Bu Harfler Konusunda Kelâmcıların Görüşleri:
Bu Harflerin Manasının Anlaşılmayacağını Söyleyenlerin Delilleri:
Bu Harflerin Manasının Bilinebileceğini Söyleyenlerin Görüşleri
Huruf-u Mukattaanın Sûre İsimleri Olması İle İlgili Bazı Konular
“Zâlike’l-Kitabu” İbaresi Hakkında
"Kitab" Lâfzının Manaları Kur'ân'm İsimleri.
8) Hüküm, Hikmet, Hakim, Muhkem
10) Hüdâ, Hâdi (Hidayete Götüren)
Kur’an’ın Esmâ-i Hüsnâ İle Müşterek Olan İsimleri
“Elif, Lam, Mim” İle “Zâlike’l-kitabu” Kısmının Münasebeti
“Lâ Raybe Fihi” İbaresi Hakkında
Kur'ân'm Muttakîlere Hidayet Olması İle İlgili Bazı Suâller
İmanın Mahiyeti Hakkında Çeşitli Anlayışlar
Kur'an'da, Hatm (Mühürleme) İle İlgili Diğer Mefhumlar
Münafıkların, Cenab-ı Allah'ı Aldatması Meselesi
Aldatma Teşebbüsünden Maksatları
Münafıkların Kendi Kendilerini Aldatmaları
Mu'tezile'nin Kalb Hastalığı Hakkındaki Te'vîli
Münafıklar Toplumu Düzeltme İddiası Güderler
Toplumu Bozduğu Halde Hamiyyet İddia Edenler
Münafıkları Gerçek İmana Davet
Ayette Geçen Nass "İnsanlar'dan Maksat Kimlerdir?
Münafıkların Müminleri İstihfaf Etmeleri
Birbirleriyle Başbaşa Kaldıklarında Münafıklar
Allah'ın Onlarla İstihza Etmesi Ne Demektir?
Allah'ın Münafıklara Mühlet Vermesi
Mu'tezile'ye Göre Mühletin Manası
Hidayeti Bırakıp Dalâleti Satın Alanlar
Yanındaki Işıktan İstifade Edemeyenler
Bu meselin Ortaya Çıkardığı Sorulara Razi’nin Cevabı
İmanın Nura, İnkârın Karanlığa Benzetilmesi
Mezkur Benzetmenin Ortaya Çıkardığı Suallere Cevaplar
İkinci sual: Cem'in Müfred'e Benzetilmesinin İzahı
Üçüncü sual: Yakmak, Ateş, Aydınlatmak ve Nur Nedir?
Dördüncü Suâl ve Cevabı Fiili Lâzım ve Müteaddî Olabilir
Beşinci sual ve cevabı: Neden Ziya Değil de Nûr Kelimesi Kullanıldı?
Altıncı Sual ve Cevabı: Niçin Değil de Kullanıldı?
Yedinci Sual ve Cevabı: fiili, bazan ef 'âl-i kulûb şeklinde kullanılır.
Sekizinci sual fiilinin met'ünlerinden biri neden hazfedildi? Metruk ile menvî arasındaki fark
Münafık Kulağını Tıkamakla Yıldırımdan Korunacağını Sanır
Ayetle İlgili Hatıra Gelebilecek Bazı Sualler
Birinci soru: İki Teşbihten Hangisi Daha Beliğdir?
İkinci soru: İkinci Teşbih, Birinciye Niçin edatı ile atfedildi?
Üçüncü soru: Ayetteki Teşbihin Nev'i
Dördüncü soru: Sayyib (sağanak) nedir?
Yağmurun Gökten İndiğini Tasrihe Lüzum Var mı?
Bulutun ve Yağmurun Karanlıkları
Gök Gürlemesi ve Şimşek Nerede Meydana Gelir?
Zulümâtın Cem'i, Diğerlerinin Müfred Olmasının Sebebi
Kulaklarına Parmaklarını Sokarak Tıkamaları
Sadece Şimşek Çaktıkça Etrafı Görebilmeleri
Allah Teâlâ'nın Mutlak Kudreti
"Şey" (Varlık) Tâbiri Allah Teâlâ Hakkında Kullanılabilir mi?
Kulun Fiillerini Yaratan Allah'tır
Umuma Delâlet Eden Lafzın Aklî Delil ile Tahsisi
Tevhid, Nübüvvet Ve Ahiret Hakkında Deliller
Bütün İnsanlara Yöneltilen İlâhî Hitap
İsim ve Harf Münasebeti Hakkında
Elif-lâm'la Marlfe Olan Cemi Lafız Umum İfade Eder
"Ey İnsanlar, Hitabına Vahy Asrından Sonraki İnsanlar! Dahil midir?
Kafir ve Mümine İbadeti Emretmeden Maksat
İbadetin Allah'a Faydası Yoktur
İbadet Emrinden Maksat Kalbi Temizlemektir
Allah'ı Bilmede Tefekkürün önemi
Meleklerin ve Peygamberlerin Bu Delilleri Kullanmaları
Kelâm İlmini Öğrenmenin Gerekli Olması
Bu Konuda Muarızların İddiaları
Tefekkür Kesin Bilgiye Götürmez
İlim İfade Eden İstidlal Kudretimiz Dahilinde Değildir
İstidlalin Emredilmesi Mâkul Değildir
Müslümanlık İstidlale Bağlı Değildir
Kelâm İlmi İle Meşgul Olmak Bid’attir
Müfessir Razı (r.a.)'nin İddialara Karşı Cevapları
Allah Teâlâ'nın Varlığının Aklî Delilleri
Kur'an'da Delillerin Hususiyeti
Teraccî (umut) İfadesi Allah Hakkında Neye Delalet Eder?
Ayetin İhtiva Ettiği Enfûsî ve Afakî Tevhid Delilleri
Yeryüzünün Döşek Misali Yaratılması
Yeryüzünün Fayda ve Özellikleri
Gök ile Yerden Hangisinin Efdal Olduğu
Güneşin Doğup-Batmasındaki Faydalar
Güneşin Ekvator Çizgisinden Meyli
Ayın Yaratılışında ki Faydalar
Gök Kubbesinin Bina Olması Meselesi
Meyveler, Niçin Birden Değil de Tedricen Yaratılıyor?
Dördüncü sual: Rızık Olarak Yaratılan Meyveler
Beşinci Sual: Niçin Cemi Kıllet Vezni ile Getirildi
İkinci sual: Nid (misl) Ne Demektir?
Üçüncü Sual: (siz bilip dururken) Cümlesinden Maksad
İnsanların Şirke Kaymalarının İzahı
Tek Yaratıcıyı Kabulden Sonra Şirke Niçin Yer Kalmasın?
Eski Yunanlıların, İranlıların ve Arapların Putları
Kuran İle Diğer Sözlerin Mukayesesi
Kuran'ın Bütün İlimlerin Kaynağı Olması
Kur'an'ın Parça Parça İndirilmesi (tercim) ve İ'caz
Sûrenin Mânası ve Sûrelere Bölmenin Hikmeti
Kur'an Cüzlerinin Tertibi Tevkifidir
Tehaddînin Mertebeleri ve Mu'clz Olan Mikdar
deki Zamirin Merciine Göre Muhtemel Manalar
Tahaddinin Kâdî Tarafından Değerlendirilmesi
Râzî (r.a.)'nln el-Kâdî'ye Cevabı
Bir Başka Mucize Kur'an'ın Benzeri Asla Yapılamayacak
Hatıra Gelebilecek Bazı Sualler ve Cevapları
Birinci Sual: Niçin değil, kullanıldı?
İkinci sual: Niçin Değil de, Denilir?
Beşinci Sual: Ateşten Korkmak İle Kur'an'ın Benzerini Yapmamanın İlgisi
Altıncı Sual: Vekûd (yahut) nedir?
Yedinci Sual: Kâfirler, Cehennem Ateşinin Özelliğini Nerden Biliyorlar?
Sekizinci Sual: Kelimesi Neden Ma'rife Oldu?
Dokuzuncu Sual: İnsan ve Taşın Yakıt Olması
Onuncu Sual: İnsan-Taş Münasebeti
"Bu sûre, 281. ayet müstesna, medenîdir
Bu ayet mekkî olup. veda haccında Mina'da nazil
olmuştur. Sûrenin ayet sayısı 286'dır."
"Elif, lâm, mim" {Bakara. 1) Bu ayette iki
mesele vardır.
Hecelenen lâfızlar, isimdirler. Bunların ad olduğu
kelimelerse, basit harflerdir Çünkü, meselâ bu ma nanın muayyen bir zamanına
delâlet etmeksizin, kendi başına müstakil bir mânaya, muvafakat yoluyla, delâlet
eden bir lâfızdır. Bu manada, kelimesindeki ilk harftir. Böylece, hecelenen
lâfızların birer isim oldukları ortaya çıkar. Bir de, bu isimlerde imâle,
tefhîm. ta'rîf, tenkîr, cem', tasgir, vasi, isnâd ve izafet gibi hususlarda
tasarrufta bulunulur Böylece bunlar, ister istemez, isim olmuşlardır
Eğer, "Ebû Musa et-Tirmizî'nin Abdullah b.
Mesûd'dan rivayet ettiğine göre. Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Kim Allah'ın kitabından bir harf okursa, ona bir
hasene (iyilik) vardır. Hase-nelere on misli karşılık verilir. Ben demiyorum
kî, (elif, lâm, mim) bir harftir. Fakat elif bir harf. lâm, mîm de bir
harftir." "Bu hadîsle delil getirmek, sizin söylediğiniz şeyle
çelişir" denilirse biz deriz ki, o harfin ismi olduğu için, Hz. Peygamber
mecazî olarak ona harf ismini verdi. İki mahiyetten birinin ismini diğerine
vermek, meşhur mecazdır
Bu meselenin birçok fürûu vardır
Birincisi: Âlimler, böyle isimlendirme hususunda birçok ince
manalar gözetmişlerdir. Şöyle ki, bu müsemmalar (isimlendirilen varlıklar)
birer harf olan isimleri gibi, birer lâfız olup, isimlerin harflerinini
sayıları da üçe kadar çıkınca, onlara isimde müsemmâya delâlet için birçok yol
açıldı da, böylece lâfızların her isminin başını müsemmâ kabul ettiler. Elif
müstesna, çünkü onlar elifin müsemmâsı-nın yerine hemzeyi geçirdiler. Çünkü
elif, her zaman sakindir
İkincisi: Bu lâfızları âmiller izlemediği sürece, bunların
i'rab bakımından hü-
kümleri, sayı isimleri gibi, sonlarının sakin olmasıdır. Buna göre, ve dediğin gibi dersin. Bunların başına bir âmil gelirse, i'rab alırlar. Meselâ ve gibi... Sadece manasını vermeyi kastettiğin her isim de böyledir. Çünkü lâfzın cevheri, mananın cevheri için konulmuştur. Lâfzın harekeleri ise, mananın durumlarına delâlet eder Manama cevheri ifade edifmefc istendiğinde, lâfzın bütün harekelerden tecrid edilmesi gerekir.
Üçüncüsü: Bu isimler murebtirler. î'rabı gerektiren biri şey
olmadığı için, kendisine i'rab gelmeyen yerlerde, diğer isimlerin sakin olması
gibi, sonları sakin kılınmıştır. Bunların sükûnlarının mebnîlikten değil de
vakftan dolayı olduğuna delil şudur: Şayet bu isimler mebnî kılınmış
olsalardı, bunların kelimeleri tarzında mütalaa edilmeleri gerekir. İki sakin
bir arada bulunmuş olarak ve şeklinde telaffuz edilmezdi.
[1]
ve gibi, bazı sûrelerin başlarına gelen hurûf-ı
mukattaalar hakkında ulemânın iki görüşü vardır:
Birinci
Görüş: Bu harfler, Cenâb-ı Hakk'ın
kendisine ayırmış olduğu örtülü bir sır ve kapalı bir ilimdir.
Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a.), "Allah'ın her
kitapta bir sırrı vardır. O'nun Kur: ân'daki sırrı ise, bazı sûrelerin
başlarına gelen hurûf-t mukatîaalardır" demiştir.
Hz Ali (r.a) de, "Her kitabın bir özü vardır. Bu
kitabın özü ise, hece harfleridir" demiştir.
Ariflerden bazısı da,"İlim bir deniz
mesabesindedir. Ondan bir vadi, vadiden bir nehir, nehirden bir kanal, kanaldan
da bir su borusu akıtılmıştır. Eğer kanallara bu vadinin suyu akıtılacak olsa,
kanalları sel basar da, onu bozar. Eğer deniz bu vadîye akacak olsa, bu da onu
altüst eder. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın; "Gökten bir yağmur indirdi de, vadiler
kendi miktariahnca aktılar" (Ray. 17) sözünden murad edilendir. Buna
göre, ilmin denizleri Allah'ın katındadır. Bu denizlerden peygamberlere
vadiler verilmiş; peygamberler bu vadilerden, âlimlere nehirler; âlimler
insanlara güçleri yetecek kadar küçük kanallar akıtmışlar halk da, kendi aile
fertlerine güçleri yetecek kadar borular akıtmışlardır.
Haberde rivayet edilen de, buna delâlet etmektedir.
Haberde şöyle denilmektedir: "Ulemânın bir sırrı, halifelerin bir sırrı,
peygamberlerin bir sırrı, meleklerin bir sırrı ve bütün bunlardan sonra da,
Allah'ın bir sırrı vardır. Şayet cahiller âlimlerin sırrına vâkıî olsalar,
onları yok ederler; âlimler de halifelerin sırrına vakıf olsalardı, onlara
muhalefet ederlerdi; halifeler peygamberlerin sırrına muttali olsalardı,
onlara karşı gelirlerdi; peygamberler meleklerin sırrına muttali olsalardı,
onları töhmet altında tutarlardı; şayet melekler Allah'ın sırrına muttali
olsalardı, şaşkınlık içinde kalır ve yok olup giderlerdi. Bunun sebebi ise,
yarasanın gözlen güneşin ışığına tahammül edemediği gibi, zayıf akılların da
güçlü sırtarı taşıyama-maşıdır. Peygamberlerin akılları fazla olduğu için,
nübüvvet sırlarını taşıyabilmiş-lerdir. Ulemânın da akılları fazla olduğu için,
ortalama insanların taşımaya güçlen yetmeyen sırları taşıyabilmelerdir. Batınî
bilgiye muttali olan hukemâ. akılları çok olduğu için, zahir ulemâsının âciz
olduğu şeyleri taşımaya güç yetırmişlerdir.
Bu harfler hakkında Sabiye sorulduğunda, O:
"Bunlar Allah'ın sırrıdır, araştırmayınız" demiştir.
Ebû Zübyân, İbn Abbas'tan," Ulema bunları
anlamaktan âcizdir." dediğini rivayet etmiştir. Hüseyin b. Fadl ise,
bunların müteşabihattan olduğunu söylemiştir.
[2]
Kelâmcılar hurûf-ı mukattaa'nın müteşabihten olduğu
görüşünü kabul etmemiş ve Allah'ın kitabında insanlar için anlaşılmayan şeyin
bulunması caiz değildir diyerek, bu görüşlerine ayet, hadis ve aklî bakımdan
delif getirmişlerdir. Ayetten delilleri ondörttür.
Birincisi: "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı, yoksa kalbhrinde
kilitler mi var?" (Muhammed, 24) ayetidir. Cenâb-ı Hakk bu ayette onlara
Kur'ân hakkında düşünmelerini emretmiştir. Şayet Kur'ân'ın manası anlaşılmayacak
olsaydı, onlara Kur'ân üzerinde düşünmelerini nasıl emrederdi?
İkincisi: "Onlar Kur-ân'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'ân
Allah'tan başkasından olsaydı, onda birçok tutarsızlıklar bulurlardı"
(Nisa, 82) ayetidir, insanlar tarafından manası anlaşılmayacak olsaydı,
Kur'ân'da bir tutarsızlığın olmadığını anlamak için, onlara Kur'ân üzerinde
düşünmeyi nasıl emrederdi?
Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın şu ayetidir:
"O Kur'ân muhakkak ki, âlemlerin Rabbi katından İndirilmedir. O'nu Rühu'l-emîn, uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık bir Arapça ile İndirmiştir" (Şuarâ. 192-193). Şayet Kur'ân anlaşılmayacak olsaydı, Hz. Peygamber'ın, O'nunla insanları uyarması bâtıl olurdu. Ve yine bu ayette geçen "apaçık bir Arapça ile" ifadesi, Kur'ârîın Arap diliyle nazil olduğuna bir delildir. Durum böyle olunca, O'nun anlaşılır olması gerekir
Dördüncüsü: "Onlardan, hüküm çıkarmasını bilenler bunu
bilirdi" (Nieâ, 83) ayetidir. Kur'ân'dan hüküm çıkarmak, ancak O'nun manasını
iyice kavramakla mümkündür.
Beşincisi: Şu ayetlerdir. "Her şeyi açıklamak üzere"
(Nahi, 89)
ve kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık "
{En'âm, 38).
Altıncısı: "İnsanlar için bir hidayet olmak üzere"
(Bakara. 185) ve "Muttakîlere bir hidayet olmak üzere" (Bakara, 2).
Bilinmeyen şey, hidayet kaynağı olamaz.
Yedincisi: Şu ayetler: "(Yerine) ulaşmış hikmet"
(Kamer, 5);
"Gönüllerde olan (hastalıklara) bir şifa, müminler
için bir hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere..." (Yûnus, 57). Bütün bu
sıfatlar, anlaşılmayan bir şey hakkında olamaz.
Sekizincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki size Allah'tan bir
nûr ve her şeyi açıklayan bir kitab gelmiştir" (Mâıde, 15) ayetidir
Dokuzuncusu: "Karşılarında
okunup duran şu kitabı sana indirmiş olmamız, onlara kâtı değil mi? Muhakkak ki
bunda, iman eden bir kavim için bir rahmet ve öğüt vardır"
(Ankebut, 51) ayetidir Kur'ân-ı Kerîm anlaşılmamış olsaydı,
nasıl kâfi gelir ve insanlar için bir öğüt olurdu?
Onuncusu: "İşte bu Kitap, o'nunla uyanlsmlar diye, insanlara
bir mesajdır" (ibrahim, 52) ayetidir. Eğer Kur'ân-ı Kerîm anlaşılır
olmasaydı, nasıl bir mesaj olur ve O'nunla insanlar nasıl uyanabilirlerdi?
Cenâb-ı Allah bu ayetin sonunda da, "Akıl sahiplen iyice düşünsünler
diye" (ibrahim, 52) buyurmuştur'Bu ancak, kur'ân anlaşılırsa, böyle olur.
Onbirincisi: "Muhakkak ki, size Rabbinizden
bir burhan gelmiştir. Biz size, apaçık bir nur indirdik" (Nisa. 174)
ayetidir Kur'ân, eğer anlaşılır olmasaydı, nasıl bir bürhân ve nasıl apaçık bir
nur olurdu?
Onikincisi:
"Artık kim benim hidayetime uyarsa, o ne sapıtır
ne de bedbaht olur. Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim
vardır" (Tâhâ. 123-124) ayeti. Eğer Kur: ân anlaşılır olmasa, O'na uymak
veya O'ndan yüz çevirmek nasıl mümkün olur?
Onüçüncüsü:
"Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru olana hidâyet
eder" (isra. 9). Kur'ân anlaşılır olmasaydı, nasıl hidâyet edici olurdu?
Ondördüncüsü: "Peygamber, kendisine Rabbinden
indirilene iman etti. Bütün müminler de, Allah'a, meleklerine, kitablanna ve
peygamberlerine iman ettiler." Biz, peygamberlerinden hiç birini
diğerinden ayırmayız. Duyduk ve İtaat ettik" dediler" (Bakara, 285)
Allah'a itaat etmek, ancak Kur'ân'ın anlaşılması ile mümkün olur. O halde
Kur'ân'ın anlaşılmış olması gerekir
Bu görüşte olanların hadîsten delilleri şudur: Hz.
Peynamber’e.(s.a.s.) söyle buvurmustur:
"Size öyle bir şey bıraktım ki, şayet onlara
sımsıkı sarılırsanız) kesinlikle sapıtmazsınız. Bunlar, Allah'ın kitabı Kur'ân
ve benim sünnetimdir.[3] Eğer
Kur'ân-ı Kerîm an lası İm asaydı ona sımsıkı sarılmak nasıl mümkün olurdu.
Hz. Ali (k.v.)'den, Peygamberimiz (s.a.s.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah'ın kitabına sımsıkı sarılın. Çünkü onda
sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki
(meselelerin) hükmü vardır. O, kesin hüküm olup şaka değildir. Onu terkeden
her zalimin, Allah belini kırar. Kim hidayeti ondan başka yerde ararsa, Allah
o kimseyi şaşırtır. O, Allah'ın sağlam ipidir, hikmetli Öğüttür. O, sırât-ı
müstakimdir. Nefisler, onunla, sapmaktan korunur. Alimler ona doymaz. Çok
fazla tekrarlanmasına rağmen o eskimez. Onun harikulade manaları tükenmez. Onu
söyleyen doğru söylemiş olur. Onunla hükmeden âdil olur. Kim davasını onunla
kuvvetlendirirse hasmına galip gelir. Ona çağıran dosdoğru bir yola iletilmiş
olur[4].
Bunların aklî delillerine gelince, bunlar çoktur.
Birincisi: Şayet, Kur'ân'da anlaşılmasına imkân olmayan bir şey
gelmiş olsaydi, bu, Araba zenci lisanı ile konuşmak gibi olurdu. Bu caiz
olmayacağına göre, Kur'ân'ın anlaşılamaması da caiz değildir.
İkincisi: Sözden maksad, bir şeyi anlatmaktır. Eğer Kur'ân
anlaşılmamış olsay-dt, onunla hitab etmek abes ve akılsızlık olurdu. Hakîm olan
Cenâb-ı Allah'a bu yakışmaz.
Üçüncüsü: Kur'ân'datahaddi (benzerini getirme hususunda okuma)
vardır Kur! ân anlaşılır olmasaydı onunla meydan okuma caiz olmazdı.
Kelâmcıların sözlerinin tamamı işte budur.
[5]
Onların muhalifleri de ayet, hadîs ve akıl bakımından
deliller getirmişlerdir. Onların ayetten delilleri şudur: Müteşabih ayetler de
Kur'ân'dandır. Halbuki bun-
ların manası bilinmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "O
müteşâbi-hin gerçek manasını, Allah'tan başka kimse bilemez " (Âli imrân,
7). Bu ayetle, "Allah" kelimesi sonunda vakî etmek (durmak) birçok
sebebten ötürü zarurîdir.
Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "İlimde kök salanlar" (ÂH
imrân, 7) ayeti, üzerine atfedilmiş olsaydı" (Onlar derler ki: ona iman
ettik) ayeti" ayetinden kopmuş olurdu. Bu da caiz değildir Çünkü sözü
yalnız başına hiç bir şey ifade etmez. Onun hâl olduğu da söylenemez. Çünkü,
biz deriz ki, bu durumda sözü, kendinden önceki her sözle ilgili olur. Böylece
de, Cenâb-ı Hakk'ın da "Biz ona inandık, onun hepsi Rabbimizin
kalındandır" demiş olması gerekir ki, bu iddia küfürdür.
İkincisi: Köklü ilim sahipleri, müteşabih ayetlerin manasını
bilmiş olsalardı, onların müteşâbihe iman etmelerinin bilhassa zikredilmiş
olmasının bir anlamı olmazdı. Çünkü onlar, müteşâbihi delilleriyle öğrenmiş
olsalardı, müteşâbihe iman etmeleri, muhkem ayetlere iman etmiş olmaları gibi
olurdu ki, bu durumda da müteşâbihe iman etmelerinde övülmeyi gerektirecek
fazla bir sebeb olmazdı.
Üçüncüsü: Müteşâbihin ayetlerin tevilini bilmek, bilinmesi
gerekli olan şeylerden olsaydı, manasını anlama hususundaki arzu kınanmazdı.
Fakat Cenâb-ı Hakk,
"İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne
aramak (onu bunu saptırmak) ve (kendi arzularına göre) onun teviline yeltenmek
İçin Kur'ân'ın müteşabih olanının peşine düşer" (Âl-i imran, 7) buyurarak,
müteşâbihin tevilini araştırmayı zemmetmiştir.
Bu görüşte olanların hadîsten olan delillerine
gelince, bu konunun baş kısmında görüşümüze delâlet eden bir haberi nakletmiştik.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İlimde hazineler gibi gizlenmiş sırlar vardır ki
onu ancak, Allah'ı bilenler bilir. Şayet Allah'ı bilenler, onları söyleyecek
olsalar, gaflette olanlar, bu sözleri kabul etmezler."
Bir de, sûrelerin başındaki hurûf-u mukattaaların
manalarının bilinemeyeceği hususu, büyük sahâbilerden rivayet edilmiştir, Bu
sebeble bunun gerçek olması gerekir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ashabım yıldızlar
gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.[6] buyurmuştur.
Aklî delilleri ise şunlardır: Kendisi ile sorumlu
tutulduğumuz fiillerimiz iki kısımdır. Birisi, genel manada aklımızla,
hikmetim anladığımız fiillerdir. Meselâ, namaz, zekât ve oruç gibi. Çünkü
namaz, Yaratan'a sırf bir tevazu ve yalvarıp yakarmadır. Zekât, fakirin
ihtiyacını gidermeye çalışmaktır. Oruç ise, şehveti kırma hususunda bir sa'y-ü
gayrettir. Diğer., hikmetini anlayamadığımız fiillerdir. Meselâ, hacda yapılan
bazı işler gibi. Çünkü biz aklımızla, şeytan taşlamanın. Safa ile Merve
tepeleri arasında sa'yetmenın, remle yapmanın (sa'yirı bir yerinde koşar gibi
yürümenin), ıztıba yapmanın, yani ihramlı kişinin, ihramını sağ koltuğunun
altından geçirip sol omuzunun üstüne atmasının hikmetinin ne olduğunu
anlayamayız.
Sonra muhakkik âlimler, Allah'ın, kullarına hikmetini
anlayabildiğimiz fiilleri emretmesi nasıl güzelse, hikmetini anlayamadığımız
fiilleri de emretmesinin yerinde olduğunda ıtifak etmişlerdir. Birinci çeşit
fiillerde itaat tam bir inkıyadı göstermez. Çünkü emredilen fiilde, akıl
faydalı bir şey olduğunu bildiği için kulun, onu bundan ötürü yapması
muhtemeldir. İkinci çeşit fiillerdeki itaate gelince, bu kulun tam bir
inkiyadını ve sonsuz teslimiyetini gösterir. Çünkü kul, bu tür fiilinde, zahiren
bir menfaat bulamayınca, onu yapması sadece Cenâb-ı Allah'a inkiyad ve teslimiyetinden
ötürü olur. Fiillerde durum böyle olunca, sözlerimiz hususunda da durumun aynı
olması niçin caiz olmasın? Buna göre de, Cenâb-ı Allah, bazan manasını
anladığımız şeyleri söylememizi emreder. Bundan maksat da, emredilen şahsın,
âmirine inkiyad ve teslimiyetini ortaya koymasıdır.
Bunun bir başka faydası daha vardır: İnsan bir şeyin
manasını iyice anladığında, o şeyin tesiri kalbten gider. Ama o şeyi
söyleyenin Hâkimler Hâkimi olan Allah olduğuna kesinkes inanarak, onun
manasını anlayamazsa, o insanın kalbi devamlı o söze yönelik olur ve devamlı
onu düşünür. Çünkü mükellefiyetin (teklifin) özü, insanın sırrını (kalbini)
Allah'ın zikri ve Kur'ân'ı tefekkür ile meşgul etmektir. Allah'ın, kulunun
zihninin devamlı buna yönelik ve bununla meşgul olmasında kul için büyük bir
menfaatin bulunduğunu bilmesi; kulun da bu menfaati elde etmek için O'na kulluk
etmesi uzak görülen bir ihtimal değildir. Bu konuda iki gurubun sözünün özü
budur.[7]
İkinci
görüş: Bu, sûrelerin başlarındaki
hurûf-u mukattaaların manalarının bilinebileceğini söyleyenlerin görüşüdür.
Bunlarda kendi aralarında ihtilâf ederek, farklı birçok husus söylemişlerdir:
Birincisi: Bunlar sûrelerin isimleridir. Bu, ekseri kelâmcıların
görüşüdür. Halil ve Sîbeveyh'in tercih ettiği görüş de budur. Kaffâl da şöyle
demiştir: Araplar bu harflerle, birçok şeyi adlandırmıştır. Meselâ, Harise b.
Lâmft-Tâî'nin babasına "Lâm" demişlerdir. Nehhas, yani bakırcıya
"Sad", paraya "Ayn", buluta, "gayn" demişlerdir.
Yine onlar,""kaf dağı" demişler ve balığa"Nûn" ismini
vermişlerdir
İkincisi: Bu harfler, Cenâb-ı Hakk'ın isimlendir. Hz. Ali (r.a.)'nin, şöyle dediği rivayet edilir:
Üçüncüsü: Bu harfler, gurup gurup Cenâb-ı Allah'ın isimlerini
gösterirler.
Sa'îd b. Cübeyr," hepsi. Cenâb-ı Allah'ın
"Rahman" ismidir. Ne var ki, diğer hurûf-u mukattaada bu terkıb gibi
bir terkib meydana getirmeye güç yetiremiyoruz" demiştir.
Dördüncüsü: Bunlar Kur'ân'ın isimleridir. Bu görüş, Kelbî, Suddî
ve Katâde1nın görüşüdür.
Beşincisi: Bunların her biri, Cenab-ı Allah'ın isimlerinden ve
sıfatlarından birine delâlet eder. İbn Abbas (r.a.)" hakkında,
"Elif, Cenab-ı Allah'ın Ahad (bir), Evvel (ilk), Âhir, (son), Ezelî ve
Ebedî olduğuna işarettir "Lâm", O'nun Latîf; "Mîm" ise,
Melik, Meâd ve Mennân olduğuna işarettir", hakkında, "Bu. Cenâb-ı
Allah'ın kendine övgusüdür Buradaki "Kaf" Cenâb-ı Allah'ın kâfî
olduğuna; "Hâ", O'nun Hâdî (hidayet edici): "Ayn", âlim;
"Sâd" sâdık olduğuna delâlet eder" demiştir
İbn Cerir et-Taberı, İbn Abbas (r.a.)'dan Onun,
"buradaki "Kâfi. Allah'ın Kebîr ve Kerîm olduğuna; "Yâ"yı
O'nun, himaye edici olduğuna; "Ayn"ı ise, Allah'ın Azîz ve Adil
olduğuna hamlettiğini rivayet eder
İbn Abbas'ın iki farklı görüş bildirmesi şöyle izah
edilebilir: O, birinci görüşünde, harflerden her birini muayyen bir isme
tahsis etmiş, ikincisinde böyle yapmamıştır.
Altıncısı: Bu harflerin bir kısmı Hakk Teâlâ'nın zât?
isimlerine, bir kısmı da sıfat isimlerine delâlet eder.
İbn Abbas, hakkında. "Bu, {Ben en iyi bilen
Allah'ım) hakkında, "Bu, (Ben ayıran, kesin hüküm veren
Allah'ım)", hakkında,
"Bu,"(Ben, gören Allah'ım)" demektir" demiştir Bunu, Ebu
Salih ve Sa'îd b. Cübeyr İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
Yedincisi: Bu harflerden her biri, Cenâb-ı Allah'ın fiillerinin
sıfatlarını gösterir: "Elif", Allah'ın nimetlerini; "Lam"
lûtfunu; "mîm" de mecdini gösterir. Bunu Muhammed b. Ka'b el-Kurezî
söylemiştir.
Er-Rebî' b. Enes de: "Harflerin her biri,
Allah'ın nimetleri hakkındadır" demiştir.
Sekizincisi: Bu harflerin bazısı Cenâb-ı Allah'ın isimlerine,
bazısı da Allah'tan başka varlıkların isimlerine delâlet eder. Dahhâk:
"Elif", "Allah"a; "Lâm", "Cibrîl-'e,
"Mîm", "Muhammed"e, delâlet eder. Yani, Allah Tealâ,
Cebrail (a.s.)'ın lisanı ile Kitabını Muhammed (s.a.s.)'e indirmiştir"
demektir" demiştir.
Dokuzuncusu: Bu harflerden her biri, Allah'ın fiillerinden birine
delâlet eder. Meselâ buna göre, "Elifin manası," (Allah Teâlâ, Muhammed
(s.a.s.)'i sevdi de onu peygamoer olarak gönderdi.), "Lâm'ın manası,
(İnkarcılar onu kınadılar); "Mîm"in manası, (Kâfirlere gayzolundu ve
onlar Hakk'ın ortaya çıkmasıyla zelil kılındılar) şeklindedir.
Bazı sofiler de, "Elifin manasının (Ben);
"Lâm"ın manasının (Bana); "Mîm"in manasının ise (Benden)
olduğunu söylemişlerdir.
Onuncusu: Bu, Müberred'in görüşüdür. Muhakkik âlimlerden büyük
bir gurup bu görüşü tercih etmiştir: Cenâb-ı Allah, bu harfleri, kâfirlerin
aleyhine delil olmak üzere zikretmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onlara
Kur'ân'ın benzerini veya on sûresinin veyahut da tek bir sûresinin benzerini
söylemelerini, meydan okuyarak teklif edip onlar da bunu yapamayınca, Cenâb-ı
Allah Kur'ân'ın bu harflerden başka bir şeyden müteşekkil olmadığına, onların
da bu harflere sahib olduğuna, fesahat kaidelerini bildiklerine, bu sebeble de
Kur'ân'ın bir benzerini getirebilmeleri gerektiğine dikkatlerini çekmek için
bu hurûf-u mukattaayı indirdi. Kâfirler bunu yapamayınca, bu, Kur'ân'ın bir
insan tarafından deği! de Allah tarafından indirildiğine delâlet etmiştir.
Onbirincısi: Abdulazib b. Yahya şöyle demiştir: "Allah Teâlâ
bu harfleri Kur'ârV da zikrederek sanki şöyle demiştir: Bunları parça parça
(harf harf) dinleyiniz. Tâ-ki bu harfler birleştirilmiş olarak size geldiğinde,
önce bunları tanımış olasınız. Nitekim çocuklar, önce tek tek harfleri
öğrenirler. Sonra da bunlardan meydana gelen kelimeleri öğrenirler."
Onikincisi; İbn Ravk ve Kutrub'un görüşüdür. Bu görüşe göre:
Kâfirler: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz ve onun hakkında manasız yaygaralar
(gürültüler) yapın.
Belki ona üstün gelir (duyulmasına mâni
olursunuz)" deyip, Kur'ân'dan yüz çevirmeyi birbirlerine tavsiye edince,
Cenâb-ı Allah, onların fayda ve menfaatleri istediği için, onların susmalarına
ve Kur'ân'dan kendilerine gelen şeyi dinlemelerine sebeb olsun diye, onların
bilmedikleri şeyi onlara indirmeyi murad etti de onlara bu harfleri inzal
etti. Onlar bu harfleri duyunca, hayrete düşmüşcesine şöyle dediler: "Hz.
Muhammed'in söylediklerine hele bir kulak verin." Kâfirler böyle Kur-ân'a
kulak verince, Kur'ân onlara nüfuz etti ve bu,onların Kur'ân'ı dinlemelerinin
ve Kur'ân'dan istifade etmelerinin sebebi oldu.
Onüçüncüsü: Bu, Ebu'l-Âliye'nin görüşüdür. Bu harflerden her
biri, birtakım milletlerin ayakta kalma müddetleri ve diğer bazı kavimlerin de
ecelleri hakkındadır.
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Hz. Peygamber
(s.a.s.), Bakara Sûresi'nın başındaki ayetlerini okurken, Ebû Yâsir b. Ahtâb,
Peygamber (s.a.s.)'in yanına geldi. Sonra, Ebû Yâsir'in kardeşi Hayy b. Ahtâb
ite, Kâ'b b. el-Eşref de geldi. Hepsi, Hz. Peygamber'e in manasını sordular ve:
'- Kendinden başka hiçbir ilah olmayan Allah aşkına
söyle, bunun sana gökten geldiği doğru mu?" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s.)
" Evet, aynen böyle indi" buyurmuştur. Hayy
da:
" Eğer doğru söylüyorsan, ben bu ümmetin ecelinin
kaç sene olduğunu bilirim." dedi ve şöyle devam etti:
Ümmetinin ömrünün sadece yetmişbir sene olduğunu bu
harflerin ebced hesabıyla gösterdiği bir adamın dinine nasıl gireriz?"
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): güldü. Hayy:
- Bundan başkası da mı var?" deyince, Hz.
Peygamber (s.a.s): Evet, dedi. Hayy da:
': Bu, birinciden daha çok ve (ebced hesabı ile)
yüzaltmış sene eder. Başkası var mı?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s.):
- Evet, var" dedi. Hayy da: "Bu, birinci ve
ikinciden daha çok. Biz şe-hadet ederiz ki, eğer doğru söylüyorsan, ümmetinin
ikiyüzotuzbir senesi var. Dahası var mı?" deyince, Hz. Peygamber
(s.a.s.):
"Evet,
var" dedi. Hayy:
" Şahadet ederiz ki, sana iman etmiyoruz ve hangi
sözüne inanacağımızı bilemedik" dedi. Ebû Yasir de:
" Ama ben, peygamberlerimizin bu ümmetin hükümran
olacağını haber verdiklerine, ama ne kadar hükümran olacaklarını
açıklamadıklarına şehadet ederim. Eğer Muhammed doğru söylüyorsa, ben onu,
bütün bu söylediklerini birleştirmiş olarak sayıyorum" dedi. Bunun üzerine
bu yahudiler kalktı ve şöyle dediler:
: İş büsbütün kanştt. Azı mı alacağımızı, çoğu mu
alacağımızı bilemiyoruz." İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Sana Kitab'ı indiren
O (Allah'tır)" (Âı-ı imrân. 7) ayeti ile ifade edilen şeydir
Ondördüncüsü: Bu harfler, sözün bitip yeni bir sözün başladığına
delâlet eder. Ahmed b. Yahya b. Sa'leb, Arapların, bir söze başlayacakları
zaman, muhatabla-rı önceki sözün bitip yeni bir sözün başlayacağı hususunda
uyarmak için, başlayacakları bu sözden başka bir şeyi söylemek adetleridir.
Onbeşıncisı; İbnu'l-Cevzî, İbn-i Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet
etmiştir: Bu harfler, Cenâb-ı Allah'ın kendi zatını övmeye vesile yaptığı
harflerdir
Onaltıncısı: Ahfeş demiştir ki: "Allah Teâlâ. bu harflerin
çok şerefli ve faziletli olmasından ve bu harfler çeşitli dillerde indirilen
semavî kitapların temeli, Allah'ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının esası
ve milletlerin sayesinde tanıştıkları, Allah'ı zikredip birledikleri sözlerin
kökü olmasından dolayı, bu harflerle yemin etmiştir. Her ne kadar bundan
maksad bütün harfler ise de, Allah Teâlâ onlardan bir kısmını zikretmekle
yetinmiştir. Nitekim sen, sûrenin hepsini kastettiğin halde,
"elhamd"ı okudum" dersin. Buna göre. sanki Cenâb-ı Hakk şöyle
demiştir: "Bu harflere yemin ediyorum. Çünkü bu Kur'ân, levh-i mahfuz'daki
kitabın aynısıdır."
Onyedincisi: Bu harfleri söylemek, herkesin alışık olduğu bir
husus olsa da, bu harflerin o isimlerle adlandırılmış olduğunu, ilimle meşgul
olup, ilimden istifade edenlerden başkası bilmez. Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın
daha önce ilimle meşoul olup, ilimden istifade etmiş olmadığı halde, bunları
haber vermesi, bir gaybten haber vermedir. İşte bundan dolayı. Cenâb-ı Hakk, bu
sûrenin ilk duyulan kısmın, Hz. Peygamberin doğruluğuna delâlet eden bir
mucize olsun diye. başta bu hurûf-u mukattaayı zikretmiştir
Onsekızmcısı
Ebu Bekr et-Tebrtzî şöyle demiştir; '
Cenâb-ı Allah, bu ümmetten bir gurubun. Kur'ân'm kadîm olduğunu söyleyeceğini
bildiği için, Kelâmullah'ın bu harflerden meydana geldiğine dikkat çekmek için
bunları sûre başlarında zikretti. Binaenaleyh Kur'ân'ın kadîm olmaması
gerekir."
Ondokuzuncusu: Kadı el-Mâverdî şöyle demiştir: den maksad, yanı bu
kitab size indi, size misafir oldu. Çünkü "ılmâm", ziyaret etmek
manasınadır. Cenâb-ı Hakk böyle buyurmuştur. Çünkü Cebrail (a.s.), Hz-
Peygamber (s a s.) e. bir misafirin gelişi gibi gelirdi.
Yirmincisi: "Elif", evvelemirde (her şeyden önce)
istikametin gerekli olduğuna delâlet eder İstikamet de. şeriata riayet etmektir
Nitekim Cenâb-ı Allah:
"Rabbimiz Atlah'dır' deyip, sonra da dosdoğru
olanlar..." (Ahkâf. 13) buyurmuştur.
"Lâm", nefisle mücahede esnasında meydana
gelen tevazua işarettir Bu da tarikata riayet etmektir. Nitekim Cenâb-ı
Allah:" "Bizim için mücahede eden kimseleri elbette yollarımıza
iletiriz." (Ankebût, 69) buyurmuştur "Mîm" ise, sonu
başlangıcının aynı, başlangıcı da sonunun aynı olan bir daire gibi, kulun
muhabbet makamında olmasına işarettir. Bu makam da ancak, tamamen Allah'da yok
olmak (fena fi'llah) ile olur. İşte bu hakikat makamıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah
"Allah" de, sonra onları bırak daldıkları şeyde oyalanıp
dursunlar" (Enam, 91) buyurmuştur.
Yirmibirincisi: Elif, boğazın en uzak yerinden çıkar. Bu, harflerin
ilk mahreç yeridir. Lâm, dilin kenarından çıkar. Bu da, mahreç yerlerinin
ortasıdır. Mîm, dudaktan çıkar ki, bu ise mahreçlerin sonuncusudur. Böylece
" kulun zikrinin başlangıcının, ortasının ve sonunun ancak Allah olması
gerektiğine işaret eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Öyleyse, Allah'a
kaçınız" (Zâriyat. 50) buyurmaktadır.
Muhakkîk âlimlerin çoğuna göre, bu harfler sûrelerin
isimleridir. Bunun delili
ise, şudur: Bu lâfızlar ya anlaşılmaz veya anlaşılır.
Birinci fikir, şu yönlerden bâtıldır.
Birincisi, eğer bu caiz olsaydıı, o zaman Araplara zencilerin
diliyle konuşmak ve hitap etmek caiz olurdu.
İkincisi
ise, Allah Kur'ân'ın tamamını hidayet rehberi olarak
niteledi. Bu ise, O-nun anlaşılır olmamasına mânidir Anlaşılır olmasına gelince,
biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu harflerden maksadı, onları ya lakab isimleri
veyahutta mana isimleri yapmaktır. Bunlardan ikinci ihtimal, yanlıştır. Çünkü,
bu lâfızlar Arapça'da, mü-fessırlerin zikretmiş oldukları manalar için vaz
edilmemiştir. Binaenaleyh, bu lâfızları bu manalara hamletmek imkânsızdır.
Çünkü Kur'ân, Arapça nazil olmuştur; dolayısıyla O'nu Arapça'da olmayan bir
manaya hamletmek caiz değildir. Bir de, müfessirler çok değişik görüşler
zikretmişlerdir. Bu lâfızların, onların zikrettikleri görüşlerin bir kısmına
delâlet etmeleri, diğerlerine delâlet etmelerinden daha evlâ değildir Bu
durumda, bu lâfızlar rnüfessırlerin zikrettikleri manaların hepsine
hamlolunmaltdır ki. bu ıcmâ ile imkânsızdır Çünkü müfessırlerden her bin, bu
lâfızları zikredilen muhtemel manalardan sadece birine hamletmışlerdır.
Müfessırler arasında, bu lâfızları, bu manaların
hepsine hamleden mevcut de-ğıidir. Ya da, bu lâfızlar bu manalardan hiç birine
hamledilmezler ki, elde kalan görüş budur. Bu lâfızların mana isimlen olmaları
yanlış olunca, onların lakab isimlen olduğuna hükmetmek gerekir. "Bu
lâfızların manaları bilinemez" denilmesi, bir kişinin; Şayer bu caiz
olsaydı, bu Allah'ın Araplara Arap olmayanların diliyle konuşmuş olmasının
caiz olduğunu gerektirmez mi?" denilirse, deriz ki: Allah'ın, Araplara.
Arap olmayanların diliyle hitap etmesi niçin caiz olmasın? Çünkü Cenâb-ı Hakk.
Araplara Habeşçe olan " sü " ile, Farsça olan ve kelimelerini
kullanarak hıtab etmiştir. Bu lâfızların manalarının anlaşılmaması, "Cenâb-ı
Hakk'ın Kur'ân'ın tamamının bir hidayet rehberi ve bir kılavuz olduğunu
bildirmesine ters düşmez mi?" denilirse, biz deriz ki: Kur'ân'ın mücmel ve
mü-teşabihatı kapsaması konusunda herhangi bir anlaşmazlık yoktur, Kur'ân'ın
mücmeli ve müteşabihatı ihtiva etmiş olması, nasıl O'nun bir hidayet rehberi
ve bir kılavuz olmasına zarar vermiyorsa, bu harfleri ihtiva etmesi de zarar
vermez. Biz bu lâfızların manalarının anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz, fakat
senin, "bu lâfızlar ya lakab ismidir veya mana ismidir" şeklindeki
sözün, bu lâfızların, ancak her hangi bir şeyi ifade etmek için vaz'olunmuş
olduklarının kesinleşmesi halinde doğru olur ki, bu da imkânsızdır. Belki de,
Cenâb-ı Hak bu lâfızlarla, Kutrub'un dediği gibi, başka bir hikmetten dolayı
konuşmuştur. Kutrub şöyle demiştir: Müşrikler başlangıçta, Kur'ân'a iltifat
etmemede ittifak edince, Cenâb-ı Hakk Resulüne başlangıçta bu harflerle
konuşmasını emretti; böylece onlar bu harfleri dinlediklerinde hayrete düşüp
de, sükût ettiler Böylece de Kur'ân, onların kulaklarını iyice doldurdu. Biz bu
lâfızların, herhangi bir şeyi ifade etmek için konulmuş olduklarını kabul
ettik; o halde, bu lâfızların mana isimlerinden olduklarını söylemek niçin
caiz olmasın? Bu lâfızların manaları malûm olmadığı zaman, "bu lâfızlar
Arapça'da kesinlikle herhangi bir şey için vaz edilmemişlerdir"
denilirse, deriz ki: Bu lâfızların yalnız başlarına her hangi bir şey için vaz
edilmemiş olduklarında bir anlaşmazlık yoktur." Ancak, bu lâfızlar hususî
bir karîneyle beraber, muayyen bir mana ifade ederler' denilmesi niçin caiz
olmasın? Bunu birkaç bakımdan şöyle açıklarız:
Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.s.), müşriklere, birçok kere
Kur'ân'la meydan okumuştur (tehaddî). Cenâb-ı Hakk bu harfleri zikredince,
durumun gösterdiği karine, Cenâb-ı Hakk'ın bu harfleri zikretmesinden
muradının onlara şöyle demek olduğuna delâlet etmesidir: "Ey müşrikler, bu
Kur'ân, sizin de kendisine gücünüzün yettiği harflerden mürekkebdir. Şayet bu
bir beşer işi olsaydı, bunun bir benzerini sizin de getirebilmeniz
gerekirdi."
