları buna dahildir.
"Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de fırsat tanımaksızın onları hemen -Harem'de- öldürün." Her ne kadar, "Size karşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen orada öldürün!" hükmüne göre bütün mekanlarda İslâm düşmanlarını öldürmenin rnübah olduğu, bir sakıncasının bulunmadığı ifade edilmiş ise de bize (Hanefilere) göre haram aylarda savaşılır. Ancak onlar savaş ve saldırıyı ilk başlatan olurlarsa biz de hemen onlarla savaşırız ve saldırırız. Bunun Harem dahilinde olup olmaması fark etmez.
Ancak, "Onlar Mescit-i Haram 'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın." kavlinde Özellikle Harem'in söz konusu edilmesi ve burada savaşa başlama izni, ilk saldırının ve savaşın onlar tarafından başlatılması halinde biz de ayniyle karşılık veririz. Nitekim "Şer-hu'1-Te'vilat" eserinde de böyledir.
"işte hakka karşı çıkan kâfirlerin cezası böyle verilecektir." Bu cümle mübteda ve haberdir.
Kıraat imamlarından Hamza ve Ali elifsiz olarak tarzında kıraat etmişlerdir. [80]
192 - Eğer şirk ve bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de onlara dokunmayın. Çünkü Allah mağfiret edendir ve merhamet edendir.
"Eğer şîrk ye bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de onlara dokunmayın. Çünkü Allak -onların geçmişte işledikleri azgınlı ve taşkınlıklarını- mağfiret edendir, -tevbe ve imanlarını kabul etmekle de- merhamet edendir[81],"
193 - Fitne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer inkârdan ve saldırmaktan vazgeçerlerse bilin ki, zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.
"Filne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya, -şeytani ve tağuti bir düzene imkan kalmaymcaya ve Allah'tan başkasına kulluk edilmeyinceye- kadar onlarla savaşın."
Bu âyetteki, fiili tam fiildir. kelimesi de, ya da manasınadır.
Eğer inkârdan ve savaştan vazgeçerlerse biliniz ki zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." Eğer küfrü bırakırlarsa artık onlarla savaşmayın. Çünkü zalimlerden başkasma düşmanlık yoktur. Zalimler de kalmayınca artık dokunmayın. Ya da bunun yorumu şöyle de olabilir:
"Düşmanlıkta ısrar eden zalimlere karşı değil, zulmetmeyenlere karşı bir şey yapmayın."
Benzerlik sebebiyle zalimlerin cezası zulüm olarak adlandırıldı. Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi:[82]
Bunu biraz sonra açıklayacağız.
Müşrikler Hudeybiye senesinde haram olan ayda, yani savaş yapılmaması gereken ve dokunulmazlığın bulunduğu bir ayda Müslümanlara savaş açmışlardı. Bu ay zilkade ayı idi. Müslümanlar umrelerini kaza etmek maksadıyla umre haccı için yola çıktıklarında ve savaşmayı da istemediklerinden Ötürü -ki çıktıkları ay da yine haram olan zilkade ayı idi— kendilerine işte aşağıdaki âyette belirtildiği şekilde cevap verildi. [83]
194 - Haram (saldırmazlığın geçerli olduğu) ay, haram aya karşılıktır. Hurumat (denen, dokunulmaz zaman ve mekanlarda dokunulmazlıklar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerlidir). Öyleyse her kim saldırmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona saldırdığı kadar saldırın. Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemekten sakının ve bilin ki Allah, koyduğu yasakları çiğnemekten sakınanlarla beraberdir.
"Haram (saldırmazlığın geçerli olduğu) ay haram aya karşılıktır."
Burada, mübtedadır. de bunun haberidir. Yani; mademki onlar geçen yıl bu haram ayda dokunulmazlığı hiçe saydılar ve saldırı olabilecek girişimlerde bulundular. İşte onların o aydaki hareketlerine ve davranışlarına karşılık biz de aynı ayda görevimizi gerektiği gibi yerine getireceğiz ve ne icabederse onu da yaparız. Onların yasakları çiğnemeleri halinde biz de aynıyla karşılık veririz. Nasıl ki onlar o yasaklı ayda size saldırıya ve engel olmaya kalkıştılar ise siz de aynı şekilde o ayda bunu onlara yapabilirsiniz.
"Hurumal (denen dokunulmaz zaman ve mekanlarda dokunulmazlıklar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerlidir). " Yani, hürmet gerektiren her yer ve zamanda kısas cereyan eder, geçerlidir. Her kim bir hürmeti (dokunulmazlığı) çiğnerse, yani kısas gerektirecek tarzda bir sınırı çiğneyene bu ceza verilir. Mademki onlar sizin haram (dokunulmaz) olan sınırınızı çiğnediler. Siz de onlara aynısını yapın ve bu hususu da Önemsemeyin, dedikodulara aldırmayın. Nitekim Rabbimiz bu gerçeği şu kavliyle de te'kit ve teyit ederek şöyle devam ediyor:
"Öyleyse her kim saldırmazlık ve dokunulmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın."
Ayette geçen, edatı şart içindir. harfi zaide değildir. Ayette aynı zamanda, "mümaselet" cezası tesbit edilmiş bulunuyor. Saldırganın saldırı şekli, zamanı ve yerine göre aynıyla kendisine karşılık verileceğinin kesin yolu açılmış oluyor. Onların düşmanlıklarından sakınıp Allah'ın emirlerine sağlam bir şekilde bağlanın.
Veya âyetteki, harfi zaidedir. Bu durumda mana şöyle takdir olunur, "onların düşmanlıkları gibi bir düşmanlık. "
"Allah'ın koyduğu, sınırları çiğnemekten sakının. -Siz onların size olan düşmanlıklarını ve tecavüzlerini bertaraf ederek zafer ve üstünlük kazanmışken, helâl olmayan bir yoldan onlara saldırmaktan uzak durun.- Ve bilin ki, Allah, koyduğu yasakları çiğnemekten sakınanlarla -yardımı ve zafere erdirmesiyle- beraberdir." [84]
195 - Allah yolunda harcama yapın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Hep iyilikte devam edin. Çünkü Allah muhsinleri (her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) sever.
''Allah yolunda harcama yapın da. kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın."
Allah rızası uğrunda harcayın. Bu, cihad ve diğer tüm hayri konular anlamında geneldir.
kendi canınızı..harfi zaidedir. Ya da bunun manası, "Kendi ellerinizle kendinizi öldürmeyin, canlarınıza kıymayın. " demektir. Nitekim, kişinin kendisinin helakine sebep olabilecek bir şeyi yapması durumunda "Filan kimse kendi eliyle canını helak etti." denir. Bu durumda mana şöyledir: Allah yolunda infak ve harcamayı terk etmekten nehiy, yasaklanma vardır. Çünkü Allah yolunda harcamayı terk etmek helak sebebidir. Ya da bizzat kendisini bile başkasına muhtaç hale getirecek olan israftan, savurganlıktan, nafakayı har vurup harman savurmaktan men etmektir. Çoluk çocuklarım başkalarına el-avuç açacak konuma düşürmekten men etmektir. Ya da canını tehlikeye sokmaktan men etmektir. Ya da bir bakıma düşmanın güçlenip kuvvetlenmesine neden olabilecek olan gazaya (savaşa) gitmeyi terk etmeyi bir yasaklamadır. Tehlike, helak ve helek hepsi de aynı anlamdadırlar.
"Hep iyilikle devanı edin -geride bırakacağınız şeyler noktasında Allah hakkında iyi zanna ve niyete sahip olun- çünkü Allah nuılısinleri - her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) -ihtiyaç sahiplerine yarım ellerini uzatanlan- sever." [85]
196. — 203. ÂYETLER
196. Haccı da umreyi de Allah adına tamamlayın. Şayet engellenirseniz bu takdirde kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olur ya da başından bir rahatsızlığı olursa, bu gibi kimselerin fidye olarak oruç tutması, sadaka vermesi veya kurban kesmesi gerekir. Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlanmak isterse kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurbanı bulamayan kimse de hac sırasında üç ve memleketine döndüğünde de yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Kendilerinden bu görevler istenen kimseler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve iyi bilin ki, Allah'ın vereceği ceza pek çetindir.
197. Hac ibadeti bilinen aylarda yerine getirilir. Kim o aylarda hacca niyetle ihrama girerse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılabilecek tutum ve davranışların içine girmek ve kavga etmek yoktur. Her ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (O halde ey inananlar!) azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır. Ey akıl sahipleri! Emir ve yasaklarımı çiğnemekten sakının.
198. Hac mevsiminde ticaret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı aramanızda size herhangi bir vebal ve günah yoktur. Arafat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldığınızda Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Ve Allah sizi nasıl doğru yola hidâyet etmiş ise siz de öylece Allah'ı anın. Oysa siz bundan Önce gerçekten hep dalâlet içinde (yani sapıklardan) idiniz.
199. Bundan sonra insanların sel misali akın edip geldiği yerden siz de akıp gelin. Allah'tan mağfiret dileyin, Doğrusu Allah çok affeden ve çok merhamet edip esirgeyendir.
200. Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, zamanında atalarınızı överek andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın. İnsanlardan Öyleleri de var ki: "Ey Rabbimiz! Bize vereceklerini bu dünyada ver." derler. Böyle-lerinin ahirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur.
201. Onlardan öylesi insanlarda vardır ki; şöyle yakarırîar; "Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!"
202. İşte bunlar için kazandıklarından Önemli bir pay vardır. Kaldı ki; Allah, hesabı pek çabuk görendir.
203. Sayılı günlerde tekbir ve telbiye (Lebbeyk) ile Allah'ı anın! Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan Mekke'ye dönmek isterse ona bir vebal yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir vebal yoktur. Bütün bunlar Emir ve yasaklar uyarak sakınıp hareket edenler içindir. O halde Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından sakının! Ve iyi bilin ki; sonunda hesap vermek üzere O'nun huzurunda toplanacaksınız. [86]
196 - Haccı da umreyi de Allah adına tamamlayın. Şayet engellenirseniz bu takdirde kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olur ya da başından bir rahatsızlığı olursa, bu gibi kimselere fidye olarak oruç tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmek gerekir. Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlanmak isterse kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurbanı bulamayan kimse de hac sırasında üç ve memleketine döndüğünde de yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Kendilerinden bu görevler istenen kimseler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve iyi bilin ki; Allah'ın vereceği ceza pek çetindir.
"Huccı da umreyi de Allah anına tamamlayın. " Hac ve umre görevlerini eksiksiz olarak, tüm şartlarını yerine getirerek ve savsaklamaksızın Allah rızası için farzlarını işleyerek yerine getirin.
Bu görevlerin tamamlanması ancak göreve başlanmasından sonradır, denmiştir. Bu da, hac ve umre görevlerine başlayan kimselerin bu takdirde bu her iki görevi tamamlamalarının lâzım geldiğini gösterir, bunun için bir delil oluşturur. Nitekim biz Hanefiler, işte buna dayanarak, Umre görevine başlanmakla bu görev artık mutlaka yapılması gereken bir ibadet olmuş olur, demekteyiz.
Ancak Şafiilere göre bu ayete dayanarak umrenin de lüzumuna hükmetmek gerekmez. Çünkü bu, bunu tamamlamakla ilgili bir emirdir. Öyle olur ki, bazen bir vacibin (farzın) tamamlanması emredileceği gibi bir tatavvuun (nafilenin) tamamlanması için de emir verilebilir.
Ya da hac ile umrenin tamamlanması demek, bu her ikisi için bulunduğu yerden itibaren bu niyetle ihrama giyerek bu şekilde hareket etmektir. Ya da hac ve umre için ayrı ayrı yolculuk tertib etmektir. Yahut da bu her iki ibadet için de helâl yoldan infakta bulunmak, harcama yaparak gelmektir. Ya da bu her iki ibadet ile bir ticarete niyet etmemektir.
' Şayet engellenirseniz," Örneğin, " Filan kimse muhasara altına alındı. " demek, herhangi bir korku, hastalık ve acizlik gibi bir durumdan ötürü bu ibadetlerden engellenirse, demektir.
"hasara" kelimesinin manası bir kimsenin düşman tarafından hapsedilmesi, engellenip kuşatma altına alınması, gitmesine engel oluşturması, demektir.
Biz Hanefîlere göre "ihsar" yani engel olma durumu her türden mazeretle olabilir. Örneğin, düşman varlığı, hastalık veya bu ikisi dışında herhangi bir mazeretle olabilir. Çünkü, ayete ilk bakışta anlaşılan mana budur. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Kimin bir tarafı kırılır veya hac yolculuğunda vasıtasız ve parasız kalırsa ya da topallaşırsa bu takdirde ihramdan çıkar ve ertesi yıl haccetmesi gerekir."[87]
Ancak İmam Şafii'ye göre "ihsar" yani engellenme sadece düşman tehlikesinin baş göstermesiyle olabilir, başka değil.
Yine bu nassın zahirine (görünüşteki anlamına) göre ihasnn yani olabilecek bir engellemenin aynı şekilde umre için de geçerli olduğu gerçektir. Çünkü, ayette geçen hüküm hemen bu iki görevin yani hac ile umre görevinin ardından zikredilmiş bulunmaktadır.
"... hu luhdinle kolayınıza gelen kurbanı ğinderin." Kurbandan kolayınıza geleninden. Nitekim tıpkı, ve denmesi gibi, ve denir ki, iş kolay oldu, kolayına geldi, manasınadır. kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Yanİ, mana şöyle olmaktadır:
"Hac veya umre için ihramlı iken eğer Beytullah'a gitmekten engellenirseniz ve böyle bir durumda da ihramdan çıkacaksanız (çıkmanız gerekiyorsa), bu takdirde, (deve, sığır veya koyun gibi) kurbanlardan herhangi birini kolayınıza nasıl geliyorsa öylece kesmeniz gerekir."
kelimesi mübteda olarak merfudur. Yani bu, "o halde kolayınıza geleni kurban etmek için göndermeniz gerekir." takdirinde olur. Ya da bu kelime mansubtur. Bu takdirde mana, "Kolayınıza geleni kurbanı gönderin. " olur.
"Kurban yerine va-nncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin." Bu sesleniş ya da hitap hac ve umre ibadetlerinden engellenenleredir. Dolayısıyla mana şöyledir: "Sizin kesme yerine gönderdiğiniz kurbanlarınızın kesilmiş olduğu bilgisini almadan baslarınızı tıraş ederek ihramdan çıkmayın," Yani kurbanların kesilmesinin vacip olduğu yere (ki burası Harem'dir) gönderin, başka yerde kesmeyin, demektir. İşte bu, biz Hanelilerin lehinde ve Şafıinin de aleyhine olan bir hüccettir. Çünkü bize göre ihsar yani engellenme sebebiyle kesilecek olan kurban ancak Harem dahilinde kesilebilir, başka yerde değil. Çünkü Şafii (Rahmetullâhi Aleyh)ye göre bu, Harem'den başka bir yerde de kesilebilir, kesilmesi caizdir.
Sîzden her kim -başını tıraş etmek zorunda kalacağı şekilde-fıasta olur, ya da başından -yaralanma veya bitlenme gibi- bir rahatsızlığı olursa, bu gibi. kimselere -tıraş olmaları halinde-fidye olarak -üç gün-oruç tutmak, -her birine buğdaydan yarım sa' (ölçek) olmak üzere altı yoksul kimseye- sadaka vermek veya kurban kesmek gerekir." kelimesi, ya mastardır veya kelimesinin çoğuludur.
Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman..." Yani karşınıza bir engel çıkmadığı ve çıkarılmadığı zaman ve siz güven içinde iseniz, haliniz de yerinde ise,
"... her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlanmak isterse," Yani hac vaktine kadar hac yapmadan önce, umre yaparak bununla Allah'a yaklaşmak ve bundan menfaat sağlamak isterse veya her kim hac zamanında kendisi için haram ve yasak olan şeylerin vakti gelmeden umre yaparak böylece hac sırasında haram (yasak) olabilecek şeylerin helâl (serbest) olmasından bu şekilde yararlanmak isterse, "... kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir." İşte bu kurban mut'a kurbanı olup, bundan yenilebilir.Yani sahibi bu kurbanın etinden yiyebilir ve bu da yine Kurban günleri denilen nahr (kurban bayramı) günlerinde kesilir.
"Kurban bulamayan kimse de hac sırasında üç gün" oruç tutar. Bunun zamanı biri umre ihramı diğeri de hac ihramı olan iki ihram arasındaki süredir.-" memleketinize döndüğünüzde de- yani Mina'dan ayrılıp hac ile alâkalı tüm görevleri bitirip ülkelerinize dönmeniz halinde de- "yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutar(smız)." Ya bu, tamamen kurban yerine geçer anlamında on gün demektir, çünkü bu, "hedy"'den bedeldir. Ya da sevap bakımından ona denktir, manasınadır. Yahut da bundan murat ortadaki müphemliği (anlaşılamazlığı) kaldırmak içindir. Çünkü, arada yer alan harfi sebebiyle bundan mübahlık gibi bir anlam çıkarılmasın diye, "...tamamı on gündür. " ifadesine ayrıca yer verilmiş oldu. Bu, tıpkı şuna benzer: gibi. Bu takdirde ibahelik (mübahlık, serbestiyet) anlaşılır. Oysa durum öyle değildir.
Bu işaret ismiyle temettua işaret olunmaktadır. Çünkü biz Hanefîlere'göre Mescit-i Haram'da oturanlar için Temettü haccı da Kıran haccı da yoktur.
Şafii'ye göre bu işaret ismi ile hedy'in, yani kurbanın vucubiyetini gerektiren hükme işaret etmektedir veya oruca işaret etmektedir. Dolayısıyla onların üzerine herhangi bir şey gerekmez, vacip kılınmaz.
"İşte kendilerinden bu görevler islenen kimseler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir." ise Harem mikatı içinde yer alanlar ile Mekke civarında bulunanlardır. İşte Hanefılere göre bunun dışında olanlar için söz konusu görevler istenmektedir.
"Allah'ın emirlerine karsı gelmekten -hac sırasında olsun başka zamanlarda olsun Allah'ın emirlerine karşı gelmekten ve nehyettiği şeyleri de işlemekten- şahmın ve iyi bilin ki -sakınılması gereken şeylerden sakınmayanlar için- Allah'ın vereceği ceza pek çetindir." [88]
197 - Hac ibadeti bilinen aylarda yerine getirilir. Kim o aylarda hacca niyetle ihrama girerse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılabilecek tutum ve davranışların içine girmek ve kavga etmek yoktur. Her ne hayır İşlerseniz Allah onu bilir. (O halde ey inananlar!) Azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır. Ey akıl sahipleri! Emir ve yasaklarımı çiğnemekten sakının.
"Hac ibadeti bilinen aylarda yerine getirilir." Bu, haccın vakti ve zamanı anlamındadır. Yani haccın zamanı ve vakti halk tarafından bilinen aylardadır. Onlar açısından bu hususta herhangi bir problem de yoktur. Bu aylar da; şevval, zilkade ve zilhicce ayının da ilk on günüdür. Haccın bu vakit olarak bu aylarla sımrlandınlmasındaki yarar, hac fiilleriyle ilgili herhangi bir fiilin ancak bu aylarda sahih olmasına bağlı olduğundandır. Nitekim İmam Şafii (Rahmetullâhi Aleyhe) göre de ihram meselesi de böyledir. Biz Hanefılere göre her ne kadar böyle bir şey caiz ise de mekruhtur. Ayette, ay ifadesi çoğul olarak, diye gelmiş olmasıdır. Bunun nedeni iki ay tamamen ve üçüncü ayın da birkaç gününün buna dahil olmasındandır. Ya da cemi (çoğul) manasında isim olan kelimeler birden fazla olması halinde müşterektirler. Bunun da delili Rabbimizin şu kavlidir:[89]
"Kim o aylarda hacca niyetle ihrama girerse" kendisini ihrama sokarak bu farzı işlemeye karar kılarsa, "kadına yaklaşmak, " cinsel ilişkide bulunmak, kadınların bulunduğu bir yerde bu gibi şeylerden söz etmek ve çirkin sözler sarfetmek, "günah sayılabilecek tutum ve davranışların içine girmek" masiyet türünden işler yapmak, kırıcı olmak, sövmek. Çünkü Rasulûllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Mü'mine sövmek (mü'mini kırıcı hareket yapmak) fasıklıktır." [90]
Ya da onu kötü lâkaplarla çağırmamak. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"İmandan sonra faşıklık ne kötü bir isimdir."[91]
"ve kavga etmek yoktur." Arkadaşlarıyla olsun yanında çalışanlarıyla olsun, hayvan bakıcılanyla (araba sürücüleriyle) olsun kavga ve tartışma yoktur. "hac esnasında" Evet yukarıda sayılanların tamamı hac esnasında yasaktır. Bütün bu sayılanlardan kaçınılması ve uzak durulması emredildi. Çünkü, bunlar insanın her zaman kaçınması ve uzak durması gerekli olan şeylerdir. Başka zamanlarda kaçınılması gerekli olan şeylerden hac esnasında kaçınılması ise haliyle daha bir önem kazanır. Çünkü, hacda böyle bir davranış içine girmek çok daha çirkindir. Zira hacda böyle bir davranışın sergilenmesi tıpkı namaz kılarken haram olan ipek giysi giymek gibidir veya Kur'an okurken okuyuşu şarkı söylemeye benzetmek gibidir.
Buradaki nefıyden murat nehiydir, yasaklamadır. Yani, bunun vacip ve gerekli olduğudur. Bunların işlenmemesi açısından bu, gerçek ifadesiyle bu demektir, yani kesin yasak olduğudur.
Kıraat imamlarından Ebu Amr ile İbn Kesir ilk iki kelimeyi yani, kelimelerini merfu olarak okumuşlar ve her ikisini de nehiy manasına yorumlamışlardır. Üçüncü kelime olan, kelimesini ise nasb ile okumuşlardır. Bunu böyle okumalarının sebebi de haber manasında yani cinsi nefîy için olan nın ismi olarak değerlendirmeleri ve bu manada cidalin yani kavganın olumsuz bir şey olduğu ifade edilmiştir. Sanki şöyle denir gibi: yani "hacda şüpheye ve kavgaya yer yoktur. "
Yüce Allah daha sonra kötülükten men etmenin hemen peşinden hayra ve iyiliğe teşvikte bulunuyor ve çirkin, kötü söz kullanma yerine güzel ve iyi sözler ve işler kullanmalarını, fasıklık yerine de fazilet ve takvaya yönelmelerini istiyor. Kavga ve tartışmanın yerini de anlaşmaya ve güzel ahlâka bırakmalarını emrediyor. İşte bütün bunlar için Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Her ne hayır islerseniz Allah onu bilir." Şunu iyice bil ki; Allah her yaptığınızı çok iyi bilendir ve sizi, yaptıklarınız sebebiyle de ya cezalandıracak ya da ödüllendirecektir.
İşte ayetin bu kısmı, Allah cüzleri, basit şeyleri bilmez, diyenlerin görüşlerim reddediyor.
Yemen halkı yol için azık temin etmez, yanlarına almazlarmış ve: "Biz Allah'a tevekkül edenleriz. " diyerek hep halka yük olurlarmış. İşte şimdi tefsirini yapacağımız bu kısım bununla ilgili olarak nazil olmuştur.
"O Iralat', ey inananlar! azık edinin." Kendiniz adına azık hazırlayın. Halktan yiyecek istemekten sakının. İnsanları zora sokmaktan uzak durun ve onların omuzlarında ağırlık oluşturmayın.
"Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Allah 'in emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır." Yani bu konuda onlara yük olmak ve onları güç durumda bırakmaktan sakınmakladır. Ya da kötü ve yasak olan şeylerden uzak durmak suretiyle ahi-ret hayatı için azık hazırlayın. Çünkü bu manada azığın en hayırlısı, kötülüklerden el etek çekerek sakınmaktır.
"Ey akıl sahipleri Emir ve yasaklarımı çiğnemekten sakının." Azabımdan ve sizi cezalandırmamdan korkun. tıpkı, gibidir.
Rabbimizin akıl sahiplerine seslenmesi, akim, Allah'ın emirlerine bağlı ve yasaklarından sakınmanın temeli olması sebebiyledir. Dolayısıyla bir kimse akıllı olduğu halde istenenlere aykırı hareket ediyorsa o adeta akılsız kimseler gibidir, demektir.
Aşağıda tefsirin ele alacağımız ayetin nüzul sebebi şöyledir. Bazı kimseler deve peşinden koşturanların ve ticaret için hac yapanların haccı makbul değildir iddiasını ileri sürerek:
"Şu kira ile hacılara iş yapanlar ve yardımcı olanlar hacı olamazlar, onlar sadece ticaret ve kar peşinde koşturanlardır." diyorlardı. İşte şimdi ele alacağımız ayet bu konuyu işlemektedir: [92]
198 - Hac mevsiminde ticaret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı aramanızda size herhangi bir vebal ve günah yoktur. Arafat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldığınızda Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Ve Allah sizi nasıl doğru yola hidâyet etmiş ise siz de öylece Allah'ı anın. Oysa siz bundan önce gerçekten hep dalâlet içinde (yani sapıklardan) idiniz.
"Hac mevsiminde ticaret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı aramanızda herhangi bir vebal ve günah yoktur." Rabbinizden bir vergi, bir ihsan, bir lütuf ve mali üstünlük, kâr.
ticaret yapmak ve kira ile iş yapmak suretiyle kazanç elde etmek ve fayda sağlamak, demektir.
"Arafat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldığınızda Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin."
"Kalabalık halinde yola düştüğünüzde." Bu ifade suyun taşmasından alınan bir ifadedir. Suyun fazlasıyla dökülmesi, akıp gitmesi demektir. Esasen bu ifade, takdirinde olup mef ulü terk edilmiş, buna gerek duyulmamıştır.
"Arafat" bir Özel isimdir. Vakfe yapılan yerin adıdır. Kelime çoğul olarak isim halini aldı, tıpkı Şam civarında bir beldenin ismi olan gibi. Kelimenin munsarif olması ise, sonunda bulunan harfinin müenneslik (dişilik) harfi olmamasmdandır. Aksine kendisinden önce gelen elif harfiyle beraber cem, müennes (dişilik) alâmetidir. Arafat diye isimlendirilmesinin sebebi, bunun Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm) için bir tanınma işareti, nirengi noktası görevi yapmasından ileri gelmektedir. Çünkü Hz. İbrahim (Aleyhi's-Seiâm) o taşı gördüğünde onu tanımış ve bundan ötürü Arefe (Arafat) adını almıştır.
Bir yoruma göre de Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) ile Hz Havva burada karşılaşırlar ve birbirlerini tanırlar. İşte bunun için bilinme, tanınma ya da tanıma manasında Arefe denmiştir.
îşte bu, aynı zamanda Arafat'ta vakfe'nin (durmanın) vücûbiyetinin de delilidir. Çünkü ifada/ifaza yani sel gibi dönüş ancak vakfe yapıldıktan sonra olur.
Allah'ı zikretmek demek, telbiye getirin (yani Lebbeyk duasını o-kuyun), tehlil getirin (La ilahe illallah, ...) deyin, tekbir getirin, Allah'a senada bulunun, dua edin ya da akşam ve yatsı namazlarını kılmak suretiyle Allah'ı anın.
Bütün bu istenenler Meş'ar-i Haram denilen yerde olmalıdır. Burası da Müzdelife'deki Kuzah tepesinin yanıdır. Ki bu tepede İmam (Emir) durumundaki kimse durur, vakfe yapar. Burada üzerinde kandillerin yakıldığı bir çadır (kulübe) bulunmaktadır.
"Meş 'ar " demek, belli yer ve nokta, nirengi noktası demek olup, ibadet edilecek yerlerin bu şekilde belirlendiği yerler manasındadır. Buna da Haram adının verilmiş olması, bu yerlerin de kutsallığındandır. Dolayısıyla burada da hiçbir yasak çiğnenmez, çiğnenmemesi gerekir. Aynı zamanda Meş'ar-i Haram'a Müzdelife adı da verilmektedir. Müzdelife dendiği gibi buraya Cem' (yani toplanma ve buluşma) noktası da denmektedir. Çünkü Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) burada Hz. Havva ile bir araya gelmişler ve Hz. Adem (Aleyhe s-Selâm) burada ona yaklaşmıştır. Bunun için de ayrıca buraya Cem' adı verilmiştir. Ya da burada iki namaz cem edilerek bir arada kılındığından dolayı buraya Cem' adı verilmiştir. Yahut da halk burada yaptıkları vakfe ile Allah'a yaklaşmaktadır diye bu isim verilmiştir. Çünkü Müzdelife'nin manası yaklaşmak demektir.
"Ve Allah sizi nasıl doğru yola hidayet etmiş ise -size nasıl güzel bir yol göstermiş ve O'nu nasıl zikretmeniz gerektiğini size öğretmiş ise- siz de öyle Allah'ı anın. -O şekilde güzel bir halde ve öğrettiği gibi anın. Bu yoldan dönmeyin—. Oysa siz bundan —hidayetten— önce gerçekten hep dalâlet içinde idiniz." Çünkü Allah'ı nasıl zikredeceğinizi bilmezdiniz ve O'na nasıl ibadet yapılacağından da habersiz idiniz.
kelimesindeki harfi ya mastar içindir veya "ma-i kâffedir. harfi sakileden yani şeddeli durumdan hafıfeye (şeddesiz hale) dönüştürülmüştür. buradaki harfi de farika (ayrışma) lamıdır. [93]
199 - Bundan sonra insanların sel misali akın edip geldiği yerden sizde akıp gelin. Allah'tan mağfiret dileyin. Doğrusu Allah çok affeden ve çok merhamet edip esirgeyendir.
"Bundan sonra insanların sel misali akın edip geldiği yerden siz de akıp gelin." Sizin de akışınız, aynı şekilde insanların akın edip geldiği yerden olsun. Müzdelife'den olmasın.
Bunun Kuryeş için bir emir olduğu belirtilmiştir. Çünkü, Kureyşliler dönüşlerini Arafat'tan başlayıp Cem'e yani Müzdelife'ye doğru yapmalarını isteyen bir emirdir. Çünkü, diğer insanlar vakfelerini Arafat'tan başlayarak yaptıkları halde Kureyşliler vakfelerini Cem denilen yerde yaparlardı. Kendilerini diğer insanlardan farklı kabul ederlerdi. Nitekim bu hususta şöyle derlerdi:
"Biz Harem'in yerlileri ve bakıcılarıyız. Bu itibarla biz diğer insanlarla birlikte vakfe yapmaya çıkmayız." İşte bu şekilde kendilerine bir ayrıcalık veren Kureyş'e bu bir emir olup, onların da diğer insanlar gibi Arafat'ta vakfe yapmalarını ve dönüşlerini de onlarla beraber yapmalarını istiyor.
Bir yoruma göre de şöyle denmiştir: Arafat ile alâkalı ifada (dönüş) zaten anlatıldı. Bu ises Cem' denen yerden Mina'ya olan ifadadır (dönüştür). Burada bundan murat ise bizzat inançlarına oldukça sıkı biçimde bağlı olan Kureyş toplumudur. Bu itibarla hitap onlara olduğu gibi genel manasıyla mü'minleredir.
Vakfe durulacak yerlerdeki muhalefetiniz nedeniyle ve benzeri cahili davranışlardan dolayı ve bir de hac ile ilgili amellerinizdeki eksik ve kusurlarınız sebebiyle "Allah'tan mağfiret dileyin." "Doğrusu Allah çok affeden ve çok merhamet edip esirgeyendir." [94]
200 - Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, zamanında atalarınızı Överek andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın. İnsanlardan Öyleleri de var ki: "Ey Rabbimiz! Bize vereceklerini bu dünyada ver." derler. Böylelerinin ahirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur.
"Hac ibadetlerinizi tamamlayıncak'' Yanı hac esnasında yapmakla emroUmduğunuz görevlerinizi bitirip dönmeye başladığınızda, "Zamanında atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın." Yani babalarınızdan sitayişle söz ettiğiniz gibi öylesine anın. Mana bakımından şu demektir: Allah'ı oldukça çok çok zikredin, hatırlayın ve anın. Bu noktada ne kadar ileri gidebilir ve fazla zikredebilirseniz bunu yapın. Tıpkı a-talannızdan söz ettiğiniz gibi. Onlara ait hatıraları canlandırdığınız ve onların o dönemlerde o günlerde yaptıklarını andığım gibi anın. Çünkü Kureyşliler cahiliye dönemi atalarının geleneklerine uyarak Mina'da Mescit ile dağ arasında vakfe yaparak (durarak) atalarının yaptıklarım biri bir sayıp ortaya dökerler ve onların anılarını orada caniandınrlardı. O günlerin güzelliklerinden söz ederlerdi.
Burada, buyurulmasıyla yani; "hatta ondan da çok Allah'ı anın." denmesi cahili yönetimlerin, dönemlerin reddi açısından önemlidir. Dolayısıyla burada, hiçbir cahili dönemi ve yönetimi övmeyin, peşinden gidip savunmayın bütünüyle Allah'a ve O'nun şeriatına yönelerek onu nasıl hakim kılacağınızı düşünün ve bunu değerlendirmesini ya-pın, demektedir, buna dikkat çekilmektedir. Bu cümle, kavlindeki "zikr" kelimesinin izafe olunduğu kelime üzerine atfolunması nedeniyle cer mahallinde gelmiştir.
Örneğin: veya, demen gibi. temyizdir.
"İnsanlardan öyleleri de vardır ki -Hac ibadetini yapmak üzere o beldeye gelenler arasında Öylesi insanlar da vardır ki, dünyalı için istekte bulunarak şöyle dua ederler: «Ey Rabbimiz! Bize vereceklerini bu dünyada ver, derler.» Yani bize vereceklerini özellikle dünya ile ilgili olarak ver, makam, mevki ve zenginlik ver, derler. "Böylelerinin ahirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur." Çünkü bunların tek amaçlan ve tasalan vardır. O da bu dünyadır. Zira ahiret hayatını inkâr ederler. Mana şöyledir:
"Allah'ı çok çok anın, zikredin, O'na hep dua edin. Çünkü insanlar genelde iki şey arasında az ile çok arasında talepte bulunur dururlar, az istekte bulunanlar, Allah'ı anarlarken, O'ndan bir talepte bulunurlarken hep dünyaya yönelik şeyleri ister. Kimisi de çok fazla talepte bulunur, dualarım bu çerçevede yapar. Dolayısıyla hem bu dünya ile ilgili hayn, iyilik ve güzelliği ister ve hem ahiretle ilgili hayrı, iyilik ve güzelliği talebeder. O halde ey insanlar! Sizler çok istekte bulunanlardan olun. Yani haklarında şöyle denenlerden olun!" [95]
201 - Onlardan öylesi insanlarda vardır ki, şöyle yakarırlar: "Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!"
"Onlardan -hac ibadeti görevini yerine getirmek Üzere gelen— Öylesi insanlar da vardır ki, şöyle yakarınlar: Rabbuniz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver,» nimet, afiyet, ilim ve ibadet etme imkanlannı ver, «ahirette de iyilik ve güzellik ver.» Af ve mağfiret, bağışlanma ver, mal ve cennet ver, halkın övgüsün, hakkın rızasını bize kazandır. İman ve eman-güven ver. İbadet ve işlerimizde ihlâs ve samimiyet, kötülüklerden halâs-kurtuluş ver. Sünnet üzere hareket etmeyi ve cennetini ver. Kanaat ve şefaat ihsan eyle. Saliha, iffet ve namus sahibi bir eş (hatun) ve cennet hurilerini ver. Mutlu bir hayat, sağlıklı bir yaşam ve müjde ile kabirden dirilme ver. «ve bizi cehennem ateşinden koru!»" Cehennem ateşinin azabından veya kötü huylu bir eşin şerrinden koru[96]
202 - İşte bunlar için kazandıklarından önemli bir pay vardır. Kaldı ki; Allah, hesabı pek çabuk görendir.
"İşte onlar -dünya ve ahiret güzelliğini isteyenler- için kazandıklarından önemli bir pay vardır." Kazandıkları ameller cinsinden. Bunlar da yaptığı iyiliklerden elde ettiği menfaatlerden oluşan sevaptır. Ya da kazandıkları şeylerden dolayı. Ya da burada, "dua" kazanç ya da kazanını olarak isimlendirilmiştir. Çünkü dua da işlenen ameller türündendir. Ameller ise kazanç diye nitelenir. Yahut, ile işaret edilmek istenen şeyin her iki grubun olması da, yani sadece dünyayı isteyenler iîe hem bu dünyanın ve hem ahireîin güzelliğini isteyenler olabilir. Dolayısıyla her iki grubun da kendi yaptıkları amelleri cinsinden kazanımlan, pay ve nasipleri vardır.
"Allah, hesabı pek çabuk görendin " Kıyametin kopması pek yakındır. Kullarının hesabını da çarçabuk görüverecektir. Öyleyse Allah'ı çokça anmakta acele edin, ahiret hayatının mutluluğunu istemede hızh davranın. Bunun manası ya böyledir yahu da şu şekildedir:
Yüce Allah'ın yarattığı varlıkların çokluğuna ve amellerinin oldukça fazla olmasına rağmen zatını hesabı süratle görüveren olarak nitelemesi, kamil manada bir kudretin sahibi olduğunu göstermek içindir. Dolayısıyla kişinin bu manada dikkatli olması ve gereken ameli yapmasının gereği ileride başına geleceklerden kaçınması lâzımdır.
Rivayete göre, Allah, yarattıklarım bir koyunun süt sağımı kadar bir sürede kullarının hesabım görüverir. Yine yapılan rivayete göre göz açıp kapanacak bir zaman zarfında hesabını görüverir. [97]
203 - Sayılı günlerde tekbir ve telbiye (Lebbeyk) ile Allah'ı a-nın! Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan Mekke'ye dönmek isterse ona bir vebal yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir vebal yoktur. Bütün bunlar emir ve yasaklar uyarak sakınıp hareket edenler içindir. O halde Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından sakının! Ve iyi bilin ki; sonunda hesap vermek üzere O'nun huzurunda toplanacaksınız.
"Sayılı günlerde -teşrik tekbirleri günlerinde- tekbir ve Lelbiyr (Lebbeyk) -namazların ardından ve şeytan taşlama sırasında tekbir- ileAllahı anın."
"Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan'Mekke'ye dönmek islerse ona bir vebal yoktur." Yani kim Nefr gününde acele edip dönmek isterse.
Nefr Günü: Şeytan taşlamanın üçüncü günü, Teşrik tekbirlerinin ikinci günü ve zilhicce ayının da on üçüncü günü olup bu güne Yevm-i Nefr denmektedir. Ya da "bu günde acele ederek dönmek isterse..."
Gerek fiili olsun, gerekse fiili olsun her ikisi de, anlamında mutavaat (dönüşlü) fiildirler. Örneğin, gibi. Müteaddi (geçişli) fiil de olabilirler. Örneğin, gibi. Ancak bundan sonra gelen, fiiline bakıldığında mutavaat (dönüşlü) için olması daha uygundur.
Yani; söz konusu üç gün kalması yerinde iken iki gün kalıp cemreleri attıktan sonra hemen Mekke'ye dönmek isterse, üçüncü günü de cemre (şeytan taşlaması) için kalmazsa, üç gün şeytan taşlaması uygun i-ken iki gün taşlama ile yetinirse bu acelesi sebebiyle günahkâr olmaz ve vebal altında kalmaz.
"Kûn de geri kalırsa -üçüncü gününde cemre için kalır, iki gün içinde dönmezse- ona da vebal yoktur." "Bütün bunlar emir ve yasaklara uyamk -avlanmaktan, cinsel ilişkiden ve kırıcı davranışlardan- sakınıp hareket edenler içindir." Yani her ne kadar geride kalıp üç günü tamamlamak daha faziletli ise de kişi acele ederek iki gün içinde dönme ile üçüncü gününe kadar kalıp tehir arasında muhayyerdir (serbesttir). Hangisini isterse öyle hareket edebilir. Dolayısıyla muhayyerlik meselesi faziletli olan ile çok daha faziletli olan arasında cereyan etmektedir. Bu tıpkı bir yolcunun ramazan ayında oruç tutma ile tutmama arasında muhayyer olması gibi bir duruma benzemektedir. Yolcunun bu haliyle oruç tutması tutmamasından daha faziletlidir.
Bir yoruma göre ise, cahiliye döneminde üç gün kalmayıp iki gün içinde dönenleri kimileri günahkâr sayarlarken, kimisi de iki gün içinde dönmeyip üçüncü güne kadar bekleyenlerin günahkâr olacaklarını ileri sürmüşlerdir. Bu hususta ikiye ayrılmışlardır. Dolayısıyla Kur'an bu ayetiyle etken dönen olsun, geri kalıp üçü tamamlayan olsun hiçbirisinin günahkâr olmayacağını belirterek onların bu inançlarını ret ediyor.
Hemen her konuda ve her işte "Allah'ın emirlerine bağlı kalarak
yasaklarından sakının!"
[98]
"Ve iyi bilin ki, sonunda hesap vermek üzere -kabirlerinizden diriltildiğinizde- O'nun huzurunda toplanacaksınız."[99]
204. İnsanlardan öyleleri de
vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider. Kalbinde olana
(samimi davrandığına) da Allah'ı şahit tutar. Oysaki o, düşmanların en
yamanıdır.
205. İş başına geçince
yeryüzünde fesat çıkarmaya (bozgunculuk ederek anarşi doğurmaya), ekinleri
(ürünleri) tahrip ederek nesilleri de bozmaya koşar. Oysa Allah fesadı, sevmez.
206. Ona: "Allah'tan
kork." diye uyan yapıldığında, gurur, onu (daha çok) günaha sürükler, İşte
böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir. Gerçekten o ne kötü varış yeridir.
207. İnsanlardan öyle kimseler
de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canını satar. Allah kullarına
karşı oldukça şefkatlidir.
208. Ey iman edenler! Hepiniz
toplu halde İslam'a girin. Sakın şeytanın izinden gidferek tuzaklarına
düş)mcym. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.
209. Size apaçık deliller
geldikten sonra eğer buna rağmen tökezler (de şeytanın izine uyar)$ümz iyi
bilin ki, Allah (kurulan her tuzağa) galip gelen ve hükümlerinde hikmet sahibi
olandır.
210. Onlar, bulutlan gölgeler
içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesini (ve işlerinin hemen
bitîrilivermesini) mi bekleyip duruyorlar? Oysa iş bitirilmiştir. Bütün işler
yalnızca Allah'a döndürülecektir.
211. (Ey Muhammedi)
İsrailoğullarına sor: Biz onlara apaçık ayetlerden nicelerini verdik. Her kim
kendilerine geldikten sonra Allah'ın nimetini (hükmünü) değiştirirse iyi bilsin
ki, Allah'ın azabs ve cezası pek şiddetlidir.
212. Kâfirlere dünya hayatı
süslü gösterildi. (Dolayısıyla bu inkarcılar) iman edenleri alaya alırlar.
Oysa müttakiler kıyamet gününde onlardan üstündür. Allah dilediğini hesapsız
olarak rızıklandırır.
213. İnsanlar bir tek ümmet
idiler. Allah da kendilerine müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler
gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düştükleri
konularda hüküm vermek için hak yolu gösteren kitapları da beraberlerinde
gönderdi. Oysa o konularda anlaşmazlığa düşenler, ancak kendilerine deliller
geldikten sonra sırf aralarındaki azgınlık ve hasetleri yüzünden anlaşmazlığa
düşen (Yahudi ve Hrisüyan) başkası da değildir. İşte böylece Allah, iman
edenlere, hak konusunda anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri izniyle gösterdi.
Ailah dilediğini doğru yola iletir.
214. Yoksa siz, sizden önce
geçen ümmetlerin başlarına gelen durumlarla denenmeden cennete
girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öylesi yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çatmış
ve öylesine sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki
inananlar: "Allah'ın
yardımı ne zaman?" demişlerdi. İyi
bilin ki, Allah'ın yardamı yakındır.
[100]
Ahnes b. Şurayk çok güzel sözler söyleyen ve iyi konuşan, hoş sözler
söylemesini bilen biriydi. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi w Sellçm) ile karşılaşınca
ona karşı hoşa gidecek sözler söylerdi ve Müslüman olduğunu ve Allah Rasûlünü
sevdiğini söyierdi ve: "Allah da benim doğru söylediğimi bilir." diye
de söylediklerine Allah'ı tanık gösterirdi. İşte aşağıdaki ayet bununla ilgili
olarak nazil olmuştur.
[101]
204 -
İnsanlardan öyleleri de
vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider. Kalbinde olana
(samimi davrandığına) da Allah'ı şahit tutar. Oysaki o, düşmanların en
yamanıdır.
"İnsanlardan öyleleri de vardır ki, dünya hayalı hakkındaki
sözleri .senin hoşuna gider."' Seni mest eden gönlünde üstün bir yer
edinmek ister. Nitekim, insanın gönlünde yer eden ya da taht kuran bir şey için
de "şaşılacak şey, harika şey" türünden ifadeler kullanılır.
cer edatı, kelimesine taalluk eder. Yani: "Onun dünya ile ilgili
olarak söyledikleri senin hoşuna gider. Çünkü; onun "seni seviyorum,"
iddiasıyla esasen söylemek istediği, dünya sevgisi ve mahab-betidir. Onun bu
sevgiyle ahiret sevgisini murat ettiği söz konusu değildir." demektir.
Ya da, "senin hoşuna gider" sözü, "Onun dünya hakkındaki
sözleri hoşuna gider, ahiretle alâkalı olanı değil. Çünkü yarın kıyamet gününde
hesap yerinde dili tutulacak ve bir şey söyleme gücüne sahip olmayacaktır.'1
demektir.
kalbinde olana, (samimi olduğuna) da Allah'ı .sahil tular. Oysaki
düşmanların en yamanıdır. " Yani, bu kimse sana yemim ederek şöyle der:
"Seni ve İslâm 'ı sevdiğime dair kalbimde olana Allah şahidimdir. "
Oysaki bu adam, düşmanlıkta düşmanlar içerisinde daha çok düşmanlık besleyen,
Müslümanlara karşı kin, öfke ve düşmanlık ile dolu olan bindir.
kelimesi, manasındadır. Buradaki izafet, yani tamlama ise, manasınadır.
Çünkü, kalıbında olan kelimeler, örneğin kelimesi gibi, kendisinin bazısı (bir
kısmı) olan şeye muzaf olur, meselâ, gibi. Dolayısıyla kişi, genç bireylerin
bazısı demek değildir. Bu değerlendirmeye göre ayetin takdiri şöyledir.
"Düşmanlık etmede daha bir azılıdır."
Ya da, kelimesi, tıpkı, kelimesinin çoğulu kelimesi olduğu gibi bu da kelimesinin çoğuludur. Bunun da takdiri şöyledir: "O düşmanlıkta düşmanlık edenlerin en azılısı ve en yamanıdır." [102]
205 - İş başına geçince
yeryüzünde fe"Sat çıkarmaya (bozgunculuk ederek anarşi doğurmaya),
ekinleri (ürünleri) tahrip ederek nesilleri de bozmaya çaba harcar. Oysa Allah
fesadı sevmez.
İş başına geçince..." Bu kimse sana yumuşak ve hoşuna giden
sözler söyleyip, mest eden ifadeler kullanıp yanından ayrılıp gidince, daha
önce Sakif kabilesi üzerine geceleyin onların bir şeylerden haberi olmadığı bir
sırada apansızın baskın yaparak hayvanlarını ve ekinlerini yakıp öldürdüğü,
toplumu tarumar ettiği gibi.
"Yeryüzünde fesat çıkarmaya, (bozgunculuk ederek anarşi
doğurmaya), ekinleri (ürünleri) tahrip ederek nesilleri de bozmaya çaba.
lıarcar." Kısaca, ekinleri, canlıları yok eder. Ya da idari manada başa
geçince kötü ve zalim idarecilerin yaptıkları gibi o da nesli, ekinleri
bozgunculuğu ve anarşik ruhlu davranışıyla toplumu fesada verir, bozar. Her
yerde terör estirir.
Bir yorumu da şöyledir: Bu tür idareciler zulümlerini öylesine açıktan
işlerler ki; nihayet onların bu kötülükleri sebebiyle yağmurlar kesilir, kıtlık
baş gösterir. Sonuçta her yerde ve her şeyde kuraklık olur. Toplum sonuçta
bütünüyle bozulur.
"Oysa Allah /hadi. sermez. "[103]
206 - Ona: "Allah'tan
kork." diye uyarı yapıldığında, benlik ve gurur onu daha çok günaha
sürükler. İşte böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir. Gerçekten o ne kötü
varış yeridir.
"Ona -Ahnes b. Şurayk ve benzerlerine toplumu ve nesli
ifsadetmekten, anarşi çıkarmaktan dolayı-, MlaJı 'lan kork, diye uyarı
yapıldığında, gurur onu daha çok günaha sürükler. " Cahiyenin getirdiği
kibir ve gurur onu kaçınması gereken günaha daha da sürükler. Daha fazla
kötülük yapmaya çabalar, daha çok günah işleme gayretine düşer.
Ya da, kelimesindeki harfi, sebep içindir. Yani, nıana şöyle olur:
"Kalbindeki var olan günah işleme hırsı ve kini nedeniyle .o kibre, gurura
kapılır." Bu ise küfürden başka bir şey değildir.
'İsle böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir." Onlara
cehennem ateşi yeter. "Gerçekten a ne kötü varış yeridir." Yatak
olarak onlar için cehennem ne kötü yerdir.
Aşağıda okuyacağımız ayet Suhayb (Radıyallahu Aah) hakkında nazil olmuştur. Çünkü müşrikler onu, İslâm'ı bırakması için zorlamışlar, ona baskıda bulunmuşlar ve beraberinde bulunan bazı arkadaşlarını da şehit etmişlerdi. Ancak Hz. Suhayb (Radıyallahu-Anh) varlığını (malını) onlara bırakarak sadece canının bağışlanması ve İslâm'dan dönmesini istememeleri kaydıyla müşriklere bırakmıştı. Bu şekilde Medine'ye hicret etmişti.
