el-BAKARA SÛRESİ 6   *

Huruf-ı Mukattaa. 6

“Elif, Lam, mim”in Manaları 6

Bu Harfler Konusunda Kelâmcıların Görüşleri: 7

Bu Harflerin Manasının Anlaşılmayacağını Söyleyenlerin Delilleri: 8

Bu Harflerin Manasının Bilinebileceğini Söyleyenlerin Görüşleri 9

Huruf-u Mukattaanın Sûre İsimleri Olması İle İlgili Bazı Konular 13

“Zâlike’l-Kitabu” İbaresi Hakkında. 14

Birinci Mesele. 14

İkinci Mesele. 15

"Kitab" Lâfzının Manaları Kur'ân'm İsimleri. 15

1) Kitap. 15

2) Kur’an. 15

3) Furkân. 16

4) Zikr, Tezkire, Zikra. 16

5) Tenzil 16

6) Hadis. 16

7) Mev'iza. 17

8) Hüküm, Hikmet, Hakim, Muhkem.. 17

9) Şifa. 17

10) Hüdâ, Hâdi (Hidayete Götüren) 17

11) Sırât-ı Müstakim.. 17

12) Habl (ip) 17

13) Rahmet 18

14) Rûh. 18

15) Kasas (Kıssalar) 18

16) Beyan, Tibyan, Mubîn. 18

17) Besâir 18

18) Fasl 18

19) Nücûm.. 18

20) Mesânî (Tekrarlanan) 18

21) Ni'met 19

22) Burhan. 19

23) Beşir, Nezir 19

Kur’an’ın Esmâ-i Hüsnâ İle Müşterek Olan İsimleri 19

24) Kayyim.. 19

25) Muhemin. 19

26) Hâdî 19

27) Nur 19

28) Hakk. 20

29) Aziz. 20

30) Kerîm.. 20

31) Azîm.. 20

32) Mübarek. 21

“Elif, Lam, Mim” İle “Zâlike’l-kitabu” Kısmının Münasebeti 21

“Lâ Raybe Fihi” İbaresi Hakkında. 21

Birinci Mesele. 21

İkinci Mesele. 22

"Hidayet"in Hakikati 22

"Muttaki" Kimdir?. 23

Takvanın Manaları 23

Takva Hakkında Bazı Tarifler 24

Kur'ân'm Muttakîlere Hidayet Olması İle İlgili Bazı Suâller 24

Dördüncü Mesele. 25

Birinci Mesele. 25

İkinci Mesele. 25

Üçüncü Mesele. 26

İmanın Mahiyeti Hakkında Çeşitli Anlayışlar 26

"Gayb". 29

Şiilerin Görüşü. 29

Namazı İkame Etmek. 30

"Salât", Yani Namazın Manası 30

Rızık. 31

İnfak. 32

Onuncu Mesele. 32

Birinci Mesele. 33

İkinci Mesele. 33

Üçüncü Mesele. 33

Ahirete İman. 33

“İnne” Edatı Hakkında. 35

İkinci Mesele. 36

Üçüncü Mesele. 36

Küfür Ve İnkar 37

Hatm Yani Mühürleme. 46

İkinci Mesele. 46

Kur'an'da, Hatm (Mühürleme) İle İlgili Diğer Mefhumlar 49

Dördüncü Mesele. 49

Beşinci Mesele. 49

Altıncı Mesele. 50

Yedinci Mesele. 50

Sekizinci Mesele. 50

Dokuzuncu Mesele. 50

Onuncu Mesele. 50

Onbirinci Mesele. 51

Onikinci Mesele. 51

Birinci Mesele. 54

İkinci Mesele. 55

Üçüncü Mesele. 56

Dördüncü Mesele. 56

Beşinci Mesele. 56

Altıncı Mesele. 56

Aldatma (Huda) Ne Demektir?. 57

Münafıkların, Cenab-ı Allah'ı Aldatması Meselesi 57

Aldatma Teşebbüsünden Maksatları 58

Münafıkların Kendi Kendilerini Aldatmaları 58

Kalb Hastalığı 59

Mu'tezile'nin Kalb Hastalığı Hakkındaki Te'vîli 59

Râzî'nin Meseleyi İzahı 59

Acı Veren Azâb. 60

Azaba Sebep Yalancılıktır 60

Münafıklar Toplumu Düzeltme İddiası Güderler 60

Münafıklara Yapılan Müdahale. 60

Fesadın Mânâsı 61

Toplumu Bozduğu Halde Hamiyyet İddia Edenler 61

Asıl Müfsitleri Keşfedin. 61

Münafıkları Gerçek İmana Davet 62

Birinci Mesele. 62

Ayette Geçen Nass "İnsanlar'dan Maksat Kimlerdir?. 62

Münafıkların Müminleri İstihfaf Etmeleri 62

Dördüncü Mesele. 62

Beşinci Mesele. 63

Birbirleriyle Başbaşa Kaldıklarında Münafıklar 63

Müminlerle İstihza Etmeleri 64

Allah'ın Onlara Cevabı 64

Allah'ın Onlarla İstihza Etmesi Ne Demektir?. 64

Allah'ın Münafıklara Mühlet Vermesi 65

Mu'tezile'ye Göre Mühletin Manası 65

Râzî'nin İzahı 66

Hidayeti Bırakıp Dalâleti Satın Alanlar 66

Mesel Getirmenin Gayesi 67

Meselin Manası 67

Yanındaki Işıktan İstifade Edemeyenler 67

Bu meselin Ortaya Çıkardığı Sorulara Razi’nin Cevabı 67

İmanın Nura, İnkârın Karanlığa Benzetilmesi 69

Mezkur Benzetmenin Ortaya Çıkardığı Suallere Cevaplar 69

İkinci sual: Cem'in Müfred'e Benzetilmesinin İzahı 69

Üçüncü sual: Yakmak, Ateş, Aydınlatmak ve Nur Nedir?. 69

Dördüncü Suâl ve Cevabı Fiili Lâzım ve Müteaddî Olabilir 70

Beşinci sual ve cevabı: Neden Ziya Değil de Nûr Kelimesi Kullanıldı?. 70

Altıncı Sual ve Cevabı: Niçin Değil de Kullanıldı?. 70

Yedinci Sual ve Cevabı: fiili, bazan ef 'âl-i kulûb şeklinde kullanılır. 70

Sekizinci sual fiilinin met'ünlerinden biri neden hazfedildi? Metruk ile menvî arasındaki fark. 70

Nifaklarından Dönemeyişleri 71

Münafık Kulağını Tıkamakla Yıldırımdan Korunacağını Sanır 71

Mezkur Benzetmenin Tahlili 71

Ayetle İlgili Hatıra Gelebilecek Bazı Sualler 72

Birinci soru: İki Teşbihten Hangisi Daha Beliğdir?. 72

İkinci soru: İkinci Teşbih, Birinciye Niçin edatı ile atfedildi?. 72

Bu Edatın Manaları 72

Üçüncü soru: Ayetteki Teşbihin Nev'i 72

Dördüncü soru: Sayyib (sağanak) nedir?. 73

Yağmurun Gökten İndiğini Tasrihe Lüzum Var mı?. 73

"Ra'd" ve "Berk" Nedir?. 73

Bulutun ve Yağmurun Karanlıkları 73

Gök Gürlemesi ve Şimşek Nerede Meydana Gelir?. 74

Zulümâtın Cem'i, Diğerlerinin Müfred Olmasının Sebebi 74

Bu Kelimelerin Nekire Olması 74

Kulaklarına Parmaklarını Sokarak Tıkamaları 74

Sadece Şimşek Çaktıkça Etrafı Görebilmeleri 75

Edatı Hakkında. 75

Allah Teâlâ'nın Mutlak Kudreti 75

"Şey" (Varlık) Tâbiri Allah Teâlâ Hakkında Kullanılabilir mi?. 75

Kulun Fiillerini Yaratan Allah'tır 76

İstitâe Hakkında. 76

Umuma Delâlet Eden Lafzın Aklî Delil ile Tahsisi 76

Tevhid, Nübüvvet Ve Ahiret Hakkında Deliller 76

Tevhld Delilleri 76

Bütün İnsanlara Yöneltilen İlâhî Hitap. 76

Hitabının Delaleti 77

Nida Konusu. 77

İsim ve Harf Münasebeti Hakkında. 77

Nida Edatının Fonksiyonu. 77

Lafzı Hakkında. 78

İbâdet Mefhumu. 78

Elif-lâm'la Marlfe Olan Cemi Lafız Umum İfade Eder 78

"Ey İnsanlar, Hitabına Vahy Asrından Sonraki İnsanlar! Dahil midir?. 78

İbadet Emrinin Şumûlü. 78

Kafir ve Mümine İbadeti Emretmeden Maksat 79

Teklif-i Mâla Yutak. 79

İbadetin Allah'a Faydası Yoktur 80

Kul Fiilini Yaratamaz. 80

İbadet Emrinden Maksat Kalbi Temizlemektir 80

İbadetle Mükellef Olmayanlar 80

İbadet Hilkatin Neticesidir 81

Allah'ı Bilmede Tefekkürün önemi 81

Kelam İlminin Ehemmiyeti 81

Meleklerin ve Peygamberlerin Bu Delilleri Kullanmaları 82

Kelâm İlmini Öğrenmenin Gerekli Olması 84

Bu Konuda Muarızların İddiaları 85

Tefekkür Kesin Bilgiye Götürmez. 85

İlim İfade Eden İstidlal Kudretimiz Dahilinde Değildir 86

İstidlalin Emredilmesi Mâkul Değildir 87

Müslümanlık İstidlale Bağlı Değildir 87

Kelâm İlmi İle Meşgul Olmak Bid’attir 88

Müfessir Razı (r.a.)'nin İddialara Karşı Cevapları 89

Halk (Yaratma) Kavramı 89

Allah Teâlâ'nın Varlığının Aklî Delilleri 90

Kur'an'da Delillerin Hususiyeti 90

İbadetin Gerekçesi 92

Teraccî (umut) İfadesi Allah Hakkında Neye Delalet Eder?. 92

Farklı Kıraatler ve İzahları 93

Ayetteki  nin İ'rabı: 93

İkinci Mesele. 93

Ayetin İhtiva Ettiği Enfûsî ve Afakî Tevhid Delilleri 93

Yeryüzünün Döşek Misali Yaratılması 94

Yeryüzünün Fayda ve Özellikleri 95

Gök ile Yerden Hangisinin Efdal Olduğu. 97

Gökyüzünün Bina Olması 97

Birinci Mesele. 97

İkinci Mesele. 98

Gökler Âleminin Üstünlüğü. 98

Güneşin Doğup-Batmasındaki Faydalar 98

Güneşin Yükselip – Alçalması 99

Güneşin Hareketinin Faydaları 99

Güneşin Ekvator Çizgisinden Meyli 99

Ayın Yaratılışında ki Faydalar 99

Yıldızlardaki Faydalar 100

Gök Kubbesinin Bina Olması Meselesi 100

Meyveler, Niçin Birden Değil de Tedricen Yaratılıyor?. 101

Üçüncü sual: Yağmur Hakkında. 102

Dördüncü sual: Rızık Olarak Yaratılan Meyveler 102

Beşinci Sual: Niçin Cemi Kıllet Vezni ile Getirildi 102

İkinci sual: Nid (misl) Ne Demektir?. 102

Üçüncü Sual: (siz bilip dururken) Cümlesinden Maksad. 103

Şirk Çeşitleri 103

İnsanların Şirke Kaymalarının İzahı 103

Tek Yaratıcıyı Kabulden Sonra Şirke Niçin Yer Kalmasın?. 104

Eski Yunanlıların, İranlıların ve Arapların Putları 104

Nübüvvet Konusu. 105

Kuran İle Diğer Sözlerin Mukayesesi 105

Kuran'ın Bütün İlimlerin Kaynağı Olması 106

Kur'an'ın Parça Parça İndirilmesi (tercim) ve İ'caz. 106

Sûrenin Mânası ve Sûrelere Bölmenin Hikmeti 107

Kur'an Cüzlerinin Tertibi Tevkifidir 107

Tehaddînin Mertebeleri ve Mu'clz Olan Mikdar 107

deki Zamirin Merciine Göre Muhtemel Manalar 108

Şâhidler (Şühedâ) den Maksat 108

Dûn Lafzı Hakkında. 109

Tahaddinin Kâdî Tarafından Değerlendirilmesi 109

Râzî (r.a.)'nln el-Kâdî'ye Cevabı 110

Bir Başka Mucize Kur'an'ın Benzeri Asla Yapılamayacak. 110

Hatıra Gelebilecek Bazı Sualler ve Cevapları 110

Birinci Sual: Niçin  değil,  kullanıldı?. 110

İkinci sual: Niçin  Değil de, Denilir?. 111

Üçüncü Sual nun irabı 111

Beşinci Sual: Ateşten Korkmak İle Kur'an'ın Benzerini Yapmamanın İlgisi 111

Altıncı Sual: Vekûd (yahut) nedir?. 111

Yedinci Sual: Kâfirler, Cehennem Ateşinin Özelliğini Nerden Biliyorlar?. 111

Sekizinci Sual: Kelimesi Neden Ma'rife Oldu?. 111

Dokuzuncu Sual: İnsan ve Taşın Yakıt Olması 111

Onuncu Sual: İnsan-Taş Münasebeti 112


el-BAKARA SÛRESİ        Başa Dön

 

"Bu sûre, 281. ayet müstesna, medenîdir

Bu ayet mekkî olup. veda haccında Mina'da nazil olmuştur. Sûrenin ayet sayısı 286'dır."

 

"Elif, lâm, mim" {Bakara. 1) Bu ayette iki mesele vardır.

 

Huruf-ı Mukattaa

 

Hecelenen lâfızlar, isimdirler. Bunların ad olduğu kelimelerse, basit harflerdir Çünkü, meselâ bu ma nanın muayyen bir zamanına delâlet etmeksizin, kendi başına müstakil bir mânaya, muvafakat yoluyla, de­lâlet eden bir lâfızdır. Bu manada, kelimesindeki ilk harftir. Böylece, he­celenen lâfızların birer isim oldukları ortaya çıkar. Bir de, bu isimlerde imâle, tefhîm. ta'rîf, tenkîr, cem', tasgir, vasi, isnâd ve izafet gibi hususlarda tasarrufta bulu­nulur Böylece bunlar, ister istemez, isim olmuşlardır

Eğer, "Ebû Musa et-Tirmizî'nin Abdullah b. Mesûd'dan rivayet ettiğine göre. Hz. Peygamber (s.a.s.):

"Kim Allah'ın kitabından bir harf okursa, ona bir hasene (iyilik) vardır. Hase-nelere on misli karşılık verilir. Ben demiyorum kî, (elif, lâm, mim) bir harf­tir. Fakat elif bir harf. lâm, mîm de bir harftir." "Bu hadîsle delil getirmek, sizin söylediğiniz şeyle çelişir" denilirse biz deriz ki, o harfin ismi olduğu için, Hz. Peygamber mecazî olarak ona harf ismini verdi. İki mahiyetten birinin ismini di­ğerine vermek, meşhur mecazdır

Bu meselenin birçok fürûu vardır

Birincisi: Âlimler, böyle isimlendirme hususunda birçok ince manalar gözet­mişlerdir. Şöyle ki, bu müsemmalar (isimlendirilen varlıklar) birer harf olan isimle­ri gibi, birer lâfız olup, isimlerin harflerinini sayıları da üçe kadar çıkınca, onlara isimde müsemmâya delâlet için birçok yol açıldı da, böylece lâfızların her ismi­nin başını müsemmâ kabul ettiler. Elif müstesna, çünkü onlar elifin müsemmâsı-nın yerine hemzeyi geçirdiler. Çünkü elif, her zaman sakindir

İkincisi: Bu lâfızları âmiller izlemediği sürece, bunların i'rab bakımından hü-

kümleri, sayı isimleri gibi, sonlarının sakin olmasıdır. Buna göre, ve dediğin gibi dersin. Bunların başına bir âmil gelirse, i'rab alırlar. Meselâ ve gibi... Sade­ce manasını vermeyi kastettiğin her isim de böyledir. Çünkü lâfzın cevheri, ma­nanın cevheri için konulmuştur. Lâfzın harekeleri ise, mananın durumlarına delâlet eder Manama cevheri ifade edifmefc istendiğinde, lâfzın bütün harekelerden tecrid edilmesi gerekir.

Üçüncüsü: Bu isimler murebtirler. î'rabı gerektiren biri şey olmadığı için, ken­disine i'rab gelmeyen yerlerde, diğer isimlerin sakin olması gibi, sonları sakin kı­lınmıştır. Bunların sükûnlarının mebnîlikten değil de vakftan dolayı olduğuna de­lil şudur: Şayet bu isimler mebnî kılınmış olsalardı, bunların ke­limeleri tarzında mütalaa edilmeleri gerekir. İki sakin bir arada bulunmuş olarak ve şeklinde telaffuz edilmezdi. [1]

 

“Elif, Lam, mim”in Manaları

 

ve gibi, bazı sûrelerin başlarına gelen hurûf-ı mukattaalar hakkında ulemânın iki görüşü vardır:

Birinci Görüş: Bu harfler, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine ayırmış olduğu örtülü bir sır ve kapalı bir ilimdir.

Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a.), "Allah'ın her kitapta bir sırrı vardır. O'nun Kur: ân'daki sırrı ise, bazı sûrelerin başlarına gelen hurûf-t mukatîaalardır" demiştir.

Hz Ali (r.a) de, "Her kitabın bir özü vardır. Bu kitabın özü ise, hece harfleridir" demiştir.

Ariflerden bazısı da,"İlim bir deniz mesabesindedir. Ondan bir vadi, vadiden bir nehir, nehirden bir kanal, kanaldan da bir su borusu akıtılmıştır. Eğer kanalla­ra bu vadinin suyu akıtılacak olsa, kanalları sel basar da, onu bozar. Eğer deniz bu vadîye akacak olsa, bu da onu altüst eder. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın; "Gökten bir yağmur indirdi de, vadiler ken­di miktariahnca aktılar" (Ray. 17) sözünden murad edilendir. Buna göre, ilmin de­nizleri Allah'ın katındadır. Bu denizlerden peygamberlere vadiler verilmiş; pey­gamberler bu vadilerden, âlimlere nehirler; âlimler insanlara güçleri yetecek ka­dar küçük kanallar akıtmışlar halk da, kendi aile fertlerine güçleri yetecek kadar borular akıtmışlardır.

Haberde rivayet edilen de, buna delâlet etmektedir. Haberde şöyle denilmek­tedir: "Ulemânın bir sırrı, halifelerin bir sırrı, peygamberlerin bir sırrı, meleklerin bir sırrı ve bütün bunlardan sonra da, Allah'ın bir sırrı vardır. Şayet cahiller âlimle­rin sırrına vâkıî olsalar, onları yok ederler; âlimler de halifelerin sırrına vakıf olsa­lardı, onlara muhalefet ederlerdi; halifeler peygamberlerin sırrına muttali olsalar­dı, onlara karşı gelirlerdi; peygamberler meleklerin sırrına muttali olsalardı, onla­rı töhmet altında tutarlardı; şayet melekler Allah'ın sırrına muttali olsalardı, şaş­kınlık içinde kalır ve yok olup giderlerdi. Bunun sebebi ise, yarasanın gözlen gü­neşin ışığına tahammül edemediği gibi, zayıf akılların da güçlü sırtarı taşıyama-maşıdır. Peygamberlerin akılları fazla olduğu için, nübüvvet sırlarını taşıyabilmiş-lerdir. Ulemânın da akılları fazla olduğu için, ortalama insanların taşımaya güçlen yetmeyen sırları taşıyabilmelerdir. Batınî bilgiye muttali olan hukemâ. akılları çok olduğu için, zahir ulemâsının âciz olduğu şeyleri taşımaya güç yetırmişlerdir.

Bu harfler hakkında Sabiye sorulduğunda, O: "Bunlar Allah'ın sırrıdır, araştırmayınız" demiştir.

Ebû Zübyân, İbn Abbas'tan," Ulema bunları anlamaktan âcizdir." dediğini ri­vayet etmiştir. Hüseyin b. Fadl ise, bunların müteşabihattan olduğunu söylemiştir. [2]

 

Bu Harfler Konusunda Kelâmcıların Görüşleri:         Başa Dön

 

Kelâmcılar hurûf-ı mukattaa'nın müteşabihten olduğu görüşünü kabul etme­miş ve Allah'ın kitabında insanlar için anlaşılmayan şeyin bulunması caiz değildir diyerek, bu görüşlerine ayet, hadis ve aklî bakımdan delif getirmişlerdir. Ayetten delilleri ondörttür.

Birincisi: "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı, yoksa kalbhrinde kilitler mi var?" (Muhammed, 24) ayetidir. Cenâb-ı Hakk bu ayette onla­ra Kur'ân hakkında düşünmelerini emretmiştir. Şayet Kur'ân'ın manası anlaşılma­yacak olsaydı, onlara Kur'ân üzerinde düşünmelerini nasıl emrederdi?

İkincisi: "Onlar Kur-ân'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'ân Allah'tan başkasından olsaydı, onda birçok tutarsızlıklar bulurlardı" (Nisa, 82) ayetidir, insanlar tarafından manası anlaşılma­yacak olsaydı, Kur'ân'da bir tutarsızlığın olmadığını anlamak için, onlara Kur'ân üzerinde düşünmeyi nasıl emrederdi?

Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın şu ayetidir:

"O Kur'ân muhakkak ki, âlemlerin Rabbi katından İndirilmedir. O'nu Rühu'l-emîn, uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık bir Arapça ile İndirmiştir" (Şuarâ. 192-193). Şayet Kur'ân anlaşılmayacak olsaydı, Hz. Peygamber'ın, O'nunla insan­ları uyarması bâtıl olurdu. Ve yine bu ayette geçen "apaçık bir Arapça ile" ifadesi, Kur'ârîın Arap diliyle nazil olduğuna bir delildir. Durum böyle olunca, O'nun anlaşılır olması gerekir

Dördüncüsü: "Onlardan, hüküm çıkarmasını bilenler bunu bilirdi" (Nieâ, 83) ayetidir. Kur'ân'dan hüküm çıkarmak, ancak O'nun mana­sını iyice kavramakla mümkündür.

Beşincisi: Şu ayetlerdir. "Her şeyi açıklamak üzere" (Nahi, 89)

ve kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık " {En'âm, 38).

Altıncısı: "İnsanlar için bir hidayet olmak üzere" (Bakara. 185) ve "Muttakîlere bir hidayet olmak üzere" (Bakara, 2). Bilinmeyen şey, hidayet kaynağı olamaz.

Yedincisi: Şu ayetler: "(Yerine) ulaşmış hikmet" (Kamer, 5);

"Gönüllerde olan (hastalıklara) bir şifa, mü­minler için bir hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere..." (Yûnus, 57). Bütün bu sı­fatlar, anlaşılmayan bir şey hakkında olamaz.

Sekizincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki size Al­lah'tan bir nûr ve her şeyi açıklayan bir kitab gelmiştir" (Mâıde, 15) ayetidir

Dokuzuncusu:  "Karşılarında okunup duran şu kitabı sana indirmiş olmamız, onlara kâtı değil mi? Muhakkak ki bunda, iman eden bir kavim için bir rahmet ve öğüt vardır"

(Ankebut, 51) ayetidir Kur'ân-ı Kerîm anlaşılmamış olsaydı, nasıl kâfi gelir ve insan­lar için bir öğüt olurdu?

Onuncusu: "İşte bu Kitap, o'nunla uyanlsmlar diye, in­sanlara bir mesajdır" (ibrahim, 52) ayetidir. Eğer Kur'ân-ı Kerîm anlaşılır olmasaydı, nasıl bir mesaj olur ve O'nunla insanlar nasıl uyanabilirlerdi? Cenâb-ı Allah bu ayetin sonunda da, "Akıl sahiplen iyice düşünsünler diye" (ib­rahim, 52) buyurmuştur'Bu ancak, kur'ân anlaşılırsa, böyle olur.

Onbirincisi: "Muhakkak ki, size Rabbinizden bir burhan gelmiştir. Biz size, apaçık bir nur indirdik" (Nisa. 174) ayetidir Kur'ân, eğer anlaşılır olmasaydı, nasıl bir bürhân ve nasıl apaçık bir nur olurdu?

Onikincisi: "Ar­tık kim benim hidayetime uyarsa, o ne sapıtır ne de bedbaht olur. Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır" (Tâhâ. 123-124) ayeti. Eğer Kur: ân anlaşılır olmasa, O'na uymak veya O'ndan yüz çevirmek nasıl mümkün olur?

Onüçüncüsü: "Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğ­ru olana hidâyet eder" (isra. 9). Kur'ân anlaşılır olmasaydı, nasıl hidâyet edici olurdu?

Ondördüncüsü: "Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti. Bütün müminler de, Al­lah'a, meleklerine, kitablanna ve peygamberlerine iman ettiler." Biz, peygamber­lerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Duyduk ve İtaat ettik" dediler" (Bakara, 285) Allah'a itaat etmek, ancak Kur'ân'ın anlaşılması ile mümkün olur. O halde Kur'ân'ın anlaşılmış olması gerekir

Bu görüşte olanların hadîsten delilleri şudur: Hz. Peynamber’e.(s.a.s.) söyle buvurmustur:

"Size öyle bir şey bıraktım ki, şayet onlara sımsıkı sarılırsanız) kesinlikle sapıtmaz­sınız. Bunlar, Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir.[3] Eğer Kur'ân-ı Ke­rîm an lası İm asaydı ona sımsıkı sarılmak nasıl mümkün olurdu.

Hz. Ali (k.v.)'den, Peygamberimiz (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Allah'ın kitabına sımsıkı sarılın. Çünkü onda sizden öncekilerin haberleri, siz­den sonrakilerin haberi ve aranızdaki (meselelerin) hükmü vardır. O, kesin hü­küm olup şaka değildir. Onu terkeden her zalimin, Allah belini kırar. Kim hidaye­ti ondan başka yerde ararsa, Allah o kimseyi şaşırtır. O, Allah'ın sağlam ipidir, hik­metli Öğüttür. O, sırât-ı müstakimdir. Nefisler, onunla, sapmaktan korunur. Alim­ler ona doymaz. Çok fazla tekrarlanmasına rağmen o eskimez. Onun harikula­de manaları tükenmez. Onu söyleyen doğru söylemiş olur. Onunla hükmeden âdil olur. Kim davasını onunla kuvvetlendirirse hasmına galip gelir. Ona çağıran dos­doğru bir yola iletilmiş olur[4].

Bunların aklî delillerine gelince, bunlar çoktur.

Birincisi: Şayet, Kur'ân'da anlaşılmasına imkân olmayan bir şey gelmiş olsaydi, bu, Araba zenci lisanı ile konuşmak gibi olurdu. Bu caiz olmayacağına göre, Kur'ân'ın anlaşılamaması da caiz değildir.

İkincisi: Sözden maksad, bir şeyi anlatmaktır. Eğer Kur'ân anlaşılmamış olsay-dt, onunla hitab etmek abes ve akılsızlık olurdu. Hakîm olan Cenâb-ı Allah'a bu yakışmaz.

Üçüncüsü: Kur'ân'datahaddi (benzerini getirme hususunda okuma) vardır Kur! ân anlaşılır olmasaydı onunla meydan okuma caiz olmazdı. Kelâmcıların sözleri­nin tamamı işte budur. [5]

 

Bu Harflerin Manasının Anlaşılmayacağını Söyleyenlerin Delilleri:                 Başa Dön

 

Onların muhalifleri de ayet, hadîs ve akıl bakımından deliller getirmişlerdir. Onların ayetten delilleri şudur: Müteşabih ayetler de Kur'ân'dandır. Halbuki bun-

ların manası bilinmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "O müteşâbi-hin gerçek manasını, Allah'tan başka kimse bilemez " (Âli imrân, 7). Bu ayetle, "Allah" kelimesi sonunda vakî etmek (durmak) birçok sebebten ötürü zarurîdir.

Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "İlimde kök salanlar" (ÂH imrân, 7) ayeti, üzerine atfedilmiş olsaydı" (Onlar derler ki: ona iman ettik) ayeti" ayetinden kopmuş olurdu. Bu da caiz değildir Çün­kü sözü yalnız başına hiç bir şey ifade etmez. Onun hâl olduğu da söylenemez. Çünkü, biz deriz ki, bu durumda sözü, kendinden ön­ceki her sözle ilgili olur. Böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın da "Biz ona inandık, onun hepsi Rabbimizin kalındandır" demiş olması gerekir ki, bu iddia küfürdür.

İkincisi: Köklü ilim sahipleri, müteşabih ayetlerin manasını bilmiş olsalardı, on­ların müteşâbihe iman etmelerinin bilhassa zikredilmiş olmasının bir anlamı ol­mazdı. Çünkü onlar, müteşâbihi delilleriyle öğrenmiş olsalardı, müteşâbihe iman etmeleri, muhkem ayetlere iman etmiş olmaları gibi olurdu ki, bu durumda da müteşâbihe iman etmelerinde övülmeyi gerektirecek fazla bir sebeb olmazdı.

Üçüncüsü: Müteşâbihin ayetlerin tevilini bilmek, bilinmesi gerekli olan şeyler­den olsaydı, manasını anlama hususundaki arzu kınanmazdı. Fakat Cenâb-ı Hakk,

"İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (onu bunu saptırmak) ve (kendi arzularına göre) onun teviline yeltenmek İçin Kur'ân'ın müteşabih olanının peşine düşer" (Âl-i imran, 7) buyurarak, müteşâbihin tevilini araştırmayı zemmetmiştir.

Bu görüşte olanların hadîsten olan delillerine gelince, bu konunun baş kısmında görüşümüze delâlet eden bir haberi nakletmiştik.

Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"İlimde hazineler gibi gizlenmiş sırlar vardır ki onu ancak, Allah'ı bilenler bilir. Şayet Allah'ı bilenler, onları söyleyecek olsalar, gaflette olanlar, bu sözleri kabul etmezler."

Bir de, sûrelerin başındaki hurûf-u mukattaaların manalarının bilinemeyeceği hususu, büyük sahâbilerden rivayet edilmiştir, Bu sebeble bunun gerçek olması gerekir.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ashabım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.[6] bu­yurmuştur.

Aklî delilleri ise şunlardır: Kendisi ile sorumlu tutulduğumuz fiillerimiz iki kısım­dır. Birisi, genel manada aklımızla, hikmetim anladığımız fiillerdir. Meselâ, namaz, zekât ve oruç gibi. Çünkü namaz, Yaratan'a sırf bir tevazu ve yalvarıp yakarma­dır. Zekât, fakirin ihtiyacını gidermeye çalışmaktır. Oruç ise, şehveti kırma husu­sunda bir sa'y-ü gayrettir. Diğer., hikmetini anlayamadığımız fiillerdir. Meselâ, hac­da yapılan bazı işler gibi. Çünkü biz aklımızla, şeytan taşlamanın. Safa ile Merve tepeleri arasında sa'yetmenın, remle yapmanın (sa'yirı bir yerinde koşar gibi yü­rümenin), ıztıba yapmanın, yani ihramlı kişinin, ihramını sağ koltuğunun altından geçirip sol omuzunun üstüne atmasının hikmetinin ne olduğunu anlayamayız.

Sonra muhakkik âlimler, Allah'ın, kullarına hikmetini anlayabildiğimiz fiilleri em­retmesi nasıl güzelse, hikmetini anlayamadığımız fiilleri de emretmesinin yerinde olduğunda ıtifak etmişlerdir. Birinci çeşit fiillerde itaat tam bir inkıyadı göstermez. Çünkü emredilen fiilde, akıl faydalı bir şey olduğunu bildiği için kulun, onu bun­dan ötürü yapması muhtemeldir. İkinci çeşit fiillerdeki itaate gelince, bu kulun tam bir inkiyadını ve sonsuz teslimiyetini gösterir. Çünkü kul, bu tür fiilinde, zahiren bir menfaat bulamayınca, onu yapması sadece Cenâb-ı Allah'a inkiyad ve tesli­miyetinden ötürü olur. Fiillerde durum böyle olunca, sözlerimiz hususunda da durumun aynı olması niçin caiz olmasın? Buna göre de, Cenâb-ı Allah, bazan manasını anladığımız şeyleri söylememizi emreder. Bundan maksat da, emredi­len şahsın, âmirine inkiyad ve teslimiyetini ortaya koymasıdır.

Bunun bir başka faydası daha vardır: İnsan bir şeyin manasını iyice anladığın­da, o şeyin tesiri kalbten gider. Ama o şeyi söyleyenin Hâkimler Hâkimi olan Al­lah olduğuna kesinkes inanarak, onun manasını anlayamazsa, o insanın kalbi devamlı o söze yönelik olur ve devamlı onu düşünür. Çünkü mükellefiyetin (tekli­fin) özü, insanın sırrını (kalbini) Allah'ın zikri ve Kur'ân'ı tefekkür ile meşgul etmek­tir. Allah'ın, kulunun zihninin devamlı buna yönelik ve bununla meşgul olmasında kul için büyük bir menfaatin bulunduğunu bilmesi; kulun da bu menfaati elde etmek için O'na kulluk etmesi uzak görülen bir ihtimal değildir. Bu konuda iki gurubun sözünün özü budur.[7]

 

Bu Harflerin Manasının Bilinebileceğini Söyleyenlerin Görüşleri                                         Başa Dön

 

İkinci görüş: Bu, sûrelerin başlarındaki hurûf-u mukattaaların manalarının bili­nebileceğini söyleyenlerin görüşüdür. Bunlarda kendi aralarında ihtilâf ederek, farklı birçok husus söylemişlerdir:

Birincisi: Bunlar sûrelerin isimleridir. Bu, ekseri kelâmcıların görüşüdür. Halil ve Sîbeveyh'in tercih ettiği görüş de budur. Kaffâl da şöyle demiştir: Araplar bu harflerle, birçok şeyi adlandırmıştır. Meselâ, Harise b. Lâmft-Tâî'nin babasına "Lâm" demişlerdir. Nehhas, yani bakırcıya "Sad", paraya "Ayn", buluta, "gayn" demişlerdir. Yine onlar,""kaf dağı" demişler ve balığa"Nûn" ismini vermişlerdir

İkincisi: Bu harfler, Cenâb-ı Hakk'ın isimlendir. Hz. Ali (r.a.)'nin, şöyle dediği ri­vayet edilir:

Üçüncüsü: Bu harfler, gurup gurup Cenâb-ı Allah'ın isimlerini gösterirler.

Sa'îd b. Cübeyr," hepsi. Cenâb-ı Allah'ın "Rahman" ismidir. Ne var ki, diğer hurûf-u mukattaada bu terkıb gibi bir terkib meydana getirmeye güç yetiremiyoruz" demiştir.

Dördüncüsü: Bunlar Kur'ân'ın isimleridir. Bu görüş, Kelbî, Suddî ve Katâde1nın görüşüdür.

Beşincisi: Bunların her biri, Cenab-ı Allah'ın isimlerinden ve sıfatlarından biri­ne delâlet eder. İbn Abbas (r.a.)" hakkında, "Elif, Cenab-ı Allah'ın Ahad (bir), Evvel (ilk), Âhir, (son), Ezelî ve Ebedî olduğuna işarettir "Lâm", O'nun Latîf; "Mîm" ise, Melik, Meâd ve Mennân olduğuna işarettir", hakkında, "Bu. Cenâb-ı Allah'ın kendine övgusüdür Buradaki "Kaf" Cenâb-ı Allah'ın kâfî olduğuna; "Hâ", O'nun Hâdî (hidayet edici): "Ayn", âlim; "Sâd" sâdık olduğuna delâlet eder" de­miştir

İbn Cerir et-Taberı, İbn Abbas (r.a.)'dan Onun, "buradaki "Kâfi. Allah'ın Kebîr ve Kerîm olduğuna; "Yâ"yı O'nun, himaye edici olduğuna; "Ayn"ı ise, Al­lah'ın Azîz ve Adil olduğuna hamlettiğini rivayet eder

İbn Abbas'ın iki farklı görüş bildirmesi şöyle izah edilebilir: O, birinci görüşün­de, harflerden her birini muayyen bir isme tahsis etmiş, ikincisinde böyle yapma­mıştır.

Altıncısı: Bu harflerin bir kısmı Hakk Teâlâ'nın zât? isimlerine, bir kısmı da sıfat isimlerine delâlet eder.

İbn Abbas, hakkında. "Bu, {Ben en iyi bilen Allah'ım) hakkında, "Bu, (Ben ayıran, kesin hüküm veren Allah'ım)",  hakkında, "Bu,"(Ben, gören Allah'ım)" demektir" demiştir Bu­nu, Ebu Salih ve Sa'îd b. Cübeyr İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

Yedincisi: Bu harflerden her biri, Cenâb-ı Allah'ın fiillerinin sıfatlarını gösterir: "Elif", Allah'ın nimetlerini; "Lam" lûtfunu; "mîm" de mecdini gösterir. Bunu Muhammed b. Ka'b el-Kurezî söylemiştir.

Er-Rebî' b. Enes de: "Harflerin her biri, Allah'ın nimetleri hakkındadır" demiştir.

Sekizincisi: Bu harflerin bazısı Cenâb-ı Allah'ın isimlerine, bazısı da Allah'tan başka varlıkların isimlerine delâlet eder. Dahhâk: "Elif", "Allah"a; "Lâm", "Cibrîl-'e, "Mîm", "Muhammed"e, delâlet eder. Yani, Allah Tealâ, Cebrail (a.s.)'ın lisanı ile Kitabını Muhammed (s.a.s.)'e indirmiştir" demektir" demiştir.

Dokuzuncusu: Bu harflerden her biri, Allah'ın fiillerinden birine delâlet eder. Meselâ buna göre, "Elifin manası," (Allah Teâlâ, Muham­med (s.a.s.)'i sevdi de onu peygamoer olarak gönderdi.), "Lâm'ın manası, (İnkarcılar onu kınadılar); "Mîm"in manası, (Kâfirlere gayzolundu ve onlar Hakk'ın ortaya çıkmasıyla zelil kılın­dılar) şeklindedir.

Bazı sofiler de, "Elifin manasının (Ben); "Lâm"ın manasının (Ba­na); "Mîm"in manasının ise (Benden) olduğunu söylemişlerdir.

Onuncusu: Bu, Müberred'in görüşüdür. Muhakkik âlimlerden büyük bir gu­rup bu görüşü tercih etmiştir: Cenâb-ı Allah, bu harfleri, kâfirlerin aleyhine delil olmak üzere zikretmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onlara Kur'ân'ın benzerini veya on sûresinin veyahut da tek bir sûresinin benzerini söylemelerini, meydan okuyarak teklif edip onlar da bunu yapamayınca, Cenâb-ı Allah Kur'ân'ın bu harf­lerden başka bir şeyden müteşekkil olmadığına, onların da bu harflere sahib ol­duğuna, fesahat kaidelerini bildiklerine, bu sebeble de Kur'ân'ın bir benzerini ge­tirebilmeleri gerektiğine dikkatlerini çekmek için bu hurûf-u mukattaayı indirdi. Kâfirler bunu yapamayınca, bu, Kur'ân'ın bir insan tarafından deği! de Allah tara­fından indirildiğine delâlet etmiştir.

Onbirincısi: Abdulazib b. Yahya şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bu harfleri Kur'ârV da zikrederek sanki şöyle demiştir: Bunları parça parça (harf harf) dinleyiniz. Tâ-ki bu harfler birleştirilmiş olarak size geldiğinde, önce bunları tanımış olasınız. Nitekim çocuklar, önce tek tek harfleri öğrenirler. Sonra da bunlardan meydana gelen kelimeleri öğrenirler."

Onikincisi; İbn Ravk ve Kutrub'un görüşüdür. Bu görüşe göre: Kâfirler: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz ve onun hakkında manasız yaygaralar (gürültüler) yapın.

Belki ona üstün gelir (duyulmasına mâni olursunuz)" deyip, Kur'ân'dan yüz çe­virmeyi birbirlerine tavsiye edince, Cenâb-ı Allah, onların fayda ve menfaatleri is­tediği için, onların susmalarına ve Kur'ân'dan kendilerine gelen şeyi dinlemeleri­ne sebeb olsun diye, onların bilmedikleri şeyi onlara indirmeyi murad etti de on­lara bu harfleri inzal etti. Onlar bu harfleri duyunca, hayrete düşmüşcesine şöyle dediler: "Hz. Muhammed'in söylediklerine hele bir kulak verin." Kâfirler böyle Kur-ân'a kulak verince, Kur'ân onlara nüfuz etti ve bu,onların Kur'ân'ı dinlemelerinin ve Kur'ân'dan istifade etmelerinin sebebi oldu.

Onüçüncüsü: Bu, Ebu'l-Âliye'nin görüşüdür. Bu harflerden her biri, birtakım milletlerin ayakta kalma müddetleri ve diğer bazı kavimlerin de ecelleri hakkındadır.

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s.), Bakara Sûresi'nın başın­daki ayetlerini okurken, Ebû Yâsir b. Ahtâb, Peygamber (s.a.s.)'in yanına geldi. Sonra, Ebû Yâsir'in kardeşi Hayy b. Ahtâb ite, Kâ'b b. el-Eşref de geldi. Hepsi, Hz. Peygamber'e in manasını sordular ve:

'- Kendinden başka hiçbir ilah olmayan Allah aşkına söyle, bunun sana gök­ten geldiği doğru mu?" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)

" Evet, aynen böyle indi" buyurmuştur. Hayy da:

" Eğer doğru söylüyorsan, ben bu ümmetin ecelinin kaç sene olduğunu bili­rim." dedi ve şöyle devam etti:

Ümmetinin ömrünün sadece yetmişbir sene olduğunu bu harflerin ebced hesabıyla gösterdiği bir adamın dinine nasıl gireriz?" Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a.s): güldü. Hayy:

- Bundan başkası da mı var?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): Evet,  dedi. Hayy da:

': Bu, birinciden daha çok ve (ebced hesabı ile) yüzaltmış sene eder. Başkası var mı?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.):

- Evet, var" dedi. Hayy da: "Bu, birinci ve ikinciden daha çok. Biz şe-hadet ederiz ki, eğer doğru söylüyorsan, ümmetinin ikiyüzotuzbir senesi var. Da­hası var mı?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.):

"Evet,  var" dedi. Hayy:

" Şahadet ederiz ki, sana iman etmiyoruz ve hangi sözüne inanacağımızı bi­lemedik" dedi. Ebû Yasir de:

" Ama ben, peygamberlerimizin bu ümmetin hükümran olacağını haber ver­diklerine, ama ne kadar hükümran olacaklarını açıklamadıklarına şehadet ede­rim. Eğer Muhammed doğru söylüyorsa, ben onu, bütün bu söylediklerini birleştirmiş olarak sayıyorum" dedi. Bunun üzerine bu yahudiler kalktı ve şöyle dediler:

: İş büsbütün kanştt. Azı mı alacağımızı, çoğu mu alacağımızı bilemiyoruz." İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Sana Kitab'ı indiren O (Al­lah'tır)" (Âı-ı imrân. 7) ayeti ile ifade edilen şeydir

Ondördüncüsü: Bu harfler, sözün bitip yeni bir sözün başladığına delâlet eder. Ahmed b. Yahya b. Sa'leb, Arapların, bir söze başlayacakları zaman, muhatabla-rı önceki sözün bitip yeni bir sözün başlayacağı hususunda uyarmak için, başla­yacakları bu sözden başka bir şeyi söylemek adetleridir.

Onbeşıncisı; İbnu'l-Cevzî, İbn-i Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: Bu harf­ler, Cenâb-ı Allah'ın kendi zatını övmeye vesile yaptığı harflerdir

Onaltıncısı: Ahfeş demiştir ki: "Allah Teâlâ. bu harflerin çok şerefli ve faziletli ol­masından ve bu harfler çeşitli dillerde indirilen semavî kitapların temeli, Allah'ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının esası ve milletlerin sayesinde tanıştıkları, Al­lah'ı zikredip birledikleri sözlerin kökü olmasından dolayı, bu harflerle yemin et­miştir. Her ne kadar bundan maksad bütün harfler ise de, Allah Teâlâ onlardan bir kısmını zikretmekle yetinmiştir. Nitekim sen, sûrenin hepsini kastettiğin halde, "elhamd"ı okudum" dersin. Buna göre. sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: "Bu harflere yemin ediyorum. Çünkü bu Kur'ân, levh-i mahfuz'daki kitabın aynısıdır."

Onyedincisi: Bu harfleri söylemek, herkesin alışık olduğu bir husus olsa da, bu harflerin o isimlerle adlandırılmış olduğunu, ilimle meşgul olup, ilimden istifa­de edenlerden başkası bilmez. Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın daha önce ilimle meşoul olup, ilimden istifade etmiş olmadığı halde, bunları haber vermesi, bir gaybten haber vermedir. İşte bundan dolayı. Cenâb-ı Hakk, bu sûrenin ilk duyulan kıs­mın, Hz. Peygamberin doğruluğuna delâlet eden bir mucize olsun diye. başta bu hurûf-u mukattaayı zikretmiştir

Onsekızmcısı Ebu Bekr et-Tebrtzî şöyle demiştir; ' Cenâb-ı Allah, bu ümmetten bir gurubun. Kur'ân'm kadîm olduğunu söyleyeceğini bildiği için, Kelâmullah'ın bu harflerden meydana geldiğine dikkat çekmek için bunları sûre başlarında zik­retti. Binaenaleyh Kur'ân'ın kadîm olmaması gerekir."

Ondokuzuncusu: Kadı el-Mâverdî şöyle demiştir: den maksad, yanı bu kitab size indi, size misafir oldu. Çünkü "ılmâm", zi­yaret etmek manasınadır. Cenâb-ı Hakk böyle buyurmuştur. Çünkü Cebrail (a.s.), Hz- Peygamber (s a s.) e. bir misafirin gelişi gibi gelirdi.

Yirmincisi: "Elif", evvelemirde (her şeyden önce) istikametin gerekli olduğuna delâlet eder İstikamet de. şeriata riayet etmektir Nitekim Cenâb-ı Allah:

"Rabbimiz Atlah'dır' deyip, sonra da dosdoğru olanlar..." (Ahkâf. 13) buyurmuştur.

"Lâm", nefisle mücahede esnasında meydana gelen tevazua işarettir Bu da tari­kata riayet etmektir. Nitekim Cenâb-ı Allah:" "Bizim için mücahede eden kimseleri elbette yollarımıza iletiriz." (Ankebût, 69) buyurmuştur "Mîm" ise, sonu başlangıcının aynı, başlangıcı da sonunun aynı olan bir daire gibi, kulun muhabbet makamında olmasına işarettir. Bu makam da ancak, tama­men Allah'da yok olmak (fena fi'llah) ile olur. İşte bu hakikat makamıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah "Allah" de, sonra onları bırak dal­dıkları şeyde oyalanıp dursunlar" (Enam, 91) buyurmuştur.

Yirmibirincisi: Elif, boğazın en uzak yerinden çıkar. Bu, harflerin ilk mahreç ye­ridir. Lâm, dilin kenarından çıkar. Bu da, mahreç yerlerinin ortasıdır. Mîm, dudak­tan çıkar ki, bu ise mahreçlerin sonuncusudur. Böylece " kulun zikrinin baş­langıcının, ortasının ve sonunun ancak Allah olması gerektiğine işaret eder. Nite­kim Cenâb-ı Hakk, "Öyleyse, Allah'a kaçınız" (Zâriyat. 50) buyurmaktadır.

Muhakkîk âlimlerin çoğuna göre, bu harfler sûrelerin isimleridir. Bunun delili

ise, şudur: Bu lâfızlar ya anlaşılmaz veya anlaşılır. Birinci fikir, şu yönlerden bâtıldır.

Birincisi, eğer bu caiz olsaydıı, o zaman Araplara zencilerin diliyle konuşmak ve hitap etmek caiz olurdu.

İkincisi ise, Allah Kur'ân'ın tamamını hidayet rehberi olarak niteledi. Bu ise, O-nun anlaşılır olmamasına mânidir Anlaşılır olmasına gelince, biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu harflerden maksadı, onları ya lakab isimleri veyahutta mana isimleri yapmaktır. Bunlardan ikinci ihtimal, yanlıştır. Çünkü, bu lâfızlar Arapça'da, mü-fessırlerin zikretmiş oldukları manalar için vaz edilmemiştir. Binaenaleyh, bu lâfız­ları bu manalara hamletmek imkânsızdır. Çünkü Kur'ân, Arapça nazil olmuştur; dolayısıyla O'nu Arapça'da olmayan bir manaya hamletmek caiz değildir. Bir de, müfessirler çok değişik görüşler zikretmişlerdir. Bu lâfızların, onların zikrettikleri görüşlerin bir kısmına delâlet etmeleri, diğerlerine delâlet etmelerinden daha ev­lâ değildir Bu durumda, bu lâfızlar rnüfessırlerin zikrettikleri manaların hepsine hamlolunmaltdır ki. bu ıcmâ ile imkânsızdır Çünkü müfessırlerden her bin, bu lâfızları zikredilen muhtemel manalardan sadece birine hamletmışlerdır.

Müfessırler arasında, bu lâfızları, bu manaların hepsine hamleden mevcut de-ğıidir. Ya da, bu lâfızlar bu manalardan hiç birine hamledilmezler ki, elde kalan görüş budur. Bu lâfızların mana isimlen olmaları yanlış olunca, onların lakab isimlen olduğuna hükmetmek gerekir. "Bu lâfızların manaları bilinemez" denilmesi, bir kişinin; Şayer bu caiz olsaydı, bu Allah'ın Araplara Arap olmayanların diliyle ko­nuşmuş olmasının caiz olduğunu gerektirmez mi?" denilirse, deriz ki: Allah'ın, Araplara. Arap olmayanların diliyle hitap etmesi niçin caiz olmasın? Çünkü Cenâb-ı Hakk. Araplara Habeşçe olan " sü " ile, Farsça olan ve kelimelerini kullanarak hıtab etmiştir. Bu lâfızların manalarının anlaşılmaması, "Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ın tamamının bir hidayet rehberi ve bir kılavuz olduğu­nu bildirmesine ters düşmez mi?" denilirse, biz deriz ki: Kur'ân'ın mücmel ve mü-teşabihatı kapsaması konusunda herhangi bir anlaşmazlık yoktur, Kur'ân'ın müc­meli ve müteşabihatı ihtiva etmiş olması, nasıl O'nun bir hidayet rehberi ve bir kılavuz olmasına zarar vermiyorsa, bu harfleri ihtiva etmesi de zarar vermez. Biz bu lâfızların manalarının anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz, fakat senin, "bu lâfız­lar ya lakab ismidir veya mana ismidir" şeklindeki sözün, bu lâfızların, ancak her hangi bir şeyi ifade etmek için vaz'olunmuş olduklarının kesinleşmesi halinde doğ­ru olur ki, bu da imkânsızdır. Belki de, Cenâb-ı Hak bu lâfızlarla, Kutrub'un dedi­ği gibi, başka bir hikmetten dolayı konuşmuştur. Kutrub şöyle demiştir: Müşrikler başlangıçta, Kur'ân'a iltifat etmemede ittifak edince, Cenâb-ı Hakk Resulüne baş­langıçta bu harflerle konuşmasını emretti; böylece onlar bu harfleri dinlediklerin­de hayrete düşüp de, sükût ettiler Böylece de Kur'ân, onların kulaklarını iyice doldurdu. Biz bu lâfızların, herhangi bir şeyi ifade etmek için konulmuş oldukla­rını kabul ettik; o halde, bu lâfızların mana isimlerinden olduklarını söylemek ni­çin caiz olmasın? Bu lâfızların manaları malûm olmadığı zaman, "bu lâfızlar Arap­ça'da kesinlikle herhangi bir şey için vaz edilmemişlerdir" denilirse, deriz ki: Bu lâfızların yalnız başlarına her hangi bir şey için vaz edilmemiş olduklarında bir anlaşmazlık yoktur." Ancak, bu lâfızlar hususî bir karîneyle beraber, muayyen bir mana ifade ederler' denilmesi niçin caiz olmasın? Bunu birkaç bakımdan şöyle açıklarız:

Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.s.), müşriklere, birçok kere Kur'ân'la meydan oku­muştur (tehaddî). Cenâb-ı Hakk bu harfleri zikredince, durumun gösterdiği kari­ne, Cenâb-ı Hakk'ın bu harfleri zikretmesinden muradının onlara şöyle demek olduğuna delâlet etmesidir: "Ey müşrikler, bu Kur'ân, sizin de kendisine gücünü­zün yettiği harflerden mürekkebdir. Şayet bu bir beşer işi olsaydı, bunun bir ben­zerini sizin de getirebilmeniz gerekirdi."

İkincisi: O harfleri, ebced hesabına vurmak, insanlar nezdinde bilinen bir adettir.

Üçüncüsü: Bu harfler, sözün kökleri olunca, şerefli ve azîz olmuşlardır. Bu se-bebten dolayı, Cenâb-ı Hakk bunlara, şâir şeylere yemin ettiği gibi, yemin etmiştir.

Dördüncüsü: Bir ismin harflerinden tek bir harfle yetinmek, Araplarca bilinen bir adettir. Böylece Cenâb-ı Hakk, kendi isimlerine dikkat çeksin diye, bu harfleri zikretmiştir.

Delilinizi kabul ediyoruz, ancak bu da birçok bakımdan çelişki doğurur.

Birincisi: Birçok sûreyi ve lâfızlarında birleşmiş olarak görüyo­ruz. Buna göre, burada da bir karışıklık vardır. Halbuki, alem isimlerinden mak­sat karışıklığı ortadan kaldırmaktır.

Şayet, "Bu kendilerine Muhammed adı verilen kalabalık bir topluluğun bulunmasıyla bir güçlük arzeder. Çünkü Muhammed isminde hepsinin ortak olması, o ismin alem olmasına ters düşmez" denilirse, biz deriz ki, sözümüz ke­sinlikle herhangi bir mana ifade etmez. Şayet sözünü bir alem kabul eder­sek, bunun faydası, belirlemek (tayin) ve karışıklığı gidermek olur. Bu maksad elde edilmeyince, bunu alem kılmak imkânsız olur, Muhammed ismiyle isimlenmekse, böyle değildir. Çünkü Muhammed ismiyle isimlenmede, tayin etmenin di* şında, başka maksatlar da vardır. Buda, o ismin peygamber adı olması ve şerefli sıfatlardan bir sıfata delâlet etmesi bakımından, bu isimle bereket ummaktır. Yi­ne tayin etmenin dışında, o isimle, bu maksatlardan herhangi bir maksadı da kastetmek caizdir. sözümüz böyle değildir. Çünkü bunda, tayinden başka herhangi bir fayda yoktur. Herhangi bir fayda ifade etmeyince de, ona isim ver­mek tamamıyla anlamsız olur.

İkincisi: Şayet bu lâfızlar, sûrelerin isimlen olsalardı, bunun tevatür yoluyla bi­linmesi gerekirdi. Çünkü bu isimler, Arabların isim verme kaidelerine göre olma­mıştır. Saklanmalarına dair bir korku veya bir arzunun olmadığı hallerde, garib şeylerin aktarılmalarına dair çokça sebep bulunur. Şayet bunların nakledilmeleri­ne dair birçok sebep olmuş olsaydı, bu husus tevatürle bilinir ve kendisindeki anlaşmazlık da sona ererdi. Durum böyle olmayınca, bunların sûrelerin isimleri olmadıklarını anlamış olduk.

Üçüncüsü: Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur. Araplar ise, isimlendirdikleri şeyi, en fazla iki kelimeden mürekkeb olarak isimlendirmişlerdir. Meselâ, Ma'dî-keribe ve Be'labekke gibi.. Araplardan hiç kimse, bir şeyi üç, dört ve beş isimle isimlendirmemışlerdir. Buna göre, bu lâfızların sûrelerin isimleri olduğunu söyle­mek, Arapçanın dışına çıkmak olur ki, bu da caiz değildir.

Dördüncüsü: Bu lâfızlar, bu sûrelerin isimleri olmuş olsaydı, bu sûrelerin sade­ce bu lâfızlarla, -başka isimlerle değil- isimlendirilmiş olmaları gerekirdi. Ancak bu sûreler, başka isimlerle de tanınmaktadırlar. Meselâ Arapların Bakara Sûresi, Âl-i İmrân sûresi v.b. demesi gibi...

Beşincisi: Bu lâfızlar, bizzat sûreye dahil olup. ondan bir cüzdürler. Bir şeyin cüzü ise, derece bakımından o şeyden önce; bir şeyin ismi ise, derece bakımın­dan o şeyden sonradır. Şayet bu lâfızları sûrelerin ismi kabul edersek, aynı anda beraberce öncelik sonralık gerekir ki, bu da muhaldir. Eğer: "Bizim " " sözü­müzün tamamı, esasında bu sözün ilk harfinin adıdır. Mürekkep bir kelimenin, kendi cüzlerinden bir kısmının adı olması caiz olunca, bu mürekkep kelimenin cüzlerinden birisinin mürekkep kelimenin adı olması niye caiz olmasın?" denilir­se, biz deriz ki; fark aşikârdır, Çünkü mürekkep, müfretten; isim müsemmadan sonra gelir Şayet mürekkebi müfredin adı yaparsak, iki sebebe binaen, bu mü­rekkebin bu müfretten sonra gelmesi gerekir ki, bu da imkânsız değildir. Ama şayet müfrecli mürekkebin ismi yaparsak, bir müfredin müfred olması itibariyle önce olması bir de onun isim olması cihetiyle sonra olması gerekir ki, bu da im­kânsızdır.

Altıncısı: Şayet durum böyle olsaydı, Kur'ân sûrelerinden herhangi bir sûre­nin bu şekildeki bir isimden halı olmaması gerekirdi. Halbuki bilindiği üzere, du­rum böyle değildir.

Allah, Kur'ân'da "Arapça olmayan ve gibi kelimeleri kullanmıştır" şeklindeki soruya iki şekilde cevap veririz.

Birincisi: Bu kelimelerin hepsi Arapça'dır. Ancak diğer dillerle tevafuk (uygun­luk) söz konusudur. İki dilde, bazan aynı kelimeler bulunabilir.

İkincisi: Bu isimlerle isimlendirilen şeyler, daha önceleri Arap ülkelerinde mev­cut değildi. Ne zamanki isimlendirilen bu şeyleri buldular, tanıdılar, bundan son­ra da bu şeylerin isimlerini öğrendiler Bunu müteakiben de,bu isimlen kullandı­lar da, bu lâfızlar Arapça birer lâfız oldular.

"Allah'ın kitabında mücmel kelimelerin bulunması, bu kitabın bir beyan olma­sına zarar vermez" sözü hakkında, şunu deriz: Allah'ın kitabında bulunan her mücmelin, akılda veya Kitab'ta veyahutta sünnette bir açıklaması vardır. O vakit de, Kitap bir şeyler ifade eder. Açıklama ise, kendisinden Allah'ın muradının ne olduğunun bilinmediği yerlerde olur.

"Bu lâfızların zikredilmesinden maksadın, müşriklerin gürültülerine son vermek olması niye caiz değildir?" sözüne gelince, deriz ki, şayet bu lâfızların (hurûf-ı mu-kattaa) bu maksat için zikredilmeleri caiz olsaydı, bu maksada binaen (onların hezeyanlarına karşılık) Allah'ın mukabil sözleri Kur'ân'da zikretmesi caiz olurdu

ki, bu da icmâ ile yanlıştır.

Zikrettikleri diğer vecihlere gelince, biz sözümüzün, Arapça'da bu ma­naları ifade etmek için vad edilmediğini açıklamıştık. Bu sebeble, bu manaların o kelime hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur; diğer yandan bu manalar birbiriyle çelişmektedir Bu sebeble lâfzı ma­nalardan bir kısmına hamletmek, diğerine hamletmekten daha evlâ değildir.

Bir üçüncü sebeb de şudur: Şayet biz bu kapıyı açarsak bütün bâtını tevillerin ve diğer taşkın sözlerin kapısı daaçılmışolur ki, bunu yapmamıza da imkân yoktur.

Birinci muarazaya cevabımıza gelince: Birçok sûrenin bir isimle isimlendiril­miş, sonra da, bunların herbiri diğerinden başka bir alâmetle ayrılmış olmasın­da gizfi bir hikmetin bulunması uzak bir ihtimal değildir.

İkinci muarazaya cevabımız ise şudur: Bir sûreyi belli bir lâfızla isimlendirmek büyük bir iş değildir. Binaenaleyh, bu ismin, şöhrette tevatür derecesine ulaşma­mış olması caizdir.

Üçüncü muarazaya cevap: Bir şeyi üç isimle isimlendirmek, de olduğu gibi tek bir isim yaparsan, Arapça'nın dışına çıkmak olur. Ama, sayı isim­lerinde olduğu gibi, terkib halinde olmaksızın, tek tek saymaya gelince, bu caiz­dir. Çünkü Sîbeveyh, bir şeyi cümle ile, bir şiirin beytiyle ve bir gurub harf ile isim­lendirmenin caiz olduğunu açıklamıştır.

Dördüncü muarazaya cevap: Şöhret bakımından, lakabın, asıl isimden, daha fazla yaygın olması uzak bir ihtimal değildir. Burada da, böyledir.

Beşinciye cevap: İsim, muayyen bir zamanı göstermeksizin, kendi başına müs­takil bir şeye delâlet eden bir lâfızdır. lâfzı da, böyledir. Buna. isim kendi­nin ismi olur. Bu caiz olunca, bir şeyin cüzünün o şeyin ismi olması niçin caiz olmasın?

Altıncıya cevap: İsim, bir hikmete mebnî olarak konulur. Bu hikmetin, sûrelerin bir kısmına değil de, diğer bir kısmına isim koymayı gerektirmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, dilediği şeyi yapar. Hurûf-u mukattaanın bir anlamı olduğunu söyleyen görüşü destekleme sadedinde söylediğimiz sözün sonu

budur.

Naklettiğimiz sözlerle takviye ettiğimiz bu görüşten sonra Kutrub'un görüşü gelir. Onun görüşü şudur: Müşrikler birbirine, "Bu Kur'ân'ı dinemeyin ve onun hakkın­da manasız gürültüler (yaygaralar) yapın" demişler. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu sûrenin başındaki bu hurûf-u mukattaayı okuyunca, müşrikler onlardan hiçbir şey anlamadılar. İnsan, menotunduğu şeye karşı düşkündür. Bundan dolayı da müş­rikler, bu kapalı sözü tefsir edecek ve bu müşkili izah edecek bir söz gelir ümidi ile Kur'ân'a kulak veriyorlar, onun sûre ve ayetlerini tefekkür edip inceden inceye düşünüyorlardı. Bu da onların Kuran'ı dinlemelerine, onun sûrelerini, fasılalarını ve ayetlerini iyice düşünmelerine bir vesile olmuştu. Bu görüşü iki şey destekle­mektedir:

Birincisi: Bu harfler sadece sûrelerin başlarında bulunmaktadırlar. Bu da mak­sadın, söylediğimiz şey olduğunu hatıra getirir.

İkincisi: Âlimler, şunu söylemiştir: Müteşâbih ayetlerin indirilmesindeki hikmet, bunun sebeblenni araştıran kimsenin, Kur'ân'ın müteşâbih ayetler ihtiva ettiğini öğrendiğinde, görüşünü destekleyecek ve kanaatine yardım edecek bir şey bul­mak ümidiyle, Kur'ân'ı inceden inceye düşünmesi ve onun üzerinde tefekküre gayret etmesidir. Bu gayret de böylece, onu sapıklıklardan kurtaracak olan muh­kem ayetlere vâkıf olmasına bir vesile olur. İşte bazı sapık fikirlere çekilebilen mü­teşâbih ayetlerin bu hikmet için indirilmeleri caiz olunca, hiç bir hata ve sapmaya yol açmayan hurûf-u mukattaanın aynı hikmet (gaye) için indirilmeleri daha uy­gun olur.

Bu konuda en uzak görüş şöyle denilmesidir: Eğer bu caizse, Allah Teâlânın Araplara, zencilerin dili ile konuşması ve bu hikmet için manasız sözler söyleme­si de caiz olur Bu da Kur'ân'ın bir hidayet rehberi ve açıklama olmasına zarar verir.

Fakat buna karşı biz deriz ki: Allah Teâlâ'nın Araplara, zencilerin lisanı ile ko­nuşabileceğini söylemek niçin caiz olmasın? Bunda da aynı (hikmet) vardır. O halde bu da caiz olur Bu konuda sözün özü; konuşma bir fiildir. Konuşmaya gö­türen sebeb ise bazan ifade-i meram etmektir, bazan da başka bir şeydir. "Bu manasız söz söyleme olur" sözüne gelince, biz deriz ki: Eğer sen, "manasız söz (hezeyan)" kelimesi ile tamamıyla faydadan hâli bir fiili kastediyorsan, durum böyle değildir Eğer "hezeyan" kelimesi ile, bir şey ifade etmeyen lâfızları kastediyor­san, bu lâfızlarda bunun dışında başka faydalar mevcut ise, "Bu, hikmete zarar verir" niçin denilsin? Kur'ân-ı Kerîm'in bir hidayet rehberi ve bir açıklama olarak vasfed ilmesi ne gelince, bu söylediklerimize aykırı değildir. Çünkü gaye, bizim zik­rettiğimiz husus olunca, onların Kur'ân'ı dinlemeleri en büyük hidayet ve açıkla­ma çeşidi olmuş olur. En iyi Allah bilir. [8]

 

Huruf-u Mukattaanın Sûre İsimleri Olması İle İlgili Bazı Konular         Başa Dön

 

Bu hurüf-u mukattanın sûrelerin isimleri olduğunu söyleyen görüşle ilgili bazı meseleler:

Birincisi: Bu isimler iki kısımdır:

a-) İ'râb olanlar. Bu da, gibi ya müfred bir isim olur veyahut da tamamı tek bir vezinde olan birkaç isim olur, gibi... Bunlar "Kabil" ve "Hâbil" vezni üzeredirler. e ge­lince, bu üç isimden meydana gelmişse de, gibidir. Bu, kendisinde alemlik ve müenneslik bulunduğu için gayr-ı munsarıf olan isimlerdendir,

b-) İ'rab ol­mayan isimler, gibi.

Bunu iyice anladıysan deriz ki: İsim müfred ise bunda iki kıraat şekli vardır:

Birincisi; sonlarını fetha ile okuyarak, gibi okuyan kimsenin kıraati. Bu harekelerin, (söyle) gibi bir fiil ile (bu fiilin mef'ulu makamında oldukları için) meftuh olmaları caizdir. Daha önce açıklandığı gibi bu isimlerin son­larında tenvin bulunmamıştır

Sîbeveyh, şayet fetha ile okunursa bunu, isimlerde de caiz görmüştür.

Seyrâfî, bazılarının in, nûnunu fetha ile okuduklarını, bunun fethasının da cerr mahallinde olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bu şöyle oluyor: Fethayi, kasem ifade eden bir "bâ" harfini takdir etmek suretiyle, cerr mahallinde gö­rüyorlar. Nitekim Araplar şöyle derler; (Allah'a yemin olsun ki şöyle yapacağım.) Ancak ne var ki lâfzı, kendisinde sarf kaidesi tatbik edilmedi­ği için, burada cerr mahallinde olduğu halde fetha ile harekelenmiştir Bu görüş, bazı âlimlerden rivayet etmiş olduğumuz "Cenâb-t Allah bu harflerle yemin etmiştir" görüşü ile de kuvvetlenir

İkincisi: Bu da bazı âlimlerin  kesre ile, diye okumalarıdır. Bunun sebebi, iki sakin harf bir araya geldiğinde, ikinci sakinin kesre ile harekelenmesi-nin gerekmesidir. Kendisi i'rab almayan kısma gelince, bunların i'rabının i'rab-ı mahkî olması gerekir. Bunun manası, nakledildikten sonra sözün ilk şekli ile söy­lenmiş olmasıdır. Şu sözünde olduğu gibi; "Temretân (iki hurma) dan dolayı yakamı bırak."

İkincisi: Cenâb-ı Allah, sûre başlarında gelen bu hurûf-u mukattaalarda, Arap alfabesi harflerinin yarısını, tam ondört harf ismini zikretmiştir. Bu harfler: Elif, lâm, mîm, sâd, râ, kâf, hâ, yâ, ayn, tâ, sîn, hâ, kâf ve nûn. Bunlar yirmidokuz sûrenin başında yer almaktadır.

Üçüncüsü: Bu başlangıç kelimelerinin harf sayılan muhteliftir Meselâ, birer harf olarak; ve ikişer harf olarak; üçer harf olarak, dörder harfli olarak ve ile beşer harfli olarak gelmişlerdir. Bunun sebebi, Arapların kelimeleri­nin yapısının bir, iki, üç, dört veya beş harfli olmasıdır, Burada da böyle olmuştur.

Dördüncüsü: Bu başlangıç kelimelerinin i'rabta yeri var mıdır, yok mudur? Biz deriz ki: Eğer bunları sûre isimleri kabul edersek, evet vardır. Sonra bunların i'rabında üç durum söz konusu olur (Daha önce geçtiği gibi) Mübteda veya haber olmak üzere merlu. Bunlarla kasem etmek doğru olduğu için, kasem olmak üzere (yemin fiilinin mef'ulü olarak) mansub, (veya kasem hari-i çeri ile) mecrur olurlar. Bunların sûre isimleri olmadığını söyleyen kimseye göre, tıpkı başlangıç cümle­leri ve sayılan müfred kelimeler gibi, bunların i'rabtan bir mahallinin olması düşü­nülemez. [9]

 

“Zâlike’l-Kitabu” İbaresi Hakkında

 

Burada birçok mesele vardır:

 

Birinci Mesele         Başa Dön

 

Birisi, "Burada işaret edilen varlık karşımızda bulunmaktadır Halbuki biri çıkıp da der:" (O) lâfzı, kendisi ile uzaktaki birşeye işaret edilen müphem bir isim­dir" diyebilir.

Buna biz iki bakımdan cevap veririz:

Birincisi: Kendisine işaret edilenin karşımızda bulunmuş olduğunu kabul et­miyoruz. Bu sözümüzü birkaç yönden izah edebiliriz:

a-) Bu, el-Esamm'ın sözüdür. O şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'ın bazısı­nı bazısından sonra indirmiştir. Meselâ, Bakara Sûresi'nden sonra birçok sûre indirilmiştir. Bunlar da Mekke'de nazil olan sûrelerdir ki bunlarda tevhîde, şirkin bozukluğuna, peygamberliğin ve ahıretin gerçek olduğuna delâlet eden ayetler bulunmaktadır. İşte, ayetteki sözü, Bakara Sûresi'nden önce inmiş olan bu Mekkî sûrelere işarettir. Cenâb-ı Allah, bazan Kur'ân'ın bir kısmını da "Kur'ân" olarak isimlendirmektedir Nitekim, "Kur'ân okunduğu za­man onu dinleyiniz." (Araf, 204) buyurmuştur. Yine Hak Teâlâ, cinlerden naklen "Biz hayranlık uyandıran bir Kur'ân işittik." (Cin, 1) ve Biz Musa'dan sonra indirilen bir Kitap işittik." (Ahkâf, 30) buyurmuştur

Halbuki bu cinler, Kur'ân'ın hepsini değil bir parçasını işitmişlerdi. O da, o vak­te kadar indirilmiş olan ayetlerdi.

b-) Allah Teâlâ, Peygamber (s.a.s.)i gönderdiği zaman, ona, hiçbir şeyin yok edemeyeceği bir kitap indireceğini vaadetmış, Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunu ümmetine haber vermişti. Ümmet bunu, ondan rivayet etmişti. Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki biz, senin özerine ağır bir söz vahyedece-ğiz." Bu ayet, Müzzemmil Sûresi'nde (5. ayet)tir ki, bu sûre Hz. Peygamber'ın ilk peygamberlik yıllarında nazil olmuştur.

c-) Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nde, Benî İsrail'e hitab etmiştir. Çünkü bu sû­re Medine'de nazil olmuş olup, çoğu yahudılere ve Benî İsrail'e karşı getirilen hüc­cet ve delillerle doludur. İsrâiloğullarına, Hz. Mûsâ ve İsâ (a.s.), Allah'ın Hz. Mu-hammed (s.a.s.)'i peygamber olarak göndereceğini ve ona bir kitap indireceğim haber vermişlerdir. Buna göre " vu&ı Dii" nun manası şudur: Bu, geçmiş pey­gamberlerin, İsmail {a.s.)'ın soyundan, âhir-zamânda peygamber olarak gönde­receği zata Allah'ın inzal edeceğini haber verdikleri kitaptır.                                                                                             

d-) Cenâb-ı Hakk, bu Kur'ân'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğunu,

"Hiç şüphesiz o (Kur'ân), katımızdaki ümmül-Kitab'da (Levh-i Mahfuzdadır." (Zuhruf, 4) diyerek haber verince, Hz. Peygamber (s.a.s.) de, ümmetine bunu haber ver­miştir. Bu sebep ile, Cenâb-ı Hakk'ın, indirdiği bu kitabın Levh-i Mahfuz'daki kitap olduğunu bildirmek için, (O kitap) demesi imkânsız değildir.

e-) lâfzı ile, ayetinin söylenip tamamlanmasından sonra, ona işa­ret edilmiştir. Söylenip tamamlanan şey ise, uzak hükmündedir.

f-) Kur'ân, onu gönderenden gönderilene ulaşınca, uzak noktada bulunmuş olur. Nitekim kendisine bir şey verdiğin arkadaşına, "Onu koru" dersin,("Bunu Koru" demezsin).

g-) Kur'ân, beşerî gücün, hepsine muttali olamayacağı birçok büyük hikmet ve çeşitli ilimleri ihtiva ettiği için, her ne kadar o kitap olarak elimizde ise de, ihtiva ettiği sırlar ve hakikatler bakımından bizden uzaktır (her şeyi ile görünürde değil­dir). Bu sebeble ona, uzak ve gaibte olan şeye işaret edildiği gibi, "O" diye işaret edilmesi caiz olmuştur.

İkincisi: İşaret edilen varlığın karşımızda olduğunu kabul etsek bile, lâf­zı ile sadece uzaktaki bir şeye işaret edilmesini doğru kabul etmeyiz. Bunun iza­hı şudur; ve (Bu, şu) lâfızları iki işaret harfidirler. Çünkü bunların aslı dır. Bu da, işaret harfidir. Nitekim Cenâb-ı Allah:

"Allah'a güze! bir ödünç verecek olan o kimse kimdir." (Bakara, 245) buyurmuş­tur daki nın manası ise, dikkat çekmedir. Buna göre, bir şey yakın olduğunda ona diyerek işaretedilir. Yani, "Ey muhatab, işaret ettiğim şe­ye dikkat et. O, göreceğin şekilde karşında hazır duruyor" demektir. Bazan "Kâf" harfi, hitab etmek için, "lâm" harfi de işaret manasını tekid etmek için, dan sonra getirilir ve denilir. Böylece sanki konuşan kimse, kendisine işaret edilen varlık konuşan kimseden uzakta kaldığı için, dikkat çekme hususunda mü­balağa etmiştir, işte bu da  lâfzının, ilk icadında uzağı ifade etmediğine, aksine örfte, zikrettiğimiz emarelerden dolayı, uzağa işaret etmek için kullanıldı­ğına delâlet eder. Böylece sanki bu lâfız, kelimesi gibi olmuştur. kelimesi, her ne kadar ilk icadında, yeryüzünde hareket eden her varlığı içine alsa bile, örfte bilhassa "at" için kullanılmıştır. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Burada, lâfzını, luğavî manasına hamlediyoruz, örfî manası­na değil... Bu durumda da uzağı ifade etmez. İlk icadlanndaki yakınlıkla­rından dolayı, lâfızları birbirinin yerine geçebilmişlerdir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk:

"Kuvvetlerin ve basiretlerin sahibi olan, kullarımız İbrahim'i, İshâk'ı ve Ya'kubu da an. Çünkü biz onları hâlis bir hasletle -ki bu yurtlarını hatırlamalandjr-hâlis insanlar yaptık. Çünkü onlar, Bizim indimizde cidden seçkinlerden ve hayır­lılardandı. İsmail'i, Elyesa'yı, Zül-kifl’i de an. İşte bütün bunlar hayırlı insanlardı" (Sâd. 45-48) buyurmuş sonra da, "Bu (güzel) bir zikir (anmadır)" (Sâd. 49). buyurmuştur. Ve, "Yanlarında gözlerini yalnız zevcelerine dikmiş hepsi bir yaşta olan huriler vardır. İşte hesab günü için size vadolunan şey budur" (Sâd, 52-53) ve

"(Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı, sana gerçekten gelmiş. İşte bu, senin kaçıp durduğun şey (denilmiştir." (Kâf 19) ve

"Bunun üzerine Allah onu hem ahiret hem dünya azabı ile yakaladı. Şüphe yok ki korkacak kimseler için bunda 'î bir ibret vardır." (Nâziât, 25-26) ve

"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki yeryüzüne ancak sâlih kullarım mirasçı olur" buyurmuş ve hemen peşi sıra da:

"Şüphe yok ki bunda, âbidler için bir tebliğ vardır" (Enbiyâ. 105-106) buyurmuş­tur. Ve yine

"Onun için biz, "O öldürülen adama (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun." de­miştik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir." Yani "bu şekilde, Allah ölüleri diriltir." (Bakara, 73) ve:

"Bu, sağ elindeki nedir, ey Müsâ?" (Tâhâ, 17) yani "sağ elinde olan o şey nedir?" buyurmuştur Allah en iyi bilendir. [10]

 

İkinci Mesele

 

Birisi, "Kendisine işaret edilen "sûre" kelimesi müennes olduğu halde, ismi işaret burada niçin müzekker

getirilmiştir?" derse, şöyle1 cevab verilir: İşaret edilenin müennes olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü müennes olan ya müsemmadır ya isim (olan lâfız)dir. Birincisi bâtıldır. Çünkü müsemma burada, Kur'ân'tn bir kısmı­dır ki bu müen.ıes değildir İsme gelince, bu lâfzıdır ki, bu da müennes değildir. Evet, bu müsemmânın sûre denen bir başka ismi vardır ve bu isim müennestir Fakat önce geçen ve söylenip bitmiş olan lâfzıdır ki, bu müen­nes değildir, yoksa önce geçen ve müennes olan Kur'ân'ın isimleri sûre lâfzı de­ğildir. [11]

 

"Kitab" Lâfzının Manaları Kur'ân'm İsimleri.         Başa Dön

 

Kur'ân'ın birçok ismi vardır: [12]

 

1) Kitap

 

Birincisi: Kitap ısmıdtr. Bu, ve gibi, bir masdardır." vezninin mefûl manasında olduğu da söylenmiştir. kelimesinin manasına olması gibi Âlimler, kitaptan maksadın Kur'ân olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Bu, sana indirdiğimiz bir Kitaptır"  29) buyurmuştur. kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de birçok manaya gel­mektedir.

1- Farz. Nitekim, "Size oruç farz kılındı" (Bakara, 183) ve " "Kısas size farz kılındı" (Bakara, 178) ve "Muhakkak ki, namaz, mü'minlere vakti belirlenmiş bir farzdır." (Nisa, 103) bu-yurulmuştur.

2- Hüccet ve delil. Nitekim, "Eğer doğrulardan ise­niz, kitabınızı, yani delilinizi getiriniz" (Saffat. 157), buyurulmuştur.

3- Zaman, süre. Nitekim Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmuştur:

"Helak ettiğimiz her beldenin muayyen bir süresi vardır" (Hicr, 4).

4- Efendinin köiesiyle yazılı akit yapması, mükâtebe akdi...

"Ellerinizin sahip oiduğu (kölelerden) mükâtebe isteyenler..." (Nür. 33). Bu "fiâl" masdan, burada "mufâele" manasındadır. "Mücadele, muhasame ve mukatele" kelimelerinin cidal, hısâm ve kıtal manasında olması gibi. "

" kelimesinin iştikakı, bir şeyi bir araya getirdiğinde söylemiş olduğun sözünden alınmadır. Alay da. askerlerin bir araya geldiği yer olduğu için, diye isim­lendirilmiştir Kitaba kitap denilmesinin sebebi, onun adeta şüphe askerlerine karşı bir alay gibi yığılması veya, kendisinde bütün ilimlerin toplanması, veyahutta Cenâb-ı Hakk'ın, mükellefiyetlerden kullarını Kitap'ta sorumlu tutmasıdır. [13]

 

2) Kur’an

 

Nitekim Allah Teâlâ:

"De ki, insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler..." (isrâ. 88) " "Muhakkak ki Biz onu, Arapça bil Kur’an yaptık.

"İçinde Kur'ân'ın indirilmiş bir Kur'ân yaptık" (Zubrvt, 3), "İçinde Kur'ân'ın indirilmiş olduğu Ramazan ayı" {Bakara, 185) ve "Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru olan yola iletir" (isrâ. 9) buyurmuştur.

Bu hususta müfessirlerin iki görüşü vardır.

Birincisi; İbn Abbas{r.a.)'ın görüşüdür, Buna göre, ve keli­melerinin aynı manaya gelmesi gibi "Kur'ân" ve "Kıraat" kelimeleri de aynı ma­naya gelir Bunun delili, şu ayettir:" "Biz onu okuduğumuzda, onun Kur'ân'ma uy" (Kıyamet, 18) yani "okunuşuna", yani "onu sana okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy" demektir

İkincisi, Katade'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, "Kur'ân" lâfzı, suyu bir havuz­da topladığın zaman" demenden bir masdardır

Süfyan b. Uyeyne ise: "Kur'ân, harflerinin bir araya gelmesinden kelimeleri­nin; kelimelerinin bir araya gelmesinden ayetlerinin; ayetlerinin bir araya gelme­sinden sûrelerin ve sûrelerinin de bir araya gelmesinden kendisinin meydana gel­mesinden; sonra da evvelkilerin ve sonrakilerin ilminin Kur'ân'da toplamış olma­sından dolayı, "Kur'ân" diye isimlendirilmiştir." Netice olarak diyebiliriz ki "Kur'ân" lafzının iştikakı ya tilâvet (okumak) veyahutta toplama manasına olan cemiyyet manası ndandır. [14]

 

3) Furkân

 

Cenâb-ı Hakk, "     "Kuluna Furkân'ı indiren (Allah) ne yücedir" {Furkân,  1) ve "O, insanlara yol gösterici ve Furkân olmak (hak ile batılı ayırıcı olmak) üzere gön­derilmiş açıklamalardır" (Bakara. 185) buyurmuştur.

Müfessirler, Furkân kelimesinin tefsirinde ihtiiâf etmişlerdir. Buna göre, "Kur'ân-ı Kerim'in inişi yirmi küsur senede olmak üzere parça parça olduğundan, o "Furkân" diye isimlendirilmiş" denilmiştir, Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetidir:

"İnsanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça İndirdiğimiz Kur'ân. Biz onu ted­ricen indirdik" (isrâ, i06).Halbuki diğer kitaplar, toptan {bir defada) indirilmiştir. Biz bunun hikmetini, Furkân Şûresi'ndeki:

"İnkâr edenler dediler ki: Kur'ân ona toptan indirilmeli değil miydi?" Biz, onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için, işte böylece (parça parça) indiriyoruz" (Furkân, 32) ayetinin tefsirinde zikrettik. Yine, Kur'ân, hak ile batılı; helâl ile haramı; müc­mel ile mübeyyeni ve muhkem ile müevveli ayırdığı için "Furkân" olarak isimlen­dirilmiştir.

Bir görüşe göre de, Furkân, "Kurtulmak" manasına gelmektedir. Bu İkrime ve Suddî'nin görüşüdür Şöyle ki insanlar sapıklıkların karanlıklarında idiler de Kur’ân ile kurtuluşa erdiler. Nitekim müfessirler, Cenâb-ı Allah'ın:

"Hani biz Musa'ya Kitab'ı ve Furkân'ı vermiştik,umulur ki hidayete erersiniz (diye)." (Bakara. 53) ayetini bu manaya hamletm işlerdir. [15]

 

4) Zikr, Tezkire, Zikra         Başa Dön

 

"Zikr" ismi hususunda, Allah "Bu indirdiğimiz mübarek  bir zikirdir" (Enbiyâ.50)

"Muhakkak ki biz zikri indirdik" (Hıcr 9) "Muhakkak ki O, senin için ve  kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44).

"Zikr"in manası hususunda iki görüş vardır:

a-) Kur'ân, kendisi ile kullarına öğüt verip, emir ve tekliflerini kendilerine öğret­miş olduğu, Allah'dan gelen bir zikirdir.

b-) Kur'ân, kendisine iman eden bir kimse için bir nâm, şeref ve övünme kay­nağı, aynı zamanda da Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ümmeti için bir şereftir

"Tezkira" ismine gelince, Cenâb-ı Hakk, "O muttakfier için bir öğüt (ve hatırlatmadır" (Hakka, 48) buyurmuştur.

"Zikrâ" ismine gelince, bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Hatırlat. Muhakkak ki hatırlatma müminlere fayda verir" (Zâriyat. 55). [16]

 

5) Tenzil

 

"Muhakkak, ki   (Kur'ân), Cibrîi-i Eminin indirmiş olduğu, âlemlerin Rabbinin bir tenzili (indirmesidir." (Şuarâ. 192-193) [17]

 

6) Hadis

 

"Allah, en güzel hadisi (sözü) bir kitab olarak indirdi" (Zümer, 22).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı bu ayette "Hadis" diye isimlendirdi. Çünkü, Kur'ân'ın sa­na ulaşması bir söz (hadis)'dir. Ve yine Cenâb-ı Hakk.

Kur'ân'ı. konuşulan şeye (yani söze) benzetmiştir. Zira Allah, onunla mükelleflere hitabetmiştir. [18]

 

7) Mev'iza

 

"Ey insanlar, muhakkak ki Rabbinizden size bir mev'İza (bir va'z-u nasihat)gelmiştir" (Yûnus, 57).

Kur'ân, gerçekte bir nasihattir. Çünkü konuşan Al­lah, onu alan Cebrail (a.s.), imlâ eden de Hz. Muhammed (s.a.s.)dir. O halde. onunla nasıl va'z-u nasihat yapılmaz? [19]

 

8) Hüküm, Hikmet, Hakim, Muhkem         Başa Dön

 

 

Hüküm ismine dair, Allah şöyle buyurmuştur: İşte böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak İndirdik" (Rad, 37). "Hikmet" ismi hususunda  "Yerine ulaşan hikmet" (Kamer 5) ve "Evinizde okunan, Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayınız" (Ahzab, 34) buyurmuştur.

"Hakîm" ismine gelince, Allah, "Yasın, Hakim (hikmetli) Kur1 âna yemin olsun ki"(Yâsîn. 1) buyurmuştur

"Muhkem" ismi hakkında ise Bu, ayetleri muhkem kılınmış (sapa­sağlam olan) bir kitabdır" (Hûd, 1) buyurmuştur.

Âlimler, bu kelimelerdeki hikmetin manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Halil, "hikmet" kelimesinin sağlam yapma ve ilzamı (susturup kabule zorlamak) mana­larından alındığını söylemiştir. Müerriç ise, bunun (hakeme, gemin, hayvanın damaklarını tutup itaate zorlayan kısmı) ifadesinden alındığını söylemiştir. Çünkü gem, hayvanı zapteder Hikmet de, bunun gibi, insanı akılsızlıktan meneder.