İkincisi: O harfleri, ebced hesabına vurmak, insanlar nezdinde
bilinen bir adettir.
Üçüncüsü: Bu harfler, sözün kökleri olunca, şerefli ve azîz
olmuşlardır. Bu se-bebten dolayı, Cenâb-ı Hakk bunlara, şâir şeylere yemin
ettiği gibi, yemin etmiştir.
Dördüncüsü: Bir ismin harflerinden tek bir harfle yetinmek,
Araplarca bilinen bir adettir. Böylece Cenâb-ı Hakk, kendi isimlerine dikkat
çeksin diye, bu harfleri zikretmiştir.
Delilinizi kabul ediyoruz, ancak bu da birçok bakımdan
çelişki doğurur.
Birincisi: Birçok sûreyi ve lâfızlarında birleşmiş olarak görüyoruz.
Buna göre, burada da bir karışıklık vardır. Halbuki, alem isimlerinden maksat
karışıklığı ortadan kaldırmaktır.
Şayet, "Bu kendilerine Muhammed adı verilen
kalabalık bir topluluğun bulunmasıyla bir güçlük arzeder. Çünkü Muhammed
isminde hepsinin ortak olması, o ismin alem olmasına ters düşmez"
denilirse, biz deriz ki, sözümüz kesinlikle herhangi bir mana ifade etmez.
Şayet sözünü bir alem kabul edersek, bunun faydası, belirlemek (tayin) ve
karışıklığı gidermek olur. Bu maksad elde edilmeyince, bunu alem kılmak
imkânsız olur, Muhammed ismiyle isimlenmekse, böyle değildir. Çünkü Muhammed
ismiyle isimlenmede, tayin etmenin di* şında, başka maksatlar da vardır. Buda,
o ismin peygamber adı olması ve şerefli sıfatlardan bir sıfata delâlet etmesi
bakımından, bu isimle bereket ummaktır. Yine tayin etmenin dışında, o isimle,
bu maksatlardan herhangi bir maksadı da kastetmek caizdir. sözümüz böyle
değildir. Çünkü bunda, tayinden başka herhangi bir fayda yoktur. Herhangi bir
fayda ifade etmeyince de, ona isim vermek tamamıyla anlamsız olur.
İkincisi: Şayet bu lâfızlar, sûrelerin isimlen olsalardı, bunun
tevatür yoluyla bilinmesi gerekirdi. Çünkü bu isimler, Arabların isim verme
kaidelerine göre olmamıştır. Saklanmalarına dair bir korku veya bir arzunun
olmadığı hallerde, garib şeylerin aktarılmalarına dair çokça sebep bulunur.
Şayet bunların nakledilmelerine dair birçok sebep olmuş olsaydı, bu husus
tevatürle bilinir ve kendisindeki anlaşmazlık da sona ererdi. Durum böyle
olmayınca, bunların sûrelerin isimleri olmadıklarını anlamış olduk.
Üçüncüsü: Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur. Araplar ise,
isimlendirdikleri şeyi, en fazla iki kelimeden mürekkeb olarak
isimlendirmişlerdir. Meselâ, Ma'dî-keribe ve Be'labekke gibi.. Araplardan hiç
kimse, bir şeyi üç, dört ve beş isimle isimlendirmemışlerdir. Buna göre, bu
lâfızların sûrelerin isimleri olduğunu söylemek, Arapçanın dışına çıkmak olur
ki, bu da caiz değildir.
Dördüncüsü: Bu lâfızlar, bu sûrelerin isimleri olmuş olsaydı, bu
sûrelerin sadece bu lâfızlarla, -başka isimlerle değil- isimlendirilmiş
olmaları gerekirdi. Ancak bu sûreler, başka isimlerle de tanınmaktadırlar.
Meselâ Arapların Bakara Sûresi, Âl-i İmrân sûresi v.b. demesi gibi...
Beşincisi: Bu lâfızlar, bizzat sûreye dahil olup. ondan bir
cüzdürler. Bir şeyin cüzü ise, derece bakımından o şeyden önce; bir şeyin ismi
ise, derece bakımından o şeyden sonradır. Şayet bu lâfızları sûrelerin ismi
kabul edersek, aynı anda beraberce öncelik sonralık gerekir ki, bu da muhaldir.
Eğer: "Bizim " " sözümüzün tamamı, esasında bu sözün ilk
harfinin adıdır. Mürekkep bir kelimenin, kendi cüzlerinden bir kısmının adı
olması caiz olunca, bu mürekkep kelimenin cüzlerinden birisinin mürekkep
kelimenin adı olması niye caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki; fark
aşikârdır, Çünkü mürekkep, müfretten; isim müsemmadan sonra gelir Şayet
mürekkebi müfredin adı yaparsak, iki sebebe binaen, bu mürekkebin bu müfretten
sonra gelmesi gerekir ki, bu da imkânsız değildir. Ama şayet müfrecli
mürekkebin ismi yaparsak, bir müfredin müfred olması itibariyle önce olması bir
de onun isim olması cihetiyle sonra olması gerekir ki, bu da imkânsızdır.
Altıncısı: Şayet durum böyle olsaydı, Kur'ân sûrelerinden
herhangi bir sûrenin bu şekildeki bir isimden halı olmaması gerekirdi. Halbuki
bilindiği üzere, durum böyle değildir.
Allah, Kur'ân'da "Arapça olmayan ve gibi
kelimeleri kullanmıştır" şeklindeki soruya iki şekilde cevap veririz.
Birincisi: Bu kelimelerin hepsi Arapça'dır. Ancak diğer dillerle
tevafuk (uygunluk) söz konusudur. İki dilde, bazan aynı kelimeler bulunabilir.
İkincisi: Bu isimlerle isimlendirilen şeyler, daha önceleri
Arap ülkelerinde mevcut değildi. Ne zamanki isimlendirilen bu şeyleri
buldular, tanıdılar, bundan sonra da bu şeylerin isimlerini öğrendiler Bunu
müteakiben de,bu isimlen kullandılar da, bu lâfızlar Arapça birer lâfız
oldular.
"Allah'ın kitabında mücmel kelimelerin bulunması,
bu kitabın bir beyan olmasına zarar vermez" sözü hakkında, şunu deriz:
Allah'ın kitabında bulunan her mücmelin, akılda veya Kitab'ta veyahutta
sünnette bir açıklaması vardır. O vakit de, Kitap bir şeyler ifade eder.
Açıklama ise, kendisinden Allah'ın muradının ne olduğunun bilinmediği yerlerde
olur.
"Bu lâfızların zikredilmesinden maksadın,
müşriklerin gürültülerine son vermek olması niye caiz değildir?" sözüne
gelince, deriz ki, şayet bu lâfızların (hurûf-ı mu-kattaa) bu maksat için
zikredilmeleri caiz olsaydı, bu maksada binaen (onların hezeyanlarına karşılık)
Allah'ın mukabil sözleri Kur'ân'da zikretmesi caiz olurdu
ki, bu da icmâ ile yanlıştır.
Zikrettikleri diğer vecihlere gelince, biz sözümüzün,
Arapça'da bu manaları ifade etmek için vad edilmediğini açıklamıştık. Bu
sebeble, bu manaların o kelime hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü
Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur; diğer yandan bu manalar birbiriyle
çelişmektedir Bu sebeble lâfzı manalardan bir kısmına hamletmek, diğerine
hamletmekten daha evlâ değildir.
Bir üçüncü sebeb de şudur: Şayet biz bu kapıyı açarsak
bütün bâtını tevillerin ve diğer taşkın sözlerin kapısı daaçılmışolur ki, bunu
yapmamıza da imkân yoktur.
Birinci
muarazaya cevabımıza gelince: Birçok
sûrenin bir isimle isimlendirilmiş, sonra da, bunların herbiri diğerinden
başka bir alâmetle ayrılmış olmasında gizfi bir hikmetin bulunması uzak bir
ihtimal değildir.
İkinci
muarazaya cevabımız ise şudur: Bir
sûreyi belli bir lâfızla isimlendirmek büyük bir iş değildir. Binaenaleyh, bu
ismin, şöhrette tevatür derecesine ulaşmamış olması caizdir.
Üçüncü
muarazaya cevap: Bir şeyi üç isimle
isimlendirmek, de olduğu gibi tek bir isim yaparsan, Arapça'nın dışına çıkmak
olur. Ama, sayı isimlerinde olduğu gibi, terkib halinde olmaksızın, tek tek
saymaya gelince, bu caizdir. Çünkü Sîbeveyh, bir şeyi cümle ile, bir şiirin
beytiyle ve bir gurub harf ile isimlendirmenin caiz olduğunu açıklamıştır.
Dördüncü
muarazaya cevap: Şöhret bakımından,
lakabın, asıl isimden, daha fazla yaygın olması uzak bir ihtimal değildir.
Burada da, böyledir.
Beşinciye
cevap: İsim, muayyen bir zamanı
göstermeksizin, kendi başına müstakil bir şeye delâlet eden bir lâfızdır.
lâfzı da, böyledir. Buna. isim kendinin ismi olur. Bu caiz olunca, bir şeyin
cüzünün o şeyin ismi olması niçin caiz olmasın?
Altıncıya
cevap: İsim, bir hikmete mebnî olarak
konulur. Bu hikmetin, sûrelerin bir kısmına değil de, diğer bir kısmına isim
koymayı gerektirmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk,
dilediği şeyi yapar. Hurûf-u mukattaanın bir anlamı olduğunu söyleyen görüşü
destekleme sadedinde söylediğimiz sözün sonu
budur.
Naklettiğimiz sözlerle takviye ettiğimiz bu görüşten
sonra Kutrub'un görüşü gelir. Onun görüşü şudur: Müşrikler birbirine, "Bu
Kur'ân'ı dinemeyin ve onun hakkında manasız gürültüler (yaygaralar)
yapın" demişler. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu sûrenin başındaki bu hurûf-u
mukattaayı okuyunca, müşrikler onlardan hiçbir şey anlamadılar. İnsan,
menotunduğu şeye karşı düşkündür. Bundan dolayı da müşrikler, bu kapalı sözü
tefsir edecek ve bu müşkili izah edecek bir söz gelir ümidi ile Kur'ân'a kulak
veriyorlar, onun sûre ve ayetlerini tefekkür edip inceden inceye
düşünüyorlardı. Bu da onların Kuran'ı dinlemelerine, onun sûrelerini,
fasılalarını ve ayetlerini iyice düşünmelerine bir vesile olmuştu. Bu görüşü
iki şey desteklemektedir:
Birincisi: Bu harfler sadece sûrelerin başlarında
bulunmaktadırlar. Bu da maksadın, söylediğimiz şey olduğunu hatıra getirir.
İkincisi: Âlimler, şunu söylemiştir: Müteşâbih ayetlerin
indirilmesindeki hikmet, bunun sebeblenni araştıran kimsenin, Kur'ân'ın
müteşâbih ayetler ihtiva ettiğini öğrendiğinde, görüşünü destekleyecek ve
kanaatine yardım edecek bir şey bulmak ümidiyle, Kur'ân'ı inceden inceye
düşünmesi ve onun üzerinde tefekküre gayret etmesidir. Bu gayret de böylece,
onu sapıklıklardan kurtaracak olan muhkem ayetlere vâkıf olmasına bir vesile
olur. İşte bazı sapık fikirlere çekilebilen müteşâbih ayetlerin bu hikmet için
indirilmeleri caiz olunca, hiç bir hata ve sapmaya yol açmayan hurûf-u
mukattaanın aynı hikmet (gaye) için indirilmeleri daha uygun olur.
Bu konuda en uzak görüş şöyle denilmesidir: Eğer bu
caizse, Allah Teâlânın Araplara, zencilerin dili ile konuşması ve bu hikmet
için manasız sözler söylemesi de caiz olur Bu da Kur'ân'ın bir hidayet rehberi
ve açıklama olmasına zarar verir.
Fakat buna karşı biz deriz ki: Allah Teâlâ'nın
Araplara, zencilerin lisanı ile konuşabileceğini söylemek niçin caiz olmasın?
Bunda da aynı (hikmet) vardır. O halde bu da caiz olur Bu konuda sözün özü;
konuşma bir fiildir. Konuşmaya götüren sebeb ise bazan ifade-i meram etmektir,
bazan da başka bir şeydir. "Bu manasız söz söyleme olur" sözüne
gelince, biz deriz ki: Eğer sen, "manasız söz (hezeyan)" kelimesi ile
tamamıyla faydadan hâli bir fiili kastediyorsan, durum böyle değildir Eğer
"hezeyan" kelimesi ile, bir şey ifade etmeyen lâfızları kastediyorsan,
bu lâfızlarda bunun dışında başka faydalar mevcut ise, "Bu, hikmete zarar
verir" niçin denilsin? Kur'ân-ı Kerîm'in bir hidayet rehberi ve bir
açıklama olarak vasfed ilmesi ne gelince, bu söylediklerimize aykırı değildir.
Çünkü gaye, bizim zikrettiğimiz husus olunca, onların Kur'ân'ı dinlemeleri en
büyük hidayet ve açıklama çeşidi olmuş olur. En iyi Allah bilir.
[8]
Bu hurüf-u mukattanın sûrelerin isimleri olduğunu
söyleyen görüşle ilgili bazı meseleler:
Birincisi: Bu isimler iki kısımdır:
a-) İ'râb olanlar. Bu da, gibi ya müfred bir isim olur
veyahut da tamamı tek bir vezinde olan birkaç isim olur, gibi... Bunlar
"Kabil" ve "Hâbil" vezni üzeredirler. e gelince, bu üç
isimden meydana gelmişse de, gibidir. Bu, kendisinde alemlik ve müenneslik
bulunduğu için gayr-ı munsarıf olan isimlerdendir,
b-) İ'rab olmayan isimler, gibi.
Bunu iyice anladıysan deriz ki: İsim müfred ise bunda
iki kıraat şekli vardır:
Birincisi; sonlarını fetha ile okuyarak, gibi okuyan kimsenin
kıraati. Bu harekelerin, (söyle) gibi bir fiil ile (bu fiilin mef'ulu makamında
oldukları için) meftuh olmaları caizdir. Daha önce açıklandığı gibi bu
isimlerin sonlarında tenvin bulunmamıştır
Sîbeveyh, şayet fetha ile okunursa bunu, isimlerde de
caiz görmüştür.
Seyrâfî, bazılarının in, nûnunu fetha ile
okuduklarını, bunun fethasının da cerr mahallinde olduğunu söylediklerini
nakletmiştir. Bu şöyle oluyor: Fethayi, kasem ifade eden bir "bâ"
harfini takdir etmek suretiyle, cerr mahallinde görüyorlar. Nitekim Araplar
şöyle derler; (Allah'a yemin olsun ki şöyle yapacağım.) Ancak ne var ki lâfzı,
kendisinde sarf kaidesi tatbik edilmediği için, burada cerr mahallinde olduğu
halde fetha ile harekelenmiştir Bu görüş, bazı âlimlerden rivayet etmiş
olduğumuz "Cenâb-t Allah bu harflerle yemin etmiştir" görüşü ile de
kuvvetlenir
İkincisi: Bu da bazı âlimlerin
kesre ile, diye okumalarıdır. Bunun sebebi, iki sakin harf bir araya
geldiğinde, ikinci sakinin kesre ile harekelenmesi-nin gerekmesidir. Kendisi
i'rab almayan kısma gelince, bunların i'rabının i'rab-ı mahkî olması gerekir.
Bunun manası, nakledildikten sonra sözün ilk şekli ile söylenmiş olmasıdır. Şu
sözünde olduğu gibi; "Temretân (iki hurma) dan dolayı yakamı bırak."
İkincisi: Cenâb-ı Allah, sûre başlarında gelen bu hurûf-u
mukattaalarda, Arap alfabesi harflerinin yarısını, tam ondört harf ismini
zikretmiştir. Bu harfler: Elif, lâm, mîm, sâd, râ, kâf, hâ, yâ, ayn, tâ, sîn,
hâ, kâf ve nûn. Bunlar yirmidokuz sûrenin başında yer almaktadır.
Üçüncüsü: Bu başlangıç kelimelerinin harf sayılan muhteliftir Meselâ, birer harf olarak; ve ikişer harf olarak; üçer harf olarak, dörder harfli olarak ve ile beşer harfli olarak gelmişlerdir. Bunun sebebi, Arapların kelimelerinin yapısının bir, iki, üç, dört veya beş harfli olmasıdır, Burada da böyle olmuştur.
Dördüncüsü: Bu başlangıç kelimelerinin i'rabta yeri var mıdır,
yok mudur? Biz deriz ki: Eğer bunları sûre isimleri kabul edersek, evet vardır.
Sonra bunların i'rabında üç durum söz konusu olur (Daha önce geçtiği gibi)
Mübteda veya haber olmak üzere merlu. Bunlarla kasem etmek doğru olduğu için,
kasem olmak üzere (yemin fiilinin mef'ulü olarak) mansub, (veya kasem hari-i
çeri ile) mecrur olurlar. Bunların sûre isimleri olmadığını söyleyen kimseye
göre, tıpkı başlangıç cümleleri ve sayılan müfred kelimeler gibi, bunların
i'rabtan bir mahallinin olması düşünülemez.
[9]
Burada birçok mesele vardır:
Birisi, "Burada işaret edilen varlık karşımızda
bulunmaktadır Halbuki biri çıkıp da der:" (O) lâfzı, kendisi ile uzaktaki
birşeye işaret edilen müphem bir isimdir" diyebilir.
Buna biz iki bakımdan cevap veririz:
Birincisi:
Kendisine işaret edilenin karşımızda bulunmuş olduğunu
kabul etmiyoruz. Bu sözümüzü birkaç yönden izah edebiliriz:
a-) Bu, el-Esamm'ın sözüdür. O şöyle demiştir: Cenâb-ı
Hakk, Kur'ân'ın bazısını bazısından sonra indirmiştir. Meselâ, Bakara
Sûresi'nden sonra birçok sûre indirilmiştir. Bunlar da Mekke'de nazil olan
sûrelerdir ki bunlarda tevhîde, şirkin bozukluğuna, peygamberliğin ve ahıretin
gerçek olduğuna delâlet eden ayetler bulunmaktadır. İşte, ayetteki sözü, Bakara
Sûresi'nden önce inmiş olan bu Mekkî sûrelere işarettir. Cenâb-ı Allah, bazan
Kur'ân'ın bir kısmını da "Kur'ân" olarak isimlendirmektedir Nitekim,
"Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyiniz." (Araf, 204) buyurmuştur.
Yine Hak Teâlâ, cinlerden naklen "Biz hayranlık uyandıran bir Kur'ân
işittik." (Cin, 1) ve Biz Musa'dan sonra indirilen bir Kitap
işittik." (Ahkâf, 30) buyurmuştur
Halbuki bu cinler, Kur'ân'ın hepsini değil bir
parçasını işitmişlerdi. O da, o vakte kadar indirilmiş olan ayetlerdi.
b-) Allah Teâlâ, Peygamber (s.a.s.)i gönderdiği zaman, ona, hiçbir şeyin yok edemeyeceği bir kitap indireceğini vaadetmış, Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunu ümmetine haber vermişti. Ümmet bunu, ondan rivayet etmişti. Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki biz, senin özerine ağır bir söz vahyedece-ğiz." Bu ayet, Müzzemmil Sûresi'nde (5. ayet)tir ki, bu sûre Hz. Peygamber'ın ilk peygamberlik yıllarında nazil olmuştur.
c-) Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nde, Benî İsrail'e hitab
etmiştir. Çünkü bu sûre Medine'de nazil olmuş olup, çoğu yahudılere ve Benî
İsrail'e karşı getirilen hüccet ve delillerle doludur. İsrâiloğullarına, Hz.
Mûsâ ve İsâ (a.s.), Allah'ın Hz. Mu-hammed (s.a.s.)'i peygamber olarak
göndereceğini ve ona bir kitap indireceğim haber vermişlerdir. Buna göre "
vu&ı Dii" nun manası şudur: Bu, geçmiş peygamberlerin, İsmail
{a.s.)'ın soyundan, âhir-zamânda peygamber olarak göndereceği zata Allah'ın
inzal edeceğini haber verdikleri kitaptır.
d-) Cenâb-ı Hakk, bu Kur'ân'ın Levh-i Mahfûz'da
bulunduğunu,
"Hiç şüphesiz o (Kur'ân), katımızdaki
ümmül-Kitab'da (Levh-i Mahfuzdadır." (Zuhruf, 4) diyerek haber verince,
Hz. Peygamber (s.a.s.) de, ümmetine bunu haber vermiştir. Bu sebep ile,
Cenâb-ı Hakk'ın, indirdiği bu kitabın Levh-i Mahfuz'daki kitap olduğunu
bildirmek için, (O kitap) demesi imkânsız değildir.
e-) lâfzı ile, ayetinin söylenip tamamlanmasından sonra,
ona işaret edilmiştir. Söylenip tamamlanan şey ise, uzak hükmündedir.
f-) Kur'ân, onu gönderenden gönderilene ulaşınca, uzak
noktada bulunmuş olur. Nitekim kendisine bir şey verdiğin arkadaşına, "Onu
koru" dersin,("Bunu Koru" demezsin).
g-) Kur'ân, beşerî gücün, hepsine muttali olamayacağı
birçok büyük hikmet ve çeşitli ilimleri ihtiva ettiği için, her ne kadar o
kitap olarak elimizde ise de, ihtiva ettiği sırlar ve hakikatler bakımından
bizden uzaktır (her şeyi ile görünürde değildir). Bu sebeble ona, uzak ve
gaibte olan şeye işaret edildiği gibi, "O" diye işaret edilmesi caiz
olmuştur.
İkincisi: İşaret edilen varlığın karşımızda olduğunu kabul
etsek bile, lâfzı ile sadece uzaktaki bir şeye işaret edilmesini doğru kabul
etmeyiz. Bunun izahı şudur; ve (Bu, şu) lâfızları iki işaret harfidirler.
Çünkü bunların aslı dır. Bu da, işaret harfidir. Nitekim Cenâb-ı Allah:
"Allah'a güze! bir ödünç verecek olan o kimse kimdir." (Bakara, 245) buyurmuştur daki nın manası ise, dikkat çekmedir. Buna göre, bir şey yakın olduğunda ona diyerek işaretedilir. Yani, "Ey muhatab, işaret ettiğim şeye dikkat et. O, göreceğin şekilde karşında hazır duruyor" demektir. Bazan "Kâf" harfi, hitab etmek için, "lâm" harfi de işaret manasını tekid etmek için, dan sonra getirilir ve denilir. Böylece sanki konuşan kimse, kendisine işaret edilen varlık konuşan kimseden uzakta kaldığı için, dikkat çekme hususunda mübalağa etmiştir, işte bu da lâfzının, ilk icadında uzağı ifade etmediğine, aksine örfte, zikrettiğimiz emarelerden dolayı, uzağa işaret etmek için kullanıldığına delâlet eder. Böylece sanki bu lâfız, kelimesi gibi olmuştur. kelimesi, her ne kadar ilk icadında, yeryüzünde hareket eden her varlığı içine alsa bile, örfte bilhassa "at" için kullanılmıştır. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Burada, lâfzını, luğavî manasına hamlediyoruz, örfî manasına değil... Bu durumda da uzağı ifade etmez. İlk icadlanndaki yakınlıklarından dolayı, lâfızları birbirinin yerine geçebilmişlerdir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk:
"Kuvvetlerin ve basiretlerin sahibi olan,
kullarımız İbrahim'i, İshâk'ı ve Ya'kubu da an. Çünkü biz onları hâlis bir
hasletle -ki bu yurtlarını hatırlamalandjr-hâlis insanlar yaptık. Çünkü onlar,
Bizim indimizde cidden seçkinlerden ve hayırlılardandı. İsmail'i, Elyesa'yı,
Zül-kifl’i de an. İşte bütün bunlar hayırlı insanlardı" (Sâd. 45-48)
buyurmuş sonra da, "Bu (güzel) bir zikir (anmadır)" (Sâd. 49).
buyurmuştur. Ve, "Yanlarında gözlerini yalnız zevcelerine dikmiş hepsi bir
yaşta olan huriler vardır. İşte hesab günü için size vadolunan şey budur"
(Sâd, 52-53) ve
"(Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı, sana
gerçekten gelmiş. İşte bu, senin kaçıp durduğun şey (denilmiştir." (Kâf
19) ve
"Bunun üzerine Allah onu hem ahiret hem dünya
azabı ile yakaladı. Şüphe yok ki korkacak kimseler için bunda 'î bir ibret
vardır." (Nâziât, 25-26) ve
"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da
yazmışızdır ki yeryüzüne ancak sâlih kullarım mirasçı olur" buyurmuş ve
hemen peşi sıra da:
"Şüphe yok ki bunda, âbidler için bir tebliğ
vardır" (Enbiyâ. 105-106) buyurmuştur. Ve yine
"Onun için biz, "O öldürülen adama (kesilen
ineğin) bir parçasıyla vurun." demiştik. İşte Allah böylece ölüleri
diriltir." Yani "bu şekilde, Allah ölüleri diriltir." (Bakara,
73) ve:
"Bu, sağ elindeki nedir, ey Müsâ?" (Tâhâ,
17) yani "sağ elinde olan o şey nedir?" buyurmuştur Allah en iyi
bilendir.
[10]
Birisi, "Kendisine işaret edilen "sûre"
kelimesi müennes olduğu halde, ismi işaret burada niçin müzekker
getirilmiştir?" derse, şöyle1 cevab verilir:
İşaret edilenin müennes olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü müennes olan ya
müsemmadır ya isim (olan lâfız)dir. Birincisi bâtıldır. Çünkü müsemma burada,
Kur'ân'tn bir kısmıdır ki bu müen.ıes değildir İsme gelince, bu lâfzıdır ki,
bu da müennes değildir. Evet, bu müsemmânın sûre denen bir başka ismi vardır ve
bu isim müennestir Fakat önce geçen ve söylenip bitmiş olan lâfzıdır ki, bu
müennes değildir, yoksa önce geçen ve müennes olan Kur'ân'ın isimleri sûre
lâfzı değildir.
[11]
Kur'ân'ın birçok ismi vardır:
[12]
Birincisi: Kitap ısmıdtr. Bu, ve gibi, bir masdardır."
vezninin mefûl manasında olduğu da söylenmiştir. kelimesinin manasına olması
gibi Âlimler, kitaptan maksadın Kur'ân olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Bu, sana indirdiğimiz bir
Kitaptır" 29) buyurmuştur.
kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de birçok manaya gelmektedir.
1- Farz. Nitekim, "Size oruç farz kılındı"
(Bakara, 183) ve " "Kısas size farz kılındı" (Bakara, 178) ve
"Muhakkak ki, namaz, mü'minlere vakti belirlenmiş bir farzdır."
(Nisa, 103) bu-yurulmuştur.
2- Hüccet ve delil. Nitekim, "Eğer doğrulardan iseniz,
kitabınızı, yani delilinizi getiriniz" (Saffat. 157), buyurulmuştur.
3- Zaman, süre. Nitekim Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmuştur:
"Helak ettiğimiz her beldenin muayyen bir süresi
vardır" (Hicr, 4).
4- Efendinin köiesiyle yazılı akit yapması, mükâtebe
akdi...
"Ellerinizin sahip oiduğu (kölelerden) mükâtebe
isteyenler..." (Nür. 33). Bu "fiâl" masdan, burada
"mufâele" manasındadır. "Mücadele, muhasame ve mukatele"
kelimelerinin cidal, hısâm ve kıtal manasında olması gibi. "
" kelimesinin iştikakı, bir şeyi bir araya
getirdiğinde söylemiş olduğun sözünden alınmadır. Alay da. askerlerin bir araya
geldiği yer olduğu için, diye isimlendirilmiştir Kitaba kitap denilmesinin
sebebi, onun adeta şüphe askerlerine karşı bir alay gibi yığılması veya,
kendisinde bütün ilimlerin toplanması, veyahutta Cenâb-ı Hakk'ın,
mükellefiyetlerden kullarını Kitap'ta sorumlu tutmasıdır.
[13]
Nitekim Allah Teâlâ:
"De ki, insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir
benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler..." (isrâ. 88) "
"Muhakkak ki Biz onu, Arapça bil Kur’an yaptık.
"İçinde Kur'ân'ın indirilmiş bir Kur'ân
yaptık" (Zubrvt, 3), "İçinde Kur'ân'ın indirilmiş olduğu Ramazan
ayı" {Bakara, 185) ve "Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru olan yola
iletir" (isrâ. 9) buyurmuştur.
Bu hususta müfessirlerin iki görüşü vardır.
Birincisi; İbn Abbas{r.a.)'ın görüşüdür, Buna göre, ve kelimelerinin
aynı manaya gelmesi gibi "Kur'ân" ve "Kıraat" kelimeleri de
aynı manaya gelir Bunun delili, şu ayettir:" "Biz onu okuduğumuzda,
onun Kur'ân'ma uy" (Kıyamet, 18) yani "okunuşuna", yani "onu
sana okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy" demektir
İkincisi, Katade'nin görüşüdür. Bu görüşe göre,
"Kur'ân" lâfzı, suyu bir havuzda topladığın zaman" demenden bir
masdardır
Süfyan b. Uyeyne ise: "Kur'ân, harflerinin bir
araya gelmesinden kelimelerinin; kelimelerinin bir araya gelmesinden
ayetlerinin; ayetlerinin bir araya gelmesinden sûrelerin ve sûrelerinin de bir
araya gelmesinden kendisinin meydana gelmesinden; sonra da evvelkilerin ve
sonrakilerin ilminin Kur'ân'da toplamış olmasından dolayı, "Kur'ân"
diye isimlendirilmiştir." Netice olarak diyebiliriz ki "Kur'ân"
lafzının iştikakı ya tilâvet (okumak) veyahutta toplama manasına olan cemiyyet
manası ndandır.
[14]
Cenâb-ı Hakk, " "Kuluna Furkân'ı indiren (Allah) ne
yücedir" {Furkân, 1) ve "O,
insanlara yol gösterici ve Furkân olmak (hak ile batılı ayırıcı olmak) üzere
gönderilmiş açıklamalardır" (Bakara. 185) buyurmuştur.
Müfessirler, Furkân kelimesinin tefsirinde ihtiiâf
etmişlerdir. Buna göre, "Kur'ân-ı Kerim'in inişi yirmi küsur senede olmak
üzere parça parça olduğundan, o "Furkân" diye isimlendirilmiş"
denilmiştir, Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetidir:
"İnsanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça
İndirdiğimiz Kur'ân. Biz onu tedricen indirdik" (isrâ, i06).Halbuki diğer
kitaplar, toptan {bir defada) indirilmiştir. Biz bunun hikmetini, Furkân
Şûresi'ndeki:
"İnkâr edenler dediler ki: Kur'ân ona toptan
indirilmeli değil miydi?" Biz, onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için,
işte böylece (parça parça) indiriyoruz" (Furkân, 32) ayetinin tefsirinde
zikrettik. Yine, Kur'ân, hak ile batılı; helâl ile haramı; mücmel ile
mübeyyeni ve muhkem ile müevveli ayırdığı için "Furkân" olarak
isimlendirilmiştir.
Bir görüşe göre de, Furkân, "Kurtulmak"
manasına gelmektedir. Bu İkrime ve Suddî'nin görüşüdür Şöyle ki insanlar
sapıklıkların karanlıklarında idiler de Kur’ân ile kurtuluşa erdiler. Nitekim
müfessirler, Cenâb-ı Allah'ın:
"Hani biz Musa'ya Kitab'ı ve Furkân'ı
vermiştik,umulur ki hidayete erersiniz (diye)." (Bakara. 53) ayetini bu
manaya hamletm işlerdir.
[15]
"Zikr" ismi hususunda, Allah "Bu indirdiğimiz
mübarek bir zikirdir" (Enbiyâ.50)
"Muhakkak ki biz zikri indirdik" (Hıcr 9)
"Muhakkak ki O, senin için ve
kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44).
"Zikr"in manası hususunda iki görüş vardır:
a-) Kur'ân, kendisi ile kullarına öğüt verip, emir ve
tekliflerini kendilerine öğretmiş olduğu, Allah'dan gelen bir zikirdir.
b-) Kur'ân, kendisine iman eden bir kimse için bir nâm,
şeref ve övünme kaynağı, aynı zamanda da Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ümmeti için
bir şereftir
"Tezkira" ismine gelince, Cenâb-ı Hakk,
"O muttakfier için bir öğüt (ve hatırlatmadır" (Hakka, 48)
buyurmuştur.
"Zikrâ" ismine gelince, bununla ilgili
olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Hatırlat. Muhakkak ki hatırlatma
müminlere fayda verir" (Zâriyat. 55).
[16]
"Muhakkak, ki
(Kur'ân), Cibrîi-i Eminin indirmiş olduğu, âlemlerin Rabbinin bir
tenzili (indirmesidir." (Şuarâ. 192-193)
[17]
"Allah, en güzel hadisi (sözü) bir kitab olarak
indirdi" (Zümer, 22).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı bu ayette "Hadis"
diye isimlendirdi. Çünkü, Kur'ân'ın sana ulaşması bir söz (hadis)'dir. Ve yine
Cenâb-ı Hakk.
Kur'ân'ı. konuşulan şeye (yani söze) benzetmiştir.
Zira Allah, onunla mükelleflere hitabetmiştir.
[18]
"Ey insanlar, muhakkak ki Rabbinizden size bir
mev'İza (bir va'z-u nasihat)gelmiştir" (Yûnus, 57).
Kur'ân, gerçekte bir nasihattir. Çünkü konuşan Allah,
onu alan Cebrail (a.s.), imlâ eden de Hz. Muhammed (s.a.s.)dir. O halde. onunla
nasıl va'z-u nasihat yapılmaz?
[19]
Hüküm ismine dair, Allah şöyle buyurmuştur: İşte
böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak İndirdik" (Rad, 37).
"Hikmet" ismi hususunda
"Yerine ulaşan hikmet" (Kamer 5) ve "Evinizde okunan,
Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayınız" (Ahzab, 34) buyurmuştur.
"Hakîm" ismine gelince, Allah, "Yasın,
Hakim (hikmetli) Kur1 âna yemin olsun ki"(Yâsîn. 1) buyurmuştur
"Muhkem" ismi hakkında ise Bu, ayetleri
muhkem kılınmış (sapasağlam olan) bir kitabdır" (Hûd, 1) buyurmuştur.
Âlimler, bu kelimelerdeki hikmetin manası hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Halil, "hikmet" kelimesinin sağlam yapma ve
ilzamı (susturup kabule zorlamak) manalarından alındığını söylemiştir. Müerriç
ise, bunun (hakeme, gemin, hayvanın damaklarını tutup itaate zorlayan kısmı)
ifadesinden alındığını söylemiştir. Çünkü gem, hayvanı zapteder Hikmet de,
bunun gibi, insanı akılsızlıktan meneder.
Cenâb-ı Allah şöyle
buyurmuştur:
[20]
"Biz
Kur'ân'dan- mûminlere bir şifa ve rahmet olan (ayetler) indiriyoruz "{İsrâ.
82) ve "Kalplerde olan (derdlere) bir şifa" {Yûnus, 57).
"Şifa" kelimesinin manası hakkında iki görüş
vardır:
a-) Kur'ân, hastalıklara bir şifadır.
b-) O, küfür hastalığına bir şifadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk,
küfür ve şüpheyi hastalık olarak isimlendirmiş ve "(O münafıkların)
kalblerinde bir hastalık vardır." (Bakara. 10) buyurmuştur"kalbteki
bütün şüpheler de Kur'ân ile yok olmaktadır. Bundan dolayı onun,
"Şifa" diye isimlendirilmesi uygundur.
[21]
"Hüdâ" ismi hakkında, Allah Teâlâ:
"Muttakîler için bir
hidayet vesilesidir"'
(Bakara, 2).
"İnsanlar için bir hidayet olmak üzere "
(Bakara '185) ve "Gönüllerde olan (hastalıklara) bir şifa, müminler ıçm
bir rahmet ve hidayet rehberi..." (Yûnus, 57) buyurmuştur.
"Hâdî" ismine gelince, Cenâb-ı Allah şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak ki bu Kur'ân en doğru olan yola götürür"
(İsrâ. 9).Cinler de: "Muhakkak ki biz, doğruya hidayet eden, hayranlık
uyandıran bir Kur'ân dinledik" (Cin, 1-2) demişlerdir.
[22]
İbn Abbas, tefsirinde Sırât-ı Müstakîm'in
"Kur'ân" manasına olduğunu söylemiş ve "Bu benim sırât-ı
müstakîm'im (dosdoğru olan yolum)' dur. O halde ona uyunuz" (Enam, 153)
ayetini okumuştur.
[23]
Hakk Teâlâ "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı
sanlınız." (Âı-ı Imrân, 103) buyurmuştur. Tefsirde, hablullâh'ın (Allah'ın
ipinin), Kur'ân olduğu zikredilmektedir. Kur'ân bu ayette, "habl"
olarak isimlendirilmiştir. Çünkü dini hususunda Kur'ân'a sarılan kimse, tıpkı
bir ipe tutunan kimsenin boğulup ölmekten kurtulması gibi, O'nunla ahiret
azabından ve dünya azabından kurtulmaktadır.
Bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s.) Kur'ân'ı
"ismet" (korunma, kurtulma vesilesi) diye isimlendirerek şöyle
buyurmuştur:
"Bu Kur'ân, kendisine tutunan için bir ismet
(koruyan, kurtulma vesiIesidir[24]
Çünkü O Kur'ân, insanları günah işlemekten korur.
[25]
Kur'ân'dan, müminlere şifa ve rahmet olan (ayetleri)
indiririz" (isrâ, 82) Bilgisizliklerden ve sapıklıklardan kurtarmadan
daha büyük rahmet olabilir mi?
[26]
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "İşte öylece biz
sana, emrimizden bir ruhu
(Kur'ân'ı) vahyettik." (Şûra,
52) ve "Allah melekleri,
emrinden olan bir rûh ile indirir" (Nahi, 2).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı
"rûh" diye isimlendirmiştir. Çünkü Kur'ân, ruhların hayat
vesilesidir. Bir başka yerde O,Cibril'i de "rûh" diye isimlendirmiş
Biz ona ruhumuzu (Cibril'i) yolladık" (Meryem 17) buyurmuş; bir başka
yerde de, Hz. İsâ (a.s.)'yı "rûh" diye isimlendirmiştir: "O
kelimeyi Meryem'e ilkâ etti. O, Allah'dan bir rûhdur" (Nisa, 171)
[27]
"Biz sana,
kıssaların en güzelini anlatıyoruz" (Yûsuf, 3).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı
kıssa diye isimlendirdi, çünkü Kur'ân'a uymak gerekir. Nitekim, kardeşine, onu
uzaktan takip et!" (Kasas, 11) yani, "peşinden git"
buyurulmustur. Veya Kur'ân, Muhakkak ki bu Kur'ân, gerçek bir kasas'dır"
(âl-i imrân. 62) ayetinin de gösterdiği gibi, geçmiş kavimlerin kıssalarını da
sergilediği için, "Kasas" diye isimlendirilmiştir.
[28]
"Beyan" ismi hakkında, "Bu, insanlar için bir beyandır"
(Âli İmrân. 138}
Tıbyân lsmi hakkında "Biz sana, her şeyi
açıklayıcı olmak üzere Kitabı indirdik" (Nahi, 89)
"Mübîn" ismi hakkında da, "Bunlar,
apaçık bir Kitab'ın ayetleridir." (Yûsuf, 1) buyurulmuştur.
[29]
"Bu, Rabbinizden gelen basâirdir" (Araf.
203). yani Kur'ân kendisiyle Hakkın görüldüğü gözlerdir. Burada Kur'ân,
kurtuluş yolunu gören göze benzetilmiştir.
[30]
batılın arasını ayıran bir sözdür; Ö, manasız bir söz
değildir." (Târik. 13-14)
Bu "fas" kelimesinin manası hususunda
âlimler ihtilâf etmişlerdir Manasının hükmetmek olduğu söylenmiştir, çünkü
Cenâb-ı Allah insanlar arasında, O'nunla gerçek bir şekilde hükmeder.
Bazıları da, bunun manasının, "kıyamet günü
insanların arasını ayırıp, bir gurubu cennete iletip, bir gurubu da cehenneme
süren" demek olduğunu söylemişlerdir Kim dünyada Kur'ân'ı kendisine imam
edinirse, Kur'ân onu cennete götürür. Kur'ân'ı arkasına atanı da, O cehenneme
sürer.
[31]
"Hayır hayır öyle değil! Yıldızların kaydıkları
yerlere yemin ederim ki.. (Vakıa, 75) ve
"İndiği dem Kur'ân'a yemin olsun ki.."
(Necm.1) buyurulmuştur. Kur'ân parça parça (necm necm)
indiği için, bu isimle isimlendirilmiştir.
[32]
"Rabterine
derin saygı göstermekte olanların derilerinin kendisinden ürperdiği
tekrarlanan (mesânî) ayetler" (Zümer, 23). Kur'ân'a "mesânî"
denildi, çünkü O'nda kıssalar ve haberler tekrar edilmektedir.
[33]
nimetine gelince, onu anlat" (Duhâ, il)ayetindeki
"nimet" hakkında, İbn Abbas (r.a.) O'nun Kur'ân olduğunu söylemiştir.
[34]
Muhakkak ki, size tıbbinizden bir burhan
gelmiştir." (Nısâ. 174) Kur'ân nasıl burhan olmaz. Çünkü, fasîh kimseler
O'nun bir benzerini söylemekten âciz kalmışlardır.
[35]
Bu isimlerde Kur'ân ile peygamberler arasında bir ortaklık,
iştirak sozkonusudur. Cenâb-ı Allah, peygamberlerin vasıfları olarak
"Müjdeleyiciier ve uyarıcılar" (Nısâ 165): Hz. Muhammed'in vasfı
olarak: "Muhakkak ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyana
olarak yolladık" (Fetih 8). Kur'ân'ın sıfatı olarak da, Fussilet Sûresinde
'Bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak... Ama, insanların çoğu ondan yüz
çevirdiler" (Fussilet 4). yani "O Kur'ân, kendisine itaat edeni
cennetle müjdeler, isyan edeni de cehennemle korkutur" buyurmuştur.
Buradan itibaren Cenâb-ı Allah ile Kur'ân arasında ortak olan isimleri
zikredeceğiz.
[36]
"Kötü bir akıbetle korkutmak için, dosdoe-ru bir
(kitab olarak)" (Kehf. 2) buyurulmuştur. Din de, aynı şekilde
dosdoğrudur. "Bu, dosdoğru olan dindir" (Tevbe, 36) Cenâb-ı AÜah
"da, "kayyûm'dur. "Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O,
hayydir, kayyûmdur" (Bakara. 255) Cenâb-ı Hakk, beyân ve ifade hususunda
Kendi zatıyla kaim olduğu için, "kayyûm" olarak isimlendirilmiştir.
[37]
"Sana, kendisinden önceki kitabları doğrulayıcı
ve onlara karşı bir şahid olmak üzere, hak olarak Kitabı indirdik."
(Maide. 48) "Müheymtn" ismi "emîn" lâfzından alınmıştır.
Kur'ân, O'na yapışan dünya ve ahiret zararlarından
emin olacağı için, bu isimle isimlendirilmiştir. "Müheymin" olan
Allahu Teâlâ. "'Müheymin" olan Kur'ân'ı, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkatına
karşı Allah'ın eminleri olan ümmet-i Muhammed için emîn peygambere göndermiştir. Nitekim:
Cenâb-ı Allah "İnsanlara karşı şahitler olasınız
diye, işte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık." {Bakara. 143)
buyurmuştur.
[38]
"Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru yollara
ileticidir" (isrâ. 9) ve "Doğruya iletir" (Cin. 2) Cenâb-ı Allah
da, hâdî'dir. Çünkü bir haberde, Allah hakkında, "o, nur vehâdîdir"
denilmiştir.
[39]
"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur.
35).Kur'ân hakkında da, "Ve, O'nunla beraber indirilen nura tâbi
oldular"(Arıt, 157), yani, "Kurana tâbi oldular" buyurulmuştur.
Hz. Peygamber de, Muhakkak ki, Allah'dan bir nur ve apaçık bir kitap
gelmiştir" (Maıde. 15) ayetinde nur diye isimlendirilmiştir Yani, nur Hz.
Muhammed'dir. Hz. Peygamberin dini de nur olarak isimlendirilmiştir:
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar" (Saff. 8) Hz
Peygamber tn açıklaması da, nur diye isimlendirilmiştir: "Allah'ın,
göğsünde İslâm için bir inşirah verip de artık Rabbinden olan oir nur üzere
olan kimse" (Zumer 22).Tevrat da, nur diye adlandırılmıştır "Muhakkak
ki biz, Tevrat'ı inzal ettik. Onda bir hidayet rehberi ve bir nur
bulunmaktadır" (Maıde. 44} İncil de, nur diye isimlendirilmiştir.
"Biz ona, içinde bir hidayet ve bir nur olan, İncil'i verdik" (Maide,
46), Ve, iman da nur olarak adlandırılmıştır. "kurları onların önünde
koşar" (Hadîd. 12).
[40]
Cenâb-ı Hakkın isimleri hakkında, (Peygamberler yol-
layan, her şeye şahid ve Hakk olan) isimleri varid ol- muştur. Kuran da,
hakdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Muhakkak ki O Kur'ân, yakın olan bir
hakdır" (Hakka, 51) buyurmuştur. Allah Kur'ân'ı Hakk diye adlandırdı.
Çünkü Hakk, bâtılın zıddıdır. O halde, Hakk batılı siler süpürür. Nitekim
Cenâb-ı Hakk, "Daha doğrusu Biz, hakkı bâtılın üzerine atarız da, hak onun
beynini paramparça eder. Bir de bakarsın ki, bâtıl kaybolup gitmiş "
(Enbiyâ. 18). yani o, silinip gitmiştir.
[41]
"Muhakkak ki Rabbindir, azîz ve ra- htm
olan" (Şuarâ. 104). Kur'ân'ın sıfatı hakkında da, "Aziz"
ismidir "Muhakkak
ki bu Kur 'ân, azîz bir kitabdır." (Fussiiet, 41) buyurmuştur. Peygamber
de azizdir. Zira Cenâb-ı Hakk, "Andolsun ki, size, içinizden Al-lah
nezdinde kadri yüce bir peygamber gelmiştir." (Tevbe. 128) buyurmuştur. Ümmeti
de, azîzdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "İzzet ve şeref ancak Allah'a, O'nun
Resulüne ve müminlere aittir." (Münafikûn, 8) buyurmuştur. Azîz bir kitabı,
azîz bir ümmet için, azîz bir peygambere Azîz olan Rab indirmiştir
"Azîz"in iki manası vardır
1) Kahir, yani hükümran, güçlü... Kur'ân da böyledir.
Çünkü o, düşmanlarını yenmiş ve kendisine muaraza etmek isteyenlere de karşı
koymuştur.
2) Eşi ve benzerinin bulunmamasıdır.
[42]
"O, kerîm bir Kur'ân'dır. O, muhafaza edilen bir
kitabtadır" {Vakıa, 77 78).Cenâb-ı Hakk yedi şeyi kerîm olarak
isimlendirmiş, onlara kerîm adını vermiştir.