Ya da bu ayet öldürülene (şehit olunana) dek hep iyiliği emredip
kötülükten meneden mü'minler. hakkında nazil olmuştur.
[104]
207 - İnsanlardan öyle kimseler
de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canını ortaya koyar -canını
satar-. Allah kullarına karşı oldukça şefkatlidir." Bu yaptığından dolayı
ona sevap verecektir.
[105]
208 - Ey iman edenler! Hepiniz
topluca İslam'a girin. Sakın şeytanın izinden giderek tuzaklarına düşmeyin.
Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.
"Ey iman edenler! Hepiniz topluca islâm'a girtn Kıraat
imamlarından İbn Kesir, Nafi, Ebu Cafer ve Ali, harfinin fethi/üstünü ile,
kelimesini, olarak okumuşlardır. Bu da istislam, yani teslim olma ve itaat etme
manalarına gelir. Yani "Allah'a-teslim olun ve O'na itaat edin.",
demektir. Ya da bu, "İslâm " demektir. Hitap, yani sesleniş ve uyan
kitap chünedir. Çünkü, bunlar yalnızca kendi peygamberlerine ve kitaplarına
iman ediyorlardı. Ya da bu hitap münafıklaradır. Çünkü, münafıklar sadece
dilden inandıklarını söylemekte idiler. Esasen iman etmiş değillerdi.
yani; içinizden hiçbir kimse O'na itaatten dışarı çıkmaksızın, hepiniz
toptan, demektir. Bu kelime, fiilindeki zamirden haldir. Yani, "toplu
olarak" demektir. Ya da bu kelime, kelimesinden haldir. Çünkü bu,
rnüenneş (dişil) olabilmektedir. Sanki, "Allah'a itaatle ilgili tüm
taatleri yerine getirmekle ve bu manada Allah'ın emri altına girmekle
cmrolunuyorlar." Ya da "İslâm'ın tüm kurallarını, şeriatın her
esasını uygulamakla emroltınmaktadırlar." demektir.
kelimesi, kelimesinden alınmadır. Sanki içlerinden hiçbirinin de
hariçte yer almaması şartıyla toplu olarak dinden ya da itaatten çıkmaktan men
olunmaktalar.
"Sakın şeytanın izinden -vesveselerinden- giderek tuzaklarına, düşmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir
düşmandır." Size karşı düşmanlığı açıkça meydanda olandır.
[106]
209 - Size apaçık deliller
geldikten sonra eğer buna rağmen tökezler (de şeytanın izine uyar)saniz, iyi
bilin ki; Allah (kurulan her tuzağa) galip gelen ve hükümlerinde hikmet sahibi
olandır.
"Size apaçık deliller geldikten -davet olunduğunuz hakka girmekten apaçık kanıtlardan ve inkâr olunamayacak açıklıktaki burhanlardan- sonra eğer buna. rağmen tökezler, şeytanın izine uyarsanız -İslâm'a ve barışa girmekten yan çizerseniz-," "...iyi bilin ki, Allah., kundan her tuzağa galip gelen -hiçbir güç onun sizi azap etmesinden asla kurtaramaz- m' hükümlerindi' hükmet sahibi olandır." O ancak hakka dayalı olarak azap eder.
Rivayete göre biri bu ayeti okurken, sonunu, olarak yanlış bir şekilde
bitirir. Fakat hiç Kur'an okumamış olan bir bedevi/Arabî bilmediği halde
okuyana karşı çıkar ve şöyle der:
"Senin bu okuduğun Allah'ın kelâmı olamaz. Çünkü hakim olan bir
zat, hakka aykırılıktan ve isyandan bahseden bir konudan sonra mağfiretten ve
bağışlamaktan söz etmez. Zira bu, bir tür kötülüğe teşvik ve özendirme
anlamına gelir."
[107]
210 - Onlar, mutlaka buluttan
gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesini (ve işlerinin
hemen bitirilivermesini) mi bekleyip duruyorlar? Oysa iş bitirilmiştir. Bütün
işler yalnızca Allah'a döndürülecektir.
Onlar, ancak buluttan gölgeler Allah'ın, -emrinin ve azabının- re meleklerin
kendilerine gelivermesini 'bekleyip duruyorlar." bitirilmiştir."
-yani artık onların helakine ilişkin mesele bitmiştir.
"gözetiyorlar mı/bekliyorlar mı" manasmdaki bu söz
"gözetmiyorlar/beklemiyorlar" ancak Allah 'in onlara gelmesini
bekliyorlar. " manasına gelmektedir. Aynı Rabbimizin şu sözünde olduğu
gibi:
"Ya da Rabhinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi
bekliyorlar?"[108]
Yine Rabbimiz buyuruyor:[109]
"Azabımız onlara,.... geldi."
Veya burada getirilecek şey mahzuftur. Mana şöyledir: "Allah'ın onlara azabını
getirmesini,.... "
Çünkü; mananın bu şekilde olduğuna bundan önceki ayette geçen, cümlesi
işaret etmektedir.
Ayette geçen, kelimemi, kelimesinin çoğuludur. Bu da, kişiyi gölgeleyen
şey, demektir.
Bulut, bulutlar demektir. Bu, bir anlamda onları korkutup ürkütmek
içindir. Çünkü bulut söz konusu olduğunda genelde bundan rahmetin geleceği
düşünülür. Eğer rahmet beklerken bundan üzerlerine azap gelirse bu, gerçekten
onlar için çok daha feci ve korkutucu olur.
Onları cezalandırmak ve onlara azap getirmekle görevli meleklerin
gelmesini mi, ya da kıyamet gününde onların hazır olmasını mı beklerler? Ya da
meleklerin onları kıyamet gününde azap yerine getirmelerini mi?
"Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülecektir." Gerçi kullar bu dünyada kimi şeyleri yapabilme, onlara sahip olma gücüne sahip ise de yarın kıyamet günün de bütün işler Allah'a döndürülecektir. Çünkü her şeyin gerçek sahibi O'dur.
Kıraat imamlarından İbn Amir, Hamza ve Ali, Kur'an'ın her yerinde
geçen, cümlesini, olarak okumuşlardır.
[110]
211 - (Ey Muhammedi)
İsrailoğuIIarına sor, Biz onlara apaçık ayetlerden nicelerini verdik. Her kim
kendilerine geldikten sonra Allah'ın nimetlerini (hükümlerini) değiştirirse,
iyi bilsin ki, Allah'ın azabı ve cezası pek şiddetlidir.
"(Ey Muhammedi) israiloğıdlaruıa sor,"'
Buradaki, kelimesinin aslı, olup, baştaki vasi hemzesinin hazfinden
(düşürülmesinden) sonra fetha/üstün harekesi harfine aktarıldı. Artık bundan
böyle vasi hemzesine de gerek duyulmadığından kelime, halini almış oldu. Bu,
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)â veya her kes için "sor"
anlamında bir emirdir. Bu, bir paylama ve azarlama anlamında sormadır. Nitekim,
yarın kıyamet gününde kâfirlere bu türden sorular yöneltilecektir.
"Biz onlara -peygamberlerinin elleriyle- apaçık belgeleri
ayetlerden -ya da onların kitaplarında İslâm'ın doğ-ruluğuna ilişkin yer alan,
şahit konumunda bulunan ayetlerden- 'nicelerini " Ayetteki, edatı ya
istifham (soru) içindir veya haber manasındadır.
"İler kim kendilerine gel-diklen .sonra -gelen ayetleri bildikten,
tanıdıktan ve yanlarındaki bilgilerin doğru olduğunu gördükten sonra-.Allah'ın
nimetlerini, hükümlerini, ayetleriııi değişiirir.se," Çünkü, insan eğer o
ayetleri bilmez veya tanımaz ise, bu adeta o ayetler onun yanında tok anlamına
gelir.
Ayette geçen, "nimet" kelimesi, "Allah'ın ayetleri"
manasmdadir. Çünkü bu ayetler, yüce Allah tarafından gönderilen en üstün ve
değerli nimetleridirler. Zira bu ayetler dalâletten, (sapıklıktan) hidayete
(kurtuluşa) sebep olan şeylerdir. Bunların değiştirilmesi ise; Allah, bu
ayetleri ya da mucizeleri, onlar iman etsinler, hidayetlerine vesile olsun diye
ortaya çıkardı, gönderdi. Ancak bunlar ise onu dalâletleri (sapıklıkları) için
bir sebep durumuna getirdiler. Zira inkâra ve tahrife kalkıştılar. Nitekim şu
ayet onların durumlarını çok net olarak sergilemektedir:
"Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münafıklık) olanlara gelince,
onların da inkârlarını büsbütün artırır."[111]
Veya Hz. Muhammed (Sallaûâhu Aleyhi veSellem)'in getirdiği dinin doğruluğunu
gösteren ve kitaplarında yer almış bulunan bu ayetleri tahrif ettiler,
değiştirdiler.
"İyi bilsin ki, Allatim azabı ve ceza. su -hak edenler için-
.şiddetlidir."
[112]
212 -
Kâfirlere dünya hayatı cazip
gösterildi. (Dolayısıyla bu inkarcılar) iman edenleri alaya alırlar. Oysa
muttakiler kıyamet gününde onlardan üstündür. Allah dilediklerini hesapsız olarak
rızık-landırır.
''Kâfirtere dünya hayalı cazip gösterildi " Dünya hayatını onlara
böyle cazip gösteren şeytandır. Şeytan vesveseleriyle onların gözünde dünyayı
güzelleştirir, dünyayı onlara sevdirir.
Ya da dünyayı onlara bu manada cazip gösteren Allah'tır. Çünkü onlarda
şehevî istekleri yaratmıştır. Çünkü tüm kainatı yaratıp var eden Allah'tır.
Çünkü, olarak bu ayeti okuyan Mücahid, İbn Muhaysın, Humeyd/Hamid b. Kays ve
Ebu Hay-ve'nin kıraatlerine göre mana buna da delâlet etmektedir. Buna göre mana
şöyledir: "Kâfirlere Allah dünya hayatım cazip gösterdi."
''Dolayısıyla, bu inkarcılar iman edenleri alaya alırlar." Çünkü
bu kâfirler İbn Mesud, Ammar, Suhayb ve benzeri mü'minlerden fakir ve yoksul
olanlarla hep eğlenir dururlardı. Yani; kâfirler, dünyadan başkasını
istemezler, dolayısıyla dünyalıkları olmayanların veya az olanların haline
bakarak hep onlarla alay eder dururlar veya dünyadan başka şey isteyenlerle
alay ederler, demektir.
"Oysa mülakiler -Şirk. ve küfürden uzak duranlar ki bunlar burada
adı geçen değerli mü'minlerdir-ktyamet gününde onlardan üstündür." Çünkü
bu kimseler cennette yüksek mevkilerde olacaklar, kâfirler ise cehennem
ateşinin en alt tabakalarında yer alacaklardır.
''Alkili dilediklerini hesapsız olarak nzıklandırır." Onlardan hiçbir şeyi eksiltmez. Yani; Allah, Karun ve benzerlerinin imkan ve varlıklarını bol bol verdiği gibi yine Allah dilediğine bol imkanlar ve rızıklar verir. Size bu türden bol imkanların verilmesi Allah'tan bir hikmete dayalıdır. Bu hikmet ise, nimet ile bir deneme ve istidraçtır, dünyalıkla bir ilerlemedir, başka değil. Eğer bu dünyada bir keramet, bir değer olsaydı, öncelikle sizden önce mü'min-lerin bunu hak etmeleri gerekirdi. Bu itibarla mesele sizin anladığınız gibi değildir. [113]
213 - İnsanlar bir tek ümmet
idiler. Allah da kendilerine müj-deleyici ve uyarıcı olarak peygamberler
gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda hüküm vermek için hak
yolu gösteren kitapları da beraberlerinde gönderdi. Oysa o konularda anlaşmazlığa
düşenler, ancak kendilerine deliller geldikten sonra sırf aralarındaki
azgınlık ve hasetleri yüzünden anlaşmazlığa düşen (Yahudi ve Hristiyanlar)dan
başkası da değildir. İşte böylece Allah, iman edenlere, hak konusunda
anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru
yola iletir.
'İnsanlar bir tek ümmet, idiler." İnsanlar ta Hz. Adem
(Aleyhi's-Selâm)'dan Hz. Nuh (Aleyhis-Selâm) kadar hep İslâm dini üzere ittifak
etmişlerdir.
Veya Hz. Nuh (Aleyhi's-Selâm) ile onunla birlikte gemiye binenlerdir.
Daha sonra aralarında ihtilâf, anlaşmazlık başgösterdi. İşte bunu üzerine,
'Allah da kendilerine -mü'minIeri sevap ile- müjdelevici ve -kâfirleri de azap
ve ceza ile- uyarıcılar ola-mk peygamberler gönderdi." Çünkü ihtilâf
ettiklerine dâir ifadenin hazfine (gizlendiğine), ayetin kısmı delalet
etmektedir. Kaldı ki, Abdullah b. Mesud'un, tarzındaki kıraati de buna delâlet
etmektedir. Ayrıca Rabbimizin:
"İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa
düştüler."[114]
ayeti de bu manayı doğrulamaktadır.
Ya da, "İnsanlar kâfirler (inkarcılar) olarak tek bir ümmet
idiler. İşte bunun üzerine Allah peygamberler gönderdi de onlar hakkında anlaşmazlığa
düştüler." demektir. kelimelerinin her ikisi de hâldir.
"İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda -önce ittifak
ettikleri ve daha sonra anlaşamadıkları İslâm dini hakkında- aralarındaki
anlaşmazlığı çözmek için -Allah'ın veya kitabın ya da kendisine kitap
indirilen peygamberin çözmesi, hükmetmesi için- hak yolu gösteren -hakkın ve
gerçeğin açıklayıcısı olan- kitapları da -her bir peygamberle birlikte kitabını
da- beraberlerinde minderdi."
Oysa o konularda -hak konusunda- anlaşmazlığa düşenler, ancak kendilerine -hakkın doğruluğunu gösteren- deliller geldikten -tartışmaya son verdirecek kitabın indirilmesinden- sonra sırf aralarındaki azgınlık re lıaseUeri yüzünden -kendilerine inen kitaplar konusunda giderek daha fazlasıyla -anlaşmazlığa, düşen (Yahudi ve Hristiyanlar)r başkası da değildir."
Burada, mefulülehtir. Yani, aralarındaki haset ve çekememezlikten ötürü,
dünyaya olan aşın düşkünlükleri sebebiyle bir zulüm olarak ve bir de
acımasızlıklarından ve adaletsizliklerinden, demektir.
İşte böylece Allah iman edenlere, hak konusunda anlaşmazlığa düştükleri
gerçekleri açıklayarak- izniyle —ilmi ile— gösterdi. Allah dilediğini doğru
yola iletir. "[115]
214 -
Yoksa siz, sizden önce geçen
ümmetlerin başlarına gelen durumlarla denenmeden cennete girivereceğinizi mi
sandınız? Onlara öylesi yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çatmış ve öylesine
sarsılmışlar di ki, nihayet peygamber ve beraberindeki inananlar:
"Allah'ın yardım ne zaman?" demişlerdi. İyi bilin ki, Allah'ın
yardımı yakındır.
"Yoksa siz, sizden önce geçen ümmetlerin haşianmı gelen durumlarla
denenmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?"
kelimesinin başında yer alan, kelimesi muttasıla olmayıp münkatiadır.
Çünkü bunun şartı, kendisinden önceki istifham, yani soru hemzesinin olmasıdır.
Örneğin:
gibi. Yani, bu ikisinden senin yanında bulunan hangisidir? Bunun cevabı
ise şöyledir; Eğer yanındaki Zeyd ise, cevabı da "Zeyd" olur Ya da
yanındaki Amr ise, cevabı da "Amr" olur. Oysa Münkatia manasındaki
ise, istifhamdan ve haberden sonra gelir. Bu da bu takdir de, ve hemze
manasında olur. Dolayısıyla bunun takdiri de şöyle olur: Bundan önce gelen
hemzenin ifade ettiği mana takrir ve tesbit içindir. Böyle bir durumu hesaba
katmamalarını bertaraf etmek ve bunun uzak bir ihtimal olmadığını tesbit
içindir.
Yüce Allah, tüm açık delillerin ortaya konmasına rağmen peygamberlerin
gelmesinden ve bu açık ayetlerden sonra ihtilâfa düştüklerini zikredince hemen
bunların peşinden rasûlü Hz. Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi've Sellem), ve
mü'minlere cesaret vermek ve dinlerinde sebatlarını sağlamak için bu açıklamaya
yer verdi. Böylece müşrikler ve ehli kitap ile olan ihtilâflannda, bunların
Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerine ve kendisine karşı olan düşmanlıklarına
sabretmelerini istemektedir. İşte bu bakımdan en mübalağalı bir ifade ve en
beliğ bir anlatım olan iltifat yoluyla onlara sesleniyor ve yukarıda mealini
sunduğumuz gibi, "Ey iman edenler! Yoksa siz, .... " diye hitap
devam ediyor.
ifadesinde yer alan, kelimesinde "olabilme" durumunda ya da
"beklenen şey" durumundaki bir mana içerir. Yani, "Bu, denilen
husus, beklenen ve olabilecek olan bir hâldir." anlamındadır. ile de,
geçen bu toplumların çektikleri şiddet ve sıkıntı konusunda örnek oluşturacak
toplumlar olduğu gerçeğidir.
"Sizden öncekilerden" ifadesiyle bizden Önce geçen
peygamberler ve onlara iman etmiş olanlar, denmek isteniyor.
"Onlara öylesi, yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çatmış ve
öylesine sarsılmışlar ki,"
kelimesiyle başlarına gelebilen ve örnek gösterilen sıkıntıları
açıklıyor. Bu, yeni bir cümledir. Sanki birileri: "Bu söylediğin örnek
gösterilen durum nasıl bir durum?" diye sorar gibi. İşte buna cevap
olarak, buyurulmuştur. yoksulluk, sıkıntı ve şiddetli açlık. Hastalık, açlık
vb. şeyler. akla hayale gelmedik belâlarla denenmeleri, adeta deprem misali
sarsıntıya uğratılmış olmaları..
"...nihayet peygamber ve beraberindeki inananlar, «Allah'ın
yardımı ne zaman?» demişlerdi. " Burada, kelimesi gaye içindir. Bu
imtihanda öyle ki Allah rasûlü ve mü'minler de, "Allah 'in yardımı ne
zaman? " diye feryat ediyorlardı. Artık sıkıntı öylesine had safhaya
ulaşmış ki, bundan böyle sabredecek bir güçleri de kalmamıştı. İşte bunun için
de söyleyeceklerini söylemişlerdi. Bunu anlamı ise, zafer ve kurtuluş isteği ve
arzusudur. Çünkü sıkıntı ve şiddet zamanı olabildiğince uzamıştı.
yardımı yakındır." Bu cümle ile onların isteklerine karşılık
verilmiş bulunuyor ve zaferin yakın bir gelecekte olduğu ifade ediliyor. Ayette
geçen, kelimesini kırat imamlarından Nafı, mazi halin hikayesi olarak raf ile
şeklinde okumuştur. Örneğin:
gibi. (Yani; deve su içti, ta ki deve geviş getirip gevişini yutana
kadar.)
Diğer kıraat imamları ise bir, izmariyle nasb ile ve istikbal gelecek
manasıyla okumuşlardır. Çünkü, edatı istikbal manası için alemdir, yani özel
olarak bunun için kullanılır.
[116]
215. (Allah yolunda) ne
harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: Maldan sadaka olarak harcayacaklarınız,
ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara yapılmalıdır.
Hayır olarak ne işlerseniz muhakkak Allah onu en iyi bilendir.
216. Hoşunuza gitmediği halde
savaş üzerinize farz kılındı. Ola ki bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için
hayırlı olabilir ve sizin sevip hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü
olabilir. (Doğrusu) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
217. Sana haram ayda savaşmanın
hükmünü soruyorlar. De ki: "O ayda savaş yapmak büyük bir günahtır. Fakat
(insanları) Allah yolundan (dininden) men etmek, Mescid-i Haram'in ziyaretine
ve orada ibadete engel olmak, halkını oradan çıkarıp atmak ise Allah katında
daha büyük günahtır. Fitne ise adam öldürmekten daha korkunçtur."
Ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı hep savaşmayı
sürdürüp duracaklar. Ancak içinizden her kim dininden döner ve kâfir olarak
ölürse, işte onların tüm işledikleri hem dünyada ve hem ahirette boşa gider.
İşte bunlar cehennem halkıdırlar ve orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
218. Muhakkak ki iman edenler,
imanlarının gereği olarak hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler
(savaşanlar) var ya, işte Allah'-tan rahmet ve merhamet beklentisi içinde
olanlar bunlardır. Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir.
219.
Sana şarabın (sarhoşluk
veren şeylerin) ve kumarın (hükmün)-den soruyorlar. De ki: "Her ikisinde
de insanlar için büyük bir günah ve birtakım da yararlar vardır. Ancak her
ikisinin de günahı (ve tahribatı) yararlarından çok daha büyüktür." Yine
sana Allah için ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyacınızdan
fazla olanını harcayın." Allah ayetleri-ni size işte böyle açıklar ki
gerçekleri düşünesiniz.
[117]
Ensar'dan Amr b. Cemuh yaşı oldukça ilerlemiş olan ve bir hayli de
zengin olan bir sahabi idi, Bu zat, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem),
mallarımızdan neleri Allah yolunda infak etmeliyiz, sadaka olarak vermeliyiz
ve kimlere vermeliyiz, diye soru yöneltir. İşte bunun üzerine şu ayet nazil
olur.
215 - (Allah yolunda) ne
harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: Maldan sadaka olarak
harcayacaklarınız, ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda
kalmışlara yapılmalıdır. Hayır olarak ne işlerseniz muhakkak Allah onu en iyi
bilendir.
"(Allah yolunda) ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki:
'Maldan sadaka, olarak harcayacaklarınız ana babaya, akrabaya, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara yapılmalıdır.
Ayette geçen, fadesi, nelerin infak oluna-cağını veya harcanabileceğini
de açıklama bakımından mana olarak bunu içermektedir. Bu her türlü hayır ve
iyilik manasmdadır. Dolayısıyla harcama ve hizmet işte bu çerçevede
yapılabilir. Esasen ayet konuya giriş o-larak işin en önemli olanlarından
meseleyi ele alarak açıklama getirmektedir. Bu ise, harcamanın nerelere ve
kimlere yapılabileceği işinden başlanarak ele alınmaktadır, Çünkü iyilik ve
hayır anlamında yapılacak harcama eğer' yerini bulamazsa bu yerinde harcanmış
bir hayır olmaktan çıkar. Hasan Basri ise bunun nafile yardımlarla alâkalı
olduğunu zikretmiştir.
"Hayır olarak, ne işlerseniz muhakkak Allah ona en iyi bilendir." Bu yaptığınız hayra göre de sizi ödüllendirecek olan da kendisidir. [118]
216 - Hoşunuza gitmediği halde
savaş üzerinize farz kılındı. Ola ki bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için
hayırlı olabilir ve sizin sevip hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü
olabilir. (Doğrusu) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
"Hoşunuza gitmediği halde -kâfirlerle- savaş -Allah yolunda cihad-
üzerinize farz lalındı."
kelimesi, "Kerahet" kökünden türemedir. Burada mastar
mübalağa anlamında olarak vasıf yerinde ya da manasında kullanılmıştır. Bu
adeta tanınmış İslâm şairelerinden Hz. Hansa (Radıyaliahu Anha/nm şu
şiirindeki gibidir.. Yani'ikbal ve idbar kelimeleri mübalağa manasında
vasıf burada değerlendirilmiştir.
İnsanların hiç de hoşlanmadıkları savaş meselesi gündeme gelince sanki
o bizatihi hoşlanılmayan bir şey imiş gibidir. Ya da buradaki, kelimesi,
"mef'ul" manasında olan gibi değerlendirilebilir, yani,
anlamındadır. Tıpkı ekmek manasında olan, kelimesinin, "yenerı
yiyecek" anlamında olması gibi. Yani "o savaş sizin için
hoşlanmadığınız bir şeydir." demektir.
"Ota'bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı
alabilir." Örneğin; siz savaştan hoşlanmayabilirsiniz, ama bunda sizin
yararınıza olmak üzere iki güzellik vardır. Bunlardan biri ya zaferdir ve
ganimet elde etmeniz veya şehitlik mertebesine ererek cennete girmeniz
olacaktır.
Ve sızın sevip hoşlandığınız bir şey de -örneğin, savaşa gitmeyip evde
oturmak gibi-hakkınızda kötü olabilir." Çünkü sonuçta zillete düşebilir, fakir
ve yoksulluk çekebilir, ganimet ve cihad faziletinden mahrum kalabilirsiniz.
"...doğrusu Allah bilir, siz -bunu-bi/mcz.siniz." O halde
sizin zor ve ağır da gelmiş olsa Allah'ın size emir buyurduklarını yerine
getirmek için acele edin.
Şimdi tefsirini okuyacağımız bu ayetin iniş sebebi şöyledir.
Rasûlııllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) müşriklerle savaşmak üzere bir seriye
(askeri birlik) çıkarmıştı. Fakat bu sırada recep ayının hilâli de girmişti.
Ancak onlar bunu bilemiyorlardı. Kureyş bundan yararlanarak:
"Muhammed, dokunulmazlık bulunan bir ayda dokunulmazlığı çiğnedi, saldırıya geçti. Oysa herhangi bir durumdan korkan bir kimse bu ayda hiçbir korkuya kapılmaksızın istedikleri gibi gezer." demişlerdi. İşte ayet bu olayı dile getiriyor. [119]
217 - Sana haram ayda savaşmanın
hükmünü soruyorlar. De kî: "O ayda savaş yapmak büyük bir günahtır. Fakat
(insanları) Allah yolundan (dininden) men etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine
ve orada ibadete engel olmak, halkını oradan çıkarıp atmak ise Allah katında daha
büyük günahtır. Fitne ise adam öldürmekten daha korkunçtur." Ellerinden
gelse, sizi dininizden döndiirünrcye kadar size karşı hep savaşmayı sürdürüp
duracaklar. Ancak içinizden her kim dininden döner ve kâfir olarak Ölürse, işte
onların tüm işledikleri hem dünyada ve hem ahirette boşa gider. İşte bunlar
cehennem hal-kıdırlar ve orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
-Ey Peygamber! Kâfirler ya da Müslümanlar- "Şano karanı ayda
savaşmanın hükmünü soruyorlar. burada, kelimesinden bedel-i istimaldir. Bu,
aynı zamanda, tarzında âmilin tekrarı ile de okunmuştur. Tıpkı,[120]
kavlinde olduğu aibi.
De ki: o avda savaş yapmak büyük bir günahtır." Ayette geçen
kelimesi mübtedadır, haberi de, kelimesidir. Bunun aynı zamanda nekire
başlaması ya da mübteda olması da caizdir. Çünkü, ile vasıflanmıştır. Çoğu
görüşlere göre ayetin bu kısmı:
"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün,"[121]
ayetiyle mensuhtur, yani yürürlükten kalkmıştır.
"Fakat İmanlan Allah.yolundan (dininden) men etmek,"
müşrikler Hudeybiyc senesinde hem Raşûlullah'ı ve hem de ashabını Beytullah'ı
ziyaretten menetmişlerdi. Bu, aynı zamanda mübtedadır. "O'nu ve dinini
inkâr etmek." Allah'ı inkâr etmek, bu da bir önceki ifade üzerine
matuftur. "Mescid-i Haram'ın ziyaretine ve orada ibadete engel
olmak," Bu da, üzerine matuftur. Yani; Allah yolundan ve Mescid-i
Haram'dan menetmek, demektir.
İmam Ferra ise bunun, deki zamir üzerine matuf olduğunu ileri
sürmüştür. Buna göre mana: ''Allah'ı ve Mescid-i Haram'da ibadeti ve ziyareti
inkâr etmek" demektir. Basra okuluna göre mecrur zamir üzerine atıf
yapmak caiz değildir (mümkün değildir). Ancak cer tekrarlanırsa bu, caiz
(mümkün) olabilir. Örneğin:
denemez, ancak, denebilir, caiz (doğru) olanı budur. Eğer burada
bu, zamiri üzerine atfolunmuş olsaydı bu
takdirde: denmesi gerekirdi.
"Halkını oradan. -Mescid-i Haram halkını ki bunlar da Rasülullah
(Sallallaûhu Aleyhi ve Sellem) ile ona iman etmiş olan mü'minlerdir, işte
bunları oradan- çıkarıp atmak ise" yine burası da daha önce geçen, üzerine
matuftur. "Allah kalında en büyük günahtır." Yani küçük askeri
birliğin bir yanlışlık sonucu haram ayda işledikleri fiilden sizin bilerek
yaptığınız şey Allah katında daha büyük bir suç ve vebaldir.
İşte bu son cümle daha önce geçen üç ismin haberidir. "D'lne ise
adam öldürmekten dalın korkunçtur." Yani Mescid-i Haram halkını haksız bir
şekilde yerlerinden etmek, şirki hakim kılmak için çalışmak bir fitne olarak
haram olan ayda adam öldürmekten ve kâfirlerin, genel manasıyla İslâm
düşmanlarının Müslümanları her yerde ve her durumda cezalandırmaları, işkenceye
tabi tutmaları, şu Müslümanların bir yanlışlık sonucu haram ayda yaptıkları
saldırıdan daha korkunç ve daha tüyler ürperticidir.
"Ellerinden gelse, sizi dininizden -küfre- döndürüncevr kadar size
karsı hep savaşmayı sürdürüp duracaklar." Bu gerçek aynı zamanda yüce
Allah'ın, kâfirlerin ve müşriklerin Müslüman toplumlara karşı devamlı ve
sürekli bir düşmanlık içinde olduklarını bize haber vermesidir. Kâfirler olsun
müşrikler olsun ve onların izinden giden sözde Müslüman özde kâfirler olsun,
Müslümanlar gerçek manada dinlerini terk etmedikçe, onlar gibi olmadıkça
hiçbir vakit Müslümanların yakalarından olmayacaklardır.
Ayette geçen edatının manası ta'lil (sebep bildirmek) içindir.
Örneğin, "Filan kimse ta ki cennete girsin diye hep ibadet eder durur.
" gibi. Yani, "Sizinle savaşırlar ta ki siz dininizden dönene kadar.
"
Ayette yer alan, "ellerinden gelse, güçleri yetse"
manasındaki, yüce Rabbimizin şu kavli, onların buna güç yetirerneyecek-lerine
bir işarettir. Bu, senin düşmanına karşı söylemekte olduğunu şu ifadeye benzer
bir ifadedir: "Eğer hana üstün gelirsen, bana hiç acıma, elinden geleni
yap. " Düşmana bu tarz konuşurken, sen kendine gayet güven içindesin,
eminsin ve düşmanın seni hiçbir zaman yenemeyeceğini bildiğin için bu gerçeğe o
cümle ile dikkat çekmiş oluyorsun.
"Ancak içinizden her kim dillinden -müşriklerle kâfirlerin dinine-
döner ve -irtidat ettiği din üzere-kafir olarak ölürse," "İşte
onların tüm işledikleri hem dünyada ve lıcm ahirette boşa gider." İslâm dininden
irtidat edip başka bir dine geçmekle Müslümanların menfaatlerine olan her
şeyden mahrum bırakılacak ve yoksun kalacak, ahirette de sevaptan ve iyi bit
sondan mahrum bırakılacaktır.
"işte bunlar cehennem halkıdırlar ve orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
"
İmam Şafii Merhum, bu ayete dayanarak, bir kimse irtidat ettiği i-nanç
üzere yani küfür üzere ölmediği sürece amellerinin boşa gitmeyeceğini ileri
sürüyor. Biz Hanefiler ise diyoruz ki; bir kimse irtidat etti mi, yani dinden
döndü mü, o din üzere ölsün ya da ölmesin irtidat etmesiyle tüm amelleri boşa
gitmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Her kim iman etmeyi kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir."
[122]
Biz Hanelilere göre temel dayanak şudur: Mutlak olan bir şey kayıt
altına alınamaz. Şafii'ye göre mutlak olan bir şey mukayyede hamlolunabilir,
yani kayıt altına alınabilir. İşte olay buna göre değerlendirilmektedir.
İslâm'ın askeri birliğinde yani sedyesinde yer alan ve recep ayında
müşriklerle savaşan mücahitler, Rasûlullah'a:
"Bizim için Allah yolunda cihad edenlerin sevabı olacak mı?"
sorusu üzerine işte aşağıdaki ayet nazil olmuştur[123].
218 - Muhakkak ki iman edenler,
imanlarının gereği olarak hicret (göç) edenler -Mekke'yi ve yakınlarını
terketmek zorunda kalanlar- ve Allah yolunda -müşrik ve diğer İslâm
düşmanlarıyla- cihad edenler (savaşanlar) var ya, işte Allah'tan rahmet ve
merhamet beklentisi içinde olanlar bunlardır. -Nitekim denir ki, uman kişi
ister, korkan da kaçar.- Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir.
Bu ayette geçen, üzerinde vakf yapılmaz, durulmaz. Çünkü bundan sonra gelen, diye devam eden kısım, edatının haberidir.
Şarap (içki) hakkında dört ayet nazil olmuştur. Bunlardan Mekke'de
nazil olanı ise şu ayettir:
"Hurma ve üzüm gibi meyvelerden içki edinirsiniz...."[124]
Müslümanlar İslâm'ın ilk yıllarında içki içiyorlardı, çünkü ilk zamanlar
onlara içki yasaklanmamıştı. Daha sonra Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) ve sahabeden
bazı kimseler Rasûkıllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) a dediler ki:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Bize şarap (sarhoşluk veren şeyler) hakkında
bir açıklama getir. Çünkü bu, aklı gideriyor ve malı da yok ediyor." İşte
bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu.
[125]
219 - Sana şarabın (sarhoşluk
veren şeylerin) ve kumarın (hükmümden soruyorlar. De ki: "Her ikisinde de
insanlar için büyük bir «ünah ve birtakım da yararlar vardır. Ancak her
ikisinin de günahı (ve tahribatı) yararlarından çok daha büyüktür." Yine
sana Allah için ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyacınızdan
fazla olanını harcayın." Allah ayetlerini size işte böyle açıklar ki
gerçekleri düşünesiniz.
"Sana şarabın (sarhoşluk veren şeylerin) ve kumcum hükmünden
soruyorlar." İşte bu ayetin nazil olması üzerine sahabeden bir kısmı içki
içmeyi bırakırlarken bir kısmı da halen içmeyi sürdürüyorlardı.
Daha sonraki tarihlerde sahabeden Abdurrahman b. Avf bir davet yaptı.
Bu davette yemekler yenilip içkiler içildi ve sarhoş olundu. Bu sırada namaz
vakti de girmişti. İçlerinden biri sarhoş bir hâlde imam olarak geçip namaz
kıldırdı. Namazda, Kâfinin Suresini okumaya başladı. Fakat okurken sarhoşluk
sebebiyle sureyi, şeklinde yanlış okudu. Çünkü, harfini okumadı, atladı. Yani,
diye okuması gerekiyordu. Bunu okumadığı için mana da yanlış oldu. Yani, asıl
mana "Ey kâfirler, sizin tapmakta olduğunuz (putlar)a ben tapmam."
iken, mana bu defa, harfinin
okunmama-sıyla, "Sizin taptıklarınıza ben de taparım. " olmuştu. İşte
bunun üzerine şu ayet nazil oldu.
"Ey iman edenler! Siz sarhoş iken (ne söylediğinizi bilinceye kadar)
namaza yaklaşmayın."
İşte bu ayetin de gelmesi üzerine Müslümanlardan içki içenlerin sayısı
azalmaya başlamıştı. Yine bir gün Utban b. Malik bir davet hazırladı,
bazılarım buraya davet etti. Bir hayli içip iyice sarhoş olduklarında
birbirleriyle kavgaya ve hatta vuruşmaya başladılar.
Bu olay üzerine Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle yakardı:
"Allah'ım! Bize şarap ve içkiye ilişkin olarak gönlümüze şifa
veren bir açıklama gönder!" İşte bunun üzerine Maide Suresinin 90. ve 91.
ayetleri geldi. Artık bu ayetlerle içki bütünüyle yasaklanmış, haram kılınmış
oluyordu. Maide Süresindeki ilgili ayette, "Artık vazgeçtiniz değil
mi?" deniliyordu. Hz. Ömer (Radıyaiiahu Anh) de "Rabbim! Vazgeçtik.
" dedi.
Hz. Ali (Radıyallahu Anh) den şöyle bir rivayet bulunmaktadır:
"Eğer bir kuyuya bir damla içki düşse, sonra da o kuyunun bulunduğu
yerde bir minare yapılsa, o minarede zzan okumam. Eğer bir damla içki' bir
denize düşse, sonra da denizin suyu çekilip deniz kurumuş olsa ve orada da
otlar bitse, orada hayvanlarımı gütmem."
- Hamr (yani şarap): Üzümün çok fazla kaynatılmasıyla üzerinde oluşan
köpük atılarak elde edilen bir içkidir. Mastar adıyla, "hamr" ismini
almıştır ki, Örtmek ve bürün;ok manasına gelir. Bu da aklı giderdiğinden
.ötürü, bu manada "hamr" isna , erilmiştir.
[126]
kelimesi kumar demektir. Bu, kalıbında gelen bir kelimedir. fiilinden
alınmadır. Kolay oldu, elemektir. Çünkü bu, adamın malını elinden hiçbir zorluk
ve sıkıntı çekmeden, alın teri harcamadan kolay bir yoldan elde etmek
demektir. Ya da bu kelime, kelimesinden alınmadır. Bu ise zenginlik demektir.
Dolayısıyla sanki adamin bütün varlığını alıp götürüyor, manasınadır. Kumar
oynama şekline gelince bu da şöyledir.
Cahiliye dönemi Araplarının on adet oku bulunuyordu. Bunlardan yedi
tanesinin üzerinde birtakım çizgiler bulunuyordu. Üzerinde tek çizgi olana -ki
buna denirdi. kumardan bir pay, yani çift çizgi bulunan çıkarsa iki pay, yazılı olan yani üç çizgi taşıyanın çıkması
halinde buna da üç pay düşerdi. diye adlandırılan ve ü-zerinde dört çizgi
bulunanın çıkması halinde bu kimse de dört pay alırdı. Üzerinde yazılı olan ya
da Nafıs diye adlandırdıkları beş çizgili okun çıkması halinde buna da beş pay
verilirdi. adını verdikleri beş çizgili okun çıkması halinde ona da altı pay
verilirdi. adını taşıyan yedi çizgili okun çıkması halinde ise buna da-yedi pay
ayrılırdı. Geride kalan üçü ise boş idi. Üzerlerinde herhangi bir çizgi yoktu.
Bunlara da ve adını vermişlerdi.
İşte bu on adet kumar oku bir torbaya ya da koni şeklinde bir kabın
içine konulurdu. Bunu da güvendikleri adil birinin eline teslim ederlerdi. Daha
sonra adam bunları karıştırır ve içlerinden okları teker teker adamlar adına
çekerdi. Çekilen oklardan kimin payına ne kadar bir hisse düşüyorsa o kendi
okuna isabet edeni alırdı. Boş ok çıkan ise hiçbir pay alamazdı. Aynı zamanda
ortaya konan devenin tüm ödenecek parasını bu adam ödemek zorunda kalırdı.
Kazanlar da paylarına düşenleri yoksullara dağıtırlardı. Kesilen devenin de
etinden yemezlerdi. Fakat bununla da övünürlerdi. Hatta bu gibi bir oyuna
katılmayanları da kmaıiardı.
Kumar hükmünde sayılan daha birçok oyunlar da vardır. Örneğin, tavla,
satranç ve benzeri oyunlar gibi.
Yani, sana içki ve kumarın durumu nedir, diye sorarlar. Çünkü aşağıdaki
ayet delil olarak bunu gösteriyor.
De ki: Her ikisinde de insanlar için -çekişme, kavga, küfürleşme, ağıza
alınmayacak manada kötü sözler çıkmasına neden olmasından ötürü- büyük bir
günah ve birtakım da yararlar vardır." Örneğin; içki ticareti, içenin
bundan haz duyması gibi az da olsa yararı, kumar da ise fakirlerin bununla
gözetilmesi, hiçbir sıkıntı çekmeden kolay yoldan mal elde olunması türünden
yine az da oysa faydası vardır.
Kıraat imamlarından Hamza ve Ali, kelimesini, olarak okumuşlardır. Buna
göre mana, "Büyük" yerine "çok" olur.
"Ancak her ikisinin de gürthhı ve tahribatı -ikisine devam
edilmesi, alınması hâlinde-,'yuvarlarından çok daha büyüktür." Çünkü
içkiciler, ayyaş ve kumarbazlar birçok yönden hep günaha bulaşırlar, hep
tahribat ve yıkım getirirler.
''Yine sana, Allah için ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: llıiiyaclan
fazla, olanım harcayın.'" Burada geçen,
kelimesi, fazla olan anlamındadır. Yani, ihtiyacınızdan artanım
harcayın, demektir. İslâm'ın ilk zamanlarında, fazla olanı tasadduk etmek farz
idi. Eğer adam ziraatçı ise, bir yıllık ihtiyacını alır, bundan art kalanını da
sadaka olarak dağıtırdı. Eğer bir iş yapan sanatkar idiyse, günlük ihtiyacını
alır, bundan arta kalanını da sadaka olarak verirdi. Ancak bu hüküm zekat
ayetiyle nesh edilmiştir, yani yürürlükten kaldırılmıştır.
Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini, raf (ötre) ile, olarak
okumuştur. Bu kelimeyi nasb ile okuyanlar, kelimesini tek isim olarak kabul
ederek, bunu, fiiliyle nasp mahallinde kabul etmektedirler. Dolayısıyla bunu
da takdiri şöyledir: "De ki:
Fazla olanım harcarlar."
Fakat, kelimesini raf (ötre) ile okuyanlar ise, kelimesindeki,
kelimesini mübteda ve kelimesini de sılası ile bir-likte haber kabul
etmektedirler. Burada, kelimesi, manasmdadır. Bunun sılası, yani ilgi cümleciği
de, kelimesidir. Yani: "İnfak edecekleri şey nedir?" demektir.
kelimesinin cevabı ise, olup, yani, "Ofazla olanı vermektir. "
demektir. Dolayısıyla cevabın irabı da, cevap ile soru arasında bir uyum olsun
diye tıpkı sorunun irabı gibidir.
"Allah ayetlerini işle size böyle açıklar ki gerçekleri
düşüneniniz. "
Burada yer alan, işaret isminde yer alan, harfi mahzuf bir mastarın
sıfatı olması bakımından nasb mahal İmdedir. Yani, "Şu açıklama gibi bir
açıklama. " anlamındadır.
[127]
220. Dünya ve ahiret hakkında
(lehinize olan davranışları, düşünün ve ona göre davranın). Sana yetimler
hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha
hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir.
Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah isteseydi, sizi de zahmet ve
meşakkate sokardı. Muhakkak ki Allah güçlüdür, hakimdir.
221.
İman etmedikleri müddetçe
müşrik kadınlarla evlenmeyin. Müşrik bir kadın hoşunuza gitse de, iman etmiş
bir câriye (köle kadın) kesinlikle ondan daha hayırlıdır. İman etmediği
müddetçe müşrik erkeklerle de kızlarınızı evlendirmeyin. Müşrik bir erkek
hoşunuza gitse de, iman etmiş bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Çünkü
müşrikler amelleri itibariyle onları cehennem ateşine davet ederler. Oysa
Allah izni ve ilmiyle cennetine ve mağfiretine çağırır. İşte Allah üzerinde
düşünsünler de gerçeğe ulaşsınlar diye insanlara âyetlerini böylece açıklar.
222. (Ey Muhammedi) Bir de sana
aybaşı (hayız) .hakkında soruyorlar. Onlara de ki: "Aybaşı bir ezadır
(rahatsızlık ve zarar vermedir). O halde aybaşı halindeki kadınlar cinsel
ilişkijden uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Ancak
temizlendiklerinde artık Allah'ın size emrettiği mahalden olmak suretiyle
onlara yaklaşın. Çünkü, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever."
223. Kadınlarınız sizin
tarlaların izdir. Tarlanıza (haram yoldan gitmemek kaydıyla) istediğiniz gibi
gidin. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın ve bilin ki muhakkak Allah'a
kavuşacaksınız. (Ey Rasâlüm!) Müzminlere müjde ver.
224. Allah adına yemin etmek
suretiyle bunu iyilik yapmaya, emir ve yasaklara uymaya ve insanların
arasını bulmaya mani bir sebep haline
getirmeyin. Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir.
225. Allah "lağv"
(kasıtsız) olan yeminlerinizden dolayı sizi hesaba çekmez. Fakat bilerek
yaptığınız yeminleriniz yüzünden hesaba çeker. Allah çok mağfiret eden ve
azabını erteleyendir.
226. Kadınlarına yaklaşmamaya
yemin edenler dört ay beklerler. Eğer bu zaman zarfında eşlerine dönmek
isterlerse şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
227. Eğer boşamada kesin kararlı
iseler, iyi bilsinler ki, Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla, bilendir.
228.
Boşanmış kadınlar tekrar
evlenmeden üç hayız süresi beklesinler. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret
gününe iman ediyorlarsa, Al-Iah'-m onların rahimlerinde boşandığı kocasından
yarattığı cenini (çocuğu) ya da hayzı gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer
kocaları kendileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu takdirde
boşadıkları kadınları süresi içinde) geri almaya kendileri daha fazla hak
sahibidirler. Kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkeklerin,
kadınlara göre hakları bir derece daha fazladır. Allah Azizdir, Hakimdir.
[128]
220 - Dünya ve ahiret hakkında
(lehinize olan davranışları düşünün ve ona göre davranın). Sana yetimler
hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha
hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir.
Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah isteseydi, sizi de zahmet ve
meşakkate sokardı. Muhakkak ki Allah güçlüdür, hakimdir.
Dünya oc ahiret hakkında (lehinize olan davranışları düşünün ve ona
göre davranın)."
Ayetin başında yer alan, cer edatı, bir önceki ayetin sonunda yer alan,
fiiline taallûk etmektedir. Yani, "Her iki dünyayı da ilgilendiren şeyler
hakkında düşütlesiniz ve sizin için daha uygun olanı alasınız, diye... "
demektir. Ya da, "Her iki dünya hakkında iyice düşünüp bu ikisinden
hangisi baki ise ve hangisi daha çok faydalı ise onu tercih edesiniz,
diye..." demektir. Aynı zamanda bu edatın yine bir önceki ayette geçen,
fiiline taallûk etmesi de caizdir. Yani, "Her iki dünyaya ilişkin
ayetleri, mucizeleri ve bu ikisi ile alakalı şeyleri sizin için açıklar. "
demektir.
"Zulüm ve haksızlık yoluyla yetimlerin mallarını yiyenler hiç
şüphesiz karınlarına (midelerine) ancak ateş tıkınmış olurlar."[129]
mealindeki bu ayet yetimler hakkında nazil olunca, insanlar bundan böyle
yetimlerden uzak durmaya, onlarla ilgilenmemeye başladılar. Onlarla bir araya
gelmiyor, mallarına ait işlerle de ilgilenmiyorlardı. Bu durum Allah Rasûlü Hz.
Muhammed (Sallallahu aleyhi ve Sellem) 'e anlatılınca, işte bunun üzerine şu
ayet-i kerime gelmiştir.
"Sana yetimler hak-kında soruyorlar. De ki: Onları, iyi
yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır.»" Yani, yetimleri
korumak, kollamak, yanlışa düşmemelerini sağlamak ve mal varlıklarını da
üretmek amacıyla iyi bir niyetle kendilerine yaklaşmak, onlardan ayrılıp hiç
ilgilenmeden uzak durmaktan daha hayırlı bir görevdir.
"Eğer onlarla birlikte yaşardınız, -kendileriyle ilgilenir ve uzak
durmazsanız-, (unutmayın ki) onlar sizin -dinde- kardeşlerinizdir,"
Kardeşliğin bir gereği de onunla birlikte olup onu yalnızlığa terk etmemesidir.
"Allah, işleri -yetimlere ait malları- bozanla, -har vurup harman
savuranla, o malları- düzelteni bilir. Dolayısıyla Allah onları hangi amaçla
yetimin malına yaklaşırlarsa, yaklaşma niyetine ve müdahalesine göre ya
cezalandırır veya ödüllendirir. Bu bakımdan böyle bir şeyden uzak durun ve
yetime ait imkanları düzeltme ve artırma niyeti dışında bir başka yol aramayın.
'Eğer Allah -sizin için zorluk ve meşakkat- dikseydi sizi de zahmet ve
meşakkate sokardı." Sizi sıkıntı ve meşakkat içinde bırakırdı.
Dolayısıyla onlara müdahale konusunu bu açıdan mutlak anlamda zikretmedi.
"Çünkü Allah güçlüdür -kullarını bu hizmete mecbur bırakmaya.ve
onları sıkıntı ve zora sokmaya kadir olan, gücü yetendir- hakimdir.'"
Kullarının gücü üzerinde onlara yük yüklemeyen, sıkıntı vermedendir.
Mersed adındaki bir sahabi, Anak adında müşrik olan bir kadınla evlenme
ile ilgili Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soru sorması üzerine
şimdi tefsirini okuyacağımız, âyeti nazil olmuştur. "[130]
221 - İman etmedikleri müddetçe
müşrik kadınlarla evlenmeyin. Müşrik bir kadın hoşunuza gitse de, iman etmiş
bir câriye (köle kadın) kesinlikle ondan daha hayırlıdır. İman etmediği
müddetçe müşrik erkeklerle de kızlarınızı evlendirmeyin. Müşrik bir erkek hoşunuza
gitse de, iman etmiş bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler
amelleri itibariyle onları cehennem ateşine davet ederler. Oysa Allah izni ve
ilmiyle cennetine ve mağfiretine çağırır. İşte Allah üzerinde düşünsünler de
gerçeğe ulaşsınlar diye insanlara âyetlerini böylece açıklar.