Cenâb-ı Allah şöyle  buyurmuştur: [20]

 

9) Şifa

 

 "Biz Kur'ân'dan- mûminlere bir şifa ve rahmet olan (ayetler) indiriyoruz "{İsrâ. 82) ve "Kalplerde olan (derdlere) bir şifa" {Yûnus, 57).

"Şifa" kelimesinin manası hakkında iki görüş vardır:

a-) Kur'ân, hastalıklara bir şifadır.

b-) O, küfür hastalığına bir şifadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, küfür ve şüpheyi has­talık olarak isimlendirmiş ve "(O münafıkların) kalblerinde bir has­talık vardır." (Bakara. 10) buyurmuştur"kalbteki bütün şüpheler de Kur'ân ile yok olmaktadır. Bundan dolayı onun, "Şifa" diye isimlendirilmesi uygundur. [21]

 

10) Hüdâ, Hâdi (Hidayete Götüren)

 

"Hüdâ" ismi hakkında, Allah Teâlâ: "Muttakîler  için   bir  hidayet   vesilesidir"' (Bakara,  2).

"İnsanlar için bir hidayet olmak üzere " (Bakara '185) ve "Gönüllerde olan (hastalıklara) bir şifa, müminler ıçm bir rah­met ve hidayet rehberi..." (Yûnus, 57) buyurmuştur.

"Hâdî" ismine gelince, Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki bu Kur'ân en doğru olan yola götürür" (İsrâ. 9).Cinler de: "Muhakkak ki biz, doğruya hidayet eden, hayranlık uyandıran bir Kur'ân dinledik" (Cin, 1-2) demişlerdir. [22]

 

11) Sırât-ı Müstakim

 

İbn Abbas, tefsirinde Sırât-ı Müstakîm'in "Kur'ân" ma­nasına olduğunu söylemiş ve "Bu benim sırât-ı müstakîm'im (dosdoğru olan yolum)' dur. O halde ona uyunuz" (Enam, 153) ayetini okumuştur. [23]

 

12) Habl (ip)

 

Hakk Teâlâ "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı sanlınız." (Âı-ı Imrân, 103) buyurmuştur. Tefsirde, hablullâh'ın (Allah'ın ipinin), Kur'ân olduğu zikredilmektedir. Kur'ân bu ayette, "habl" olarak isimlen­dirilmiştir. Çünkü dini hususunda Kur'ân'a sarılan kimse, tıpkı bir ipe tutunan kim­senin boğulup ölmekten kurtulması gibi, O'nunla ahiret azabından ve dünya aza­bından kurtulmaktadır.

Bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s.) Kur'ân'ı "ismet" (korunma, kurtulma ve­silesi) diye isimlendirerek şöyle buyurmuştur:

"Bu Kur'ân, kendisine tutunan için bir ismet (koruyan, kurtulma vesiIesidir[24] Çünkü O Kur'ân, insanları günah işlemekten korur. [25]

 

13) Rahmet

 

Kur'ân'dan, müminlere şifa ve rahmet olan (ayetleri) indiririz" (isrâ, 82) Bilgisiz­liklerden ve sapıklıklardan kurtarmadan daha büyük rahmet olabilir mi? [26]

 

14) Rûh

 

Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "İşte öylece biz sana, emrimiz­den   bir  ruhu  (Kur'ân'ı)  vahyettik."  (Şûra,  52)  ve "Allah melekleri, emrinden olan bir rûh ile indirir" (Nahi, 2).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı "rûh" diye isimlendirmiştir. Çünkü Kur'ân, ruhların hayat vesilesidir. Bir başka yerde O,Cibril'i de "rûh" diye isimlendirmiş Biz ona ruhumuzu (Cibril'i) yolladık" (Meryem 17) buyurmuş; bir başka yerde de, Hz. İsâ (a.s.)'yı "rûh" diye isimlendirmiştir: "O kelimeyi Meryem'e ilkâ etti. O, Allah'dan bir rûhdur" (Nisa, 171) [27]

 

15) Kasas (Kıssalar)         Başa Dön

 

 "Biz sana, kıssaların en güzelini anlatıyoruz" (Yûsuf, 3).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı kıssa di­ye isimlendirdi, çünkü Kur'ân'a uymak gerekir. Nitekim, kardeşine, onu uzaktan takip et!" (Kasas, 11) yani, "peşinden git" buyurulmustur. Veya Kur'ân, Muhakkak ki bu Kur'ân, gerçek bir kasas'dır" (âl-i imrân. 62) ayetinin de gösterdiği gi­bi, geçmiş kavimlerin kıssalarını da sergilediği için, "Kasas" diye isimlendirilmiştir. [28]

 

16) Beyan, Tibyan, Mubîn

 

"Beyan" ismi hakkında,  "Bu, insanlar için bir beyandır" (Âli İmrân. 138}

Tıbyân lsmi hakkında "Biz sana, her şeyi açıklayıcı olmak üzere Kitabı indirdik" (Nahi, 89)

"Mübîn" ismi hakkında da, "Bunlar, apaçık bir Kitab'ın ayet­leridir." (Yûsuf, 1) buyurulmuştur. [29]

 

17) Besâir

 

"Bu, Rabbinizden gelen basâirdir" (Araf. 203). yani Kur'ân kendisiyle Hakkın görüldüğü gözlerdir. Burada Kur'ân, kurtuluş yolunu gören göze benzetilmiştir. [30]

 

18) Fasl

 

batılın arasını ayıran bir sözdür; Ö, manasız bir söz değildir." (Târik. 13-14)

Bu "fas" kelimesinin manası hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir Manasının hükmetmek olduğu söylenmiş­tir, çünkü Cenâb-ı Allah insanlar arasında, O'nunla gerçek bir şekilde hükmeder.

Bazıları da, bunun manasının, "kıyamet günü insanların arasını ayırıp, bir gu­rubu cennete iletip, bir gurubu da cehenneme süren" demek olduğunu söyle­mişlerdir Kim dünyada Kur'ân'ı kendisine imam edinirse, Kur'ân onu cennete gö­türür. Kur'ân'ı arkasına atanı da, O cehenneme sürer. [31]

 

19) Nücûm

 

"Hayır hayır öyle değil! Yıldızların kaydıkları yerlere yemin ederim ki.. (Vakıa, 75) ve

"İndiği dem Kur'ân'a yemin olsun ki.."

(Necm.1) buyurulmuştur. Kur'ân parça parça (necm necm) indiği için, bu isimle isimlendirilmiştir. [32]

 

20) Mesânî (Tekrarlanan)         Başa Dön

 

"Rabterine   derin saygı göstermekte olanların derilerinin kendisinden ürperdiği tekrarlanan (mesânî) ayetler" (Zümer, 23). Kur'ân'a "mesânî" denildi, çünkü O'nda kıssalar ve haberler tekrar edilmektedir. [33]

 

21) Ni'met

 

nimetine gelince, onu anlat" (Duhâ, il)ayetindeki "nimet" hakkında, İbn Abbas (r.a.) O'nun Kur'ân olduğunu söylemiştir. [34]

 

22) Burhan

 

Muhakkak ki, size tıbbinizden bir burhan gelmiştir." (Nısâ. 174) Kur'ân nasıl burhan olmaz. Çünkü, fasîh kimseler O'nun bir benzerini söyle­mekten âciz kalmışlardır. [35]

 

23) Beşir, Nezir

 

Bu isimlerde Kur'ân ile peygamberler arasında bir or­taklık, iştirak sozkonusudur. Cenâb-ı Allah, peygamber­lerin vasıfları olarak "Müjdeleyiciier ve uyarıcılar" (Nısâ 165): Hz. Muhammed'in vasfı olarak: "Muhakkak ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uya­na olarak yolladık" (Fetih 8). Kur'ân'ın sıfatı olarak da, Fussilet Sûresinde 'Bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak... Ama, insanların çoğu ondan yüz çevirdiler" (Fussilet 4). yani "O Kur'ân, kendisine itaat edeni cennetle müjde­ler, isyan edeni de cehennemle korkutur" buyurmuştur. Buradan itibaren Cenâb-ı Allah ile Kur'ân arasında ortak olan isimleri zikredeceğiz. [36]

 

Kur’an’ın Esmâ-i Hüsnâ İle Müşterek Olan İsimleri

 

24) Kayyim

 

"Kötü bir akıbetle korkutmak için, dosdoe-ru bir (kitab olarak)" (Kehf. 2) buyurulmuştur. Din de, ay­nı şekilde dosdoğrudur. "Bu, dosdoğru olan dindir" (Tevbe, 36) Cenâb-ı AÜah "da, "kayyûm'dur. "Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, hayydir, kayyûmdur" (Ba­kara. 255) Cenâb-ı Hakk, beyân ve ifade hususunda Kendi zatıyla kaim olduğu için, "kayyûm" olarak isimlendirilmiştir. [37]

 

25) Muhemin

 

"Sana, kendisinden önceki kitabları doğrulayıcı ve onlara karşı bir şahid olmak üzere, hak olarak Kitabı indirdik." (Maide. 48) "Müheymtn" ismi "emîn" lâfzından alınmıştır.

Kur'ân, O'na yapışan dünya ve ahiret zararlarından emin olacağı için, bu isimle isimlendirilmiştir. "Müheymin" olan Allahu Teâlâ. "'Müheymin" olan Kur'ân'ı, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkatına karşı Allah'ın eminleri olan ümmet-i Muhammed için emîn peygambere  göndermiştir. Nitekim:

Cenâb-ı Allah "İnsanlara karşı şahitler olası­nız diye, işte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık." {Bakara. 143) buyurmuştur. [38]

 

26) Hâdî

 

"Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru yollara ileticidir" (isrâ. 9) ve "Doğruya iletir" (Cin. 2) Cenâb-ı Allah da, hâdî'dir. Çünkü bir ha­berde, Allah hakkında, "o, nur vehâdîdir" denilmiştir. [39]

 

27) Nur

 

"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur. 35).Kur'ân hakkında da, "Ve, O'nunla beraber indirilen nura tâbi oldular"(Arıt, 157), yani, "Kurana tâbi oldular" buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, Mu­hakkak ki, Allah'dan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir" (Maıde. 15) ayetinde nur diye isimlendirilmiştir Yani, nur Hz. Muhammed'dir. Hz. Peygamberin dini de nur olarak isimlendirilmiştir: "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndür­mek istiyorlar" (Saff. 8) Hz Peygamber tn açıklaması da, nur diye isimlendirilmiş­tir: "Allah'ın, göğsünde İslâm için bir inşirah ve­rip de artık Rabbinden olan oir nur üzere olan kimse" (Zumer 22).Tevrat da, nur diye adlandırılmıştır "Muhakkak ki biz, Tevrat'ı inzal ettik. Onda bir hidayet rehberi ve bir nur bulunmaktadır" (Maıde. 44} İncil de, nur diye isimlendirilmiştir. "Biz ona, içinde bir hidayet ve bir nur olan, İncil'i verdik" (Maide, 46), Ve, iman da nur olarak adlandırılmıştır. "kurları onların önünde koşar" (Hadîd. 12). [40]

 

28) Hakk         Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakkın isimleri hakkında, (Peygamberler yol- layan, her şeye şahid ve Hakk olan) isimleri varid ol- muştur. Kuran da, hakdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Muhakkak ki O Kur'ân, yakın olan bir hakdır" (Hakka, 51) buyurmuştur. Allah Kur'ân'ı Hakk diye adlandırdı. Çünkü Hakk, bâtılın zıddıdır. O halde, Hakk batılı siler süpürür. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Daha doğrusu Biz, hakkı bâtılın üzerine atarız da, hak onun beynini paramparça eder. Bir de bakarsın ki, bâtıl kaybolup gitmiş " (Enbiyâ. 18). yani o, silinip gitmiştir. [41]

 

29) Aziz

 

"Muhakkak ki Rabbindir, azîz ve ra- htm olan" (Şuarâ. 104). Kur'ân'ın sıfatı hakkında da, "Aziz" ismidir                   "Muhakkak ki bu Kur 'ân, azîz bir kitabdır." (Fussiiet, 41) buyurmuştur. Peygamber de azizdir. Zi­ra Cenâb-ı Hakk, "Andolsun ki, size, içinizden Al-lah nezdinde kadri yüce bir peygamber gelmiştir." (Tevbe. 128) buyurmuştur. Üm­meti de, azîzdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "İzzet ve şeref ancak Al­lah'a, O'nun Resulüne ve müminlere aittir." (Münafikûn, 8) buyurmuştur. Azîz bir ki­tabı, azîz bir ümmet için, azîz bir peygambere Azîz olan Rab indirmiştir

"Azîz"in iki manası vardır

1) Kahir, yani hükümran, güçlü... Kur'ân da böyledir. Çünkü o, düşmanlarını yenmiş ve kendisine muaraza etmek isteyenlere de karşı koymuştur.

2) Eşi ve benzerinin bulunmamasıdır. [42]

 

30) Kerîm

 

"O, kerîm bir Kur'ân'dır. O, muhafaza edilen bir kitabtadır" {Vakıa, 77 78).Cenâb-ı Hakk yedi şeyi kerîm olarak isimlendirmiş, onlara kerîm adını vermiştir.   "Kerîm olan Rabbin hakkında seni aldatan ne oldu?" (infiiâr, 6) Çünkü, Cenâb-ı Hakk'dan daha cömert olan bir başkası yoktur Kur'ân'ı da Kerîm ismiyle adlandırdı. Çünkü ilim ve hüküm husu­sunda Kur'ân'dan istifade edildiği kadar, hiç bir kitabtan istifade edilmez.

Hz. Musa'yı da Kerîm diye isimlendirerek, "Ve onlara, kerîm bir peygamber geldi" {Duhân, 17) buyurdu. Cenâb-ı Allah, amellerin mükâfatanı da kerîm olarak isimlendirdi. "Ve onu, bir bağış ve ke-rîm olan bir ecir ile müjdele" (Yâsîn. 11).

Cenâb-ı Hakk Arş'ına da kerîm demiştir. "O, Allahdır. O-' ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O, kerîm Arşın Rabbidir" (Nemi, 26) Çünkü Arş, rahmetin iniş yeridir

Allah, Cebraîl'i de, "Muhakkak ki o, kerîm olan bir elçinin sö­züdür." (Tekvîr, 19) diyerek kerîm diye isimlendirmiştir. Buradaki kerîm, azîz anla­mındadır.

Cenâb-ı Allah, Süleyman (a.s.)'ın mektubunu da kerîm diye isimlendirmiş, "Muhakkak ki bana, kerîm bir kitab bırakıldı" (Nemi, 29).

O halde, bu, kerîm olan Rabbin, kerîm olan melek ile, kerîm olan bir ümmet için, kerîm olan bir peygambere indirdiği bir kitaptır. Eğer bu ümmet, o kitaba sarılırlarsa. kerîm bir mükâfata nail olmuş olurlar. [43]

 

31) Azîm         Başa Dön

 

"Andolsun ki Biz sana, tekrarlanan yedi ayet ile Kurân-ı Azîm'i verdik." (Hıcr 87)

Cenab-ı Hakk, kendisini Azım diye isimlendirerek, "O, yücedir, azimdir" (Bakara, 255)

Arştnı azîm diye isimlendirerek, "O, azîm olan Arşın Rabbidir" (Tevbe, 129)

Kitabını azîm diye isimlendirerek, "Ve, azîm olan Kur'ân'ı(verdik)" (Hicr. 87).

Kıyameti azîm diye isimlendirerek, "Büyük bir günde (di-riltileceklerdir). O günde, insanlar âlemlerin Rabbinin huzuruna dikilir" (Mutaffifîn, 5-6).

Zelzeleyi azîm diye isimlendirerek, "Muhakkak ki, kıya­met saatinin sarsması, büyük bir şeydir" (Hacc, 1).

Peygamberin ahlâkını da azîm diye isimlendirerek, "Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzerindesin " (Nûn, 4),

İlmi de, azîm diye isimlendirerek, Allahın sana olan lütfü büyüktür" (Nisa. 112).

Kadınların tuzağını da azîm diye isimlendirerek, "Muhakkak ki, sizin tuzağınız büyüktür" (Yûsuf. 28)

Firavun'un sihirbazlarının sihrini de azîm diye isimlendirerek, "Onlar büyük bir sihir yaptılar" (Araf, 116)

Sevabın bizzat kendisini de azîm diye isimlendirerek,

"Onlar gibi iman edip sâlih amel yapanlara Allah, bir mağfiret ve büyük bir ecir vadetmiştir." (Fetih. 29) ve münafıkların göreceği azabı da azîm diye isimlendire­rek, "Onlara büyük bir azab vardır" (Bakara, 7) buyurmuştur. [44]

 

32) Mübarek

 

"Bu mübarek bir zikirdir," (Enbiyâ 50) Cenâb-ı Hakk birçok şeyi bu isimle isimlendirdi. Meselâ Hz. Musa ile mukalemede bulunduğu yere

"mübarek" adını verdi. ''Mübarek vadîde, ağaçtan.." (Kasas, 30) Yine, sağladığı yararlar çok olduğu için zeytin ağa­cını da, "mübarek" diye isimlendirerek, "Mübarek bir zey­tin ağacından yakılır" (Nûr, 35).

Hz. İsâ'y da "mübarek" diye isimlendirerek, "Ve beni mübarek kıldı" (Meryem. 31).

Yağmuru da "mübarek diye isimlendirerek, "Ve gökten, mü­barek bir yağmur indirdik" (Kâf. 9) "içinde bulunan faydalardan ötürü" buyurmuş­tur. Yine Cenâb-f Hakk Kadir gecesini de "mübarek" diye isimlendirerek, "Muhakkak ki biz Kur'ân'ı mübarek bir gecede indirdik." {Duhân. 3) buyurmuştur. Buna göre Kur'ân mübarek bir meleğin mübarek bir gecede, mü­barek bir ümmet için. mübarek bir peygambere indirdiği mübarek bir zikirdir. [45]

 

“Elif, Lam, Mim” İle “Zâlike’l-kitabu” Kısmının Münasebeti

 

Cenâb-ı Hakk'ın sözünün sözü ile ilgisini açıklama hususundadır. Keşşaf sahibi şöyle demistir: '"Eğer sûrenin ismi kabul edersen, bu kısmının münasebeti durumda terkıbte birkaç vecih söz konusu olur.

Birinci vecih: in birinci mübteda, lâfzının

ikinci mübteda. "lâfzının da ikinci mübtedânın haberi, ikinci mübtedâ-nın da haberiyle beraber birinci mübtedânın haberi olması... Buna göre, " cümlesinin manası,"Bu, en mükemmel kitabtır." olur. Buna gö­re sanki O'nun dışında kalan kitabtar, O'nun karşısında noksandırlar ve bir kitab olmaya hak kazanan sadece odur. Meselâ senin, (erkek... odur) de­men de bunun gibidir. Bunun manası, erkeklerde bulunan güzel hususiyetleri kendisinde bulundurduğu için, "o, erkeklikte tamdır, mükemmeldir" demektir.

İkinci vecih: " lâfzının sıfat olmasıdır. Buna göre mana, "İşte O, vadedilen kitap budur."

Üçüncü vecih: lâfzının, mahzûf bir mübtedânın haberi olmasıdır. Buna göre bu. "Bu. elif lâm mimdir." demek olur. Bu tahlile göre ıfadesı de. ikinci haber olur Veya. lâfzının sıfat olması durumuna göre. den bedel olur. Bu takdirde de manası, "dili  "O da şudur" olur.

Dördüncü vecih: "in bir cümle, nun da diğer bir cümle ol­masıdır

Eğer ses makamında kabul edersen mübteda, da nın haberi olur. Buna göre mana şu olur: Bu indirilen kitab, en mükemmel bir kitabtır. mübteda. sıfat," lâfzından sonra gelen smı da haberdir. Yahutta, mahzûf bir mübtedânın ha­beridir Buna göre bu terkibin şekli şudur: Anlamı ise. "bu elif, lâm. mim harflerinden meydana gelen, şu kitabtır." Abdullah b. Mesûd, şeklinde okumuştur ki. bunun tahlili açıktır.

"Bu kitabta hiç bir şüphe yoktur." (Bakara. 2). [46]

 

“Lâ Raybe Fihi” İbaresi Hakkında         Başa Dön

 

Birinci Mesele

 

"kelimesi, şekke yakındır. Ayrıca bunda, şekde olmayan bir fazlalık vardır. Sanki de, bir sû-i zan bulunmaktadır.  Nitekim kendisi hakkında sû-i zan sahibi olduğun kimseye "Falancanın durumu beni işkillendirdi" dersin. Hz. Pevgamber'in "Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyen şeylere geç" sözü de bu manadadır. Eğer,  kelimesinin, zamanın musibetleri manasında. Arabiarın sözlerinde kullanılmakta Olduğu; Allah'ın da: O'na zamanın belâlarının gelmesini gözetliyoruz" (Tûr 30) buyurduğu ve bu kelimenin, şâirin:

"Tıhâme ve Hayber'de, kalbimizde depreşen her şeyi yaptık, sonra da kılıçla* rımızı derleyip topladık!" dediği gibi kalbte depreşen gayz ve kin sebebleri hak­kında da kullanıldığı söylenirse, biz deriz ki, bu iki mana bazan şek manasını da ifade ederler. Çünkü, zamanın korkulan belâları da, kendisinden şüphe edilen bir şey gibi, ihtimal ifade eder. Kaİbte depreşen şey de kesinleşmemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın " sözünden murad, bu kitabın, hangi şekilde olur­sa olsun, herhangi bir şüpheye mahal olmasını reddetmektir. Bunun gayesi ise, bu kitabın doğruluğunda, Allah katından olması hususunda ve bir mucize olma­sında, her hangi bir şüphenin olmadığını ifade etmektir. Eğer bu ifadeden gaye, özellikle onun mucize olmasında herhangi bir şüphenin bulunmadığını iiade et­mektir dersen, bu. Cenâb-ı Hakkın "Eğer, kulumuza in­dirdiğimizden şüphe ediyorsanız " (Bahara 23) ayetıyle de bu yorum güçlendiği için. doğruya daha yakın bir mana ifade eder. Burada birkaç sual vardır.

Birinci sual: Bazı inançsızlar bu hususta ta'nda bulunarak, şöyle demişlerdir: "Eğer Cenâb-ı Hak. bizim tarafımızdan o kitabta şüphe olmadığını kastediyorsa, biz onda şüphe ediyoruz. Eğer. kendisince bu kitabta bir şüphe olmadığım kas­tediyorsa, bunun da herhangi bir manası yoktur." Buna cevabımız şudur: Bu ifadeden maksat. Kur an-ı Kerîm açıklık ve vuzuh bakımından öyle bir dereceye varmıştır ki, O'nda her hangi bir kimsenin şüpheye düşmesi yakışık almaz. Ger­çekten durum böyledir. Çünkü Arablar, fesahatte zirveye ulaşmalarına rağmen Kur'ân'ın en kısa sûresine muâraza ve mukabele etmekten âciz kalmışlardır. Bu da, bu ilâhi hüccetin açıklık bakımından, herhangi bir akıllı kimsenin onda şüp­he etmesinin uygun olmıyacağı bir dereceye ulaştığına şehadet eder.

İkinci sual: Cenâb-ı Hakk burada, bir başka yerdeyse, "Orada bir baş ağrısı da yoktur." (Saffat. 47) buyurmuştur Bunun hikmeti nedir'7 Buna cevabımız şudur: Araplar önce ehemmı (daha önemli olanı) sonra mühimi söy­lerler Burada en mühim olan husus ise, Kur'ân'dan her türlü şüpheyi nefyetmek­tir. Şayet sen, yerine, (Onda şüphe yoktur) demiş olsay­dın, bu ifade, burada değil de bir başka yerde kendisinde şüphe bulunan bir kitabın olduğu zannını uyandırırdı. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın,"Onda sarhoşluk yoktur" (Saffât. 47) sözünde, cennet içkilerinin dünya içkilerinden üstün­lüğü kastedilmiştir. Çünkü dünya içkilerinin aktı giderdiği gibi, ahiret içkileri aklı gıdermez.

Üçüncü suâl: Cenâb-ı Hakk'ın sözü. Kur'ân hakkındaki bütün şüp­heleri gidermeye nasıl delâlet ediyor? Buna şu şekilde cevap veririz: Ebu'ş-Şa'sâi, bu ayeti ref ile şeklinde okumuştur. Bil ki bu meşhur kıraat, tamamıy­la şüphenin Kur'ân'dan kaldırılmasını icâb ettirir. Bunun deliîi ise şudur: sözü. reybın mahiyetini nefyeder Mahiyeti nefy ise. mahiyetin fertlerinin herbiri-nin nefymi gerektirir. Çünkü mahiyetin fertlerinden bir fert bulunacak olsa, mahi­yetin kendisi de bulunmuş olur. Bu da mahiyetin nefyine ters düşer İşte bu ince­likten dolayı, sözümüz, Allah'tan başka bütün ilâhları nefyeder. sözümüze gelince, bu (Onda şüphe vardır) sözümüzün zıddıdır ki bu söz, mahiyetin bir ferdinin varlığını ifade eder ise, bu ıkı ifade arasındaki zıtlığın gerçekleşmesi için. mahiyetin fertlerinin tamamının yok­luğunu gerektirir. [47]

 

İkinci Mesele

 

Bu ayette, üzerinde vakfetmek meşhurdur Kıraat imamları Nâfî ve Âsım'dan, üzerinde vakfettikleri rivayet edilmiştir. üzerinde vakıf yapan kimsenin, cümle için bir haber takdir etmesi gerekir. Bunun bir benzeri de, Arap­ların (Zararı yok) ve (mahzuru yok) demeleridir Bu ikincisini Hi­caz ahalisi çok kullanır. Buna göre ayetin takdiri: " Onda şüp­he yoktur Onda hidayet vardır" şeklinde olur. Bil ki birinci kıraat daha evlâdır Çünkü buna göre, Kur'ân'ın bizzat kendisi hidayet olur. İkinci kıraata göre ise ya­ni üzerinde vakıf yapan kıraate göre ise kitabın bizzat kendisi hidayet ol­mayıp, "onda hidayet bulunduğu" manası meydana çıkar. Birincisi daha evlâdır. Çünkü, Kur'ân'da, Kur'ân'ın bir nur ve hidayet olduğu tekrar edilmiştir. En iyi Al­lah bilir.

(O Kur'ân) Muttakîler İçin hidayetin tâa kendisidir" (Bakara. 2). Burada birçok mesele vardır. [48]

 

"Hidayet"in Hakikati         Başa Dön

 

Hidayet; yol göstermekten (delillik yapmaktan) ıbarettir. Keşşaf sahibi ise, "Hidayet, arzulanan şeye bizzat

götürüp ulaştıran rehberliktir" demiştir. Başkaları da, "Hidayet, hidayete ermek ve ilim manasınadır" demiş­ler Birinci sözün doğruluğuna, ikinci ve üçüncü sözlerin yanlışlığına şu delâlet eder: Şayet, "hidayefin, bu ismi almasında, "arzulanan şeye bizzat götürüp ulaştıran" şey olmasına itibar edilseydi, hidayete erme olmadığında hidayetin bu­lunması imkânsız olurdu. Çünkü hidayete erme olmadığı zaman, delâletin hida­yete ulaştırıcı olması muhaldir, fakat Cenâb-ı i iakk'ın:

"Semûd'a gelince. Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar körlüğü hidaye­te tercih ettiler" (Fussıiet. 17) ayetinin de gösterdiği gibi imkânsız değildir. Cenâb-ı Allah bu ayette hidayete erme olmadığı halde, hidayetin varlığından bahsetmiş­tir. Bir de Arapça'da "Ona yolu gösterdim ama o hidayete ermedi (doğru yolu bulmadı)" denilebilmektedir. Bu da bizim görüşümüzün doğruluğu­nu gösterir. Keşşaf sahibi (Zemahşerî), üç şeyi delil getirmiştir.

Birincisi: Delâletin hidayet karşılığında kullanılmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "hte bunlar, hidayete karşılık delâleti (sapıklığı) sa­tın alan kimselerdir" (Bakara. 16) ve "Mutlak bir hidayet üzerinde yahut apaçık bir delâlette(yiz)" (Sebe 24) buyurmuştur

İkincisi: Övgü makamında, "hidayete ermiş" manasına denilir. Şayet, arzulanan şeye ulaştıran rehberlik (kılavuzluk) hidayetin şartı olmasaydı, o insa­nın, hidayete ermiş olmakla nitelenmesi bîr övgü olmazdı. Çünkü o insana yol gösterilmiş olduğu   halde onun hidayeti bulamaması da muhtemeldi.

Üçüncüsü: {Hidayete erdi) fiili, (hidayete erdirdi) fiilinin muta-raat ifade eden (dönüşlü fiil) sîgasıdır. "Onu kırdım, o da kırıldı." "Onu kestim, oda kesildi" denildiği gibi, "Onahida­yet ettim, o da hidayete erdi" denilir Kırılmak ve kesilmek, kırmak ve kesmek fiillerinin mahiyetlerinden ayrılmadıkları gibi, hidayete ermenin de hidayetin ma­hiyetinden olması gerekir.

Birinci delilin cevabı şudur: Hidayet ile hidayete erme arasındaki fark açıkça görülmektedir Buna göre hidayet, saptırmanın.; hidayete ermek ise sapmanın zıd-dıdır. Bu sebeble hidayeti sapmanın zıddı olarak görmek imkânsızdır.

İkinci delilin cevabı şudur: Hidayetten istifade eden kimseye, "hidayete ermiş" denilir. Hidayetten istifade etmeyen kimseye "hidayete ermiş" denilmez. Bir de gayeye ulaştırmayan vasıta (vesile) yok hükmündedir. Üçüncü delile cevap şu­dur: Emre uymak, emretmek fiilinin mutavaatı (dönüşlü) sîgasıdır. Meselâ, "Ona emrettim, o da emre uydu" denilir. Bundan, emre uymanın, emredenin âmir olmasının şartlarından biri olması gerekmez. Aynı şekilde, onun hidayet edici olması, hidayete götürmesini gerektirmez. Keşşaf sahibinin bu iddi­ası, Arabların , "Ona yolu gösterdim ama o hidayete ermedi" ifa­desi ile çatışır. Cenâb-ı Allah'ın, Kur'ân'ı "Hidayet" olarak tavsif etmiş olması, "Hi­dayet, sadece ilimdir" diyen kimsenin sözünün yanlışlığını gösterir. Şüphesiz ki Kur'ân sadece ilim değildir. O halde, netice olarak diyebiliriz ki, "Hidayet sadece rehberliktir, yol göstermedir Yoksa, hidayete erme ve ilim değildir." [49]

 

"Muttaki" Kimdir?

 

" Arapça'da, Arapların ""O, onu korudu, o da korundu" sözünden alınmış bir ismi faildir. Bunun masdarı olan "Vikaye", son derece korunmak (sakınmak) manasınadır. Bunu iyice kavradıysa şimdi deriz ki: Cenâb-ı Allah burada övgü olarak "muttakî"yi zikretmiştir. Böyle olan bir kimsenin dünya işlerinde ve bilhassa din ile ilgili hususlarda muttakî ol­ması evlâdır. Bu da, o kimsenin ibadetleri yapması ve yasaklardan kaçınması ile olur. Alimler, küçük günahlardan kaçınmanın takvaya dahil olup olmadığında ih­tilâf etmişlerdir: Bir kısmı, küçük günahların ilâhî tehdide konu oldukları gibi, tak­vaya da dahil olduklarını söylerler Bir kısmı ise, dahil olmadıklarını söylerler. Bü­yük küçük bütün günahlardan tevbe etmenin farz olduğu hususunda bir ihtilâf yoktur. Anlaşmazlık sadece, "kişi" küçük günahlardan korunmazsa, muttakî is­mine mustehak olur mu olmaz mı?" hususundadır Hz. Peygamber (s.a.s.)in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Kul. mahzurlu şeylerden kaçınmak için, mahzurlu olmayan şeyleri de terket-medikçe muttakîler derecesine ulaşamaz."[50]. İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Muttakîler. arzularının meylettiği şeyi terketme hususunda, Al­lah'ın azabından sakınan ve Cenâb-ı Allah'tan gelen şeyi tasdik ederek de rah­meti ilâhîyeyi uman kimselerdir"[51]

 

Takvanın Manaları         Başa Dön

 

Takva "haşyet" vtazim ve saygıdan ilen gelen korkma) manasınadır Nitekim Allah Teâlâ, Nısâ Sûresinin başında                          'Ey insanlar. Rabbİnizden İttikâ edin (korkun)" (Nısâ i) buyurmuştur.

Hac Sûresı'nin başında da buna benzer bir ayet vardır. Şuarâ Sûresi'nde de "Hani, kardeşleri Nûh onlara, "ittikâ etmez misiniz

 "Hani, kardeşleri Nûh onlara, "ittikâ etmez misiniz?" yani "Al­lah'ı saymaz, Ondan korkmaz mısınız?" demişti" (Şuarâ. 106) buyurmuştur Aynı sözü Hûd, Sâlıh, Lût ve Şu'ayb (a.s.) kavimlerine söylemişlerdir. Ankebut Sûresi'nde de Hz. İbrahim (a.s), kavmine, "Allah'a ibadet edip ve Allah'tan korkun " (Ankebût. 16) demiştir Yine Cenâb-ı Allah, Cenâb-ı Allah1 tan, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun" (Ali tmran. 102). 'Azıklanın, çünkü azıkların en hayırlısı takvadır." ve "Hiçbir kimsenin başkasına hiç bir fayda vere­meyeceği günden 'korkunuz " (Bakara, 48) buyurmuştur.

Takvanın gerçeği, her ne kadar zikrettiğimiz şeylerse de. o, Kur'ân'da aslî ma­nası bazan iman, bazan tevbe, bazan taat, bazan günahı terk ve bazan de ihlâs olmak şeklinde yer almıştır. İman manasında olmak üzere. Cenâb-ı Allah. "Allah onlara takva kelimesini yani tevhidi, gerekli kıldı" (Fetih,26) İşte onlar, Allah'ın, kalblerini takva için imtihan ettiği kimselerdir" (Hucurât. 3): Şuarâ Sûresinde "Firavunun kavmine (gel): Onlar ittîkâ etmezler mi?" (Şuarâ. 11) yani "iman etmezler mı?" buyurmuştur. Tev­be anlamında ise, Hakk Teâlâ, "Şayet beldeler halkı iman edip ittikâ etselerdi..." (ATâf. 96) yani "tevbe etselerdi" buyurmuştur. Taat anlamın­da da, Hak Teâlâ, Nahl Sûresi'nde "Benden başka ilâh ol­madığını duyurasınız."diye... Öyleyse Beni sayıp itaat ediniz." (Nahl. 2) ve yine ay­nı sûrede "Allah'dan başkasından mı ittikâ edersiniz?" (Nahi, 52); Müminûn Sûresi'nde "Ben. sizin Rabbinizim, öyleyse Beni sayıp itaat ediniz" (Mü'mmûn. 52) buyurmuştur. Günahı terketmek manasında ise, "Evlere kapılarından girin. Allah'dan ittikâ edin " (Bakara, 189). Yanı, "Allah'a karşı günah işlemeyiniz" buyurulrnuştur İhlas manasındakı ittikaya gelince. Cenâb-ı Allah. Hac Sûresinde "Bu- kalblerin takvasındandır" (Hacc. 32) Yanı kalblerin ihlâsındandır, ve aynı manada "Ben'den ittikâ edin, (yani Bana karşı ihlaslı olunuz)" (Bakara, 41) buyurmuştur.

Bil ki takva makamı çok şerefli bir makamdır. Cenâb-ı Allah

'Hiç şüphesiz ki Allah, ittikâ edenlerle ve muhsinlerle beraberdir" (Nahl. 128) ve Allah katında en şerefliniz, en müttakî olanımzdır." (Hu­curât. 13) buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.)'ın rivayetine göreHz. Peygamber (s.a.s.): "insanların en şereflisi olmak isteyen Allah'dan ittika etsin (korksun), insanla­rın en güçlüsü olmak isteyen, Allah'a tevekkül etsin ve insanların en zengini ol­mak isteyen, kendi elindekinden daha ziyade Allah'ın kudret elinde olana güvensin"[52] buyurmuştur. [53]

 

Takva Hakkında Bazı Tarifler

 

Hz. Ali (r.a.)de; "Takva, günahlara devam etmeyi ve yaptığı ibadetlerle aldan­mayı bırakmaktır" demiştir. Hasan el-Basrî, "Takva, Allah'tan başkasını Allah'a tercih etmemen ve bütün işlerin Allah'ın kudretinde olduğunu bilmendir" demiştir.

İbrahim b. Edhem, "Takva, mahlûkatın, senin lisanında; meleklerin, senin işle­rinde ve Arş meleklerinin de senin sırrında (göniünde) bir kusur bulamamasıdır." demiştir.

Vâkıdîde "Takva, insanlara karşı dış görünüşünü süslediğin gibi, Cenâb-ı Al­lah'a karşı sırrını (içini, gönlünü) süslemendir." demiştir. "Takva, seni Mevlâ'nın yasak kıldığı bir yerde görmemesidir" diye ve "Muttaki, Hz. Muhammed Musta­fa (s.a.s.)'nın yoluna girip dünyayı arkasına atan, nefsini ihlâs ve vefaya zorlayan ha­ram ve zulmü terkeden kimsedir" diye tarifler yapılmıştır Şayet muttaki için, Cenâb-ı Hakk'ın sözünde ifade ettiği şeyden başka hiç bir fazilet bulunmasaydı bile ona yeterdi.Çünkü insanlar için bir hidayet (rehberi) olan Kur'ân'm indirildiği Ramazan ayı..." {Bakara. 185) ayetinde Kur'ân'm insanlar için bir hidayet rehberi olduğunu açıklamış, ayetinde de "O'nun muttakîler için bir hidayet rehberi olduğu1 'nu söylemiştir Böylece bu husus, muttakîlerın, bütün insanlar olduğunu göste­rir. Demek ki muttakî olmayan, âdeta insan değildir. [54]

 

Kur'ân'm Muttakîlere Hidayet Olması İle İlgili Bazı Suâller     Başa Dön

 

Birinci suâl: Bir şeyin, hidayet rehberi ve delil olması, şahıslara göre değişmez. O halde, Kur'ân-ı Kerîm ni-

çin sadece muttakîler için hidayet rehberi kılınmıştır? Ve yine muttakî olan zâten hidayete ermiştir. Hidayete

ermiş olan, ikinci defa hidayete ermez. O halde Kur­an, muttakîler için bir hidayet rehberi olamaz.

Bu soruya şöyle cevap veririz: Kurân-ı Kerîm, muttakîler için bir hidayet reh­beri: onları Yaratanın varlığına, dinine ve peygamberinin doğruluğuna götüren bir kılavuz olduğu gibi, kâfirler için de bir rehberdir. Ancak Cenâb-ı Allah, hida­yete ermiş ve Kur'ân'dan istifade etmiş kimselerin sadece onlar olduğunu beyan edin. onları övmek için "muttakîleri" zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Sen ancak o kıyametten korkanları uyarabilirsin." (Nâzıât 45) ve Sen, ancak zikre(Kur'ân'a)uyanı uyarabilirsin"(Yâsîn1ll) buyurmuş­tur Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s.) de bütün insanlara gönderilmiş bir uyarıcı (mün-zir) idi- Kur'ân-ı Kerîm ise. Peygamber'ın inzânndan istifade edenlerin ancak on­lar olduğunu beyan edip bu insanları, yani muttakîleri zikretmiştir. yi, "maksada ulaştıran rehberlik (yol gösterme)" diye tefsir edenler zaten böyle bir sual soramazlar. Çünkü Kur'ân'm maksada ulaştırıcı olması ancak muttakîler hak­kındadır.

İkinci suâl: İçinde birçok mücmel ve müteşâbih ayet bulunduğu halde, Kur-ân'ın tamamı nasıl hidayet rehberi olarak vasfedilebilır? Aklın yol göstermesi ol­masaydı, muhkem müteşâbıhden ayırdedilemezdı. Öyleyse hakikatte yol göste­ren, Kur'ân değil "aklın yol göstermesi" olurdu. Bu manada olmak üzere, İbn Ab-bas (r.a.)'ı Haricîlere elçi olarak yolladığı zaman. Hz. Ali (k.v.)'nin şöyle dediği riva­yet edilmiştir: "Onlara Kur'ân'dan delil getirme. Çünkü Kur'ân iki yönü olan bir hasımdır"[55]. Eğer Kur'ân, bir hidayet rehberi olsaydı, Hz. Ali, Kur'ân hakkında böyle söylemezdi. Ve çünkü biz, bütün İslam mezheblerıntn Kur'ân'dan deliller getirdiklerini ve Kur'ân'm, bir yandan "cebr" bir yandan da "kader" konusunu açıkça ifade eden ayetlerle dolu olduğunu görürüz. Cebr ve Kader (ihtiyar) ko­nusundaki ayetleri bağdaştırmak ancak büyük bir zorlama ile mümkün olabilir. O halde Kur'ân, nasıl bir hidayet rehberi olabilir?

Buna cevabımız şudur: Bu müteşâbih ve mücmel ayetler, aklın ya da naklin yol göstermesi ile elde edilebilecek belirli bir manadan uzak olmayınca, o za­man Kur'ân'm hepsi bir hidayet rehberi olmuş olur

Üçüncü sual: Kur'ân'm hüccet olmasının doğruluğu, kendisinin doğruluğuna dayanan şeyler hususunda Kur'ân bir hidayet rehberi olamaz. Bu durumda, Kur-ân'ın Allah'ın zatını ve sıfatlın™ tanıma ve nübüvveti bilme hususunda bir hidayet rehberi olması imkânsız olur[56]. Bu tür bilgiler ise şüphesiz, maksad ve gayele­rin en şereflisidir. Kur'ân-ı Kerîm bu konularda hidayet rehberi değilse, Cenâb-ı Allah nasıl onun mutlak manada bir hidayet rehberi olduğunu bildirmiştir?

Buna cevabımız şudur; Kur'ân'ın, her hususta hidayet rehberi olması, "hida­yet olmasının" şartından değildir. Bilakis bazı konularda onun hidayet rehberi ol­ması, bu vasfı alması için yeterlidir. Bu da Kur'ân'm, dinî hükümleri bildirmede ya da akıllarda mevcut olan (bedihı hakikatleri) güçlendirmede bir hidayet reh­beri olması ile tahakkuk eder. ayeti, '"mutlak" ifadenin "umûm" ifade etmediğine, en kuvvetli delildir. Çünkü Cenâb-ı Allah, -Kur'ân-ı Kerîm'in, Ya­ratıcının varlığını, sıfatlarını ve peygamberliği isbat hususunda bir hidayet rehbe­ri olması imkansız olduğu halde- ifadede bir kayıtlama yapmadan, mutlak bir ifa­de ile Kur'ân'ın bir hidayet rehberi olduğunu söylemiştir. O halde, mutlak ifade­nin, umûmî bir hüküm ifade etmediği ortaya çıkmaktadır.

Dördüncü sual: Hidayet rehberi, açıklama ve açık olma hususunda, başkasını beyan edecek bir dereceye ulaşan şeydir Kur'ân-ı Kerîm ise böyle değildir. Mü-fessirler, zikrettikleri her ayet hakkında birbirine uymayan birçok söz söylemekte­dirler. Durumu böyle olan bir şey, başkasını beyan etmesi şöyle dursun, kendisi­ni bile beyan edemez. O halde, O nasıl bir hidayet rehberi olur?

Deriz ki: Her kim, birbirine zıt şeyleri söyleyip onlardan birisini diğerlerine ter­cih etmeden, tefsir hususunda konuşursa, işte bu sual o kimseye yöneltilir. Bize gelince, biz bu çeşitli sözlerden birini, deliller getirerek diğer görüşlere tercih et­tik. Binaenaleyh biz bu sualin muhatabı değiliz. [57]

 

Dördüncü Mesele

 

Keşşaf sahibi (Zamahşerî) şöyle demiştir:" in, i'rab itibarı ile mahalli merfûdur. Çünkü bu, mahzûf bir mübtedânın haberidir Veya ile birlik­te nin haberidir. Veya sözü mübtedâ, kendisinden önce ge­çen " de haberdir."  in hâl olarak mensûb olması da caizdir. Bu halde âmil olan ise ismi işaret veya zarfdır Belagatça en isabetli olan izah, geniş açıklamalardan kaçınarak şöyle demektir: başlıbaşına bir cümle, ya da elifba harflerinden başlıbaşına bir guruptur. ikinci bir cümle, üçüncü bir cümle ve dördüncü bir cümledir. Atıf harfi olmaksızın bu şekilde uyumlu olarak getirilmiş olması cihetiyle, bu cümlelerin ter­tibinde, belagatın inceliklerine ve hüsnü nazmın gereklerine uyulmuştur. Bu böy­ledir, çünkü, bu cümleler birbirinin boynuna kardeş gibi sarılmışcasına getirilmiş, ikinci cümle birinci ile, üçüncüsü ikinci ile, dördüncü de üçüncü cümle ile bütün­leşmiştir. Bunun izahı şudur: Cenâb-ı Allah önce, bu Kur'ân'ın, kendisi ile mey­dan okunulan (tahaddî yapılan) bir söz olduğuna dikkat çekmiş, sonrada O'nun "kemâlin zirvesinde olmak" sıfatını aldığını söyleyerek, ona işaret etmiştir. Bu da Kur'ân-ı Kerim'in, meydan okuma cihetinin bir ifadesi olmuştur. Sonra ona en ufak bir şüphenin ulaşmasını nefyetmiş, bu da onun kemâline bir şahit olmuştur. Da­ha sonra onun, "Muttakîler için bir hidayet rehberi" olduğunu ha­ber vermiş, bununla da etrafında hiç bir şüphenin dolaşamayacağı bir gerçek olduğunu anlatmıştır. Böyle güzel bir tertible dizilmekten başka bu dört cümlenin her birinde ayrı ayrı incelikler vardır. Şöyle ki: Birinci cümlede, bir hazif ve en gü­zel şekilde maksada işaret; ikinci cümlede, harfi tarifin ifade ettiği azamet (ulu­luk); üçüncüde, "rayb" kelimesinin zarfından önce getirilmesi; dördüncüde de hazıf, masdar olan "hüdâ"nın, vasıf olan "hâdî" yerme getirilmesi ve "hüdâ"nın da nekire olarak getirilmesi bu inceliklerdir. [58]

 

"Ki o muttakîler, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine n-zik olarak verdiklerimizden infak eder (Allah yolunda harcarlar)" (Bakara. 3)

 

Bil ki bu ayet hakkında birçok mesele vardır.

 

Birinci Mesele         Başa Dön

 

Keşşaf sahibi şunu söylemiştir: ifadesi, mecrûr bir sıfat, mansûb bir medih ve mahzûf bir müb-

tedâyla merfû olmak üzere  kelimesinin sılasıdır. Mansûb bir medih olmasında takdir şudur:" "müttakîlerden. iman etmiş kimseleri kastediyorum" Merfû olması durumundaki takdir ise "muttakîler. şöyle şöyle olanlardır" şeklindedir. Veya mana bakımın­dan kelimesinden ayrı olarak, haberi," olan, mahallen mer­fû bir mübtedâdır. nın sılası (ilgi cümlesi) olduğu zaman sözü üzerinde vakfetmek güzel olur. ama bu tam bir vakf olmaz. Bu cümle den ayrı düşünüldüğünde. üzerindeki vakf, "vakf-ı tâm" olur. [59]

 

İkinci Mesele

 

Bazıları ayetinin, bu ayette bahsedilenler bizzat muttakîler olduğu için,"sözünün bir tefsiri gibi olması muhtemeldir, demişlerdir. Bu böyledir, çünkü muttaki iyilikleri işleyen ve kötülük­leri terkeden kimsedir Yapmaya gelince bu, ya kalbin fiili olur, bu da (Ki onlar iman ediyorlar) sözünün ifade ettiğidir, veya uzuvların fiili olur. Uzuvların dillerinin esası ise namaz, zekât ve sadakadır. Çünkü ibadetler, ya bedenî olur ki. bunların en üstünü namazdır, veya malî olur ki, bunun en efdaü de zekâttır. İşte bu sebepten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s) namazı, "dinin direği", zekâtı ise 'İs­lâm'ın koprüsü diye adlandırmıştır. Müttakînin kötülükleri terketmesine gelince: "Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten nehyeder" (Ankebûı 45)ayetinden dolayı, namaza dahildir. Doğruya en yakın olan. onların muttakîler olmasından dolayı, bu vasıfların " js&k "nın tefsiri olmama­sıdır. Bu böyledir, çünkü tam bir mutluluk, yakışmayan şeyleri yapmamak, yapıl­ması uygun olanları da yapmakla elde edilir. Terketmek. takvadır. Ful ise. ya kal­bin fiilidir ki, bu imandır, veya uzuvların işidir ki. bu da namaz ve zekâttır. Terk etmek olan takvayı Cenâb-ı Allah, iman, namaz ve zekât demek olan yapmadan, işlemeden önce getirdi, Çünkü kalb. gerçek inanç ve yüksek ahlâk nakışlarını kabul eden bir ayna gibidir. Levhanın ise ilk önce. üzerine güzel nakışların vurulabilmesi için, kötü nakışlardan temizlenmesi gerekir. Ahlâk hakkında söylene­cek söz de, böyledir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Allah, uygunsuz hareketleri terketmek demek olan takvayı önce zikretmiş, ondan sonra yapılması gereken şeyi söylemiştir. [60]

 

Üçüncü Mesele

 

Keşşaf sahibi, "iman" kelimesi "emn" masdanndan "if'âl" vezninden bir masdardır Daha sonra, Arablar, birisi diğerini doğruladığında, bunu ifade etmek üze­re" ^"demişlerdir. Bu sözün.yani nun ifade ettiği ise

"Onu yalanlamaktan ve muhalefet olunmaktan emin kıldı" demek"olur. Bu fiil, "ikrar etti ve itiraf etti" manalarını ihtiva ettiği için, "bâ" harfi cerriyle geçişli olur, Ebû Zeyd'in, "Arkadaş bulacağıma inanamadım" yani "güvenemedim" sözüne gelince, bu cümledeki fiilinin hakikî manası, "emîn, sükûnetti ve mutmain oldum" şeklindedir Her iki şekilde de ayeti­nin manasının "gaybın varlığını itiraf eder ve hak olduğuna emîn olurlar" şeklinde olması güzel olur. [61]

 

İmanın Mahiyeti Hakkında Çeşitli Anlayışlar         Başa Dön

 

Diyorum ki, din örfünde "iman"ın müsemması (ne olduğu) hususunda, ehl-i kıble ihtilaf etmişlerdir. Bütün bunları dört gurupta toplamak mümkündür:

Birinci gurup: Bunlar, "iman, kalblerin ve azaların fiilleri ve dil ile ikrardır" di­yenlerdir. Mutezile, Haricîler, Zeydîler ve ehl-i hadis bu görüştedir. Haricîlere ge­lince onlar, Allah'a iman etmenin, Allah'ı tanımayı ve Allah'ın, kendisine kitap ve sünnetten naklî ve aklî delil vaz ettiği her konuyu içine aldığında; ister büyük ol­sun ister küçük, yapılmasını veya yapılmamasını emrettiği şeylerin hepsinde Al­lah'a itaat etmeyi içine aldığında ittifak ederek, bütün bu şeylerin hepsinin iman olduğunu, bu hasletlerden herhaftgi birini terketmenin ise küfür olduğunu söy­lemişlerdir.

Mutezile'ye gelince, onlar sözü "bâ" harf-i cerriyle müteaddi (geçişli) olduğunda imandan maksadın, tasdik olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu sebep­ten dolayı denildiğinde, burdaki den maksat "tasdik etmek" olur Yani, "Falanca Allah'ı ve Resulünü tasdik etti." Farzları eda manası­na gelen, "iman"ın bâ harf-i cerriyle müteaddî olması mümkün değildir. Bu se-bebten ötürü, adam namaz kıldığında, oruç tuttuğunda, yani, "Fa­lanca, şunu tasdik etti." denilmez. Tam aksine, "Falanca Allah'ı tas­dik etti" denilir. Aynı şekilde"Allah için oruç tuttu ve namaz kıldı" da denilir. Buna göre bâ harf-i cerriyle müteaddî olan iman lâfzı, dilcilerin meto­duna göre carî olmuş olur. Ama iman lâfzı, bâ harf-i cerriyle müteaddî olmadan zikredildiğinde Mutezile, bu lâfzın, tasdik anlamına gelen lügavî manasından ay­rı bir manaya nakledilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir

Sonra Mutezile, iman hususunda, bir kaç bakımdan ihtilâf etmişlerdir

1-) İman, farz olsun mendûb olsun veya söz, fiil ya da itikad bakımtndan olsun, her türlü taatı ifa etmekten ibarettir Bu görüş, Vasıl ibn Atâ, Ebu Hüzeyl ve Kâdî Abdulcebbâr'ın görüşüdür.

2-) Nafileler hariç sadece farzları yapmaktan ibarettir. Bu görüş de Ebû Ali el-Cübbaî ve Ebu Hâşim'in görüşüdür.

3-) İman, hakkında itahî tehdîdin bulunduğu her şeyden kaçınmadan ibarettir. Buna göre, Allah nezdinde mümin, her türlü kebairden kaçınan kimsedir. Biz in­sanlar bakımından ise, mümin; hakkında ilahî tehdîdin bulunduğu her türlü şey­den kaçınan herkestir. Bu. Nazzâm'ın görüşüdür Nazzâm'ın arkadaşlarından, "bir kimsenin bize ve Allah'a göre mümin olmasının şartı, bütün büyük günahlardan kaçınmasıdır" diyenler de vardır.

Ehl-i hadîs ise. iki husus zikretmişlerdir.

1-) Allah'ı tanımak tam bir imandır ve asıl olan budur Bundan sonra da her taat başlı başına bir imandır. Bu taatlerden hiç biri aslolan marifete (bilmeye) da­yanmadığı müddetçe, iman olmazlar. Böylece ehl-i hadîs, bile bile inkârın ve kal­bin inkârının küfür olduğunu iddia etmişlerdir. Bundan sonra, her masiyet de başlı başına bir küfürdür Hadisciler, marifet ve ikrar bulunmadığı sürece, taata dair herhangi bir şeyi iman; kalbin inkârı ve bile bile inkâr olmadığı müddetçe, her­hangi bir günahı küfür saymadılar. Çünkü "asıl" olmadan, "fer" tahakkuk etmez. Bu, Abdullah b. Saîd b. Küllab'ın görüşüdür

2-) Onlar, imanın bütün taatların ismi olduğunu iddia edip bunların hepsinin bir imanı meydana getirdiğini; bütün farz ve nafilelerin ise, bu imanın bütünün­den olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre, farzlardan herhangi bir şeyi terkeden kimsenin, imanı noksanlasın nafile ibadetleri terk eden kimsenin ise, imanları nok-sanlaşmaz. Onlardan, imanın, nafileler hariç, farzların ismi olduğunu söyleyenler de vardır.

İkinci gurup: imanın, kalb ve dil ile birlikte olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar da, birkaç görüşe ayrılmışlardır.

1) İman. dil ile ikrar ve kalb ile bilmektir. Bu, bütün fakîhlerin ve Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Sonra bunlar da. ıkı hususta ihtilâf etmişlerdir.

a) Kalbin bilmesinin hakikatinin ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir Onlardan, bu hakikati, ister taklidi bir inanç, isterse delilden kaynaklanan bir ılım olsun, kesin bir inançtır diye açıklayanlar vardır Bu görüşü benimseyenler, taklıdî imana sa­hip olan kimsenin, müslüman olduğuna hükmeden ve çoğunluğu teşkil eden kim selerdir. Onlardan, bu hakikati, istidlalden kaynaklanan ilimle tefsir edenler de bulunmaktadır,

b) İmanın tahakkuk etmesinde muteber olan ilmin, neyi bilmek olduğu husu­sunda ihtilâf etmişlerdir.

Kelâmcılardan bir kısmı, bunun mükemmel ve tam olarak Allah'ı ve O'nun sı­fatlarını bilmek olduğunu söylemişlerdir İlim erbabının, Allah'ın sıfatları konusun­da ihtilâf çok olunca, muhakkak ki onlardan her gurup, kendisinin dışında kalan diğer gurupları "tekfîr" etmeye yönelmişlerdir.

Kelâmcılardan orta yolu tutanlar ise, bu husustaki muteber ilmin, Hz. Muham-med'in dininden olduğu kesin (zarurî) olarak bilinen şeyleri bilmektir, demişlerdir. Bu görüş sahiplerine göre, Cenâb-ı Hakk'ın ilmiyle âlim olduğunu veya zatının gereği âlim olduğunu, görülüp-görülemiyeceğini bilmesi, iman konusuna dahil

değildir.

2) İman, kalb ve dil ile birlikte tasdiktir Bu görüş, Bişr ibn Attâb el-Merîsi ile Ebû'l-Hasen el-Eşarî'nın görüşüdür. Kalbin tasdikinden maksat, kışının kalbinde kaim olan sözdür

3)  Bir gurup sûfînin görüşüdür. Buna göre, dilin ikrarı ve kalbin ihlâsıdır.

Üçüncü gurup: İmanın sadece kalbin işinden ibaret olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar da iki görüşe ayrılmışlardır.

1) İman, kalb ile Allah'ı bilmekten ibarettir. Öyle ki, Allah'ı kalbiyle bilip, lisanıyla inkâr edip, bunu diliyle ikrar etmeden önce ölen kimsenin, imanı bütün bir mü­min olduğunu söylerler. Bu, Cehm b. Safvân'ın görüşüdür. Bu zat, kitabları, pey­gamberleri ve ahiret gününü tanımanın, imanın tarifine dahil olmadığını iddia et­miştir. el-Ka'bî'nin Cehm b. Safvân'dan naklettiğine göre Cehm, imanın, Hz, Mu-hammed'in dininden olduğu zarurî olarak bilinen şeyleri bilmekle beraber, Allah'ı bilmek olduğunu söylemiştir.

2) İman, sırf kalbin tasdikidir diyen görüştür, Bu, Hüseyin b. Fadl el-Becelî'nin görüşüdür.

Dördüncü gurup: İman, sadece dilin ikrarıdır, diyenler. Bunlar da ikiye ayrılırlar.

1) Dil ile ikrar etmek, sadece imandır; ancak dil ile ikrar etmenin iman olması­nın şartı, kalbte Allah bilgisinin meydana gelmiş olmasıdır Buna göre bu bilgi, dil ile ikrarın iman olmasının şartıdır. Ancak bu, imanın kendisine dahil değildir. Bu, Geylân b. Müslim ed-Dımeşkî ile el-Fadl er-Rakkaşî'nin görüşüdür. Ka'bî, bu­nun, Geylân'ın görüşü olduğunu kabul etmemiştir.

2) İman, sırf dil ile ikrardır. Bu da "Kerrâmiyye"ntn görüşüdür. Kerrâmiyye, mü-nafıkın dışının mümin, kalbinin ise kâfir olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, münafıklar hakkında, dünyevî bakımdan müminlere, uhrevî bakımdan ise kâfirlere ait hükümler uygulanır. İşte bu söylediklerimiz, din ıstılahında, iman konusundaki görüşlerin tamamıdır.

Bizim taraftar olduğumuz görüş ise, imanın, kalbin tasdikinden ibaret olduğu­dur. Biz bunu söylerken, kalbin tasdikinin mahiyetinin ne olduğunu açıklamaya ihtiyaç hissediyor ve diyoruz ki:

Âlem sonradan meydana gelmiştir diyen kimsenin sözlerinin delâlet ettiği şey, âlemin "hudûs-sonradan meydana gelme" ile nitelendirilmiş olması değildir. Tam aksine bu lâfızların anlamı, bunu söyleyen kimsenin, âlemin hadis olduğuna hük-metmesidir; âlemin hâdıs olduğunun subûtuna hükmetmek ise, âlemin hadis ol­masından başka bir şeydir. Bir şeyin varlığına veya yokluğuna dair, zihnî olarak verilen bu hüküm, her dilde, hususî bir lâfızla ifade edilen bir iştir. Zihnî olarak verilen hüküm aynı olduğu halde, kalıp ve ibarelerin farklılık arzetmesi, bu zihnî hükmün, bu kalıplar ve ibarelerden başka bir şey olduğuna delâlet eder. Bir de, bu kalıplar o hükme delalet eder. Delâlet eden şey, delâlet edilen şeyden başkadır.

Sonra biz deriz ki, bu zihnî hüküm, ilimden başka bir şeydir; çünkü bir şeyi bilmeyen bir kimse de, bazen o bilmediği şeyle hüküm verir. Böylece, bu zihnî hükmün, ilimden başka bir şey olduğunu anlamış oluruz. O halde, kalbin tasdi­kinden maksat, bu zihnî hükümdür.

Burada, lâfızlarla ilgili bir konu kalmıştır ki, o da şudur: Arabça'da, tasdike ko­nu olan, bu zihnî hüküm müdür, yoksa bu zihnî hükme delâlet eden ibare ve ka­lıplar mıdır?

Bu husustaki sözün özünü, "usûl-ı fıkıh'ta anlatmıştık. Bu mukaddimeyi anla-dıysan deriz ki; iman, inanmakla birlikte Hz. Muhammed'in dininden olduğu ke­sinlikle bilinen her şeyi tasdik etmekten ibarettir.

Bu görüşümüzü isbat etmek için, tarifte geçen dört unsuru isbata muhtacız.

Birinci unsur: İman, tasdikten ibarettir. Buna birkaç husus delâlet etmektedir.

1) İman, Arabça'da, esasen tasdik manasında kullanılır. Şayet din ıstılahında tasdikten başka bir mana için kullanılırsa, bunu kullanan kimsenin Arabça ko­nuşmamış olması gerekir. Bu ise, Kur'ân'ın Arabça nitelendirilmesine ters düşer

2) İman, müslümanların dillerinde, en çok carî olan bir lâfızdır Şayet bu lâfız, asıl mânasının dışındaki bir manaya nakledilmiş olsaydı, bu nakledildiği yeni ma­nayı bilmeye dair sebepler çoğalır ve bu husus herkesçe bilinir, böylece de teva­tür derecesine varmış olurdu. Madem ki böyle olmadı, o zaman iman sözünün asıl manasında kullanılmaya devam ettiğini anlamış oluruz.

3) "Bâ" harf-i cerriyle geçişli olan "iman" lâfzının, asıl manasında kullanılmaya devam şttiğınde ittifak etmiştik. Bu sebeble, bu harf-i cerrle müteaddi olmayan iman lâfzının da böyle olması, yani aynı manayı ifade etmesi gerekir.

4) Cenâb-ı Hakk, bu kelimeyi Kur'ân'da zikrettiği her yerde, onu kalbe nisbet ederek zikretmiş ve meselâ şöyle buyurmuştur:

"Onlardan, kalbleh iman etmediği halde, ağızlarıyla, "iman ettik" diyenler var­dır" (Mâide, 41);

"Ve kalbi, iman ile dopdolu olduğu'halde" (Nahl, 106); "Allah onların kalblerine imânı yazdı" (Mücadele, 22);

"Fakat, biz islâm olduk, deyiniz. Henüz, iman kalblerinize girmemiştir." (Hucu­rât. 14).

5) Cenâb-ı Hakk, her nerede imanı zikretmişse, amel-i sâlihi de onunla birlikte zikretmiştir. Şayet amel-i sâlih imana dahil olsaydı, bu bir tekrar olurdu.

6) Cefiab-ı Hakk, çokça, imanı zikretmiş ve günahları da onunla beraber zik­retmiştir ve şöyle buyurmuştur:

"İman edip, imanlarına zulüm bulaştır mayanlar..." (Enam, 82)

"Müminlerden iki zümre birbiriyle döğüsürlerse aralarım (bulup) barış t irin. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın " (Hucurât. 9)

İbn Abbas (r.a.) bu hususa, Cenâb-ı Hakk'ın

"Ey iman edenler, size Öldürülenler hakkında kısas farz kılındı" (Bakara. 178) ayeti ile üç yönden delil getirmiştir.

a-) Kısas, sadece kasten öldüren kimseye uygulanır. Buna rağmen Hakk Teâ-lâ, bu kimseye "ey iman edenler" diye hitab etmiştir ki bu da kas­ten adam öldürenin de mümin olduğunu gösterir.

b-) Cenâb-ı Hakk'ın:

"Her kim (öldürdüğü) kardeşinin kanından (kısasından) affolunursa..." (Bakara. 178) sözüdür. Bu ayette bahsedilen kardeşlik, iman kardeşliğinden başka bir şey değildir Çünkü Cenâb-ı Hakk;

"Müminler kardeştirler" (Hucurât, 10) buyurmuştur.

c-) "Bu rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir" (Bakara, 178) Bunlar tse sa­dece, mümine yakışır. Bu konuda elde etmek istediğimiz şeye, Cenâb-ı Hakkın;

"İman edip de hicret etmeyenler.." (Enfal 72) ayeti delildir Bu ayet, Cenâb-ı Allah'ın

"İşte bunlar, meleklerin, öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kim­selerdir" (Nahl. 28) ve

"Onlar hicret etmedikçe, sizin onlarla hiç bir dostluğunuz yoktur" (Entâl, 72) ayet­lerinde hicreti terketme hususunda, büyük bir tehdit söz konusu olduğu halde, hicret etmeyen kimselere Cenâb-ı Allah "mümin" ismini vermiştir, onları mümin kabul etmiştir. Yine buna Allah'ın:

"Ey iman edenler! Sizin ve Benim düşmanım olanları dost edinmeyiniz," (Mumtahine. 1);

"Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne hıyanet etmeyiniz. Bile bile aranızdaki emanetlere de hıyanet etmeyin " (Enfâl 27) ve

"Ey iman edenler, Cenâb-ı Allah'a tevbe-i nasûh ile tevbe ediniz " (Tahrîm. 8) ayet­leri buna delâlet eder. Günahı olmayan kimseye tevbe etmesini emretmek mu­haldir. Halbuki Cenâb-ı Hakk;

"Ey müminler, hep birlikte Allah'a tevbe ediniz" (Nûr. 31) buyurmuştur. Bu ifa­denin, her mümin kimsenin günahkâr olduğunu gösterdiği söylenemez. Çünkü böyle değildir. Deriz ki: Farzet ki bu ayet günahkârlardan başkasına tahsis edil­miştir. Ama günahkârlar için de bu ayet bir delil olur.

İkinci unsur: İman lisanın tasdîkinden ibaret değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın:

"İnsanlardan, inanmadıkları halde, "Allah'a ve Ahiret gününe inandık" diyen­ler vardır" (Bakara, 8) ayetidir. Allah Teâlâ, bu ayette onların mümin olmadıklarını bildirmiştir. Şayet Allah'a iman, dilin tasdikinden ibaret olsaydı, onların mümin sa­yılmaması olmazdı.

Üçüncü unsur: iman, mutlak tasdikten de ibaret değildir. Çünkü put vetağutu tasdik eden kimse "mümin" diye adlandırılmaz.

Dördüncü unsur: Cenâb-ı Hakk'ın bütün sıfatlarını tasdîk etmek imanın şartın­dan değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah'ın zatı gereği âlim olması veya ilmiyle âlim olmasını hatırından geçirmeyen kimsenin mümin olduğuna hükmetmistir Şayet bu ve benzeri unsurlar imanın gerçekleşmesi hususunda göz önün­de bulundurulması gereken muteber bir şart olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu hususları bilip bilmediğinde kişiyi denemeden, onun mümin olduğuna hükmet­mesi caiz olmazdı. İşte bütün bunlar imanın araştırılması hususundaki sözlerdir.

Eğer birisi "Burada iki şekil vardır:

1) Allah'ı aklî ve naklî delillerle tanıyan; bu tanıma işi tamamlanınca da, kelime-i şehâdeti söyleyecek kadar bile bir zaman bulamadan ölen kimsenin durumu... İşte bu durumda, bu kimsenin mümin olduğuna hükmederseniz, dil ile ikrar et­menin imanın gerçekleşmesi hususunda muteber olmadığına hükmetmiş olur­sunuz. Bu, icmâya terstir. Eğer bu kimsenin, mümin olmadığına hükmederseniz, bu da geçersiz olur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s.)

"Kalbinde zerre miktarı iman olan kimse, cehennemden çıkar.[62] buyurmuştur. Öyleyse, kalbi imanla böyle dolup taşan kimse nasıl mümin olmaz?

2) Allah'ı aklî ve nakli delillerle tanıyıp, kelime-i şehâdeti söyleyebilecek vakti de bulduğu halde, onu söylemeyen kimsenin durumu... Bu durumda, bu kimse­nin mümin olduğunu söylerseniz bu, icmâya ters düşer. "Mümin değildir" derse­niz. Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, mezkûr hadisinden dolayı, bu söz geçersiz olur. O halde, dili ile ikrar etmedi diye, bir insanın kalbinde imanın olmadığı söylenemez. Bunun cevabı şudur; Gazâlî, bu iki şekilde de. icmânm aksine, bu kimselerin mü­min olduğuna hükmetmiştir. Bir de, kelime-i şehâdeti ikrardan kaçınmanın hali; imanı olduğu halde günah işleyen kimsenin haline benzer. [63]

 

"Gayb"         Başa Dön

 

"Gayb" kelimesinin, ısm-i fail yerine geçen bir masdar olduğu söylenmiştir, "savm" masdarının "sâim" (oruç tutan) manasına, "zûr" masdarının "zâır" manasına ism-i fail olarak kullanılması gibi...

Sonra Cenâb-ı Allah'ın (Onlar gayba iman ederler) ayeti ile ilgili iki görüş vardır:

Birincisi; Ebû Müslim el-lsfahanfnin tercih ettiği görüştür. Buna göre " sözü, müminlerin sıfatıdır Buna göre ayetin manası: "Müminler, Al­lah'a, huzurunda iken iman ettikleri gibi gıyaben de iman ederler; müminlerle kar­şılaştıkları zaman "iman ettik" deyip, liderleri ile başbaşa kaldıklarında ise "Biz, sizinle beraberiz. O müminlerle alay ediyoruz" diyen münafıklar gibi değil. Bu­nun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın;   

"Bu, gıyabında kendisine hakikaten hainlik etmediğimi bilmesi içindir" (Yûsuf. 52) ayetidir. İnsan, bir başkası için: "Falanca, senin gıyabında da ne güzel arkadaştır" der Bütün bunlar, müminlerin zahirlerinin bâtınlarına uygun olması ve halleri, kalblennde iman namına bir şey olmadığı halde ağızlan ile "iman ettik" diyen münafıkların hallerine benzememesi sebebi ile, müminler için bir medh-ü senadır.

İkincisi; ekseri müfessirlerin görüşüdür. Bu görüşe göre "Gayfrduyu organları tarafından idrak edilmekten uzak olandır." Sonra, "gayb", "kendisine delâlet eden bir şey bulunan" ve "kendisine delâlet eden bir şey bulunmayan" diye iki kısma ayrılır Buna göre ayetinden kastedilen, müminlerin tefekkürleri ve istidlalleri ile kendisine iman etmiş olmalarından dolayı bir delili bulunan gayba iman ettikleri için muttakîlerı bir övmedir. Bu izaha göre,  ayetine, Allah'ı, sıfatlarını, ahireti, nübüvveti, dinî hüküm ve emirleri bilmek girer. Çünkü istidlal yolu ile bütün ilimleri elde etmek çileli bir yoldur Böylece bu büyük bir övgüye hak kazanmaya vesile olur

Ebû Müslim el-İsfahânî, kendi görüşüne birkaç delil getirmiştir.

1-) Cenâb-ı Hakk'ın:

"Onlar sana İndirilene ve senden önce indirilen (semavî kitaplara) iman eder, ahirete kesin olarak inanırlar." (Bakara, 4) ayeti, "gayb" olan şeylere imanı ihtiva etmektedir. Şayet;

"Onlar, gayba iman ederler" (Bakara 3) sözünden maksad da, gayb olan şeyle­re iman etmek olsaydı, kendisi atfedilen şeyin (ma'tûf) kendisine atfedilen şey (ma1 tufun aleyh) ile aynı olması gerekirdi, bu ise caiz değildir.

2-) Şayet o ayetin (Bakara, 4) ihtiva ettiği hususları, "gayba iman etme" mana­sına hamledersek, bu durum, insanın gaybı bildiği hükmünü vermeyi gerektirir ki bu. Cenâb-ı Hakk'ın:

"Kendinden başka kimsenin bilmediği gaybm anahtarları Onun kalındadır."

(Enam, 59) ayetinin aksine bir hüküm olmuş olur. Ama bizim (Ebû Müslim) söyle­diğimiz manada anlaşılırsa, böyle bir mahzur ortaya çıkmaz.

3-) "Gayb" lâfzı, sadece hazır olması mümkün olan kimseye ıtlak edilebilir. Bu­na göre, "Gayb" lâfzını, Allah'ın zatına ve sıfatlarına nisbet etmek caiz olmaz. Öy­leyse "den murad, gayba inanmak olsaydı, bu takdirde Allah'ın zatına ve sıfatlarına iman etmek, bu ayetin manasına girmezdi ve bu ayetin konu­su da ahirete iman olurdu. Bu ise caiz değildir. Çünkü imanın en büyük rüknü. Allah'ın zatına ve sıfatlarına iman etmektir. O halde "gayb" lâfzını, aslolan şeyin dışarıda kalmasını gerektirecek bir manaya hamletmek nasıl caiz olur?Ama biz bu lâfzı, tercih ettiğimiz manaya hamledersek bu mahzurdan kurtulmuş oiuruz.

Ebû Müslim'in birinci deliline cevab: ayeti, genel olarak gaybî hakikatlere imanı: ayeti de, bazı gaybî hakikatlere imanı içine alır. Bu mufassal olanın mücmel olana atfı kabilinden olur ki bu caizdir Nitekim Cenâb-1 Hakk'ın Allah'ın meleklerine veCebrâil ile Mîkâil..."(Bakara, 98) ayetinde olduğu gibi.

İkinci delile cevab: Bize "gâib" olan birtakım şeylere inanmış olmamız husu­sunda münakaşa yoktur. O halde böyie bir tahsis, her iki yönden de (icmâlen de tafsilen de) gerekil olur

"Kul, gaybı biliyor, diyor musunuz,demiyor musunuz?" denilirse, biz deriz ki: Gayb'ın "kendisine delâlet eden bir şey bulunan ve "kendisine delâlet eden bir şey bulunmayan" diye iki kısma ayrıldığını yukarıda açıklamıştık. Kendisine delâ­let edecek bir şey olmayan gayba gelince, bunu ancak Cenâb-ı Hakk bilir Ken­disine delâlet edecek bir şey olan gayba gelince, senin "Biz, kendisine delâlet edocek bir deüli olan gaybı biliyoruz" demen imkânsız degüdir O zaman, sez, bu gaybı, her hangi bir karışıklığa meydan vermeden, ifade eder. Bundan dolayı âlimler şöyle demişlerdir: Görülenle, Qâîb olana istidlalde bulunmak, bir delil çe­şididir.

Üçüncü delile cevabımız: Biz, "gayb" lafzının, ancak hazır olması mümkün olan bir şey hakkında kullanılabileceğini kabul etmiyoruz. Buna delil de, kelâmcıların, "Bu gâib olanı hazır olana katmak batandandır" demeleri ve bu ifadelerindeki ' gâib" sözü ile, Allah'ın zatını ve sıfatlarını kastetmiş olmalarıdır. Allah en iyi bilendir. [64]

 

Şiilerin Görüşü

 

Bazı şifler, ayetteki "gayb" lâfzından muradın, Allah Teâlâ'nın Kur'ân ve hadislerde geleceğim vaaddenığı Mehdî'yi Muntazar (Beklenen Mehdî) o'duğunu söy­lemişlerdir. Bunların Kur'ândan delilleri şu ayettir:

"Allah, içinizden iman edip sâlih ameller işleyenlere, yemin ile vadetti ki ken­dilerinden evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine geçirdi ise onları da muhakkak yeryüzünde (müşriklerin) yerine geçirecek" (Nûr. 55) Hadislerden delilleri ise Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisidir. "Dünyanın ömründen tek bir gün bile kalsa, Cenâb-ı Allah, ismi ismimle, kün­yesi künyemle aynı olsn, ehl-i beytimden bir adamın çıkışına kadar o günü uzatır. O zai, daha önce zulüm ve cefa ile dolmuş olan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.[65] Bil ki mutlak olan bir sözü, deiii olmaksızın tahsis etmek yanlıştır. [66]

 

Namazı İkame Etmek         Başa Dön

 

Müfessirler "Namazın ikâmesi" konusunda birçok görüşler ileri sürmüşlerdir:

Birincisi: Namazın ıkamesv namazın farzları, sünnet­leri ve âdablannda hiçbir eksiklik olmadan, tâdili er­kan iie ve devamlı kılmaktan ibarettir.

İkincisi: Namazın ikâmesi, namaza devam etmekten ibarettir. Nitekim Cenâb-ı Hakk 'Onlar, namazlarına devam edenlerdir." (Meâriç. 34) "Onlar, namazlarına devamlıdırlar." (Meâriç. 23) buyurulmuştur Bu. pa­zardaki mal rağbet görüp tükendiğinde bunu iade için Arapların söylediği" (piyasa yükseldi) sözünden alınmıştır. Buna göre, "namazın ikâ­mesi' ona rağbet edilmesi manasınadır Çünkü, namaza devam edildiği zaman, o. arzuların kendisine temayül edip çokça rağbet gören bir şey gibi olur. Namaz kılınmadığı zaman ise, âdeta kendisine rağbet edilmeyen ve revaç bulunmayan bir şey gibi olur.

Üçüncüsü: "Namazın ikâmesi", onu eda etmek için, her şeyden kendini tecrid edip, edasında bir gevşeklik göstermemekten ibarettir, Bu mana da, Arapların "Kendini iyice işe verdi" ve "Harb, ayaklan üze­rine kalkt: (yani kızıştı)" ifadesinden alınmıştır. Bu ifadenin zıddı, ve dır Bu kişi gecikip yavaş davrandığı zaman söylenir ki manası "İşten geri durdu ve işe karşı gevşeklik gösterdi" demektir.

Dördüncüsü: Namazın ikâmesi, edasından ibarettir. Eda edilmesi, "ikâme" mas-üarı ile ifade edilmiştir, çünkü, kıyam (ayakta durmak) namazın rükünlerinden bi­risidir Nitekim namaz, "kunût", 'Tukû" ve '"sucûd" kelimeleri ile de ifade edilir. Ayrıca, Araplar, kişi namaz kıldığı zaman, içinde tesbihat olduğu için, (teş­bih etti) fiili ile bunu ifade etmişlerdir Cenâb-ı Hakk "Eğer o, teşbih edenlerden olmasaydı..." (Saffat. 143) buyurmuştur. Bil ki "ikâme' kelime­sinin, kendisi ile büyük bit övgünün ifade edildiği bir manaya hamiedılmesi evlâ­dır Bu büyük övgü ise ancak onu, "rükünlerinde ve şartlarında hiç bir eksiklik bırakmaksızın namaza devam etmek" manasına hamletmekle elde edilir. Bunun için, askerlere erzak dağıtan kimse, hiç bir eksiklik ve azaltma yapmaksızın, her­kesin hakkını tam olarak verdiğinde "kayyim" diye isimlendirilir. Bundan ötürü Allah Teâlâ, "kâim" ve "kayyûm" olarak isimlendirilir, Çünkü O'nun varlığının de­vam etmesi ve yine kullarına nzık yağdırmasının hep sürüp gitmesi gerekir. [67]

 

"Salât", Yani Namazın Manası

 

"Salât",  (Namaz) kelimesi hakkkımında birçok görüş söylenmiştir.

Birincisi:   O, dua manasınadır.  Şair, bu manada, şöyle demiştir: "Rüzgar sevgilinin küpünü devirmek istedi de. adam da onun küpü için duâ etti ve tekbir getirdi "[68].

İkincisi: Hârzencî, bu kelimenin iştikakının, cehennem manasına gelen kelimesinden olduğunu söylemiştir. Bu kelime de, Arapların, deyneği ateşe tutup doğrulttuğu zaman demelerinden alınmıştır. Buna göre, namaz kı­lan kimse, sanki ağacı ateşe tutup düzeltenin yaptığı gibi, zahirini ve bâtınını (içi­ni ve dışını) düzeltmeye gayret etmektedir.

Üçüncüsü: "Salât" lâfzı, devam etmekten ibarettir.  Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kızgın bir ateşe girecek" (Gâşiye, 4) ve "Alev­li ateşe girecek" (Leneb, 3) ayetlerindeki fiilinden alınmıştır Yarışta ikinci gelen ata da "musailî" denilir.

Dördüncüsü: Keşşaf sahibi, "salât," fiilinden, fa'letun vezninde bir mas-dardır. Nitekim "Zekât" da fiilinden bu vezinde masdardır. Salât kelimesinin şeklinde vav harfi ile yazılması ise fehamet (azamet) manası taşıması içndir. " fiilinin aslî manası, uylukları hareket ettirmektir. Namaz kılan kim­se de, rükû ve secde yaparken böyle yapmaktadır. Dua eden kimseye de "musailî" denilmiştir Çünkü onun duadaki huşu hali, namaz kılanın rükû ve secdesindeki haline benzer.

Derim ki burada iki konu vardır:

Birinci konu: Keşşaf sahibinin, "salât" lâfzı için ileri sürdüğü bu iştikak, Kur-ân'ın hüccet olması hususunda büyük bir tenkide yol açar Çünkü "salât" keli­mesi, insanların dilinde çok kullanılan lâfızlardan biridir. Onun, "uyluklarını hare­ket ettirmek" manasından iştikak ettiği iddiası, rivayet ehli (dilciler) arasında pek bilinmeyen bir açıklama tarzıdır. Eğer, salât kelimesinin manasının, aslında (Zamahşerı'nin) zikrettiği gibi olup, sonra bu mananın, ancak birkaç kişi tarafından bilinebilecek kadar gizli ve silik kaldığının söylenmesini caiz görürsek, bu durum diğer lâfızlarda da caiz olur. Eğer bunu caiz görürsek, bu lâfızların Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında, başka manalar için icat edilmiş olduğu, bu lâfızlardan Al­lah'ın muradının bu manalar olduğu; ne var ki bu manaların, salât lâfzında oldu­ğu gibi, zamanımızda gizli kalıp silik bir hale gelmiş olabileceği ihtimallerinden ötürü, bu lâfızlardan Allah'ın muradının, şu anda anladığımız manalar olduğunu söylememiz mümkün olmaz. Müslümanların icmâı ile bu batıl olunca, Keşşaf sa­hibinin söylediği bu iştikakın (türetişin) merdûd ve batıl olduğunu anlarız.

ikinci konu: Namaz dinî bir tabir olarak, başlangıcı "tahrîm" (iftitah tekbiri), so­nu "tahlil" (selâm) otan ve birbirini takip eden hususî birtakım fiillerden ibarettir. Bu isim, farz ve nafile namazların hepsi için kullanılır Ancak bu ayetteki "salât" lâfzından maksat, farz olan namazdır. Çünkü, kurtuluşun kendisiyle tahakkuk et­tiği namaz, farz olan namazdır.

Bir de, Hz. Peygamber {s.a.s.), bedevî bir Araba, farz olan namazın niteliklerini izah ettiğinde, o bedevî, "Allah'a yemin ederim ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Eğer sözünde durursa, kurtuldu."[69] buyurmuştur. [70]

 

Rızık         Başa Dön

 

Arabça'da "rızık", pay ve hisse demektir. Cenâb-ı Hakk "Sizi   rızkımızla,   şükredeceğimiz yerde, onu vereni mi yalanlıyorsunuz?" (Vakıa, 82) bu­yurur Yani, bu şeydeki nasibinize: "Hazz" lâfzı kişinin nasîbi olup, başkasına de­ğil, sadece ona mahsus olan şey demektir. Bazı ulemâ ise, "rızk"yenilen veya 'kullanılan her şeydir, demişlerdir ki, bu bâtıldır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bize rızık olarak verdiği şeylerden intakta bulunmamızı emrederek, "Ve, size verdiğimiz rızıklardan infak ediniz" (Münâfıkûn) 10) buyurmuştur. Şayet "rızık", yenilen şey olsaydı, onu harcamak mümkün olmazdı. Diğerleri ise, "rı-zık", malik olunan şeydir demişlerdir ki, bu da yanlıştır. Çünkü, insan bazen: "Al-lahım. bana nzık olarak sâlih bir çocuk, sâliha bir zevce ver" diye dua eder de, fakat o ne böyle bir çocuğa, ne de böyle bir hanıma mâlik olamaz. Yine kişi, "Ey Allahım! Bana rızık olarak, kendisiyle yaşayacağım bir akıl ver" der; halbuki akıl bir mülk değildir Ve yine, hayvanların rızıkları vardır, fakat mülkleri yoktur.

Din ıstılahında "rızk"ın manasına gelince, ulemâ bunda ihtilâf etmiştir.

Ebû'l-Hüseyin el-Basrî, "rızık", Cenâb-ı Allah'ın bir canlıya bir şeyden fayda­lanma imkânı verip, başkalarının, onun o şeyden faydalanmasına mânı olmaları­nı engellemesidir. Biz, "Cenâb-ı Allah, bize rızık olarak mallar verdi" dediğimiz zaman, bunun manası, "O, o mallardan bize istifade imkânı verdi" demektir. Biz, Cenâb-ı Allah'tan bizi bir mal ile rızıklandırmasını istediğimiz zaman, bununla  o malı sadece bize tahsis etmesini, bir hayvanı rıziklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o rızkı, sadece, o hayvana tahsis etmesini kastediyoruz. Cenâb-ı hakk, o hayvana o Haktan faycalanma imkânı verip, hiç kimse o hayvanın o rızıktan faydalanmasına mâni olmadığı zaman, ancak o rızık ve o hayvana has olmuş olur.

Mu'tezile. rızkı bu manada anladıkları için. haram nzık olma? demişlerdir. Biz ise, haram rızık olur. diyoruz. Arkadaşlarımız, buna iki yönden deli! getirirler

1) Lügat ıtirabıyla "rızk ; beyan ettiğimiz gibi, pay ve nasîp demektir. Haram dan faydalanan kimse için bu haram, onun nasibi ve payıdır. Bu sebeple hara­mın, onun nzkı olması gerekir.

2) Cenâb-ı Hakk,

"Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın " (Hud, 6) buyur­muştur. Adam, ömür boyu yaşar, çatıp çırpmasından başka hiç bir şey yemez. Bu sebeble de, ömür boyu kendi rızkından hiçbir şey yemedi denilmesi gere­kiri... Muteziİe'ye gelince onlar Kitap, sünnet ve mana ile ıhticâc etmişlerdir.

Kitaptan olan delilleri ise şunlardır:

1)  Cenâb-ı Hakk,

"Onlara nzık olarak verdiklerimizden infak ederler" (Bakara 3) buyurarak, mü­minleri, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nzıktan infak ettikleri için, rnedhetmiş-tır. Şayet haram rızık olsaydı, onlar haramdan infak ettikleri zaman, medhe ve övgüye hak kazanmiş olmaları gerekirdi ki, bu da ittifakla geçersizdir.