"Kerîm olan Rabbin hakkında seni aldatan ne oldu?" (infiiâr,
6) Çünkü, Cenâb-ı Hakk'dan daha cömert olan bir başkası yoktur Kur'ân'ı da
Kerîm ismiyle adlandırdı. Çünkü ilim ve hüküm hususunda Kur'ân'dan istifade
edildiği kadar, hiç bir kitabtan istifade edilmez.
Hz. Musa'yı da Kerîm diye isimlendirerek, "Ve
onlara, kerîm bir peygamber geldi" {Duhân, 17) buyurdu. Cenâb-ı Allah,
amellerin mükâfatanı da kerîm olarak isimlendirdi. "Ve onu, bir bağış ve
ke-rîm olan bir ecir ile müjdele" (Yâsîn. 11).
Cenâb-ı Hakk Arş'ına da kerîm demiştir. "O,
Allahdır. O-' ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O, kerîm Arşın Rabbidir"
(Nemi, 26) Çünkü Arş, rahmetin iniş yeridir
Allah, Cebraîl'i de, "Muhakkak ki o, kerîm olan
bir elçinin sözüdür." (Tekvîr, 19) diyerek kerîm diye isimlendirmiştir.
Buradaki kerîm, azîz anlamındadır.
Cenâb-ı Allah, Süleyman (a.s.)'ın mektubunu da kerîm
diye isimlendirmiş, "Muhakkak ki bana, kerîm bir kitab bırakıldı"
(Nemi, 29).
O halde, bu, kerîm olan Rabbin, kerîm olan melek ile,
kerîm olan bir ümmet için, kerîm olan bir peygambere indirdiği bir kitaptır.
Eğer bu ümmet, o kitaba sarılırlarsa. kerîm bir mükâfata nail olmuş olurlar.
[43]
"Andolsun ki Biz sana, tekrarlanan yedi ayet ile
Kurân-ı Azîm'i verdik." (Hıcr 87)
Cenab-ı Hakk, kendisini Azım diye isimlendirerek,
"O, yücedir, azimdir" (Bakara, 255)
Arştnı azîm diye isimlendirerek, "O, azîm olan
Arşın Rabbidir" (Tevbe, 129)
Kitabını azîm diye isimlendirerek, "Ve, azîm olan
Kur'ân'ı(verdik)" (Hicr. 87).
Kıyameti azîm diye isimlendirerek, "Büyük bir günde
(di-riltileceklerdir). O günde, insanlar âlemlerin Rabbinin huzuruna
dikilir" (Mutaffifîn, 5-6).
Zelzeleyi azîm diye isimlendirerek, "Muhakkak ki,
kıyamet saatinin sarsması, büyük bir şeydir" (Hacc, 1).
Peygamberin ahlâkını da azîm diye isimlendirerek,
"Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzerindesin " (Nûn, 4),
İlmi de, azîm diye isimlendirerek, Allahın sana olan
lütfü büyüktür" (Nisa. 112).
Kadınların tuzağını da azîm diye isimlendirerek,
"Muhakkak ki, sizin tuzağınız büyüktür" (Yûsuf. 28)
Firavun'un sihirbazlarının sihrini de azîm diye
isimlendirerek, "Onlar büyük bir sihir yaptılar" (Araf, 116)
Sevabın bizzat kendisini de azîm diye isimlendirerek,
"Onlar gibi iman edip sâlih amel yapanlara Allah,
bir mağfiret ve büyük bir ecir vadetmiştir." (Fetih. 29) ve münafıkların
göreceği azabı da azîm diye isimlendirerek, "Onlara büyük bir azab
vardır" (Bakara, 7) buyurmuştur.
[44]
"Bu mübarek bir zikirdir," (Enbiyâ 50)
Cenâb-ı Hakk birçok şeyi bu isimle isimlendirdi. Meselâ Hz. Musa ile mukalemede
bulunduğu yere
"mübarek" adını verdi. ''Mübarek vadîde,
ağaçtan.." (Kasas, 30) Yine, sağladığı yararlar çok olduğu için zeytin ağacını
da, "mübarek" diye isimlendirerek, "Mübarek bir zeytin
ağacından yakılır" (Nûr, 35).
Hz. İsâ'y da "mübarek" diye isimlendirerek,
"Ve beni mübarek kıldı" (Meryem. 31).
Yağmuru da "mübarek diye isimlendirerek, "Ve
gökten, mübarek bir yağmur indirdik" (Kâf. 9) "içinde bulunan
faydalardan ötürü" buyurmuştur. Yine Cenâb-f Hakk Kadir gecesini de
"mübarek" diye isimlendirerek, "Muhakkak ki biz Kur'ân'ı mübarek
bir gecede indirdik." {Duhân. 3) buyurmuştur. Buna göre Kur'ân mübarek bir
meleğin mübarek bir gecede, mübarek bir ümmet için. mübarek bir peygambere
indirdiği mübarek bir zikirdir.
[45]
Cenâb-ı Hakk'ın sözünün sözü ile ilgisini açıklama
hususundadır. Keşşaf sahibi şöyle demistir: '"Eğer sûrenin ismi kabul
edersen, bu kısmının münasebeti durumda terkıbte birkaç vecih söz konusu olur.
Birinci
vecih: in birinci mübteda, lâfzının
ikinci mübteda. "lâfzının da ikinci mübtedânın
haberi, ikinci mübtedâ-nın da haberiyle beraber birinci mübtedânın haberi
olması... Buna göre, " cümlesinin manası,"Bu, en mükemmel
kitabtır." olur. Buna göre sanki O'nun dışında kalan kitabtar, O'nun
karşısında noksandırlar ve bir kitab olmaya hak kazanan sadece odur. Meselâ
senin, (erkek... odur) demen de bunun gibidir. Bunun manası, erkeklerde
bulunan güzel hususiyetleri kendisinde bulundurduğu için, "o, erkeklikte
tamdır, mükemmeldir" demektir.
İkinci
vecih: " lâfzının sıfat
olmasıdır. Buna göre mana, "İşte O, vadedilen kitap budur."
Üçüncü
vecih: lâfzının, mahzûf bir
mübtedânın haberi olmasıdır. Buna göre bu. "Bu. elif lâm mimdir."
demek olur. Bu tahlile göre ıfadesı de. ikinci haber olur Veya. lâfzının sıfat
olması durumuna göre. den bedel olur. Bu takdirde de manası, "dili "O da şudur" olur.
Dördüncü
vecih: "in bir cümle, nun da
diğer bir cümle olmasıdır
Eğer ses makamında kabul edersen mübteda, da nın
haberi olur. Buna göre mana şu olur: Bu indirilen kitab, en mükemmel bir
kitabtır. mübteda. sıfat," lâfzından sonra gelen smı da haberdir. Yahutta,
mahzûf bir mübtedânın haberidir Buna göre bu terkibin şekli şudur: Anlamı ise.
"bu elif, lâm. mim harflerinden meydana gelen, şu kitabtır." Abdullah
b. Mesûd, şeklinde okumuştur ki. bunun tahlili açıktır.
"Bu kitabta hiç bir şüphe yoktur." (Bakara.
2).
[46]
"kelimesi, şekke yakındır. Ayrıca bunda, şekde
olmayan bir fazlalık vardır. Sanki de, bir sû-i zan bulunmaktadır. Nitekim kendisi hakkında sû-i zan sahibi
olduğun kimseye "Falancanın durumu beni işkillendirdi" dersin. Hz.
Pevgamber'in "Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyen şeylere geç"
sözü de bu manadadır. Eğer, kelimesinin,
zamanın musibetleri manasında. Arabiarın sözlerinde kullanılmakta Olduğu;
Allah'ın da: O'na zamanın belâlarının gelmesini gözetliyoruz" (Tûr 30)
buyurduğu ve bu kelimenin, şâirin:
"Tıhâme ve Hayber'de, kalbimizde depreşen her
şeyi yaptık, sonra da kılıçla* rımızı derleyip topladık!" dediği gibi
kalbte depreşen gayz ve kin sebebleri hakkında da kullanıldığı söylenirse, biz
deriz ki, bu iki mana bazan şek manasını da ifade ederler. Çünkü, zamanın
korkulan belâları da, kendisinden şüphe edilen bir şey gibi, ihtimal ifade
eder. Kaİbte depreşen şey de kesinleşmemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın "
sözünden murad, bu kitabın, hangi şekilde olursa olsun, herhangi bir şüpheye
mahal olmasını reddetmektir. Bunun gayesi ise, bu kitabın doğruluğunda, Allah
katından olması hususunda ve bir mucize olmasında, her hangi bir şüphenin
olmadığını ifade etmektir. Eğer bu ifadeden gaye, özellikle onun mucize
olmasında herhangi bir şüphenin bulunmadığını iiade etmektir dersen, bu.
Cenâb-ı Hakkın "Eğer, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız " (Bahara
23) ayetıyle de bu yorum güçlendiği için. doğruya daha yakın bir mana ifade
eder. Burada birkaç sual vardır.
Birinci
sual: Bazı inançsızlar bu hususta
ta'nda bulunarak, şöyle demişlerdir: "Eğer Cenâb-ı Hak. bizim tarafımızdan
o kitabta şüphe olmadığını kastediyorsa, biz onda şüphe ediyoruz. Eğer.
kendisince bu kitabta bir şüphe olmadığım kastediyorsa, bunun da herhangi bir
manası yoktur." Buna cevabımız şudur: Bu ifadeden maksat. Kur an-ı Kerîm
açıklık ve vuzuh bakımından öyle bir dereceye varmıştır ki, O'nda her hangi bir
kimsenin şüpheye düşmesi yakışık almaz. Gerçekten durum böyledir. Çünkü
Arablar, fesahatte zirveye ulaşmalarına rağmen Kur'ân'ın en kısa sûresine
muâraza ve mukabele etmekten âciz kalmışlardır. Bu da, bu ilâhi hüccetin
açıklık bakımından, herhangi bir akıllı kimsenin onda şüphe etmesinin uygun
olmıyacağı bir dereceye ulaştığına şehadet eder.
İkinci sual: Cenâb-ı Hakk burada, bir başka yerdeyse, "Orada
bir baş ağrısı da yoktur." (Saffat. 47) buyurmuştur Bunun hikmeti nedir'7
Buna cevabımız şudur: Araplar önce ehemmı (daha önemli olanı) sonra mühimi söylerler
Burada en mühim olan husus ise, Kur'ân'dan her türlü şüpheyi nefyetmektir.
Şayet sen, yerine, (Onda şüphe yoktur) demiş olsaydın, bu ifade, burada değil
de bir başka yerde kendisinde şüphe bulunan bir kitabın olduğu zannını
uyandırırdı. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın,"Onda sarhoşluk yoktur" (Saffât.
47) sözünde, cennet içkilerinin dünya içkilerinden üstünlüğü kastedilmiştir.
Çünkü dünya içkilerinin aktı giderdiği gibi, ahiret içkileri aklı gıdermez.
Üçüncü suâl: Cenâb-ı Hakk'ın sözü. Kur'ân hakkındaki bütün şüpheleri
gidermeye nasıl delâlet ediyor? Buna şu şekilde cevap veririz: Ebu'ş-Şa'sâi, bu
ayeti ref ile şeklinde okumuştur. Bil ki bu meşhur kıraat, tamamıyla şüphenin
Kur'ân'dan kaldırılmasını icâb ettirir. Bunun deliîi ise şudur: sözü. reybın
mahiyetini nefyeder Mahiyeti nefy ise. mahiyetin fertlerinin herbiri-nin nefymi
gerektirir. Çünkü mahiyetin fertlerinden bir fert bulunacak olsa, mahiyetin
kendisi de bulunmuş olur. Bu da mahiyetin nefyine ters düşer İşte bu incelikten
dolayı, sözümüz, Allah'tan başka bütün ilâhları nefyeder. sözümüze gelince, bu
(Onda şüphe vardır) sözümüzün zıddıdır ki bu söz, mahiyetin bir ferdinin
varlığını ifade eder ise, bu ıkı ifade arasındaki zıtlığın gerçekleşmesi için.
mahiyetin fertlerinin tamamının yokluğunu gerektirir.
[47]
Bu ayette, üzerinde vakfetmek meşhurdur Kıraat
imamları Nâfî ve Âsım'dan, üzerinde vakfettikleri rivayet edilmiştir. üzerinde
vakıf yapan kimsenin, cümle için bir haber takdir etmesi gerekir. Bunun bir
benzeri de, Arapların (Zararı yok) ve (mahzuru yok) demeleridir Bu ikincisini
Hicaz ahalisi çok kullanır. Buna göre ayetin takdiri: " Onda şüphe
yoktur Onda hidayet vardır" şeklinde olur. Bil ki birinci kıraat daha
evlâdır Çünkü buna göre, Kur'ân'ın bizzat kendisi hidayet olur. İkinci kıraata
göre ise yani üzerinde vakıf yapan kıraate göre ise kitabın bizzat kendisi
hidayet olmayıp, "onda hidayet bulunduğu" manası meydana çıkar.
Birincisi daha evlâdır. Çünkü, Kur'ân'da, Kur'ân'ın bir nur ve hidayet olduğu
tekrar edilmiştir. En iyi Allah bilir.
(O Kur'ân) Muttakîler İçin hidayetin tâa
kendisidir" (Bakara. 2). Burada birçok mesele vardır.
[48]
Hidayet; yol göstermekten (delillik yapmaktan) ıbarettir.
Keşşaf sahibi ise, "Hidayet, arzulanan şeye bizzat
götürüp ulaştıran rehberliktir" demiştir.
Başkaları da, "Hidayet, hidayete ermek ve ilim manasınadır" demişler
Birinci sözün doğruluğuna, ikinci ve üçüncü sözlerin yanlışlığına şu delâlet
eder: Şayet, "hidayefin, bu ismi almasında, "arzulanan şeye bizzat
götürüp ulaştıran" şey olmasına itibar edilseydi, hidayete erme
olmadığında hidayetin bulunması imkânsız olurdu. Çünkü hidayete erme olmadığı
zaman, delâletin hidayete ulaştırıcı olması muhaldir, fakat Cenâb-ı i iakk'ın:
"Semûd'a gelince. Biz onlara doğru yolu
gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler" (Fussıiet. 17)
ayetinin de gösterdiği gibi imkânsız değildir. Cenâb-ı Allah bu ayette hidayete
erme olmadığı halde, hidayetin varlığından bahsetmiştir. Bir de Arapça'da
"Ona yolu gösterdim ama o hidayete ermedi (doğru yolu bulmadı)"
denilebilmektedir. Bu da bizim görüşümüzün doğruluğunu gösterir. Keşşaf sahibi
(Zemahşerî), üç şeyi delil getirmiştir.
Birincisi: Delâletin hidayet karşılığında kullanılmasıdır.
Nitekim Cenâb-ı Hakk, "hte bunlar, hidayete karşılık delâleti (sapıklığı)
satın alan kimselerdir" (Bakara. 16) ve "Mutlak bir hidayet üzerinde
yahut apaçık bir delâlette(yiz)" (Sebe 24) buyurmuştur
İkincisi: Övgü makamında, "hidayete ermiş" manasına
denilir. Şayet, arzulanan şeye ulaştıran rehberlik (kılavuzluk) hidayetin şartı
olmasaydı, o insanın, hidayete ermiş olmakla nitelenmesi bîr övgü olmazdı.
Çünkü o insana yol gösterilmiş olduğu
halde onun hidayeti bulamaması da muhtemeldi.
Üçüncüsü: {Hidayete erdi) fiili, (hidayete erdirdi) fiilinin
muta-raat ifade eden (dönüşlü fiil) sîgasıdır. "Onu kırdım, o da
kırıldı." "Onu kestim, oda kesildi" denildiği gibi,
"Onahidayet ettim, o da hidayete erdi" denilir Kırılmak ve kesilmek,
kırmak ve kesmek fiillerinin mahiyetlerinden ayrılmadıkları gibi, hidayete
ermenin de hidayetin mahiyetinden olması gerekir.
Birinci
delilin cevabı şudur: Hidayet ile
hidayete erme arasındaki fark açıkça görülmektedir Buna göre hidayet,
saptırmanın.; hidayete ermek ise sapmanın zıd-dıdır. Bu sebeble hidayeti
sapmanın zıddı olarak görmek imkânsızdır.
İkinci
delilin cevabı şudur: Hidayetten
istifade eden kimseye, "hidayete ermiş" denilir. Hidayetten istifade
etmeyen kimseye "hidayete ermiş" denilmez. Bir de gayeye ulaştırmayan
vasıta (vesile) yok hükmündedir. Üçüncü
delile cevap şudur: Emre uymak, emretmek fiilinin mutavaatı (dönüşlü)
sîgasıdır. Meselâ, "Ona emrettim, o da emre uydu" denilir. Bundan,
emre uymanın, emredenin âmir olmasının şartlarından biri olması gerekmez. Aynı
şekilde, onun hidayet edici olması, hidayete götürmesini gerektirmez. Keşşaf
sahibinin bu iddiası, Arabların , "Ona yolu gösterdim ama o hidayete
ermedi" ifadesi ile çatışır. Cenâb-ı Allah'ın, Kur'ân'ı
"Hidayet" olarak tavsif etmiş olması, "Hidayet, sadece
ilimdir" diyen kimsenin sözünün yanlışlığını gösterir. Şüphesiz ki Kur'ân
sadece ilim değildir. O halde, netice olarak diyebiliriz ki, "Hidayet
sadece rehberliktir, yol göstermedir Yoksa, hidayete erme ve ilim
değildir."
[49]
" Arapça'da, Arapların ""O, onu korudu,
o da korundu" sözünden alınmış bir ismi faildir. Bunun masdarı olan
"Vikaye", son derece korunmak (sakınmak) manasınadır. Bunu iyice
kavradıysa şimdi deriz ki: Cenâb-ı Allah burada övgü olarak
"muttakî"yi zikretmiştir. Böyle olan bir kimsenin dünya işlerinde ve
bilhassa din ile ilgili hususlarda muttakî olması evlâdır. Bu da, o kimsenin
ibadetleri yapması ve yasaklardan kaçınması ile olur. Alimler, küçük
günahlardan kaçınmanın takvaya dahil olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir: Bir
kısmı, küçük günahların ilâhî tehdide konu oldukları gibi, takvaya da dahil
olduklarını söylerler Bir kısmı ise, dahil olmadıklarını söylerler. Büyük
küçük bütün günahlardan tevbe etmenin farz olduğu hususunda bir ihtilâf yoktur.
Anlaşmazlık sadece, "kişi" küçük günahlardan korunmazsa, muttakî ismine
mustehak olur mu olmaz mı?" hususundadır Hz. Peygamber (s.a.s.)in şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
"Kul. mahzurlu şeylerden kaçınmak için, mahzurlu
olmayan şeyleri de terket-medikçe muttakîler derecesine ulaşamaz."[50]. İbn
Abbas (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Muttakîler. arzularının
meylettiği şeyi terketme hususunda, Allah'ın azabından sakınan ve Cenâb-ı
Allah'tan gelen şeyi tasdik ederek de rahmeti ilâhîyeyi uman kimselerdir"[51]
Takva "haşyet" vtazim ve saygıdan ilen gelen
korkma) manasınadır Nitekim Allah Teâlâ, Nısâ Sûresinin başında 'Ey insanlar.
Rabbİnizden İttikâ edin (korkun)" (Nısâ i) buyurmuştur.
Hac Sûresı'nin başında da buna benzer bir ayet vardır.
Şuarâ Sûresi'nde de "Hani, kardeşleri Nûh onlara, "ittikâ etmez
misiniz
"Hani,
kardeşleri Nûh onlara, "ittikâ etmez misiniz?" yani "Allah'ı
saymaz, Ondan korkmaz mısınız?" demişti" (Şuarâ. 106) buyurmuştur
Aynı sözü Hûd, Sâlıh, Lût ve Şu'ayb (a.s.) kavimlerine söylemişlerdir. Ankebut
Sûresi'nde de Hz. İbrahim (a.s), kavmine, "Allah'a ibadet edip ve
Allah'tan korkun " (Ankebût. 16) demiştir Yine Cenâb-ı Allah, Cenâb-ı
Allah1 tan, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun" (Ali tmran. 102).
'Azıklanın, çünkü azıkların en hayırlısı takvadır." ve "Hiçbir
kimsenin başkasına hiç bir fayda veremeyeceği günden 'korkunuz " (Bakara,
48) buyurmuştur.
Takvanın gerçeği, her ne kadar zikrettiğimiz şeylerse
de. o, Kur'ân'da aslî manası bazan iman, bazan tevbe, bazan taat, bazan günahı
terk ve bazan de ihlâs olmak şeklinde yer almıştır. İman manasında olmak üzere.
Cenâb-ı Allah. "Allah onlara takva kelimesini yani tevhidi, gerekli
kıldı" (Fetih,26) İşte onlar, Allah'ın, kalblerini takva için imtihan
ettiği kimselerdir" (Hucurât. 3): Şuarâ Sûresinde "Firavunun kavmine
(gel): Onlar ittîkâ etmezler mi?" (Şuarâ. 11) yani "iman etmezler
mı?" buyurmuştur. Tevbe anlamında ise, Hakk Teâlâ, "Şayet beldeler
halkı iman edip ittikâ etselerdi..." (ATâf. 96) yani "tevbe
etselerdi" buyurmuştur. Taat anlamında da, Hak Teâlâ, Nahl Sûresi'nde
"Benden başka ilâh olmadığını duyurasınız."diye... Öyleyse Beni
sayıp itaat ediniz." (Nahl. 2) ve yine aynı sûrede "Allah'dan
başkasından mı ittikâ edersiniz?" (Nahi, 52); Müminûn Sûresi'nde
"Ben. sizin Rabbinizim, öyleyse Beni sayıp itaat ediniz" (Mü'mmûn.
52) buyurmuştur. Günahı terketmek manasında ise, "Evlere kapılarından
girin. Allah'dan ittikâ edin " (Bakara, 189). Yanı, "Allah'a karşı
günah işlemeyiniz" buyurulrnuştur İhlas manasındakı ittikaya gelince.
Cenâb-ı Allah. Hac Sûresinde "Bu- kalblerin takvasındandır" (Hacc.
32) Yanı kalblerin ihlâsındandır, ve aynı manada "Ben'den ittikâ edin,
(yani Bana karşı ihlaslı olunuz)" (Bakara, 41) buyurmuştur.
Bil ki takva makamı çok şerefli bir makamdır. Cenâb-ı
Allah
'Hiç şüphesiz ki Allah, ittikâ edenlerle ve
muhsinlerle beraberdir" (Nahl. 128) ve Allah katında en şerefliniz, en
müttakî olanımzdır." (Hucurât. 13) buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.)'ın
rivayetine göreHz. Peygamber (s.a.s.): "insanların en şereflisi olmak
isteyen Allah'dan ittika etsin (korksun), insanların en güçlüsü olmak isteyen,
Allah'a tevekkül etsin ve insanların en zengini olmak isteyen, kendi
elindekinden daha ziyade Allah'ın kudret elinde olana güvensin"[52]
buyurmuştur.
[53]
Hz. Ali (r.a.)de; "Takva, günahlara devam etmeyi
ve yaptığı ibadetlerle aldanmayı bırakmaktır" demiştir. Hasan el-Basrî,
"Takva, Allah'tan başkasını Allah'a tercih etmemen ve bütün işlerin
Allah'ın kudretinde olduğunu bilmendir" demiştir.
İbrahim b. Edhem, "Takva, mahlûkatın, senin
lisanında; meleklerin, senin işlerinde ve Arş meleklerinin de senin sırrında
(göniünde) bir kusur bulamamasıdır." demiştir.
Vâkıdîde "Takva, insanlara karşı dış görünüşünü
süslediğin gibi, Cenâb-ı Allah'a karşı sırrını (içini, gönlünü)
süslemendir." demiştir. "Takva, seni Mevlâ'nın yasak kıldığı bir
yerde görmemesidir" diye ve "Muttaki, Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.s.)'nın yoluna girip dünyayı arkasına atan, nefsini ihlâs ve vefaya
zorlayan haram ve zulmü terkeden kimsedir" diye tarifler yapılmıştır
Şayet muttaki için, Cenâb-ı Hakk'ın sözünde ifade ettiği şeyden başka hiç bir
fazilet bulunmasaydı bile ona yeterdi.Çünkü insanlar için bir hidayet (rehberi)
olan Kur'ân'm indirildiği Ramazan ayı..." {Bakara. 185) ayetinde Kur'ân'm
insanlar için bir hidayet rehberi olduğunu açıklamış, ayetinde de "O'nun
muttakîler için bir hidayet rehberi olduğu1 'nu söylemiştir Böylece bu husus,
muttakîlerın, bütün insanlar olduğunu gösterir. Demek ki muttakî olmayan,
âdeta insan değildir.
[54]
Birinci
suâl: Bir şeyin, hidayet rehberi ve
delil olması, şahıslara göre değişmez. O halde, Kur'ân-ı Kerîm ni-
çin sadece muttakîler için hidayet rehberi
kılınmıştır? Ve yine muttakî olan zâten hidayete ermiştir. Hidayete
ermiş olan, ikinci defa hidayete ermez. O halde Kuran,
muttakîler için bir hidayet rehberi olamaz.
Bu soruya şöyle cevap veririz: Kurân-ı Kerîm,
muttakîler için bir hidayet rehberi: onları Yaratanın varlığına, dinine ve
peygamberinin doğruluğuna götüren bir kılavuz olduğu gibi, kâfirler için de bir
rehberdir. Ancak Cenâb-ı Allah, hidayete ermiş ve Kur'ân'dan istifade etmiş
kimselerin sadece onlar olduğunu beyan edin. onları övmek için "muttakîleri"
zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Sen ancak o kıyametten korkanları
uyarabilirsin." (Nâzıât 45) ve Sen, ancak zikre(Kur'ân'a)uyanı
uyarabilirsin"(Yâsîn1ll) buyurmuştur Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s.) de
bütün insanlara gönderilmiş bir uyarıcı (mün-zir) idi- Kur'ân-ı Kerîm ise.
Peygamber'ın inzânndan istifade edenlerin ancak onlar olduğunu beyan edip bu
insanları, yani muttakîleri zikretmiştir. yi, "maksada ulaştıran rehberlik
(yol gösterme)" diye tefsir edenler zaten böyle bir sual soramazlar. Çünkü
Kur'ân'm maksada ulaştırıcı olması ancak muttakîler hakkındadır.
İkinci suâl: İçinde birçok mücmel ve müteşâbih ayet bulunduğu
halde, Kur-ân'ın tamamı nasıl hidayet rehberi olarak vasfedilebilır? Aklın yol
göstermesi olmasaydı, muhkem müteşâbıhden ayırdedilemezdı. Öyleyse hakikatte
yol gösteren, Kur'ân değil "aklın yol göstermesi" olurdu. Bu manada
olmak üzere, İbn Ab-bas (r.a.)'ı Haricîlere elçi olarak yolladığı zaman. Hz.
Ali (k.v.)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlara Kur'ân'dan delil
getirme. Çünkü Kur'ân iki yönü olan bir hasımdır"[55].
Eğer Kur'ân, bir hidayet rehberi olsaydı, Hz. Ali, Kur'ân hakkında böyle
söylemezdi. Ve çünkü biz, bütün İslam mezheblerıntn Kur'ân'dan deliller
getirdiklerini ve Kur'ân'm, bir yandan "cebr" bir yandan da
"kader" konusunu açıkça ifade eden ayetlerle dolu olduğunu görürüz.
Cebr ve Kader (ihtiyar) konusundaki ayetleri bağdaştırmak ancak büyük bir
zorlama ile mümkün olabilir. O halde Kur'ân, nasıl bir hidayet rehberi
olabilir?
Buna cevabımız şudur: Bu müteşâbih ve mücmel ayetler, aklın ya da naklin yol göstermesi ile elde edilebilecek belirli bir manadan uzak olmayınca, o zaman Kur'ân'm hepsi bir hidayet rehberi olmuş olur
Üçüncü sual: Kur'ân'm hüccet olmasının doğruluğu, kendisinin doğruluğuna dayanan şeyler hususunda Kur'ân bir hidayet rehberi olamaz. Bu durumda, Kur-ân'ın Allah'ın zatını ve sıfatlın™ tanıma ve nübüvveti bilme hususunda bir hidayet rehberi olması imkânsız olur[56]. Bu tür bilgiler ise şüphesiz, maksad ve gayelerin en şereflisidir. Kur'ân-ı Kerîm bu konularda hidayet rehberi değilse, Cenâb-ı Allah nasıl onun mutlak manada bir hidayet rehberi olduğunu bildirmiştir?
Buna cevabımız şudur; Kur'ân'ın, her hususta hidayet
rehberi olması, "hidayet olmasının" şartından değildir. Bilakis bazı
konularda onun hidayet rehberi olması, bu vasfı alması için yeterlidir. Bu da
Kur'ân'm, dinî hükümleri bildirmede ya da akıllarda mevcut olan (bedihı
hakikatleri) güçlendirmede bir hidayet rehberi olması ile tahakkuk eder.
ayeti, '"mutlak" ifadenin "umûm" ifade etmediğine, en
kuvvetli delildir. Çünkü Cenâb-ı Allah, -Kur'ân-ı Kerîm'in, Yaratıcının
varlığını, sıfatlarını ve peygamberliği isbat hususunda bir hidayet rehberi
olması imkansız olduğu halde- ifadede bir kayıtlama yapmadan, mutlak bir ifade
ile Kur'ân'ın bir hidayet rehberi olduğunu söylemiştir. O halde, mutlak ifadenin,
umûmî bir hüküm ifade etmediği ortaya çıkmaktadır.
Dördüncü
sual: Hidayet rehberi, açıklama ve
açık olma hususunda, başkasını beyan edecek bir dereceye ulaşan şeydir Kur'ân-ı
Kerîm ise böyle değildir. Mü-fessirler, zikrettikleri her ayet hakkında
birbirine uymayan birçok söz söylemektedirler. Durumu böyle olan bir şey,
başkasını beyan etmesi şöyle dursun, kendisini bile beyan edemez. O halde, O
nasıl bir hidayet rehberi olur?
Deriz ki: Her kim, birbirine zıt şeyleri söyleyip
onlardan birisini diğerlerine tercih etmeden, tefsir hususunda konuşursa, işte
bu sual o kimseye yöneltilir. Bize gelince, biz bu çeşitli sözlerden birini,
deliller getirerek diğer görüşlere tercih ettik. Binaenaleyh biz bu sualin
muhatabı değiliz.
[57]
Keşşaf sahibi (Zamahşerî) şöyle demiştir:" in,
i'rab itibarı ile mahalli merfûdur. Çünkü bu, mahzûf bir mübtedânın haberidir
Veya ile birlikte nin haberidir. Veya sözü mübtedâ, kendisinden önce geçen
" de haberdir." in hâl olarak
mensûb olması da caizdir. Bu halde âmil olan ise ismi işaret veya zarfdır
Belagatça en isabetli olan izah, geniş açıklamalardan kaçınarak şöyle demektir:
başlıbaşına bir cümle, ya da elifba harflerinden başlıbaşına bir guruptur.
ikinci bir cümle, üçüncü bir cümle ve dördüncü bir cümledir. Atıf harfi
olmaksızın bu şekilde uyumlu olarak getirilmiş olması cihetiyle, bu cümlelerin
tertibinde, belagatın inceliklerine ve hüsnü nazmın gereklerine uyulmuştur. Bu
böyledir, çünkü, bu cümleler birbirinin boynuna kardeş gibi sarılmışcasına
getirilmiş, ikinci cümle birinci ile, üçüncüsü ikinci ile, dördüncü de üçüncü
cümle ile bütünleşmiştir. Bunun izahı şudur: Cenâb-ı Allah önce, bu Kur'ân'ın,
kendisi ile meydan okunulan (tahaddî yapılan) bir söz olduğuna dikkat çekmiş,
sonrada O'nun "kemâlin zirvesinde olmak" sıfatını aldığını
söyleyerek, ona işaret etmiştir. Bu da Kur'ân-ı Kerim'in, meydan okuma
cihetinin bir ifadesi olmuştur. Sonra ona en ufak bir şüphenin ulaşmasını
nefyetmiş, bu da onun kemâline bir şahit olmuştur. Daha sonra onun,
"Muttakîler için bir hidayet rehberi" olduğunu haber vermiş, bununla
da etrafında hiç bir şüphenin dolaşamayacağı bir gerçek olduğunu anlatmıştır.
Böyle güzel bir tertible dizilmekten başka bu dört cümlenin her birinde ayrı
ayrı incelikler vardır. Şöyle ki: Birinci cümlede, bir hazif ve en güzel
şekilde maksada işaret; ikinci cümlede, harfi tarifin ifade ettiği azamet (ululuk);
üçüncüde, "rayb" kelimesinin zarfından önce getirilmesi; dördüncüde de
hazıf, masdar olan "hüdâ"nın, vasıf olan "hâdî" yerme
getirilmesi ve "hüdâ"nın da nekire olarak getirilmesi bu
inceliklerdir.
[58]
"Ki o muttakîler, gaybe inanırlar, namazı
dosdoğru kılarlar ve kendilerine n-zik olarak verdiklerimizden infak eder
(Allah yolunda harcarlar)" (Bakara. 3)
Bil ki bu ayet hakkında birçok mesele vardır.
Keşşaf sahibi şunu söylemiştir: ifadesi, mecrûr bir
sıfat, mansûb bir medih ve mahzûf bir müb-
tedâyla merfû olmak üzere kelimesinin sılasıdır. Mansûb bir medih olmasında
takdir şudur:" "müttakîlerden. iman etmiş kimseleri
kastediyorum" Merfû olması durumundaki takdir ise "muttakîler. şöyle
şöyle olanlardır" şeklindedir. Veya mana bakımından kelimesinden ayrı
olarak, haberi," olan, mahallen merfû bir mübtedâdır. nın sılası (ilgi
cümlesi) olduğu zaman sözü üzerinde vakfetmek güzel olur. ama bu tam bir vakf
olmaz. Bu cümle den ayrı düşünüldüğünde. üzerindeki vakf, "vakf-ı
tâm" olur.
[59]
Bazıları ayetinin, bu ayette bahsedilenler bizzat
muttakîler olduğu için,"sözünün bir tefsiri gibi olması muhtemeldir,
demişlerdir. Bu böyledir, çünkü muttaki iyilikleri işleyen ve kötülükleri
terkeden kimsedir Yapmaya gelince bu, ya kalbin fiili olur, bu da (Ki onlar
iman ediyorlar) sözünün ifade ettiğidir, veya uzuvların fiili olur. Uzuvların
dillerinin esası ise namaz, zekât ve sadakadır. Çünkü ibadetler, ya bedenî olur
ki. bunların en üstünü namazdır, veya malî olur ki, bunun en efdaü de zekâttır.
İşte bu sebepten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s) namazı, "dinin direği", zekâtı
ise 'İslâm'ın koprüsü diye adlandırmıştır. Müttakînin kötülükleri terketmesine
gelince: "Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten nehyeder"
(Ankebûı 45)ayetinden dolayı, namaza dahildir. Doğruya en yakın olan. onların
muttakîler olmasından dolayı, bu vasıfların " js&k "nın tefsiri
olmamasıdır. Bu böyledir, çünkü tam bir mutluluk, yakışmayan şeyleri yapmamak,
yapılması uygun olanları da yapmakla elde edilir. Terketmek. takvadır. Ful
ise. ya kalbin fiilidir ki, bu imandır, veya uzuvların işidir ki. bu da namaz
ve zekâttır. Terk etmek olan takvayı Cenâb-ı Allah, iman, namaz ve zekât demek
olan yapmadan, işlemeden önce getirdi, Çünkü kalb. gerçek inanç ve yüksek ahlâk
nakışlarını kabul eden bir ayna gibidir. Levhanın ise ilk önce. üzerine güzel nakışların
vurulabilmesi için, kötü nakışlardan temizlenmesi gerekir. Ahlâk hakkında
söylenecek söz de, böyledir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Allah, uygunsuz
hareketleri terketmek demek olan takvayı önce zikretmiş, ondan sonra yapılması
gereken şeyi söylemiştir.
[60]
Keşşaf sahibi, "iman" kelimesi
"emn" masdanndan "if'âl" vezninden bir masdardır Daha
sonra, Arablar, birisi diğerini doğruladığında, bunu ifade etmek üzere"
^"demişlerdir. Bu sözün.yani nun ifade ettiği ise
"Onu yalanlamaktan ve muhalefet olunmaktan emin
kıldı" demek"olur. Bu fiil, "ikrar etti ve itiraf etti"
manalarını ihtiva ettiği için, "bâ" harfi cerriyle geçişli olur, Ebû
Zeyd'in, "Arkadaş bulacağıma inanamadım" yani "güvenemedim"
sözüne gelince, bu cümledeki fiilinin hakikî manası, "emîn, sükûnetti ve
mutmain oldum" şeklindedir Her iki şekilde de ayetinin manasının
"gaybın varlığını itiraf eder ve hak olduğuna emîn olurlar" şeklinde
olması güzel olur.
[61]
Diyorum ki, din örfünde "iman"ın müsemması
(ne olduğu) hususunda, ehl-i kıble ihtilaf etmişlerdir. Bütün bunları dört
gurupta toplamak mümkündür:
Birinci
gurup: Bunlar, "iman, kalblerin
ve azaların fiilleri ve dil ile ikrardır" diyenlerdir. Mutezile,
Haricîler, Zeydîler ve ehl-i hadis bu görüştedir. Haricîlere gelince onlar,
Allah'a iman etmenin, Allah'ı tanımayı ve Allah'ın, kendisine kitap ve
sünnetten naklî ve aklî delil vaz ettiği her konuyu içine aldığında; ister
büyük olsun ister küçük, yapılmasını veya yapılmamasını emrettiği şeylerin
hepsinde Allah'a itaat etmeyi içine aldığında ittifak ederek, bütün bu
şeylerin hepsinin iman olduğunu, bu hasletlerden herhaftgi birini terketmenin
ise küfür olduğunu söylemişlerdir.
Mutezile'ye gelince, onlar sözü "bâ" harf-i
cerriyle müteaddi (geçişli) olduğunda imandan maksadın, tasdik olduğunda
ittifak etmişlerdir. Bu sebepten dolayı denildiğinde, burdaki den maksat
"tasdik etmek" olur Yani, "Falanca Allah'ı ve Resulünü tasdik
etti." Farzları eda manasına gelen, "iman"ın bâ harf-i cerriyle
müteaddî olması mümkün değildir. Bu se-bebten ötürü, adam namaz kıldığında,
oruç tuttuğunda, yani, "Falanca, şunu tasdik etti." denilmez. Tam
aksine, "Falanca Allah'ı tasdik etti" denilir. Aynı
şekilde"Allah için oruç tuttu ve namaz kıldı" da denilir. Buna göre
bâ harf-i cerriyle müteaddî olan iman lâfzı, dilcilerin metoduna göre carî
olmuş olur. Ama iman lâfzı, bâ harf-i cerriyle müteaddî olmadan zikredildiğinde
Mutezile, bu lâfzın, tasdik anlamına gelen lügavî manasından ayrı bir manaya
nakledilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir
Sonra Mutezile, iman hususunda, bir kaç bakımdan
ihtilâf etmişlerdir
1-) İman, farz olsun mendûb olsun veya söz, fiil ya da
itikad bakımtndan olsun, her türlü taatı ifa etmekten ibarettir Bu görüş, Vasıl
ibn Atâ, Ebu Hüzeyl ve Kâdî Abdulcebbâr'ın görüşüdür.
2-) Nafileler hariç sadece farzları yapmaktan ibarettir.
Bu görüş de Ebû Ali el-Cübbaî ve Ebu Hâşim'in görüşüdür.
3-) İman, hakkında itahî tehdîdin bulunduğu her şeyden
kaçınmadan ibarettir. Buna göre, Allah nezdinde mümin, her türlü kebairden
kaçınan kimsedir. Biz insanlar bakımından ise, mümin; hakkında ilahî tehdîdin
bulunduğu her türlü şeyden kaçınan herkestir. Bu. Nazzâm'ın görüşüdür
Nazzâm'ın arkadaşlarından, "bir kimsenin bize ve Allah'a göre mümin
olmasının şartı, bütün büyük günahlardan kaçınmasıdır" diyenler de vardır.
Ehl-i hadîs ise. iki husus zikretmişlerdir.
1-) Allah'ı tanımak tam bir imandır ve asıl olan budur
Bundan sonra da her taat başlı başına bir imandır. Bu taatlerden hiç biri
aslolan marifete (bilmeye) dayanmadığı müddetçe, iman olmazlar. Böylece ehl-i
hadîs, bile bile inkârın ve kalbin inkârının küfür olduğunu iddia etmişlerdir.
Bundan sonra, her masiyet de başlı başına bir küfürdür Hadisciler, marifet ve
ikrar bulunmadığı sürece, taata dair herhangi bir şeyi iman; kalbin inkârı ve
bile bile inkâr olmadığı müddetçe, herhangi bir günahı küfür saymadılar. Çünkü
"asıl" olmadan, "fer" tahakkuk etmez. Bu, Abdullah b. Saîd
b. Küllab'ın görüşüdür
2-) Onlar, imanın bütün taatların ismi olduğunu iddia edip bunların hepsinin bir imanı meydana getirdiğini; bütün farz ve nafilelerin ise, bu imanın bütününden olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre, farzlardan herhangi bir şeyi terkeden kimsenin, imanı noksanlasın nafile ibadetleri terk eden kimsenin ise, imanları nok-sanlaşmaz. Onlardan, imanın, nafileler hariç, farzların ismi olduğunu söyleyenler de vardır.
İkinci
gurup: imanın, kalb ve dil ile
birlikte olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar da, birkaç görüşe ayrılmışlardır.
1) İman. dil ile ikrar ve kalb ile bilmektir. Bu, bütün
fakîhlerin ve Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Sonra bunlar da. ıkı hususta ihtilâf
etmişlerdir.
a) Kalbin bilmesinin hakikatinin ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir Onlardan, bu hakikati, ister taklidi bir inanç, isterse delilden kaynaklanan bir ılım olsun, kesin bir inançtır diye açıklayanlar vardır Bu görüşü benimseyenler, taklıdî imana sahip olan kimsenin, müslüman olduğuna hükmeden ve çoğunluğu teşkil eden kim selerdir. Onlardan, bu hakikati, istidlalden kaynaklanan ilimle tefsir edenler de bulunmaktadır,
b) İmanın tahakkuk etmesinde muteber olan ilmin, neyi
bilmek olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Kelâmcılardan bir kısmı, bunun mükemmel ve tam olarak
Allah'ı ve O'nun sıfatlarını bilmek olduğunu söylemişlerdir İlim erbabının,
Allah'ın sıfatları konusunda ihtilâf çok olunca, muhakkak ki onlardan her
gurup, kendisinin dışında kalan diğer gurupları "tekfîr" etmeye
yönelmişlerdir.
Kelâmcılardan orta yolu tutanlar ise, bu husustaki
muteber ilmin, Hz. Muham-med'in dininden olduğu kesin (zarurî) olarak bilinen
şeyleri bilmektir, demişlerdir. Bu görüş sahiplerine göre, Cenâb-ı Hakk'ın
ilmiyle âlim olduğunu veya zatının gereği âlim olduğunu,
görülüp-görülemiyeceğini bilmesi, iman konusuna dahil
değildir.
2)
İman, kalb ve dil ile birlikte tasdiktir Bu görüş,
Bişr ibn Attâb el-Merîsi ile Ebû'l-Hasen el-Eşarî'nın görüşüdür. Kalbin
tasdikinden maksat, kışının kalbinde kaim olan sözdür
3)
Bir gurup
sûfînin görüşüdür. Buna göre, dilin ikrarı ve kalbin ihlâsıdır.
Üçüncü
gurup: İmanın sadece kalbin işinden
ibaret olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar da iki görüşe ayrılmışlardır.
1) İman, kalb ile Allah'ı bilmekten ibarettir. Öyle ki, Allah'ı kalbiyle bilip, lisanıyla inkâr edip, bunu diliyle ikrar etmeden önce ölen kimsenin, imanı bütün bir mümin olduğunu söylerler. Bu, Cehm b. Safvân'ın görüşüdür. Bu zat, kitabları, peygamberleri ve ahiret gününü tanımanın, imanın tarifine dahil olmadığını iddia etmiştir. el-Ka'bî'nin Cehm b. Safvân'dan naklettiğine göre Cehm, imanın, Hz, Mu-hammed'in dininden olduğu zarurî olarak bilinen şeyleri bilmekle beraber, Allah'ı bilmek olduğunu söylemiştir.
2) İman, sırf kalbin tasdikidir diyen görüştür, Bu,
Hüseyin b. Fadl el-Becelî'nin görüşüdür.
Dördüncü
gurup: İman, sadece dilin ikrarıdır,
diyenler. Bunlar da ikiye ayrılırlar.
1) Dil ile ikrar etmek, sadece imandır; ancak dil ile ikrar etmenin iman olmasının şartı, kalbte Allah bilgisinin meydana gelmiş olmasıdır Buna göre bu bilgi, dil ile ikrarın iman olmasının şartıdır. Ancak bu, imanın kendisine dahil değildir. Bu, Geylân b. Müslim ed-Dımeşkî ile el-Fadl er-Rakkaşî'nin görüşüdür. Ka'bî, bunun, Geylân'ın görüşü olduğunu kabul etmemiştir.
2) İman, sırf dil ile ikrardır. Bu da
"Kerrâmiyye"ntn görüşüdür. Kerrâmiyye, mü-nafıkın dışının mümin,
kalbinin ise kâfir olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, münafıklar hakkında,
dünyevî bakımdan müminlere, uhrevî bakımdan ise kâfirlere ait hükümler
uygulanır. İşte bu söylediklerimiz, din ıstılahında, iman konusundaki
görüşlerin tamamıdır.
Bizim taraftar olduğumuz görüş ise, imanın, kalbin
tasdikinden ibaret olduğudur. Biz bunu söylerken, kalbin tasdikinin
mahiyetinin ne olduğunu açıklamaya ihtiyaç hissediyor ve diyoruz ki:
Âlem sonradan meydana gelmiştir diyen kimsenin sözlerinin delâlet ettiği şey, âlemin "hudûs-sonradan meydana gelme" ile nitelendirilmiş olması değildir. Tam aksine bu lâfızların anlamı, bunu söyleyen kimsenin, âlemin hadis olduğuna hük-metmesidir; âlemin hâdıs olduğunun subûtuna hükmetmek ise, âlemin hadis olmasından başka bir şeydir. Bir şeyin varlığına veya yokluğuna dair, zihnî olarak verilen bu hüküm, her dilde, hususî bir lâfızla ifade edilen bir iştir. Zihnî olarak verilen hüküm aynı olduğu halde, kalıp ve ibarelerin farklılık arzetmesi, bu zihnî hükmün, bu kalıplar ve ibarelerden başka bir şey olduğuna delâlet eder. Bir de, bu kalıplar o hükme delalet eder. Delâlet eden şey, delâlet edilen şeyden başkadır.
Sonra biz deriz ki, bu zihnî hüküm, ilimden başka bir
şeydir; çünkü bir şeyi bilmeyen bir kimse de, bazen o bilmediği şeyle hüküm
verir. Böylece, bu zihnî hükmün, ilimden başka bir şey olduğunu anlamış oluruz.
O halde, kalbin tasdikinden maksat, bu zihnî hükümdür.
Burada, lâfızlarla ilgili bir konu kalmıştır ki, o da
şudur: Arabça'da, tasdike konu olan, bu zihnî hüküm müdür, yoksa bu zihnî
hükme delâlet eden ibare ve kalıplar mıdır?