"İman etmedikleri, müddetçe müşrik kadınlarla evlenmeyin.
Bu ayetteki, cümlesi, yani; onlarla evlenmeyin, demektir. Çünkü
"nikah" evlenme manasındadır. "İnkah" ise başkasını
evlendirmek, demektir.
"Müşrik bir kadın hoşunuza, gitse de, -ister onu sevmiş olun,
ister bir başka yönden olsun- iman etmiş bir câriye (köle kadın) kesinlikle
ondan daha, hayırlıdır."
İman etmedikleri'müddetçe müşrik erkeklerle de -Müslüman- kızlarınızı
evlendirmeyin." Nitekim Zeccac da bunu söylemiştir. Camiu'1-Ulûm diye
bilinen Şeyh Nuruddin Ebu Hasan Ali b. Hüseyin b. A!i el-Bakuli (v.543/1148)
ise diyor ki: Burada iki mefulden biri hazfediimiştir. Bunun takdiri ise
şöyledir:
"Kızlarınızı müşrik erkeklerle evlendirmeyin."
"Müşrik bir erkek hoşunuza gitse de, iman etmiş bir köle elbette
ondan daha hayıi'lıdır," Daha sonra yüce Allah hangi sebepten dolayı böyle
bir evliliğin olamayacağını
şöyle açıklıyor:
''Çünkü -kadın olsun, erkek olsun- müşrikler amelleri itibariyle
onları cehennem ateşine -küfre ve inkâra- davet ederler." Çünkü işi
cehennem ehlinin ameli olan küfrü işlemektir. Dolayısıyla bir hak olarak
bunların dost edinilmemeleri, bunlarla akrabalık ilişkilerinin kurulmaması ve
onlara velayet yetkisinin verilmemesidir.
"Oysa Allah izni ve ilmiyle -emriyle- cennetine ve mağfiretine
çağırırı/:" Allah'ın dost ve velileri ise -ki bunlar mü'minlerdir-
cennete, Allah'ın mağfiretine veya bu ikisine ulaştırabilecek yollara
çağınnlar. Ancak dost edinilmeleri, velayet yetkisi verilmesi ve kendileriyle
akrabalık kurulması gerekenler de işte bunlardır.
"İşte Allah, üzerinde düşünsünler de. gerçeğe ulaşsınlar diye
insanlara ayetlerini böylece açıklar. "
Cahiliye döneminde Araplar tıpkı Yahudilerle Mecusiler (ateşperestler) gibi aybaşı halinde olan, yani hayız gören bir kadının pişirdiğini yemezler, elinden su içmezler ve onlarla aynı çatı altında oturmazlardı. Ebu Dahdah (Radıyaüahu Anh) adındaki sahabi bunun hükmünü Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Ve:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Kadınlarımız aybaşı olduklarında onlara karşı
ne yapmalıyız?" der. İşte bunun üzerine ayeti iner."[131]
222 - (Ey Muhammed!) Bir de sana
aybaşı (hayız) hakkında soruyorlar. Onlara de ki: "Aybaşı bir ezadır
(rahatsızlık ve zarar vermedir). O halde aybaşı halindeki kadınlarla (cinsel
ilişkiden) uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Ancak
temizlendiklerinde artık Allah'ın size emrettiği mahalden olmak suretiyle
onlara yaklaşın. Çünkü, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de
sever."
(Ey Muhammed!) Bir de .sana aybaşı (hayız) hakkında soruyorlar. Bu
kelime, tıpkı gibi olarak gelir.
"Onlara de ki, aybaşı, bir ezadır, rahatsızlıktır, ve zarar
vermedir." Yani, hayız hali insanın tiksineceği bir durumdur, cinsel
ilişkide bulunmak isleyen bundan rahatsızlık duyar.
"O halde aybaşı halindeki kadınlarla (cinsel ilişkiden) uzak
durun." Onlarla bu durumda cinsel ilişkiye girmeyin.
Anlatıldığına göre Hristiyanlar kadının aybaşı hali olup olmamasına
bakmaksızın her halükârda kadınlarla cinsel ilişkide bulunurlardı. Kadının
hayızli olup olmadığına aldırmazlardı. Yahudiler ise, aybaşı gören kadınlarla
her manada bağlarını aybaşı sonuna kadar keserlerdi. Pişirdiklerini yemezler,
aynı evi ve yatağı birlikte paylaşmazlardı. Ancak, Allah, Hristiyanlann ya da
Yahudilerin yaptıklarını değil orta yolu emretti.
İmam-ı Azam Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf a göre, peştemaliyle
kapatması gereken yer dışında, yani göbeği ile diz kapağı arası dışındaki
yerlere temas edebilir, bunda bir sakınca yoktur. Bahsedilen yerlerden
kaçınması gerekir. İmam Muhammed'e göre cinsel organ dışında dilediği yerlere
dokunabilir. Hz. Aişe (Radıyalhhu Anha) ise şöyle demiştir:
"Sadece kan mahallinden (cinsel organdan) uzak durur ve bunun dışında
koca için her şey mubahtır."
Teinizlei'unceye, kadar onlara
yaktaşmarın." Cinsel ilişkiye geçerek yaklaşmayın ya da cinsel ilişki
kurmak maksadıyla yaklaşmayın. kelimesini kıraat imamlarından Hafs dışında Ebu.
Bekir, Hamza, Kisai ve Halef şeddeli olarak, tarzında okumuşlardır. Bu da
"Yıkanıp temizleninceye kadar" demektir. Kelimenin aslı ise, ile
harflerinin mahreçleri (çıkış yerleri) birbirlerine yakın olması nedeniyle
harfi harfine idğam olundu. Adı geçen diğer kıraat, imamları ise bu kelimeyi,
olarak ayette geçtiği gibi okumuşlardır. Bunun da manası, "aybaşı kanı ya
da hayız kesilinceye kadar" demektir. Her iki kıraat yani okuyuş tarzı
sanki iki ayrı ayet imiş gibidir. Biz de bu ikisiyle amel ederiz.
Bunun için gerekçemiz şudur: kıraatini, yani tahfif kıraatini göz
önünde bulundurarak aybaşı halindeki kadın bundan dolayı yıkanmış olmasa da
hayız süresinin çoğunun geçmesi ve aybaşı kanının da kesilmiş olması halinde
ona yaklaşır. Yani; hayız kesilme süresinin en fazla zamanı olan on gün içinde
kesilirse, kadın bu halde yıkanmış olmasa da, yani gusletmese de hayız
süresinin fazla olan on günlük süresi tamamlandığı için kanın kesilmesinden
sonra eşiyle cinsel ilişki kurabilir. Eğer aybaşı süresinin en fazla olan
süresinden daha az bir sürede hayız kam kesilmiş ise kadın bundan dolayı
yıkanıp (gusledip) temizlenmedikçe koca hanımına cinsel ilişki için
yaklaşamaz. Ya da şedde ile okunan kıraatini göz önünde tutarak ve bununla amel
ederek yıkan-masa bile üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe koca hanımına
cinsel ilişki kurmak maksadıyla yaklaşamaz. İşte ayeti buna hamletmek (yorumlamak)
aksine yorumlamaktan daha evlâdır (yerindedir). Çünkü bu takdirde bilindiği
gibi ikisinden biriyle amel terk olunmuş olacaktır.
İmam Şafii (Rahmetüiiâhi Aleyftfyz göre koca, hanımı aybaşı kanından
kesilip ve aynı zamanda yıkanmadıkça eşine yaklaşamaz. Yani, hem kandan
kesilmiş olacak ve aynı zamanda yıkanmış da olacak ki, kocası ha-nımıyla cinsel
ilişki kurabilsin. İmam Şafii'nin delili ise, ayetin devamı olan: kavlidir.
Böylece İmam Şafii her iki hükmü de yani, kanın kesilmiş olmasını ve bununla
beraber aynı zamanda yıkanmış olmasını cem ederek: "Onlar temizlenip
yıkanınca onlarla cinsel ilişki kurabilirsiniz." diye yorumlamıştır.
dikleruule arlık Allah'ın size emrettiği olmak sureliyle onlara
yoldaşın.'" Allah'ın size cinsel ilişkiye geçmesini emrettiği ve sizin
için helâl kıldığı yerden -ki burası ön mahaldir ve bilinen uygun yerdir-
cinsel ilişki kurabilirsiniz.
"Çünkü, Allah levbe edenleri de sever," Yasaklandığı şeyleri
işlemekten tevbe edenleri ya da defalarca günah ve yasaklara bulanıp tekrar
tekrar tevbe ile Allah'a dönenleri, ne kadar sürçerlerse sürçsünler yine de
dönenleri Allah sever. Sevgi ya da mahabbet, Allah'ın affının ve mağfiretinin
çok büyük olduğunu ve O'ndan umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini bilmesi ve
tanıması sebebiyledir.
"'temizlenenleri de sever." Su ile yıkanıp temizlenenleri ya
da kadınlara uygun olmayan arka mahalden ilişkiden uzak duranları veya hayız
halinde iken hanimlanyla cinsel ilişkiden sakınanları veya her tür kötülükten
uzak duranları sever.
Şimdi tefsirini okuyacağımız ayetin nüzul sebebi şöyledir. Yahudiler
şöyle derlermiş:
"Kişi hanımına arka taraftan yaklaşarak cinsel ilişki mahallinden
ilişkiye geçerse, kadının hamile kalması halinde doğacak olan çocuk şaşı olarak
doğar."
İşte gerçeğin onların inandıkları ve söyledikleri gibi olmadığını inen bu
ayet şöyle açıklıyor:
[132]
223 - Kadınlarınız sizin
tarlalarınızdır. Tarlanıza (haram yoldan gitmemek kaydıyla) istediğiniz gibi
gidin. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın ve Allah'tan korkun. Ve bilin ki
muhakkak Allah'a kavuşacaksınız. (Ey Rasûlüm!) Mü'minlere müjde ver.
"Kodınlarınız sizin tiuiakmn izdir." Tohum ektiğiniz
arazinizdir. Bu bir mecazi ifadedir. Kadınlar tarlalara benzetilerek, onların
rahimlerine (döl yataklarına) bırakılan nutfeler (spermler) de tohuma
benzetilmiştir. Nasıl ki tarlaya atılan tohumdan ekin bekleniyorsa, ana
rahmine aktarılan sperm ile de nesil (çocuk) beklenir. Dolayısıyla çocuk da
meydana gelen ürüne benzetilmektedir. Bu açıdan, nazil olmuş ve bu ayet ayetini
açıklama ve izah anlamında gelmiştir. Yani; Allah'ın size cinsel ilişki için
emrettiği yer, tohum atmanız gereken yerdir. Yoksa pisliğin çıkış yeri olan
makattan ilişkiye girmeyin.
Böyle bir uyarı ile asıl amacın nesil üretme olduğuna ve şehevî arzuların
tatmini olmadığı gerçeğine dikkat çekmek içindir. Dolayısıyla eşlerinize bu
amacın gerçekleşebileceği yerden cinsel ilişkiye geçin, demektir
"Tarlanıza islediğiniz gibi gidin." Onlarla ne zamanı
isterseniz ve nasıl isterseniz haram olan mahalden gitmemek kaydıyla
istediğiniz gibi cinsel ilişki kurabilirsiniz. İster arkadan normal cinsel
organla ilişkiye geçin, ister uzanır vaziyette, ister yanı üzere yattığı halde
cinsel ilişkiye geçebilirsiniz. Hiçbir sakıncası yoktur. Yeter ki doğal cinsel
organdan ilişki kurulmuş olabilsin. Burası da üremenin, neslin geliştiği tohum
ekme yeridir, ekim alanıdır. Bu bir temsildir. Yani; siz tarlalarınıza gidip
onları nasıl ki dilediğiniz yerden ve dilediğiniz gibi sağlıklı bir tohum
atmak istiyorsanız, işte tıpkı o tarlalannız-daki tohum atma şekli ve rahatlığı
ile siz de hanımlarınıza o rahatlıkla nutfeyi (spermi) dilediğiniz gibi
atabilirsiniz. Hiçbir yön ve taraf doğru olan yerden cinsel ilişkiye geçtikten
sonra sakıncalı değildir. Yani ister ayakta, ister yatıp uzanarak, ister yana
yatarak, ister oturarak olsun bu ve benzen hiçbir durum sakıncalı değildir.
Yeter ki meşru mahalden cinsel ilişki olabilsin.
Rabbimizin, kavilleri hep hoş olan güzel kinayeler ve uygun görülen
tarizlerdendir. Bu itibarla her Müslüman da bu ayetlerin çizdiği doğrultuda
edebe riayet etmeli, konuşmalarında olsun, yazışmalarında olsun bu sözleri
direkt olarak değil de o anlama gelebilen kelimelerle konuşması ve yazması daha
yerinde bir hareket olmuş olur.
"Ve kendiniz için ileriye hazırlık rapta, " Size
yasaklananların aksine sizin için doğru olabilecek amelleri takdim ermeniz
gerekir ya da çocuk isteme niyetiyle veya cinsel ilişkiye geçerken Besmele
çekerek bu manada iyi şeyler sunun ve isteyin.
"Ve Allah 'tan korkun." DoIâyısiylaJyasaklan işlemeye
kalkışmayın, bu manada cüretkâr davranmayın.
"Ve bilin ki; muhakkak Allah'a kavıışa-cafisımz," O'na
gideceksiniz. Öyleyse o kavuşma ve buluşmaya hazırla-nnı ve bunun için hazırlık
yapın. ''(Ey Rasulüm!) Mü 'mirilere -sevap ile- müjde ver."
kelimesi üç yerde harfi olmaksızın sadece, tarzında geldi. Üç yerde de
aynı kelime harfiyle, olarak geçti. Çünkü, ilk üç sorma olayında sanki farklı
farklı hallerde geçmesiyle ilgili sorular niteliğindedir. Bu bakımdan aralarında
herhangi bir atıf (bağ) edatına yer verilmemiştir. Sanki her bir soru ilk
sorular imiş gibi geçiyor. Diğer olaylarla ilgili sorulara gelince bunların tek
bir zamanda sorulmalarından ötürü aralarına atıf yani bağ edatı, kısaca cem
harfi getirilmiş oldu.
[133]
224 - Allah adına yemin etmek
suretiyle bunu iyilik yapmaya, emir ve yasaklara uymaya ve insanların arasını
bulmaya mani bir sebep haline getirmeyin. Allah her şeyi en iyi işiten ve en
iyi bilendir.
"Allah adına yemin etmek
sureliyle bunu.....mani bir .sebep haline getirmeyin. "
Ayetteki, kelimesi kalıbında "mef'u!" manasına gelir. Tıpkı
kelimesinin, "alınan" anlamında olduğu gibi. Bu kelimesi, herhangi bir şeyin önüne engel ya
da siper olmak maksadıyla öne sürülen bir mani, barikat demektir. Örneğin,
kabın üzerine konan tahta parçası gibi. Dolayısıyla bu parça o kabın üzerinde
bir engeldir. Meselâ, filan kimse iyilik önünde bir urzedir, denilince, bundan
o iyiliğin yapılmasına engel kişi demek olur.
Örneğin; adamın biri bundan böyle iyilik yapmayacağına, sılayı rahim
gibi akraba ile olan münasebetlerini keseceğine, insanların arasını bundan
böyle bulmaya çalışmayacağına, herhangi bir kimse artık iyilikte
bulunmayacağına veya ibadet etmeyeceğine yemin eder, and içer. Kendisinden bu
manada bir yardım istenince hemen, "Ben yeminliyim, yeminimi bozmaktan
Allah 'a sığınırım. " bahanesiyle bunu yapacağı iyilikler i-çin bir siper,
bir engel olarak öne sürer.
İşte böyleleri için Rabbimiz:
"Bir de Allah adına:yemin, etmek sureliyle bunu .... mani bir
sebep haline getirmeyin." buyurmuş oluyor. Yani üzerinde yemin ettiğiniz
şey için bunu bir engel yapmayın. Üzerine and içilen şeye yemin adının verilmiş
olması, bunun yemine benzemesi, onunla karıştırılması sebebiyledir. Nitekim,
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır;
"Kim herhangi bir şeyi yapmamaya ya da yapmaya yemin eder de,
ancak yemininin aksi işin yapılmasını daha hayırlı olarak görürse hemen
yeminini bozup kefaretini ödesin ve hayır gördüğü şeyi yapsın."[134]
"İyilik yapmaya, emir ve yasaklara uymaya, ve insanların arasını bulmaya, mani bir sebep haline, setirmeşin." Ayetin bu kısmı, ifadesinin atf-ı beyanıdır. Yani, hakkında yemin ettiğiniz şeyler için, ki onlar da iyilik yapmak, emir ve yasaklar uymak ve insanların aralarını bulmak gibi hususlardır. harfi ise, fiile mütealliktir. Yani, "Allah'ı yeminleriniz için bir kalkan yapmayın. " demektir. Aynı zamanda harfinin ta'Iil, yani illet ve neden için olması da mümkündür. kelimesi ya fiile veya kelimesine taallûk etmektedir. Yani mana şöyledir: "Allah'ı yeminleriniz i-çin iyilik yapma hususunda bir payanda, bir engel kılmayın."
"Allah her şeyi. -ettiğiniz yeminlerinizi- en iyi. işiten ve
-niyetlerinizi de- en iyi bilendir."
[135]
225 - Allah "lağv"
(kasıtsız) olan yeminlerinizden dolayı sizi hesaba çekmez. Fakat bilerek
yaptığınız yeminleriniz yüzünden hesaba çeker. Allah çok mağfiret eden ve
azabını erteleyendir.
"Allah «Lağv» (kasıtsız) oları yeminlerinizden dolayı sizi
lıesaba. çekmez. "
Lağv; Söz ve benzeri başka şeylerde hiçbir değer taşımayan ve bir mana
ifade etmeyen boş laf, demektir, "lağvu'l-yefnin" ise yapılan yeminde
bir anlam ifade etmeyen boş yemin manasınadır. Yani, adam doğru zannıyla bir
konuda yemin eder ve fakat iş aksi olarak meydana çıkar. İşte bu tür bir
yeminde kasıt olmadığından buna boş yere yemin anlamda,
"lağvu'l-yemin" ya da "yemin-i lağv" adı verilir. Bu
takdirde mana şöyle olur:
"Allah, herhangi birinizi boş yere yapmış olduğu yemin sebebiyle
hesaba çekmez, cezalandırmaz."
İmam Şafii'ye göre yemin-i lağv; kişinin kasıtlı olmaksızın dilinin
alışa geldiği gibi yaptığı yemine denir. Örneğin: Hayır vallahi, öyle değil
vallahi, evet öyledir vallahi... gibi.
"Fakat bilerek yaptığınız kasıtlı yeminleriniz yüzünden sizi
-cezalandırır- hesaba çeker." İçten isteyerek yalan yere yemin etmek
karar ve kastıyla yaptığınız yeminleriniz yüzünden cezalandırılacaksınız.
Çünkü bu tür yapılefn bir yeminde, yemin eden kimse, doğru olanın yemin ettiği
şekil olmadığını, başka şey olduğunu bilerek ve isteyerek yemin etmektedir.
İşte bu yemine, ''ğamus yemin" diye ad verilir. Çünkü kişiyi cehennem
ateşine daldırıp bırakan yemin budur.
İmam Şafii (Rahmetullâhi Meyh) bu ayete dayanarak ğamus yemin için
kefaretin vacip (farz) olduğuna hükmetmiştir. Çünkü kalbin kesbi (kazancı)
demek, kesin karar ve kasıt demektir. Muaheze yani cezalandırma ve hesaba çekme
konusu burada bu ayette açıklanmamıştır. Bu konu Ma-ide Suresinde ilgili ayette
açıklanmıştır. Dolayısıyla orada yapılan bir açıklama aynen burada yapılmış bir
açıklama manasında geçerli bir açıklama ve bir hükümdür.
Biz Hanefiîer ise diyoruz ki; burada sözü edilen muaheze ya da hesaba çekilme olayı mutlak manadadır. Bu da zaten ahiret hayatını, ceza yurdunu ilgilendirir, orada olacak bir husustur. Oysa Maide Suresinde sözü edilen ceza ise bu dünya ile kayıtlıdır, burada uygulanacak olan bir cezadır. İşte bu bakımdan birinin ötekisin hamli doğru değildir, sahih olmaz.
"Allah çok mağfiret eden ve azabını erteleyendir.
Yeminlerinizdeki yanılgılarınız sebebiyle sizi hesaba çekmeyecek olandır.
[136]
226 - Kadınlarına yaklaşmamaya
yemin edenler dört ay beklerler. Eğer bu zaman zarfında eşlerine dönmek
isterlerse şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
''Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin...'' Ayetteki, kelimesi
"yemin ederler" manasındadır. Nitekim bu, aynı zamanda İbn Abbas'm da
kıraatidir.
Cer ile mecrura taallûk eder. Yani, ye taalluk eder. Bu ifade adeta, ve
gibidir.
Yani; ''Hanımlarından dolayı yemin edenler için... "
"dört ay beklemeleri gerekir." Yani i'la mak-sadıyla yemin
edenler için dört ay beklemeleri kararlaştırılmıştır. Bu, değildir. Çünkü bu
fiili, cer edatı olan ile müteaddi olur. Örneğin, gibi. Ancak, diye bu kelimeyi
cer edatıyla müteaddi olduğunu düşünmek bu ayet sebebiyle doğan bir vehimden
ibarettir. Ancak burada yer alan yemin ifadesinde, bu kelime, cer edatıyla
müteaddi olmuştur. Çünkü uzaklaşma manası verilmekle böyle değerlendirilmiştir.
Sanki şöyle denir gibidir: "Kadınlarından yemin ederek uzak kalırlar.
"
''Eğer bu zaman zarfında, eşlerine dönmek isterlerse -Hanımlarına cinsel ilişkide bulunmamada ısrardan vazgeçip ilişkiye dönerlerse- şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Çünkü Allah kefareti meşru kılmıştır. [137]
227 - Eğer boşamada kesin kararlı
iseler, iyi bilsinler ki, Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.
"Eğer boşamada kesin kararlı iseler," Eşlerine dönmezler ve
sürenin bitimini beklemede kararlı iseler, "iyi bilsinler ki Allah
-onların yeminlerini- hakkıyla, işiten ve -niyetlerini- hakkıyla bilendir"
Bu, onların yeminde ısrarları ve tekrar dönmeyi terk etmemeleri yani, dönmemeleri
açısından onlar hakkında bir tehdit manası içermektedir.
İmam Şafii'ye göre bunun manası, "Eğer dönerlerse" sürenin
geçmesinden sonra "kesin kararlı iseler" demektir. Çünkü baştaki,
harfi takip içindir.
Ancak biz Hanefilere göre, ile ibareleri, kavlini açıklamak içindir. Çünkü tafsil (açıklama) mahiyetinde olan bir ifade mufassal, yani açıklanan ibareyi takip eder. Örneğin:
"Ben bu ay sizin konuğunuzum. Eğer size karşı iyi hareket edersem
yanınızda ay sonuna kadar kalırım. Eğer öyle davranmazsam, kalmam. Ancak
kaldığım kadarıyla yetinir, dönerim."
İşte bu ifade içerisinde yer alan, harfi de aynen buradaki gibidir veya
ayette geçen harfi buradakine benzer,
[138]
228 -
Boşanmış kadınlar tekrar
evlenmeden üç hayız süresi beklesinler. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe
iman ediyorlarsa, Allah'ın onların rahimlerinde boşandığı kocasından yarattığı
cenini (çocuğu) ya da hayzı gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer kocaları
kendileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu takdirde boşadıkları
kadınları süresi içinde) geri almaya kendileri daha fazla hak sahibidirler.
Kadınların da erkekler üzerinde haklan vardır. Ancak erkeklerin, kadınlara göre
hakları bir derece daha fazladır. Allah Azizdir, Hakimdir.
"Boşanmış kadınlar, tekrar evlenmeden üç hayız süresi
beklesinler."
Ayette, yani "Boşanmış kadınlar '"dan kasıt, başlarından
evlilik olayı geçen ve kocalarıyla cinsel ilişki olan kadınlar demektir. Yani,
hayız ya da temizlik süresine sahip kadınlar,. İşte bu durumdaki kadınlar, 'kendi kendilerine beklerler
(beklesinler)" Bu cümle emir manasında bir haberdir. Yani,
''beklerler" değil, "beklesinler" anlamında bir haber. Zira
cümlenin aslı şöyledir: "Boşanmış kadınlar beklesinler."
Bir emrin haber şeklinde getirilmesi ise, emir manasını te'kit ve pekiştirmek
ve bir an önce emre göre hareket etmenin gerektiği gerçeğini bildirmek içindir.
Sanki bununla o kadınlar bekleme emrine hemen sarılmış oldukları manası
anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade bu gerçeğin var olduğunu bildiriyor.
Nitekim bunun benzeri insanların dualarında, "Allah sana rahmet
ve merhamet eylesin." diye söyledikleri ifadeye benzer. Alacağı cevaba
güveni sebebiyle hadiseyi haber tarzında belirtti. Sanki, "Ben rahmeti
elde ettim, buldum da o da bundan haber veriyor." gibi bir ifade. Ayrıca
cümlenin bir mübteda şeklinde takdimi ise yine fazladan bir tekit ve pekiştirme
sebebidir. Çünkü isim cümleleri, fiil.cümlelerinin aksine devam ve sebatlıhk
bildirirler.
Ayette, "kendi kendilerine" ifadesine yer verilmesi ise,
kadınları beklemeye, iddet sürelerini beklemeye yönlendirmek ve özendirmek ve
bundan kaçmamalarını sağlamak manasınadır. Çünkü kadınlar şehevî duygular
noktasından hep bir an önce erkeklere kavuşsun isterler. Bu açıdan onların nefislerine
sahip olmaları, gem vurmaları, nefislerine yenilmemeleri ve dikkatli hareket
etmeleri için ve aynı zamanda kendilerinden istenen bekleme sürelerini
bitirmeleri için de bir icbar emridir.
Burada geçen, kelimesi, veya kelimesinin çoğuludur. Bu da
"hayz" yani kadınların aynalı anlamına gelir. Çünkü Hz. Peygamber
(Sallallhu-Aleyhi veSellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kur' (aybaşı) günlerinde namazı bırak."[139]
Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi veSellem)hn şu kavli:
"Cariyenin talâkı iki boşamadır ve iddeti (bekleme süresi) de iki hayız
süresidir."
[140]
İşte bu iki hadise baktığımızda Rasûlullah (Saîlailâhû Aleyhi vesellem)
Kur' için iki temizlik süresi yani dememiş, hayız olarak değer-lendirmiştir.
Kaldı ki, şu ayet de yine buna delildir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Kadınlarınız içinde adetten kesilmiş olanların bekleme süreleri
hakkında şüpheye düşerseniz, onların bekleme süresi üç aydır."[141]
Dikkat edilirse, hayız (yani ayhali) durumu ile değerlendirilmiş ve
bu, temizlik aylan olarak değil hayız aylan olarak gösterilmiştir. Kaldı ki,
iddet olayında yani kadının bekleme süresinde aranan nokta rahmin temize
çıkması, yani gebeliğin olup olmadığının meydana çıkmasıdır. Bu ise ancak hayız
yoluyla yani kadının ay halini geçirmesiyle sağlanabilir, yoksa temizlenme
(tuhr) ile değil. Bunun içindir ki, cariyenin yani köle kadının istibra
(arınma) durumu bir hayız ile değerlendirilmiştir. Eğer bu, İmam Şafii'nin
dediği gibi tuhr (temizlik) manasında olsa idi bu takdirde cariyenin iddet
süresi iki tam ve biraz da üçten de gün alarak kur' ile mümkün olabilirdi.
Böyle olması halinde süre üç ay hali süresinden daha aşağıya çekilmiş ve
azalmış olurdu. Düşünün bir kez eğer adam hanımını temizliğin sonunda boşamış
olsa, İmam Şafii'ye göre bu, kadının iddet (bekleme) süresinden sayılır, mahsup
edilir. Eğer adam temizlik süresinin sonunda değil de, hayız günlerinin sonunda
boşasa, bu, biz Hanefılere göre kadının iddet süresinden sayılmaz, ona mahsup
edilemez.
Oysa kelimesi, bilinen belli bir adedin özel ismidir, yani
"üç" sayısının adıdır. Dolayısıyla bu, üçten az bir mana ifade etmez,
edemez.
Nitekim, kadın ayhali olunca, ve denmesi de bu açıdandır. kelimesinin
mansub olması mefulü bih olması itibariyledir. Yani, "Kadınlar üç kuru'
süresinin geçirinceye kadar beklesinler. " demektir. Ya da bu, kelimesi
zarf tümleci olarak mansub olabilir. Bu takdirde de mana şöyledir: "Üç
kuru' müddeti süresince beklesinler."
Temyiz olan, kuru' kelimesi yerine cem-i kuleli (azlık çoğulu) olan,
"akra"' olarak değil de, cem-i kesreti (çokluk çoğulu) olan
"kuru"' lafzıyla gelmiştir. Çünkü ister, "akra"' olsun,
ister "kuru"' olsun her ikisi de cemi (çoğul) oluşta genelde
kullanımları itibariyle ortaktırlar. Kaldı ki, kelimesinin çoğulu olarak lâfzı
daha çok kullanılan bir kelimedir. Çoğui olan "akra"' lâfzı ise daha
az kullanılıyor olabilir. Dolayısıyla dilde kullanılışı az olan bu kelime sanki
kullanılmıyormuş gibi değerlendirilerek bunun yerine daha çok kullanılan,
"kuru"' lâfzı zikredilmiştir.
"Eğer gerçekten Âllah ve
ahiret gününe iman ediyorlarsa, Allah'ın onların _ rahimlerinde boşandığı
kocasından yarattığı cenini (çocuğu) ya da. liayzt gizlemeleri onlara helâl
değildir." Yani kadın hamile olup olmadığını veya hayız görüp görmediğini
ya da her ikisini olsun gizlemesi'doğru değildir, hela! olmaz.
Bu durum eğer kadın kocasından kesin ayrılmayı ya da boşanmayı
istiyorsa ve bundan dolayı da gebeliğini gizleyerek kocasının doğum sürecini
bekleme gibi bir düşünce ile boşamayı ertelemesi ve doğacak olan çocuğuna karşı
şefkat duygularının baskın gelerek kendisini boşamaktan vazgeçeceği
endişelerine kapılarak gebeliği gizlemesin, buna kalkışmasın. Ya da kadın
henüz ayhali bitmemişken, bir an önce kocam beni boşasm niyetiyle, hayız bitti,
temizlik süresi başladı gibisinden yalana ve gerçeği gizlemeye başvurmasın.
"Eğer Allah 'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa... "
ifadesiyle de iman edenler bu denli önemli olan ve büyük bir günah oluşturan
şeylerden uzak kalmaları noktasına dikkatleri çekiliyor. Zira Allah'a ve ahiret
gününe iman eden ve O'nun kendilerini cezalandıracağına inanan bir kadın ya da
kadınlar bu türden büyük vebal ve günah teşkil eden şeylere kolay kolay cesaret
edemezler.
"Eğer kocaları kendileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu
takdirde boşadıkları kadınları süresi içinde) geri almaya, kendileri daha
fazla hak sahibidirler."
Ayetteki, "buul" kelimesi, "ba'l" kelimesinin
çoğuludur. Fakat, kelimesinin sonunda bulunan, harfi, cemi olan kelimenin
müennesliğini bildirmek içindir. Yani kadınların kocaları hanımlarına
müracaata, dönmeye daha çok hak sahibidirler. İşte ayetin bu kısmından delil
olarak şunu anlamaktayız:
Ric'î talâk, vat'a yani cinsel ilişkiye engel değildir. Çünkü burada
"boşama" (talâk) ifadesinden sonra bile, onlardan kadınların kocası
diye ayette söz edilmektedir. Bu da vat' için (yani cinsel ilişki için) bir
mani olmadığının kanıtıdır. yani bekleme süresi içerisinde, demektir. Bu
durumda mana şöyledir:
"Eğer adam, yani koca karısına dönmek isterse, buna rağmen kadın
da bu dönüşe rıza göstermez ve kabul etmezse, bu takdirde kadının sözü değil,
kocasının müracaat (dönüş) konusundaki sözü dikkate alınması gerekir, vacib
olanı budur. Çünkü buna daha çok hak sahibi ve yetkili olan ko-casıdır. Ric'at
konusunda kadının bir söz hakkı, dönmeme hakkı yoktur, dönmek
durumundadır."
"Eğer ric'at ile kocalar ile karıları arasında barış ve anlaşmayı
istiyorlarsa... ", bununla kadınlara bir iyilik yapılması arzu ediyor ve
onların zarar görmemeleri aranıyorsa bu olabilir.
"..... Kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır."
Kadınların erkekler üzerindeki gerekli olan hakları, örneğin onların
mehirlerinin tanı olarak verilmesi, nafakalarının gereği gibi karşılanması,
onlarla güzel ve insanî manada ilişkiler kurulması, kendilerine zarar
verilmemesi gibi. Bunlar kadınlara ait haklar iken bir de kocalarının da
iyilikle emir ve yasaklar çerçevesinde onlara iyilikleri emretme ve
kötülüklerden de onları menetme hakları vardır. Fakat bütün bunlar şeriatın
öngördüğü ve toplum arasında da gelenek olarak kabul gören şekliyle
yapılmalıdır. Eşlerden hiçbiri diğerine altından kalkamayacağı ve yapamayacağı
bir şeyi teklif edemez ve isteyemez, (istememelidir).
Ayette geçen, "mümaseletten" yani, 'den kasıt, olayın iyilik
ve güzellik yani hasene olması bakımından tarafların görevlerinin birbirine
denkliği anlamındadır. Yoksa iş olarak yaptıkları şeylerin denkliği demek
değildir. Örneğin kadın erkeğin giysilerini yıkadığında veya ona ekmek ve yemek
yaptığında bu demek değildir ki erkek de aynen bunları yapacaktır. Böyle bir
durum söz konusu değildir. Ancak bunu karşılığında da erkeklerin de onlara
yakışır şekilde bir iş yapmaları demektir.
"Ancak erkeklerin kadınlara göre hakları bir derece daha
fazladır." Hak açısından biraz daha farklıdır. Kadına karşı görev ve
sorumlulukları bakımından bir üstünlüğe sahiptir. Gerçi taraflar birbirlerinden
yararlanmaları, lezzet almaları noktasında her ne kadar müşterek (ortak) iseler
de, evin harcamasını yapmada (infak noktasında) ve nikahı elinde bulundurmada
erkek kadına nazaran bir derece daha üstündür.
"Allah Azizdir'--işlerinde Allah'a asla iti-raz olunamaz- ve
Hakimdir." Allah ancak doğru ve güzel olan şeyleri emreder.
[142]
229.
Boşama iki defadır. (Bundan
sonrası) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Hanımlarınıza
vermiş olduğunuz (mehirden her hangi) bir şeyi geri almanız size helal
değildir. Ancak kan ve koca Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından
korkarlarsa başka. Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında
duramayacaklarından korkarsanız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına)
verdiği fidye de ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın bunları aşmayın. Kimler
Allah'ın (çizmiş olduğu) sınırlan aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
230. Eğer (koca ikinci talâktan
sonra hanımım üçüncü talâk ile) boşarsa, o kadın bir başka erkekle evlenip
ondan boşanmadığı müddetçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz.
Eğer bu ikinci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu olmaksızın) kadını
boşar ve kadın ite boşandığı ilk kocası, Allah'ın koyduğu sınırları
çiğnemeyeceklerine inanırlarsa yeniden evlenmelerinde taraflar için bir
sakınca yoktur. İşte bunlar kendini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler
için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.
231. (Ey kocalar!) Hanımlarınızı
(ric'i talâk ile) boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini tamamlamışlarsa bundan böyle
ya onları meşru sınırlar içinde yanınızda tutun ya da güzellikle
(önlerinden çekilip) bırakın. Ancak sırf onlar zarar görsünler ve rahatsızlık
çeksinler diye onlara haksızlık ederek hanımlarınızı yanınızda alıkoyup
sınırları aşmayın. Kim böyle bir iş yaparsa kesinlikle kendi kendine yazık
etmiş olur. Sakın Allah'ın ayetlerini (hükümlerini) alay ve eğlence konusu etmeyin.
Allah'ın size verdiği hidayet ve İslâm nimetini, size kendisiyle öğüt vermek
için indirdiği Kitap ve hikmeti hatırlayın. (Allah 'in emir ve yasaklarına
riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki; Allah, her şeyi (tüm incelikleriyle)
bilendir.
232. (Ey kocalar!) Hanımlarınızı
boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini bitirdiğinde, aralarında iyilikle
anlaşmaları halinde onları boşa-yan kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın.
İşte içinizden Allah'a ve ahiret gününe
iman edenlere bununla öğüt verilmektedir. Bu sizin için daha iyi ve daha
temizdir. Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.
233. Emzirme sürelerini
tamamlamak isteyen kimse için (boşanmış ya da boşanmamış) anneler çocuklarını
iki tam yıl emzirirler. Annelerin meşru şekildeki yiyecek ve giyeceklerinin
sağlanması baba tarafına aittir. Bir kimse ancak gücünün yettiğinden sorumlu
tutulur. Hiçbir anne çocuğundan dolayı ve hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarar
görmesin. Ve babanın mirasçısına da aynı görev düşer. Eğer ana ve baba
birbirleriyle anlaşmak suretiyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir
sürede sütten kesmek isterlerse her ikisine de bir vebal yoktur. Eğer
çocuklarınızı süt anneye verip emzirtmek isterseniz, kendisine vermekte
olduğunuz ücretini iyilikle vermek kaydıyla, bunda da size herhangi bir vebal
yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.
[143]
229 -
Boşama iki defadır. (Bundan
sonrası) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Hanımlarınıza
vermiş olduğunuz (me-hirden her hangi) bir şeyi geri almanız size helal
değildir. Ancak karı ve koca Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından
korkarlarsa başka. Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından
korkarsanız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına) verdiği fidye de
ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın bunları
aşmayın. Kimler Allah'ın (çizmiş olduğu) sınırları aşarsa işte onlar zalimlerin
ta kendileridir.
''Boşama iki defadır."
"Talâk" kelimesi "boşama" manasınadır. Tıpkı
"Selâm" kelimesinin "teslim" yani, selâm verme manasında
olması gibidir.
Şeriat noktasından tatlik yani boşama ayrı ayrı olmak kaydıyla bir
talâkın verilmesinden sonra ikinci talâkın verilmesidir. Yoksa toptan boşamak
suretiyle bir tek defada vermek demek değildir. Yani ayette yer alan, ile
belirtilmek istenen şey tesniye manasında demek değildir. Bu, tekrar
anlamındadır. Yani iki kez tekrarlanan boşama, tekrar tekrar ard arda olan
boşama demektir. Bu, tıpkı,[144]
ayinde geçen, kelimesi gibidir. Burada bu, "iki kere" demek
değildir. Bu, "tekrar tekrar" demektir. Yani, "Sonra gözünü
tekrar tekrar çevir."
İşte bu ayet bizim lehimizde bir delildir. Dolayısıyla biz Hanefılere
göre bir tek tuhr (temizlik) içinde iki ve üç boşamayı bir anda vermenin bidat
olduğu, yani sünnete uygun bir boşama şekli olmadığı gerçeğidir. Bu manada ayet
lehimizde bir delildir. Çünkü yüce Allah tarafından ayrı ayrı olarak talâkın
(boşama fiilinin) bizden istendiği emridir. Gerçi ayete ilk bakışta bize bir
haber cümlesi gibi1 gözükse de bu, mana itibariyle bir emirdir. Aksi takdirde
Allah'ın haberinde bu iş bunu yerine geçecek diğer bir şeye, bunun halefine
döner. Çünkü bazen talâkın toptan verildiği de olabilmektedir.
Yine bir yoruma göre Ensar dan bir kadın demiş ki:
"Kocam bana şöyle dedi; Seni hep boşayıp duracağım ve fakat her
defasında da sana ric'at ile döneceğim." Yani, sana hep eza edeceğim, demek
istemiştir. İşte bu ayet bu olay üzerine nazil olmuştur. "Talâk (boşama)
iki defadır. " Yani ric'î talâk art arda iki defadır. Artık üçüncü boşamadan
sonra kadına müracaat (ric'at) yoktur.
"(Bundan sonrası)/a iyilikte, -ric'at ile- tut-mali" Yani,
size düşen görev kadının hukukunu gözeterek birlikte karı koca olarak yaşamak
"ya da güzellikle salıvermektir." Yani yeniden dönüş yapmamak,
müracaatta bulunmamak suretiyle iddeti bitimi bain talâk olmuş olsun. Bir
yoruma göre de, üçüncü temizliğinde onu üçüncü talâk ile boşamak suretiyle yol
versin, diye değerlendirilmiştir.
Bu ayet, Cemile adındaki kadın ile kocası Sabit b. Kays b. Şemmas
hakkında nazil olmuştur. Cemile kocasına karşj hep kin güder, onu sevmezmiş;
fakat kocası da aksine onu severmiş. Hanımı onunla olan evliliğinden kurtulmak
için kendisini boşamak kaydıyla kendisine ait olan bahçesini hul' suretiyle
kocasına verir ve böylece ondan boşanmasını sağlar. Bu olay, İslâm'da ilk
olarak meydana gelen, "hul"' olayıdır.
[145]
"-Ey kocalar veya ey hakimler!- Hanımlarınıza vermiş olduğunuz
(mehirden her hangi) bir .şeyi geri almanız size helal değildir." Ayetin hükmü
içerisinde, "ey hakimler!" ifadesinin de yer alması, herhangi bir
anlaşmazlık sonucunda oniara başvurulması ve hakların onlar tarafından alınıp
verilmesinde emrin onlar tarafından verilmesi sebebiyledir. Bu durumda sanki
alan ve verenler onlar imiş gibi olay değerlendirilmiştir.
"Ancak karı ve koca Atkılı in sınırlarında, duramayacaklarından
korkarlarda başka." Yani eşlerin, birbirlerine karşı yapmaları gereken
görevlere riayet edemeyeceklerine ve Allah'ın koyduğu sınırları
çiğneyeceklerine dair bir bildikleri var ise, örneğin kadının huysuzluğu,
ahlakî kurallara uymaması, haksızlıkta direnmesi gibi bir durumun varlığı hali
bundan müstesnadır, bunun dışındadır.
"Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından
korkarmııız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına) verdiği fidye de
ikisine de bir günah yoktur."
kısmını verirken "Ey yetkililer, veliler, hakimler" diye
açıklanması ile ayetin bu kısmı ile bunlardan, önceki kısmı yani; ey kocalar,
diye belirtilen kısmı ile de gerçekten kocaların kastedilmiş olması da caizdir
(mümkündür).
Ayetin bu kısmında belirtildiği gibi kocanın boşanma karşılığında
karısından bir fidye almasında ve karısının da bunu gönül rahatlığıyla
vermesinde herhangi bir vebal ve günah yoktur. Çünkü kadın bununla hul*
suretiyle kendisini evlilik bağını mehirinden verdiği bir kısım karşılıkla
sona erdirmiş oluyor.
Kıraat imamlarından Hamza, meçhul olarak, şeklinde okumuştur ve ifadesini de zamir olan elif harfinden bedel yapmıştır ki, bu bedeli istimaldir. Tıpkı, gibi.
İşte bunlar -Nikah konusunda çizilen sınırlar, yemin, iyla, boşama,
hulu ve daha başka hususlar gibi hepsi- Allah'ın sınırlandır."
"Sakın bunları -karşı çıkarak- aşmayın." "Kimler
Allah'ın (çizmiş olduğu) sınidan asarsa, işte onlar zalimlerin -kendi
kendilerine zarar verenleriniz kendileridir."
[146]
230 - Eğer (koca ikinci talâktan
sonra hanımını üçüncü talâk ile) boşarsa, o kadın bir başka erkekle evlenip
ondan boşanmadığı müddetçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz.
Eğer bu ikinci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu olmaksızın) kadını
bo-şar ve kadın ile boşandığı ilk kocası, Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemeyeceklerine
inanırlarsa yeniden evlenmelerinde taraflar için bir sakınca yoktur. İşte
bunlar kendini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler için Allah'ın
açıkladığı sınırlardır.
"Eğer koca (ikinci talâktan sonra hanımını üçüncü talâk ile)
boşarsa," İlk iki talâkı verdikten sonra üçüncüsünü de verirse,
Eğer sen, "Biz Hanefilere göre, hul' talâk (yani boşama)dır, nitekim
Şafii'nin de bir görüşüne göre de bu bir boşamadır, sanki bu anlatılan ise
dördüncü bir boşama oluyor gibi," diye bir soru yöneltecek olursan, benim
vereceğim cevap şöyle olur:
"Evet hül'u bir talâk (yani boşamadır; fakat bu, bir bedel
karşılığında olan bir boşama olup, dolayısıyla bu da üçüncü talâk olmuş
olmaktadır. İşte bu ise, onu açıklar mahiyettedir. Yani bu şu demek olur:
"Eğer koca karısına, bir bedel karşılığında üçüncü boşamasını da
verirse..."
Bu boşanmış kadının eski, yani boşanmış olduğu kocasına yeniden helâl
olması için hüküm ise şöyledir:
"O kadın -üçüncü boşamadan sonra- bir başka erkekle, evlenip ondan
boşanmadığı müddetçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz. Nasıl
ki evlilik erkeğe isnat ediliyorsa bu ayette görüldüğü gibi nikah fiili kadına
da aynen isnat olunmuştur. Tıpkı tezevvüc (evlenme) gibi. Bu ayetten delil
olarak şu hükmü de elde edebiliyoruz: Evlenme akdi (sözleşmesi) sadece kadinın
buna rıza göstermesiyle de nikah, yani evlilik geçerlidir. Ayrıca velinin iznine
gerek yoktur.
Bir de, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yani
"balçağız" hadisini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu hadise
göre boşanan bir kadının evlendiği ikinci kocasıyla mutlaka aynı yatağı
paylaşmaları ve aralarında cinsel ilişkinin de gerçekleşmiş olması şarttır.
Nitekim bu bir fıkıh usulü hükmü olarak bilindiği gibi konuya ilişkin detay
bilgiler fıkıh kitaplarında yer almaktadır, dileyen oralara bakabilir. Çünkü
fıkıh açısından durum şöyiedir:
Koca, karısını kesin boşayınca artık bundan böyle pişmanlık duymanın
kurtuluş için bir çare olmayacağıdır. Artık hanımı kendisi için helâl olmaz.
Kendisine helâl olabilmesi için mutlaka duhul gerekir. Yani yeniden başından
bir evliliğin geçmesi ve bu evlilikte kadın ve yeni evlendiği kimsenin karı
koca olmaları, aralarında cinsel ilişki olması şartı vardır. İşte koca bunu
bilmelidir ki; böyle bir boşamaya kolay kolay kalkı şamasın.
"Eğer hu ikinci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu
olmaksızın) kadını -vat'mdan, yani cinsel ilişkiden sonra- boşar"
"kadın, ile boşandığı ilk kocası Allah'ın koyduğu şuurları
çiğnemeyecekler ine inanırlarsa. -birbirleriyle-yeniden evlenmelerinde taraflar
için bir sakınca yoktur." Yani eski kocası ile karısı aralarmda-evlilikle
alâkalı karşılıkla haklara uyacaklarına dair bir inançları var ise
evlenebilirler.
Ayette, ifadesi kullanıldı, bunu yerine, "bilirlerse" denmedi. Yani, "Her ikisi evlilikle ilgili hakları yerine getireceklerini bilirlerse" diye ayette geçmedi. Çünkü yakinî anlamda kesin bilgiyi Allah'tan başkası bilemez. Bu, insanlar için bir ğayb yani bilinemezdir. Bu açıdan "bilme" fiili yerine, "zanne" fiiline yer verildi.
"İşte bunlar kendilerini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler
için Allah uı açıkladığı sınırlardır." Kendilerine açıklananları
anlayabilecek kimseler için ...
kelimesi Mufacldal İbn Muhammed Dabbi tarafından harfiyle, olarak da
kıraat olunmuştur.
[147]
231 - (Ey kocalar!) Hanımlarınızı
(ric'i talâk ile) boşayip onlar da iddet (bekleme) sürelerini tamamlamışlarsa
bundan böyle ya onları meşru sınırlar içinde yanınızda tutun ya da güzellikle
(önlerinden çekilip) bırakın. Ancak sırf onlar zarar görsünler ve rahatsızlık
çeksinler diye onlara haksızlık ederek hanımlarınızı yanınızda alıkoyup
sınırları aşmayın. Kim böyle bir iş yaparsa kesinlikle kendi kendine yazık
etmiş olur. Sakın Allah'ın ayetlerini (hükümlerini) alay ve eğlence konusu
etmeyin. Allah'ın size verdiği hidayet ve İslâm nimetini, size kendisiyle öğüt
vermek için indirdiği Kitap ve hikmeti hatırlayın. (Allah'ın emir ve
yasaklarına riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki; Allah, her şeyi
(tüm incelikleriyle) bilendir.
(Ey kocalar!) Hanımlarınızı. (ric'i talâk ile) hoşayıp onlar da. iddet
(bekleme) sürelerin! lamamlanııs-larsa," İddctlerinin sonuna erişmişler ve
nihayete erdirmek üzere iseler, ya. onları meşru sınırlar içinde yanınızda
tutun ya da güzellikle (önlerinden çekilip) bırakın," Yani; ya kadına
tekrar dönüş (müracaat) ile ona herhangi bir zarar verme isteği olmaksızın
normal sınırları korumak maksadıyla evliliği sürdürün ya da iddeti, yani
bekleme süresi bitene kadar bırakın, dokunmayın, böylece herhangi bir zarara
uğramaksizm bain talâk ile boşanma meydana gelmiş olsun.