2)  Şayet  haram şey nzık olsaydı, gasbeden kimsenin, gasbetlığı şeyden, Cenâb-ı Hakk'ın:

"Ve. size rızık olarak verdiklerimizden infak ediniz" (Münâfifcûn 10) ayetinden do­layı, infak etmesi caiz olurdu Halbuki müslümanlar gasbeden kimsenin gasbet-tıği şeyden inîak etmesinin caiz olmadığında, tam aksıneonu sahibine vermesinin vâcib olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu da, haramın nzık olmadığına delâlet eder

3)  Cenâb-ı Hakk"m "De ki: Allah'ın size indirip de, sizin bir kısmını haranı bir kısmını da helâl yap­tığınız (saydığınız) rmk hakkında ne dersiniz?Söyleyin bakalım.' De ki: Yoksa Al­lah mı size izin verdi?" (Yûnub 59) ayetidir Böylece Cenâb-ı Hakk, Allah'ın rızkını haram kılan kimsenin. Allah'a iftira etmiş olduğunu açıklamıştır. Bu sebeble, ha­ramın rızık olmadığı ortaya çıkmış .olur.

Sünnette;; delillerine gelince. Ebu'l-Huseyin’in, Kıtâbul-Gurer'de  Safvân b. Umeyye'den rivayet ettiği hadistir Safvân b. Umeyye şöyle demiştir: Hz. Peygam-ber'ın yanında idik.Tam o sırada, O'na. Amr b. Gurre gelerek, O na, "Ey Allah'ın Resulü, Al'ah bana, şakaveti takdir etti. Bu sebebie, elımlo defimi çalmaktan baş­ka bir nzık kapısı göremiyorum; binaenaleyh bana, ahlâksızlık telkin etmediği sü­rece, şarkı söylemem konusunda izin ver" deyince Hz. Peygamber (s.a.s):

"Sana ne izin, ne ikram, ne de nimet vardır. Ey Allah'ın düşmanı, yalan söyle­din. Şüphesiz ki Allah sana, güzel nzıklar verdi, ama sen, Allah'ın sana helâl ola­rak verdiği rızkın yerine, sana haram kıldığı rızkını tercih ettin. Şayet, bu söyledi­ğinden başka bir şey söylersen, senin canım vakarım " der

Mana itibariyle (aklî yönden) delillerine gelince, Cenâb-ı Hak, mükellefi, ha­ramdan faydalanmaktan men etti. Başkasına da, onun haramdan istifade etmek­ten tnen etmesini, emretti. Bir şeyi almaktan ve ondan istifade etmekten men o'u-nan kimseye, "O şey onun rızkıdır" denilemez. Görmüyor musun ki, "Hükümdar askerlerini, almalarım menettiği mal ile rızıklandırmıştır, demlemez. Bunun yerine şöyle denilebilir- Hükümdar, ordusunu, almalarına imkân vererek, onları ondan menetmeyip ve ayrıca başkalarına da, mâni olmaların! emretmediği bir maldan rızıklandırmıştır.

Taraftarlarımız, Mutezilemin ayetlerle getirmiş oldukları delillere, şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Her ne kadar haram ve helâl nzık Allah'dan ise de, ne var ki O'nun hakkında, "Ey sonradan olanların, Arşın ve Kürsî'nin yaratıcısı' denilir de, "Ey köpeklerin, domuzların yaratıcısı" denilmez. Ve. Cenâb-ı Hakk. "Kendisinden. Allah'ın kullarının içtiği bir pınar" (,,tsan 6) buyurur. Her ne kadar kâfirler de O'nun kulu iseler de, Cenâb-ı Allah, bu ayette, "kul" is­mini muttakî kimselere tahsis etmiştir. Burada böyledir: Her ne kadar haram da nzık ise, Cenâb-ı Hakk "rızık" ismini bir şeref olarak sadece helâl oiana vermiştir. Mutezilenin, mezkur haberi delil getirmelerine karşı, arkadaşlarımız, bu hadisin bizim için delil olduğunu söylemişlerdir Çünkü Hz. Peygamber (s.a s.) "Sen. Al­lah'ın sana haram kıldığı rızkını tercih ettin" sözü. haram olan şeyin de nzık oldu­ğu hususunda açık bir ifadedir, Mana bakımından (akli bakımından) getirdikleri delile de, "Bu mesele sırf dil ile ilgilidir. Bu ilgi de. 'Haram, nzık olarak adlandırı­labilir mı, adlandınlamaz mı? lâfızlarda aklî delillere yer yoktur?" diyerek cevap vermişlerdir. En iyi Allah bilir. [71]

 

İnfak             Başa Dön

 

Aslında "infak", malı elden çıkarmaktır. Bu da bir malın müşterisi çoğaldığı zaman, bu hali ifade için söyle­nen " (Mal iyice tükendi) cümlesinden, ve hayvan ölüp canı çıktığında söylenen (Hayvan tükendi) cümlesi bu manadadır Köstebek yuvasına da, köstebek oradan çıktığı için denilir. Cenâb-ı Allah'ın "Yeryüzünde bir tünel araman" (En'am. 35) ayetmdeki "  kelimesi de aynı köktendir. [72]

 

Onuncu Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Rızık olarak size verdiklerimizden bir kısmını infak ederier"(Bakara,3) ayetinde birçok faydalar vardır.

Birincisi: Cenâb-ı Hakk, onları israftan ve yasaklanan saçıp savurmadan ko­rumak ve alıkoymak için bu ifadenin başına da ba'ziyyet (bir kısmı) ifade eden " y " harf-i cerrini getirmiştir.

İkincisi: Ehemmiyetli olduğunu göstersin diye, mefulu fiilden önce getirmiştir. Sanki, bu ifade ile, Cenâb-ı Allah, "Onlar, mallarının bir kısmını tasadduk etmek için ayırırlar" demiştir,

Üçüncüsü: Ayette bahsedilen, "infak" lâfzına farz olan da mendub olan da dâ­hildir.

Farz olan infak birkaç çeşittir. Birisi, zekâttır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın,

"(O biriktirdiği mallan) Allah yolunda infak etmez (harcamazlar) " (Tevbe, 34) şek­linde Kenz ayetinde ifade ettiği husustur.

İkincisi, kişinin hem kendisine hem bakmakla yükümlü olduğu kimselere yap­tığı harcamalardır.

Üçüncüsü. Allah yolundacihadetmek için harcamaktır. Mendûb olan harca­malara gelince, buna da infak denir Çünkü Cenâb-ı Hakk,

"Sizden birine Ölüm gelmeden önce, si2e rıztk olarak verdiklerimizden harca­yınız" (Munâfikün. 10) Allah Teâla, buradaki infâk ile, bu ayetin devamında bulunan

"Tasaddukta bulunup da ben de sâlih kimselerden olsaydım." (Münafıkûn, 10) sözün­den dolayı, sadakayı kastetmiştir. Buna göre bütün bu harcamalar, bu ayetin muh­tevasına girer Çünkü bunların hepsi, övgüyü haketmenin sebebidir.

"Onlar sana indirilene de, senden evvel indirilene de inanırlar; Ahirete ise şüp­hesiz bir iman ile inanırlar {Bakara. 4).

Cenâb-ı Hakk'ın;

"Onlar gayba iman ederler" (Bakara. 3) sözü, daha önce ister Hz. Mûsâ ile Hz. İsa'ya inanmış olsun isterse inanmış olmasın, Hz, Muhammed (sa.s.)'i tasdik eden herkesi içine alan umumî bir ifadedir. Amm lâfzın, tahsis edildiği şeylerden bir kısmına delâlet, has lâfzın aynı kısma delâlet etmesinden daha zayıftır. Çünkü Âmm lâfzın tahsise ihtimali vardır, has lâfızda ise böyle bir ihtimal söz konusu de­ğildir. Bu Bakara Sûresi medenî olup, Cenâb-ı Hakk bütün müslümanları

"(Bu Kuran), müttakîler için bir hidayet rehberidir. Onlar gayba iman ederler."

(Bakara. 3) diyerek şereflendirince, bunun peşine, Abdullah b. Selâm (r.a.) ve ben­zerleri gibi Hz Peygamber (s.a.s.)'e iman eden ehl-i kitabı (yahudı ve hristiyanları) diyerek zikretmiştir. Çünkü bunları bilhas­sa zikretmek,

"Kim, Allah'a, meleklerine. Peygamberlerine, (bilhassa melekler içinde) Cebra­il'e ve Mîkail'e düşman olursa.." (Bakara, 98) ayetinde olduğu gibi. bu zatlar için büyük bir şeref vardır Sonra Abdullah b. Selam (r.a.) ve benzerlerinin bu şerefe bilhassa layık kılınmaları, bu durumda olanları İslama teşvik etmek içindir. Umu­mî bir ifâdeden sonra, husûsî bir ifadenin yer almasındaki sebeb işte budur.

Sonra biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar sana indirilene (Kur'ân'a) iman ederler"(Batara, 4) ayetinde birkaç mesele vardır: [73]

 

Birinci Mesele

 

"İman" lâfzının harfi cerri ile, müteaddi olarak kullanılması durumunda "tasdîk etmek" manasına gel-diğinde, ehl-i sünnet ile Mutezile arasında bir ihtilâf yok­tur Buna göre. meselâ, biz (Falan, şuna iman etti) dediğimizde, bu ifadeden maksat "o kimsenin o şeyi tasdîk etmesi"dir, yoksa bu ifadeden, o kimsenin oruç tutması ve namaz kılması anlaşılmaz. Bu sebeble, ayetteki "iman" lâfzından maksat, ittifakla, tasdîk manasıdır. Ancak, bu "tasdîk" manası ile birlik­te, marıfetullahın da bulunması gerekir Çünkü burada iman, medh-ü sena ma­kamında zikredilmiştir. İçinde bir şüphe bulunmakla birlikte "tasdîk" eden kim­senin yalan söylemjş olma ihtimali de vardır Bu durumda da medh'den çok zem-medılmeye lâyık olur. [74]

 

İkinci Mesele

 

Vahyin indirilmesinden, Kur'ân'ın inzalinden, tenzîlinden ve Cebril ile indirilmesinden maksat şudur Cebrâil (a.s.) semâda Allah Teâlâ'nm sözünü dinledi ve onu Hz. Peygamber (s.a.s.)’e indirdi. Bu durum tıpkı şunu demek gibidir. Hükümdarın emri sarayından inip geldi. Halbuki emrin kendisi inmez, ancak hükümdarlardan emri dinleyip alan kimse iner ve onu aşağıdakilere iletir Hükümdarın sözü kendi­sinden ayrılmaz. Ancak dinleyen kimse, onu kendi kelimeleri ile insanlara iletir, Yine, bir kimse bir yerde bir şey duyup, onu başka bir yerde anlattığı zaman "Fa­lan, sözü naklediyor" denilir. Şayet, "Allah'ın kelâmı, size göre» harflerden ve ses­lerden meydana gelmemiştir O halde Cebrail (a.s.) Allah'ın kelâmını nasıl dinlemiştir?" denilirse, bizdenz ki. Allah'ın. Cebrail (a.s.)'da kelâm-ı ilâhiyi dinleme kabiliyeti yaratıp, bu kadim kelâmı kendisi ile ifade edebileceği bir söze onu muk­tedir kılması muhtemeldir. Yine, Allah'ın, Levh-i Mahfuz'da bu hususî Kur'ân naz­mına delâlet eden bir yazı yaratması, böylece de Cebrail (a.s.)'ın onu okuyup ezberlemesi de ihtimal dahilindedir. Allah Teâlâ'nın bu hususî Kurân'a nazmım, hususi bir cisimae kesik kesik sesler halinde yaratması ve Cebrail (a.s.)'ın onu tamamıyla alması; Cebrail (a.s.)'da da bunun, o kelâm-ı kadîmin manasına ileten ibareler olduğuna dair kesin bir bilgi yaratması caizdir.[75]

 

Üçüncü Mesele         Başa Dön

 

"Onlar sana indirilene iman ederler" ayetindeki iman farzdır. Çünkü Cenâb-ı Allah bu ayetin peşisıra "İşte bunlar, fela­ha erenlerdir" buyurmuş ve böylece, kendisinde bu iman bulunmayan kimsenin kurtuluşa erenlerden olmaması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu imanın gerekli oldu­ğu sabit olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) indirilen Kur'ân't, tafsilatlı bir şekilde bil­mek gerekir Çünkü kişiye, Allah'ın kendisine hem ilim hem de amel bakımından farz kıldtğı şeyleri yerine getirmesi, ancak onun bunları etraflı olarak bitmesiyle mümkün olur. Zira insan, bunları tafsilatlı olarak bilemezse, yerine getiremez. Fa­kat böyle bir ilim elde etmek farz-ı kıfâyedir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen şer'î hükümleri etraflı olarak öğrenmek herkese farz değildir. Cenâb-ı Hakk'ın "Senden önce indirilenlere de fmamrlar)." sözünden maksad ise, Hz.Peygamber (s.a.s.)den önceki peygamberleıe indirilen ilâhî kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî olarak iman etmek farzdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, şu anda bizi o eski kıtaplardaki hükümlerle sorumlu tutmamıştır. Binaenaleyh onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekmez. Ne var ki onlara dair bir tafsilat elde ettiğimizde bu tafsilata da iman etmemiz gerekir. [76]

 

Ahirete İman

 

Cenâb-ı  Allah'ın "Onlar Ahirete de yakîn bir iman ile inanırlar" ayetine gelince, bunda da bir kaç mesele vardır

Birinci mesele: "Ahiret" (sonraki) lâfzı, (Sonraki yurt) terkibindeki kelimesinin sıfatıdır Dünya hayatından sonra geldiği için ahirete 'Ahiret" denilmiştir, Ahiret hayatından değeri daha düşük olduğu için, dünyaya "dünya' (alçak, âdî) denmiştir.

İkinci mesele: "Yakîn", insanın bir şey hakkında şüphe etmesinden sonra, onu iyice bitmesidir. Bu sebeble, herhangi bir insanın, "var olduğumu yakiner. bil­dim, gökyüzünün üzerimde olduğunu yakînen bildim," demesi doğru değildir. Çünkü bunları bilmek kapalı bir şey değildir. "Yakîn" lâfzı, ister zarurî, isierse is-tıdiâlî olsun, işler hakkında meydana çıkan ilmi ifade etmek içm kullanılır. Buna göre, bir kimse, maksadın: zarurî olarak bilse dahi "bu söz ile neyi kastettiğimi yakînen biliyorum" diyebilir. Keza kesbî bir ilimle buse de "İlâhın tek olduğunu yakinî olarak bildim" diyebilir. Bu sebeble Allah Teâlâ, "eşyayı yakînî olarak bilen" diye vasıfianamaz.

Üçüncü mesele: Cenûb-ı Allah, müminleri, ahirete yakinî tir imanla inannış olmakla medhetmıştir Malumdur ki kişi, sadece ahtreim varlığına yakinî olarak inanmakla övülmez. Daha doğrusu kişi övgüye ancak ahiretin varlığı iie birlikte onda meydana gelecek hesaba, suale, müminlerin cennete: kâfirlerin de cehen­neme gırdirilecekierine yakînen inanmakla müstehak olur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediği rivayet olunmuştur:

"Allah'ın yaratmasını görüp durduğu halde. Allah'ın varlığından şüphe eden kim­seye çok şaşarım; ilk yaratılmayı bildiği halde (kıyametin kopmasından sonraki) dirilmeyi inkâr edene şaşarım; her gün ve gece ölüyor ve tekrar diriİiyorken -yani uyuyup tekrar uyanıyorken- ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve haşn inkâr edene şaşarım. Cennete ve oradaki nimetlere inandığı halde, (sadece) aldanış yurdu olan bu dünya için koşuşturana şaşanm ve başlangıcının atılmış bir damla meni, sonunun da tiksindirici bir leş olduğunu bildiği halde kibirlenen ve övünen kim­seye şaşarım."

İşte bunlar, Rabblerinden olan bir hidayet üzeredirler ve işte onlar, kurtulmuş­ların taa kendileridirler" (Bakara,5).

Bil ki bu ayette birçok mesele vardır.

Birinci mesele: Bu ayetin öncesiyle alâkasında üç vecih vardır:

Birinci vecih: "ayetinin mübteda kabul edilmesidir. Bu böy­ledir, çünkü, denilip, Kur'ân'ın sırf müttakîlere hidayet rehberi oldu­ğu söylenince, birisi "Kur'ân'ın sadece muttakîlere hidayet rehberi olmasının se­bebi nedir?" diyerek sorduğunda, den itibaren " kadar olan kısım, bu sorunun cevabı olur. Sanki bununla şöyle cevab verilmektedir: "İmanla, namaz kılmayla, zekât vermeyle ve kurtuluşa er­me ile meşgul olan kimsenin mutlaka Rabbisi tarafından olan bir hidayet üzere bulunması gerekir."

İkinci vecih: "ayetini mübteda saymayıp, "müttakîn" sözünün sıfatı saymaktır. Bu durumda "kısmı mübteda sayılır Bunun­la, sanki şöyle denmektedir: Bu sıîata sahib olan kimselerin, hidayete tahsis edil­miş olmalarındaki sebeb nedir? denilirse, "Diğer insanların değil de, bu sıfatları taşıyan kimselerin hem dünya hem ahirette hidayete ve felaha ermeleri tuhaf gö­rülmemeli." diye cevap verilir

Üçüncü vecih: Birincinin "müttakîr'ın sıfatı olması, ikinci" "nin ise mübteda olarak merfu kılınıp," cümlesinin de bunun haberi olmasıdır Bu duruma göre maksat, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in peygamberliğine iman etmedikle­ri halde kendilerinin hidayet uzre olduklarını sanan ve Allah katında kurtuluşa nail olacak kimselerin kendileri olduklarını uman Ehl-i Krtaba bir tariz olmak üzere, kurtuluş ve hidayet üzere olmayı Ehl-i Kitabtan Hz. Peygamber'ın nübüvvetine inananlara tahsis etmektir.

İkinci mesele: sözündeki harf-ı cernnın ifade ettiği '"istilâ" (bir şeyin üstünde olmak, hakimiyet) nin manası, durumları, bir şeyin üzerine çıkıp ona binen kimsenin durumuna benzetilmek suretiyle onların hidayeti elde ettik­lerini ve onda karar kıldıklarını beyan etmedir. "Falanca hak üzeredir" veya" "Falanca batıl üzeredir" sözleri buna benzer. Arap­lar bu manayı "Sapıklığı binek edindi ve cehaletin üzerine bindi" diye açıkça ifade etmişlerdir. Müminlerin hidayet üzere oldukları­na dair sözün hakikati, onların ellilin gereğine sımsıkı sarılmalarıdır. Çünkü bir delile sımsıkı sarılan kimseye, buna devam etmesi ve bunu hertürlü tan ile şüp­heden koruması gerekir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, onları önce Hz. Peygambere indirilmiş olana iman etmeleri ile medhetmiş, sonra da onları, bunda sebat edip onu her türlü şüpheden korumaya devam etmiş olmakla övmüştür. Zaten mükellefin yapması gereken de budur. Çünkü mükellef kişi, dininde sebat­lı, dikkatli ve titiz olursa, kendini ilminde ve amelinde mutlaka muhasebe edip bunlardaki durumunu iyice düşünmesi gerekir. Bu kimse kendisini dini ihlâl et­mekten muhafaza ederse, işte o zaman bir hidayet ve hak (gerçek) üzerinde ol­makla medh-ü sena edilir. Ayette kelimesi, künhüne ulaşılamayacak ve kıymeti takdir edilemeyecek türden bir kapalılık ifade etsin diye nekire olarak gel­miştir. Nitekim Araplar, "Falancayı görmüş olsaydın, gözün bir adam görmüş olurdu" derler

Avn b. Abdullah şöyle demiştir; Allah'ın hidayeti pek çoktur. Onu ancak gör­mesini bilen görür. Onunla ancak pek az kimse amel eder. Görmüyor musun? Gökyüzündeki yıldızları basiret sahibleri görür ve onlarla sadece âlimler yollarını bulur."

Üçüncü mesele: " kelimesinin tekrar edilmesi, hidayetin sadece onlara tahsis edilmiş olduğu gibi, kurtuluşun da sırf onlara tahsis edilmiş olduğuna dik­kat çekmek içindir. Çünkü onlar, bu iki özellik ile başka insanlardan ayrılmışlardır. Eğer, "Burada, bu tekrar atıf ile gelmiştir. Halbuki;

"İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerin kendileridirler" (Araf. 179) ayetinde kelimesinin tekrarı atıfsız gelmiştir. "Bu ikisi arasındaki fark nedir" denilirse, deriz ki: Burada (Bakara,5) iki haber birbi­rinden farklıdır. Bu sebeble atıf harfi gelmiştir. Araf süresindeki ayetteki iki haber böyle değildir. Zira bunlar manaca aynı sayılır Çünkü onların gafil olduklarını söy­lemek ve onları hayvanlara benzetmek aynı şeydir. Böylece ikinci cümle, birinci­nin manasını tekid etmiştir. Bu sebeble atıf yapılmaz.

Dördüncü mesele: Ayetteki zamiri, zamir-i fasıldır. Bunun iki faydası vardır. Birincisi: Kendisinden sonra gelenin sıfat değil de haber olduğunu göstermektir.

İkincisi, haberdeki hükmü mübtedaya tahsis etmektir. Çünkü sen, "İnsan güler" dediğinde, bu gülme vasfının sadece insanlara has olduğunu ifa­de etmez. Ama  "Sadece insan güler" dersen bu, gülme vas­fının insanlara has olduğunu ifade eder.

Beşinci mesele:" lâfzının marife olmasının manası, ahirette felaha ere­cekleri bilgisi sana ulaşan insanların, ancak muttakîler olduğuna delâlet etmek­tir. Bu şuna benzer: Memleketin halkından bir kimsenin tevbe ettiği haberi sana ulaşıp da onun kim olduğunu sorduğunda sana, "Tevbe eden Zeyd'dir" denilir. Yani, "Zeyd, tevbe ettiği sana bildirilen kimsedir" demektir. Veya bu marifeliğin manası, eğer felah sıfatı meydana gelirse, bu kimselerin ancak işte bu muttakîler olduğuna delâlet etmektir. Nitekim sen arkadaşına şöyle defan: "Sen arslam ve onun yaratı I ışındaki atılganlığı biliyor musun? İşte aynen odur."

Altıncı mesele: "Müflih", gayesine ulaşmış olan kimsedir. Sanki ona birçok za­fer kapılan açılnrş ve hiç kapanmamıştır. "Müfli" kelimesi de aynı manadadır. terkibi yarma ve açma manasına gelmektedir, işte bunun İçin çiftçiye "fellah", alt dudağı yarık olan kimseye de adı verilmiştir. Şöyle bir darb-ı mesel vardır:  "Demir demir ile yarılır." Euna göre ayetin ma­nası şudur: Cenab-ı HakR onları, ilmen ve amelen yapmaları gereken şeyleri ye­rine getirmiş olmakla vasfedince, daha sonra bunun neticesini beyan etmiştir ki: Bu da, hiç bir şaibesi olmayan, bir ikram ve tazim olarak verilen ebedî nimetten İbaret elan gayeyi elde etmektir. Çünkü ibadetlerle elde ediimek istenen sevap budur

Yedinci mesele: Bu ayetlere Va'îdiyye[77] bir yönden, Mürcıe ise bir başka yön­den yapışmaktadır. Va'îdiyye iki cihetten du ayetlere sarılır:

Birincisi: Allah'ın sözü hasr ifade eder. O halde namazını ve zekâtını ihlâl etmiş kimselerin müflihler (kurtuluşa erenlerden) olmaması gere­kir. Bu ise, namazını ve zekâtını terkeden kimseye, ilâh bir tehdidin varolduğuna dair kesin bir hüküm ifade eder.

İkincisi: Hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın, o hükmün illeti olmasını hissetti­rir. Bu sebeble felahın sebebinin, iman, namaz ve zekât fiilieri olması gerekir. Bu tür fiilleri yapmayan kimseler için kurtuluş sebebi meydana gelmiş olmaz, binae­naleyh onlar felaha eremezler.

Mürcie ise ayetlerden şöyle delil getirmişlerdir: AHah, ayetlerde bahsedilen sı­fatlara sahib olan kimselerin telâna ereceklerine hükmetmiştir. Bu sebeble, bu vasıflarla nitelenmiş kimselerin, zina etse de, hırsızlık etse de, içki içse de, kurtu­luşa (felaha) ermeleri gerekir. Böyle olan kimseler hakkında, Cenâb-ı Hakk'm affı tahakkuk edince, bunların dışında kalan kimseler hakkında da zarurî olarak bu af gerçekleşir. Çünkü hiç kimse bu ikisi arasında fark olduğunu söylememiştir

Bunlara ilk önce şöyle cevap verilebilir: Getirilen bu iki delilden her bin diğeri ile çatışır. Böylece her iki tarafın delili de ortadan kalkar. Bu genel cevabın yanı sıra Va'îdiyye'nin ilk görüşüne şöyle cevap veririz:; Allah Teâlâ'nın sözü onların kurtuluş bakımından kâmil olduklarına delâlet eder. Buna göre, bü­yük günah işleyen kimsenin, kurtuluş bakımından kâmil olmaması gerekir. Bu ge­rekçe ile deriz ki, azabtan kurtulduğu kesin olmadığı halde, hatta azabtan kork­ması gerekirken, o felah (kurtuluş) bakımından naşı! kâmil olabilir? Va'îdiyye'nin ikinci görüşüne cevabımız şudur: Sebeb'erden birinin bulunmaması, neticenin olmamasını gerektirmez. Bize gere Allah'ın aff: da kurtuluş sebebierinden birisi­dir. Mürcie'nin görüşüne cevabımız şudur- Müminlerin "takva" sıfatı ile nitelen­mesi, sevabı elde etmeleri için kâfidir. Çünkü takva, günahlardan ve farz ibadet­leri terkten sakınmayı ifade etmektedir. En iyi Allah bilir

"Şurası kesin ki. İnkâr edenleri inzar etsen de etmesen de farkeimez. Onlar iman etmezler'' (Bakara, 6).

Bu ayette nahiv ve usûl bakımından bazı meseller vardır. Allah dilerse, biz bunları anlatacağız.  ye gelince, bunda bazı meseleler vardır. [78]

 

“İnne” Edatı Hakkında             Başa Dön

 

“İnne” harftir. Harflerınse, amel hususunda asıl vasıfları yoktur. Fakat bu harfler, hem şekil hem mana bakımından fiüe çok benzerler. Bu benzer'ik, bu harflerin "âmil" olmalarını gerektirir. Bu hususta, bir kaç mukad­dime yapmak gerekiyor.

Birinci mukaddime: Bu benzerliği izah hususundadır Eu benzerlik hem lâfız­da hem de manada bulunmaktadır. Lâfzî benzerlik, bu harfler üç harften meyda­na gelmiş, sonları fethalı olmuş ve fıiüer gibi isimlerle birlikte kullanılmışlardır. Bun­lara, meselâ, gibi vikaye nûnu da bitişir. Bu nûn, fiillerde de görülmektedir. Meselâ "Bana verdi', "Bana ikram etti" fiille­rinde olduğu gibi. Mana bakımından benzerliğe gelince, bu harfler, isimde mey­dana gelen bir anlam ifade ederler ki, bu anlam o ismin, haberiyle nitelenmesi­nin tekid edilmiş olmasıdır. Nitekim sen, "Zeyd kalktı" dediğin zaman, burdaki sözü, -simde bir mananın meydana gelmiş olduğunu ifade eder

İkinci mukaddime: Bu harfler, lâfız ve mana bakımından fiillere benzeyince, bun­ların amel bakımından da fiile benzemeleri gerekir. Bunun böyle olması, dilimiz­de çokça kullanılmasına binaen açıktır.

Üçüncü mukaddime: Bu harfler, neden ismini "nasb", haberini "ref" etmişler­dir? Bunun izahı şudur: Bu harfler âmil olunca, bu durumda ya mübteda ve ha­beri beraberce her ikisini ref edecek, veya her ikisini nasbedecek, ya da mübte-dâyı ref, haberi nasb, veyahut da aksine mübtedâyı nasb, haberi ref edecekler­dir. Birinci durum, geçersizdir; çünkü mübtedâ ve habere gelmezden ön­ce de. mübtedâ ve haber merfû idiler. Şayet, kendilerine " geldikten sonra da, aynı hâl üzere kalsalardı,  kesinlikle bir eseri ortaya çıkamazdı. Bir de, bu harfler fiilen anneli gibi amel edince, bilinmektedir ki, fiil iki ismi birden ref edemez. Bu sebeble, ikisi arasındaki ortaklığın ve müşterekliğin manası olmaz. Ayrıca fer olan bir şey asıldan, yani fiilden daha güçlü olamaz. İkinci konu da, birincisi gibi geçersizdir. Çünkü bu da, fiilin ameline muhalif bir şeydir. Çünkü fiil, ref ettiği faili olmadan, herhangi bir şeyi nasb edemez. Üçüncü kısım da, geçersizdir. Buhususda,"asl"(fiil)ile "fer, (harf,), müsavîtutmaya götürür. Çünkü fiilin, faildeki ameli önce "ref" ile, sonra da mefuldeki ameli de "nasb" iledir. Şayet harfler de, bu şekilde kılınacak olsa, o zaman "asi" ile "fer" müsavî olmuş olurdu. Bu üç kısım geçersiz olunca, geriye dördüncü kısım kalmış olur ki, bu da, bu harflerin isimlerini nasb, haberlerini ref etme durumlarıdır. Bu da, bu harflerin amelde asıl değil, fer olduklarına dikkat çeker Çünkü fiil konusunda, mansûb olanın merfûdan önce getirilmesi, asi olan şeyden dönmektir. Böylece bu da, burada bu harflerin amelinin aslî bir yolla değil, arızî bir yolla bulunduğu­na delâlet eder. [79]

 

İkinci Mesele

 

Basralılar bu harfin, ismini "nasb", haberini de "ref" ettiğini söylerler. Kûfeliler ise, bu harfin haberi ref etme hususunda bir tesirinin olmadığını, tam aksine ha­berin, daha önce hangi şeyle merfû idiyse, o şeyle merfû olduğunu söylerler.

Basralıların delili şudur: Bu harfler, yukarda da izah edildiği üzere, fiile tam olarak benzemektedirler. Fiilin, hem ref ettiğinde, hem de nasb ettiğinde tesiri vardır. Bu sebeble bu harflerin de, böyle olmaları gerekir.

Kûfelilerin delili ise, iki yönlüdür.

Birinci vecih: Haberiyyet (haber olunan) manası, mübtedânın haberinde de­vam etmektir. O halde, ref'i gerektirmeye, haberiyyet manası daha lâyıktır. Bu se­beble, o haberi ("inne"nin haberi), haber olma manası ref etmiştir. Haberiyyet ref edince, o kelimenin, bu harfler sebebiyle merfû olması imkansızlaşır. Burada üç mukaddime vardır.

Birincisi: "Haber olma durumu devam ediyor" sözümüzdür. Bunun böyle ol­duğu açıktır. Çünkü haberiyyetten kastedilen, haberin mübtedaya isnat edilmiş olmasıdır. Buna dahil olduktan sonra da, bu isnat durumu devam etmektedir

İkincisi: "Burada haber olma durumu, ref'i gerektirmiştir" sözümüz. Bu böyle­dir. Çünkü, haber olma durumu " dahil olmazdan önce ref'i gerektirmiştir. O halde, orada harfinin olmaması, merfû olmayı gerektiren şeyin bir par­çası sayılamaz. Çünkü yok olan şey, illetin bir cüz'ü olmaya elverişli değildir. O halde, bu harfler geldikten sonra da, haberiyyet (haber olma durumu) ref'i ge­rektirmiş olur Çünkü, bir yerde, gerektiren şey (muktezî) tamamiyle bulunur da tesir edemezse, bu bir engelden dolayı böyle olmuş olur ki, bu manianın ortaya çıkması aslın hilâfına bir durum olur.

Üçüncüsü: "Haber olma durumu iktizâ (gerektirme)ya daha lâyıktır" sözümüz-dür. Bunu iki yönden izah edebiliriz.

Onun haber olması, zatı ile kaim hakikî bir niteliktir. Halbuki bu harf ise, yaban­cı ve ondan ayrıdır Ona muhalif olduğu gibi, ona bitişmemiştir de,,çünjkü isim ikisinin arasını ayırmıştır

Haber, fiile hakikî ve manevî yönden benzer. Bu benzeme işi de, bu haberle fiilin her birinin başkasına isnat edilmeleridir Ama harf, fiile hakikî manevî vasıfla benzemez. Çünkü bu harfte isnat yoktur. O halde, haberin fiile benzemesi, harfin fiile benzemesinden daha güçlü olmuş olur. Bu sabit olunca, haber olan kelimenin fiile benzemesinden ötürü refi gerektirmesinin, harfin, fiile benzemesi sebebiyle refi gerektirmesinden daha evlâ olduğu ortaya çıkar.

Dördüncüsü: "Haber olma durumu ref' iktiza etmede daha güçlü olunca, " jj "nin ref etmesi imkânsız görülür." Çünkü, bu harflere nisbetle, haber olma durumu daha evlâdır. Bu böyle olunca, bu harfler gelmezden önce de, haberin haber olduğuna hükmedilmektedir Bu harfler geldikten sonra, bundan dolayı, haber olan kelimeye "haberlik' hükmü verirsek bu hâsılı tahsil olur ki, bu imkân­sızdır.

İkinci vecih: Sîbeveyh, harflerin amel bakımından asıl olmadığı görüşüne mu­vafakat etmiştir. O halde, bu harflere amel ettirmek delilin hilâfına hareket olmuş olur. Delilin hilâfına sabit olan şey ise, zaruret mikdarınca takdir edilir. Zaruret ise,

bu harfleri tsimde amel ettirmekle yerini bulmuş olur; o halde bu harfleri haber­de amel ettirmemek gerekir. [80]

 

Üçüncü Mesele

 

Enbârî. feylezof Kindî'nin bınekli olarak Müberrede gelerek şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben. Arapça'da

bir fazlalık görüyorum. Mesela Araplar,  "Abdullah ayaktadır" diyor sonra, "Muhakkak ki, Abdullah ayaktadır" diyor. Sonra da "muhakkak ki Abdullah ayaktadır" di­yor. Bunun üzerine Müberred, "İş senin sandığın gibi değil, lâfızların değişme­siyle   manalar   da   değişiyor"   diyerek,   sözünü   şöyle   sürdürür;   "Onların demesi, Abdullah'ın ayakta olduğunu haber vermek içindir. demeleri, bir soru soran kimseye verilen cevaptır.

sözleri ise. Abdullah'ın ayakta olduğunu inkâr eden kim­seye verilen cevaptır." Abdulkâhir el-Cürrânî, Müberred'in "Bu cümleler, soru so­ran kimseye cevap vermek için bu şekilde kullanılır" sözünün doğru olduğuna, şöyle diyerek deliller getirmiştir: Arapların, "kasem'e cevap vaki olduğunda, müb-teda ve haber cümlesini kullandıklarını görüyoruz. Meselâ, Allah'a yemin ederim ki, Zeyd gidiyor" gibi. Kur an'dakı şu ayetler de buna delâ­let etmektedir.

"Sana Z.ülkarneyn'den soruyorlar. De ki, size onun hakkında bir haber anlata­cağım. Muhakkak ki Biz ona, yeryüzünde büyük bir güç vermiştik " (Kehf. 82 84),

"Şano onların kıssasını, gerçek bir şekilde anlatalım: Muhakkak kî onlar, Rab-lerİne iman etmiş genç yiğitlerdi" {Kehf. 13);

"Eğer sana İsyan ederlerse, de ki ben, sizin yaptıklarınızdan muhakkak uza­ğım " iŞuarâ, 216).

"De ki, muhakkak ki ben, sizin Allah'tan başka ibadet ettiklerinize ibadet et­mekten nehyoîundurn " (Enam, 56) ve;

"Ve de ki, muhakkak ki, benim ben, apaçık uyarıcı olan" (Hicr 89) Kendilerin­den, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygambere, mücadele ettikleri ve fıkır yürüttükleri bazı hususlarda kâfirlere cevap vermeyi emrettiğini anladığımı? ayetler de, bunlar gibidir.

"Firavun'a gidin ve deyin l$i: Muhakkak ki, biz. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın elçisiyiz " (Şuara. 16).  

"Ve Mûsâ dedi ki. Muhakkak ki ben. Âlemlerin Rabbi'nden görevlendirilen bir elçiyim." (Araf. 104) aynı şeye hüccettir. Sihirbazların kıssasında da şöyle gel­mektedir;

"Muhakkak ki bizler, Rabbimize döneceğiz" (Araf. 125) Çünkü bu ayet Firavun'un,

'Ben size izin vermeden, siz ona (Mûsâ) iman mı ettiniz" (Araf. 123)sözüne ve­rilen bir cevaptır.

Abdulkâhir şöyle demiştir. Sözün gerçeği şudur: " j\ " harfi te'kîd içindir. Ha­ber muhatabın, aksini zannetmediği bir durum olduğunda, " jı "ye ihtiyaç du­yulmaz. Ancak, dinleyen kimse aksini zannettiğinde, bu " jı " harfine ihtiyaç his­sedilir. Bu sebebten dolayı, haber, meydana gelmesi uzak görünen bir işle ilgili olduğu zaman, bu harfin getirilmesinin yerinde bir iş olduğunu görürsün.

Nitekim Ebû Nuvas şöyle demiştir:

"İnsanlardan ümidini kes; çünkü gönül zenginliğin, onlardan ütyıdinı kesme­dedir."

Burada" " kelimesinin getirilmesi yerinde bir iş oimuşîur. Çünkü genel ola-rak insanlar nefislerini ümitsizliğe zorlamazlar" sözünde, inkâr eden kimseye cevap olmak üzere " Si 'lâm">le beraber yetirmen, yerinde bir şey­dir Çünkü ederre söylenen sözde, sözü te'kîa etmeye ihtiyaç fazladır. Bu inkâr etme işinin dinleyiciler tarafından olması muhtemel olduğu gibi, orada bu­lunanlar tarafından da olması mümkündür. Bil ki bu hart bazen de, onu-şan kimsenin, meydana gelmesini hiç ummad'ğı şeyler meydana geldiği zaman da kuüanıiır. Meselâ, senin " "Ben ona iyilik yap­mıştım. Ama tuttu o bana kötülükle mukabele etli." demen böyledir. Böylece, sanki sen, onun hakkındaki zannını kabul etmiyor ve yanıldığını ortaya koyuyorsun Cenâb-ı Hakk'ın, Meryem'in annesinden naki ederek

"Dedi: Rabbim, muhakkak ki ben, onu bir kız olarak doğurdum. Oysa ki Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir' (Ah imrâo, 3fc) buyurduğu bu ayet de buna delildir. Ve yine; Hz. Nûh (a.s.)'ın;

'Dedi ki: Rabbim, muhakkak ki kavmim beni yalanladı." (Şuarâ, 117) sözü de, böyledir. [81]

 

Küfür Ve İnkar             Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın  sözüne gelince, bunda birkaç mesele vardır.

Birinci mesele: Küfrün tarifi, kelâmcılara zor gelmiştir.

Bu husustaki sözün gerçeği şudur: Hz. Muhammed (s.a.s.)'in taraftar olduğu ve söyleyip hükmettiği her şey; hakkındaki naklin sıhhati, ya zarurî olarak veya istidlalle, veyahutta haber-: vâhidle bilinir.

Birinci kısım: Hz. Peygamberin get;rdığ. zarurî olarak bilinen bütün bu şeyler­de Onu tasdik eden herkes mümindir.

Bütün bu şeylerde onu tasdik etmeyen kimse, ya bunların tamamında veya bir kısmında O'nu tasdik etmemiştir ki. işte bu kimse kâfirdir Buna göre küfür. Hz. Peygamberin getirdiği zarurî olarak bilinen şeylerin, her nangi birinde O'nu tasdik etmemektir. Meselâ. Yaratıcının varlığını, veya O'nun âlım, kadir, muhtar (irâde ve ihtiyar sahibi) olduğunu veya O'nun tek. noksanlarcan ve kusurlardan münezzeh olduğunu, veya Hz. Muhammedm nübüvvetim, veya Kur'ân-ı Kerîmi m doğruluğunu, veyahutta. namazrı zekâtın, orucun ve haccm farz olması; faizin, içkinin haram olması gibi. Hz. Muhammed'in dini cümlesinden olduğunu kesin olarak bildiğimiz dinî ahkâmı inkâr eden kimse kâfir olur. Çünkü bu, Hz. Peygam­berin dininden olduğu zarurî olarak bilinen şeylerde, Hz. Resulü terketmek de­mektir.

Fakat, Cenâb-t Allah'ın ilmiyle âlim veya zatından dolayı âlim olması, Cenâb-ı Allah'ın görülüp görülemiyeceği, kulların amellerinin yaratıcısı olup olmadığı me­seleleri gibi, Hz- Peygamber {s.a.s.)'in dininden olduğu delil ile bilinen, fakat iki gö­rüşten biri hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.)'den katî tevatürle nakledilmemiş olan, ancak bu iki görüşten birinin sıhhati, diğerinin batıl olduğu istidlalle bilmen şeyle­ri, inkâr etmek veya onu tasdik etmemek, imanın mahiyetine dahil olmaz. Bu se-beble de. küfrü gerektırici olmaz. Bunun delili şudur: Şayet bunlardan birisi, ima­nın mahiyetinin bir cüzü olmuş olsaydı, Hz. Peygamberin, herhangi bir kimse­nin bu meselelerde, hakkı bilip bilmediğini anlamasından sonra, onun mümin olduğuna hükmetmesi gerekirdi. Eğer iş böyle olsaydı, Hz. Peygamberin o me­sele hakkındaki sözü, bütün ümmet arasında yayılır ve bu tevatürle nakledilmiş olurdu. Bu, bu şekilde nakledilmeyince. Hz. Peygamberin, iman mefhumunu bu meselelere bina etmediğine delâlet eder. Durum böyle olunca da, bunları bilme­nin imandan olmaması, inkârının da küfrü icap ettirmemesi gerekir. Bu kaideden dolayı, bu ümmetten hiçkimse küfre nisbet edilmez. Biz de, te'vîl erbabını küfre nısbet etmeyiz. (Kâfir olduklarını söylem eyiz). Sadece âhad haberlerle sabit olan hususlara küfrü ve imanı dayandırmanın mümkün olamıyacağı aşikârdır. Küfrün mahiyeti hakkındaki sözümüz, işte bundan ibarettir.

Eğer, "sizin bu anlattıklarınız, aksi açıdan, gayr-i müslimlerin dinî alâmetlerini taşımak, zünnâr bağlamak ve benzeri şeyleri kullanmakla geçersiz hale gelir; çün­kü, Hz. Peygamberin getirdiği zarurî olarak bilinen şeylerde O'nu tasdik etme­menin dışında, bunlar da bir başka küfürdür" denilirse, biz deriz ki, bütün bunlar hakikatte küfür değildir. Çünkü tasdik etmek ve etmemek batını bir şeydir; insan­ların ona muttali olmaları imkânsızdır Bu gibi şeylerde, hükmü batınî manalar üze­rine bina etmemesi. İslâm dininin âdetindendir. Çünkü bu gibi şeyler muttali olu­namaz. Din, bunlara birtakım zahirî alâmetler ve işaretler tayin eder de, bu açık olan emareleri, şer'î hükümlerin dayanağı yapar Gayr-i müslimlerin dinî alâmet­lerini takmak ve zünnâr bağlamak, bu kabil şeylerdendir. Görünen şudur ki, Hz. Peygamberi tasdik eden kimse, böyle şeyleri yapmaz. Böyle şeyleri yaptığı za­man, bu onun peygamberi tasdik etmediğine delâlet eder. Şüphesiz din, hükümleri bu alâmetlere dayandırır, yoksa bunlar kendi başlarına küfür değildirler. Bu bab-ta, özet olarak söylenen söz, işte bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.

İkinci mesele: Cenâb-ı Hakk'ın, "O inkâr edenler yok mu... İşte onlar..." (Bakara, 6) sözü, mazî sîgasıyla, onların küfürlerini haber vermektedir Mazî sîgasıyla bir şeyden haber vermek, kendisinden haber verilen şeyin, o haber-

den önce olmasını gerektirir. Bunu bu şekilde anladıysan deriz ki, Mutezile. Cenâb-ı Hakkın,

"O inkâr edenler yok mu... İşte onlar..." (Bakara, 6);

"Muhakkak ki. zikri Biz indirdik; Onun koruyucusu da Biziz" (Hicr. 9);

"Muhakkak ki. Biz onu Kadir gecesinde İndirdik" (Kadir, 1) ve

"Muhakkak ki, Biz Nuh'u... gönderdik." (Nûh. d gibi ayetlerde, mazî sîgasıyla haber verdiği her şeyi, ister şu harfler ve sesler veya başka bir şey olsun, Allah'ın kelâmının muhdes (sonradan olma) olduğuna delil getirmişlerdir ve "çünkü bu şekilde haber vermek, ancak, kendisinden haber verilen şey önceden geçmiş, meydana gelmiş olursa doğru olur. Bir şeyin kadîm olandan, daha önce olması imkânsızdır Mazî sîgastyla haber vermek. Allah'ın kelâmının kadîm olmasını im­kânsız kılar; öyleyse bu kelâmın muhdes olması gerekir" demişlerdir.

Allah'ın kelâmının kadîm olduğunu söyleyenler, Mutezile'nin bu görüşüne iki yönden cevap vermişlerdir:

1) Cenâb-ı Hakk, ezelde bu âlemin meydana geleceğini biliyordu. Allah bu âlemi yaratınca, gelecekte âlemin yaratılacağına dair bu bilgisi, âlemin geçmişte yaratıldı, şeklindeki bilgiye dönüştü. Bu, Allah'ın ilminin hâdıs {sonradan olma) olmasını gerektirmez. Yine, "Cenâb-ı Allah'ın, ezelde vermiş olduğu haber, onla­rın gelecekte kâfir olacaklarına dair haberdir. Onların küfürleri tahakkuk edince, bu haber, onlar kâfir oldular, şeklindeki bir habere dönüşür. Bu da, Cenâb-ı Al­lah'ın haberinin sonradan meydana gelmesini gerektirmez.

2) Cenâb-ı Hakk, "Mescİd-i Harama mutlaka gireceksiniz " (Fetih, 27) buyurmuştur

Müslümanlar (Mekke'nin fethiyle) Mescid-i Harama girince, ilk haber değiş-meksizin, onların mescide girmiş oldukları haberine mutlaka dönüşür. Bunun böyle olması caiz olunca, aynı bizim meselemizde niçin caiz olmasın? Mutezile birinci suale önce şöyle cevap verdi: "Ebu'l-Hüseyn el-Basrî ve arkadaşlarına göre, ma­lûmat değişince, ilim de değişir. Bu nasıl böyle olmasın, alemin rnevcud olmadı­ğına ve gelecekte var olacağına dair ilim, şayet âlem meydana geldiğinde de aynı kalsaydı, bu ilim değil, cehalet olur. Durum böyle olunca ilmin değişmesi gerekir. Buna göre de bu muâraza düşer,"

Onların ikinci suale cevapları da şöyledir: Cenâb-ı Allah'ın haberi ve kelâmı, hususî seslerdir. Buna göre " ayetinin manası, Cenâb-ı Hakk. mescide girmenizden önceki bir zamanda bu sözle konuşmuştur. Yoksa O, mescıcie girilmesinden sonra böyle söylemiş değüd;r. Üzerinde olduğumuz mesele­de bunun bir benzen şöyle demimesıdir; sözünü Cenâb-ı Halik, kâfirlerin kâfirlikleri meydana gelmeden önce değii sonra söylemiştir. Şu kadar var ki bu sözünün söylenmesi, bunun ezeli olmadığını bir itiraf olur. Bizim de söylemeK istediğimiz budur. Csnâb-ı Hakk'm kelâmının kadîm ol­duğunu söyleyenler şu şekilde onlara cevap vermişlerdir: Şayet malûmatın de­ğişmesi ile (bilinen eşyadaki değişmelere göre) ilmin değiştiğini söylersek, o za­man bizim 'Alem meydana gelecek" bilgisi ezelde (Allah için) var mı idi yok mu idî?" dememiz gerekir. Eğer böyle bir bilginin ezelde (Allah için) olmadığf söyle­nirse, bu açıkça (Allah'ın) -hâşâ- cshı! olduğunu söylemek olur ki bu küfürdür. Eğer bu bilgi ezelde vardı dersek, bu bilginin ortadan kalkması kad?m olan Al­lah'ın zevâlmı (geçip gitmesini) gerektirir. Bu ise âlemin hadis (sonradan olma) olduğunu isoât kapısını kapatır. Allah en iyi Nendir.

Üçüncü mesele: sözü lâm-ı tarifli bir cem'i sîgasidır Buradaki nin İam-ı tarifi zahire göre istiğrak (umumilik) ifade eder, yani bütün kâfir­lere şamil olur, Bu lam-ı tariften maksadın bu zahifî mana olmadıği hususunda bir ihtilâf yoktur. Çünkü kâfirlerden birçoğu müsıüman olmuştur Böylece Cenâb-ı Hakk'm umumî bir lâfzı söyleyip hususî bir manayı kastettiğim anlamış oluruz, Çünkü bu ya şundan dolayıdır: Bu umumî lâfızdan maksadın o hususî mana ol­duğuna delâlet eden karineler, Hz. Peygamber (a.s.) zamanında belli idi Bu hu­susta her hangi bir karışıklık olmaması ve maksat açık olduğu için, umumî bir lâftfla bu hususî mananın kasted'lmesi yerinde olmuştur. Bunun misali şudur: Bi­risinin beldesinde, hususî bir gurup düşmanı olsa, o da "İnsanlar bana eziyet ediyor" dese, beldesindeki herkes onun "insanlar" sözünden maksadının, o bel­li gurup olduğunu anlar. Veyahut da bu şundan dolayıdır: Tahsisin (hususîleştir-menin) açıklanmasının hitab akimden sonra olabileceğini söyleyen kimseye gö­re, bu açıklama umumî olan keiâm ile söylenmese de, hususî manayı kastederek umumî lâfızla konuşulabilir. Bu sâbıt olunca, kendisinden husûsî bir mananın kas­tedilmiş olması ve buna delil olan karinenin de Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında açık olması ihtimallerinden dolayı, umum ifade eden sığalardan hiç birisine "O kesin olarak istiğrak (umumîlik) ifade ediyor" diye tutunmak mümkün değildir Hiç şüphesiz, bu ayette, umumî bir lat;z!a hususî bir mananın kastedilmiş olması yerindedir, güzeldir. Bu konuda söyleyebilecekleri en nihâî söz şudur: "Şayet bu karîne bulunmuş olsaydı, biz onu bitirdik, Bilmediğimize göre, anlıyoruz kî, böyle bir karîne yoktur." Şu var ki bu söz zayıftır Çünkü bir şeyin elde olmaması ile o şeyin yokluğuna istidlal etmek, kat'iık ifade etmesi bir yana. zan i'ade eden'delil-lerin bile en zayıfıdır.

Bunun böyle olouğu sabit olunca, Mutezile'nin, "umumî sîgalar'a va'îd (ilâhî tehdit) ifade eden ayetleri, vâ'îd'in kesin olduğuna" delil getirmelerinin son dere­ce zayıf bir görüş olduğu ortaya çıkar Mutezileden bazıları, bu mahzuru savuşîurmak için bir çare düşünmüşler ve şöyle demişlerdir:" Kâ­firler iman etmezler) sözü, "  (Kâfirler iman ederler) sözünün zıddıdır Bu ikinci söz ise ancak, onlardan herkes iman ettiği zaman doğru olur Bu ifadenin olumlu tarafla umum İfâde ettiği ortaya çıkınca, olumsuz tarafta umum ifâde etmemesi gerekir Daha doğrusu, olumsuz taraftaki (Kâfirier iman etmezler) ifadesinin doğru olması için, sadece birinin bile iman et­memesi yeterlidir. Çünkü kâfirlerden herhangi biri bile iman etmese, bu toplulu­ğun hepsinin iman etmemiş olduğu ortaya çıkar Böylece de sözünü zahirine göre, "onlardan birinin iman etmediği" manasına almamızın uy­gun olacağı ortaya çıkar. Ya, onların çoğu iman etmemişse, durum nasıl olur, var düşün? Buna cevabımız şudur: sözü çoğul sîgasıdii. (İman etmezler) sözü de bunun gibi çoğul sîgasıdır. Çoğul sigâsı ile karşı karşıya bulunduğunda, hüküm fertlere venlir. Bu takdirde ayetin manası şu­dur: "Onlardan her biri iman etmez." O zaman da mezkûr söz, yani umumî lâfız­la, hususî bir mana kastedildiği hükmü ortaya çıkar

Dördüncü mesele: Müessirler, bu ayetteki" "İnkâr edenler" sö­zünden kimlerin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir Bir kısmı, bunların, ken­dilerini Allah'ın, "hakkı bile bile gizleyenler" diye vasfettiği inatçı vahudî reisleri olduğunu söylemişlerdir Bu Ibn Abbas (ra.)'ın görüşüdür. Diğer müfessırler ise, aksine bu ayette kastedilenlerin Ebû Leheb, Ebû Cehü, Velid b. Mugîre v.b. gibi bir guruo müşrik olduğunu söylemişlerdir Çünkü bunlar, delilin (Hz. Peygamber ve Kur'ân'ın) zuhurundan sonra, bile bile inkâr etmiş, bilgi (marifet) hasıl olduk­tan sonra küfre sapmışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleri buna benzer

"Onların çoğu yüz çevirdiler. Onlar artık dinlemezler. "Bizi uymaya çağırdığın şeye karşı kalblerimiz örtüler içindedir" derler" (Fussilet, 4-5)

Hz. Peygamber (s.a.s.), kavminin hepsinin iman etmesini çok istiyordu. Bu hali Cenâb-ı Allah şöyle beyan etmiştir:

"Onlar bu Kurana İnanmadılar diye, onların peşisıra, nerede ise üzüntüden ken­dini helâk edeceksin " (Kehf. 6);

"Sen, müslüman olsunlar dîye İnsanları zorlayacak mısın?" (Yûnus. 99)

Sonra Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber (s.a.s,)'e, artık o iman etmeyenlerden ümi­dini kessin de kendine sıkıntı vermesin diye, onların iman etmeyeceklerini bildir­miştir. Çünkü ümidi kesmek, iki rahatlığın birisidir

"Onları inzâr etsen de (uyarsan da) inzâr etmesen de (uyarmasan da) değişmez, onlar iman etmezler" (Bakara, 6).

Bu ayet hakkında birçok mesele vardır:

Birinci mesele: Keşşaf sahibi şunu söylemiştir: "Buradaki" iç. " kelimesi" (musâvî, bir, denk ve eşit olmak) manasında bir isimdir. Masdarlar vasıf olarak kullanıldığı için, ve kelimesi de "istiva" masdarı manasında kullanıldığı için, burada vasıf olarak getirilmiştir.

Cerıâb-ı Hakk'ın şu ayetleri de bu kabildendir:

"Sizin ile bizim aramızda aynı olan bir kelimeye geliniz" (Alı imran. 64),

"Soranlar için tam dört günde..." (Fussıiet. 10)

Bu ayetlerdeki" cy-" kelimesinin manası" (eşit, aynı, tam) manasına­dır. Sanki şöyle denilmiştir: "O inkâr eden­ler yok mu, onlara inzann da inzâr etmemen de birdir."

İkinci mesele: kelimesinin merfu olmasının sebebi hakkında iki görüş vardır. Birincisi: Bunun merfu olması, " "nin haberi olduğu içindir.

" ibaresi ise," "ün faili olduğu için ref makamındadır Bu­na göre sanki şöyle denmiştir: Nitekim "Zeydin, kardeşi ile amcası oğlu birbirleriyle davalı­dırlar." dediğin gibi. İkincisi: manasına olmak üzere, kısmı muahhar (geri bırakılmış) mübtedâ, kelimesi ise mukaddem {önce getirilmiş) haberdir. Bunların meydana getirdiği cümle de " "nin haberidir, Bil ki bu ikinci görüş daha uygundur. Çünkü bir isim­dir. Onu fiil gibi düşünmek, bir zaruret olmaksızın zahiri terketmek gibi olur. Bu ise caiz değildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca deriz ki: Malumdur ki burada kastolunan uyarmanın (inzann) ve uyarmamanın bir olduğunu söylemektir. Böy­lece. "ün haber olması gerekir. Haber ise burada önce gelmiştir. Bu, habe­rin mübtedâdan önce gelmesinin caiz olduğuna delâlet eder.

Cenâb-ı Hakk'ın şu ayeti de buna benzer:

(Onların yaşamaları da ölmeleri de birdir...) (Câsiye, 21)

Sîbeveyh, Arapların "Ben Temimliyim" ve "Seni kınayan, kınanacak olanın kendisidir" dediklerini nakletmiştir Kûfelilere gelince, onlar bunu caiz görmezler Bu görüşlerine iki şekilde delil getirmişlerdir

1)  Mübteda zattır, haber ise sıfattır. Zât ise sıfattan önce gelmeye lâyıktır. Bu sebeble (sıfat-mevsuf gibi) i'rab bakımından bir başkasına tâbi olan kelimelere kıyasla, mübtedânın lafzan haberden önce gelmesi gerekir. Buradaki müşterek unsur, mübteda ile haber arasındaki manevi bağdır.

2) Haberin, mübtedaya ait bir zamiri ihtiva etmesi gerekir. Şayet haber, müste-dadan önce getirilirse, bu durumda mercii önceden zikredilmemiş bir zamir bu­lunmuş olur ki bu da caiz değildir. Çünkü "zamir", kendisi ile bilinen bir şeye işa­ret edilen bir lâfızdır. O şey bilinmeden, zamir ile ona işaret etmek imkânsızdır. O halde "ızmâr kable'z-zikr" (Mercii geçmemiş zamiri getirmek) muhaldir.

Basralılar Kûfelilerin birinci görüşlerine şu şekilde cevap vermişlerdir: Sizin bu söylediğiniz, mübtedânın haberden önce getirilmesinin vâcib değil, eviâ olması­nı gerektirir. Evlâ oluş ise, haberin önce getirilmesine mâni değildir

İkinci görüşlerine ise şöyle cevap vermişlerdir: "İzmâr kable'z-zikr", Arapçada mevcuttur. Meselâ, Araplar "                           derler.

Cenâb-ı Allah da;

"İçten içe korktu Mûsâ" (Tâhâ, 67) buyurmuş,(önce zamiri, sonra Mûsâ ismini zikretmiştir).

Züheyr de şöyle demiştir:

"Her kim Herim b. Sinan ile, her ne halde olursa olsun, karşılaşırsa; cömertlik ve lütufta bulunma huyunun O'nda kökleşmiş olduğunu görür!" En iyi bilen Al­lah Teâlâdır.

Üçüncü mesele: Dil âlimleri, fiilden haber verilemeyeceğinde {yani fiilinin müb­teda olmayacağında) ittifak etmişlerdir. Çünkü "çıktı, dövdü" gibi fiilleri sıralayıp, söyleyen, düzgün bir söz söylemiş olmaz.

Bu görüşü bazı âlimler birkaç yönden tenkid etmişlerdir:

1) Allah'ın sözü fiildir, ile ondan haber verilmiş­tir. Bunun bir benzen de;

"Ve, bütün delilleri görmelerinden sonra, onu mutlaka bir zamana kadar zin­dana atmaları (görüşü) onlara zahir oldu." (Yûsuf. 35) ayetidir. Bu ayette " tij" fiili­nin faili, yine bir fiil olan  kelimesidir.

2) "Fiil" olduğu haber verilen şeyin, mutlaka bir fiil olması gerekir. O halde fiil, fiil olduğu haber verilen kelimedir. Şayet, "burada fiil olduğu haber verilen şey o kelimedir, o kelime" ise isimdir" denirse biz deriz ki buna göre fiil diye haber verilen şey, fiil olmayıp da isirr olduğu zaman, bu yalan bir haber olur. Gerçek şu ki fiil olduğu haber verilen keiime ya isimdir ya değildir. Eğer isim ise bu haber yaian olur. Çünkü isim. fiil olmaz. Eğer o, fiil ise bu durumda fiil kendisinden ha­ber verilen bir kelime olmuş olur

3) Biz, "fiilden haber verilmez" dediğimiz zaman da ondan, haber verilemiye-ceğini haber vermiş oluruz. Bu haber ile kendisinden haber verilen kelime şayel isim olursa, isimden haber verilem iveceğin i söylemiş oluruz. Bu ise yanlıştır Eğer o fiil olursa, bu takdirde fiil, Kendisinden haber verilen şey olur. Sonra bu görüşte olanlar, "Fiilden haber verme hususunda herhangi bir mahzurun bulunmadığı ortaya çıkınca, zahiri durumu terketmemize gerek yoktur" dediler.

Nahivcilerin çoğu fiilden haber verilmesinin caiz olmadığı görüşünde ittifak ha­lindedirler. Bu durumda ayetin takdiri" olur. Eğer, "ha­kikatten mecaza dönmek, ister manadaki, isterse lâfızdaki fazladan bir faydayı (manavı) ifade için olur. buradaki favda nedir?" denirse, deriz ki:

ayetinin manası: "Artık bundan sonra onları inzâr etmen veya etmemen bir­dir" şeklinde olur Çünkü kâfirler topluluğu, Cenâb-ı Hakk'ın ayetlerinden ve de­lillerinden yüz çevirme» inat ve ısrar hususunda öyle bir rjoktaya gelmişlerdi ki, onların bunu kabul edeceklerine dâir hiçbir ümit kalmamıştı. HalbuKi daha önce onlar böyle değillerdi. Şayet, Cenâb-ı Allah, demiş olsaydı bu, bu hal.n daha önce değil de o vakitte meydana gelmiş olduğunu ifa­de etmezdi. Hakk Teâlâ, böyle buyurmak suretiyle, bu halın ancak o vakitte (yani sonradan) meydana gelmiş olduğunu bildirmiş oluyor. Böylece bu da bir ümit­sizliğin ve onlardan tamamen ümit kesmenin varlığını ifade ediyor ki biz daha önce, ayetten maksadın da bu olduğunu açıklamıştık.

Dördüncü mesele: Keşşaf sahibi, "Hemze" ve " 'fi" harfleri, sadece istifham edatı olarak kullanılırlar. Ama bazan istifham manası, bunlardan tamamen kalkar demiştir. Sİbeveyh ise, bunun "Ey Allah'ım, biz günah­kâr topluluğu bağışla" ifadesinde olduğu gibi, bu kaide nida harfine uygulandığı gibi istifham harfine de uygulanacağını söylemiştir. Yani nida olmadığı halde ni­da şeklinde geldiği gibi. istifham olmadığı halde istifham şeklinde gelebilir.

Beşinci mesele: de altı çeşit kıraat vardır: Araiarında elif bulunarak \/eya bulunmaksızın her iki hemzeyi de gerçek hali ile (belirterek) okumak; aralarında ehf bulunarak veya bulunmayarak birinci hemzeyi güçlü, ikinci hemzeyi şöyle böyle (belli belirsiz) okumak: veya istifham harfi olan ilk hemzeyi hazfederek veyahutta harekesini kendisinden önce gelen sakin harfe vermek suretiyle okumaktır. Nite­kim şeklinde okunur. Eğer, "ikinci hemzeyi elife çevirenler hak­kında ne dersin?" denilirse, Keşşaf sahibi: "Bu bir hatadır. Arapçanm dışına çıkmadır" denilmiştir

Altıncı mesele: "Irızâr", günahlardan menetmek suretiyle, Allah'ın azabından korkutmaktır. Bu ayette müjdeleme değil de inzâr zikredilmiştir. Çünkü, bir şeyi yapıp yapmamada inzârın tesiri, müjdenin (tebşirin) tesirinden daha güçlüdür. Çünkü insanın, zararı savuşturma ile meşgul olması, menfaati elde etmek için uğraşmasından daha önemlidir. Bu makam, mübalağa yendir. Ohalde bu ma­kamda inzârın zikredilmesi daha uygundur.

Cenabı Hakk'ın sözüne gelince, bunda iki meseie vardır:

Birinci mesele: Keşşaf sahibi." cümlesinin ya kendinden önceki cüm­leyi te'kîd eden bir cümledir veya nin habendır. Bu durumda da arada ka­lan cümle i'tırâz cümlesidir." demiştir

İkinci mesele: Ehl-i Sünnet, bu geçen ve buna benzeyen, "Andolsun ki, bunların çoğu hakkında (azab) hükmü kesinleşmiştir, iman etmezler" (Yasin. 7).

"Kendisini tek olarak yarattığım, kendisine uzun boylu mal ve daima yanında hazır olan oğullar verdiğim ve kendisini iyice ihsanlara boğduğum o kişiyi bana bırak. Sonra da, bunu arttırmamı ister. Hayır, çünkü o bizim ayetlerimize karşt inatçı idi. Ben onu sarp bir yokuşa salacağım " (Muddessir, 11-17) ve;

"Ebu Leheb'in elleri kurusun..." (Leteb. 1) gibi ayetlerle, "teklîf-i mâla yutâk"a (güç , yetirilemiyecek yükler yüklemenin caiz olduğuna) dair delil getirmişlerdir. Bunun izahı şudur. Cenâb-ı hakk, muayyen bir şahsın, asla iman etmiyeceğini haber vermiştir. Şayet bu kimseden iman sudur edecek olsa, Aliah'ın doğru olan habe­rinin yalana dönüşmesi gerekir. Yalan ise, muarızımızca, çirkin bir şeydir. Çirkin bir şeyi yapmak da ya cehaletten veya muhtaç olmadan ileri gelir. Bütün bunlar da, Allah hakkında muhal olan bir şeydir. Muhale götüren şey de muhaldir O halde, o kişiden, imanın meydana gelmesr muhaldir. Bu sebeble, onu imanla mü­kellef tutmak, imkânsız olan bir şeyi yüklemektir. Bu mesele ılım suretinde de (ya­ni ilim mefhûmu ele alınarak da) zikredilebilir ki, bu da şudur: Cenâb-ı Hakk. onun iman etmiyeceğini bilince, ondan imanın meydana gelmesi, Allah'ın ilminin ceh­le dönüşmesini gerektirir. Bu ise, muhaldir. Muhâü gerektiren şey de muhaldir O halde iman etmesini emretmek muhal olanı istemek şeklinde vaki olmuştur,

Biz aynı meseleyi, üçüncü bir biçimde de ele alabiliriz: Şöyle ki: İman edilmıyeceğtni bilmekle beraber, imanın var olması imkânsız olur Çünkü, iman edilmıyeceğmı bilme hususu, binene mutabık olduğu zaman ilim olur. İmanın yokluğunu bilmek, imanın yokluğu meydana geldiği zaman, malûma mutabık olmuş olur. Zaten iman edilmeyeceğini bilmekle beraber iman meydana gelirse, iman hususunda, o imanın beraberce hem var olması hem de yok olmasının bulun­ması gerekir ki, bu imkânsızdır. O halde, iman edilmeyeceğine dair Allah'ın ilmi­nin bulunmasıyla birlikte, iman etmeyi emretmek, iki zıddı birleştirmeyi emretmek olur Daha doğrusu, varlıkla yokluğu bağdaştırmayı istemektir. Bütün bunlarsa, imkânsızdır.

Biz bu meseleyi dördüncü bir şekilde de izah edebiliriz. Şöyle ki: Cenâb-ı Al­lah, iman etmıyeceklerini bildiği kimselere kesinlikle iman etmelerini teklif etmiş­tir. İman, Allah'ın haber verdiği her şeyde O'nu tasdik etmek, demektir. Onların asla iman etmiyecekleri hususu da, Allah'ın haber verdiği şeyler cümlesindendir. O halde, bunlar onların asla iman etmiyeceklerine iman etmekie, mükellef tutul­muşlardır. İşte bu da, "nefy" ile "isbaf'ı bağdaştırmayı istemektir.

Meseleyi beşinci bir biçimde de ele alabiliriz. O da şudur: Allah kâfirleri;

"AlIah'ın sözünü değiştirmek istiyorlar. De ki: Siz asla bizim arkamıza düşemez-siniz. Çünkü Allah, daha önce böyle buyurmuştur" (Fetih. 15) ayetinde haber ver­diği şeyin aksine bir şey yapmaya çaba sarfetmiş olmakla ayıplamıştır. Bu se-beble, Cenâb-ı Hakk'tn meydana gelmiyeceğini bildirdiği şeyi meydana getirmeye niyetlenmenin, Allah'ın kelâmını değiştirmeye yönelmek olduğu anlaşılmıştır Bu ise, yasaklanılan bir husustur. Sonra burada, Allah.onların kesinlikle iman etmi-yeceklerini haber vermiştir. Buna göre, onların iman etme çabası. Allah'ın kelâ­mını değiştirmeye yönelmek olur. Bu ise, yasaklanmıştır. İman etme çabasını bı­rakmak da Allah'ın emrine muhalif bir iş olur. Bu sebebie, hem yapmak hem de yapmamak hususunda bir kınama meydana gelmiş olur. işte bütün bunlar, bu konuda zikredilmiş hususlardır Mutezile'nin esaslarını yıkan, sözler de bunlardır Muhakkik âlimlerden gerek halef gerekse selefin, Mutezile'nin esaslarını yıkma ve onların kurallarını yerle bir etme hususunda dayandıkları esaslar bunlardan ibarettir.

Mutezile, oturup kalkıp, bu görüşleri bertaraf etmeye yollar aradılar, fakat ikna edici herhangi bir şey bulamadılar. Allah'ın yardımı ve inayeti ile, onların da aldık­ları şeyleri en tafsilatlı biçimde zikredeceğim.

Mutezile, "bu ayette iki makam vardır" demiştir

Birinci makam: Cenâb-t Hakk'tn.iman ediimiyeceğini bilmesinin ve onu haber vermesinin, iman etmeye mani olmasının caiz olmadığıdır,

İkinci makam: Aklî cevabın, tafsilatlı bir biçimde açıklanmasıdır.

Birinci makam: Birçok husus delâlet etmektedir, demişlerdir.

Birincisi: Kur'ân-ı Kerîm, her hangi bir ferdin iman etmesine mâni bulunmadı­ğına dair, delâlet eden ayetlerle doludur. Cenâb-ı Hakk,

"Hidayet onlara geldiği zaman, onları iman etmekten alıkoyan neydi?" (Isrâ, 94) buyurmuştur.

Burdaki" " edatı, "istifhârrvı inkârTdir. Bir adam, birisini, bir evde, çıkması­na imkân olmayacak bir şekilde hapsetse, sonra da kalksa o adama, "İhtiyaçları­nı yerine getirme hususunda sana hangi şey mâni oldu?" dese, adamın bu sö­zünün çirkin karşılanacağı malûmdur. Yine, Allah Teâlâ'nın

"İman etselerdi, onlara ne olurdu " (Nisa, 39) buyurması; Iblis'e "Secde etmekten seni ne alıkoydu" (Sad. 75): Hz, Musa'nın kardeşine, "Onları gördüğün zaman, sana mâni olan neydi?" (Taha, 97) demesi ve "Onlara ne oluyor da iman etmiyorlar" (inşikak, 20); "Onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar?" (Müddessir. 49); "Allah seni affetsin, niye onlara izin verdin?" {Tevbe. 43);

"Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, niçin haram kılıyorsun?" (Tahrim, 1) sözleri, bu­nun gibidir,

Abbâd, bu konuya ayırmış olduğu bir bölümde, 'Allah, iman etmesine mâni olduğu halde, ona iman etmesini nasıl emreder; küfre sevkettiği halde, onu kü­fürden nasıl meneder; hem onu imandan alıkoyuyor, hem de "nasıl dönüyorsu­nuz?" diyor; kalblerinde caymayı yaratıyor, sonra da, "nasıl cayıyorsunuz?" di­yor; aralarında küfrü icad ediyor, sonra da, "nasıl kâfir oluyorsunuz?" diyor; on­larda hakkı batıla karıştırmayı halkediyor sonra da,

"Niye hakkı batılla karıştırıyorsunuz?" (Âı-i imrân 71) diyor; onları hak yoldan men ediyor, sonra,

"Niçin, Allah'ın yolundan yüz çeviriyorsunuz9" diyor; kendilerinin iman etme­lerine engel oluyor, sonra da,

"İman etselerdi, onlara ne olurdu?" (Nısâ, 39) diyor; onları doğruya varmaktan saptırıyor, sonra da

"Nereye gidiyorsunuz?" [fekvu 26) diyor; yuz çevirmeye kadar onları dinden sap­tırıyor, sonra da,

"Ate oluyor da, onlar öğöttenyüz çeviriyorlar?"{Muddessi'. 49)1 demiştir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk,

"Peygamberlerden sonra, insanların bir bahanesi kalmasın diye, uyarıcı ve mü}-dehyici olmak üzere peygamberler gönderdik.' (Nisa, 165),

"Şayet Biz, daha önce bir azâb ile onları helak etseydik, derlerdi ki; Ey Rabbi-miz, bize bir peygamber göndermeli değil miydin? O zaman biz de, zelil ve bakir olmadan önce, senin ayetlerine tâbi olurduk" (Nisa 165) buyurmuştur.

Allah, onlara hiç bir mazeret bırakmayıp, hepsini ortadan kaldırmıştır Şayet, Allah'ın onların inkâr edeceklerini bilmesi ve onların kâfir olacaklarını haber ver­mesi, onların iman etmelerine mâni olsaydı, şüphesiz bu onlardan Cenâb-ı Hakk'ın azabı savuşturacak gerekçelerin en güçlüsü, mazeretlerin de sn büyüğü olurdu. Durum böyle olmayınca, Allah'ın bilmesi ve haber vermesinin, kiminin iman et­mesine mâni olmadığını anlarız.

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk. " sûresinde, kâfirlerin şöyle dediklerini nakl etmiştir:

"Dediler ki: Kalblerimiz. senin bizi çağırdığın şeye karşı örtüler içindedir. Ku­laklarımızda da, bir ağırlık vardır." (Fusılet, 5). Allah'u Teâlâ bunu.'onlar bu sözle­rinde kınamak için zikretmiştir. Şayet Cenâb ı Hakk'ın, onların kâfir olacaklarını bilmesi ve bunu haber vermesi, iman etmelerine mâni olsaydı, onlar bu konuda, doyru söylemiş olurlardı. O halde, Allah niçin onları bu sebeple zemmetmiştir?

Dördüncüsü: "O kâfirler yok mu? Onları uyarsan da uyarmasan da birdir. On­lar, iman etmekler" (Bakara. 6) ayetini, onları kınamak, küfürlerinden menetmek ve yaptıkları şeyi tatbik etmek için indirmiştir. Şayet onlar, iman etmekten altkonulsa-lar ve iman etmeye muktedir olmasalardı, kesinlikle böyle bir kınamaya müstehak olmazlardı. Tam aksine, yürüme konusunda âmâ bir kimsenin mazur olması gibi, ontar da mazur sayılırlardı.

Beşincisi: Kur'ân, Allah ve Resulünün aleyhine, kâfirlerin delili olmak için de­ğil, aksine Allah ve Resulünün kâfirler aleyhinde hücceti olsun diye indirilmiştir. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın bilmesi ve haber vermesi, onların iman etmelerine mâni olsaydı, bu durumda onların şöyle deme hakları doğarov "Küfrü bildiğin ve ha­ber verdiğin zaman, küfrü terkeîmerniz muhal olur O halde, ne diye, bizden mu­hal oianı istiyor ve ne diye bize muhali emrediyorsun?" Şayet Allah'ın bilmesinin

ve bunu haber vermesinin, onların iman etmelerine mâni olduğu gerçek olsaydı, ve Resulünün aevap vcremiyectiği herkesçe bilinen bir husus olurdu.

Altıncısı: Cenâb-ı Hakk, "Allah, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımadır" (Enfâi, 40) buyurmuştur. Şayet Allah, onların iman etmelerine bir enge! bulunmasına rağmen, onlara imanı tek-iıf etmiş o'saydı, bu durumda O, güzel bir Mevlâ deftii, aksine kötü bir Mev!â olurdu. Bununsa küfür olduğu malûmdur. Böylece, bütün bu hususlarla, insanların iman etmelerine ve Allah'a itaatte bulunmalarına, kes'nlikle herhangi bir engelin bu­lunmadığı ortaya çıkmıştır. Bu sebeble, Cenâb-ı Hakk in, onların iman etmiye-ceklerıni bilmesinin ve onu haber vermesinin, oniarın iman etmelerine mâni ol­madığına kat'î olarak hükmetmek gerekir, dediler.

İkinci makam: Cenâb-ı Hakk'ın, iman etmiveceklerini bitmesinin, onların iman etmelerine mâni olmadığına da. birçok akit delil delâlet etmektedir.

Birincisi: Şayet bu böyle olsaydı, Allah'ın herhangi bir şeye kadir olmaması gerekirdi. Çünkü, meydana geleceği bilinen bir şeyin meydana gelmesi vâcib olur Meydana gelmeyeceği bilmen hır şeyin ise, meydana gelmesi imkânsız olur. Vâcib olana karşı koyacak bir güç yoktur Çünkü onun meydana gelmesi b«r kud­retle olmayıp vâcib olduğu için olursa, o kudret ister bulunsun isterse bulunma­sın, onun meydana gelmesi vâcib olur Böyle olan şeyde kudretin bir tesiri söz Konusu değildir Meydana gelme& imkânsız olan şeye de, tesir etmek söz konu­su değildir. Bu durumda. Allah'ın hiçbir şeye, kesinlikle kadir oimaması gerekir ki, bu ittifakla küfür kabul edilmiştir 0 halde, bir şeyin yokluğunu bilmenin, o şe­yin meydana gelmesine mâni olmadığı ortaya çıkmış olur.

İkincisi: İlim, hangi durumda bulunuyorsa, bulunduğu o durum üzerinde ma­lûma taalluk eder Eğer o mümkün ise, onun ilmi de mümkündür, eğer o vâcib ise, onun ilmi de vâcıbtır Hiç şüphe yok ki iman ve küfür zatları itibarı ile varlıktan mümkün şeylerdir. Şayet bunlar, bilinmeleri sebebi ile, varlıkları vâcib (vâcıbu'l-vucûd) şeyler olsalardı, o zaman ılım maluma tesir etmiş olurdu Bunun imkansız olduğunu daha ünce açıklamıştık.

Üçüncüsü: Şayet, Cenâb-ı Allah'ın haber vermesi ve bilmesi, kulun iman et­mesine mâm olsaydı, kul hiçbir şeye kesinlikle kadir olamazdı. Çünkü Allah'ın meydana geleceğini bildiği şeyin meydana gelmesi vâcib olurdu. Vâcib olan ise, kendisine tesir edilemeyecek şey demektir. Allah'ın, meydana gelmeyeceğini bil­diği şeyin, meydana gelmesi imkânsızdır, İmkânsız olan şeye de tesir edilemez. Bu sebeble kulun herhangi bir şeye kesinlikle kadir olamaması gerekir. Bundan dolayı da onun hareketlen ve hareketsiz halleri, cansızların hareketsizliği ve can­lıların mecburi (gayr-ı ihtiyarî) hareketleri gibi olurdu. Ancak bunun doğru olma­dığını bedihî olarak anlarız. Meselâ bir insan diğer birine, başını yarmak için bir kiremit atsa, biz, kiremiti değil, onu atanı kınarız. Yine biz, bedihî olarak (apaçık olarak) üzerine kiremit düşmesi ile ona, isteyerek herhangi bir insanın yumruk vurması arasındaki farkı anlarız. İşte bu sebebten ötürü insanlar, akıllarının yol göstermesi ile. ihsanda bulunanı övme ve kötülük yapanı kınama arasındaki far­kı anlarlar, iyiliğe yapışır ve onu emrederler, kötülükten ötürü de birbirlerini kınar­lar. "Niçin yaptın?" veya "Niçin yapmadın?" derler. İşte böylece bu da, Allah'ın bilmesinin ve haber vermesinin, kişinin bir işi yapıp yapmamasına mâni olmadı­ğını gösterir.

Dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerin iman etmeyeceklerini bilmesi, onların imana gelmelerine mâni olsaydı, onlara imanı emretmesi, ilminin yokedilmesine dâir bir emir olurdu. Allah'ın kullarına ilm-i ilâhiyi yoketmelerini emretmesi uygun olmadığı gibi, iman ederek ilmini yoketmelerini emretmesi de yakışık almaz. Ç Allah'ın zatını ve sıfatlarını yoketmek düşünülümez. Böyle bir emir manasız akılsızlık olur. O halde. Cenâb-ı Allah'ın onların iman etmeyeceklerini bilmesi, etmelerine mâni değildir.

Beşincisi: İman, zatına ve kendisine nazaran, haddizatında mümkün ve caiz olan şeylerdendir O halde, Cenâb-ı Allah'ın da, imanın böyle olduğunu bilmesi gerekir. Şayet böyle olduğunu bilmezse, bu cehalet olur ki, bu Allah hakkında imkânsızdır. Allah, iman mefhumunun, meydana gelip gelmemesi imkânsız ol­mayan mümkün ve caiz bir şey olduğunu bildiğinde, şayet bu iman, böyle bir bilgiden dolayı vâcibu'l-vucûd (mutlaka meydana gelmesi gereken bir şey) ol­saydı aynı şeyin hem vâcıbu'l-vucûd hem de mümkinü'l-vucûd (varlığı da yoklu­ğu da mümkün olan) olması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır.

Altıncısı: İmkânsızı emretmek, bunaklık ve abesle uğraşmaktır. Şayet şeriatin böyle bir şeyi istemesi caiz olsaydı, onun her türlü akılsızlığı da emretmesi caiz olurdu. O 2aman yalancıların elinde, onların mucizeler göstermesi ile şeriatın gel­mesi ve yalanlarla bâtıllar ihtiva etmesi imkânsız olmazdı. Farzı muhal, böyle bir şey olsaydı, o zaman, peygamberlerin nübüvvetlerine ve Kur'ân'ın doğruluğuna güven diye bir şey kalmaz, tam aksine, bütün bunların yalan ve akılsızlık sayılma­sı mümkün olurdu. Bunun böyle olması geçersiz olunca, Cenâb-ı Allah'ın, onlann iman etmeyeceklerini bilmesinin ve haber vermesinin onların iman etmeleri­ne mâni olmadığını anlamış olduk.

Yedincisi: Bütün bu şekillerde, imkânsızı isteyen emirlerin gelmesi caiz olsay­dı, bu durumda kör insana, Kur'ân'ı noktalaması; kötürüme, havada uçması, eli ayağı bağlanıp dağın tepesinden atılan kimseye, "Niye yukarıya doğru uçmu­yorsun?" denmesi gibi emirlerin de gelmesi caiz olurdu. Aklen böyle şeyler caiz olmayacağına göre, imkânsızı emretmenin caiz olmayacağını biliriz. Bu sebeble, kâfirlerin iman etmeyeceğini bilmek, iman etmelerine mâni değildir.

Sekizincisi: Bu şekilde bir emrin gelmesi caiz olsaydı, peygamberlerin can­sızlara gönderilmeleri, onlara kitap indirilmesi ve zaman zaman o cansızlara, mü­kellefiyetleri ulaştırmak için meleklerin indirilmesi de caiz olurdu. Halbuki böyle bir şeyi (söylemek) dinle oynamak ve onunla alay etmek olduğunu herkes bilir.

Dokuzuncusu: Bir şeyin bilinmesi, onun mutlaka meydana gelmesini gerektir-seydi, o zaman ilim mefhumunun kudret ve irâdeye ihtiyacı olmazdı. Böyle bir şey söz konusu edildiğinde. Cenâb-ı Allah'ın kadir, mürîd (irade sahibi) ve ter­cih sahibi (muhtar) olmaması gerekirdi. Bu ise, Allah Teâlâ'nın mûcib-i bi'z-zat[82]) olduğunu batıl yere iddia eden felsefecilerin görüşüdür

Onuncusu: "Teklîf-i mâla yutâk"ın olmadığına delâlet ayetlerdir. Cenâb-ı Allah,

"Allah, hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi emretmez" (Bakara, 286),

"Allah, size dinde hiç bir zorluk kılmadı!' (Haca 78) ve;

"Onların ağır yüklerini ve sırtlarında olan zincirleri kaldırıyor" (Araf, 157) bu­yurmuştur. İmkânsızı teklif etmenin daha üstünde hangi zorluk ve güçlük vardır

Üçüncü makam: Genişçe cevap verme makamıdır. Bu konuda Mutezile'nin iki yolu vardır:

Birincisi: Ebû Alı, Ebû Hasım ve Kâdi Abdu'l Cebbâr'ın yoludur. Biz, "Allah'ın, ilminin aksine bir şey meydana gelmiş olsaydı, o zaman ilm-i ilâhî cahilliğe dö­nüşmüş olurdu" dediğimizde, onlar: Allah'ın ilmi cahilliğe dönüşür" diyenlerin de, "Allah'ın ilmi bu durumda, cehle dönüşmez" diyenlerin de bu sözleri hatadır. Bunun hiçbirini   (ne onu, ne diğerini) söylememek gerekir" demişlerdir.

İkincisi: Ka'bî'nın yoludur. Bu yol aynı zamanda Ebû'l-Huseyn e!-Basrî'nin yo­ludur. "İlim, ma'luma tâbidir, Kuldan meydana gelen şeyin iman olduğunu iyice anladığında, o zaman, ezelde Allah için var olan şeyin, o kimsenin iman edeceğini biimesi olduğunu bilirsin. O kuldan, imanın yerine küfrün meydana gelece­ğini iyice anladığında, ezelde Allah için var oian şeyin, onun imanını değil inkârı­nı bilmesi olduğunu bilirsin. Bu ise. Cenâb-i Hakk'ın ilminin değişmesi değü, bir ilmin yerine, diğer bir ilmin varlığını farzetmektir. İşıe ekseri Mutezüîlenn dayandı­ğı bu iki cenabtır.

Bu ki bu konu büyük sapıklıkların kaynağı olmuştur Mükellefiyetler! ve pey­gamberliği inkâr edenlerin sapıklığı bu kabildendir. Onlar şöyle demişlerdi; Ceb­rîye'nin sözünü dinledik ve onu çok sağlam gördük Mutezilenin bu konuda ilerr sürdüğü iki cevap ise hurafe yerine geçer ve hiçbir akıllı bu iki cevaba iltifat et­mez. Yine biz Mutezilenin "Cebr akidesinin varlığını kabul edersek, o zamun Cenah : Allah'ın insanları mükellef tutması caiz olmaz. Böyle bir şey kabîh olur." sözünü aın'edik Cebriye'nin buna karşı verdiği cevap gerçekten çok zayıftır O her iki sözün toplamı, mükellefiyetleri kaldırma (yok olduğunu söylem?) hususunda çok güçlü bir soru olur Mükellefiyetler yok sayılınca oeygamberük mü­essesesini olduğunu söyıemek de batıl olur" Karana ta'n edenlerin sapıklığı da bu '--ibıiderıdır Oniar şöyle demişlerdir: "Mutezile, Allah'a itaat ve imana hiç oir engehn olmadığını gösteren birçok ayet bulunduğunu söylemelerinde, hakiı-dır'a». Cebriye de "Allah'ın, kâfirlerin iman etmeyeceğ'ni bilmesi, iman etmeleri­ne mânidir" şeKıı.iuekı görüşlerinde haklıdır. O halde bu durum Kur'ân'ın, aklsn hüâftna ve zıddına olduğ.mH delâlet eder Bu ise. bu hwsusta en büyük ta'n ve tenkid noktalarındandır. Sonra bunlardan. Kuranın, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ge­tirmiş olduğu Kur'ân olduğunu kabul edenler, bu zıtlığı, Kur'âna bir ta'n sebebi saymıştır1 Nitekim Rafizîlerden bîr gurup şöyle demişlerdir: ENmi7.de bulunan şu Kur'ân, Hz. Muhammed (s a.s.)'tn getirdiği Kur'ân değildir. O, tağyir edilmiş ve de-ğıştırilrrvştir. Bunun delili, elimizdeki Kur anın Cebriye ile Kaderiye arasında cere-ysn eden bu fikri münakaşalar sebebiyle or'aya çıkan bu tezatları ihtiva etmesidir."