Bu husustaki sözün özünü, "usûl-ı fıkıh'ta
anlatmıştık. Bu mukaddimeyi anla-dıysan deriz ki; iman, inanmakla birlikte Hz.
Muhammed'in dininden olduğu kesinlikle bilinen her şeyi tasdik etmekten
ibarettir.
Bu görüşümüzü isbat etmek için, tarifte geçen dört
unsuru isbata muhtacız.
Birinci
unsur: İman, tasdikten ibarettir.
Buna birkaç husus delâlet etmektedir.
1) İman, Arabça'da, esasen tasdik manasında kullanılır.
Şayet din ıstılahında tasdikten başka bir mana için kullanılırsa, bunu kullanan
kimsenin Arabça konuşmamış olması gerekir. Bu ise, Kur'ân'ın Arabça
nitelendirilmesine ters düşer
2) İman, müslümanların dillerinde, en çok carî olan bir
lâfızdır Şayet bu lâfız, asıl mânasının dışındaki bir manaya nakledilmiş
olsaydı, bu nakledildiği yeni manayı bilmeye dair sebepler çoğalır ve bu husus
herkesçe bilinir, böylece de tevatür derecesine varmış olurdu. Madem ki böyle
olmadı, o zaman iman sözünün asıl manasında kullanılmaya devam ettiğini anlamış
oluruz.
3) "Bâ" harf-i cerriyle geçişli olan
"iman" lâfzının, asıl manasında kullanılmaya devam şttiğınde ittifak
etmiştik. Bu sebeble, bu harf-i cerrle müteaddi olmayan iman lâfzının da böyle
olması, yani aynı manayı ifade etmesi gerekir.
4) Cenâb-ı Hakk, bu kelimeyi Kur'ân'da zikrettiği her
yerde, onu kalbe nisbet ederek zikretmiş ve meselâ şöyle buyurmuştur:
"Onlardan, kalbleh iman etmediği halde,
ağızlarıyla, "iman ettik" diyenler vardır" (Mâide, 41);
"Ve kalbi, iman ile dopdolu olduğu'halde"
(Nahl, 106); "Allah onların kalblerine imânı yazdı" (Mücadele, 22);
"Fakat, biz islâm olduk, deyiniz. Henüz, iman
kalblerinize girmemiştir." (Hucurât. 14).
5) Cenâb-ı Hakk, her nerede imanı zikretmişse, amel-i
sâlihi de onunla birlikte zikretmiştir. Şayet amel-i sâlih imana dahil olsaydı,
bu bir tekrar olurdu.
6) Cefiab-ı Hakk, çokça, imanı zikretmiş ve günahları da
onunla beraber zikretmiştir ve şöyle buyurmuştur:
"İman edip, imanlarına zulüm bulaştır
mayanlar..." (Enam, 82)
"Müminlerden iki zümre birbiriyle döğüsürlerse
aralarım (bulup) barış t irin. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz
ediyorsa siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın "
(Hucurât. 9)
İbn Abbas (r.a.) bu hususa, Cenâb-ı Hakk'ın
"Ey iman edenler, size Öldürülenler hakkında
kısas farz kılındı" (Bakara. 178) ayeti ile üç yönden delil getirmiştir.
a-) Kısas, sadece kasten öldüren kimseye uygulanır. Buna
rağmen Hakk Teâ-lâ, bu kimseye "ey iman edenler" diye hitab etmiştir
ki bu da kasten adam öldürenin de mümin olduğunu gösterir.
b-) Cenâb-ı Hakk'ın:
"Her kim (öldürdüğü) kardeşinin kanından
(kısasından) affolunursa..." (Bakara. 178) sözüdür. Bu ayette bahsedilen
kardeşlik, iman kardeşliğinden başka bir şey değildir Çünkü Cenâb-ı Hakk;
"Müminler kardeştirler" (Hucurât, 10)
buyurmuştur.
c-) "Bu rabbinizden bir hafifletme ve bir
rahmettir" (Bakara, 178) Bunlar tse sadece, mümine yakışır. Bu konuda
elde etmek istediğimiz şeye, Cenâb-ı Hakkın;
"İman edip de hicret etmeyenler.." (Enfal
72) ayeti delildir Bu ayet, Cenâb-ı Allah'ın
"İşte bunlar, meleklerin, öz nefislerinin zalimleri
olarak canlarını alacağı kimselerdir" (Nahl. 28) ve
"Onlar hicret etmedikçe, sizin onlarla hiç bir
dostluğunuz yoktur" (Entâl, 72) ayetlerinde hicreti terketme hususunda,
büyük bir tehdit söz konusu olduğu halde, hicret etmeyen kimselere Cenâb-ı Allah
"mümin" ismini vermiştir, onları mümin kabul etmiştir. Yine buna
Allah'ın:
"Ey iman edenler! Sizin ve Benim düşmanım
olanları dost edinmeyiniz," (Mumtahine. 1);
"Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne hıyanet
etmeyiniz. Bile bile aranızdaki emanetlere de hıyanet etmeyin " (Enfâl 27)
ve
"Ey iman edenler, Cenâb-ı Allah'a tevbe-i nasûh
ile tevbe ediniz " (Tahrîm. 8) ayetleri buna delâlet eder. Günahı olmayan
kimseye tevbe etmesini emretmek muhaldir. Halbuki Cenâb-ı Hakk;
"Ey müminler, hep birlikte Allah'a tevbe
ediniz" (Nûr. 31) buyurmuştur. Bu ifadenin, her mümin kimsenin günahkâr
olduğunu gösterdiği söylenemez. Çünkü böyle değildir. Deriz ki: Farzet ki bu
ayet günahkârlardan başkasına tahsis edilmiştir. Ama günahkârlar için de bu
ayet bir delil olur.
İkinci
unsur: İman lisanın tasdîkinden
ibaret değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın:
"İnsanlardan, inanmadıkları halde, "Allah'a
ve Ahiret gününe inandık" diyenler vardır" (Bakara, 8) ayetidir.
Allah Teâlâ, bu ayette onların mümin olmadıklarını bildirmiştir. Şayet Allah'a
iman, dilin tasdikinden ibaret olsaydı, onların mümin sayılmaması olmazdı.
Üçüncü
unsur: iman, mutlak tasdikten de
ibaret değildir. Çünkü put vetağutu tasdik eden kimse "mümin" diye
adlandırılmaz.
Dördüncü unsur: Cenâb-ı Hakk'ın bütün sıfatlarını tasdîk etmek imanın
şartından değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah'ın zatı gereği âlim
olması veya ilmiyle âlim olmasını hatırından geçirmeyen kimsenin mümin olduğuna
hükmetmistir Şayet bu ve benzeri unsurlar imanın gerçekleşmesi hususunda göz
önünde bulundurulması gereken muteber bir şart olsaydı, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in bu hususları bilip bilmediğinde kişiyi denemeden, onun mümin
olduğuna hükmetmesi caiz olmazdı. İşte bütün bunlar imanın araştırılması
hususundaki sözlerdir.
Eğer birisi "Burada iki şekil vardır:
1) Allah'ı aklî ve naklî delillerle tanıyan; bu tanıma
işi tamamlanınca da, kelime-i şehâdeti söyleyecek kadar bile bir zaman
bulamadan ölen kimsenin durumu... İşte bu durumda, bu kimsenin mümin olduğuna
hükmederseniz, dil ile ikrar etmenin imanın gerçekleşmesi hususunda muteber
olmadığına hükmetmiş olursunuz. Bu, icmâya terstir. Eğer bu kimsenin, mümin
olmadığına hükmederseniz, bu da geçersiz olur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s.)
"Kalbinde zerre miktarı iman olan kimse, cehennemden
çıkar.[62]
buyurmuştur. Öyleyse, kalbi imanla böyle dolup taşan kimse nasıl mümin olmaz?
2) Allah'ı aklî ve nakli delillerle tanıyıp, kelime-i
şehâdeti söyleyebilecek vakti de bulduğu halde, onu söylemeyen kimsenin
durumu... Bu durumda, bu kimsenin mümin olduğunu söylerseniz bu, icmâya ters
düşer. "Mümin değildir" derseniz. Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, mezkûr
hadisinden dolayı, bu söz geçersiz olur. O halde, dili ile ikrar etmedi diye,
bir insanın kalbinde imanın olmadığı söylenemez. Bunun cevabı şudur; Gazâlî, bu
iki şekilde de. icmânm aksine, bu kimselerin mümin olduğuna hükmetmiştir. Bir
de, kelime-i şehâdeti ikrardan kaçınmanın hali; imanı olduğu halde günah
işleyen kimsenin haline benzer.
[63]
"Gayb" kelimesinin, ısm-i fail yerine geçen
bir masdar olduğu söylenmiştir, "savm" masdarının "sâim"
(oruç tutan) manasına, "zûr" masdarının "zâır" manasına
ism-i fail olarak kullanılması gibi...
Sonra Cenâb-ı Allah'ın (Onlar gayba iman ederler)
ayeti ile ilgili iki görüş vardır:
Birincisi; Ebû Müslim el-lsfahanfnin tercih ettiği
görüştür. Buna göre " sözü, müminlerin sıfatıdır Buna göre ayetin manası:
"Müminler, Allah'a, huzurunda iken iman ettikleri gibi gıyaben de iman
ederler; müminlerle karşılaştıkları zaman "iman ettik" deyip,
liderleri ile başbaşa kaldıklarında ise "Biz, sizinle beraberiz. O
müminlerle alay ediyoruz" diyen münafıklar gibi değil. Bunun bir benzeri
de Cenâb-ı Hakk'ın;
"Bu, gıyabında kendisine hakikaten hainlik
etmediğimi bilmesi içindir" (Yûsuf. 52) ayetidir. İnsan, bir başkası için:
"Falanca, senin gıyabında da ne güzel arkadaştır" der Bütün bunlar,
müminlerin zahirlerinin bâtınlarına uygun olması ve halleri, kalblennde iman
namına bir şey olmadığı halde ağızlan ile "iman ettik" diyen
münafıkların hallerine benzememesi sebebi ile, müminler için bir medh-ü
senadır.
İkincisi; ekseri müfessirlerin görüşüdür. Bu görüşe
göre "Gayfrduyu organları tarafından idrak edilmekten uzak olandır."
Sonra, "gayb", "kendisine delâlet eden bir şey bulunan" ve
"kendisine delâlet eden bir şey bulunmayan" diye iki kısma ayrılır
Buna göre ayetinden kastedilen, müminlerin tefekkürleri ve istidlalleri ile
kendisine iman etmiş olmalarından dolayı bir delili bulunan gayba iman
ettikleri için muttakîlerı bir övmedir. Bu izaha göre, ayetine, Allah'ı, sıfatlarını, ahireti,
nübüvveti, dinî hüküm ve emirleri bilmek girer. Çünkü istidlal yolu ile bütün
ilimleri elde etmek çileli bir yoldur Böylece bu büyük bir övgüye hak kazanmaya
vesile olur
Ebû Müslim el-İsfahânî, kendi görüşüne birkaç delil
getirmiştir.
1-) Cenâb-ı Hakk'ın:
"Onlar sana İndirilene ve senden önce indirilen
(semavî kitaplara) iman eder, ahirete kesin olarak inanırlar." (Bakara, 4)
ayeti, "gayb" olan şeylere imanı ihtiva etmektedir. Şayet;
"Onlar, gayba iman ederler" (Bakara 3)
sözünden maksad da, gayb olan şeylere iman etmek olsaydı, kendisi atfedilen
şeyin (ma'tûf) kendisine atfedilen şey (ma1 tufun aleyh) ile aynı olması
gerekirdi, bu ise caiz değildir.
2-) Şayet o ayetin (Bakara, 4) ihtiva ettiği hususları,
"gayba iman etme" manasına hamledersek, bu durum, insanın gaybı
bildiği hükmünü vermeyi gerektirir ki bu. Cenâb-ı Hakk'ın:
"Kendinden başka kimsenin bilmediği gaybm
anahtarları Onun kalındadır."
(Enam, 59) ayetinin aksine bir hüküm olmuş olur. Ama
bizim (Ebû Müslim) söylediğimiz manada anlaşılırsa, böyle bir mahzur ortaya
çıkmaz.
3-) "Gayb" lâfzı, sadece hazır olması mümkün
olan kimseye ıtlak edilebilir. Buna göre, "Gayb" lâfzını, Allah'ın
zatına ve sıfatlarına nisbet etmek caiz olmaz. Öyleyse "den murad, gayba
inanmak olsaydı, bu takdirde Allah'ın zatına ve sıfatlarına iman etmek, bu
ayetin manasına girmezdi ve bu ayetin konusu da ahirete iman olurdu. Bu ise
caiz değildir. Çünkü imanın en büyük rüknü. Allah'ın zatına ve sıfatlarına iman
etmektir. O halde "gayb" lâfzını, aslolan şeyin dışarıda kalmasını
gerektirecek bir manaya hamletmek nasıl caiz olur?Ama biz bu lâfzı, tercih
ettiğimiz manaya hamledersek bu mahzurdan kurtulmuş oiuruz.
Ebû Müslim'in birinci deliline cevab: ayeti, genel
olarak gaybî hakikatlere imanı: ayeti de, bazı gaybî hakikatlere imanı içine
alır. Bu mufassal olanın mücmel olana atfı kabilinden olur ki bu caizdir
Nitekim Cenâb-1 Hakk'ın Allah'ın meleklerine veCebrâil ile
Mîkâil..."(Bakara, 98) ayetinde olduğu gibi.
İkinci delile cevab: Bize "gâib" olan
birtakım şeylere inanmış olmamız hususunda münakaşa yoktur. O halde böyie bir
tahsis, her iki yönden de (icmâlen de tafsilen de) gerekil olur
"Kul, gaybı biliyor, diyor musunuz,demiyor musunuz?" denilirse, biz deriz ki: Gayb'ın "kendisine delâlet eden bir şey bulunan ve "kendisine delâlet eden bir şey bulunmayan" diye iki kısma ayrıldığını yukarıda açıklamıştık. Kendisine delâlet edecek bir şey olmayan gayba gelince, bunu ancak Cenâb-ı Hakk bilir Kendisine delâlet edecek bir şey olan gayba gelince, senin "Biz, kendisine delâlet edocek bir deüli olan gaybı biliyoruz" demen imkânsız degüdir O zaman, sez, bu gaybı, her hangi bir karışıklığa meydan vermeden, ifade eder. Bundan dolayı âlimler şöyle demişlerdir: Görülenle, Qâîb olana istidlalde bulunmak, bir delil çeşididir.
Üçüncü delile cevabımız: Biz, "gayb"
lafzının, ancak hazır olması mümkün olan bir şey hakkında kullanılabileceğini
kabul etmiyoruz. Buna delil de, kelâmcıların, "Bu gâib olanı hazır olana
katmak batandandır" demeleri ve bu ifadelerindeki ' gâib" sözü ile,
Allah'ın zatını ve sıfatlarını kastetmiş olmalarıdır. Allah en iyi bilendir.
[64]
Bazı şifler, ayetteki "gayb" lâfzından
muradın, Allah Teâlâ'nın Kur'ân ve hadislerde geleceğim vaaddenığı Mehdî'yi
Muntazar (Beklenen Mehdî) o'duğunu söylemişlerdir. Bunların Kur'ândan
delilleri şu ayettir:
"Allah, içinizden iman edip sâlih ameller
işleyenlere, yemin ile vadetti ki kendilerinden evvel gelenleri nasıl
(kâfirlerin) yerine geçirdi ise onları da muhakkak yeryüzünde (müşriklerin)
yerine geçirecek" (Nûr. 55) Hadislerden delilleri ise Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in şu hadisidir. "Dünyanın ömründen tek bir gün bile kalsa,
Cenâb-ı Allah, ismi ismimle, künyesi künyemle aynı olsn, ehl-i beytimden bir
adamın çıkışına kadar o günü uzatır. O zai, daha önce zulüm ve cefa ile dolmuş
olan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.[65] Bil
ki mutlak olan bir sözü, deiii olmaksızın tahsis etmek yanlıştır.
[66]
Müfessirler "Namazın ikâmesi" konusunda
birçok görüşler ileri sürmüşlerdir:
Birincisi: Namazın ıkamesv namazın farzları, sünnetleri ve
âdablannda hiçbir eksiklik olmadan, tâdili erkan iie ve devamlı kılmaktan
ibarettir.
İkincisi: Namazın ikâmesi, namaza devam etmekten ibarettir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk 'Onlar, namazlarına devam edenlerdir." (Meâriç. 34)
"Onlar, namazlarına devamlıdırlar." (Meâriç. 23) buyurulmuştur Bu. pazardaki
mal rağbet görüp tükendiğinde bunu iade için Arapların söylediği" (piyasa
yükseldi) sözünden alınmıştır. Buna göre, "namazın ikâmesi' ona rağbet
edilmesi manasınadır Çünkü, namaza devam edildiği zaman, o. arzuların kendisine
temayül edip çokça rağbet gören bir şey gibi olur. Namaz kılınmadığı zaman ise,
âdeta kendisine rağbet edilmeyen ve revaç bulunmayan bir şey gibi olur.
Üçüncüsü:
"Namazın ikâmesi", onu eda etmek için, her
şeyden kendini tecrid edip, edasında bir gevşeklik göstermemekten ibarettir, Bu
mana da, Arapların "Kendini iyice işe verdi" ve "Harb, ayaklan
üzerine kalkt: (yani kızıştı)" ifadesinden alınmıştır. Bu ifadenin zıddı,
ve dır Bu kişi gecikip yavaş davrandığı zaman söylenir ki manası "İşten
geri durdu ve işe karşı gevşeklik gösterdi" demektir.
Dördüncüsü: Namazın ikâmesi, edasından ibarettir. Eda edilmesi,
"ikâme" mas-üarı ile ifade edilmiştir, çünkü, kıyam (ayakta durmak)
namazın rükünlerinden birisidir Nitekim namaz, "kunût", 'Tukû"
ve '"sucûd" kelimeleri ile de ifade edilir. Ayrıca, Araplar, kişi
namaz kıldığı zaman, içinde tesbihat olduğu için, (teşbih etti) fiili ile bunu
ifade etmişlerdir Cenâb-ı Hakk "Eğer o, teşbih edenlerden
olmasaydı..." (Saffat. 143) buyurmuştur. Bil ki "ikâme' kelimesinin,
kendisi ile büyük bit övgünün ifade edildiği bir manaya hamiedılmesi evlâdır
Bu büyük övgü ise ancak onu, "rükünlerinde ve şartlarında hiç bir eksiklik
bırakmaksızın namaza devam etmek" manasına hamletmekle elde edilir. Bunun
için, askerlere erzak dağıtan kimse, hiç bir eksiklik ve azaltma yapmaksızın,
herkesin hakkını tam olarak verdiğinde "kayyim" diye isimlendirilir.
Bundan ötürü Allah Teâlâ, "kâim" ve "kayyûm" olarak
isimlendirilir, Çünkü O'nun varlığının devam etmesi ve yine kullarına nzık
yağdırmasının hep sürüp gitmesi gerekir.
[67]
"Salât",
(Namaz) kelimesi hakkkımında birçok görüş söylenmiştir.
Birincisi:
O, dua
manasınadır. Şair, bu manada, şöyle
demiştir: "Rüzgar sevgilinin küpünü devirmek istedi de. adam da onun küpü
için duâ etti ve tekbir getirdi "[68].
İkincisi: Hârzencî, bu kelimenin iştikakının, cehennem manasına
gelen kelimesinden olduğunu söylemiştir. Bu kelime de, Arapların, deyneği ateşe
tutup doğrulttuğu zaman demelerinden alınmıştır. Buna göre, namaz kılan kimse,
sanki ağacı ateşe tutup düzeltenin yaptığı gibi, zahirini ve bâtınını (içini
ve dışını) düzeltmeye gayret etmektedir.
Üçüncüsü: "Salât" lâfzı, devam etmekten
ibarettir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
"Kızgın bir ateşe girecek" (Gâşiye, 4) ve "Alevli ateşe
girecek" (Leneb, 3) ayetlerindeki fiilinden alınmıştır Yarışta ikinci
gelen ata da "musailî" denilir.
Dördüncüsü: Keşşaf sahibi, "salât," fiilinden, fa'letun
vezninde bir mas-dardır. Nitekim "Zekât" da fiilinden bu vezinde
masdardır. Salât kelimesinin şeklinde vav harfi ile yazılması ise fehamet
(azamet) manası taşıması içndir. " fiilinin aslî manası, uylukları hareket
ettirmektir. Namaz kılan kimse de, rükû ve secde yaparken böyle yapmaktadır.
Dua eden kimseye de "musailî" denilmiştir Çünkü onun duadaki huşu
hali, namaz kılanın rükû ve secdesindeki haline benzer.
Derim ki burada iki konu vardır:
Birinci
konu: Keşşaf sahibinin,
"salât" lâfzı için ileri sürdüğü bu iştikak, Kur-ân'ın hüccet olması
hususunda büyük bir tenkide yol açar Çünkü "salât" kelimesi,
insanların dilinde çok kullanılan lâfızlardan biridir. Onun, "uyluklarını
hareket ettirmek" manasından iştikak ettiği iddiası, rivayet ehli
(dilciler) arasında pek bilinmeyen bir açıklama tarzıdır. Eğer, salât kelimesinin
manasının, aslında (Zamahşerı'nin) zikrettiği gibi olup, sonra bu mananın,
ancak birkaç kişi tarafından bilinebilecek kadar gizli ve silik kaldığının
söylenmesini caiz görürsek, bu durum diğer lâfızlarda da caiz olur. Eğer bunu
caiz görürsek, bu lâfızların Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında, başka manalar
için icat edilmiş olduğu, bu lâfızlardan Allah'ın muradının bu manalar olduğu;
ne var ki bu manaların, salât lâfzında olduğu gibi, zamanımızda gizli kalıp
silik bir hale gelmiş olabileceği ihtimallerinden ötürü, bu lâfızlardan
Allah'ın muradının, şu anda anladığımız manalar olduğunu söylememiz mümkün
olmaz. Müslümanların icmâı ile bu batıl olunca, Keşşaf sahibinin söylediği bu
iştikakın (türetişin) merdûd ve batıl olduğunu anlarız.
ikinci konu: Namaz dinî bir tabir olarak, başlangıcı
"tahrîm" (iftitah tekbiri), sonu "tahlil" (selâm) otan ve
birbirini takip eden hususî birtakım fiillerden ibarettir. Bu isim, farz ve
nafile namazların hepsi için kullanılır Ancak bu ayetteki "salât"
lâfzından maksat, farz olan namazdır. Çünkü, kurtuluşun kendisiyle tahakkuk ettiği
namaz, farz olan namazdır.
Bir de, Hz. Peygamber {s.a.s.), bedevî bir Araba, farz olan namazın niteliklerini izah ettiğinde, o bedevî, "Allah'a yemin ederim ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Eğer sözünde durursa, kurtuldu."[69] buyurmuştur. [70]
Arabça'da "rızık", pay ve hisse demektir.
Cenâb-ı Hakk "Sizi
rızkımızla, şükredeceğimiz
yerde, onu vereni mi yalanlıyorsunuz?" (Vakıa, 82) buyurur Yani, bu şeydeki
nasibinize: "Hazz" lâfzı kişinin nasîbi olup, başkasına değil,
sadece ona mahsus olan şey demektir. Bazı ulemâ ise, "rızk"yenilen
veya 'kullanılan her şeydir, demişlerdir ki, bu bâtıldır. Çünkü Cenâb-ı Hakk,
bize rızık olarak verdiği şeylerden intakta bulunmamızı emrederek, "Ve,
size verdiğimiz rızıklardan infak ediniz" (Münâfıkûn) 10) buyurmuştur.
Şayet "rızık", yenilen şey olsaydı, onu harcamak mümkün olmazdı.
Diğerleri ise, "rı-zık", malik olunan şeydir demişlerdir ki, bu da
yanlıştır. Çünkü, insan bazen: "Al-lahım. bana nzık olarak sâlih bir
çocuk, sâliha bir zevce ver" diye dua eder de, fakat o ne böyle bir
çocuğa, ne de böyle bir hanıma mâlik olamaz. Yine kişi, "Ey Allahım! Bana
rızık olarak, kendisiyle yaşayacağım bir akıl ver" der; halbuki akıl bir
mülk değildir Ve yine, hayvanların rızıkları vardır, fakat mülkleri yoktur.
Din ıstılahında "rızk"ın manasına gelince,
ulemâ bunda ihtilâf etmiştir.
Ebû'l-Hüseyin el-Basrî, "rızık", Cenâb-ı
Allah'ın bir canlıya bir şeyden faydalanma imkânı verip, başkalarının, onun o
şeyden faydalanmasına mânı olmalarını engellemesidir. Biz, "Cenâb-ı
Allah, bize rızık olarak mallar verdi" dediğimiz zaman, bunun manası,
"O, o mallardan bize istifade imkânı verdi" demektir. Biz, Cenâb-ı
Allah'tan bizi bir mal ile rızıklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o malı sadece bize tahsis etmesini, bir
hayvanı rıziklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o rızkı, sadece, o hayvana
tahsis etmesini kastediyoruz. Cenâb-ı hakk, o hayvana o Haktan faycalanma
imkânı verip, hiç kimse o hayvanın o rızıktan faydalanmasına mâni olmadığı
zaman, ancak o rızık ve o hayvana has olmuş olur.
Mu'tezile. rızkı bu manada anladıkları için. haram
nzık olma? demişlerdir. Biz ise, haram rızık olur. diyoruz. Arkadaşlarımız,
buna iki yönden deli! getirirler
1) Lügat ıtirabıyla "rızk ; beyan ettiğimiz gibi,
pay ve nasîp demektir. Haram dan faydalanan kimse için bu haram, onun nasibi ve
payıdır. Bu sebeple haramın, onun nzkı olması gerekir.
2) Cenâb-ı Hakk,
"Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı
Allah'a ait olmasın " (Hud, 6) buyurmuştur. Adam, ömür boyu yaşar, çatıp
çırpmasından başka hiç bir şey yemez. Bu sebeble de, ömür boyu kendi rızkından
hiçbir şey yemedi denilmesi gerekiri... Muteziİe'ye gelince onlar Kitap,
sünnet ve mana ile ıhticâc etmişlerdir.
Kitaptan olan delilleri ise şunlardır:
1)
Cenâb-ı Hakk,
"Onlara nzık olarak verdiklerimizden infak
ederler" (Bakara 3) buyurarak, müminleri, Allah'ın kendilerine vermiş
olduğu nzıktan infak ettikleri için, rnedhetmiş-tır. Şayet haram rızık olsaydı,
onlar haramdan infak ettikleri zaman, medhe ve övgüye hak kazanmiş olmaları
gerekirdi ki, bu da ittifakla geçersizdir.
2)
Şayet haram şey nzık olsaydı, gasbeden kimsenin,
gasbetlığı şeyden, Cenâb-ı Hakk'ın:
"Ve. size rızık olarak verdiklerimizden infak
ediniz" (Münâfifcûn 10) ayetinden dolayı, infak etmesi caiz olurdu
Halbuki müslümanlar gasbeden kimsenin gasbet-tıği şeyden inîak etmesinin caiz
olmadığında, tam aksıneonu sahibine vermesinin vâcib olduğunda ittifak
etmişlerdir. Bu da, haramın nzık olmadığına delâlet eder
3)
Cenâb-ı
Hakk"m "De ki: Allah'ın size indirip de, sizin bir kısmını haranı bir
kısmını da helâl yaptığınız (saydığınız) rmk hakkında ne dersiniz?Söyleyin
bakalım.' De ki: Yoksa Allah mı size izin verdi?" (Yûnub 59) ayetidir Böylece
Cenâb-ı Hakk, Allah'ın rızkını haram kılan kimsenin. Allah'a iftira etmiş
olduğunu açıklamıştır. Bu sebeble, haramın rızık olmadığı ortaya çıkmış .olur.
Sünnette;; delillerine gelince. Ebu'l-Huseyin’in,
Kıtâbul-Gurer'de Safvân b. Umeyye'den
rivayet ettiği hadistir Safvân b. Umeyye şöyle demiştir: Hz. Peygam-ber'ın
yanında idik.Tam o sırada, O'na. Amr b. Gurre gelerek, O na, "Ey Allah'ın
Resulü, Al'ah bana, şakaveti takdir etti. Bu sebebie, elımlo defimi çalmaktan
başka bir nzık kapısı göremiyorum; binaenaleyh bana, ahlâksızlık telkin
etmediği sürece, şarkı söylemem konusunda izin ver" deyince Hz. Peygamber
(s.a.s):
"Sana ne izin, ne ikram, ne de nimet vardır. Ey
Allah'ın düşmanı, yalan söyledin. Şüphesiz ki Allah sana, güzel nzıklar verdi,
ama sen, Allah'ın sana helâl olarak verdiği rızkın yerine, sana haram kıldığı
rızkını tercih ettin. Şayet, bu söylediğinden başka bir şey söylersen, senin
canım vakarım " der
Mana itibariyle (aklî yönden) delillerine gelince, Cenâb-ı Hak, mükellefi, haramdan faydalanmaktan men etti. Başkasına da, onun haramdan istifade etmekten tnen etmesini, emretti. Bir şeyi almaktan ve ondan istifade etmekten men o'u-nan kimseye, "O şey onun rızkıdır" denilemez. Görmüyor musun ki, "Hükümdar askerlerini, almalarım menettiği mal ile rızıklandırmıştır, demlemez. Bunun yerine şöyle denilebilir- Hükümdar, ordusunu, almalarına imkân vererek, onları ondan menetmeyip ve ayrıca başkalarına da, mâni olmaların! emretmediği bir maldan rızıklandırmıştır.
Taraftarlarımız, Mutezilemin ayetlerle getirmiş
oldukları delillere, şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Her ne kadar haram ve
helâl nzık Allah'dan ise de, ne var ki O'nun hakkında, "Ey sonradan
olanların, Arşın ve Kürsî'nin yaratıcısı' denilir de, "Ey köpeklerin,
domuzların yaratıcısı" denilmez. Ve. Cenâb-ı Hakk. "Kendisinden.
Allah'ın kullarının içtiği bir pınar" (,,tsan 6) buyurur. Her ne kadar
kâfirler de O'nun kulu iseler de, Cenâb-ı Allah, bu ayette, "kul" ismini
muttakî kimselere tahsis etmiştir. Burada böyledir: Her ne kadar haram da nzık
ise, Cenâb-ı Hakk "rızık" ismini bir şeref olarak sadece helâl oiana
vermiştir. Mutezilenin, mezkur haberi delil getirmelerine karşı,
arkadaşlarımız, bu hadisin bizim için delil olduğunu söylemişlerdir Çünkü Hz.
Peygamber (s.a s.) "Sen. Allah'ın sana haram kıldığı rızkını tercih
ettin" sözü. haram olan şeyin de nzık olduğu hususunda açık bir ifadedir,
Mana bakımından (akli bakımından) getirdikleri delile de, "Bu mesele sırf
dil ile ilgilidir. Bu ilgi de. 'Haram, nzık olarak adlandırılabilir mı, adlandınlamaz
mı? lâfızlarda aklî delillere yer yoktur?" diyerek cevap vermişlerdir. En
iyi Allah bilir.
[71]
Aslında "infak", malı elden çıkarmaktır. Bu
da bir malın müşterisi çoğaldığı zaman, bu hali ifade için söylenen "
(Mal iyice tükendi) cümlesinden, ve hayvan ölüp canı çıktığında söylenen
(Hayvan tükendi) cümlesi bu manadadır Köstebek yuvasına da, köstebek oradan
çıktığı için denilir. Cenâb-ı Allah'ın "Yeryüzünde bir tünel araman"
(En'am. 35) ayetmdeki " kelimesi de
aynı köktendir.
[72]
Cenâb-ı Hakk'ın "Rızık olarak size
verdiklerimizden bir kısmını infak ederier"(Bakara,3) ayetinde birçok
faydalar vardır.
Birincisi: Cenâb-ı Hakk, onları israftan ve yasaklanan saçıp
savurmadan korumak ve alıkoymak için bu ifadenin başına da ba'ziyyet (bir
kısmı) ifade eden " y " harf-i cerrini getirmiştir.
İkincisi: Ehemmiyetli olduğunu göstersin diye, mefulu fiilden
önce getirmiştir. Sanki, bu ifade ile, Cenâb-ı Allah, "Onlar, mallarının
bir kısmını tasadduk etmek için ayırırlar" demiştir,
Üçüncüsü: Ayette bahsedilen, "infak" lâfzına farz
olan da mendub olan da dâhildir.
Farz olan infak birkaç çeşittir. Birisi, zekâttır. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın,
"(O biriktirdiği mallan) Allah yolunda infak
etmez (harcamazlar) " (Tevbe, 34) şeklinde Kenz ayetinde ifade ettiği
husustur.
İkincisi, kişinin hem kendisine hem bakmakla yükümlü olduğu
kimselere yaptığı harcamalardır.
Üçüncüsü. Allah yolundacihadetmek için harcamaktır. Mendûb olan
harcamalara gelince, buna da infak denir Çünkü Cenâb-ı Hakk,
"Sizden birine Ölüm gelmeden önce, si2e rıztk
olarak verdiklerimizden harcayınız" (Munâfikün. 10) Allah Teâla, buradaki
infâk ile, bu ayetin devamında bulunan
"Tasaddukta bulunup da ben de sâlih kimselerden
olsaydım." (Münafıkûn, 10) sözünden dolayı, sadakayı kastetmiştir. Buna
göre bütün bu harcamalar, bu ayetin muhtevasına girer Çünkü bunların hepsi,
övgüyü haketmenin sebebidir.
"Onlar sana indirilene de, senden evvel
indirilene de inanırlar; Ahirete ise şüphesiz bir iman ile inanırlar {Bakara.
4).
Cenâb-ı Hakk'ın;
"Onlar gayba iman ederler" (Bakara. 3) sözü,
daha önce ister Hz. Mûsâ ile Hz. İsa'ya inanmış olsun isterse inanmış olmasın,
Hz, Muhammed (sa.s.)'i tasdik eden herkesi içine alan umumî bir ifadedir. Amm
lâfzın, tahsis edildiği şeylerden bir kısmına delâlet, has lâfzın aynı kısma
delâlet etmesinden daha zayıftır. Çünkü Âmm lâfzın tahsise ihtimali vardır, has
lâfızda ise böyle bir ihtimal söz konusu değildir. Bu Bakara Sûresi medenî
olup, Cenâb-ı Hakk bütün müslümanları
"(Bu Kuran), müttakîler için bir hidayet rehberidir.
Onlar gayba iman ederler."
(Bakara. 3) diyerek şereflendirince, bunun peşine,
Abdullah b. Selâm (r.a.) ve benzerleri gibi Hz Peygamber (s.a.s.)'e iman eden
ehl-i kitabı (yahudı ve hristiyanları) diyerek zikretmiştir. Çünkü bunları
bilhassa zikretmek,
"Kim, Allah'a, meleklerine. Peygamberlerine,
(bilhassa melekler içinde) Cebrail'e ve Mîkail'e düşman olursa.."
(Bakara, 98) ayetinde olduğu gibi. bu zatlar için büyük bir şeref vardır Sonra
Abdullah b. Selam (r.a.) ve benzerlerinin bu şerefe bilhassa layık kılınmaları,
bu durumda olanları İslama teşvik etmek içindir. Umumî bir ifâdeden sonra,
husûsî bir ifadenin yer almasındaki sebeb işte budur.
Sonra biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar sana
indirilene (Kur'ân'a) iman ederler"(Batara, 4) ayetinde birkaç mesele
vardır:
[73]
"İman" lâfzının harfi cerri ile, müteaddi
olarak kullanılması durumunda "tasdîk etmek" manasına gel-diğinde,
ehl-i sünnet ile Mutezile arasında bir ihtilâf yoktur Buna göre. meselâ, biz
(Falan, şuna iman etti) dediğimizde, bu ifadeden maksat "o kimsenin o şeyi
tasdîk etmesi"dir, yoksa bu ifadeden, o kimsenin oruç tutması ve namaz
kılması anlaşılmaz. Bu sebeble, ayetteki "iman" lâfzından maksat,
ittifakla, tasdîk manasıdır. Ancak, bu "tasdîk" manası ile birlikte,
marıfetullahın da bulunması gerekir Çünkü burada iman, medh-ü sena makamında
zikredilmiştir. İçinde bir şüphe bulunmakla birlikte "tasdîk" eden
kimsenin yalan söylemjş olma ihtimali de vardır Bu durumda da medh'den çok
zem-medılmeye lâyık olur.
[74]
Vahyin indirilmesinden, Kur'ân'ın inzalinden,
tenzîlinden ve Cebril ile indirilmesinden maksat şudur Cebrâil (a.s.) semâda
Allah Teâlâ'nm sözünü dinledi ve onu Hz. Peygamber (s.a.s.)’e indirdi. Bu durum
tıpkı şunu demek gibidir. Hükümdarın emri sarayından inip geldi. Halbuki emrin
kendisi inmez, ancak hükümdarlardan emri dinleyip alan kimse iner ve onu
aşağıdakilere iletir Hükümdarın sözü kendisinden ayrılmaz. Ancak dinleyen
kimse, onu kendi kelimeleri ile insanlara iletir, Yine, bir kimse bir yerde bir
şey duyup, onu başka bir yerde anlattığı zaman "Falan, sözü
naklediyor" denilir. Şayet, "Allah'ın kelâmı, size göre» harflerden
ve seslerden meydana gelmemiştir O halde Cebrail (a.s.) Allah'ın kelâmını
nasıl dinlemiştir?" denilirse, bizdenz ki. Allah'ın. Cebrail (a.s.)'da
kelâm-ı ilâhiyi dinleme kabiliyeti yaratıp, bu kadim kelâmı kendisi ile ifade
edebileceği bir söze onu muktedir kılması muhtemeldir. Yine, Allah'ın, Levh-i
Mahfuz'da bu hususî Kur'ân nazmına delâlet eden bir yazı yaratması, böylece de
Cebrail (a.s.)'ın onu okuyup ezberlemesi de ihtimal dahilindedir. Allah
Teâlâ'nın bu hususî Kurân'a nazmım, hususi bir cisimae kesik kesik sesler
halinde yaratması ve Cebrail (a.s.)'ın onu tamamıyla alması; Cebrail (a.s.)'da
da bunun, o kelâm-ı kadîmin manasına ileten ibareler olduğuna dair kesin bir
bilgi yaratması caizdir.[75]
"Onlar sana indirilene iman ederler"
ayetindeki iman farzdır. Çünkü Cenâb-ı Allah bu ayetin peşisıra "İşte
bunlar, felaha erenlerdir" buyurmuş ve böylece, kendisinde bu iman
bulunmayan kimsenin kurtuluşa erenlerden olmaması gerektiği ortaya çıkmıştır.
Bu imanın gerekli olduğu sabit olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) indirilen
Kur'ân't, tafsilatlı bir şekilde bilmek gerekir Çünkü kişiye, Allah'ın
kendisine hem ilim hem de amel bakımından farz kıldtğı şeyleri yerine
getirmesi, ancak onun bunları etraflı olarak bitmesiyle mümkün olur. Zira
insan, bunları tafsilatlı olarak bilemezse, yerine getiremez. Fakat böyle bir
ilim elde etmek farz-ı kıfâyedir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen şer'î
hükümleri etraflı olarak öğrenmek herkese farz değildir. Cenâb-ı Hakk'ın
"Senden önce indirilenlere de fmamrlar)." sözünden maksad ise,
Hz.Peygamber (s.a.s.)den önceki peygamberleıe indirilen ilâhî kitaplardır. Bu
kitaplara da icmâlî olarak iman etmek farzdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, şu anda
bizi o eski kıtaplardaki hükümlerle sorumlu tutmamıştır. Binaenaleyh onları
tafsilatlı olarak bilmemiz gerekmez. Ne var ki onlara dair bir tafsilat elde
ettiğimizde bu tafsilata da iman etmemiz gerekir.
[76]
Cenâb-ı
Allah'ın "Onlar Ahirete de yakîn bir iman ile inanırlar"
ayetine gelince, bunda da bir kaç mesele vardır
Birinci
mesele: "Ahiret" (sonraki)
lâfzı, (Sonraki yurt) terkibindeki kelimesinin sıfatıdır Dünya hayatından sonra
geldiği için ahirete 'Ahiret" denilmiştir, Ahiret hayatından değeri daha
düşük olduğu için, dünyaya "dünya' (alçak, âdî) denmiştir.
İkinci
mesele: "Yakîn", insanın
bir şey hakkında şüphe etmesinden sonra, onu iyice bitmesidir. Bu sebeble,
herhangi bir insanın, "var olduğumu yakiner. bildim, gökyüzünün üzerimde
olduğunu yakînen bildim," demesi doğru değildir. Çünkü bunları bilmek
kapalı bir şey değildir. "Yakîn" lâfzı, ister zarurî, isierse
is-tıdiâlî olsun, işler hakkında meydana çıkan ilmi ifade etmek içm kullanılır.
Buna göre, bir kimse, maksadın: zarurî olarak bilse dahi "bu söz ile neyi
kastettiğimi yakînen biliyorum" diyebilir. Keza kesbî bir ilimle buse de
"İlâhın tek olduğunu yakinî olarak bildim" diyebilir. Bu sebeble
Allah Teâlâ, "eşyayı yakînî olarak bilen" diye vasıfianamaz.
Üçüncü
mesele: Cenûb-ı Allah, müminleri,
ahirete yakinî tir imanla inannış olmakla medhetmıştir Malumdur ki kişi, sadece
ahtreim varlığına yakinî olarak inanmakla övülmez. Daha doğrusu kişi övgüye
ancak ahiretin varlığı iie birlikte onda meydana gelecek hesaba, suale,
müminlerin cennete: kâfirlerin de cehenneme gırdirilecekierine yakînen
inanmakla müstehak olur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediği rivayet
olunmuştur:
"Allah'ın yaratmasını görüp durduğu halde.
Allah'ın varlığından şüphe eden kimseye çok şaşarım; ilk yaratılmayı bildiği
halde (kıyametin kopmasından sonraki) dirilmeyi inkâr edene şaşarım; her gün ve
gece ölüyor ve tekrar diriİiyorken -yani uyuyup tekrar uyanıyorken- ölümden
sonra tekrar dirilmeyi ve haşn inkâr edene şaşarım. Cennete ve oradaki
nimetlere inandığı halde, (sadece) aldanış yurdu olan bu dünya için koşuşturana
şaşanm ve başlangıcının atılmış bir damla meni, sonunun da tiksindirici bir leş
olduğunu bildiği halde kibirlenen ve övünen kimseye şaşarım."
İşte bunlar, Rabblerinden olan bir hidayet üzeredirler ve işte onlar, kurtulmuşların taa kendileridirler" (Bakara,5).
Bil ki bu ayette birçok mesele vardır.
Birinci
mesele: Bu ayetin öncesiyle
alâkasında üç vecih vardır:
Birinci
vecih: "ayetinin mübteda kabul
edilmesidir. Bu böyledir, çünkü, denilip, Kur'ân'ın sırf müttakîlere hidayet
rehberi olduğu söylenince, birisi "Kur'ân'ın sadece muttakîlere hidayet
rehberi olmasının sebebi nedir?" diyerek sorduğunda, den itibaren "
kadar olan kısım, bu sorunun cevabı olur. Sanki bununla şöyle cevab
verilmektedir: "İmanla, namaz kılmayla, zekât vermeyle ve kurtuluşa erme
ile meşgul olan kimsenin mutlaka Rabbisi tarafından olan bir hidayet üzere
bulunması gerekir."
İkinci vecih: "ayetini mübteda saymayıp, "müttakîn" sözünün sıfatı saymaktır. Bu durumda "kısmı mübteda sayılır Bununla, sanki şöyle denmektedir: Bu sıîata sahib olan kimselerin, hidayete tahsis edilmiş olmalarındaki sebeb nedir? denilirse, "Diğer insanların değil de, bu sıfatları taşıyan kimselerin hem dünya hem ahirette hidayete ve felaha ermeleri tuhaf görülmemeli." diye cevap verilir
Üçüncü
vecih: Birincinin "müttakîr'ın
sıfatı olması, ikinci" "nin ise mübteda olarak merfu kılınıp,"
cümlesinin de bunun haberi olmasıdır Bu duruma göre maksat, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in peygamberliğine iman etmedikleri halde kendilerinin hidayet uzre
olduklarını sanan ve Allah katında kurtuluşa nail olacak kimselerin kendileri
olduklarını uman Ehl-i Krtaba bir tariz olmak üzere, kurtuluş ve hidayet üzere
olmayı Ehl-i Kitabtan Hz. Peygamber'ın nübüvvetine inananlara tahsis etmektir.
İkinci
mesele: sözündeki harf-ı cernnın
ifade ettiği '"istilâ" (bir şeyin üstünde olmak, hakimiyet) nin
manası, durumları, bir şeyin üzerine çıkıp ona binen kimsenin durumuna
benzetilmek suretiyle onların hidayeti elde ettiklerini ve onda karar
kıldıklarını beyan etmedir. "Falanca hak üzeredir" veya"
"Falanca batıl üzeredir" sözleri buna benzer. Araplar bu manayı
"Sapıklığı binek edindi ve cehaletin üzerine bindi" diye açıkça ifade
etmişlerdir. Müminlerin hidayet üzere olduklarına dair sözün hakikati, onların
ellilin gereğine sımsıkı sarılmalarıdır. Çünkü bir delile sımsıkı sarılan
kimseye, buna devam etmesi ve bunu hertürlü tan ile şüpheden koruması gerekir.
Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, onları önce Hz. Peygambere indirilmiş olana iman
etmeleri ile medhetmiş, sonra da onları, bunda sebat edip onu her türlü
şüpheden korumaya devam etmiş olmakla övmüştür. Zaten mükellefin yapması
gereken de budur. Çünkü mükellef kişi, dininde sebatlı, dikkatli ve titiz
olursa, kendini ilminde ve amelinde mutlaka muhasebe edip bunlardaki durumunu
iyice düşünmesi gerekir. Bu kimse kendisini dini ihlâl etmekten muhafaza
ederse, işte o zaman bir hidayet ve hak (gerçek) üzerinde olmakla medh-ü sena
edilir. Ayette kelimesi, künhüne ulaşılamayacak ve kıymeti takdir edilemeyecek
türden bir kapalılık ifade etsin diye nekire olarak gelmiştir. Nitekim
Araplar, "Falancayı görmüş olsaydın, gözün bir adam görmüş olurdu"
derler
Avn b. Abdullah şöyle demiştir; Allah'ın hidayeti pek
çoktur. Onu ancak görmesini bilen görür. Onunla ancak pek az kimse amel eder.
Görmüyor musun? Gökyüzündeki yıldızları basiret sahibleri görür ve onlarla
sadece âlimler yollarını bulur."
Üçüncü
mesele: " kelimesinin tekrar
edilmesi, hidayetin sadece onlara tahsis edilmiş olduğu gibi, kurtuluşun da
sırf onlara tahsis edilmiş olduğuna dikkat çekmek içindir. Çünkü onlar, bu iki
özellik ile başka insanlardan ayrılmışlardır. Eğer, "Burada, bu tekrar
atıf ile gelmiştir. Halbuki;
"İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerin kendileridirler" (Araf. 179) ayetinde kelimesinin tekrarı atıfsız gelmiştir. "Bu ikisi arasındaki fark nedir" denilirse, deriz ki: Burada (Bakara,5) iki haber birbirinden farklıdır. Bu sebeble atıf harfi gelmiştir. Araf süresindeki ayetteki iki haber böyle değildir. Zira bunlar manaca aynı sayılır Çünkü onların gafil olduklarını söylemek ve onları hayvanlara benzetmek aynı şeydir. Böylece ikinci cümle, birincinin manasını tekid etmiştir. Bu sebeble atıf yapılmaz.