"Ancak strf onlar zarar görsünler çeksinler -böylece fidye ödemek
zorunda kalsınlar- diye onlara haksızlık ederek hanımlanmzı yanınızda alıkoyup
şuurları aşmayın." Buradaki, kelimesi ya meful-ü lehtir veya hâldir. Yanı,
onlara zarar vererek, demektir.
Eskiden adam hanımını boşar ve ilgilenmez, öylece bırakır, daha sonra
iddet (bekleme) süresinin bitimine az bir zaman kala, ric'at ile hanımına
tekrar dönerdi. Bu hareketi ona olan ihtiyaçtan dolayı değil de sırf o kadını
zorlamak, sıkıntı ve mecburiyet karşısında bırakmak için böyle bir yola
başvurur. Yeniden boşar, tekrar müracaat eder ve böylece kadının evli mi
boşanmış mı olduğu bilinemez. Kadın da bundan ötürü büyük zarar çeker ve
sıkıntı içinde kalır. İşte bu şekilde kadını tutma olayına zarar verme adı
verilir. Çünkü kocanın amacı ya kadına zulmetmek veya boşanma karşılığında
kadının mehilinden ya da malından bir şeyler elde etmektir. İşte bu, yanlıştır,
zulümdür.
"Kini böyle bir iş yaparsa -sırf kadın zarar görsün diye tutarsa-
kesinlikle kendi kendine yazık etmiş -kendisini Allah'ın ikabına ve azabına
arzetmiş- olur."
"Sakın Alkili m. ayetlerini (hükümlerini) alay ve eğlence konusu etmeyin." Yani, Allah'ın ayet ve hükümlerine ciddi anlamda sarılın ve onları ciddi manada hayatınıza uygulayın. Onlar ne istiyorsa aynen isteneni yerine getirin. Tam anlamıyla ve gereği gibi o hükümlere riayet edin. Aksi takdirde siz onları alay ve eğlenceye almış olursunuz, bu duruma düşersiniz. Nitekim verilen emir konusunda ciddiyetsiz olarak hareket eden ve umursamayan kimseye sen bunu oyuncak mı, eğlence mi kabul ediyorsun, diye uyarırlar.
Allahin size verdiği hidayet ve islâm nimetini -Hz. Mubammed
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) peygamberliğini,-"Size kendisiyle öğüt
Dermek için indirdiği kitap -Kur'an'ı- ve hikmeti —Sünneti— hatırlayın."
Yani; bundan dolayı Allah'a şükretmek ve istenen hakları da uygulamakla Allah'ı
anın. haldir.
"(Allah'ın) -sizi imtihan ettiği konulardaki- (emir ve
yasaklarına riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki Allah, her şeyi
(tüm incelikleriyle) bilendir." Allah'ı anıp anmadığınızı, emirlerine
bağlı olarak kendisinden sakınıp sakınmadığınızı, öğüt alıp almadığınızı ve
daha başka her şeyi en iyi bilendir. Doğrusu bu, en beliğ, en net ve en açık ve
aynı zamanda en mübalağalı bir söz verme ve bir tehdit içeren bir ifadedir.
[148]
232 -
(Ey kocalar!) Hanımlarınızı
boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini bitirdiğinde, aralarında iyilikle
anlaşmaları halinde onları boşayan kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın.
İşte içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt verilmektedir.
Bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir; fakat siz
bilmezsiniz.
"(Ey kocalar!) Hanımlarınızı boştiyip onlar da idde!, (bekleme)
sürelerini bitirdiğinde," Bu ayetin baş tarafı ile bir önceki ayetin baş
tarafı ibare bakımından aynı olmakla beraber anlam gelişimi içerisinde
değerlendirildiğinde, orada geçen, ile burada geçen, ifadelerinin iyice dikkat
edilmesi halinde farklı anlamlarda oldukları göze çarpar. Bu ayette nikahtan
söz edilmektedir. Nikah olayı ise ancak iddet bitiminde olabilir. Oysa ilk
ayette ise ric'atten söz edilmektedir. Ric'at ise ancak iddet süresi içinde
olabilir.
"aralanuda -dünür olan erkek ile kadın- iyilikle -din açısından
uygun görülen hususlarda ve yerine getirilmesi insanlık şartı olan konularda,
mehri misli vermede veya denklikte- anlaşmalar-t halinde -kadınlar da buna
arzulu iseler- onları boşayan kocalarıyla, -yeniden- evlenmelerine engel
olmayın. " Kaldı ki; velilerden birinde burada ifade edilen denklikler
yoksa bu bir saldın sebebi olabilir.
kelimesi, kadınlara engel olmayın, onları men etmeyin, demektir.
kelimesi, men etmek, baskı kullanmak manasınadır.
Su ayet aynı zamanda kadınların kendi nikahlarını akdetmede, kıymada
sözlerinin geçerli olduğuna da işaret bulunmaktadır.
Buradaki hitap ya da uyarı, iddet durumunun bitiminden sonra sırf zulüm
olsun ve ezilsinler diye hanımlarına baskı yapan, önlerinde evlenmelerine
engel oluşturan kötü niyetli kocalar içindir. Çünkü bu kötü niyetli kocalar
kadınların diledikleri başka erkeklerle evlenmemeleri için bir türlü onların
Önünden çekilmiyor. Yani; kadın ne evli gibi oluyor, ne de bekar, Bu sesleniş
öylece ortada bırakıp zulmeden kocalaradır. Dolayısıyla iyi niyetle ve
isteyerek tekrar bu kadınlarla evlenmek isteyen ve onlara iyi davranacaklarını
belirten iyi niyetli olanlara da mani olmayın.
Ayette "zevçler: eşler, kocalar" ifadesine yer verilmesi
sonuçta biri diğerinin eşi olması bakımındandır. Ya da bu hitap, kadınların
yeniden kocalarına dönmek istemeleri halinde buna engel olmak isteyen velilere
bir uyarıdır. Çünkü; o evlenmek istedikleri kimseler bu kadınların eşleridirler.
Zaten bu bakımdan da kocaları adı kullanılmıştır. Bunlar ise buna mam
oluyorlar. Evet bu ismi almıştır.
Ayet sahabeden Ma'kil b. Yesar hakkında nazil olmuştur. Çünkü bu zat,
kız kardeşine ilk kocasına varmaması için baskı kurmuştu. Ya da genel manada
herkes içindir. Yani, aranızda olabilecek şeylerde herhangi bir baskı ve engel
bulunmasın. Çünkü; aralarında böyle bir durum eğer var ise, onlar da buna rıza
gösteriyorlarsa, dolayısıyla bu kimseler de aynen baskı kuranlar
hükmündediıier.
içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt
verilmektedir. " ile olan hitap ya Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem) veya herkes içindir. Çünkü yapılan öğüt kendilerine faydalı olabilir.
"Bu -baskıyı terk etmek ve zarar vermek- sizin için daha iyi ne
daha temizdir -üstün ve güzeldir- " Çünkü sizi günah kirlerinden
arındırır.
"-Temizlenme ve arınmayı- Allah bilir. Fakat, .siz -bunları- bilmezsiniz." [149]
233 - Emzirme sürelerini
tamamlamak isteyen kimse için (boşanmış ya da boşanmamış) anneler çocuklarını
iki tam yıl emzirir-ler. Annelerin meşru şekildeki yiyecek ve giyeceklerinin
sağlanması baba tarafına aittir. Bir kimse ancak gücünün yettiğinden sorumlu
tutulur. Hiçbir anne çocuğundan dolayı ve hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarar
görmesin. Ve babanın mirasçısına da aynı görev düşer. Eğer ana ve baba
birbirleriyle anlaşmak suretiyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir
sürede sütten kesmek isterlerse her ikisine de bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı
süt anneye verip emzirtmek isterseniz, kendisine vermekte olduğunuz ücretini
iyilikle vermek kaydıyla, bunda da size herhangi bir vebal yoktur. Allah'tan
korkun ve bilin ki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.
"Eifizinne sürelerini tamamlamak isleyen kimse için (boşanmış
ya da boşanmamı ş) anneler çocuklarını iki tomyti emzirirlcr."
tıpkı, fiilinde olduğu gibi te'kit eden emir manasında haberdir. Bu
emir ya "nedip" manasında, yani mendup anlamında bir emirdir. Ya da,
bebek annesinin memesinden başka bir kadının memesini emmeyi kabul etmiyorsa
vucûp anlamında bir
emirdir. Veyahut da çocuk için bir süt anne bulunamıyorsa, ya da çocuğun
babası süt annenin ücretini ödemekten aciz ise yine vucûp ifade eder. Yahut
burada geçen, "'anneler''den boşanmış anneler murat olunmuş olabilir.
Bunlara nafaka vermenin ve giyimlerinin karşılanmasının vucûp sebebi emzirme
için olabilir. kelimesi zarftır. kelimesi de tam, bütün manasına olup te'kit
içindir ve bu müsamaha verilen süredir. Örneğin; "Sen filan kimsenin
yanında iki yıl kalmak istiyordun ve fakat iki yılı tamamlamadın." gibi
bir ifade. Yani; burada kişi dilerse iki yılı tamamlar, dilerse tamamlamadan da
ayrılabilir. Ayetteki de buna benzer bir ifadedir.
Ayetin-bu kısmıyla yani, "Emzirme sürelerini tamamlamak
isteyenler için" ifadesiyle bu hükmün kimlere yönelik olduğu
belirtiliyor. Yani; bu hüküm, emzirme süresini tamamlamak isteyenler içindir.
Özet olarak anlatmak istersek, baba çocuğunu emzirtmekle yükümlüdür.
Annenin böyle bir emzirme sorumluluk ve yükümlülüğü yoktur. Bu itibarla baba,
çocuğunu emzirecek bir süt anne bulmakla görevlidir, yükümlüdür. Meğerki
çocuğun öz annesi kendi arzu ve isteğiyle çocuğunu karşılıksız olarak emzirmek
istesin. Bu, müstesna. Kadın çocuğunu emzirmeye teşvik edilse de ancak onu
emzirmesi için üzerinde baskı kurulamaz. Ancak kadın halen eş olarak kocasıyla
beraber ise veya iddet süresini bekliyorsa bu takdirde kendi çocuğu için ücret
istemesi ya da ücretle tutulması caiz olmaz.
meşru şekilde yiyecek ve
içeceklerinin -aşırıya kaçmaksızın ve olması gerekenden de kısmaksızın-
sağlanması baba kıraata aittir. kavlinde yer alan, deki zamiri, manasmdaki.
harfine racidir. Bunun da takdiri şöyledir: ''Kendisi için çocuk dünyaya getirilen
-kî bu da babadır.-"[150]
tıpkı, ayetinde geçen, 'de
olduğu gibi fail olarak raf mahallinde gelmiştir.
Burada ayette, denildi ve fakat, denmedi. Bunun sebebi çocuğu doğuran
annelerdir ve onlar da çocukların babalan için onları doğururlar. Çünkü;
çocuklar babalarına aittirler ve soy (nesep) babalarına aittir, kadınlara
değil. Bu itibarla kocaların o anneleri yedirmeleri ve giydirmeleri, onlar
çocukları emzirdikleri sürece tıpkı süt anneler gibi çocukların babalarına
aittir. Görmez misin Allah onu, yani babayı, bu mana burada olmadığı halde
"valid" diye zikretmiştir. Bu da Rabbimizin şu kavlinde yer
almaktadır:
"Ey İnsanlar! ...Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir
şey ödeyebileceği günden çekinin."[151]
Dolayısıyla israfa kaçmamanın ve aşırı kısmamanın tefsiri de şimdi
geliyor. Bu da: "Taraflardan hiçbirisi diğerini gücünün üzerinde bir ödeme
yapmaya zorlamamalı ve zarar vermemelidir. "
"Bir kimse ancak gücünün, yettiğinden sorumlu tutulur." Gücü
neye yetiyorsa o kadarı istenir. İmkanları neye el-veriyorsa imkanı ölçüsünde
istenir.
Teklif, ya da sorumluluk, külfet konusunda sorumluluk altında tutulacak
ve buna mecbur kılınacak şeyi vermeye sahip olmasıdır. Dolayısıyla böyle bir
imkana sahip olana sorumluluğu yüklenilir. kelimesinin mansub olması istisna
ile değil, kelimesinin ikinci mcfulü olması hasebiyledir. Ancak istisna edatı
olan, iki meful arasına girmiştir.
Hiçbir anne çocuğundan dolayı zarar verpıesın.
kelimesini İbn Kesir, Ebu Amr, Yakub harfinin ref i, yani ötresiyle
olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Bunun manası ise nehiydir. Hem malum, hem
meçhul bir fiil olması ihtimali vardır. Kelimenin aslı, ya harfinin kesri
(esresi) ile, dur veya harfinin fethi (üstünü) ile, 'dur. Diğer kıraat imamları
ise, ayette olduğu gibi, olarak nehiy anlamında kıraat etmişlerdir. Kelime
aslında, idi. Burada ilk harfi sakin hale getirildi, sakin hale gelen bu harf
ikinci harfine idgam yapıldı. Bu defa iki sakin harf birleşince, sükun
sebebiyle ikincisi fetha ile harekelendi ve kelime, şeklini aldı.
demek, "Hiçbir anne çocuğu sebebiyle kocası na zarar
vermesin." Çocuğa hep sert muamelede bulunmakla, kocasına zorluk
çıkarmakla, adalete varmayan ölçülerde yedirme ve giydirme ihtiyaçlarını
istemekle, çocuğu sebebiyle kısıntıya gitmesine yol açacak şekilde kocanın
kafasını hep onunla meşgul bırakmakla, bebek kendisine iyice alıştıktan sonra
annenin, bu çocuk için bir süt anne bul, diye zorlamakla ve benzeri şeylerle
zarar vermesin.
"ve hiçbir baba çocuğu Yüzünden zarar vermesin." Yani
kendisi için çocuk dünyaya getirilen baba da çocuğu sebebiyle hanımına zarar
vermesin. Ona vermesi gereken yiyecek, içecek ve giyeceklerinden vermemek
suretiyle ya da kadın çocuğunu emzirmek istediği halde onu ondan alarak ona
bir zarar vermesin.
Eğer,kelimesi meçhul kabul edilirse bu takdirde mana, kadının kocası tarafından
uğrayacağı bir zarardan kaçınılması yasağı getiriliyor. Yani; kadın kocası
tarafından böyle bir sıkıntıva maruz bırakılmasın, demektir. Bir de hanımı
tarafından kocaya gocuğu bahane edilerek herhangi bir zarara sokulmasın,
demektir.
Ya da, kelimesi, manasında olabilir. kelimesindeki harfi de bunun
sılası, yani ilgi cümleciği durumundadır. Bu itibarla mana şöyle olmaktadır:
"Anne çocuğunun gıdasına önem vermeyip, bu konuda yapması gerekenleri
yapmayarak, çocuk kendisine iyice alıştıktan sonra onu babasının üzerine atıp
bırakarak zarar vermesin, böylesi bir yanlışın içine girmesin."
"Aynı şekilde baba da çocuğunu hanımının eline bırakarak, çocuğa
karşı yerine getirmesi icabeden hakları yerine getirmeyerek, bu açıdan kadının
alması gereken haklarından da kısarak ve kadının da buna bağlı olarak çocuğun
haklarından kısmaya sebep olabilecek bir davranışın içine girmek suretiyle
çocuğunun annesine zarar vermesin."
Ayette, ve yani "annenin çocuğu " ve "babanın
çocuğu" ifadelerinin yer almâ'ııeâeni şudur: Kadının zarar vermekten yasaklanması
sebebiyle şefkat ve merhamet duygularının kabarması bakımından çocuk orada
anneye izafe edilirken, beride de, aynı amaçla çocuk babaya izafe edilmiştir.
"Ve babanın mirasçısına da aynı vreo düşer."
Ayetin bu kısmı, kavli üzerine matuftur. Bu son cümle ile bu cümle
arasında yer alan kısım ise, kelimesini açıklama mahiyetindedir ve matuf ile
matufun aleyh arasında mutarize (parantez) cümlesidir ya da yan cümleciktir.
yani; sabinin varisi olanlar da, çocuğun babasının olmaması durumunda, baba
hayatta iken, nasıl ki yedirme ve giydirme ile alâkalı konularda sorumlu
idiyse, ayını görevleri yerine getirmekle yükümlü ve sorumludurlar.
Ancak bu konuda ihtilâf, yani farklı görüşler vardır. İbn Ebu Leyla
(v.l48/765)'ya göre çocuğa varis olan herkes bu görevle yükümlüdür. Biz
Hanefilerc göre çocuğun mahremi olanlardan mirasçı olanlar öncelikli olarak bu
sorumluluğu almak zorundalar. Herkesten önce nafaka ve bakımı bunlar
üstlenmekle mükelleftirler. Çünkü Abdullah b. Mesud'un kıraatine göre hüküm bu
şekilde ortaya çıkıyor. İbn Mesud'un kıraati de şöyledir:
İşte bu kıraate göre, bebeğin mahremi manasmdaki yakın akrabası
mirasçı olmaları bakımından, yedirme ve giydirme ile alâkalı nafaka bu
mirasçılara aittir. Ancak İmam Şafii'ye göre çocuk ile onun arasında vilâdet
(doğum) itibariyle akrabalık bağı bulunanlar nafaka ile yükümlüdürler. Bunlar
dışında kalanlara nafaka sorumluluğu yoktur.
"Eğer ana ve baba -kendi aralarında- birbirleriyle anlaşmak
sureliyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir surede sütten kesmek
islerlerse her ikisine de -bu konuda- bir vebal yoktur." Yani; bu süre iki
yoldan ister eksik, ister fazla olsun bir sakınca yoktur. Bu, doğrusu getirilen
sınırlamadan sonra bir genişliktir.
Teşavur, danışma, bir görüşü ortaya çıkarmak için çaba göstermek
demektir. Örneğin; süzme bal elde etmek için, denir ki, balı süzüp çıkardım,
demektir. Burada bu ifadeye yer verilme nedeni, karşılıklı hoşnut kalınması
durumu ve memnuniyetin bir düşünme, fikir yorma sonucu meydana çıkabileceğini
göstermek ve hatırlatmaktır, henüz emmekte olan bebeğin zarar görmemesini
sağlamaktır.
Büyükleri tedip eden, onlara edebi öğreten, küçükleri ihmal etmeyen
Rabbimi tüm eksikliklerden tenzih ederim. Çünkü, karı ile kocanın her ikisinin
ittifaklarına değer veriyor. Zira babanın soy ve velayet hakkına, annenin de
şefkat ve titizlik hakkına uyuluyor.
"Eğer çocuklarınızı süt anneye verip emzirtmek isterseniz,
kendisine -süt annelere- vermekte olduğunuz ücretini iyilikle vermek kaydıyla,
bunda da size herhangi bir vebal yoktur. "
Yani, çocuklarınız için... Bu, Zeccac'dan gelen yorumdur. fiilinin,
fiilinden nakledildiği söylenmiştir. Nitekim,
denir. Yani; kadın bebeği emzirdi ve ben o kadına bebeği emzirttim,
demektir. Bu kelime iki mef ule müteaddidir, yani iki mef ul alır.
Yani bu şu demektir: "Süt annelerine çocuklarınızı emzirmek
isterseniz. " Burada iki mef ulden biri bazfedilmiştir. Yani; anneden
başka, eğer anne emzirmek istemezse veya aciz kalırsa, demektir. "Ücret
olarak onlara vermek istediğinizi. " demektir. Bu kavli kıraat imamlarından
İbn Kesir, olarak okumuştur. Bu, birine iyilikte bulunmak, ona ihsanı
ulaştırmak, demektir. Nitekim Rabbimizin şu kavli de buna bir örnektir:
"Şüphesiz O'nun vâ'di yerini bulacaktır.[152]
Bu ayette geçen, kelimesi "mef iden" demektir; yani yerini
bulmuştur, anlamındadır. Ücretin teslimi cevaz için şart olmayıp menduptur.
kelimesi, kelimesine mütealliktir. Yani, "Süt annelere ücretlerini
güzellikle ve gönü! huzuruyla, mutlu bir şekilde teslim ettiğinizde... " demektir.
"Allah'tan korkun.. Ve bilin ki; Allah, yaptığınız her şeyi
görmekledir " Hiçbir işiniz ve yaptığınız Allah'a gizli kalmaz ve Allah
sizi yaptığınız o şeylerden dolayı cezalandırır ya da ödüllendirir.
[153]
234.
İçinizden eşlerini geride
bırakarak vefat edenlerin eşleri (evlenebilmeleri için) kendi kendilerine dört
ay on gün beklerler. Onlar söz konusu sürelerini bitirdiklerinde, kendileri ile
ilgili meşru olarak yaptıkları şeyler konusunda size herhangi bir günah ve
vebal yoktur. Allah her yaptığınızdan haberdardır.
235. (Bekleme sürelerini
tamamlamakta olan bu) kadınlarla evlenme hususundaki niyetlerinizi üstü kapalı
bir şekilde aktarmanızda veya içinizde saklı tutmanızda size bir günah yoktur.
Sizin onları mutlaka anacağınızı (evlenmeyi içinizden geçireceğinizi) muhakkak
Allah bilir. Ancak onlara karşı hislerinizi gizlilik içinde bildirmek yerine,
kendileriyle en uygun bir şekilde görüşüp konuşun. Kesin olarak beklenmesi
istenen süre bitmeden sakın nikah kıymaya kalkışmayın. Bilin ki; Allah
içinizden geçeni bilir. O halde Allah'a karşı çıkmaktan sakının ve iyi bilin
ki; muhakkak Allah, mağfireti sonsuz olan ve cezalandırmada acele etmeyendir.
236. Nikahlamanızdan sonra henüz
kendilerine dokunmadığınız ya da kendileri için bir mehir belirlememiş
olduğunuz kadınları boşadiğınız takdirde bundan dolayı size bir mehir
mecburiyeti yoktur. Böyle bir durumda onlara sadece hediye kabilinden bir
şeyler verin. Bunu (zengin olan kimse kendi durumuna uygun bir şekilde, fakir
olan da kendi durumuna) uygun bir şekilde versin. Uygun bir hediye vermek
isteyen ihsan sahibi kimseler için bu, bir borçtur.
237. Eğer kendileriyle
mehirlerini belirlemek suretiyle evlenme akdini yaptığınız kadınları onlara
dokunmadan boşarsanız, bu takdirde onlar için belirlediğiniz mehrin yansını
vermeniz gerekir. Meğerki kadınlar bu mehiri almaktan vazgeçmiş olsun ya da
nikah akdini elinde bulunduran (koca ya da velisi) onu bağışlamış olsun, bu
müstesna. Ancak (Ey kocalar!) Sizin affetmeniz (mehri bağışlamanız) takvaya
daha uygundur. Aranızdaki ihsanı sakın unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta
olduklarınızı hakkıyla görendir.
[154]
234 - İçinizden eşlerini geride
bırakarak vefat edenlerin eşleri (evlenebilmeleri için) kendi kendilerine dört
ay on gün beklerler. Onlar söz konusu sürelerini bitirdiklerinde, kendileri
ile ilgili meşru olarak yaptıkları şeyler konusunda size herhangi bir günah ve
vebal yoktur. Allah her yaptığınızdan haberdardır.
"içinizden eşlerini geride bırakarak vefat edenlerin eşleri (evlenebilmeleri
için) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. "
Ayette geçen kelimesini ele alalım. Herhangi bir şeyin tam ve eksiksiz
olarak alınması halinde, ve denir; ki bu, "Ben o şeyi tastamam, eksiksiz
olarak aldım. " manasınadır. Yani, onların ruhları (canlan) tamamen
alındığında, öldüklerinde, demektir.
kelimesi de terk ederler, bırakırlar, anlammadir. Yani; içinizden
kocaları ölen kadınlar beklerler. Yani, iddet (bekleme) sürelerini beklerler.
Veya bunun manası şöyle olabilir: "Onların ölümlerinden sonra eşleri kendi
kendilerine beklerler. " İşte burada, "Onlardan sonra/ölümlerinden
sonra" ifadesi mabzuftur, açık olarak ayette yer almamıştır. Çünkü;
"bundan sonra" ifadesinin zaten, konuşmanın ya da mananın seyri
içinde böyle geldiği bilinmektedir. Ancak yine de bunun takdir edilmesine gerek
duyulmuştur. Zira haber olarak gelen bir cümlede mutlaka mübtedaya raci bir
zamirin olması gerekmektedir.
kelimesi Mufaddal İbn Muhammcd Dabbi tarafından, olarak kıraat
olunmuştur. Yani, "ecellerini bitirenler" demektir.
"Dört ay ve on". İşte buradaki "on" sayısıyla
belirtilmek istenen gecesi ve gündüzüyle birlikte dört aydan sonra ayrıca artı
on gün de buna ilâve olarak tam dört ay on gün müddetle bekleyip iddetlerini
bitirmiş olacaklar. Burada ayrıca on ifadesinden sonra günler manası
anlaşılacağından yeniden buna bir hatırlatmada bulunmaya gerek yok, örneğin,
"On oruç tuttum. " denilince bu, "On gün oruç tuttum."
manasında olur. Şayet böyle bir hatırlatmada bulunulursa kurala uygun
davramlmamiş olunur.
"Onlar söz konusu .sürelerini -iddetlerini-bitirdidertnde,"
"Kendileriyle ilgili meşru olarak -şeriat tarafından yadırganmayacak bir
tarzda nişan ve evlenme hususunda-yaptıkları şeyler konusunda, -ey idareciler
ve hakimler- size herhangi bir günah ve vebal yoktur." "Kaldı ki:
Allah her yap (Ağınızdan haberdardır. " İçinizden geçen tüm gizli
sırlarınızı bilir.
[155]
235 - (Bekleme sürelerini
tamamlamakta olan bu) kadınlarla evlenme hususundaki niyetlerinizi üstü kapalı
bir şekilde aktarmanızda veya içinizde saklı tutmanızda size bir günah yoktur.
Sizin onları mutlaka anacağınızı (evlenmeyi içinizden geçireceğinizi) muhakkak
Allah bilir. Ancak onlara karşı hislerinizi gizlilik içinde bildirmek yerine,
kendileriyle en uygun bir şekilde görüşüp konuşun. Kesin olarak beklenmesi
istenen süre bitmeden sakın nikah kıymaya kalkışmayın. Bilin ki; Allah
içinizden geçeni bilir. O halde Allah'a karşı çıkmaktan sakının ve iyi bilin
ki; muhakkak Allah, mağfireti sonsuz olan ve cezalandırmada acele etmeyendir.
"Bekleme sürelerini Camcım la makta olan bu kadınlarla evlenme
hususundaki niyetlerinizi üstü kapak bir şekilde aktarmanızda veya. içinizde
saklı, tutmanızda size bir günah yoktur.'' evlenme teklifi ve nişanlanma,
sözlenme manasınadır.
Tariz ise; Kişin kadına; "Sen gerçekten güzelsin. "-;
"Sen saliha, dini bütün bir hanımsın."., "Ben evlenmek
istiyorum." türünden o kadınla evlenmeyi istediği izlenimini verecek
sözler sarfetmektir. Böylece eğer o kadın da onunla evlenme arzusunu duyuyorsa
kendisini ona göre hazırlaması açısından bir işarettir. Yoksa açık seçik
olarak bir evlenme teklifi, nikah isteği değildir ve bunu yapmamalıdır. Yani
kişi, "Ben seninle evlenmek istiyorum." türünden laflar etmemelidir.
O halde kinaye ile tariz arasındaki fark nedir? .
Kinaye: Bir şeyi asıl söylenmesi gereken kelime (ifade) ile değil de
bir başka lâfızla belirtmektir.
Tariz: Asıl maksat hakkında hiçbir şey soylemeksizin konuşmasıyla
karşıdakinin bununla ne denmek istendiğini anladığı sözdür. Örneğin; ihtiyaç
sahibi bir kimsenin ihtiyacını karşılayacağına inandığı bir kimsenin yanma
varıp: "Şöyle bir geçiyordum, sana da bir selâm vereyim, şu güzel soylu ve
nurlu yüzüne bakayım istedim." gibisinden bir konuşma tarizdir. Oysa
adamın maksadı ona ihtiyacını bildirmektir. Karşıdaki de gelenin maksadını
anlar ve gereğini yapar. Nitekim şair der ki:
Burada maksat selâm vermek ise de asıl amaç yardım isteğidir. Bu
itibarla adeta söylenen ifadede bir amaç için geldiği zaten kendisini
göstermektedir. Ben selâm vermek istiyorsam da, sen de bir isteğim olduğunu
anla ve gereğini yap, gibi...
ne tariz yoluyla olsun ne de açık bir şekilde olsun soyleyemeyip
içinizde gizlediğiniz şeylerden dolayı da sizin için bir vebal söz konusu
değildir.
"Allah, sizin onları mutlaka anacağınızı (evlenmeyi içinizden
geçireceğinizi) muhakkak bilir." Sizin onları hiç aklınızdan çıkarmayıp
hep hatırlayıp duracağınızı ve bunu onlarla konuşmaktan geri durmayacağınızı da
Allah muhakkak bilmektedir. O halde onları hatırlayın, ama...
Ancak onlara karsı histerinizi gizlilik içinde -gizlilik içinde olacak
şeylerden olan cinsel ilişki anlamında- bildirmek yerine kendileriyle en uygun
bir .şekilde -iddet süresi içinde söylememek ve ben bu cinsel ilişkiyi de
bilirim gibisinden olmamak kaydıyla-görüşüp konuşun." Yani; tariz yoluyla
konuşun, fakat serahat anlamında bir şey söylemeyin.
edatı, kavline mütealliktir. Yani, "Onlarla kesin bir evlenme ve
ilişki anlamında söz almayın. Ancak şeriat bakımından hoş karşılanan ve münker
olmayan (yasaklanmayan) bir sözleşme ile onlarla görüşün. " demektir.
"Kesin olarak beklenmesi islenen süre bilmeden sakın nikah kıymaya
kalkışmayın." Ayetteki, fiili, bir şeye kesin karar vermek, azmetmek
demek olan, fiilinden alınmadır. Burada özellikle kelimesine yer verilmesi,
nikah yani evlenme akdinden kesin olarak uzak kalınması gerçeğine dikkat
çekilmesi içindir. Çünkü azim bir şeyi işlemeden önce gerekir, yani önce kesin
karar ve bunun ardından da eyleme geçme gelir. Eğer bir şeye kesin karar
vermekten yasaklanma emri veriliyorsa, dolayısıyla ona bağlı fiili işlemek de
haydi haydi yasaklanmış demektir. Yani, "nikah (evlenme akdinin) düğümünü
(kurdelayı) kesmeyin." veya "nikah (evlenme) düğümünü kesmeyin."
demektir. Çünkü; azmetmek demek, gerçekte kesmek, kati karar kılmak, demektir.
Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Geceleyin oruca kesin karar vermeyen (geceden oruç tutmaya niyet
etmeyen) kimsenin orucuyoktur." Farklı bir rivayet de şöyledir:
"Oruca geceden hazırlanmayanın orucu yoktur."[156]
Yani; kesin nikah (evlilik) akdini bağlamaya karar vermeyin, nikah
kıymaya kalkışmayın.
"Kesin olarak beklenmesi istenen süre bitmeden" kavlinin
manası, iddet süresini bitirmeden nikaha kalkışmayın, demektir. Rabbimizin bu
kavlinde geçen, iddet anlamındadır. Çünkü; bu sürenin beklenmesinin farziyeti
Kitap ile sabit olmasından dolayı Kitap olarak zikredilmiştir. Yani,
"farz kılınan bekleme süresi bitinceye, sona erene dek." demektir.
"Şunu çok iyi bilmelisiniz ki; Allah, içinizden geçeni
bilir." Caiz olmayan bir şey konusunda kesin kararlılığınızı bilir.
"O halde Alkili in emirlerine karsı çıkmaktan -caiz olmayan bir
şey konusunda kesin kararlı olmaktan- sakının." "Ve iyi bilin ki; muhakkak Allah,
mağfireti sonsuz olan ve cezalandırmada acele etmeyendir." Sizi
cezalandırmak için acele etmez.
Aşağıda tefsirini okuyacağınız ayet, mehir adını belirlemeksizin ve
eşiyle cinsel ilişkide bulunmamış bir kimsenin eşini boşamasıyla ilgili olarak
nazil olmuştur.
[157]
236 - Nikahlamanızdan sonra henüz
kendilerine dokunmadığınız ya da kendileri için bir mehîr belirlememiş olduğunuz
kadınları boşadiğıniz takdirde bundan dolayı size bir mehir mecburiyeti yoktur.
Böyle bir durumda onlara sadece hediye kabilinden bir şeyler verin. Bunu
(zengin olan kimse kendi durumuna uygun bir şekilde, fakir olan da kendi
durumuna) uygun bir şekilde vermelidir. Uygun bir hediye vermek isteyen ihsan
sahibi kimseler için bu, bir borçtur.
'Nikahlamanızdan .sonra henüz kendileriyle cinsel ilişki kurmadığınız
ya. da. kendileri için. bir mehir belirlememiş olduğunuz kadınları boyadığınız
takdirde bundan dolayı .size bir vebal ve. mehir mecburiyeti yoktur."
Burada, demek size bir mehir mecburiyeti yoktur, demektir. bu bir şarttır.
Bunun cevabına ise, kavli delâlet etmektedir. Bunun takdiri de şöyledir:
"Eğer kadınları boşarsanız.... size bir vebal (günah)yoktur."
"Kendilerine dokunmadığınız (cinsel ilişkide bulunmadığınız)
müddetçe." burada şart manasınadır. Yani, "Eğer onlarla cinsel
ilişkide bulunmamışsamz..."
Kıraat imamlarından Hamza ve'Ali, Kur'an'm neresinde geçerse geçsin
hepsinde de, kelimesini, olarak okumuşlardır. Çünkü fiil (iş) iki kimse
arasında cereyan etmektedir.
"Ya da onlar için bir mehir adı koymadıkça " veya,
"Onlara taki bir mehir belirlenene kadar... " demektir.
Fardu'l-Farîda: Kadına verilecek olan mehrin adının konması,'belirlenmesi
manasınadır. İşte bu, kendisiyle cinsel ilişkide bulunulmamış olan ve fakat
nikahtan sonra, mehrin de adı konulmuş olduğu halde kadın boşanmışsa, bu kadına
adı konan mehrin yarısının verilmesi gerekir. Eğer bir mehir belirlenmemiş ise,
böyleleri için mehr-i misil adı verilen mehrin yarısı da gerekmez. Aksine
bunlar için sadece mut'a, yani bir bakıma uygun bir hediye verilmelidir.
Gereken de budur.
"Böyle bîr durumda onlara, sadece hediye kabilinden bir sey
perin." Bu cümlesi mahzuf bir fiil üzerine matuftur. Bunun da takdiri
şöyledir: "Onları boşayın ve verilmesi gereken hediyelerini de
verin."
Mut'a: Bir dış eibise, bir iç elbise ve bir de başörtüsünden ibaret
olan birtakım giysi manasınadır.
"Bunu. -verilmesi gereken mut'ayı- zengin olan kimse kendi
durumuna uygun bir şekilde -gücü neye yetiyorsa-, juldr olan da -gücü yetmeyen
de- kendi durumuna uygun bir şekildi1 vermelidir. "
Kıraat imamlarından Ebu Bekir dışında Hafs, Hamza, Kisai, Halef ve İbn
Zekvan, olarak her iki yerde de böyle okumuşlardır. Bu imamların dışındakiler
ise, olarak okumuşlar, mana itibariyle her ikisi de aynıdır. Sıkıntı çeken,
yoksul olan veya darda olan manalarına gelir. Mehir sorumluluğunu yerine
getirip getirmemenin günah olup olmaması konusundaki deîil, kavlinden itibaren,
kavline kadar olan kısımdır.
kavli, burada verilme mecburiyeti bulunmadığını isbat içindir. Biz
Hanelilere göre mut'anın ancak böyle bir durumda vacip, yani gerekli
olabilmesi için bu ayetteki şartları taşıması gerekir. Bu şartlar var ise mut'a
gerekir, vacip olur. Diğer boşananlar içinse, yani belirtilen şartları
taşımayanlar için mut'a müstahaptır.
kelimesi, kavlini te'kit içindir ve faydalandırmak, yararlandırmak
suretiyle, demektir. Şeriat ve insani değerler bakımından, örf itibariyle güzel
ve iyi olan bir şekilde, manasına gelir.
"Uygun bir muc'a hediye vermek isleyen ihsan sahibi kimseler
-Müslümanlar- için bu, bir borçtur. " kelimesi, kelimesinin sıfatıdır. Yani; onlara vermeleri
gerekli olan bir mut'adır. Ya da, bu ihsan sahibi kimselere düşen gerçek bir
borçtur. Veya, "Mut'a yoluyla boşanmış kadınlara iyilikte bulunmak
isteyenler için bu bir borçtur." demektir.
Henüz böyle bir yardım yapılmış değilken, âyette bunların,
"muh-sin (ihsanda bulunan)" diye anılmaları, tıpkı şu hadisteki
ifadeye benzer bir durumdur:
"Kim bir ölüyü (kimseyi) savaş esnasında öldürürse üzerinde bulunanlar
onu öldüren gaziye aittir."
[158]
Buradaki ihsan ifadesinden, kişinin vermek zorunda olmayıp teberru
veya sadaka mahiyetinde birine bir şeyler verdiği şey gibi bir anlam
çıkarılmasın. Burada geçen ihsan ifadesinden kasıt, burada sözü edilen ve vacip
olan mut'adir. Bu gerçek böylece bilinmiş olsun.
Şimdi okuyacağımız ayetin tefsirinde de nikah akdi yapılıp ve fakat temas olmadan boşanmış ve mehri de belirlenmiş olan kadınların mehir durumlarından söz edeceğiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor: [159]
237 -
Eğer kendileriyle
mehirlerini belirlemek suretiyle evlenme akdini yaptığınız kadınları onlara
dokunmadan boşarsanız, bu takdirde onlar için belirlediğiniz mehrin yarısını
vermeniz gerekir. Meğerki kadınlar bu mehiri almaktan vazgeçmiş olsun ya da
nikah akdini elinde bulunduran (koca ya da velisi) onu bağışlamış olsun, bu,
müstesna. Ancak (Ey kocalar!) Sizin affetmeniz (mehri bağışlamanız) takvaya
daha uygundur. Aranızdaki ihsanı sakın unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta
olduklarınızı hakkıyla görendir.
"Eğer kendileriyle nehirlerini belirlemek .sureliyle evlenme
acdini yaptığınız kadınları onlara, dokunmadan basarsanız..."
kavlinde yer alan, ve beraberindeki fiili cer mahallinde te'vilî mastar
hükmündedir. Yani "siz onlarla temas (ilişki) kurmadan önce... "
demektir.
"Bu takdirde onlar için belirlediğiniz mehrin yansını onlara
—boşadığınız kadınlara- vermeniz
gerekir."
olarak gelmiştir. mehir demektir.
"Meğerki kadınlar bu nıe.hri almaktan vazgeçmiş olsun ya da nikah
akdini elinde bulunduran (koca ya da velisi) onu bağışlaniş olsun, bu
müstesna."
Yine, fiiliyle beraber istisna üzere nasb mahallinde gelmiştir. Sanki
şöyle denmektedir: "Boşanan kadınların sizden mehir almaktan vazgeçmeleri
hâlleri dışında her zaman sizin vermeniz gereken mehir bu gibi durumlarda
belirlemiş olduğunuzun yarısıdır."
Şimdi burada geçen ve erkekler manasına gelen, ile kadınlar için
değerlendirilen, arasındaki fark nedir? Bunun cevabı şöyledir:
İlk fiilde, harfi, cem-i müzekker zamiridir. Kelimenin Lamel fiili
denilen son harfi mahzuftur. Sonundaki harfi de fef alâmetidir. Oysa ikinci
fiilde yer alan harfi cem-i müzekker zamiri değil, kelimenin lamel fiili yani
son harfidir. harfi de cem-i müennes zamiridir. Fiil mebni (yani sonu
değişmeyen) fiillerdendir, dolayısıyla bu gibi kelimelerin lâfzı üzerinde
amilin herhangi bir tesiri görülmez.
Bir önceki fiilin mahalli üzerine matuftur.
Bundan kasıt, kadının kocası demektir. Nitekim Hz. Ali (Radıyallahu
Anh) de bunu böyle tefsir etmiştir. Bu, Said bin Cubeyr (v.75/694)'in, Kadı
Şurayh (v.78/697)'ın, Mücahid'in, Ebu Hani-fe'nin ve İmam Şafii'nin de yeni
kavlidir. Bunun böyle olmasının nedeni, kadını boşama yetkisinin kocanın elinde
olmasından dolayıdır. Böyle olunca nikah akdinin bekası ya da devamlılığı da
kocanın elindedir. Buna göre ayetin manası şöyle olabilmektedir:
"Şeriat açısından vacip ve gerekli olan mehir yansıdır. Yok eğer
kadın isterse alacağı mehrin tümünden bir fazilet gereği vazgeçebileceği gibi,
koca da dilerse yine bir üstünlük ve fazilet gereği mehrin tamamım eşine bağışlayabilir.
"
İmam Malik ile İmam Şafii'nin de eski (kadim) kavline göre, nikah
akdini elinde bulunduran kimse velidir. Ancak biz Hanefıler bunlara şöyle
karşılık verebiliriz ve deriz ki:
Veli durumunda olan bir kimse henüz sağire (küçük yaşta) olan kız
çocuğu adına onun hakkından teberruda bulunamaz, böyle bir hak ve yetkiye
sahip değildir. Durum böyle olunca nasıl olur da akdi elinde bulundurma
yetkisi ona verilebilir ki?
"Ârieiik (Ey kocalar!) Sizin mehri al-mayıp bağışlamanız takvaya
daha. uygundur." kavli mübtedadır. Bunun haberi de, kavlidir. Buradaki
hitap birinin diğerine karşı üstünlüğünü ortaya koyması bakımından her iki eş
içindir; hem kocaya ve hem kadına bir hitaptır. Zeccac bunu böyle zikretmiştir.
Yani; kocanın mehrin tamamını boşadığı karısına bağışlaması koca açısından
daha hayırlı olduğu kadar, boşanan kadının da kendi hakkı olan mehri almayıp
bırakması onun adına çok daha hayırlıdır. Ya da buradaki hitap tüm eşleredir.
Aranızdaki ihsanı -üstünlüğünüzü- de sakın unutmayın. " Yani;
kiminizin kiminizden üstün olduğunuz gerçeğini sakın ola unutmayın.
"Şüphesiz hilafıyapmakla olduklarınızı hakkıyla, görendir. Dolayısıyla Allah sizi üstünlüğünüze göre değerlendirip durumunuza göre ya cezalandırır ya da Ödüllendirir. [160]
238.
Namazlara ve (özellikle de)
orta namaza devam edin. Allah için huşu içinde ve O'na bağlı kalarak namaza
durun.
239. Herhangi bir durumdan
korkacak olursanız yaya olarak veya binek üzerinde namazlarınızı kılın.
Korkudan emin olduğunuz da ise, siz daha önce bilmezken size öğrettiği şeklide
Allah'ı (ibadetle) anın.
240. Sizlerden ölüp geride (dul)
eşler bırakanlar, eşlerinin evlerinden çıkarıimaksızm bir yıl kadar bir süre
içinde bıraktıkları maldan yararlandırılmaları için ölmezden önce vasiyette
bulunsunlar. Eğer o kadınlar kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi
adlarına meşru (ölçüler içinde yaptıkları) şeylerden dolayı size herhangi bir
günah yoktur. Allah, Azizdir, Hakimdir.
241. Boşanmış kadınlar için de
meşru Ölçüler içerisinde (kocalarından) alacakları hakları vardır. Bu,
Allah'tan korkanlar üzerinde bir borçtur.
242.
İşte Allah ayet (hilkümjtenm
size böylece açıklar ki, düşünüp gerçekleri anlayasımz.
[161]
238 - Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin. Allah içim huşu içinde ve O'na bağlı kalarak namaza durun.
"Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin."
Namazların vakitlerine, rükünlerine ve şartlarına titizlikle uyarak devam edin
ve bu namazlar arasında fazilet ve derece bakımından daha üstün olan orta
namaza devam edin. Burada, kelimesinin tekil olarak zikredilmiş olması ve aynı
zamanda çoğul olan,üzerine atfedilmesi, fazilet ve derece bakımından tek olması
içindir. Bu orta namaz da Ebu Hanife'ye göre ikindi namazıdır. Nitekim cumhur
da, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Ahzab (Hendek) savaşı gününde
söylediği hadise dayanarak bunun ikindi namazı olduğu görüşünü ortaya
koymuşlardır. Hz. Peygamber (Sallaüâhu Aleyhi ve sellem) Ahzab gününde şöyle
buyurmuştu:
"Bizi meşgul ederek orta namaz olan ikindi namazım kılmaktan bizi
alıkoydular. Allah evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun."[162]
Yine Rasülullah (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar:
"Bu namaz, güneş batana kadar Hz. Süleyman'ın da alıkonulduğu bir
namazdır.[163]
Hz. Hafsa (Rddıyallahu Anha) annemizin mushafında ise bu, "Ve orta
namaza ki bu ikindi namazıdır," tarzında geçer. Çünkü bu namaz iki gece
namazı ile iki gündüz namazı arasında yer alan bir namazdır. Bu namazın önemi
ve faziletine gelince, ikindi vaktinin ticaretin, alışverişin yoğun olduğu ve
uğraşıların çok daha fazla olduğu bir vakit olmasındandır. Ayrıca bu namazın
öğle namazı olduğunu, çünkü bunun gün ortasında kılınan bir namaz olduğunu
ileri sürenler olduğu gibi, bu namazın sabah namazı olduğunu söyleyenler de
olmuştur. Çünkü sabah namazı iki gündüz namazı ile iki gece namazı arasında yer
alan bir namazdır. Ya da bu namaz akşam namazıdır, çünkü akşam namazı dört
rekath namazlar ile iki rekatlı namazlar arasında yer alan üç rekatlı bir
namazdır ve bu namaz iki sessiz olarak kılınan namaz ile iki sesli olarak
kılınan namaz arasında yer alan bir namazdır diye de yorumlamışlardır. Ya da bu
namaz yatsı namazıdır, diyenler de olmuştur. Çünkü bu iki vitir (tek kılman)
namaz arasında yer alan bir namazdır.[164]
Ya da bu vakti bilinemeyen herhangi bir namaz olabilir. Tıpkı Kadir Gecesinin
kesin olarak bilinememesi gibi. Böylece hepsini, yani-tüm namazları orta
namazıdır niyetiyle kılıp eda etsinler istenmiştir.
Allah için huşu içinde ve O'na bağlı olarak namaza durun. kelimesi burada haldir. Allah'a itaat eder ve huşu içinde hareket eder halde namaza durun, demektir. Ya da kıyamınızda, ayakta iken Allah'ı anarak namaza durun, demek olabilir. Çünkü ku-nut mana olarak, Allah'a ayakta zikretmek, anmak veya namazda kıyamı (ayakta durmayı) uzatarak, manasına gelir. [165]
239 -
Herhangi bir durumdan
korkacak olursanız yaya olarak veya binek üzerinde namazlarınızı kılın.
Korkudan emin olduğunuzda ise, siz daha önce bilmezken size Öğrettiği şeklide
Allah'ı (ibadetle) anın.
"Herhangi bir durumdan -düşmandan veya başka bir şeyden- korkacak
olursanız -namazlarınızı-yaya olarak veya -ima ile- binek üzerindi'
namazlarınızı lalın. " Tıpkı kelimesinin kelimesinin çoğulu olması gibi,
kelimesi de kelimesinin çoğuludur. Bu durumda bulunanlar korkulan ya da
mazeretleri devam ettiği sürece kıbleye karşı durup namaz kılmak zorunda
değiller.
bu ''Korkudan emin olduğunuzda ise korktuğunuz
şey ortadan kalkınca, Önce -güven içinde nasıl ibadet olunacağını- bilmezken
size -güven içinde nasıl namaz kılınacağını ve ibadet olunacağını- öğrettiği
şekilde Al-
lah'i ibadetle anın."
[166]
240 - Sizlerden ölüp geride (dul)
eşler bırakanlar, eşlerinin evlerinden çikarılmaksızin bir yıl kadar bir süre
içinde bıraktıkları maldan yararlandırılmaları için ölmezden Önce vasiyette
bulunsunlar. Eğer o kadınlar kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi
adlarına meşru (ölçüler içinde yaptıkları) şeylerden dolayı size herhangi bir
günah yoktur. Allah, Azizdir, Hakimdir.
"Sizlerden ölü geride (dul) eşler bırakanlar, .... vasiyette
bulunsunlar. " İbn Amir, Ebu Amr, Hamza ve Hafs, kelimesini nasb ile
okumuşlardır. Nitekim Zeccac'dan gelen rivayet de böyledir. Çünkü Zeccac bunu
mef ul-ü mutlak ya da mef ul-ü bih olarak değerlendirmiştir. Bu, "bir
vasiyet yapsınlar" ya da "bir vasiyette bulunsunlar" demektir.
Bunlar dışında kalan imamlar ise kelimesini ref ile okumuşlardır. Buna göre de
mana şöyle olur:
"Onların bir vasiyet yapması gerekir."
"... eslerinin evlerinden çıkarılmakstzın bir yıl kadar bir süre
içinde, bıraktıkları maldan yararlandınlmaları için ölmezden önce ...."
Buradaki, kelimesi, kelimesiyle mansubdur. Çünkü mastardır. Veya,
takdirindedir. ise, kelimesinin sıfatıdır. kavli de, tıpkı, "Bu söz, senin
söylediğinden başka bir sözdür. " ifadesine benzer müekked mastardır veya
bu, kelimesinden bedeldir. Mana da şöyledir:
"Zevcelerini geride bırakarak ölenler üzerinde bir hak olarak
henüz ölmezden önce onlar için bir' vasiyette, bulunmaları ve bu vasiyetlerinde,
kendilerinin ölümlerinden sonra eşlerinin evden atılmayıp tam bir yıl yarar-,
landırılmalarım belirtmeleri bir borç ve görevdir." Yani; ölenin geride bırakmış
olduğu terekesinden onlara harcamada bulunsunlar ve onları evlerinden
çıkarmasınlar, orada barındırsınlar.