Bu sapıklıklardan bir tanesi de. telekkur ve istid!âiı tenkiü eden mukallidler (tak­litçilerim o fikrî münakaşaları ileri sürerek şöyle demeleridir: "Eğer biz aklî delille­re tutunmayı caiz görurseK, fikri tartışmalar sebebi He, mükellef tutulma ve nü­büvvet gibi konuların yara al ması gerekir. Çünkü Cebriye'nin sözü, cebri isfcat hu­susunda; Kaderiyye'nin (Mutezile’nin) sözü de, "Ne zaman cebir sabit olursa, mü­kellefiyet de tamamıyla yok olur." hususunda son derece kuvvetlidir Bu sebeble bu iki görüşün toplamından. Kur'ân in sıhhatini zedeleme mükellefiyet ve nübüv­vet g.bi hususlarda çok büyük bir şüphe verme ortaya çtkar. İşte bu sebeble, aklî aclıliere başvurmanın, inkârı ve sapıklığı peşinden getirdiği sabit olmuş olur. O zaman da "Kim, kelâm ilmine fazla dalarsa zındıklaşır' denilir

Bu sapıklıklardan birisi de şudur: Hişam b. Hakem, Cenâb-ı Hakk'ın, meyda­na gelmeden önce, eşyayı bilmediğini iddia etmiş ve '"hedâ" (bir şeyi sonradan bilmek)nın Allah hakkında caiz olacağını söyleyerek, şöyle demiştir Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara. 6) sözü, ancak ipucu ile istidlal vaki olmuştur. Allah için, ayette zik­redilen şeyin aksının meydana geimesi de caizdir. Bu şahsın, böyie bir yolu seç-rr.esı, daha önce aeçrnış oları çok güç meselelerden kaçmak içincür. BH ki, Mute­zileden rivayet ettiğimiz görüşlerin tamamı, cevabı ortaya koymakla iigisi olma-btr takım kelıms'erdir hatta bundan da öte, bunlar söylenilmesi çirkin oian birtaKim lâflardır Mutezîlîierin ıtimacl ettikleri o iki cevaba gelince, bunla! da son derece zaytftır.

Ebu Alî. Ebu H:âm ve Kadî Abdulcebbâr'in, "Cenâb-ı Hakk'ın ilmi cehle dö­nüşü'' diyenlerle, dönüşme? diyenlerin sözleri natadır" sözlerinden maksa1. her iki kısmın da yanlış olduğuna hükmetmekse, bu nefyın ve isbatın fesadına hük­metmek olur ki, buna hiç bir insan razı olmaz Yok eğer bunun manası,'Bunlar­dan bîri hakt.r, ancak hak olanın delâlet eden şey mi, yoksa etmeyen şey mi ol­duğunu bilemiyorum" şeklinde -se. istidlal larzmı açiklayıp ortaya koymak, bunu savuşturma hususunda yeterli olur Çünkü biz, Allah'ın onların iman etmıyecek-lerinî bilmesi, ancak iman etmedikleri zaman meydana gelir; şayet, bu yokluğu bilmekle beraber iman etme meydana ge'miş olsaydı, hem vokiuğun hem de varlığın bir anda bulunması icab ederdi, demiştik. Akim, bundan daha açık ve kendisinde en az önermelerin bulunduğu bir söz ortaya koyması mümkün de­ğildir. Ka'b"'nın görüşüne gelince, bu da son derece zayıftır Çünkü her ne kadar biz. Cenâb-ı Hakk'ın, ezelde imanın varlığını veya yokluğunu bildiğini bilm,yor­sak da. ancak biz bu iki durumdan birine dair bilgisinin var olduğunu ve şu an­da da bulunduğunu bifyoruz, Şayet, bu iki zıddın birni bilmekle, diğer zıd var olsaydı, o zaman ikî zaddın bir arada bulunmas: gerekirdi Şayet, bu ilim devam etmiyor, denilirse bu, ilmin oehle dönüştüğünü bir itiraf oluc Bu konuda söylene­cek söz bundan ibarettir.

Bii ki, aklî bakımdan getirilen sözler, yukarda geçenlerdir Bu konuda "iknaî" (ikna etmek amaciy'aj, diğer başka şeyler de vardır ki. mutlaka onları zıkreîmek gerekir. Bunlar beş tanedir.

1) Hatîb el-Bağdadî. "Tarîku Bağdad" isimli kitabında, Muaz b, Muâz el-Anberî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Amr b. Ubeyd'in yanında oturuyordum. Tam o sırada ona birisi gelerek. ' Ebâ Osman! Allah'a yemin oisun ki, bu gün bir küfür duydum" dedi Bunun üzerine Amr "Küfür konusunda acele etme de. ne duyduğunu-söyle" deyince, adam Hâşim Bi-Evkas, ayetiyle. Cenâb-ı Hakk'ın:

"O tek başına yaratıp, kendisine uzun boylu mal ve yanında daima hazır oğul­lar verdiğim; kendisini bol ihsanlara boğduğum o kişiyi bana bırak! Sonra o, kalk­mış da artırmamı istiyor. Hayır, çünkü o, ayetlerimize karşı oldukça inatçıdır. Ben onu sarp bir yokuşa salacağım. Zira o, uzun uzun düşündü de, kendi kafasmca bir kıymet biçti! Yine kahrolasıca, ne biçim de bir kıymet biçti! Sonra baktı. Son­ra, kaşlarını çattı ve suratını ekşitti. Sonra da arkasını dönerek, büyüklük tasladı da, "Bu, dedi, anlatılan bir sihirden başka bir şey değil. Bu ancak, bir insan sözü!" Ben onu, cehenneme yaslayacağım " (Müddessır-26) sözlerinin Ümmü'l-Kitâb'ta (Levh-i Mahfuz) olmadığını söylüyor.

Halbuki Cenâb-ı Hakk.

"Hamım, apaçık beyan eden Kitaba yemin ederim ki, gerçekten Biz onu, anla-yasınız diye, Arabça bir Kur'ân yaptık. Şüphesiz o (Kuran), katımızdaki Kitabın aslında, çok yüce ve çok hikmetlidir" {Zuhruf. 1-3) buyuruyor

Ebâ Osman, "Bu küfürden başka bir şey değildir" deyince. Amr, bir müddet sustuktan sonra, bana döndü ve şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, söz onun dediği gibiyse, bu durumda ne Ebû Leheb'e, ne de Velîd ibn Mugîre'ye bir ta'n söz konusu değildir." Adam bunu duyunca, "Ebâ Osman, sen de mi, böyle di­yorsun?" dedi. Allah'a yemin ederim ki, Muâz'ın dediği bu sözle, bunlardan birisi İslâm'a girdi, diğeri ise dinden çıktı.

Yine anlatıldığına göre Amr b. Ubeyd'in yanına birisi girdi ve onun yanında,

"Doğrusu o, şanı yüce bir Kur'an'dır. Levh-i Mahfûz'dadir" (Burûc, 21-22) ayetini okuyarak, ona, "söyle bakalım, Levh-i Mahfuzda mıydı?" deyince. Amr,

"Bu böyle değildir; işin doğrusu. "Ebû Leheb'in yaptığı gibi kim yaparsa, onun ellen kurusun" şeklindedir" dedi. Bunun üzerine adam, "Namaz kıldığımızda da bu şekilde mı okunması gerekir?" deymce de, Amr kızarak, Allah'ın ilmi şeytan değildir; Allah'ın ilmi ne zarar verir, ne de fayda" dedi. Bu anlatılan şey, Amr b. Ubeyd'in. Kur'ân'ın sıhhati hususunda şüphe ettiğini gösterir.

2) KadîAbdu'l-cebbâr'ın "Tabakâtu'l Mu'tezile" adlı kitabında, İbn Ömer'den, bir adamın onun yanına gelerek, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ey Ebâ Abdir-rahmân! Şüphesiz bir topluluk zina ediyor, hırsızlık yapıyor, içki içiyor, haksız yere adam öldürüyor ve bunun Allah'ın ilminde böyle olduğunu, dolayısıyla bundan kaçamadıklarını söylüyorlar?" deyince, İbn Ömer kızdı, sonra "Azîm olan Allah'ı, noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim, diyerek, şöyle devam etti: "Allah'ın onların böyle yapacaklarını bilmesi, onları bunu yapmaya zorlamamıştır. Babam Ömer b. el-Hattab bana, Hz. Peygamberin şöyle dediğini anlattı:

"Allah'ın sizin hakkınızdaki ilmi, sizi gölgeleyen gök ve sizi üzerinde taşıyan yer gibidir. Nasıl siz, gökten ve yerden çıkmaya muktedir değilseniz, aynı şekilde Allah'ın ilminden de çıkmaya gücünüz yetmez. Nasıl gök ve yer sizi günah İşle­meye sevketmiyorsa, bunun gibi Allah'ın İlmi de sizi o günahları işlemeye zorla­mıyor" Cebriyye'nin ve Mutezile'nin rivayet etmiş olduğu haberlerde, bir çokluk olduğu görünmektedir. Bu hadisleri rivayet etrr erinden maksatları ise, böyle söy­lemenin Hz. Peygamber (s.a.s.)'e yakışmadığını açıklamaktır. Bu böyledir, çünkü bu bir tenakuz bir bozukluk arzetmektedir. Tenakuz olmasına gelince, Hz. Pey­gamberin, "Aynı şekilde, Allah'ın ilminden çıkmaya kadir olamıyacaksınız." sözü cebr hususunda, ondan önceki ise, kader hususunda açık olan bir ifadedir ki, bu bir çelişkidir, Fasit olmasına gelince, biz, Cenâb-ı Hakk'ın iman etmiyecekleri-ni veya imanın bulunacağını bilmesinin, birbirine zıd olduğunu açıklamıştık. Bu­na göre, iman etmeyeceklerini bildiği halde, iman teklifinde bulunmak "nefy" ile "isbaf'ın {varlık ile yokluğun) arasını cemetmekle ilgili bir teklif olur. Gökle yer, insanın amellerinden herhangi bir şeyi nefyedemezler; böylece iki şekilden biri­ni diğerine teşbih etmenin, ancak bir cahilden, veyahut bilmezlikten gelen birin­den sadır olacağı açıktır. Halbuki, peygamberlik makamı böyle bir şeyden yüce ve âlîdir.

3) Bu babta meşhur olan iki hadistir. Birinci hadis, sahîhayn'de, A'meş'den, onun da Zeyd b. Vehb'den, onun da Abdullah ibn Mesûd'dan rivayet etmiş olduğu ha­distir. Bu hadise göre Hz. Peygamber -ki O, doğru sözlüdür ve doğrulanmıştır şöyle buyurmuştu:

'Allah, sizden (her) birinizin karnındaki yaramışını, kırk gün hasitnde tutar. Sonra-, bir kırk gün kadar alâka halinde kafa Derken, bir kırk gün kadar da et parçası halinde kaîır. Sonra, Allah ona bir melek yollar da, melek ona rûh üfler ve dört şeyle emrokınur. Onun rızkı, eceli, ameli, itaatkâr mı günahkâr mı olacağı yazılır. Kendisinden başka hiç bir ilâhın olmadığı Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz cennetliklerin ameliyle amel eder de, nerdeyse onunla cennet arasında bir dirsek mesafesi kalır. Detken, tekdirin hükmü Önüne yeçer de, o kişi cehennemliklerin ameliyle amel ederek, cehenneme girer Ve yine sizlerden biri­si de, cehennemliklerin ameliyle amel eder de, onunla cehennem arasmda bir dirsek mesesİ kalır. Derken, kader önüne geçer de, o kimse cennetliklerin ame­liyle amel ederek, cennete girer." Hatîb el-Bağdad7 "Turîhu Bağdad"nda, Amr b. Ubeyd'in şöyie dediğini nakletmiştir: Şayeî A'meş'in böyie dediğini duysaydım, onu yaianîardım. Vehb b. Zeyd'in bunu söylediğini duysaydım, onu sevmezdim. Abdullah b. Mesüc"un bunu dediğini duysaydım, bu sözü kabul etmezdim. Hz. Peygamber'in böyle dediğini bizzat duysaydım. O'nu reddederdim Allah (ca)'in böyle dediğini duysaydım, "Sen sözümüzü, bunun üzerine a-madin" derdim.

ikinci hadise gelıce bu Hz. Adem ile|Hz.Mûsâ (a.s.)'nın rnünazarasıdır Hz. Mûsâ Adem (a.s.)'e; "İnsanları,  bedbaht yapan ve onları cennetten çıkaran sen değı! misin'?" deyince, Hz. Adem, "Allah'ın, nsâletı ve kendisiyle konuşmak için seçtiği, kendisine levrat'ı verdiği kişi olan sen, Tevrat'ta Allah'ın bunu bana takar ettiğini görmedin mi?" dedi.  da, "Evet, gördüm"dedi. Sunun üzerine, Hz. Pey­gamber fs.a.s.), {Hz. Adem Hz. Musa'yı yendi' dedi

Mutezile bu hadise, birkaç bakımdan la'n etmiştir.

Birincisi: Bu haber, Hz. Musa'nın küçüklüğüne rağmen, Hz. Adem'i kınamış olmasın; gerektirir. Bu ise, Hz. Musa'nın cehaletini gösterir (-i. bu caiz değildir.

İkincisi: Çocuk babasıyla, nasıl böyle sert sözlerle konuşabilir.

Üçüncüsü: Hz Müsâ, mahlukâtın şakâvetının (bedbahtlık ve günahkârlık) ve onların cenr.etten çıkarılmalarının Hz. Adem tarafından olmadığını, tam aksine, Allah'ın Adem (a.s.)'ı cennetten çıkardığını bile bile. ona, "insanları bedbaht ve şakî yapan, onları cennetten çıkaran, sen değil misin?" demiştir.

Dördüncüsü: Hz. Adem, delil olmayan bir şeyi deül getirmiştir. Çünkü, şayet bu bir deiil olsaydı. Firavun, Haman ve diğer kâfirlerin de bunu delil getirmeler gerekirdi. Bu bâtıl olunca, bu hüccetin fasit olduğunu anlamış oluruz.

Beşincisi: Hz. Peygamber (s.a.s.). bu hususla Hz-. Adem'i haklı göstermiştir

Halbuki biz, bunun doğru olmadığını açıklamıştık. Sunun böyle olduğu sabit olunca, bu hadisi üç vecihten birisine hamletmek gerekir

a) Hz. Peygarnber (s.a.s.) bunu. yahudiierden nakletmiştir. Yoksa, bunu ne Allah'tan ne Kendinden söylememiştir Hz. Peygamber ou olay* anlatıyordu. Ne var ki ravî içeri girince, bu söylerden baçKö bit şey duymadı, böylece de bu olc1-yı Hz. Peygamberin yahudrierden değil de bizzat kendisinden anlattığım zannetti.

b)  Hz Peygamber in,  demiş olmasıdır. Yani, Hz. Mûsâ (as.), Hz. Adem'e galip geldi ve onu yendi. Hz. Adem'in söylediği soz, ne hüccettir, ne de bir mazeret;

c) İtimat edilen görüş olan buna göre, bu münazaradan maksat, ne günahtan ötürü bir kınamadır, ne de Allah'ın onu bilmiş olduğunu mazeret olarak öne sur mektir. Tam aksine Mûsâ (a s.) ona. kendisini bu nataya zorlayan böylece de cen­netten çıkmasına sebep olan durumu sormuştur Bunun üzerine deriz. Aaem,"Benim cennetten çıkışım, bu ze!le sebebiyle olmamıştır. Tam aksine. Allah'ın Dana cennetten çıkacağımı, yere ineceğimi ve orada halîfe oiacağımı takdir efmiş ol­ması sebebiyle olmuştur. Böyie bir şey, Tevrat'ta da yazılmış idi. Böylece, Hz.Adem in delili, şüphesiz çok güçlü oldu, Hz. Mûsâ, bu hususla mağlup duruma düştü." Bil ki bu meseledeki söz, cidden çok uzundur. Kur'ân bununla doludur. Bu hu­sustaki sözü, Allah takdir ederse, tefsirimizde ileride iyiden iyiye alcağız ancak zikrettiğimiz şey şimdilik kâfidır. [83]

 

"Allah onların kalblerine de, kulaklarına da mühür basmıştır. Onların gözlerinde de, bir perde vardır. Onlar için büyük bir azab vardır'.' (Bakara, 7)

Cenâb-ı Hakk, önceki ayette onların iman etmeyeceklerini beyan edin­ce, bu ayette iman etmemelerinin sebebi olan, "hatm"i bildirmiştir. Burada söz, birkaç mesele üzerinde cereyan eder. [84]

 

Hatm Yani Mühürleme              Başa Dön

 

"Hatm" kelimesi ile "ketm" kelimesi, aynı manaya gelen iki kelimedirler. Çünkü bir şeyin üzerine mühür basmada, başkaları ona muttali olmasın ve

elde edemesin diye, o şeyi gizleme ve örtme maksadı bulunmaktadır. "Gışâve" lâfzı, bir şeyi örtmek ve bürümek manasına olan lâfzından alın­mış, "fiâte" vezninde bfr kelimedir. Bu kalıp, ve gibi, bir şeyi kuşatmak, sarmak manasına gelir. [85]

 

İkinci Mesele

 

Bu mühürleme hususunda, âlimler ihtilâf etmişlerdir. Kulların fiillerini Allah yaratır diyenlere göre, bu sözün manası açıktır. Sonra, bu fikirde olanla­rın iki görüşü bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı, "el-hatmu" kâfirlerin kalbinde küfrü yaratmaktır, demişlerdir. Bir kısmıysa, kudrete eklendiğinde, kud­retle beraber her ikisinin toplamı, küfrün meydana gelmesini gerektiren se-behi yaratmaktır, demişlerdir. Bunun izahı şöyle yapılır: Küfretmeye kadir olan kimse, ya onu terketmeye kadir olur veya olamaz. Eğer küfretmeyi ter­ke kadir olamazsa, bu kimsenin küfre kadir olması kâfir olmasını gerektirir. Buna göre, küfre kadir olmayı yaratmak, küfrü yaratmayı gerektirir. Eğer küfrü terketmeye kadir olursa, bu kudretin küfrü işlemeye veya işlememeye olan nisbeti eşittir. Bu kudret, onu terk yerine, yapmanın kaynağı olması halinde, bu fiili benimseyen bir müreccihe ya dayanır veya dayanmaz. Eğer dayan­mazsa, mümkün olan varlık müreccihsiz olarak meydana gelmiş olur. Böyle bir şeyin caiz olduğunu söylemek ise, mümkün vasıtasıyla müessire istidlal etmeyi zedelemeyi netice verir ki, bu da Yüce Yaratıcıyı inkâra götürür. Bu ise muhaldir. Bu kudret bir müreccihe dayanırsa, bu müreccihin ya Allah'ın fiilinden veya kulun fiilinden olması; yahutta ne Allah'ın, ne de kulun fiilin­den olmaması gerekir. Kulun fiilinden olması caiz değildir, aksi halde tesel­sül gerekir. Yine, ne Allah'ın ne de kulun fiiliyle meydana gelmemiş olması da caiz değildir; çünkü bu da bir müessiri olmaksızın bir şeyin meydana gel­mesini gerektirir. Bu da, bir Yaratıcının var olduğuna hükmetmeyi ortadan kaldırır. Bu sebeble, kulun kudretinin, kudretin taalluk ettiği şeyin kaynağı olması, o kudrete, Allah'ın fiili olan bir müreccihin eklenmesine bağlı oldu­ğu ortaya çıkar. Bu nedenle biz deriz ki, bu müreccih o kudret ile birleştiğin­de, bu kudretin o eserdeki tesiri ya vâcib, ya caiz veya imkânsız olur. İkinci­si ve üçüncüsü geçersizdir. Buna göre, birincisinin olması gerekir. O kudre­tin o eserdeki tesiri "caiz" olamaz dedik; çünkü, eğer caiz olsa, aklen bu müreccihle beraber o kudretin toplamı bazan bu eserle beraber meydana gelir, bazan da ondan ayrılır. Biz bunun, böyle meydana geldiğini farzetme-miz gerekir, çünkü caiz olan her şeyin vaki olmasını farzetmek, muhal de­ğildir. Buna göre, eserin meydana gelmesi bazan kudret ile müreccihin top­lamına dayanır, bazan da dayanmaz. Neticenin meydana gelmesinin bu iki vakitten birisine tahsis olunması, ya ona eklenen bir karineye dayanır veya dayanmaz. Eğer dayanırsa, bu müessir, bu ilâve karineyle birlikte, bu kud­ret ve ona eklenen müreccih olur; yoksa, sadece kudret ve onunla beraber olan müreccih değildir. Biz, kudret ile müreccihten meydana gelen topla­mın müstakil olduğunu farzetmiştik, bu (yani, bunların toplamının bir karîne-ye bitişik olması gerektiğini söyiemek) ise, bu varsayımdan vaz geçmek olur. Ve yine, bu taksimi (kudret, müreccih ve bunlara bitişmiş olan karineden meydana gelmiş) ikinci toplamda da yapabiliriz. Buna göre bu toplam baş­ka bir "kavd"a davanırsa. teselsül aerekir ki. bu da muhaldir. Eğer davanmazsa, bu durumda bu toplam bazan eserin Kaynağı olacak biçimde mey­dana gelir, bazan da, o iki vakitten biri diğerinden her hangi bir sebeple ke­sinlikle ayrılmamakla birlikte, o eserin kaynağı olmayacak hiçimde meyda­na gelir ki, bu da müreccih olmadan mümkinin kendi kendini tercih etme­sine hükmetmek olur ki, bu da muhaldir. Bu sebeple, bu müreccihin bulun­ması durumunda, bu eserin caiz olarak meydana gelmesi imkânsız olur. Bu eserin vasfının "imkânsız" olması durumuna gelince, bu husus açıktır. Aksi halde, varlığını tercih eden şey, yokluğunu da tercih etmiş olurdu ki, bu da imkânsızdır. Bu iki kısım geçersiz olunca, varlığını tercih eden şey bulundu­ğunda, eser, bu kudretten ve bu kudretten meydana gelen toplamdan dola­yı var olması vâcib olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, cebre hük­metmek gerekir. Çünkü bu müreccih meydana gelmezden Önce, fiilin mey­dana gelmesi imkânsız; bu müreccih meydana geldikten sonraysa, filin mey­dana gelmesi vâcib olur. Bunu iyice kavradığında, anlarsın ki, kalbte küfrü gerektiren sebebi yaratmak kalbe mühür basmak ve onu, imanı kabul et­mekten alıkoymak olur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk, onların iman etmivecekleri­ne hükmedince, bu hükmün peşinden bu hükmü gerektiren sebebin yerine geçecek olan şeyi zikretmiştir. Çünkü illeti bilmek, "malûlü" bilmeyi ifade eder. Malûlü bilmek ise, ancak illeti bilmekten istifade edildiğinde tam olur. İşte bu görüş sonradan var olan bütün şeyleri (varlıkları ve fiilleri) Allah'ın yarattığını kabul edenlerin görüşüdür.

Mutezile'ye gelince, onlar bu hususta şöyle demişlerdir: Bu ayetin hük­münü, imandan men etme anlamına almak, caiz değildir. Onlar bu hususta önceki ayette, anlattığımız şeyleri delil getirmişler, burada ise şunu ilâve et­mişlerdir: Şüphesiz, Cenâb-ı Hakk, kalblerinde kendilerini imandan men eden bir perdenin, bir örtünün bulunduğunu söyleyen kâfirleri yalanlamış ve şöy­le buyurmuştur:

-"Bizim kalblerimiz perdelidir... Hayır, doğrusu şu ki, küfürleri sebebiyle Allah onların kalblerini mühürlemtştir.. Bu sebeble de, pek az iman eder­ler " (Nisa, 155).

"Birçoğu yüz çevirdiler de, kuiak vermiyorlar " (Fussitet, 4).

"Ve dediler ki bizim kalblerimiz, senin bizi çağırdığın şeye karşı perde­ler içindedir " (Fussiiet, 5).

Bütün bunlar, kendilerinin imandan alıkonulmuş olduklarını iddia eden kim­seler hakkında. Allah tarafından hir vınlama ue hir Sonra Mutezilîler, "hatm" ve "gışâve" lâfızlarının manalarını, başka şey­lere hamletmek gerektiğini ileri sürerek, bu hususta birçok şeyler zikrettiler.

1) Kâfir kimseler, Allah'ın delilleriyle hidayete ermeyi bırakıp, yüz çevirip, hatta bu iş onların bir huyu ve seciyyesi haline gelince, onların bu durumu bir şeyden men olunan ve bir şeyden alıkonulan kimselerin durumuna ben­zetilmiştir. Onlartn gözleri hususunda da, aynı durum, söz konusudur; san­ki, hiç bir şey görmeyecek şekilde gözleri örtülmüştür. Onların kulaklarında da sanki bir ağırlık vardır da, Kur'ân'ın zikri oraya ulaşamaz.. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilmiştir, çünkü bu sıfatlar, o kişide kökleşmesi ve iyice yerleşmesi sebebiyle, yaratılıştan gelen bir şeymiş gibi kabul edilmiş­tir. Bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hakk,

"Hayır, doğrusu Allah, küfürleri yüzünden kalblerini mühürlemişttr " (Ni­sa, 155).

"Hayır, doğrusu onların kazandıkları şeyler kalblerini istila etmiştir " (Mu-taffifîn. 14).

"Bunun üzerine de Allah bunun neticesini kalblerinde kendisiyle karşı­laşacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı " (Tevbe, 77) buyurmuştur.

2) İzafetin (nisbetin) makbul olmasında, en ufak bir sebebin yeterli olma­sıdır.. Buna göre gerçekte mühürleyen, ya şeytandır veya kâfir olan kimse­dir. Ne var ki Cenâb-ı Hakk, onlara kudret veren zat olması hasebiyle, fiili sebebine de isnat edilebildiği için, burada "hatm" işini kendisine isnat etmiştir.

3) Onlar düşünmekten yüz çevirip, Allah onlara delillerini serdettiğinde bu delillere ve Kur'ân'a kulak vermeyince, onların bu yaptıkları şey Allah'a nisbet edilmiştir. Çünkü bu yaptıkları şeyin meydana gelişi, Cenâb-ı Hakk'-ın, delillerini onlara serdettiği zamana denk gelmiştir. Meselâ, Allah Berâe (Tevbe) Sûresi'nde;

"Bu ayetler, onların kötülüklerine kötülük katmıştır " (Ayet, 125) buyurmuş­tur. Yani onlar, bununla küfürlerine küfür katmışlardır.

4) Onlar küfürde, imanı, ancak zorlama ve mecbur etme yoluyla elde ede­bilecekleri bir dereceye ulaşmışlardı. Ne var ki Cenâb-t Hakk, teklif geçersiz olmasın diye, onlara böyle bir zorlamanın yapıldığını söylememiştir. Onların sapıklıkta ileri gitmelerinin son noktası olan, küfürden ancak zorlama ile vaz­geçecekleri bir dereceye varmış olduklarını belirtmek için, böyle bir zorla­mada ve mecbur tutmada bulunmadığını "hatm" lafzıyla ifâde etmiştir.

5)  Kâfirler;

"Dediler ki, kalblerimiz, senin bizi davet ettiğin şeye karşı örtüler içinde­dir. Kulaklarımızda bir ağırlık vardır; bir de bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır " (Fussiiet, 5) dediklerinde, bu sözlerini başlarına vurmak için, onların bu sözünü nakl etmiş olmasıdır. Böyle bir nakil ve başa kakma bakı­mından, bu ayetin bir benzeri de;

"Ehl-i kitabtan ve müşriklerden olan o kâfirler, kendilerine beyyine, apaçık delil gelmedikçe, kendi inançlarından ayrılacak değillerdir " (Beyyine, 1) ayetidir.

6) Allah tarafından, kâfirlerin kalblerine mührün basılmış olmasının ma­nası, onlara iman etmiyeceklerini; kalblerine, zikri muhafaza ve Hakkı kabul etmiyeceklerine; kulaklarına ise, Hakka kulak vermiyeceklerine dair Allah'­ın şâhid olmasıdır. Nitekim, birisi arkadaşına, ya­ni "falancanın söylemiş olduğu şeyi doğrulamanı ve onun söylediğinin ger­çek olduğuna şehadet etmeni istiyorum" der. Buna göre, Cenâb-ı Hakk, ön­ceki ayette onların iman etmiyeceklerini haber vermiş, bu ayette ise, O'nun buna şahit olduğunu ve onların bu durumundan haberdar olmaya devam ettiğini bildirmiştir.

7) Ulemânın bir kısmı, bu ayetin kâfirlerden hususî bir topluluk hakkında nazil olduğunu; Allah'ın, bu dünyada birçok kâfire cezasını peşinen verdiği gibi, onlara da cezalarını peşin vererek, onlara, bu dünyada kalblerini dam­galama ve mühürleme cezasını verdiğini söylemişlerdir.

Nitekim, Cenâb-ı Hakk,

"Muhakkak ki siz, sebt gününde haddi aşanları bildiniz. Bunun üzerine Biz onlara, aşağılık maymunlar olunuz!" dedik " (Bakara, 65) ve

"Muhakkak ki orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yer yüzünde başıboş dolaşacaklardır. Artık sen, dinden sapmış kimseler hakkında tasa­lanma " (Maide, 26) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk, bunlarda kullarının alacakları ibretler ve onların yararına olacak şeyler olduğunu bildiği için, peşin cezalar vermiştir. Bu peşin ceza­lardan bir kısmı da, kâfirlere vermiş olduğu kalblerini mühürleme ve damga­lama cezasıdır.

Ne var ki onlar, bu damgalama ve mühürleme cezası ile, her hangi bir şeyi anlamaz hale gelince, maymuna dönüştürülen kimselerden sorumlulu­ğun düşmesi gibi, bunlardan da teklif düşmüş olur. Nitekim Allah Teâlâ, me­selâ bulûğ çağına yaklaşan kimseler gibi, biraz akledebilen kimselerden de sorumluluğu düşürmüştür. Biz, Allah'ın akıllarını gidermesi, gözlerini kör et­mesi gibi, onlar için en faydalı şeyin bu olduğunu bildiğinde, kâfirlerin kalblerinde onların anlamalarını ve kıyasta bulunmalarını engelleyecek bir en­geli yaratmış olmasını inkâr etmiyoruz. Ancak, onların bu durumda sorumlu olmalarını yadırgıyoruz.

8) Cenâb-ı Hakk'ın, onlarla iman arasında her hangi bir mania teşkil et­meksizin, onların kalblerine mührü basması, gözlerine de perde çekmesi­nin caiz olmasıdır. Daha doğrusu bu durum, insanın kalbinde hissettiği gev­şeklik; gözlerindeki çapak, kulaklarındaki çınlama gibi olur. Onların göğüs­leri daralsın ve onlara bir nevi belâ ve sıkıntı versin diye, bütün bunları Allah onlara yapmıştır. Benî İsrail'e yaptığı ve onların böylece şaşırmış olmaları gibi, bu da, onların iman etmelerine mâni olacak bir ceza olmuştur. Sonra bazı kâfirlere verilen bu ceza, Cenâb-ı Hakk'ın Firavun'un kavmine indirdiği ve kendisinden kurtulmaları için Hz. Musa'dan yardım talep ettikleri ceza gibi, Hz. Peygamber için bir mucize ve nübüvvetini isbat eden bir delil olur. Bütün bunlar, Allah'ın, kulların en çok yararına olan şeyi (aslah) bilmesiyle mukayyettir.

9) Bu "hatm" işinin onlara ahirette yapılması da caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, onları kör edeceğini haber vererek, şöyle buyurmuştur:

"Biz kıyamet günü onları, kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüz üstü hasredeceğiz " (isra, 97);

"Biz günahkarları o zaman gözleri gömgök olduğu halde, mahşerde top­layacağız " (Tâhâ, 102).

"O gün Biz, onların ağızlarını mühürleriz " (Yasin, 61) ve

"Onlar orada inim inim inlemektedirler. Orada onlar hiçbir şey duyma­yacaklardır " (Enbiya, 100).

10) Onların Hasan-ı Basrî'den naklettikleri, Ebû Ali el-Cübbaî ile Kadî Abdu'l-Cebbâr'ın tercih ettikleri şu görüştür: Bu "hatm" ve "tab" dan mak­sat, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin kalblerınde ve onların kulaklarında meydana getirmiş olduğu alâmetler ve nişanlardır ki, böylece melekler bunlar vasıta-sıyla onların kâfir olduklarına ve ebediyyen iman etm ivecekleri ne istidlal eder­ler. Müminlerin kalblerınde, kendisi vasıtasıyla meleklerin, onların Allah ka­tında mümin olduklarını bilecekleri bir alâmetin de bulunması gözardı edile­mez. Nitekim Allah,

"İşte bunlar, kalblerine İmanı yazmış olduğu kimselerdir " (Mücadele, 22) buyurmuştur. Bu durumda melekler, o mümini severler ve onun için Allah'­tan mağfiret taleb ederler. Kâfirlerin kalblerinde, meleklerin kendisi vasıta­sıyla, Allah nezdinde melun olduklarını bilecekleri, bir alâmetin bulunması da söz konusudur. Böylece melekler o kâfire buğz eder ve onu lanetlerler. Bu alâmetin temin ettiği fayda, ya meleklere ait bir faydadır; çünkü onlar bu alâ­metle onun Allah nezdinde kâfir ve melun olduğunu bildiklerinde, bu onları küfürden iyice nefret ettiren bir şey olur. Ya da bu fayda mükellefe aittir; çün­kü mükellef, iman ettiği zaman kendisini göktekilerin seveceğini bilirse bu, onu iman hususunda isteklendirir; küfre yöneldiğinde İse, meleklerin onun küfrünü bileceklerini ve böylece ona buğzedip, lanetleyeceklerini bildiğinde de, bu o kimseyi küfretmekten men eden bir sebep olmuş olur. Onlar bu manada hatm'ın olabileceğini söylemişlerdir. Çünkü biz, mektubu mühürle-dikten sonra, onu açıp tekrar okumak imkânı bulabiliyoruz. Bir de "hatm", kâfirin alnına, "bu kâfirdir!" diye yazılması demektir. Bu iman etmeye mâni olmayınca, böylece bu kâfirin, iman etmek ve küfrü terketmek suretiyle, kal­binden bu alâmeti silmesi de mümkündür. Yine onlar, sadece kalbin ve ku­lağın buna tahsis edilmiş olduğunu; çünkü, naklî delillerin ancak nakil cihe­tinden, aklî delillerin ise, ancak kalb cihetinden elde edildiğini; böylece de bu ikisinin özellikle zikredildiğini söylemişlerdir. Şayet onlar göz hakkında kullanılan "gışâve-perde, örtü" lâfzını da alâmet manasına hamlediyorlar de­nilirse, biz hayır! deriz. Çünkü, önceki lâfızları alâmet ve nişan anlamına ham­lettik. Dilin hakikati de bunu'gerektirir, ayrıca buna her hangi bir engel de yoktur. Dolayısıyla, bunun böyle olduğunu söylemek gerekir. "Gışâve" lâf­zının hakikatine gelince bu, görmeye mâni olan bir örtüdür; halbuki kâfirle­rin durumunun böyle olmadığı (kelimenin gerçek anlamında, gözlerinde bir perde olmadığı) herkesçe bilinen bir şeydir. Bu sebeble bu lâfzı mecâze ham­letmek gerekir. Mecâze hamletmek de, onların hallerini, hidayet konusun­da gözüyle faydalanamayan kimselerin durumuna benzetmektir. Bu mev­zuda, insanların sözlerinin tamamı işte budur. [86]

 

Kur'an'da, Hatm (Mühürleme) İle İlgili Diğer Mefhumlar         Başa Dön

 

Kur'ân-ı Kerîm'de "hatm" manasına yakın olarak zikredilen lâfızlar, "tab", "kinân", "kalbin pas­lanması", "kulaklarda bir ağırlığın bulunması" ve "gözlerde bir perdenin olmasıdır. Sonra bu hususta vârid olan ayetler de değişik değişiktir.

Birinci kısım: Bu hususların var olduğuna delâlet etmek üzere gelen ayetler: "Hayır, doğrusu kalblerini kaplamıştır..." (Mutatfifin, 14);

"Ve, onların kalbleri üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel olan perdeler gerer, kulaklarına da bir ağırlık koyarız " (isrâ, 46),

 "Ve onlann kalbleri üzerine mühür basıldı " (Tevbe. 87);

Daha doğrusu, Allah, küfürleri sebebiyle onlann

kalbine mühür basmıştır " (Nisa, 155);

"Bunun üzerine çoğu yüz çevirdi de. Hakkı duymuyorlar" (Fussilet, 4)

"Diri olanı inkâr etmesi için" (Yasin, 70)

"Muhakkak ki, ölülere işittiremezsin; sağıra da çağrını duyuramazsm " (Nemi, 80);

"Onlar, ölüdürler, diri değil!" (Nahi, 21) ve "Kalbinde bir hastalık vardır " (Bakara, 10).

İkinci kısım: İman etmeye, kesinlikle her hangi bir mâninin bulunmadığı­na delâlet etmek üzere gelen ayetler:

"İnsanları iman etmekten alıkoyan ne öldü?" (isra, 94) "Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun!" (Kehf, 29), "Allah her nefse, ancak gücünün yettiği şeyi yükler " (Bakara, 86), "Allah, din konusunda size hiç bir güçlük vermemiştir " (Hacc, 78), "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?" (Bakara, 28) ve "Hakkı niçin batıl ile karıştırıyorsunuz?" (âı-i imrân, 71).

Kur'ân her iki kısma dair ayetlerle doludur. Bu iki kısımdan her biri, bir gurubun kendisine sarılacağı bir husus ve dayanak olmuştur. Böylece nakli deliller, her iki taraf için de olduğu için, bir tearuz meydana getirmişlerdir. Aklî delillere gelince, kendilerine daha önceden işaret edilen hususlardır. Özet olarak diyebiliriz ki, bu mesele İslâm? meselelerin en büyüğü, en çok dallanıp budaklanmış) ve üzerinde en fazla gürültü koparılanıdır.

Anlatıldığına göre, İmâm Ebû'l-Kâsım el-Ensarîye, bu meselede Mutezi­lenin küfre nisbet edilip edilemiyeceği sorulduğunda, o, "hayır" demiştir; çünkü, bunlar Allah'ı tenzih etmeye çatışmışlardır." Ehİ-i sünnetin küfre nis­bet edilip edilemiyeceği sorulunca da, yine, "hayır, demiştir; çünkü onlar Cenâb-ı Hakk'ı, ululamışlardır." Buna göre, her iki gurup da, Allah'ın celâli­ni ve Kibriyâsının yüceliğini isbat etmekten başka bir şeyi arzulamamıştar-dır. Ne var ki, Ehl-i sünnetin görüşleri azamet konusuna takılmış ve onlar, Allah Teâlâ'nın dışında hiç bir icat edici bulunmaksızın,O'nun mucit olması­nın gerektiğini söylemişlerdir.

Mutezilenin görüşleri ise, hikmete takılmış ve onlar, bu tür çirkinliklerin Allah'ın ululuğuna yakışmayacağını söylemişlerdir." Ben derim ki, burada başka bir sır daha vardır; o da, Cenâb-ı Hakk'ı isbat etmek, cebre hükmet­meye götürür. Çünkü, "fâiliyyet-yapıcı olma vasfı" bir sebebe dayanmazsa, o zaman mümkünün müreccihsiz meydana gelmesi gerekir ki, bu Yaratıcı­nın varlığını nefyetmek olur. Eğer dayanırsa, "cebr" gerekir. Peygamberli­ğin hak olduğunu isbat ise, kulun kudretinin bulunduğuna hükmetmeyi ge­rektirir. Çünkü, şayet kul fiiline kadir olmazsa, peygamber göndermede ve kitap indirmede hangi fayda olurdu? Bundan da öte, burada bütün bunların üstünde başka bir sır daha vardır. O da şudur: Biz fıtrat-ı selimeye ve akl-ı selime müracaat ettiğimizde, Allah'a nisbetle varlığı ve yokluğu müsâvî olan şeylerin, bir müreccih bulunmaksızın birinin diğerine ağır basamadığını gö­rüyoruz. Bu da, cebrin var olduğunu gösterir. Ve yine biz, çok açık olarak ihtiyarî hareketlerimizle zarurî hareketlerimiz arasında bir farkın olduğunu görüyoruz. Yine, medhetmenin güzel, kınamanın çirkin, emredilen şeylerin güzel, nehyedilen şeylerin ise çirkin olduğunu açıkça görüyoruz. Bu da Mu­tezile mezhebini iktiza eder. Sanki bu mesele; zarurî ilimlere, nazarî ilimle­re, Allah'ın kudretine ve hikmetine bakarak O'nu tazime göre, tevhîd ve ten-zîhe göre ve naklî delillere göre bir çelişki meydana getirmektedir. Açıkladı­ğımız kaynaklar ve hakikatini ortaya koymağa çalıştığımız şu sırlardan ötü­rü, bu mesele zorlaşmış, bilmece haline gelmiş ve mesele alabildiğine bü­yümüştür. Büyük olan Allah'dan, bizi hakka muvaffak eyleyip ve sonumuzu hayırlı kılmasını dileriz. Ey Alemlerin Rabbi, duamızı kabul et! [87]

 

Dördüncü Mesele

 

Keşşaf sahibi, lâfzının, hem "hatm"in, hem de "tağşiye" (perdeleme)nin hükmüne dahi olması muhtemeldir. Ancak evlâ olan, bu lâfzın, "hatm"in hükmüne dahil olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Kulağını ve kalbini mühürledi, gözüne de bir perde gerdi " (Câsiye, 23) buyurmuştur. Bir de, kıraat âlimleri, lâfzında değil de, lâf­zında vakf yapmışlardır. [88]

 

Beşinci Mesele

 

lâfzında, "harf-i cerr" olan lâfzının tekrar edilmesindeki fayda,   katb ve kulaklardakı mühürlemenin şiddetli olduğuna daha çok de­lâlet etmesi içindir. [89]

 

Altıncı Mesele

 

ve lâfızları çoğul, lâfzı ise tekil getirilmiştir. Bunun bir kaç sebebi vardır.

1) lâfzı müfret getirilmiştir, çünkü bunlardan

herbirinin tek işitmesi vardır. Nitekim, "Bana, iki ko­çun başını getirdi" denilir. Yani, onlardan herbirinin başını getirdi. Kişinin "Midenizi tam doldurmayın ki, çok yaşayası-nız." sözündeki (karın, mide) lâfzının müfret getirilmesi gibi. Arablar, bir karışıklıktan emin olduklarında, kelimeyi müfret getirirler. Ama, bir karı­şıklıktan emin olmadıklarında ise, kelimeyi böyle kullanmazlar. Meselâ, "on­ların atları ve elbiseleri"ni kastederek,  denilmez., denilir.

2) lâfzı, aslı da masdardır. Masdarlar ise çoğul getirilmezler. Me­selâ  (Oruç tutan iki adam, oruç tutan adamlar)

denilir. Ayette, aslı gözetil mistir. Bu hususa, Cenâb-ı Hakk'ın

"Ve kulaklarımızda bir ağırlık vardır." (Fussiiet, 5) sözündeki kulak lâfzı­nın çoğul olarak getirilmesi delâlet eder.

3) Burada, mahzûf bir muzâf takdir etmemizdir. Yani, "İşitme duyulan üstüne" demektir.

4) Sîbeveyh gî lârzı, müfret olarak getirilmiştir. Ne var m, hem ondan öne zikredilen, hem de sonra zikredilen kelimeler cemî olarak getirilmişler­dir. Bu da, müfret olan "gem" lâfzından maksadın da, çoğul olduğunu gös­terir" demiştir. Cenâb-ı Hakk.

"Onları karanlıklardan nura çıkarır." {Bakara, 257) ve

"Sağından ve solundan halka halka..." (Meâric, 37) buyurmuştur. Çoban:

"Orada gölgesinden ürken eşeklerin leşleri vardır. Kemiklerine gelince,

bunlar bembeyaz; derisine gelince sert mi serttir" demiştir. Burada, "deri" lâfzından "deriler"i kastetmiştir. İbn

Ebî Able de, "Ve kulak­ları üzerine..." diye okumuştur. [90]

 

Yedinci Mesele         Başa Dön

 

Alimlerden, duymanın görmeden üstün olduğunu söyleyenler bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk,

bu iki kelimeyi zikrettiği her yerde işitmeyi görme­ye takdim etmiş (yani işitmeyi daha önce zikretmiştir). Önce anmak ise, üs­tünlüğün delilidir. Bir de, görmek değil ama, duymak peygamberliğin şartı­dır. Bu sebeple Allah, sağır peygamber yollamamıştır. Halbu ki, onların için­de sonradan kör olanlar bulunmaktadır. Bir diğer husus da, bazı insanların akıllarının ürünleri diğer insanlara işitmek yoluyla ulaşır. Bu sebeple duy­mak, sanki aklı, bilgiler yoluyla mü kem mel (eştirmen in sebebidir. Halbuki göz, seni sadece mahsûsâta (görülebilen şeylere) iletir. Bir başka sebepse, duy­mak altı yönle de ilgilidir. Görmek ise, böyle Jeğildir. Öta yandan, duyma olmayınca, konuşma da olmaz. Halbuki, görmek olmayınca, konuşmak yok olmaz. Alimlerden, görmenin duymaktan üstün olduğunu söyleyenler de var­dır. Çünkü, görme kuvvetinin âleti, daha şereflidir. Bir de, görme kuvvetini temin eden şey ışıktır. Duyma kuvveti sağlayan şey ise, havadır. [91]

 

Sekizinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın sözü, ilmin yerinın kalb olduğuna delâlet eder. Biz  hususu,  Şuarâ Sûresi'ndeki, "Onu senin kalbine Rûhu'l-Emîn indirdi" (Şuarâ, 193-194)iyiden iyiye incelemiştik. [92]

 

Dokuzuncu Mesele

 

Keşşaf sahibi, "görmek, gözün nurudur. Nûr ise, kendisi vasıtasıyla gören kimsenin gördüğü ve gö­rülen şeyleri algıladığı şeydir. Nitekim basîret de, kalbin nurudur. Bu nûr ise, kendisi vasıtasıyla görülmek istenen ve düşünü­len şeydir. Sanki bu hassa, görmek ve basîret sahibi olmak için kendilerini Allah'ın iki âlet yaratmış olduğu, latif iki cevherdirler." demiştir. Ben derim ki, O'nun Mutezilîolan arkadaşları, onun bu sözüne razı olmazlar. "Görmek" hususundaki görüşü iyiden iyiye incelenmesi buraya uygun düşmeyen, de­rin bir takım konuların ele alınmasını gerektirir. [93]

 

Onuncu Mesele

 

Ayetteki lafzı ve kelimesin­den olmak üzere şeklinde de okunmuştur.

"Gişâve", örtü manasındadır. kelimesi de bu anlamdadır. Birisi ba­yıldığı zaman denilmesi de bu manadadır. lâfzı ise, cima etmekten kinayedir. [94]

 

Onbirinci Mesele

 

lâfzı, kahb ve mana bakımından tıpkı gibidır. Çünkü sen, birisi kendisini bir şeyden men et­tiği zaman, bunu ifade için dediğin gi­bi, de dersin. (tatlı su) kelimesi de, bu kökten ve bu ma­nadandır; çünkü tatlı su susuzluğu giderir, bertaraf eder. Tuzlu su ise, böyle değildir, o susuzluğu arttırır. Arabların tatlı suya adını vermeleri de buna delâlet eder; çünkü tatlı su, susuzluğu kırar ve giderir. Tatlı suya demeleri de böyledir; çünkü bu su, susuzluğu1 kalbten yok eder. Son­ra kelimesinin manasını iyice genişleyerek, her ne kadar, suçluyu o suçu bir daha işlemekten men eden bir ceza ve ikâb olmasa bile, insanı ezen, ona ağır gelen her elem ve kedere azâb adı verilmiştir. "Azîm ile "Kebiîr" arasındaki fark şudur. Azîm, hakir'in, "kebîr" ise sagîrin altındadır. Bu iki kelime cisimler ve olaylar hakkında beraberce kullanılırlar. Meselâ af- diyerek, adamın hem cüssesinin, hem de tehlikesini ya da mevkiinin büyüklüğünü kastedersin. "Azâb" kelimesinin belirsiz getirmesinin manası, bu kâfirlerin gözlerinde, insanların hiç tanımadığı türden bir Örtünün bulunduğunu ifade eder ki, bu perde Allah'ın ayetlerini görmeme, onlardan kör olma örtüşüdür. Ve yine, onlar için büyük elem ve acılar arasından, künhünü Allah'dan başkasının bilemiyeceği büyük bir azabın olduğunu göstermek içindir. [95]

 

Onikinci Mesele         Başa Dön

 

Müslümanlar, Allah'ın kâfirleri azâblandırmasının uygun olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. On­lardan, bir kısmı ise, bunun uygun olmayacağını

söyleyerek, Cenâb-ı Hakk'ın ayetini, "onlar buna müstehaktırlar, ancak O'nun keremi, kendisine affetmesini gerektirir" şeklinde tefsir etmişlerdir. Biz burada, her iki gurubun delillerini zikredelim.

Allah'ın azâb etmesini caiz görmeyen kimseler, birçok şeyi delil olarak ileri sürmüşlerdir:

a-) Bu azâblandırma, her türlü faydadan hali olup, sırf zarardır. Bu sebep­te, çirkin olması gerekir. Onun sırf zarar olduğu hususunda, hiç bir şüphe yoktur. Her türlü faydadan hali olması hususuna gelince, bu fayda, ya Al­lah'a veyahutta başkasına ait olur. Birinci durum, geçersizdir; çünkü Cenâb-ı Hakk, bu görülür âlemdeki bizden birinin aksine, her türlü fayda ve zarar­dan münezzehtir. Buna göre kişinin kölesi, kendisine bir kötülük yaptığın­da, o bu köleyi terbiye eder. Çünkü efendi, kalbinde bulunan intikam arzu­su; bir de onu terbiye ettiğinde, bundan sonra kendisine zarar vermekten vazgeçeceğine dair bir ümidi sebebiyle, böyle bir terbiye yönteminden lez­zet duyar. İkinci ihtimal de geçersizdir; çünkü bu fayda ya azâb görene yö­nelik olur, veya başkasına... Azâb görene yönelik olması imkânsızdır. Çünkü zarar vermek, faydalanmanın aynısı olamaz. Başkasına yönelik olması da imkânsızdır. Çünkü zararı defetmek, faydayı yerine ulaştırmaktan daha çok önem arzeder. Buna göre, başka bir şahsa faydayı ulaştırmak maksa­dıyla bir şahsa zarar vermek, değeri az olanı fazla olana tercih etmek olur ki, bu geçersizdir. Ve yine, Cenâb-ı Hakk, başkasına zarar vermeyi aracı kıl* maksızın, fertlerden birine ulaştırmak istediği menfaati ulaştırmaya kadirdir. Buna göre, başkasına zarar vermeyi aracı kılmak, faydasız bir iş olur. Böy­lece azâb etmenin, her türlü faydadan uzak, sırf bir zarar olduğu ortaya çı­kar. Yine, azâb etmenin çirkin olduğu, aklın bedâhetiyle de bilinir. Daha doğ­rusu, aklî bakımdan azab etmenin çirkinliği, zararlı olmayan yalanın ve za­rarlı olmayan cehaletin çirkin olmasından; daha doğrusu zararlı yalanın ve cehaletin çirkin olmasından daha net bir çirkinliktir. Çünkü zararlı olan bu yalan zarara götüren bir araçtır. Zarara götüren yolun çirkinlik derecesi, bizzat zarar olanın çirkin olmasından daha hafiftir. Azab etmenin çirkin olduğu sabit olunca, onun Allah'dan sudur etmesi de imkansız olur; çünkü Cenâb-ı Hakk, Hakîmdir, Hakîm ise, çirkin olan şeyi işlemez,

b-) Cenâb-ı Hakk,

"Kâfir olanlar yok mu? Onları uyarsan da birdir, uyarmasan da, onlar iman etmezler." (Bakara, 6) ayetinde ifade ettiğine göre, kâfir kimselerin iman etmeyeceklerini biliyordu. Bunun böyle olduğu sabit olunca, O, kâfir kimse­leri mükellef kıldığında, kâfir kimseden isyandan başka hiç bir şeyin zuhur etmeyeceği sabit olur. Şayet bu isyan, azâb etmenin sebebi olursa, bu tek­lif, azabı hak etmesi İçin onun hatasını aramak olur. Bu husus, azâb etme illetinin ya tamamıdır, veya illetin yarısıdır. Her ikisine göre de, bu teklif, mey­dana geldiğinde, peşinden kesinlikle cezanın geleceği bir iş olur. Faydadan uzak bir zarar için hata aramak ise, çirkin bir şeydir. O halde, böyle bir teklif çirkin olur. Çirkini ise, Hakîm olan Allah işlemez. Buna göre burada, iki şey­den birisi bulunmaktadır. Bu da, ya böyle bir teklif bulunmamıştır; veya bu­lunmuştur, ancak Cenâb-ı Hakk, azâb etmek İçin hata aramamıştır denilme-sidir. Halbuki, maksat meydana gelmişken, bu nasıl olur?

c-) "Cenâb-ı Hakk, mahlukâtı ya fayda veya zarar için yaratmıştır veya-hutta ne fayda ne de zarar için yaratmıştır" denilmesidir. Buna göre, şayet Cenâb-ı Hakk, mahlukâtı fayda için yaratmışsa, bile bile, maksadının zıddı­na yol açacak bir şeyi onlara teklif etmemesi gerekir. Şayet onları mükellef tutarsa, isyan edeceklerini bildiği için, bu teklif onları cezalanmaya götüren bir şey olur. Buna göre, Cenâb-ı Hakk onların faydasını istiyorsa, onları so­rumlu tutmaması gerekir. Onları sorumlu tuttuğuna göre, bu onların isyan etmelerinin azaba hak kazanmaları için bir sebep olmamasına delâlet eder. Onları, ne faydalan ne de zararları için yaratmamıştır, denilmesi de caiz de­ğildir. Çünkü, onları hiç yaratmayıp yoklukta bırakmak, bu iş için yeterdi. Bir de böyle farzedilmesi durumunda, bu iş abes olur. Cenâb-ı Hakk onları, za­rarlar için yaratmıştır, denilmesi de doğru değildir. Çünkü böyle olan zat, mer­hametli, cömert ve iyiliksever olamaz. Halbuki akıl ve dinin emirleri, Cenâb-ı Hakk'tn Rahim, Kerim ve pek güzel mevlâ ve pek güzel yardımcı olduğu hu­susunda mutabıktırlar. Bütün bunlar, cezanın yokluğunu gösterir.

d-) Cenâb-ı Hakk Subhanehû, günahları gerektiren sebepleri yaratandır. Bundan dolayı bizzat O, günah işlemeye mecbur edendir. Bu nedenle gü­nahlardan ötürü azab etmesi, onun için çirkin bir şey olur. Biz, o sebepleri yaratan bizzat Cenâb-ı Hakk'tır, dedik. Çünkü, fiilin, kulun kudretinden sa­dır olmasının, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı bir sebebin o kudrete eklenmesine dayandığını, bununsa cebri gerektirdiğini açıklamıştık. Zorlanmış olan şah­sa azâb etmekse, aklen çirkin bir iştir. Bu hususu başka bir şekilde de anla­tarak şöyle demişlerdir: Dinî emir ve yasaklar, insanlardan iki kimseye gel­se; bunlardan birisi bu emir ve yasakları kabul etse, diğeri de bunlara mu­halefet etse; böylece onlardan biri mükâfatlandırılır, öteki ise cezalandırılır. Buna göre şöyle sorulur: Beriki niçin kabul etti de, diğeri niçin kabul etme­di? Cevap olarak şöyle denilir: Kabul eden kimse, sevabı sevdi; cezadan kaçındı da itaat etti. Diğeri ise, mükâfatı sevmediği, cezadan kaçınmadığı için, isyan etmiştir. Veyahutta şöyle denilir: Bu, kendisine nasihatta buluna­nı dinlemiş, ne dediğini iyice anlamış, böylece de itaat etmiş; beriki ise, na­sihati dinlememiş, anlamamış, böylece de isyan etmiştir. Bu cevabı mütea­kiben, şöyle denilebilir: Bu, niçin kulak vermiş ve anlamış; beriki ise, niçin kulak vermemiş ve anlamamış? Biz deriz ki, bu akıllı, becerikli ve zekî, öteki

ise, ahmak, cahil ve darakıllıdır.. Bu cevaba karşılık, şöyle sorulur: Bu niye akıllı, becerikli ve zekî de, berikisi değil? Şüphesiz zekî olmak veya ahmak olmak, yaratılıştan ileri gelen bir durumdur. Çünkü insan ahmaklığı tercih etmez. Bunları isteyerek yapmaz. Bütün sebepler mecburî olarak Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı şeylere dayanınca, bütün bu işlerin Allah'ın hükmetmesiy-le olduğunu anlamış olduk. Birisi itaat eden, diğeri ise isyan etmiş olan iki şahsı, her türlü nitelikte, yani akıl ve cehalette, zekîlik ve ahmaklıkta, bece­riklilik ve beceriksizlikte, öğretici, teşvik edici ve men edici olmak gibi hu­suslarda müsavî tutmak mümkün değildir. Yine, bütün bunlarda, şayet mü­savi olduklarını söylemen münkün olsa bile, itaat ve ma'siyet hususunda eşit olduklarını söylemen mümkün değildir. Buna göre, şahıslarda itaat ve isya­nın sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın yaratması ve hükmetmesiyle meydana gelen bir takım işlerdir. Bu durumda, şöyle denilir: Günahkârı katılık, atılganlık, ah­maklık, sertlik, akıl azlığı ve beceriksizlik gibi huylar ile yaratıp, sonra da bun­lardan dolayı onu cezalandırması nerede, O'nun adaleti ve rahmeti nere­de? Keşke onu da, itaatkârı yarattığı gibi zekî, becerikli, bilgili ve âlim olarak yaratsaydı yal Kalbini kaynatması, kızgınlığını güçlendirmesi, dimağını alev­lendirmesi, ahmaklığını çoğaltması, ve ona, başkasına nasib etmiş olduğu edîb bir terbiyeci, bilgili bir öğretici ve tebliğ edici bir nasihatçıyı nasîb etme­mesi; bundan da öteye fiillerinde ve davranışlarında bütün bu kimselerin zıd-dını ona musallat edip de, böylece onlardan kötü şeyleri öğrenerek sonra da, onun, becerikli bir akıllının, âlim kişinin, aklı başında birisinin, kalbi den­geli, kendisine şefkatli bir terbiyeci ve olgun ahlâklı bir öğretmeni verdiği te­miz ruhlu kimsenin sorumlu tutulduğu şeylerle sorumlu tutulması, adaletle bağdaşmaz. Bunun adalet, merh'amet, keremli olma ve şefkatle hiçbir ilgisi yoktur. Böylece, bütün bu açıklamalarla, azabın varlığına hükmetmenin ak­lın kurallarının hilâfına bir şey olduğu ortaya çıkmıştır.

e-) Cenâb-ı Hakk, neticesi bize ait olduğu için, faydalı şeylerle bizi mükel­lef kılmıştır. Çünkü O;

"İyilik yaparsanız, kendiniz için yaparsınız, kötülük yaparsanız, yine ken­dinize yapmış olursunuz." (isrâ. 7) buyurmuştur. Biz isyan ettiğimizde, lehi­mize olan bu faydaları kaçırmış oluruz. Hakîm olan bir zâtın, bir insanı karşı­sına alıp, sorumlu tutması ve ona: "bazı yar olan şeyleri nefsin aleyhine olmak üzere kaçırdığın için sana çok şiddetli azâb edeceğim" demesi aklen güzel olur mu? Çünkü, o zaman Allah'a şöyle denilir: Faydayı elde etmek, zararı defetmeye nisbetle daha az kıymetlidir. Farzet ki ben, elde edilmek istenen iki şeyin en aşağı derecede olanını, nefsimin aleyhine olarak, kaçırdım. Bundan ötürü, arzulanan iki şeyin en büyüğü olan zararı savuşturma­yı, benim aleyhime olarak sen kaçırır mısın? Efendinin, kölesine: "Sen, ken­dine ait olmak üzere bir dinar kazanıp onu istediğin gibi kullanabilirsin. Bu kazancında, benim asla bir menfaatim de olmayacaktır. Ama bu dinarı (altı­nı) kazanmaz ve ondan yararlanmazsan seni tutup azalarını parça parça ke­serim" demesi hiç doğru olur mu? Şüphe yok ki, bu akıl hafifliğinin en ileri demce? idir. O halde Hakîmler Hâkimi olan zata, bu nasıl yakışır? Sonra on­lar sözlerine devamla şöyle dediler: Farzet ki, böyle bir azabın var olduğunu kabul ettik. Böyle bir azabın devamlı olduğuna dair delil nerde? Bu böyledir, çünkü insanların en katı kalplisi, en kaba olanı ve hayırdan iyiden iyiye uzak olanı, kendisine kötülük yapmadan çok ileri gittiği kimseyi muaheze ederek, ona, bir gün veya bir ay veyahutta bir sene azâb ettiğinde, azâb eden kimse bu azâb etmeden bıkar ve usanır... Eğer azâb etmeye devam ederse onu herkes kınar. Ve yine farzet ki o odam, sana zarar verme hususunda aşırı davrandı. Ancak, bu azâb verme, ne zamana kadar sürecek? Ya o seni öl­dürecek, ve böylece seni rahata kavuşturacak veyahutta senin yakanı bıra­kacak. İntikam almaktan son derece haz duyan insandan böyle bir şeyin su-dûru çirkin olunca, bütün bunlardan münezzeh olan zâtın, iddia edildiği üzere devamlı azâb çektirmesi nasıl yakışır?

f-) Cenâb-ı Hakk, kullarını, ziyadesiyle yapılan şeyi çok ileri götürmekten nehyederekj

"O, katilde aşırı gitmesin. Çünkü ona zaten yardım edilmiştir." (isrâ, 33) ve

"Kötülüğün cezası, misli olan bir kötülüktür" (Şuarâ. 40) buyurur. Sonra, farzet ki kul, ömür boyu Allah'a isyan etmiştir. Ama, onun ömrü nerde, ebe­dîlik nerde? O halde, ömür boyu azâb etmek zulüm olur.

g-) Kul, ömür boyu küfre devam etse, sonra da tevbe ederek ölse, Allah onu bağışlar, duasına icabet eder ve tevbesini kabul eder. Sen, bu büyük kerem sahibi Allah'ın ahirette olmayacağını, veya bu azâb gören kimselerin akıllarının kalmıyacağım mı sanıyorsun? Öyleyse onlar günahlarından niçin tevbe etmesinler? Onlar tevbe ettiklerinde Allah onların tevbelerini niçin ka­bul etmesin? Onların yakarışlarını niçin duymasın? Ve, onların ümitlerini ni­çin boşa çıkartsın? Bu dünyada "Bana duâ ediniz, size icabet edeyim" (Mümin, 60) ve "Yoksa, kendisine dua ettiği zaman, bunalmışa icabet eden mi?" {Nemi, 62) diyecek kadar merhametli ve lütuf kâr olan zât, Ahirette, kulların kendisi­ne yalvarıp yakarmalarının en yoğun olduğu bir sırada, onlara ancak;

"Susun orada, 'benimle konuşmayın! "(Müminûn, 108) şeklinde niçin hitap etsin ki! Oniar sözlerine devamla, bütün bu izahların, azabın kesinlikle ol-Tiayacağt hususunda hüküm vermeyi gerektirdiğini söylemişlerdir.

Sonra onlardan Kur'ân-ı Kerîm'e iman edenler şöyle demişlerdir: "Kur'ân-ı Kerîm'de, çeşitli azâblardan bahseden nasların bulunması konusunda şu ma­zeretleri öne sürebiliriz:

1) Lafzî delillere sarılmak, yakîn ve kesinlik ifade etmez. Halbuki aklî deyakîni ifade ederler. Bu bakımdan zannî olan bilgi kat'î olana karşılık olamaz. Biz, lafzT delillerin kesinlik ifade etmeyeceklerini söyledik. Çünkü, lafzı deliller, tamamı zannî olan bir takım kaidelere dayanır. Zanna dayanan şey zannîdir. Yine biz, lafzî delillerin, zannî bir takım kaidelere dayandığını söyledik; çünkü bu kaideler, kelimelerin, nahvin ve sarfın nakline dayanır.  şeyleri rivayet edenlerin sayısının, tevatür derecesine ulaştığı bilinemez. O halde onların bu rivayetleri zannîdir. Ve yine bu kaideler, müşterekin, me-:-azın, tahsisin, ilâve ve eksiltmek suretiyle bir takdirin ve takdim ve tehirin olmamasına dayanırlar. Bütün bu hususlar ise, zannîdirler. Ve yine bu kai-oeter, akfi bir muarızın olmamasına istinat ederler. Böyle bir muarazanın bu-uımasının kabulü durumunda, "her ikisinin de ne doğru, ne de yalan olma­sına hükmetmek mümkün olmaz. Naklî, akla tercih etmek de mümkün de-ğAdir. Çünkü akıl, naklin aslıdır. Akla ta'n etmek, hem akla hem de nakle Drtıkte ta'n etmeyi gerektirir. Fakat, aklî bir muarızın (engelin) olmaması, zan­nî bir durumdur. Bunun böyle olması, bir muarız olmadığı zaman söz konu­sudur. Ama burada, zahirin hilâfına olan aklî delilleri bulmuşken, ya durum nasıl olur? Bu sebeple, bu naklî delillerin delâletinin zannî olduğu ortaya çı­kar, zannî delilin kat'î delile karşı koyamayacağı, şüphe götürmez bir gerçektir.

2) Vaîdden vazgeçmek, insanlar arasında da hoş karşılanır. Nitekim şair:

Ben tehdit ettiğimde veya güzel bir vaatte bulunduğumda, tehdidimden vaz göçerim, ama vaadimi de yerine getiririm" demiştir.

Bundan da öte, tehdidi yerine getirme hususunda ısrarlı olmak, âdeta kı­nanmıştır. Bu böyle olunca, böyle bir şeyin Allah'tan sudur etmesi, hiç uy­gun olmaz. Bu, bir metoda dayanmaktadır ki, o da şudur: Ehl-i sünnet, ken-dişine uyma müddeti bitmeden önce, fiilin mensuh olmasını caiz görmüşler­dir. Onların, bu husustaki metodlarının sonucu şudur: Emr bazen, bizzat em­redilen şeyden neşet eden bir hikmete mebnî olarak, uyulan bir kural haline gelir; bazan da, "emr"in bizzat kendisinden neşet eden bir hikmetten Ötürü uyulan bir kural haline gelir. Meselâ, efendi, kölesine bazan, yarın onu ya­saklayacağını o anda bilmesine rağmen, "yarın falanca işi yap!" der. Efen­dinin bu emrinden maksadı, kölesinin kendisine bu hususta uyduğunu orta­ya koyması ve onu, efendisine itaate alıştırmak istemesidir. Tıpkı bunun gi­bi, Allah kulunun yarın öleceğini bilmesine rağmen, O'nun, "Yarın yaşar­san, namaz kıl!" demesi, Ehl-i sünnete göre uygun bir şeydir. Bu emirden, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, emrolunan şeyi meydana getirmek değildir, çün­kü böyle bir işin olması imkânsızdır. Daha bundan maksat, bizzat sadece emrin kendisinden kaynaklanan bir hikmettir ki, o da, bağlılığın, itaatin ve inadı terketmenin meydana gelmesidir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Kur'ân'da verilmiş olan haberlerin de böyle olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Buna göre, haberlerdeki hikmetin kaynağı bazan haber verilen şe­yin kendisi olur, bu da vaat hususunda carîdir. Bazan da, hikmetin kaynağı haber verilen şey değil, ama bizzat haberin kendisi olur. Nitekim bu husus­ta vaîdler (tehditler) de geçerlidir. Buna göre, tehdit üslubuyla gelen haber­ler, günah işlemekten men etmeyi ve taatlere yönelmeyi ifade etmektedir­ler. Vaîdlerde olduğu gibi, böyle bir şey meydana geldiğinde, haber verilen şeyin bulunmaması caizdir. İşte bundan ötürü, Ehl-i sünnet âlimleri, "Allah'ın mükâfat hususundaki vaadi, haktır ve vâcibtir; ama cezalandırmaya dair teh­ditlerine gelince, bunu " tahakkuk etmesi zorunlu değildir. Cenâb-ı Hakk, bu­nunla sadece, onları kapsayan rahmetiyle birlikte, mükelleflerin iyiliğini mu­rat etmiştir. Bu, tıpkı çocuğunu Öldürmekle, aozünü çıkarmakla, kesmekle ve döğmekle tehdit eden bir babanın durumuna benzer. Eğer, çocuk baba­sının bu emrini kabul ederse, şüphesiz bundan faydalanmış olur. Ama, ba­basının dediklerini yapmazsa, babanın kalbinde bulunan şefkat çocuğunu öldürmesine ve onu cezalandırmasına mâni olur. Şayet, "bütün bu takdirle­re (farz-ı muhallere), göre, bu yalan olur. Yalansa, çirkindir" denilirse, biz "her yalanın çirkin olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine, çirkin olan yalan, an­cak zararlı olan yatandır. Faydalı olan yalana gelince, bu çirkin değildir" de­riz. Sonra bunu kabul etsek bile, onun yalan olduğunu kabul edemeyiz, zi­ra, Kur'ân'ın umumî lâfızlarının tamamı tahsis edilmiş değil midir? Oysa ki bu, yalan olarak adlandırılmamıştır. Yine, müteşabih ayetlerin hepsi, zahiri manalarından tevil edilmemiş midirler? Halbuki bu da, yalan diye adlandırıl­mamıştır. Burada da böyledir.

3) İsyankârlar hakkında ilâhî tehdidi ifade eden ayetler, her ne kadar bu nassın açık ifadesiyle zikredilmemişse de, tevbe etmeme şartına bağ­lanmış değ Mermidir? Bunlar yine bize göre de, her ne kadar bu, nassın sarih ifadesiyle zikredilmemişse de, affetmeme şartına bağlanmıştır. Veya şöyle deriz: Bunun manası şudur: Günahkâr kimse, bu tür cezalara hak kazanır. Buna göre, cezaların vaki olacağını haber vermek, günahkârın, cezanın vu­ku bulmasını hakettiğini haber vermeye hamledilir. Bu görüşü açıklama hu­susunda söylenilen şeylerin tamamı, işte bu anlatılanlardır.

Azabın meydana geleceğini kabul edenler ise, "bu azabın vuku bulaca­ğı, Hz. Peygamber'den tevatür yoluyla bize kadar naklolunmuştur; bu se­beple azabın olacağını inkâr etmek, Hz. Peygamber'! tekzip etmek olur. Ce­zanın olmadığı hususunda kendisine yapıştığınız şüpheli şeylere gelince, bu, "hüsün ve kubuh meselesi" ne dayanır ki, bu mesele de bizim benimsedi­ğimiz bir prensip değildir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir.

"İnsanlardan, mümin olmadıkları halde, Allah'a ve âhiret

gününe iman ettik, dfyenler vardır"

(Bakara, 8).

Müfessirler, bu ayetin münafıkların nitelikleri hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, mümin, kâfir ve «nünafık olmak üzere, üç sınıf insandan bahsetmiştir. Buna göre, önce içhtfl dışları tertemiz, kalbleri imanla dolu ihlâs sahibi müminlerle söze başlamış, sonra nitelikleri inkâr ve inada dayanan kâfirleri zikretmiş, daha sonra da, kalbi söylediğinin tersi olan ve diliyle iman ettiğini söyleyen kimselerin durumunu vasfetmiştir. Burada, birkaç mesele bulunmaktadır: [96]

 

Birinci Mesele         Başa Dön

 

Bil ki, "nifak"ın hakikati hakkındaki söz, ancak zikredeceğimiz şu taksim ile ortaya çıkar. Buna göre biz deriz ki, kalbin halleri dörttür:

a-) Delilden el­de edilmiş, mutabık bir itikat ki, bu ilimdir,

b-) Delilden elde edilmeyen mutabık bir itikat ki, bu da mukallidin inancıdır;

c-) Mutabık olmayan itikat, kî bu cehalettir ve

d-) Kalbin bütün bunlardan halî olması durumu...

İşte dört kısım bunlardır.

Lisan (dilin) durumlarına gelince,

a-) İkrar (kabul etme),

b-) İnkâr (kabul etmeme),

c-) Sükût (suskunluk) olmak üzere, üç tanedir. Bura­daki dört ile üçün çarpımından, oniki kısım meydana gelir.

Birinci nev'i: Kalbde bilgi meydana geldiğinde, bu durumda, bu bilgiye ya dil ile ikrar veya dil ile inkâr veyahutta sükût bitişir.

Birinci kısım: Dil ile ikrarla beraber, kalbte bilginin meydana gelmesi. Bu durumda, eğer bu ikrar kişinin isteğiyle olmuşsa, böyle bir kimse, ulemânın ittifakıyla, gerçek mümindir. Eğer bu ikrar ihtiyari değil de, mecburî olursa, ki bu da kalbiyle bilip, fakat içinde, korku olmasaydı ikrar değil de, inkâr ede­ceğine dair bir his bulması halidir ki, bu kimsenin münafık sayılması gere­kir. Çünkü böyle bir kimse kalbiyle inkarcı ve yalancı durumundadır. Bu adam diliyle ikrar ve tasdik edici olduğunda da, münafık sayılması gerekir. Çünkü o, kalbiyle inkarcı ve ikrarın vücubunu da yalanlamıştır.

İkinci kısım: Kalbte, dil ile inkâr etmekle beraber, bilginin meydana gel­mesidir. Bu inkâr, mecburî olursa, sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın

"Kalbi imanla dopdolu olduğu halde, zorlanan kimse hariç" (Nahi, 106) buyurduğu için, müslümandır. Eğer bu inkâr, kendi isteğiyle olursa, bu kim­se İnatçı bir kâfir olur.

Üçüncü kısım: Kalbî bilgi (irfan) meydana gelir, bununla beraber kişinin dili ikrar ve inkârdan hali olur. Buna göre bu sükût işi, ya mecburî veya ihti­yari olur. Eğer mecburî ise bu mecburîlik diliyle ikrar etmeden korkma şek­linde ise, işte bu kimse gerçek müslümandır. Veyahutta şöyledir: Allah'ı de­lilleriyle bilip, sonra bu istidlalini tamamlar tamamlamaz ansızın ölürse, bu kimse de kesinlikle mümindir. Çünkü bu kimse, her ne kadar ikrar veya in­kâr edecek bir zaman bulamadıysa da, mükellef tutulduğu her şeyi yerine getirmiştir. Bu sebeple, bu hususta mazeretli kabul edilmiş olur. Eğer bu sükût kendi isteğiyle olursa, bu kimsenin hali, Allah'ı delilleriyle tanıyıp, sonra ikrar etmeyen kimsenin hali gibidir. İşte münakaşa edilen de, böylesi bir du­rumdur. Gazâlî (r.a.)'nin temayülü, Hz. Peygamber'in:

"Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan kimse, ateşten çkar (orada ebedî kalmaz)" sözünden ötürü, bu kimsenin mümin olduğu istikametindedir. Bu adamın iman nuruyla dolup taşarken, nasıl ateşten çıkmaz?

İkinci nev'i: Kalbte, taklidî bir inancın meydana gelmesi. Buna göre, bu inançla birlikte ya ikrar veya inkâr veyahuttu sükût bulunur.

Birinci kısım: Bu taklidî inançla beraber ikrarın bulunmasıdır. Sonra bu ikrar, kişinin isteğiyleyse bu, "mukallid mümin midir, değil midir?" şeklin­deki meşhur meseledir. Eğer bu ikrar mecburî olursa, bu birinci nevin bir kısmına göre hüküm alır. Eğer biz birinci nevin birinci kısmında kişinin küf­rüne hükmetmişsek, burada söylenecek her hangi bir söz yok. Ama, eğer orada imanına hükmetmişsek, burada da nifakına hükmetmek gerekir. Çün­kü, bu şekle göre, kalb biliyorsa şahıs münafık oluyordu. Taklit ettiğindey-se, burada haydi haydi münafık olur.

İkinci kısım: Dilin inkâr etmesiyle birlikte, kalbte taklidî bir inancın bulun­masıdır. Sonra bu inkâr, eğer kişinin isteğiyle olmuşsa, onun küfründe şüp­he yoktur. Eğer mecbur olmuşsa ve biz de mukallidin imanının var olduğu­na hükmetmişsek, burada da kişinin mümin olduğuna hükmetmemiz gerekir.

Üçüncü kısım: Sükût ile beraber, taklidî bir inancın bulunmasıdır. Bu sü­kût ya mecburî veya ihtiyarî olur. Bunun hükmü, şayet mukallidin mümin ol­duğuna hükmetmişsek, birinci nevin üçüncü kısmının hükmü gibi olur.

Üçüncü nevi: Kalbî inkârdır. Gu durum da, bu kalbî inkârla beraber, ya dilin ikrarı veya ditin inkârı veyahutta sükût bulunur.

Birinci kısım: Kalbî inkârla beraber, dilin ikrarının bulunmasıdır. Buna göre bu ikrar, eğer mecburî İse, bu münafıktır.Eğer kendi ihtiyarı ile ise, bu bir şüpheye binâen âlemin kadîm olduğuna inanıp, sonra kendi ihtiyarıyla ve diliyle âlemin muhdes olduğunu ikrar etmesi durumuna benzer. Bu ise, ola­bilir. Çünkü, kalbiyle bilip lisanıyla inkâr etmesi, ki bu bile bile ve inadî bir küfürdür, caiz oluyor da, kalbiyle bilmeyip diliyle ikrar etmesin için caiz ol­masın? Bu kısımda, nifaktan sayılmıştır.

İkinci kısım: Hem kalbî bir inkârın ve hem de lisanî bir kabul etmeyişin bulunmasıdır ki, bu durumda olan kimse münafık değil, kâfirdir. Çünkü o, kalbindekinin aksine olan her hangi bir şey açığa vurmamıştır.

Üçüncü kısım: Lisanın sükût etmesiyle beraber, kalbin inkâr etmesidir. Bu durumda olan kimse de, münafık değil, kâfirdir; çünkü o da, kalbindeki­nin aksine olan bir şey izhar etmemiştir.

Dördüncü nev'i: Her türlü inançtan hali olan kalbtir. Buna göre, bu hali olmayla beraber, ya ikrar veya inkâr veyahutta sükût bulunur.

Birinci kısım: İkrarın bulunması durumunda, bu ikrar ya ihtiyarî veya izdırarî (zorunlu) olur. Eğer ihtiyarî olursa, bu durumda o kimse, ya, araştır­maya devam ediyordur ki, ona kâfir hükmünü vermek gerekmez; ancak o, caiz olmayan bir şeyi yapmaktadır. Zira o, kendisi hakkında doğru konuşup konuşmadığı bilinmeyen bir durumdan haber vermektedir. Eğer o kişi bir vıroasele tartışmalıdır. Eğer bu ikrar ızdırarî (zor­lamalı) olursa, sahibi küfre nisbet edilmez. Çünkü kendi ihtiyarıyla ikrar et­meyişi, araştırmak içinse ve bu kimse de kendisinin ikrarı terketmesinden endişelenmiyorsa, bunun bu işi çirkin sayılmaz.

İkinci kısım: Dil ile inkâr etmekle beraber, her şeyden hali olan kalbin durumudur. Bunun hükmü ise, dördüncü nevin birinci kısmının hükmünün aksinedir.

Üçüncü kısım: Hem kalbin hali olması, hem de dilin hiç bir beyanda bu­lunmaması.... (yani sükût etmesi). Eğer bu kimse bir araştırma içindeyse, burada böyle bir araştırma vâcibtir. Eğer, bu kimse araştırmada değilse, onun kâfir olduğuna hükmetmek gerekir; ona kesinlikle münafık hükmü verilmez. Bu konuda, yapılabilecek sınıflama bundan ibarettir. Bütün bunlardan nifa­kın ne olduğu; münafıkın, kalbinde ister zahirine zıt bir şey bulunsun veya-hutta içi zahirinin ifade ettiği her şeyden hali olsun, dışı içine (kalbine) uy­mayan kişi olduğu ortaya çıkmış olur. Bunu iyice kavradığında,

"İnsanlardan, Allah'a ve ahiretgününe îman ettik! diyenler vardır." (Ba­kara, 8) sözünden muradın, münafıklar olduğu anlaşılmış olur. Allah en iyi bilendir. [97]

 

İkinci Mesele

 

Alimler, aslî kâfirin küfrünün mü daha çirkin, yok- sa münafıkın küfrünün mü daha çirkin olduğu hu­susunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı, aslî kâfirin küfrünün çirkin olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre, kâfir olan kim­se, kalben cahil, lisanen de yalancıdır. Münafık ise kalben cahil, lisanen ise, sadıktır. Diğerleri ise, münafık da lisanen yalancıdır, demişlerdir. Çünkü mü­nafık, o inanç üzere olmadığı halde, imanının olduğunu söylemiştir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk,

"Bedevi Arablar, iman ettik, dediler, de ki: Siz iman etmediniz. Ama, müslüman olduk deyin. Çünkü, iman henüz kalbinize girmedi " (Hucurat) ve "Allah şehadet eder ki, münafıklar muhakak yaylanıctdirlar. (Münafikun,1) buyurmuştur. Sonra münafık, kâfire nisbetle, çirkin olan bazı şeylerle de muttasıfdır.

a-) O, insanların düşüncelerini karıştırmaya yeltenmişken, kâfir ise buna yönelmemiştir.

b-) Kâfir, erkeklik tabiatı üzerinedir. Münafık ise, kancıktık tabiatı üzerinedir.

c-) Kâfir kendisinin yalan söylemesine razı olmamış, bundan kaçınmış ve sadece doğruyu söylemeye razı olmuşken, münafık ise yalan söylemeyi ter­cih etmiştir.

d-) Münafık, aslî kâfirin aksine, küfrüne bir de alay etmeyi ilâve etmiştir. Küfrünün fazla olmasından ötürü de, Cenâb-ı Hakk,

"Muhakkak ki münafiklar, ateşin en alt tabakasmdadıtiar." (Nisa, 145) buyurmuştur.

e-) Mücâhit, Cenâb-ı Hakk'ın dört ayette müminleri zikrettiğini, sonra ikinci olarak iki ayette kâfirlerden bahsettiğini, üçüncü olarak da, onüç ayetle mü­nafıklardan bahsettiğini; bunun ise, münafıkların suçlarının daha büyük ol­duğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Bu, uzak bir görünüştür. Çünkü, müna­fıkların haberlerinin çok anlatılması, onların günahlarının büyük olmasını ge­rektirmez. Eğer bunların suçları büyükse, bu başka sebeplerden dolayıdır. Bu da, onların, küfürlerine, başkalarını aldatmak, alay etmek ve buna mü­masil başka gailelerin peşinden koşmak gibi günahları eklemeleridir. Buna şu şekilde cevap vermek de mümkündür: Onların haberlerinin çokça anla­tılması, bunların serlerini savuşturmaya verilen ehemmiyetin kâfirlerin ser­lerini savuşturmaya gösterilen çabadan daha fazla olduğuna delâlet eder ki, işte bu onların günahlarının kâfirlerinkinden daha büyük olduğuna delâ­let eder. [98]

 

Üçüncü Mesele         Başa Dön

 

a-) Allah'ı tanımayan, fakat O'nu tanıdığını di- liyle ikrar eden kimsenin Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar mümin değildirler" (Bakara, 8) ifadesinden dolayı, mümin olmadığına delâlet eder. Kerrâmiyye ise, böy­le kimsenin mümin olacağını söylemiştir.

b-) Bu ayet, her mükellefin Allah'ı bildiğini, Allah'ı bilmeyen kimsenin mü­kellef olamıyacağını iddia eden kimsenin görüşünün batıl olduğuna delâlet etmektedir. Bu iddiada yer alan, "her mükellef Allah'ı bilir" sözünün batıl olmasına gelince, deriz ki, şu münafıklar şayet Allah'ı bilseler ve O'nu ikrar etselerdi, onların bunu ikrar etmelerinin iman olması gerekirdi. Çünkü, Al­lah'ı tanıyıp O'nu ikrar eden kimsenin, mutlaka mümin olması gerekir. İkin­cisine gelince, Allah'ı tanımayan kimse, şayet mazur görülseydi, bu tanımayışlarına karşılık, Allah onları kınamazdı. Buna göre, kelâmcılardan, "eşya­yı tanımayan kimse mazur olur" diyen kimsenin görüşü batıl olmuştur. [99]

 

Dördüncü Mesele

 

1-) İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmistir: İnsan, insan diye adlandırıldı. Çünkü, ondan bir

ahid alındı da, ama o bu ahdini unuttu. Şair ise,

"sen insan olarak isimlendirildin, çünkü sen ahdini unuttun" demiştir. Ebû'l-Feth el-Besti: "Ey insanların insanlara en fazla İhsanda bulunanı; ve insanların, insan­lara en fazla lütufta bulunanı! Sen, ahdini unuttun, "unutmaksa bağışlan­mıştır" O halde, sen de bağışla; çünkü ilk unutan, ilk insandır" demiştir.

2-) İnsan, kendi gibi insanlarla ünsiyet kazandığı için, insan diye adlandırılmıştır.

3-) Âlimler, "insan, aşikâr olduğu ve görüldüğü için, insan diye adlandırıt-mıştır. Nitekim, Cenâb-ı Hakk'ın,

"Tür dağı tarafından bir ateş gördü" (Kasas, 29) sözü de bu manadadır. Cinlere de, görülmedikleri için "cin" adı verilmiştir. Her lafzın başka bir şeyden müştak olması gerekmez. Aksi halde, teselsül gerekir. Buna göre, insan lâfzını başka bir kelimeden türetmeye ihtiyaç yoktur. [100]

 

Beşinci Mesele

 

İbn Abbas, bu ayetin ehl-i kitabın münafıkları hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Ubeyy, Mu'teb b. Kuşeyr ve Cedd b. Kays bunlar­dandır. Bunlar, müminlerle karşılaştıklarında iman ve tasdik ettiklerini söy­leyerek, "Şüphesiz biz, kitabımızda O'nun niteliklerini ve sıfatlarını görmek­teyiz" diyorlar; halbuki, başbaşa kaldtklanndaysa, böyle olmuyorlardı. [101]

 

Altıncı Mesele

 

lâfzı,ikil,çoğul ve tekil olmaya eleverişli bir kelimedir. Tekil için kullanılmasına gelince, bunun ayetteki delili, Onlardanr seni dinleyen vardır" (Muhammet, 16) ayeti; çoğul için kullanılmasına ayetten delili;

"Onlardan seni dinleyenler vardır" (Yûnus, 42) ayetidir. Bunun sebebi, lâf­zının müfret (tekil), manasının ise çoğul oluşudur. Müfred olduğu zaman lâfzina, cemi olduğu zaman da manasına başvurulur. Bu ayette, her iki durumda bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "diyor" lâfzı müfret, "iman ettik" lâfzı da cemîdir. Ayetin konularından, geriye birkaç sual kalmıştır.