Dördüncü
mesele: Ayetteki zamiri, zamir-i
fasıldır. Bunun iki faydası vardır. Birincisi: Kendisinden sonra gelenin sıfat
değil de haber olduğunu göstermektir.
İkincisi, haberdeki hükmü mübtedaya tahsis etmektir.
Çünkü sen, "İnsan güler" dediğinde, bu gülme vasfının sadece
insanlara has olduğunu ifade etmez. Ama
"Sadece insan güler" dersen bu, gülme vasfının insanlara has
olduğunu ifade eder.
Beşinci
mesele:" lâfzının marife
olmasının manası, ahirette felaha erecekleri bilgisi sana ulaşan insanların,
ancak muttakîler olduğuna delâlet etmektir. Bu şuna benzer: Memleketin
halkından bir kimsenin tevbe ettiği haberi sana ulaşıp da onun kim olduğunu
sorduğunda sana, "Tevbe eden Zeyd'dir" denilir. Yani, "Zeyd,
tevbe ettiği sana bildirilen kimsedir" demektir. Veya bu marifeliğin
manası, eğer felah sıfatı meydana gelirse, bu kimselerin ancak işte bu
muttakîler olduğuna delâlet etmektir. Nitekim sen arkadaşına şöyle defan:
"Sen arslam ve onun yaratı I ışındaki atılganlığı biliyor musun? İşte aynen
odur."
Altıncı
mesele: "Müflih", gayesine
ulaşmış olan kimsedir. Sanki ona birçok zafer kapılan açılnrş ve hiç
kapanmamıştır. "Müfli" kelimesi de aynı manadadır. terkibi yarma ve
açma manasına gelmektedir, işte bunun İçin çiftçiye "fellah", alt
dudağı yarık olan kimseye de adı verilmiştir. Şöyle bir darb-ı mesel
vardır: "Demir demir ile
yarılır." Euna göre ayetin manası şudur: Cenab-ı HakR onları, ilmen ve
amelen yapmaları gereken şeyleri yerine getirmiş olmakla vasfedince, daha
sonra bunun neticesini beyan etmiştir ki: Bu da, hiç bir şaibesi olmayan, bir
ikram ve tazim olarak verilen ebedî nimetten İbaret elan gayeyi elde etmektir.
Çünkü ibadetlerle elde ediimek istenen sevap budur
Yedinci
mesele: Bu ayetlere Va'îdiyye[77] bir
yönden, Mürcıe ise bir başka yönden yapışmaktadır. Va'îdiyye iki cihetten du
ayetlere sarılır:
Birincisi: Allah'ın sözü hasr ifade eder. O halde namazını ve
zekâtını ihlâl etmiş kimselerin müflihler (kurtuluşa erenlerden) olmaması gerekir.
Bu ise, namazını ve zekâtını terkeden kimseye, ilâh bir tehdidin varolduğuna
dair kesin bir hüküm ifade eder.
İkincisi: Hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın, o hükmün illeti
olmasını hissettirir. Bu sebeble felahın sebebinin, iman, namaz ve zekât
fiilieri olması gerekir. Bu tür fiilleri yapmayan kimseler için kurtuluş sebebi
meydana gelmiş olmaz, binaenaleyh onlar felaha eremezler.
Mürcie ise ayetlerden şöyle delil getirmişlerdir:
AHah, ayetlerde bahsedilen sıfatlara sahib olan kimselerin telâna ereceklerine
hükmetmiştir. Bu sebeble, bu vasıflarla nitelenmiş kimselerin, zina etse de,
hırsızlık etse de, içki içse de, kurtuluşa (felaha) ermeleri gerekir. Böyle
olan kimseler hakkında, Cenâb-ı Hakk'm affı tahakkuk edince, bunların dışında
kalan kimseler hakkında da zarurî olarak bu af gerçekleşir. Çünkü hiç kimse bu
ikisi arasında fark olduğunu söylememiştir
Bunlara ilk önce şöyle cevap verilebilir: Getirilen bu
iki delilden her bin diğeri ile çatışır. Böylece her iki tarafın delili de
ortadan kalkar. Bu genel cevabın yanı sıra Va'îdiyye'nin ilk görüşüne şöyle
cevap veririz:; Allah Teâlâ'nın sözü onların kurtuluş bakımından kâmil
olduklarına delâlet eder. Buna göre, büyük günah işleyen kimsenin, kurtuluş
bakımından kâmil olmaması gerekir. Bu gerekçe ile deriz ki, azabtan kurtulduğu
kesin olmadığı halde, hatta azabtan korkması gerekirken, o felah (kurtuluş)
bakımından naşı! kâmil olabilir? Va'îdiyye'nin ikinci görüşüne cevabımız şudur:
Sebeb'erden birinin bulunmaması, neticenin olmamasını gerektirmez. Bize gere
Allah'ın aff: da kurtuluş sebebierinden birisidir. Mürcie'nin görüşüne
cevabımız şudur- Müminlerin "takva" sıfatı ile nitelenmesi, sevabı
elde etmeleri için kâfidir. Çünkü takva, günahlardan ve farz ibadetleri
terkten sakınmayı ifade etmektedir. En iyi Allah bilir
"Şurası kesin ki. İnkâr edenleri inzar etsen de
etmesen de farkeimez. Onlar iman etmezler'' (Bakara, 6).
Bu ayette nahiv ve usûl bakımından bazı meseller
vardır. Allah dilerse, biz bunları anlatacağız.
ye gelince, bunda bazı meseleler vardır.
[78]
“İnne” harftir. Harflerınse, amel hususunda asıl
vasıfları yoktur. Fakat bu harfler, hem şekil hem mana bakımından fiüe çok
benzerler. Bu benzer'ik, bu harflerin "âmil" olmalarını gerektirir.
Bu hususta, bir kaç mukaddime yapmak gerekiyor.
Birinci
mukaddime: Bu benzerliği izah
hususundadır Eu benzerlik hem lâfızda hem de manada bulunmaktadır. Lâfzî
benzerlik, bu harfler üç harften meydana gelmiş, sonları fethalı olmuş ve
fıiüer gibi isimlerle birlikte kullanılmışlardır. Bunlara, meselâ, gibi vikaye
nûnu da bitişir. Bu nûn, fiillerde de görülmektedir. Meselâ "Bana verdi',
"Bana ikram etti" fiillerinde olduğu gibi. Mana bakımından
benzerliğe gelince, bu harfler, isimde meydana gelen bir anlam ifade ederler
ki, bu anlam o ismin, haberiyle nitelenmesinin tekid edilmiş olmasıdır.
Nitekim sen, "Zeyd kalktı" dediğin zaman, burdaki sözü, -simde bir
mananın meydana gelmiş olduğunu ifade eder
İkinci
mukaddime: Bu harfler, lâfız ve mana
bakımından fiillere benzeyince, bunların amel bakımından da fiile benzemeleri
gerekir. Bunun böyle olması, dilimizde çokça kullanılmasına binaen açıktır.
Üçüncü
mukaddime: Bu harfler, neden ismini
"nasb", haberini "ref" etmişlerdir? Bunun izahı şudur: Bu
harfler âmil olunca, bu durumda ya mübteda ve haberi beraberce her ikisini ref
edecek, veya her ikisini nasbedecek, ya da mübte-dâyı ref, haberi nasb, veyahut
da aksine mübtedâyı nasb, haberi ref edeceklerdir. Birinci durum, geçersizdir;
çünkü mübtedâ ve habere gelmezden önce de. mübtedâ ve haber merfû idiler.
Şayet, kendilerine " geldikten sonra da, aynı hâl üzere kalsalardı, kesinlikle bir eseri ortaya çıkamazdı. Bir
de, bu harfler fiilen anneli gibi amel edince, bilinmektedir ki, fiil iki ismi
birden ref edemez. Bu sebeble, ikisi arasındaki ortaklığın ve müşterekliğin
manası olmaz. Ayrıca fer olan bir şey asıldan, yani fiilden daha güçlü olamaz.
İkinci konu da, birincisi gibi geçersizdir. Çünkü bu da, fiilin ameline muhalif
bir şeydir. Çünkü fiil, ref ettiği faili olmadan, herhangi bir şeyi nasb
edemez. Üçüncü kısım da, geçersizdir. Buhususda,"asl"(fiil)ile
"fer, (harf,), müsavîtutmaya götürür. Çünkü fiilin, faildeki ameli önce
"ref" ile, sonra da mefuldeki ameli de "nasb" iledir. Şayet
harfler de, bu şekilde kılınacak olsa, o zaman "asi" ile
"fer" müsavî olmuş olurdu. Bu üç kısım geçersiz olunca, geriye
dördüncü kısım kalmış olur ki, bu da, bu harflerin isimlerini nasb, haberlerini
ref etme durumlarıdır. Bu da, bu harflerin amelde asıl değil, fer olduklarına
dikkat çeker Çünkü fiil konusunda, mansûb olanın merfûdan önce getirilmesi, asi
olan şeyden dönmektir. Böylece bu da, burada bu harflerin amelinin aslî bir
yolla değil, arızî bir yolla bulunduğuna delâlet eder.
[79]
Basralılar bu harfin, ismini "nasb",
haberini de "ref" ettiğini söylerler. Kûfeliler ise, bu harfin haberi
ref etme hususunda bir tesirinin olmadığını, tam aksine haberin, daha önce
hangi şeyle merfû idiyse, o şeyle merfû olduğunu söylerler.
Basralıların delili şudur: Bu harfler, yukarda da izah
edildiği üzere, fiile tam olarak benzemektedirler. Fiilin, hem ref ettiğinde,
hem de nasb ettiğinde tesiri vardır. Bu sebeble bu harflerin de, böyle olmaları
gerekir.
Kûfelilerin delili ise, iki yönlüdür.
Birinci
vecih: Haberiyyet (haber olunan)
manası, mübtedânın haberinde devam etmektir. O halde, ref'i gerektirmeye,
haberiyyet manası daha lâyıktır. Bu sebeble, o haberi ("inne"nin
haberi), haber olma manası ref etmiştir. Haberiyyet ref edince, o kelimenin, bu
harfler sebebiyle merfû olması imkansızlaşır. Burada üç mukaddime vardır.
Birincisi: "Haber olma durumu devam ediyor"
sözümüzdür. Bunun böyle olduğu açıktır. Çünkü haberiyyetten kastedilen,
haberin mübtedaya isnat edilmiş olmasıdır. Buna dahil olduktan sonra da, bu
isnat durumu devam etmektedir
İkincisi: "Burada haber olma durumu, ref'i gerektirmiştir" sözümüz. Bu böyledir. Çünkü, haber olma durumu " dahil olmazdan önce ref'i gerektirmiştir. O halde, orada harfinin olmaması, merfû olmayı gerektiren şeyin bir parçası sayılamaz. Çünkü yok olan şey, illetin bir cüz'ü olmaya elverişli değildir. O halde, bu harfler geldikten sonra da, haberiyyet (haber olma durumu) ref'i gerektirmiş olur Çünkü, bir yerde, gerektiren şey (muktezî) tamamiyle bulunur da tesir edemezse, bu bir engelden dolayı böyle olmuş olur ki, bu manianın ortaya çıkması aslın hilâfına bir durum olur.
Üçüncüsü: "Haber olma durumu iktizâ
(gerektirme)ya daha lâyıktır" sözümüz-dür. Bunu iki yönden izah
edebiliriz.
Onun haber olması, zatı ile kaim hakikî bir
niteliktir. Halbuki bu harf ise, yabancı ve ondan ayrıdır Ona muhalif olduğu
gibi, ona bitişmemiştir de,,çünjkü isim ikisinin arasını ayırmıştır
Haber, fiile hakikî ve manevî yönden benzer. Bu
benzeme işi de, bu haberle fiilin her birinin başkasına isnat edilmeleridir Ama
harf, fiile hakikî manevî vasıfla benzemez. Çünkü bu harfte isnat yoktur. O
halde, haberin fiile benzemesi, harfin fiile benzemesinden daha güçlü olmuş
olur. Bu sabit olunca, haber olan kelimenin fiile benzemesinden ötürü refi
gerektirmesinin, harfin, fiile benzemesi sebebiyle refi gerektirmesinden daha
evlâ olduğu ortaya çıkar.
Dördüncüsü: "Haber olma durumu ref' iktiza etmede
daha güçlü olunca, " jj "nin ref etmesi imkânsız görülür."
Çünkü, bu harflere nisbetle, haber olma durumu daha evlâdır. Bu böyle olunca,
bu harfler gelmezden önce de, haberin haber olduğuna hükmedilmektedir Bu harfler
geldikten sonra, bundan dolayı, haber olan kelimeye "haberlik' hükmü
verirsek bu hâsılı tahsil olur ki, bu imkânsızdır.
İkinci
vecih: Sîbeveyh, harflerin amel
bakımından asıl olmadığı görüşüne muvafakat etmiştir. O halde, bu harflere
amel ettirmek delilin hilâfına hareket olmuş olur. Delilin hilâfına sabit olan
şey ise, zaruret mikdarınca takdir edilir. Zaruret ise,
bu harfleri tsimde amel ettirmekle yerini bulmuş olur;
o halde bu harfleri haberde amel ettirmemek gerekir.
[80]
Enbârî. feylezof Kindî'nin bınekli olarak Müberrede
gelerek şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben. Arapça'da
bir fazlalık görüyorum. Mesela Araplar, "Abdullah ayaktadır" diyor sonra,
"Muhakkak ki, Abdullah ayaktadır" diyor. Sonra da "muhakkak ki
Abdullah ayaktadır" diyor. Bunun üzerine Müberred, "İş senin
sandığın gibi değil, lâfızların değişmesiyle
manalar da değişiyor" diyerek,
sözünü şöyle sürdürür;
"Onların demesi, Abdullah'ın ayakta olduğunu haber vermek içindir.
demeleri, bir soru soran kimseye verilen cevaptır.
sözleri ise. Abdullah'ın ayakta olduğunu inkâr eden
kimseye verilen cevaptır." Abdulkâhir el-Cürrânî, Müberred'in "Bu
cümleler, soru soran kimseye cevap vermek için bu şekilde kullanılır"
sözünün doğru olduğuna, şöyle diyerek deliller getirmiştir: Arapların,
"kasem'e cevap vaki olduğunda, müb-teda ve haber cümlesini kullandıklarını
görüyoruz. Meselâ, Allah'a yemin ederim ki, Zeyd gidiyor" gibi. Kur
an'dakı şu ayetler de buna delâlet etmektedir.
"Sana Z.ülkarneyn'den soruyorlar. De ki, size
onun hakkında bir haber anlatacağım. Muhakkak ki Biz ona, yeryüzünde büyük bir
güç vermiştik " (Kehf. 82 84),
"Şano onların kıssasını, gerçek bir şekilde
anlatalım: Muhakkak kî onlar, Rab-lerİne iman etmiş genç yiğitlerdi"
{Kehf. 13);
"Eğer sana İsyan ederlerse, de ki ben, sizin
yaptıklarınızdan muhakkak uzağım " iŞuarâ, 216).
"De ki, muhakkak ki ben, sizin Allah'tan başka
ibadet ettiklerinize ibadet etmekten nehyoîundurn " (Enam, 56) ve;
"Ve de ki, muhakkak ki, benim ben, apaçık uyarıcı
olan" (Hicr 89) Kendilerinden, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygambere, mücadele
ettikleri ve fıkır yürüttükleri bazı hususlarda kâfirlere cevap vermeyi
emrettiğini anladığımı? ayetler de, bunlar gibidir.
"Firavun'a gidin ve deyin l$i: Muhakkak ki, biz.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın elçisiyiz " (Şuara. 16).
"Ve Mûsâ dedi ki. Muhakkak ki ben. Âlemlerin
Rabbi'nden görevlendirilen bir elçiyim." (Araf. 104) aynı şeye hüccettir.
Sihirbazların kıssasında da şöyle gelmektedir;
"Muhakkak ki bizler, Rabbimize döneceğiz"
(Araf. 125) Çünkü bu ayet Firavun'un,
'Ben size izin vermeden, siz ona (Mûsâ) iman mı
ettiniz" (Araf. 123)sözüne verilen bir cevaptır.
Abdulkâhir şöyle demiştir. Sözün gerçeği şudur: "
j\ " harfi te'kîd içindir. Haber muhatabın, aksini zannetmediği bir durum
olduğunda, " jı "ye ihtiyaç duyulmaz. Ancak, dinleyen kimse aksini
zannettiğinde, bu " jı " harfine ihtiyaç hissedilir. Bu sebebten
dolayı, haber, meydana gelmesi uzak görünen bir işle ilgili olduğu zaman, bu
harfin getirilmesinin yerinde bir iş olduğunu görürsün.
Nitekim Ebû Nuvas şöyle demiştir:
"İnsanlardan ümidini kes; çünkü gönül
zenginliğin, onlardan ütyıdinı kesmededir."
Burada" " kelimesinin getirilmesi yerinde
bir iş oimuşîur. Çünkü genel ola-rak insanlar nefislerini ümitsizliğe
zorlamazlar" sözünde, inkâr eden kimseye cevap olmak üzere " Si
'lâm">le beraber yetirmen, yerinde bir şeydir Çünkü ederre söylenen
sözde, sözü te'kîa etmeye ihtiyaç fazladır. Bu inkâr etme işinin dinleyiciler
tarafından olması muhtemel olduğu gibi, orada bulunanlar tarafından da olması
mümkündür. Bil ki bu hart bazen de, onu-şan kimsenin, meydana gelmesini hiç
ummad'ğı şeyler meydana geldiği zaman da kuüanıiır. Meselâ, senin "
"Ben ona iyilik yapmıştım. Ama tuttu o bana kötülükle mukabele
etli." demen böyledir. Böylece, sanki sen, onun hakkındaki zannını kabul
etmiyor ve yanıldığını ortaya koyuyorsun Cenâb-ı Hakk'ın, Meryem'in annesinden
naki ederek
"Dedi: Rabbim, muhakkak ki ben, onu bir kız
olarak doğurdum. Oysa ki Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir' (Ah imrâo,
3fc) buyurduğu bu ayet de buna delildir. Ve yine; Hz. Nûh (a.s.)'ın;
'Dedi ki: Rabbim, muhakkak ki kavmim beni yalanladı." (Şuarâ, 117) sözü de, böyledir. [81]
Cenâb-ı Hakk'ın
sözüne gelince, bunda birkaç mesele vardır.
Birinci
mesele: Küfrün tarifi, kelâmcılara
zor gelmiştir.
Bu husustaki sözün gerçeği şudur: Hz. Muhammed
(s.a.s.)'in taraftar olduğu ve söyleyip hükmettiği her şey; hakkındaki naklin
sıhhati, ya zarurî olarak veya istidlalle, veyahutta haber-: vâhidle bilinir.
Birinci
kısım: Hz. Peygamberin get;rdığ.
zarurî olarak bilinen bütün bu şeylerde Onu tasdik eden herkes mümindir.
Bütün bu şeylerde onu tasdik etmeyen kimse, ya
bunların tamamında veya bir kısmında O'nu tasdik etmemiştir ki. işte bu kimse
kâfirdir Buna göre küfür. Hz. Peygamberin getirdiği zarurî olarak bilinen
şeylerin, her nangi birinde O'nu tasdik etmemektir. Meselâ. Yaratıcının
varlığını, veya O'nun âlım, kadir, muhtar (irâde ve ihtiyar sahibi) olduğunu
veya O'nun tek. noksanlarcan ve kusurlardan münezzeh olduğunu, veya Hz.
Muhammedm nübüvvetim, veya Kur'ân-ı Kerîmi m doğruluğunu, veyahutta. namazrı
zekâtın, orucun ve haccm farz olması; faizin, içkinin haram olması gibi. Hz.
Muhammed'in dini cümlesinden olduğunu kesin olarak bildiğimiz dinî ahkâmı inkâr
eden kimse kâfir olur. Çünkü bu, Hz. Peygamberin dininden olduğu zarurî olarak
bilinen şeylerde, Hz. Resulü terketmek demektir.
Fakat, Cenâb-t Allah'ın ilmiyle âlim veya zatından dolayı âlim olması, Cenâb-ı Allah'ın görülüp görülemiyeceği, kulların amellerinin yaratıcısı olup olmadığı meseleleri gibi, Hz- Peygamber {s.a.s.)'in dininden olduğu delil ile bilinen, fakat iki görüşten biri hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.)'den katî tevatürle nakledilmemiş olan, ancak bu iki görüşten birinin sıhhati, diğerinin batıl olduğu istidlalle bilmen şeyleri, inkâr etmek veya onu tasdik etmemek, imanın mahiyetine dahil olmaz. Bu se-beble de. küfrü gerektırici olmaz. Bunun delili şudur: Şayet bunlardan birisi, imanın mahiyetinin bir cüzü olmuş olsaydı, Hz. Peygamberin, herhangi bir kimsenin bu meselelerde, hakkı bilip bilmediğini anlamasından sonra, onun mümin olduğuna hükmetmesi gerekirdi. Eğer iş böyle olsaydı, Hz. Peygamberin o mesele hakkındaki sözü, bütün ümmet arasında yayılır ve bu tevatürle nakledilmiş olurdu. Bu, bu şekilde nakledilmeyince. Hz. Peygamberin, iman mefhumunu bu meselelere bina etmediğine delâlet eder. Durum böyle olunca da, bunları bilmenin imandan olmaması, inkârının da küfrü icap ettirmemesi gerekir. Bu kaideden dolayı, bu ümmetten hiçkimse küfre nisbet edilmez. Biz de, te'vîl erbabını küfre nısbet etmeyiz. (Kâfir olduklarını söylem eyiz). Sadece âhad haberlerle sabit olan hususlara küfrü ve imanı dayandırmanın mümkün olamıyacağı aşikârdır. Küfrün mahiyeti hakkındaki sözümüz, işte bundan ibarettir.
Eğer, "sizin bu anlattıklarınız, aksi açıdan,
gayr-i müslimlerin dinî alâmetlerini taşımak, zünnâr bağlamak ve benzeri
şeyleri kullanmakla geçersiz hale gelir; çünkü, Hz. Peygamberin getirdiği
zarurî olarak bilinen şeylerde O'nu tasdik etmemenin dışında, bunlar da bir
başka küfürdür" denilirse, biz deriz ki, bütün bunlar hakikatte küfür
değildir. Çünkü tasdik etmek ve etmemek batını bir şeydir; insanların ona
muttali olmaları imkânsızdır Bu gibi şeylerde, hükmü batınî manalar üzerine
bina etmemesi. İslâm dininin âdetindendir. Çünkü bu gibi şeyler muttali olunamaz.
Din, bunlara birtakım zahirî alâmetler ve işaretler tayin eder de, bu açık olan
emareleri, şer'î hükümlerin dayanağı yapar Gayr-i müslimlerin dinî alâmetlerini
takmak ve zünnâr bağlamak, bu kabil şeylerdendir. Görünen şudur ki, Hz.
Peygamberi tasdik eden kimse, böyle şeyleri yapmaz. Böyle şeyleri yaptığı zaman,
bu onun peygamberi tasdik etmediğine delâlet eder. Şüphesiz din, hükümleri bu
alâmetlere dayandırır, yoksa bunlar kendi başlarına küfür değildirler. Bu
bab-ta, özet olarak söylenen söz, işte bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.
İkinci
mesele: Cenâb-ı Hakk'ın, "O
inkâr edenler yok mu... İşte onlar..." (Bakara, 6) sözü, mazî sîgasıyla,
onların küfürlerini haber vermektedir Mazî sîgasıyla bir şeyden haber vermek,
kendisinden haber verilen şeyin, o haber-
den önce olmasını gerektirir. Bunu bu şekilde
anladıysan deriz ki, Mutezile. Cenâb-ı Hakkın,
"O inkâr edenler yok mu... İşte onlar..."
(Bakara, 6);
"Muhakkak ki. zikri Biz indirdik; Onun koruyucusu
da Biziz" (Hicr. 9);
"Muhakkak ki. Biz onu Kadir gecesinde
İndirdik" (Kadir, 1) ve
"Muhakkak ki, Biz Nuh'u... gönderdik." (Nûh.
d gibi ayetlerde, mazî sîgasıyla haber verdiği her şeyi, ister şu harfler ve
sesler veya başka bir şey olsun, Allah'ın kelâmının muhdes (sonradan olma)
olduğuna delil getirmişlerdir ve "çünkü bu şekilde haber vermek, ancak,
kendisinden haber verilen şey önceden geçmiş, meydana gelmiş olursa doğru olur.
Bir şeyin kadîm olandan, daha önce olması imkânsızdır Mazî sîgastyla haber vermek.
Allah'ın kelâmının kadîm olmasını imkânsız kılar; öyleyse bu kelâmın muhdes
olması gerekir" demişlerdir.
Allah'ın kelâmının kadîm olduğunu söyleyenler,
Mutezile'nin bu görüşüne iki yönden cevap vermişlerdir:
1) Cenâb-ı Hakk, ezelde bu âlemin meydana geleceğini
biliyordu. Allah bu âlemi yaratınca, gelecekte âlemin yaratılacağına dair bu
bilgisi, âlemin geçmişte yaratıldı, şeklindeki bilgiye dönüştü. Bu, Allah'ın
ilminin hâdıs {sonradan olma) olmasını gerektirmez. Yine, "Cenâb-ı
Allah'ın, ezelde vermiş olduğu haber, onların gelecekte kâfir olacaklarına
dair haberdir. Onların küfürleri tahakkuk edince, bu haber, onlar kâfir
oldular, şeklindeki bir habere dönüşür. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın haberinin
sonradan meydana gelmesini gerektirmez.
2) Cenâb-ı Hakk, "Mescİd-i Harama mutlaka
gireceksiniz " (Fetih, 27) buyurmuştur
Müslümanlar (Mekke'nin fethiyle) Mescid-i Harama
girince, ilk haber değiş-meksizin, onların mescide girmiş oldukları haberine
mutlaka dönüşür. Bunun böyle olması caiz olunca, aynı bizim meselemizde niçin
caiz olmasın? Mutezile birinci suale önce şöyle cevap verdi: "Ebu'l-Hüseyn
el-Basrî ve arkadaşlarına göre, malûmat değişince, ilim de değişir. Bu nasıl
böyle olmasın, alemin rnevcud olmadığına ve gelecekte var olacağına dair ilim,
şayet âlem meydana geldiğinde de aynı kalsaydı, bu ilim değil, cehalet olur.
Durum böyle olunca ilmin değişmesi gerekir. Buna göre de bu muâraza
düşer,"
Onların ikinci suale cevapları da şöyledir: Cenâb-ı
Allah'ın haberi ve kelâmı, hususî seslerdir. Buna göre " ayetinin manası,
Cenâb-ı Hakk. mescide girmenizden önceki bir zamanda bu sözle konuşmuştur.
Yoksa O, mescıcie girilmesinden sonra böyle söylemiş değüd;r. Üzerinde
olduğumuz meselede bunun bir benzen şöyle demimesıdir; sözünü Cenâb-ı Halik,
kâfirlerin kâfirlikleri meydana gelmeden önce değii sonra söylemiştir. Şu kadar
var ki bu sözünün söylenmesi, bunun ezeli olmadığını bir itiraf olur. Bizim de
söylemeK istediğimiz budur. Csnâb-ı Hakk'm kelâmının kadîm olduğunu
söyleyenler şu şekilde onlara cevap vermişlerdir: Şayet malûmatın değişmesi
ile (bilinen eşyadaki değişmelere göre) ilmin değiştiğini söylersek, o zaman
bizim 'Alem meydana gelecek" bilgisi ezelde (Allah için) var mı idi yok mu
idî?" dememiz gerekir. Eğer böyle bir bilginin ezelde (Allah için) olmadığf
söylenirse, bu açıkça (Allah'ın) -hâşâ- cshı! olduğunu söylemek olur ki bu
küfürdür. Eğer bu bilgi ezelde vardı dersek, bu bilginin ortadan kalkması kad?m
olan Allah'ın zevâlmı (geçip gitmesini) gerektirir. Bu ise âlemin hadis
(sonradan olma) olduğunu isoât kapısını kapatır. Allah en iyi Nendir.
Üçüncü
mesele: sözü lâm-ı tarifli bir cem'i
sîgasidır Buradaki nin İam-ı tarifi zahire göre istiğrak (umumilik) ifade eder,
yani bütün kâfirlere şamil olur, Bu lam-ı tariften maksadın bu zahifî mana
olmadıği hususunda bir ihtilâf yoktur. Çünkü kâfirlerden birçoğu müsıüman
olmuştur Böylece Cenâb-ı Hakk'm umumî bir lâfzı söyleyip hususî bir manayı
kastettiğim anlamış oluruz, Çünkü bu ya şundan dolayıdır: Bu umumî lâfızdan
maksadın o hususî mana olduğuna delâlet eden karineler, Hz. Peygamber (a.s.)
zamanında belli idi Bu hususta her hangi bir karışıklık olmaması ve maksat
açık olduğu için, umumî bir lâftfla bu hususî mananın kasted'lmesi yerinde
olmuştur. Bunun misali şudur: Birisinin beldesinde, hususî bir gurup düşmanı
olsa, o da "İnsanlar bana eziyet ediyor" dese, beldesindeki herkes
onun "insanlar" sözünden maksadının, o belli gurup olduğunu anlar.
Veyahut da bu şundan dolayıdır: Tahsisin (hususîleştir-menin) açıklanmasının
hitab akimden sonra olabileceğini söyleyen kimseye göre, bu açıklama umumî
olan keiâm ile söylenmese de, hususî manayı kastederek umumî lâfızla
konuşulabilir. Bu sâbıt olunca, kendisinden husûsî bir mananın kastedilmiş
olması ve buna delil olan karinenin de Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında açık
olması ihtimallerinden dolayı, umum ifade eden sığalardan hiç birisine "O
kesin olarak istiğrak (umumîlik) ifade ediyor" diye tutunmak mümkün
değildir Hiç şüphesiz, bu ayette, umumî bir lat;z!a hususî bir mananın
kastedilmiş olması yerindedir, güzeldir. Bu konuda söyleyebilecekleri en nihâî
söz şudur: "Şayet bu karîne bulunmuş olsaydı, biz onu bitirdik,
Bilmediğimize göre, anlıyoruz kî, böyle bir karîne yoktur." Şu var ki bu
söz zayıftır Çünkü bir şeyin elde olmaması ile o şeyin yokluğuna istidlal etmek,
kat'iık ifade etmesi bir yana. zan i'ade eden'delil-lerin bile en zayıfıdır.
Bunun böyle olouğu sabit olunca, Mutezile'nin,
"umumî sîgalar'a va'îd (ilâhî tehdit) ifade eden ayetleri, vâ'îd'in kesin
olduğuna" delil getirmelerinin son derece zayıf bir görüş olduğu ortaya
çıkar Mutezileden bazıları, bu mahzuru savuşîurmak için bir çare düşünmüşler ve
şöyle demişlerdir:" Kâfirler iman etmezler) sözü, " (Kâfirler iman ederler) sözünün zıddıdır Bu
ikinci söz ise ancak, onlardan herkes iman ettiği zaman doğru olur Bu ifadenin
olumlu tarafla umum İfâde ettiği ortaya çıkınca, olumsuz tarafta umum ifâde
etmemesi gerekir Daha doğrusu, olumsuz taraftaki (Kâfirier iman etmezler)
ifadesinin doğru olması için, sadece birinin bile iman etmemesi yeterlidir.
Çünkü kâfirlerden herhangi biri bile iman etmese, bu topluluğun hepsinin iman
etmemiş olduğu ortaya çıkar Böylece de sözünü zahirine göre, "onlardan
birinin iman etmediği" manasına almamızın uygun olacağı ortaya çıkar. Ya,
onların çoğu iman etmemişse, durum nasıl olur, var düşün? Buna cevabımız şudur:
sözü çoğul sîgasıdii. (İman etmezler) sözü de bunun gibi çoğul sîgasıdır. Çoğul
sigâsı ile karşı karşıya bulunduğunda, hüküm fertlere venlir. Bu takdirde
ayetin manası şudur: "Onlardan her biri iman etmez." O zaman da
mezkûr söz, yani umumî lâfızla, hususî bir mana kastedildiği hükmü ortaya
çıkar
Dördüncü
mesele: Müessirler, bu ayetteki"
"İnkâr edenler" sözünden kimlerin kastedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir Bir kısmı, bunların, kendilerini Allah'ın, "hakkı bile bile
gizleyenler" diye vasfettiği inatçı vahudî reisleri olduğunu
söylemişlerdir Bu Ibn Abbas (ra.)'ın görüşüdür. Diğer müfessırler ise, aksine
bu ayette kastedilenlerin Ebû Leheb, Ebû Cehü, Velid b. Mugîre v.b. gibi bir
guruo müşrik olduğunu söylemişlerdir Çünkü bunlar, delilin (Hz. Peygamber ve
Kur'ân'ın) zuhurundan sonra, bile bile inkâr etmiş, bilgi (marifet) hasıl olduktan
sonra küfre sapmışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleri buna benzer
"Onların çoğu yüz çevirdiler. Onlar artık
dinlemezler. "Bizi uymaya çağırdığın şeye karşı kalblerimiz örtüler
içindedir" derler" (Fussilet, 4-5)
Hz. Peygamber (s.a.s.), kavminin hepsinin iman
etmesini çok istiyordu. Bu hali Cenâb-ı Allah şöyle beyan etmiştir:
"Onlar bu Kurana İnanmadılar diye, onların
peşisıra, nerede ise üzüntüden kendini helâk edeceksin " (Kehf. 6);
"Sen, müslüman olsunlar dîye İnsanları zorlayacak
mısın?" (Yûnus. 99)
Sonra Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber (s.a.s,)'e, artık o
iman etmeyenlerden ümidini kessin de kendine sıkıntı vermesin diye, onların
iman etmeyeceklerini bildirmiştir. Çünkü ümidi kesmek, iki rahatlığın
birisidir
"Onları inzâr etsen de (uyarsan da) inzâr etmesen
de (uyarmasan da) değişmez, onlar iman etmezler" (Bakara, 6).
Bu ayet hakkında birçok mesele vardır:
Birinci
mesele: Keşşaf sahibi şunu
söylemiştir: "Buradaki" iç. " kelimesi" (musâvî, bir, denk
ve eşit olmak) manasında bir isimdir. Masdarlar vasıf olarak kullanıldığı için,
ve kelimesi de "istiva" masdarı manasında kullanıldığı için, burada
vasıf olarak getirilmiştir.
Cerıâb-ı Hakk'ın şu ayetleri de bu kabildendir:
"Sizin ile bizim aramızda aynı olan bir kelimeye
geliniz" (Alı imran. 64),
"Soranlar için tam dört günde..." (Fussıiet.
10)
Bu ayetlerdeki" cy-" kelimesinin
manası" (eşit, aynı, tam) manasınadır. Sanki şöyle denilmiştir: "O
inkâr edenler yok mu, onlara inzann da inzâr etmemen de birdir."
İkinci
mesele: kelimesinin merfu olmasının
sebebi hakkında iki görüş vardır. Birincisi: Bunun merfu olması, "
"nin haberi olduğu içindir.
" ibaresi ise," "ün faili olduğu için
ref makamındadır Buna göre sanki şöyle denmiştir: Nitekim "Zeydin,
kardeşi ile amcası oğlu birbirleriyle davalıdırlar." dediğin gibi.
İkincisi: manasına olmak üzere, kısmı muahhar (geri bırakılmış) mübtedâ,
kelimesi ise mukaddem {önce getirilmiş) haberdir. Bunların meydana getirdiği
cümle de " "nin haberidir, Bil ki bu ikinci görüş daha uygundur.
Çünkü bir isimdir. Onu fiil gibi düşünmek, bir zaruret olmaksızın zahiri
terketmek gibi olur. Bu ise caiz değildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca
deriz ki: Malumdur ki burada kastolunan uyarmanın (inzann) ve uyarmamanın bir
olduğunu söylemektir. Böylece. "ün haber olması gerekir. Haber ise burada
önce gelmiştir. Bu, haberin mübtedâdan önce gelmesinin caiz olduğuna delâlet
eder.
Cenâb-ı Hakk'ın şu ayeti de buna benzer:
(Onların yaşamaları da ölmeleri de birdir...) (Câsiye,
21)
Sîbeveyh, Arapların "Ben Temimliyim" ve
"Seni kınayan, kınanacak olanın kendisidir" dediklerini nakletmiştir
Kûfelilere gelince, onlar bunu caiz görmezler Bu görüşlerine iki şekilde delil
getirmişlerdir
1) Mübteda
zattır, haber ise sıfattır. Zât ise sıfattan önce gelmeye lâyıktır. Bu sebeble
(sıfat-mevsuf gibi) i'rab bakımından bir başkasına tâbi olan kelimelere
kıyasla, mübtedânın lafzan haberden önce gelmesi gerekir. Buradaki müşterek
unsur, mübteda ile haber arasındaki manevi bağdır.
2) Haberin, mübtedaya ait bir zamiri ihtiva etmesi
gerekir. Şayet haber, müste-dadan önce getirilirse, bu durumda mercii önceden
zikredilmemiş bir zamir bulunmuş olur ki bu da caiz değildir. Çünkü
"zamir", kendisi ile bilinen bir şeye işaret edilen bir lâfızdır. O
şey bilinmeden, zamir ile ona işaret etmek imkânsızdır. O halde "ızmâr
kable'z-zikr" (Mercii geçmemiş zamiri getirmek) muhaldir.
Basralılar Kûfelilerin birinci görüşlerine şu şekilde cevap vermişlerdir: Sizin bu söylediğiniz, mübtedânın haberden önce getirilmesinin vâcib değil, eviâ olmasını gerektirir. Evlâ oluş ise, haberin önce getirilmesine mâni değildir
İkinci görüşlerine ise şöyle cevap vermişlerdir:
"İzmâr kable'z-zikr", Arapçada mevcuttur. Meselâ, Araplar " derler.
Cenâb-ı Allah da;
"İçten içe korktu Mûsâ" (Tâhâ, 67)
buyurmuş,(önce zamiri, sonra Mûsâ ismini zikretmiştir).
Züheyr de şöyle demiştir:
"Her kim Herim b. Sinan ile, her ne halde olursa
olsun, karşılaşırsa; cömertlik ve lütufta bulunma huyunun O'nda kökleşmiş
olduğunu görür!" En iyi bilen Allah Teâlâdır.
Üçüncü
mesele: Dil âlimleri, fiilden haber
verilemeyeceğinde {yani fiilinin mübteda olmayacağında) ittifak etmişlerdir.
Çünkü "çıktı, dövdü" gibi fiilleri sıralayıp, söyleyen, düzgün bir
söz söylemiş olmaz.
Bu görüşü bazı âlimler birkaç yönden tenkid
etmişlerdir:
1)
Allah'ın sözü fiildir, ile ondan haber verilmiştir.
Bunun bir benzen de;
"Ve, bütün delilleri görmelerinden sonra, onu
mutlaka bir zamana kadar zindana atmaları (görüşü) onlara zahir oldu."
(Yûsuf. 35) ayetidir. Bu ayette " tij" fiilinin faili, yine bir fiil
olan kelimesidir.
2) "Fiil" olduğu haber verilen şeyin, mutlaka
bir fiil olması gerekir. O halde fiil, fiil olduğu haber verilen kelimedir. Şayet,
"burada fiil olduğu haber verilen şey o kelimedir, o kelime" ise
isimdir" denirse biz deriz ki buna göre fiil diye haber verilen şey, fiil
olmayıp da isirr olduğu zaman, bu yalan bir haber olur. Gerçek şu ki fiil
olduğu haber verilen keiime ya isimdir ya değildir. Eğer isim ise bu haber
yaian olur. Çünkü isim. fiil olmaz. Eğer o, fiil ise bu durumda fiil
kendisinden haber verilen bir kelime olmuş olur
3) Biz, "fiilden haber verilmez" dediğimiz
zaman da ondan, haber verilemiye-ceğini haber vermiş oluruz. Bu haber ile
kendisinden haber verilen kelime şayel isim olursa, isimden haber verilem
iveceğin i söylemiş oluruz. Bu ise yanlıştır Eğer o fiil olursa, bu takdirde
fiil, Kendisinden haber verilen şey olur. Sonra bu görüşte olanlar,
"Fiilden haber verme hususunda herhangi bir mahzurun bulunmadığı ortaya
çıkınca, zahiri durumu terketmemize gerek yoktur" dediler.
Nahivcilerin çoğu fiilden haber verilmesinin caiz
olmadığı görüşünde ittifak halindedirler. Bu durumda ayetin takdiri"
olur. Eğer, "hakikatten mecaza dönmek, ister manadaki, isterse lâfızdaki
fazladan bir faydayı (manavı) ifade için olur. buradaki favda nedir?"
denirse, deriz ki:
ayetinin manası: "Artık bundan sonra onları inzâr etmen veya etmemen birdir" şeklinde olur Çünkü kâfirler topluluğu, Cenâb-ı Hakk'ın ayetlerinden ve delillerinden yüz çevirme» inat ve ısrar hususunda öyle bir rjoktaya gelmişlerdi ki, onların bunu kabul edeceklerine dâir hiçbir ümit kalmamıştı. HalbuKi daha önce onlar böyle değillerdi. Şayet, Cenâb-ı Allah, demiş olsaydı bu, bu hal.n daha önce değil de o vakitte meydana gelmiş olduğunu ifade etmezdi. Hakk Teâlâ, böyle buyurmak suretiyle, bu halın ancak o vakitte (yani sonradan) meydana gelmiş olduğunu bildirmiş oluyor. Böylece bu da bir ümitsizliğin ve onlardan tamamen ümit kesmenin varlığını ifade ediyor ki biz daha önce, ayetten maksadın da bu olduğunu açıklamıştık.
Dördüncü
mesele: Keşşaf sahibi,
"Hemze" ve " 'fi" harfleri, sadece istifham edatı olarak
kullanılırlar. Ama bazan istifham manası, bunlardan tamamen kalkar demiştir.
Sİbeveyh ise, bunun "Ey Allah'ım, biz günahkâr topluluğu bağışla"
ifadesinde olduğu gibi, bu kaide nida harfine uygulandığı gibi istifham harfine
de uygulanacağını söylemiştir. Yani nida olmadığı halde nida şeklinde geldiği
gibi. istifham olmadığı halde istifham şeklinde gelebilir.
Beşinci
mesele: de altı çeşit kıraat vardır:
Araiarında elif bulunarak \/eya bulunmaksızın her iki hemzeyi de gerçek hali
ile (belirterek) okumak; aralarında ehf bulunarak veya bulunmayarak birinci
hemzeyi güçlü, ikinci hemzeyi şöyle böyle (belli belirsiz) okumak: veya
istifham harfi olan ilk hemzeyi hazfederek veyahutta harekesini kendisinden
önce gelen sakin harfe vermek suretiyle okumaktır. Nitekim şeklinde okunur.
Eğer, "ikinci hemzeyi elife çevirenler hakkında ne dersin?"
denilirse, Keşşaf sahibi: "Bu bir hatadır. Arapçanm dışına çıkmadır"
denilmiştir
Altıncı
mesele: "Irızâr",
günahlardan menetmek suretiyle, Allah'ın azabından korkutmaktır. Bu ayette
müjdeleme değil de inzâr zikredilmiştir. Çünkü, bir şeyi yapıp yapmamada
inzârın tesiri, müjdenin (tebşirin) tesirinden daha güçlüdür. Çünkü insanın,
zararı savuşturma ile meşgul olması, menfaati elde etmek için uğraşmasından
daha önemlidir. Bu makam, mübalağa yendir. Ohalde bu makamda inzârın
zikredilmesi daha uygundur.
Cenabı Hakk'ın sözüne gelince, bunda iki meseie
vardır:
Birinci
mesele: Keşşaf sahibi."
cümlesinin ya kendinden önceki cümleyi te'kîd eden bir cümledir veya nin
habendır. Bu durumda da arada kalan cümle i'tırâz cümlesidir." demiştir
İkinci
mesele: Ehl-i Sünnet, bu geçen ve
buna benzeyen, "Andolsun ki, bunların çoğu hakkında (azab) hükmü
kesinleşmiştir, iman etmezler" (Yasin. 7).
"Kendisini tek olarak yarattığım, kendisine uzun
boylu mal ve daima yanında hazır olan oğullar verdiğim ve kendisini iyice
ihsanlara boğduğum o kişiyi bana bırak. Sonra da, bunu arttırmamı ister. Hayır,
çünkü o bizim ayetlerimize karşt inatçı idi. Ben onu sarp bir yokuşa salacağım
" (Muddessir, 11-17) ve;
"Ebu Leheb'in elleri kurusun..." (Leteb. 1)
gibi ayetlerle, "teklîf-i mâla yutâk"a (güç , yetirilemiyecek yükler
yüklemenin caiz olduğuna) dair delil getirmişlerdir. Bunun izahı şudur. Cenâb-ı
hakk, muayyen bir şahsın, asla iman etmiyeceğini haber vermiştir. Şayet bu
kimseden iman sudur edecek olsa, Aliah'ın doğru olan haberinin yalana
dönüşmesi gerekir. Yalan ise, muarızımızca, çirkin bir şeydir. Çirkin bir şeyi
yapmak da ya cehaletten veya muhtaç olmadan ileri gelir. Bütün bunlar da, Allah
hakkında muhal olan bir şeydir. Muhale götüren şey de muhaldir O halde, o
kişiden, imanın meydana gelmesr muhaldir. Bu sebeble, onu imanla mükellef
tutmak, imkânsız olan bir şeyi yüklemektir. Bu mesele ılım suretinde de (yani
ilim mefhûmu ele alınarak da) zikredilebilir ki, bu da şudur: Cenâb-ı Hakk.
onun iman etmiyeceğini bilince, ondan imanın meydana gelmesi, Allah'ın ilminin
cehle dönüşmesini gerektirir. Bu ise, muhaldir. Muhâü gerektiren şey de
muhaldir O halde iman etmesini emretmek muhal olanı istemek şeklinde vaki
olmuştur,
Biz aynı meseleyi, üçüncü bir biçimde de ele
alabiliriz: Şöyle ki: İman edilmıyeceğtni bilmekle beraber, imanın var olması
imkânsız olur Çünkü, iman edilmıyeceğmı bilme hususu, binene mutabık olduğu
zaman ilim olur. İmanın yokluğunu bilmek, imanın yokluğu meydana geldiği zaman,
malûma mutabık olmuş olur. Zaten iman edilmeyeceğini bilmekle beraber iman
meydana gelirse, iman hususunda, o imanın beraberce hem var olması hem de yok
olmasının bulunması gerekir ki, bu imkânsızdır. O halde, iman edilmeyeceğine
dair Allah'ın ilminin bulunmasıyla birlikte, iman etmeyi emretmek, iki zıddı
birleştirmeyi emretmek olur Daha doğrusu, varlıkla yokluğu bağdaştırmayı
istemektir. Bütün bunlarsa, imkânsızdır.
Biz bu meseleyi dördüncü bir şekilde de izah
edebiliriz. Şöyle ki: Cenâb-ı Allah, iman etmıyeceklerini bildiği kimselere kesinlikle
iman etmelerini teklif etmiştir. İman, Allah'ın haber verdiği her şeyde O'nu
tasdik etmek, demektir. Onların asla iman etmiyecekleri hususu da, Allah'ın
haber verdiği şeyler cümlesindendir. O halde, bunlar onların asla iman
etmiyeceklerine iman etmekie, mükellef tutulmuşlardır. İşte bu da,
"nefy" ile "isbaf'ı bağdaştırmayı istemektir.