İşte bu hüküm İslâm'ın ilk dönemlerinde yürürlükte idi, Ancak daha
sonra bu hüküm, Bakara Suresi, 234. ayetindeki, "dört ay on gün"
olarak sınırlandıran ifade ile neshedilmiştir, hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.
Nesh eden yani nasih veya yürürlükten hükmü kaldıran ayet tilâvet bakımından,
yani Kur'an'daki okuma sırası itibariyle bu ayetten önce yer almış ise de,
nüzul yani iniş bakımından bu ayetten daha sonradır. Bu ayet, 234. ayetten Önce
gelmiştir. Bu, tıpkı Bakara Suresi, 142. ayeti ile yine Bakara Suresi,
144.'ayeti gibidir. Yani 142. ayet daha sonra nazil olduğu hâlde, 144. ayetten
önce ayet sırası olarak yazılmıştır, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
böyle işaret buyurmuşlardır.
"Eğer o kadınlar -bir yıl bekledikten sonra- kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi adlarına meşru ölçüler içinde yaptıkları, şeylerden -süslenmelerinden ve şeriat ölçüleri içerisinde kendileriyle evleneceklere yaptıkları tariz yollu hareketlerinden- dolayı size herhangi bir günah yoktur. "
"Allah, Azizdir, -hükmettiklerinde de-Hakimdir."
[167]
241 - Boşanmış kadınlar için de
meşru ölçüler içerisinde (kocalarından) alacakları -iddct nafakası- hakları
vardır. Bu, Allah'tan korkanlar üzerinde bir borçtur.
kelimesi mastar olması üzerine mansubdur.
[168]
242 - İşte Allah
ayet(hüküm)lerini size böylece açılar ki, düşünüp gerçekleri anlayasınız.
Bu, edatının haberi olması itibariyle ref mahallindedir.
Eğer buradaki, kelimesiyle mut'a murat olunuyorsa bu takdirde ayette söz konusu edilen boşanmışların dışındakiler denmek isteniyordun Eğer onlar boşanmışların dışındakiler murat olunuyorsa bu takdirde
mut'a rnendup olarak söz konusudur, demektir. [169]
243. Binlerce (kişi) olmalarına
rağmen ölüm korkusuyla yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara,
"ölün" dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah
insanlara karşı sonsuz lütuf sahibidir.
Fakat insanların çoğu şükretmezler.
244. Allah yolunda savaşın ve
iyi bilin ki; Allah, her şeyi işiten ve
her şeyi bilendir.
245. Allah'a güzel bir borç
verecek kimse var mı ki, (Allah) ona verdiğinin kat kat fazlasını versin?
Darlığı da genişliği de veren Allah'tır. (Sonuçta) Yalnızca O'na
döndürüleceksiniz.
246. Musa'dan sonra
îsrailoğullarının liderlerini görmez misin? Onlar peygamberlerine demişlerdi
ki: "Bize bir hükümdar tayin et ki, onun komutasında Allah yolunda
savaşalım." Peygamber de onlara dedi ki: "Ya size savaşmak farz
kılınır (emredilir) de savaşmazsanız?" İsra-iloğulları cevap olarak
dediler ki: "Biz neden Allah yolunda savaşıp cihad yapmayalım ki? Zaten
bizler yurtlarımızdan çıkarılıp atılmışız, çocuklarımızdan da ayrı
bırakılmışız." Fakat kendilerine savaşıp cihad etme farz kılınınca
içlerinden pek azı dışında çoğu geri çekilip kaçtılar. Allah, zalimleri bilir.
247. Peygamber onlara dedi ki:
"İyice bilin ki; Allah, hükümdar olarak size Talût'u gönderdi." Bu
durum karşısında dediler ki: "Hükümdarlığa biz ondan daha lâyıkken nasıl
olur da o bizim üzerimizde hükümran olabilir? Kaldı ki; onun geniş bir mal
varlığı da yok (zenginde değil)." Şöyle dedi: "Allah, üzerinize onu
seçti. İlim (bilgi) ve bedence ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine
verir. Allah, (lütfü) geniş ve her şeyi bilendir."
248. Peygamber onlara dedi ki:
"O'nun hükümdarlığının alâmeti, tabutun size gelmesidir. Meleklerin
taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz tarafından size bir sekinet (güven duygusu)
ile Musa ve Harun hanedanlarından geriye kalanlar (bir miras kalıntısı)
bulunmaktadır. Doğrusu eğer mü'minseniz bunda kesin olarak sizin için bir ayet
vardır."
[170]
243 - Binlerce (kişi) olmalarına
rağmen ölüm korkusuyla yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara,
"ölün" dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah
insanlara karşı sonsuz lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
"Binlerce kişi olmalarına rağmen ölüm korkusuyla yurtların çıkıp
gidenleri görmedin mi?"
kavliyle özellikle Kitap ehlinden olup da bunların kıssalarını ve
öncekilere ilişkin haberleri duymuş olanların kulaklarını çınlatmak ve bir
bakıma onların dikkatlerini çekmek istenmiştir. Onların durumlarından,
şaşkınlık ve hayret içine düşenlerin de aynı şekilde dikkatleri bu noktaya
çekilmektedir. Evet burada böyle bir yorum yapıldığı gibi şöyle bir yorum
yapılması da caizdir.
Olayı hiç görmemiş ve duymamış olanların da bu gerçekler üzerinde
düşünmeleri için olay onların dikkatlerine sunuluyor. Çünkü bu ifade hayret ve
şaşkınlık anlamında bir bakıma bir ders alınacak hikaye, darbımesel tarzında
sunulmuştur.
"ülkelerinden" ifadesinden kasıt, bulundukları kasabadan,
demek olup, burasının da "Vasıl" kasabası olduğu söylenmektedir. Bu
kasabada taun (veba) salgını başgöstermiş ve orada bulunanlar da kasabalarından
kaçıp kurtulmaya başlamışlar. Ancak bu kaçışları onları Ölümden kurtaramamıştır.
Allah onları yine de Öldürmüş, daha sonra yüce Allah onları, Peygamberleri Hz.
Hizkil (Aleyhi's-Selam.) 'in duası üzerine tekrar diriltmiştir.
Bir başka yoruma göre bunlar İsrailoğullarından bir toplum idiler.
Hükümdarları tarafından cihad etmeleri için çağırıldıkları halde, ölüm
korkusuyla savaşmaktan ve cihaddan kaçmışlardı. Bunun üzerine bunlar Allah
tarafından öldürüldüler ve sekiz gün ölü olarak kaldılar. Daha sonra Allah
bunları yeniden diriltip hayat verdi. Sayılar da binlerce denilecek kadar fazla
idi.
hal olarak nasb mahallinde gelmiştir. Burada, kelimesinin çokluk
manasına geldiğini bir delil olarak görmekteyiz. Çünkü bu kelime, cemi kesret
(çokluk çoğuludur). Dolayısıyla bu kelime, kelimesinin çoğulu olup, kelimesinin
çoğulu degıldır. kavli melulu lehtir.
"İşte bundan 'ölürü Allah onlara, «ölün» dedi öldüler" Yani;
Allah onları öldürdü. Ayette, "ölün" tarzında, emir kipiyle
getirilmiş olması, şunun içindir: Yani; onlar, Allah'ın, "ölün" emri
ve dilemesi üzerine adeta tek bir adamın ölmesi gibi anında hepsi ölüverdiler,
demektir. Kaldı ki; bu türden bir ölüm olayı da, olağan dışı bir ölüm olayıdır.
Özellikle bu örneklerin verilmiş olmasından kasıt, Müslümanların cihad
etmelerine karşı cesaretlerinin artırılmasıdır. Mademki ölümden herhangi bir
şekilde bir kurtuluş olmayacak ve kaçmakla da ölümden kurtulabilmek manasında
bir fayda elde olunamayacağına göre o halde bu konuda en yerinde hareket ve en
evlâ olanı da Allah yolunda cihad ederek ölmektir.
"Sonra Allah onları -ibret aismlar, Allah'ın
hükmünden ve kazasından kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığını bilsinler diye-
yeniden diriltti." Bu cümle mahzuf olan bir fiile matuf bulunmaktadır.
Cümlenin takdiri de şöyledir: "Onlar da öldüler. Sonra Allah onları
yeniden diriltti." Ya da, "Allah onlara, ölün, dedi. " kavlinin
manası, "Allah onları öldürdü. " demektir. Bu durumda, bu cümle mana
bakımından bunun üzerine matuf olabilir.
"Şüpheniz Allah, insariltira karşı .sonsuz
lütuf sahibidir." Çünkü; Allah onların ibret alacakları ve ders çıkaracakları
şeyleri, ayette sözü edilenlere gösterdiği gibi bunlara da gösterecektir. Aynı
şekilde onlara ilişkin haberleri ve hikayelerini bildirmekle gerçekleri
gösterdiği gibi insanlara da gösterecektir. Bu bakımdan Allah kullarına karşı
lütuf sahibidir. Ya da Allah'ın insanlara karşı lütufkâr olması, söz konusu
kimseleri ölümlerinden sonra dirilmekle hem onlar ve hem insanlarda onlardan
ibret alsınlar da kurtulsunlar diyedir. Oysa ki; Allah dileseydi onları ta
kıyamete dek öylece ölü olarak bırakırdı.
"Fakat insanların çoğu -buna-sükrelmezler."
Burada bir ince noktaya dikkat çekiliyor. Çünkü bundan sonra gelen ayet cihad konusunu ele almaktadır. Dolayısıyla bu kıssa ile anlatılan olayda ölümden kaçışın mümkün olamayacağını Rabbimiz bildirmekle, Müslümanları Allah yolunda cihada teşviktir. Bundan sonraki ayet böyle bir emri içermektedir ve RabbiVniz şöyle buyurmaktadır : [171]
244 - Allah yolunda savaşın iyi
bilin ki; Ailah, her şeyi -geride kalanların söyleyeceklerini de, önce
geçenlerin söylemiş olduklarını da-işiten ve -içlerinde gizli tuttukları- her
şeyi bilendir.
Yüce Allah ölümden kaçışın insanı ölmekten
kurtaramayacağını açıkiadıktan sonra bu ayetiyle de cihada teşvikte
bulunmaktadır. Bu hitap ya Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) 'in
ümmetinedir veya Allah'ın öldürdükten sonra tekrar diriltmiş olduğu
kimseleredir. Böylece onların kendi dinini hakim kılmaları için cihad
etmelerini onlardan (ve bizden) bir farz olarak istemektedir.
[172]
245 - Allah'a güzel bir borç
verecek kimse var mı ki, (Allah) ona verdiğinin kat kat fazlasını versin?
Darlığı da genişliği de veren Allah'tır. (Sonuçta) Yalnızca O'na
döndürüleceksiniz.
"Allah'agüzel bir borç verecek bîr kimse var
mıdır."
Burada soru edatı olup ref mahallinde mübtedadır.
ise bunun haberidir. ise, 'nın sıfatı veya ondan bedeldir. kavli ise, nin
sılası yani ilgi ya da yan cümleciğidir. Burada Allah yolunda yapılan
harcamaya, Allah'a borç ya da ödünç verme manasında zikredilmiştir. Çünkü,
"kan" demek, herhangi bir şeyi daha sonra mislini vermek ya da ödemek
suretiyle alınan şeydir. Buna karz adının verilmiş olmasının nedeni, borç veren
bir kimse yani alacaklı olacak olan kişi, bunu malından kesip vermesidir. Kaldı
ki; karz kelimesi de sözlük anlamı bakımından kesmek demektir. Nitekim
mikraz" kelimesi de bu kökten gelir ve bu da makas ve kesici şey,
demektir. Hatta farenin bir giysiyi kumaşı yemesi halinde de buna,
"karzu'l-fe'r" denir. Nitekim da bu köktendir. Yüce Allah burada bu
olayı direkt böyle bir kelime ile verirken bununla şuna dikkatimizi çekiyor.
Nasıl ki, malından bir şey ayırıp/kesip veren daha sonra alacağını alıyorsa,
Allah için bir şey yapan ve veren de tıpkı bunun gibi yarın karşılığını
Allah'tan alacaktır. Allah bundan dolayı hiç şüphe edilmeyecek bir şekilde onu
ödüllendirecektir. « Lu£ C^y » kavli de, helâl maldan ve gönül rahatlığıyla,
demektir. Bundan amaç da, cihad konusunda gerekli olan nafaka ve harcamalar
demektir. Çünkü yüce Allah, kendi yolunda savaşılmasın?, cihad yapılmasını
emir buyurunca, bundan dolayı bir harcamaya gerek duyulacaktır, mal
gerekecektir. Bu yoldan cihada ait mali bütçenin ve savaşla alâkalı harcama
kalemlerinin sağlanabilmesi için gerekli mali ve nakdi harcamalara teşvikte
bulunmaktadır.
"Allah da onan bu iyiliğine karşılık,
kendisine kal. kal karşılığını vermiş olsun."
kavli kıraat imamlarından Asım tarafından, sorunun
cevabı olmak üzere nasb ile okumuştur. Ancak imamlardan Ebu Amr, Nafi, Hamza ve
Ali ise bunu, kelimesine atfederek merfu olarak, tarzında okumuşlardır.
Ya da bu, yeni bir cümledir ve takdirindedir. Kıraat
imamı Ebu Amir bunu, olarak nasb ile okurken, İbn Kesir de aynı kelimeyi olarak
ref ile okumuştur. mastar yerinde zikredilmiştir. künhünü ve ne kadar
olacağını Allah'tan başkası bilemez. Öylesine sayısız mükâfat ve ödüldür. Bir
görüşe göre de bire yedi yüz misli verilecektir.
"İmkanları kısan da, bollaslıran da Allah'tır. " Kullarının azıklarını kıstığı gibi, o rızkı istediği gibi genişletir. Dolayısıyla Allah'ın size vermiş olduğu bol imkanlarınızdan kısmayın, cimrilik etmeyin ki, imkanlarınızı elinizden alıp da sizi darlığa sokmasın. Kıraat imamlarından îbn Kesir, Nafi, Ebu Cafer, Asım ve Ali, harfiyle olmak üzere, olarak kıraat etmişlerdir.
Ve nihayetinde O'na döndürüleceksiniz." O da
daha önce yapıp sunduklarınızla sizi değerlendirecektir.
[173]
246 - Musa'dan sonra
İsrailoğullannın liderlerini görmedin mi? Onlar kendilerine gönderilmiş
peygambere demişlerdi kî: "Bize bir hükümdar tayin et ki, (onun
komutasında) Allah yolunda savaşalım.'1 Peygamber de onlara dedi ki: "Ya
size savaşmak farz kılınır (emredilir) de savaşmazsanız?" Dediler ki:
"Biz neden Allah yolunda savaşmayalım ki? Zaten bizler yurtlarımızdan
çıkarılıp atılmışız, çocuklarımızdan da ayrı bırakılmışız." Fakat
kendilerine savaş farz kı-hnınea içlerinden pek azı dışında çoğu geri çekilip
kaçtılar. Allah, zalimleri bilir.
sonra Israiloğu Harının liderlerini görmedin mi
kelimesi, Önde gelenler, eşraf, büyükler, liderler manasınadır. Çünkü bunlar
öncü olmaları bakımından gönülleri, korku ve heybet bakımından da göz
doldurmalarından bu isim verilmiştir.
Ayelleki, cer edatı tab'iz içindir; yani bazıları,
bir kısmı manasına gelir. "Musa'dan sonra" demek, "Musa'nın
ölümünden sonra demektir. Buradaki ikinci, edatı ise iptidai gaye içindir yani,
"....den itibaren" manasına gelir.
"Onlar peygamberlerine -Şem'un, Yuşa veya
îşmuil'e- demişlerdi ki: «Bize bir hükümdar (ayin el ki, onun komutasında .
Ulah yolunda savaşalım.» " Emrinde savaşmak üzere, savaş sanatını biîen
ve görüşlerine göre hareket edeceğimiz ve onun gösterdiği doğrultuda hareket
edebileceğimiz bir komutan başımıza tayin et.
harfiyle ve meczum olarak okunmak suretiyle. ise,
kelimesinin sitesidir.
'Peygamber de onlara dedi ki: «Ya size savaş farz
kdttıır (emredilir) de savaşmazsanız.'?" Kıraat imamlarından Nafı',
kelimesini, Kur'an'ın neresinde geçerse geçsin hep, olarak okumuştur. şart
cümlesi olup, kelimesinin ismiyle haberi arasına girmiştir. Haberi de,
kavlidir. Manaya gelince o da şöyledir:
"Nerede ise siz savaşmama isteğinde değil
misiniz?" Yani, durum benim de görebildiğim ve beklediğim kadarıyla siz
herhalde savaşmayacaksınız, çünkü korkuyorsunuz.
soru edatının ayette yer alma nedeni, onlardan
beklenme olasılığı bulunan durumu sorgulamak içindir. Dolayı böyle bir soru ile
esasen bir durum tesbiti yapılmaktadır. Yani, sizden beklenen mutlaka olacaktır,
demektir. Dolayısıyla peygamberlerinin de bu tahminlerinde isabetli bir tahmin
yürüttüğü gerçeğine işaret edilmiş bulunmaktadır.
"Dediler ki: Biz neden Adalı yolunda
savuşmayalım ki?" Yani, savaşı bırakmaya hangi saik bizi yönlendirecek
ki? Savaşmamaktan biz ne gibi bir amacımız olabilir ki? "Zaten bizler
yurtlarımızdan çıkarılıp alılmışız, çocuklarımızdan da ayrı
bırakılmışız:" buradaki harfi hal ıdır.
Bilindiği gibi Calût'un kavmi Mısır ile Filistin arasında yerleşik bulunan bir toplum idiler. Bunlar İsrailoğuların m önde gelen liderlerinden dört yüz kırk kadar çocuklarını esir almışlardı. Dolayısıyla demek istiyorlardı ki, mademki Calût denen bu adam bizim bu kadar çocuğumuzu esir aldı, bizlere her türlü zulmü reva gördü, o halde neden savaşmayacakmışiz? Biz mutlaka onlarla savaşmalıyız.
"Fakat kendilerine savaş farz kılınınca
içlerinden pek azı dışında çoğa geri çekilip kaçlılar." Ne zamanki onların
cihad isteğine olumlu karşılık gelip farz kılındığı bildirilince, oldukça az sayıdaki
kimseler dışında çoğu hemen geri dönüp kaçtılar. Kaçmayanların ve savaşmada,
Allah yolunda cihad etmede sebat gösterenlerin sayıları ise Bedir Savaşına
katılan mü'minlerin sayısı kadar idi, ki bu sayıda üç yüz on üç kişi idi.
"Allah, zalimleri.bilir," Bu, cihadı terk
edenlerin bu terk sebebiyle kendileri zulmettiklerine ilişkin yüce Allah'ın onları
bir tehdididir.
[174]
247 - Peygamber onlara dedi ki:
"İyi bilin ki; Allah, hükümdar olarak size Talût'u gönderdi." Bu
durum karşısında dediler ki: "Hükümdarlığa biz ondan daha çok lâyıkken
nasıl olur da o bizim üzerimizde hükümran olabilir? Kaldı ki; onun geniş bir
mal varlığı da yok (zengin de değil)." (Peygamber onlara) şöyle dedi:
"Allah, üzerinize onu seçti. Kaldı ki; ilim (bilgi) ve bedence ona üstünlük
verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfü geniş ve herşeyi
bilendir."
''Peygamber onlara dedi ki: İyice bilin ki; Allah,
hükümdar olarak size Talât )t gönderdi." Ayette geçen, Talût ismi, tıpkı
Calût ve Davud isimleri gibi Arapça kökenli olmayan isimlerdendir. Marife
olmaları ve bir de Arapça kökenli olmamaları, yani ucme olmaları nedeniyle
gayri munsarif bir kelimedir. » kelimesi
de haldir.
"Bu durum, karşısında, dediler ki: Hükümdarlığa
biz ondan daha çok lâyıkken nasıl olur da o bizim üzerimizde hükümran
olabilir'? Kaldı ki, onun bir mal varlığı, da yok (zengin de değil). nasıl
olur, nereden olabilir ki, anlamındadır. Bu ifade İsrailoğu11arının Taiût'a
başlarına bir hükümdar olarak göstermek istemediklerini, böyle bir görevi onun
için uzak bir ihtimal olarak gördüklerini göstermektedir. kelimesinin başında
yer alan harfi hal içindir.
Yani; nasıl olur da bu kimse başımıza geçirilebilir?
Oysa bu kimsenin böyle bir makama gelmesi, hükümdar olması bile bir
haksızlıktır. Çünkü o buna lâyık biri değildir. Zira ortada bu iş için ondan
çok daha liyâkat sahibi olanlar bulunmaktadır. Kadı ki; Talût aynı zamanda
fakir bindir. Oysa iktidar sahibi olunabilmesi için mutlaka o kimsenin bu
durumunu destekleyecek ve takviye edecek olan bir de mal varlığının bulunması
gerekir.
İsrailoğullarından bir kesimin buna bu şekilde karşı
çıkmalarının nedeni, o sırada peygamberlik görevi Hz. Yakub t Aleyhi's-Selâm)'m
soyundan gelen Lavi kolundan olanlarda idi. Kral, yani hükümdar da yine Hz.
Yakub (Aleyhi's-Selâmf m Yehuza kolundan olanlar da bulunuyordu. Bunların her
ikisi de yani Lavi ve Yehuza, Hz. Yakub (Aleyhi's-s'elûmf'm oğlu Bünyamin
neslinden geliyorlardı.
Talût fakir biriydi. Şakilik yapardı, su taşır veya
deri tabaklama işiyle uğraşırdı. Rivayete göre, İsrailoğulları
peygamberlerinden başlarına bir hükümdar tayin etmelerini istediklerinde,
peygamberleri de bunun için Allah'a dua eder. Bunun üzerine kendisine bir asa
getirilir (verilir). O bununla kim hükümdar olabilir diye bir değerlendirme
yaptı. Ancak asa (değnek), Talût'un boyuna, poşuna daha uygun düştü.
"Peygamber onlara şöyle dedi: Allah bizzat
üzerinize görevle onu seçti." Allah sizi idare etmek üzere başınıza o-nu
tercih etti. Çünkü o size göre işlerin nasıl idare olunacağını çok daha iyi
bilmektedir, dolayısıyla onun vereceği herhangi bir hükmüne itiraz gerekmez.
kelimesinde yer alan, harfi sakin harfi yerine
geçen harfinden harfine dönüştürülmüş olan harftir.
Daha sonra yüce Rabbimiz, onların ileri sürdükleri
soy asaletinden ve mal varlığından, Talût ile ilgili olarak iki önemli
özelliğine işaret buyurmaktadır. Bu da oldukça sahasında geniş bir bilgi ve bu
bilgiyi uygulama birikimine sahip olduğu özelliğiyle beden ve vücut yapısı
bakımından da oldukça güçlü ve yapılı bir bedene sahip olduğudur. Bunun için
şöyle buyurmuştur:
"kaldı kt; ilim (bilgi) bedence ona üstünlük verdi." kelimesi
ikinci mefuldür. Rivayete göre Talût, kendi döneminde savaş sanatı ile alâkalı
olarak ve dini bakımdan herkesten daha üstün bilgiye sahip bulunuyordu. Başı, boyu
ve omuzlarını genişliği bakımından herkesten daha uzun boylu ve güçlü biriydi.
kelimesi; büyük ve geniş kabiliyet, üstün yetenek
manasına gelir. Dolayısıyla Talût hem bedeni yapı bakımından hem de çağının
bilgi birikimi ve askeri beceri açısından en yetenekli kimse idi, demektir.
Aslında yetki sahibi olan, hükmü elinde bulunduranların mutlaka ili ehli
olmaları gerekir. Çünkü cahil, bilgisiz kimse başkalarınca hem kendisi basit ve
zelil biridir, hem de yönettiği toplumu zelil ve perişan kılar. Dolayısıyla
böyle bir kimsenin yönetimimden yararlanılamaz, fayda sağlanamaz. Aynı zaman
iri yapılı, vücutça da insanların gözünü doldurabil-melidir. Zira insanları en
fazla etki altına alabilmesi, gönüllerde en çok korku ve heybet doğurması buna
bağlıdır.
''Allah mülkünü dilediğine verir." Yani,
tartışmasız olarak mülk, Allah'ındır. Allah o mülkü kimi dilerse ona verir.
Bunu veraset yoluyla birinden ötekisine geçmesi söz konusu değildir.
"Âllahın, lü'lfi geniş ve her sevi bilendir.''
Allah fazlı ve ikramı geniş, vergisi bol olandır. Bu itibarla O, herhangi bir
şeyi olmayan, fakir ve yoksul olanın imkanlarını genişletir, bollaştırır ve fakirken
zengin kılar. Bu itibarla Allah, hükümdarlığa, iktidara kimi getireceğini ve
kimi seçeceğini de elbette çok daha iyi bilir.
İsrailoğulları bu noktada peygamberlerinden, Talût'un Allah tarafından gerçekten seçilip seçilmediğine dair bir delil ve kanıt istediler. İşte şimdi okuyacağımız ayette de bu gerçek ele alınmaktadır. [175]
248 -
Peygamber onlara dedi ki:
"O'nun hükümdarlığının alâmeti, tabutun size gelmesidir. Meleklerin
taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz tarafından size bir sekinet (güven duygusu)
ile Musa ve Harun hanedanlarından geriye kalanlar (bir miras kalıntısı)
bulunmaktadır. Doğrusu eğer mü'nıinscniz bunda kesin olarak sizin için bir
ayet vardır."
"Peygamber onlara dedi ki: O'nun
hükümdarlığının alâmeti tabutun -Tevrat'ın konduğu sandığın- size
gelmesidir." Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) savaşa çıktığı zaman bu sandığı ya
da kasayı öne koyardı. Bu sandık manen îsrailoğullarının moralinin yükselmesine
ve savaştan kaçmamalarına yarardı.
'Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz
tarafından size bir .sekinet (güven duygusu) ile Masa ve Harun hanedanlarından
geriye kalanlar -Tevrat levhalarının kırık parçaları, Hz. Musa (Aleyhis-Selâm)
asası, elbiseleri, bazı Tevrat ayetlerinden bir kısmı, Hz. Musa
(Aleyhi'.S'Setâm)'m ayakkabıları ve Hz. Harun (Aleyhi"s-Selâm)'\n da
sarığı— (bir miras kalıntısı) bulunmaktadır."
Yani, Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) ve Hz. Harun (Aleyhi's-Selâmf
m ölümlerinden sonra bıraktıkları şeyler. Ayette, ifadesine yer verilmesi, Hz.
Musa ile Hz. Harun (Aleyhime's-Selâm)a verilen büyük önem ve değer itibariyle
zikredilmiştir.
Meleklerin taşımakta olduğu ifadesiyle de, şuna
işaret edilmektedir. Söz konusu tabut, Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) velalından
sonra Allah tarafından göğe çıkarılmıştı. İşte kaldırılan bu tabutu ya da
sandığı melekler onların gözleri önünde getirip bıraktılar. Bu cümle hal olarak
gelmiştir. Nitekim, de böyledir. ise, kelimesinin sıfatıdır. kavli de, kelimesinin
sıfatıdır.
"'Doğrusu eğer miuninseniz bunda kesin olarak
sizin için, bir ayet. vardır.'" Şüphesiz eğer doğruluğunu kabul edip
inanıyorsanız, tabutun size geri getirilmesi, Allah'ın Talût'u sizin başınıza
hükümdar ve emrinde savaşacağınız komutanınız olarak gönderdiğinin bir
alâmetidir.
[176]
249. Talût askerleriyle beraber
ayrılınca şöyle dedi: "Muhakkak ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecek.
Kim o nehirden içerse benden değildir, kim de ondan tatmazsa (kana kana içmezse)
o bendendir, ancak avu-cuyla ondan bir miktar avuçlayıp içenler hariç." Ne
var ki; içlerinden pek azı dışında hepsi de o ırmaktan içtiler. Talût ve beraberindeki inananlar
(ırmaktan) geçtiklerinde, diğerleri: "Bizim bugün Calût ve ordusuna karşı
çıkıp savaşma gücümüz yok." Dediler. Fakat Allah'ın huzuruna varıp O'na
kavuşacaklarına kesin olarak iman edenler ise şöyle dediler: "Nice küçük
birlikler vardır ki, Allah'ın izniyle nice büyük birliklere galip gelmiştir.
Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.''
250. (iman edenler) Calût ve
ordusuyla karşı karşıya geldikleri zaman şöyle dediler: "Rabbimiz! Bize
bol sabır ver. Ayaklarımızı sabit kıl, ve bize kâfir kavimlere karşı yardım
et."
251. Derken Allah'ın izniyle
onlara galip geldiler. Davud da Calût'u öldürdü. Allah (Davud'a) hükümdarlık ve
hikmet verdi ve ona istediği ilimleri de öğretti. Eğer Allah'ın kimi insanları
ötekilerin eliyle bertaraf etmeseydi elbette dünyanın düzeni sarsılıp
bozulurdu. Fakat Allah bütün alemlere karşı sonsuz lütuf ve kerem sahibidir.
252. İşte bunlar Allah'ın
ayetleridir. Biz bu ayetleri tüm gerçekleriyle sana açıklıyoruz. Ve muhakkak
sen Allah tarafından gönderilmiş olan peygamberlerdensin.
[177]
249 - Talût askerleriyle beraber
ayrılınca şöyle dedi: "Muhakkak ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecek.
Kim o nehirden içerse benden değildir, kim de ondan tatmazsa (kana kana
içmezse) o bendendir, ancak avucuyla ondan bir miktar avuçlayıp içenler
hariç." Ne var ki; içlerinden pek azı dışında hepsi de o ırmaktan içtiler.
Talût ve beraberindeki inananlar (ırmaktan) geçtiklerinde, diğerleri:
"Bizim bugün Calût ve ordusuna karşı çıkıp savaşma gücümüz yok."
dediler. Fakat Allah'ın huzuruna varıp O'na kavuşacaklarına kesin olarak iman
edenler ise şöyle dediler: "Nice küçük birlikler vardır ki, Allah'ın
izniyle nice büyük birliklere galip gelmiştir. Çünkü Allah sabredenlerle
beraberdir."
"Talât askerleriyle beraber -kendi beldesinden
düşmanla savaşmak üzere- ayrılınca onlara .şöyle dedi:" hal olarak
gelmiştir. Yani ordusu ile birlikte, onlarla iç içe, demektir. Sayıları seksen
bin kişi idi. Savaşa çıktıkları mevsim sıcakların o insanları oldukça
bunalttığı aşırı sıcak ve kavurucu bir mevsimdi. Allah'tan kendilerine su
içmek için bir nehir istediler.
"Bakın! Allah .sizi. bîr nehirle imtihan
ede-cck." Herkesi birşeyle imtihan ettiği gibi sizi de bununla imtihan edecektir.
Bu nehir Filistin nehridir. Yüce Allah bununla cihada katılabilecek olan ile
katılamayacak olanın mazereti ortaya çıksın istemiştir. Yani, kim gerçekten bu
işi istiyor ve kim cepheden kaçmak istiyor, belirlensin istenmiştir.
Kim o nehirden -suya kafasıyla abanıp avucuyla
değil, ağzıyla- içerse benden -taraftarlarımdan ve bana uyanlardan-
değildir," "Kim de ondan tatmazsa (kana kana içmezse) o
bendendir." Kıraat imamlarından Nafi, Ebu Cafer ve Ebu Amr, kelimesindeki
harfini fetha ile, olarak okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise harfinin
sükunu ile okumuşlardır.
"ancak avucuyla ondan bir miktar anıc-kıyıp
içenler hariç' Böyle yapanlar, kafalarını suya kapatarak kana kana
içenlerden ayrı olarak değerlendirilmişlerdir.
Çünkü, kavlinden istisna edilmiştir. İkinci cümle istisnadan hüküm itibariyle
sonra olarak değerlendirilmiş, ancak işin önemi nedeniyle öne alınmıştır.
Kıraat imamlarından Hicaz okulu mensuplarıyla Ebu
Amr, kelimesindeki harfini fetha ile, olarak mastar manasında okumuşlardır.
Yani "avuçlamak" anlamında okumuşlardır. Ötreli olarak okuyanlar ise,
bunu, "mağruf" yani "avuçlanan" anlamında okumuşlardır.
Bunun manası şöyledir: "Ağzınızla suya kapanmamak kaydıyla elinizle ondan
bir avuç alıp içmeniz hali müstesna." Bunun bu manaya geldiğinin kanıtı
da ayetin şu kısmıdır:
"Ne var ki; içlerinden pek azı disinda hepsi,
de ö ırmaktan -kafalafıylâ suya abanarak doya doya— içtiler." Bu az
sayıdakilerin adedi de 313 kişi idi,
"Talâtve beraberindeki —az sa-yıdaki— inananlar
ırmaktan karşıya geçtiklerinde, diğerleri: " "Bizim bugün Calûl ve
ordusuna karşı çıkıp savaşma gücümüz yok, dediler." Bizim Calût'un gücüne
karşı koyabilecek bir gücümüz yok.
Calût; Amalika toplumunun zalim ve cebbar olan
liderleriydi. Bunlar, İmlik b. Ad soyundan gelen kimselerdi. Calût'un üzerinde
demirden yapılan ve ağırlığı da üç yüz ntlı bulan bir zırh vardı.
"Fakat Allah'ın huzuruna varıp ona
kavuşacaklarına. -şehit olacaklarına- kesin olarak iman eden -ve Talût ile
birlikte hareket edip sebat gösteren- (er ise -savaştan geri duran çok sayıdaki
rezil kimselere- söyle karşılık veriler: Rivayete göre sadece bir avuç su alıp
içenlere, içtikleri su, onlara tamamen yetmiş, onların bu husustaki
sıkıntılarını ortadan kaldırmış, ancak suya abanarak ağızlarıyla doyasıya
içenlerin ise dudakları morarmış, göbekleri şişmiş, giderek susuzlukları
canlarına tak etmiştir.
"Nice küçük birlider vardır ki, Allah'ın
izniyle -yardımıyla- nice büyük birliklere galip gelmiştir. Çünkü Allah,
.sabredenlerle beraberdir." haberiyedir. Mübteda olarak mahallen merfudur.
kelimesi de bunu haberidir.
[178]
250 - (İman edenler) Calût ve
ordusuyla karşı karşıya geldikleri zaman şöyle dediler: "Rabbimiz! Bize
bol sabır ver. Ayaklarımızı -kalplerimizi güçlendirerek ve düşmanlarımızın
kalplerine korku salarak- sabit kıl, ve bize kâfir kavimlere karşı yardım
et."
[179]
251 - Derken Allah'ın izniyle
onlara galip geldiler. Davud da Calût'u öldürdü. Allah (Davud'a) hükümdarlık ve
hikmet verdi ve ona istediği ilimleri de öğretti. Eğer Allah'ın kimi insanları
ötekilerin eliyle bertaraf etmeseydi elbette dünyanın düzeni sarsılıp
bozulurdu. Fakat Allah bütün alemlere karşı sonsuz lütuf ve kerem sahibidir.
"Allahın izniyle -kazası ve hükmü ve irade- oe
askerleri -mü'minler- onları -Calût ve ordusunu- hezimete uğrattılar."
"Davud da Calûtu öldürdü."
Hz. Davud (Aleyhi's-Sdâm)'m babası İyşa da altı
çocuğuyla birlikte Talût'un askerleri arasında bulunuyordu. Davud ise bunların
yedincileri idi ve küçüktü. Kendisi koyun güderdi, çobanlık yapıyordu. Bunun
üzerine Allah, İsrailoğullarının peygamberine vahyederek, Calût adındaki zalimi
öldürecek olan kişinin Davud (Aleyhi's-Selâm) olduğunu bildirdi. Peygamberleri,
Davud (Mcyhi's-seiâm)'\ babasından istetti, o da geldi. Hz. Davud
(Aleyhi's-Seiâm) yolda gelirken yolu üzerinde üç taş bulunuyordu. Bu her üç taş
da Hz. Davud (Aleyhi''s-Selâm)''a seslenerek kendilerini almalarını istediler
ve ona: "Sen bizimle Calût'u öldüreceksin." dediler. Hz. Davud da o
üç taşı aldı ve heybesine ya da torbasına attı. İşte bu taşları Calût'a atarak
bunlarla onu öldürdü. Ordu komutanları Talût da bunun üzerine Ca-lût'un kızıyla
Hz. Davud (Aleyhi's-Selâm)i evlendirdi. Fakat daha sonra Talût, Hz. Davud
(Aleyhi's-Selâm)ı kıskanır ve öldürtmek ister. Ancak sonraları yaptıklarından
tevbe ederek vefat etti.
"Allah. Davud'a hükümdarlık ve hikmet
-peygamberlik- verdi ve ona islediği, ilimleri -zırh yapımını, kuş dili
konuşmasını ve benzeri şeyleri- de öğretti." Allah o kutsal toprakların
dört bir tarafını Hz. Davud (Aley'his Seiâmfin hükümranlığına verdi. Hz. Davud
(Aleyhis-Selâm)'n önce İsrailoğulları hiçbir dönemde bir devlet kurarak bu
tarzda bir birlik kurup bir araya toplanmış değillerdi.
"Eğer Allah kimi insanları ötekilerin eliyle
bertaraf etmeseydi, kesinlikle dünyanın düzeni sar.sıhi) bozulurdu."
kavli meful-ü bihtir. ise, kelimesinden bedeldir.
Kırat imamlarından Nafi' ve Ebu Cafer, kelimesini, şeklinde olarak okumuştur.
Bu da, kelimesinin veya, kelimesinin mastarıdır. Yani, mufaale babından
mastardır. Yani, bunun manası şöyledir:
"Eğer Allah kimi insanların kötülüklerini
kimilerinin eliyle önlemesey-di, bunlar yoluyla ötekilerin kötülüklerine,
bozgunculuklarına engel olmasaydı, kesinlikle anarşistler, bozguncular ve
vurguncular baskın çıkarlar, üstün gelirlerdi. Böylece ne ürünleri, ne de
nesilleri kalırdı, hepsi darmadağın hale gelirdi," Ya da:
"Yüce Allah kâfirlere karşı Müslümanlara yardım
etmeseydi, dolayısıyla kâfirlerin galebe çalması ve baskın gelmeleriyle
dünyanın düzeni tamamen sarsılırdı. Sonuç olarak iyiler öldürülür, ülkeleri
harabeye dönüştürülür ve insanlar işkenceler altında inim inim
inletilirdi."
Fakat Allah, bütün alemlere karşı -onlardan fesadı
önlemekle- sonsuz lütuf ve kerem sahibidir." İşte burası, "aslah
.olanı yani en güzelye en doğru olanı" yaratma meselesiyle ilgili olarak
Mutezile'nin aleyhine bir delildir[180].
252 - İşte bunlar Allah'ın
ayetleridir. Biz bu ayetleri tüm gerçekleriyle sana açıklıyoruz. Ve muhakkak
sen Allah tarafından gönderilmiş olan peygamberlerdensin.
mübtedadır. de bunu haberidir. Yani; bütün bu
anlatılan hikaye ve kıssalar, örneğin binlerce kimsenin ölümden kaçışları,
Allah'ın onları öldürüp sonra yeniden diriltmesi, Talût'un hükümdar ve
başkomutan seçilmesi, henüz bir küçük çocuk olan Hz. Davud (Aleyhis-Selâm)
eliyle Talût'un düşmanına karşı üstünlük kazanarak onu yenmesi gibi olayları
sana aktardık, tüm yönleriyle açıkladık, demektir.
kavlinden haldir. Bunda etkili amil ise işaret manası-ismidir. Ya da, kavli, dil: işaret isminden bedeldir. kavli de bunu haberidir.
Bunda Kitap ehlinin asla şüpheye düşmeyecekleri bir
şekilde kesin olarak sana açıklıyoruz. Çünkü onların kitaplarında da zaten bu
şekilde yer almaktadır.
Herhangi bir kitaptan okumaksızın ve ehli olan
birinden dinleyip işitmeksizin bu gerçekleri onlara bildir. Çünkü sen
gönderilen peygamberlerdensin.
[181]
253. İşte böylece
peygamberlerden kimini ötekilerine üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle
konuşmuş ve kimilerini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya apaçık
belgeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi o
peygamberlerden sonra gelen toplumlar, kendilerine gelen apaçık mucizelerden
sonra savaşmazlardı. Ama onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimisi iman
etti, kimisi de kâfir oldu. (Bütün bunlara rağmen) Allah dileseydi onlar
savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.
254. Ey iman edenler! Ne bir
alışverişin, ne bir dosttan medet beklemenin ve ne de bir şefaatin bulunmadığı
gün gelmeden önce size rızık verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın.
Kâfirlere gelince, onlar zalimlerin (hakkı tanımayanların) ta kendileridirler.
255. Allah, kendisinden başka
hiçbir mabud olmayan bir tek ilâhtır. Haydır (ebedi ve ezeli diridir), Kay
yumdur (bütün varlıkların durumlarını elinde bulundurup ayakta tutan ve
koruyandır). O'nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde
var olanların tamamı O'nun-dur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?
O, kullarının yaptıklarını da ileride yapacaklarını da bilir. O'nun bilgisi
dışında asla gizli bir şey kalmaz. Allah'ın dilediklerinin (öğrettiklerinin)
dışında kullan O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak (ihata edip)
kavrayamazlar. O'nun kürsüsü (ilmi ve kudreti) bütün gökleri ve yeri kuşatıp
içine almıştır. Gökleri ve yeri gözetip koruması O'na ağır ve zor gelmez. O çok
yücedir ve çok uludur.
256. Dinde zorlama yoktur. Artık
doğru olan (İslâm yolu) ile batı! olan (küfür yolu) birbirinden ayni (gerçek
ortaya çık)mıştır. Öyleyse her kim tağutu reddedip Allah'a iman ederse işte o,
muhakkak kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır, Allah her şeyi
hakkıyla işitendir, bilendir.
257. Allah iman edenlerin velisi
ve dostudur. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. Kâfirlere gelince
onların da yardımcıları ve velileri tağuttur. Onları aydınlıktan alıp
karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi olarak
kalıcıdırlar.
[182]
253 - İşte böylece
peygamberlerden kimini ötekilerine üstün kıldık. Allah onlardan kinıisiyle
konuşmuş ve kimilerini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya apaçık
belgeler verdik ve onu Rû-hu'1-Kudüs ile güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi o
peygamberlerden sonra gelen toplumlar, kendilerine gelen apaçık mucizelerden
sonra savaşmaziardi. Ama onlar anlaşmazlığa düştüler. Dolayısıyla onlardan
kimisi iman etti, kimisi de kâfir oldu. (Bütün bunlara rağmen) Allah dileseydi
onlar savaşmaziardı. Fakat Allah dilediğini yapan
İşte böylece sözünü elliğimiz fjevgamberlerden
kimini ötekilerine üstün, kıldık." kavliyle burada bu surede söz konusu
edilen peygamberlerden, Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm)den tutun ta Hz. Davud
(Aleyhi's-Selâm) peygambere kadar haklarında bilgi verilen peygamberler ya da
Allah Rasûlü (Sallaüâhu Aleyhi ve Setiemf'm bilgisi dahilinde bulunan
peygamberler söz konusu edilmektedirler.
Buna göre bunlar peygamberliklerinin ötesinde
birtakım özelliklerle ve meziyetlerle üstün kılınmışlardır. Çünkü; bunların
hepsi de tıpkı mü'minlerin birbiriyle eşit olması gibi risalet görevinde eşittirler.
Yani; mü'minler nasıl ki imam açısından eşit iseler, peygamberler de risalet
görevinde eşittirler. Mü'minler nasıl ki iman dışında laatleri ve amelleri
bakımından farklılık gösterebiliyorlarsa, işte peygamberler de böyledir.
Nitekim Rabbimiz bu gerçeği daha sonra şöyle açıklamaktadır:
"Allah onlardan kimseyi -örneğin Hz. Musa ile,
arada herhangi bir elçi olmaksızın direkt olarak-'konuşmuş ve kimilerini de
derecelerle -yükseltmiştir," demek, takdirinde olup, Allah kendisiyle
konuştu, manasınadır ve bu zat da Hz. Musa Aleyhi's-Seâm dır. Burada ilgi
cümleciğinden ait yani zamir hazfedilmiştir. Buna göre mana şöyledir:
"Onlardan öylesi de var ki, Allah aralarında bir elçi olmaksızın
kendisiyle konuştu," bu da Musa (Aleyhi'.s-Setâm).
' birinci mefuldür, kelimesi de ikinci mefuldür.
Yani, derecelerle veya derecelere .... demektir. Kısaca onlardan kimisini de
diğer peygamberlerin üzerine derece bakımından yükseltti. Nitekim fazilet
bakımından peygamberler aralarında birtakım farklılıklara sahip olmalarının
yanında, onlardan derecelerle çok daha üst durumda olan da vardır ki, bu da Hz.
Muhâmmed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)dir. Çünkü Allah onu, evrensel olarak tüm
insanlığa ve cinlere peygamber olarak göndermiştir. Öyle ki; Hz. Peygamber
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimize binlerce denilebilecek manada çok
mucizeler verilmiştir. Ondan önceki hiçbir peygambere bu manada mucize verilmiş
değildir. Bu mucizelerin en büyüğü de Kur'an'dır. Çünkü bu Kur'an mucizesi
dünya durdukça yeryüzünde var olacaktır
Burada bu konunun açık ve net olarak değil de üstü
kapalı bir ifadeyle anlatılmasındaki incelik ise, onun durum ve konumunu
yüceltmektir. Bir de, ondan başka hiçbir peygamberde benzeri görülmeyen özel
durumu sebebiyledir. Öyle bir farklılık ki; başka birisiyle asla
karıştınlama-yacak kadar net ve belirgin.
Farklı bir yoruma göre de bununla belirtilmek
istenen Hz. Muham-
med (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), Hz. İbrahim
(Aleyhi's-Selâm) ve bu ikisi dışındaki ulu'l-azm peygamberlerdir.
İsa'ya -ölüleri diriltmek, anadan doğma körleri,
alaca hastalığına yakalananları ve buna benzer şeyleri iyileştirmek gibi-
apaçık belgeler Derdik ve onu llûhtı'l-Kudüs -Cebrail veya İncil- ile
güçlendirdik."
"Eğer Allah dileseydiy o peygamberlerden sonra
gelen toplumlar kendilerine gelen apaçık belgelerden sonra -ihtilâfa ve
ayrılmazlığa düşerek- savaşmaklardı. Çünkü savaşların nedeni
anlaşmazlıklardır. "Ancak onlar -benim .dilememle- anlaşmazlığa,
düştüler." Daha sonra Rab-bimiz anlaşmazlık nedenlerini açıklayarak şöyle
buyuruyor:
"Dolayısıyla onlardan kî mis t iman. elli,
kimisi de kâfir oldu." Hepsi de Benim dilememle oluyor. Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Tüm peygamberlerimin işlerini bu şekilde
beliıiedim. Hepsi için aynı kanunu uyguladım. Hiçbir peygamberin ne sağlığında
ve ne de ölümlerinden sonra bütün ümmetinin ona uymakta bir araya geldikleri,
anlaşmazlığa düşmedikleri olmamıştır. Aksine onun hakkında anlaşmazlığa
düşmüşler, «onlardan kimisi iman etti, kimisi de karşı çıkıp kâfir oldu.»
"Bütün bunlara rağmen Allah dikseydi onlar -anlaşmazlığa düşerek- savdsmazlcûrlı." Burada bunun tekrarı durumu pekiştirmek ve te'kit içindir. Yani, "Ben onların savaşmamalarını dileseydim, savaşmazlardı. Çünkü mülkümde cereyan eden her olay ancak be-nim meşiedme, yani dilememe bağlıdır." İşte işin bu noktası, Mutezile Mezhebinin görüşünü geçersiz kılıyor. Çünkü Allah, "Eğer onların savaşmalarını dilemesem, onlar savaşmazlardı" diye bildirmektedir. Oysa Mutezile Mezhebi savunucuları diyorlar ki, "Allah onların savaşmamalarını istedi ve fakat onlar buna rağmen savaştılar. "
''Fakat Allah dilediğini yapar.'' Allah, ayetin bu
ifadesiyle mutlak manada iradenin kendi zatına ait olduğunu, başkasına has
olmadığını net olarak bildirmektedir. Nitekim Ehli Sünnetin de mezhebi
(görüşü) budur.
[183]
254 - Ey iman edenler! Ne bir
alışverişin, ne bir dosttan medet beklemenin ve ne de bir şefaatin bulunmadığı
gün gelmeden önce size rızık verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın.
Kâfirlere gelince, onlar zalimlerin (hakkı tanımayanların) ta kendileridirler.
''Ey iman edenler! Ne bir alışverişin, ne bir
dostlun medet beklemenin oe ne de bir şefaatin (kayırmanın) bulunmadığı gün
gelmeden önce size nzık olaran verdiğimiz serlerden Allah yolunda
harcayın."
Allah yolunda cihad etmek üzere harcayın. Ya da bu hüküm
genel manasıyla farz olan her sadaka-yardım ya da zekât manasınadır. Yani; daha
önce yapmamış olduğunuz harcamalara karşı hiçbir şey yapabilme gücüne sahip
olamayacağınız ve infak etmek için de başvuracağınız bir alışverişin
olamayacağı o gün... Dostlarınızın size müsamaha ile yaklaşacakları imkanı
olmayan o gün.. Kâfirler için bir şefaatin var olmadığı, demektir. Çünkü
mü'minler için şefaat vardır. Yahut Allah'ın izninden sonra mü'minler için
şefaat olacaktır.