Birinci sual: Münafıklar, Allah'a ve ahiret gününe inanmışlardı. Ne var ki onlar, Hz. Peygamber'in nübüvvetini inkâr ediyorlardı. O halde Cenâb-ı Hakk, onların Allah'a ve âhiret gününe iman etmek iddialarında, onları niçin yalan­lamıştır? Cevabımız şudur:Bu ayetimüşriklerinye münafıklarına hamlettiği­mizde, her hangi bir güçlük kalmaz. Çünkü onların çoğu, Allah'ı tanımıyor, öldükten sonra dirilmeyi ve biraraya getirilmeyi inkâr ediyorlar. Şayet bu ayeti ehl-i kitabın -ki bunlar yahudîlerdir- münafıklarına hamledersek, işte, onla­rın Allah'a inanmaları bir İman sayılmadtğı için, Allah onları yalanlamıştır. Zira'onlar, Cenâb-ı Hakk'ın,cisimolduğunajinanıyorlar ve "Uzeyr, Allah'ın oğludur" fTevbe, 30) diyorlar. Onların âhiret gü­nüne inanmaları da iman değildir. O halde onlar "Allah'a iman ettik" dediklerinde, onların kötülükleri kat kat fazlalaşmış olur. Çünkü onlar kalbleriyle, bu batıl yol üzere Allah'a inanıyor; lisanlanyla da, bu sözleriyle, "muhakkak ki biz de, sizin imanınız gibi Allah'a iman ettik!" diyerek, müslü-manlara böyle bir vehim veriyorlardı. İşte bu sebepten dolayı, Cenâb-ı Hakk onları bu hususta yalanlamıştır.

İkinci sual: Cenâb-ı Hakk'  "Onlar mümin değildirler" sözü, yine Allah'ın "Biz Allah'a iman ettik" sözüyle nasıl mutabık jlur. Bi­rincisi, failin değil de fiilin durumunu zikretmek hakkındadır; ikincisi ise, fii­lin değil de failin durumunu zikretmek hakkındadır. Böyle bir soruya da şöyle cevap veririz: Bir kimse, "falanca, filan meselede tartıştı" dediğinde, sen, şayet "O, o meselede tartışmadı" dersen sen onu yalanlamış olursun. Ama, sen, şayet "O, münakaşa edenlerden değildir" dersen, onu tekzib etme hu­susunda mübalağa etmiş olur. Yani, o kimse, böyle münazara edecek cins­ten bir adam değildir, bu onun hakkında nasıl düşünülebilir? Burada da du­rum böyledir; onlar, "Allah'a iman ettik" dediklerinde, şayet Cenâb-ı Hakk, "Onlar iman etmediler" deseydi bu onları tekzib etmek olurdu. Ama Cenâb-ı Hakk, "Onlar mümin değildirler" deyince, bu onları tekzib etme hususunda mübalağa ifade eder. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın

"Onlar ateşten çıkmak istiyorlar, oysa ki onlar oradan çıkıa değillerdir." (Maide, 37) ayetidir, sözü senin,*                       "Onlar oradan çıkmıyorlar" sözünden daha mübalağalıdır.

Üçüncü sual: "Ahiret günü"nden murat nedir? Bu soruya cevabımız şu olur: Bununla, sınırı olmayan bir vaktin kastedilmesi caizdir. Bu vakit de, müd­deti bitmeyen, kesintisiz bir ebedîliktir. Ve, yine bununla, nüşûr (dirilme) dan başlayan cennet ehlinin cennete; cehennemliklerinse cehenneme gireceği vakitle sınırlanan bir zamanın murat edilmesi de uygundur. Çünkü bu, sınır­lanan vakitlerin en sonuncusudur, bundan sonra ise, her hangi bir tahdit söz konusu değildir.

"Allah'ı ve /man edenleri aldatıyorlar. Halbuki onlar,ancak kendilerini aldatıyorlar da, bunun farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylediklerinden ötürü, onlara acı veren bir azab vardır." (Bakara, 9-10) Bil ki, Cenâb-ı Hak, münafıkların kabahatlerine dair dört şey zikretmiştir:

Binincisi, bu ayette zikretmiş olduğu şeydir ki, o da münafıkların "Allah'ı ve müminleri aldatma gayretleridir." Bu sebeple, ilk önce aldatmanın ne olduğu bilinmelidir.

Sonra ikinci olarak Allah'ı aldatmalarından murat nedir? Üçüncü olarak, niçin onlar Allah'ı aldatmaya kalkışmışlardır? Dördüncü olarak, "Onlar ancak kendilerini aldatıyorlar" sözünden maksat nedir? [102]

 

Aldatma (Huda) Ne Demektir?             Başa Dön

 

Aldatmanın  kötü  bir  şey  olduğu  hususunda herhangi bir şüphe yoktur. Ayıplanan ve kötü kabul edilen şey bir daha yapılmasın diye, başkasından ayırdedilmelidir. "el-Hud'a" lafzının esas manası, gizlemektir. Kasaya da,  denilmektedir. Boynun iki tarafındaki damara da, gizli, oldukları keler yuvasına girip, pek az göründüğü zaman Tecrübe kazanıncaya kadar birçok kez yanılan kimseye de denilmesi bundandır.

Muhâdara'nm tarifine gelince bu, insana güven ve emniyet vehmi veren şeyleri izhar edip, başkasına zarar vererek ondan kurtulunması gereken şeyi de gizlemekten ibarettir. Bu küfürde, nifak; güzel fiillerde ise riya gibidir. Bütün bunlarsa, dinin gerektirdiği şeylerin aksine hareketlerdir. Çünkü din, doğruluğu; gurur ve kötülük'yapmaktan vazgeçmeyi gerektirir. Yine bu dinr ibâdetler konusunda herşeyin, sırf Allah için yapılmasını ister. Müraînin maksadının tersini izhar ettiğinde, "müdellis-gerçeği örten" diye vasfedilmesi de bu manadandır. Nitekim hadis ıstılahındaki "tedlîs" de buradan alınmıştır. Çünkü ravî, dinlemediği kimseden dinlemiş olduğu vehmini verir. Halbuki bunu açıkladığında, o kimseye "müdellis" adı verilmez. [103]

 

Münafıkların, Cenab-ı Allah'ı Aldatması Meselesi

 

Münafıklar Allah'ı  nasıl  aldatmaya  çalışırlar?Birisi şöyle diyebilir: Allah'ı aldatmak iki yönden

imkansızdır:

a) Cenab-ı Hak, kalbleri ve kalblerue olan sırları, her şeyi bilendir. Bu se­beple aldatılması mümkün değildir.

b) Münafıklar, Allah'ın  kendilerine  peygamber yollamış olduğuna inanmamışlardır. Bundan dolayı onların nifâklarındaki maksadı, Allah'ı aldatmak olmamıştır. Binaenaleyh, bu lâfzı zahirine hamletmenin mümkün olmadığı sübût bulmuş olur.

Öyleyse, burada iki yönden tevil yapmak gerekmektedir:

a- Cenâb-ı Hak burada kendi zâtını zikretmiş, bununla da şanını yüceltmek ve ululamak için Resulünü kasdetmiştir. Nitekim bu muhtevada olmak üzere şöyle buyurmuştur.

"Sana beyat edenler yok mu, muhakkak ki onlar Allah'a beyat etmektedirler' (Fetih. 10). Bunun tersini ifade etmek içinse,

"Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz herşeyin beşte biri Allah'ındır" (Enfaf. 4i) buyurarak, Resulünün almış olduğu hisseyi kendi zâtına nisbet etmiştir. İşte, münafıklar peygamberi aldattıklarında, "Onlar Allah'ı aldattılar"

aldatmaya çalıştılar" denilmiştir.

b- "Kâfir oldukları halde iman ettiklerini söyleyerek, Allah karşısında takındıkları tavırları, hile yapan kimsenin durumuna benzer. Kendi nezdinde kâfir oldukları halde, onlara müslümanların hükümlerinin tatbik edilmesini emretmek suretiyle Allah'ın onlara yaptığı da, onların, Allah'ın emrine uyarak, O'nun kendileri hakkındaki hükümlerini icra etmeleridir" denilmesidir. [104]

 

Aldatma Teşebbüsünden Maksatları         Başa Dön

 

Bu hileden maksadın ne olduğunu açıklama hususundadır. Bu hususta, birkaç vecih bulun­maktadır: ,

a- Münafıklar, müminlere, iman ettiklerini gösterdiklerinde, peygamber müminlerin onları ta'zim ve ikram etme hususunda diğer müminler gibi mütalaa edeceklerini sanmış olmalarıdır. Eğer onlar, izhâr ettiklerinin tersini gizlemişlerse, işte "aldatma" dan maksatları budur.

b- Onların maksatlarının, Hz.Peygamber'in ve müminlerin, sırlarını onlara ifşa etmelerini ve böylece onların bu sırları, müminlerin düşmanı olan kâfirlere aktarmalarıdır.

c- Öldürülmek vb. gibi kâfirlere tatbik edilen hükümleri, kendilerinden uzak tutmdarıdır. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s): "lâ   ilahe   illallah   deyinceye  kadar  insanlarla   savaşmam   emrolundu[105] buyurmuştur.

d- Onların ganimet mallarındaki arzularıdır. Şayet, Allah'u Teâla, "Hz.Peygamber'e onların hile ve aldatmalarının keyfiyetini vahyetmeye kadirdi. Onların bu iç yüzlerini ortaya koymak için niye bunu yapmamıştır?" denilirse, deriz ki: Şüphesiz Cenâb-ı Hak, iblîs ve zürriyctmin kökünü kazımaya kadirdi. Ne var ki, onları olduğu gibi bırakarak, üstelik onları güçlendirdi. Bu, ya Allah dilediğini yapar ve dilediği hükmü verir olduğundandır veya kendisinden başka hiç kimsenin bilemiyeceği bir hikmetten dolayıdır.

Şayet, müşareket ifade ettiği halde kelimesinin bir şahıs için kullanılması doğru mudur? denilirse, biz deriz ki: Keşşaf adlı tefsirin müellifi, bunun böyle kullanılmasının hikmetini şöyle açıklamıştır: Her ne kadar

 fiili, vezninde gösterilmişse de, bununla kastedilmiştir. Çünkü vezni, aslında mübalağa ifade eder. Faili yenilmeye çalışılan fiil, faili, yenilmeksizin, bunu gerektiren sebebin kuvveti fazla olduğundan, tek başına o fiili yaptığında, sülasisinden daha muhkem ve daha belîğ olarak getirilir. Bunu, Ebu Hayve'nin *Alı jjijjy şeklinde okuması da teyid etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak lâfzını beyan için, buyurdu, diye başlayan cümlenin "muste'net cümle" olması da caizdir. Buna göre sanki "Onlar yalancı oldukları halde, niçin iman iddiasında bulunmuşlardır? Onların bundaki çıkarları nedir?" denildiğinde, cevap olarak, (hile yapıyorlar, aldatıyorlar) denilmiştir. [106]

 

Münafıkların Kendi Kendilerini Aldatmaları

 

Nâfi', İbn Kesir ve Ebû Amr, geriye kalan kıraat âlimleri ise şeklinde okumuş­lardır. Birincilerin delilleri, lâfzın mutabakatıdır Böylece bu lâfız birinci lafza mutabık olmuş olur.Diğerlerinin delilleri ise, ttiUwi ancak iki kimse arasında olur. Tek bir insanın kendini "muhâdi" aldatması mümkün değildir. Sonra onlar, Cenâb-ı Hakk'ın sözü hakkında, iki görüş nakletmişlerdir.

a- Cenâb-ı Mak, o münafıkları bu fiillerine mukabil cezalandırır ve onlara azâb eder. Bu sebeple, onlar gerçekte, sadece kendilerini aldatmış olurlar. Bu görüş Hasan-ı Basrî'den nakledilmiştir.

b- Müfessirlerin çoğunun kabul ettiği görüştür. O da, aldatmanın neticesinin dünyada bu münafıklara yönelik olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, onların bu hilelerinin zararını müminlerden savuşturur ve onu münafıklara döndürür. Bu da, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleri gibidir...

"Muhakkak kf münafıklar Allah'ı aldatıyorlar; oysa ki Allah, onları aldatmaktadır " (Nisa, 142).

"Bizler ancak alay edicileriz. Hakikatte Allah (cezalarını vererek) onlarla

alay eder" (Bakara, 14-15).

"Biz de, o akılsızların iman ettikleri gibi iman mı edeceğiz? İyi bilin ki onlar akılsızların ta kendileridir" (Bakara,13).

"Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onların tuzaklarım bozduk'' (Nemi, 50). "Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum"(Tarık, 15-16). "Allah ve Resûlüyle savaşanların cezası ancak... "(Maide, 33) ve "Allah'a ve Resulüne eziyyet verenler yok mu..." (Ahzâb, 57) ayetleri gibidir. Bundan sonra, ayet hakkında geriye bir kaç bahis kalmıştır:

1)  anlamında ve meçhul sîgasıyla ve şekillerinde okunmuştur.

2)  "Nefs" bir şeyin zâtı ve hakikatidir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Sen benim içimdekini biliyorsun, ben ise senin nefsinde olanı bilmiyorum" (Maide, ne) ayetinden dolayı, bu kelime cisimlere tahsis edilemez. Onların "hileleriyle" kendisine zarar verilmesi kastedilen, kendi zatlarıdır; çünkü onların hileleri kendilerinden başkasına ulaşamaz.

3) "Şuur", bir şeyi duyu yoluyla bilmeye denilir. İnsanın meşâiri ise, onun duyu organlarıdır. Buna göre mana şöyle olur: Bu yaptıklarının zararının onlara ulaşması, âdeta gözle görülüp etle tutulan bir durumdur. Ne var ki onlar iyiden iyiye gaflete daldıklarından, sanki duyu kabiliyetlerini yitirmiş gibidirler. [107]

 

Kalb Hastalığı         Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın sözüne gelince: Bil ki, o sıfattan çıkan fiillerde, bir zararın meydana gelmesini gerektiren bir sıfattır. Kalbe mahsûs olan özellik, Allah'ın bilmek, O'na itaat ve kulluk etmek r'duğu için, kalbte bu özelliklere mani olacak herhangi bir sıfat meydana geldiğinde, bu sıfatlar kalbin hastalığı olurlar. Şayet: "Ziyâde" (fazlalaşma) kendisine ilave edilenin cinsindendir; eğer, buradaki hastalıktan maksat küfür ve cehalet hastalığı ise, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın Allah da onların hastalığını artırdı" sözü, bu küfür ve cehalete hamledilmiş olur. Bu durumda da, Allah'ın, küfrün ve cehaletin faili olması gerekir denilmiştir. [108]

 

Mu'tezile'nin Kalb Hastalığı Hakkındaki Te'vîli

 

Mû'tezile'ye göre Cenâb-ı Hakk'ın bundan muradının, birçok sebebe binâen, küfür ve cehalet fiili olması caiz değildir.

Birincisi: Şüphesiz kâfirler, Kur'an'ı eleştirme hususunda çok hırslı idiler. Eğer ayetin manası bu olsaydı, "Onlar Hz.Muhammed (s,a.s.)'e şöyle kerterdi: Allah, hakkımızda küfrü yaratınca, sen kalkıp bize imanı nasıl emredersin?.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk, küfrün faili olsaydı, yalancılar elinde mu'cize göstermesi de caiz olurdu. Bu durumda da, Kur'an'ın hüccet olması diye şey kalmazdı. O halde biz Kur'an'ın tefsiri ve manaları ile ne diye meşgul oluyoruz?

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hak, bu ayetleri, onların küfretmelerine karşılık onları kınamak amacıyla zikretmiştir. Bu durumda, kendilerinde yaratmış olduğu bir şeyden dolayı onları nasıl kınar?

Dördüncüsü:Cenâb-ı Hakk'ın, "On!ara elim birazab vardır"

sözüdür. Şayet Allahü Teâlâ onların renklerini ve boylarını yarattığı gibi, bunu öa onlarda yaratmış olsaydı, Allah'ın onlara azâb edeceği hangi günahları vardır?

Beşincisi: Cenâb-ı Hak, bu acıklı azabı, "Yalan söylemeleri sebebiyle" sözüyle onlara nisbet etmiştir. İşte buna göre de, onları, yeryüzünde müfsitlerin ta kendileri, akılsızların ta kendileri olarak vasfetmiş, şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında onların, "Biz aslında sizinle beraberiz" ediklerini belirtmiştir. [109]

 

Râzî'nin Meseleyi İzahı         Başa Dön

 

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Ayeti birçok bakımdan tevil etmek gerekir;

a- Ayette geçen "hastalık" gam ve keder anlamına hamledilir. Çünkü, "Falan işten ötürü kalbim kederlendi" denilir. Buna göre ayetin manası şu olur: Münafıklar, Hz. Peygamberin işinin sağlamlaştığını

ve günden güne şanının yüceldiğini gördüklerinde kalpleri kederlenmişti.

Bu durum, onların riyasetlerinin elden gitmesine sebep oluyordu. Nitekim rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber, bir defasında eşeğine binmiş olduğu halde, Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'ün yanından geçmiş, İbn Selûl Hz.Peygamber'e "Ey Muhammed, eşeğini uzaklaştır, çünkü onun kokusu bana eziyet veriyor" deyince. Ensârdan bir zat Hz.Peygamber'e, "Ey Allah'ın Resulü, onu mazur gör; çünkü sen bize gelmezden önce, biz onu reis yapmaya karar vermiştik!". İşte bu Kimselerin kederleri şiddetlenince, Allahu Teâla bunu ifâde ederek, "Allah da onların hastalıklarını arttırdı" buyurmuştur. Yani, Hz.Peygamber'in işinin ve şanının yüceliğini ve ululuğunu arttırtmakla, onların keder üstüne kederlerini arttırdı.

b- Onların hastalıkları ve küfürleri, sorumluluklarının artması sebebiyle de artmıştır. Bu,Cenâb-ı Hakk'ınTevbe sûresinde,

"Bu sûreler de onların küfürlerine küfür kattı" (Tevbe. 125) buyurduğu gibidir. Halbuki, sûre, hakikatte onların küfrünü arttır m amtştır. Ama onlar, bu sûreler nazil olduğunda onları inkâr ettikleri için küfürleri artınca, onlar hakkında böyle denilmiştir. Yine bu, Hz.Nuh'tan nakledilerek söylenilen;

"Ben onları gece gündüz nehyettim. Ama benim davetim, onların ancak kaçmalarını arttırdı"{Nuh, 5-6) ayetleri gibidir. Halbuki, onları davet etmek, onların firarını gerektirmemiştir. Ne var ki onlar, bu davet sırasında kaçışlarını arttırmışlardır. Ve yine Cenâtn Hak: "Onlardan, bana izin ver (de kalayım), beni fitneye düşürme diyen vardır" (Tevbe, 49) buyurmuştur. Hz.Peygamber ona savaştan geri kalma izni vermemekle, onu fitneye düşürmüş olmazdı. Fakat savaşa çıktığında fitneye düşen o münafığın kendisidir. Bundan dolayı da, fitneye düşürme Hz. Peygamber'e nisbet edilmiştir.

"Sana Habbinden indirilenler, onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracaktır" (uiaide, 68).

"Onlara bir uyarıcı geldiğinde, onların ancak nefretin/ arttırdı" (Fatır, 42) ayetliri de böyledir. Kendisine nasihat ettiğin halde bundan öğüt almayarak, kötülüğünde ileri giden kimseye söylemiş olduğun, "Benim nasihatim, senin ancak kötülüğünü ve fesadını arttırdı" sözün de böyledir. Münafıklar da böyledir. Onlar kâfir olunca, sonra Allah onları dininin hükümlerine davet ettiğinde, onlar bu dinî kuralları inkâr edip de böylece küfürlerini arttırınca şüphesiz onların küfürlerinin artması Allah'a nisbet edilmiş oldu.

c- Cenâb-ı Hakk'ın sözünden maksat, Allah'ın onlara lûtfunu arttirmamasıdır. İşte bu lûtfu arttırmaması sebebiyle de Allah onları yardımsız bırakmıştır. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın; "Allah onları kahretsin, nasıl da (Hak'tan) döndürülüyorlar!" (Tevbe. 30) sözü gibidir.

d- Arablar, bakışın sönüklüğünü "hastalık" kelimesiyle niteler ve şöyle derler: "Bakışları sönük câriye..." Cerîr ise, şöyle demiştir: "Bakışlarında bir sönüklük olan gözler yok mu? Öldürdüler bizi, sonra da ölülerimizi diriltmediler".

e- Ayetteki hastalık da, onların niyyetteki gevşeklikleridir. Bu böyledir. çünkü önce, onların kalbleri muharebe, çekişme ve düşmanlık gösterme Uygusunda çok kuvvetli idi. Sonra saltanatları kırıldı, böylece bu korku ve

"Tık sebebiyle münafıklığa başvurdular da, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, buyurdu. Yani, Allah onlarda bu inkisarı, korkuyu ve bu zayıflığı artrdı. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak bunu;

"Allah onların kalblerine bir korku saldı da, onlar kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle, evlerini harâb ederler" (Haşr. 2) ayetiyle tahakkuk ettiğini aidtrmiştir.

e- Ayetteki hastalığın, kafbin acısı manasına hamledilmesidir. Bu şöyledir, çünkü insan hased, nifak ve başkalarının başına bir kötülüğün gelmesini bekleme hastalığına tutulduğunda ve bu hastalık onda devam iğinde, çoğu kez bu durum, kalbin mizacının değişmesine ve onun elem duymasına sebep olur. Lafzı bu manaya hamletmek, o lafzı hakiki manasına -anletmek olur. Bu sebeple de, diğer izah tarzlarından daha üstün olur. [110]

 

Acı Veren Azâb

 

Cenâb-ı Hakk'ın, sözüne gelince, bu konuda Keşşaf sanibi şöyle demiştir: kelimesi fiilinden ism-i faildir; tıpkı  kelimesinin kelimesinden ism-i fail olması gibi... "Azâb" kelimesinin "elîm" sıfatıyla nitelenmesi, tıpkı Arabların  "Onların aralarındaki selamlaşmaları, acı veren bir darbe gibidir" demesi de böyledir. Bu, yine Arabların "Onun ciddiyeti büyük oldu, ciddî oldu" demelerine benzer. Ciddiyet nasıl, ismi faili olan kişiye ait bir nitelik ise, bunun gibi "elem" sıfatı da, gerçekte elem veren şeye aittir. [111]

 

Azaba Sebep Yalancılıktır         Başa Dön

 

Allahu Teâla'nın' "Yalan söylemeleri sebebiyle"sözüne sözüne gelince, bunda birkaç bahis söz konusudur:

1) Yalan, bir şeyden, gerçekte olduğunun aksine olarak haber vermektir. Câhiz bunu, ancak haber veren kimsenin haber verilen şeyin haberin aksine olduğunu bildiğinde yalan olarak adlandırır. Bu ayet ise, Câhiz'in aleyhine bir delildir:

2) Allah'ın  sözü, onların yalanlarının, elem verici bir azabın sebebi olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Bu ise, her türlü yatanın haram olmasını gerektirir. Hz.İbrahim (a.s.)'in üç defa yalan söylediği rivayetine gelince, bundan maksat "ta'riz"6w. Ancak şekil yönünden yalana benzediği için, "yalan" olarak adlandırılmıştır.

3) Bu ayette iki kıraat bulunmaktadır:

Birincisi: kıraatidir. Buna göre onların söyledikleri yalandan maksat .onların "Allah'a ve ahiret gününe inandık" demeleridir.

İkincisi: Tasdik etmenin zıddı ve yalan söylemenin mübalağası olan fiilinden olmak üzere, kıraatidir. Nitekim doğru olmak hususunda mübalağa edildiğinde de, (çok doğru oldu) denilir. [112]

 

Münafıklar Toplumu Düzeltme İddiası Güderler

 

"Onlara, yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiğinde, biz, ancak ıslâh edici kimseleriz, dediler. İyi bilin ki onlar fesatçıların ta kendileridir."

(Bakara, 11-12).

Bu da münafıkların fiillerinin çirkinliklerinin ikinci türüdür. Bu ayet hakkında, birçok bakımdan konuşulabilir:

a- "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!" diyen kimdir? denilebilir;

b- "Yeryüzündeki fesat nedir?" denilebilir;

c- "Biz ancak ıslâh edici kimseleriz" diyenler kimdir? ve

d- "Salah" nedir? [113]

 

Münafıklara Yapılan Müdahale

 

Âlimlerden bir kısmı, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın"   diyenin,   Allah  olduğunu;   bir kısmı, bunun Peygamber (s.a.s) olduğunu; bir kısmı da, bunu söyleyen kimselerin müminler olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsi mümkündür. Fakat din ve nasihatla ilgisi olmayan kimsenin bunu söylemesi caiz değildir. En büyük ihtimai,bu sözü söyleyenin, onlarla yüzyüze konuşan kimse olmasıdır. Bu söyleme işi, ya şöyle olmuştur:

Hz.Peygamber'e onların münafık oldukları hususu ulaşmış, fakat HzPeygamber buna kesin gözüyle bakmayarak, onlara nasihat etmiş, bunun üzerine onlar da, imanlarını ortaya koyacak ve kendilerinin de salâh hususunda diğer müminler gibi olduğunu belirtecek şekilde icabet etmişlerdir. Yahut da şöyle denilebilir: Hz.Peygamber'e kötülük yapa: kimselerin bir kısmı, kendisinin fesat çıkardığını kabul etmeyerek, sözü çevirip, onlara "fesat çıkarmayın!" diyerek nasihat etmeye başlıyor Şayet, bu durumu onlar Hz.Peygamber'e bildirmiyorlar mıydı? denilirse, deriz ki "Evet; ancak münafıklar kınandıkları zaman, müslüman olduklarını ve pişmanlık duyduklarını açıklıyor ve böylece de, kendileri hakkında bu haberleri yayan kimseleri yalanlayarak, Hz.Peygamber'e Allah adına yemin ediyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak bu durumu;

"Onlar Allah 'a yemin ederek, (böyle bir şey) demediklerini öne sürerler. Andolsun ki onlar, küfür kelimesini söylediler" (Tevbe, 74),

"Kendilerinden razi olasınız diye, size yemin ederler" (Tevbe. 96) ayetlerinde haber vermiştir." [114]

 

Fesadın Mânâsı         Başa Dön

 

"Fesâd", bir şeyin faydalı olmaktan çıkmasıdır. Bunun zıd karşılığı ise, "salâh "tır. Nifâk'ın yer yüzünde fesâd olmasına gelince,  bu yapılan

tariften daha fazla açıklamada bulunmamızı gerektirir. Bu hususta üç görüş vardır:

1) İbn Abbâs, Hasan Basrî, Katâde ve Süddî'nin görüşüdür. Buna göre, yeryüzünde fesâddan maksat, Allah'a açıkça isyan etmektir. Bunun iyice izahı Kaffâl (r.a.)'ın zikrettiği şu husustur: "Allah'a açıkça isyan etmek, yeryüzünü fesada vermek kabul edilmiştir, çünkü dinî yasalar, kullar için vaz' olunmuş birtakım dinî kurallardır. İnsanlar buna sımsıkı sarıldıklarında, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi işiyle gücüyle başbaşa kalır. Böylece kan akıtmaların önüne geçilmiş ve fitneler dinmiş olur. Böylece bu yolla hem yeryüzünün, hem de orda yaşayanların iyiliği sağlanmış olur. Ama insanlar dinî emirlere sımsıkı sarılmayı bırakıp, herkes nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya yönelirse, o zaman kargaşa ve anarşi ortaya çıkar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak:

'Demek başına geçfnce hemen yeryüzünde bozgunculuk yapacaksınız, öyle mi? (Munammed, 22) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onlara kendisine itaat etmekten yüz çevirdiklerinde, bu yüz çevirmeleriyle, yeryüzünde ancak bozgunculuk yapmış olacaklarına dikkatlerini çekmiştir.

2) Bu fesadın, münafıkların kâfirlere müdahene edip onlarla içli dışlı olmalarını söylemektir.Çünkü manâfıklar.görünüşte mümin olmakla beraber, içlerinden küfre meyletmiş olunca, bu durum, Hz.Peygamber'in ve O'nun yardımcılarının zayıfladığı vehmini veriyordu. Bu ise, kâfirleri, Hz.Peygamber'e düşmanlık izhar etmeye, ona harp ilân etmeye ve O'na üstün gelecekleri arzusunu duymaya tahrik ediyordu. Bu durumda ise, yeryüzünde büyük bir fesâd ortaya çıkmış olurdu.

3) Asamm, "Onlar arkadan, insanları Hz.Peygamber'iyalanlamaya,İslâm'ı inkâr etmeye ve din hakkında şüpheler saçmaya çağırıyorlardı", demiştir. [115]

 

Toplumu Bozduğu Halde Hamiyyet İddia Edenler

 

"Biz ancak ıslâh edicileriz" diyenler, münafıklardır. Onların bundan maksatlarına en yakın olan şey,

nehyedildikleri şeyin zıddını ortaya koymaktır.

Onların, nehyedildikleri şey, "yeryüzünde bozgunculuk yapmak" olduğu için, bu durumda, "biz ancak ıslâh edicileriz" demeleri, bozgunculuk yapma suçuna bir "mukabele" gibi olmuştur. Bu durumda iki ihtimal ortaya çıkar:

1) Onlar, kendi inançlarına göre, bunun doğru olduğuna inanmışlar; bu husustaki çabaları da, bu inançlarını bir bakıma güçlendirince, işte onlar o zaman, "şüphesiz bizler ıslah edicileriz" demişlerdir. Çünkü onlar kendi itikadlarınca, yeryüzünü ancak fesattan temizlemek için çaba sarfetmişlerdir.

2) Biz, "yeryüzünde fesâd çıkarmayın" sözünü, münafıkların kâfirleri idare etmek için söyledikleri söz olarak açıklarsak, buna göre, "biz ancak ıslâh  edicileriz"  sözlerinden  maksat,   bu  idare  etme  işi  (müdârâ), müslümanlarla kâfirlerin arasını bulmak için sarfettikleri gayret olmuş olur. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-t Hak, onların şöyle dediklerini nakletmiştir:

"Biz iyilik ve arabuluculuktan başka bir şey kastetmedik" inha, Buna göre, "Biz ancak ıslâh edicileriz" sözünün manası, "Biz kendimizle ilgili isteri düzeltiyoruz" olur.

Âlimler, bu ayetle, imânını izhâr eden bir kimseye, müminlere tatbik  ona da tatbik edilmesinin gerektiğine istidlal etmişlerdir.

Aksini söylemek, tenkit edilmeyi gerektirmez. Zındîkın tevbesi kabul edilir. Allah en iyi bilendir. [116]

 

Asıl Müfsitleri Keşfedin

 

Cenâb-ı Hakk'm,('İyi büin ki;

onlar bozguncuların ta kendileridir" sözü, üç şeyden ötürü getirilmiştir:

a- Onlar bozgunculuk yapanlardır; zira, küfür yeryüzünde bir fesâd çıkarmadır. Sebebiyse, küfürde, Allah'ın nimetlerini inkâr etmek, herkesin kendi arzuladığı şeyi yapmak anlamı bulunmaktadır. Çünkü, bir kimse Allah'ın varlığına inanmaz, sevâb ve ceza da ummazsa, insanların kargaşa çıkarmasına hiçbir mâni kalmaz. İşte bundan dolayı, nifakın bir fesâd olduğu ortaya çıkar. Bundan ötürü de, Cenâb-ı Hak;

"Demek işbaşına geçince hemen yeryüzünde bozgunculuk yapacaksınız. Öyle mi?" (Munammed, 22) buyurmuştur ki, izahı da yukarda geçmişti. [117]

 

Münafıkları Gerçek İmana Davet         Başa Dön

 

"Onlara, gelin insanların iman ettiği gibi, siz de iman ediniz, denildiğinde, onlar şöyle dediler: O beyinsizlerin inandıkları gibi biz de mi inanalım!? İyi bilin ki, beyinsizlerin ta kendileri onlardır, ama bunu bilmezler"(Bakara, 13)

Bu münafıkların çirkin fiillerinin üçüncüsüdir. Çünkü Cenâb-ı Hak,onları bir önceki ayette, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan nehyedince, bu ayette onlara, iman etmelerini emretmiştir. Sebebiyse, insanın kemâle ermesinin, ancak iki şeyin birarada bulunmasıyla elde edilmesidir.

Bu iki şeyden birincisi, uygun olmayan şeyleri terketmektir ki, Cenâb-ı Hakkın "fesâd çıkarmayın" buyruğu bunu ifade etmektedir. Burada birkaç mesele vardır: [118]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakkın yani, "Nifâktan uzak,    ihlâsla   içice   olan   bir   iman   ile iman ediniz" sözüdür. Bir kimse şöyle diyebilir:

Bu ayetle, sırf ikrarın iman olduğuna istidlal edebilir. Çünkü sırf ikrar iman sayılmasaydı, ancak ihlâs meydana geldiğinde iman sıfatı tahakkuk etmiş olurdu. Buna göre, Cenâb-ı Hakkın, "iman ediniz!" sözü, neticeyi elde etmek için yeterlidir. "İnsanların inandıkları gibi" sözü ise, imanın tahakkukunda etkisi olmayan bir sözdür. Buna cevabımız şudur: Allah katında gerçek iman, içinde İhlâs bulunan imandır. Ama zahirde, İhlasın olup olmadığını anlamaya, zahirî ikrarın dışında, herhangi bir yol yoktur. İşte bu sebeple şüphesiz, burada ijfi "iman ediniz" sözünü "insanların İman ettikleri gibi" sözüyle tekid etmeye ihtiyaç duyulmuştur. [119]

 

Ayette Geçen Nass "İnsanlar'dan Maksat Kimlerdir?

 

kelimesindeki "elif-lâm" hakkındadır. Bu hususta iki görüş vardır:

a- Elif-tâm, "ahd-i haricî" ifade eder. (Yani buradaki -insanlar'da- maksadın, hem söyleyen hem de dinleyenlerce bilinmesi). Buna göre, "Hz.Peygamber ve O'nunla beraber olanların iman etmeleri gibi iman edin" demektir. Peygamberle birlikte bulunanlar ise, tanınan kimselerdir.

Yahut, "insanlar" dan maksat Abdullah b.Selâm ile O'nun gibi İslâm'a girenlerdir. Çünkü bunlar da, Hz.Peygamberle beraber iman edenler gibi, iman etmişlerdir."

b- "Elif-lâm" cins ifade eder. Bu durumda da iki izah tarzı bulunmaktadır.

Birincisi: Evs ve Hazreç'in çoğu müslüman İdiler. Bu münafıklar da Evs ve Hazreç kabilesinden idiler, ama az idiler. Buna göre, umum ifâde eden lâfızlar, bazan ekseriyyet için de kullanılabilirler.

İkincisi: Gerçekte insan olan, sadece müminlerdir. Çünkü, onlara insan olmanın gerçekliği verilmiştir. Sebebiyse, gerçek insanın diğer canlılar karşısındaki üstünlüğü, doğruya ileten akıl ve hidayet eden fikir iledir. [120]

 

Münafıkların Müminleri İstihfaf Etmeleri

 

"İnsanların iman ettikleri gibi iman ediniz" diyen, ya Hz.Peygamber veya müminlerdir. Sonra, o

münafıkların bazısı bazısına, "Biz de falanlann filanların beyinsizi gibi mi iman edeceğiz?" elemiştir. Hz.Peygamber bu hususu bilmiyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlardır beyinsizlerin ta kendileri" buyurmuştur. [121]

 

Dördüncü Mesele             Başa Dön

 

"Sefeh", hafiflik anlamına gelir. Rüzgar bir şeyi  kımıldattığında denilir. Şair "Onlar, uçlarını, akıp giden rüzgarların titretmiş olduğu mızrakların harekete geçmesi gibi akıp gittiler"[122] ve Ebû Temmâm et-Tâî de:

"Akılsızın akıllıya üstün olduğu ortaya çıkınca, mızrağın hızlı ve hafif darbesi onu şaşırttı" demiştir. Ebû Temmâm burada ile, mızrağın darbesinin hızlılığını ve hafifliğini kastetmiştir. Ağzı bozuk olan kimseye de, "sefih" denilmektedir; çünkü böyle birisi vakarsız ve hafifmeşreb bir kimsedir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın sizin idarenize bıraktığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin" (Nisa, 5) buyurmuştur. Hz.Peygamber ise, aklının azlığından dolayı, 'İçki içen kimse, sefihtir, akılsızdır" buyurmuştur. Münafıklar müslü-manları, "sefîh" olarak isimlendirmişlerdir; çünkü, münafıklar soylu ve makam sahibi kimselerdi. Müminlerin çoğu ise, fakîr idiler. Münafıklara göre, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in dininin aslı esası yoktu. Aslı esası olmayan bir şeyi de, ancak akılsızlar kabul edebilirdi. İşte bu sebeplerden dolayı, münafıklar müminleri akılsızlığa nisbet etmişlerdir. Sonra Cenâb-ı Hak ki; O'nun sözü gerçektir-, birkaç sebepten dolayı bu lâkabı kendilerine iade etmiştir.

Birinci sebep: Delilden yüz çevirmekle kalmayıp bir de delile tutunan kimselere akılsız diyen kimse akılsızın tâ kendisidir.

İkinci sebep: Dünya mukabilinde âhireti satan kimse yok mu, İşte esas akılsız odur.

Üçüncü sebep: Hz.Muhammed (s.a.s)'e düşmanlık yapan, Allah'a düşmanlık yapmıştır. İşte asıl akılsız olan odur. [123]

 

Beşinci Mesele

 

Cenâb-ı Hak, iki sebebe binâen bu ayetin sonunda "bilmiyorlar";  bundan Önceki ayetin sonunda ise "hissetmiyorlar" demiştir.

Birinci sebep: Mü'minlerin hak, onların ise batıl üzere olduklarına vakıf olmak, aklî ve fikri bir şeydir. Ama, nifak ve nifakta bulunan, yeryüzünde de bozgunculuğa götüren şeye gelince, bu adeta duyu organlarıyla hissolunan bir zarar gibidir.

İkinci sebep: Cenâb-ı Hak, cehalet anlamına gelen "sefeh" lafzını zikredince, ona denk düşsün diye (tıbâk). ilim kelimesini zikretmiş olması çok güzel olmuştur. Allah en iyi bilendir. [124]

 

Birbirleriyle Başbaşa Kaldıklarında Münafıklar

 

"İman edenlerle karşılaştıklarında/İman ettik!'"derler.iŞeytanlanyla başbaşa kaldıklanndaysa 'Biz sizinle beraberiz;biz ancak alay ediyoruz" derler. Allah onlarla alay eder ve taşkınlıklarında şaşkın şaşkın dolaşmalarına süre tanır" (Bakara, 14-15.)

Bu ayette anlatılanlar, münafıkların çirkin fiillerinin dördüncü çeşididir. Bir kimseyi, pek yakından karşıladığında, dersin. Ebû Hanife, âyetteki kelimesini şeklinde okumuştur. Cenâb-ı Hakk'ın sözüne gelince, bu ifâdeden maksat, "kalben ihlâslı olduk" demektir. Bunun bu manaya geldiğine iki şey delalet eder:

Birincisi: Onların dil ile ikrar ettikleri bilinen bir husustur. Dolayısıyla bunu açığa vurmaya ihtiyaç yoktu. Burada şüpheli olan, kalbin ihlâsıdır. Dolayısıyla, onların sözlerinden maksatlarının bu olması gerekir.

İkincisi: Onların müminlere, "inandık!" demelerinin, şeytanlarına (reislerine) açıktan söyledikleri şeyin aksine hamledilmesi gerekir. Onlar, reislerine, kalblerindeki tekzîb ve yalanlamayı açıkladıklarına göre, müminlere söyledikleri şeylerdeki maksatlarının da kalbin tasdiki olması gerekir.

Cenâb-ı Hakkın sözüne gelince bu hususta Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Birisiyle yalnız başına kaldığın zaman dersin. Bunun manasına olan dan olması da caizdir, "Geçmiş asırlar" ifadesi manasına olan fiilinden gelmektedir.Bunun yine, birisiyle alay ettiğinde söylediğin ve birisinin şerefiyle oynadığında  bir kimse hakkında söylediğin sözünden olması da caizdir. Bunun manası şudur: O münafıklar müminlerle alay ettiklerini şeytanlarına ilettiler ve onlara, müminlerle alaylarından bahsettiler. Nitekim bir şahsı, birine methettiğinde veya zemmettiğinde ifâ  edersin. "Onların şeytanları" sözüne gelince, bunlar inatları sebebiyle adeta şeytana benzemiş olan kimselerdir. Cenâtt-ı Hakkın, âyetine gelince, bunda iki soru söz konusudur.

Birinci soru, bu sözü söyleyen, münafıkların hepsi midir, yoksa bir kısmı mıdır?

Bunun cevabı şudur: Bu hususta ihtilâf vardır. "Şeytanlar" lafzını münafıkların önde gelenleri anlamına alan kimseler sözünü, onların tâbilerinin söylediklerine hamletmişlerdir. Buna göre müminlere karşı "iman ettik" diyen, reislerine döndüklerinde de, aralarında herhangi bir gayrılığın olmadığını hissettirmek için, "biz sizinle beraberiz" diyenler, tâbi olan münafıklardır. "Onların şeytanlarından maksat kâfirlerdir diyen kimseler, sözünü,bütün münafıklara hamletme hususunda bir mahzur yoktur, derler. "Onların şeytanlarından maksadın onların önde gelenleri olduğunda şüphe yoktur ki bunlar, ya kâfirlerdir, yahut da münafıkların büyükleridir. Çünkü yeryüzünde ancak onlar bozgunculuk yapabilirler. Onların küçüklerine gelince, onların böyle bir gücü yoktur.

İkinci soru: Münafıklar niçin müminlere fiil cümlesi; reislerine, şeytanlarına ise iı ile te'kid edilmiş olan isim cümlesiyle hitap etmişlerdir?

Buna cevabımız şudur:. Onların müminlere söyledikler! ifâde tarzından en kuvvetlisi olan isim cümlesiyle söylenmeye layık değildir. Çünkü o münafıklar, kendilerinde imanın meydana geldiğini iddia ediyorlardı; yoksa onlar, iman hususunda kendilerinin mükemmel derecede olduklarını iddia etmiyorlardı. Bunun sebebi şudur: Onlara ya nefisleri, sözde mübalağa yapmalarına müsaade etmiyordu; çünkü nifaktan dolayı ve istenmeyerek söylenen sözde, çok nadir olarak mübalağa yapılır. Ya da, onların imanda kâmil olduklarını iddia ötmelerinin, müslümanlarca makbul olmayacağını bildikleri için... Ama onların kardeşlerine söyledikleri sözlerine gelince, onlar, münafıkların Söyledikleri bu sözleri inanarak söylediklerini ve münafıklar da kendilerini dinleyen kimselerin bunu kabul edeceklerini bildikleri için, burada sözü te'kidli olarak söylemek muhtevaya uygun düşmüştür. [125]

 

Müminlerle İstihza Etmeleri             Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakkın sözüne gelince, burada iki soru söz konusudur.

Birincisi; "İstihza ne demektir?"

Buna cevabımız şudur: Bu kelimenin aslı, den olmak üzere, hafiflik manasına gelir. ise, hızlı koşmak anlamını taşır. Arablar, bir canlı.olduğu yerde ölünce bunu kelimesiyle ifade ederler. Yine deve, üzerindekini hızlıca götürdüğü zaman, Arablar Güderler.

İstihzanın tarifi ise, alay üslubuyla, kötülük sayılacak şeyi gizleyerek, karşısındakine muvafakatini açıklamaktan ibarettir. Buna göre münafıkların demelerinin manası şudur: "Biz onların (müsiümanların) seherinden emin olmak, esrarlarına vakıf olmak, zekat ve ganimetlerden istifade etmek için, dinlerinde kendilerine uyduğumuzu izhâr ediyoruz.

ikincisi, Cenâb-ı Hakkın| ayetininjyine O'nun ayetiyle ilgisinin ne olduğudur.Buna cevabımız şudur: sözü,  sözünü te'kid etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın ayetinin mânası, onların küfürdeki devam etmeleri halidir., İslâm'ı reddetmektir. Bir şeyin zıddtnı reddetmek, o şeyin (yani küfrün)

varlığını te'kid eder. Yahut sözü, daha önce geçen sözünden bedeldir. Çünkü İslâm'ı hakir gören kimse, küfrü tebcil etmiş otur. Veyahutta cümlesi, "müste'nef" yani sorulan soruya verilen cevap cümlesidir. Sanki o münafıklar, "biz sizinle beraberiz" dediklerinde, reisleri onlara itiraz ederek onlara "Sizin bu dediğiniz doğru ise, müsiümanlarla nasıl uyuşuyorsunuz? dediklerinde, münafıklar "Biz onlarla ancak alay ediyoruz" diye cevap vermişlerdir. [126]

 

Allah'ın Onlara Cevabı

 

Cenâb-ı Hak, bu sözleri onlardan nakledince, yine onlara bir takım şeylerle cevap vermiştir.

Birinci cevap:O'nun Allah onlarla alay ediyor" ayetidir. Burada birkaç sual vardır:

Birinci sual: Allah'ın, kendisini alay edici olarak vasıflaması nasıl caiz olur? Halbuki istihza etmenin "telbis" (yanlışı doğruya karıştırrnak)'ten ayrı olmadığı bellidir. Bu ise, Allah için muhaldir. Bir de, istihzada cehalet manası vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Dediler ki: Ey Musa, bizimle alay mı ediyorsun! O da: Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım "(Bakara. 67) buyurmuştur. Öyleyse, Allah'a cehalet nisbet etmek haydi haydi imkânsızdır. [127]

 

Allah'ın Onlarla İstihza Etmesi Ne Demektir?         Başa Dön

 

Buna cevabımız şudur: Âlimler, ayetin te'vili hususunda beş husus belirtmişlerdir:

a- Cenâb-ı Hakk'ın onlara yapmış olduğu şey, onların istihzalarına karşılık bir cezadır. Ancak, Cenâb-ı Hak bu cezayı istihza diye adlandırmıştır; Çünkü bir şeyin cüz'üne de o şeyin tamamının adı verilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak;

"Bir kötülüğün cezası, onun misi! olan bir kötülüktür" (şûra,40),  size saldırırsa, siz de ona, onun size saldırdığı kadar saldırın" (Bakara, 194),

Allah'ı aldatıyorlar (güya); oysa ki Allah onları aldatıyor"'(Nisa, 142).

"Tuzak hazırladılar; Allah da tuzak hazuiadı'(Al-i,imran, 54) buyurmuştur. Hz.Peygamber de,

"Allah 'im falanca, benim şâir olmadığımı bildiği halde, beni yerdi; sen de onu yer! Attanım, beni yerdiği kadar, sen de ona lanet et!" yani, ona beni yermesinin cezası neyse, ona o cezayı ver ve,

"Kendinizi gücünüzün yettiği amellerle mükellef küm; çünkü siz usanmadıkça Allah usanmaz"[128] buyurmuştur.

b- Onların müminlerle alay etmelerinin zararı kendilerinedir. Müminlere zarar vermez. İşte sanki bu sebeple Cenâb-ı Hak, onlarla alay etmiş olur.

c- Hor ve hakir olmanın meydana gelmesi, istihzanın bir neticesidir. Buna göre, netice, o neticeyi meydana getiren sebeple ifâde edilerek istihzadan bahsedilmiş, ondan da horluk ve aşağılanma kastedilmiştir.

d- Allah'ın onlarla alay etmesi, münafıklar nasıl bu dünyada peygamber ve müminlerle karşılaştıklarında, gıyâblannda aksini yaptıkları bir tutum takınıyorlarsa, bunun gibi, Allah'ın da onlara bu dünyada, ahirette aksiyle hükmedeceği hükümlerini izhar etmesidir. Bu te'vil ise zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hak onlara dünya ahkâmını açıklarken, ahirette onların kötü bir akıbet ve büyük bir azaba duçar olacaklarını apaçık delillerle ortaya koymuştur. Bu sebeple bunda, Allah'ın bu dünyada beyan ettiği şeyin aksine bir durum yoktur. (Bu sebeple de bu bir istihza olmaz.)

e- Cenâb-ı Hak onlara, dünya ve ahirette, alay eden bir kimseye yapılan muamele ile muamele etmiştir. Dünyada bu muamelesi, Allah'ın, Resulünü, onların gizlemeye son derece çaba sarfettikleri sırlarına muttali kılmasıdır.

Ahiretteki muamelesi hakkında ise, Ibn Abbas (r.a.) şöyle elemiştir: "Müminler cennete, kâfirler de cehenneme girince, Allah, cennetten cehenneme, münafıkların bulunduğu tarafa bir kapı açar. Münafıklar bu kapının açıldığını görünce, cehennemden çıkmaya ve cennete yönelmeye başlarlar. Bu sırada cennetlikler de onları seyretmektedir. Onlar tam cennetin kapısına ulaştıklarında, işte o zaman kapı yüzlerine kapanır". İşte bu durum Cenâb-ı Hakktn;

"Ogiinah işleyenler iman edenlere gülerlerdi. Müminler onların yanından geçerken, kaş-göz hareketlen yaparlardı. Ailelerine döndüklerindeyse, pürneşe  dönerlerdi.   Müminleri gördüklerinde: "Bun/ar  muhakkak  ki sapıktırlar"   derlerdi.   Halbuki  onlar,   müminlere gözcü   olarak yoUanmamışlardı. İşte bugün de, iman edenler kâfirlere gülüyor"' (Mutaffifîn, 29-34) ayetlerinde bahsettiği durumdur ki, bu onlarla alay etmek demektir. İkincisi: Cenâb-ı Hak, niçin sözünü ondan önceki söze atfet-fetmeyip müstakil cümle olarak irad buyurmuştur?

Buna cevâbımız şudur: Çünkü bu cümle, edebî bakımdan gücün zirvesinde olan bir "müste'nef" cümledir. Bu müste'nef cümlede, Allah'ın istihzasının yanında onların istihzasının bir hiç mesabesinde olduğu; ve yine Cenâb-ı Hakk'ın, müminlerin intikamını almak ve müminleri, O'nun istihzası gibi bir istihza ile münafıklara cevap vermeye muhtaç bırakmadan, onlarla istihza etmeyi üzerine almış olduğu gibi manalar mevcuttur.

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın sözüne "tıbâk" (denklik) teşkil etsin diye, ifadesi yerine denilmeli değil miyoi? Buna cevabımız şudur: lâfzt, istihzanın aralıklarla peyderpeyi mey­dana geldiğini ve yenilendiğini ifade eder. Bu da, Allah'ın onlara bir azabı olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak;

"Onlar her sene, bir ya da birkaç kez sınandıklarını görmüyorlar mı?" (Tevbe, 120 buyurmuştur. Ve yine, çoğu zaman münafıklar kendileri hakkında bir ayet inmesinden, böylece de sırlarının perdelerinin yırtılarak, sırlarının faş edileceği endişesinden hiç|bir zaman kurtulamamışlardır. Nitekim1 Cenâb-ı Hak;

'Münafıklar kendileri hakkında, kalblerinde olanı onlara haber veren bir sûrenin indirilmesinden korkarlar. De ki: Alay edin siz, Allah sizin korktuğunuz şeyi ortaya çıkaracaktır" (Tevbe. 64) buyurmuştur. [129]

 

Allah'ın Münafıklara Mühlet Vermesi         Başa Dön

 

 İkinci cevap: Bu, Cenâb-ı Hakk' "Ve taşkınlıkla-şaşkın şaşkın dolaşmalarına süre tanır" âyetidir. Keşşaf sahibi lafzıın, orduya, onu güçlendirip sayısını artıracak şeyler ilâve edildiği Arablann söylemiş olduğu ifâdesinden alındığını; yine: daha iyi hale getirecek şey mürekkebe katıldığında söylenilen sözünden alındığını; lâmbayı yağ ile, toprağı da gübre ile ıslâh  söylenilen sözünden alındığını ve, şeytan vesvese verdiğinde söylenilen sözünden alın-ı söyleyerek ile ii' nin ayni mânaya geldiğini belirtmiştir. Bazıları da, 0nin kötü şeyler hakkında,  nin de iyi şeyler hakkında kullanıldığını şierdir.   Nitekim  Cenâb-ı Hak:

Onlar sanıyorlar mı ki Biz onlara verdiğimiz mal ve oğullar İle..." 55) buyurmuştur. Kimileri, ayette -Uî   sözünün,   Ömrü uzatmak ne ve mühlet tanımak anlamlarına gelen ii den geldiğini iddia etmişlerdir, ckfca iki bakımdan hatalıdır.

Birincisi: İbn-i Kesir ve İbnMuhaysm'in, yerine oku-ve Nâft'ın Kardeşleri ise onları sapık srater"{Aıraf.202)âyetindeki lâfzını faii şeklinde okuması, bu tatonj kelimesinden değil de Alifî lâfzından geldiğine1 delâlet eder.

İkincisi: Mühlet vermek anlamına gelen  "süre tanıdı" fiilinin lâm harf-i cerriyle kullanılması gibi, o da lâm harf-i cerriyle, kullanılır. [130]

 

Mu'tezile'ye Göre Mühletin Manası

 

Mu'tezile; "Birçok sebepten dolayı, bu ayetin manasını zahirine hamletmek mümkün değildir" demiştir.

Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın (Arat, 202)âyetidir. Cenâb-ı Hak, bu "ğayy" onların kardeşlerine nisbet etmiştir. O halde Allah'a nisbet edilmesi nasıl mümkün olur?

İkincisi: Cenâb-ı Hak, bu azgınlıktan ötürü onları kınamıştır. Şayet bu tuğyan Allah'ın fiili olsaydı, onları bu fiil sebebiyle nasıl kınardı?

Üçüncüsü: Şayet bu, Cenâb-ı Hakk'ın fiili olsaydı, peygamberlik müessesesi ve Kur'an batıl olurdu. Bu sebeple de, Kur'an'ın tefsiriyle meşgul olmak, anlamsız bir şey olurdu.

Dördüncüsü: Cenâb-ı Hak, sözü tuğyan" onlara nisbet etmiştir. Eğer bu, Allah'tan olsaydı, onu onlara nisbet etmezdi. Böylece, tuğyanın, Allah tarafından yaratılmadığını belirtmek için, bu fiili onlara nisbet ettiği ortaya çıkmıştır. Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hak, "medd" şeytanlara isnâd edince (A'mt, 202 âyeti), "el-ğayy" lafzını mutlak zikrederek, herhangi bir nisbet ile kayıtlamamıştır. [131]

 

Râzî'nin İzahı

 

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki, âyetinin te'vili şudur:

Birincisi: Ka'bîve Ebû Müslim b. Yahya el-İsfehanî'nin te'vilidir ki, bu tevit şöyledir: Cenâb-ı Hak müminlere bahşettiği lütuflarını münafıklara vermeyip, onları, küfürleri ve küfürde ısrar etmeleri sebebiyle yapayalnız bırakınca, onların kalbleri, zulmeti gittikçe artarak karanlıklar içinde kaldı; müminlerin kalblerinde de nûr arttığı için, bu artma işini Cenâb-ı Hak "meded - yardım" diye adlandırdı ve onu kendisine nisbet etti. Çünkü bu, Allah'ın müminlere muamelesinin bir neticesidir.

İkincisi: Bu "medd'"m, onlara zulmün ve zorlamanın olmadığına hamlolunmasıdtr. Nitekim bir kaide olarak,"Sefihe yasak konulmadığı zaman da, o emre uymakla yükümlüdür" denildiği gibi.

Üçüncüsü: Şeytanın fiilinin de, Allah'a isnâd edilmesidir. Çü ,kü şeytanın fiili, Cenâb-ı Hakk'ın o şeytana imkân vermesi, onu o fiile muktedir kılması ve onun kullarını kışkırtmasına mani olmaması ile tahakkuk etmiştir.

Dördüncüsü: Cübbâî'nin söylediği görüştür. Buna göre o, lâfzını şöyle yorumlamıştır: Allah onların Ömürlerini uzattı, sonra onlar buna rağmen taşkınlıklarında şaşkın şaşkın dolaşmışlardır.

Bu yorum iki yönden zayıftır.

a) Çünkü biz -u. lâfzının, lügat itibariyle, "ömrü uzatmak"mânasına alınmasının uygun olmadığını açıklamıştık.

b) Farzedelim ki böyle bir mana doğru olsun. Ancak bu da Cenâb-ı Hakk'ın, taşkınlıklarında şaşkın şaşkın dolaşmaları için ömürlerini uzatmış olduğunu ifade eder, ki bu da, problem çıkarmıştır.

Kadî Abdulcebbâr, bunu şu şekilde cevaplamıştır: Allah onların ömürlerini tuğyanda olmaları için uzatmamıştır. Bundan maksat, bu değildir. Aksine maksat, Cenâb-ı Hakkın onları itaat etmeleri için geri bırakması ve, lûtfetmesidir. Ne var ki, onlar ancak şaşkın şaşkın dolaşmayı tercih

Bu konudaki söz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onların kalb-mühürledi" (Bakara.7) âyetinde geçmişti. Aynı şeyleri tekrarlamada, bir yoktur. Bil ki, küfüre iyice dalmak ve isyanda haddi aşmaktır. Cenab-ı Hak, yükselince..."(Hakka.11) tur, yani, sular haddini iyice aşınca... Yine)' git çünkü o, haddini (Nâziat. 17) buyurmuştur; yani, israf etti, ; teri gitti.. "Tuğyan" lafzını Zeydb. Ali şeklinde de okumuştur her iki şekil de, dilde carî olan birer kullanımdır. Meselâ, mak"gibi.. Ayetteki  kelimesi ise, âmâ ve kör olma gibidir. kelimesininlifade ettiği körlük,|hem bakışta hem de fikirdeki kör- nun ifâdesi ise, sadece fikirdeki körlüğü gösterir ki, bu da niık ve tereddüt içinde bulunmak, nereye yöneleceğini bilememektir. [132]

 

Hidayeti Bırakıp Dalâleti Satın Alanlar         Başa Dön

 

"İşte onlar, hidâyete karşılık sapıklığı satın almışlardır. Ancak onların ticareti kâr etmemiştir. Onlar doğruya da ulaşamamışlardır"

(Bakara, 16).

Hidayet mukabilinde sapıklığı satın almak, o sapıklığı hidayete tercih «mek ve onu hidayetle değiştirmektir. Şayet, "Onlar hidayette olmadıkları -.aide, nasıl hidayet mukabilinde sapıklığı satın almışlardır?" denilirse, biz  deriz ki: Onlar, bu hidayeti elde etmeleri mümkün olduğu için, sanki bu ayet ellerindeymiş gibi kabul edilmişlerdir. Onlar, bu hidayeti terkederek sapıklığa yönelince, böylece hidâyete karşılık sapıklığı satın almışlardır. zulüm, doğrudan ayrılma, ve hidâyete erememe (hidayeti yitirme) -analarını ifade eder. Bu sebeple, dinde doğru olan şeyden çıkmak anlamını fade için, "istiare" yoluyla kullanılmıştır.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onların ticaretleri kâr etmedV'ayetinin manası ise, "onlar ticaretlerinde kâr sağlayamadılar" cemektir.

Burada iki sual bulunmaktadır:

Birinci sual: Zarar etme işi, ticaret yapanlara ait olduğu halde, niçin ticaretin kendisine isnad edilmiştir?

Bunun cevabı şudur: Bu terkîb isnâd-ı mecazî bir terkiböir. Bü tür isnâd ise, fiilin gerçek failine değil de, fiilin kendisiyle ilgisi bulunan şeylere isnâd edilmesidir.. Meselâ, ticaret ile müşteri arasındaki ilgi gibi.

İkinci sual: Farzet ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın almak, değiştirmek manasında mecaz olarak gelmiştir. Ama "kazanç" ve " ticaret" kelimelerinin aynı yerde getirilmelerinin manası nedir? Halbuki burada, gerçek anlamda bir alış-veriş olmamıştır?

Buna cevâbımız şudur: Bu mecaz işini kuvvetlendiren ve onu güzelleş­tiren bir başka husustur. Nitekim şair

"Kerkenez kuşunun karakargaya galibgeliprpnun yuvasmda yuva yaptığını görünce, (bundan dolayı) kalbim heyecanlandı (bir iç geçirdim)" demiştir.

Şair, burada, saçların ağarmasını (ihtiyarlık) kerkenez kuşuna; siyah saçlarını ise, kara kargaya benzetince, bunun hemen peşinden, bununla ilgili olan "yuva yapmak" ve "yuva"kelimelerini getirmiştir. Burada da böyledir; Cenâb-ı Hak, "satın alma" lafzını zikredince, onların zarar ettiklerini temsil ve alışverişlerinin hakikatini tasvir etmek için, bu alışverişe benzeyen ve onunla ilgili şeyi de peşinden getirdi.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar hidâyete erme~nişlerdir " sözüne gelince, bunun manası şudur: Ticâret erbabının ticaretlerinden iki şeyi elde etmek isterler: Sermayeyi korumak ve kâr elde etmektir. Bu münafıklarsa, her ikisini de kaybetmişlerdir, çünkü onların sermayeleri her türlü engelden uzak olan akıllandır. Onlar, bu sapıklıklara inanınca,onların elde ettikleri bu bozuk inançları gerçek inancı araştırmalarına mani olmuştur. Katâde şöyle demiştir: "Münafıklar, hidayetten sapıklığa, taatten ma'siyete, birlikten (cemaat) bölünmeye, emniyetten korkuya ve sünnetten bid'ate geçmişlerdir." Allah en iyisini bilendir.

"Onların durumu, bir ateş yakmış olan kimsenin haline benzer: O ateş, onun etraûnı aydınlatınca, Allah onların nurlarını giderir de, on/an, hiçbir şey görmez oldukları karanlıklar İçinde bırakır" (Bakara, 17). [133]

 

Mesel Getirmenin Gayesi

 

Bu âyet-i kerimenin lafızlarını tefsire girmeden önce, iki şey hakkında  konuşacağız.

Birincisi: Meselden maksat, kalbferde, bir şeyi yalnız başına nitelemenin meydana getiremiyeceği tesiri meydana getirmektir. Bu böyledir, çünkü nesel getirmekten  amaç, gizli olanı açık olana; görünürde olmayanı

görünürde bulunana benzetmektir. Böylece o şeyin mahiyetine daha sağlamar şekilde vâkıf olunur ve hisler akla mutabık olur. Bu ise, en güzel izah Görmüyor musun, iman etmeye teşvik etmek darb-ı meselden soyutlanmış olarak yapıldığında, bunun kalblerde meydana getireceği tesir, onul nura benzetiImesiyle meydana gelecek olan tesirden daha azdır. Hiçbir benzetme yapmaksızın küfürden nefret ettirmenin akıllarda uyandıracağı, küfrü zulmete, yani karanlığa benzeterek akıllarda uyandırılacak olan çirkinlik kadar kuvvetli olamaz.. Herhangi bir şeyin zayıflığını haber verip, bu zayıflığını örümcek ağına benzeterek bildirmek: onun zayıflığını

herhangi bir şeye behzetmeksizin bildirmekten daha beliğ ve müessirdir. İşte sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, her şeyi apaçık anlatan kitabında ve diğer alarında çokça mesel îrad etmiştir. Nitekim O; "İşte biz bu meselleri isanlara getiriyoruz" (Ankebût. 43) buyurmuştur. Incil'in sûrelerinden birisi de, "Meseller sûresi" dir. Bu ayette birkaç mesele vardır. [134]

 

Meselin Manası         Başa Dön

 

Arabça'da "mesel" "misi" manasınadır. Buna da, "nazır",   yani   benzer,      denilir.   Nasıl   ki ve denilirse, ayni şekilde ve de  denilir.   Buradan   hareket  edilerek,   halk  arasında  yayılan  ve biri öbürüne benzetilen sözlere mesel denilmiştir. Ancak bir sözün "mesel" atabilmesinin şartı, onda bazı bakımdan tuhaflık ve ilginçliklerin bulunmasıdır. [135]

 

Yanındaki Işıktan İstifade Edemeyenler

 

Allahü Teâlâ, münafıkların gerçek sıfatlarını ortaya koyunca  bunu,  daha  iyi  beyân  etmek  ve açıklamak için, bunun hemen peşinden iki mesel rad etmiştir.

Bunlardan birinci mesel: Bu mesel, söz konusu ayetteki meseldir. Bu "mesel" de izah edilmesi gereken bazı noktalar bulunmaktadır:

a- Münafıkda nur olmadığı halde, onu, kendisine bir nûr verilen, sonra da bu nûr kendisinden alınan kimseye benzetmenin vechi, dayanağı nedir?

b- Ateş yakan kimse, ateşi yakıyor; ateş birazcık aydınlatınca, onun hem ateşinden hem de ışığından istifade ediyor, sonra da bundan mahrum oluyor... Münafığa gelince, onun kesinlikle imandan istifade etmesi söz konusu değildir. O halde, bu benzetmeyi nasıl izah edebiliriz?

c- Ateşi yakan kimse, kendisine bir aydınlık sağlamak istemiştir; oysa ki Allâhu Teâla onun ışığını yok etmiş ve onu karanlıklar içinde bırakmıştır. Ama münafık hiçbir hayır elde etmemiş, münafık için söz konusu olan hayal kırıklığı ve şaşkınlık ise, ancak kendinden dolayı meydana gelmiştir. O halde, buradaki benzetmenin ortak yönü nedir? [136]

 

Bu meselin Ortaya Çıkardığı Sorulara Razi’nin Cevabı

 

Birinci Cevap:

Buna şöyle cevap veririz: Alimler, benzetmenin niteliği hususu şeyler zikretmektedirler:

1) Sûddi şöyle der: Bazı insanlar Hz.Peygamber (s.a.s) M geldiğinde İslâm'a girmiş, sonra da münafık olmuşlardır. O halde teşbih son derece doğrudur, çünkü o münafıklar ilkin iman etmeleri s bir nûr elde etmişler, sonra da nifaklarından dolayı ikinci kez kaybetmişler, böylece de çok büyük bir şaşkınlık içine düşmüşler din hususundaki şaşkınlıktan daha büyük şaşkınlık yoktur. Bunun karanlıktan dolayı yolunu şaşıran dünyevi bakımdan az bir zarara gi din konusunda şaşıran kimse ise, kendisini ahirette nihayetsiz v€ olarak zarara duçar etmiş olur.

İkinci Cevap:

2)  Şayet Sûddî'nin söylediği bu söz doğru kabul edilmez de onların başından beri münafık oldukları söytenilirse, burada Hasan Basrfnin söylemiş olduğu başka bir tevit söz konusu olur. Bu tevil de şudur: Onlar müslüman olduklarını açıklayınca, böylece kanlarını koruma, mallarının ganimet olarak alınmasını ve çocuklarının esir edilmesini önleme başarısını elde etmişler, cihadlarda elde edilen ganimet mallarından ve müslümanlara tatbik edilen diğer hükümlerden de faydalanmışlardır. Bu ise, iman nurlarından bir nûr sayılır. Bu, devamlı olan bir azaba nisbetle az bir zaman ifade edince, Allah onların halini, ışığından çok az istifade eden, sonra da çekilip elinden alınan, böylece de, bu nurun peşinden gelen, karanlıktan dolayı şaşkınlığı ve nayal kırıklığı devam eden bir ateş yakan kimsenin haline benzetmiştir. Böylece, onun bu dünyadaki azıcık faydalanması hali nura; ahiretteki zararının büyüklüğü de zulmete, karanlığa teşbih edilmiştir.

Üçüncü Cevap:

3) Şöyle dememiz de mümkündür: Teşbihin ortak tarafı, münafığın nurunun bulunması değildir; tam aksine, münafığın, bu ateş yakan kimseye benzetilmesinin illeti şudur: Ateş yakan kimsenin ışığı gidince şaşırır. Bir nûr, bir ışık içinde bulunan, sonra da ışığı elinden alınan kimsenin şaşkınlığı; devamlı karanlık içinde yol alan kimsenin şaşkınlığından daha fazladır. Ancak Cenâb-ı Hak, onu bu yoğun karanlıkla nitelendirilmesinin doğru olması için, ateş yakan kimse için bir ışık zikretti; yoksa burada "vech-işebeh", nûr ve zulmetin bir arada bulunması değildir.

Dördüncü Cevap:

4) Münafıkların ifade ettikleri şey, bu söylediklerinin, kendisinden istifade acilen nûr olduğu vehmini verir. Nurun gitmesi ise, münafığın arkadaşlarına açıladığı küfür ve nifak vehmini verir. Bunu söyleyen kimse, bu meseli, Cenab-ı Hakk'ın: "İman edenlerle karşılaştıklarında, biz iman ettik derler; şeytanlanyla kaşbaşa kaldtklanndaysa, biz sizinle beraberiz derler"{Bakara, 14) ayetine, atfetmişlerdir. Buna göre kelimesi, münafıkların sözlerinin, gitmesi de, münafıkların kâfirlere sözlerinin meselidir. Şayet, münafık, bu inancın aksini gizlemesine rağmen, "biz" dediğinde, onun iman hakkında söylediği bu söz, nasıl nurun misali, olabilir? denilirse, biz deriz ki, şayet o münafık bu sözüne hem inancını de o inanca göre amelini katarsa, kendisi için nurunu tamamlamış olur. böyle yapmazsa, nuru tam olmaz. Onun sırf bu sözü (inandık sözü) nûr diye adlandırılmıştır, çünkü bu "inandık" sözü, o kendi başına gerçek ar sözdür.

Beşinci Cevap:

5) Ateşin tutuşturulmasının münafığın iman kelimesini izhar etmesinden ibaret olması da caizdir. Allah-ü Teâlâ buna nûr adı vermiştir; çünkü münafık,[müminler arasında dışını  süsler ve  böylece söz sayesinde medhedilmiş olur. Sonra Cenâb-ı Hak, peygamber've müminlere münafığın durumunun gerçek yüzünü bildirerek, münafığın perdesini kaldırır ve nurunu giderir. Ondan sudur eden iman isminin yerine, nifak ortaya çıkmış olur da, böylece içinde hiç bir şey göremeyeceği koyu karanlıklar içine düşmüş olur. Çünkü daha önce sahip olduğu nûr, Allah'ın, onların İç yüzlerini ortaya koymasıyla yok olup gitmiştir.

Altıncı Cevap:

6) Onlar hidayet mukabilinde sapıklığı satın almakla nitelenince, Cenâb-ı Hak bunun peşinden, onların sattıkları hidayetlerini, ateş yakan kimsenin etrafını aydınlatan ateşe (nâra); satın aldıkları ve böylece de kalblerini mühürlediği "sapıklığı" da, Allah'ın onların nurunu gidermesine ve onları karanlıklar içerisinde bırakmasına benzetmek için bu temsili getirmiş olabilir.

Yedinci Cevap:

7) Burada ateş yakanın, Cenâb-ı Hakk'ın razı olmadığı bir ateşi yakmış olması da muhtemeldir. Bundan maksat, münafıkların kızıştırmaya çalıştıkları fitneyi bu ateşe teşbih etmektir. Çünkü münafıkların tahrik etmeye çalıştıkları bu fitne, çok uzun ömürlü olamamıştır. Cenâb-ı Hakk'ın

"Her ne zaman harbin ateşini tutuşturdularsa, Allah bu ateşi söndürmüştür" (Maide, 64) sözüne kulak vermez misin?

Sekizinci Cevap

8) Said b.Cübeyr, bu ayet, "yahudîlerin ve onların Hz.Peygamber'in zuhurunu gözlemeleri ve onların bu peygamber vasıtasıyla müşrik Arablara galib gelme beklentileri hakkında nazil olmuştur. Hz.Peygamber gönderilince onlar, O'nun nübüvvetini kabul etmemişlerdir. Böylece onların, Hz.Muhammed'i bekleyişleri "ateş tutuşturmak" gibi; onların, Hz.Peygamberin ortaya çıkmasından sonra O'nu inkâr etmeleri de, bu nurun gitmesi gibi olmuştur" demiştir. [137]

 

İmanın Nura, İnkârın Karanlığa Benzetilmesi         Başa Dön

 

İmanın nura, küfrün ise zulmete benzetilmesi hususu, Allah'ın kitabında çokça yer almaktadır.

Buradaki "vech-İ şebeh" şudur: "Nur" delillere ulaştırmada, faydalı yolları elde etmede ve şaşkınlığı yok etme konusunda en etkili olan şeydir. Bu ise, din hususunda, imanın halidir. Böylece, din konusunda şaşkınlıkları gidermede ve menfaatleri temin etmede en mükemmel olan şey, dünyada en güzel olan şeye, yani nura benzetilmiştir.

Küfrün zulmete benzetilmesi hususundaki hüküm de aynıdır. Çünkü, girilmesi gereken  yoldan sapmış olan  kimse için, zulmetten daha büyük bir mahrumiyet ve şaşkınlık olamaz.

Dinî hususta da, menfilikte küfürden daha büyük bir şey yoktur. İşte böylece Cenâb-ı Hak, onlardan birini diğerine teşbih etmiştir. Bu ayetin genel mefhûmu hakkında söylenen söz işte bundan ibarettir. Burada geriye, teferruata dair birtakım sual ve bunlara verilen cevaplar kalmıştır. [138]

 

Mezkur Benzetmenin Ortaya Çıkardığı Suallere Cevaplar

 

 Birinci sual ve cevabı: Ateş yakan kişi, Cenâb-ı Hakk'ın "Onların durumu, bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir " (Bakara, 17) ayeti, münafıkların meselinin, ateş yakanın durumuna benzetilmesini iktiza eder. Ama, münafığın ve ateş yakanın meseli nedir ki, böylece bunlardan biri diğerine teşbih edilebilsin?

Buna cevabımız şudur: Mesel kelimesi, kendisinde bir gariblik ve bir tuhaflık bulunan bir olay veya nitelik için istiare yoluyla kullanılır. Buna göre, derken, sanki şöyle denilmek istenmiştir:

"Onların şaşırtıcı kıssaları, âteş yakan kimsenin kıssası gibidir." Cenâb-ı Hakk'ın;

Muttakilere va'dolunan cennetin kıssası..." (Muhammed, 15)ayeti de böyledir. Yani, sana bahsettiğimiz hayranlık uyandıran şeylerde, hayranlık uyandıran cennetin kıssası vardır, demektir.

Yine "En yüce mesel Allah'ındır" (Nahl, 60) ayeti de böyledir. Yani, O'nun azamet ve celal vasıfları, demektir.

"Onların Tevrat'taki vasfi, (Feth, 29) ayeti de böyledir. Yani, onların şaşılacak durumları ve vasıfları demektir. "Mesel" de garabet mânası olunca] Arablar Falanca yok mu, o hayır ve serde bir misaldir" diyerek, mesel'den, durumu şaşırtıcı olan şey hakkında kullanılan sıfat anlamını türetmişlerdir.

 

İkinci sual: Cem'in Müfred'e Benzetilmesinin İzahı

 

'Topluluk ferde nasıl benzetilebiImiştir?"

Böyle bir soruya birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

a- Cenâb-ı Hakk'ın "Dalanlar gibi, siz de daldınız " (Tevbe, 69) ayetinde olduğu gibi, Arapça'da yerine getirmek caizdir. Çünkü her ma'rife cümlenin vasfına, bir cümleyi bağlamak için gelmiştir. Bir de o, Arabça'da çok kullanılır. Ayrıca sılasıyla kullanıldığında söz uzadığı için, hafifletilmeye elverişli bir kelime olmuştur. Bu sebepten dolayı onun ya'sını, kesresini hazfederek kullandılar. Öyle ki, ism-i fail ve ism-i mefüllerde sırf bir ıjh şekline soktular.

b- Ateş yakanların cinsinin murad edilmesi; veya ateş yakan topluluğun ve gurubun kastedilmesidir.

c- Bu görüş, en kuvvetli olanıdır; çünkü münafıkların bizzat kendileri, ateş yakan kimsenin bizzat kendisine benzetilmem iştir ki, bundan topluluğun tek bir kişiye teşbihi gereksin... Burada, münafıkların kıssası, ateş yakanın kıssasına benzetilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın

"Tevrat'ı yüklenip de sonra onu taşımayanların durumu, eşeğin durumu gİbİdİr"(Cuma, 5),

"Sana, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kimsenin bakması gfbî bakarlar" (Muhammet), 20) ayetleridir.

d- Ayetten kastedilen mana, Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra da sizi bebek olarak dünyaya çıkaran O'dur" (Gâflr, 67) sözünün manası nasıl "sizden her birinizi demek ise, bunun gibi burada da kastedilen, "onlardan her birinin meseli.." dir.

 

Üçüncü sual: Yakmak, Ateş, Aydınlatmak ve Nur Nedir?         Başa Dön

 

Buna şöyle cevap veririz: Ateşin yanması, onun parlaması ve alevinin yükselmesi demektir. Nâr, yani ateşe gelince, bu latîf, aydınlatıcı, sıcak ve yakıcı bir cevherdir. Bunun iştikakı ise, bir şey uzaklaşıp kaçtığı zaman söylenen fiilindendir. Çünkü ateşte, bir hareket ve bir kaynaşma vardır, "Nur" (ışık) da bu kökten neşet etmiştir. Ki, bu ateşin ışığı, onun ziyası demektir. Alâmet anlamına gelen "menâr" üzerinde ezan okunan şeye ad olarak verilen "menare" kelimeleri de ayni köktendir. Üzerine kandil konulan şeye de "menâre" denilir. Bedeni temizlediği için sabun çiçeğine, beyaz çiçeğe ad olarak verilen kelimesi de bu köktendir. kelimesi ise, aşırı aydınlatmayı ifade eder. Bunun doğru olduğunu gösteren delil ise, şu ayettir:

"O, güneşi bir ziya, ayı da bir nûr kılandır" (Yunus, 5) fiili hem, lâzım (geçişsiz) hem de müteaddî (geçişli) olarak kullanılabilir.

"Ay karanlığı ısıttı" ve, lâzım olarak da aydınlandı anlamında dersin, sair sovle demiştir:

"Onların asalet ve şerefleri onlar için, gecelerin karanlıklarını aydınlattı; öyle ki, akîk taşını delen kimse, bu ışıkta, bu taşları ipe dizebildi..." "Havi" ise, o şeye bitişik olan, demektir. "O, onun etrafını ve havali­sini dolaştı" dersin. Dönüp geçtiği için, seneye de "havi" denilir. demek ahdinden dündü; demek de, rengi değişti anla­mına gelir. de, hakkın bir şahıstan başka bir şahsa geçmesi demektir.  daha önce istemediği halde, bir işi yapmak istemektir. ise, gözün kayması;  de,' değişmek demektir.  Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar oradan ayrılmak istemezler" (Kehf,108) buyurmuştur. "Zulmet", aydınlanabilen şeyde "nûr"un, ışığın olmamasıdır.

Esasen Arabca'da zulmet, noksanlıktan ibarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak,

"Bu iki bahçe mahsu­lünü vermiş, bundan bir şeyi eksik bırakmamıştı" (Kehf, 33) buyurmuştur; yani noksanlaştırmadı.. Bir darb-ı meselde de "Babasına benzeyen zulmetmemiştir" yani babaya benzemenin hakkını, noksanlaştırmayıp, tam vermiştir. Çok hızlıca eksildiği için, kara da ve dişin minesine, onun parlaklığı ve saflığına da, kara benzeterek, yine denilmiştir.

 

Dördüncü Suâl ve Cevabı Fiili Lâzım ve Müteaddî Olabilir

 

"Ayette geçen fiili, geçişli midir, geçişsiz mi?

Buna cevabımız: "Her ikisi de uygundur; şeklinde olur. Çünkü "Ateş kendi kendine aydınlandı" "Ateş   başkasını aydınlattı denilir. Çünkü birşey kendi kendine karardı, ve "Bir şeyi kararttı" denilmektedir. Burada, doğruya en yakın olan, föri kelimesinin geçişli olmasıdır. lafzına isnad edilerek, geçişsiz olması da muhtemeldir. Fiilin müennes gelmesi ise, manaya hamledilmesi sebebiyledir; çünkü ateş yakan kimsenin etrafı, yerler ve eşya manasınadır. (Yerler ve eşya da çoğul kelime olduklarından fiil müennes gelmiştir). İbn Ebî Able'nin, kelimesi yerine okuması da bu görüşü kuvvetlendirir.

 

Beşinci sual ve cevabı: Neden Ziya Değil de Nûr Kelimesi Kullanıldı?

 

Cenâb-ı Hakk'ın sözünden ötürü, "keşke denilseydi".

Bu soruya şu şekilde cevap veririz: Nûr kelimesini getirmek, daha beliğdir. Çünkü tjîjol» kelimesinde, mâna fazlalığına dair bir delâlet vardır. Şayet Cenâb-ı Hak, "Allah onların ziyâlannugötürdü"demiş olsaydı,

bu söz kemâl derecesinin gittiği,, geriye nûr diye isimlendirilen bir şeyin kaldığı vehmini verirdi. Halbuki buradaki maksat, onların nurunun tamamiyle gittiğini göstermektir. Cenâb-ı Hakkın, bunun peşinden "Onları, içinde hiçbir şey göremiyecekleri, karanlıklar İçinde bıraktı" ayetini nasıl getirdiğini görmüyor musun? Yine  nurun yokluğundan ibaret iken, Cenâb-ı Hakk'ın onu nasıl çoğul ouifa getirdiğine, nasıl belirsiz kıldığına ve nasıl, onun sırf zulüm olduğunu gösteren, "görmüyorlar" sözünü onun peşinden getirdi­ğine bakmaz mısın?

 

Altıncı Sual ve Cevabı: Niçin Değil de Kullanıldı?         Başa Dön

 

Niçin Cenâb-ı Hak, demedi de, bunun yerine dedi?   Buna  cevabımız  şudur:   ile arasındaki   fark şudur:  lâfzının mânası, "onu izâle etti ve onu götürdü, gidici kıldı" nin  mânası  ise,   "onunla beraber gitti"dir; buna göre nin mânası (beraberinde) demektir. Sultan malını yanına alıp, beraberinde götür­düğünde denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu yanlarına alıp götürdüklerinde" (Yusuf, 16) "O zaman, her ilâh kendi yarattığını yanma alırdı (Müminun, 91) buyurmuştur. Buna göre mana, Allah onların nurunu aldı ve tutup salıvermedi''dir. "Allah'ın tutacagı şeyi ondan sonra salıverecek yoktur"

 (Fatır, 2). Bu ifâde (götürdü) fiilini ifâde ettiğinden daha etkitidirjbeliğdir. Yemanî ise, ifâdesini şeklinde okumuştur.

 

Yedinci Sual ve Cevabı: fiili, bazan ef 'âl-i kulûb şeklinde kullanılır.

 

Cenâb-ı Hakk'ın sözünün manası nedir? Buna cevabımız şudur: fiili bir mefûl aldığı zaman (attı, çıkardı); iki mefûl aldtğı zaman (kıldı, - i haline getirdi, - e dönüştürdü) mânasına gelir;

Bu ikinci manasıyla "efâl-i kulûb" (kalbe ait fiiller) sınıfına dahil olur. Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, işte bu mânadadır. Bu ifâdenin aslı (onlar karanlıklar içindedir) dir. Sonra bu cümlenin üzerine fiili gelerek, her iki cüzü de nasbetmiştir.

 

Sekizinci sual fiilinin met'ünlerinden biri neden hazfedildi? Metruk ile menvî arasındaki fark

 

'un iki mefûlûnden biri, niçin hazfedilmiştir? Buna cevabı mız şudur: Bu hazif, hazfedilip de niyette gözetilen şey cinsinden değil de, sanki fiil hiç müteaddî (geçişli) değilmiş gibi, bırakılan ve hatıra geti­rilmeyen sevlkabîlindendir.

'Onlar sağır, dilsiz vejkördürler. Bu sebeple, geri dönemezler" (Bakara, 18).

Münafıklar işitiyor, konuşuyor ve görüyor oldukları için bu ayeti hakiki, yani maddî cihete hamletmek imkansızdır. Bu sebeple, son derece inatçı olup, Kur'an'dan ve Hz.Peygamber(a.s,)'İn izhar ettiği delil ve mucizelerden yüz çevirdikleri için sağırlara benzetildiklerini düşünmek gerekir. Bu münafıklar duymadıkları için cevab da verememişlerdir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, onları dilsiz kabul etmiştir.

Delillerden faydalanmadıkları, hakikat yolunu göremedikleri için de onlar kör sayılmışlardır. [139]

 

Nifaklarından Dönemeyişleri

 

Allah Teâla'nın ifadesine gelince bunda birkaç husus vardır:

Birincisi: Bu, "Onlar, yukarıda bahsi geçen durumdan dönemezler." demektir. O şey de, kendisine sımsıkı sarıldıkları nifaklarıdır. Ona sımsıkı sarıldıkları için, Hak Teala, onları   bu sıfatlarla nitelendirmiştir. Böylece bu, onların ömür boyu nifaklarına devam edeceklerine bir delil oldu.

İkincisi: "Onlar, hidayeti satıp delaleti aldıktan sonra hidayete dönmeyecekler," demektir.

Üçüncüsü: Cenab-ı Hak, onları, oldukları yerden ayrılamayan, çivilenip kalan, ileri mi gideceklerini,geri mi duracaklarını bilemeyen ve başlangıç noktasına nasıl döneceklerini şaşıran kimseler durumunda mütalâa etmiştir.[140]

 

Münafık Kulağını Tıkamakla Yıldırımdan Korunacağını Sanır         Başa Dön

 

karanlıklar  gök gürültüsü ve şimşek vardır. Onlar ölüm korkusu İle, yıldırımlardan dolayı parmaklarını kulaklarına tıkarlar." "Allah kâfirleri çepeçevre  kuşatandır.   O şimşek  nerdeyse gözlerini alacak.   Onları aydınlatınca, onun ışığında yürürler. Başlarına karanlık çökünce ise dikilip(kalırlar. Allah dileseydi onların) işitmelerini ve gözlerini giderirdi. Hiç şüphesiz Cenab-ı Allah herşeye hakkıyla kadirdir"

(Bakara, 19-20). Bu, münafıklar için irad edilmiş ikinci meseldir. Bu benzetme birkaç yöndendir: [141]

 

Mezkur Benzetmenin Tahlili

 

Birincisi: Kendisinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan bulut meydana gelip, bunun karanlığı ile gecenin karanlığı, yıldırımların üzerlerine düştüğü esnada yağmurun karanlığı ile birleşince, ölüm korkusu ile yıldırımlardan dolayı parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Bir de şimşek onların neredeyse gözlerini alıp, böylece onları aydınlatınca, onlar şimşeğin ışığında yürürler. Işık kaybolduğunda onlar zifiri bir karanlık içinde kalırlar ve şaşkın bir vaziyette kalakalırlar. Çünkü bu üç karanlık içinde, kendisine şimşek isabet eden, sonra kendisinden şimşeğin ışığı kaybolan kimsenin şaşkınlığı artar, bu karanlık onun gözünde büyür ve devamlı karanlıkta kalan kimseye göre, bu durum onun için bir meziyet olur, işte böylece Cenâb-ı Allah, münafıkları, dinî husustaki cehaletleri ve şaşkınlıkları bakımından, ayette vasıfları zikredilen kimselere benzetmiştir. Çünkü o münafıklar da, hiçbir yolu görmüyor ve hakkı bulamıyorlardı.