Meseleyi beşinci bir biçimde de ele alabiliriz. O da
şudur: Allah kâfirleri;
"AlIah'ın sözünü değiştirmek istiyorlar. De ki:
Siz asla bizim arkamıza düşemez-siniz. Çünkü Allah, daha önce böyle
buyurmuştur" (Fetih. 15) ayetinde haber verdiği şeyin aksine bir şey
yapmaya çaba sarfetmiş olmakla ayıplamıştır. Bu se-beble, Cenâb-ı Hakk'tn
meydana gelmiyeceğini bildirdiği şeyi meydana getirmeye niyetlenmenin, Allah'ın
kelâmını değiştirmeye yönelmek olduğu anlaşılmıştır Bu ise, yasaklanılan bir
husustur. Sonra burada, Allah.onların kesinlikle iman etmi-yeceklerini haber
vermiştir. Buna göre, onların iman etme çabası. Allah'ın kelâmını değiştirmeye
yönelmek olur. Bu ise, yasaklanmıştır. İman etme çabasını bırakmak da Allah'ın
emrine muhalif bir iş olur. Bu sebebie, hem yapmak hem de yapmamak hususunda
bir kınama meydana gelmiş olur. işte bütün bunlar, bu konuda zikredilmiş
hususlardır Mutezile'nin esaslarını yıkan, sözler de bunlardır Muhakkik
âlimlerden gerek halef gerekse selefin, Mutezile'nin esaslarını yıkma ve
onların kurallarını yerle bir etme hususunda dayandıkları esaslar bunlardan
ibarettir.
Mutezile, oturup kalkıp, bu görüşleri bertaraf etmeye
yollar aradılar, fakat ikna edici herhangi bir şey bulamadılar. Allah'ın
yardımı ve inayeti ile, onların da aldıkları şeyleri en tafsilatlı biçimde
zikredeceğim.
Mutezile, "bu ayette iki makam vardır"
demiştir
Birinci
makam: Cenâb-t Hakk'tn.iman
ediimiyeceğini bilmesinin ve onu haber vermesinin, iman etmeye mani olmasının
caiz olmadığıdır,
İkinci makam: Aklî cevabın, tafsilatlı bir biçimde açıklanmasıdır.
Birinci makam: Birçok husus delâlet etmektedir, demişlerdir.
Birincisi: Kur'ân-ı Kerîm, her hangi bir ferdin iman etmesine
mâni bulunmadığına dair, delâlet eden ayetlerle doludur. Cenâb-ı Hakk,
"Hidayet onlara geldiği zaman, onları iman
etmekten alıkoyan neydi?" (Isrâ, 94) buyurmuştur.
Burdaki" " edatı, "istifhârrvı inkârTdir. Bir adam, birisini, bir evde, çıkmasına imkân olmayacak bir şekilde hapsetse, sonra da kalksa o adama, "İhtiyaçlarını yerine getirme hususunda sana hangi şey mâni oldu?" dese, adamın bu sözünün çirkin karşılanacağı malûmdur. Yine, Allah Teâlâ'nın
"İman etselerdi, onlara ne olurdu " (Nisa,
39) buyurması; Iblis'e "Secde etmekten seni ne alıkoydu" (Sad. 75):
Hz, Musa'nın kardeşine, "Onları gördüğün zaman, sana mâni olan
neydi?" (Taha, 97) demesi ve "Onlara ne oluyor da iman
etmiyorlar" (inşikak, 20); "Onlara ne oluyor da, öğütten yüz
çeviriyorlar?" (Müddessir. 49); "Allah seni affetsin, niye onlara
izin verdin?" {Tevbe. 43);
"Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, niçin haram
kılıyorsun?" (Tahrim, 1) sözleri, bunun gibidir,
Abbâd, bu konuya ayırmış olduğu bir bölümde, 'Allah, iman etmesine mâni olduğu halde, ona iman etmesini nasıl emreder; küfre sevkettiği halde, onu küfürden nasıl meneder; hem onu imandan alıkoyuyor, hem de "nasıl dönüyorsunuz?" diyor; kalblerinde caymayı yaratıyor, sonra da, "nasıl cayıyorsunuz?" diyor; aralarında küfrü icad ediyor, sonra da, "nasıl kâfir oluyorsunuz?" diyor; onlarda hakkı batıla karıştırmayı halkediyor sonra da,
"Niye hakkı batılla karıştırıyorsunuz?"
(Âı-i imrân 71) diyor; onları hak yoldan men ediyor, sonra,
"Niçin, Allah'ın yolundan yüz
çeviriyorsunuz9" diyor; kendilerinin iman etmelerine engel oluyor, sonra
da,
"İman etselerdi, onlara ne olurdu?" (Nısâ,
39) diyor; onları doğruya varmaktan saptırıyor, sonra da
"Nereye gidiyorsunuz?" [fekvu 26) diyor; yuz
çevirmeye kadar onları dinden saptırıyor, sonra da,
"Ate oluyor da, onlar öğöttenyüz
çeviriyorlar?"{Muddessi'. 49)1 demiştir.
İkincisi: Cenâb-ı Hakk,
"Peygamberlerden sonra, insanların bir bahanesi
kalmasın diye, uyarıcı ve mü}-dehyici olmak üzere peygamberler gönderdik.'
(Nisa, 165),
"Şayet Biz, daha önce bir azâb ile onları helak
etseydik, derlerdi ki; Ey Rabbi-miz, bize bir peygamber göndermeli değil
miydin? O zaman biz de, zelil ve bakir olmadan önce, senin ayetlerine tâbi
olurduk" (Nisa 165) buyurmuştur.
Allah, onlara hiç bir mazeret bırakmayıp, hepsini
ortadan kaldırmıştır Şayet, Allah'ın onların inkâr edeceklerini bilmesi ve
onların kâfir olacaklarını haber vermesi, onların iman etmelerine mâni
olsaydı, şüphesiz bu onlardan Cenâb-ı Hakk'ın azabı savuşturacak gerekçelerin
en güçlüsü, mazeretlerin de sn büyüğü olurdu. Durum böyle olmayınca, Allah'ın
bilmesi ve haber vermesinin, kiminin iman etmesine mâni olmadığını anlarız.
Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk. " sûresinde, kâfirlerin şöyle
dediklerini nakl etmiştir:
"Dediler ki: Kalblerimiz. senin bizi çağırdığın
şeye karşı örtüler içindedir. Kulaklarımızda da, bir ağırlık vardır."
(Fusılet, 5). Allah'u Teâlâ bunu.'onlar bu sözlerinde kınamak için
zikretmiştir. Şayet Cenâb ı Hakk'ın, onların kâfir olacaklarını bilmesi ve bunu
haber vermesi, iman etmelerine mâni olsaydı, onlar bu konuda, doyru söylemiş
olurlardı. O halde, Allah niçin onları bu sebeple zemmetmiştir?
Dördüncüsü: "O kâfirler yok mu? Onları uyarsan da uyarmasan
da birdir. Onlar, iman etmekler" (Bakara. 6) ayetini, onları kınamak,
küfürlerinden menetmek ve yaptıkları şeyi tatbik etmek için indirmiştir. Şayet
onlar, iman etmekten altkonulsa-lar ve iman etmeye muktedir olmasalardı,
kesinlikle böyle bir kınamaya müstehak olmazlardı. Tam aksine, yürüme konusunda
âmâ bir kimsenin mazur olması gibi, ontar da mazur sayılırlardı.
Beşincisi: Kur'ân, Allah ve Resulünün aleyhine, kâfirlerin
delili olmak için değil, aksine Allah ve Resulünün kâfirler aleyhinde hücceti
olsun diye indirilmiştir. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın bilmesi ve haber vermesi,
onların iman etmelerine mâni olsaydı, bu durumda onların şöyle deme hakları
doğarov "Küfrü bildiğin ve haber verdiğin zaman, küfrü terkeîmerniz muhal
olur O halde, ne diye, bizden muhal oianı istiyor ve ne diye bize muhali
emrediyorsun?" Şayet Allah'ın bilmesinin
ve bunu haber vermesinin, onların iman etmelerine mâni olduğu gerçek olsaydı, ve Resulünün aevap vcremiyectiği herkesçe bilinen bir husus olurdu.
Altıncısı: Cenâb-ı Hakk, "Allah, ne güzel Mevlâ ve ne güzel
yardımadır" (Enfâi, 40) buyurmuştur. Şayet Allah, onların iman etmelerine bir
enge! bulunmasına rağmen, onlara imanı tek-iıf etmiş o'saydı, bu durumda O,
güzel bir Mevlâ deftii, aksine kötü bir Mev!â olurdu. Bununsa küfür olduğu
malûmdur. Böylece, bütün bu hususlarla, insanların iman etmelerine ve Allah'a
itaatte bulunmalarına, kes'nlikle herhangi bir engelin bulunmadığı ortaya
çıkmıştır. Bu sebeble, Cenâb-ı Hakk in, onların iman etmiye-ceklerıni
bilmesinin ve onu haber vermesinin, oniarın iman etmelerine mâni olmadığına
kat'î olarak hükmetmek gerekir, dediler.
İkinci
makam: Cenâb-ı Hakk'ın, iman
etmiveceklerini bitmesinin, onların iman etmelerine mâni olmadığına da. birçok
akit delil delâlet etmektedir.
Birincisi: Şayet bu böyle olsaydı, Allah'ın herhangi bir şeye
kadir olmaması gerekirdi. Çünkü, meydana geleceği bilinen bir şeyin meydana
gelmesi vâcib olur Meydana gelmeyeceği bilmen hır şeyin ise, meydana gelmesi
imkânsız olur. Vâcib olana karşı koyacak bir güç yoktur Çünkü onun meydana
gelmesi b«r kudretle olmayıp vâcib olduğu için olursa, o kudret ister bulunsun
isterse bulunmasın, onun meydana gelmesi vâcib olur Böyle olan şeyde kudretin
bir tesiri söz Konusu değildir Meydana gelme& imkânsız olan şeye de, tesir
etmek söz konusu değildir. Bu durumda. Allah'ın hiçbir şeye, kesinlikle kadir
oimaması gerekir ki, bu ittifakla küfür kabul edilmiştir 0 halde, bir şeyin
yokluğunu bilmenin, o şeyin meydana gelmesine mâni olmadığı ortaya çıkmış
olur.
İkincisi: İlim, hangi durumda bulunuyorsa, bulunduğu o durum
üzerinde malûma taalluk eder Eğer o mümkün ise, onun ilmi de mümkündür, eğer o
vâcib ise, onun ilmi de vâcıbtır Hiç şüphe yok ki iman ve küfür zatları itibarı
ile varlıktan mümkün şeylerdir. Şayet bunlar, bilinmeleri sebebi ile,
varlıkları vâcib (vâcıbu'l-vucûd) şeyler olsalardı, o zaman ılım maluma tesir
etmiş olurdu Bunun imkansız olduğunu daha ünce açıklamıştık.
Üçüncüsü: Şayet, Cenâb-ı Allah'ın haber vermesi ve bilmesi,
kulun iman etmesine mâm olsaydı, kul hiçbir şeye kesinlikle kadir olamazdı.
Çünkü Allah'ın meydana geleceğini bildiği şeyin meydana gelmesi vâcib olurdu. Vâcib
olan ise, kendisine tesir edilemeyecek şey demektir. Allah'ın, meydana
gelmeyeceğini bildiği şeyin, meydana gelmesi imkânsızdır, İmkânsız olan şeye
de tesir edilemez. Bu sebeble kulun herhangi bir şeye kesinlikle kadir
olamaması gerekir. Bundan dolayı da onun hareketlen ve hareketsiz halleri,
cansızların hareketsizliği ve canlıların mecburi (gayr-ı ihtiyarî) hareketleri
gibi olurdu. Ancak bunun doğru olmadığını bedihî olarak anlarız. Meselâ bir
insan diğer birine, başını yarmak için bir kiremit atsa, biz, kiremiti değil,
onu atanı kınarız. Yine biz, bedihî olarak (apaçık olarak) üzerine kiremit
düşmesi ile ona, isteyerek herhangi bir insanın yumruk vurması arasındaki farkı
anlarız. İşte bu sebebten ötürü insanlar, akıllarının yol göstermesi ile. ihsanda
bulunanı övme ve kötülük yapanı kınama arasındaki farkı anlarlar, iyiliğe
yapışır ve onu emrederler, kötülükten ötürü de birbirlerini kınarlar.
"Niçin yaptın?" veya "Niçin yapmadın?" derler. İşte böylece
bu da, Allah'ın bilmesinin ve haber vermesinin, kişinin bir işi yapıp
yapmamasına mâni olmadığını gösterir.
Dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerin iman etmeyeceklerini
bilmesi, onların imana gelmelerine mâni olsaydı, onlara imanı emretmesi,
ilminin yokedilmesine dâir bir emir olurdu. Allah'ın kullarına ilm-i ilâhiyi
yoketmelerini emretmesi uygun olmadığı gibi, iman ederek ilmini yoketmelerini
emretmesi de yakışık almaz. Ç Allah'ın zatını ve sıfatlarını yoketmek
düşünülümez. Böyle bir emir manasız akılsızlık olur. O halde. Cenâb-ı Allah'ın
onların iman etmeyeceklerini bilmesi, etmelerine mâni değildir.
Beşincisi: İman, zatına ve kendisine nazaran, haddizatında
mümkün ve caiz olan şeylerdendir O halde, Cenâb-ı Allah'ın da, imanın böyle
olduğunu bilmesi gerekir. Şayet böyle olduğunu bilmezse, bu cehalet olur ki, bu
Allah hakkında imkânsızdır. Allah, iman mefhumunun, meydana gelip gelmemesi
imkânsız olmayan mümkün ve caiz bir şey olduğunu bildiğinde, şayet bu iman,
böyle bir bilgiden dolayı vâcibu'l-vucûd (mutlaka meydana gelmesi gereken bir
şey) olsaydı aynı şeyin hem vâcıbu'l-vucûd hem de mümkinü'l-vucûd (varlığı da
yokluğu da mümkün olan) olması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır.
Altıncısı: İmkânsızı emretmek, bunaklık ve abesle uğraşmaktır.
Şayet şeriatin böyle bir şeyi istemesi caiz olsaydı, onun her türlü akılsızlığı
da emretmesi caiz olurdu. O 2aman yalancıların elinde, onların mucizeler
göstermesi ile şeriatın gelmesi ve yalanlarla bâtıllar ihtiva etmesi imkânsız
olmazdı. Farzı muhal, böyle bir şey olsaydı, o zaman, peygamberlerin
nübüvvetlerine ve Kur'ân'ın doğruluğuna güven diye bir şey kalmaz, tam aksine,
bütün bunların yalan ve akılsızlık sayılması mümkün olurdu. Bunun böyle olması
geçersiz olunca, Cenâb-ı Allah'ın, onlann iman etmeyeceklerini bilmesinin ve
haber vermesinin onların iman etmelerine mâni olmadığını anlamış olduk.
Yedincisi:
Bütün bu şekillerde, imkânsızı isteyen emirlerin
gelmesi caiz olsaydı, bu durumda kör insana, Kur'ân'ı noktalaması; kötürüme,
havada uçması, eli ayağı bağlanıp dağın tepesinden atılan kimseye, "Niye
yukarıya doğru uçmuyorsun?" denmesi gibi emirlerin de gelmesi caiz
olurdu. Aklen böyle şeyler caiz olmayacağına göre, imkânsızı emretmenin caiz
olmayacağını biliriz. Bu sebeble, kâfirlerin iman etmeyeceğini bilmek, iman
etmelerine mâni değildir.
Sekizincisi: Bu şekilde bir emrin gelmesi caiz olsaydı,
peygamberlerin cansızlara gönderilmeleri, onlara kitap indirilmesi ve zaman
zaman o cansızlara, mükellefiyetleri ulaştırmak için meleklerin indirilmesi de
caiz olurdu. Halbuki böyle bir şeyi (söylemek) dinle oynamak ve onunla alay
etmek olduğunu herkes bilir.
Dokuzuncusu: Bir şeyin bilinmesi, onun mutlaka meydana gelmesini gerektir-seydi, o zaman ilim mefhumunun kudret ve irâdeye ihtiyacı olmazdı. Böyle bir şey söz konusu edildiğinde. Cenâb-ı Allah'ın kadir, mürîd (irade sahibi) ve tercih sahibi (muhtar) olmaması gerekirdi. Bu ise, Allah Teâlâ'nın mûcib-i bi'z-zat[82]) olduğunu batıl yere iddia eden felsefecilerin görüşüdür
Onuncusu: "Teklîf-i mâla yutâk"ın olmadığına delâlet
ayetlerdir. Cenâb-ı Allah,
"Allah, hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi
emretmez" (Bakara, 286),
"Allah, size dinde hiç bir zorluk kılmadı!' (Haca
78) ve;
"Onların ağır yüklerini ve sırtlarında olan zincirleri kaldırıyor" (Araf, 157) buyurmuştur. İmkânsızı teklif etmenin daha üstünde hangi zorluk ve güçlük vardır
Üçüncü
makam: Genişçe cevap verme makamıdır.
Bu konuda Mutezile'nin iki yolu vardır:
Birincisi: Ebû Alı, Ebû Hasım ve Kâdi Abdu'l Cebbâr'ın yoludur.
Biz, "Allah'ın, ilminin aksine bir şey meydana gelmiş olsaydı, o zaman
ilm-i ilâhî cahilliğe dönüşmüş olurdu" dediğimizde, onlar: Allah'ın ilmi
cahilliğe dönüşür" diyenlerin de, "Allah'ın ilmi bu durumda, cehle
dönüşmez" diyenlerin de bu sözleri hatadır. Bunun hiçbirini (ne onu, ne diğerini) söylememek
gerekir" demişlerdir.
İkincisi: Ka'bî'nın yoludur. Bu yol aynı zamanda Ebû'l-Huseyn
e!-Basrî'nin yoludur. "İlim, ma'luma tâbidir, Kuldan meydana gelen şeyin
iman olduğunu iyice anladığında, o zaman, ezelde Allah için var olan şeyin, o
kimsenin iman edeceğini biimesi olduğunu bilirsin. O kuldan, imanın yerine
küfrün meydana geleceğini iyice anladığında, ezelde Allah için var oian şeyin,
onun imanını değil inkârını bilmesi olduğunu bilirsin. Bu ise. Cenâb-i Hakk'ın
ilminin değişmesi değü, bir ilmin yerine, diğer bir ilmin varlığını
farzetmektir. İşıe ekseri Mutezüîlenn dayandığı bu iki cenabtır.
Bu ki bu konu büyük sapıklıkların kaynağı olmuştur
Mükellefiyetler! ve peygamberliği inkâr edenlerin sapıklığı bu kabildendir.
Onlar şöyle demişlerdi; Cebrîye'nin sözünü dinledik ve onu çok sağlam gördük
Mutezilenin bu konuda ilerr sürdüğü iki cevap ise hurafe yerine geçer ve hiçbir
akıllı bu iki cevaba iltifat etmez. Yine biz Mutezilenin "Cebr akidesinin
varlığını kabul edersek, o zamun Cenah : Allah'ın insanları mükellef tutması
caiz olmaz. Böyle bir şey kabîh olur." sözünü aın'edik Cebriye'nin buna
karşı verdiği cevap gerçekten çok zayıftır O her iki sözün toplamı,
mükellefiyetleri kaldırma (yok olduğunu söylem?) hususunda çok güçlü bir soru
olur Mükellefiyetler yok sayılınca oeygamberük müessesesini olduğunu söyıemek
de batıl olur" Karana ta'n edenlerin sapıklığı da bu '--ibıiderıdır Oniar
şöyle demişlerdir: "Mutezile, Allah'a itaat ve imana hiç oir engehn
olmadığını gösteren birçok ayet bulunduğunu söylemelerinde, hakiı-dır'a».
Cebriye de "Allah'ın, kâfirlerin iman etmeyeceğ'ni bilmesi, iman etmelerine
mânidir" şeKıı.iuekı görüşlerinde haklıdır. O halde bu durum Kur'ân'ın,
aklsn hüâftna ve zıddına olduğ.mH delâlet eder Bu ise. bu hwsusta en büyük ta'n
ve tenkid noktalarındandır. Sonra bunlardan. Kuranın, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in
getirmiş olduğu Kur'ân olduğunu kabul edenler, bu zıtlığı, Kur'âna bir ta'n
sebebi saymıştır1 Nitekim Rafizîlerden bîr gurup şöyle demişlerdir: ENmi7.de bulunan
şu Kur'ân, Hz. Muhammed (s a.s.)'tn getirdiği Kur'ân değildir. O, tağyir
edilmiş ve de-ğıştırilrrvştir. Bunun delili, elimizdeki Kur anın Cebriye ile
Kaderiye arasında cere-ysn eden bu fikri münakaşalar sebebiyle or'aya çıkan bu
tezatları ihtiva etmesidir."
Bu sapıklıklardan bir tanesi de. telekkur ve istid!âiı
tenkiü eden mukallidler (taklitçilerim o fikrî münakaşaları ileri sürerek
şöyle demeleridir: "Eğer biz aklî delillere tutunmayı caiz görurseK,
fikri tartışmalar sebebi He, mükellef tutulma ve nübüvvet gibi konuların yara
al ması gerekir. Çünkü Cebriye'nin sözü, cebri isfcat hususunda; Kaderiyye'nin
(Mutezile’nin) sözü de, "Ne zaman cebir sabit olursa, mükellefiyet de
tamamıyla yok olur." hususunda son derece kuvvetlidir Bu sebeble bu iki
görüşün toplamından. Kur'ân in sıhhatini zedeleme mükellefiyet ve nübüvvet
g.bi hususlarda çok büyük bir şüphe verme ortaya çtkar. İşte bu sebeble, aklî
aclıliere başvurmanın, inkârı ve sapıklığı peşinden getirdiği sabit olmuş olur.
O zaman da "Kim, kelâm ilmine fazla dalarsa zındıklaşır' denilir
Bu sapıklıklardan birisi de şudur: Hişam b. Hakem,
Cenâb-ı Hakk'ın, meydana gelmeden önce, eşyayı bilmediğini iddia etmiş ve
'"hedâ" (bir şeyi sonradan bilmek)nın Allah hakkında caiz olacağını
söyleyerek, şöyle demiştir Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara. 6) sözü, ancak ipucu ile
istidlal vaki olmuştur. Allah için, ayette zikredilen şeyin aksının meydana
geimesi de caizdir. Bu şahsın, böyie bir yolu seç-rr.esı, daha önce aeçrnış
oları çok güç meselelerden kaçmak içincür. BH ki, Mutezileden rivayet
ettiğimiz görüşlerin tamamı, cevabı ortaya koymakla iigisi olma-btr takım
kelıms'erdir hatta bundan da öte, bunlar söylenilmesi çirkin oian birtaKim
lâflardır Mutezîlîierin ıtimacl ettikleri o iki cevaba gelince, bunla! da son
derece zaytftır.
Ebu Alî. Ebu H:âm ve Kadî Abdulcebbâr'in,
"Cenâb-ı Hakk'ın ilmi cehle dönüşü'' diyenlerle, dönüşme? diyenlerin
sözleri natadır" sözlerinden maksa1. her iki kısmın da yanlış olduğuna
hükmetmekse, bu nefyın ve isbatın fesadına hükmetmek olur ki, buna hiç bir
insan razı olmaz Yok eğer bunun manası,'Bunlardan bîri hakt.r, ancak hak
olanın delâlet eden şey mi, yoksa etmeyen şey mi olduğunu bilemiyorum"
şeklinde -se. istidlal larzmı açiklayıp ortaya koymak, bunu savuşturma
hususunda yeterli olur Çünkü biz, Allah'ın onların iman etmıyecek-lerinî
bilmesi, ancak iman etmedikleri zaman meydana gelir; şayet, bu yokluğu bilmekle
beraber iman etme meydana ge'miş olsaydı, hem vokiuğun hem de varlığın bir anda
bulunması icab ederdi, demiştik. Akim, bundan daha açık ve kendisinde en az
önermelerin bulunduğu bir söz ortaya koyması mümkün değildir. Ka'b"'nın
görüşüne gelince, bu da son derece zayıftır Çünkü her ne kadar biz. Cenâb-ı
Hakk'ın, ezelde imanın varlığını veya yokluğunu bildiğini bilm,yorsak da.
ancak biz bu iki durumdan birine dair bilgisinin var olduğunu ve şu anda da
bulunduğunu bifyoruz, Şayet, bu iki zıddın birni bilmekle, diğer zıd var
olsaydı, o zaman ikî zaddın bir arada bulunmas: gerekirdi Şayet, bu ilim devam
etmiyor, denilirse bu, ilmin oehle dönüştüğünü bir itiraf oluc Bu konuda
söylenecek söz bundan ibarettir.
Bii ki, aklî bakımdan getirilen sözler, yukarda
geçenlerdir Bu konuda "iknaî" (ikna etmek amaciy'aj, diğer başka
şeyler de vardır ki. mutlaka onları zıkreîmek gerekir. Bunlar beş tanedir.
1) Hatîb el-Bağdadî. "Tarîku Bağdad" isimli
kitabında, Muaz b, Muâz el-Anberî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Amr b.
Ubeyd'in yanında oturuyordum. Tam o sırada ona birisi gelerek. ' Ebâ Osman!
Allah'a yemin oisun ki, bu gün bir küfür duydum" dedi Bunun üzerine Amr
"Küfür konusunda acele etme de. ne duyduğunu-söyle" deyince, adam
Hâşim Bi-Evkas, ayetiyle. Cenâb-ı Hakk'ın:
"O tek başına yaratıp, kendisine uzun boylu mal
ve yanında daima hazır oğullar verdiğim; kendisini bol ihsanlara boğduğum o
kişiyi bana bırak! Sonra o, kalkmış da artırmamı istiyor. Hayır, çünkü o,
ayetlerimize karşı oldukça inatçıdır. Ben onu sarp bir yokuşa salacağım. Zira
o, uzun uzun düşündü de, kendi kafasmca bir kıymet biçti! Yine kahrolasıca, ne
biçim de bir kıymet biçti! Sonra baktı. Sonra, kaşlarını çattı ve suratını
ekşitti. Sonra da arkasını dönerek, büyüklük tasladı da, "Bu, dedi,
anlatılan bir sihirden başka bir şey değil. Bu ancak, bir insan sözü!" Ben
onu, cehenneme yaslayacağım " (Müddessır-26) sözlerinin Ümmü'l-Kitâb'ta
(Levh-i Mahfuz) olmadığını söylüyor.
Halbuki Cenâb-ı Hakk.
"Hamım, apaçık beyan eden Kitaba yemin ederim ki,
gerçekten Biz onu, anla-yasınız diye, Arabça bir Kur'ân yaptık. Şüphesiz o
(Kuran), katımızdaki Kitabın aslında, çok yüce ve çok hikmetlidir"
{Zuhruf. 1-3) buyuruyor
Ebâ Osman, "Bu küfürden başka bir şey
değildir" deyince. Amr, bir müddet sustuktan sonra, bana döndü ve şöyle
dedi: "Allah'a yemin ederim ki, söz onun dediği gibiyse, bu durumda ne Ebû
Leheb'e, ne de Velîd ibn Mugîre'ye bir ta'n söz konusu değildir." Adam
bunu duyunca, "Ebâ Osman, sen de mi, böyle diyorsun?" dedi. Allah'a
yemin ederim ki, Muâz'ın dediği bu sözle, bunlardan birisi İslâm'a girdi,
diğeri ise dinden çıktı.
Yine anlatıldığına göre Amr b. Ubeyd'in yanına birisi
girdi ve onun yanında,
"Doğrusu o, şanı yüce bir Kur'an'dır. Levh-i Mahfûz'dadir"
(Burûc, 21-22) ayetini okuyarak, ona, "söyle bakalım, Levh-i Mahfuzda
mıydı?" deyince. Amr,
"Bu böyle değildir; işin doğrusu. "Ebû
Leheb'in yaptığı gibi kim yaparsa, onun ellen kurusun" şeklindedir"
dedi. Bunun üzerine adam, "Namaz kıldığımızda da bu şekilde mı okunması
gerekir?" deymce de, Amr kızarak, Allah'ın ilmi şeytan değildir; Allah'ın
ilmi ne zarar verir, ne de fayda" dedi. Bu anlatılan şey, Amr b. Ubeyd'in.
Kur'ân'ın sıhhati hususunda şüphe ettiğini gösterir.
2) KadîAbdu'l-cebbâr'ın "Tabakâtu'l Mu'tezile"
adlı kitabında, İbn Ömer'den, bir adamın onun yanına gelerek, şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Ey Ebâ Abdir-rahmân! Şüphesiz bir topluluk zina ediyor,
hırsızlık yapıyor, içki içiyor, haksız yere adam öldürüyor ve bunun Allah'ın
ilminde böyle olduğunu, dolayısıyla bundan kaçamadıklarını söylüyorlar?"
deyince, İbn Ömer kızdı, sonra "Azîm olan Allah'ı, noksan sıfatlardan
tenzih ve takdis ederim, diyerek, şöyle devam etti: "Allah'ın onların
böyle yapacaklarını bilmesi, onları bunu yapmaya zorlamamıştır. Babam Ömer b.
el-Hattab bana, Hz. Peygamberin şöyle dediğini anlattı:
"Allah'ın sizin hakkınızdaki ilmi, sizi
gölgeleyen gök ve sizi üzerinde taşıyan yer gibidir. Nasıl siz, gökten ve
yerden çıkmaya muktedir değilseniz, aynı şekilde Allah'ın ilminden de çıkmaya
gücünüz yetmez. Nasıl gök ve yer sizi günah İşlemeye sevketmiyorsa, bunun gibi
Allah'ın İlmi de sizi o günahları işlemeye zorlamıyor" Cebriyye'nin ve
Mutezile'nin rivayet etmiş olduğu haberlerde, bir çokluk olduğu görünmektedir.
Bu hadisleri rivayet etrr erinden maksatları ise, böyle söylemenin Hz.
Peygamber (s.a.s.)'e yakışmadığını açıklamaktır. Bu böyledir, çünkü bu bir
tenakuz bir bozukluk arzetmektedir. Tenakuz olmasına gelince, Hz. Peygamberin,
"Aynı şekilde, Allah'ın ilminden çıkmaya kadir olamıyacaksınız." sözü
cebr hususunda, ondan önceki ise, kader hususunda açık olan bir ifadedir ki, bu
bir çelişkidir, Fasit olmasına gelince, biz, Cenâb-ı Hakk'ın iman
etmiyecekleri-ni veya imanın bulunacağını bilmesinin, birbirine zıd olduğunu
açıklamıştık. Buna göre, iman etmeyeceklerini bildiği halde, iman teklifinde
bulunmak "nefy" ile "isbaf'ın {varlık ile yokluğun) arasını
cemetmekle ilgili bir teklif olur. Gökle yer, insanın amellerinden herhangi bir
şeyi nefyedemezler; böylece iki şekilden birini diğerine teşbih etmenin, ancak
bir cahilden, veyahut bilmezlikten gelen birinden sadır olacağı açıktır.
Halbuki, peygamberlik makamı böyle bir şeyden yüce ve âlîdir.
3) Bu babta meşhur olan iki hadistir. Birinci hadis,
sahîhayn'de, A'meş'den, onun da Zeyd b. Vehb'den, onun da Abdullah ibn
Mesûd'dan rivayet etmiş olduğu hadistir. Bu hadise göre Hz. Peygamber -ki O,
doğru sözlüdür ve doğrulanmıştır şöyle buyurmuştu:
'Allah, sizden (her) birinizin karnındaki yaramışını, kırk gün hasitnde tutar. Sonra-, bir kırk gün kadar alâka halinde kafa Derken, bir kırk gün kadar da et parçası halinde kaîır. Sonra, Allah ona bir melek yollar da, melek ona rûh üfler ve dört şeyle emrokınur. Onun rızkı, eceli, ameli, itaatkâr mı günahkâr mı olacağı yazılır. Kendisinden başka hiç bir ilâhın olmadığı Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz cennetliklerin ameliyle amel eder de, nerdeyse onunla cennet arasında bir dirsek mesafesi kalır. Detken, tekdirin hükmü Önüne yeçer de, o kişi cehennemliklerin ameliyle amel ederek, cehenneme girer Ve yine sizlerden birisi de, cehennemliklerin ameliyle amel eder de, onunla cehennem arasmda bir dirsek mesesİ kalır. Derken, kader önüne geçer de, o kimse cennetliklerin ameliyle amel ederek, cennete girer." Hatîb el-Bağdad7 "Turîhu Bağdad"nda, Amr b. Ubeyd'in şöyie dediğini nakletmiştir: Şayeî A'meş'in böyie dediğini duysaydım, onu yaianîardım. Vehb b. Zeyd'in bunu söylediğini duysaydım, onu sevmezdim. Abdullah b. Mesüc"un bunu dediğini duysaydım, bu sözü kabul etmezdim. Hz. Peygamber'in böyle dediğini bizzat duysaydım. O'nu reddederdim Allah (ca)'in böyle dediğini duysaydım, "Sen sözümüzü, bunun üzerine a-madin" derdim.
ikinci hadise gelıce bu Hz. Adem ile|Hz.Mûsâ
(a.s.)'nın rnünazarasıdır Hz. Mûsâ Adem (a.s.)'e; "İnsanları, bedbaht yapan ve onları cennetten çıkaran sen
değı! misin'?" deyince, Hz. Adem, "Allah'ın, nsâletı ve kendisiyle
konuşmak için seçtiği, kendisine levrat'ı verdiği kişi olan sen, Tevrat'ta
Allah'ın bunu bana takar ettiğini görmedin mi?" dedi. da, "Evet, gördüm"dedi. Sunun
üzerine, Hz. Peygamber fs.a.s.), {Hz. Adem Hz. Musa'yı yendi' dedi
Mutezile bu hadise, birkaç bakımdan la'n etmiştir.
Birincisi: Bu haber, Hz. Musa'nın küçüklüğüne rağmen, Hz. Adem'i
kınamış olmasın; gerektirir. Bu ise, Hz. Musa'nın cehaletini gösterir (-i. bu
caiz değildir.
İkincisi: Çocuk babasıyla, nasıl böyle sert sözlerle
konuşabilir.
Üçüncüsü: Hz Müsâ, mahlukâtın şakâvetının (bedbahtlık ve
günahkârlık) ve onların cenr.etten çıkarılmalarının Hz. Adem tarafından
olmadığını, tam aksine, Allah'ın Adem (a.s.)'ı cennetten çıkardığını bile bile.
ona, "insanları bedbaht ve şakî yapan, onları cennetten çıkaran, sen değil
misin?" demiştir.
Dördüncüsü: Hz. Adem, delil olmayan bir şeyi deül getirmiştir.
Çünkü, şayet bu bir deiil olsaydı. Firavun, Haman ve diğer kâfirlerin de bunu
delil getirmeler gerekirdi. Bu bâtıl olunca, bu hüccetin fasit olduğunu anlamış
oluruz.
Beşincisi: Hz. Peygamber (s.a.s.). bu hususla Hz-. Adem'i haklı
göstermiştir
Halbuki biz, bunun doğru olmadığını açıklamıştık.
Sunun böyle olduğu sabit olunca, bu hadisi üç vecihten birisine hamletmek
gerekir
a) Hz. Peygarnber (s.a.s.) bunu. yahudiierden
nakletmiştir. Yoksa, bunu ne Allah'tan ne Kendinden söylememiştir Hz. Peygamber
ou olay* anlatıyordu. Ne var ki ravî içeri girince, bu söylerden baçKö bit şey
duymadı, böylece de bu olc1-yı Hz. Peygamberin yahudrierden değil de bizzat
kendisinden anlattığım zannetti.
b)
Hz Peygamber
in, demiş olmasıdır. Yani, Hz. Mûsâ
(as.), Hz. Adem'e galip geldi ve onu yendi. Hz. Adem'in söylediği soz, ne hüccettir,
ne de bir mazeret;
c) İtimat edilen görüş olan buna göre, bu münazaradan
maksat, ne günahtan ötürü bir kınamadır, ne de Allah'ın onu bilmiş olduğunu
mazeret olarak öne sur mektir. Tam aksine Mûsâ (a s.) ona. kendisini bu nataya
zorlayan böylece de cennetten çıkmasına sebep olan durumu sormuştur Bunun
üzerine deriz. Aaem,"Benim cennetten çıkışım, bu ze!le sebebiyle
olmamıştır. Tam aksine. Allah'ın Dana cennetten çıkacağımı, yere ineceğimi ve
orada halîfe oiacağımı takdir efmiş olması sebebiyle olmuştur. Böyie bir şey,
Tevrat'ta da yazılmış idi. Böylece, Hz.Adem in delili, şüphesiz çok güçlü oldu,
Hz. Mûsâ, bu hususla mağlup duruma düştü." Bil ki bu meseledeki söz,
cidden çok uzundur. Kur'ân bununla doludur. Bu husustaki sözü, Allah takdir
ederse, tefsirimizde ileride iyiden iyiye alcağız ancak zikrettiğimiz şey
şimdilik kâfidır.
[83]
"Allah onların
kalblerine de, kulaklarına da mühür basmıştır. Onların gözlerinde de, bir perde
vardır. Onlar için büyük bir azab vardır'.' (Bakara, 7)
Cenâb-ı Hakk, önceki
ayette onların iman etmeyeceklerini beyan edince, bu ayette iman etmemelerinin
sebebi olan, "hatm"i bildirmiştir. Burada söz, birkaç mesele üzerinde
cereyan eder.
[84]
"Hatm" kelimesi ile "ketm" kelimesi, aynı manaya gelen iki kelimedirler. Çünkü bir şeyin üzerine mühür basmada, başkaları ona muttali olmasın ve
elde edemesin diye, o
şeyi gizleme ve örtme maksadı bulunmaktadır. "Gışâve" lâfzı, bir şeyi
örtmek ve bürümek manasına olan lâfzından alınmış, "fiâte" vezninde
bfr kelimedir. Bu kalıp, ve gibi, bir şeyi kuşatmak, sarmak manasına gelir.
[85]
Bu mühürleme
hususunda, âlimler ihtilâf etmişlerdir. Kulların fiillerini Allah yaratır
diyenlere göre, bu sözün manası açıktır. Sonra, bu fikirde olanların iki
görüşü bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı, "el-hatmu" kâfirlerin
kalbinde küfrü yaratmaktır, demişlerdir. Bir kısmıysa, kudrete eklendiğinde,
kudretle beraber her ikisinin toplamı, küfrün meydana gelmesini gerektiren
se-behi yaratmaktır, demişlerdir. Bunun izahı şöyle yapılır: Küfretmeye kadir
olan kimse, ya onu terketmeye kadir olur veya olamaz. Eğer küfretmeyi terke
kadir olamazsa, bu kimsenin küfre kadir olması kâfir olmasını gerektirir. Buna
göre, küfre kadir olmayı yaratmak, küfrü yaratmayı gerektirir. Eğer küfrü terketmeye
kadir olursa, bu kudretin küfrü işlemeye veya işlememeye olan nisbeti eşittir.
Bu kudret, onu terk yerine, yapmanın kaynağı olması halinde, bu fiili
benimseyen bir müreccihe ya dayanır veya dayanmaz. Eğer dayanmazsa, mümkün
olan varlık müreccihsiz olarak meydana gelmiş olur. Böyle bir şeyin caiz
olduğunu söylemek ise, mümkün vasıtasıyla müessire istidlal etmeyi zedelemeyi
netice verir ki, bu da Yüce Yaratıcıyı inkâra götürür. Bu ise muhaldir. Bu
kudret bir müreccihe dayanırsa, bu müreccihin ya Allah'ın fiilinden veya kulun
fiilinden olması; yahutta ne Allah'ın, ne de kulun fiilinden olmaması gerekir.
Kulun fiilinden olması caiz değildir, aksi halde teselsül gerekir. Yine, ne
Allah'ın ne de kulun fiiliyle meydana gelmemiş olması da caiz değildir; çünkü
bu da bir müessiri olmaksızın bir şeyin meydana gelmesini gerektirir. Bu da,
bir Yaratıcının var olduğuna hükmetmeyi ortadan kaldırır. Bu sebeble, kulun
kudretinin, kudretin taalluk ettiği şeyin kaynağı olması, o kudrete, Allah'ın
fiili olan bir müreccihin eklenmesine bağlı olduğu ortaya çıkar. Bu nedenle
biz deriz ki, bu müreccih o kudret ile birleştiğinde, bu kudretin o eserdeki
tesiri ya vâcib, ya caiz veya imkânsız olur. İkincisi ve üçüncüsü geçersizdir.
Buna göre, birincisinin olması gerekir. O kudretin o eserdeki tesiri
"caiz" olamaz dedik; çünkü, eğer caiz olsa, aklen bu müreccihle
beraber o kudretin toplamı bazan bu eserle beraber meydana gelir, bazan da
ondan ayrılır. Biz bunun, böyle meydana geldiğini farzetme-miz gerekir, çünkü
caiz olan her şeyin vaki olmasını farzetmek, muhal değildir. Buna göre, eserin
meydana gelmesi bazan kudret ile müreccihin toplamına dayanır, bazan da
dayanmaz. Neticenin meydana gelmesinin bu iki vakitten birisine tahsis
olunması, ya ona eklenen bir karineye dayanır veya dayanmaz. Eğer dayanırsa, bu
müessir, bu ilâve karineyle birlikte, bu kudret ve ona eklenen müreccih olur;
yoksa, sadece kudret ve onunla beraber olan müreccih değildir. Biz, kudret ile
müreccihten meydana gelen toplamın müstakil olduğunu farzetmiştik, bu (yani,
bunların toplamının bir karîne-ye bitişik olması gerektiğini söyiemek) ise, bu
varsayımdan vaz geçmek olur. Ve yine, bu taksimi (kudret, müreccih ve bunlara
bitişmiş olan karineden meydana gelmiş) ikinci toplamda da yapabiliriz. Buna göre
bu toplam başka bir "kavd"a davanırsa. teselsül aerekir ki. bu da
muhaldir. Eğer davanmazsa, bu durumda bu toplam bazan eserin Kaynağı olacak
biçimde meydana gelir, bazan da, o iki vakitten biri diğerinden her hangi bir
sebeple kesinlikle ayrılmamakla birlikte, o eserin kaynağı olmayacak hiçimde
meydana gelir ki, bu da müreccih olmadan mümkinin kendi kendini tercih etmesine
hükmetmek olur ki, bu da muhaldir. Bu sebeple, bu müreccihin bulunması
durumunda, bu eserin caiz olarak meydana gelmesi imkânsız olur. Bu eserin
vasfının "imkânsız" olması durumuna gelince, bu husus açıktır. Aksi
halde, varlığını tercih eden şey, yokluğunu da tercih etmiş olurdu ki, bu da
imkânsızdır. Bu iki kısım geçersiz olunca, varlığını tercih eden şey bulunduğunda,
eser, bu kudretten ve bu kudretten meydana gelen toplamdan dolayı var olması
vâcib olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, cebre hükmetmek gerekir.
Çünkü bu müreccih meydana gelmezden Önce, fiilin meydana gelmesi imkânsız; bu
müreccih meydana geldikten sonraysa, filin meydana gelmesi vâcib olur. Bunu
iyice kavradığında, anlarsın ki, kalbte küfrü gerektiren sebebi yaratmak kalbe
mühür basmak ve onu, imanı kabul etmekten alıkoymak olur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk,
onların iman etmiveceklerine hükmedince, bu hükmün peşinden bu hükmü
gerektiren sebebin yerine geçecek olan şeyi zikretmiştir. Çünkü illeti bilmek,
"malûlü" bilmeyi ifade eder. Malûlü bilmek ise, ancak illeti
bilmekten istifade edildiğinde tam olur. İşte bu görüş sonradan var olan bütün
şeyleri (varlıkları ve fiilleri) Allah'ın yarattığını kabul edenlerin
görüşüdür.
Mutezile'ye gelince,
onlar bu hususta şöyle demişlerdir: Bu ayetin hükmünü, imandan men etme
anlamına almak, caiz değildir. Onlar bu hususta önceki ayette, anlattığımız
şeyleri delil getirmişler, burada ise şunu ilâve etmişlerdir: Şüphesiz,
Cenâb-ı Hakk, kalblerinde kendilerini imandan men eden bir perdenin, bir
örtünün bulunduğunu söyleyen kâfirleri yalanlamış ve şöyle buyurmuştur:
-"Bizim
kalblerimiz perdelidir... Hayır, doğrusu şu ki, küfürleri sebebiyle Allah
onların kalblerini mühürlemtştir.. Bu sebeble de, pek az iman ederler "
(Nisa, 155).
"Birçoğu yüz
çevirdiler de, kuiak vermiyorlar " (Fussitet, 4).
"Ve dediler ki
bizim kalblerimiz, senin bizi çağırdığın şeye karşı perdeler içindedir "
(Fussiiet, 5).
Bütün bunlar, kendilerinin imandan alıkonulmuş olduklarını iddia eden kimseler hakkında. Allah tarafından hir vınlama ue hir Sonra Mutezilîler, "hatm" ve "gışâve" lâfızlarının manalarını, başka şeylere hamletmek gerektiğini ileri sürerek, bu hususta birçok şeyler zikrettiler.
1) Kâfir
kimseler, Allah'ın delilleriyle hidayete ermeyi bırakıp, yüz çevirip, hatta bu
iş onların bir huyu ve seciyyesi haline gelince, onların bu durumu bir şeyden
men olunan ve bir şeyden alıkonulan kimselerin durumuna benzetilmiştir.
Onlartn gözleri hususunda da, aynı durum, söz konusudur; sanki, hiç bir şey
görmeyecek şekilde gözleri örtülmüştür. Onların kulaklarında da sanki bir
ağırlık vardır da, Kur'ân'ın zikri oraya ulaşamaz.. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'a
nisbet edilmiştir, çünkü bu sıfatlar, o kişide kökleşmesi ve iyice yerleşmesi
sebebiyle, yaratılıştan gelen bir şeymiş gibi kabul edilmiştir. Bu sebebten
ötürü Cenâb-ı Hakk,
"Hayır, doğrusu
Allah, küfürleri yüzünden kalblerini mühürlemişttr " (Nisa, 155).
"Hayır, doğrusu
onların kazandıkları şeyler kalblerini istila etmiştir " (Mu-taffifîn.
14).
"Bunun üzerine de
Allah bunun neticesini kalblerinde kendisiyle karşılaşacakları güne kadar
sürecek bir nifak yaptı " (Tevbe, 77) buyurmuştur.
2) İzafetin
(nisbetin) makbul olmasında, en ufak bir sebebin yeterli olmasıdır.. Buna göre
gerçekte mühürleyen, ya şeytandır veya kâfir olan kimsedir. Ne var ki Cenâb-ı
Hakk, onlara kudret veren zat olması hasebiyle, fiili sebebine de isnat
edilebildiği için, burada "hatm" işini kendisine isnat etmiştir.
3) Onlar
düşünmekten yüz çevirip, Allah onlara delillerini serdettiğinde bu delillere ve
Kur'ân'a kulak vermeyince, onların bu yaptıkları şey Allah'a nisbet edilmiştir.
Çünkü bu yaptıkları şeyin meydana gelişi, Cenâb-ı Hakk'-ın, delillerini onlara
serdettiği zamana denk gelmiştir. Meselâ, Allah Berâe (Tevbe) Sûresi'nde;
"Bu ayetler,
onların kötülüklerine kötülük katmıştır " (Ayet, 125) buyurmuştur. Yani
onlar, bununla küfürlerine küfür katmışlardır.