"Kâfirlere gelince onlar zalimlerin (hakkı
tanımayanların) la kendileridirler." Çünkü kâfirler, kıyamet gününde ihtiyaç
duyacakları şeyleri yapmamakla kendi canlarına kıyıp haksızlık edenlerdir.
Veya, kıyamet gününü inkâr eden bunlar, zalimlerin ta kendileridirler.
Kıraat imamlarından İbn Kesir, Ebu Amr ve Yakub,
fetha ile olarak kıraat etmişlerdir.
[184]
255 - Allah, kendisinden başka
hiçbir mabud olmayan bir tek ilâhtır. Haydır (ebedi ve ezeli diridir),
Kayyumdur (bütün varlıkların durumlarını elinde bulundurup ayakta tutan ve
koruyandır). O'mı ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde
var olanların tamamı O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?
O, kullarının yaptıklarını da ileride yapacaklarını da bilir. O'nun bilgisi
dışında asla gizli bir şey kalmaz. Allah'ın dilediklerinin (öğrettiklerinin)
dışında kulları O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak (ihata edip)
kavrayamazlar. O'nun kürsüsü (ilmi ve kudreti) bütün gökleri ve yeri kuşatıp
içine almıştır. Gökleri ve yeri gözetip koruması O'na ağır ve zor gelmez. O
çok yücedir ve çok uludur.
''Allah, kendisinden başka hiçbir mabud olmayan bir
tek ilâhtır. I lay'dtr (ebedi ve ezeli diridir), Kayyurrdur (bütün varlıkların
durumlarını elinde bulundurup ayakta tutan ve koruyandır). "
Burada, ismi, haberi ve bedel kılındığı yer
itibariyle mübtedanın haberidir. Bu mübteda ise, ismi celalidir. Faniliğine
asla bir yol olmayan baki, demektir. Ölmeyen ve hep diri olan manasında ezeli
ve ebedidir. Daim ve her zaman yaratmış olduğu varlıkları elinde tutan ve
onları koruyup muhafaza eden, demektir.
"O'riü ne bir uyuklama ve ne de bir uyku
lalar." kelimesi, uyku öncesi insanda meydana gelen dalgınlık, gevşeme ve
uyuklama halidir. Mufaddal b. Muhammed Dabbi ise, kelimesini olarak
değerlendirmiş ve bu okuyuşuyla kelimenin manası, başta meydana gelen ağırlık
halidir. ise gözlerde meydana gelen ağırlık, uykusuzluk halidir. kelimesi ise, kalbin uyuması halidir ki,
diğer ikisine göre en ağır olanıdır. İşte bu ifadeler, "kay-yum"
ismini tekid etmektedir. Çünkü; bir varlık eğer uyukluyorsa veya u-yuyorsa ya
da üzerine bir ağırlık çöküyorsa böyle bir varlığın kayyum olması asla söz
konusu değildir, muhaldir.
Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) ya vahyedilerek denilir
ki: "Şu kimselere söyle; gökleri ve yeri Ben kudretimle tutmaktayım. Eğer
beni bir uyku ya da uyuklama tutsa gökler ve yer yok olur."
[185]
"'(gökderde ve yerde var olanların tamamı -hem
mülk olarak ve hem milk olarak- O'nundur." Yani; göklerde ve yerde var
olanların tamamı hem otorite ve hükümranlık olarak Allah'a aittir ve her şey
bütün varlıklar Allah'ındır.
"İzni olmadan Onun kalında kim. şefaat
edebilir?" Allah'ın izni olmaksızın katında kimse asla şefaat edemez.
İşte bu ifade yüce Allah'ın rnelekutunu ve kibriyasını; yani O'nun azametini,
yüceliğini ve celâlini açıklamaktadır. Çünkü yarın kıyamet gününde hiçbir
kimse Allah kendisine izin vermedikçe asla Onunla konuşmaya cesaret edemez,
kendisinde böyle bir güç bulamaz.
Burada kâfirlerin iddia edip ileri sürdükleri ve
"yarın putlar bize şefaat edecek" dedikleri gibi onların bu iddialarına
da bir red cevabıdır ayetin bu kısmı.
"O, kullarının yaptıklannı da dendi1
yapacaklarını da bilir," Allah kullarından önce olanları bildiği gibi
onlardan sonra olacakları da bilir. de yer alan zamir ise, "göklerde ve
yerde var olanlara, racidir. Çünkü bu her iki gezegende de akıl sahibi
varlıklar bulunmaktadır. O 'nun bilgisi dışında asla bir şey kalmaz. "
"Allah'ın dilediklerinin (öğrettiklerinin)
dışında kullan Ojıuıı ilminden -O'nun malumu olan şeylerden- hiçbir seri lanı
olarak (ihata edip) kavrayarnazlar." Nitekim bir duada şöyle denir:
"Allah'ım hakkımızda bildiklerinden bizi mağfiret eyle!" kavli,
öğrettikleri manasınadır.
"O'nu'n kürsüm (ilmi ve kudreti) bütün gökleri
ve yeri kuşatıp içine almıştır." "kürsü" kelimesi burada Allah'ın
ilmi manasınadır. Nitekim, kürrase diye adlandırılan Kitap da bu manadadır.
Çünkü o da içinde bilgi taşımaktadır, "kerasi" de alimler, bilginler
demektir. Bir de ilme kürsü adının verilmesi, alimin ya da bilgin kimsenin yeri
ve makamı olması bakımından da bu manasıyla ilme de kürsü denmiştir. Bu adeta
yüce Allah'ın şu kavli gibidir:
"Rahbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi
kuşatmıştır."[186]
Kürsü bir yoruma göre de Allah'ın mülkü manasınadır.
Bu ismi alma nedeni, mülkünün kürsüsü durumunda olan yeri itibariyledir. Ya da
bundan maksat Allah'ın Arş'ıdır. Nitekim Hasan Basri'den de bu manada rivayet
olunmuştur. Ya da bu, Arş'ın altında bir tahttır. Nitekim hadiste şöyle
buyurulmuştur:
"Yedi kat gök, kürsüye göre çöle bırakılmış bir
halka gibidir. Arş'ın kürsüye göre üstünlüğü ve değeri, çölün halkaya olan
üstünlüğü gibidir."[187]
Ya da "kürsü" Allah'ın kudreti demektir.
Nitekim bunun da delili Rabbimizin şu kavlidir:
"Gökleri ve yeri gözetip koruması, O'na ağır
ve zor gelmez. O -mülkü ve otoritesi bakımından- çok yücedir ve -izzet ve
celâli açısından da- çok uludur."
Ya da, demek, kendisine lâyık olmayan nitelemelerden
yücedir, beri ve uzaktır, manasındır. ise kendi şanına yaraşır sıfatlarla
muttasıftır, demektir. Rabbimizin bu iki sıfatı da tevhidi manayı tam kemal manasıyla
kapsamaktadırlar
Bakara Suresinin 255. âyeti olan (ve adına Ayet
'el-Kürsî denen) bu ayette cümleler arasında herhangi bir atıf (bağ) edatı
olmaksızın dizilmişlerdir. Çünkü tüm cümleler birer gerçeği açıklamak için
gelmişlerdir. Bunlar sırasıyla şöyledir:
1- Allah'ın tüm yarattığı
varlıklarının her durumuyla ilgili olarak onları kendi gözetimi altında tuttuğu
ve her şeyini düzene koyduğudur. Bunlardan hiçbirisinde herhangi bir yanılgı ve
unutkanlık söz konusu olmaksızın hepsinin de üzerinde bu manada hüküm icra
ettiğidir.
2-
Çünkü; Allah tedbiri altında
bulundurduğu ve işlerini düzene koyduğu tüm varlıkların sahibi ve malikidir.
3- Şanının yüceliği, kibriyası ve azameti gereği bu böyledir.
4- Tüm yarattığı varlıkların
durumlarını her bakımdan ihatası ve kuşatması altına almıştır.
5- İlminin genişliği, bu
ilminin tüm malumata, yani bilinen her şeye taallûku itibariyle ya da celâli ve
kudretinin azameti bakımından bunun böyle olduğu gerçeğini ortaya koymak ve
açıklamak içindir.
îşte bu ayet tüm bu noktalar sebebiyle ve daha bizim
bilemediğimiz niceleri açısından bu ayet faziletli ve üstün bir ayet kılınmış
ve nitekim faziletine ilişkin olarak da birçok hadisler rivayet olunmuştur.
İşte bu konuda gelen rivayetlerden bazıları şöyledir:
1- Hz. Ali (Radıyallahu Anh),
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)-den rivayet etmiştir:
"Kim her farz namazın peşinden Ayete'l-Kürsi'yi
okursa cennete girmesinde kendisiyle cennet arasındaki tek engel ölümdür. Bu
ayeti de okumaya devam edecek olanlar ancak sıddik (sözü ve özü bir olanlar)
ya da abid (çok ibadet edpnler)d£r. Kim yatağına yatacağında bu ayeti okursa
Allah onu kendi canına kıyacaklardan, komşusunun kötülüğünden, komşusunun komşusu
durumunda olanların kötülüğünden ve çevresindeki evlerin ya da çevresinde
geceleyenlerin kötülüklerinden güvencede kılar."
[188]
2- Rasûlullah (Sallallâhu
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:
"Beşerin (insanların) efendisi Hz. Adem'dir. Arapların efendisi Muham-med'dir. Ancak ben yine de bununla övünmem. İranlıların efendisi Selman'-dır. Rum (Bizanslı)tarın efendisi de Suheyb'tir. Habeşlüerin efendisi Bilal'dır. Dağların efendisi (önemlisi) Tur dağıdır. Günlerin efendisi (en önemlisi) de cuma günüdür. Sözlerin efendisi (en üstünü) Kur'an'dır. Kur'an'ın efendisi (en değerli olan şeyi) de Bakara Süresidir. Bakara Suresinin efendisi de Ayete'l-Kürsi'dir."[189]
3- Yine Hz. Peygamber
(Sallallâhu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
"İçinde bu ayetin okunduğu evi, şeytanlar otuz
gün terk ederler. O eve kırk gece erkek ve kadın hiçbir sihirbaz ya da büyücü
giremez."[190]
4-
Rasûlullah (Sallallâhu
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:
"Kim uyuyacağı esnada Ayete'l-Kürsi'yi okursa,
Allah onu sabaha kadar koruması için bir melek gönderir (görevlendirir)."[191]
5-
Yine Rasulullah şöyle
buyurmuş:
"Her kim akşamleyin şu iki ayeti okursa bu iki
ayet sayesinde ta sabaha kadar koruma altına alınır, kim de sabahleyin o iki
ayeti okursa ta akşama kadar bu iki ayet sayesinde korunma altına alınır. Bu
iki ayetten biri Ayete'l-Kürsi'dir, diğeri de Mü'min (Gafir) Suresinden ilk
ayetten itibaren ilk üç ayettir."[192]
Çünkü bu ayet teyhid esasını, Allah'ın birliğini, azametini ve temcidini (ululuğunu) ele almaktadır. O'nun yüce sıfatlarından, niteliklerinden söz etmektedir. Çünkü Aziz ve yüce Rab olan Allah'ı anmaktan daha üstün bir şey olamaz. Dolayısıyla Allah'ı zikretme, anma mahiyetinde o-lan bir şey elbette diğer şeyleri anmaktan daha değerli ve faziletlidir. Böylece anlaşılıyor ki, ilimler içerisinde en değerli ve en önemli olan ilim "tevhid" ile ilgili olan ilimdir. [193]
256 - Dinde zorlama yoktur. Artık
doğru olan (İslâm yolu) Üe batıl olan (küfür yolu) birbirinden ayrıl(ıp gerçek
ortaya çık)mıştır. Öyleyse her kim tağutu reddedip Allah'a iman ederse işte o,
muhakkak kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi
hakkıyla işitendir, bilendir.
"Dinde zorlama yoktur . Yani hiçbir kimse hak
dinine girsin diye icbar olunamaz. Bu hak din de İslâm dininden başkası
değildir. Bir yoruma göre bu ifade, "men etme, yasaklama" manasında
haberdir.
Rivayete göre, Ensar'dan bir zatın iki oğlu varmış,
her iki oğlu da Hıristiyanlık dinini seçmişlerdi. Babası bunlara baskı yaparak
İslâm'ı seçmelerini ve onda kalmalarını ister ve:
— "Siz Müslüman olmadıkça sizi bırakmam."
der. Ancak her iki oğlu da buna yanaşmazlar ve nihayet durum Rasûluüah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) iletilir ve Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem) huzurunda şikayetlerini dile getirirler. Ensar'dan zat der ki:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Benim bir kısmım (ailemden
bazısı) cehenneme girecek mi, işte ben onu bekliyorum." Bunun üzerine bu
âyet iner ve adam da çocuklarının peşlerini bırakır."
[194]
Abdullah b. Mesud ve bir grup (cemaat) diyorlar ki;
bu ayet İslâm'ın ilk dönemlerinde bu manasıyla geçerliydi. Daha sonraları bu
ayet savaşma ve cihad ile ilgili ayetin gelmesiyle neshedilmiştir.
"Arlık doğru olan (İslâm yolu) ile hatıl olan
(küfür yolu) birbirinden (ıp gerçek ortaya çik)mışttr." Yani; açık seçik
olarak ve net delillerle iman ile küfür birbirinden ayırdcdilir olmuştur. Neyin
hak ve neyin batıl olduğu gerçeği ortadadır.
"(hdeyse her kim Lağulu -şeytanı ve putları,
putlaştırılan şeyleri— reddedip Allah'a iman ederse., iş/e o, muhakkak kopması
olmayan sapasağlam kulpa yapılmıştır.[195]
kelimesi, manasınadır. Bu da yapışmak, tutunmak,
demektir. ise bağlanılan, takınılan şey, kulp, tutmak manasınadır. kelimesi,
kelimesinin müennesidir.
Bu, hiç kopmayan çok güçlü ip, sağlam ve güvenilir,
demektir. kopma imkanı olmayan, manasınadır. Bu, bir bakıma bilinen maddi
örneklerden ve delillerden hareketle gerçeği kavramak manasına gelen bir temsil
yani Örneklendirmedin Gözle görülebilen ve duyularla anlaşılabilenlerden yola
çıkılarak gerçeğe ulaşmanın bir yoludur. Bu şekilde bu ayeti dinleyip duyan bir
kimse bunları kafasında canlandırsın ve adeta olay karşısında cereyan ediyormuş
ve kendisi de gözleriyle bu gerçeği görüyormuşçasına hareket etsin de bu
sayede inancını pekiştirmiş olsun. Bu durumda mana şöyle olur:
"Kişi kendi adına öylesine sağlam olarak dinine bağlansın ki, asla herhangi bir noktadan ona herhangi bir şüphe girişine izin verilemesin."
Kaldı ki; "Allah her .şeyi -onun ikrarını- hakkıyla
işitendir, -ve itikadını da hakkıyla-bilendir."
[196]
257 - Allah iman edenlerin velisi
ve dostudur. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. Kâfirlere gelince
onların da yardımcıları ve velileri tağuttur. Onları aydınlıktan alıp
karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi olarak
kalıcıdırlar.
"Allah iman edenlerin velisi ne dostudur."
Yani; iman etmek isteyenlerin yanındadır ve onların yardımcısıdır, onların
işlerini çekip çevirendir. "Onları -küfrün ve dalâletin, sapıklığın-
karardıklarından nura (aydınlığa) -iman ve hidayete (yoluna)- çıkarır."
Ayette "zulümat (karanlıklar)" kelimesinin
çoğul olarak getirilmiş olması, bunların değişik ve farklı olmaları
açısındandır. Oysa "nûr (aydınlık)" kelimesinin tekil olması ise,
İmanın bir tek olmasındandır. Yani; inancın bir tekliği ölçü alınmasından
dolayıdır.
Kafirlere gelince onların dayardıtncılan ve velileri
tağuttur. "
kavli burada mübtedadır. cümlesi de bunun haberidir.
Onları aydınlıkın alıp karanlıklara götürür."
Yine burada, "zulümat." kelimesi çoğul olarak gelmiştir. Çünkü tağut
kelimesi mana itibariyle çoğul anlamındadır. Yani; bunun manası şöyledir:
"Küfürde ısrar edenlerin hali ve onların işleri nur (hidayet) üzere
olanların tak aksinedir." Ya da bunun manası şöyle olabilir:
"Allah mü'minlerin velisi ve yardımctsıdır. Eğer mü'minler din ve inançlarında herhangi bir kuşkuya düşerlerse, hemen onlara doğruyu gösterecek noktaya, mü'minleri yönlendirerek yardım eder. Böylece onları girdikleri çıkmazdan bu doğruya muvaffak kılar. Böylece onların yakini ve kesin bilgi manasında aydınlığa çıkmalarım, "nuru'l-yakine" ulaşmalarım sağlar. Kâfirlere gelince onların yardımcıları da şeytanlardır. Şeytanlar onlar tarafından da görülen nurun aydınlığından ve apaçık delillerinden uzaklaştırıp şüphe ve kuşkunun karanlıklarına bırakırlar."
İşte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi
olarak kalındırlar. "[197]
258. Allah'ın kendisine hükümranlık
verdiği kimsenin şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartıştığını görmedin mi?
(işte bu tartışma esnasında) İbrahim ona dedi ki: "Benim Rabbim diriltip
yaşatan ve öldürendir." O da: "Diriltip yaşatan ve öldüren
benim." diye karşılık verdi. (Bu defa) İbrahim (tekrar) dedi ki:
"Doğrusu Allah güneşi doğu tarafından doğduruyor, o halde sen de onu batı
tarafından doğdur bakalım." İşte o an (bu cevap ve istek karşısında) kâfir
(neye uğradığını bilemeden) şaşırıp kaldı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete
erdirmez.
259. Ya da görmedin mi o kimse
gibisini ki, kendisi, binalarının duvarlarının üstüne çatılarının çöktüğü ve
harabeye dönüştüğü (ıpıssız) bir şehre uğramıştı. (Bu manzara karşısında) şöyle
konuşmuştu: "Bu şehir (böylesine yerle bir olup) öldükten sonra acaba
Allah bunu nasıl diriltecek?" (İşte onun bu konuşması üzerine) Allah
kendisini yüz sene ölmüş olarak öylece bıraktı. Sonra onu yeniden diriltti ve
ona: "Ne kadar kaldın (bekleyip durdun)1)" diye sordu. O da:
"Bir gün ya da bir günden az (bir süre kaldım)" dedi. Allah
kendisine: "Hayır yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bir baksana henüz
bozulmamış. (Bir de) eşeğine bak. Seni, insanlara bir ayet (mucize) kılalım
diye (bu şeklide tam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilttik). Şimdi de şu
kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor (bir araya getiriyor) sonra da onlara et
giydiriyoruz" dedi. Durum onun tarafından anlaşılınca "Şimdi (çok
iyi) biliyorum ki Allah herşeye kadirdir," dedi.
260. (Şuhu da hatırla:) Hani
İbrahim Rabbine demişti ki: "Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana
göster." Rabbi de ona: "Yoksa iman etmedin-mi?" diye söyledi.
İbrahim dedi ki: "Elbette iman ettim. Ancak kalbim huzur bulsun
istedim." İşte bunun üzerine Rabbi ona: "O halde dört adet kuş yakala
ve onları kendine iyice alıştır. Sonra da onları kesip parçalara ayır ve her
bir dağın başına da o parçalardan birini bırak. Daha sonra onları sana
gelmeleri için çağır, (hepsi de) koşarak sana geleceklerdir. İyi bilmelisin ki
Allah, Azizdir, Hakimdir." buyurdu.
[198]
258 - Allah'ın kendisine
hükümranlık verdiği kimsenin şımara-rak Rabbi hakkında İbrahim ile tartıştığını
görmedin mi? (İşte bu tartışma esnasında) İbrahim ona dedi ki: "Benim
Rabbim diriltip yaşatan ve Öldürendir." O da: "Diriltip yaşatan ve
öldüren benim." diye karşılık verdi. (Bu defa) İbrahim (tekrar) dedi ki:
"Doğrusu Allah güneşi doğu tarafından doğduruyor, o halde sen de onu batı
tarafından doğdur bakalım." İşte o an (bu cevap ve istek karşısında)
kâfîr (neye uğradığını bilemeden) şaşırıp kaldı. Allah, zalimler topluluğunu
hidayete erdirmez.
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in hayret ve dikkatini çekmek ve onu teselli etmek üzere, ilâblık ve rab olduğu iddiasına kalkışan Nemrut ile onunla bu konuda mücadele eden Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) durumunu aşağıdaki ayette bir gönül rahatlatıcı olarak göreceğiz. Rab-bimiz şöyle buyuruyor:
"AllaJı'uı kendisine hükümranlık verdiği
kimsenin (Nemrut'un) şımamrak Rabbi hakkında İbrahim ite tiırlışUğuıt. görmedin
mi?" Yani; Hz. İbrahim (Aleyhi'.s-Selâm) Rabbinin rububiyeti konusundaki
tartışmasını... deki zamiri ya Hz. İbrahim (Ateyhi's-Selâmfâ veya Hz. İbrahim
(Aleyhi's-Selâm) kendisiyle tartıştığı Nemrut'a racidir. Çünkü yüce Allah her
ikisinin de Rabbidir.
Allah'ın kendisine mülk ve varlık vermiş olması
sebebiyle şımararak... Yani; ona hükümranlığın, zenginliğin verilmiş olması
onu şımarttı, yoldan çıkarttı ve onun büyüklenmesine neden oldu. İşte bu yüzden
de tartışmaya başladı. Yine bu ayet bu kısmıyla "aslah" olanı yaratma
meselesinde Mutezilenin aleyhine bir delildir. Veya bunun manası,
"Allah'ın ona varlık ve hükümdarlık verdiği zaman tartıştı."
demektir.
"(İşte bu tartışma esnasında) İbrahim ona.
dedi ki: Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldürendir." Burada, kavli, fiiliyle mansub kılınmıştır. Eğer, vakit
manasında ise bu takdirde, bundan bedeldir.
Kıraat imamlarından Hamza, kelimesinde harfini sakin
olarak, tarzında okumuştur, diğerleri ise ayette görüldüğü gibi okumakta] ar.
Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selam), "Benim Rabbim
diriltip yaşatan ve öldürendir/' derken sanki, ona, "Senin Rabbin de
kimdir?" diye bir soru yöneltilmiş, o dar ''Benim Rabbim diriltip yaşatan
ve öldürendir. " demiş gibi bir anlam çıkıyor.
'"O da -Nemrut da- dinilip yaşatan ve öldüren
benim, diye karadık verdi." Nemrut böyle söylemekle, "İdam etmek
durumunda olduğum kimseleri dilersem idam etmem, öldürmem, onu bağışlarım,
dilersem bağışlamam, öldürürüm." demek istiyordu. Bunu da, "Ben de
diriltir ve öldürürüm. " manasında söylemekte idi. Nemrut böyle söylemekle
tartışmayı kendince bitirmek istiyordu, karşısındakinin susacağım sanıyordu.
Ancak öyle olmadı. İşte bunun üzerine Hz. İbrahim (Aley-lus-Seiâm) onu şaşırtan
ve apışıp kalmasına sebep olan, demagojiye de yer bırakmayan sorusunu hemen
peşinden ekleyerek şöyle söylüyordu.
"(Bu defa) ibrahim (tekrar) dedi ki: Doğrusu
Allah, güneşi doğu tarafından doğduruyor, o hakle sen de onu batı tarafından
doğdur bakalım,'"
Bazı kimselerin ileri sürdükleri gibi, Hz. İbrahim
(Aleyhî'i-Selâm) bir kanıt ileri sürdü, bu olmayınca bu defa bir başkasını
gündeme getirdi, böylece kanıttan kanıta geçti demek değildir. Çünkü; birinci
hüccet ya da kanıt gerekli olan bir kanıt idi. Ancak lânetli adam Nemrut işi
demagojiye vurup inat ederek bunu ölüme mahkûm edilenlerden birini Sahverinek,
diğerini de idam ederek öldürmek manasında ele alıp, "Ben de yaşatır ve
öldürürüm. " demesi üzerine, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) bu defa onun
demagoji yapamayacağı ve cevap veremeyeceği bir hüccet ve kanıtla karşı
karşıya bıraktı. Çünkü; o dönemdeki insanlar genel olarak astroloji ile,
falcılıkla ve gök cisimlerinin hareketlerinden mana çıkarmakla ilgili
kimselerdi. Bu itibarla onlar gezegenlerin doğudan batıya yönelik olan
hareketlerini bilirlerdi. Fakat; karıncanın suyun akış istikametinin tersine
hareket etmesi, yürümesi gibi bizin tarafımızdan bilinen güneşin ters
istikamete doğru zorunlu olarak hareket ettirilmesi olayını bunlar bilmiyordu.
Nasıl ki su karıncayı gidiş yolundan mecburen akış yönü itibarıyla kendi
akışına o istemese de kaptırıyorsa bu da böyledir. İşte bundan hareketle Hz.
İbrahim (Aleyhi's-Selâm) Nemrut'a diyordu ki:
"Benim Rabbim güneşi doğal olan hareketiyle
değil, emri gereği istediği gibi aksi şekilde hareket ettiriyor Eğer gerçekten
sen rab isen, o halde o-nu doğal hareketi gereği hareket ettir. Çünkü bu, bir
şeyi tersine hareket etmekten kendi normal yörüngesinde hareket ettirmek daha
kolaydır. İşte sen bu kolay olanı yap."
"İşk o an (bu cevap ve istek karşısında) kâfir
(neye uğradığını bilemeden) şaşırıp kaldı." Şaşırdı ve dehşete kapıldı.
"Kaldı kî; Allah, zalimler topluluğunu hidayele erdirmez. Yani, onları buna muvaffak kılmaz.
Yine derler ki; Nemrut: «Senin Rabbin güneşi batı
taraftan doğdursun.» diye Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) söylemedi, neden?
Çünkü; Allah onu bundan menetti, ona bu fırsatı vermedi. Bir başka yoruma göre
denir ki; Nemrut, kendisinin rab olduğunu iddia ediyordu ve başkasının
rab-lığını kabul etmiyor ve böyle bir itirafa kalkışmıyordu. Diğer taraftan,
kavlinin manası şöyledir:
"O, kendisine dirilten ve öldüren özelliği
verilen varlık benim, başkası değil."
Bu ayet ayrıca kelâm ve münazara ilminde bu tür
tartışmalarda konuşup delil getirmenin mübahlığına bir delildir. Çünkü; yüce
Allah ayette şöyle buyurmuştur:
dolayısıyla tartışma iki kimse arasında cereyan
eder. Ayet aynı zamanda Hz. ibrahim (Aleyhi's-Selâm?m de onunla tartıştığına
bir delildir. Eğer tartışma mubah olmamış olsaydı, Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm)
böyle bir şeye girişir miydi? Asla girişmezdi. Çünkü peygamberler haram iş
işlemekten masumdurlar, yani haram işlemezler. Kaldı ki; bizler de, kâfirleri
imana ve tevhid inancına davet etmekle emrolunmuşuz. Onları imana çağırdığımız
zaman bizden mutlaka konuya ilişkin delil isteyeceklerdir. Bu da ancak
karşılıklı münazara ve tartışma sırasında olabilir. Nitekim, bu durum
"Şerhu't-Te'vüat" adlı e-serde de böyle geçmektedir.
[199]
259 - Ya da görmedin mi o kimse
gibisini ki, kendisi, binalarının duvarlarının üstüne çatılarının çöktüğü ve
harabeye dönüştüğü
(ıpıssız) bir şehre uğramıştı. (Bu manzara karşısında) şöyle konuşmuştu: "Bu şehir (böylesine yerle bir olup) öldükten sonra acaba Allah bunu nasıl diriltecek?" (İşte onun bu konuşması üzerine) Allah kendisini yüz sene ölmüş olarak öylece bıraktı. Sonra onu yeniden diriltti ve ona: "Ne kadar kaldın (bekleyip durdun)?" diye sordu. O da: "Bir gün ya da bir günden az (bir süre kaldım)" dedi. Allah kendisine: "Hayır yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bir baksana henüz bozulmamış. (Bir de) eşeğine bak. Seni, insanlara bir ayet (mucize) kılalım diye (bu şeklide tam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilttik). Şimdi de şu kemiklere bak. Onları nasıl düzenliyor (bir araya getiriyor), sonra da onlara et giydiriyoruz, dedi. Durum onun tarafından anlaşılınca "Şimdi (çok iyi) biliyorum ki Allah herşeye kadirdir" dedi.
"Ya da görmedin mi o kimse gibisini ki,
kendisi, binalarının duvarlarının üstüne, çatılarının çöktüğü ve harabeye
dönüştüğü (ıpıssız) hir şehre uğramıştı." Buradaki, kavlinin manası,
"Ya da şunun gibisini gördün mü? "dür. Çünkü bunun bu manaya geldiğine,
önceki ayette geçen delâlet etmektedir. Çünkü her ikisi de hayret ifade eden
kelimelerdir. Ya da bu, bir önceki ayetin ilgili kelimesinin lâfzına değil de
manasına hamledilmektedir. Bunun takdiri de şöyledir: "Sen İbrahim ile
tartışan gibisini gördün mü?" Ya da, "Uğrayan gibisini.... "
Keşşaf sahibi diyor ki: 'deki harfi zaidedir, de,
kavline matuftur.[200]
Hasan Basri de diyor ki, kasabaya uğrayan kişi
öldükten sonra dirilmeye iman etmeyen biri idi. Dolayısıyla bu noktada Nemrut
ile aynı çizgide buluşuyorlardı ve bir de, "Ölüyü nasıl diriltecek?"
ifadesiyle buna bir ihtimal vermemesi, böyle bir yorum yapılmasına nedendir.
Ancak çoğunluğun yorumuna göre burada sözü edilen zatın Hz. Uzeyir
(Aleyhi's-Selâm) olduğu yönündedir._ Hz. Uzeyir (Aleyhi's-Selâm) de tıpkı Hz.
İbrahim (Aleyhi's-Selâm)'m istediği gibi ölülerin dirilmesini gözüyle görüp
böylece basiretinin artmasını istemiştir. Diriltme işinin nasıl mey-dana
getirildiğini öğrenerek acizliğini bu yoldan görmek ve aynı zamanda diriltenin
de kudretinin yüceliğini ve azametini takdir ve itiraf etmektir.
Ayette kendisinden söz edilen şehir ya da kasaba
Beyt-i Makdis'tir. Buhtunnasır burayı yerle bir ederek harabeye dönüştürmüştü.
yani; tavanlanyla birlikte alt üst olmuş, demektir. Ya da önce tavanları yıkılmış,
sonra da üzerine duvarları devrilmiş manasında olabilir. Yüksek olan her şey,
mana itibariyle Arş demektir.
"(Bu manzara karşısında) şöyle konuşmuştu: «Bu
şehir böylesine yerle bir olup öldükten sonra acaba Allah bunu (burada
ölenleri) nasıl diriltecek?»"
"(işte onun bu konuşması ve şaşkınlığı üzerine)
Allah kendisini yüz sene ölmüş olarali öylece bıraktı. Sonra onu yeniden
diriltti ve" "Ona; -bir melek- «Ne kadar bir süre kaldın (bekleyip
durdun)/», diye sordu. O da: «Bir gün, ya da bir günden az bir süre kaldım.»
diye cevap vermişti."
Bunu kendi tahminine göre söylüyordu. Ayetin bu
kısmı içtihad yapmanın caiz olduğuna da bir delildir. Rivayete göre bu zat
kuşluk vaktinde ölmüş, yüz sene sonra henüz güneş batmamışken dirilmişti. Önce
güneşe bakmadan, bir gün oldu, diye cevap vermiş ve fakat sonra dönüp güneşe
baktığında, güneşin henüz batmadığını görmüş ve bunun üzerine de, "bir
günden az bir süre" diye karşılık vermiştir.
"Allah (ya da melek) kendisine dedi ki: «Hayır,
öyle değil. Sen burada tam yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceklerine bir baJcsana
henüz bozulmamış.»" Rivayete göre yiyecekleri incir ve üzüm imiş. İçeceği
de şıra ve süt imiş. Bakar ki, incir ve üzüm sanki dallarından yeni koparılmış
gibi taptaze ve içeceği de aynen olduğu gibi duruyorlar. Hiçbiri bozulmamıştır.
kelimesindeki harfi ya kelimenin kendisindendir yani
aslidir veya sekte 'sidir. İki duruma göre bu kelime, kelimesinden türemedir.
Çünkü; kelimenin lamel fiili yani son harfi, harfidir. Çünkü kelimenin aslı,
olup fiili olarak, örneğin; denir ki bu, demektir ki, bunun manası da:
"Ben onu bir yıl çalıştırdım. " demektir. Ya da bu kelimenin lamel
fi-ili harfidir. Çünkü bunun aslı, 'dur. Bu da fiil olarak 'den alınmadır.
Bunun da manası, "Yıllar onu değiştirmedi" demektir.
Vasi yani geçiş halinde harfinin hazfiyle okunur,
vakf yani duruş halinde ise harfini ortaya çıkarmakla okunur. Ki işte bu tarz
bir okuma kıraat imamlarından Hamza ile Ali'nin kıraatidir.
"Bir de eşeğine bak!'' nasıl da kemikleri darmadağın
olmuş, çürümüş ve kurtlanmış. Bu zatın bir de eşeği vardı. Onu bir yere
kaçmaması için bağlamıştı. Ancak eşeği de ölür, geride sadece kemik
kalıntıları kalır. Ya da, "Ona bak, o yerinde senin bağladığın gibi sağ
salim, yemsiz ve susuz bir halde tam yüz sene duruyor. Yiyecek içeceklerin
korunduğu gibi o da korunmuş. Doğrusu bütün bunlar Allah'ın gösterdiği en
büyük ayetlerden ve mucizelerdendir."
"Seni insanlara bir ayet (mucize) /alalım diye
bu şekilde lam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilttik." Evet biz bunu
yaptık. Burada demek istenen şey, ölümden sonra yeniden diriltilmesi ve
yanındaki eşyasının hiç bozulmadan aynen kalmış olmasıdır. Bir yoruma göre de
bu kısmın baŞinda yer alan, harfi bunu mahzur' olan bir kelimeye
atfetmektedir. Yani, "Senin ibret alman için biz seni..." demektir.
Bir yoruma göre eşeğine binerek bu zat böylece
kavminin yanına gelir ve onlara, "Ben Uzeyir'im" der. Ancak kavmi onu
yalanlarlar. Bunun üzerine kavmine, "Tevrat'ı bana getirin." der.
Kendisi başlar ezberinden Tevrat'ı okumaya. Nitekim; Hz. Uzeyir
(Aleyhi's-Selâm)den önce hiçbir kimse Tevrat'ı böyle okumuş değildi. İşte bu
da onun bir mucizesi idi.
Yine bir yoruma göre de Hz. Uzeyir (Aleyhis-Selâm)
evine döner, bakar ki; bütün çocukları yaşlanmışlar, kendisi onlara göre daha
genç durumdadır.
"Şimdi de şu kemiklere -eşeğin veya nasıl
diriltilecekler diye haklarında şaşkınlık geçirdiği ölülerin kemiklerine- bir
dikkat el; onları nasıl da bir araya getirip -harekete geçirip, birini diğerine
girdirerek- iskelet oluşturuyor, sonra da onlara -kemiklere- el giydiriyoruz,
diye buyurmuştu." Burada giydirme ifadesi mecazi manada kullanılan bir
ifadedir. Et elbiseye benzetilmiştir.
Kıraat imamlarından Hicaz ve Basra okulu mensupları,
kelimesini, olarak harfiyle okumuşlardır. Bu da, "diriltiriz manasınadır.
"Bu şekilde her şey açık ve net olarak ortaya,
konulup durum onun tarafından anlaşılınca, şöyle demişti: Bundan böyle Allah'ın
her şeye kadir olduğunu öğrenmiş bulunuyorum." Burada, kavlinin faili
gizlidir. Bunun takdiri de şöyledir: "Allah'ın her şeye kadir olduğu
gerçeği, «onun tarafından anlaşılınca» ..." İlk cümlede hazfedilen ve
sonradan takdir olunan bu cümlenin aynısı ikinci ve son cümlede yer aldığı için
birincisinde zikre di İmemiş-tir. Bu tıpkı şuna benzer:
Diğer taraftan, kavli, durumu pek anlayamayan, yani ölülerin diriltilmesi noktasında bir sıkıntı gösteren olayla değerlendirilmesi de, atfı da-Gaiz olur. Bir de, kavli emir lâfzı olarak değerlendirenler de olmuştur. Böyle değerlendirenler de kıraat imamlarından Hamza ve Ali'dir. Yani, "Allah ona şöyle dedi: «Bil ki...» ". Ya da bu adamın kendi kendisine seslenmesi, hitabıdır, bu manada mütekellim birinci şahıs kipini kullanmıştır, [201]
260 - (Şunu da hatırla:) Hani
İbrahim Rabbine demişti ki: "Rab-bim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster."
Rabbi de ona: "Yoksa iman etmedin mi?" diye söyledi. İbrahim dedi İd:
"Elbette iman ettim. Ancak kalbim huzur bulsun istedim." İşte bunun
üzerine Rabbi ona: "O halde dört adet kuş yakala ve onları kendine iyice
alıştır. Sonra da onları kesip parçalara ayır ve her bir dağın başına da o
parçalardan birini bırak. Daha sonra onları sana gelmeleri için çağır, (hepsi
de) koşarak sana geleceklerdir. İyi bilmelisin ki; Allah, Azizdir,
Hakimdir." buyurdu.
"(Şunu da hatırla:) Hani ibrahim Rabbine
demişti ki: Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster." Burada,
kelimesi, fiiliyle nasb mahallindedir.
"Rabbi de ona: Yoksa iman etmedin mi? diye
söyledi İbrahim de dedi ki: «Elbette iman ettim. Ancak kalbim huzur bulsun
isledim.»" Yüce Allah, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selam) insanlar içinde en
sağlam ve güçlü bir imana sahip olduğunu bilmesine rağmen, "Yoksa iman
etmedin mi?" diye buyurması, ondan almak istediği cevabı alsın diyedir.
Çünkü; bunda dinleyenler açısından önemli faydalar bulunmaktadır. kelimesi olumsuzluktan
sonra manayı olumlu hale çevirmek içindir. Bunu manası, "Elbette inandım.
" demektir.
Ancak bu, zorunlu olarak bilinmesi gereken şeye bir
de delile dayalı bilgi eklenirse dolayısıyla bunun insan kalbi üzerindeki
etkisi daha fazla olur ve da bir huzur sağlar. Uzağı görmede, basiret sahibi
olmada tesiri görülür. Çünkü; delillerin açıktan açığa gösterilmesi gönülleri
daha sükun ve rahata kavuşturmasını yanında basiretin da artırır, ilerisini çok
daha rahat olarak görebilir. Delile dayalı ilimlerde kimi zaman kuşkular doğurabilir
ve fakat kesin ve zaruri manada bilinen gerçeklerde ise herhangi bir kuşkuya
yer yoktur.
kelimesindeki harfi, mahzuf olan bir ifadeye taallûk
etmektedir. O da: "Fakat benim bunu sormuş olmam, kalbimin huzur bulma
(tatmin) isteğindendir."
Işte bunun üzerine Habbi ona: O halde -kuşlardan
tavus, horoz, karga ve güvercin olmak üzere-dört adet kuş yakala ve onları
-meylettirerek, yanına alarak- kendine iyice alıştır." kelimesini kıraat
imamlarından Hamza harfi-nin esresiyle, olarak okumuştur.
"Sonra da onları kesip parçalara ayır ve her
bir dağın başına da o parçalardan birini bırak." Sonra onları parçalara
ayır, daha sonra da ayırmış olduğun parçalan da çevrende ve senin bulunduğun
topraklar üzerinde yer alan dağlardan her birinin üzerine bir parçasını bırak.
Rivayete göre bunlar dört ya da yedi dağ idi.
Kıraat imamlarından, Ebu Bekir, kelimesini, iki ötre
ve hemzeli olarak diye kıraat etmişlerdir.
"Daha sonra, onları sana gelmeleri için
-Allah'ın izniyle gelin diye- çağır, hepsi de koşarak sana gelecekler."
kelimesi, hal yerinde mastardır. Yani, "uçuşlarında hızlıca hareket
ederek" veya "yürüyerek gelişlerinde süratli olarak gelmek
suretiyle" demektir.
Ayette, Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm)''a yakaladığı
kuşları kendisine iyice alıştırmasının istenmesinin emredilme sebebi şundandır:
Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) onlarf yakaladıktan sonra onları iyice tamsın,
şekillerini, renk ve süslerini, durumlarını iyice öğrensin ki; kuşlar
çağırıldığı zaman yanına geldiklerinde o kuşların kendisinin yakalayıp
bıraktığı kuşlar olduğunu ve bu kuşların başka kuşlar olmadığını iyice
tanısın, bir karışıklık ve bir şüphe gönlünde meydana gelmesin diyedir.
Rivayete göre Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm)
yakaladığı kuşları kesme emrini aldıktan sonra, kuşların tüylerini yolması,
onları kesip parçalaması, parçalarının her birinin bir dağa bırakılması,
tüylerini, kan ve etlerini birbirine karıştırıp yoğurması emredilir. Bütün bu
karışımları dağların başına bırakılması ve kuşların kafalarının da yanında bırakılması
emredilir. Dolayısıyla Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) emredileni yapar ve her
bir kuşun dörtte bir parçasını bir dağa bırakır. Daha sonra onlara: "Yüce
Allah 'm izniyle bana gelin, " diye seslenir. Dolayısıyla her bir parça
diğer parçasının yanına gider ve böylece tam şekillerini alarak, Hz. İbrahim
(Aleyhi's-Selâm ) yanında bulunan kafalarını kendilerine eklemek üzere gelirler.
Her bir cüsse kendi kafasının bulunduğu yere konar ve kafasını kendine ekler.
"İyi bilmelisin ki; Allah, Aziz'clir -hiçbir
güç kendisinin murat ettiği şeyin önüne geçip engel olamaz- Hakün'dir
-tedbirini yüklendiği şeyde hikmet sahibidir ve Allah içinde hikmet bulunmayan
bir şeyi işlemez-, diye buyurdu."
Hz. Peygamber (Şallallâhu Aleyhi ve Sellem)in hayret
ve dikkatini çekmek ve onu teselli etmek üzere, ilâhhk ve rab olduğu iddiasına
kalkışan Nemrut ile onunla bu konuda mücadele ede Hz. İbrahim (Aleyhi1
s-Selâmfva durumunu gelecek ayette bir gönül rahatlatıcı olarak göreceğiz.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
[202]
261.
Allah yolunda mallarını
harcayanların durumu, yedi başak veren ve her bir başağında da yüz dane
bulunan bir tek tohumun haline benzer. Allah, dilediğine kat kat fazlasını
veril. Allah lütfü ve ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.
262. Allah yolunda mallarını harcayıp
ardından da harcadıklarını başa kakmayan ve yardımda bulundukları kimselerin
onurlarını kırmayanlar var ya, işte bunlar için Rableri katında büyük ecirleri
vardır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.
263. Güzel bir söz ve bağışlama arkasından
eza (incitme) gelen sadakadan daha hayırlıdır. Çünkü Allah, zengindir, aceleci
değildir.
264.
Ey iman edenler! Sırf
insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan
kimseler gibi başa kakarak, yardımcı olduğunuz kimselerin onurlarını kırarak
sadaka ve yardımlarınızı boşa çıkarmayın. Böyle bir kimsenin durumu, şiddetli
bir yağmurun yağma-sıyla üzerinde toz toprak bulunan zemini kaygan bir kayanın
üstünü silip süpürerek onu katı ve çıplak bir duruma getirmiş olmasına benzer.
Böy-leleri kazandıklarından asla bir şeye sahip olamayacaklardır. Allah kâfirleri
doğru yola iletmez.
265. Sırf Allah'ın rızasını
kazanmak ve ruhlarındaki imam güçlendirmek için mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu da adeta bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçerrin
haline benzer. Öyle bir bahçe ki, ona bol bir yağmur düşer, o da bunun üzerine
iki kat ürün verir. Eğer bu bahçeye bol miktarda bir yağmur düşmese de, ona
yine bir çisinti bile yetişir. Allah, yaptığınız şeyleri görür.
266. Sizden herhangi biriniz
ister mi ki, kendisine ait hurmalığı ve üzüm bağı bulunsun da içinden akan
dereleri ve her türden meyveleri olsun? Bu kimsenin henüz bakıma muhtaç
çocukları varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. İşte tam böyle bir anda
ateşli bir kasırga çıksın bahçesini kasıp kavursun. (Doğrusu böylesi bir
felâketi kimse arzulamaz). İşte düşünüp aklınızı başınıza alasınız diye Allah
ayetlerini açıklar.
[203]
Yüce Allah, öldükten sonra varlıkları diriltmeye
kadir olduğuna ilişkin olarak delilleri açık olarak ortaya serdikten sonra,
şimdi de kendi yolunda, yani Allah yolunda infakı ve harcamayı teşvik ederek bu
konuyu zikrediyor. Şurasını da iyi olarak bilmelisin ki; her kim Allah yolunda
infakta bulunur veya harcama yaparsa bu o kimsenin nafakası açısından kendisi
için büyük bir ecre sebep olur. Çünkü Allah zaten buna kadirdir. İşte bu
bakımdan şöyle buyuruyor:
261 -Allah yolunda mallarını
harcayanların durumu, yedi başak veren ve her bir başağında da yüz dane
bulunan bir tek tohumun haline benzer. Allah, dilediğine kat kat fazlasını
verir. Allah lütfü ve ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.
Allah yolunda malını harcayanların durumu,"
Burada mutlak olarak bir muzafın hazfi vardır ki o da, "yani
harcamalarının benzeri" tamlamasıdır.
veren ve her bir başağında, yüz dane bulunan bir tek tohumun haline benzer. " Esasen bire yüz ve daha fazla veren, yani bitiren yüce Allah'tır. Mademki dane yani tohum bunun sebebini oluşturuyor, nasıl ki toprağa ve suya mal ediliyor ya da isnad ediliyorsa bir şey, burada verimlilik tohuma yani daneye isnad edilmiştir ya da yüklenilmiştir.
"Yedi başak bitirmek" demek, yani tek bir
tohumdan yedi ayrı başağın çıkması ve ürün vermesidir. İşte bu şekildeki bir
olayın tasvir edilmesi, Allah'ın vereceği mükâfatların da kat kat olmasına
sadece bir örnektir ve adeta o olayı insanın gözü önünde böyle bir örnekleme
ile canlandırmış bulunmaktadır. Burada benzetilen ya da Örnekleme olarak verilen
şey mısır tohumu ile akdarı tohumu örneğinde görülebilir. Bu ikisinde bunu
görmek mümkündür. Ancak bazen öyle olur ki buğdayın ekili bulunduğu alan çok
verimli bir toprak olabilir ve dolayısıyla bu durum buğdayda da
gerçekleşebilir. Ancak bu sadece bir örnekleme olayıdır, her ne kadar hepsinde
de bu durum görülmez ise de bu doğru ve gerçekçi bir varsayımdır, bir
değerlendirmedir.
Burada, kelimesi yerinde değerlendirilmiştir.
Nitekim; temizlik ya da hayız manasına gelen, lâfzı da, yerine zikredilmişti.
"Allah dilediklerine kat kat fazlasını da
verir." Yani; yüce Allah her nifakta bulunan kimseye değil bunlardan dilediklerine
fazlasıyla olmak üzere'kat kat verebilir. Çünkü; her infakta bulunan kimse aynı
değildir. Bu itibarla değerlendirilmeleri de Allah tarafından öyle olacaktır.
Ya da Allah dilediklerine yedi yüzden fazlasını da verir.
Kıraat imamlarından İbn Amir, olarak tilâvet ederken, İbn Kesir de bunu, şeddeli olarak, olarak kıraat etmiştir.[204]
"Allah lütfü ve ihsanı -cömertliği, fazlı ve
keremi- bol olan ve her şeyi -infakta bulunup harcama yapanların
niyetlerini-hilendir."
[205]
262 - Allah yolunda mallarım
harcayıp ardından da harcadıklarını başa kakmayan ve yardımda bulundukları
kimselerin onurlarını kırmayanlar var ya, işte bunlar için Rableri katında
büyük ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.
''Allah yolunda mallarını harcayıp ardından da,
harcadıklarını başa kakmayan ve yardımda bulundukları kimselerin onurlarını
kırmayanlar var ya," Yani "başa kalmamak" demek, yaptığı iyiliği
ileri sürerek ve haddini aşarak karşısındakine yaptığı iyilikleri sürekli
olarak sayıp dökmesi, adamı rencide etmesidir. Karşısındakinin kendisine her
zaman bir minnet duyması gereğini ima ettirmesidir. İşte bu bakımdan eskiler
böyle bir duruma düşülmemesi açısından, "Bir kimseye eğer bir iyilik
yaparsanız, onun unutun, bir daha gündeme getirmeyin." derlerdi.
demek, yardımda bulunduğu kimseye karşı yardımı
sebebiyle onu hep etkisi altına almaya, aşağılamaya çalışmak demektir.
kelimesinin manasına gelince bu, infak yanı yapılan yardım ile başa kakma ve
onur kırma arasında büyük bir çelişki olduğunu açık olarak göstermek içindir.
Dolayısıyla eğer bir iyilik varsa orada söz konusu yanlış her iki davranışa
yer verilmemelidir. Böyle bir hareket yapmamak, bu manada bir harcama yapmaktan
daha iyidir. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin iman etmesi elbette hayırlı ve
güzel bir harekettir. Ancak imanım dosdoğru bir şekilde sürdürmesi ve
istikamet üzere olması elbette birincisine göre çok daha güzel bir şeydir.