İkincisi; Yağmur, her nekadar faydalı birşey ise de, zarar veren durumlarla ve bu şekilde meydana gelince faydası kalmaz. Aynı şekilde, eğer münafığın kalbi imanına uygun olsaydı, imanını izhâr etmesi, kendisine fayda verirdi. Münafığın ihlâsı olmayıp içinde nifak olunca bu imanı izhar, dini bakımdan zararlı olmuştur.

Üçüncüsü: Yıldırımlarla beraber bu işler başına gelen kimse, parmaklarını kulaklarına tıkamanın kendisini bundan kurtaracağını zanneder. Bu ise onu, Cenâb-ı Allah'ın onun için irade ettiği helak ve ölümden Kurtarmaz. Örflerde bu hususun böyle olduğu sabit oludıtfu için Allah Teala, - ş hakikatte böyle olmadığı halde- mü'minlere izhâr ettikleri imanın kendilerine fayda vereceğini zannettiklerinden dolayı, münafıkların durumunu ayette anlatılan duruma benzetmiştir.

Dördüncüsü: Münafıkların âdeti, ölüm ve öldürülmekten kaçmak için z nada katılmamadır. İşte bu sebeble Allah Teala, bu hususta onların durumunu, başına bu işler gelen ve parmaklarını kulaklarına tıkayarak bunları şaşından atacağını zanneden kimsenin durumuna benzetmiştir.

Beşincisi: Kulaklarına parmaklarını tıkayan bu kimseler, her ne kadar o anda ölümden kurtulsalar da, ölüm ve helak onların peşindedir. Onların ölümden kurtulmaları mümkün değildir. Aynı şekilde, içine daldıkları nifaktaki durumları münafıkları cehennemin azabından kurtaramayacaktır.

Altıncısı: Durumu böyle olan kimse, hertürlü karanlık ve korku bir araya geldiği için, şaşkınlıkta zirveye ulaşmıştır. Münafıklarda da dini meselelerde şaşkınlığın, dünyevi meselelerde ise korkunun doruk noktası meydana gelmiştir. Çünkü münafık her zaman, içyüzüne vâkıf olunduğunda öldürüleceği korkusu ile yaşar. Böylece nifakı ile birlikte bu endişe, daima onun kalbinde bulunur.   .

Yedincisi: âyetteki "Sayyib"den, Allah'ın maksadı, iman ve Kur'an; "karanlıklar", "gök gürültüsü" ve şimşekten maksadı ise münafıklara zor gelen şeylerdir. Bunlar da namaz, oruç, makam-mevkiyi terk, ana babayla cihad etmek, eski dinlerini terketmek ve, Hz.Muhammed (s.a.s.)'e uymaya son derece karşı olmalarına rağmen, ona uymak gibi zor mükellefiyetlerdir. En faydalı şey olan sağanak yağmurdan, beraberindeki zararlı şeylerden dolayı, insanların son derece sakınmaları gibi, münafıklar da, kendisinde bu güç mükellefiyetler bulunduğu İçin iman ve Kur'an'dan aynı şekilde sakınmışlardır.

Cenab-ı Allah'ın "o, onları aydınlatınca onun ışığında yürürler " sözünden maksadı, "onlar için menfaatli şeyler meydana gelince..." demektir. Bu menfaatler de, o münafıkların mallarının ve canlarının korunması ite ganimetlerden onlara da verilmesidir. Çünkü onlar dinde, bu hususlara rağbet etmektedirler.

Allah Teâlâ'nın "Başlarına karanlık çökünce İse dikilip kalırlar" sözünden maksadı, şudur: "Onlar, bu menfaatlerden bir şey elde edemedikleri zaman imandan hoşlanmaz ve dine rağbet etmezler."Söylediğimiz bütün hususlar bu teşbihte açık bir tarzda mevcuttur. [142]

 

Ayetle İlgili Hatıra Gelebilecek Bazı Sualler

 

Bunun dışında geriye, ayetle ilgili bazı soru ve cevaplar kalır:

 

Birinci soru: İki Teşbihten Hangisi Daha Beliğdir?

 

Cevab: İkincisi daha beliğdir. Çünkü ikincisi, aşırı şaşkınlığa ve şiddetli bir sertliğe delalet eder. Bu sebebten dolayı, münafıkların bu gibi hususlarda hafiften daha şiddetliye doğru tedricen ilerlediklerini görürsün.

 

İkinci soru: İkinci Teşbih, Birinciye Niçin edatı ile atfedildi? [143]

 

Bu Edatın Manaları             Başa Dön

 

Bu iki benzetmeden biri diğerine niçin, şek ifade eden } (veya) harfi ile atfeditmiştir? Buna birkaç yönden cevab verilir:

 Birincisi: lafzı aslında şek ve şüphe hususunda iki ve daha fazla şeyin eşit olduğunu göstermek içindir. Sonra bunda saha biraz daha genişletilerek, şüphe dışındaki hususlarda da eşitlik ifade etmek için bu. İstiare olarak kullanılmıştır. Mesela, şu iki şahıstan dilediğinle oturup kalkmanın doğru olması hususunda her ikisinin de eşit olduğunu kastederek "İster Hasan ile, ister İbn Sîrin ile otur" demen gibi.

Cenab-ı Allah'ın "Onlardan hiçbir günahkara yahut hiçbir nanköre itaat etme " (İnsan, 24); yani kendilerine isyan etmenin gerektiği hususunda günahkar ve nankör eşittir. ayet' de böyledir. Bunun manası, "Münafıkların durumu, şu anlatılan iki kıssanın durumuna son derece benzerdir. Bu ikisinden herhangi birine, münafıkların durumunu benzetirsen yanılmamış olursun. Her ikisine de benzetsen yine yanılmamış olursun" demektir.

İkincisi: Cenâb-ı Hak ikinci benzetmeyi de zikretti. Çünkü münafıklar iki kısımdır. Bir kısmı ateş yakan kimselere, diğer kısmı da yağmura tutulan kimselere benzetilmişlerdir. Bunun bir benzeri de Allah Teâlâ'nın:

"Onlar, yahudi veya hristiyan olun... dediler. "(Banara, 135) ayeti ile "Biz nice şehirleri helak ettik. Azabımız onlara, ya geceleyin veya onlar öğle uykusunda iken gelmiştir" (Araf. 4) âyetidir.

Üçüncüsü: harfi manasına  gelir.  Nitekim  Cenâb-ı  Hak, "Biz onu yüzbin (kişiye) hatta daha da fazla kişilere Peygamber olarak gönderdik" (Saffai, 147) buyurmuştur.

Dördüncüsü: harfi "ve" manasıdır. Hak Teala sanki ve ve gökten boşanan yağmur gibi..." demiştir. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakk'ın "Kendi evlerinizden ve babalarınızın evlerinden ve annelerinizin evlerinden yemeniz..." ayetidir. Şair de şöyle demiştir:

"Leyla benim günahkar olduğumu iddia ediyor. Nefsimin korkusu nefsim lehine, günahı da aleyhinedir." hakkındaki bütün bu hususlar,

"Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı. Şimdi o kalb taş gibi yahut daha da katıdır " (Bakara, 74) âyetindeki )' için de aynıdır.

 

Üçüncü soru: Ayetteki Teşbihin Nev'i

 

Ayette sağanak yağmura, karanlıklara, gök gürültüsüne, şimşeğe ve yıldırıma benzetilen nedir; bu ne çeşit teşbihdir?

Buna cevabımız şudur: Beyan ilmi alimlerinin burada iki görüşü vardır:

Birincisi: Bu "teşbih-t müferrak"tır. Bunun manası şudur: Gerek mümesselin, mürekkeb, yani gerekse kendisine meseldeki bazı şeylerden meydana gelmiş olması ve birşeyin, mümesseldeki herbir şeye benzetilmesidir. İşte burada islam dini sağanak yağmura benzetilmiştir. Çünkü, yağmur ile yeryüzü dirildiği gibi, İslam dini ile de kalbler hayat bulur. Kâfirlerin din ile ilgili şüpheleri karanlıklara; dindeki va'd ve va'îd ile ilgili şeyler şimşeğe ve gökgürültüsüne; müslümanların eli ile kâfirlere isabet eden belalar da yıldırımlara benzetilmiştir. Buna göre ayetin takdiri... "Yağmura tutulanların misali gibi..." olur. "Bundan da kasıt, "gökyüzünün, bu durumda kendilerini yakaladığı kavmin misali gibi..." demektir.

İkincisi: Bu, "teşbih-imürekkeb"tir. Teşbih-i mürekkeb: Müşebbeh ve müşebbehin bihin herbirinin unsurları diğerinin unsurlarına tek tek benzemese dahi, bu ikisinden birini diğerine herhangi bir yönden benzetmektir. Bu ayetlerden maksad, gerek dini gerekse dünyevi bakımdan, münafıkların şaşkınlığını, ateş yaktıktan sonra ateşi sönen; gök gürültüsü ve şimşekle beraber karanlık gecede gökyüzünün yakaladığı kimsenin şaşkınlığına benzetmektir.

Eğer, "Teşbih-i müferrakta, tarzında mahzûf bir muzaf olduğunu takdir etmiştir. Aynı şeylmürekkeb'teşbihde de yapılabilir mi?" denirse deriz ki: âyetinde, zamire merci bulma ihtiyacı olmasaydı böyle bir takdire ihtiyacımız kalmazdı.

 

Dördüncü soru: Sayyib (sağanak) nedir?              Başa Dön

 

Cevab: Bu, inen yani boşalan yağmur demektir. Birşey indiğinde, Araplar derler. Birşey başını aşağt indirdiğinde denilir. Bu kelimenin, mutedil oldu" manasına gelen den olduğu söylenmiştir.; "Sayyib" sadece bol yağmura denir.Resulullah(s.a.s.)da "Va Babbl*bu yağmuru bol ve bereketli kıl"[144] Yani cömert kıl" derdi. Aynı şekilde buluta da "Sayyib" denir. Şemmâh şöyle demiştir. "Yağmaya hazır, yere yakın ve sözünde duran siyah bulut yok mu? İşte, bulut odur!"

Ayette "sayyib" kelimesi nekire olarak getirildi. Çünkü bununla korkunç ve şiddetli bir çeşit yağmur kastedilmiştir. Birinci teşbihde de "nâr" (ateş)  r mesi nekire olarak getirilmiştir. Kelime şeklinde de okunmuştur, ama şekli daha beliğdir. "Semâ" ise şu gölgeleyen gökyüzüdür. [145]

 

Yağmurun Gökten İndiğini Tasrihe Lüzum Var mı?

 

Beşinci soru: Yağmur ancak gökten yağdığı halde Cenâb-ı Allah'ın gökten" demesindeki fayda nedir?"

Bunun cevabı iki yöndendir:

Birincisi: Şayet Cenâb-ı Hak, Yahud kendisine karanlıklar bulunan bir sağanak yağmur gibi..." deseydi; o yağmurun gökyüzünün Mr kısmından indiği ihtimali söz konusu olurdu. Ama "gökten" deyince, bu, yağmurun gökyüzünün bütün ufuklarını kaplayan umumi bir yağmur olduğunu gösterir."Sayyib" kelimesinin sîgası ve nekire olarak getirilmesinde ar mübalağa bulunduğu gibi Cenab-ı Allah, yağmurun bütün göğü kapladığını Myan ederek, bu mübalağayı teyid etmiştir.

İkincisi: Bazıları da şöyle demişlerdir: Yağmur, ancak rutubetli ların yeryüzünden havaya yükselip gökte soğuk hava ile karşılaşarak yeryüzüne inmesi ile meydana gelir. İşte bu yağmurdur. Sonra Hak , Teala burada yağmurun gökten indiğini beyan etmek suretiyle bu görüşü

etmiştir.[146]  Cenâb-ı Allah'ın: "Biz gökten tertemiz bir su idirdik"(Furkan, 48).

Biz gökten içinde dolu bulunan bazı dağlar İndiriyor..." (Nûr, 43) ayetleri bunu gösterir. [147]

 

"Ra'd" ve "Berk" Nedir?

 

Altıncı soru: "Ra'd" ve "Berk" ne demektir?

Cevab: Ra'd, yani gök gürtemesi, rüzgar bulutu yakalayıp sürdüğünde sanki bulut kütleleri harekete geçip birbirine çarpıyor ve titriyor, bu titremeden dolayı bu esnada ses çıkartyormuş gibi buluttan duyulan sestir. Berk yani şimşek ise buluttan parlayan şeydir. Bu kelime, birşey parladığı zaman Arabların söylediği ifadesinden alınmıştır. [148]

 

Bulutun ve Yağmurun Karanlıkları

 

Yedinci soru: "Sayyib, hem yağmur hem bulut manasınadır. Öyleyse bu ikisinden hangisi kastediliyor ve "Onun karanlıkları" ne demektir?"

Cevab: Bulutun karanlıkları şudur: Bulut siyahlaşıp tabaka tabaka kesif bir hale geldiğinde onun karanlığı, gecenin karanlığı ile birlikte kararması ve kat kat olmasıdır. Yağmurun karanlığı da, onun kesif ve tanelerinin birbiri ardınca sicim gibi olması; gecenin karanlığı ile birlikte bulutu göstermemesidir. [149]

 

Gök Gürlemesi ve Şimşek Nerede Meydana Gelir?             Başa Dön

 

Sekizinci soru: "Yağmur nasıl olur da gökgürültüsünün ve şimşeğin mahalli olur? Halbuki bunların çıktığı yer buluttur."

Cevab: Bulut ile yağmur arasındaki ilgi çok güçlü olduğu için, hüküm hususunda birini diğerinin yerinde kullanmak caizdir. [150]

 

Zulümâtın Cem'i, Diğerlerinin Müfred Olmasının Sebebi

 

Dokuzuncu soru: "Karanlıklar" denilip cem'i i getirildiği gibi, "gök gürültüleri" ve "şimşekler" denilseydi ya ?"

Cevab: Bu iki ifade arasındaki fark şudur: Karanlıklar birleşerek çeşitli karanlıklar meydana geldiği için cemi sigasına ihtiyaç duyulmuştur. Gök gürültüsü ise tek bir çeşittir. Şimşek de böyledir. Dolayısıyla tek bir bulutta çeşitli gök gürültüsü ve şimşeğin bir araya gelmesi mümkün olmaz. Bu sebeble de bunlar cemi olarak getirilmiştir. [151]

 

Bu Kelimelerin Nekire Olması

 

Onuncu soru: "Bu kelimeler niçin nekire olarak gelmiştir?" Cevab: Çünkü, Cenab-ı Allah'ın maksadı, bunların enva-i türlüsünü bildirmektir. Buna göre sanki şöyle denmektedir: "Onda öyle zifiri karanlıklar,

öyle şiddetti gök gürlemeleri ve öyle göz kamaştıran şimşekler var ki sorma gitsin.

Onbirinci soru:  deki cemi zamiri neye râcîdir.?

Cevab: Her nekadar lafızda hazfedilmiş olsa da manaca hissedilen yağmura tutulanlara râcîdir. ojû*i cümlesi, müste'nef bir cümle olduğu için ârabdan mahalli yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak, gök gürlemesini ve şimşeği, srtdet ve korku uyandıracak bir şekilde zikredince, sanki birisi "Bu gök gûrlemesi karşısında onların hali ne olur?" deyince, buna cevab olarak, Onlar parmaklarını kulaklarına tıkarlar."; "O şimşek karşısında halleri nasıl olur?" deyince de, "O şimşek nerdeyse gözlerini alacak" demiştir. [152]

 

Kulaklarına Parmaklarını Sokarak Tıkamaları

 

Onikinci soru: "Kulaklara tıkanan parmak uçlarıdır. Öyleyse (Onların parmak uçları) denseydi ya...?"

Cevab: Her nekadar burada parmaklar zikredilmiş ise de maksad parmakların hepsi değil uçlarıdır. Nitekim Cenab-ı Hak:

"Onun iki kolunu kesiniz"  (Maide, 38) buyurmuştur,

Halbuki maksadı ellerin kesilmesidir.

 Onüçüncü soru: "Saika" nedir?"

Cevab: Bu, yıldırım, yani'şiddetli gök gürültüsünü müteakip ondan düşen maş parçası olup, güçlü ve latif olan bu ateş uğradığı herşeyi helak eder. Ne varki kuvvetli olduğu halde çabuk söner.

Ondördüncü soru: "Allah'ın kâfirleri kuşatması ne demektir?"

Cevab: Bu mecazî bir ifadedir. Bunun manası, kuşatılan şey, kendisini satanı nasıl aşamazsa onlar da Cenab-ı Allah'dan kaçamazlar demektir.Bu hususta üç görüş vardır:

1) "Cenab-ı Hak onları bilir" demektir. Nitekim O, "Hiç şüphesiz Allah, herseyi ilmen kuşatmıştır." (Talak,12) buyurmuştur.

2) Bu, Allah Teala'nın onlara hükümran olarak kadir olduğunu ifade eder. Makim O, "Allah onları arkalarından kusanadır." (Bukic, 20) buyurmuştur.

3) Bu, Cenab-ı Allah'ın onları helak etmesi) manasınadır. Nitekim O, Etrafınızın kuşatılması (helak edilmeniz) müstesna..." (Yûsuf, 66) buyurmuştur.

Onbeşinci soru: "Ayette geçen "Hatf" nedir?

Cevab: Süratli bir şekilde almaktır. Mücahid, bu kelimeyi "tâ" harfinin kesresi ile şeklinde okumuştur. Halbuki "tâ" nın fetha ile okunması daha fasîhdir. Mesud (r.a)'dan şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Hasan el-Basir'den şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bunun aslı Jfeâi dur. Yine ondan, "Ya" harfini "ha" harfine uydurarak her ikisini de kesre ile okuyarak şeklinde bir okunuş rivayet edilmiştir. Zed b. Ali'den ise , den olmak üzere şeklide bir okunuş; Übeyy(r.a)'den,

"Çevrelerinde insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağ men..." (Ankebut, 67) ayetinden hareketle şeklinde bir okunuş rivayet edilmiştir. [153]

 

Sadece Şimşek Çaktıkça Etrafı Görebilmeleri         Başa Dön

 

Allah Teâlâ'nın  "Şimşek onları aydınlatınca, onun ışığında yürürler" ayeti üçüncü bir isti'nâf cümlesidir. Bu, sanki "Onlar, şimşek ortaya çıktığı ve gizlendiği zaman ne yapıyorlar?" diyen kimseye bir cevabtır. Bundan maksad, bu durumun münafıklara ne kadar zor geldiğini, yağmura tutulanlara şimşeğin zor gelişine ve onların içinde bulundukları son derece şaşkınlık ile, şimşek çaktığı zaman onun, gözlerini kör edeceğinden korktukları halde, bu çakışını fırsat bilip böylece birkaç adım atan, şimşeğin ışığı kaybolduğunda, oldukları yerde kalakalan ve ne yapacaklarını bilemeyenlerin durumuna benzetmektir. Cenab-ı Allah isteseydi, gök gürültüsünü artırır ve böylece onları sağır eder; şimşeğin ışığını da artırarak onları kör ederdi. fiili ya müteaddidir ki buna göre mana: "Her ne zaman şimşek onlara bir yol aydınlatsa, onlar o yolu tutarlar" şeklinde olur. Bu takdirde meful hazfedilmiş demektir. Veya bu fiil müteaddi değildir. Buna göre mana, "Her ne zaman şimşek parlarsa onlar onun ışığının düştüğü yerde yürürler" şeklinde olur. İbn Ebî Able'nin bu kelimeyi şeklinde okuması, ikinci mânayı kuvvetlendirir. Şayet fii­li ile yi ve fiili ile de Cenâb-ı Allah niçin kullanmıştır? denirse, de­riz ki "Çünkü onlar yürüme imkanı bulmaya son derece isteklidirler. Bu sebeple yürümeye fırsat buldukları her zaman o fırsatı değerlendirirler. Halbuki durma işj böyle değildir. fiilinde daha doğru olan, onun müteaddi olmamasıdır. Bunun böyle olduğu bellidir. nun manası,"Oldukları yerde çakılıp kaldılar." oemektir. "Çarşı sönük kaldı " ve "Su kalakaldı" yani dondu ifadeleri de bu köktendir. Ayetteki nin mef'ülü mahzuttur. Çünkü in cevabı ona delâlet etmektedir. Buna göre âyetin manası şu olur: "Eğer Allah onların işitmelerini ve görmelerini gidermek isteseydi, giderirdi".[154]

 

Edatı Hakkında

 

Burada bir mesele vardır, o da şudur: Meşhur görüşe göre, başka bir şey bulunmadığı için diğer birşeyin yokluğunu ifade eder. Nahivcilerden bunu kabul etmeyip de sadece bir bağlaç manası ifade ettiğini iddia edenler de vardır. Bunlar, görüşlerine ayet ve hadisle delil getirmişlerdir: Ayetten celiden şudur:

Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu. Eğer onlara buyursaydı   bile, onlar yüz çevirip arkalarını dönerlerdi" {Enfal. 23). Şayet kelimesi,'Başkası bulunmadığı için birşeyin bulunmadığını ifade'etseydi, ayetin manasında bir tenakuzun bulunması gerekirdi. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu" sözü onlarda bir hayır görmediğini ve onlara duyurmamış olmasını gerektirir;

Eğer onlara duyursaydı bile, onlar yüz çevirip arkalarını dönerlerdi " sözü oe Allah'ın onlara işittirmediğini ve onların yüz çevirmediklerini ifade ederdi. Halbuki yüz çevirmemek en hayırlı olan şeydir. Buna göre Cenab-ı Allah'ın onlarda hayır olduğunu bilmiş olması gerekir. Oysaki Allah onlarda hiçbir hayır görmemiştir. Bu görüştekilerin hadisten delillerine gelince,  Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisidir: "Suheyb ne güzel adamdır. Eğer Allah'dan korkmasa bile Allah'a isyan etmezdi.[155] Muhaliflerin görüşlerine göre bu hadis Suheyb (r.a.)'in hem Han'dan korktuğunu hem Allah'a isyan ettiğini gerektirir ki bu da bir tenakuzdur. Böylece anlamış olduk ki, kelimesi sadece bağlaç görevi yapıyor. En iyi Allah bilir. [156]

 

Allah Teâlâ'nın Mutlak Kudreti

 

Allah'ın "Hiç şüphesiz Cenab-ı Hak herşeye hakkıyla kadirdir " ayetine gelince bunda bir çok mesele vardır:

Alimlerden bazıları bu ayeti madûma da "şey" denilebileceğine   delil   getirmişlerdir.   Bunlar şöyle demişlerdir:   Cenab-ı Allah  her  "şey"e kudretinin olduğunu söylemiştir. Var olanı yeniden icad etmek (yaratmak) muhal olduğu için, var olana kadir değildir. Kadir olduğu şey, ma'dum (bulunmayan) şeydir ki işte bu "şey"dir. O halde ma'dum "şey"dir. Buna cevab şöyledir: Şayet bu söz doğru olsaydı, Allah'ın kendisine kadir olmadığı şeylerin "şey" olmaması gerekirdi. Öyleyse Allah mevcuda kadir olmadığına göre mevcudata (var olanlara) "şey" denmemesi gerekirdi (Halbuki deniliyor). [157]

 

"Şey" (Varlık) Tâbiri Allah Teâlâ Hakkında Kullanılabilir mi?             Başa Dön

 

Cehm b.Safvân bu ayetle, Cenab-ı Hakk'ın "şey" olmadığına delil getirmiş ve şöyle demiştir: "Bu âyet herşeyjn Allan'ın kudreti dahilinde olduğuna delalet eder. Halbuki Allah Teâla, kendisine kadir değildir. O halde Cenâb-ı Hakk'a "şey" denilmemesi gerekir." Yine O, bu görüşüne Allah'ın:

"Onun benzeri gibi bir şey yoktur" (Şûra, 11) ayetini delil getirerek şöyle demiştir. Şayet Allah "şey" olsaydı, o kendinin benzeri olurdu. Bu ise âyetini tekzib etmiş olurdu. Bu sebeble, âyetle tenakuz

teşkil etmemesi için Allah'ın "şey" olmaması gerekir." Bil ki bu anlaşmazlık isim üzerindedir. Çünkü var ile yok arasında üçüncü bir ihtimal yoktur. Alimlerimiz buna karşı iki delil getirmişlerdir: Birincisi: Allah Teâlâ'nın:

"De kişahid olarak en büyük şey nedir? De ki: O Allah'dır. (Enam, 19) âyetidir.

İkincisi: "Allah'ın zatı hariç herşey yok olacaktır" (Kassas, 88) ayetidir. Müstesna, müstesna minhe dahildir. Binaenaleyh Allah'ın "şey" olması gerekir. [158]

 

Kulun Fiillerini Yaratan Allah'tır

 

Alimlerimiz, bu ayeti, Ebu Ali el-Cubbât ve Ebu Hâşim'in görüşlerinin aksine, kulun fiillerinin Allah'ın   kudreti   ile  meydana  geldiğine  delil getirmişlerdir. Bu istidlalin şekli şudur: Kulun fiilleri "şey"dir ve bu ayete göre her "şey" Allah'ın kudreti ile var olur. O halde kulun fiillerinin, Allah'ın kudreti ile olması gerekir. [159]

 

İstitâe Hakkında

 

Yine alimlerimiz bu ayetle, Mutezile'nin hilafına, sonradan   meydana   gelen   şeylerin,   Allah'ın kudreti ile meydana geldiklerine delil getirmiş­lerdir. Çünkü alimlerimiz şöyle derler: "İstıta'e kabie'l fiil (fiil meydana gelmeden önce ona gücün bulunması) imkansızdır. O halde, şey , meydana gelmezden önce de Allah'ın kudreti dahilindedir. Alimlerimizin bu stidlallerinin izahı şudur: Sonradan meydana gelen var olduğu sırada bir sey"dir.Her şey ise kendisine güç yetirilen (makdûr)dir. Bu delil, meydana gelmemiş olanların, henüz yapılmamış ama tartışılması devam eden bir makdur (kendisine güç yetirilecek) bir şey olmasını gerektirir. Çünkü o, ııeydana gelmediği zamanda da Allah'ın kendisine kadir olduğu bir şeydir. Şu manada ki! Cenâb-ı Allah onu yok etmeye kadirdir. O şey meydana geldiği zamanda Allah'ın onu yoketmeye kadir olması imkansızdır. Çünkü o şeyin, meydana geldiği ilk anda yokedilmesi imkansızdır. O halde geriye, Cenab-ı Hakk'ın o şeyi yaratmaya kâdlr olmasından başka birşey kalmaz. [160]

 

Umuma Delâlet Eden Lafzın Aklî Delil ile Tahsisi             Başa Dön

 

Sözde umumi bir ifadeyi tahsis etmek caizdir. Yine umumi bir ifadenin akli delil ile de tahsis edil­mesi caizdir. Çünkü (Ve Allah her şey üzerine kadirdir) ifadesi Cenab-ı Hakk'ın kendisine de kadir olmasını gerektirir. Sonra bu husus akli delil ile tahsis edilmiştir. Şayet, "Bir lafız umum tfade etmek için icad edilir, sonra onun umumu ifade etmediği ortaya çıkarsa :- yalan olur. Bu ise Kur'an hakkında ta'na sebeb olur" denirse, deriz ki (herşey) lafzı, ifade ettiği herşey için kullanılabileceği gibi mecazi olarak ekseriyeti ifade için de kullanılabilir. Bu kullanış, dilde meşhur bir mecaz olunca, bu lafzı mecazi manada kullanmak yalan olmaz. En iyi Allah bilir. [161]

 

Tevhid, Nübüvvet Ve Ahiret Hakkında Deliller

 

Tevhld Delilleri

 

Tevhide gelince, o, Cenab-ı Allah'ın şu ayetidir: "Ey insanlar sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet (kulluk) yapın ki takva sahibi olasınız. O (Rabb) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü bir bina yaptı. O, gökten su indirip onunla çeşit çeşit meyveleri size rızık olarak çıkardı. O halde, bile bile, Allah'a eşler koşmayın "(Bakara, 21-22). Bu ayetlerde birçok mesele vardır: [162]

 

Bütün İnsanlara Yöneltilen İlâhî Hitap

 

Allah Teala, mümin, kâfir ve münafıklar hakkındaki hükümleri bildirdikten sonra bu ayetle hepsine birden hitap buyurmuştur. Bu,

âyetinde zikredilen iltifat nevindendir. Bunda bazı faydalar vardır:

1) Bu ifadede dinleyeni daha çok harekete geçiren ve coşturan bir hususiyet vardır. Nitekim sen arkadaşına, üçüncü bir şahıstan hikaye ederek, "Falan'ın hikayesi şöyle şöyledir," der ve sonra o üçüncü şahsa hitab ederek şöyle dersin: "Ey falanca sana yakışan, bütün işlerinde övülen bir yola girmendir." Bu gaibten muhataba geçiş, o üçüncü şahsın daha fazla harekete geçmesini temin eder.

2) Sanki Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Benim ile senin aranda, önceden Peygamberi vasıta kıldım,şimdi ise sana ikram ve yakınlığı artınyor ve delillere dikkat çekerek, seni   muhatab kabul edip ilâhî hitapla şereflenmen için sana vasıtasız olarak hitab ediyorum."

3) Cenab-ı Hak, bu ayette, ibadetle meşgul olduğu zaman kulun devamlı olarak terakki edeceğini bildirmektedir. Bunun delili ise, O'nun bu ayette gaibten muhataba geçmesidir

4) Geçen ayetler onların durumlarını anlatma hakkında idi. Bu ayetler ise meri ve mükellefiyetle ilgili ayetlerdir. Bu emir ve mükellefiyetlerde bir külfet ve meşakkat söz konusudur. Bu sebeble, külfeti dengeleyecek bir ferahlığın bulunması gerekir. Bu ferahlık ise, padişahlar padişahının aradaki vasıtayı kaldırıp onlara bizzat hitab etmesidir. Nitekim köle zor bir iş yapma mecburiyetinde bırakıldığında, şayet efendisi ona bizzat hitab ederek: "Senden şunu yapmanı istiyorum" derse, efendisinin kendisine bizzat söylemesinden dolayı bu güç iş, onun için zevkli bir iş haline dönüşür. [163]

 

Hitabının Delaleti

 

Alkame ve Hasan Basrî'den nakledildiğine göre, onlar     şöyle demişlerdir: "Kur'an'da "Ey insanlar" diye başlayan her âyet mekkî; "Ey iman edenler " diye başlayan ayetler medenîdir." el-Kâdî Ebu Bekr ise şöyle demiştir: "Onların söylediği bu söz, eğer bir nakle (rivayete) dayanıyor ise kabulümüzdür. Yok eğer böyle söylemelerinin sebebi, müminlerin Mekke'de değil de Medine'de ekseriyette olmalan ise, bu zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah'ın müminlere bir seferinde vasıfları ile, diğer bir seferde ise cins isimleri ile hitab etmesi caizdir. Devamlı ibadet edip ibadetini artırmaya çalışan mü'mine bu emir verildiği gibi bazan mümin olmayan kimseye de İbadet etmesi emrolunabilir. Buna göre, bu ayetteki hitabın herkes hakkında olması mümkündür. [164]

 

Nida Konusu             Başa Dön

 

Bil ki genelde lafızlar, bir takım şeylere delalet eden ibarelerdir, ki bu ibareler de ya lafızdırlar veya değildirler. Lafızlara gelince bunlar, isim, fiil ve harf kabilinden olanlardır. Çünkü bu üç çeşit lafızdan herbiri bir şeye delalet eder. O şey de kendi başına hususi bir lafızdır. Lafız olmayan ibareler ise, taş, gökyüzü ve yeryüzü gibi olanlardır. "Nida" lafzı ise başka bir şeye delil kılınmamıştır. Aksine o, dikkat çekmek için bir amilin yaptığı işin yerine geçen bir lafızdır. (Ey Zeyd) sözümüzü, (Zeydi çağırıyorum)veya (Zeyde hitabediyorum) cümleleri ile tefsir etmeye gelince bu birkaç bakımdan yanlıştır.

a) sözümüz, doğrulanmaya da yalanlanmaya da ihtimali olan bir haber cümlesidir. Halbuki sözümüzde böyle bir ihtimal yoktur.

b) sözümüz, Zeyd'e o anda nida edilmiş olmasını gerektirir. Halbuki sözümüz bunu gerektirmez.

c) sözümüz Zeyd'in bu hitabla muhatab olmasını gerektirir, sözümüz ise bunu gerektirmez. Çünkü bunu söyleyen kimsenin başka birisine, "Ben Zeyd'i çağırıyorum " diye haber vermesi imkansız değildir.

d) sözümüz nida etmeyi haber vermektir. Nidadan haber vermek, nidadan farklıdır. Nida sözümüzdür. O halde sözümüz u sözümüzden başkadır. Bütün bu saydığımız delillerle, yukarıdaki sözün yanlış olduğu ortaya çıkar. [165]

 

İsim ve Harf Münasebeti Hakkında

 

Burada zikredeceğimiz bir nükte daha vardır; o da şudur: Lafızların en kuvvetli mertebesi isimdir, en zayıfı ise harftir. Buna göre, bir kısım insanlar ismin harf ile uyuşamayacağını sanmışlardır. Aynı şekilde mevcudatın en yücesi Cenab-ı Allah, en zayıfı ise insandır. Nitekim Allah:

"İnsan zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa, 28) buyurmuştur. Meleklerde, "Allah ile insan arasında ne münasebet vardır?" demişlerdir. Nitekim.

"Sen o yeryüzünde, fesat çıkaracak olanı mı yaratacaksın?" (Bakara, 30) buyurulmuştur. Öte yandan ismin, nida halinde bazan harf ile uyuştuğu söylenmiştir. İnsanlar da, bunun gibi, nida ve yakarış esnasında Rablerine hizmete elverişli olurlar. Nitekim Cenab-ı Hak: "Ey Rabbimİz biz kendimize zulmettik" (Araf, 23);

"Rabbiniz, "Bana dua ediniz ki size icabet edeyim" dedi" (Mü'min, 60) buyurmuştur. [166]

 

Nida Edatının Fonksiyonu

 

harfi aslında uzaktakine nida etmek için vaz' edilmiştir. Ciddi ve mühim bir sebebten dolayı

bu, yakındakine seslenmek için de kullanılabilir.

Yakındakine nida etmek için ve harfleri kullanılmıştır. Sonra bu harfinin yakında da olsa, uzaktaki kimse yerine koyarak, dalgın ve gafil olan kimseye seslenmek için kullanılmıştır. Eğer, "Cenab-ı Hak; "O (Allah), insanlara şah damarından daha yakındır" (Kâf, ) olduğu halde, O'na dua eden niçin Yâ Rabbi, Yâ Allah diye duâ eder? denilirse, cevaben deriz ki bu, dua eden kimsenin nefsini hakir görerek kendisini yakın olan yerlerden ve O'na yaklaşmış olan kimselerin derecelerine yaklaştıracak şeylerden uzak görmesi; Cenab-ı Hakk'ın,  "Ben, benden dolayı kalbleri mahzun olanların yanındayım" hadis-i kutsisi gereğince, duası kabul olsun diye kendisinin noksan olduğunu itiraf etmesidir. Veya bu, dua eden için, duasının kabulü en mühim şeylerdendir. [167]

 

Lafzı Hakkında         Başa Dön

 

ve kelimelerinin cins isimleri niteleyen ve mahfeleri de cümlelerle vasfeden iki bağlaç olması gibi, de kendisinde elif-lam bulunan ismi nidaya bağlayan bir bağlaçtır. Bu, kapalılığını giderecek bir şeye muhtaç olan müphem bir isimdir. Bu sebeble, nida ile kastedilen şey meydana gelsin diye, bu müphem ismin peşinden, kendisiyle vasıflandığı bir cins ismin veya onun yerine geçecek bir şeyin gelmesi gerekir. Nida harfinin, kendisinde amel ettiği şey  lafzıdır, den sonra gelen isim, ise nün sıfatıdır. Nitekim sen, "Ey akıllı Zeyd." dersin. Ancak, kelimesi, "Zeyd" kelimesinin müstakil olması gibi, kendi başına müstakil değildir. Bu sebeble ne sıfatından ne mevsufundan ayrılır. Sıfat ile mevsufu arasına gelen daki tenbih edatına gelince, bunun iki faydası vardır:

Birincisi: Nida harfinin manasını kuvvetlendirerek ona güç katar.

İkincisi: nün haketmiş olduğu bir izafetten bedel olarak gelmesidir. Bu te'kid ve mübalağalarla bağımsız olduğu için, böyle nidalar Kur'an'da cokca kullanılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ile kullarına emirler, nehiyler, va'd, vâ'îd ile nida etmiş, öncekilerin haberlerini, onlardan habersiz oldukları halde kendisine kulak vermeleri gereken büyük ve mühim işlerle anlatmıştır... İşte bundan ötürü en etkili ve en güçlü olan tabirle kullara nida edilmesi gerekmiştir. [168]

 

İbâdet Mefhumu       

 

Bil ki Cenab-ı Allah'ın "Ey   insanlar  Rabbinize   kulluk   ediniz."

sözü, O'nun, bütün insanlara ibadeti emretmesini ifade eder. Şayet bir kısım insanlar bu hitabın dışında kalmış olsalardı bu umumi ifadeyi tahsis etmek olurdu. Burada birçok bahisler vardır: [169]

 

Elif-lâm'la Marlfe Olan Cemi Lafız Umum İfade Eder

 

Birincisi: Lam-ı tarif ile marife kılınan cemî bir lafız umum ifade eder. Bu hususta Eş'arî, Kâdî Ebu Bekr ve Ebu Haşim arasında münakaşa vardır.

Bizim delilimiz şudur:

"Bütün meleklerin hepsi secde ettiler (Hicr, 30) ayetinde olduğu gibi, elif-lam ile muarref olan cemî bir lafız, umum ifade eden bir lafız ite te'kid edilebilir. Eğer elif-lam ile muarref cemi lafzı aslında umum ifade etmeseydi,  sözü tekid değil, bilakis bir açıklama olurdu. Bir de, insanlardan her-birinin, o umumi lafızdan istisna edilmesi uygundur. İstisna, şayet kendisi olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi dışarıda bırakmak içindir. Bu sebeple, muarref cemm lafızların umum ifade etmeleri gerekmiştir. Bu konunun teferruatlı anlatımı, usûl-i fıkıhtadır. [170]

 

"Ey İnsanlar, Hitabına Vahy Asrından Sonraki İnsanlar! Dahil midir?

 

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın sözünün o asırda mevcut olan bütün insanları içine aldığı sabit olunca, o asırdan sonra var olacakları içine alır mı almaz mı? Doğruya en yakın olan, bu ifadenin onları içine almadığıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın li sözü, "şefevî" bir hitaptır. Mevcut olma­yanlara şefevî olarak hitap etmek ise, caiz değildir. Ve yine, o asırdan sonra meydana gelecek kimseler, bu hitab esnasında mevcut değillerdi. Mevcut olmayan, insan olmaz; insan olmayanlar ise, Cenâb-ı Hak!''ın sözünün kaplamına girmezler. Eğer, bu duruma göre, bu hitaplardan hiçbirisinin o zamandan sonra meydana gelecek kimseleri içine almaması gerekir; bu ise kesinlikle batıldır denilirse, cevaben deriz ki, "Başka bir delil olmasaydı, durum böyle olurdu. Ne var ki biz, Hz.Muhammed'in dininden, tevatür yoluyla, bu hitablann o zamandan kıyamete kadar gelecek kimseler hakkında da geçerli olduğunu öğrendik. İşte, bu başka delilden dolayı, hitabın umumi olduğuna hükmettik." [171]

 

İbadet Emrinin Şumûlü             Başa Dön

 

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi herkese, ibadet etmekle ilgili bir emirdir. Bu emir, herkese her ibadeti emretmeyi ifade eder mi? Gerçek şu ki, hayır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "ibadet ediniz!" sözünün manası, "bu mahiyeti varlık sahnesine getiriniz" dir. İnsanlar, bu mahiyetin unsurlarından birisini ortaya koyduklarında bu mahiyyeti varlığa dahil etmiş olurlar. Çünkü bir mahiyyetin fertlerinden bir fert, o mahiyyete şamildir. Çünkü bu ibadet, ibadetin ibadet olması kaydıyla, ibadetten ibarettir. Mürekkeb olan şey mevcut olduğunda onun kayıtları da bulunur. Buna göre, ibadet unsurlarından birisini yapan kimse, ibadet yapmıştır. İbadeti yapan kimse ise, Cenâb-ı Hakk'ın "İbâdet ediniz!" sözünün gerektirdiği şeyin tama­mını ifa etmiş, yapmış olur. Bu böyle olunca, bu ibadeti yapan kişinin sorumluluktan çıkmış olması gerekir. Eğer biz, bu lafzı umuma delalet eden bir lafız saymak istersek, şöyle deriz: İbadetle emretmenin, ibadet, ibadet olduğu için olması gerekir; çünkü vasfa dayanan bir hüküm, o vasfın illet olduğunu gösterir, ortaya koyar. Hele hele, o vasıf hükme uygun düştüğü zaman... Burada ibadetin ibadet olması, onu, yani ibadeti emretmeye uygun düşen bir vasıftır. Çünkü ibadet, Allah'ı ululamaktan ve O'na boyun eğmeyi izhar etmekten ibarettir. Bunlar ise, aklen münasib olan hususlardır. Onun ibadet olmasının,emredilmesinin illeti olduğu sabit olunca, insanın hertürlü ibadetle emredilmiş olması gerekir. Çünkü illet bulunduğu zaman, hükmün bulunması da gerekir. [172]

 

Kafir ve Mümine İbadeti Emretmeden Maksat

 

Dördüncüsü: Birisi şöyle diyebilir: Cenâb-ı Hakk'ın sözü, kâfirleri kesinlikle içine almaz. Çünkü kâfirlerin iman ile emredilmiş olmaları mümkün olmaz. Bu rmkansız olunca, onların ibadetle emredil meleri de imkansız olur. Kâfirlerin iman etmekle emredilmiş olmalarının imkansız oluşuna gelince bu şöyle olur: Allah'ı tanımayı emretmek, ,a kâfir Allah'ı bilmediği halde onu içine alır veya Allah'ı bildiği halde onu içine alır. Bu emir, kâfiri, Allah'ı tanımadığı halde içine alırsa, onun Allah'ın emirlerini bilmesi imkansız olur. Çünkü zatını bilmediği halde O'nun sıfatını bilmesi imkansızdır. Bu emir, onu bu durumda içine alsaydı, onun bu emir ile emredilmiş olduğunu bilmesinin imkansız olduğu bir durumda da onu içine alırdı. Ki bu da "teklif-i mâla yutak" (güç yetiriI omey en şeyi teklif etmekjtir. Mari'etullaha dair emrin onu, Allah'ı bildiği halde içine alması ise imkansızdır. Çünkü, bu, zaten bulunanı yeniden elde etmeyi (tahsil-i hâsıl) emretmek olur. Bu da imkansızdır. Böylece kâfirin marifetullahı (Allah'ı tanımayı) elde etmekle emredilmesinin imkansız olduğu ortaya çıkar. Bu imkansız olunca kâfirin İbadetle emredilmiş olması imkansız olur. Çünkü o ya Allah'ı bilmeden ibadetle emredilmiş olur ki bu imkânsızdır. Çünkü tanımadığı zata ibadet etmesi imkansızdır. Veya Allah'ı bildikten sonra ibadetle emredilmiş olur. Ancak bu durumda ibadetle emredilmek, marifetullahı emretmeye bağlıdır. Marifetullah ile onun emredilmesi imkansız olunca, ibadetle emredilmesi de imkansız olur. Yine bu hitabın müminlere olması da imkansızdır. Çünkü müminler zaten Allah'a ibadet ediyorlar. Onlara ibadeti emretmek tahsil-i hasıl kabilinden bir emir olur ki bu da muhaldir.

Buna cevabımız şudur: İnsanlardan bir kısmı, "Nasıl ki zekat İle emrolunma nisab mikdan mala sahib olmaya bağlı ise, aynı şekilde ibadet ile emrolunmak da marifetullahı elde etmiş olmaya bağlıdır" demişlerdir. Bunlar, bilgilerin zaruri olduğunu iddia eden kimselerdir. Bunu söylemeyen kimseler ise, bu ayet ile, bilgilerin zaruri olmadığına delil getirerek şöyle söylemişlerdir: "İbadet ile emir mevcuddur. İbadet ise ancak marifetullah ile mümkün olur. Bir şeyi emretmek, onun zorunlu şartlarından olan şeyi emretmek demektir. Nitekim temizlik emri ancak suyun bulunması ile gerçekleşecekse, su bulundurmak; da|zımmen farz kılınmış olur.

Dehri[173] Allah'ı tanımadan, Peygamberi tasdik edemez. Dolayısıyla marifetullah farzdır; Abdestini bozan bir kimsenin namazı ancak önceden temizlik yapması ile sahih olur. Bu nedenle temizlik yapmak farz olur; emanet bırakan kimseye, emanetinin iade edilmesi, ancak ona yönelmesi ile mümkündür. Bu sebeble bu gitme zahmetini sarfetmesi de gerekmiştir. Aynı şekilde burada da kâfirin ibadette mükellef tutulması makuldür. Bu ibadeti yerine getirmesinin şartı ise önce iman etmesi sonra da ibadet yapmasıdır. Geriye onların, "Kâfirlere, marifetullahı elde etmeye emretmek imkansızdır" sözü kalır.

Deriz ki: Bu mesele usûl ilminde iyiden iyiye araştırılmıştır. Burada söyleyeceğimiz şudur: Bu söz, Allah'ın emredici olduğunu bilmenin, O'nu bilmeye bağlı olduğu bütün şeylerde tamam ise de, bunun dışındaki sıfatlarda geçerli değildir. Öyleyse bunu emretmenin varid olması niçin caiz olmasın? Bunu kabul etsek bile, bu emrin müminleri içine aldığını söylemek niye caiz değildir? Muarızımızın: "Çünkü tahsil-i hasılı emretmek olur ki bu da muhaldir" sözüne gelince deriz ki: Tahsil-i hasıl imkansız olursa biz de bu emri, ibadete devamı emretme manasına veya ibadeti artırmayı emretme manasına hamlederiz. Malumdur ki ibadeti artırmak da ibadettir. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın (ibadet ediniz) sözünü, ibadeti artırmak manasında almak doğru olur. [174]

 

Teklif-i Mâla Yutak         Başa Dön

 

Beşincisi:  Teklifi  inkar edenler,  birçok sebebten dolayı, Allah'ın mükellefiyet yüklemesinin caiz olmadığını söylemişlerdir.

Birincisi: Teklif, kula, yapmaya veya yapmamaya götüren sebeblerin müsavi olduğu veya bir tarafın diğerine üstün geldiği bir durumda gelir. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü eşitlik halinde tercihin meydana gelmesi imkansız olur. Zira eşit olma, tercihte bulunmaya manidir. Binaenaleyh bu ikisinin bir arada bulunması imkansızdır. O halde iki tarafa da götüren sebeblerin eşit olması halinde, bir şeyi yapmakla kulu sorumlu tutmak "teklif-i mâla yutâk"tır.

İkinci ihtimalde ise üstün gelenin, mutlaka meydana gelmesi gerekir. Çünkü kendisine üstün gelinenin, üstün gelene eşit olması halinde onun meydana gelmesi imkansız olur. Ancak o zaman, müreccih olmadan mümkün olan şey meydana gelir. İki tarafın eşit olma durumunun meydana gelmesi imkansız olunca, üstün gelinme durumunda ise bu işin meydana gelmesi haydi haydi imkansız olur. Üstün gelinmiş (Mercûh) olantn meydana gelmesi imkansız olunca, iki zıttan çtkamama zaruretinden ötürü, üstün gelen tarafın meydana gelmesi vacib olur. Bu husus böylece sabit olunca, bir şeyle mükellef tutmak, eğer râcih (üstün gelen taraftan) ötürü meydana geliyor ise bu mükellefiyet, meydana gelmesi vacib olan şeyi meydana getirme babında bir mükellefiyet olmuş olur. Yok eğer mükellefiyet mercuh (üstün gelinen taraf) sebebiyle meydana geliyorsa, böyle bir teklifte meydana gelmesi imkansız olan şeyi teklif olur. Her iki husus da "teklif-i mala yutâk"dır.

İkincisi: Cenab-ı Allah teklif edilen şeyin ezelde ya meydana geleceğini veya gelmeyeceğini biliyor. Yahut da her ikisini de bilmiyor. Eğer birinci ihtimal mevcut ise, meydana gelmesi vacib olan şeyin meydana gelmemesi imkansız olur ki bunu emretmekde bir fayda yoktur. Eğer Allah, onun meydana gelmeyeceğini biliyorsa, meydana gelmesi imkansız olan şeyin meydana gelmemesi vacib olur. Bu sebeble onu meydana getirmeyi emretmek, imkansızı meydana getirmeyi emretmek olur. Cenab-ı Allah her ikisini de bilmiyorsa bu, Allah'ın câhil olduğunu söylemek olur ki bu imkansızdır. Bir de emrin bu şekilde olduğu farzedilirse, itaat eden isyan edenden ayırdedilemez. Bu durumda da itaatta bir fayda olmaz. [175]

 

İbadetin Allah'a Faydası Yoktur

 

Üçüncüsü: Mükellefiyetle ilgili emirler ya bir faydadan dolayıdır veya bir faydaya dayalı olmaz. Eğer bu, bir faydadan dolayı verilmiş bir emir ise, o ya Ma'buda ya kula yönelik olur. Bu faydanın Ma'buda yönelik olması imkansızdır. Çünkü Allah zatı gereği kâmildir. Zatı gereği kâmil olan, başkası ile kâmil olmaz. Bir de biz zaruri olarak biliyoruz ki zamanlara hükümran olan bir ilahın kullarının rükû ve secdelerinden faydalanması imkansızdır. Bu faydanın kula yönelik olması da imkansızdır. Çünkü bütün faydalar, lezzet elde etmede ve acıları defetmede toplanır. Halbuki Cenâb-ı Hak, bu tür meşakkatleri arada vasıta kılmadan da doğrudan doğruya bu faydaları kul için meydana getirmeye kadirdir. O halde araya meşakkatli mükellefiyetleri sokmak abestir. Abes ise Hakîm olan Allah hakkında caiz değildir. [176]

 

Kul Fiilini Yaratamaz

 

Dördüncüsü: Kul, fiillerinin yaratıcısı değildir. Çünkü o, fiillerinin detaylarını bilemez. Bir şeyin detayını bilemeyen ise, o şeyin yaratıcısı olamaz. Kul, fiillerinin yaratıcısı olamadığı zaman, eğer Allah, ona, bu fiili onda yaratırken emretmiş olursa, hasılı tahsili (elde edilmiş olan şeyin yeniden elde edilmesini) emretmiş olur. Yok eğer onda bu fiili yaratmadığı zaman, ona bunu emretmiş olursa, imkansızı emretmiş olur. Bütün bunlar ise batıldır. [177]

 

İbadet Emrinden Maksat Kalbi Temizlemektir

 

Beşincisi: Mükellefiyetlerden Allah'ın maksadı, Kur'an'ın zahirinin gösterdiğine göre, sadece kalbi temizlemektir. Buna göre, kılbi devamlı Allah'la meşgul olan ve zahiri fullerle meşgul olması durumunda marifetullaha dalmaktan atıkonan bir insan düşündüğümüzde, ondan zahiri mükellefiyetlerin düşmesi vacib olur. Nitekim fakihler ve kıyas yapanlar şöyle demişlerdir: "Mükellefiyetlerdeki maksad ve hikmet açık olduğu zaman, zahire değil de akli hükümlere uymak vacib olur."

İlk üç şüphelerine iki bakımdan cevab veririz:

a) Bu şüpheciler söyledikleri şeylerle, mükellefiyetlerin olmaması gerektiğine inanmayı gerekil görmüşlerdir. Bu, teklifi kaldıran bir tekliftir. Bu ise tezaddır.

b) Bize göre, teklif-i mâla yutak olsun olmasın, Cenab-ı Allah'dan gelen herşey güzeldir. Çünkü o yaratıcı ve yarattıklarının sahibidir. Mülkünde yaptığı tasarruflar sebebiyle, mülk sahibine kimsenin itiraz hakkı olamaz. [178]

 

İbadetle Mükellef Olmayanlar         Başa Dön

 

Altıncısı: Alimler: "İbadetle ilgili emir, bütün insanlara şâmil olsa da çocuk, deli, farkında olmayan ve unutan gibi anlamayan kimselerle,

"Allah hiçbir kimseyi gücü yetmeyen şeyle mükellef tutmaz"  (Bakara, 286) ayetinden dolayı gücü yetmeyen kimseleri kapsamaz.

Bazı alimler, bu ayetin köleleri de kapsamadığını söylemişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak, kölelere, efendilerine itaat etmelerini vacib kılmıştır. Onların, efendilerine itaatle meşgul olmaları, ibadetle meşgul olmaktan onları altkor. Kölelerin, efendilerine itaat etmelerinin vacib olduğuna delalet eden emir, ibadetin vacib olduğuna delalet eden emirden daha husûsîdir. Hass olan ise âmm olana tercih edilir. Bu husus ftkıh usulünde genişçe ele alınmıştır. [179]

 

İbadet Hilkatin Neticesidir

 

Yedincisi: Kadı Ebu Bekir: "Ayet, ibadetin farz olmasına sebep olarak Allah'ın bizi yaratıp, nimetlerle ihsanda bulunmasını gösterir" dedi. Bu ki alimlerimiz, bu ayeti insanın, yaptığı şeylerle sevabı hak edemeyeceğine delil getirmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakkın bizi yaratması ve bize nimet vermesi, ibadetin farziyyetine sebep olursa, bizim ibadetlerle meşgul olmamız, zaten görev olan bir şeyi yapmak olur. İnsan görevini yerine getirmekle herhangi bir şeye hak kazanmaz, o halde kulun ibadetine karşılık, Allah'ın ona sevab verme mecburiyeti yoktur.[180]

 

Allah'ı Bilmede Tefekkürün önemi

 

Allah Teâlâ-nın "Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (ibadet ediniz ki) takva sahibi olasınız" ayetinde birkaç mesele vardır:

Cenab-ı Hak, Rabb'e ibadeti emredince, hemen peşinden yaratıcının varlığına delil olan şeylerden bahsetmiştir. Bu da, mükellefleri ve daha önceki in­sanları yaratmasıdır. Bu husus ise, Allah'ı bilme­nin yolunun, ancak tefekkür ve ı istidlal olduğunu gösterir. Bu yolu, Haşevi-yye'den bir gurup tenkid edip "Bu ilimle meşgul olmak bidattir." demişlerdir. Görüşümüzü isbat hususunda, akfî ve nakit birçok delillerimiz vardır. Burada üç makam vardır: [181]

 

Kelam İlminin Ehemmiyeti           Başa Dön                          

 

Birinci  makam; Bu  ilmin (Kelam  ilminin)  üstünlüğünü  açıklama hususundadır. Bu üstünlük, birkaç yöndendir:

a)  İlmin değeri, konusunun değeri ile ölçülür. Konu daha şerefli olduğunda, onun ilmi de daha şerefli olur. Konuların en şereflisi, Allah'ın zatı ve sıfatlan olduğuna göre, O'nunla ilgili ilmin, ilimlerin en değerlisi olması gerekir.

b) İlim, ya dini olur veya dini olmaz. Şüphe yok ki dini İlim dini olmayan ilimden daha değerlidir. Dini ilimler ya usul yani (Kelâm) ilmidir, veya bundan başkadır. Kelam ilminin dışındaki ilimlerin sıhhati, kelâm ilmine dayanır. Çünkü müfessir özellikle Cenab-ı Hakk'ın kelamının manasından bahseder. Bu da ihtiyar sahibi ve iradesini beyan eden bir Yaratıcının varlığına dayanır. Muhaddis, özeliikte Allah'ın Resulü (s.a.s)'nün sözlerinden bahseder. Bu ise, Peygamberliğin varlığına dayanır. Fakîh, özellikle Allah'ın hükümlerini anlatır. Bu, tevhid ve nübüvvete istinâd eder. Böylece bütün bu ilimlerin kelâm ilmine muhtaç olduğu ortaya çıkmış olur. Görünen şu ki kelam ilmi, bu ilimlere muhtaç değildir. Binaenaleyh kelâm ilminin, en değerli ilim olması gerekir.

c) Birşeyin değeri, bazan o şeyin zıddının değersizliği ile ortaya çıkar. Her ne zaman birşeyin zıddı değersiz olursa, o şey o nisbette değerli olur. Kelam ilminin zıddı, küfür ve bid'attir. Bu ikisi en değersiz şeylerdir. Bundan dolayı kelam ilminin en değerli şey olması gerekir.

d)  Birşeyin kıymeti bazan konusunun kıymetiyle, bazan kendisine duyulan ihtiyacın şiddetiyle, bazan da akli delillerinin kuvvetiyle orantılıdır. Kelam ilmi ise, bütün bunları ihtiva eder. Bu böyledir. Çünkü, astronomi ilmi konusunun, tıp ilminin konusundan daha şerefli olması bakımından, tıp ilminden daha şereflidir. İnsanların tıp ilmine olan ihtiyacının astronomiye olan ihtiyacından daha fazla olması bakımından, tıp ilmi astronomiden daha şereflidir. Matematik ilmî ise delillerinin daha kuvvetli olması bakımından, her ikisinden de şereflidir. Kelam ilmine gelince, bunun gayesi, Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, mevcud ve ma'dûm olan şeylere dair bilgilerin kısımlarını bilmektir. Şüphe yok ki bu, en şerefti iştir. Bu ilme olan ihtiyaca gelince, bu ihtiyaç da çok fazladır. Çünkü ihtiyaç ya din hususunda olur, ya dünya hususunda olur. Dini ihtiyaç, en önemli olan ihtiyaçtır. Çünkü, şu yukarıda sayılan hususları bilen kimse büyük bir sevaba hak kazanır ve melekler safına katılır. Bu şeyleri bilmeyen kimse ise, büyük bir cezaya hak kazanır ve şeytanlara katılır. Dünyevi ihtiyaca gelince, bu, dünyanın düzeni ancak bir yaratıcıya, ölümden sonra dirilişe ve haşr'a iman etmekle intizama gireceğindendir. Çünkü bu iman olmasaydı, alemde tam bir karışıklık meydana gelirdi. Delillerin kuvvetine gelince, diyebiliriz ki: Bu ilmin delillerinin, yâkîni bir şekilde terkib edilerek kesinlik ifade eden mukaddimelerden meydana gelmiş olması gerekir. Böyle bir delil ise son derece güçlüdür. Böylece, kelam ilminin her türlü şeref ve üstünlüğü içine aldığı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeble, bu ilmin, ilimlerin en şerefli olması gerekir.

e) Bu ilimde, nesih ve değişiklik meydana gelmeyip, bölgelerin ve cemiyetlerin değişmesiyle bu ilim değişmez. Diğer ilimler ise böyle değildir. Öyleyse bu ilmin, ilimlerin en şerefli olması gerekir. Bu ilmin konularını ve delillerini ihtiva eden ayetler, fıkhı konuları ihtiva eden ayetlerden daha şereflidir. Bunun delili ise, İhlâs sûresi, Âmenerresûlü ve Ayete'I-Kürsi'nin fazileti hakkında vârid olan haberler, meselâ,

"Sana hayız halinden sorarlar..." (Bakara, 222).

"Ey iman edenler, birbirinize borçlandığınız zaman..." (Bakara, 282)gibi ayetlerin fazileti hakkında Gelmemiştir. Bu da kelâm ilminin daha faziletli olduğuna delalet eder.

f- Şer'î hükümler hakkındaki ayetlerin sayısı, altıyüzden daha azdır. Geriye kalan ayetler ise, tevhid, nübüvvet, putperestlere red ve müşriklerin çeşitlerini beyan hakkındadır. Kıssalarla ilgili ayetlerden maksad, Cenab-ı Hakk'ın, "Andolsun onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahibleri için ibret vardır" (Yusuf, 111) ayetine göre, Allah'ın hikmet ve kudretini tanımaktır. Bu da, kelam ilminin en faziletli ilim olduğuna delalet eder.

Biz burada delillerin yerlerine işaret edeceğiz: Yaratıcının varlığına delalet eden delillere gelince, Kur'an bunlarla doludur.

Bunların birincisi burada zikredilen şu beş delildir: Bunlar, mükellefleri ve onlardan önceki insanları, gökyüzünü, yeryüzünü, gökten yere inen yağmur ile meyveleri yaratmak ve gökler ile yerin, Kur'an'da yer alan bütün harikuladelikleridir. İşte, yaratıcının varlığının delillerinden maksat budur. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının delilleri şunlardır. Bu sıfatlardan "ilim" sıfatının delili,

"Allah'a muhakkak ki ne yeryüzünde ne de gök yüzünde hiçbir şey gizli kalmaz" (Ali imran, 5) buyurmuş, sonra peşinden de, "Sizi analarınızın rahminde dilediği gibi şekillendiren odur" (A. İmran, 8) ayetini getirmiş olmasıdır. Bu, kelamcılann delilinin bizzat kendisidir. Çünkü onlar, fiillerinin muhkem ve sapasağlam olmasını yaratıcının ilmine delil getirmişlerdir. İşte burada Hak Teâla, rahimlerde suretlere şekil vermesini eşyayı bildiğine delil getirmiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak,

"Yaratan bilmez mi? O, herşeye nüfuz etmiş ve her şeyden haberdardır" (Mülk, 14) buyurmuştur. Bu, yukardaki delilin aynısıdır. Cenâb-ı Hak yine,

"Gaybm anahtarları, O'nun yanındadır. Bunları, ancak O bilir" (En'im. 59) buyurmaktadır. Bu da, O'nun her türlü malumatı bildiğine bir tenbihattır. Çünkü Allah, gaybî olan şeylerden haber veriyor, bir de bakıyoruz ki o şeyler,  vermiş olduğu habere uygun bir biçimde meydana geliyor. Şayet Cenâb-ı Hak, gaybı biliyor olmasaydı, bu şeyler haber verdiği şekilde vuku bulmazdı. Allah'ın "kudret" sıfatının delili, hepsi dört unsurda eşit olmakla beraber, çeşitli canlılar ve meyvelerin meydana gelmesine dair Cenâb-ı Hakk'ın bahsettiği bütün şeylerdir. İşte bütün bunlar, Allahü Teâlâ'nın zatının gereğini yapan mücib-i bi'z-Zât olmayıp irâde sahibi muktedir bir fail olduğuna delalet eder.

Cenâb-ı Hakk'ın "tenzih" sıfatına, yani O'nun bir cisim olmadığına ve bir mekânda bulunmadığına delalet eden delil ise, O'nun

De ki Allah dır' birdir" (lhlas, 1) sözüdür. Çünkü mürekkeb olan, cüzlerine muhtaçtır. Muhtaç ise, sonradan yaratılmış demektir. Cenâb-ı Allah "tek" olunca, cisim bulunmaması cisim olmayınca da bir mekânda bulunmaması gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın "tevhid" sıfatının delili ise, O'nun

"Eğer yerde ve göklerde, Allah'dan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gökler bozulur, fesada uğrardı" (Enbiya, zzy,

"O zaman onlar. Arşın sahibine bir yol ararlardı "(Isra, 42) ve

"...ve bir kısmı diğerine üstün gelirdi." (Mümmun, 8i) ayetleridir. Nübüvvetle ilgili delil ise, Cenâb-ı Hakkın,

"Eğer kulumuza indirdiğimiz bu Kurandan bir şüphe ediyorsanız, O'nun sûreleri gibi olan bir sûre getirin bakalım!" (Bakara, 23) âyetidir.

Meâdın (ahiret hayatının) delili ise,

De  ki ilk kez inşa eden dirilkecektir. "(Yasin, 79) âyetidir. Eğer sen, ilm-i kelâmı gözden geçirirsen, onda bu delillerin ortaya konulmasından, onların savunulmasından ve bu hususta öne sürülen tenkit ve yaralayıcı şüphelerin savuşturul masından başka bir şey göremezsin. Allah'ın zikrettiği delilleri ihtiva eden ve delillere yöneltilen ithamları reddeden bir ilmin eleştirileceğini hiç sanarmıstn? Hiç bir akıllı müslüman kimsenin bunu söyleyeceğini ve buna razı olacağını sanmıyorum. [182]

 

Meleklerin ve Peygamberlerin Bu Delilleri Kullanmaları         Başa Dön

 

İkincisi: Allah Teâlâ, melekler ve peygamberlerin de bu delillerle istidlal .ettiklerini anlatmıştır. Melekler şöyle istidlal etmişlerdir:

"O yeryüzünde, orada fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın? (Bakara.30) Meleklerin bu sözden maksadlan şudur: Bu gibi şeyleri yaratmak kabihdir. Hikmetli olan zat, kabih olan fiili yapmaz. Bunun üzerine Hak Teâlâ, onlara:   "Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim" (Bakara. 30) diye cevap vermiştir. Bundan Allah'ın maksadı da şudur: Şüphesiz Ben, hertürlü malumatı bildiğim için, onların yaratılması ve meydana getirilmeleri hususunda sizin bilmediğiniz hikmeti de bilirim. Şüphe yok ki bu karşılıklı bir delil getirmedir. Cenab-ı Hakk'ın iblis ile münazarası da açıktır. Peygamberlere gelince, bunların ilki Hz.Adem (a.s)'dir.

Allah Teâlâ, Hz.Adem(a.s.)'in ilmini, meleklerin ilmine üstün kılmak sureti ile, onun faziletine dair delilini ortaya koymuştur ki bu tamamen bir istidlaldir. Nûh (a.s.)'ın istidlali hakkında, Cenâb-ı Allah, kâfirlerin şu sözünü nakletmiştir: "Ey Nuh, bizimle cidden çok mücadele ettin ve bu mücadelende de ileri gittin" (Hûd.32) Bu mücadelenin, şer'i hükümlerin tafsilatı hakkında olmayıp, aksine tevhid ve nübüvvet hakkında olduğu, bilinen bir hakikattir. O halde, kelam ilminde, hakkı ortaya koymak için istidlal yaparak mücadele etmek peygamberlerin sanatıdır. İbrahim (a.s.)'a gelince, bu konuda onun durumunu iyice ortaya koymak uzun sürer. Onun bu hususta birtakım merhaleleri vardır.

a)  Kendi kendine istidlali... Bu, Cenab-ı Hakk'ın "İşte, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş. "Bu(mu)benim Rabbİm?" demiş, o yüdız kaybolunca ise, "Ben böyle sönüp batanları (Rabb diye) sevmem" (Enam, 76). Bu, kelamcıların, alemin değişir olmasından hareketle, onun sonradan yaratıldığına delil getirme yollarıdır. Sonra Cenab-ı Allah, Hz. İbrahim (a.s.)'ı bu istidlalinden dolayı medhederek,

"İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi" (En'am.83) buyurmuştur.

b)  Hz.İbrahım (a.s.)'ın, babasına karşı istidlali... Bu, Allah'ın "Ey babacığım, niçin duymayan, görmeyen ve senden hfçbtrşeyi gideremeyen şeye tapıyorsun?" (Meryem, 42) ayetinde bahsettiği istidlaldir.

c)  O'nun, bazan sözle bazan da fiilen kavmine karşı olan istidlalidir. Sözle istidlali Allah'ın şu ayette bahsettiği husustur:

"Taptığınız bu heykeller nedir?" (Enbiya, 52) fiil ile istidlaline gelince, o da Cenab-ı Allah'ın "Derken o, bu putları parça parça etti. Belki ona müracaat ederler dtyer onlara büyük olan putu bıraktı''{Enbiya, seıayeti ile anlattığıdır.

d) O'nun zamanın kralına karşı istidlalidir. Bundan, Allah Teala şu ayette bahseder:

"(İbrahim): Benim Rabbim hem diriltir hem öldürür" deyince. O, "Ben de diriltir ve öldürürüm" dedi. İbrahim, "Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen onu bandan doğdur" deyince ise kâfir şaşırıp kaldı. Allah zalim kavme hidayet etmez" (Bakara, 258). Fıtratı bozulmamış olan herkes, kelam ilminin, sadece bu delilleri ortaya koyup, bunlara karşı sürülen sual ve karşı çıkmaları defetmek için olduğunu bilir. Bütün bunlar, Hz.İbrahim (a.s.)'in mebde' (kâinatın başlangıcı) hakkındaki incelemesidir. Mead (ahiret) hakkındaki incelemelerine gelince, o, onun şu sözüdür:

"Hani İbrahim, "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster" demiş. (Allah) "Buna inanmadın mı yoksa? demiş. O da "İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için..." demişti. Allah dedi ki: Dörtküş tut, onları kendine alıştır, sonra (kesip) her parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. (O zaman) koşarak sana geleceklerdir." Bil ki şüphesiz Allah

aziz Ve hakimdir "(Bakara, 260) Hz.Musâ (a.s.) 'nın istidlaline gelince, O'nun nübüvvet ve tevhid hususunda Firavun'la tartışmasına bak. Tevhide gelince, bil ki Hz.Musâ (a.s.), çoğu yerde, Hz. İbrahim (a.s.)'in delillerine dayanır. Bu böyledir. Çünkü Allah Teâta Taha suresinde, bunu şöyle anlatmıştır:

"Firavun, "O halde Musa, sizin Habbiniz kim?" dedi. O da: "Bizim Rabbimiz herşeyi yaratan, sonra da doğru yolu gösterendir" dedi''(Taha,49-50) Bu, Hz.İbrahim (a.s.)'ın "O, beni yaratıp, bana hidayet edendir" (Şuara, 78). sözünde zikrettiği delilin aynısıdır.

Yine Şuara sûresinde, Musa (a.s.): "(O) sizin ve sizden önceki atalarınızın Habbfdir" (şuara, 26) demiştir. Bu, Hz.İbrahim (a.s.)'in:

"Rabbim hem diriltir hem öldürür" (Bakara. 258) sözünün aynısıdır.

Firavun, bununla yetinmeyip, ondan başka bir delil isteyince, Hz.Musa (a.s.) şöyle demişti: "O, doğunun ve batının Rabbidir." (Şuara, 28)İşte bu Hz.İbrahim (a.s.)'ını 'Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen onu batıdan doğdur" (Bakara, 258) sözünün aynısıdır. Bütün bunlar sana; bu delillere yapışmanın o masum peygamberlerin sanatı olduğuna ve onların bu delilleri akıllarından çıkardıkları gibi, aynı zamanda geçmiş temiz seleflerinden miras olarak almış olduklarına da dikkat çekmektedir. Hz. Musa(a.s.)'nın nübüvvete dair, mucize ile istidlaline gelince bu, onun:

"Sana apaçık birşey getirsem de mi...?" (Şuara, aojsözü ile bahsettiği şeydir. Bu, Hz.Musa (a.s.)'ın doğruluğuna mucizeyi delil getirmesidir.

Hz.Muhammed (s.a.s.)'nin, tevhide, nübüvvete ve ahirete dair delillerle meşgul olması keyfiyeti bu hususta sözü uzatmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Çünkü Kur'an bunlarla doludur. Hz.Peygamber (s.a.s.) bütün kâfir fırkaları ile imtihan edilmiştir.

Birincisi: "Bizi ancak zaman helak eder" (Câsiye, 24) diyen Dehriyye'dir. Halbuki Cenab-ı Hak, onların bu görüşlerini çeşitli delillerle çürütmüştür.

İkincisi: irade, ve ihtiyar sahibi, herşeye kadir zât-ı ilahiyyeyi inkâr edenlerdir. Cenab-ı Hak onların iddialarını aynı tabiat ve dış tesirlere ma'ruz oldukları halde emvai türlü tarzda birbirlerinden farklı bitki ve hayvan nev'ilerinin yaratılması delili ile çözülmüştür. Bu da kadir olan Allah'ın varlığına delâlet eder.

Üçüncüsü: Allah Teâlâ'ya ortak koşanlardır. Ortak koşulan bu şey ya ulvi veya süfli bir varlık olur. Ulvî olan ortağa gelince bu, yıldızların bu alemde müessir olduğunu söyleyen kimsenin görüşüdür. Allah Teâla bu kimsenin iddiasını,

"Üstünü gece bürüyüp örtünce... "(En'am, 76) diye başlayan âyetle çürütmüştür. Süfli olan ortağa gelince, bu hristiyanlar, Hz.isa (a.s.)'nın ilah olduğuna, putperestler de, putlarının ilah olduğuna dair pek çok delil getirmiştir.

Dördüncüsü: Nübüvvete karşı çıkanlar ki bunlar da iki guruptur:

a) Nübüvvetin aslına karşı çıkanlar. Bunlar, Allah'ın "Allah, bir insanı mı peygamber olarak gönderdi." (isra, 94) dediklerini naklettiği kimselerdir.

b- Nübüvveti aslında kabul eden, fakat Hz.Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğine karşı çıkanlardır. Bunlar yahudi ve hristiyanlardır. Kur'an-ı Kerim bunlara reddiyelerle doludur. Bu kimselerin karşı çıkmaları da birçok bakımdandır. Bazan bu, Kur'an'a karşı çıkarak olur ki Cenâb-ı Hak şu sözü ile onların bu ta'nına cevab vermiştir:

"Allah, bir sivrisineği bir mesel olarak getirmekten çekinmez" (Bakara, 26). Bazan bu karşı çıkma, Allah Teâla'nın şu sözünde anlattığı gibi, başka mucizeler istemek şeklinde olur:

"Bize, yeryüzünden kaynak ûşkırtmadıkca... sana asla inanmayacağız" dediler" (isra, 90) Bazan da, bu karşı çıkma Kur'an'ın parça parça nazil olması sebebiyle olur ki bu, Kur'an'a bir ithamın yöneltilmesini ifade eder. Cenab-ı Hak, bu karşı çıkışa şu sözü ile cevab vermiştir:

"İşte biz senin kalbini onanla güçlendirmek için böyle (yaptık)" (Furkan, 32).

Beşincisi: Haşr ve neşr hususunda tartışan kimselerdir. Allahü Teâlâ haşr ve neşrin doğruluğuna, bunu inkâr edenlerin görüşlerinin geçersiz olduğuna dair çok çeşitli deliller getirmiştir.

Altıncısı: Bazan, faydasızdır diye mükellef tutulmaya karşı çıkanlar ki, Cenâb-ı Hak bunların itirazına"İyi yaparsanız, kendiniz için iyi yapmış olursunuz; eğer kötü davranırsanız, bu da nefsinize aittir'' (isra, 7) sözüyle cevap vermiştir. Bazan da, gerçek olanın, bir cebr olduğu, bunun ise teklifin sıhhatine ters düştüğünü söyleyerek karşı çıkanlarki Cenâb-ı Hak bu hususa da,"Allah yaptığından sorguya çekilmez, ama onlara yaptıklarından so­rulur "(Enbiya. 23) diyerek cevap vermiştir.

Biz burada bu kısa işaretlerle yetindik, çünkü bu husustaki geniş inceleme, bu tefsir kitabının tamamına serpiştirilmiştir. Bu sanatın peygamber ve nebilerin metodu olduğu sabit olunca, buna karşı çıkanların ya kâfir ya da cahil olduklarını anlamış olduk. [183]

 

Kelâm İlmini Öğrenmenin Gerekli Olması         Başa Dön

 

İkinci makam: Kelâm ilmini tahsil etmenin vacib olduğunu beyan hususundadır. Buna akli ve nakli deliller delalet etmektedir.

Aklî delile gelince, bu şöyledir: Bazı kimseleri taklit etmek, geriye kalanları taklit etmekten daha evla değildir. Bu da ya herkesi taklit etmenin caiz olması demektir ki, bu bizi kâfirleri de taklit etmeye zorlar. Ya da ötekini değil de berikini taklit etmenin zorunlu olması demektir ki, bu da kişiyi, ötekini değil de berikini niçin taklit ettiğini söylemeksizin, bazısını değil de diğer bazılarını taklit etmekle mükellef olmaya mecbur kılar. Ya da, taklidin asla caiz olmamasıdır ki, istenilen şey de budur. Taklit etmek geçersiz olunca geriye, istidlal yolundan başka bir şey kalmaz.

Naklî delile gelince, buna ayet ve haberler delalet etmektedir.

Âyetten olan deliller:

a) Cenâb-ı Hakk'ın"Hikmet ve güzel öğüt ile Rabb'inin yoluna davet et! Ve onlarla, en güzel bir yolla mücadele et" (Nahl,125) sözüdür. Şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk'ın ayette geçen "hikmeften muradı, aklî delil ve hüccetlerdir. Buna göre Allah'a aklî delil ve hüccetlerle davet etmek, emrolunan bir iş olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın: buyurduğundan murat, dinin fürû'u husu­sunda mücadele etmek değildir. Çünkü Hz.Peygamber'in peygamberliğini in­kâr eden kimse ile, dinin fürûu hususunda konuşmada hiçbir fayda yoktur. Peygamber'in nübüvetini kabul eden kimse, O'na muhalefet etmez. Böylece bu mücadelenin tevhid ve nübüvvet hususunda olduğunu anlamış olduk. Bu sebeple de, bu hususta mücadele, emredilmiş bu husus olur. Sonra biz, Cenâbı Hakk'ın:

"Bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin" (A.İmran 31).

"Andolsun ki sizin için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır"(Ahzâb, 21}ayetlerinden ötürü, Hz.Peygambere uymakla emredilmişiz. Bu sebeple bizim, böylesi bir cidal ile emrolunmuş olmamız gerekir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanlardan, Allah hakkında üimsiz olarak mücadele edenler vardir"(Hacc, 3) ayeti, Allah hakkında, ilim sahibi olmaksızın mücadele edenleri bir kınamadır. Bu ise, ilim ile mücehhez olarak mücadele etmenin kınanmış değil, aksine Övülmüş olmasını gerektirir. Yine Cenâb-ı Hak, Hz.Nûh'tan "Ey Nuh, bizimle gerçekten mücadele ettin, mücadelende de çok ileti gittin" (Hûd, 32) sözüyle bu mücadeleyi nakletmiştir.

c) Allahu Teâlâ tefekkürü emrederek şöyle buyurmuştur:

"Kuranı İyiden iyiye düşünmezlermi?"(Muhammed, 24), "Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?" (Gaşiye. 17),

"Biz onlara hem dünya ufaklarında hem de kendi öz varlıklarında ayetlerimizi göstereceğiz''(Fussilet, 53),             

"Görmüyorlar mı ki Biz, yeryüzüne gelip, onu etrafından eksiltiyoruz."(Enbiya. 44).

"Göklerde ve yerde ne var, bir bakınız" de!" (Yûnus, 101) ve "Göklerin ve yerin hükümranlığına bakmadılar mı?" (A'raf, 185).

d) Cenab-ı Hak, övgü sadedinde tefekkürü zikrederek şöyle buyurmuştur:

"Bunda; akü sahihleri için ayetler (deliller) vardır." "Bunda, basiret sahihleri için ibret vardır"(Nur, 44); Bunda, akıl sahibleri için ayetler (deliller) vardır" (Taha,54).Yine tefekkür­den yüz çevirenleri zemmederek, "Göklerde ve yerde nice ayetler (deliller) vardır ki (insanlar) bunlardan yüzçevirerek geçip giderler. "(Yusuf. 105);

"Onların kalbleri var ama, onunla anlamazlar" (Araf, 179) buyurmuştur.

 e) Cenâb-ı Hak taklidi zemmetmiş ve kâfirlerden naklen: "Biz babalarımızı birdin üzerinde bulduk. Biz de hakikaten onların izine uyanlarız." (Zuhruf,23). "Aksine biz, ancak babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız"(Lokman, 21).

"Aksine biz babalarımızı böyle yaparken gördük. "(Şuara, 74) ve

"Hakikaten, eğer sebat göstermeseydik, bizi az kaldı, tanrılarımızdan saphracaktı o"(FurKan. 42) diye haber vermiştir.Hz.İbrahim (a.s.)'in babasından da

"Andolsun kî vazgeçmezsen seni taşlarım. Uzun bir müddet benden ayrıl gi  t"(Meryem. 47) sözünü nakletmiştir. Bütün bunlar, düşünmenin, delil getirmenin, tefekkürün ve taklidi yermenin gerektiğine delildir. Tefekkür ve istidlale davet eden kimse, Kur'an'ın ve peygamberlerin dinine uymuş olur. Taklide davet eden de Kur'an'ın aksine gidip yolunu tutmuş olur.

Hadisten olan delillere gelince, bu hususta çok hadis vardır. Biz bunlardan birkaçını zikredelim:

a) Zührî, Sa'id b.el-Müseyyeb'ten, o da Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir. Fizâre oğullarından birisi Hz.Peygamber (s.a.s.)'e gelerek   "Hanımım   siyah   bir  çocuk   doğurdu"   dedi.   Bunun   üzerine Hz.Peygamber (s.a.s.): "Senin develerin var mı? dedi. O, "Evet" deyince, Hz.Peygamber (s.a.s.) "Onlar ne renktir?" dedi. Adam, kızıl cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Gri olanları var mı?" diye sordu. Adam "Evet" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.): "Bunun sebebi ne?" deyince, adam, "Belki onlar soya çekmiştir?" dedi. Peygamberimiz (s.a.s.)'da: "Belki

o çocuk da soya çekmiştir."dedi.[184] Bu, delille susturmak ve kıyasa sarılmaktır.

b) Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: Beni yalanlamaya hakkı olmadığı halde, insanoğlu beni yalanladı. Beni kınamaya hakkı olmadığı halde, insanoğlu beni kınadı. Onun beni yalanlaması "Allah beni, yarattığı gibi, yeniden diriltemeyecektir" demesidir. Halbuki onu başta yaratmak, yeniden diriltmekten bana daha kolay değildir. Onun benî kınaması, "Allah çocuk edindi" demesidir. Halbuki ben, tek ve Samed olan Allahım. Ben doğmadım, doğurulmadım ve bana denk hiç kimse yoktur..."[185]

O halde bak Cenâb-ı Hakk, birinci mertebede kudreti ile ilk defa yaratmaya ve ölümden sonra diriltmeye kadir olmaya; ikhci metebede bir oluşu ile, cisim olmayı, babalığı ve evlat olmayı nefyetmeye delil getirmiştir.

c) Ubâde  Sâmit (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah'da ona kavuşmayı sever. Kim Allah ile karşılaşmayı hoş görmezse, Allah’a onunla karşılaşmaktan hoşlanmaz." Bunun üzerine Hz.Âişe "Ey Allah'ın Peygamberi, biz ölmekten hoşlanmıyoruz. Bu. Allah ile karşılaşmaktan hoşlanmamak mıdır?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de

"Hayır. Fakat mümin Allah'a kavuşmayı sever, Cenab-ı Allah da mümine kavuşmayı sever. Kâfir Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz. Cenabı Allah da kâfire kavuşmaktan hoşlanmaz" buyurmuştur."[186] Bütün bunlar, deliller üzerinde tefekkür edip kafa yormanın emredilmiş olduğunu gösterir. [187]

 

Bu Konuda Muarızların İddiaları             Başa Dön

 

Hasımımızın ileri sürdüğü birtakım iddialar vardır. Şöyle ki:

1)  İstidlal ilim ifade etmez.

2)  İlim ifade eden istidlale kulun gücü yetmez,

3)  İstidlale teşebbüs etmek caiz değildir.

4)  Hz.Peygamber bunu emretmemiştir, ve

5) İstidlalde bulunmak bidattir. [188]

 

Tefekkür Kesin Bilgiye Götürmez

 

Birinci iddia: Hasmımız buna, bazt şeyleri delil getirmiştir:

a) Biz tefekkür ettiğimizde ve bu tefekkürümüzün akabinde bir inanç meydana geldiğinde, ister zaruri isterse nazarî olsun, bunun bir ilim olduğunu biliriz. Bu ilmin zarurî olması yanlıştır, çünkü insan itikadı hususunda bu itikadının ilim olduğunu ve birin ikinin yarısı, güneşin aydınlatıcı, ateşin de yakıcı olduğuna inancı hususunda düşünürse, birinciyi ikincisinden daha zayıf görür. Bu da, birinciye zayıflığın arız olduğuna delâlet eder. İkincisi de, yani bu ilmin nazari olması da yanlıştır. Çünkü bu ikinci fikir hususundaki söz, evvelki söz gibidir. Bu sebeple teselsül gerekir. Ki teselsül de imkansızdır.

b)  İnsanlardan tefekkürde bulunup, içtihad eden ve bu tefekkürünün neticesinde kendilerinde bir inanç meydana gelen, bu inancın bir ilim olduğuna katî olarak hüküm verin de, hem onun hem de başkaları için bunun bir ilim değil de bir cehalet olduğu ortaya çıkan;  böylece de, o ilk inançlarından vazgeçip onu terkeden alimler gördük. Bu durumu önce müşahede ettiğimizde, ikinci olarak meydana gelen inancın da böyle olması caizdir. Bu metodla, tefekkür ve istidlalden elde edilen herhangi bir inancın sıhhatine kesinlikle hükmetmek mümkün değildir.

c) Netice eğer biliniyorsa, onu elde etmeye çalışmak muhaldir. Çünkü, hasılı tahsil imkansızdır. Eğer netice bilinmiyorsa, zihin ondan habersiz demektir. Habersiz olunan şeyi talep etmeye yönelmek ise, imkansızdır.

d) İstidlalin ilim ifade ettiğini bilmek, ya zaruri, ya da nazari olur; eğer zaruri olursa, aklı olan herkesin bu ilimde müşterek olması gerekir, halbuki durum böyle değildir. Eğer nazari otursa, birşeyin cinsini o şeyin fertlerinden bir fertle isbat etmek gerekir ki, bu da muhaldir. Çünkü mahiyet hakkında olan münakaşa, o fert için de var demektir. Bu sebeple bir şeyi kendi nefsiyle isbat etmek lazım gelir ki, bu da İmkansızdır. Çünkü isbata vesile olan şeyin, daha önce bilinmiş olması gerekir. Bir şeyin netice olması, o şeyin daha önce malum olmamasını gerektirir. Bu sebeple hem nefyin, hem de isbatın birlikte bulunması gerekir ki, bu da imkansızdır.

e) Tek bir mukaddime (öncüt). bir netice vermez; tam aksine, netice veren iki mukaddimenin tamamıdır. Ancak zihinde, aynı anda iki mukaddimeyi birden hazır tutmak muhaldir. Çünkü biz kendimizi sınadığımızda, ne vakit zihnimizi bilinen herhangi bir şeye doğru yöneltirsek o aynı vakitte zihnimizi başka bir maluma doğru tevcih etmenin imkansız olduğunu görürüz. Çoğu kez alimlerimizden bazıları, genel olarak istidlalin ilim ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Ne var ki bunlar, ilahi meselelerde istidlalin bir ilim ifade etmediğini söyler ve bu görüşlerini açıklama ile ortaya koyarlar.

1) İlahın hakikati tasavvur edilemez. Hakikat tasavvur edilemediği zaman da, ne zâtın kendisini ne de O'nun sıfatlarından bir sıfatın varlığını tasdik etmek mümkün olmaz. Tasavvur edilemez oluşun izahı şudur: Beser tarafından bilinen, Vâcibu'l-vücudun (Allah) mekandan ve her cihetten münezzeh ve O'nun ilim ve kudret sıfatıyla muttasıf olmasıdır. Vücûb ve tenzih, selbî bir kayıttır. Cenâb-ı Hakk'ın hakikati, bu şelbin (nefyetmenin) kendisi değildir. Bu sebeple, bu selb'i bilmek, Allah'ın hakikatini bilmek değildir. Cenâb-ı Hakk'ın ilim ve kudret sıfatıyla nitelenmiş olması zatının bu sıfatlara mensubiyyetinden ibarettir. O'nun zâtı bu mensûbiyyetin kendisi değildir, bu sebeble bu mensubiyeti bilmek, O'nun zâtını bilmek değildir.