4) Onlar
küfürde, imanı, ancak zorlama ve mecbur etme yoluyla elde edebilecekleri bir
dereceye ulaşmışlardı. Ne var ki Cenâb-t Hakk, teklif geçersiz olmasın diye,
onlara böyle bir zorlamanın yapıldığını söylememiştir. Onların sapıklıkta ileri
gitmelerinin son noktası olan, küfürden ancak zorlama ile vazgeçecekleri bir
dereceye varmış olduklarını belirtmek için, böyle bir zorlamada ve mecbur
tutmada bulunmadığını "hatm" lafzıyla ifâde etmiştir.
5)
Kâfirler;
"Dediler ki,
kalblerimiz, senin bizi davet ettiğin şeye karşı örtüler içindedir.
Kulaklarımızda bir ağırlık vardır; bir de bizimle senin aranda bir perde
bulunmaktadır " (Fussiiet, 5) dediklerinde, bu sözlerini başlarına vurmak
için, onların bu sözünü nakl etmiş olmasıdır. Böyle bir nakil ve başa kakma
bakımından, bu ayetin bir benzeri de;
"Ehl-i kitabtan
ve müşriklerden olan o kâfirler, kendilerine beyyine, apaçık delil gelmedikçe,
kendi inançlarından ayrılacak değillerdir " (Beyyine, 1) ayetidir.
6) Allah
tarafından, kâfirlerin kalblerine mührün basılmış olmasının manası, onlara
iman etmiyeceklerini; kalblerine, zikri muhafaza ve Hakkı kabul
etmiyeceklerine; kulaklarına ise, Hakka kulak vermiyeceklerine dair Allah'ın
şâhid olmasıdır. Nitekim, birisi arkadaşına, yani "falancanın söylemiş
olduğu şeyi doğrulamanı ve onun söylediğinin gerçek olduğuna şehadet etmeni
istiyorum" der. Buna göre, Cenâb-ı Hakk, önceki ayette onların iman
etmiyeceklerini haber vermiş, bu ayette ise, O'nun buna şahit olduğunu ve
onların bu durumundan haberdar olmaya devam ettiğini bildirmiştir.
7) Ulemânın
bir kısmı, bu ayetin kâfirlerden hususî bir topluluk hakkında nazil olduğunu;
Allah'ın, bu dünyada birçok kâfire cezasını peşinen verdiği gibi, onlara da
cezalarını peşin vererek, onlara, bu dünyada kalblerini damgalama ve mühürleme
cezasını verdiğini söylemişlerdir.
Nitekim, Cenâb-ı Hakk,
"Muhakkak ki siz,
sebt gününde haddi aşanları bildiniz. Bunun üzerine Biz onlara, aşağılık
maymunlar olunuz!" dedik " (Bakara, 65) ve
"Muhakkak ki
orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yer yüzünde başıboş
dolaşacaklardır. Artık sen, dinden sapmış kimseler hakkında tasalanma "
(Maide, 26) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk, bunlarda kullarının alacakları ibretler ve onların yararına olacak şeyler olduğunu bildiği için, peşin cezalar vermiştir. Bu peşin cezalardan bir kısmı da, kâfirlere vermiş olduğu kalblerini mühürleme ve damgalama cezasıdır.
Ne var ki onlar, bu
damgalama ve mühürleme cezası ile, her hangi bir şeyi anlamaz hale gelince,
maymuna dönüştürülen kimselerden sorumluluğun düşmesi gibi, bunlardan da
teklif düşmüş olur. Nitekim Allah Teâlâ, meselâ bulûğ çağına yaklaşan kimseler
gibi, biraz akledebilen kimselerden de sorumluluğu düşürmüştür. Biz, Allah'ın
akıllarını gidermesi, gözlerini kör etmesi gibi, onlar için en faydalı şeyin
bu olduğunu bildiğinde, kâfirlerin kalblerinde onların anlamalarını ve kıyasta
bulunmalarını engelleyecek bir engeli yaratmış olmasını inkâr etmiyoruz.
Ancak, onların bu durumda sorumlu olmalarını yadırgıyoruz.
8) Cenâb-ı
Hakk'ın, onlarla iman arasında her hangi bir mania teşkil etmeksizin, onların
kalblerine mührü basması, gözlerine de perde çekmesinin caiz olmasıdır. Daha
doğrusu bu durum, insanın kalbinde hissettiği gevşeklik; gözlerindeki çapak,
kulaklarındaki çınlama gibi olur. Onların göğüsleri daralsın ve onlara bir
nevi belâ ve sıkıntı versin diye, bütün bunları Allah onlara yapmıştır. Benî
İsrail'e yaptığı ve onların böylece şaşırmış olmaları gibi, bu da, onların iman
etmelerine mâni olacak bir ceza olmuştur. Sonra bazı kâfirlere verilen bu ceza,
Cenâb-ı Hakk'ın Firavun'un kavmine indirdiği ve kendisinden kurtulmaları için
Hz. Musa'dan yardım talep ettikleri ceza gibi, Hz. Peygamber için bir mucize ve
nübüvvetini isbat eden bir delil olur. Bütün bunlar, Allah'ın, kulların en çok
yararına olan şeyi (aslah) bilmesiyle mukayyettir.
9) Bu
"hatm" işinin onlara ahirette yapılması da caizdir. Nitekim Cenâb-ı
Hakk, onları kör edeceğini haber vererek, şöyle buyurmuştur:
"Biz kıyamet günü
onları, kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüz üstü hasredeceğiz "
(isra, 97);
"Biz günahkarları
o zaman gözleri gömgök olduğu halde, mahşerde toplayacağız " (Tâhâ, 102).
"O gün Biz,
onların ağızlarını mühürleriz " (Yasin, 61) ve
"Onlar orada inim
inim inlemektedirler. Orada onlar hiçbir şey duymayacaklardır " (Enbiya,
100).
10) Onların
Hasan-ı Basrî'den naklettikleri, Ebû Ali el-Cübbaî ile Kadî Abdu'l-Cebbâr'ın
tercih ettikleri şu görüştür: Bu "hatm" ve "tab" dan maksat,
Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin kalblerınde ve onların kulaklarında meydana
getirmiş olduğu alâmetler ve nişanlardır ki, böylece melekler bunlar
vasıta-sıyla onların kâfir olduklarına ve ebediyyen iman etm ivecekleri ne
istidlal ederler. Müminlerin kalblerınde, kendisi vasıtasıyla meleklerin,
onların Allah katında mümin olduklarını bilecekleri bir alâmetin de bulunması
gözardı edilemez. Nitekim Allah,
"İşte bunlar, kalblerine İmanı yazmış olduğu kimselerdir " (Mücadele, 22) buyurmuştur. Bu durumda melekler, o mümini severler ve onun için Allah'tan mağfiret taleb ederler. Kâfirlerin kalblerinde, meleklerin kendisi vasıtasıyla, Allah nezdinde melun olduklarını bilecekleri, bir alâmetin bulunması da söz konusudur. Böylece melekler o kâfire buğz eder ve onu lanetlerler. Bu alâmetin temin ettiği fayda, ya meleklere ait bir faydadır; çünkü onlar bu alâmetle onun Allah nezdinde kâfir ve melun olduğunu bildiklerinde, bu onları küfürden iyice nefret ettiren bir şey olur. Ya da bu fayda mükellefe aittir; çünkü mükellef, iman ettiği zaman kendisini göktekilerin seveceğini bilirse bu, onu iman hususunda isteklendirir; küfre yöneldiğinde İse, meleklerin onun küfrünü bileceklerini ve böylece ona buğzedip, lanetleyeceklerini bildiğinde de, bu o kimseyi küfretmekten men eden bir sebep olmuş olur. Onlar bu manada hatm'ın olabileceğini söylemişlerdir. Çünkü biz, mektubu mühürle-dikten sonra, onu açıp tekrar okumak imkânı bulabiliyoruz. Bir de "hatm", kâfirin alnına, "bu kâfirdir!" diye yazılması demektir. Bu iman etmeye mâni olmayınca, böylece bu kâfirin, iman etmek ve küfrü terketmek suretiyle, kalbinden bu alâmeti silmesi de mümkündür. Yine onlar, sadece kalbin ve kulağın buna tahsis edilmiş olduğunu; çünkü, naklî delillerin ancak nakil cihetinden, aklî delillerin ise, ancak kalb cihetinden elde edildiğini; böylece de bu ikisinin özellikle zikredildiğini söylemişlerdir. Şayet onlar göz hakkında kullanılan "gışâve-perde, örtü" lâfzını da alâmet manasına hamlediyorlar denilirse, biz hayır! deriz. Çünkü, önceki lâfızları alâmet ve nişan anlamına hamlettik. Dilin hakikati de bunu'gerektirir, ayrıca buna her hangi bir engel de yoktur. Dolayısıyla, bunun böyle olduğunu söylemek gerekir. "Gışâve" lâfzının hakikatine gelince bu, görmeye mâni olan bir örtüdür; halbuki kâfirlerin durumunun böyle olmadığı (kelimenin gerçek anlamında, gözlerinde bir perde olmadığı) herkesçe bilinen bir şeydir. Bu sebeble bu lâfzı mecâze hamletmek gerekir. Mecâze hamletmek de, onların hallerini, hidayet konusunda gözüyle faydalanamayan kimselerin durumuna benzetmektir. Bu mevzuda, insanların sözlerinin tamamı işte budur. [86]
Kur'ân-ı Kerîm'de
"hatm" manasına yakın olarak zikredilen lâfızlar, "tab",
"kinân", "kalbin paslanması", "kulaklarda bir
ağırlığın bulunması" ve "gözlerde bir perdenin olmasıdır. Sonra bu
hususta vârid olan ayetler de değişik değişiktir.
Birinci kısım:
Bu hususların var olduğuna delâlet etmek üzere gelen ayetler: "Hayır,
doğrusu kalblerini kaplamıştır..." (Mutatfifin, 14);
"Ve, onların
kalbleri üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel olan perdeler gerer, kulaklarına
da bir ağırlık koyarız " (isrâ, 46),
"Ve onlann kalbleri üzerine mühür basıldı
" (Tevbe. 87);
Daha doğrusu, Allah,
küfürleri sebebiyle onlann
kalbine mühür
basmıştır " (Nisa, 155);
"Bunun üzerine
çoğu yüz çevirdi de. Hakkı duymuyorlar" (Fussilet, 4)
"Diri olanı inkâr
etmesi için" (Yasin, 70)
"Muhakkak ki,
ölülere işittiremezsin; sağıra da çağrını duyuramazsm " (Nemi, 80);
"Onlar,
ölüdürler, diri değil!" (Nahi, 21) ve "Kalbinde bir hastalık vardır
" (Bakara, 10).
İkinci kısım:
İman etmeye, kesinlikle her hangi bir mâninin bulunmadığına delâlet etmek
üzere gelen ayetler:
"İnsanları iman
etmekten alıkoyan ne öldü?" (isra, 94) "Artık dileyen iman etsin,
dileyen de kâfir olsun!" (Kehf, 29), "Allah her nefse, ancak gücünün
yettiği şeyi yükler " (Bakara, 86), "Allah, din konusunda size hiç
bir güçlük vermemiştir " (Hacc, 78), "Allah'ı nasıl inkâr
edersiniz?" (Bakara, 28) ve "Hakkı niçin batıl ile
karıştırıyorsunuz?" (âı-i imrân, 71).
Kur'ân her iki kısma
dair ayetlerle doludur. Bu iki kısımdan her biri, bir gurubun kendisine
sarılacağı bir husus ve dayanak olmuştur. Böylece nakli deliller, her iki taraf
için de olduğu için, bir tearuz meydana getirmişlerdir. Aklî delillere gelince,
kendilerine daha önceden işaret edilen hususlardır. Özet olarak diyebiliriz ki,
bu mesele İslâm? meselelerin en büyüğü, en çok dallanıp budaklanmış) ve
üzerinde en fazla gürültü koparılanıdır.
Anlatıldığına göre, İmâm Ebû'l-Kâsım el-Ensarîye, bu meselede Mutezilenin küfre nisbet edilip edilemiyeceği sorulduğunda, o, "hayır" demiştir; çünkü, bunlar Allah'ı tenzih etmeye çatışmışlardır." Ehİ-i sünnetin küfre nisbet edilip edilemiyeceği sorulunca da, yine, "hayır, demiştir; çünkü onlar Cenâb-ı Hakk'ı, ululamışlardır." Buna göre, her iki gurup da, Allah'ın celâlini ve Kibriyâsının yüceliğini isbat etmekten başka bir şeyi arzulamamıştar-dır. Ne var ki, Ehl-i sünnetin görüşleri azamet konusuna takılmış ve onlar, Allah Teâlâ'nın dışında hiç bir icat edici bulunmaksızın,O'nun mucit olmasının gerektiğini söylemişlerdir.
Mutezilenin görüşleri
ise, hikmete takılmış ve onlar, bu tür çirkinliklerin Allah'ın ululuğuna
yakışmayacağını söylemişlerdir." Ben derim ki, burada başka bir sır daha
vardır; o da, Cenâb-ı Hakk'ı isbat etmek, cebre hükmetmeye götürür. Çünkü,
"fâiliyyet-yapıcı olma vasfı" bir sebebe dayanmazsa, o zaman mümkünün
müreccihsiz meydana gelmesi gerekir ki, bu Yaratıcının varlığını nefyetmek
olur. Eğer dayanırsa, "cebr" gerekir. Peygamberliğin hak olduğunu
isbat ise, kulun kudretinin bulunduğuna hükmetmeyi gerektirir. Çünkü, şayet
kul fiiline kadir olmazsa, peygamber göndermede ve kitap indirmede hangi fayda
olurdu? Bundan da öte, burada bütün bunların üstünde başka bir sır daha vardır.
O da şudur: Biz fıtrat-ı selimeye ve akl-ı selime müracaat ettiğimizde, Allah'a
nisbetle varlığı ve yokluğu müsâvî olan şeylerin, bir müreccih bulunmaksızın
birinin diğerine ağır basamadığını görüyoruz. Bu da, cebrin var olduğunu
gösterir. Ve yine biz, çok açık olarak ihtiyarî hareketlerimizle zarurî
hareketlerimiz arasında bir farkın olduğunu görüyoruz. Yine, medhetmenin güzel,
kınamanın çirkin, emredilen şeylerin güzel, nehyedilen şeylerin ise çirkin
olduğunu açıkça görüyoruz. Bu da Mutezile mezhebini iktiza eder. Sanki bu
mesele; zarurî ilimlere, nazarî ilimlere, Allah'ın kudretine ve hikmetine
bakarak O'nu tazime göre, tevhîd ve ten-zîhe göre ve naklî delillere göre bir
çelişki meydana getirmektedir. Açıkladığımız kaynaklar ve hakikatini ortaya
koymağa çalıştığımız şu sırlardan ötürü, bu mesele zorlaşmış, bilmece haline
gelmiş ve mesele alabildiğine büyümüştür. Büyük olan Allah'dan, bizi hakka
muvaffak eyleyip ve sonumuzu hayırlı kılmasını dileriz. Ey Alemlerin Rabbi,
duamızı kabul et!
[87]
Keşşaf sahibi,
lâfzının, hem "hatm"in, hem de "tağşiye" (perdeleme)nin
hükmüne dahi olması muhtemeldir. Ancak evlâ olan, bu lâfzın, "hatm"in
hükmüne dahil olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Kulağını ve kalbini
mühürledi, gözüne de bir perde gerdi " (Câsiye, 23) buyurmuştur. Bir de,
kıraat âlimleri, lâfzında değil de, lâfzında vakf yapmışlardır.
[88]
lâfzında, "harf-i
cerr" olan lâfzının tekrar edilmesindeki fayda, katb ve kulaklardakı mühürlemenin şiddetli
olduğuna daha çok delâlet etmesi içindir.
[89]
ve lâfızları çoğul,
lâfzı ise tekil getirilmiştir. Bunun bir kaç sebebi vardır.
1) lâfzı müfret
getirilmiştir, çünkü bunlardan
herbirinin tek işitmesi vardır. Nitekim, "Bana, iki koçun başını getirdi" denilir. Yani, onlardan herbirinin başını getirdi. Kişinin "Midenizi tam doldurmayın ki, çok yaşayası-nız." sözündeki (karın, mide) lâfzının müfret getirilmesi gibi. Arablar, bir karışıklıktan emin olduklarında, kelimeyi müfret getirirler. Ama, bir karışıklıktan emin olmadıklarında ise, kelimeyi böyle kullanmazlar. Meselâ, "onların atları ve elbiseleri"ni kastederek, denilmez., denilir.
2) lâfzı,
aslı da masdardır. Masdarlar ise çoğul getirilmezler. Meselâ (Oruç tutan iki adam, oruç tutan adamlar)
denilir. Ayette, aslı
gözetil mistir. Bu hususa, Cenâb-ı Hakk'ın
"Ve
kulaklarımızda bir ağırlık vardır." (Fussiiet, 5) sözündeki kulak lâfzının
çoğul olarak getirilmesi delâlet eder.
3) Burada,
mahzûf bir muzâf takdir etmemizdir. Yani, "İşitme duyulan üstüne"
demektir.
4) Sîbeveyh
gî lârzı, müfret olarak getirilmiştir. Ne var m, hem ondan öne zikredilen, hem
de sonra zikredilen kelimeler cemî olarak getirilmişlerdir. Bu da, müfret olan
"gem" lâfzından maksadın da, çoğul olduğunu gösterir" demiştir.
Cenâb-ı Hakk.
"Onları
karanlıklardan nura çıkarır." {Bakara, 257) ve
"Sağından ve
solundan halka halka..." (Meâric, 37) buyurmuştur. Çoban:
"Orada gölgesinden
ürken eşeklerin leşleri vardır. Kemiklerine gelince,
bunlar bembeyaz;
derisine gelince sert mi serttir" demiştir. Burada, "deri"
lâfzından "deriler"i kastetmiştir. İbn
Ebî Able de, "Ve
kulakları üzerine..." diye okumuştur.
[90]
Alimlerden, duymanın
görmeden üstün olduğunu söyleyenler bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk,
bu iki kelimeyi
zikrettiği her yerde işitmeyi görmeye takdim etmiş (yani işitmeyi daha önce
zikretmiştir). Önce anmak ise, üstünlüğün delilidir. Bir de, görmek değil ama,
duymak peygamberliğin şartıdır. Bu sebeple Allah, sağır peygamber
yollamamıştır. Halbu ki, onların içinde sonradan kör olanlar bulunmaktadır.
Bir diğer husus da, bazı insanların akıllarının ürünleri diğer insanlara
işitmek yoluyla ulaşır. Bu sebeple duymak, sanki aklı, bilgiler yoluyla mü kem
mel (eştirmen in sebebidir. Halbuki göz, seni sadece mahsûsâta (görülebilen
şeylere) iletir. Bir başka sebepse, duymak altı yönle de ilgilidir. Görmek
ise, böyle Jeğildir. Öta yandan, duyma olmayınca, konuşma da olmaz. Halbuki,
görmek olmayınca, konuşmak yok olmaz. Alimlerden, görmenin duymaktan üstün
olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü, görme kuvvetinin âleti, daha
şereflidir. Bir de, görme kuvvetini temin eden şey ışıktır. Duyma kuvveti
sağlayan şey ise, havadır.
[91]
Cenâb-ı Hakk'ın sözü,
ilmin yerinın kalb olduğuna delâlet eder. Biz
hususu, Şuarâ Sûresi'ndeki,
"Onu senin kalbine Rûhu'l-Emîn indirdi" (Şuarâ, 193-194)iyiden iyiye
incelemiştik.
[92]
Keşşaf sahibi,
"görmek, gözün nurudur. Nûr ise, kendisi vasıtasıyla gören kimsenin
gördüğü ve görülen şeyleri algıladığı şeydir. Nitekim basîret de, kalbin
nurudur. Bu nûr ise, kendisi vasıtasıyla görülmek istenen ve düşünülen şeydir.
Sanki bu hassa, görmek ve basîret sahibi olmak için kendilerini Allah'ın iki
âlet yaratmış olduğu, latif iki cevherdirler." demiştir. Ben derim ki,
O'nun Mutezilîolan arkadaşları, onun bu sözüne razı olmazlar.
"Görmek" hususundaki görüşü iyiden iyiye incelenmesi buraya uygun
düşmeyen, derin bir takım konuların ele alınmasını gerektirir.
[93]
Ayetteki lafzı ve
kelimesinden olmak üzere şeklinde de okunmuştur.
"Gişâve",
örtü manasındadır. kelimesi de bu anlamdadır. Birisi bayıldığı zaman denilmesi
de bu manadadır. lâfzı ise, cima etmekten kinayedir.
[94]
lâfzı, kahb ve mana
bakımından tıpkı gibidır. Çünkü sen, birisi kendisini bir şeyden men ettiği
zaman, bunu ifade için dediğin gibi, de dersin. (tatlı su) kelimesi de, bu
kökten ve bu manadandır; çünkü tatlı su susuzluğu giderir, bertaraf eder.
Tuzlu su ise, böyle değildir, o susuzluğu arttırır. Arabların tatlı suya adını
vermeleri de buna delâlet eder; çünkü tatlı su, susuzluğu kırar ve giderir.
Tatlı suya demeleri de böyledir; çünkü bu su, susuzluğu1 kalbten yok eder. Sonra
kelimesinin manasını iyice genişleyerek, her ne kadar, suçluyu o suçu bir daha
işlemekten men eden bir ceza ve ikâb olmasa bile, insanı ezen, ona ağır gelen
her elem ve kedere azâb adı verilmiştir. "Azîm ile "Kebiîr"
arasındaki fark şudur. Azîm, hakir'in, "kebîr" ise sagîrin
altındadır. Bu iki kelime cisimler ve olaylar hakkında beraberce kullanılırlar.
Meselâ af- diyerek, adamın hem cüssesinin, hem de tehlikesini ya da mevkiinin
büyüklüğünü kastedersin. "Azâb" kelimesinin belirsiz getirmesinin
manası, bu kâfirlerin gözlerinde, insanların hiç tanımadığı türden bir Örtünün
bulunduğunu ifade eder ki, bu perde Allah'ın ayetlerini görmeme, onlardan kör
olma örtüşüdür. Ve yine, onlar için büyük elem ve acılar arasından, künhünü
Allah'dan başkasının bilemiyeceği büyük bir azabın olduğunu göstermek içindir.
[95]
Müslümanlar, Allah'ın
kâfirleri azâblandırmasının uygun olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Onlardan,
bir kısmı ise, bunun uygun olmayacağını
söyleyerek, Cenâb-ı
Hakk'ın ayetini, "onlar buna müstehaktırlar, ancak O'nun keremi, kendisine
affetmesini gerektirir" şeklinde tefsir etmişlerdir. Biz burada, her iki
gurubun delillerini zikredelim.
Allah'ın azâb etmesini
caiz görmeyen kimseler, birçok şeyi delil olarak ileri sürmüşlerdir:
a-) Bu
azâblandırma, her türlü faydadan hali olup, sırf zarardır. Bu sebepte, çirkin
olması gerekir. Onun sırf zarar olduğu hususunda, hiç bir şüphe yoktur. Her
türlü faydadan hali olması hususuna gelince, bu fayda, ya Allah'a veyahutta
başkasına ait olur. Birinci durum, geçersizdir; çünkü Cenâb-ı Hakk, bu görülür
âlemdeki bizden birinin aksine, her türlü fayda ve zarardan münezzehtir. Buna
göre kişinin kölesi, kendisine bir kötülük yaptığında, o bu köleyi terbiye
eder. Çünkü efendi, kalbinde bulunan intikam arzusu; bir de onu terbiye
ettiğinde, bundan sonra kendisine zarar vermekten vazgeçeceğine dair bir ümidi
sebebiyle, böyle bir terbiye yönteminden lezzet duyar. İkinci ihtimal de
geçersizdir; çünkü bu fayda ya azâb görene yönelik olur, veya başkasına...
Azâb görene yönelik olması imkânsızdır. Çünkü zarar vermek, faydalanmanın
aynısı olamaz. Başkasına yönelik olması da imkânsızdır. Çünkü zararı defetmek,
faydayı yerine ulaştırmaktan daha çok önem arzeder. Buna göre, başka bir şahsa
faydayı ulaştırmak maksadıyla bir şahsa zarar vermek, değeri az olanı fazla
olana tercih etmek olur ki, bu geçersizdir. Ve yine, Cenâb-ı Hakk, başkasına
zarar vermeyi aracı kıl* maksızın, fertlerden birine ulaştırmak istediği
menfaati ulaştırmaya kadirdir. Buna göre, başkasına zarar vermeyi aracı kılmak,
faydasız bir iş olur. Böylece azâb etmenin, her türlü faydadan uzak, sırf bir
zarar olduğu ortaya çıkar. Yine, azâb etmenin çirkin olduğu, aklın bedâhetiyle
de bilinir. Daha doğrusu, aklî bakımdan azab etmenin çirkinliği, zararlı
olmayan yalanın ve zararlı olmayan cehaletin çirkin olmasından; daha doğrusu
zararlı yalanın ve cehaletin çirkin olmasından daha net bir çirkinliktir. Çünkü
zararlı olan bu yalan zarara götüren bir araçtır. Zarara götüren yolun
çirkinlik derecesi, bizzat zarar olanın çirkin olmasından daha hafiftir. Azab
etmenin çirkin olduğu sabit olunca, onun Allah'dan sudur etmesi de imkansız
olur; çünkü Cenâb-ı Hakk, Hakîmdir, Hakîm ise, çirkin olan şeyi işlemez,
b-) Cenâb-ı
Hakk,
"Kâfir olanlar yok mu? Onları uyarsan da birdir, uyarmasan da, onlar iman etmezler." (Bakara, 6) ayetinde ifade ettiğine göre, kâfir kimselerin iman etmeyeceklerini biliyordu. Bunun böyle olduğu sabit olunca, O, kâfir kimseleri mükellef kıldığında, kâfir kimseden isyandan başka hiç bir şeyin zuhur etmeyeceği sabit olur. Şayet bu isyan, azâb etmenin sebebi olursa, bu teklif, azabı hak etmesi İçin onun hatasını aramak olur. Bu husus, azâb etme illetinin ya tamamıdır, veya illetin yarısıdır. Her ikisine göre de, bu teklif, meydana geldiğinde, peşinden kesinlikle cezanın geleceği bir iş olur. Faydadan uzak bir zarar için hata aramak ise, çirkin bir şeydir. O halde, böyle bir teklif çirkin olur. Çirkini ise, Hakîm olan Allah işlemez. Buna göre burada, iki şeyden birisi bulunmaktadır. Bu da, ya böyle bir teklif bulunmamıştır; veya bulunmuştur, ancak Cenâb-ı Hakk, azâb etmek İçin hata aramamıştır denilme-sidir. Halbuki, maksat meydana gelmişken, bu nasıl olur?
c-)
"Cenâb-ı Hakk, mahlukâtı ya fayda veya zarar için yaratmıştır veya-hutta
ne fayda ne de zarar için yaratmıştır" denilmesidir. Buna göre, şayet
Cenâb-ı Hakk, mahlukâtı fayda için yaratmışsa, bile bile, maksadının zıddına
yol açacak bir şeyi onlara teklif etmemesi gerekir. Şayet onları mükellef
tutarsa, isyan edeceklerini bildiği için, bu teklif onları cezalanmaya götüren
bir şey olur. Buna göre, Cenâb-ı Hakk onların faydasını istiyorsa, onları sorumlu
tutmaması gerekir. Onları sorumlu tuttuğuna göre, bu onların isyan etmelerinin
azaba hak kazanmaları için bir sebep olmamasına delâlet eder. Onları, ne
faydalan ne de zararları için yaratmamıştır, denilmesi de caiz değildir.
Çünkü, onları hiç yaratmayıp yoklukta bırakmak, bu iş için yeterdi. Bir de
böyle farzedilmesi durumunda, bu iş abes olur. Cenâb-ı Hakk onları, zararlar
için yaratmıştır, denilmesi de doğru değildir. Çünkü böyle olan zat, merhametli,
cömert ve iyiliksever olamaz. Halbuki akıl ve dinin emirleri, Cenâb-ı Hakk'tn
Rahim, Kerim ve pek güzel mevlâ ve pek güzel yardımcı olduğu hususunda
mutabıktırlar. Bütün bunlar, cezanın yokluğunu gösterir.
d-) Cenâb-ı
Hakk Subhanehû, günahları gerektiren sebepleri yaratandır. Bundan dolayı bizzat
O, günah işlemeye mecbur edendir. Bu nedenle günahlardan ötürü azab etmesi,
onun için çirkin bir şey olur. Biz, o sebepleri yaratan bizzat Cenâb-ı
Hakk'tır, dedik. Çünkü, fiilin, kulun kudretinden sadır olmasının, Cenâb-ı
Hakk'ın yarattığı bir sebebin o kudrete eklenmesine dayandığını, bununsa cebri
gerektirdiğini açıklamıştık. Zorlanmış olan şahsa azâb etmekse, aklen çirkin
bir iştir. Bu hususu başka bir şekilde de anlatarak şöyle demişlerdir: Dinî
emir ve yasaklar, insanlardan iki kimseye gelse; bunlardan birisi bu emir ve
yasakları kabul etse, diğeri de bunlara muhalefet etse; böylece onlardan biri
mükâfatlandırılır, öteki ise cezalandırılır. Buna göre şöyle sorulur: Beriki
niçin kabul etti de, diğeri niçin kabul etmedi? Cevap olarak şöyle denilir:
Kabul eden kimse, sevabı sevdi; cezadan kaçındı da itaat etti. Diğeri ise,
mükâfatı sevmediği, cezadan kaçınmadığı için, isyan etmiştir. Veyahutta şöyle
denilir: Bu, kendisine nasihatta bulunanı dinlemiş, ne dediğini iyice anlamış,
böylece de itaat etmiş; beriki ise, nasihati dinlememiş, anlamamış, böylece de
isyan etmiştir. Bu cevabı müteakiben, şöyle denilebilir: Bu, niçin kulak
vermiş ve anlamış; beriki ise, niçin kulak vermemiş ve anlamamış? Biz deriz ki,
bu akıllı, becerikli ve zekî, öteki
ise, ahmak, cahil ve darakıllıdır.. Bu cevaba karşılık, şöyle sorulur: Bu niye akıllı, becerikli ve zekî de, berikisi değil? Şüphesiz zekî olmak veya ahmak olmak, yaratılıştan ileri gelen bir durumdur. Çünkü insan ahmaklığı tercih etmez. Bunları isteyerek yapmaz. Bütün sebepler mecburî olarak Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı şeylere dayanınca, bütün bu işlerin Allah'ın hükmetmesiy-le olduğunu anlamış olduk. Birisi itaat eden, diğeri ise isyan etmiş olan iki şahsı, her türlü nitelikte, yani akıl ve cehalette, zekîlik ve ahmaklıkta, beceriklilik ve beceriksizlikte, öğretici, teşvik edici ve men edici olmak gibi hususlarda müsavî tutmak mümkün değildir. Yine, bütün bunlarda, şayet müsavi olduklarını söylemen münkün olsa bile, itaat ve ma'siyet hususunda eşit olduklarını söylemen mümkün değildir. Buna göre, şahıslarda itaat ve isyanın sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın yaratması ve hükmetmesiyle meydana gelen bir takım işlerdir. Bu durumda, şöyle denilir: Günahkârı katılık, atılganlık, ahmaklık, sertlik, akıl azlığı ve beceriksizlik gibi huylar ile yaratıp, sonra da bunlardan dolayı onu cezalandırması nerede, O'nun adaleti ve rahmeti nerede? Keşke onu da, itaatkârı yarattığı gibi zekî, becerikli, bilgili ve âlim olarak yaratsaydı yal Kalbini kaynatması, kızgınlığını güçlendirmesi, dimağını alevlendirmesi, ahmaklığını çoğaltması, ve ona, başkasına nasib etmiş olduğu edîb bir terbiyeci, bilgili bir öğretici ve tebliğ edici bir nasihatçıyı nasîb etmemesi; bundan da öteye fiillerinde ve davranışlarında bütün bu kimselerin zıd-dını ona musallat edip de, böylece onlardan kötü şeyleri öğrenerek sonra da, onun, becerikli bir akıllının, âlim kişinin, aklı başında birisinin, kalbi dengeli, kendisine şefkatli bir terbiyeci ve olgun ahlâklı bir öğretmeni verdiği temiz ruhlu kimsenin sorumlu tutulduğu şeylerle sorumlu tutulması, adaletle bağdaşmaz. Bunun adalet, merh'amet, keremli olma ve şefkatle hiçbir ilgisi yoktur. Böylece, bütün bu açıklamalarla, azabın varlığına hükmetmenin aklın kurallarının hilâfına bir şey olduğu ortaya çıkmıştır.
e-) Cenâb-ı
Hakk, neticesi bize ait olduğu için, faydalı şeylerle bizi mükellef kılmıştır.
Çünkü O;
"İyilik
yaparsanız, kendiniz için yaparsınız, kötülük yaparsanız, yine kendinize
yapmış olursunuz." (isrâ. 7) buyurmuştur. Biz isyan ettiğimizde, lehimize
olan bu faydaları kaçırmış oluruz. Hakîm olan bir zâtın, bir insanı karşısına
alıp, sorumlu tutması ve ona: "bazı yar olan şeyleri nefsin aleyhine olmak
üzere kaçırdığın için sana çok şiddetli azâb edeceğim" demesi aklen güzel
olur mu? Çünkü, o zaman Allah'a şöyle denilir: Faydayı elde etmek, zararı
defetmeye nisbetle daha az kıymetlidir. Farzet ki ben, elde edilmek istenen iki
şeyin en aşağı derecede olanını, nefsimin aleyhine olarak, kaçırdım. Bundan
ötürü, arzulanan iki şeyin en büyüğü olan zararı savuşturmayı, benim aleyhime
olarak sen kaçırır mısın? Efendinin, kölesine: "Sen, kendine ait olmak
üzere bir dinar kazanıp onu istediğin gibi kullanabilirsin. Bu kazancında,
benim asla bir menfaatim de olmayacaktır. Ama bu dinarı (altını) kazanmaz ve
ondan yararlanmazsan seni tutup azalarını parça parça keserim" demesi hiç
doğru olur mu? Şüphe yok ki, bu akıl hafifliğinin en ileri demce? idir. O halde
Hakîmler Hâkimi olan zata, bu nasıl yakışır? Sonra onlar sözlerine devamla
şöyle dediler: Farzet ki, böyle bir azabın var olduğunu kabul ettik. Böyle bir
azabın devamlı olduğuna dair delil nerde? Bu böyledir, çünkü insanların en katı
kalplisi, en kaba olanı ve hayırdan iyiden iyiye uzak olanı, kendisine kötülük
yapmadan çok ileri gittiği kimseyi muaheze ederek, ona, bir gün veya bir ay
veyahutta bir sene azâb ettiğinde, azâb eden kimse bu azâb etmeden bıkar ve
usanır... Eğer azâb etmeye devam ederse onu herkes kınar. Ve yine farzet ki o
odam, sana zarar verme hususunda aşırı davrandı. Ancak, bu azâb verme, ne
zamana kadar sürecek? Ya o seni öldürecek, ve böylece seni rahata kavuşturacak
veyahutta senin yakanı bırakacak. İntikam almaktan son derece haz duyan
insandan böyle bir şeyin su-dûru çirkin olunca, bütün bunlardan münezzeh olan
zâtın, iddia edildiği üzere devamlı azâb çektirmesi nasıl yakışır?
f-) Cenâb-ı
Hakk, kullarını, ziyadesiyle yapılan şeyi çok ileri götürmekten nehyederekj
"O, katilde aşırı
gitmesin. Çünkü ona zaten yardım edilmiştir." (isrâ, 33) ve
"Kötülüğün
cezası, misli olan bir kötülüktür" (Şuarâ. 40) buyurur. Sonra, farzet ki
kul, ömür boyu Allah'a isyan etmiştir. Ama, onun ömrü nerde, ebedîlik nerde? O
halde, ömür boyu azâb etmek zulüm olur.
g-) Kul,
ömür boyu küfre devam etse, sonra da tevbe ederek ölse, Allah onu bağışlar,
duasına icabet eder ve tevbesini kabul eder. Sen, bu büyük kerem sahibi
Allah'ın ahirette olmayacağını, veya bu azâb gören kimselerin akıllarının
kalmıyacağım mı sanıyorsun? Öyleyse onlar günahlarından niçin tevbe etmesinler?
Onlar tevbe ettiklerinde Allah onların tevbelerini niçin kabul etmesin?
Onların yakarışlarını niçin duymasın? Ve, onların ümitlerini niçin boşa
çıkartsın? Bu dünyada "Bana duâ ediniz, size icabet edeyim" (Mümin,
60) ve "Yoksa, kendisine dua ettiği zaman, bunalmışa icabet eden mi?"
{Nemi, 62) diyecek kadar merhametli ve lütuf kâr olan zât, Ahirette, kulların
kendisine yalvarıp yakarmalarının en yoğun olduğu bir sırada, onlara ancak;
"Susun orada,
'benimle konuşmayın! "(Müminûn, 108) şeklinde niçin hitap etsin ki! Oniar
sözlerine devamla, bütün bu izahların, azabın kesinlikle ol-Tiayacağt hususunda
hüküm vermeyi gerektirdiğini söylemişlerdir.
Sonra onlardan
Kur'ân-ı Kerîm'e iman edenler şöyle demişlerdir: "Kur'ân-ı Kerîm'de,
çeşitli azâblardan bahseden nasların bulunması konusunda şu mazeretleri öne
sürebiliriz:
1) Lafzî
delillere sarılmak, yakîn ve kesinlik ifade etmez. Halbuki aklî deyakîni ifade
ederler. Bu bakımdan zannî olan bilgi kat'î olana karşılık olamaz. Biz, lafzT
delillerin kesinlik ifade etmeyeceklerini söyledik. Çünkü, lafzı deliller,
tamamı zannî olan bir takım kaidelere dayanır. Zanna dayanan şey zannîdir. Yine
biz, lafzî delillerin, zannî bir takım kaidelere dayandığını söyledik; çünkü bu
kaideler, kelimelerin, nahvin ve sarfın nakline dayanır. şeyleri rivayet edenlerin sayısının, tevatür
derecesine ulaştığı bilinemez. O halde onların bu rivayetleri zannîdir. Ve yine
bu kaideler, müşterekin, me-:-azın, tahsisin, ilâve ve eksiltmek suretiyle bir
takdirin ve takdim ve tehirin olmamasına dayanırlar. Bütün bu hususlar ise,
zannîdirler. Ve yine bu kai-oeter, akfi bir muarızın olmamasına istinat
ederler. Böyle bir muarazanın bu-uımasının kabulü durumunda, "her ikisinin
de ne doğru, ne de yalan olmasına hükmetmek mümkün olmaz. Naklî, akla tercih
etmek de mümkün de-ğAdir. Çünkü akıl, naklin aslıdır. Akla ta'n etmek, hem akla
hem de nakle Drtıkte ta'n etmeyi gerektirir. Fakat, aklî bir muarızın (engelin)
olmaması, zannî bir durumdur. Bunun böyle olması, bir muarız olmadığı zaman
söz konusudur. Ama burada, zahirin hilâfına olan aklî delilleri bulmuşken, ya
durum nasıl olur? Bu sebeple, bu naklî delillerin delâletinin zannî olduğu
ortaya çıkar, zannî delilin kat'î delile karşı koyamayacağı, şüphe götürmez
bir gerçektir.
2) Vaîdden
vazgeçmek, insanlar arasında da hoş karşılanır. Nitekim şair:
Ben tehdit ettiğimde
veya güzel bir vaatte bulunduğumda, tehdidimden vaz göçerim, ama vaadimi de
yerine getiririm" demiştir.
Bundan da öte, tehdidi yerine getirme hususunda ısrarlı olmak, âdeta kınanmıştır. Bu böyle olunca, böyle bir şeyin Allah'tan sudur etmesi, hiç uygun olmaz. Bu, bir metoda dayanmaktadır ki, o da şudur: Ehl-i sünnet, ken-dişine uyma müddeti bitmeden önce, fiilin mensuh olmasını caiz görmüşlerdir. Onların, bu husustaki metodlarının sonucu şudur: Emr bazen, bizzat emredilen şeyden neşet eden bir hikmete mebnî olarak, uyulan bir kural haline gelir; bazan da, "emr"in bizzat kendisinden neşet eden bir hikmetten Ötürü uyulan bir kural haline gelir. Meselâ, efendi, kölesine bazan, yarın onu yasaklayacağını o anda bilmesine rağmen, "yarın falanca işi yap!" der. Efendinin bu emrinden maksadı, kölesinin kendisine bu hususta uyduğunu ortaya koyması ve onu, efendisine itaate alıştırmak istemesidir. Tıpkı bunun gibi, Allah kulunun yarın öleceğini bilmesine rağmen, O'nun, "Yarın yaşarsan, namaz kıl!" demesi, Ehl-i sünnete göre uygun bir şeydir. Bu emirden, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, emrolunan şeyi meydana getirmek değildir, çünkü böyle bir işin olması imkânsızdır. Daha bundan maksat, bizzat sadece emrin kendisinden kaynaklanan bir hikmettir ki, o da, bağlılığın, itaatin ve inadı terketmenin meydana gelmesidir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Kur'ân'da verilmiş olan haberlerin de böyle olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Buna göre, haberlerdeki hikmetin kaynağı bazan haber verilen şeyin kendisi olur, bu da vaat hususunda carîdir. Bazan da, hikmetin kaynağı haber verilen şey değil, ama bizzat haberin kendisi olur. Nitekim bu hususta vaîdler (tehditler) de geçerlidir. Buna göre, tehdit üslubuyla gelen haberler, günah işlemekten men etmeyi ve taatlere yönelmeyi ifade etmektedirler. Vaîdlerde olduğu gibi, böyle bir şey meydana geldiğinde, haber verilen şeyin bulunmaması caizdir. İşte bundan ötürü, Ehl-i sünnet âlimleri, "Allah'ın mükâfat hususundaki vaadi, haktır ve vâcibtir; ama cezalandırmaya dair tehditlerine gelince, bunu " tahakkuk etmesi zorunlu değildir. Cenâb-ı Hakk, bununla sadece, onları kapsayan rahmetiyle birlikte, mükelleflerin iyiliğini murat etmiştir. Bu, tıpkı çocuğunu Öldürmekle, aozünü çıkarmakla, kesmekle ve döğmekle tehdit eden bir babanın durumuna benzer. Eğer, çocuk babasının bu emrini kabul ederse, şüphesiz bundan faydalanmış olur. Ama, babasının dediklerini yapmazsa, babanın kalbinde bulunan şefkat çocuğunu öldürmesine ve onu cezalandırmasına mâni olur. Şayet, "bütün bu takdirlere (farz-ı muhallere), göre, bu yalan olur. Yalansa, çirkindir" denilirse, biz "her yalanın çirkin olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine, çirkin olan yalan, ancak zararlı olan yatandır. Faydalı olan yalana gelince, bu çirkin değildir" deriz. Sonra bunu kabul etsek bile, onun yalan olduğunu kabul edemeyiz, zira, Kur'ân'ın umumî lâfızlarının tamamı tahsis edilmiş değil midir? Oysa ki bu, yalan olarak adlandırılmamıştır. Yine, müteşabih ayetlerin hepsi, zahiri manalarından tevil edilmemiş midirler? Halbuki bu da, yalan diye adlandırılmamıştır. Burada da böyledir.
3) İsyankârlar
hakkında ilâhî tehdidi ifade eden ayetler, her ne kadar bu nassın açık
ifadesiyle zikredilmemişse de, tevbe etmeme şartına bağlanmış değ Mermidir?
Bunlar yine bize göre de, her ne kadar bu, nassın sarih ifadesiyle
zikredilmemişse de, affetmeme şartına bağlanmıştır. Veya şöyle deriz: Bunun
manası şudur: Günahkâr kimse, bu tür cezalara hak kazanır. Buna göre, cezaların
vaki olacağını haber vermek, günahkârın, cezanın vuku bulmasını hakettiğini
haber vermeye hamledilir. Bu görüşü açıklama hususunda söylenilen şeylerin
tamamı, işte bu anlatılanlardır.
Azabın meydana geleceğini kabul edenler ise, "bu azabın vuku bulacağı, Hz. Peygamber'den tevatür yoluyla bize kadar naklolunmuştur; bu sebeple azabın olacağını inkâr etmek, Hz. Peygamber'! tekzip etmek olur. Cezanın olmadığı hususunda kendisine yapıştığınız şüpheli şeylere gelince, bu, "hüsün ve kubuh meselesi" ne dayanır ki, bu mesele de bizim benimsediğimiz bir prensip değildir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir.
"İnsanlardan,
mümin olmadıkları halde, Allah'a ve âhiret
gününe iman ettik,
dfyenler vardır"
(Bakara, 8).
Müfessirler, bu ayetin
münafıkların nitelikleri hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Müfessirler
şöyle demişlerdir: Allah, mümin, kâfir ve «nünafık olmak üzere, üç sınıf
insandan bahsetmiştir. Buna göre, önce içhtfl dışları tertemiz, kalbleri imanla
dolu ihlâs sahibi müminlerle söze başlamış, sonra nitelikleri inkâr ve inada
dayanan kâfirleri zikretmiş, daha sonra da, kalbi söylediğinin tersi olan ve
diliyle iman ettiğini söyleyen kimselerin durumunu vasfetmiştir. Burada, birkaç
mesele bulunmaktadır:
[96]
Bil ki,
"nifak"ın hakikati hakkındaki söz, ancak zikredeceğimiz şu taksim ile
ortaya çıkar. Buna göre biz deriz ki, kalbin halleri dörttür:
a-) Delilden
elde edilmiş, mutabık bir itikat ki, bu ilimdir,
b-) Delilden
elde edilmeyen mutabık bir itikat ki, bu da mukallidin inancıdır;
c-) Mutabık
olmayan itikat, kî bu cehalettir ve
d-) Kalbin
bütün bunlardan halî olması durumu...
İşte dört kısım
bunlardır.
Lisan (dilin)
durumlarına gelince,
a-) İkrar
(kabul etme),
b-) İnkâr
(kabul etmeme),
c-) Sükût
(suskunluk) olmak üzere, üç tanedir. Buradaki dört ile üçün çarpımından, oniki
kısım meydana gelir.
Birinci nev'i:
Kalbde bilgi meydana geldiğinde, bu durumda, bu bilgiye ya dil ile ikrar veya
dil ile inkâr veyahutta sükût bitişir.
Birinci kısım:
Dil ile ikrarla beraber, kalbte bilginin meydana gelmesi. Bu durumda, eğer bu
ikrar kişinin isteğiyle olmuşsa, böyle bir kimse, ulemânın ittifakıyla, gerçek
mümindir. Eğer bu ikrar ihtiyari değil de, mecburî olursa, ki bu da kalbiyle
bilip, fakat içinde, korku olmasaydı ikrar değil de, inkâr edeceğine dair bir
his bulması halidir ki, bu kimsenin münafık sayılması gerekir. Çünkü böyle bir
kimse kalbiyle inkarcı ve yalancı durumundadır. Bu adam diliyle ikrar ve tasdik
edici olduğunda da, münafık sayılması gerekir. Çünkü o, kalbiyle inkarcı ve
ikrarın vücubunu da yalanlamıştır.