Nitekim; yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da
dosdoğru yürüyenlerin ..[206]
İşte bunlar için Rableri kalında büyük ecirleri
vardır." Yaptıkları harcama ve infakları sebebiyle alacakları sevapları
vardır. "Onlara her iki dünyada, da korku olmayacağı gibi bu dünyada da
üzüntü çekmeyeceklerdir." Yani; alacakları ecirden herhangi bir azalma
olmayacağı gibi, bir azap görme endişesi de olmayacaktır. Elden kaçırıp
yapamadıkları şeyler sebebiyle de üzülmeyeceklerdir. Başka bir ifadeyle onlar
için azaptan ötürü bir korku, sevabı kaçırmadan yana bir üzüntüleri de
olmayacaktır.
Bu ayette, dendiği halde bundan sonra gelecek olan
Bakara Suresi, 274. ayette ise, diye, bir da harfinin başına, harfi gelmiştir.
Neden? Çünkü buradaki cümle, yani ilgi cümlesi şart manasım taşımamaktadır,
oysa orada böyle bir şart vardır. Bu şart manası da ancak, harfi sayesinde
olabilmektedir.
[207]
263 - Güzel bir söz söyleyerek
-gönül kırmayarak- isteyenin (dilencinin) gönlünü almak ve hatasını görmezden
gelmek-kendisinden yardım talebinde bulunulan kimsenin talepte bulunan
kendisine karşı bir yanlış görmesi halinde onu affetmesi ya da ona güzel
davranması sebebiyle Allah'ın mağfiretine ermesi- arkasından başa kakmanın, eza
verip onur kırmanın yer alacağı bir sadaka ve yardımdan çok daha hayırlıdır.
Çünkü Allah, zengindir, hiçbir şeye -infakta bulunup da başa kakan ve eza
verenlere™ muhtaç değildir ve cezalandırmasında da aceleci değildir."
Hemen cezalandırmaz. Bu, onlar için bir tehdit ve uyarıdır.
Ayrıca nekra olan ve bir sıfat ile tahsis edilen bir
mübtedanın haber alması da sahihtir.
Daha sonra Rabbimiz bunu sununla teyidetmektedir,
buyuruyor ki:
[208]
264 - Ey iman edenler! Sırf
insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan
kimseler gibi başa kakarak, yardımcı olduğunuz kimselerin onurlarını kırarak
sadaka ve yardımlarınızı boşa çıkarmayın. Böyle bir kimsenin durumu, şiddetli
bir yağmurun yağmasıyla üzerinde toz toprak bulunan zemini kaygan bir kayanın
üstünü silip süpürerek onu katı ve çıplak bir duruma getirmiş olmasına benzer.
Böyleleri kazandıklarından asla bir şeye sahip olamayacaklardır. Allah
kâfirleri doğru yola iletmez.
Ey iman edenler!........gibi başa, kakarak, yardımcı
olduğunuz kimselerin onurlarım kırarak sadaka, ve yardımlarınızı boşa
çıkarmayın." harfi mahzuf bir mastarın sıfatı olarak mansubdur. Yani bu,
takdirindedir. Yani, "Şunlann boşa çıkardıklar gibi sizde boşa
çıkarmayın."
lara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve
ahiret gününe inanmayan insanlar gibi ...." Yani; münafık kimsenin sır
insanlara gösteriş için harcama yaparak, bu yardımıyla Allah'ın rızasını ve
ahiret sevabını istemeyerek harcama yaptıkları gibi siz de başa kakarak ve
onur kırarak yaptığınız yardımları boşa çıkarmayın. kelimesi mef'ulü lehtir.
kimsenin durumu, şiddetli bir yağmurun yağmasıyla,
üzerinde toprak bulunan zemini kaygan bir kayanın üstünü silip süpürerek onu
katı ve çıplak bir duruma gelirmiş olmasına benzer." Ayetin bu kısmında
hem harcamayı yapan kimse ve hem de kendisine hiçbir yarar sağlamayan harcaması
üzerinde toz toprak bulunan kaygan düz bir kayaya benzetiliyor. bol ve sağanak
halindeki bir yağmur, şiddetli yağmur manalarına gelir. yani, üzerinde hiç toz
topraktan eser bırakmaksızın çıplak olarak, cascavlak bir halde bırakıverdi,
demektir.
asla bir şeye sahip olmayacaklardır." Yani;
infakta bulundukları ya da harcamasını yaptıkları şeylerden hiçbir şeyin
sevabını ve faydasını bulamayacaklardır.
Ya da, kelimesindeki harfi, hal olarak mahallen
mansubdur. Yani bunun manası şöyledir: "Sadakalarınızı ve yardımlarınızı
şu ve şu şekilde dağıtanların durumlarına benzeterek boşa çıkarmayın."
Ayette, kavlinden sonra, buyurulmuş olması ile, infakta bulunan kimsenin cinsi murat olunmuştur, yoksa belli bir kimse değil. Ya da harcamada bulunan kimseler kasdolunmuştur.
"Çünkü Allah -onlar küfürlerini devam
ettirdikleri sürece- kâfirleri doğru yola iletmez."
[209]
265 - Sırf Allah'ın rızasını
kazanmak ve ruhlarındaki imanı güçlendirmek için mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu da adeta bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin
haline benzer. Öyle bir bahçe ki, ona bol bir yağmur düşer, o da bunun üzerine
iki kat ürün verir. Eğer bu bahçeye bol miktarda bir yağmur düşmese de, ona
yine bir çisenti bile yetişir. Allah, yaptığınız şeyleri görür.
Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki imanı
güçlendirmek için mallarım Allah yolunda harcayanların dununu da adeta bir tepenin
üzerinde bulunan güzel bir bahçenin haline benzer."
yani İslâm'ı içten tasdik edip doğrulayan ve
ruhlarının ta derinliklerinde mükâfatı gerçekleştirenlerin durumu .... Çünkü;
bir Müslüman Allah yolunda malını harcayınca böylece o kimsenin sevabın
geleceğini doğrulayıp kabullendiği ve iman ettiği bilinmiş olur. O işi
samimiyetle, içtenlikle ve ta ruhunun derinliklerinde duyar, demektir.
Ayetteki cer edatı İptidai gaye içindir ve bu mef
ul-u leh üzerine matuftur. Yani, "Allah rızası için ve pekiştirmek
için", demektir. Mana ise şöyledir:
"İşte böylelerinin yapmış olduğu harcamaların
Allah katındaki üreme hali, "yüksek bir tepenin üzerindeki bir bahçeye benzer."
Özellikle yüksek tepeden söz edilmesi, bilindiği gibi yeryüzünün yüksek
noktalarında ağaçlar daha fazla ve gür olarak yetişir. Ürünleri daha bol olur.
kelimesini kıraat imamlarından Asım ile İbn Amir
aynen burada olduğu gibi okumuşlar, bu ikisinin dışında kalanlar ise, ötre ile,
olarak tilâvet etmişlerdir.
"Öyle bir bahçe ki, ona bol bir yağmur düşer, o
da, bunu üzerine iki kat ürün verir" Yani; bol ve bereketli yağmur
öncesine nazaran iki kar ürün verir. Kıraat imamlarından Nafi, İbn Kesir ve Ebu
Amr, kelimesini, olarak okumuşlardır.
"Eğer bu bahçeye bol miktarda yağmur diişmese
de ona, yine bir çisenti bile yetişir." Yani; öyle istenildiği gibi bol
bir yağmur değil de şöyle çiselemek suretiyle oldukça hafifi bir yağmur bile o
bahçeye yeter. Ya da burada böyle kimselerin Allah katındaki durumları, tepe
üzerindeki bir bahçeye benzetilmiştir. Fazla olarak veya az miktarda yaptıkları
harcamaları da bol ve bereketli ola yağmur ile çisenti şeklinde yağan bir
yağmura benzetilmiştir.
[210]
266 - Sizden herhangi biriniz
ister mi ki, kendisine ait hurmalığı ve üzüm bağı bulunsun da içinden akan
dereleri ve her türden meyveleri olsun? Bu kimsenin, henüz bakıma muhtaç
çocukları varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. İşte tam böyle bir anda
ateşli bir kasırga çıksın bahçesini kasıp kavursun. (Doğrusu böylesi bir felâketi
kimse arzulamaz). İşte düşünüp aklınızı başınıza alasınız diye Allah ayetlerini
açıklar.
"Sizden herhangi biriniz isler mi ki, kendisine
ait bir hurmalığı ve üzüm bağı buluncun da içinden akan dereleri ve her türden
meyveleri olsun?"
kelimesinin başında yer alan, harfi inkâr
manasınadır. île bahçe sahibinin yararlanacağı ve elde edeceği faydalı şeyler
denmek isteniyor. Ya da hurma ağaçlan ve üzüm asmaları ağaçfar
öylesi bir noktada bulunan bahçedeki ürünü artırmış
olmaktadır. Nitekim; bu kimselerin az veya çok olarak Allah'ın rızasını
isteyerek O'nun yolunda yaptıkları harcamaları, bu gibi kimselerin Allah'a
yaklaşmalarını daha fazlasıyla sağlamış olacaktır ve olmaktadır, aynı zamanda
Allah katında durumlarının güzelleşmesini de sağlayacaktır.
"Zira Allah, ne yapıp ederseniz hepsini
gör-inektedir." Allah sizin çok ya da az ne amel işlemişseniz bunların
hepsini gördüğü gibi, aynı zamanda çok ya da az olarak yaptığınız harcamaları
hangi niyetle yaptığınızı da çok iyi bilir.
içerisinde en değerlileri ve en çok yararlı
olanlarıdır da bundan dolayı özellikle bu ikisinin adına yer verilmiş oldu.
Gerçi her ne kadar bahçede farklı ağaçlar ve ürünler bulunmuş olsa da sanki
bütün bahçedeki ürünler bu ikisi imiş gibi bu özelliğinden ötürü yer verilmiş
ve sanki diğer ağaç ve ürünler nerede ise yok imiş gibi ele alınmıştır. Zira bu
ikisinin sağladıkları diğerlerinkine göre çok daha değerlidir. İşte ayette
önce hurmalıklarla üzüme yer verildi hemen bu ikisinin ardından da her türden
meyvelere yer verilmiş oldu.
"Bu kimseye, henüz balama tnuh-taç çocukları
varken bunun üzerine bir de ihtiyarlık gelip çatsın." hal içindir. Manası
da şöyledir: "Adamın bu manada bir bahçesi ol-sun bir de bunu üzerine
yaşlılık gelip çatsın."
kavlindeki harfi hal içindir. ise küçük ve baloma
muhtaç çocuklar, demektir. Cümle ise,
kavlinde bulunan harfinden hal olarak gelmiştir.
bir kasırga -hortum— çıksın, adamın bağını bahçesini
kasıp kavursun, doğrusu böylesi bir felâketi kimse arzulamaz." dolana
dolana göğe doğru yükselerek çıkan rüzgâr, kasırga veya hortum demektir. kelimesi
zarf olarak merfu kılınmıştır. Çünkü zarf, kelimesinin sıfatı olarak
gelmiştir.
İşte bu örnek, yaptığı iyilik ve harcamaları
gösteriş olsun diye yapanların durumunu sergilemektedir. Çünkü; yarın kıyamet
gününe gelindiğinde o yaptıklarının boşa gittiğini ve bir işe yaramadığını
göreceklerdir. İşte böyle bir anda duyulacak üzüntü, hasret ve insanın belini
büken manzara adeta ayetin örnek olarak sunduğu gibi meyve ve ürünlerle dolu
bir bahçesini, varı yoğu olan bu varlığını yitiren kimsenin o anki ruh haletinin
ne olduğunu ve riyakarların da nasıl olacaklarını gözler önüne sermektedir.
Çünkü; bahçe sahibi yaşlanmış, fakat geride küçücük ve yardıma muhtaç
çocuklar, bir aile, maişetleri ve gelir kaynakları olan bir bahçeleri var,
ancak yazık ki o da bir hortum ya da kasırga ile yanıp yok oluyor. Siz şimdi
böyle bir kimsenin halini düşünün!...
"İşte düşünüp akhnızı başınıza alasınız diye
Allah ayetlerini açıklar." Yani; az önce geçen örnekte açıklandığı gibi
Allah, tevhit ve din konusundaki ayetlerini size açık olarak bildirir ki; belki
böylece uyanabilirsiniz.
[211]
267. Ey iman edenler!
Kazandığınız (şeylerin) iyi, temiz ve helâl olanlarından ve yerden size rızık
olarak çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilmesi halinde göz yumup
alamayacağınız kötü (ve basit) malı hayır olarak vermeye kalkışmayın. Biliniz
ki; Allah zengindir, (kimseye muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.
268. Şeytan Allah yolunda
harcama yapmanız halinde sizi hep fakirlik (ve yoksullukla) korkutur ve size
cimriliği, (her türden fenalığı teşvik ve) telkin eder. (Oysa) Allah kendi
katından bir mağfiret ve lütuf vaad eder. Allah fazlı (ve ikramı) bol olan, her
şeyi hakkıyla bilendir.
269. Allah hikmeti; dilediğine
verir. Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse, ona dünya ve ahiret hayrı verilmiş
demektir. Ancak gerçek akıl sahihleri bu hakikatleri anlayıp düşünürler.
270. Yaptığınız her çeşit infakı
ve harcamayı, adadığınız her adağı
Allah kesin olarak bilir (ve bundan dolayı sizi
Ödüllendirir). Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.
271. Eğer Allah rızasını
gözeterek verdiğiniz sadakaları açık olarak verirseniz güzel; eğer bu
yardımlarınızı fakirlere gizlice verirseniz bu, sizin için çok daha
hayırlıdır. İşte Allah bundan ötürü sizin kötülüklerinizin de bir kısmını
bağışlar. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
272.
(Ey Rasûl!) Onları hidayete
erdirmek sana ait değil. Fakat Allah dilediklerini doğru yola iletir. Hayır
olarak Allah yolunda neyi harcarsanız o sizin kendi iyiliğinizedir. (Kaldı
ki;) siz Allah rızasını gözetmeksizin bir hayır yapmazsınız. Hayır olarak ne
harcama yapmışsanız o, eksiksiz olarak size döner. Ve siz hiçbir zaman
haksızlığa uğratılmayacaksınız.
273. (Bu yardımlar,) kendilerini
Allah yoluna adayan ve sırf bu yüzden nzık aramak için herhangi bir ticaret ve
geçim kaygısıyla yolculuk yapmayan fakirler içindir. İffetleri yüzünden
bilmeyen kimseler onları zengin sanırlar. Fakat sen (ey Rasûlüm!) onları simalarından
tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek (kimseden dilenip bir şey) istemezler.
Siz hayır olarak her ne verirseniz muhakkak Allah hepsini hakkıyla bilendir.
[212]
267 - Ey iman edenler!
Kazandığınız şeylerin iyi, temiz ve helâl olanlarından ve yerden size rızık
olarak çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilmesi halinde göz yumup
alamayacağınız kötü (ve basit) malı hayır olarak vermeye kalkışmayın. Biliniz
ki; Allah zengindir, (kimseye muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.
"Ey iman edenler Kazandığınız şeylerin iyi,
temiz ve he-lâl olanlarından ve yerden size nzık olarak çıkardıklarımızdan
hayra harcayın. " ile, ticaret mallarından da zekât vermenin farz
olduğunu öğreniyoruz.. Çünkü ayetin bu kısmı buna delildir. Yam daneli ürünler,
Örneğin, buğday ve arpa gibi, meyveler, madenler ve daha buna benzer şeyler
gibi. Ayetin bu kısmının takdiri şöyledir:
"Sizin için çıkardığımız temiz ve güzel
şeylerden..." demektir. Ancak'bu cümlede, kelimesi hazfedilnıiştir. Çünkü
bir önceki cümlede yer alması sebebiyle tekrar edilmemiştir.
"Süse verilmesi halinde göz yumup
alamayacağınız kötü (ve basil) malı hayır olarak vermeye kalkışmayın."
kötü, basit işle yaramaz, değersiz malı vermeye çalışmayın.
oysa siz o tür malları yardımda kullanıyor, harcıyorsunuz.
Bu cümle hal mahallinde gelmiştir. Mana şöyle olmaktadır: "Kötü, işe
yaramaz şeyleri nafaka olarak takdir edip vermeye kalkışmayın."
Oysa siz kendiniz böyle basit ve işe yaramaz bir
şeyi almazsınız. Meğerki o şeye göz yummuş ola-siniz ya da görmezden gelesiniz,
işte bu şekilde almış olmanız başka." Örneğin; bu ifade tıpkı şuna benzer:
''Filan kimse bir kısım hakkından vazgeçti,
görmezlikten- geldi. " Yani; gözünü kapadığında, görmezden geldiğinde,
böyle denir. Nitekim; Satıcıya, denir ki bu, "Beni görmüyor sanarak eksik
tartma." demektir. Abdullah b. Abbas'tan rivayete göre der ki:
"Onlar hurmanın işe yaramayanını, kötü olanım
sadaka ve yardım olarak verirlerdi, fakat bundan menolundular."
"Biliniz ki; Allah zengindir, (kimseye)
-kimsenin sadakasına- (muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.'' Hamd olunmaya
lâyıktır veya zaten hamd olunandır, övülendir.
hep fakirlik (ve yoksullukla) korkutur ve size
cimriliği, (her türden fenalığı teşvik ve) telkin eder. (Oysa) Allah kendi
katından bir mağfiret ve lütuf vaad eder. Allah fazlı ve ikramı bol olan, her
şeyi hakkıyla bilendir.
"Şeytan Allah yolunda harcama yapmanız -infakta
bulunmanız- halinde sizi hep fakirlik (ve yoksullukla) korkulur." Si-ze
der ki: "Sizi harcamada bulunmanız ve infaka kalkışmanız sizi
yoksul-laştınr, fakiıieşirsiniz."
Vadeîme ifadesi -ki biz burada onu korkutma olarak
verdik- hem hayır için ve hem de şer için kullanılan bir kelimedir.
"Ve size cimriliği, her türden fenalığı teşvik
ve telkin eder." Sizi cimrilik ve pintiliğe çağırır, size bunları emreder.
Sadaka yoluyla yardımda bulunmamanızı ister. Kısaca emreden konumunda olan
birinin emredileni sürekli olarak etki ve baskı altında tutmasıdır. Araplar,
fahiş kelimesini aynı zamanda, cimri ve pinti anlamında da kullanırlar.
"Oysa
Allah kendi kalından -yaptı-ğınız infalc ve yardım sebebiyle günahlarınızdan-
bir mağfiret -ve kefaret- ve lütuf -sizin yaptığınız iyilikten daha fazlasını
size vermeyi veya bundan ötürü ahirette sevabı- vadeder," "Allah,
fazlı ve ikramı -dilediklerine genişleten ve ihsanı- bol olan, her şeyi
-yaptıklarınızı ve niyetlerinizi- hakkıyla, bilendir."
[213]
269 -
Allah hikmeti; dilediğine
verir. Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse, ona dünya ve ahiret hayrı
verilmiş demektir. Ancak gerçek akıl sahihleri bu hakikatleri anlayıp
düşünürler.
"Allah -hikmeti, dilediğine verir." Allah,
Kur'an'ı, sünneti, faydalı ilmi ve bu ilimle amel etmeyi, bilgisinin pratiğini
uygulamasını dilediği kimselere verir. Allah katında "hakîm", ilmiyle
amel eden, yani bildiklerini pratiğe dönüştüren kimse demektir.
"Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse, ona
dünya, ve ahiret hayrı verilmiş demektir." Kıraat imamlarından Yakup,
kelimesini olarak okumuştur. Yani; Bunun manası şöyledir:
"Allah hikmeti kime verirse kesin olarak ona çok
verilmiştir." Yani; ona hayır verilmiştir, hem de çok çok hayır
verilmiştir, demektir.
kelimesindeki tenkir yani nekrelik tazim ve çokluk
içindir.
"Ancak gerçeklen akıl sahibi olanlar bu
hakikatleri anlayıp düşünürler." Allah'ın ortaya koyduğu şeylerden ders
alacak olanlar doğrusu ancak selim akıl sahibi olanlardır, sağduyulu kimselerdir.
Ya da ilimleriyle gerektiği şekilde amel edenlerdir. Bundan maksat ise,
ayetlerde ele alman Allah yolundaki infalc ve harcama konusuna teşvikte
bulunmak, onlara bu gerçeği telkin etmektir.
[214]
270 - Yaptığınız her çeşit infakı
ve harcamayı, adadığınız her adağı Allah kesin olarak bilir (ve bundan dolayı
sizi ödüllendirir). Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.
Yaptığınız her çeşit, in/ak ve harcamayı"
İs-ter Allah yolunda olsun, ister şeytan adına olsun bu türden her harcamayı,
"adadığınız her adağı" Bu adaklar ister Allah'a itaat manasında
olsun, ister Allah'a karşı bir masiyet amacıyla olsun "Allah kesin olarak
bilir," Çünkü; Allah'a hiçbir şey asla gizli kalmaz. Ve Allah bu yapılan
harcamalarda bu kişilerin niyet ve amaç-lanna göre ya onları ödüllendirir veya
cezalandırır. "Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur." Allah
yolundaki hiz-metleri ve sadakaları engelleyenlerin ve mallarını Allah'a karşı
gelmek, İslâm şeriatını önlemek için harcayanların, bu yolara yardım edenlerin,
masiyet yolunda adak adayanların veya adaklarını yerine getirmeyenlerin
yardımcıları olmayacaktır. Çünkü bunlar zalimdirler.
Dolayısıyla yarın Allah katında hiçbir kimse onlara yardımcı olmayacağı gibi
onları Allah'ın azabından da kurtaracak değildir.
[215]
271 -
Eğer Allah rızasını
gözeterek verdiğiniz sadakaları açık olarak verirseniz güzel; eğer bu
yardımlarınızı fakirlere gizlice verirseniz bu, sizin için çok daha
hayırlıdır. İşte Allah bundan ötürü sizin kötülüklerinizin de bir kısmını
bağışlar. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
"Eğer Allah rızasını gözeterek verdiğiniz
sadakaları açık olarak verirseniz güzel;.." Onları açık ve alenî olarak
vermeniz ne güzel bir davranış! kelimesindeki, harfi, Nekreyi gayrimevşuledir.
Yoksa sıfat olan yani mevsufe olan değildir. Mahsusun bil medih de, zamiridir.
Kıraat imamlarından Ebu Amr ve Veri dışında Nafı,
kelimesini, harfinin esresi ve harfinin sükunu ile, olarak okumuşlardır. Ancak
Ibn Amir, Hamza ve Ali ise bunu, harfini üstünü ve harfinin de esresiyle,
olarak okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise ayette görüldüğü gibi hem ve
hem harflerinin esresiyle okumuşlardır.
"eğer hu yardımlarınızı fakirlere gizlice
verirseniz," bununla onların masraflarını gizlice karşılarsanız, sizin
için çok daha hayırlıdır." Yaptığınızı yardımı gizli tutmanız sizin
adınıza daha hayırlıdır. Burada gizli verilmesinden söz edilen sadakalar nafile
türünden olanlar olup, farz olan zekât değildir. Çünkü farz olan zekâtı açık
olarak vermek daha faziletli ve önemlidir. Herhangi bir şekilde töhmet altında
kalmamış olur, zekâtım vermiyor, dedikodularından kendisini kurtarır. Hatta
zekât veren kimse, eğer halk tarafından zengin olarak bilinip tanınan biri
değilse bu kimsenin zekâtını açıktan vermesi daha faziletli ve önemlidir. Eğer
nafile olarak yardımda bulunmak isteyen kimse başkalarının da kendisini örnek
almalarını arzu ediyorsa, bu kimselerin açıktan bu tür yardımlarını yapmaları
daha uygundur ve daha faziletlidir.
"işle Allah bundan ölürü sizin
kötülüklerinizin de bir kısmını, bağışla/: Allah -açık ve gizli olarak-
yaptığınız her şeyden haberdardır." bilendir.
kelimesini kıraat imamlarından, Nafi, Hamza ve Ali,
harfi ve harfini -de cezmiyle olarak okumuşlardır. Ibn Amir ile Hafs ise bunu,
harfi ve harfinin de ref'i ile okumuşlardır. Diğer kıraat imamları da bunu,
harfiyle ve merfu olarak, okumuşlardır. Meczum olarak okuyanlar, kelimeyi,
harfinin ve mabadının mahalline yani 'den sonra gelen kısmın mahalline
atfetmektedirler. Çünkü o şartın cevabıdır. Merfu olarak okuyanlar ise, bunu
istisna üzere değerlendirmeleri sebebiyle okumaktadırlar.ile okunması halinde,
mana, "Allah ....bağışlar, kefaret sayar. " olarak değerlendirilir.
ile okunması halinde, takdirinde olur ki; bunun da manası "biz bağışlarız,
örteriz", demek olur.
[216]
272 - (Ey Rasûl!) onları hidayete
erdirmek sana ait değil. Fakat Allah dilediklerini doğru yola iletir. Hayır
olarak Allah yolunda neyi harcarsanız o sizin kendi iyiliğinizedir. (Kaldı ki;)
siz Allah rızasını gözetmeksizin bir hayır yapmazsınız. Hayır olarak ne
harcama yapmışsanız o, eksiksiz olarak size döner. Ve siz hiçbir zaman haksızlığa
uğratılmayacaksınız.
"(Ey
Rasûl!) onları hidayete erdirmek senin vaifen değil." Ey Peygamber! Kimi
insanların rencide etmek maksadıyla işledikleri başa kakma fiilini, onur
kırmalarını, haram olan şeylerden infak etmelerini zor kullanarak ve yasaklama
getirerek onları doğru yola iletmek senin görevin değildir. Senin vazifen
yalnızca yasaklan onlara
bildirmen ve tebliğ etmendir, başka değil.
Allah dilediklerini doğru yola iletir." Ya da
bu şöyle yorumlanmıştır: "Onları hidayete muvaffak kılmak senin elinde
değildir. ", ya da "Hidayeti var etmek senin elinde olan bir şey
değildir. Bu sadece Allah 'a aittir. "
"Hayır olarak Allah yolanda, neyi -ne tür bir
malı- harcarsanız, o sizin kendi iyiliğinizedir." Bundan sizin dışınızda
bir başkası faydalanacak değildir. O halde bunu insanların basma kakıp
durmayın, onlara karşı üstünlük taslayarak onurlarını kırmayın, eza etmeyin ve
üzmeyin.
"Kaldı ki; siz Allah rızasını gözetmeksizin
bir hayır yapmazsınız." Sizin infakınız sadece Allah rızasına yöneliktir.
Yani; Allah'ın rızasını ve O'nun katında sizin olan şeyleri istersiniz. O
halde size ne oluyor ki yaptığınız harcama ve iyilikleri insanların başına
kakıyorsunuz ve asla Öylesi bir şeyle Allah rızası gözetilmez-ken nasıl oluyor
da bu türden malları infaka kalkışırsınız? Bu olacak şey mi? Ya da bu nefiy
olarak gelen ve fakat mana itibariyle nehiy, yani yasak koyan bir durumdur.
Yani bunun manası şöyle demektir:
"Allah'ın rızasını istemekten başka bir şekilde
infakta bulunmayın, harcap ma yapmayın,"
"Hayır olarak ne harcama, yapmışsanız o,
eksiksiz olarak size döner. Ve siz hiçbir zaman haksızlığa uğratılmayacaksınız."
Yaptığınız hayrın karşılığı size kat kat verilecektir. Dolayısıyla ihtiyaç
sahiplerine yardımda bulunmaktan kaçınmak için herhangi bir mazerete
sarılmayın. Aynı zamanda yardım yaptığınız takdirde bunun en güzel ve kişiyi en
incitmeyecek, onurunu kırmayacak manada en güzel ve en iyi olmasından da
kaçınmayın. Çünkü; yaptığınız yardımlar açısından size haksızlık
yapılmayacaktır. Bu tıpkı:
"Onda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı.[217]
ayetinde geçtiği gibidir. Dikkat edilirse burada,
kelimesi eksik bırakmadı, manasına gelmektedir.
[218]
273 - (Bu yardımlar,) kendilerini
Allah yoluna adayan ve bu yüzden rızik aramak için uğraşamayan fakirler
içindir. Çekinip istemediklerinden dolayı bilmeyen kimseler onları zengin
sanırlar. (Fakat sen ey Rasûlüm!) onları simalarından, tanırsın. Çünkü onlar,
yüzsüzlük ederek kimseden bir şey istemezler. Siz hayır olarak her ne
verirseniz muhakkak Allah hepsini hakkıyla bilendir.
"Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna adayan
ve bu yüzden rtzık aramak için uğralamayan fakirler içindir,"
kelimesindeki cer edatı, bir mahzuf kelimeye taallûk etmektedir. Yani, "Fakirleri hedefleyin, onlara verin." demektir. Ya da bu, mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani: "Bu sadakalar fakirler içindir."
demektir.
Kendilerini Allah yolunda ada-yan, demek, Allah
yolunda cihat etmeleri sebebiyle başka bir şey yapamayan kimseler, demektir.
Çünkü cihat onları ticaretten alıkoymaktadır. cihat ile meşguliyetleri, İslâm
ordusunda hizmetleri, onları kazanç elde etmekten uzak tutmaktadır.
Bir yoruma göre bu ayette sözü edilen yoksullar
Ashab-ı Suffe'dir. Bunlar Kureyş muhacirlerinden olup sayıları dörtyüz kadar
idi. Mekke'den Medine'ye sadece inançlannı yaşamak için göç eden bu insanların
Medine de bir yuvalan yoktu, yakınları da orada bulunmuyordu. İşte bu kimseler
Peygamber mescidinin bir bölümünde kendilerine yapılan bir gölgelik yerde
kalıyorlardı. Bir bakıma ilk yatılı okul gibiydi. Bunlar burada Kur'an
Öğreniyorlar, gündüzleri çekirdek kırarak çalışırlar, Medine'den ayrılmayıp
her savaşa hazır birlik halinde katılmak için beklerler ve gerek görüldüğünde
Allah Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hemen bunlar savaşa gönderirdi. Ya
da Allah Rasûlü'nün gönderdiği her savaşa bunlar katılırlardı. Kimin yanında
fazladan bir yiyecek, içecek vb. gibi bir şey varsa, akşam olunca o kişi onu
alıp bu kimselere getirir, yardımcı olurdu.
"Çekinip islemedikleri/iden dolayı
-durumlarını- bilmeyen kimseler onları zengin sanırlar." ICıraat
imam-lanndan İbn Amir, Ebu Cafer Yezid, Hamza, A'şa dışında Asım ve Hubeyre,
kelimesini burada görüldüğü gibi, olarak kıraat etmişlerdir. Diğerleri ise,
harfinin esresiyle, olarak okumuşlardır. yani iffetleri sebebiyle istemekten
ve dilenmekten kaçınırlar, dilenmezler.
"(Fakat ey Rasûlüm!) Onları simalarından, tanırsın.
" Çünkü; onların yüzleri iyi beslenememeleri yüzünden soluktur, benizleri
sararmıştır, üst başlan perişandır. "Çünkü; onlar yüzsüzlük ederek
kimseden bir .şey islemezler." İnsanlann yakasına yapışıp mutlaka bir şey
vereceksin gibisinden bir harekete girişmezler.
Bir yoruma göre bu ayet, kişinin yakasına yapışıp
bir şeyler istemek dahil olmak suretiyle dilenmenin her çeşidini red ediyor.
Nitekim; Şair şöyle der:[219]
Burada, kelimesinin ifade ettiği anlam ne ise,
kelimesinin ifade ettiği aynıdır. Burada, denilen yoldaki nirengi noktalarının
bir anlam ifade etmediğini, yol göstermediğini dile getirirken bunun nehyini
değil nefyini murat ediyor. Yani; açık bir yoldadır ama, onun kılavuzluk eden
nirengi işaretlerinden ya da trafik kurallarından yararlanıp aydınlanmıyor,
demek gibi.
îlhah, bir şeye bağlı kalmak ısrar etmek,
ayrılmamak, demektir. Yani; kendisine bir şey verilmeden veya bir şey almadan
ayrılmamak istediğini almakta ısrarcı olmak demektir. Nitekim bir hadiste
şöyle buyu-rulmuştur:
"Doğrusu Allah, diri, halim ve iffetli olanı
sever, ağzı kötü söz söyleyen, adamın yakasından olmayıp ısrarla dilenen
kimseye de buğz eder."[220]
Bir yoruma göre de bunun manası şöyledir: "Eğer
bu tür kimseler bir şey isterlerse, onu istemekte ısrarcı olamazlar, adamın
yakasına yapışıp illâ da şunu vereceksin demezler, uygun bir dil ile dertlerini
dile getirirler."
"Siz hayır olarak her ne verir-seniz muhakkak
Allah, hepsini hakkıyla bilendir." O'nun katında asla bir şey zayi olmaz.
[221]
274. Gece ve gündüz, gizli ve
açık olarak mallarını Allah için harcayanlar var ya, işte onlar için Rableri
katında mükâfatlan vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de
değildir.
275. Faiz yiyenler (adeta)
şeytan çarpmış kimselerin kalkışları gibi kalkarlar. Bu, onların
"Alışveriş de tıpkı faizdir." demelerinden dolayıdır. Oysa Allah
alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt
ve uyarı gelir de hemen faizden vazgeçerse geçmişte elde ettiği şeyler
kendisinindir. Bununla ilgili durumu artık Allah'a kalmıştır. Her kim (bu
yasaklamadan sonra) yeniden (faize) dönerse işte onlar cehennemliktirler.
Orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
276. Allah faiz bereketini yok
eder, sadakanın bereketini artırır. Kaldı ki; Allah, küfür ve günahda ısrar
eden azgın ve sapıkları asla sevmez.
277. Şüphesiz iman-edip salih
amel işleyen, namazlarını kılan ve zekâtlarını verenler var ya, işte bunların
mükâfatları Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da
olacak değillerdir.
278. Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve eğer gerçekten iman et-mişseniz, var olan faiz alacaklarınızı terk
edin.
279.
Eğer (faizden)
vazgeçmezseniz (bunun) Allah ve Rasûlünden (faizcilere karşı açılan) bir savaş
olduğunu bilin. Eğer tevbe edip faizi terk ederseniz, (bu takdirde) sermayeniz
size aittir. Böylece ne haksızlık
etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
280. Eğer (borçlu gerçekten)
sıkıntı içinde ise, rahatlayana dek ona zaman tanıyın. Eğer biliyorsanız bunu
tasadduk etmeniz sizin adınıza daha hayırlıdır.
281. Allah'a döndürüleceğiniz
günden korkun. Sonra herkesin kazanıp hak ettiği şey kendisine eksiksiz olarak
verilecek ve onlara haksızlık da yapılmayacaktır.
[222]
274 - Gece ve gündüz, gizli ve
açık olarak mallarını Allah için harcayanlar var ya, işte onlar için Rableri
katında mükâfatlan vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de
değildir.
"Gece ve gündüz, gizli ve açık olarak mallarını
Allah için harcayanlar var ya, ..."
Burada, kelimelerini her ikisi de haldirler. Yani;
gizleyerek ve açıktan olarak, demektir. Ayette, "gece ve gündüz, gizli ve
aşikâr" ifadeleriyle her zaman ve her durumda, demektir. Yoksa söz konusu
vakitler demek değildir. Çünkü; burada demek istenen husus günün her saati ve
her oltamda demektir. Çünkü; böyle yapanlar öylesine hayır ve iyilik yapmaya
düşkündürler ki, hayır yapmadan bir anları geçsin istemezler. Ne zaman
herhangi bir ihtiyaç sahibinin problemi ve derdi kendilerine ulaştırıhrsa
bunlar derhal onu karşılamak üzere harekete geçer ve gereğini yaparlar ve onu
savsaklayıp geciktirmezler, demektir. Dolayısıyla şu veya bu vakit gelsinler
ya da şu veya bu zamanda bunu yaparım diye herhangi bir neden ileri sürmezler.
Rivayete göre bu ayet Hz. Ebu Bekir Sıddik
(Radıyaliahu Anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü kendisi kırk bin dinar sadaka
olarak dağıtmış, bunun on bin dinarını geceleyin, on bin dinarım gündüz, on
binini gizli ve on binini de açıktan olarak dağıtmıştı. İşte bu ayet bununla
ilgili olarak inmiştir.
Ya da ayet Hz. Ali (Radıyaliahu Anh) hakkında nazil
olmuştur. Hz. Ali (Radıyaliahu Anh)'m dört dirhemden fazla bir varlığı yoktu.
Ancak buna rağmen bu döıt dirhemden bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz,
bir dirhemini gizli ve bir dirhemini de açıktan olarak dağıtmıştı.
İşte onlar için Rableri kalında mükâfatları vardır.
Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değiller[223]."
275 - Faiz yiyenler (adeta)
şeytan çarpmış kimselerin kalkışları gibi kalkarlar. Bu, onların
"Alışveriş de tıpkı faizdir." demelerinden dolayıdır. Oysa-Allah
alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir Öğüt
ve uyan gelir de hemen faizden vazgeçerse geçmişte elde ettiği şeyler
kendisinindir. Bununla ilgili durumu artık Allah'a kalmıştır. Her kim (bu
yasaklamadan sonra) yeniden (faize) dönerse işte onlar cehennemliktirler.
Orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
"Faiz yiyenler adeta şeytan çarpmış kimselerin
kalkışları gibi kalkıp hareket ederler.
Ayette geçen yani faiz kelimesi, mal karşılığı mal
vermek suretiyle karşılığında bir bedel olmaksızın verilen maldan veya paradan
ya da eşyadan fazla olarakahnan şeydir. kelimesinin ile yazılması tefhim ile
okuyanlara göredir. Tıpkı ve kelimelerinin harfiyle yazılıp tefhimle okunması
gibi. Cem'î vavına benzetilerek harfinden sonra bir harfi eklenmiştir.
Kabirlerinden diriltilip kalktıklarında adeta saraya
tutulmuş kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Çünkü yaptıkları muamelede çarpmaya
ve aldatmaya kalkışmışlardır, dolayısıyla aynı şekilde cezalandırılacaklardır.
Habt kelimesi, Önünü göremeyen; deve gibi doğru
dürüst hareket e-demeyen ve sağa sola, bir ileri bir geriye yalpalanma
demektir.
delilikten, çarpmaktan... bu biraz önce geçen,
kelimesine taallûk etmektedir. Yani, mana şöyledir: "Şeytan çarpmasından
dolayı adeta sara hastalığına yakalanmış kimsenin uyanışı gibi kalkarlar."
Ya da bu, fiiline mütealliktir. Dolayısıyla:
"Sara hastalığına tutulan kimsenin bu nöbetinden kalkışı gibi kalkar.
" Mefhumu şöyledir:
"Bu faiz yiyenler kıyamet gününde adeta sara
nöbetine yakalanan saralı hastanın nöbetinden uyanışı gibi uyanır ve
kalkarlar." Çünkü bu onların hesap alanında bekleme sırasındaki
hareketleridir. Bunlar bu özellikleriyle tanınıp bilineceklerdir. Bir yoruma
göre de şöyle denmiştir:
"Kıyamet gününde'kabirlerinden çıkanlar sadece
faiz sofrasına koşarlar. Oraya doğru koşup giderlerken hep sara nöbetine
yakalanmış olanlar gibi bir düşerler, bir kalkarlar. Çünkü yedikleri hep faiz
idi. Allah bu faizi onların karınlarında artırarak büyüttü ve bu onlara bir
ağırlık yaptı. Dolayısıyla yürümeye, hareket edip koşmaya güçleri
kalmamıştır."
"Bu -azap ve cezalandırma—, onların,
«altşvtriş de tıpkı bir faizdir» demelerinden dolayıdır." Burada, Yani,
"Faiz de tıpkı alışveriştir. " demedi. Oysa konu faizdir, alışveriş
değil. Bunun ayette böyle ifade edilmiş olması, mübalağa (yani abartma)
açısındandır. Çünkü bu kimseler, kendi inançlarınca faizi helâl kabul ediyorlar
ve bunu, faizi helâl kılmada temel bir yasa ve ölçü olarak kabul
etmektedirler. Bunun içindir ki faizi tıpkı alışveriş gibi gördüklerinden ona
benzetmişlerdir.
"Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram
kılmıştır." İşte bu nokta, iki şey arasında bir eşitliğin olduğunu
reddediyor, çünkü helâl ile haramın bir arada eşit olarak gösterilmesi birbiriyle
zıttır. Zıt olan iki şey birbiriyle nasıl denk olabilir ki? Kaldı ki; delâlet
yoluyla da zaten kıyas bunu reddetmektedir. Çünkü eldeki delil onların
kıyaslarının batıl, anlamsız ve geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Zira
Allah'ın bir şeyi helâl ve haram kılması onların yapmış oldukları kıyasın
geçersizliğini ve batıl oluşunu göstermektedir.
"Bundan böyle kime Rabbinden -faizle ilgili
olarak- bir öğüt ve -yasaklama ile alâkalı bir— uyan gelir de hemen -yasağa
uyarak- vazgeçerse geçmişte elde elliği şeyler kendisinindir." Dolayısıyla
geçmişte olanlardan ötürü hesaba çekilmeyecektir. Çünkü almış olduklarını
haram ve yasaklama ayetinden önce almıştır. "Bununla ilgili durumu Allah'a
kalmıştır." Yüce Allah kıyamet gününde onun hakkında hükmünü verecektir.
Dolayısıyla onun geçmişte olan şeyleri hakkında sizin bir şey yapmanız
gerekmez. Haram emrinden önce yaptığı şeyleri ondan istemeye kalkışmayın.
"Her kim bu yasaklamadan sonra yeniden (faize)
dönerse," Zeccac'tan rivayete göre faizi helâl sayarsa ya da faizi helâl
diye almayı sürdürürse, "İşle onlar cehennemliktirler. Orada ebedi olarak
kalıcıdırlar." Çünkü bunlar faizi helâl kılmakla ve saymakla kâfir
olmuşlardır. Zira; kim Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helâl kılar veya
sayarsa bu kimse kesin olarak kâfirdir. Bunun için de ebedi olarak cehennemde
kalmayı hak etmiştir.
Bu ayetten de anlıyoruz ki; Mutezile mensubu
kimselerin fasıklar da ebedi olarak cehennemliktir, tarzındaki inançlarına ayet
delil değildir bununla bir alâkası yoktur.
[224]
276 -
Allah faiz bereketini yok
eder, sadakanın bereketini artırır. Kaldı ki; Allah, küfür ve günahda ısrar
eden azgın ve sapıkları asla sevmez.
"Allah faiz bereketini yok eder." İçinde faiz bulunan malın bereketini kaldırır. Allah içinde faizin bulunduğu malı helak eder. "sadakanın bereketini artırır." O malları nemalandırır, ziyadeleştirir. Yani; zekâtı ve sadakası verilen malı artırır, onu bereketlendirir. Nitekim; bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:
"Verilen bir zekât hiçbir zaman verildiği
maldan asla bir eksiltme yapmamıştır.[225]
"Allah, küfür ve günahlarında -Faizi helâl
sayarak onu yemeyi sürdürerek- ısrar eden azgın ve sapıkları asla sevmez."
[226]
277 - Şüphesiz -faizin haram
kılındığına- iman edip salih amel işleyen, namazlarını kılan ve zekâtlarını
verenler var ya, işte bunların mükâfatlan Rableri katındadır. Onlara hiçbir
korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.
[227]
278 - Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve eğer gerçekten iman etmişseniz, var olan faiz alacaklarınızı terk
edin.
Faiz olarak halktan almayı şart koştuklarını,
faizden arta kalan şeylerin alınmayıp terk edilmesi ve kalanının istenmemesi
emrolunmaktadır.
Rivayete göre bu ayet Sakifliler hakkında inmiştir.
Bunların bir Kureyşliden alacakları vardı. Süre bitiminde Sakifliler gelip
alacaklı oldukları mallarını faiziyle birlikte istediler. Bu bakımdan,
"Eğer gerçekten i-man etmişseniz... " buyurularak buna dikkatleri
çekilmiştir. Çünkü kamil imanın delili, kişinin emredilene bağlı kalıp
kalmadığıdır.
[228]
279 - Eğer (faizden)
vazgeçmezseniz (bunun) Allah ve Rasû-lünden (faizcilere karşı açılan) bir savaş
olduğunu bilin. Eğer tevbe edip faizi terk ederseniz, (bu takdirde) sermayeniz
size aittir. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
"Eğer faizden vaz-geçmezseniz (bunun) Allah ve
Rasûlünden (faizcilere karşı açılan) bir savaş olduğunu bilin!'' Savaşı bilin.
"Bir şeye izin vermek" demek, o şeyi bilmek demektir. Nitekim, Hasan
Basri'nin kıraati bu manayı desteklemektedir. Bu kıraat, şeklindedir.
Ancak kıraat imamlarından Hamza, Ali ve Cafer İbn
Galib dışında Ebu Bekir, kelimesini, olarak okumuşlardır. Yani, "Bunu
sizin dışınızdakilere bildirin. " demektir.
Ayette, diye söylemedi, çünkü, kavli daha
mübalağalıdır ve meseleyi daha açık olarak ortaya koymaktadır. Çünkü mana
şöyledir: "Allah ve Rasûlünden bir tür hayal e-demeyeceğiniz manada bir büyük
savaş bekleyin."
Rivayete göre bu ayet nazil oluca Sakif kabilesi
mensupları şöyle demişlerdi:
"Bizim Allah ve Rasûlü ile savaşmaya gücümüz
yoktur."
"Eğer levbe edip faizi terk ederseniz, bu
takdirde sermayeniz size aittir." Artık, "Boylece -borçlulardan
fazladan faiz alarak- ne haksızlık etmiş ve ne de -ana malınızdan eksilterek
bir- haksızlığa uğramış olursunuz."
[229]
280 - Eğer (borçlu gerçekten)
sıkıntı içinde ise, rahatlayana dek ona zaman tanıyın. Eğer biliyorsanız bunu
tasadduk etmeniz sizin adınıza daha hayırlıdır.
"Eğer borçlu gerçekten sıkıntı içinde, ise,
rahatlayana dek ona zaman tanıyın." Eğer kendisinden alacaklı bulunduğunuz
borçlularınız gerçekten borcunu ödeyemeyecek derecede sıkıntı ve zorluk içinde
bulunuyorsa burada yapılacak şey, ona ileride ödeyebilmesi için fırsat verin,
süre tanıyın.
Kıraat imamlarından Nafı, kelimesini, olarak
okumuştur. Bu her iki kelime de dilde kullanılmaktadır.
Eğer biliyorsanız bunu tasadduk etmeniz sizin
adınıza -kıyamet gününde daha, hayırlıdır." Eğer bununla amel ederseniz
sizin için daha hayırlıdır. Burada eğer bildiği halde gereğini yapmıyor ve amel
etmiyorsa adeta onu bilmeyen konumundadır.
Kıraat imamlarından Asım, harfinin tahfifi ile,
olarak okumuştur. Yani; burada iki harfinden bir hazfedilmiştir. Aslı, 'dur.
Asım dışlındakiler ise teşdid ile kıraat etmişlerdir. Teşdid halinde idgam
yapılmıştır. Yani;
"Ana paranızı, malınızı sadaka olarak vermeniz,
ya da borçlularınızdan en zor durumda bulunan kimseden bir kısmını
bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır."
Yine bir yoruma göre, "tasadduk" ile murat
olunan şey, mühlet verilmesi, süre tanınmasıdır. Çünkü Rasûlullah (Sallallâhu
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:
"Herhangi bir Müslümamn borç süresinin dolması
halinde, alacaklının onu ertelemesi durumunda, ertelediği her gün için bir
sadaka sevabı vardır "[230]
281 - Allah'a döndürüleceğiniz
günden korkun. Sonra herkesin kazanıp hak ettiği şey -iyi ya da kötü ne
işlediyse- kendisine eksiksiz olarak verilecek ve onlara -iyilikleri
eksiltilerek veya kötülükleri artırılarak- haksızlık da yapılmayacaktır.
Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini, olarak
kıraat etmiştir. kelimesi hem lâzım ve hem müteaddı olan bir kelimedir.
Rivayete göre bu ayet, Hz. Cebrail (Aleyhi's-Selâm)
tarafından Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) indirilen son ayettir.
Cebrail (Aleyhi's-Selâm) Rasûlullah (Sallaİlâhu Aleyhi ve Sellem), demiş ki:
"Bu ayeti, Bakara Suresinin iki yüz sekseninci
ayetin hemen peşine yerleştir."
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bu ayetin
nazil olmasından ya 21 gün veya 81 gün, ya da 7 gün veya üç saat yaşamıştır.
[231]
282.
Ey iman edenler!
Birbirinizden belli bir süre ile borç alıp verdiğiniz zaman onu yazın. Onu,
aranızda adaletle tanınan bir katip yazsın. Hiçbir katip Allah'ın kendisine Öğrettiği
gibi yazmaktan geri durmasın. Üzerinde hak olan (borçlu) kişi de (taahhüdünü)
yazdırsın. Rabbinden korksun ve borcundan herhangi bir şeyi düşük olarak
kaydettirmesin. Eğer borçlu olan kimse sefih (Jtarcamasını bilmeyen savurgan)
veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak bir durumda ise velisi
(olan kişi) adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit bulundurun. Eğer
iki erkek şahit bulunamazsa bu durumda kendilerini şahit olarak kabul edebileceklerinizden
bir erkek ve iki de kadın şahit bulundurun ki, bu ikisinden birisinin
yanılması halinde diğeri ona hatırlatsın. (Şahitler) çağırıldıkları zaman
şahitlikten kaçınmasınlar. İster küçük olsun ister büyük olsun, anlaşmanın tüm
maddelerini vadesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. İşte bu şekilde yazmanız
Allah katında daha adil, şahitliğin isbatı için daha sağlam ve şüpheye
düşmemeniz bakımından daha yerinde olan bir iştir. Meğerki yaptığınız muamele
hemen aranızda peşin olarak so-nuçlanmışsa işte bu, değişir. Çünkü böyle bir
halde bunu yazmamanızda sizin İçin bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınızda da
yine şahit bulundurun. (Bunlardan ötürü) yazan kimse de, şahit olan kimse de
bir zarara uğratılmasın. Eğer bunu yaparsanız (zarara uğratırsanız) muhakkak
ki bu haktan sapmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerçekleri öğretiyor.