Tasdikin mümkün olmamasının izahı şudur: Tasdik tasavvura dayanır. Tasavvur olmadığı zaman, tasdik imkansız olur. Şöyle denilemez: "Cenab-ı Hakk'ın zâtı, her ne kadar kendisine mahsûs hakiket itibariyle tasavvur olunamazsa da, o zât kendi levazımı (zâtından ayrılmaz vasıflar) itibariyle tasavvur olunabilir..." Demek istiyorum ki, biz Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine vücubun, tenzihin ve ebediliğin gerekli olduğu herhangi bir şey olduğunu biliyoruz. İşte bu sebeple, bu tasavvura göre hüküm verilir. Biz deriz ki, bu bilinen şeyler, ya Allah'ın zatının bizzat kendisidir, ki bu imkansızdır; veya bunlar Allah'ın zatından hariç şeylerdir, denilebilir. Cenâb-ı Hakk'ın zatını bilemediğimiz zaman, Onun zatının bu sıfatlarla muttasıf olduğunu bilmemiz mümkün değildir.

Eğer, bu sıfatların Allah'ın zatına isnad edilmesinin şartı olan tasavvur, diğer sıfatlar itibariyle de bir tasavvur olursa, bu durumda bu hususta söylenecek söz, ilk hususta söylenen sözün aynısıdır. Bu sebeple de teselsül gerekir ki, bu da imkansızdır.

2) Bize göre, eşyanın en belirgin olanı, kendisine tö ben sözümüzle işaret ettiğimiz, zâtımız ve hakikatimizdir. Sonra insanlar w sözüyle kendisine işaret edilen mahiyyet hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı, bunun

şu bünye olduğunu, bir kısmı onun mizaç olduğunu, bazıları bu bünyeye dahil olan bazı unsurlar olduğunu, bir kısmı da onun, bu bedenin ne dahilinde ne de haricinde olan bir şey olduğunu söylemişlerdir. Varlıkların en belirgin olanında durum böyle olunca, biz ve bizim niteliklerimizle hiçbir münasebeti olmayan en uzak şeyler hakkındaki kanaatin ne olur? [189]

 

İlim İfade Eden İstidlal Kudretimiz Dahilinde Değildir         Başa Dön

 

İkinci iddia: Bu ilim ifade eden istidlal, bizim kudretimiz dahilinde değildir, görüşüdür. Şüphesiz onlar, bu hususa birçok bakımdan delil getirmişlerdir.

a) Tasavvurâtı elde etmek, bizim gücümüz dışındadır. Bu sebeple bedihi tasdikat da, bizim gücümüz dahilinde değildir. Binaenaleyh, tasdikâtın tamamı, bizim kudretimiz dahilinde değildir. Biz, tasavvurât bizim kudretimizde değildir dedik, çünkü onu elde etmek isteyen, eğer o tasavvurâtı biliyorsa onu talep etmesi imkansız olur. Zira, hasılı tahsil etmek muhaldir. Eğer "onu bilmiyorsa, onu talep etmesi imkansız olur, çünkü bir şeyden habersiz olan, onu talep edemez. Eğer, onun bir yönden malum, bir yönden de meçhul olması niçin caiz olmasın?" denilirse, deriz ki, malum olduğu söylenen yön, ma'lum olmadığı söylenen yönden başkadır; aksi halde, ayni şeye hem nefyin hem de isbatın verilmiş olması gerekir ki, bu imkansızdır. Bu durumda deriz ki, hasılı tahsil etmek muhal olduğu için, malum olan şeyi istemek imkânsız olur. Malum olmayan şeyin istenmesi de muhaldir. Çünkü kendisinden habersiz olunan şey, istenemez.

Biz, tasavvuratın kesbî olmadığı zaman, bedihi tasdikâtın da kesbî olmasının imkansız olduğunu söylemiştik. Bu böyledir, çünkü bedihi hükümlerden zihinde "mevdu"' (hakkında hüküm verilen) ve "mahmul" (kendisiyle hüküm verilen)'ün iki tarafı bulunduğunda, ya bunların zihinde sırf hazır bulunmalarından zihnin, menfî veya müsbet olarak bunlardan birini diğerine kesin olarak isnâd etmesi gerekir veya gerekmez. Eğer gerekmezse, hüküm bedihî (apaçık) olmaz; tam aksine şüpheli olur. Eğer gerekirse, tasdikin bu iki tasavvur buluduğunda meydana gelmesi vacib olur; bulunmadığı zamansa, meydana gelmesi imkansız olur.

Nefy ve isbât bakımından kudretimiz dahilinde olmamakla beraber, nefy ve isbat bakımından deveranı vacib olan şeyin de, böyle olması gerekir. Bu sebeple, bedihî tasdikatında kesbî olmadığı sabit olmuştur. Biz, tasdikat kesbî olmadığı zaman tasdikata dair hiçbir şeyin kesbî olmadığı zaman tasdikata dair hiçbir şeyin kesbî olmadığını söyledik. Zira bedihî olmayan tasdikinmutlaka nazarî olması gerekir. Bu sebeple bedihî tasdikat zihinde hazır olduğu zaman, ya gerekliliği vacib olur veya olmaz. Bu tasdikatın gerekliliği vacib olmazsa mukkaddimelerin doğru olmasından, neticenin doğru olması gerekmez. Böylece de bu, yakînî bir istidlal değil de, tam aksine zannî veya taklidi bir itikâd olur. Tasdikatın gerekliliği vacib olursa, bu durumda bu nazari görüşlerin, nefy ve isbat bakımından, zaruri kaziyyelerle beraber devesâni vacib olur. Bu sebeple, bu nazari görüşlerden herhangi bir şeyin, asla kulun kudreti dahilinde olmaması gerekir.

b) İnsan eğer elde edeceği şeyi başkasından ayırması mümkün ise ancak bir şeyi meydana getirebilir.İlim, cehaletten ancak bilinmeyene değil de bilinene mutabık olmasıyla ayrılır. İnsan, bunu ancak malumu nasıl biliyorsa öyle olduğunu bildiğinde, anlar. İşte, bu durumda insan için, bu şeyin bilgisini meydana getirmek, sadece o şeyi bildiği zaman mümkün olur. Ne var ki bu, hasılı tahsil etmek imkansız olduğundan dolayı, imkansızdır. Bu sebeple kulun ilmi meydana getirmeye ve onu taleb etmeye gücünün yetmemesi gerekir.

c) Tefekkürü icab ettiren şey, ya aklî zaruret, ya istidlal veya nakildir. Birincisi batıldır, çünkü zaruri olanda akıl şart koşulmamıştır; halbuki, tefekkür ve istidlalin vücubu böyle değildir. Bilakis akıl sahibi birçok kimse tefekkür ve istidlali  hoş karşılamayarak,  bunun çoğu  kez sahibini  bilgisizliğe götürdüğünü söylemişlerdir; bu sebeple bunlardan kaçınmak vacibtir, derler. İkincisi de batıldır, çünkü istidlalin vacib olduğunu bilmek nazari olduğu zaman, bu durumda istidlalden önce istidlalin farz olduğunu bilmek mümkün olmaz. Bu sebeple, bunu teklif etmek, "teklif-i mâla yutak" olur. İnsanın tefekkürden sonra istidlal etmesi ise mümkün değildir, çünkü bunda bir fayda yoktur. Üçüncüsü de yanlıştır, çünkü İstidlalden önce istidlalin vacib olduğunu bilmek imkânı yoktur. İstidlalden sonra da fayda olmadığı için de, vacip kılınması mümkün değildir. Bu üç kısım da geçersiz olunca, o zaman vacib olmadığı anlaşılmış olur. [190]

 

İstidlalin Emredilmesi Mâkul Değildir

 

Üçüncü İddia: İstidlalin ilim ifade etmesi ve kulun kudreti dahilinde olması halinde bile, Allahu Tealâ'nın bunu mükellefe emretmesi hoş değildir. Bunun izahı birkaç yöndendir.

a) Çoğunlukla istidlal, onu yapanı cehalete götürür. Binaenaleyh istidlale Teşebbüs eden kimse, ekseriya kendisini cehalete götüren bir işe teşebbüs etmiş demektir. Durumu böyle olan birşey çirkindir. Öyleyse tefekkürde oulunmak da çirkindir. Cenâb-ı Allah ise çirkin olanı emretmez.

b) İçimizden herhangi bir kimsenin eksikliğine, aklının zayıflığına ve kendisine arız olan birbiriyle çelişen birçok şüphelere rağmen, hak ile batılın arasını ayırma hususunda aklına güvenmesi caiz değildir. Biz, mezheb sahihlerinden herbirinin, hakkın kendisinden yana, batılın ise hasmı tarafında olduğunu iddia ettiklerini, sonra da taassubu, cidali (mücadeleyi) terkedip, insafa geldiklerinde söyiedikieri sözleri birbiriyle çelişir buiduWar\nı gördük. Bu durum ise, aklın bu hakikatleri idrakten aciz olduğuna delalet eder.

c)  Şayet dinin dayanağı, delillerin hakikatleri hususunda istidlalde bulunmaya dayansaydı, insanın bir saat bile iman üzere kalamaması gerekirdi.  Çünkü,   istidlalde  bulunan  kimsenin  aklına,  dinin  delilinin mukaddimelerinden herhangi biri hakkında bir soru geldiğinde, bu kimse sorusu sebebiyle, mukaddime hakkında şüpheye düşmüş olur. Dinin mukaddimelerinden bir kısmında şüphe edildiğinde de netice zanni olur. Çünkü zannın elde ettiği bilgi yakin ifade etmez. Bu sebeble de, aklına gelebilecek, hertürlü soru ve konudan dolayı insanın, her saat dininden çıkması gerekir.

d) İnsanların dillerinde şu husus iyice şöhret bulmuştur: Kim, kimya yoluyla bir mal elde etmek isterse iflas eder. Kim de kelam ilmi vasıtasıyla dinini öğrenmek isterse zındık olur. Bu, istidlal hususunda, kapı açmanın caiz olmadığına delalet eder. [191]

 

Müslümanlık İstidlale Bağlı Değildir         Başa Dön

 

Dördüncü İddia: Biz, istidlalin, bizzat çirkin olmadığını kabul etsek bile, Allah ve Resulünün, onu emretmediğine dair delil getirebiliriz. Bunu gösteren husus şudur: Bu neticelerin delillerini bilmek, ya öğrenme ve istifade etmeden müstağni olan zaruri bir ilim olur, ya da böyle olmayıp, aksine elde edilmeleri için, düşünceye, tefekküre ve istifadeye ihtiyaç duyulur.

Birincisi yanlıştır. Aksi halde, bunu elde etmek bütün insanlara gerekirdi ki bu ise işi yokuşa sürmedir. Sonra biz, bu ilim hususunda, insanların en zekisini tecrübe ediyor ve görüyoruz ki, birçok üstad ve eserlerden istifade etmesine rağmen, uzun yıllar boyunca bile onun bu ilmi elde etmesi mümkün olmuyor.

İkinci ihtimal olursa, insanın bu ilmi elde etmesi, ancak yoğun çalışmalar ve birçok araştırmalardan sonra vacib olur.Şayet din, istidlal üzerine bina edilmiş olsaydı, Hz.Peygamber (s.a.s.)'in bir adamın müslümanlığının doğruluğuna, ancak ona bu meseleleri sorduktan ve derinliğine bu delilleri  bilip bilmediğini  imtihan etmesinden sonrahükmetmesi gerekirdi. Şayet Peygamber (s.a,s.), bunu yapsaydı, herkesçe bilinirdi. Böyle bir bilgi ise yaygın değildir. Bilakis, O'ndan tevatürle nakledilen meşhur durum şudur: O (s.a.s.), bu istidlal şekillerinden herhangi birinin hatırına gelmediğini kesinlikle bildiği kimsenin de müslüman olduğuna hükmetmişti.

Böylece anlamış oluyoruz ki dinin geçerli olması için istidlal nazar-ı itibara alınmaz.

Eğer "Delillerin asıllarını bilmek, bir çok akıl sahibi için mümkündür. Tedkîk edilmesi gereken husus, suallere cevab verip şüpheleri savuşturmadır. Bu ise, dinin aslının sıhhati hususunda muteber değildir" denilirse, deriz ki "Bu iddia zayıftır." Çünkü delil, asla ne bir ziyade ne bir noksanlık kabul etmez. Bu böyledir. Çünkü, delil on mukaddime üzerine bina edilmişse, sen bir düşünreğer kişi bu mukaddimelerin sıhhatine kesin olarak hükmetmişse o, üzerine bir ziyade yapılması mümkün olmayan bir bilgi ile bu delili bilmiştir. Çünkü bu on mukaddimeye yapılacak olan ilave, bu delilin ortaya konmasında nazar-ı itibara alınırsa, bizim "Bu delil on mukaddimeden meydana geliyor" sözümüz yanlış olur. Eğer o ilave nazar-ı dikkate alınmaz ise, bu delili bilmek,ona ilave edilen bir ziyade ile elde edilen bir bilgi olmaz, aksine ziyadeden ayrı bir ilim olmuş olur. Bu sebeble delilin bir ziyade ve noksanlık kabul etmediği ortaya çıkmış olur. Çünkü, şayet bu on mukaddimeden dokuzu yakînîjolup, onuncusu da zannî olsaydı, neticenin yakıni yani kesin olması imkansız olurdu. Zira, zanniye dayananın, zanni olması evladır. Böylece delilin bir noksanlık ve ziyade kabul etmediği ortaya çıkmış olur ve "noksanlık ve ziyadelik kabul eder" diyenlerin görüşünün yanlışlığı ile de bu sorunun yanlış olduğu ortaya çıkar.

Bunun bir misali de şudur: Bir adam, hava açık ve berrak iken, birden yağmur, gök gürültüsü ve şimşeğin meydana geldiğini görse "Sübhânallâh" der. Biri çıkıp da: "Bu kimsenin "Sübhanallah" demesi onun Allah'ı onun Allah'ı delil bildiğine delalet eder" derse bu değerlendirmesi bâtıldır. Çünkü o kimse, ile ortaya çıkan bu şeyin bir delife istinaden mutlaka bir yapıcısı olduğunu bildiğinde; sonra yine delil ile bu müessirin Allah'dan başkasının olmasının imkansızlığını bildiğinde ancak Allah'ı delil bilmiş olur. Bu ikinci mukaddime, ancak, o kişi delil ile bu meydana gelişin burçlara, yıldızlara, tabiata ve zorunlu bir sebebe isnad edilmesinin imkansız olduğunu bildiğinde doğru olur. Çünkü o, şayet delil ile bunun yanlışlığını bilmez ise, delilsiz olarak ikinci mukaddimeye inanmış olurdu. Böylece de bu mukaddime taklide dayanmış olurdu. Ona dayandırılmış olan da yakini değil, taklidi olmuş olurdu. Böylece ey hasımlarımız, sizin dediklerinizin yanlış olduğu ortaya çıkmış olur. [192]

 

Kelâm İlmi İle Meşgul Olmak Bid’attir

 

Beşinci iddia: Bizim, "Kelam ilmiyle iştigal etmek bidattir" dememizdir. Bunun delili, Kur'an, hadis, icma, selef-i salihinin görüşü ve hükümdür. Kur'an'dan olan delile gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın"Bunu sana ancak bir mücadele maksadıyla getirdiler. Daha doğrusu onlar çok cedelcl bir kavimdirler" (Zuhruf.58) gayetidir. Allah Teâla burada cedeli (tartışmayı) yermiştir. Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur:

"Bizim ayetlerimiz hususunda boş sözlere dalmış olanları gördüğün zaman, onlar başka bir mevzuya geçinceye kadar onlardan yüz çevir' '(En'am, 68).Cenab-ı Allah burada, Allah'ın ayetleri hususunda boş sözlere daldıkları zaman, müşriklerden yüz çevirmeyi emretmiştir.

Hadisten otan delillere gelince, bunlar şunlardır:"Mahlukat hakkında tefekkür ediniz, fakat yaratıcının zatı hakkında tefekkür etmeyiniz." "İhtiyar kadınların (saf ve sağlam) dinlerine sarılın".[193] "Kaderden bahsedildiği zaman, dilinizi tutunuz."[194]

İcma'dan delile gelince, bu da şudur. Kelam sahabenin bahsetmediği bir ilimdir. Bu sebeble, onun bid'at ve haram olması gerekir. Sahabenin bu hususta konuşmamış olmaları aşikârdır. Çünkü, onların hiçbirisinden bu gibi konularda, istidlale girişmiş olduğu nakledilmemiştir. Bilakis onlar, bu konularda konuşmaya dalan kimseleri yadırgayan insanların en katıları idiler. Bu sabit olunca, kelâm ilminin bid'at olduğu da ortaya çıkmış olur. Her bid'at ise ittifakla haramdır.

Selef-i Salihinin sözünden olan delile gelince; Malik b.Enes şöyle demiştir: "Bit'atlerden kaçının." Kendisine, "Ey Ebâ Abdillah, bid'atler nelerdir?" denildiğinde, "Bid'at ehli olan kimseler, Allah'ın isimleri, sıfatları ve kelâmı hususunda konuşan, sahabe ve tabiînin sustuğu konularda susmayan kimselerdir" cevabını vermiştir.

Sufyan b.Uyeyne'ye kelam ilmi hakkında sorulduğunda, o, "Sünnete uy, bid'ati bırak" demiştir.

Allah kendisinden razı olsun, İmam Şafii ise "Kulun, şirk hariç, her türlü günaha bulaşması, kelam ilminden herhangi birşeyie Allah'ın huzuruna çıkmasından daha hayırlıdır" demiş ve sözüne şöyle devam etmiştir: "Bir adam, kendi ilim kitablarını bir başkasına vasiyyet etse ve bunlar içinde de kelam kitabları bulunsa, bu kelamı kitablar vasiyyete dahil değildir." Hükümden olan delile gelince, bu şudur: Şayet bir adam ulemaya vasiyyette bulunsa, kelamcılar bu "ulema" lafzına dahif değildirler.

En iyi Allah bilir. İşte bu tefekkür ve istidlali tenkit edenlerin bütün iddiaları sonlardan ibarettir. [195]

 

Müfessir Razı (r.a.)'nin İddialara Karşı Cevapları         Başa Dön

 

Bütün bu hususlara cevabımız şöyledir: İstidlalin ilim ifade etmeyeceği hususunda, onlartn tutundukları şüphe fasittir. Çünkü onların ifade ettikleri şüpheler, zaruri değil nazaridir. Zira onlar, istidlal çeşitlerinin bir kısmından ötürü, bütün çeşitleri iptal etmişlerdir ki bu bir tenakuzdur. "İstidlal etmek tezim kudretimiz dahilinde değildir" şeklindeki görüşleri hususunda ileri sürdükleri şüpheler de fasittir. Çünkü onlar, bu şüpheleri çıkarıp ortaya koyma hususunda ihtiyar sahibidirler. Bu ise, onların "İstidlal etmek, bizim kudret irademiz dışındadır" görüşlerini geçersiz kılar.

Onların, "İstidlale dayanmak çirkindir" şeklindeki görüşlerine dair söyledikleri şüpheler de bir tezattır. Çünkü, buna göre getirdikleri bu şüpheleri eri sürmelerinin de çirkin olması kendilerini ilzam eder (bağlar).

"Hz.Peygamber (s.a.s.), istidlali emretmemiştir " şeklindeki iddiaları da satıldın Çünkü biz, peygamberlerin (s.a.s.) tamamının tefekkür ve istidlali emrettiklerini anlatmıştık.

Cenab-ı Hakk'ın "Bunu sana ancak bir mücadele maksadıyla getirdiler" (Zuhruf, 58) ayetine gelince, bununla, "Onlarla, en güzel bir şekilde muadele et"(Nahl, 125) ayet arasını birleştirmek için, önceki ayet batıl hu­susunda mücadele etmeye hamledilmiştir.

' Bizim ayetlerimiz hususunda boş sözlere dalmış olanları gördüğün tan, onlardan yüz çevir" (En'am. 68) ayetine gelince bu husustaki cevab r: Ayetteki "dalma"dan maksat, istidlal değildir, tam aksine boş sözlere dalmaktır.

Hz.Peygamber (s.a.s.)'in "Mahlûkat hakkında tefekkür ediniz..." harisine gelince bu, mahlûklardan hareket edilerek Yaratıcı'yi tanımaya yol Duiunsun diye emredilmiştir. Bu da istenen bir şeydir. "İhtiyar kadınların tsaf ve sağlam) dinlerine sanlın" hadisinden maksad ancak, yukarıda da söylediğimiz gibi, bütün işleri Cenab-ı Allah'a bırakmak ve herşeyde O'na güvenmektir. Peygamberimiz (s.a.s.)'in "Kaderden bahsedildiği zaman dilinizi tutunuz" hadisi ile bu görüşe istidlal etmek zayıftır. Çünkü kısmî olan yasak, umumi yasağı ifade etmez.

İcma'dan getirdikleri delil hakkında deriz ki: Eğer "sahabe, kelamcıların kullandıkları tabirleri kullanmamışlardır" manasını kastediyorsanız, bunu kabul ederiz. Ne var ki bundan kelam ilmini tenkid manası çıkmaz. Nitekim sahabe, iukâhâ'nın tabirlerini de kullanmamışlardır. Bundan, fıkıh hususunda bir ta'n manası çıkmaz. Eğer siz, onların, istidlali Allah ve Resulünden öğrenmediklerini kastediyorsanız, ne kötü bir söz söylüyorsunuz!

Selef alimlerinin, kelâma karşı takındıkları sert tavra gelince bu, ehl-i bid'ata karşıdır. Vasiyyet mes'elesi de bu da birisi Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, nebî ve peygamberlerini bilen birisine vasiyyette bulunduğunda, "Bu vasiyyete fakih dahil olmaz" şeklindeki hükümle tezat teşkil eder. Bir de vasiyyetler örfe dayanır. İşte bu söylediklerimiz, meseleyi tamamlar. En iyi Allah bilir. [196]

 

Halk (Yaratma) Kavramı

 

İbadetin hakikatini, Yalnız sana kulluk ederiz" (Fatiha, 5) âyetinin tefsirini yaparken anlatmıştık.

"Halk" kelimesine gelince   Tehzîb sahibi el-Ezheri'nin İbnü'l Enbârî'den naklettiğine göre, bu "ölçüp biçmek ve düzeltmek" manasınadır. Alimler bu hususta âyet.şiir ve Arapçadan deliller getirmişlerdir. Âyetten delilleri şunlardır:

Halikların en güzeli " (Mü'minun, 14) yani ölçüp biçenlerin, takdir edenlerin en güzeli; "Ve bir yalan düzüyorsunuz." (Ankebut, 17) Yan i ölçüp biçip bir yalan uydurmuyorsunuz ve "Hani çamurdan yaratıyordun. "(Maide, 14) yani düzeltip yapıyordun. Şiirden delil Züheyr'in şu sözüdür.

"Yemin olsun ki sen, kafandan uydurduğun şeyleri iftira ediyorsun. Halbuki bazıları ise kafalarında birşey tasarlıyorlar ama başkasına İftira olarak söylemiyorlar." Bir başka şair de şöyle söylemiştir:

"Deriyi ölçüp biçen kadın ve erkek işçilerin elinde ancak derinin güzel gıcırdar."

Arapçadan getirilen delile gelince, Arap, nalınını ölçüp biçip, mukayese yaparak düzelttiğinde "Nalını düzeltti" denilir. Yine onlar, doğrulan­mayan sözler için "Uydurulmuş sözler" derler.

Cenâb-ı Hakk'ın "Bw evvelkilerin uydurmalarından başka birşey değildir" (Şura, 137) ayetindeki kelime de bu manadadır. "Halâk" kelimesi de, "hayırdan bir pay" manasınadır. "Bu bunun hakkıdır" manasına, birşeye layık olana da "hafik" denilir. Kaygan taşa denilir. Çünkü kayganlıkta bir düzgünlük, sertlikte ise bir pürüz vardır. "Elbise eskidi" tabiri de bu köktendir. Çünkü, elbise yıprandığı zaman kaygan ve pürüzleri ve kabalıkları düzgünlesin Böylece "Halk" kelimesinin takdir etmek (ölçüp biçmek) ve düzeltmekten ibaret olduğu meydana çıkar. Kadı Abdûlcebbar da şöyle demiştir: "Halk," takdir manasına bir fiildir. Kelimenin lügavi manası bunun ancak Allah'dan olmasını gerektirir.

Buna karşılık Kur'ân-t Kerim, "Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir" (Mu’minun)

"Hani çamurdan, sen kuş gibi olan birşey yapıyordun"(Maide 110) ayetlerinde bunun aksini söylemiştir. Fakat Cenâb-t Allah fiilleri, neticelerini ve faydalarını bilerek yaptı-için, O'nun fiili ancak böyledir. İşte bu sebeble de halik olarak isimlendtrilmeye O layık olmuştur. Kadı Abdüt Cebbar'ın hocası olan Ebu Abdullah el-Basrî de şöyle demiştir: "Halik ismini Allah'a vermek muhaldir. Çünkü, ölçüp biçmek ve birşeyi düzenlemek, tefekkürde bulunmaktan, istidlalden ve hesab yapmaktan ibarettir. Bu ise Cenab-ı Allah hakkında düşünülemez."

Ehl-i sünnet ve'l-cemaat alimlerinin çoğu ise şöyle demiştir: "Halketme, îcâd ve inşâdan (varetme ve meydana getirmeden) ibarettir." Onlar bu görüşlerine, müslümanların "Allah'dan başka halik yoktur" sözlerini delil getirmişlerdir. Şayet "halk" ölçüp biçme ve takdir etmeden ibaret olsaydı bu söz doğru olmazdı. [197]

 

Allah Teâlâ'nın Varlığının Aklî Delilleri         Başa Dön

 

Bil ki Hak Teâla, kendisine ibadet edilmesini emretmiştir.   O'na   İbadet   etmek   ise,   O'nun varlığını bilmeye bağlıdır. O'nun varlığını bilmek zaruri olmayıp, istidlale dayandığından, Allah Teâla, bu ayette varlığına delalet eden deliller zikretmiştir.

Bil ki biz akli meseleleri konu alan kitaplarda, Allah Teâlâ'nın varlığım isbata giden yolun ya imkan, ya hudûs ya da her ikisi olduğunu açıkladık. Bunlann heps\ vacevteftodedu ya da avazterdadu. O halde Cenab-ı Hakk'ın varlığına delalet eden yollan altıyı geçmez:

1) Zatların mümkin olduklarına istidlal etmek.... Cenab-ı Hak buna: "Allah müstağnidir, siz ise muhtaç varlıklarsınız" {Muhammed, 38); Hz.İbrahim a.s.dan  hikaye ederek, "Alemlerin Rabbi hariç, onların hepsi benim düşmanımdır"(Şuara, 77); "Muhakkak ki nihâi varış Rabbinedi. (Necm, 42), "Allah de, sonra onları bırak"(En'am, 91), "Allah'a kaçınız" (Zariyat, 50) "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile huzura erer, mutmai olur"(Rad. 26) ayetleri ile işaret etmektedir.

2)  Sıfatların mümkin olduklarına istidlal etmek... Buna da: "Allah, gökleri ve yeri yarattı'''(En'am, 1), "Allah,  yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü de bir bina

yapandır"(Bakara, 22)  ayetleri ile işaret edilmiştir. Bu son ayetin izahı yakında gelecektir.

3) Cisimlerin hadis olduklarına istidlal etmek. Buna Hz.İbrahim (a.s.)'in şu sözüyle işaret edilmektedir:

 en banP kaybolanları sevmem "(Enam, 76).

4) Arazların hadis olduklarına istidlal etmek. Bu yol insanların anlayışına en yakın olan yoldur. Bu iki şeye dayanır:

a)  Enfüsî deliller,

b) Afakî deliller.

Kelam kitabları çoğunlukla bu iki hususu ihtiva etmektedirler. Allah Teala ile bu ayette, bu her iki hususu da birlikte zikretmiştir.

Enfüsi delilleri şöyle açıklayabiliriz: Herkes zaruri olarak, kendisinin önce mevcud olmayıp sonradan var olduğunu, yokluktan sonra var olan herşeyin mutlaka bir yaratana ihtiyacı olduğunu, bu Yaratıct'nın (varedicinin) ne kendisi, ne ebeveyni ne de diğer insanlar olmadığını bilir. Çünkü yaratılmışların böyle bir yapıyı meydana getirnekten aciz oldukları, zaruri olarak bilinen bir husustur. Bu varlıklardan başka olan bir Yaratıcı'nın olması lazımdır ki, "bu varlıkları o yaratmıştır" denilebilsin. Ancak, bir kimse burada şöyle diyebilir. Bu müessirin, mevsimlerin, burçların ve yıldızların karakterleri olması niye caiz olmasın? Böyle bir sual ihtimal dahilinde olduğu için Cenâb-ı Hak bunun peşinden, bu şeylerin bir Yaratıcı'ya ve ihdas edene muhtaç olduğu hususunu dile getirerek, "Ki o Allah, yeryüzünü sizin için bir döşek, semâyı da bir bina yaptı "(Bakara, 22) buyurmuştur.

Âfâkî delillerden murad da, işte budur. Bu delillerde, alemde meydana gelen gök gürlemesi, şimşek, rüzgar, bulut ve mevsimlerin değişmesi gibi, çeşitli haller ve değişiklikler de buna dahildir. Netice, semavi cisimlerle yeryüzü cisimlerinin, cisim olma hususunda müşterek olduklarını gösterir. Bunların bir kısmının miktar, şekil ve mekan bakımından bazı sıfatlarla tahsis edilmiş olmaları, ne onların cisim olmalarından, ne de isimlerin ayrılmaz sıfatlarından olan herhangi bir şeyden ötürü değildir. Aksi halde, hepsinin o sıfatlarda ortak olmaları gerekir; binaenaleyh bu ihtisasın ayrı bir işten ötürü olması gerekir. Bu iş, eğer bir cisimse, konu tekrar, bu müessiriyetin birçok cisim arasında bu cisme niçin tahsis edilmiş oluduğu meselesine döner. Eğer bu bir cisim değilse, bunun ya mûcib (zatı gereği yapan iradesiz) veya muhtar (hür irade sahibi) olması gerekir. Birinci ihtimal yanlıştır; aksi halde cisimlerin bazı sıfatlarla tahsis edilmesi, aksinin olması durumundan daha evlâ ve üstün değildir. Binâenaleyh, bunun mutlaka kadir ve irade sahibi olması gerekir. Bu sebeple, bütün bu delillerle cisimlerin tamamının, cisim olmayan ve cisimlik niteliklerini taşımayan kadir bir müessire muhtaç olduğu ortaya çıkar. Bu durumda Yaratıcı'nın varlığına araz delilleriyle istidlal etmenin, araz ve sıfatların mümkin olduğunu kabul ettikten sonra yeterli olacağı anlaşılmış olur. [198]

 

Kur'an'da Delillerin Hususiyeti             Başa Dön

 

Sen bunu iyice anladığında deriz ki, şüphesiz Cenâb-ı Hak bu çeşit delilleri, iki sebepten dolayı, bilhassa kitabının (Kur'an'ın) başında zikretmiştir.

Birincisi: Bu yol, insanların anlayışlarına en yakın ve akıllarına daha yatkın bir yol; Kur'an'da zikredilen delillerin de avam ve havastan herkesin hanelilerinden istifâde edebilmeleri için fazla ince düşünmeyi gerektirmeyen hemen anlaşılır cinsten olması gerekince Cenâb-ı Hak, işte kitabının evvelinde bunu zikretmiştir.

İkincisi: Kur'anî delillerin maksadı, mücadele etmek değildir. Onların maksadı, kalblerde gerçek inançları meydana getirmektir. Bu konuda, bu tir deliller, diğer yöntemlerden daha güçlüdür. Zira bu tür deliller, Yaratıcı'nın ıarfağını bilmeyi ifade ettikleri gibi, O'nun bizlere olan nimetlerini de "acrlatırlar. Çünkü varolmak ve hayat sahibi olmak, Cenab-ı Hakk'ın bize en büyük nimetlerdendir. Nimetleri hatırlatmak sevgiyi, isyanı iyi ve boyun eğmeyi gerektirir. İşte bu sebepten dolayı, delillerin bu in zikredilmesi, diğerlerinden daha üstün olmuştur.

Bu mevzuda selef-i salihinin çok hoş metodları vardır.

1) Zındıklardan birisinin, Cafer-i Sadtk'ın yanında, Yaratıcı'yı inkâr ettiği, bunun üzerine de Cafer-i Sadık'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Gemiye bindin mi?" deyinceadam "evet" demiş. Cafer-i Sadık bunun üzerine, ona "Denizin korkunç hallerini gördün mü?"' deyince, adam, evet diyerek, sözü­nü şöyle sürdürmüştür: "Birgün korkunç bir rüzgâr esti. Böylece gemiler par­çalandı, denizciler boğuldu; ben ise, geminin tahtalarından birine tütündüm. Sonra, bu tahtayı elimden kaçırdım. Birden kendimi dalgaların darbeleri ara­sında buldum. Derken, bu dalgalar beni sahile attı..." Bunun üzerine Cafer-i Sadık şöyle dedi: "Daha önce sen, gemiye ve gemicilere güveniyordun... Sonra, seni kurtaracak diye, bir tahta parçasına güvendin. Bütün bu şeyler e-linden çıkınca, nefsini ölüme mi terkettin, yoksa hâla kurtulmayı ümit ediyor muydun?" Adam, "Tam aksine, kurtulacağımı ümit ediyordum" deyince, Cafer-i Sadık, "Bu ümidi kimden alıyordun?" dedi. Bunun üzerine adam sustu. Bunun üzerinejCafer-i Sadık, "O vakit kendisinden ümit aldığın zat, Yaratıcı'dır işte; seni boğulmaktan kurtaran da O'dur" deyince, adam O'nun vasıtasıyla müslüman oldu.

2) "Diyânâtu'l-Arab"   (Arabların   Dinî  İnanışları)   adlı   kitapta  şu anlatılmaktadır: Hz.Peygamber (s.a.s.), İmrân b.Husayn'a, ne kadar ilahın var? deyince, O, "on tane" dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber ona, "Başına büyük bir belâ geldiğinde onlardan hangisi senin kederini, sıkıntılarını ve bu büyük   musibeti  defetmektedir?"   deyince,   adam,   "Allah"  dedi. Hz.Peygamber, "O halde, senin Allah'dan başka hiçbir ilâhın yoktur" dedi.

3) Ebû Hanife (rahimehullah) dehrilere karşı, Allah'ın bir kılıcı idi. Dehriler onu öldürmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün o, mescidinde oturmaktaydı. Tam o sırada, kılıçlarını Çekmiş olan bir gurup insan, ona hücum ederek, onu öldürmek istediler. Bunun üzerine Ebû Hanife onlara şöyle dedi: "Şu soruya cevap verin, sonra da dilediğinizi yapın!" Bunun üzerine onlar: "Haydi sor" dediler. Ebû Hanife şu soruyu sordu: "Ağzına kadar yüklerle dolu bir gemi gördüm ki denizin dalgaları arasında bu gemiyi, çarpışan dalgalar ve muhtelif yönlerden esen rüzgarlar idare ediyordu. Bu gemi, bu dalgalar arasında yöneten bir kaptan veya yönetmeyi üstlenmiş birisi olmadan, batmadan, dosdoğru gidiyordu" diyen adam hakkında ne dersiniz? Bunun olması, aklen mümkün müdür?" Bunun üzerine onlar, "hayır" dediler. Bu aklın kabul edeceği bir şey değildir." Buna karşılık "Allah'ım! aklenldenizde onu idareyi ve hareket ettirmeyi üstlenmiş birisi olmadan, bir geminin doğru bir biçimde hareket etmesi bile aklen mümkün olmayınca bu dünyanın, çok çeşitli halleri, işleri ve genişliği ile beraber ayakta durması nasıl mümkün olur?" dedi. Bunun üzerine, dehrîlerin hepsi ağladı ve, "Doğru söylüyorsun, haklısın" dediler. Kılıçlarını kınlarına sokarak, yaptıklarına pişman oldular.

4) Şafiî (r.a.)'ye "Yaratıcı'nın varlığı hakkındaki delil nedir?" diye sordular. Bunun üzerine o, şöyle dedi: "Dut ağacının yaprağının tadı, rengi, kokusu ve karakteri sizce birdir, değil mi?" Onlar: "Evet" dediler. Bunun üzerine Şafiî: "Onu ipek böceği yediği zaman, ibrişim; arı yediği zaman bal olur; köyün yediği zaman onun tersi olarak çıkar; ceylan yediği zaman da, onun Özel kesesinde misk bağlar, misk haline gelir... Yedikleri şeyin karakteri bir olmakla beraber, bütün bu şeyleri böyle farklı farklı yapan kimdir?" Onlar Şafiî'nin bu sözünü güzel bularak, O'nun eliyle müslüman oldular. Bunlar, onyedi kişiydiler...

5) Bu mesele, bir kez, Ebu Hanife (r.a.)'ye de soruldu da, O da şu şekilde bir istidlalde bulundu: "Baba erkek çocuk ister, fakat kız olur. Veyahutta, aksi olur. Bu da, bir Yaratıcı'nın varlığına delalet eder."

6) Ahmed İbn Hanbel (r.a.) de, üzerinde bir gedik bulunmayan, dümdüz, dışı erimiş gümüş gibi içi de saf altın gibi olan; sonra duvarları yarılarak içinden, duyan ve gören bir canlı çıkan bir kaleyle istidlal ederek, bunun bir faili olması gerektiğini söylemiştir. Ahmed İbn Hanbel, kale ile yumurtayı; canlı ile de civcivi kastetmiştir.

7) Harun Reşid, İmam Malik'e bu hususu sorduğunda, O da, seslerin çeşitliliği, nağmelerin titreşim ve dillerin farklılığı ile istidlal etti.

8) Ebû Nuvâs'a da bu husus sorulunca, o şöyle dedi:

"Yeryüzündeki bitkileri bir düşün ve Yüce Hükümdarın, Allah'ın yaptıklarının alametlerine iyice bak! Görürsün ki, fışkıran gümüş gibi gözeler ve zümrüt dallar üzerinde dökülmüş altın gibi olan çiçekler, Allah'ın hiçbir şerîki olmadığına şehâdet ederler!"

9) Bir bedeviye, Allah'ın varlığının delili sorulduğunda o, şöyle cevap verdi: "Devenin kığısı deveye, eşeğin tersi eşeğe, ayak izleri de, yürüyene delâlet eder. Burçları olan gökler, geçitlerle dolu yeryüzü, dalgalı denizler Kadir, Alîm ve Halîm olan bir yaratıcıya delalet etmiyor mu?"

10) Bir doktora, "Rabbini neyle bildin?" denildiğinde, o şöyle cevap verdi: "İlaç olarak kullanılan sıvıyı kurutanJ"İhlîlec"ağacı ve ağızda bulunan, besinleri yumuşatıcı tükrük salgılarıyla..."

Bir başkası da: "Arıyla onu tanırım; bir taraftan bal verirken, diğer taraftan da insanı sokar (bal) kelimesi, (sokmak, ısırmak) kelime­sinin ters çevirilmiş şeklidir.

11) Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onlara, kendilerini kimin yaratmış olduğunu sorarsan, sana muhakkak ki, Allah'tır!" diyecekler" {Zuhruf 87) ve "Azabımızı gördüklerinde, biz yalnız Allah'a iman ettik ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik dediler "(Mümin. 84)  ayetlerinde, bedahetin hükmüdür. [199]

 

İbadetin Gerekçesi

 

Kâdi şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın "Ki O, sizi yarattı" ifadesi, ibadete müstehak olmanın, ancak yaratma ile olacağını gösterir.

Allah Teâlâ kullarını ibadetle mükellef tutunca, hangi şeyden ve neden dolayı ibadet etmenin gerekli olduğunu da açıklamıştır. Buna göre, eğer Cenab-ı Hakkın, "Sizden öncekileri de yaratan "âyetinde, onlardan öncekilerin Allah tarafından yaratılması onlara Allah'a ibadet etmenin vacib olmasını gerektirmediği halde, bunu zikretmenin ne gibi bir faydası vardır? denilirse, biz deriz ki, bunun cevabı iki şekildedir.

a) İş, gerçi senin dediğin gibidir. Ancak onların Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini yarattığını bilmeleri, kendilerinden öncekileri de bilmeleri gibidir. Çünkü bunu bilmenin yolu tekdir.

b) Onlardan   öncekiler,   onların   kökleri   mesabesindedir.   Köklerini yaratmak, fürûuna, dallarına nimet vermek yerine geçer. Sanki Cenâb-ı Hak, onlara olan büyük nimetini hatırlatarak, adeta şöyle demiştir: "Zannetme ki ben sana, ancak sen varolduğun zaman nimet verdim! Hayır, ben, senin köklerini ve atalarını yaratmış olduğum için, sen varolmadan binlerce sene önce de sana nimet vermiştim!" [200]

 

Teraccî (umut) İfadesi Allah Hakkında Neye Delalet Eder?         Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakkın, " Ümulur ki, takva sahibi  olursunuz"  sözünde   iki   bahis  söz konusudur.-

Birinci bahis: kelimesi "teraccî" ve "işfâk" (ummak ve acımak) ifâde eder. Meselâ sen, "Umarım ki, Zeyd bana ikram eder" dersin.

Cenâb-ı Hak da şöyle demiştir:

"Belki o, öğüt alır ya da korkar. "(Taha, 44), ve  "Umulur ki kıyamet yakın­dır"'(Şûra, 17) Yine, Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edenler ise, kıyametten korkarlar"(Şûra, 18) ayetine bakmaz mısın? "Teraccî ve işfak" ancak netice bilinmediği zaman bulunur. Bu ise, Cenâb-ı Allah için imkansızdır. Bu sebeple, burada bir izah yapmak gerekir. Bu izah ise, birkaç yönden olur:

a) nin manası, AHah'adeğil de, kullara yöneliktir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (Tahâ, 44) sözünün manası şöyle olur: (Hz. Musa ve kardeşine hitap ederek) Firavunun iman i etmesini umarak bu beklenti içinde ona gidiniz... Sonra Cenâb-ı Hak, işin .nereye varacağını bilir...

b) Meliklerin ve büyük zatların yerine getirmeye kararlı oldukları vaa'dleri ve benzeri kelimeleri söylemelerine veya bu va'din olmasının onların rumuzlarına veya gülümsemelerine veyahut da tatlı bir bakışlarına dayanması adetlerindendir. Böyle bir şey sezildiğinde.talibolanınjistediğini elde etmede bir şüphesi kalmaz. İşte bu üslûba binaen, Cenâb-ı Allah'ın kelamında jiî lafzı yeralmıştır.

c) nin (için) manasına olduğunu söylemektir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir. manasına gelmez. kelimesi ümit vermek içindir. Kerim ve Rahim olan Allah ümid verdiğinde, şüphesiz, Allah'ın bu ümid verişi, kesin vaa'd(yerine geçer.|İşte bu sebebten dolayı Kelâmullah'da manasını ifade eder, denilmiştir.

d) Cenâb-ı Allah, mükelleflere öyle bir muamelede bulunmuştur ki onu başkası yapsaydı bu, arzu edilen şeyin meydana geleceği ümidini verirdi. Çünkü Cenab-ı Hak, kullarına hayra ve şerre yöneiik kudreti verip, onlara yol gösterici  akılları yaratıp  hertürlü  mazeretlerini  ortadan  kaldırınca; başkasına böyle bir muamelede bulunan herkes o kimseden istenen şeyi yapacağını bekler. Buna göre lafzından maksad, başkası onu yapsaydı maksadın meydana gelmesini ümid etmeyi gerektirecek olanı yapmaktır.

e)  Kaffâl şöyle demiştir: birşeyin tekerrür etmesi manasından alınmıştır. Bu Arapların (içtikten sonra bir daha iç) demeleri gibidir. nin lamı e dahil olan te'kid lâmıdır.Buna göre nin aslı dir. Çünkü onlar, (olurki, şöyle yaparsın) derler, yani demektir. nin asıl mânası, tekrar ve te'kid için olunca "Şunu yap, böylece ihtiyacını elde edebilirsin" diyen kimsenin, bu sözünün manası, "Onu yap, çünkü senin onu yapman, senin onu arzulamanı güçlendirir ve sana bu hususta güç verir" şeklinde olur.

İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: "İbadet, takva demekse, Allah'ın

"Rabbinize ibadet edin ki takva sahibi olasınız " ayeti, "Rabbinize ibadet ediniz ki ibadet etmiş olasınız  manasına veya "Rabbbinizden ittika edin ki takva sahibi olasınız (ittika etmiş olasınız) manasına gelir."

Buna iki yönden cevab verebiliriz.

1) İbadet,  takvanın   kendisi   olduğunu   kabul   edemeyiz.   İbadet, takvanın  kendisi   ile   meydana geldiği bir iştir. Çünkü ittika, zarar veren şeylerden sakınmak; ibadet de emredilen şeyi yapmaktır. İbadetin bizzat kendisi zararlı şeylerden   sakınman   değil,   aksine   zararlı şeylerden sakınmayı gerektiren şeydir. Buna göre sanki Cenab-ı Hak," Kendisi ile azab-ı ilahiden sakınmak için Rabbinize ibadet edin " demiştir. Fiilin bizzat kendisi hakkında, "Bu ittikadir " denilirse, bu ifade hakikat değil mecaz olur. Çünkü ittika, kendisi ile ittikanın meydana geldiği şeyden başkadır. Ne var ki bu ikisinin birbiriyle sıkı irtibatı olduğu için, birinin ismi diğerine verilebilmiştir.

2) Cenab-ı Allah'ın "Cin ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat, 56) ayetine göre, Allah Teala mükellef varlıkları ittika edip itaatte bulunsunlar diye, yaratmıştır. Buna göre sanki Cenab-ı Hak, onları bu maksaddan ötürü, yaratan Rabbe ibadet etmeyi emretmiş. Bu izah Mutezile'nin usulüne uygundur. [201]

 

Farklı Kıraatler ve İzahları

 

Ebu Amr, "lafzını  idgamla okumuştur. Ebu's-Sumeyfi   de şeklinde okumuştur. Zeyd b. Ali ise şek­linde ise kıraat etmiştir. Keşşaf sahibi: "Burada kuvvetli olan tarafı birinci fiili ile sılası arasına te'kid için ikinci bir ism-i mevsul getirmektir. Nitekim Cerir: "Ey babası olmayan Adiyli Teym'ler." şiirinde, ikinci Teyme'yi ilk Teyme ile, ilkinin muzafun ileyhi arasına getirmiştir." demiştir.

"O (Rab) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. O gökten su indirip onunla türlü türlü meyveleri size rızık olarak çıkardı. O halde, bile bile Allah'a ortaklar koşmayın "(Bakara, 22) ayetine gelince, bunda birçok meseleler vardır: [202]

 

 Ayetteki  nin İ'rabı:

 

 lafzı ya sıla cümlesi ile birlikte cünlesinin  sıfatı olarak  veyahut da   medh ve ta'zim olarak mansubtur, veya mübtedâ olarak mahallen merfûdur. Nasb halindeki medih manası, ref halinde de vardır. [203]

 

İkinci Mesele

 

lafzı, malum bir hüküm  ile  tarif etmeye çalıştığımızda, müfred bir kelimeye işaret etmek için konulmuş bir kelimedir. "Babası gitmiş olan adam gitti " demen gibi... Buna göre (Babası gitmiş olan) cümlesi malum bir hükümdür. Adamı, bu bilinen hüküm ile tarif etmeye çalıştığında onun başına kelimesini getirirsin. Bu, nahivcilerin, marife kelimeleri, cümlelerle tavsif etmek için kullanılır" sözlerinin gerçek manasıdır. Bunun böyle olmduğu sabit olunca, âyeti, o müşriklerin, yeryüzünü bir döşek, göğü de bir bina olarak yapmış olan bir varığin mevcudiyetini bilmiş olmalarını iktiza eder. Bu ise, Hak Teâlâ'nın: "Onlara, gökleri ve yeryüzünü kimin yarattığını sorarsan,'"Allah" diyeceklerdir "(Lokman, 25) ayetinin ifade ettiği şeydir. [204]

 

Ayetin İhtiva Ettiği Enfûsî ve Afakî Tevhid Delilleri             Başa Dön

 

Allah Teala, bu ayette, ikisi enfûsî, üçü de afakî olan beş türlü delil zikretmiştir. Evvela (Sizi yaratan) lafzı ile başladı; ikinci olarak "Ve sizden öncekileri"ifadesi ile babaları ve anneleri; üçüncü olarak yeryüzünün bir döşek olmasını; dördüncü olarak gökyüzünün bir bina olmasını, beşinci olarak da ibaresi ile de gök ile yerin her ikisinden meydana gelen şeyleri zikretti. Bu tertibin birkaç sebebi vardır:

a) İnsana en yakın şey, kendisidir. İnsanın, kendi varlığının durumlarını bilmesi, başka şeyleri bilmesinden daha nettir. İstidlalde bulunmaktan maksad ilim elde etmek olduğuna göre, delalet cihetinden en açık olan ilim ifade etme bakımından en güçlü ve anılmaya en layık olur. Bu sebeble, insanın önce kendisini, sonra babalarını ve annelerini, üçüncü olarak yeryüzünü zikretti; Çünkü yeryüzü insana gökten daha yakındır ve insan gökyüzünün durumlarından çok yeryüzünün durumlarını bilir. Gökyüzünü, gökten yağmurun  inmesinden ve bu yağmurla  meyvelerin çıkmasından önce zikretti. Çünkü yağmur, gök ile yeryüzünün her ikisinden doğmuş bir iş gibidir. Eser, müessirden sonra gelir. Bu sebebten ötürü, Hak Teala, yağmuru, yeryüzü ve gökyüzünün zikredilmesinden sonra zikretmiştir.

b) Mükelleflerin, canlı ve kudret sahibi olarak yaratılmış olması, bütün nimetlerin temelidir. Yerin, göğün ve yağmurun yaratılmasına gelince, bunlardan istifade etmek, yaratılmış olmakjhayat.kudret ve iştiha sahibi olmak şartlarına bağlıdır. Bu sebeble birinci derece olan şeylerin, ikinci derece olan şeylerden önce zikredilmesi gerekir. Yaratıcının varlığına delalet eden yerde ve gökteki herşey, zaten insanda mevcuttur. Yerde ve gökte bulunmayan deliller de insanda mevcuttur. Çünkü insanda hayat, kudret, şehvet ve akıl vardır.   Bütün  bunlar,  Allah'dan  başkasının  kadir olamayacağı  şeyler türündendir. Cenab-ı Hakk'a delalet eden bütün delil çeşitle:: insanda mükemmel olarak bulununca, insanın önce zikredilmesi daha uygundur. Bil ki tertibteki sebebi zikrettiğimiz gibi, bu sebebten herbirindeki faydalan da zikredeceğiz. [205]

 

Yeryüzünün Döşek Misali Yaratılması

 

Allah Teâla, bu ayette, yeryüzünü döşek kıldığını söylemiştir. Bunun bir benzeri de, "Yoksa yeri bir karargah yapan, aralarından ırmaklar akıtan mı?"(Neml, 61) ve

"O, yeryüzünü sizin için bir beşik (gibi) yapandır "(Zuhruf, 10) ayetleridir. Yeryüzünün, bir döşek gibi olması, bazı şartlara bağlıdır:

1) Onun sakin olmasıdır.[206] Bu böyledir. Çünkü, O, şayet hareketli olsaydı, bu hareket ya düz olurdu veya dairevi olurdu. Eğer düz olsaydı, manada o yeryüzü bizim için bir döşek olmazdı. Çünkü yüksekten adayan bir kimsenin, bu durumda, yeryüzüne düşememesi gerekirdi. Zira yeryüzü kayıp gitmektedir. Bu insanda boşlukta kalır. Yeryüzü insandan daha ağırdır. İki ağır şeyden, düştükleri esnada daha ağır olan, daha hızlıdır. Daha yavaş olan, süratli olana ulaşamaz. Bu sebeble, o insanın yere düşmemesi gerekirdi. Böylece yeryüzü düz bir şekilde düşerse, bir döşek olamaz. Eğer yeryüzünün hareketi dairevi olursa, ondan istifademiz tam olmazdı. Yeryüzünün hareketi, mesela doğuya doğru olduğunda, o insan da batıya doğru hareket etmeyi istiyorsa, şüphesiz yerin hareketi daha hızlı olacaktır. Böylece de insanın olduğu yerde kalması ve ulaşmak istediği yere ulaşamaması gerekecektir. Halbuki, İnsanın istediği yere ulaşması mümkün olunca, yeryüzünün neidüz yönde, ne de dairevi olarak hareket etmediğini anlamış olduk.... O halde, yeryüzü sakindir. Sonra ulemâ, bu sükun halinin sebebi hususunda birkaç bakımdan ihtilaf etmişlerdir.

Birincisi: Yeryüzünün, alt tarafından bir sınırı yoktur. Bu böyle olunca, yerin duracağı bir yer olmaz, dolayısıyla bir yere de inmez... Bu görüş, yanlıştır; çünkü cisimlerin sonlu olduğu delil ile sabittir.

İkincisi: Cisimlerin sonlu olduğunu kabul edenler, yeryüzünün küre değil, tam aksine yarım küre şeklinde olduğunu, kürevî kısmının üstte, düz kısmının ise altta; ve bu düz kısmının da su ile hava üzerine oturmuş olduğunu; ağır olanın, yayıldığında, bir kurşun gibi hava ve suyun içine batmadığını; çünkü kurşunun da yayıldığında batmadığını, bir araya getirildiğinde kütle halindeyken batmadığını söylemişlerdir. Bu, iki yönden yanlıştır.

a- Çünkü su ve havanın durma sebebinden bahsetmek, yerin durma sebebinden bahsetmek gibidir.

b- Niçin yeryüzünün alt kısmı, suyun üzerinde durabilecek şekilde düz, üst kısmı da kürevi şekilde olmuştur?

Üçüncüsü: Yerin sakin olmasının sebebinin, onu her taraftan kendine doğru çeken felekler olduğunu söyleyenlerdir. Felekler yeryüzünü her taraftan eşit şekilde çektikleri için, yeryüzü tam ortada kalır. Bu görüş de iki yönden batıldır.

a) Daha küçük olan, büyüğe nazaran daha hızlı cezbolunur. Zerre kadar olan dünyaya ne oluyor da, feleklere) doğru niçin çekilmiyor?

b) Yakın olanın cezbolunması, daha uygundur. O yukarıya doğru fırlatılmış bir zerrenin cezbolunması, daha kolaydır. Bu nedenle onun tekrar geriye dönmemesi gerekir.

Dördüncüsü: Şöyle diyenlerin görüşü: Yeryüzünün sakin olmasının sebebi, feleklerin onu her taraftan itmesidir. Nitekim bir parça toprak,cam d an bir şişe içine konulup sonra tepesinden tutulup hızlıca çevirildiğinde, itme

kuvveti  her taraftan aynı şiddette olduğu için, o toprak şişenin tam ortasında kalır. Bu da beş bakımdan geçersizdir:

a) İtme kuvveti bu dereceye vardığı halde, neden hiçbirimiz onu hissetmiyoruz?

b) Bu itmenin hali nedir ki, bulutların ve rüzgarların hareketini belli bir yöne çevirmiyor.

c) Yine bu itmenin hususiyeti nedir ki dünyanın batıya doğru dönmesini , doğuya doğru dönmesinden daha etkili kılmamıştır.

d) Ağır olan şeyin büyük olduğu oranda, daha yavaş hareket etmesi gerekir. Çünkü güçlü bir itici tarafından büyük bir cismin itilmesi, küçük bir cismin itilmesinden daaha yavaştır.

e) Düşmekte olan ağır bir cismin hareketinin başlanğıçtaki sürati nihai hareketinin süratinden daha fazladır. Çünkü başlangıçta o cisim felekten daha uzaktadır.

Beşincisi: Yeryüzü tabii olarak feleklerin ortasında durmak ister. Bu Aristoles ve talebelerinin görüşüdür. Bu görüş te zayıftır. Çünkü cisimler, cisim olma hususunda birbirine eşittirler. Öyleyse bu cisimlerden bir kısmının, kendisi sebebiyle bu durumu  istemiş olduğu sıfat ile tahsisi edilmesinin caiz olması gerekir. Bu durumda da bu tahsis edilme bir Fail-i Muhtar’a muhtaç olur.

Altıncısı: Ebu Hâşim şöyle demiştir: “Yer yüzünün alt yarısında yüksek, üst yarısında da alçak payandalar vardır. Her iki taraftaki payandalar dünyayı sıkıştırdıından dolayı , dünyanın durması gerekmiştir.” Buna şu soruyu sorarız.: “İki yarımdan her birinin özel bir sıfat ile tahsis edilmeleri ancak bir Fail-i Muhtar ile mümkündür. Bizim anlattıklarımız ile yeryüzünün ancak Allah Teala tarafından sakin kılınmasının temin edildiği ortaya çıkmıştır. İşte durumböyle olunca deriz ki: Onun, ne üzeri ile bir alakası, ne de altında bir desteği olmaksızın,yeryüzünün müstakar (kararlı) olduğunu bilmek için, yeryüzüne iyice bak. Yer yüzünün üzerinde bir bağı olmadığı hususuna gelince bu gözle görülecek kadar bellidir. Şöyle ki yeryüzü şayet, bir bağ ile tutturulmuş olsaydı,bu bağın bir başka bağa ihtiyacı olurdu. Bu da ilanihaye uzanırdı. Bu izah ile yeryüzünün altında da bir payanda olmadğığ ortaya çıkmış olur. Böylece biz, onu , kudreti ve ihtiyarı ile tutuan bir varlığın olması gerektiğini bilmiş olduk.

İşte bundan dolayı Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

“ Muhakkak ki Allah gökleri ve yeri , yerlerindin ayrılmasınlar diye tutmaktadır. Eğer onlar yerlerinden oynarlarsa , Allah’dan başka kimse onları yerinde tutamaz” (Fatır, 41)         

2) Yeryüzünün bizim için bir döşek olması için, taş gibi sert olmaması gerekir. Çünkü taş üzerinde uyumak ve yürümek bedene acı verir.

Yine, mesela yeryüzü altından olsaydı, üzerini eşmek ve istenildiği gibi bir şeyler yapmak imkansız olacağından, üzerinde ziraat yapılması ve ondan evler edinmek mümkün olmazdı.

Yine yeryüzünün insanın içine batttğı su gibi son derece yumuşak olmaması da gerekir.

3) Yine yeryüzünün çok şeffaf ve saydam olmaması da gerekir. Çünkü şeffaf olan birşeyin üzerinde ışık durmaz. Böyle olan bir şey de yıldızlardan ve güneşten gelen ısı ile ısınmaz. Böylece de son derece soğuk olur. İşte bu sebeble Cenab-ı Allah, yeryüzünü, ışık üzerinde durabilsin de böylece o ısınsın ve bu özelliği ile de canlılar için bir döşek olsun diye tozlu topraklı yarattı.

4) Yeryüzünün seviyesinin sudan yüksek olmasıdır. Çünkü yerin tabiatı, suya batma özelliğine sahiptir. O zaman da denizlerin kara parçalarını kaplaması gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, yeryüzü bizim için bir döşek olamazdı. Bize bir döşek olmaya elverişli olsun diye, sudan yükselen adalar gibi, Hak Teala, yeryüzünün tabiatını değiştirererk, bazı kısımlarını suyun üstüne çıkardı.

Bazı insanlar, yeryüzünün bir döşek olmasındaki şartın, onun bir küre olmaması olduğunu iddia ederek, bu ayeti, yeryüzünün küre olmadığına delil getirmiştir. Bu gerçekten uzak bir görüştür. Çünkü küre pek çok bPyük olursa, onun her parçası üzerinde yerleşme imkânı verme yönünden düzlük olur. Dağlar yerin kazıkları durumunda olduğu halde onlaıın üzerinde yerleşmenin mümkün olması, bu hususu daha iyi anlatır. Bu daha uygun bir açıklamadır. Allah en iyi bilendir. [207]

 

Yeryüzünün Fayda ve Özellikleri         Başa Dön

 

Yeryüzünün diğer faydalan ve sıfatları hakkındadır:

Birinci fayda: Onda meydana,gelen ve tafsilat­ını ancak Allah'ın bildiği madenler bitkiler, canlılar ve ulvî-süfli alametler gibi birtakım şeylerdir.

İkinci fayda: Nemin yeryüzünü bürümesi, böylece de mürekkeb varlıkların bedenleri ile temasa geçmesidir.

Üçüncü fayda: Yeryüzü bölgelerinin değişiklik arzetmiş olmasıdır. Mesela bir kısım bölgeler yumuşak zeminli, bir kısmı sert, bir kısmı çorak, bir kısmı da taşlıdır. Bu da Cenâb-ı Allah'ın:

yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır. "(Rau 4) ve "Güzel memleketin nebatı, Rabbinin izniyle (bol) çıkar. Fena olandan ise faidesi pek az bir şeyden başkası çıkmaz. "(A'raf, 58) ayetleri ile bahsettiği husustur.

Dördüncü fayda: Yeryüzünün renklerinin değişik değişik olmasıdır. Mesela kızıl, beyaz, siyah, kül rengi ve toz rengi olması gibi. Nitekim Allah Teâlar

"Dağlardan da beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzgûnîsiyah yollar (yaptık) "/(Fatır, 27) buyurmuştur.

Beşinci fayda: Yeryüzünün bitkiler ile varılmasıdır. Nitekim Allah Subhanehu: "(O nebat İle) yarılan yere (yemin olsun)"(Tarık, 12) buyurmuştur.

Altıncı fayda: Yeryüzünün gökten inen yağmurları depo etmiş olmasıdır. Allah teala şu ayetlerîyle buna işaret etmektedir:

"Gökten de belli bir miktarda yağmur indirdik ve onu yeryüzünde tuttuk. Şüphesiz ki biz onu gidermeye de kadiriz. "(Müminun, 18)

"De ki, eğer suyunuz yerin dibine çekilip giderse, size kim akar bir su getirir, bana söyleyin?"'(Mulk, 30).

Yedinci fayda: Yeryüzünde büyük nehirlerin ve su kaynaklarının oulunmaşıdır. Hak Teala;

"Cenab-ı Allah yeryüzünde oturaklı oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratmıştır "(Ra'd, 3) sözü ile buna işaret etmiştir.

Sekizinci   fayda:   Yeryüzünde   maden   ve   maden   cevherlerinin bulunmasıdır. Allah Teala; "Yeri de (döşeyip) yaydık. Onda sabit dağlar (yaratıp) [koyduk, oralarda herşeyden (münasib) bitkiler bitirdik. "{Hicr, 19) ayetiyle buna işaret kiriştir. Cenab-ı Hak daha sonra bu hususu iyice açıklayarak:

"Hiçbirşey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın. Biz onları ancak, belli bir ölçü ile indiririz "(Hicr, 21) buyurmuştur.

Dokuzuncu fayda: Yeryüzünün ortaya çıkardığı toprak altındaki tane çekirdeklerdir. Nitekim Allah Teala:

"Hiç şüphesiz Allah taneleri ve çekirdekleri çatlatarak (bitkileri ve :4aclan çıkaran)dir. "(En-am, 95) ve

"O, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır "(Neml, 25) buyurmuştur. Hem sonra yeryüzünün cömert bir karakteri vardır. Çünkü sen ona tek bir tohum atarsın, buna karşılık o, bunu sana yediyüz misli ile verir. O,

"Yedi başağı olan, her başağında da yüz tanesi olan bir tek tohumun hali gibidir "(Bakara. 261) buyurmuştur.

Onuncu fayda: Yeryüzünün ölümünden sonra tekrar hayat bulmasıdır. Nitekim Allah;

"Suyu kupkuru ve çorak yere sevkettiğimizt, onunla ekini çıkardığımızı görmediler mi?"{Secde, 27) ve :

"Canlandırdığımız, ve içinden yeyip durdukları taneler çıkardığımız ölü toprak onlar için bir delildir (ayettir "(Yasin. 33) buyurmuştur.

Onbirinci fayda: Yeryüzünde renkleri, şekilleri ve yaratılışları farklı farklı olan canlıların bulunmasıdır. Cenabı Allah buna; "O, şu görüp durduğunuz gökleri direksiz yarattı. Yere, sizi sarsar diye, sabit dağlar koydu. Orada, herbir canlıdan nice çeşitler yaydı "(Lokman, 10) ayetiyle işaret etmiştir.

Onikinci fayda: Yerde, renkleri, türleri ve faydaları değişik olan bitkilerin bulunmasıdır. Buna da:

"Onda her çeşitten güzel çiftler (bitkiler) bitirdik "(Kâf, 7) ayetiyle işaret etmiştir. Bitkilerin renklerinin, tatlarının ve kokularının farklı olması birer delildir. İnsanların ve hayvanların gıdaları da onlardandır. Nitekim Cenab-ı Allah; 'Hem siz yeyin, hem hayvanlarınızı otlatın "(Tâhâ, m» buyurmuştur. İnsanların yiyeceklerine gelince, bu yemekleri, katıkları, ilaçları, meyveleri ve tatlılık ile ekşilikte çok çeşitli olan ürünleri de yeryüzünden sağlanır. Nitekim Cenab-ı Hak;

"Onda, arayanlar için dört günde eşit gıdalar takdir etti "(Fussiiet, 10) buyurmuştur. Yine insanların giyecekleri de yeryüzünden elde edilir. Çünkü giyecekler pamuk ve keten gibi, ya bitkilerden elde edilir, veya kıl, yün, ipek ve deri gibi, hayvanlardan elde edilir. Bu şeyler de Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne dağıttığı hayvanlardan elde edilir. Buna göre, insanların yiyecekleri de giyecekleri de yeryüzünden elde edilir. Sonra Cenab-ı Hak da;

"Allah, sîzin bilmediğiniz (daha birçok şeyi) yaratır. "(Nahl, 8) buyurmuştur. Bu ayette, ancak Allah'ın bilebileceği sayısız faydaların mevcudiyetine işaret vardır. Sonra Cenab-ı Allah, sen öldükten sonra, kabahatlannı Örtecek vasıfta yaratmış ve şöyle buyurmuştur:

"Biz yeri, dirilerin ve ölülerin toplandığı bir yer yapmadık mı?"(Mûrseiât, 25-26);

"Sizi o (toprak) tan yarattık ve yine oraya döndüreceğiz "(Taha.55). Sonra Cenab-ı Allah, bütün bu büyük faydalan gök ve yerde toplayaraK şöyle buyurdu:

"O göklerde ve yerde ne varsa, herşeyi sizin emrinize verdi "(Casiye, 13)

Onüçüncü fayda: Yeryüzünde çeşitli taşların bulunmasıdır. Onlardan bazı küçük taşlar zinete elverişlidir, yüzüklere kaş yapılır. Büyüklerinden de bina yapımında kullanılabilecek olanlar vardır. Çok bol bulunan ve yanan taşlar (kömürler) ile, pek nadir olan kırmızı yakutlara bir bak. Sonra dön, bu değersiz sayılan taştaki (kömürdeki) faydanın çokluğuna ve değerli sayılan yakut taşının faydasının azlığına bir bak.

Ondördüncü fayda: Allah'ın yeryüzünde altın ve gümüş gibi kıymetli madenler yaratmasıdır. Bir düşün, insanlar nasıl ince sanatlar ve kıymetli mamuller meydana getiriyorlar? Sonra denizin derinliklerinden balıkları nasıl çıkarıyor, göz alıcı yüksekliklerden kuşları nasıl yakalıyorlar, buna rağmen artın ve gümüşü meydana getirmekten nasıl aciz oluyorlar? bir bak. Bu aciz kalışın sebebi şudur: Altın ve gümüşün yaratılmalarının faydası sadece bir değer (para) olmalarıdır. Bu fayda ise ancak, onlar az miktarda olurlarsa mümkün olur. O halde, bu ikisini meydana getiren, bunların yaratılışlarında hikmeti boşa çıkarmış olur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, bu hikmeti onaya koymak ve bu nimetin devamını sağlamak için, bunların icadı önüne bir engel koymuştur. Bu sebebten ötürü, mahlukata zararı olmayan şeyleri elde etmede, insanlara güç vermiş, böylece de onlar, bakırdan sarı madeni, mdan da camı elde edebilmişlerdir. Bu incelikler ve akıllara hayret verici hususları insan düşündüğünde, bütün bu işlerin Hakim, Kadir ve Afim bir yaratıcıya muhtaç olduğuna inanmaya mecbur kalır: Cenab-ı Allah, zalimlerin söylediklerinden tamamiyle münezzehtir, yücedir ve büyüktür."

Onbeşinci fayda: Bina, çatı yapımında kullanılan ve yakacak olarak strfade edilen ağaçların yeryüzünde ve dağlarda çokça bulunmasıdır. Hele ekmek ve yemek pişirirken insanın bu oduna ne kadar ihtiyacı vardır. Cenab-ı Hak, yeryüzünün delillerine ve sağladığı faydalara, ediblerin Yaşamayacağı ve fasihlerin ifadeden aciz kalacağı birtakım lafızlarla dikkat çökerek:

"O (Allah), yeri yayıp döşeyen, onda sabit dağlar ve nehirler yaratandır. O, her türlü meyveyi de yeryüzünde ikişer çift yaratmıştır"(Ra’d, 3) buyurmuştur. Nehirlere gelince onların da, Nil, Seyhun, Ceyhun ve Fırat gibi büyükleri olduğu gibi küçükleri de vardır. Bunlar pek çok olup, hepsi de içmeye, ziraate ve diğer faydalı işlere elverişli tatlı sular taşırlar. [208]

 

Gök ile Yerden Hangisinin Efdal Olduğu             Başa Dön

 

Gökyüzü mü, yeryüzü mü üstündür meselesidir. Bazıları, birtakım sebeblere binaen gökyüzünün daha üstün olduğunu söylemişlerdir:

1) Gökyüzü meleklerin ibadet yeridir. Orada Allah'a herhangi bir ferdin asi olduğu bir bölge yoktur.

2) Hz.Adem (a.s.), cennette o hatayı işleyince ona, "Cennetten in." denildi ve Allah Teala, "Benim civarımda, Bana isyan eden hiç kimse bulunmasın " dedi.

3) Cenab-t Allah,

"Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan (gibi) yaptık "(Enbiya, 32) ve

"Gökte burçlar yaratan (Allah) ne yücedir"(Furkan. 61) buyurmuş, ama, yeryüzü hakkında böyle bîrşey söylememiştir.

4) Çoğunlukla "gökyüzü" ismi, "yeryüzü"nden önce zikredilmiştir. Diğer bazı kimseler de, birtakım sebeblerden dolayı yeryüzünün daha

üstün olduğunu söylemişlerdir:

1) Allah Teala, yeryüzünün bazı bölgelerini;

"Şüphesiz ki insanlar İçin yapılmış olan ilk ev (mabed) Mekke'de, mübarek olarak kurulmuş olan (kâbe')dir. "(Ali imran, 96);

2) "Mübarek bir yerdef ağaçtan...'.'(Kasas ,30);

3) "EtraÛm mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa 'ya... "(isra, 1) ayetleri ile mübarek olarak nitelemiştir.

4)  Şam topraklarını da "bereket" vasfı ile nitelendirerek:

"Yerin, kendisini mübarek kıldığımız doğulan ve batıları... " (Araf, 137) buyurmuştur.

5) Cenab-ı Allah, yeryüzünün tamamını da "mübarek" olarak vasfederek,

"De ki: Gerçek siz mi, o yeryüzünü iki günde yaratanıink ediyor ve ona ortaklar koşuyorsunuz. O, âlemlerin rabbidir. (Allah) orada, üstünden sabit dağlar yarattı ve onda bereketler yarattı "(Fussilet, 9-10) buyurmuştur.

Şayet, "Issız çöllerde ve helak edici yerlerde ne bereket var?" denirse, biz de deriz ki: Onlar, vahşi hayvanların sığınakları ve otlaklarıdır. Sonra oralar, ihtiyaç hissedildiğinde, insanların meskenleri de olurlar. İşte bu tür bereketlerden ötürü, Cenab-ı Hak, 'yeryüzünde, kesin bilgi sahfblerl için nice ayetler (deliller) vardır"(Zariyat, 20) buyurmuştur.

Bu âyetler, herne kadar kesin bilgi sahibi olmayanlar için de sözkonusu ise de, bunlardan sadece kesin bilgi sahibleri faydalandığından dolayı, onları şereflendirmek için Cenab-ı Hak, bunların hasseten onlar için ayet olduğunu bildirmiştir. Nitekim Allah Teala, "(O Kur’an) muttaküer için bir hidayet (rehberi)dir."(Bakarâ, 2) buyurmuştur.

6) Hak Teala  "Sizi o (topraktan) yarattık ve yine oraya döndüreceğiz"(Taha, 55)ayetinde buyurduğuna göre, kerim olan peygamberleri de topraktan yaratmış, buna karşılık gökten birşey yaratmamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak;

"Gökyüzünü korunmuş bir tavan (gibi)yaptık "(Enbiya, 32) buyurmuştur.

7) Hak Teala, Peygamberi, (s.a.s.) bu yeryüzü ile ikramda bulunmuş ve yeryüzünün tamamını onun için mescid kılmış, toprağını da temiz saymıştır. [209]

 

Gökyüzünün Bina Olması

 

Allah'ın "....ve gökyüzünü de bir bina yaptık "(Bakara, 22) ayetine gelin­ce bunda birkaç mesele vardır: [210]

 

Birinci Mesele

 

Cenab-ı Allah, kitabında, göklerin ve yerin durumlarını çeşitli ayetlerde zikretmiştir. O'nun, gökleri   ve  yeri  çokça  zikretmesi,   bunların kıymetlerinin büyüklüğüne ve bu ikisinde büyük ilahi sırlar ile mahlûkatın akıt ve anlayışlarının yetişemiyeceği yüce hikmetleri bulunduğuna delalet eder. [211]

 

İkinci Mesele         Başa Dön

 

Gökyüzünün faziletleri hakkındadır. Bu faziletler çok yönlüdür:

Birincisi: Cenab-ı Hak, gökyüzünü yedi şeyle

süslemiştir:

a)  Yıldızlarla,  yemin olsun ki  biz yere en yakın olan göğü kandillerle (yıldızlarla) donattık "(mülk. 5);

b) Ay ile “Onların içinde Ay’ı  bir nur yaptı "(Nuh, 16);

c)  Güneş ile, "Güneşi de bir kandil yapmıştır "(Nuh, 16);

d) Arş ile,

"O, Büyük Arş'm Rabbidir " (Tevbe, 129);

e)  Kürsi ile,

"O'nun Kutsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır "(Bakara, 255);

f)  Levh-i Mahfuz ile, "Levh-i MahfUz'da..."(Burûc, 22) ve

g)  Kalem ile, "Nun, Kalem'e yemin olsun ki..." (Kalem, 1). İşte bu yedi şeyin üçü açık, dördü ise ayet ve hadislerin bildirmeleri ile sabit olan gizli şeylerdir.

İkincisi: Cenab-ı Allah göklere, kıymetinin büyüklüğünü gösterecek isimler vermiştir: Sema, Sakf-ı mahfuz (Korunmuş tavan), yedi tabaka, yedi güçlü gibi... Sonra gökyüzünün son halini zikrederek şöyle buyurur:

"Gökyüzü yanldığı zaman "(Murseiât, 9); "Gökyüzü yerinden sökülüp alındığı zaman (Tekvir, 11); "Gökyüzünü durduğumuz gün... "(Enbiya. 104); "Gökyüzü erimiş maden gibi olduğu gün..."(Meariç, 8 );

"Gökyüzü çalkalandıkça çalkalandığı gün..."(Tur. 9)

"O, kıpkırmızı bir gül gibi olur "(Rahman, 37). Allah Teala, semanın ilk halini iki ayetle anlatarak;

"Sonra (Allah), bir duman halinde olan göğe yöneldi "(Fussilet, 11) ve

"Göklerle yer bitişik bir halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı kâfirler görmediler mi?"(Enbiya,30) buyurmuştur. Yerin ve göğün sonradan yaratılmış olmaları ve son bulacak olmaları hususunda derinlemesine bir araştırma, Cenab-ı Hakk'ın: "O göğü ve yeri ve bunların arasındaki şeyleri biz boşuna yaratmadık Bu o kâfirlerin (boş) zanlandır "(Sad, 27) ayetine göre, O'nun, yer ile göğü yüce bir hikmetten ötürü yarattığını gösterir.

Üçüncüsü: Cenab-ı Allah, göğü, dua edenlerin kıblesi kılmıştır. Buna göre eller, göğe doğru kalkar, yüzler ona çevrilir. Orası, nurların, saflığın, aydınlığın, temizliğin. bozuk ve fesaddan korunmanın yeridir.

Dördüncüsü: Bazıları, göklerin ve yerlerin iki durumda bulunduklarını söylemişlerdir: Buna göre gökler etki eder fakat etkilenmez, yerler ise etkilenir etki etmez. Etki eden, etkilenenden daha şereflidir. İşte bu sebebten Ötürü, çoğu yerlerde gökyüzü yeryüzünden önce zikredilmiştir.

Niçin oijc cemi, ise müfred kullanılmıştır? Yine çoğu işlerde, gökler cemî olarak, yerler ise müfred olarak zikredilmiştir. Zira, gökler sebebiyle, yıldızlara değişik alâkalar meydana gelsin ve ışınların düştüğü yerler değişsin diye, göklerin çok sayıda olması gerekir. Yeryüzü ise etkilenen durumundadır. Bundan dolayı tek olması yeterlidir.

Beşincisi: Göğün rengi ve ondaki şaşmaz nizam hakkında düşünmektir... Çünkü göğün rengi, göze uygun ve onu güçlendiren renklerin en güçlülerindendir. Öyle ki doktorlar, gözü ağrıyan kimselere, mavi renge bakmalarını söylerler. O halde, kendisine bakanların yararlanmaları için, Cenâb-ı Hak gökyüzünü maviyle nasıl renklendirmiştir, bir bak! Cenâb-ı Hak Subhanehu, onun rengini, renklerin en faydalısı kılmıştır ki, bu da onun aydınlatıcı olması; şeklini de, şekillerin en üstünü kılmıştır ki, bu da onun yuvarlak olmasıdır. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak;

"Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl bina etmiş ve süslemişiz... Onda hiçbir çatlak da yoktur "(Kaf, 6) buyurmuştur. Yani, gökyüzünde hiç yarık ve gedik yoktur, demektir. Şayet gökyüzü yeri kuşatmayan bir tavan olmuş olsaydı muhakkak ki onda çatlaklıklar bulunurdu... [212]

 

Gökler Âleminin Üstünlüğü

 

Gökyüzünün ve onda mevcut olanların üstünlüklerini açıklamak hususundadır. Bunlar güneş, ay ve yıldızlardır. [213]

 

Güneşin Doğup-Batmasındaki Faydalar             Başa Dön

 

Güneşe gelince, onun doğup-batması hakkında bir düşün... Eğer böyle olmasaydı, kâinatın nizamı altüst olurdu. İnsanlar geçimlerini temin hususunda nasıl çalışabilirlerdi? Güneşin doğmasındaki faydalar, son derece aşikârdır, ancak sen onun batmasındaki faydaları bir düşün... Şayet güneşin batışı olmasaydı, insanlar, Cenâb-ı Hakk'ın:

"İçinde rahatlamanız için geceyi ve (maişetlerinizi) araştırmak için gündüzü yaratan  O’dur. (Yunus, 67) ayetinde buyurduğu gibi, dinlenme, hazım ve besinleri uzuvlara intikâl ettirme hususunda çok muhtaç oldukları sükûnet ve istikrar ortamı bulamazlardı.

Yine, şayet güneşin batışı olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın

"Geceyi bir Örtü, gündüzü de maişeti temin zamanı yaptık. "(Nebe, 10-11) ayetlerinde buyurduğu gibi, ihtirasları, insanları devamlı çalışmaya zorlardı. Şayet güneşin batışı olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın,

"Babblnin, gölgeyi nasü uzattığım görmez misin? Eğer dileseydi, onu sakin de kılardı" {furkan, 45) ayetinde buyurduğu gibi, yeryüzü güneşin sürekli doğmasından dolayı iyice ısınırdı; böylece de üzerinde bulunan her canlı yanar, tüm bitkiler yok olup giderdi... İşte bu sebepten ötürü güneş, Allah'ın hikmetiyle, muayyen vakitlerde doğup batıyor; tıpkı ev halkı istirahat edip sükunete ersinler diye ihtiyaçları müddetince kendilerine bir lâmba gibi verilip geri alınıyor,böylece belli bir süre doğuyor, sonra da batıyor. Böylece, aydınlık ve karanlık birbirinin zıddı olmasına rağmen, alemin yararına olan hususta yekdiğerine yardımcı ve destek olmuşlardır.

Bu saydıklarımız güneşin doğup- batmasındaki faydalarıdır. [214]

 

Güneşin Yükselip – Alçalması

 

Güneşin yükselip alçalmasına gelince, Cenab-ı Hak onu, dört mevsimin meydana gelmesinin vesilesi kılmıştır. Mesela kışın, ısı ağaçlara ve bitkilere depolanır, bundan da meyvelerin maddeleri meydana gelir; hava berrak olur, bulut ve yağmur çoğalır; içlerinde bolca hayat veren ısı toplanmış olduğu için, canlıların bedenleri güçlü, kuvvetli olur. Bahar mevsiminde, hayat faaliyetten harekete geçer, kışın oluşan maddeler ortaya çıkar, böylece bitkiler tomurcuklanır, ağaçlar çiçeklerle taçlanır, hayvanlar çiftleşme heyecanıyla tutuşur; yazın, havanın ısısı yoğunlaşır, meyveler olgunlaşır, varlıklardaki fazlalıklar çözülüp düşer, yeryüzü kurur, inşa ve onarım işleri için müsait hale gelir; sonbaharda ise, kuraklık ve soğukluk görülmeye başlar, böylece de bedenler kışa yavaş yavaş girer.. Zira, bu geçiş yavaş yavaş olmayıp da, bir defada olsaydı, bedenler bozulur ve yok olurdu. [215]

 

Güneşin Hareketinin Faydaları

 

Güneşin hareketine gelince, bunun faydaları hususunda bir düşün. Şayet güneş hep aynı yerde dursaydı, o yerde sıcaklık; diğer yerlerde soğukluk artardı. Ne var ki güneş, gündüzün başlangıcında doğudan doğar; ve böylece de batı tarafından güneş hizasında olan şeylerin üzerine vurur... Sonra dönmeye devam ederek, batıp da doğuda tekrar doğuncaya kadar, yeryüzünün her tarafında doğar... Öyle ki, yeryüzündeki üstü açık olan her şey, güneşin ışınlarından, nasibini alır.

Ve yine Cenâb-ı Hak, sanki şöyle diyor: Şayet güneş hep doğu tarafında durmuş olsaydı, zengin yapış ını.fakirin penceresine doğru yapardı da, böylece güneşin ışığı asla fakire ulaşamazdı.. Ne var ki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: 'Eğer zengin o fakiri, güneşin nurundan alıkoyarsa, ben, fakir de hissesini alstn diye, güneşi döndürür ve fakirin de üstüne çeviririm..." [216]

 

Güneşin Ekvator Çizgisinden Meyli

 

Güneşin ekvator çizgisinden meyletmesinin faydalarına gelince, biz deriz ki, şayet yıldızların sapma ve eğim istikametinde bir hareketleri olmasaydı, bu meyilden meydana gelen tesir tek bir toprak parçasında etkili olur, böylece de diğer toprak parçaları bu meyilden meydana gelen faydalardan hâlî olur, ona yakın olanların durumu birbirlerine benzer ve orada da tek bir keyfiyyet hüküm sürerdi.. Meselâ, bu keyfiyyet sıcaklık olmuş olsaydı, o bütün nemleri yok eder ve hepsini ateşe çevirirdi... Böylece de, oluşacak şeyler meydana gelmezdi. Bu sebeple de, yıldızların geçiş istikametlerinde olan yerler, bir nitelik; onların geçiş istikametinde olmayan hatlar da başka bir nitelik ve ikisi arasında bulunan hatlar da orta bir nitelik üzere olurlardı... Böyleue bir yerde, havası aşın fırtınalı olan sürekli bir kış; başka bir yerde, havası yakıcı derecede sıcak olan sürekli yaz; bir başka yerde de meyvelerin tam olgunlaşamadığı bir bahar veya bir sonbahar mevsimi hüküm sürerdi.. Yıldızların kesintisiz dönüşleri olmasaydı ve yıldızlar yavaş bir şekilde hareket etselerdi, eğimin temin edeceği fayda az olur, etkisi de (olumsuz yönde) çok aşırı olur ve bu tesir, meyli olmayan şeylerden de hemencecik geçiverirdi. Şayet yıldızların hareketi şimdikinden daha hızlı olsaydı, fayda tam ve mükemmel olmazdı. Ama yıldızlarda, hareketi bir süre bir tarafa yönelten, sonra da ihtiyaca göre başka bir yöne geçip, her yönde bir müddet kalan bir meyil olduğu zaman bu tesir tamamlanır ve bunun faydası da çok olur.

Yüce bir hikmet ve sonsuz bir kudretle alemi idare eden yüce Yaratıcıyı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz.. Bunu böyle bil ve unutma.. [217]

 

Ayın Yaratılışında ki Faydalar         Başa Dön

 

Ay'a gelince bu, "gecenin ayeti" diye de isimlendirilmiştir. Bil ki Mak Subhânehu onun doğup batmasında da fayda yaratmıştır. Cenâb-ı Hak, bir vakitte onun doğmasını faydaya vesile kılmış, başka bir vakitte de batışını... Batısındaki faydaya gelince, düşmanından kaçan kimse için bunda bir fayda vardır; şöyle ki gece bu kimseyi görünmeyecek ve onu arayanlar kendisine ulaşamayacak şekilde.onu gizler de.bu kimse böylece kurtulur. Eğer gecenin karanlığı olmasaydı, düşmanı onu yakalardı... Mütenebbî'nin şu şiirinden murad da budur:

"Bana göre, gecenin karanlığında, maniheistlerin[218] yalan söylediğini haber veren ne kadar çok fayda vardır!.."

Ayın doğuşunda da şu fayda vardır: Eşyasını kaybeden bir kimse, karanlık onu örttükten sonra, ayın doğmasıyla onu bulur. Bir hikayede anlatıldığına göre,bir bedevi Arab bir gece uyur; böylece devesini kaybeder... Ay doğunca onu bulur ve aya bakarak şöyle der: "Allah seni şekillendirdi ve nurlandırdı; burçlarda da seni dolunay haline getirdi.. Dilediği zaman seni nûrlandiriyor, dilediğinde de seni duruyor, karartıyor. Senin hakkında Allah'tan isteyeceğim daha fazla bir şey bilmiyorum. Sen beni sürura kavuşturdun, Allah:da seni nura boğsun!." Sonra şu mısraları terennüm etmeye başladı

"Ne diyeyim! Senin hakkında söyleyeceğim her söz eksiktir. Sen, gerek mufassal gerekse mücmel olarak bana yettin "Eğer ben, sen hep yüce ol!" desem, zaten böylesin; yahut da, "Rabbim seni süslesin!"desem, zaten süslemiş!."