Allah her şeyi bilendir.
[232]
"Ey iman edenler! Birbirinizden belli bir süre
ile borç alıp verdiğiniz zaman onu yazın." Yani, biriniz diğerine bir borç
verdiğinde. Nitekim, denir ki bu, alıp ya da vermek suretiyle kişiye borçlanmak
veya borç vermek manasında bir muamele yapmak anlamını taşır.
"belli bir süre ile" demek', bilinen bir
zamana kadar demektir. Örneğin; hasat zamanına kadar, harman zamanına kadar,
hac dönüşüne kadar... gibi.
Bu ayette, denmedi, Bunun sebebi, kavlindeki zamir
buna raci olmasındandır. Eğer zamir zikredilmemiş olsaydı bu takdirde mutlaka,
"Borcu yazın. " demesi gerekirdi. Fakat böyle olması halinde asıl
ayette yer alan nazım güzelliğinde olmazdı. Çünkü bu, belirlenen süreye ve
işin çözümü açısından her türden borcu daha açık olarak ifade etmektedir. Ancak
ayette, borcun yazılmasının emredilmiş olması, bunun daha güvenli olmasından,
unutmayı önlediğinden ve inkâra kalkışmaya da bir fırsat bırakmamasmdandır.
Mana şöyle olmaktadır:
"Süresi belli bir borç muamelesi yaptığınızda
onu yazın."
Ayetteki emir farz anlamında değil, nedip
anlamındadır, menduptur. Abdullah b. Abbas'tan rivayete göre, o bundan
maksadın, "selem" ile olan alışveriştir. Çünkü Allah, faizi haram
kılınca selem ile alışverişi helâl kılmıştır. Yazımında Allah, belirli bir süre
ile teminat verilen, diye ifade etmektedir ki; bu konuda yüce Allah en uzun
ayetini indirmiştir. Nitekim bu, selem ile yapılan bir alışverişte sürenin şart
koşulmasının şart olduğunun da bir delilidir.
[233]
"Onu aranızda -yani borç alıp verenler
arasında- adaletle tanınan bir katip yazsın." kavlindeki cer edatı,
kelimesinin sıfatı olması itibariye ona mütealliktir. Yani, "yazdığı şeyde
kendisine güven duyulan bir katip" demektir. Dolayısıyla katip,
"Yazdıklarım ihtiyatla yazsın, dikkatli ve titiz davransın, yazması
gerekenden ne fazlasını, ne de eksiğini yazsın." İşte ayetin bu
noktasından öğreniyoruz ki, borç alışverişinde olayı kayda geçen kişinin konuyu
bilen bir bilgin (fakih) olması, konu ile ilgili şartları bilmesi de
gerekmektedir. Çünkü; böyle olmalı ki, yazdığı şeyler şeriat açısından uygun ve
adalet ölçüsünde yazılmış bir vesika kabul edilebilsin. Bu, borç ile muamele
yapan taraflar açısından onlara olan bir emir olup, katip seçiminde
muhayyerdirler. Ancak yazdıracakları kimse de fakih, dindar bir olmalı ki,
üzerinde ittifak olunan şeyleri yazmış olsun.
"Hiçbir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi
yazmaktan geri durmasın." Herhangi bir katip hiçbir zaman, Allah'ın vesika
niteliğinde olan şeyleri yazmayı kendilerine öğrettiği gibi herhangi bir
değişikliğe ve tahrife gitmeksizin olduğu gibi gerçeği yansıtarak aynen
yazsın. Yazdığı şey konusunda haktan sapmasın. kelimesi, kelimesine
mütealliktir.
"Üzerinde hak olan borçlu kişi de laahlıüdünü
yazdırsın/''Yazdıran kişi borçludan başkası olmasın, borcu ödemek zorunda
bulunan kimsenin kendisi gerekeni yazdırsın. Çünkü kendisinin yazdırması yi a,
o bu borcun kendisine ait olduğunu orada kabul ve ikrar ederek bir kendisi için
şahitlikte bulunmaktadır. Bu da adamın kendi ağzından, borcun kendisine ait
olduğunu söyleyip ikrarı demektir, "imlal" ve "imla"
kelimelerinin her ikisi de aynı manayı ifade eden iki ayrı keli-medırler.
"Rabbi olan Allah'tan korksun/ Borçlu olan bir
kimse borcunu kayda geçirmekten, yazdırmaktan kaçınmasın, bu konuda Allah'ın
emir ve yasaklan çerçevesinde hareket etsin ve Allah'ın kendisini cezalandı mı
asından sakınsın. Çünkü kaçınması ve yazdırmaması halinde herkesin kendisinde
olan hakkını bu manada inkâr etmiş demektir.
Ve borcundan herhangi bir şeyi düşük olarak
kaydettirmesin." Üzerinde hak olarak sabit ve var olan bir şeyi yazdırırken
eksik yazdırmaya kalkışmasın, bu takdirde kimine ait haklan inkâr etmiş olur
veya kendisinin olan bazı hakları inkâr etmiş olur. ''Eğer borçlu olan bir
kimse sefih (harcamasını bilmeyen savurgan) biri. ise," deli ise, çünkü
"sefeh" kişinin akılca sıkıntısının olması, aklı hafif olması
manasınadır. Ya da hacr altındadır. Çünkü; eline geçeni saçıp savurmakta, neyi
nasıl ve nereye, niçin harcadığını bilmemekte, savurganlık etmektedir.
"herhangi bir nedenle borcu yazdırahilecek bir
halde değilse" henüz çocuk yaşta ise veya ileri derecede yaşlanmış ve
bilmez durumda ise,"veya kendisinde var olan herhangi bir rahatsızlık
nedeniyle söyleyip yazdırab ilecek bir halde değilse," derdini doğru
dürüst ani atamıyorsa, dilsiz ise veya o dili bilmiyorsa, takdirde velisi
adaletli bir şeitildeyazdırsın." Böyle bir durumda borçlunun velisi veya
işlerini üstlenip yürütmekte olan kimse, doğru olarak, hakkaniyetten ayrılmadan
ve adaletli bir şeklide gerekeni yazdırsın.
"Erkeklerinizden de iki şahit bulundurun."
Bu arada borçlanma konusunda size şahitlikte bulunabilecek iki de şahit
isteyin, Ancak isteyeceğiniz bu şahitler mü'min erkeklerden olmuş olsunlar.
Müslüman olmaları yanında bir de şart olarak özgür olmaları ve ergenlik ve
rüşt çağına ermiş olmaları gerekir. Biz Hanefılere göre kâfirlerin birbirleri
hakkındaki tanıklıkları geçerlidir.
''Eğer iki erkek şahit bulunamazsa,"
"bu durumda kendilerini şahit olarak kabul
edebileceklerinizden bir erkek ve iki kadın şahit bulundurun ki," biri
erkek ve ikisi kadın olmak üzere şahitlikte bulunsunlar. Erkeklerle birlikte
kadınların şahitliğinin kabulü ancak hadler (cezalar) ve kısas dışındaki
konularla alâkalıdır.
"...şahit olarak kabul edebileceklerinizden"
yani, adaletli olduklarını bilip tanıdığınız kimselerden, demektir. A-yetin bu
kısmından öyle anlaşılıyor ki, memnun kalmadığımız ya da tanımadığımız
kimselerin de şahitliği kabul olunabilir, Çünkü ayetin bu kısmı buna delildir.
"bu ikisinden birisinin yanılması halinde
diğeri ona hatırlatsın." Yani; iki kadın birinin şahitliği unutabilir
ihtimaliyle, bunu hatırlayan kadın söz konusu şahitliği diğer kadına
hatırlatsın içindir.
Bir de şart olarak, kavli değerlendirilmesi halinde,
kıraat imamlarından Hamza bundan sonra gelen, kelimesini harfini ref ve harfini
de şeddeli olarak, tarzında okumuştur. Bu tıpkı: kavli gibidir.[234]
İbn Kesir ile Ebu Amr ve Yakup aynı kelimeyi
harfinin nasbıyla, olarak okumuşlardır ki bu kelime de, kelimesinden değil,
kelimesinden türemedir.
"Şahitler çağırıldıkları, zaman, şahitlikten
kaçınmasınlar." Şahitler şahitlik görevlerini yerine getirmek veya
şahitliği üstlenmek için çağırıldıklarında, hakların kaybolmaması için bu görevden
kaçınmasınlar. Ayette henüz insanlar bu manada bir şahitliği üstlenmedikleri
halde burada onlardan, "şahitler" diye söz edilmesi veya bu isimle
anılmaları, sanki bu olay gerçekleşmiş anlamında söylenen bir ifadedir. Çünkü
bu, zaten gerçekleştirilecektir. Bunlardan ilki farz içindir, ikincisi de
mendupluk bildirir.
"isler küçük olsun, isler büyük olsun
anlaşmanın tüm, maddelerini vadesiyle birlikle detaylarıyla yazmaktan
üşenmesin." Nitekim; kelimesine örnek olarak şair Züheyr b. Ebu Sülma'nın
aşağıdaki beytini göstermişlerdir. Çünkü bu kelime, "usanmak, bıkmak,
üşenmek" gibi manalara gelmektedir. Dolayısıyla bu manada şiirden bir
örnek getirilmiştir. Şair demiş ki:
Hayatın sıkıntılarından bitkin düştüm (üşenir
oldum), Koşarsa da kişi seksen yıl sanmasın, O da üşenip katacaktır iyi bil!...
kelimesindeki zamir, deyne (borca) veya hakka
racidir. Hak ne türden olursa olsun, küçüklüğüne ve büyüklüğüne, önemli olup
olmamasına bakılmaksızın her şeyi kayda geçirin. Ayetin bu kısmı,
"selem" muamelesinin giysilerde de geçerli olduğunu gösteren bir
delil konumundadır. Çünkü kile veya tartı ile değerlendirilen bir şey için,
"küçük/büyük" ifadesi kullanılamaz. Bu tür bir ifade ancak zira ile
yani metre hesabıyla ölçülen ya da değerlendirilen şeylerde kullanılır. Bu
arada, zamirin yazan katiplere raci olması da caizdir. Yani "yazacaklarını
özet olarak veya detaya inerek yazmaları... " üzerinde ittifak edip
anlaşmış oldukları hususun her iki tarafça bilinen ve tayın edilen suresine
kadar..
"İste bu şekilde onu yazmanız Allah kalında
daha. adildir," Burada, ile, kavline işaret olunmaktadır. Çünkü bu, mastar
manasınadır. Yani, "şuyazma işi" demektir. kelimesi, kelimesinden
alınmadır bu da adalet manasına gelir ve "daha adaletli, daha adil"
demektir. kavli, kelimesinin zarfıdır.
"şahitliğin isbatı için daha sağlam" Yani;
şahitliği gereğince yerine getirebilmek için daha uygun ve yerinde bir şeydir.
Burada, kelimeleri ism-i tafdil (en üstünlük) sıfatı kalıbında ya da kipinde
gelmişlerdir. Bunun sebebi Nahiv bilgini İmam Siy-beveyh'in görüşü
doğrultusunda, biri, diğeri de, kökünden alınmış kabul edildiğindendir.
"Ve şüpheye düşmemeniz bakımından daha yerinde
bir iştir," Bu şekilde davranmak hem şahit açısından, hem hakim bakımından
ve hem de hak sahibi yönünden gerçeğe daha uygun olan bir harekettir. Çünkü;
olur ki, bazen insan borcun miktarı konusunda kuşkuya düşebilir, bazen
niteliği hakkında bu kuşku olabilir. Ancak yazılı belgeye başvurulduğunda
artık bu kuşkuların tamamı önlenmiş olacaktır. kelimesinin harfi harfinden
dönüştürmedir. Çünkü kelime, kökünden türemedir.
''Meğerki yap tığınız muamele, hemen aranızda,
peşin olarak sonuçlanmışa, işte, bu, değişir." Kıraat imamlarından Asım
bunu, olarak okumuştur. Buna göre mana şöyledir: "hemen alım satım
esnasında peşin muamele ile olan bir ticaret ise," ya da "yapılan
muamele peşin bir ticarete dayalı ise... ".
Asım dışındaki kıraat imamları ise fiilini tam fiil
olarak kabul ettiklerinden her ikisini de merfu olarak, olarak kıraat
etmişlerdir. Yani, "meğerkipeşin olabilecek bir ticaret olmuş olsun...
" Ya da fiili nakıs fiildir. Bu takdire, bunun ismidir. ise bunun
haberidir. "Aranızda idare ettiğiniz, çevirip durduğunuz... " demek,
hemen elden peşin olarak alıp verdiğiniz demektir.
"Çünkü böyle bir halde bunu yazmamanızda sizin
için bir vebal yoktur.'' Yani; meğer yaptığınız ticari alışveriş peşin olarak
hemen elden teslim edilip alınmış olsun. Böyle peşin yapılan bir muameleyi
yazıya geçirmemenizde sizin için herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü peşin
yapılan bir alışverişte, borca dayalı olarak yapılan işlemlerde olduğu gibi
herhangi bir kuşku ve vehim söz konusu olamaz.
"Alışveriş yaptığınızda da yine sahil
bulundutun." Ayetin bu kısmından, yapılan alış verişlerde mutlaka manada
şahit bulundurmanın hem peşin olan ve hem de vadeli olan için bir emir olduğunu
görüyoruz. Çünkü bu, ihtiyatlı davranma açısından daha yerinde bir işlemdir.
İleride doğabilecek tartışmalara da son veren bir işlemdir.
Ya da, kavliyle demek isten şey, az önce söz konusu
ettiğimiz peşin olan alışveriştir. Böyle bir alışverişte şahit bulundurmak
yeterlidir. Ayrıca bunun yazılmasına da gerek yoktur. Bu durumda emir
mendupluk bildirir.
''Bunlardan ölürü yazan kimse de şahit olan kimse de
salan zarara uğratılmasın." Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)1 in kıraatine göre
bu kelime malumdur ve mana buna göredir.. Çünkü Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) bu
kelimeyi, olarak kıraat etmiştir. Ancak Abdullah b. Abbas (Radıyallahu Anh)''m
kıraatine göre meçhul fiildir. Çünkü; o bu kelimeyi, olarak kıraat etmiştir. Mana
şöyle değerlendirilmektedir:
İster yazacak olan katip olsun ister şahit olsun her
ikisi de kendilerinden istenilen görev için çağırıldıklarında, bundan
kaçınmamalarını emrediyor, kaçınmalarını ise yasaklıyor. Aynı zamanda yazıyı
tahrif etmemeleri, fazla veya eksik yazmamaları isteniyor. Ya da her ikisine
de, onları önemli işlerinden alıkoymak ve mecbur bırakmak suretiyle bu şahit
ve yazan kimselere zarar verilmemesini emretmektedir. Ya da yazan kimseye
ücretini vermemekle haksızlık edilmemesi istenmektedir. Veya şahit olan kimseyi
şahitlik etmesi için ülkesinden onu bir minnet altında tutarak alıp
getirmemeli, üzerinde baskı uygulamamalıdır.
Kısaca her iki tarafın da zarara sokulmaları
yasaklanmaktadır. İster yazan katip olsun, ister şahit olan olsun. Ne alacaklı
olan kimseyi ne de borçlu konumda bulunan kimseyi yazıyı tahrif edip
değiştirerek, fazla veya eksik yazarak, ya da şahitlik yapmaktan veya katibin
yazmaktan kaçınması suretiyle bir zarar meydana getirmeleri yasaklanmakta ve
böyle bir davranışın içine girmemeleri istenmektedir. Hak sahibi olan alacaklı
kimse veya borçlu olan kimse, yazan ve şahit olanlara bir takım yanlış
teklifler sunarak şahitlik ve katipliğe yakışmayacak bir fiili işleterek şahit
ve katip zarara uğratılmasınlar.
"Eğer onlara zarar verecek bir davranışın
içine girerseniz -size yasaklanan şeyleri işlemeye kalkışırsanız-, bu, -zarar
verme ya da zarara uğratma işi- haklan sapmanız ve hakkı çiğne-meniz -günah
işlemeniz- demektir." "Allah'ın emir ve yasaklarını istendiği gibi
Uygulamamaktan sakının. Çünkü Allah gerçekleri -işlerinizle ilgili hususları ve
dininin prensiplerini- size öğretendir ve Allah her şeyi bilendir.7' O ne
yanılır ve ne de kusur işler[235].
283. (Eğer siz bir) yolculukta
olur, (borcu) yazacak bir katip de bulamazsanız, (bu takdirde borca karşılık)
alacağınız bir rehin de yeter. Birbirinize (güvenerek herhangi) bir emanet
bırakmışsanız, güvenilip de kendisine emanet bırakılan kimse, hemen emaneti
sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Görüp
bildikleriniz hakkında şahit olduğunuz şeyleri gizlemeyin. Her kim (görüp
bildiklerini yapacağı şahitlikle) gizlerse muhakkak kalben (vicdanen)
günahkârdır. Allah yaptıklarınızın hepsini en iyi bilendir.
284. Göklerde-ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır. İçinizde var o-lan şeyi (niyeti) ister açıkça söyleyin,
ister gizli tutun, bundan dolayı Allah sizi hesaba çekecektir. Daha sonra
Allah dilediğini bağışlayacak ve dilediğini de cezalandıracaktır. Allah, gücü
her şeye yetendir.
285.
Peygamber, Rabbi tarafından
kendisine indirilene iman etti. Mü'minler de iman ettiler. Hepsi de Allah'a,
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Onlar: "Allah'ın
peygamberleri arasında asla hiçbir ayırım yapmayız, işittik ve itaat ettik,
Rabbimiz! Mağfiretini dileriz. Çünkü dönüş sanadır." dediler.
286. Allah hiçbir kimseye
taşıyamayacağı bir yükü yüklemez. İnsanın işlediği her iyilik kendi lehine ve
her kötülük de kendi aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutursak veya yamlırsak bizi
hesaba çekme! Rabbimiz! Bizden önce geçenlere yüklediğin gibi bize de ağır
yükler yükleme! Rabbimiz! Altından kalkamayacağımız, şeyleri bize taşıtma!
Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım et.
[236]
283 - (Eğer siz bir) yolculukta
olur, (borcu) yazacak bir katip de bulamazsanız, (bu takdirde borca karşılık)
alacağınız bir rehin de yeter. Birbirinize güvenerek herhangi bir emanet
bırakmışsanız, güvenilip de kendisine emanet bırakılan kimse, hemen emaneti sahibine
versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Görüp bildikleriniz
hakkında şahit olduğunuz şeyleri gizlemeyin. Her kim (görüp bildiklerini
yapacağı şahitlikle) gizlerse muhakkak kalben (vicdanen) günahkârdır. Allah
yaptıklarınızın hepsini en iyi bilendir.
"Eğer siz bir yolculukta olur, (borcu) yakacak
bir katip de bulamazsanız, bu takdirde (borca karşılık) alacağınız bir rehine
de yeter.» "
Kıraat imamlarından İbn Kesir ve Ebu Amr,
kelimesini, olarak kıraat etmişlerdir. kelimelerini her ikisi de, kelimesinin
çoğuludurlar. Tıpkı, kelimeleri gibi. Çünkü böyle bir durumda meselenin
güvence altına alınabilmesi ancak rehin alınmak suretiyle olabilir. Aslında,
kelimesi mastardır. Sonra bu isimlerin çoğulu olarak bu şekilde zikredilmiş
oldu. Mademki yolculuk esnasında bu tür muamelenin yazılması,
belgelendirilmesi ve şahit bulundurulması ihtimali ve sıkıntısı vardır. İşte
böyle bir durumda bir çıkar yol olarak bu gibi yolculuk durumlarında rehin alıp
verilmek suretiyle de bu, belgelenebilir. Tıpkı mukim iken konunun katip ve
şahitlerle belgelenmeye bağlanıp gerçekleştirildiği gibi yolculukta da bu,
rehin alınıp verilmesiyle sağlanabilir. İşte burada bu emir gündeme
getiriliyor. Yoksa yolculuk, rehin alınıp verilmenin bir şartı veya koşulu
değildir.
kavline gelince, bu, kabz olayını yani, alma
meselesinin şart olduğuna delâlet etmektedir. Yoksa mesele İmam Malik'in dediği
gibi, kabz olmadan icab ve kabul ile bu, sahih olabilir, demek değildir
"Birbirinize güvenerek herhangi bir emanet
bırakmışsanız," Yani; borç veren taraf ile borçlanan taraflar olarak
birbirlerinin iyi niyetlerine dayanarak birbirinize güveniyorsanız, bu
takdirde meseleyi yazıyla ve şahitlerle belgeleme imkanı da bulunamıyorsa, bunun
için rehin alınıp verilebilir.
"güvenilip de kendisine emanet bira/alan kimse,
hemen emaneti -aldığı borcu- sahibine gerıversın kelimesi iftiaî babmdandır.
kökünden alınmadır. Bu ifade ile borçlu olan kimsenin alacaklının zannı altında
olduğu hatırlatılıp üzerine düşeni yapması için kendisine teşvikte
bulunulmaktadır. Çünkü; alacaklı ona güvenmiştir. Alacaklının borçlusuna
güveni bakımından, ondan herhangi bir rehin alma yoluna gitmemiştir. Oysa
alması hakkıdır. İşte ayette, "deynin (borcun)" emanet olarak
zikredilmiş olması, karşılığında herhangi bir rehin alınmadığından bir bakıma
emanet kapsamı içinde de değerlendirilebilmektedir. Çünkü; alacaklısı
kendisine borçlu olan kimseye güveni bakımından rehin almamıştır.
"(ve emanet hususunda) Habbe olan Allah'tan
korksun." Alacaklısının hakkını inkâra kalkışmasın. "Görüp
bildikleriniz hakkında şahit olduğunuz şeyleri gizlemeyin." İşte bu
sesleniş tanıklar içindir. "Her kim görüp bildiklerini yapacağı şahitlikle
gizlerse muhakkak kalben (vicdanen) günahkârdır. "
Burada, kelimesi, kelimesinin faili (öznesi) olarak
merfu olmuştur. Sanki burada, ism-i fail olan kelime, şeklinde bir fiil
cümlesi gibidir. Ya da, kelimesi mübteda olarak merfudur ve ise bunun mukaddem
haberidir. Cümle ise bütünüyle, edatının haberidir. Ancak bu, kelimesine isnad
olunmuştur ama, cümle ise, hem (günahkâr olma) ile hem de kalptir. Yoksa
yalnızca kalb demek değildir. Çünkü; şahitliğin ya da tanıklığın saklanması
veya gizli tutulması ancak kalpte olabilen bir şeydir. Kimse o şahitlığı
konusunda çıkıp konuşmaz, söylemez.
İşte şahitliğin kalpte gizlenen bir günah olması,
kalp ile işlenmiş olması nedeniyle bu günah burada kalbe isnad olunmuştur.
Çünkü; işlenen günahın bizzat onu işleyen organa isnadı gerçekten daha etkili
bir anlatımdır. Nitekim; bir kimse gördüğü bir şeyi anlatırken bazen, "Onu
gözlerim gördü. " der, ya da "Bunu kulaklarım duydu. " veya
"Kulaklarımla bunu duydum. " der yahut da, "Bunu kalbim
(gönlüm) biliyor." ya da "Bu, gönlümün bildiği bir şeydir. "
Çünkü kalb, tüm organların başı ve lideridir. O öyle bir et parçasıdır ki, eğer
o düzelirse bütün beden salaha erer, düzelir. Eğer o bozulursa bütün bir beden
sarsılıp bozulur.
Adeta şöyle denir gibidir: "Günah tamamen
kalpte kökleşip yerleşmiştir ve o bedende en değerli ve en önemli olan yeri
elde etmiştir." Çünkü kalp ile işlenen fiiller, diğer organlarla işlenen
fiillerden çok daha büyük vebal ya da sevap getirir.
Nitekim; iyiliklerle kötülüklerin temeli iman ile
küfre dayanmıyor mu? Bu gerçeği görmüyor musun? İşte bunun her ikisi de kalbi
ilgilendiren fiillerdir. Mademki burada görüldüğü gibi, "şahitlikte
bildiklerini gizlemek" kalbin işlediği günahlardandır, dolayısıyla bu
günahın da günahların en büyüğü olduğuna bu, şahitlik etmektedir. Abdullah İbn
Abbas (Radıyaüahu Anhümaf 'tan gelen rivayete göre demiş ki:
"Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk
koşmak, yalan yere şahitlikte bulunmak ve bildiği şahitliği gizlemektir."
Şahitlikte bildiklerinizi gizlemek veya açıkça
ortaya koymak konusunda "Allah yaptıklarınızın hepsini en iyi
bilendir." Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
[237]
284 - Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır. İçinizde var olan şeyi (niyeti) ister açıkça söyleyin, ister
gizli tutun, bundan dolayı Allah sizi hesaba çekecektir. Daha sonra Allah
dilediğini bağışlayacak ve dilediğini de cezalandıracaktır. Allah, gücü her
şeye yetendir.
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi -de hem
yaratılmış olmaları bakımından ve hem de mülk olarak- Allah'indir." ''İçinizde var olan şeyi (niyeti)
-kötülükleri- ister açıkça .söyleyin, ister gizli tutun, bundan dolayı Allah
sizi hesaba çekecektir." Ya ödüllendirecek veya cezalandıracaktır.
Ancak insan içinden geçen vesveseler ve benzeri
insanın gizli tuttuğu şeyler bu hükmün içine girmezler. Çünkü insanın bu gibi
şeylerden kendini kurtarması kendi gücü dahilinde değildir. Ancak insanın
inanarak ve karar vererek bir şeye'teşebbüs etmesi hali bunun içine girer.
Özetle söylemek gerekirse; Küfre yönelik bir şeyi
isteyerek ve inanarak yapması halinde bu, küfürdür. Ancak istemeyerek ve
önceden ta-sarlamaksızın bir günaha düşme halinde bu, bağışlanır. Eğer günaha
bile bile girerse, sonradan da bundan ötürü pişmanlık duyarsa ve cayıp geri
dönerse, bundan ötürü de Allah bağışlanmasını dilerse, bu da bağışlanır. Eğer
bir kimse bir kötülük (günah) işlemeye karar verse ve bu kararında da kararlı
ise, ancak kendi elinde olmayan bir sebepten ötürü o kötülüğü işlemeye bir
fırsat bulamazsa, bu kimseye o fiili işlemiş anlamında ceza verilemez, bundan
dolayı o kişi cezalandırılamaz. Örneğin; adam zina fiilini işlemeye karar
vermiş ve bunu işlemekten de vazgeçmemiş, fakat fırsatını bulamamıştır. İşte bu
kimseye zina fiilinin cezası uygulanmaz, bundan ötürü cezalandırılamaz.
Peki ya bu kimseye zina işlemeye azmetme cezası
verilebilir mi? Bunun için Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in bir
hadisine dayanılarak, "hayır, verilemez" denmiştir. Çünkü;
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:
"Şüphesiz Allah, ümmetimi içinden geçenleri
işlemedikçe veya onu konuşmadıkça bundan dolayı affetmiştir."[238]
Cumhurun görüşüne göre, bu hadis hata ve yanılma
sonucu böyle bir tehlikeye düşenlerle ilgilidir. Yoksa azmedip kesin kararlı
olanları içermemektedir. Nitekim; İmam Mansur Maturidi ve Şemsu'l-Eimme
el-Hulvani de bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak eldeki deliller ise bunun aleyhinedir.
Örneğin; yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İnananlar arasında kötü şeylerin yayılmasını
arzulayan kimseler için hem dünyada ve hem de ahirette acıklı bir azap
vardır."
[239]
Nitekim; Hz. Aişe validemiz (Radıyallahu Anhf'den
rivayete göre demiş ki: "Kul, herhangi bir masiyete niyet eder de, onu
işlemezse bundan dolayı o kimse dünyada başına gelebilecek bir tasa ve üzüntü
ile cezalandırılır."
Birçok tefsirlerde yer aldığına göre bu ayet nazil
olduğu zaman sahabeden birçokları ürpermişler ve rahatsızlık duymuşlardır.
Bundan dolayı da: "Biz içimizden geçen her şey yüzünden hesaba mı
çekileceğiz?" diye sorarlar. İşte bunun üzerine bundan sonra gelecek olan
iki ayet, yani bu surenin son iki ayeti nazil olmuştur. Bu, 285. ayetin tamam*
ile 286. ayetin de, kısmına kadar olan yerinde bu gerçeğe işaret olunmaktadır.
Dolayısıyla bu durum bu ayette, işi "kesbe" (işlemeye, kazanmaya)
dayandırmakta ve buna taallûk etmektedir. Yoksa azmetmeye, kararlılıkla
kötülüğün üzerine gitmeye değil. Kimilerine göre bu ayet, bundan sonraki 286.
ayetle neshedilmiştir. Ancak tahkik ehli alimlere göre nesih olayı ahkam ile
alâkalı hususlarda geçerlidir, yoksa haberlerle ilgili şeylerde değil.
"Daha sonra Allah dilediğini bağışlayacak ve
dilediğini de cezalandıracaktır."
Kıraat imamlarından İbn Amir ile Asım, görüldüğü
gibi, kelimesiyle, kelimesini merfu olarak okumuşlardır. Yani bu, demektir. Bu
iki imam dışında kalanlar ise, her iki fiili de şartın cevabı üzerine atfederek
meczum olarak, ve şeklinde kıraat etmişlerdir. Ebu Amr ise bu iki kelimeyi
idgam ile, ve olarak okumuştur. Yani; ilk fiilde harfi harfine, ikincisinde de,
harfi, harfine idgam olunmuştur. Nitekim Aşere kıraatiyle ilgili,
"el-İşaretu ve'î-Beşaretu" adlı eserde de böyle geçmektedir.
Keşşat tersin sahibi, demiş ki:
harfini harfine idgam eden bir kimse hatalıdır ve
yanlış yapmaktadır. Çünkü; harfi tekrarlanan bir harftir. Böylece muzaaf kelime
konumuna gelir oysa muzaaf olan bir kelimenin de idgamı caiz olmaz."
Bunu Ebu Amr'dan rivayet eden ravi de iki defa hata
etmiş bulunmaktadır. Çünkü; yapıyor, hata işliyor ve bu hatasını da Arapçayı
en iyi bilen bir kimseye nisbet ediyor ki, bu da büyük bir cehaleti sergiliyor.
"Allah gücü her şeye yetendir." O dilerse
bağışlar, dilerse azabeder veya bu ikisi dışında neyi dilerse onu yapar.
Çünkü O, her şeye kadirdir.
[240]
285 - Peygamber, Rabbİ tarafından
kendisine indirilene iman etti. Mü'minler de iman ettiler. Hepsi de Allah'a,
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Onlar:
"Allah'ın peygamberleri arasında asla hiçbir ayırım yapmayız, işittik ve
itaat ettik, Rab-bimiz! Mağfiretini dileriz. Çünkü dönüş sanadır."
dediler.
"Peygamber, Rabhi tarafından kendisine
indirilene iman etti Mü'minler de iman ettiler." Eğer, kelimesi, üzerine
affedilirse, kelimesindeki tenvin zamiri hem Allah Rasûlüne ve hem mü'minlere
racidir. Yani, "hepsi" demektir.
"Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
ve peygamberlerine iman ettiler." Tecvid kuralı gereği, kelimesi üzerinde
vakfedilir. Eğer bu, mübteda ise bunun üzerinde durulur ve kelimesi de ikinci
mübteda olur. Bunun takdiri de şöyledir: "Onlardan hepsi de. "
fiili de ikinci mübtedamn haberidir. Cümle ise
birinci haberdir. Zamir de mü'minlere ait olur. fiilinde kelimesinin zamiri
müfret olarak kabul edilmesi şu manaya dayanmaktadır: "Onlardan her biri
iman etti.'.'
Kıraat imamlarından Hamza ve Ali, kelimesini
Kur'an'ı veya cins anlamında tüm kitapları kastederek olarak tilâvet etmişlerdir.
"Onlar -derler ki-: «Allah'ın peygamberleri
arasında, asla, hiçbir ayırım yapmayız," aksine hepsine iman ederiz.
kelimesi burada cemi (çoğul) manasınadır. Bunun
için, kelimesi başına gelmiştir. Çünkü; kelimesi ancak çokluk manası ifade eden
isimlerin başına gelir. Örneğin; yani "Mal varlığı toplum arasındadır.
", denir de fakat, "Mal Zeyd arasındadır. " denmez.
"işittik -sözüne icabet ettik- ve -emrine- itaat ettik. Rabbimiz! Mağfiretini dileriz -bizi bağışla- Çünkü, dönüş sanadır.» dediler." kavli muzmar (gizli) bir fiil ile mansubdur. kavlinde, öldükten sonra dirilme ve hesap gününü ikrar etme manası vardır. Aynı zamanda ayet, iman noktasından kimi istisnalara girmeyi de çürütüyor, bunun batıl olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda büyük günah işleyen kimsenin de mü'min olduğuna delâlet ediyor[241].
286 - Allah hiçbir kimseye
taşıyamayacağı bir yükü yüklemez. İnsanın işlediği her iyilik kendi lehine ve
her kötülük de kendi aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutursak veya yanilırsak
bizi hesaba çekme! Rabbimiz! Bizden önce geçenlere yüklediğin gibi bize de
ağır yükler yükleme! Rabbimiz! Altından kalkamayacağımız şeyleri bize taşıtma!
Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım et.
"Allah hiçbir kimseye taşıyamayacağı -gücünün
yetmediği, altından kalkamayacağı- bir yük yüklemez." Ayetteki, Yani;
"Allah hiçbir kimseye.... yüklemez." kavli konusunda Ehli Sünnet
tarafından anlatılan şey budur. Ya da bu, yeni bir cümledir. Çünkü; teklif ya
da sorumluluk, ancak mükellefin yapabileceği bir fiili ya da işi red ile mümkün
olabilir. Gücünün üzerinde olan bir fiili red söz konusu değildir. Nitekim bu
konu, "Şerhul-Te'vilat" adlı eserde de bu şekilde zikredilmiştir.
Keşşaf sahibi diyor ki: denen şey, insan gücünün
kaldıracağı ve yapabileceği şey demektir. Ona zor gelmeyen, onu sıkıntıya sokmayan,
anlamındadır. Yani; "Allah hiçbir kimseye gücünün kaldıramayacağı bir
şeyi yüklemez." Ona gücünün yetebileceği, kolayına gelebileceği manada
gücünün son sınırına kadar yapabilecekleri yükler. Örneğin; bir kimse günde beş
vakit namazdan fazla olarak namaz kılabilir, bir aydan fazla olarak oruç
tutabilir ve birden fazla hac ibadetini yapabilir. Bütün bunlar kişinin gücüne
dahildir.
"insanın işlediği her iyilik kendi lehine ve
her kötülük de kendi aleyhinedir." Yani; hayır olarak işlediği şeylerin
yaran kendisine olduğu gibi, işlediği kötülüğün zararı da kendisine
dokunacaktır. Ayette, "hayır" konusu, "kesb" kelimesiyle
ifade edildiği halde, "şer" konusu da, "iktisat"
kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü; iftial babından alınan bir kelime -ki iktisab
kelimesi de bu baptandır-, mana itibariyle bir şeye daha fazla veya çok
yönelmek, meyletmek manasınadır. Dolayısıyla insan nefsi şer olana yani
kötülüğe karşı daha çabuk ve daha hızlı kayar. Oysa hayır işlemede ise
zorlanır.
"Rabbitniz! Eğer unutursak -Senin emirlerinden
herhangi birini yanılarak terk edersek- veya yanlışlıkla bir kötülük işlersek
bandan dolay t bizi hesaba çekme!" Ayetin bu kısmı bir kimsenin unutarak
veya hata ile bir şeyi yapması halinde, Allah'ın o kimseyi hesaba
çekebileceğinin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak Mutezile mensubu kimseler
buna karşı çıkmaktadırlar. Çünkü; Mutezileye göre bunlardan kaçınmak esasen
mümkündür.
Fakat, Allah'ın bu şeylerden dolayı insanı muaheze
edeceği ya da hesaba çekeceği caiz olamamış olsaydı, bu takdirde duada bunu
istemenin bir manası kalmazdı.
miz! Bizden önce geçenlere -Yahudilere- yüklediğin
gibi bize de ağır yükler yükleme!" Taşıyanın altında belinin büküleceği,
kaldırmayacağı ve altından kalkamayacağı şeyleri yükleme. Ayette,
"sorumluluk" denen, "teklif" için zor ve ağır kelimesi
istiare yoluyla zikredilmiştir. Örneğin; bir günah sebebiyle insanın kendi
hayatına son vermesinin tevbe etmenin bir şartı ve gereği olarak istenmesi,
elbiseye veya giyilen ayakkabı ya da mestin bir yerine bulaşan necaset (pislik)
sebebiyle o noktayı yıkamak değil de kesip atmak gibi ve daha benzeri ağır
yükler.
"Rabbimiz! Altından kalkamayacağımız şeyleri
-bizden önce geçen toplumlara verdiğin cezalar ve belâlar türünden şeyleri-
bize taşıtma!" "Bizi affet, bizi bağışla, bize merhametinle muamele
buyur." Kötülüklerimizi bizden sil, günahlarımızı ört, gösterip bizi
utandırma, iflâs etmiş olduğumuz halde sevap mizanımızı ağır eyle. Ya da bizi
bir başka varlığa dönüştürme, zelzele gibi felâketlerle bizi yerin dibine
geçirme, bizi suda boğulmaktan koru.
Bu, bir tekrar manasında değildir. İlk cümle, büyük
günahlarımızı bağışla, ikincisi de küçük günahlarımızı affet, demek
anlammadır. "Sen bizim meolâmızsın -Sen bizim efendimiz biz ise Senin
kullarınız, Sen bizim yardımcımızsın ve işlerimizi çekip çevirensin- Kafirler
topluluğuna karşı bize yardım el." Dolayısıyla Mevlâ olan bir yüce zata
yaraşanı da kullarına yardım etmesidir:
Hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Her kim «Âmenerrasûlü...» ile başlayan ayeti
ve devamını bir gecede sonuna kadar okursa bu iki ayet o gece her şeyden
koruması bakımmdan ona yeter."[242]
Yine şöyle buyurulmuştur:
"Her kim o iki ayeti yatsı namazından sonra
okursa gece kıyamı için onun adına kâfi gelir."[243]
Bu sure ile ilgili olarak, "Ben Bakara Suresini
okudum." demek caiz olduğu gibi, "Bakara'yı okudum. " demek de
caiz olur. Çünkü Hz. Ali (Radıyallahu Anh) den şöyle rivayet olunmuştur:
"Bakara Suresinin son ayetleri Arş'ın altından
indirilmiştir." Kimilerine göre de, bu, mekruhtur. Şöyle denilmelidir:
"İçinde sığır (inek) olayından söz edilen
sureyi okudum." Allah her şeyi en iyi bilendir.
[244]
[1] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/462-464.
[2] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/464-466.
[3] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/466-467.
[4] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/467-468.
[5] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/468-469.
[6] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/469-470.
[7] Bakara, 148.
[8] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/470-472.
[9] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/472-473.
[10] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/473.
[11] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/474.
[12] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/475.
[13] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/475-476.
[14] Bk. Taberani, el-Kebir; Ve
Mecmeuzzevaid, 2/331. Beyhaki, Şuabu'1-İman; 9688.
[15] Bk. Ebu Davud, Mürseller:
412.
[16] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/476-478.
[17] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/478-479.
[18] Hadid, 27.
[19] Tevbe, 117.
[20] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/479.
[21] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/480-482.
[22] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/483-484.
[23] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/485.
[24] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/485-486.
[25] Araf, 38., 486.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
1/486.
[26] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/486-487.
[27] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/487-488.
[28] Bk. Deylemi,
Müsnedu'l-Firdevs: 7158.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
1/488-489.
[29] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/490-492.
[30] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/492-493.
[31] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/493.
[32] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/494-496.
[33] Bakara, 257.
[34] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/496-497.
[35] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/497-498.
[36] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/498-499.
[37] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/499-500.
[38] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/500-501.
[39] En' am, 145.
[40] Ahmed b. Hanbel, Müsned:
2/97. İbn Mace, 3218.
[41] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/501-503.
[42] Müminün, 108.
[43] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/503-505.
[44] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/505.
[45] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/505-506.
[46] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/507.
[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned; 4/17.
Tirmizi, 658. Nesai, 5/92. İbn Mace, 1844. Selman b. Amir hadisinden.
[48] îbn Hacer diyor ki, bu
bilgilere rastlayamadım. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf,l/221 Nitekim Iraki de ben buna
vakıf olamadım, demiş. Süyûti ise, bunu İbn Ebu Hatim, mürsel olarak Said b.
Cubeyr'den tahricettiğni söylemiştir. Bk. el-îklil, 2/95.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
1/508-511.
[49] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/512-513.
[50] Mâide, 45.
[51] Ebu Davut 2751 ve İbn Mace,
2685.
[52] Bakara, 25.
[53] Şûra, 52.
[54] Ahmed, Müsned: 1/18. Ebu
Davud, 1594. İbn Mace: 1812-1813.
[55] Bakara 219.
[56] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/513-518.
[57] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/518-519.
[58] İbn Hacer diyor ki,
Abdurrezzak ve İbn Ebu Şeybe tahricetmişler. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf, 1/223.
[59] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/519-520.
[60] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/520-521.
[61] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/521-522.
[62] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/523-525.
[63] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/525-526.
[64] Bakara, 185.
[65] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/526-529.
[66] Buhari, 1901. Müslim, 759.
[67] Bk. Taberi, Tefsir: 2/158.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
1/529-533.
[68] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/533-534.
[69] Taberi, Tefsir, 2/165.
[70] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/534-535.
[71] Bahri, 4510 Müslim, 1090.
[72] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/535-539.
[73] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/540-542.
[74] Ahmed, MUsned: 6/308.
Buharı, 2458. Müslim, 1713-4.
[75] Vahidi, Esbab'ul-Nüzul, S:
32. 544.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
1/542-544.
[76] Enbiya. 2
[77] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/544-547.
[78] Tevbe, 36.
[79] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/547-548.
[80] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/548-550.
[81] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/550.
[82] Bakara, 194.
[83] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/550-551.
[84] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/551-553.
[85] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/553.
[86] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/554-556.
[87] Bk. Ebu Davud; 1862-1863.
Tirmizi, 940. Nesai, 5/199 ve İbn Mace, 3077.
[88] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/557-561.
[89] Tahrim, 4.
[90] Ahmed; Müsned: 1/385.
Buhari, Buhari, 48. Müslim, "64" 116.
[91] Hucurat, 11.
[92] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/561-564.
[93] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/564-566.
[94] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/566-567.
[95] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/567-569.
[96] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/569.
[97] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/569-570.
[98] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 1/570-572.
[99] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/7-8.
[100] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/8-9.
[101] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/9-10.
[102] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/10-11.
[103] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/11-12.
[104] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/12-13.
[105] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/13.
[106] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/13-14.
[107] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/14.
[108] Nahl.33.
[109] Araf, 4.
[110] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/14-16.
[111] Tevbe. 125.
[112] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/16-17.
[113] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/18-19.
[114] Yunus. 19.
[115] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/19-21.
[116] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/21-25.
[117] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/25.
[118] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/26-27.
[119] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/27-28.
[120] Araf. 75.
[121] Tevbe, 5.
[122] Maide, 5.
[123] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/28-32.
[124] Nahl. 67.
[125] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/32-33.
[126] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/33-34.
[127] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/34-39.
[128] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/39-40.
[129] Nisa. 10.
[130] Bk. Ebu Davud, 2051.
Tirmizi, 2176. Nesai, 6/66.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/41-43.
[131] Müslim, Hayz, 302. Ebu
Davud, 258. Tirmizi, 2981.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/43-45.
[132] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/45-47.
[133] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/48-50.
[134] Ahmed, Müsned; 2/185.
Ncsai,7/10. İbn Macc, 2111.
[135] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/50-51.
[136] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/51-53.
[137] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/53.
[138] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/54.
[139] Bk. Darekutni, 1/212.
[140] Bk. Ebu Davııd, 2189. TirmiziJ
182. İbn Macc, 2080.
[141] Talak, 4.
[142] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/55-61.
[143] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/61-62.
[144] Mülk, 4.
[145] Bk. Önceki kaynak, 2/461.
[146] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/62-66.
[147] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/66-68.
[148] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/68-70.
[149] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/70-72.
[150] Fatiha, 7.
[151] Lokman, 33.
[152] Meryem, 61.
[153] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/72-79.
[154] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/80.
[155] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/81-82.
[156] Bk. Nesai. 4/196. Tirmizi,
Savm, B. 33.
[157] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/82-85.
[158] Bk. Buhari, 3142. Müslim,
1751.
[159] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/85-88.
[160] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/88-91.
[161] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/91-92.
[162] Bk. Bulıari, 293 !. Müslim.
627. Ahmed b. Hanbel, Nfttsned, 1/150.
[163] Bk. İbn Ebu Şeybe, 2/505.
[164] Akşam namazı üç rekat, vitir
namazı üç rekat, bu manada vitir tabiri zikredilmiştir. İki tek namaz arasında
yatsı namazı denmiştir. (Mütercim).
[165] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/92-93.
[166] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/93-94.
[167] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/94-96.
[168] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/96.
[169] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/96-98.
[170] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/98-99.
[171] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/99-101.
[172] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/101-102.
[173] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/102-104.
[174] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/104-106.
[175] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/106-109.
[176] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/248-111.
[177] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/112.
[178] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/113-115.
[179] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/115.
[180] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/115-117.
[181] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/119.
[182] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/119-120.
[183] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/120-123.
[184] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/123-124.
[185] Ebu Ya'la. Müsned; 6669. Bk.
Mecmeu'z-zevâid; 1/83.
[186] Gafîr-Mü'min,7.
[187] İbn Merduye rivayet
etmiştir. Bk. İbn Kesir, Tefsir; 1/458.
[188] Beyhaki rivayet etmiştir.
Nitekim, Keşşafın Haşiyesinde de böyle geçmektedir.
[189] Deylemi, Müsnedu'l-Firdevs;
3471
[190] İbn Hacer; ben buna
rastlayamadım, demiştir. Bk. el-Keşşaf; 1/302.
[191] İbn Daris Kalade'den rivayet
etmiştir. Nitekim. el-DüiTLfl-Mensıır'da da böyledir.
[192] Bk. Tirmizi, 2879.
[193] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/255-128.
[194] Bk. Vahidi, Esbabu'n-Nüztıl,
s. 52.
[195] Tağut: İnsanın haddini
aşarak, Allah'tan başkasını mabut edinmesidir. Buna göre Allah'ın emirlerini ve
yasaklarını tanımaksızın ve şeriatını reddetmek suretiyle olan her itaat
tağuttur. Her rejim ve ideoloji, hak dinin dışında din gibi kabul edilen her
sistem ve her yasa bu anlamda tağut kavramı içinde yer aldığı gibi, her çeşit
put ve putlaştınlan her varlık ve madde de yine tağuttur. Dolayısıyla bir
toplumun tağutu denilince o toplum tarafından Allah ve Rasulünün emir ve hükümleri
dışlanmak suretiyle bağlı kaldıkları ve uygulayageldiklcri her sistem, rejim
ve ideoloji bu manasıyla tağuttur. Allah'ı ve hükümlerini tanımamaktır. Yoksa
bu yalnız şeytanlar veya putlar demek değildir. (Mütercimin notu).
[196] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/128-130.
[197] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/257-132.
[198] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/133.
[199] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/134-137.
[200] Bk. Zemahşeri, Keşşaf 1/389.
Beyrut, Daru'l-Marife. 138.
[201] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/137-141.
[202] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/141-145.
[203] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/145-146.
[204] Ancak farklı baskılarda
gördüğünüz gibi kelimesi hem îbn Amir ve hem İbn Kesir ve daha başka imamlarca
şeddeli olarak okunduğu gösterilirken, kimi baskılarda ise İbn Amir'in olarak
okuduğu belirtilmektedir. El-İklil'de ise bu her iki imamın da aynı kelimeyi
şeddeli olarak, okudukları belirtilmektedir (çev.).
[205] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/146-148.
[206] Fussilet, 30.
[207] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/148-149.
[208] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/149-150.
[209] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/150-151.
[210] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/151-153.
[211] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/153-157.
[212] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/157-158.
[213] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/159-160.
[214] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/160-161.
[215] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/161-162.
[216] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/162-163.
[217] Kehf, 33.
[218] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/163-165.
[219] Bu şiirde örnek olarak
gösterilen kısım koyu harflerle yazılı olandır.
[220] Bk. İbn Ebu Şeybe, Musannaf,
8/335.
[221] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/273-168.
[222] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/169.
[223] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/170-171.
[224] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/171-173.
[225] Müslim, 2588.
[226] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/173-174.
[227] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/174.
[228] Bk.Vahidi, Esbabu'n- Nüzul,
s. 125.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/174.
[229] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/175.
[230] Bk. İbn Mace,2418.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/175-176.
[231] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/177-178.
[232] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/179.
[233] Selem: Peşin para ile
veresiye mal almaktır. Örneğin; çiftçilerin önce parayı peşin almak suretiyle
harman zamanı aldıkları ürünü önceden satmış olmalarıdır ki, bununla ilgili
detay bilgiler ilgili fıkıh kitaplarında görülebilir. (Çeviren).
[234] Maide, 95.
[235] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/179-188.
[236] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/189.
[237] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/190-192.
[238] Buhari, 2528. Ebu Davud,
2209. Tirmizi, 1183. Nesai, 6/156-157. İbn Mace, 2044. Ahmed, Müsned; 2/255.
[239] Nur, 19.
[240] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/192-195.
[241] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/195-197.
[242] İbn Adiy, İbn Mesud'dan
rivayet etmiştir. Bu hadisin isnadında Velid b. İbad var ki; bu, meçhul biridir.
Eban b. Ayaş'tan rivayet etmiştir ki, bu da metruktür.
[243] Ahmed, Müsned; 4/122.
Buhaıi, 5009. Müslim, 807 '255'.
[244] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/197-199.