Araplar içinde ayı kötüleyerek,"Ay eceli yaklaştırır; hırsızı rüsvay eder; kaçanı ele verir; aşığı rezil eder; keteni eskitir; gençleri ihtiyarlatır; dostların hatıralarını unutturur, borcu yaklaştırır; vakti tüketir..." diyenler vardır.

Yine Araplar arasında, birkaç yönden ayın güneşten üstün olduğunu söyleyenler vardır:

1) Ay müzekker, güneşse müennesdir. Fakat Mütenebbî, şu sözüyle bunu tenkit etmiştir:

"Güneşin müennes olması, onun için bir kusur değildir; müzekker olması da ay için bir övünç vesilesi değildir."

2) Arablar şöyle demişlerdir: Güneş vei ay'ı kastederek: İki Ay" de­mişler, böylece, güneşi Ay'a tabi kılmışlardır. Cenâb-ı Hak, "Güneş ve ay, bir hesap iledir "(Rahman, 5) ve "Güneşe ve ışığına; o güneşin peşinden geldiğinde ay'a yemin ederim "(Şems, 1-2) ayetlerinde güneşi aydan önce zikrettiğinden, Arablar içinde,ayın güneşten üstün olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Ne var ki onların bu delilleri Cenâb-ı Hakkın;

'Sizden kâfir olan da vardır, mümin olan da "(Tegabun, 2); "Ateş ehliyle Cennet ehli eşit değildir "(Haşr, 20); "Ölümü ve hayatı yarattı"(Mülk, 2); "Zorlukla beraber bir de kolaylık vardır "(inşirah, 6) ve "Onlardan bir kısmı nefsine zulmeder.  Onlardan bir kısmı adildir. Bir kısmıysa, hayırlarda en öndedir "(Fatır, 32) ayetleriyle bozulmuştur. [219]

 

Yıldızlardaki Faydalar

 

Yıldızlara gelince, bunlarda da birçok fayda vardır:

Birincisi: Yıldızların şeytanlar için bir taşlama vasıtası olmasıdır.

İkincisi: Yıldızlar vasıtasıyla kıblenin bilinmesi.

Üçüncüsü: Karada ve denizde, yolcuların onlara bakarak yollarını bulmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah:

"O, karanın ve denizin karanlıkları için, sizin faydi aza yıldızlan yaratandır "(En'am, 97) buyurmaktadır.

Yıldızlar üç kısımdır:

1) Güney yıldızları gibi, batıp doğmayanlar;

2) Kuzey yıldızları gibi doğup batmayanlar;

3) Bazan batıp bazan doğan yıldızlar.

Ayrıca sabit yıldızlar, gezegenler, doğu yıldızları, batı yıldızları gibi tasımlan vardır. Bu husustaki söz uzundur. Felsefecilerin onların kütlelerini ve uzaklıklarını bilme hususundaki iddialarına gelince, Yüzenlerin içinde kaybolduğu denizi bırak. Nitekim Cenâb-ı Hak

"(O) Allah bütün gaybı bilir. Beğenip seçtiği bir elçi hariç, gaybına hiç kimseyi muttali kılmaz "(Cin, 26-27), İlimden size ancak pek az birşey verilmiştir "(isra, 85),

"Ben size, "Allah'ın hazineleri elimdedir" demiyorum. Ben gaybı da bilmem" (Hud, 31) ve:

"Onları, ne göklerin, ne yerin ne de kendilerinin yaratılışına şahtd kılmadım "(Kehf. 51) buyurmuştur.

Böylece mahlûkat onların zatlarını ve niteliklerini bilmekten acizdirler. Öyleyse nasıl onlar, kendilerinden pek uzak olan şeyleri bilebilirler. Araplar, gerçekleri tanımaktan son derece uzak olmalarına rağmen bunu bilmişler ve bir şairleri şöyle demiştir:

"Ben, bugün ve bugünden önceki dünde olanı bilirim, Ancak yarın olacak şeyi bilmekten körüm (uzağım)". Lebîd de şöyle demiştir:

"Allah'a yemin olsun ki, çakıltaşı atan kadınlarla kuşları kovalayan (falcı) kadınlar, Allah'ın ne yaptığını bilmiyorlar." [220]

 

Gök Kubbesinin Bina Olması Meselesi             Başa Dön

    

Gökyüzünün bir bina oluşunun izahı hususundadır. Câhız şöyle demiştir: "Bu âlem hakkında tefekkür

ettiğinde, onu, içinde, ihtiyaç duyulan herşeyin bulunduğu bir ev gibi bulursun." Buna göre gökyüzü adeta bir tavan gibi yükseltilmiş, yeryüzü bir halı gibi yayılmış, yıldızlar birer kandil gibi ışıklandırılmış ve insan da bu evde İstediği gibi tasarruf eden ev sahibi kılınmıştır. Buradaki çeşitli bitkiler insanın faydası için hazırlanmış, çeşitli hayvanlar onun yararına yöneltilmiştir. İşte bu, alemin kâmil bir nizam, şümullü bir takdir, yüce bir hikmet ve sınırsız bir kudret ile yaratılmış olduğunu gösteren açık bir cümledir. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın: "(O Allah), Gökten yağmur indirdi ve onunla sizin için nzık olarak meyveler çıkardı "(Bakara, 22) ayetine gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, yeryüzünü yaratıp, yeryüzü, üzerine Hz.Âdem ile zürriyetinin bırakıldığı bir inci, bir sedef gibi olunca O, ademoğlunun çeşitli ihtiyaçlarını bildiği için, sanki Hz.Âdem (a.s.)'a şöyle demiştir: "Ey Âdem! Seni, annen mesabesinde olan şu yeryüzünden başka hicbirşeye muhtaç kılmayacağım." İşte bu sebeble, Hak Teala:

"Hakikat biz, o yağmuru (yeryüzüne) bol bol dökdük, sonra toprağı yardıkça yardık "(Abese, 25.26)

buyurmuştur. Buna göre O şöyle buyurmaktadır: "Ey kulum! Bir bak, sence en kıymetli şey altın ve gümüştür. Şayet yeryüzünü altın ve gümüşten yaratmış olsaydım, ondan bu faydalar elde edilir miydi? Dünya bir hapishane (gibi) olmasına rağmen, bu dünyadaki şeyleri bu şekilde yarattım. Cennetteki durum ya nasıl olur?"

Netice olarak diyebiliriz ki:Yer senin annendir, belki annenden de daha şefkatlidir. Çünkü annen sana bir tek çeşit süt verirken, yeryüzü sana çeşit çe­şit yiyecekler tattırır. Sonra Cenâb-ı Allah:

"Sizi o (topraktan) yarattık ve yine oraya döndüreceğiz "(Tâhâ, 55) buyurmuştur ki bunun manası "Sizi yine şu anneniz olan (toprağa) döndüreceğiz " demektir. Bu bir tehdid değildir. Çünkü kişi, annesi ile tehdid olunamaz. Bu böyledir, çünkü seni doğuran annenin karnındaki yerin, yeryüzündeki yerinden daha dardır. Sonra sen annenin karnında dokuz ay kaldın da sana hiçbir açlık ve susuzluk dokunmadı. Sen büyük annen olan yeryüzünün karnına girdiğinde durum nasıl olur? Fakat bu büyük annenin karnına girme şartın, küçük annenin karnındaki şartlar gibidir. Çünkü sen küçük annenin karnında bulunduğun zaman, büyük günah şöyle dursun, senden bir küçük günah bile çıkmadı. Tam aksine, Allah tek bir defa seni dünyaya çıkmaya çağırdığında O'na itaat ederek, Rabbine bir itaatin olmak üzere, dünyaya kendi kendine çıktın. Halbuki bugün Cenab-ı Hak, seni namaza defalarca çağırıyor da, ona yürüyerek gitmiyorsun.

Cenâb-ı Hak yerden ve gökten bahsedince, bundan sonra, insanlar üzerlerindeki ve amsnndaki varlıkların durumlarını iyice tefekkür etsinler de, böylece bunları ancak zat ve sıfatta onlardan başka olan bir zatın meydana getirebileceğini, bunun da Hakim olan Yüce Yaratıcı Allah olduğunu bilsinler diye, gökten yere su indirdiğini; o su ile de yerden, insan oğluna rızık olarak çeşitli meyveler ve canlıların üremesinden meydana gelenlere benzer şeyler çıkarınca, adeta yer ile gök arasında bir nikah akdi bulunduğunu beyan etmiştir. Burada birkaç soru bulunmaktadır.

1) Siz âdeten, Cenâb-ı Hakk'ın bu meyveleri suyun yeryüzüne ulaşmasını müteakiben yarattığını mı söylüyorsunuz, yoksa Allah suda müessir yerde de müteessir olan bir tabiat yarattı da, böylece bu iki tabiat birleşerek, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı kuvvetlerden bu neticenin meydana geldiğini mi kabul ediyorsunuz?. Buna cevabımız şudur: Şüphesiz her iki görüşe göre de mutla­ka hakim olan bir yaratıcının olması gerekir.

Bunun tafsilatına gelince: Şüphe yok ki Cenâb-ı Hak, bu vasıtalar olmadan da doğrudan bu meyveleri yaratmaya kadirdir; çünkü meyve, kendisinde bir tad, renk, koku ve su bulunan herhangi bir cisim olmaktan başka bir şey değildir. Cisim, bu sıfatlan kabul etmektedir .çünkü bu sıiattar da doğrudan Allah'ın kudret alanı içindedirler (makdûr). Çünkü bu sıfatların, Cenâb-ı Hakk'ın "makdûru" olduklarını doğrulayan, ya ,hudûs. (sonradan meydana gelme), ya imkan (mümkün olma) veya her iki delildir. Bütün bu takdirlere göre, Allah'ın cisimlerde bu sıfatları herhangi bir vasıta olmaksızın, doğrudan yaratmaya kadir olması gerekir. Bu aklî delili kuvvetlendiren bir başka şey de, Cenâb-ı Hakk'ın sevaba hak kazanan Cennet ehlinin nime'lehni de vasıtasız olarak yarattığına dair varid olan haberdir. Ancak biz deriz ki, Cenâb-t Hakk'ın bu şeyleri vasıtasız yaratması, O'nun bunları, onlarda bir müessir ve müteessir kuvvet yaratarak meydana getirmesine ters düşmez.Sonraki kelamcılann görüşlerinin zahiri de, bunu kabul etmemeyi ifade eder; ancak bunun için delil gerekir. [221]

 

Meyveler, Niçin Birden Değil de Tedricen Yaratılıyor?         Başa Dön

 

2) Cenâb-ı Hak, bu meyveleri vasıtasız olarak da yaratmaya muktedir olunca, bu uzun süre içersinde cereyan eden vasıtalarla yaratmasındaki hikmet nedir?

Buna cevabımız şudur: Allah dilediği gibi yapar ve dilediği gibi de hükmeder. Ayrıca ulema, bu hususta detaylı hikmetler de zikretmişlerdir.

a) Cenâb-ı Hak, adetini ancak bir tertîb ve tedrice dayandırarak yürütmektedir; çünkü mükellefler ürün elde etmek arzusuyla bir şeyler dikme ve ekme konusunda birçok güçlüklere katlanıp, ardı arası kesilmeksizin kendilerini yorduklarında, şunu bilirler ki, onların bu dünyevi faydalara ulaşmak   için  bu  denli  güçlüklere   katlanmaları  gerekince,  dünyevi menfaatlerden daha yüce olan uhrevi faydaları elde etmek için, dünyevi meşakkatlerden daha az bir güçlüğe katlanmaları daha evla olur. Bu bizim dediğimiz gibidir, çünkü Cenab-ı Hak, hasta, ilaç almadan da şifayı yaratmaya kadirdir. Ancak O, kanunu şifayı ilaç almaya bağlayarak icra etmiştir. Hasta, hastalığın zararını gidermek için ilacın acılığına göğüs gerdiğine göre, ilahî azabın zararını savuşturmak için, mükellefiyetlerin meşakkatlerine katlanması daha evladır.

b)  Cenâb-ı Hâki, bütün bu şeyleri vasıtasız olarak bir defa da yaratmış olsaydı, onların yaratılmasının Kadir ve Hakîm olan bir zata dayandığına dair zaruri bir ilim meydana gelirdi. Bu da sanki, teklif ve imtihana ters olan bir durum arzederdi. Ama eşyayı bu vasıtalarla yaratınca, bu durumda mükellef, bunların yaratılmasını Kadir olan bir zata isnâd etmek hususunda ince bir düşünceye ve derin bir tefekküre muhtaç olur. Böylece de, sevaba hak kazanır. İşte bundan ötürü, şöyle denmiştir: "Sebepler olmasaydı, hiçkimse şüpheye düşmezdi".

c) Çoğu kez, bunda, yani vasıtalı yaratılışta hem melekler hem de derin jöfüş sahipleri için ibretler ve doğru fikirler bulunmaktadır.

 

Üçüncü sual: Yağmur Hakkında

 

3) Cenâb-ı Hakk'ın "Ve gökten bir yağmur indirdi" , yağmurun gökten indiğini gösterir; halbuki durum böyle değildir. Çünkü yağmur, ancak yerden yükselen buharlardan ve bu buharların soğuk hava tabakasına kadar yükselip, orada, soğuktan ötürü bir araya gelerek, bundan sonra da yere inmesinden oluşur ki, işte bu yağmurdur. Ne dersiniz? Buna cevâbımız, birkaç bakımdandır:

a) Gökyüzü, yüksek olduğu için "sema" diye isimlendirilmiştir. Bu­na göre, insanın üzerinde olan her şeye, "semâ" denilir. Bu açıklamaya göre, yağmur buluttan yağınca bu olaya, "yağmur gökten yağmıştır" denilir.

b) Muharrik, cüzleri nemli olan yeryüzünün derinliklerinden bu nemli unsurları harekete geçirdiği için, Cenâb-ı Hak, "Gökten bir su indirdi" buyurmuştur.

c) Cenab-ı Hakk'ın sözü, en doğru olandır. Allah da, yağmuru gökten indirdiğini haber vermiştir. Biz de, bununla beraber, yağmurun buluttan indiğini bildiğimize göre, onun önce semadan buluta, sonra da buluttan yere indiğini söyîememiz gerekir.

 

Dördüncü sual: Rızık Olarak Yaratılan Meyveler

 

4) Cenâb-ı Hakk'ın "Meyvelerden..." sözündeki  "in mânası

Buna iki şekilde cevap verilir:

a) "ba'zıyyet" (kısım) ifade eder. Çünkü iki belirsiz kelime, ki feativdan ve kelimelerini kastediyorum, bu ba'zıyyet manasını etmektedirler. Onların nekire (belirsiz) getirilmeleriyle, ba'zıyyet anlamı , sanki şöyle denilmiştir: Semadan bir mikdar, bir kısım su ;: bu su vasıtasıyla da, size birtakım rızıklar olsun diye, size bir kısım çıkardık...

b) beyan ve izah içindir. Meselâ, senin "Ben, dir-tnfak ettim" demen, böyledir. Şayet, kelimesi hangi sebeple olmuştur denilirse, deriz ki: ba'zıyyet ifâde ederse, onun, yani kelimesinin mansub oluşu"mefûl-i leh" (sebep bildiren mefûl olmasın­dandır. Eğer beyâniyye olursa, bu durumda kelimesi fiilinin mefûlü olduğu için mansûb olmuştur.

 

Beşinci Sual: Niçin Cemi Kıllet Vezni ile Getirildi

 

5) Yağmur ile elde edilen meyveler pek çoktur. O halde veya  denmemiş de, niçin denilmiştir?[222] denilirse, buna cevabımız da şu olur: Dünya meyvelerinin, ahiret meyveleri karşısındaki azlığına dikkat çekmek ve ahiret hayatının önemini hissettirmek içindir.

Netice olarak; şirke yer yoktur.

Cenâb-ı Hakk'ın "O halde, bile bile Allah'a eşler koşmayın" sözüne gelince, bu hususta birkaç sual bulunmaktadır.

1- Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, neyle alâkalıdır? Cevabımız şudur: Bu hususta üç görüş vardır:

a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ijjlpi "ibadet ediniz!" emriyle alâkalıdır. Buna gö­re mâna şöyle olur: İbadet ediniz de, O'na ester koşmayınız; Çünkü ibadetin aslı ve temeli tevhîddir.

b)  Bu, ile alâkalıdır. Buna göre mana şöyle olur: Allah sizi, kendi azabından korkmanız ve çekinmeniz için yaratmıştır; o halde O'na ortaklar koşmayınız. Çünkü bu, Allah'ın azabını gerektiren şeylerin en büyüğüdür.

c) Cenâb-ı Hakk'm "Sizin için yeryüzünü bir dö­şek yapan Odur " sözüyle alâkalıdır. Yani, Allah size öylesine açık olan deliller yaratmıştır; o halde O'na ortaklar koşmayın..

 

İkinci sual: Nid (misl) Ne Demektir?         Başa Dön

 

2) ne  demektir?

Buna cevabımız şudur: tartışan, münazaa eden muarız (misi) demektir. Adam birisinden nefret edip, ondan uzaklaştığı zaman denilir.

Sanki iki ortaktan her biri, diğerinden nefret edip, onunla inadlaşıyor gibidir Buna göre, eğer, "müşriMer, putlar Allah'la tartışmaya girmiştir,' dememişlerdir" denilirse, deriz ki müşrikler o putlara ibadet edip, onlara ilah deyince onların bu durumu, putların, Cenab-ı Hak'la tartışma ve çekişmeye girmeye muktedir ilahlar olduğunu söyleyen kimsenin haline benzetilmiştir. Bu sebepten dolayı onlara, alay ve başa kakma yoluyla, böyle denilmiştir. Cenâb-ı Hak, lâfzı ile onlarla alay ettiği gibi, Allah'a ortak koşulamıyacak olan bir çok şeyi O'na ortak koşmuş olmaları sebebiyle de, onları rezil rüsvay etmiştir. Muhammed İbn es Sumeyfi, şeklinde okumuştur?

 

Üçüncü Sual: (siz bilip dururken) Cümlesinden Maksad

 

3) Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin mânası ne demektir? Buna cevabımız şudur. Bunun manası: Sizin aklınız tam olduğu için, bu tür şeylerin Cenâb-ı Hakkın ortaklan olmasının uygun olmayacağını biliyorsunuz; o halde böyle söylemeyiniz. Çünkü, çirkin olduğunu bildiği halde bir kimseden çirkin bir sözün sadır olması, daha da çirkin bir şeydir. Burada birkaç mesele vardır. [223]

 

Şirk Çeşitleri

 

Âlemde, varlığı, kudreti, ilmi ve hikmeti bakımından Allah'a denk olabilecek bir şeriki Allah'a isbata

çalışan hiç kimse yoktur! Bu, şu ana kadar vaki olmamıştır, fakat "seneviyye iki ilah olduğunu iddia ederler. Bunlardan hayrı  akıllı; şerri meydana getiren de akılsızdır (sefih) Allah'tan başka  edinmeye gelince, bunu yapan pek çok gurup vardır. Birinci gurub: Bunlar, yıldızlara tapan Sabiilerdir. Çünkü bunlar şöyle derler: Cenâb-ı Hak ızları yarattı. Alemi yöneten, işte bu yıldızlardır. Sözlerine şöyle devam ederler: İşte bundan dolayı bizim, yıldızlara ibadet etmemiz gerekir; çünkü .ındızlar Allah'a ibadet ediyorlar. İkinci gurup: Hz. İsa (a.s.)'ya ibadet eden hristiyanlardır. Üçüncü gurup: Putperestlerdir.

Bil ki, putperestlerin dininden daha eski olan bir din yoktur. Bu böyledir, çünkü tarihleri bize kadar ulaşan peygamberlerin en ilki Hz.Nûh (a.s.)'dur. O, Cenab-ı Hakk'ın:

"Müşrikler dediler ki, İlahlarınızı terketmeyin! Veddt, Suvâ'ı, Yeğusu, Yeûkh ve Nesr'i (bu putları) bırakmayın!"'(Nuh. 23) ayetinde, Hz.Nuh(a.s.) 'un kavminden haber verdiğine göre, o kavminin durumuna karşı çıkmıştı. Böylece, putperestliğin Hz. Nûh'dan önce de bulunduğunu anlıyoruz. Putperestlik bugüne kadar da devam etmiştir. Bundan da öte,dünyadaki insanların çoğu putperestliğe halâ devam etmektedirler. [224]

 

İnsanların Şirke Kaymalarının İzahı         Başa Dön

 

Durumu bu olan din ve mezhebin, bozukluğunun zaruri olarak(ister istemez)bilinen bir şey olması imkansızdır. Ancak şu anda yontulan şu taşın, beni, gökleri ve yeri yaratmadığını bilmek zaruri bir ilimdir (açıktır). Bu sebeble, bunca insanın putperestlik üzerinde mutabakat sağlamaları imkansız olur. Öyleyse, putperestlerin bunun dışında başka bir maksadlannın bulunması gerekir. Alimler, bu hususta birçok şeyler söylemişlerdir:

a) Ebu Ma'şer Cafer b.Muhammed b.el-Müneccim el-Belhî bir eserinde şunu zikretmiştir: Çin ve Hindilerden bir çoğu, Allah'ın meleklerin var oldu­ğunu söylüyor, Allah'ın bir cisim ve mümkün olabilecek en güzel şekle sa-htb olduğuna inanıyorlar. Onlarca meleklerin de çok güzel şekilleri vardır. Onlar, bütün meleklerin, araya gökyüzünün girmesi ile bize görünmedikleri­ne; kendilerine düşen vazifenin ise, ilah ve meleklerin şekli olduğuna inan­dıkları bir şekil üzere, güzel görünüşlü ve hoş manzaralı heykeller yapıp da, Allah'a ve meleklere yaklaşmak amacıyla onlara ibadete devam etmek ol­duğuna inanıyorlar. Eğer Ebu Ma'şer'in anlattıkları doğru ise, putlara iba­det etmenin sebebi, onların putlarının Allah'a ve meleklere benzediğine inanmalarıdır.

b) Alimlerin  pek çoğu şunu  söylemişlerdir:  İnsanlar,  bu  alemin durumlarının değişmesinin,  yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Çünkü güneşin zenit noktasına yakınlığına ve uzaklığına göre mevsimler ve farklı durumlar meydana gelmektedir. Sonra bu inançta olanlar, diğer yıldızların durumların» da gözetleyerek, bu dünyada meydana gelen mutluluk ve mutsuzlukların, yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır. Onlar buna inanınca, yıldızlara çok ta'zimde bulunmuşlardır. Onlardan bir kısmı, yıldızların varlıklarının, zatları gereği olduğuna bu alemleri de onlann yarattığına inanmışlardır. Yine onlardan bir kısmı, bu yıldızların en büyük İlahın mahlûkâtı olduğuna, bu yıldızların da alemin yaratıcısı olduğuna inanmışlardır. Birinciler, bu yıldızların gerçekte ilah olduklarına, ikinciler de onların, Allah ile insanlar arasında vasıta olduklarına inanmışlar, böylece onlara ibadet ve inkiyadla meşgul olmuşlardır. Sonra ise yıldızların çoğu zaman gözlerden gizli olduklarını görünce, onlar namına bazı putlar edinmişler ve bu putlara ibadetleriyle de bu semavi cisimleri kastederek ve yıldızların görünmeyen gölgelerine yaklaşarak, putlara ibadete yönelmişlerdir. Derken zaman uzayınca, yıldızların isimlerini aradan çıkarı'p sadece   bu heykellere ibadet etmeye başlamışlardır. İşte bunlar gerçekte yıldızlara tapan kimselerdir.

c) Sihirbazlar bin senelik ikibin senelik vakitler tayin ederek hasseten o vakitler içinde bir tılsım yapan kimsenin, mutluluk, bolluk ve belaları defetme gibi hususi durumlarda bundan istifade edeceğini iddia ediyorlardı. Ve yine onlar bir büyü yaptıklarında,, bundan istifade edeceklerine inandıkları için sihre ta'zim ediyorlardı. Onların bu aşırı ta'zimleri bir ibadet halini aldı. Bu fiilin müddeti uzayınca da, işin başlangıcını unutarak aslını bilmeksizin, sihre ibadet etmeye başladılar.

d) "Allah katında duası kabul, şefaati makbul" diye inandıkları büyük bir adam öldüğünde, bu insanın, Kıyamet günü huzuru ilahide kendilerine şefaatçi olacağına inanarak, onun şeklinde, kendisine ibadet etecekleri putlar yaptılar. Nitekim bu durumu Cenab-ı Allah şu ayetinde, onların şu sözünü naklederek haber vermiştir:  "Su"

"Bunlar, Allah yanında bize şefaat edecek olanlardır. "(Yunus, 18).

e) Belki de onlar, tıpkı bizim kıbleye secde etmeksizin kıbleye dönerek secdeedip namaz kıldığımız gibi, bu putları namazları ve taatları için mihrab gibi kabul ettiler ve böylece patlara ibadet kasdıyla olmaksızın onlara doğru secde ettiler. Bu durum uzun müddet devam edince, cahil insanlar, bizzat putlara secde etmenin (ibadet etmenin) vacib olduğunu sandılar.

f) Belki de onlar mücessime[225] idiler. Böylece onlar, Allah'ın bu'putlara hulul edebileceğine inandılar ve bu anlayış içerisinde o putlara ibadet etmeye başladılar. İşte bütün bunlar, putperestliğin hamledilebileceği muhtemel sebebleridir ki bunlar gözönüne alınınca, şirkinaklen zarurî olarak katıldığının gerekmediği anlaşılır. [226]

 

Tek Yaratıcıyı Kabulden Sonra Şirke Niçin Yer Kalmasın?

 

Şayet birisi, "Putperestliğin neticesi saydığın bu hususlara dayanınca, âlemin yaratıcısının varlığının

kabul edilmesinden dolayı putlara ibadet etme niçin caiz olmasın? derse, cevab olarak deriz ki: Yerin ve göğün, cisimlikte diğer cisimlerden bir farkı olmadığın), böylece de yere ve göğe has olan şekil, sıfat ve hallerin, onlara has olmasının ancak bir muhassisin tahsisi ile okluğunu ve bu muhassisin (tahsis edicinin) cisim olması durumunda, başka bir muhassise muhtaç olacağını, bundan dolayı da o muhassisin cisim olamayacağını açıkladığımız gibi, Cenâb-ı Hak yer ile göğün yaratılmış olduklarına dikkat çekmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Allah'a benzediğine inanarak putlara ibadet edenlerin görüşlerine gelince, bu delillerle Allah'ın cisim olmadığına işaret ettiğimiz için, bu görüş geçersizdir.

İkinci görüşe gelince ki bu, yıldızların âlemi yönettiği görüşüdür, bu görüş de, her cismin vasıflan hususunda irade sahibi bir faile muhtaç olduğuna dair daha önce getirdiğimiz delillerler, batıl olmuş yıldızların rab değil de, Allah'a iteat eden varlıklar olduğu ortaya çıkmıştır.

Üçüncü görüş ki, bu da sihirbazların görüşüdür, bu görüş de geçersizdir. Çünkü sihrin tesiri, ancak yıldızların kuvvetleri vasıtasıyla olur. Yıldızların sonradan olma varlıklar olduklarına delil getirince, bizim görüşümüzün doğruluğu, onların görüşünün batıllığı sabit olmuş olur.

Dördüncü ve beşinci görüşlere gelince, akıl bunları ne doğrular ne de imkansız görür. Ancak şeriat bunları menedince, bunlardan kaçınmak vacib olmuştur.

Altıncı görüşe gelince bu da diğerleri gibi teşbihe (Allah'ı, mahlûkatından birine benzetmeye) dayanır. Bu sebeble, alemin hür ve irade sahibi, cisim olmaktan uzak bir yaratıcıya muhtaç olduğu hususunda söylediğimiz delillerle de, her ne izahla olursa olsun, putperestliği caiz görmenin batıl olduğu ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir. [227]

 

Eski Yunanlıların, İranlıların ve Arapların Putları         Başa Dön

 

Yunanlılar, İskender'den önce, kendileri için  ruhani kuvvetlerin ve ışık saçan gök cisimlerinin isimleri ile tanınan, birtakım heykeller yapmaya ve onları kendileri için bizzat mabûd kabul etmeye yöneldiler. Böylece, onlarca "İlâhi emir" demek olan "ilk sebeb" heykeli, " apaçık akıl" heykeli, "mutlak siyaset" heykeli ve "nefis" heykeli ortaya çıktı ki bütün bu heykeller yuvarlaktı. "Zuhal" heykeli altıgen, "müşteri" yıldızı heykeli üçgen, "mirrih" yıldızının heykeli dikdörtgen, "güneş" heykeli kare, "Zühre" yıldızının heykeli içinde dörtgen bulunan bir üçgen, "Utarit" heykeli, içinde dikdörtgen bulunan bir üçgen ve "Ay" heykeli ise sekizgen idi.

Tarihçiler, Amr b.Lühay kavminin başına geçip, halkının yönetimini eline alarak Beytü'l-Haram (Kabe) hizmetini de üzerine aldığı zaman onun Belkâ beldesine bir yolculuğu olduğunu, orada putlara ibadet eden bir topluluk gördüğünü, onlara putları hakkında sorduğunda, onların da "Bunlar, kendilerinden yardım istediğimizde bize yardım eden, yağmur istediğimizde bizi yağmurla sulayan Rablardır " demeleri üzerine İbn Lühay'in da bu putlardan birisini kendisine hediye etmelerini istediğini, onların da "Hübel" adı ile bilinen putu ona verdiklerini, Amr'ın onu Mekke'ye getirip Kabe'ye koyduğunu ve insanları o puta ibadet etmeye çağırdığını iddia etmişlerdir. Onlara göre, bu olay Kral Sabûr Zü'l-Ektâf[228] zamanının başlarına tesadüf eder.

Bil ki ed-Dahhak'İn San'a şehrinde "Zühre" yıldızı adına inşa ettiği "Gumdân" mabedi, Puthanelerin meşhurlanndandır. Hz.Osman (r.a.) bu puthaneyi yıktırmıştır. İran hükümdarı Menûşehr'in ay adına inşa ettiği, "Nevbahar-ı Belh" isimli puthane de meşhur puthanelerdendir. Arap kabilelerinin de meşhur putları vardı: Mesela, Kelb kabilesinin, Dümetu'l-Cendel'de bulunan "Vedd" adlı putu; Huzeyl oğullarının "Suvây" adlı putu; Mezhec oğullarının, Hemdandaki "Ye'ük" adlı putu; Hımyer toprağındaki Zü'l-Kela boyunun "Nesr" adlı putu; Sakif kabilesinin Taif'teki "Lât" adlı putu; Hazrecltlerin Yesrib (Medine)de ki "Menât" adlı putu, Kinane oğullarının Mekke yakınlarında bulunan "Uzza" adlı putu, Safa ve Merve tepelerindeki "Isâf" ve "Naile" adlı putlar... Hz.Peygamber (s.a.s.)ın büyük dedesi Kusayy, insanlara putlara ibadeti yasaklamış ve onları Cenab-ı Allah'a ibadet etmeye çağırmıştır. Aynı şekilde Zeyd b.Amr b.Nüfeyl de şöyle demiştir:

'Bir Rabbe mi, bin rabbe mi tapayım? İşler çatailanınca Bütün Lât-t Uzza'yı terkettim. Akıllı adan da zaten böyle yapar.

"Eğer kulumuz (Muhammed)'e, İndirdiğimiz (Kur'an'm Allah'ın kelamı olduğun)da şüphe ediyorsanız, haydi onun gibi bir süre getirin. Bunun için Aliah'dan başka şahidlerinizf(putlarınızı ve bilginlerinizi)de yardıma çağırın, eğer iddianızda doğru iseniz... Fakat bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamryacaksmız - o zaman, yakıtı İnsanlar ile taşlar olan cehennemden korkunuz. O cehennem kâfirler için hazırlanmıştır."'(Bakara, 2324)[229]

 

Nübüvvet Konusu

 

Bu ayetlerde birçok mesel vardır: [230]

 

Kuran İle Diğer Sözlerin Mukayesesi             Başa Dön

 

Bil ki Cenab-ı Hak, yaratıcının isbatı hususunda susturucu  kuvvetli deliller getirip,  şirkin  batıl olduğunu ortaya koyunca peşinden nübüvvetle

ilgili hususlardan bahsetmiştir. Bu da, Allah'ı bilmenin, Hz.Peygambar (s.a.s.)'ın öğretmesi ile elde edilebileceğini kabul eden ta'limiyye fırkasının görüşü ile, Allah'ı bilmenin ancak Kur'an ve hadisle mümkün olduğunu kabul eden Haşeviyye'nin görüşünün bozuk olduğuna delalet eder. Hz.Muhammed (s.a.s.)'ın peygamberliği, Kur'an'm mucize oluşuna dayandığı için, Allah Teala bu ayette, Kur'an'm mucize olduğuna dair deliller getirmiştir. Kur'an'ın mucize oluşunu iki yoldan izah etmek mümkündür:

1. Yol denilebilir ki Kur'an'm durumu şu üç şeyden birisine dahildir:

a)  Kur'an'ın, fasih kimselerin sözü ile aynı olması..

b)  Fasih kimselerin sözünden fevkalede üstün olmaması,

c)  Fevkalade bir şekilde, fasih kimselerin sözlerinden üstün olması...

İlk iki ihtimal geçersizdir. O halde geriye üçüncüsü kalır. İlk iki görüşün geçersiz olduğunu söylüyoruz. Zira, eğer Kur'an öyle olsaydı, fasih kimselerin, ister toplu halde, ister tek tek, Kur'an'm bir sûresinin benzerini getirmeleri gerekirdi . Bu durumda da eğer anlaşmazlık vaki' olup, kabul edilmeme korkusu meydana gelirse, şahidler ve hakimler, şüpheyi kaldırırlardı . Bu ise, delil getirmede zirvedir. Çünkü onlar Arapça'ya ve fesahat kanunlarına son derece hakim; Hz.Peygamber (s.a.s.)'m peygamberliğini ibtal için de çok arzulu idiler. Öyle ki canlarını ve mallarını bu yolda seferber edip, hertürlü tehlike ve çileyi sırtlanmış, taassub ve kibirde, batıl bir yana, hatta hakkı kabul edemeyecekleri bir dereceye varmışlardı. Bütün bunlar. Cenab-ı Hakk'ın Kur'an'ı hususunda, onu geçersiz kılma çalışmalar yapmalarını gerektirir. Karşı delil getirmek, en kuvvetli bir şekilde yaralayacak yoldur. Onlar bunu yapamaymca, aciz kaldıklarını anlamış olduk, böylece de Kur'an'ın onların sözlerine benzemediği, Kur'an ile onların sözleri arasındaki farkın alışılmış bir fark olmadığı, aksine arada harikulade bir farkın bulunduğu, sonuç olarak da Kur'an'ın mucize olduğu ortaya çıkmış olur. Bu delilin ortaya konulmasından murad da, işte budur. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın tevhid bilgisi hususunda sadece taklidi kabul ile yetinmediği gibi, nübüvvet bilgisi hususunda taklit ile yetinmediği ortaya çıkmış oldu.

Bil ki, Kur'an'da (zahiren) O'nun fesahatinin noksanlığını gerektiren bir çok husus bulunmaktadır. Bununla beraber fesahat hususunda Kur'an, bela­gat hususunda ondan öte bir nokta bulunmayan bir zirveye ulaşmıştır. Bu da O'nun bir mu'cize olduğuna delalet eder.

Yukarda bahsedilen vecihleri birbir ele alalım:

Birincisi: Arabların fesahatinin çoğu, mesela devenin, atın, cariyenin, hükümdarın veya bir darbenin ya da mızrak vuruşunun, bir harbin yahutta bir baskının nitelenmesi, gibi müşahedeleri niteleme konusundadır. Halbuki, Kur'an'da buna dair hiç bir şey bulunmamaktadır. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim'de, Arabların konuşmalarında ittifakla kullandıkları fasih lafızların bulunmaması gerekirdi.

İkincisi: Cenâb-ı Hak, Kur'an'ın tamamında doğruluk yolunu gözetmiş, .alandansa sakınmıştır. Yalanı terkedip doğruya yapışan her şair, şiirinin derecesini düşürmüş ve iyi bir şair olamamıştır. Lebid ibn Rebîa ile Hassan ton Sâbit-i görmez misin? Onlar müslüman olunca, onların şiirlerinin derecesi düşmüştür.[231]. Güzellik bakımından  bunların  İslamî dönemdeki şiirleri. cahiliyye dönemindeki şiirleri gibi değildir. Halbu ki Cenâb-ı Hak, yalandan

bir şekilde indirmiştir.

Üçüncüsü: Fasih bir söz, fasih bir şiir bir kaside, ancak bir veya iki beyitte bulunabilir. Diğerleri böyle olmaz. Halbu ki Kur'an Döyle değildir. O'nun tamamı fasihtir; öyle ki yaratıkları, Kur'an'ın bir cümlesini meyadana getirmekten aciz oldukları gibi, tamamını meydana getirebilmekten de aciz olmuşlardır.

Dördüncüsü: Bir şeyi vasfederken fasih bir şiir söyleyen herkes, bu vasfı tekrarladığında, bu kimsenin bu ikinci sözü o şeyi niteleme hususunda birincisi gibi etkili olamaz. Halbu ki Kur'an'da çok tekrar bulunmaktadır; bununla beraber hepsi de fesahatta had noktaya varmış ve aralarında da asla bir farklılık görülmemiştir.

Beşincisi: Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de ibâdetlerin vacib, günahlann yasak olduğunu bildirme; güzel ahlâka teşvik, dünyaya önem vermeyip ahireti üstün tutmak gibi konulara yer vermiştir. Bu gibi konular da, fesahatin azlığını gerektirir.

Altıncısı: Arablar şöyle demişlerdir: İmriu'l-Kays'ın şiiri, neşelendiğinde, kadınları zikredip atları nitelediğinde Nâbiğa'nm şiiri, korku konusunda; A'şa'nın şiiri istek ve içkiyi niteleme hususunda, ve Züheyr'in şiiri de istek ve ümitler anında güzeldir. Özet olarak, her şair bir dalda güzel söz söyler, bu dalın dışında o şairin şiiri zayıf olur. Kur'ân'a gelince, O bütün dallarda fesahatin doruğuna ulaşmış olarak indirilmiştir. Bakmaz mısın ki Cenab-ı Hak terğîb (isteklendirme) hususunda

"Hiç kimse, onlar için ne gibi göz aydınlıklarının gizlenmiş olduğunu bilemez. "(Secde, 17)

"Orada canlarının arzulayacağı ve gözlerin hoşlanacağı herşey vardır"(Zuhruf, 71).

Terhib hususunda!

"Allah 'm sizi kara tarafından yere geçirmesinden veya üzerinize çakıllı bir kasırga yollamasından emin mi'oldunuz ? Sonra da kendinize bir vekil bulamıyacaksmız. Yoksa O'nun sizi oraya tekrar döndürüp de, üstünüze belinizi kıracak bir fırtına yollamasından, neticede de yaptığınız nankörlük sebebiyle sizi boğmasından emin misiniz? Siz bize karşı, sizin öcünüzü alacak hiç kimse bulamıyacaksmız''(isra, 68-69),

"Gökteki olandan, onun sizi yere batırıvermesinden emin mi oldunuz. O zaman bakarsınız ki O (yeryüzü) çalkalanmaktadır. Yoksa gökteki. üstünüze taş yağdmcı (bir rüzgar) göndermesinden emin mi oldunuz? Siz o zaman tehdidimin nice olduğunu bileceksiniz?'"(Müik, 16-17), ve

"(Hakka karşı) inad eden her zorba ise (sonunda) binpişman oldu. Onun önünde de cehennem vardır. Ona irinli su içirilecektir. Öyle ki O, bunu zorla yutmaya çalışacak, bir türlü yutamayacak, heryandan kendisine ölüm gelecek ama ölemiyecek..."(ibrahim, 15-17) buyurmuştur,

Cenab-ı Hak, menetmek hakkında da insanların vehminin bile ulaşamayacağı bir şekilde şöyle buyurur:

"İşte biz onların herbirini günahı sebebiyle yakaladık. İşte kiminin tepesine (taş yağdıran) bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yere batırdık, kimini de suda boğduk... "(Ankebût,40).

Yine nasihat hususunda daha güzeli söylenemeyecek bir biçimde

"Şimdi  sen   Bana   haber  ver:   Biz   onları  senelerce   yaşatıp faideledtrdtysek... "(şuara, 205) buyurmuştur.

İlahiyat hususunda da "Allah, her dişinin neye gebe olacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi fazla yapacağını bilir. O'nun nezdinde her şey ölçü iledir. "(Ra’d 8) buyurmuştur. [232]

 

Kuran'ın Bütün İlimlerin Kaynağı Olması         Başa Dön

 

Yedincisi: Kur'an bütün ilimlerin temeMdir (kaynağıdır). Mesela, Kelâm ilminin tamamı Kur'an'da mevcuttur. Fıkhın tamamı Kur'an'dan alınmıştır. Yine usul-ii fıkıh, nahiv ve lügat, tasavvuf ilimleri, ahiret haberleri ve güzel ahlâk, prensibleri de Kur'an'da mevcuttur.Delâtlü'l-İ'caz adlı kitabımızı tedkik eden kimse, Kur'an'ın, fesahatin bütün çeşitlerinde zirveye ulaştığını anlar. İkinci yo!: Şöyle diyebiliriz: Kur'ân, denilebilir ki fesahatta ya icaz sınırına ulaşmıştır veya ulaşamamıştır. Eğer ulaşmış ise, onun mucize olduğu zaten sabit olmuş demektir. Eğer ulaşamamışsa, bu durumda, benzerini getirerek onunla muaraza etmek mümkün olurdu. Buna göre onların, muaraza etmeleri mümkin olduğu halde ve onları bu muarazaya sevkeden birçok sebeb bulunduğu halde, bunu yapamamış olmaları harikulade bir hadisedir. Bu bir mu'cize olmuştur. Böylece de Kur'an'ın, her halükârda mu'cize olduğu ortaya çıkmıştır. Bizce bu ikinci yol daha doğrudur. [233]

 

Kur'an'ın Parça Parça İndirilmesi (tercim) ve İ'caz

 

Allah Teâla âyette değil de, demiştir.

Çünkü anlatılmak istenen, Kur'ân'ın tedrici olarak (parça parça, kısım kısım) indirilmiş olmasıdır.

Bundan dolayı tf ji lafzını kullanmak buraya daha uygundur. Çünkü müşrik Araplar şöyle demişlerdir: "Şayet bu Kur'an Allah katından ve insanların metodlarından farklı bir şekilde olsaydı, çeşitli ihtiyaç ve ortaya çıkan yeni durumlara göre hatiblerin hitabelerini, şairlerin de şiirlerini, zaman zaman parça parça söyledikleri gibi, hadiselere ve olaylara göre parça parça sûre sûre indirilmezdi. Çünkü şair divanını, yazarlar da kitablarını ve hitabelerini bir defada ortaya koymazlar. Şayet O Kur'an'ı,Cenab-ıHak indirmiş olsaydı, insanların metodlannın (adetlerinin) aksine bir defada (toptan) indirirdi." Bu hususu Cenab-ı Allah şöyle haber vermiştir:

"Kâfirler: O (Muhammed'e), Kur'an bir hamlede, toptan İnİdtrlmeli değil miydi? dediler" (Furkan. 32). Halbuki Cenab-ı Allah, burada, bu şüpheyi gidererek, Kur'an'ır^mûcize olduğunu gösteren hususu zikretmiştir. Bunun izahı şudur: Tedrici olarak indirilen bu Kur'an, ya insanın gücü dahilinde olan şeyler cinsindendir veya değildir. Eğer birincisi ise, onların, aynı şekilde tedrici olarak Kur'an'ın benzerini veya O'na yakın bir şeyi yapabilmeleri gerekirdi. Eğer ikincisi ise, Kur'an'ın, tedrici olarak indirilmesinin yanı sıra da mucize olduğu ortaya çıkar. Âyetteki. lafzı, Hz. Peygamber (s.a.s) ve ümmeti kastedilerek (Kullarımıza) şeklinde de okunmuştur. [234]

 

Sûrenin Mânası ve Sûrelere Bölmenin Hikmeti

 

Sûre, Kur'an'dan bir bölümdür. Kelimedeki vâv harfi, eğer kelimenin aslından sayılırsa, sûrelere

sûre isminin verilmesi, ya şehrin surları manasına

gelen "sûr" kelimesinden alınmıştır. Çünkü sûreler de, sûrlarla çevrilmiş şehirler gibi, Kur'an'ın sınırlanmış birer bölümüdürler. Veya o sûreler, tıpkı şehrin surlarının içindekileri kuşatması gibi, birçok ilim dallarını ihtiva etmelerinden dolayı bu ismi almışlardır. Veyahut da mertebe (derece) manasına gelen "sûre" lafzından alınmıştır. Çünkü Kur'ân sûreleri, aynı zamanda okuyanın basamak basamak yükseldiği, dereceler ve mertebeler mesabesindedir. Sureler de kendi arasında uzun,orta ve kısa olarak taksim edilir. Veyahut da sûre adtnın verilmesinin sebebi onların, dindeki yerinin yüceliğinden dolayıdır. Eğer, sûre kelimesinin vâvının, "hemze" den çevrilmiş bir vâv olduğu söylenirse, Kur'an surelerine "sûre" denmesinin sebebi, birşeyden arta kalan veya onun fazlası olan şey (su're) gibi, bunların da Kur'an'ın bir parçası ve bölümü olmalarıdır.

Eğer "Kur'an'ı surelere bölmenin ne faydası var?" denilirse, deriz ki: "Bunun birçok bakımdan faydası vardır:

a) Yazarlar, kitaplarını bölümlere ve kısımlara ayırırlar.

b) "Cins"in kapsamında "tür"ler bulunduğunda her nev'in ihtiva ettiği "fert"ler, diğer türün fertlerinden daha güzel olur.

c) Okuyucu, bölümlere ayrılmamış bir kitabı baştan sona okumaktansa, kitabın bir sûresini veya bir bölümünü bitirip diğerine başlamaya daha bir şevk duyar, öğrenme nisbeti daha da artar. Bu şuna benzer: Yotcu bir mil yol aldığını veya bir fersahı geçtiğini bilirse, bu onu ferahlatır ve daha çok yürüme arzusu verir.

d) Kur'ân'ı ezberleyen kimse bir sûre ezberlediğinde, Allah'ın kitabından müstakil bir bölümü öğrenmiş olduğuna inanır, bu onun gözünde kıymetlenir ve böylece sevinir. İşte bu sebebten ötürü, namazda (her rekatta) tam bir sûre okumak faziletli sayılmıştır. [235]

 

Kur'an Cüzlerinin Tertibi Tevkifidir

 

Haydi O (Kur'an sureleri) gibi bir sure getirin"  âyeti   Kur'an'ın   ve   O'nun sûrelerinin   tertibinin,   bu   tertibin   Hz.   Osman zamanında olduğunu söyleyen bazı hadisci'srin görüşünün aksine olarak, Cenâb-ı Hakk'ın O'nu indirdiği şekilde olduğuna delalet eder. İşte bu sebepten ötürü, bazan bir sûre ve bazen de Kur'ân'ın tamamıyla "tehaddî" (meydan okuma) doğru olmuştur. [236]

 

Tehaddînin Mertebeleri ve Mu'clz Olan Mikdar         Başa Dön

 

Kur'an'la  meydan  okumak,   birkaç  şekilde olmuştur:

Cenâb-ı Hakk'ın;

"O halde, Allah katından, daha fazla hidayet eden bir kitab getirin bakalım! "(Kasas, 49) ayetidir.

b- Cenâb-ı Hakk'ın

"De ki: Bu Kur'an'm bir benzerini meydana getirmek üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı bile olsalar, O'nun gibisini getiremezler'(\sra, 86), buyurmuştur.

c) "O halde haydi siz de onun gibi on sûre uydurup getirin "(hm, 13).

d)  Bu  "Haydi O (Kuran'ın sureleri) gibi bir sure getirin)' '{Bakara, 23) ayetidir.

Bu, eseriyle arkadaşına meydan okuyup "Haydi bunun gibisini, yansını, dörtte birini, o da olmaz ise onun bir benzerini yap " demesi gibidir. İşte bu bütün mazeretleri bertaraf edip, meydan okumanın zirvesinde olan bir haldir. âyeti, Kevser, Asr ve Kâfirûn sûreleri gibi kısa sûrelere de şâmildir. Halbuki biz zarurî olarak, bu gibi sûrelerin benzerinin veya onların derecelerine yakın kalanların getirilebileceğini biliriz. Bu durumda siz kalkar da bu sûrelerin benzerini meydana getirmek insanoğlunun g;icü dahilinde değil derseniz, bu mükâberc (inad sebebiyle.bile bile inkâr) olur. Böyİ3Si mükâberlere teşebbüs etmek ise dine karşı tenkit kapısını açar." denirse, deriz ki: "İşte bu sebebten ötürü biz,ikinci yolun doğruluğunu söylemiş ve şöyle demiştik: Eğer bu sûre, fesâhatta ibaz noktasına varmış ise, zaten maksad hasıl olmuş demektir. Yok eğer böyle değilse, onları Hz.Peygamber (s.a.s.)'in Kur'an'ın tehaddisini çürütmeye sevkedilen pek kuvvetli sebep ve ihtiyaçların yanısıra, onların böyle bir muarazadan (karşılık vermekten) çekinmeleri, yine mucize olur. Bu her iki duruma göre de icaz meydana gelmiş olur. [237]

 

deki Zamirin Merciine Göre Muhtemel Manalar

 

deki zamirin, neye râcî otduğu hususudur. Bu hususta iki  görüş vardır.

a) Bu zamir, daki ya râcîdir. Yani, fesahat ve hüsnü nazımda (güzel tertibde), onun vasıflarını taşıyan bir sûre getirin.

b) O zamir, lafzına râcîdir. Yâni, bunu, ümmî, kitab okumamış ve hiçbir alimden ders almamış bir insan olan Hz.Muhammed (s.a.s.) gibi birisi getirsin " demektir. Birinci görüş Hz.Ömer, İbn Mus'ud, İbn Abbas (r.ahm), Hasan el-Basri ve muhakkik alimlerin bir çoğundan rivayet edilmiştir. Bu görüşün üstünlüğünü gösteren birçok husus vardır:

1) Bu, tahaddî (meydan okuma) konusundaki diğer ayetlere ve bilhassa

Allah Teala'nın Yûnus sûresinde buyurduğu:

"Haydi onun (sureleri) gibi bur sure getirin" ayetine uygundur.

2) Tahaddi, ancak indirilen şey (yani Kur'an) hakkındadır. Çünkü Cenab-ı Hakk, "Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz hak­kında şüphe ediyorsanız..." buyurmuştur. Bu sebeble zamiri Kur'an'a raci kılmak gerekir. Görmez misin ki bunun manası şudur: "Eğer Kur'an'ın Allah katından indirilmiş olduğu hususunda şüphe ediyorsanız,O'nabenzer birşey getirin." Şayet zamir, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e raci kılınacak olursa, tertibteki hüküm (kaziyye ) şöyle olur: "Eğer Hz.Muhammed (s.a.s.)'e  Kur'an'ın indirilmiş olduğu hususunda şüphe ediyorsanız, O'nun gibi birisinden bir Kur'an getiriniz."

3) Zamir, şayet Kur'an'a ait sayılırsa, bu, o müşriklerin ister toplu, ister teker teker ister Dmmî, isterse de alim ve tahsilli olsunlar, onların Kur'an gibisini  meydana getirmekten  aciz olmalarını gerektirir.  Ama zamir, Hz.Muhammed (s.a.s.)'e raci sayılırsa, bu, ancak ümmilerden birisinin, O'nun gibi bir Kur'an'ı meydana getirmekten aciz olmasını gerektirir. Çünkü Hz.Muhammed (s.a.s.)'in misli, ancak tek bir ümmi şahıs olur. Bu durumda oa şayet o müşrikler bir araya gelmiş ve tahsil yapmış kimseler olsalar, Hz.Muhammed (s.a,s.)'ln misli olmazlar. Çünkü bir cemaat, tek ferde; okumuş olan ümmiye misil olmaz. Şüphe yok ki birinci görüşe göre, Kur'an'ın mucize olması daha kuvvetlidir.

4) Zamiri Kur'an'a verirsek, bu durumda, O'nun mucize olması ancak srt fesahatteki kemalinden dolayı olmuş olur. Ama zamiri, Hz.Muhammed'e •erirsek, Kur'an'ın mucize olması, sadece Hz.Muhammed (s.a.s.)   'in

ti tahsilinden uzak, ümmî olmasındaki hali itibariyle kemal durumunda cima s ı esasına dayanır. Gerçi bu da mu'cizedir, amma Hz.Muhammed 4la.s.) hakkında bir anlamda noksanlık kabulünü gerektirdiğinden birinci görüş daha üstün olur.

5) Şayet zamiri Hz.Muhammed (s.a.s.)'e raci sayarsak bu, ümmi olma hususunda, Hz.Muhammed gibi olmayanlardan, Kur'an'ın benzerinin meydana gelmesinin mümkün olduğu vehmini verir. Ama, onu Kur'an'a verirsek, bu, ümmi olsun olmasın, hiç kimsenin Kur'an'ın bir mislini meydana getirmesinin mümkün olmadığına delalet eder. O halde bu görüş daha üstündür. [238]

 

Şâhidler (Şühedâ) den Maksat         Başa Dön

 

"Şühedâ"   lafzından   kimlerin   kastedildiği meselesidir. Bu hususta iki görüş vardır:

1) Müşriklerin, ilah olduklarını iddia ettikleri put­lardır. Buna göre onlara sanki şöyle denilmiştir: Eğer sizin dediğiniz gibi, o putlar, fayda ve zarar verdikleri için ibadete layık iseler; Hz.Muhammed (s.a.s.) ile mücadelede, içine düştüğünüz şiddetli ihtiyaç ve zaruretten kurtulmak için, o putlardan yardım isteyiniz. Aksi halde biliniz ki onların ilah olduğunu, fayda ve zarar verebileceklerini iddia etmenizde haksızsınız. Buna göre, bu sözde iki yönlü bir mücadele vardır;

a- Putların ilah olmasının iptali,

b- Kur'an'ın mucize ve Allah tarafından oluşunu inkar etmelerinin iptali...

2) "Şüheda"dan maksad, müşriklerin ileri gelenleri ve Peygamberimizin peygamberliğini inkar hususunda onlarla uyuşan kimselerdir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Mümkün olan ve olmayan hususlarda lehinize ve aleyhinize hüküm vermeleri, muaraza konusunda size yardımcı olmaları için, ileri gelenlerinizi ve reislerinizi çağırın."

Şayet, "Şühedalafzını her ikisine birlikte hamletmek mümkün müdür, mümkün olmaması durumunda hangisine hamletmek evladır?" denirse, deriz ki: İkisine birden hamletmek mümkündür. Çünkü "Şüheda" lafzı, hazır olan veya sahicilik yapan kimse manasındaki "Şehid" lafzının cem'idir. Bu durumda, bu kelimeyi, mecazi olarak, "yardım ve destek sağlayan kimse" manasına almamız mümkün olur. Gerek putları gerekse önde gelen liderlerinin kendilerine yardımcı ve destekçi olduğuna inanmaları hususunda putları ve liderleri müşterek idiler. "Şüheda" lafzını bu müşterek manaya hamlettiğimizde, her ikisi de bu lafzın kapsamına girer. İkisine birden bu lafzı hamletmenin mümkün olmaması durumunda, evla olan, bunu önde gelen liderlerine hamletmektir. Bu böyledir, çünkü, "şüheda" lafzı, zahiren, ancak görmesi ve şehadet etmesi mümkün olan ve bu sebeble de müşahede ve şehadet işini üstlenebilecek kişiye denir. Bu mana ise ancak, o müşriklerin reisleri için geçerlidir. Lafzı, putlara hamlettiğimizde ise bu mecaz olur. Veyahut da bundan maksad: "Size şehadet edeceğini sandığınız kimseleri çağırın " demek olur. Ama, böyle bir mana takdir etmek, asi olanın hilafına bir hareket olur. Ama bunu evvelki görüşe hamledersek söz doğru olur. Çünkü, o zaman, Cenab-ı Hak sanki şöyle demiş olur: "İnkâr etmede anlaştığınız için, sizden, size şehadet edecek kimseleri çağırın." Çünkü anlaşma imkanı olduğu için, bir görüş üzerinde ittifak edenler birbirlerine şehadet ederler. Bu durumda da &x£ (Sizin şâhidleriniz) terkibini, "Sizden oian şahidler" manasına bir izafet saymak sahih olur. Bir de, Araplar arasında, fesahat sahasında yarışanlardan hangisinin derece bakımından üstün okluğuna şehadet edecek ileri gelen kimseler (hakemler) bulunurdu. Bunun böyle olduğu sabit olunca, sözü hakik manaya hamletmenin, mecazi manaya hamletmekten daha uygun olduğu ortaya çıkar. [239]

 

Dûn Lafzı Hakkında

 

lafzına gelince, bu bir şeyin konduğu en alt yer demektir. Değersiz ve düşük anlamına gelen ifâdesi de bu anlamdadır. Kitaplar derlendiği zaman denilir, çünkü bir şeyi bir araya getirmek demek, onu birbirine yaklaştırmak demektir. Yine, biri diğerinden biraz düşük olduğu zaman denilir, ifâdesinin aslı ise, yani, "onu sana en yakın olan yerden al!" demektir. Ama bu ifâde tim şeklinde kı­saltılmıştır. Sonra, durumlardaki farklılıkları ifade etmek için istiare yoluyla Utanılarak, meselâ "Zeyd Amr'dan aşağıdadır " denilir. (Mak­sad şeref ve ilim bakımından aşağıda olduğunu bildirmektir.)

Sonra da, bu kelimenin kullanılışında saha biraz daha genişletilerek, bir yerden, bir çizgiden diğerine geçen her şey hakkında kullanılmaya başlandı... Srtekim Cenâb-ı Hak:

"Müminler, müminlerden geçerek kâfirleri dostlar edinmesinler!"(A.lmran, 28) buyurmuştur. Yani onlar, müminlerin dostluğunu xarıp da, kâfirlerin dostluğuna geçmezler.

Şayet, Cenâb-ı Hakk'ın lâfzı, neyle alâkalıdır denilirse, deriz ki: Sunda iki görüş bulunmaktadır:

a) O'nun müteallakının, lâfzı olmasıdır. Bunda da, iki ihtimal sulun m aktadır.

1) Mananın şöyle olmasıdır: Allah'tan başka kendilerini ilah edindiğiniz sizin  hak  üzerinde  olduğunuza  kıyamet  gününde  şehadette bulunacaklarını iddia ettiğiniz kimseleri çağırın... Cenab-ı Hakk'ın onlara, fesahatiyle mu'ciz olan Kur'an'a muaraza etme konusunda, konuşamayan cansız nesnelerden yardım istemelerini emretmesinde, müşriklerle müthiş bir alay vardır.

2) Kur'an'ın bir benzerini yaptığınıza dair lehinire şehadette bulunmaları için Allah'dan, O'nun dostlarından ve müminlerden başka olan şahidlerinizi çağrın demektir. Bu, onlara, bir kolaylık gösterme ve onların şahidierinin fesahat ehli olduğunu, bu nedenle sağlam karekterlerinin onların yalan şehadette bulunmalarına razı olmayacağını hissettirmek ve duyurmaktır... in müteallakının ijMl olmasıdır. Buna göre, mâna, "Allah'dan başka olan şahidlerinizi çağırın" olur. Yani, davasının doğruluğuna dair delil getirmekten aciz olan kimsenin dediği gibi, Allah'dan size şehadette bulunmasını istemeyin ve" Bizim savunduğumuz şeyin hakk olduğuna Allah şahittir" demeyin. İnsanlardan, hakimler nezdinde iddiaların şehadetleri ile geçerli sayıldığı şahitler getirin." Bu onları acze düşürmek, ümitlerinin tükendiğini ve, "Allah şahittir ki, biz doğru söylüyoruz" iddialarına artık teşebbüs edemiyeceklerini açıklamadır. [240]

 

Tahaddinin Kâdî Tarafından Değerlendirilmesi         Başa Dön

 

el-Kâdî[241] şöyle demiştir: "Bu meydan okuma, birçok yönden "cebr" akidesini geçersiz kılar

a) Tahaddî   onu   yapabilecek   bir   kimsenin, Kur'an'ın benzerini getirmekten aciz olmasına mebnidir. Binaenaleyh, kulun fail olduğunu kabul etmeyen bir kimseye, tehaddînin varlığını söylemek mümkün olmaz. Bunda ise, Kur'an'ın mucize oluşu ile istidlalde bulunmayı iptal etme söz konusudur.

b) Onların görüşüne göre bunun imkansız oluşu, yeterli kudretlerinin olmamasından dolayıdır. Buna göre de muciz olan ile olmayan müsavidir. Böylece de tahaddinin bir manası kalmaz.

c) Kula nisbet edilen herşeyin halikı Allah'dır. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın onlara tahaddisi (meydan okuması), gerçekte kendine karşı meydan okuma manasına gelir. Allah ise, şüphesiz ki Kur'an'ın bir mislini daha meydana getirmeye kadirdir. Buna göre de Kur'an'ın i'cazının bulunmaması gerekir.

d) Mu'ciz, kendisinde harikuladelik bulunan birşey demektir. Buna göre, onların görüşleri, "Alışılagelmiş şeyler fiil değildir." şeklinde olunca, bu fark meydana gelmez. Dolayısı ile Kur'an'ınmucize oluşu ile istidlal etmek doğru olmaz.

e) Hz.Peygamber (s.a.s.), davasında kendisini tasdik etmesi için Allah'ın kendisine bu mucizeyi verdiğini söyleyerek delil getirmiştir. Şayet bu Allah tarafından olmasaydı, i'caza dahil olmazdı. Halbuki onların cebre kail olmalarından dolayı bu fark ortaya çıkmaz. Çünkü alışılagelen ve alışılmamış olan her fiil ancak Allah tarafındandır." [242]

 

Râzî (r.a.)'nln el-Kâdî'ye Cevabı

 

el-Kâdî'nin bu görüşlerine şöyle cevab verilir: Tahaddiden maksad, hasmın, istenen şeyi ya kasten veya tesadüfen yapmasıdır. Tesadüfen bunu yapması batıldır. Çünkü tesadüfi olan, kişinin elinde değildir. Geriye birinci ihtimal kalır. O zaman da, kişinin meydan okunan şeyi yapması, o işe kalben niyet etmesine bağlıdır. Niyet kişinin kendisinden ise, bu teselsülü gerektirir ki o da muhaldir. Eğer niyet Allah'dan ise bu durumda cebr geri gelir ve Kâdînin bize karşı söylediği deliller kendisine döner ve ileri sürdüğü şeyler batıl olur. [243]

 

Bir Başka Mucize Kur'an'ın Benzeri Asla Yapılamayacak

 

"Fakat bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapa­mayacaksınız "ayetine gelince, bil ki bu ayet, Kur'an'ın mu'cize olduğunu dört bakımdan gösterir:

Birincisi: Biz, tevatüren biliyoruz ki Araplar, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e düşmanlık ve peygamberliğini iptal hususunda çok ileri gitmişlerdi. Yerlerini, kabilelerini bırakıp, canlarını ve mallarını bu uğurda sarfetmeleri, bunun en «uvvetli delilidir. Buna bir de, Cenab-ı Hakk'ın Takat bunu yapamazsanız, c hiçbir zaman yapamayacaksınız " ayeti gibi çarpıcı birşey de eklenince, şayet, Kur'an'ın benzerini veya bir sûresinin benzerini getirmek onların imkan güçleri dahilinde olsaydı, kesinlikle bunu yaparlardı. Onlar bunu yapamadıklarına göre, Kur'an'ın mu'ciz olduğu açıkça ortaya çıkmış olur.

İkincisi: Hz.Peygamber (s.a.s.), peygamberliği hususunda her ne kadar, -müşriklerce töhmet altında tutulan birisi ise de, aklının faziletinin ve işlerin etlerini sezme gücünün tam olduğu herkesçe malum idi. Faraza, O'nun nübüvvet dâvasında (hâşa) su götürür bir taraf bulunsaydı, müşriklere meydan okumaz ve bu meydan okuyuşta (tahaddide) ileri gitmeyi uygun bulmaz, aksine, bütün işlerinde neticesi kendisine dönecek olan o kepazeliğe düşeceğinden korkar ve çekinirdi. Eğer Hz.Peygamber (s.a.s onların böyle bir rnuarazadan aciz olduklarını, vahye dayanarak zaruri \ kesin tarzda bilmeseydi en beliğ bir şekilde onları muarazaya sevketme kendince uygun bulmazdı.

Üçüncüsü: Hz.Peygamber (s.a.s.), nübüvvetinin doğru olduğuna kes kes inanmasaydı, onların Kur'an'ın benzerini geti rem iveceklerini hat vermekte, böylesine kesin konuşmazdı. Çünkü Hz.Peygamber, nübüvvetin hakkaniyetine dayanarak kafi olarak bilmeseydi,bunun aksi de caiz olurd. (Gayb'dan verdiği haber çıkmayabilirdi). Kesin konuşmadığı zaman, bun., aksi caiz olurdu. Aksinin caiz olması durumunda ise, O'nun yatan söylec ortaya çıkardı. Binaenaleyh kesinlikle yalancı olan, batıl yanlısı kimse, (boy bir konumda)kati konuşamaz. Hz.Peygamber(s.a.s) ise kesin konuştuğu iç ı bu O'nun nübüvveti hususunda son derece kendinden emin olduğuna delalet  eder.

Dördüncüsü: Bunu, bu şekilde haber veren kimseler de bulunabil Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.)'in gününden günümüze kadar, her zama1 dine ve İslam'a düşman olan kimseler bulunmuş, İslam aleyhinde konuşrr cebebleri günbegün artmıştır. Sonra dine karşı olan kimselerin bu şidde hırslarına rağmen, asla bir muaraza meydana getirilememiştir.

İşte Kur'an'ın mucize olduğuna delalet eden bu dört hususu, ayet iht  etmektedir. Bu, Kitabullah'ın hiçbir hüccet ve istidlal ihtiva söyleyen cahillerin iddialarının boş olduğuna delalet eder. [244]

 

Hatıra Gelebilecek Bazı Sualler ve Cevapları         Başa Dön

 

Burada birçok sual vardır:

 

Birinci Sual: Niçin  değil,  kullanıldı?

 

1) Onların hiç bir sûre getiremeyecekleri kesindir. O halde şek ifac eden jı edatı değil de vucûb ifade eden \'h\ edatı getirilmeli değil miyd1 Buna iki şekilde cevab veririz:

a) Burada, onlarla ilgili söz, onların zanlarına göre söylenmiştir. Çür-o müşrikler, fesahati arına ve söz söyleme sanatındaki güçlerine güvendikle için, Kur'an'a muaraza etmekten aciz olduklarına henüz kesinkes kar vermemişlerdi.

b) Bu, onlarla tehekküm (istihza)'dür.Nitekim, kendisine karşı koyacak olan bir kimseyi yeneceğinden emin olan ve gücü yeteceğini söyleyen kimse, onu yeneceğini kesin olarak bildiği halde, sırf onunla alay etmek için ona (Eğer seni yenersem...) der.

 

İkinci sual: Niçin  Değil de, Denilir?

 

a) Cenâb-ı Hak, niçin (Eğer onu getiremezseniz..) de­medi de (Eğer yapamazsanız.) dedi? Bunun cevabı şudur: Çünkü bu ifade, "Eğer O'nun sûreleri gibi olan bir sûre getiremezseniz, ki O'nun sûreleri gibi bir sûreyi asla getiremeyeceksiniz" ifadesinden daha Kısadır.

 

Üçüncü Sual nun irabı

 

ifadesinin i'rabtaki mahalli nedir? Cevab: Bunun, i'rabta mahalli yoktur. Çünkü bu cümle i'tiraziyye cümlesi (ara

cümle) dir. Dördüncü Sual edatı ile yapılan nefy? edatının nefy (olumsuzluğu ifade) konusundaki yeri nedir?Cevab şöyle-dr: ve edatları, geleceği nefy hususunda kullanılan iki benzer edattır. Ancak edatında bir te'kid ve pekiştirme vardır. Sen, arkadaşına "Yarın senin yanında kalmayacağım" dersin.O, eğer senin bu sözüne anmazsa, bu sefer de "Yarın kesinlikle yanında durmayacağım " dersin. edatı hakkında üç görüş vardır.

a)  Bu edatın aslı O dir ki, bu Halil'in görüşüdür.

b)  in aslı dır. Sonra bunun elifi nün harfine çevrilmiş ve olmuştur. Bu da Ferra'nıngörüşüdür.

c)  geleceği nefy hususunda te'kid ifade eden bir nasb edatıdır. Bu Sibeveyh'in görüşüdür. Halil'den nakledilen iki rivayetten birisi de böyledir.

 

Beşinci Sual: Ateşten Korkmak İle Kur'an'ın Benzerini Yapmamanın İlgisi

 

Cenab-ı Hakk'ın, onların ateşten sakınmalarını, Kur'an'ın sûreleri gibi sûre getirememelerine bağlamasının anlamı nedir? Bunun cevabı şudur:  müşriklerin, Kur'an ile muarazadan aciz oldukları ortaya çıkınca, onlar -«zdinde Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Peygamberliğinin doğruluğu sabit oldu. 3unun sabit olmasına rağmen, onlar yine inâd edince, cehennem ile cezalandırılmayı hak ettiler. Öyleyse cehennemden sakınmak, inadı bırakmayı gerektirir. Binaenaleyh burada müessir eserin yerine geçirilmiş, Cenab-ı Alah'ın "Ateşten sakınınız, korkunuz" sözü de "İnadı taşkınız" sözü yerine kaim olmuştur. İşte bu, belagat konularından birisi îcâzın (veciz ifade etmenin) ta kendisidir. Bu uslûbta, cehennerr-Jen stfonmayı bu ifadenin yerine geçirip, bunun peşinden de cehennemin korkunç vasfını zikretmek suretiyle, inadın durumunu ürkütücü bir şekilde ortaya koyma söz konusudur.

 

Altıncı Sual: Vekûd (yahut) nedir?

 

"Vekûd" nedir? Cevab: Vekûd, ateşin tutuşturulduğu şeydir. Bu kelimenin masdarı zammelidir (vükûd şeklindedir ).Masdarının fethalı olduğu da söylenmiştir. Nitekim Sibeveyh şöyle der: Biz, Araplardan (Biz çok yüksek ateş yaktık) diyen kimseler duyduk. Daha sonra Sibeveyh şöyle der: Daha çok, masdar olarak ı kullanılır: ise, yakacak odun demektir. İsa İbn Ömer, masdar ile isimlendirerek, kelimeyi şeklinde okumuştur. Nitekim, "Falanca kişi, kavminin övünç kay­nağı, beldesinin süsüdür" misali de, bu anlamdadır.

 

Yedinci Sual: Kâfirler, Cehennem Ateşinin Özelliğini Nerden Biliyorlar?         Başa Dön

 

nin sılasının, bilinen bir hüküm olması gerekir; o halde ontar, ahiret ateşinin insanlar ve taşlarla tutuşturulmuş olduğunu nasıl bildiler? Cevab: Daha önce, bunu ehl-i kitabtan veya Allah'ın Resulü Hz.Muhammed'den yahutta bu ayetten önce Tahrîm Süresindeki:

"Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten..."(Tahrim, 6) ayetiyle haberdar olmuş olmaları mümkündür.

 

Sekizinci Sual: Kelimesi Neden Ma'rife Oldu?

 

Demin nakledilen Tahrim süresindeki âyette nekire, burada ise şeklinde ma'rifegetirildi. Halbuki her ikisini de tavsîf eden ayrıdır? Cevap: Bu ayet Mekke'de nazil oldu; böylece onlar cehennemin bu sıfatlarla mevsûf bir ateş olduğunu öğrendiler; sonraysa Medinede, önceki bilgilerine dayanılarak, bu ayette  kelimesi ma'rife getirilmiştir.

 

Dokuzuncu Sual: İnsan ve Taşın Yakıt Olması

 

9) Cenâb-ı Hakk'ın âyetinin manâsı nedir? Cevap: Bu, ancak insanlar ve taşlarla tutuşan bir nâr olmakla, diğer ateşlerden ayrılan bir ateştir. Bu da, onun iki bakımdan kuvvetli olduğuna delalet eder:

a) Diğer ateşlerle insanlar yakılmak veya taşlar kızdırılmak istendiğinde, önce bir ateş yakılır, sonra yakılması veya kızdırılması arzulanan şey onun içine atılır; cehennem ateşi ise, yanacak maddesi bir anda tutuşturucu ateş haline gelen müthiş ateştir. Allah bol rahmetiyle bizi böyle bir ateşten muhafaza buyursun.

b)  O, son derece sıcak olduğu için, taşı bile tutuşturur.

 

Onuncu Sual: İnsan-Taş Münasebeti         Başa Dön

 

Niçin insanlarla taşlar bir araya getirilerek, beraber cehennemin yakıtı oldukları söylendi? Cevab: Çünkü insanlar dünyada, o taşları, put olarak yontup, Allah'a ortak tutup, Allah'ı bırakıp onlara ibadet ederek, zaten kendilerini taşlarla birleştirmişlerdir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak k! sizler ve Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler cehennemin yakıtıdırlar" (Enbiya, 98) buyurmuştur. Bu ayet, üzerinde olduğumuz ayeti (Bakara, 24>tefsir etmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın âyeti ibaresini ibaresi açıklamaktadır. Kâfirler, Allah'ı bırakıp taptıkları taşların, şefaatlerine nail olacakları ve onlara itaat ederlerse, kendilerinden zararları giderecek şahidler ve şefaatçiler olduklarına inandıkları için, Allah bu taşları onların azab sebebi kılmış ve, onları derin bir üzüntüye sevkedip, bu üzüntüleri ile onları yapayalnız bırakmak için, bu taşları cehennem ateşinde kızdırılmış olarak onların gövdelerine yapıştırmıştır. Bunun bir benzeri de altın ve gümüşlerini biriktirip yığan ve onların hakkı olan zekatı vermeyen kâfirlere Cenab-ı Hakk'ın azabıdır. Şöyle ki bunlar onların üzerinde yakılacak,cehennem ateşinde kızdırılacak ve o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak. Cehennemin yakıtı olan taşlardan maksadın kükürt taşları olduğu söylenmiştir. Bu, delili olmayan bir tahsisdir. Bu ayette, "taşlan", kükürt taşlan diye tahsis etmenin doğru olmadığına delalet eden şeyler vardır. Bu böyledir. Çünkü burada, Cenab-ı Allah'ın maksadı, cehennem ateşinin vasfını yükseltmektir. Halbuki ateşin kükürt taşları ile yanması alışılmış bir husustur. Bu sebeble, kükürtle cehennemin tutuşturuiması, ateşinin çok kuvvetli olduğuna delalet etmez. Ama ayette geçen "taşlan", kükürt taşı olarak değil de diğer taşlar manasına aldığımızda, bu, cehennem ateşinin şiddetini gösterir. Çünkü diğer taşlarla, aslında ateşler söndürülür. Bu sebeble, ayette sanki Cenab-ı Allah şöyle demiştir: "Cehennem ateşleri ta başında, dünya ateşlerini söndüren taşlarla yandığı için, kuvvette had noktaya ulaşmıştır". Allah Teâla'nın jij&l ^^*ı "Kâfirler için hazırlanmıştır." sözüne gelince bu, hali ve sıfatı böyle olan şu ateşin, kâfirler için hazırlandığını gösterir. Burada, namaz kılan fasıklar (günahkarlar) için, bu vasıflarda olmayan başka ateşlerin (cehennemlerin) olduğuna delalet eden hiçbir delil yoktur. [245]

 Başa Dön

[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/409-410.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/410-411.

[3] Ebu Dâvud, Menâsih. 56 (2/185).

[4] Fezâilü'l-Kufân 14 (5/172). Dânmî 2435.

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/411-414.

[6] Beykâkî ve Deylemî bu hadisi rivayet etmişlerdir. Keşfü-l Hafa 1/132.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/414-416.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/410-425.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/425-426.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/427-429.

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/429.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/430.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/430.     Başa Dön

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/430-431.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/430-431.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/433.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/433.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/433-434.

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/434.

[24] Dârimî, Fedâllü'l-Kur'an, 1 (2/431).

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.434.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/434.

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/434.

[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.434-435.

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436-437.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/437.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/437.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/437.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/438.             Başa Dön

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.438.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/439.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.439-440.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.440.

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/441-442.

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/442-443.

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.443-444.

[50] Buhari. iman. 1 (1/8): (Benzen hadis).

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/444.

[52] Benzeri bir hadis için bakınız: Tirmızı, Zühd, 29 (4/571); Ibn Mâce. Zühd, 1(2/1373).

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/444-446.

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/446.

[55] Bu şu demektir Kur ant kerîmde muteşabh ayetler vardır Binaenaleyh bazı meselelerde, ıkı zıt tarafa çekilebilecek ayetler bulunur. Bu ayetlerin doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak vasıtalara bavşurmayanlar hata ederler.

[56] Kuran. Kuranın doğruluğuna ve rehberliğine inananlar için delildir fakat buna inanma, için. tabiatıyla. Kur'ân bir rehber olmaz Kuranın gerçeklen, onlarca mana ifade etmez.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/446-448.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/448-449.

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/449.

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/449-450.

[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/450.

[62] Buhârî, İman. 15 (1/11).

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/450-456.

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/456-458.

[65] Tirmizi  Fiten. 52(4/505).

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/458-459.

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/459-460.

[68] Beyitteki kelimesi tefsirde, "şın"lı olarak geçmekle beraber. Lısanu'l Arab ve Tâcu'l-Arus'ta maddesinde şeklinde "sin" olarak geçmektedir

[69] Buhârî. savm. 1 (2, 225).

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/460-461.

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/461-463.

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/464.

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/464-465.

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/465.

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/466.

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/466.

[77] Va'îdıyye: Mürcı'e'nin zıddı olan bir görüş olup, günarı işleyenlerin cennete mı cehenneme mı gideceklerinin Du öünyada iken bilinebileceğini söyleyenlerdir.

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/467-471.

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/471-472.

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/472-473.

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/473-475.

[82] Mûcib-ı bı'z-zât. daha önce geçtiği gibi. hür iradesi ile değil de, mahiyet ve tabiatı icabı, ihti-yarsız yapan faile denir.

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/475-495.

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/5.

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/5.

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/5-11.

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/11-13.

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/13.

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/14.

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/14-15.

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/15.

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/15.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/15.

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/16.

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/16.

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/16-23.

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/23-26.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/26-27.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/27-28.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/28.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/28.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/28-30.

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/30-31.

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/31-32.

[105] Buharı, İman, 16 (1/12) vd.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/32-33.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/33-34.

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/34.

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/34-35.

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/35-37.

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/37.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/37-38.

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/38.

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/38-39.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/39-40.

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/40-41.

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/41.

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/41.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/42.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/42.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/42-43.

[122] Şiirde ki birinci kelimesini. lisanu'-I Araba göre şeklinde düzelttik.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/43.

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/43-44.

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/44-45.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/45-46.

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/46.

[128] Buhari, İman, 32 (1/16)

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/47-48.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/49.

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/49-50.

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/50-51.

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/52-53.

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/53.

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/53.

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/53-54.

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/54-56.

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/57.

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/57-61.

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/62.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/62.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/63-64.

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/64.

[144] Buhari, İstiskâ, 22(2/21).

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/64-67.

[146] Acizane anlayışımıza göre, bu nazariye, yağmurun gökten indirilmesine aykırı değildir, sebebiyle de olsa, yağmur yine gökten indirilmektedir. Bu tefsirin yazılmasının ı sekizyüz yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Binaenaleyh tabiî ilimlerde bu asırda kuvvet nazariyelerden bir kısmı ile yorumlar ihtiva etmesi normal karşılanmalıdır .İzahları geçerli olursa ne âla! Olmazsa müfessirin kâinata bakısında gösterdiği gayreti ve o zamanki f\ göstermesi bakımından yine değerlendirilmesi gereken bir hususiyet sayılmalıdır, değerlendirdiğimizden mütercimler olarak biz, benzeri durumlarda aynen tercüme yetiniyor, değerlendirmeyi okuyuculara bırakarak, sözü uzatmıyoruz.

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/67.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/67-68.

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68.

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68-69.

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/69-70.

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/70-71.

[155] Bu sözün açıklamasıyla ilgili olarak Bkz. Şezâratö'z-Zaheb, 1, 47.

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/71.

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/72.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/72.

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/73.

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/73.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/73.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/74.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/74-75.

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/75.

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/75-76.

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/76.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/76-77.

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/77.

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/77.

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/78.

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/78.

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/78-79.

[173] Dehrî: Zaman ve maddenin ebedî olduğunu kabul edip, Allah'ı ve âhireti inkâr eden kimse.

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/79-80.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/81.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/81-82.

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/82.

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/82.

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/83.

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/83.

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/83-84.

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/84-87.

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/87-90.

[184] Buhari, Talak, 26 (6/178).

[185] Buhari, Tefsir, İhlas Suresi Bölümü 112(6/95)

[186] Buhari, Rikak, 40 (7/191); Müslim, Zikr,14,15 (4/2065).

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/91-93.

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/94.

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/94-96.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/96-97.

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/97-98.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/98-99.

[193] Hadis hakkında bkz. Keşfu'l-hafa, II, 70-71.

[194] Câmîu's-sağîr, I, 26.

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/100-101.

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/101-102.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/102-103.

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/103-105.

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/105-108.

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/108.

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/108-110.

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/110-111.

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/111.

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/111.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/111-112.

[206] Müfessihmiz, İşbu dördüncü meselenin sonunda dünyanın küre şeklinde olduğunu kesinlikle benimseyip düz olduğunu söyleyenleri reddetmektedir. Fakat o zamanki ilmî anlayışın tesirinde kalarak dünyanın döndüğünü bilmemektedir.

Haklı olarak şöyle bir sual hatıra gelecektir: Muasır birçok müfessir, dünyanın döndüğüne : eden âyetler bulunduğunu söyleyip, âyetleri buna göre tefsir etmektedirler. O müfessfrier şvndiki müfessirler mi hata ediyorlar?

Kısa cevap verecek olursak, şöyle diyerek izaha başlamak isteriz: Evvela mes'eleyi daha bir tarzda ortaya koymak gerekir:

Kuran-ı Kerim, başta irşad hikmeti olarak çeşitli hikmetler için, beşeriyetin kendi imkânlarıyla bilimsel seviyeye ait konularda, onların maddî mahiyetleri ile ilgili kesin bilgi vermez,

Mesela ezcümle: Dünyanın ne döndüğüne ne de dönmediğine dair kesin bilgi ihtiva etmez.

Hilkat ağacında kemale erme meyli bulunur. Onun bir dalı olarak da insanda terakki arzusu mevcuttur. Bu terakkî meyli, bir çekirdek gibi, neşvüneması bir çok tecrübeler vasıtasıyla hasıl r cMvamlı akış halindeki fikirlerin neticelerinin bir birine katılıp eklenmesi vasıtasıyla genişler, ve birbirine terettüb eden bilim dallarını adeta meyveler halinde netice verir, öyle lı bu merhalelerden bir önceki merhale olmadıkça, bir sonraki meydana gelemez, keza önceki lin sonrakine mukaddeme olması da, ancak ulum-i mütearefe haline gelmesiyle (yani bilinmesiyle) mümkündür. İşte bu sırra binaen, bir kimse müteaddit tecrübe ve birikimler Ja doğmuş olan bir ilmi bundan on asır Önceki İnsanlara öğretmeye kalksaydı, halkın Kanstırmaktan başka bir iş yapmamış olur, onları hidayetten uzaklaştırırdı.

Mesela deseydi ki:Güneşin durup dünyanın hareket etmesine ve bir damlacık suda milyon  canlı organizma toplanmasına bakınız da Halik Taala'nın azametini anlamaya çalışınız,  böyle deseydi, insanları islamdan uzaklaştırmış olurdu. Çünkü insanlar "Zahiri"  ettikleri bilgilerin tesiri altındadırlar. Demekki, ondört asır sonra gelen bazı kişilerin  tatmin İçin en az on asır boyunca gelip geçen bunca nesli hak yoldan saptırma irşad  belagata münafi olurdu.

Bir de şu gerçeği iyi anlamak gerekir: Kur'ân'ın asıl maksadı, insanlığın ekseriyetine tek nübüvvet, ba's ve adaleti yerleştirmektir. Kevnî hadiseleri, yani tabiî ilimler sahasına ı hususları, Kur'an tebei olmak istidlale vesile olmak İçin zikreder.İstidlâlin gayesi tabiattaki mb Mtfamak, ondan da bu nizamın tek yaratıcısını bilmektir. Oysa bu nizam her şeyde her zaman bulunur. Nizamın teşekkül tarzı ve mekanizmasının nasıl olduğu fazla önemli dr Zira onların mahiyetleri asıl maksadla İlgili değildir. Mesela dünyanın dönmediğine nizam fikrine sahip oldukları gibi,döndüğüne inananlar da sahiptirler. Bundan ötürü irşadı ve belagatı, bir kısım naslannın, insanların duyularla elde ettikleri bilgilerle seviyesini i, ideal tutum olarak benimsemiştir. Ne varki bunu yaparken onlara, delil verecek tarzda kinaye tarzında göstermiş, bununla beraber tahkik erbabına, hakikatin nerede dair işaretler ve karineler bırakmıştır.

Demek ki, bu konularda Kur'an'da sarahat değil, İşaretler mevcuttur. İlmî seviyede, Kur'ân'ın müfessirlerin dikkatini çekecek ilerlemeden az oldukça, müfessirtn bu konuda hata ihtimali artmaktadır. Şimdi biz hata olduğunu söylesek de, aslında, onun devri için hata sayılmamalıdır.

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/112-116.

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/116-120.             Başa Dön

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/120-121.

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/121.

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/121.

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/121-123.

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/123.

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/123-124.

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/124.

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/1214-125.

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/125.

[218] Alemde, hayır ve şer diye iKi gücün hakim olduğunu gecenin şerri, aydınlığın da hayrı temsil ettiğini göstermektedir.

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/126-127.

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/127-128.

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/128-130.

[222] Bu soruya sebep kelimesindeki cemi vezninin, Arapçada azlık İfade eden, cem vezinlerinde olmasıdır.

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/130-133.

[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/133.

[225] Allah’ın cisim olduğunu söyleyenler.

[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/134-135.

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/135-136.

[228] İran kırallanndan. {310-379 m.) yılları arasnda yaşamış, hristiyanlara işkence etmiş. Bizans'la savaşmıştır.

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/136-138.

[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/138.

[231] Bu görüşün isabetli olduğu söylenemez.  Sadece "fihi nazar" demekle yetinelim (mütercimler).

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/138-141.

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/141.

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/142.

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/142-143.

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/143.

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/143-144.

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/144-146.

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/146-147.

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/147-148.

[241] Maksad, Mu'teziteın) son imamlarından el-Kâdî Abdulcebbâr'dır (ö. 415 hicrî).

[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/148-149.

[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/149.

[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/149-150.

[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/150-154.