İkinci kısım:
Kalbte, dil ile inkâr etmekle beraber, bilginin meydana gelmesidir. Bu inkâr,
mecburî olursa, sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın
"Kalbi imanla
dopdolu olduğu halde, zorlanan kimse hariç" (Nahi, 106) buyurduğu için,
müslümandır. Eğer bu inkâr, kendi isteğiyle olursa, bu kimse İnatçı bir kâfir
olur.
Üçüncü kısım: Kalbî bilgi (irfan) meydana gelir, bununla beraber kişinin dili ikrar ve inkârdan hali olur. Buna göre bu sükût işi, ya mecburî veya ihtiyari olur. Eğer mecburî ise bu mecburîlik diliyle ikrar etmeden korkma şeklinde ise, işte bu kimse gerçek müslümandır. Veyahutta şöyledir: Allah'ı delilleriyle bilip, sonra bu istidlalini tamamlar tamamlamaz ansızın ölürse, bu kimse de kesinlikle mümindir. Çünkü bu kimse, her ne kadar ikrar veya inkâr edecek bir zaman bulamadıysa da, mükellef tutulduğu her şeyi yerine getirmiştir. Bu sebeple, bu hususta mazeretli kabul edilmiş olur. Eğer bu sükût kendi isteğiyle olursa, bu kimsenin hali, Allah'ı delilleriyle tanıyıp, sonra ikrar etmeyen kimsenin hali gibidir. İşte münakaşa edilen de, böylesi bir durumdur. Gazâlî (r.a.)'nin temayülü, Hz. Peygamber'in:
"Kalbinde zerre
ağırlığınca iman bulunan kimse, ateşten çkar (orada ebedî kalmaz)" sözünden
ötürü, bu kimsenin mümin olduğu istikametindedir. Bu adamın iman nuruyla dolup
taşarken, nasıl ateşten çıkmaz?
İkinci nev'i: Kalbte,
taklidî bir inancın meydana gelmesi. Buna göre, bu inançla birlikte ya ikrar
veya inkâr veyahuttu sükût bulunur.
Birinci kısım:
Bu taklidî inançla beraber ikrarın bulunmasıdır. Sonra bu ikrar, kişinin
isteğiyleyse bu, "mukallid mümin midir, değil midir?" şeklindeki
meşhur meseledir. Eğer bu ikrar mecburî olursa, bu birinci nevin bir kısmına
göre hüküm alır. Eğer biz birinci nevin birinci kısmında kişinin küfrüne
hükmetmişsek, burada söylenecek her hangi bir söz yok. Ama, eğer orada imanına
hükmetmişsek, burada da nifakına hükmetmek gerekir. Çünkü, bu şekle göre, kalb
biliyorsa şahıs münafık oluyordu. Taklit ettiğindey-se, burada haydi haydi
münafık olur.
İkinci kısım:
Dilin inkâr etmesiyle birlikte, kalbte taklidî bir inancın bulunmasıdır. Sonra
bu inkâr, eğer kişinin isteğiyle olmuşsa, onun küfründe şüphe yoktur. Eğer
mecbur olmuşsa ve biz de mukallidin imanının var olduğuna hükmetmişsek, burada
da kişinin mümin olduğuna hükmetmemiz gerekir.
Üçüncü kısım:
Sükût ile beraber, taklidî bir inancın bulunmasıdır. Bu sükût ya mecburî veya
ihtiyarî olur. Bunun hükmü, şayet mukallidin mümin olduğuna hükmetmişsek,
birinci nevin üçüncü kısmının hükmü gibi olur.
Üçüncü nevi:
Kalbî inkârdır. Gu durum da, bu kalbî inkârla beraber, ya dilin ikrarı veya
ditin inkârı veyahutta sükût bulunur.
Birinci kısım:
Kalbî inkârla beraber, dilin ikrarının bulunmasıdır. Buna göre bu ikrar, eğer mecburî
İse, bu münafıktır.Eğer kendi ihtiyarı ile ise, bu bir şüpheye binâen âlemin
kadîm olduğuna inanıp, sonra kendi ihtiyarıyla ve diliyle âlemin muhdes
olduğunu ikrar etmesi durumuna benzer. Bu ise, olabilir. Çünkü, kalbiyle bilip
lisanıyla inkâr etmesi, ki bu bile bile ve inadî bir küfürdür, caiz oluyor da,
kalbiyle bilmeyip diliyle ikrar etmesin için caiz olmasın? Bu kısımda,
nifaktan sayılmıştır.
İkinci kısım: Hem kalbî bir inkârın ve hem de lisanî bir kabul etmeyişin bulunmasıdır ki, bu durumda olan kimse münafık değil, kâfirdir. Çünkü o, kalbindekinin aksine olan her hangi bir şey açığa vurmamıştır.
Üçüncü kısım:
Lisanın sükût etmesiyle beraber, kalbin inkâr etmesidir. Bu durumda olan kimse
de, münafık değil, kâfirdir; çünkü o da, kalbindekinin aksine olan bir şey
izhar etmemiştir.
Dördüncü nev'i: Her türlü inançtan hali olan kalbtir. Buna göre, bu hali olmayla
beraber, ya ikrar veya inkâr veyahutta sükût bulunur.
Birinci kısım:
İkrarın bulunması durumunda, bu ikrar ya ihtiyarî veya izdırarî (zorunlu) olur.
Eğer ihtiyarî olursa, bu durumda o kimse, ya, araştırmaya devam ediyordur ki,
ona kâfir hükmünü vermek gerekmez; ancak o, caiz olmayan bir şeyi yapmaktadır.
Zira o, kendisi hakkında doğru konuşup konuşmadığı bilinmeyen bir durumdan
haber vermektedir. Eğer o kişi bir vıroasele tartışmalıdır. Eğer bu ikrar
ızdırarî (zorlamalı) olursa, sahibi küfre nisbet edilmez. Çünkü kendi
ihtiyarıyla ikrar etmeyişi, araştırmak içinse ve bu kimse de kendisinin ikrarı
terketmesinden endişelenmiyorsa, bunun bu işi çirkin sayılmaz.
İkinci kısım:
Dil ile inkâr etmekle beraber, her şeyden hali olan kalbin durumudur. Bunun
hükmü ise, dördüncü nevin birinci kısmının hükmünün aksinedir.
Üçüncü kısım:
Hem kalbin hali olması, hem de dilin hiç bir beyanda bulunmaması.... (yani
sükût etmesi). Eğer bu kimse bir araştırma içindeyse, burada böyle bir
araştırma vâcibtir. Eğer, bu kimse araştırmada değilse, onun kâfir olduğuna
hükmetmek gerekir; ona kesinlikle münafık hükmü verilmez. Bu konuda,
yapılabilecek sınıflama bundan ibarettir. Bütün bunlardan nifakın ne olduğu;
münafıkın, kalbinde ister zahirine zıt bir şey bulunsun veya-hutta içi
zahirinin ifade ettiği her şeyden hali olsun, dışı içine (kalbine) uymayan
kişi olduğu ortaya çıkmış olur. Bunu iyice kavradığında,
"İnsanlardan,
Allah'a ve ahiretgününe îman ettik! diyenler vardır." (Bakara, 8)
sözünden muradın, münafıklar olduğu anlaşılmış olur. Allah en iyi bilendir.
[97]
Alimler, aslî kâfirin küfrünün mü daha çirkin, yok- sa münafıkın küfrünün mü daha çirkin olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı, aslî kâfirin küfrünün çirkin olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre, kâfir olan kimse, kalben cahil, lisanen de yalancıdır. Münafık ise kalben cahil, lisanen ise, sadıktır. Diğerleri ise, münafık da lisanen yalancıdır, demişlerdir. Çünkü münafık, o inanç üzere olmadığı halde, imanının olduğunu söylemiştir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk,
"Bedevi Arablar, iman ettik, dediler, de ki: Siz iman etmediniz. Ama, müslüman olduk deyin. Çünkü, iman henüz kalbinize girmedi " (Hucurat) ve "Allah şehadet eder ki, münafıklar muhakak yaylanıctdirlar. (Münafikun,1) buyurmuştur. Sonra münafık, kâfire nisbetle, çirkin olan bazı şeylerle de muttasıfdır.
a-) O,
insanların düşüncelerini karıştırmaya yeltenmişken, kâfir ise buna
yönelmemiştir.
b-) Kâfir,
erkeklik tabiatı üzerinedir. Münafık ise, kancıktık tabiatı üzerinedir.
c-) Kâfir
kendisinin yalan söylemesine razı olmamış, bundan kaçınmış ve sadece doğruyu
söylemeye razı olmuşken, münafık ise yalan söylemeyi tercih etmiştir.
d-) Münafık,
aslî kâfirin aksine, küfrüne bir de alay etmeyi ilâve etmiştir. Küfrünün fazla
olmasından ötürü de, Cenâb-ı Hakk,
"Muhakkak ki
münafiklar, ateşin en alt tabakasmdadıtiar." (Nisa, 145) buyurmuştur.
e-) Mücâhit,
Cenâb-ı Hakk'ın dört ayette müminleri zikrettiğini, sonra ikinci olarak iki
ayette kâfirlerden bahsettiğini, üçüncü olarak da, onüç ayetle münafıklardan
bahsettiğini; bunun ise, münafıkların suçlarının daha büyük olduğuna delâlet
ettiğini söylemiştir. Bu, uzak bir görünüştür. Çünkü, münafıkların
haberlerinin çok anlatılması, onların günahlarının büyük olmasını gerektirmez.
Eğer bunların suçları büyükse, bu başka sebeplerden dolayıdır. Bu da, onların,
küfürlerine, başkalarını aldatmak, alay etmek ve buna mümasil başka gailelerin
peşinden koşmak gibi günahları eklemeleridir. Buna şu şekilde cevap vermek de
mümkündür: Onların haberlerinin çokça anlatılması, bunların serlerini
savuşturmaya verilen ehemmiyetin kâfirlerin serlerini savuşturmaya gösterilen
çabadan daha fazla olduğuna delâlet eder ki, işte bu onların günahlarının
kâfirlerinkinden daha büyük olduğuna delâlet eder.
[98]
a-) Allah'ı
tanımayan, fakat O'nu tanıdığını di- liyle ikrar eden kimsenin Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlar mümin değildirler" (Bakara, 8) ifadesinden dolayı, mümin
olmadığına delâlet eder. Kerrâmiyye ise, böyle kimsenin mümin olacağını
söylemiştir.
b-) Bu ayet,
her mükellefin Allah'ı bildiğini, Allah'ı bilmeyen kimsenin mükellef
olamıyacağını iddia eden kimsenin görüşünün batıl olduğuna delâlet etmektedir.
Bu iddiada yer alan, "her mükellef Allah'ı bilir" sözünün batıl
olmasına gelince, deriz ki, şu münafıklar şayet Allah'ı bilseler ve O'nu ikrar
etselerdi, onların bunu ikrar etmelerinin iman olması gerekirdi. Çünkü, Allah'ı
tanıyıp O'nu ikrar eden kimsenin, mutlaka mümin olması gerekir. İkincisine
gelince, Allah'ı tanımayan kimse, şayet mazur görülseydi, bu tanımayışlarına
karşılık, Allah onları kınamazdı. Buna göre, kelâmcılardan, "eşyayı
tanımayan kimse mazur olur" diyen kimsenin görüşü batıl olmuştur.
[99]
1-) İbn
Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmistir: İnsan, insan diye adlandırıldı.
Çünkü, ondan bir
ahid alındı da, ama o
bu ahdini unuttu. Şair ise,
"sen insan olarak isimlendirildin, çünkü sen ahdini unuttun" demiştir. Ebû'l-Feth el-Besti: "Ey insanların insanlara en fazla İhsanda bulunanı; ve insanların, insanlara en fazla lütufta bulunanı! Sen, ahdini unuttun, "unutmaksa bağışlanmıştır" O halde, sen de bağışla; çünkü ilk unutan, ilk insandır" demiştir.
2-) İnsan,
kendi gibi insanlarla ünsiyet kazandığı için, insan diye adlandırılmıştır.
3-) Âlimler,
"insan, aşikâr olduğu ve görüldüğü için, insan diye adlandırıt-mıştır.
Nitekim, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Tür dağı
tarafından bir ateş gördü" (Kasas, 29) sözü de bu manadadır. Cinlere de,
görülmedikleri için "cin" adı verilmiştir. Her lafzın başka bir
şeyden müştak olması gerekmez. Aksi halde, teselsül gerekir. Buna göre, insan
lâfzını başka bir kelimeden türetmeye ihtiyaç yoktur.
[100]
İbn Abbas, bu ayetin
ehl-i kitabın münafıkları hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b.
Ubeyy, Mu'teb b. Kuşeyr ve Cedd b. Kays bunlardandır. Bunlar, müminlerle
karşılaştıklarında iman ve tasdik ettiklerini söyleyerek, "Şüphesiz biz,
kitabımızda O'nun niteliklerini ve sıfatlarını görmekteyiz" diyorlar;
halbuki, başbaşa kaldtklanndaysa, böyle olmuyorlardı.
[101]
lâfzı,ikil,çoğul ve
tekil olmaya eleverişli bir kelimedir. Tekil için kullanılmasına gelince, bunun
ayetteki delili, Onlardanr seni dinleyen vardır" (Muhammet, 16) ayeti;
çoğul için kullanılmasına ayetten delili;
"Onlardan seni dinleyenler vardır" (Yûnus, 42) ayetidir. Bunun sebebi, lâfzının müfret (tekil), manasının ise çoğul oluşudur. Müfred olduğu zaman lâfzina, cemi olduğu zaman da manasına başvurulur. Bu ayette, her iki durumda bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "diyor" lâfzı müfret, "iman ettik" lâfzı da cemîdir. Ayetin konularından, geriye birkaç sual kalmıştır.
Birinci sual:
Münafıklar, Allah'a ve ahiret gününe inanmışlardı. Ne var ki onlar, Hz. Peygamber'in
nübüvvetini inkâr ediyorlardı. O halde Cenâb-ı Hakk, onların Allah'a ve âhiret
gününe iman etmek iddialarında, onları niçin yalanlamıştır? Cevabımız şudur:Bu
ayetimüşriklerinye münafıklarına hamlettiğimizde, her hangi bir güçlük kalmaz.
Çünkü onların çoğu, Allah'ı tanımıyor, öldükten sonra dirilmeyi ve biraraya
getirilmeyi inkâr ediyorlar. Şayet bu ayeti ehl-i kitabın -ki bunlar
yahudîlerdir- münafıklarına hamledersek, işte, onların Allah'a inanmaları bir
İman sayılmadtğı için, Allah onları yalanlamıştır. Zira'onlar, Cenâb-ı
Hakk'ın,cisimolduğunajinanıyorlar ve "Uzeyr, Allah'ın oğludur"
fTevbe, 30) diyorlar. Onların âhiret gününe inanmaları da iman değildir. O
halde onlar "Allah'a iman ettik" dediklerinde, onların kötülükleri
kat kat fazlalaşmış olur. Çünkü onlar kalbleriyle, bu batıl yol üzere Allah'a
inanıyor; lisanlanyla da, bu sözleriyle, "muhakkak ki biz de, sizin
imanınız gibi Allah'a iman ettik!" diyerek, müslü-manlara böyle bir vehim
veriyorlardı. İşte bu sebepten dolayı, Cenâb-ı Hakk onları bu hususta
yalanlamıştır.
İkinci sual: Cenâb-ı
Hakk' "Onlar mümin
değildirler" sözü, yine Allah'ın "Biz Allah'a iman ettik"
sözüyle nasıl mutabık jlur. Birincisi, failin değil de fiilin durumunu
zikretmek hakkındadır; ikincisi ise, fiilin değil de failin durumunu zikretmek
hakkındadır. Böyle bir soruya da şöyle cevap veririz: Bir kimse, "falanca,
filan meselede tartıştı" dediğinde, sen, şayet "O, o meselede
tartışmadı" dersen sen onu yalanlamış olursun. Ama, sen, şayet "O, münakaşa
edenlerden değildir" dersen, onu tekzib etme hususunda mübalağa etmiş
olur. Yani, o kimse, böyle münazara edecek cinsten bir adam değildir, bu onun
hakkında nasıl düşünülebilir? Burada da durum böyledir; onlar, "Allah'a
iman ettik" dediklerinde, şayet Cenâb-ı Hakk, "Onlar iman
etmediler" deseydi bu onları tekzib etmek olurdu. Ama Cenâb-ı Hakk,
"Onlar mümin değildirler" deyince, bu onları tekzib etme hususunda
mübalağa ifade eder. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın
"Onlar ateşten
çıkmak istiyorlar, oysa ki onlar oradan çıkıa değillerdir." (Maide, 37)
ayetidir, sözü senin,*
"Onlar oradan çıkmıyorlar" sözünden daha mübalağalıdır.
Üçüncü sual:
"Ahiret günü"nden murat nedir? Bu soruya cevabımız şu olur: Bununla,
sınırı olmayan bir vaktin kastedilmesi caizdir. Bu vakit de, müddeti bitmeyen,
kesintisiz bir ebedîliktir. Ve, yine bununla, nüşûr (dirilme) dan başlayan
cennet ehlinin cennete; cehennemliklerinse cehenneme gireceği vakitle
sınırlanan bir zamanın murat edilmesi de uygundur. Çünkü bu, sınırlanan
vakitlerin en sonuncusudur, bundan sonra ise, her hangi bir tahdit söz konusu
değildir.
"Allah'ı ve /man
edenleri aldatıyorlar. Halbuki onlar,ancak kendilerini aldatıyorlar da, bunun
farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların
hastalığını arttırmıştır. Yalan söylediklerinden ötürü, onlara acı veren bir
azab vardır." (Bakara, 9-10) Bil ki, Cenâb-ı Hak, münafıkların
kabahatlerine dair dört şey zikretmiştir:
Binincisi, bu ayette
zikretmiş olduğu şeydir ki, o da münafıkların "Allah'ı ve müminleri
aldatma gayretleridir." Bu sebeple, ilk önce aldatmanın ne olduğu
bilinmelidir.
Sonra ikinci olarak
Allah'ı aldatmalarından murat nedir? Üçüncü olarak, niçin onlar Allah'ı
aldatmaya kalkışmışlardır? Dördüncü olarak, "Onlar ancak kendilerini
aldatıyorlar" sözünden maksat nedir?
[102]
Aldatmanın kötü
bir şey olduğu
hususunda herhangi bir şüphe yoktur. Ayıplanan ve kötü kabul edilen şey
bir daha yapılmasın diye, başkasından ayırdedilmelidir. "el-Hud'a"
lafzının esas manası, gizlemektir. Kasaya da,
denilmektedir. Boynun iki tarafındaki damara da, gizli, oldukları keler
yuvasına girip, pek az göründüğü zaman Tecrübe kazanıncaya kadar birçok kez
yanılan kimseye de denilmesi bundandır.
Muhâdara'nm tarifine
gelince bu, insana güven ve emniyet vehmi veren şeyleri izhar edip, başkasına
zarar vererek ondan kurtulunması gereken şeyi de gizlemekten ibarettir. Bu
küfürde, nifak; güzel fiillerde ise riya gibidir. Bütün bunlarsa, dinin
gerektirdiği şeylerin aksine hareketlerdir. Çünkü din, doğruluğu; gurur ve
kötülük'yapmaktan vazgeçmeyi gerektirir. Yine bu dinr ibâdetler konusunda
herşeyin, sırf Allah için yapılmasını ister. Müraînin maksadının tersini izhar
ettiğinde, "müdellis-gerçeği örten" diye vasfedilmesi de bu
manadandır. Nitekim hadis ıstılahındaki "tedlîs" de buradan
alınmıştır. Çünkü ravî, dinlemediği kimseden dinlemiş olduğu vehmini verir.
Halbuki bunu açıkladığında, o kimseye "müdellis" adı verilmez.
[103]
Münafıklar
Allah'ı nasıl aldatmaya
çalışırlar?Birisi şöyle diyebilir: Allah'ı aldatmak iki yönden
imkansızdır:
a) Cenab-ı
Hak, kalbleri ve kalblerue olan sırları, her şeyi bilendir. Bu sebeple
aldatılması mümkün değildir.
b) Münafıklar,
Allah'ın kendilerine peygamber yollamış olduğuna inanmamışlardır.
Bundan dolayı onların nifâklarındaki maksadı, Allah'ı aldatmak olmamıştır.
Binaenaleyh, bu lâfzı zahirine hamletmenin mümkün olmadığı sübût bulmuş olur.
Öyleyse, burada iki
yönden tevil yapmak gerekmektedir:
a- Cenâb-ı
Hak burada kendi zâtını zikretmiş, bununla da şanını yüceltmek ve ululamak için
Resulünü kasdetmiştir. Nitekim bu muhtevada olmak üzere şöyle buyurmuştur.
"Sana beyat edenler
yok mu, muhakkak ki onlar Allah'a beyat etmektedirler' (Fetih. 10). Bunun
tersini ifade etmek içinse,
"Biliniz ki,
ganimet olarak elde ettiğiniz herşeyin beşte biri Allah'ındır" (Enfaf. 4i)
buyurarak, Resulünün almış olduğu hisseyi kendi zâtına nisbet etmiştir. İşte,
münafıklar peygamberi aldattıklarında, "Onlar Allah'ı aldattılar"
aldatmaya
çalıştılar" denilmiştir.
b- "Kâfir
oldukları halde iman ettiklerini söyleyerek, Allah karşısında takındıkları
tavırları, hile yapan kimsenin durumuna benzer. Kendi nezdinde kâfir oldukları
halde, onlara müslümanların hükümlerinin tatbik edilmesini emretmek suretiyle
Allah'ın onlara yaptığı da, onların, Allah'ın emrine uyarak, O'nun kendileri
hakkındaki hükümlerini icra etmeleridir" denilmesidir.
[104]
Bu hileden maksadın ne
olduğunu açıklama hususundadır. Bu hususta, birkaç vecih bulunmaktadır: ,
a- Münafıklar,
müminlere, iman ettiklerini gösterdiklerinde, peygamber müminlerin onları
ta'zim ve ikram etme hususunda diğer müminler gibi mütalaa edeceklerini sanmış
olmalarıdır. Eğer onlar, izhâr ettiklerinin tersini gizlemişlerse, işte
"aldatma" dan maksatları budur.
b- Onların
maksatlarının, Hz.Peygamber'in ve müminlerin, sırlarını onlara ifşa etmelerini
ve böylece onların bu sırları, müminlerin düşmanı olan kâfirlere
aktarmalarıdır.
c-
Öldürülmek vb. gibi kâfirlere tatbik edilen hükümleri, kendilerinden uzak
tutmdarıdır. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s): "lâ ilahe
illallah deyinceye kadar
insanlarla savaşmam emrolundu[105]
buyurmuştur.
d- Onların
ganimet mallarındaki arzularıdır. Şayet, Allah'u Teâla, "Hz.Peygamber'e
onların hile ve aldatmalarının keyfiyetini vahyetmeye kadirdi. Onların bu iç
yüzlerini ortaya koymak için niye bunu yapmamıştır?" denilirse, deriz ki:
Şüphesiz Cenâb-ı Hak, iblîs ve zürriyctmin kökünü kazımaya kadirdi. Ne var ki,
onları olduğu gibi bırakarak, üstelik onları güçlendirdi. Bu, ya Allah
dilediğini yapar ve dilediği hükmü verir olduğundandır veya kendisinden başka
hiç kimsenin bilemiyeceği bir hikmetten dolayıdır.
Şayet, müşareket ifade
ettiği halde kelimesinin bir şahıs için kullanılması doğru mudur? denilirse,
biz deriz ki: Keşşaf adlı tefsirin müellifi, bunun böyle kullanılmasının
hikmetini şöyle açıklamıştır: Her ne kadar
fiili, vezninde gösterilmişse de, bununla
kastedilmiştir. Çünkü vezni, aslında mübalağa ifade eder. Faili yenilmeye
çalışılan fiil, faili, yenilmeksizin, bunu gerektiren sebebin kuvveti fazla
olduğundan, tek başına o fiili yaptığında, sülasisinden daha muhkem ve daha
belîğ olarak getirilir. Bunu, Ebu Hayve'nin *Alı jjijjy şeklinde okuması da
teyid etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak lâfzını beyan için, buyurdu, diye başlayan
cümlenin "muste'net cümle" olması da caizdir. Buna göre sanki
"Onlar yalancı oldukları halde, niçin iman iddiasında bulunmuşlardır?
Onların bundaki çıkarları nedir?" denildiğinde, cevap olarak, (hile
yapıyorlar, aldatıyorlar) denilmiştir.
[106]
Nâfi', İbn Kesir ve
Ebû Amr, geriye kalan kıraat âlimleri ise şeklinde okumuşlardır. Birincilerin
delilleri, lâfzın mutabakatıdır Böylece bu lâfız birinci lafza mutabık olmuş
olur.Diğerlerinin delilleri ise, ttiUwi ancak iki kimse arasında olur. Tek bir
insanın kendini "muhâdi" aldatması mümkün değildir. Sonra onlar,
Cenâb-ı Hakk'ın sözü hakkında, iki görüş nakletmişlerdir.
a- Cenâb-ı
Mak, o münafıkları bu fiillerine mukabil cezalandırır ve onlara azâb eder. Bu
sebeple, onlar gerçekte, sadece kendilerini aldatmış olurlar. Bu görüş Hasan-ı
Basrî'den nakledilmiştir.
b- Müfessirlerin
çoğunun kabul ettiği görüştür. O da, aldatmanın neticesinin dünyada bu
münafıklara yönelik olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, onların bu hilelerinin
zararını müminlerden savuşturur ve onu münafıklara döndürür. Bu da, tıpkı
Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleri gibidir...
"Muhakkak kf
münafıklar Allah'ı aldatıyorlar; oysa ki Allah, onları aldatmaktadır "
(Nisa, 142).
"Bizler ancak
alay edicileriz. Hakikatte Allah (cezalarını vererek) onlarla
alay eder"
(Bakara, 14-15).
"Biz de, o
akılsızların iman ettikleri gibi iman mı edeceğiz? İyi bilin ki onlar
akılsızların ta kendileridir" (Bakara,13).
"Onlar bir tuzak
kurdular. Biz de onların tuzaklarım bozduk'' (Nemi, 50). "Onlar bir tuzak
kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum"(Tarık, 15-16). "Allah ve
Resûlüyle savaşanların cezası ancak... "(Maide, 33) ve "Allah'a ve
Resulüne eziyyet verenler yok mu..." (Ahzâb, 57) ayetleri gibidir. Bundan
sonra, ayet hakkında geriye bir kaç bahis kalmıştır:
1)
anlamında ve meçhul sîgasıyla ve şekillerinde
okunmuştur.
2)
"Nefs" bir şeyin zâtı ve
hakikatidir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Sen benim içimdekini biliyorsun, ben ise
senin nefsinde olanı bilmiyorum" (Maide, ne) ayetinden dolayı, bu kelime
cisimlere tahsis edilemez. Onların "hileleriyle" kendisine zarar
verilmesi kastedilen, kendi zatlarıdır; çünkü onların hileleri kendilerinden
başkasına ulaşamaz.
3)
"Şuur", bir şeyi duyu yoluyla bilmeye denilir. İnsanın meşâiri ise,
onun duyu organlarıdır. Buna göre mana şöyle olur: Bu yaptıklarının zararının
onlara ulaşması, âdeta gözle görülüp etle tutulan bir durumdur. Ne var ki onlar
iyiden iyiye gaflete daldıklarından, sanki duyu kabiliyetlerini yitirmiş
gibidirler.
[107]
Cenâb-ı Hakk'ın sözüne gelince: Bil ki, o sıfattan çıkan fiillerde, bir zararın meydana gelmesini gerektiren bir sıfattır. Kalbe mahsûs olan özellik, Allah'ın bilmek, O'na itaat ve kulluk etmek r'duğu için, kalbte bu özelliklere mani olacak herhangi bir sıfat meydana geldiğinde, bu sıfatlar kalbin hastalığı olurlar. Şayet: "Ziyâde" (fazlalaşma) kendisine ilave edilenin cinsindendir; eğer, buradaki hastalıktan maksat küfür ve cehalet hastalığı ise, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın Allah da onların hastalığını artırdı" sözü, bu küfür ve cehalete hamledilmiş olur. Bu durumda da, Allah'ın, küfrün ve cehaletin faili olması gerekir denilmiştir. [108]
Mû'tezile'ye göre
Cenâb-ı Hakk'ın bundan muradının, birçok sebebe binâen, küfür ve cehalet fiili
olması caiz değildir.
Birincisi:
Şüphesiz kâfirler, Kur'an'ı eleştirme hususunda çok hırslı idiler. Eğer ayetin
manası bu olsaydı, "Onlar Hz.Muhammed (s,a.s.)'e şöyle kerterdi: Allah,
hakkımızda küfrü yaratınca, sen kalkıp bize imanı nasıl emredersin?.
İkincisi:
Cenâb-ı Hakk, küfrün faili olsaydı, yalancılar elinde mu'cize göstermesi de
caiz olurdu. Bu durumda da, Kur'an'ın hüccet olması diye şey kalmazdı. O halde
biz Kur'an'ın tefsiri ve manaları ile ne diye meşgul oluyoruz?
Üçüncüsü:
Cenâb-ı Hak, bu ayetleri, onların küfretmelerine karşılık onları kınamak
amacıyla zikretmiştir. Bu durumda, kendilerinde yaratmış olduğu bir şeyden dolayı
onları nasıl kınar?
Dördüncüsü:Cenâb-ı
Hakk'ın, "On!ara elim birazab vardır"
sözüdür. Şayet Allahü
Teâlâ onların renklerini ve boylarını yarattığı gibi, bunu öa onlarda yaratmış
olsaydı, Allah'ın onlara azâb edeceği hangi günahları vardır?
Beşincisi:
Cenâb-ı Hak, bu acıklı azabı, "Yalan söylemeleri sebebiyle" sözüyle
onlara nisbet etmiştir. İşte buna göre de, onları, yeryüzünde müfsitlerin ta
kendileri, akılsızların ta kendileri olarak vasfetmiş, şeytanlarıyla başbaşa
kaldıklarında onların, "Biz aslında sizinle beraberiz" ediklerini
belirtmiştir.
[109]
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki: Ayeti birçok bakımdan tevil etmek gerekir;
a- Ayette
geçen "hastalık" gam ve keder anlamına hamledilir. Çünkü, "Falan
işten ötürü kalbim kederlendi" denilir. Buna göre ayetin manası şu olur:
Münafıklar, Hz. Peygamberin işinin sağlamlaştığını
ve günden güne şanının
yüceldiğini gördüklerinde kalpleri kederlenmişti.
Bu durum, onların
riyasetlerinin elden gitmesine sebep oluyordu. Nitekim rivayet edildiğine göre
Hz.Peygamber, bir defasında eşeğine binmiş olduğu halde, Abdullah b. Ubeyy b.
Selûl'ün yanından geçmiş, İbn Selûl Hz.Peygamber'e "Ey Muhammed, eşeğini
uzaklaştır, çünkü onun kokusu bana eziyet veriyor" deyince. Ensârdan bir zat
Hz.Peygamber'e, "Ey Allah'ın Resulü, onu mazur gör; çünkü sen bize
gelmezden önce, biz onu reis yapmaya karar vermiştik!". İşte bu Kimselerin
kederleri şiddetlenince, Allahu Teâla bunu ifâde ederek, "Allah da onların
hastalıklarını arttırdı" buyurmuştur. Yani, Hz.Peygamber'in işinin ve
şanının yüceliğini ve ululuğunu arttırtmakla, onların keder üstüne kederlerini
arttırdı.
b- Onların
hastalıkları ve küfürleri, sorumluluklarının artması sebebiyle de artmıştır.
Bu,Cenâb-ı Hakk'ınTevbe sûresinde,
"Bu sûreler de onların küfürlerine küfür kattı" (Tevbe. 125) buyurduğu gibidir. Halbuki, sûre, hakikatte onların küfrünü arttır m amtştır. Ama onlar, bu sûreler nazil olduğunda onları inkâr ettikleri için küfürleri artınca, onlar hakkında böyle denilmiştir. Yine bu, Hz.Nuh'tan nakledilerek söylenilen;
"Ben onları gece
gündüz nehyettim. Ama benim davetim, onların ancak kaçmalarını
arttırdı"{Nuh, 5-6) ayetleri gibidir. Halbuki, onları davet etmek, onların
firarını gerektirmemiştir. Ne var ki onlar, bu davet sırasında kaçışlarını arttırmışlardır.
Ve yine Cenâtn Hak: "Onlardan, bana izin ver (de kalayım), beni fitneye
düşürme diyen vardır" (Tevbe, 49) buyurmuştur. Hz.Peygamber ona savaştan
geri kalma izni vermemekle, onu fitneye düşürmüş olmazdı. Fakat savaşa
çıktığında fitneye düşen o münafığın kendisidir. Bundan dolayı da, fitneye
düşürme Hz. Peygamber'e nisbet edilmiştir.
"Sana Habbinden
indirilenler, onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracaktır"
(uiaide, 68).
"Onlara bir
uyarıcı geldiğinde, onların ancak nefretin/ arttırdı" (Fatır, 42) ayetliri
de böyledir. Kendisine nasihat ettiğin halde bundan öğüt almayarak, kötülüğünde
ileri giden kimseye söylemiş olduğun, "Benim nasihatim, senin ancak
kötülüğünü ve fesadını arttırdı" sözün de böyledir. Münafıklar da
böyledir. Onlar kâfir olunca, sonra Allah onları dininin hükümlerine davet
ettiğinde, onlar bu dinî kuralları inkâr edip de böylece küfürlerini arttırınca
şüphesiz onların küfürlerinin artması Allah'a nisbet edilmiş oldu.
c- Cenâb-ı
Hakk'ın sözünden maksat, Allah'ın onlara lûtfunu arttirmamasıdır. İşte bu lûtfu
arttırmaması sebebiyle de Allah onları yardımsız bırakmıştır. Bu tıpkı, Cenâb-ı
Hakk'ın; "Allah onları kahretsin, nasıl da (Hak'tan)
döndürülüyorlar!" (Tevbe. 30) sözü gibidir.
d- Arablar,
bakışın sönüklüğünü "hastalık" kelimesiyle niteler ve şöyle derler:
"Bakışları sönük câriye..." Cerîr ise, şöyle demiştir:
"Bakışlarında bir sönüklük olan gözler yok mu? Öldürdüler bizi, sonra da
ölülerimizi diriltmediler".
e- Ayetteki
hastalık da, onların niyyetteki gevşeklikleridir. Bu böyledir. çünkü önce,
onların kalbleri muharebe, çekişme ve düşmanlık gösterme Uygusunda çok kuvvetli
idi. Sonra saltanatları kırıldı, böylece bu korku ve
"Tık sebebiyle
münafıklığa başvurdular da, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, buyurdu. Yani, Allah onlarda
bu inkisarı, korkuyu ve bu zayıflığı artrdı. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak bunu;
"Allah onların
kalblerine bir korku saldı da, onlar kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle,
evlerini harâb ederler" (Haşr. 2) ayetiyle tahakkuk ettiğini aidtrmiştir.
e- Ayetteki
hastalığın, kafbin acısı manasına hamledilmesidir. Bu şöyledir, çünkü insan
hased, nifak ve başkalarının başına bir kötülüğün gelmesini bekleme hastalığına
tutulduğunda ve bu hastalık onda devam iğinde, çoğu kez bu durum, kalbin
mizacının değişmesine ve onun elem duymasına sebep olur. Lafzı bu manaya
hamletmek, o lafzı hakiki manasına -anletmek olur. Bu sebeple de, diğer izah
tarzlarından daha üstün olur.
[110]
Cenâb-ı Hakk'ın,
sözüne gelince, bu konuda Keşşaf sanibi şöyle demiştir: kelimesi fiilinden
ism-i faildir; tıpkı kelimesinin
kelimesinden ism-i fail olması gibi... "Azâb" kelimesinin
"elîm" sıfatıyla nitelenmesi, tıpkı Arabların "Onların aralarındaki selamlaşmaları,
acı veren bir darbe gibidir" demesi de böyledir. Bu, yine Arabların
"Onun ciddiyeti büyük oldu, ciddî oldu" demelerine benzer. Ciddiyet
nasıl, ismi faili olan kişiye ait bir nitelik ise, bunun gibi "elem"
sıfatı da, gerçekte elem veren şeye aittir.
[111]
Allahu Teâla'nın'
"Yalan söylemeleri sebebiyle"sözüne sözüne gelince, bunda birkaç
bahis söz konusudur:
1) Yalan,
bir şeyden, gerçekte olduğunun aksine olarak haber vermektir. Câhiz bunu, ancak
haber veren kimsenin haber verilen şeyin haberin aksine olduğunu bildiğinde
yalan olarak adlandırır. Bu ayet ise, Câhiz'in aleyhine bir delildir:
2) Allah'ın sözü, onların yalanlarının, elem verici bir
azabın sebebi olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Bu ise, her türlü yatanın
haram olmasını gerektirir. Hz.İbrahim (a.s.)'in üç defa yalan söylediği
rivayetine gelince, bundan maksat "ta'riz"6w. Ancak şekil yönünden
yalana benzediği için, "yalan" olarak adlandırılmıştır.
3) Bu ayette
iki kıraat bulunmaktadır:
Birincisi: kıraatidir.
Buna göre onların söyledikleri yalandan maksat .onların "Allah'a ve ahiret
gününe inandık" demeleridir.
İkincisi:
Tasdik etmenin zıddı ve yalan söylemenin mübalağası olan fiilinden olmak üzere,
kıraatidir. Nitekim doğru olmak hususunda mübalağa edildiğinde de, (çok doğru
oldu) denilir.
[112]
"Onlara,
yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiğinde, biz, ancak ıslâh edici kimseleriz,
dediler. İyi bilin ki onlar fesatçıların ta kendileridir."
(Bakara, 11-12).
Bu da münafıkların
fiillerinin çirkinliklerinin ikinci türüdür. Bu ayet hakkında, birçok bakımdan
konuşulabilir:
a-
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!" diyen kimdir? denilebilir;
b-
"Yeryüzündeki fesat nedir?" denilebilir;
c- "Biz
ancak ıslâh edici kimseleriz" diyenler kimdir? ve
d-
"Salah" nedir?
[113]
Âlimlerden bir kısmı,
"Yeryüzünde fesat çıkarmayın"
diyenin, Allah olduğunu;
bir kısmı, bunun Peygamber (s.a.s) olduğunu; bir kısmı da, bunu söyleyen
kimselerin müminler olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsi mümkündür. Fakat
din ve nasihatla ilgisi olmayan kimsenin bunu söylemesi caiz değildir. En büyük
ihtimai,bu sözü söyleyenin, onlarla yüzyüze konuşan kimse olmasıdır. Bu söyleme
işi, ya şöyle olmuştur:
Hz.Peygamber'e onların
münafık oldukları hususu ulaşmış, fakat HzPeygamber buna kesin gözüyle
bakmayarak, onlara nasihat etmiş, bunun üzerine onlar da, imanlarını ortaya
koyacak ve kendilerinin de salâh hususunda diğer müminler gibi olduğunu
belirtecek şekilde icabet etmişlerdir. Yahut da şöyle denilebilir:
Hz.Peygamber'e kötülük yapa: kimselerin bir kısmı, kendisinin fesat çıkardığını
kabul etmeyerek, sözü çevirip, onlara "fesat çıkarmayın!" diyerek
nasihat etmeye başlıyor Şayet, bu durumu onlar Hz.Peygamber'e bildirmiyorlar
mıydı? denilirse, deriz ki "Evet; ancak münafıklar kınandıkları zaman,
müslüman olduklarını ve pişmanlık duyduklarını açıklıyor ve böylece de,
kendileri hakkında bu haberleri yayan kimseleri yalanlayarak, Hz.Peygamber'e
Allah adına yemin ediyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak bu durumu;
"Onlar Allah 'a
yemin ederek, (böyle bir şey) demediklerini öne sürerler. Andolsun ki onlar,
küfür kelimesini söylediler" (Tevbe, 74),
"Kendilerinden
razi olasınız diye, size yemin ederler" (Tevbe. 96) ayetlerinde haber
vermiştir."
[114]
"Fesâd", bir
şeyin faydalı olmaktan çıkmasıdır. Bunun zıd karşılığı ise, "salâh
"tır. Nifâk'ın yer yüzünde fesâd olmasına gelince, bu yapılan
tariften daha fazla
açıklamada bulunmamızı gerektirir. Bu hususta üç görüş vardır:
1) İbn
Abbâs, Hasan Basrî, Katâde ve Süddî'nin görüşüdür. Buna göre, yeryüzünde
fesâddan maksat, Allah'a açıkça isyan etmektir. Bunun iyice izahı Kaffâl
(r.a.)'ın zikrettiği şu husustur: "Allah'a açıkça isyan etmek, yeryüzünü
fesada vermek kabul edilmiştir, çünkü dinî yasalar, kullar için vaz' olunmuş
birtakım dinî kurallardır. İnsanlar buna sımsıkı sarıldıklarında, düşmanlık
ortadan kalkar ve herkes kendi işiyle gücüyle başbaşa kalır. Böylece kan
akıtmaların önüne geçilmiş ve fitneler dinmiş olur. Böylece bu yolla hem
yeryüzünün, hem de orda yaşayanların iyiliği sağlanmış olur. Ama insanlar dinî
emirlere sımsıkı sarılmayı bırakıp, herkes nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya
yönelirse, o zaman kargaşa ve anarşi ortaya çıkar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı
Hak:
'Demek başına geçfnce
hemen yeryüzünde bozgunculuk yapacaksınız, öyle mi? (Munammed, 22) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, onlara kendisine itaat etmekten yüz çevirdiklerinde, bu yüz
çevirmeleriyle, yeryüzünde ancak bozgunculuk yapmış olacaklarına dikkatlerini
çekmiştir.
2) Bu
fesadın, münafıkların kâfirlere müdahene edip onlarla içli dışlı olmalarını
söylemektir.Çünkü manâfıklar.görünüşte mümin olmakla beraber, içlerinden küfre
meyletmiş olunca, bu durum, Hz.Peygamber'in ve O'nun yardımcılarının
zayıfladığı vehmini veriyordu. Bu ise, kâfirleri, Hz.Peygamber'e düşmanlık
izhar etmeye, ona harp ilân etmeye ve O'na üstün gelecekleri arzusunu duymaya
tahrik ediyordu. Bu durumda ise, yeryüzünde büyük bir fesâd ortaya çıkmış
olurdu.
3) Asamm,
"Onlar arkadan, insanları Hz.Peygamber'iyalanlamaya,İslâm'ı inkâr etmeye
ve din hakkında şüpheler saçmaya çağırıyorlardı", demiştir.
[115]
"Biz ancak ıslâh
edicileriz" diyenler, münafıklardır. Onların bundan maksatlarına en yakın
olan şey,
nehyedildikleri şeyin
zıddını ortaya koymaktır.
Onların,
nehyedildikleri şey, "yeryüzünde bozgunculuk yapmak" olduğu için, bu
durumda, "biz ancak ıslâh edicileriz" demeleri, bozgunculuk yapma
suçuna bir "mukabele" gibi olmuştur. Bu durumda iki ihtimal ortaya
çıkar:
1) Onlar,
kendi inançlarına göre, bunun doğru olduğuna inanmışlar; bu husustaki çabaları
da, bu inançlarını bir bakıma güçlendirince, işte onlar o zaman, "şüphesiz
bizler ıslah edicileriz" demişlerdir. Çünkü onlar kendi itikadlarınca,
yeryüzünü ancak fesattan temizlemek için çaba sarfetmişlerdir.
2) Biz,
"yeryüzünde fesâd çıkarmayın" sözünü, münafıkların kâfirleri idare
etmek için söyledikleri söz olarak açıklarsak, buna göre, "biz ancak
ıslâh edicileriz" sözlerinden
maksat, bu idare
etme işi (müdârâ), müslümanlarla kâfirlerin arasını
bulmak için sarfettikleri gayret olmuş olur. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-t
Hak, onların şöyle dediklerini nakletmiştir:
"Biz iyilik ve
arabuluculuktan başka bir şey kastetmedik" inha, Buna göre, "Biz
ancak ıslâh edicileriz" sözünün manası, "Biz kendimizle ilgili isteri
düzeltiyoruz" olur.
Âlimler, bu ayetle,
imânını izhâr eden bir kimseye, müminlere tatbik ona da tatbik edilmesinin gerektiğine
istidlal etmişlerdir.
Aksini söylemek,
tenkit edilmeyi gerektirmez. Zındîkın tevbesi kabul edilir. Allah en iyi
bilendir.
[116]
Cenâb-ı Hakk'm,('İyi büin
ki;
onlar bozguncuların ta
kendileridir" sözü, üç şeyden ötürü getirilmiştir:
a- Onlar
bozgunculuk yapanlardır; zira, küfür yeryüzünde bir fesâd çıkarmadır.
Sebebiyse, küfürde, Allah'ın nimetlerini inkâr etmek, herkesin kendi arzuladığı
şeyi yapmak anlamı bulunmaktadır. Çünkü, bir kimse Allah'ın varlığına inanmaz,
sevâb ve ceza da ummazsa, insanların kargaşa çıkarmasına hiçbir mâni kalmaz.
İşte bundan dolayı, nifakın bir fesâd olduğu ortaya çıkar. Bundan ötürü de,
Cenâb-ı Hak;
"Demek işbaşına
geçince hemen yeryüzünde bozgunculuk yapacaksınız. Öyle mi?" (Munammed,
22) buyurmuştur ki, izahı da yukarda geçmişti.
[117]
"Onlara, gelin
insanların iman ettiği gibi, siz de iman ediniz, denildiğinde, onlar şöyle
dediler: O beyinsizlerin inandıkları gibi biz de mi inanalım!? İyi bilin ki,
beyinsizlerin ta kendileri onlardır, ama bunu bilmezler"(Bakara, 13)
Bu münafıkların çirkin
fiillerinin üçüncüsüdir. Çünkü Cenâb-ı Hak,onları bir önceki ayette, yeryüzünde
bozgunculuk yapmaktan nehyedince, bu ayette onlara, iman etmelerini
emretmiştir. Sebebiyse, insanın kemâle ermesinin, ancak iki şeyin birarada
bulunmasıyla elde edilmesidir.
Bu iki şeyden birincisi, uygun olmayan şeyleri terketmektir ki, Cenâb-ı Hakkın "fesâd çıkarmayın" buyruğu bunu ifade etmektedir. Burada birkaç mesele vardır: [118]
Cenâb-ı Hakkın yani,
"Nifâktan uzak, ihlâsla içice
olan bir iman
ile iman ediniz" sözüdür. Bir kimse şöyle diyebilir:
Bu ayetle, sırf
ikrarın iman olduğuna istidlal edebilir. Çünkü sırf ikrar iman sayılmasaydı,
ancak ihlâs meydana geldiğinde iman sıfatı tahakkuk etmiş olurdu. Buna göre,
Cenâb-ı Hakkın, "iman ediniz!" sözü, neticeyi elde etmek için
yeterlidir. "İnsanların inandıkları gibi" sözü ise, imanın tahakkukunda
etkisi olmayan bir sözdür. Buna cevabımız şudur: Allah katında gerçek iman,
içinde İhlâs bulunan imandır. Ama zahirde, İhlasın olup olmadığını anlamaya,
zahirî ikrarın dışında, herhangi bir yol yoktur. İşte bu sebeple şüphesiz,
burada ijfi "iman ediniz" sözünü "insanların İman ettikleri
gibi" sözüyle tekid etmeye ihtiyaç duyulmuştur.
[119]
kelimesindeki
"elif-lâm" hakkındadır. Bu hususta iki görüş vardır:
a- Elif-tâm,
"ahd-i haricî" ifade eder. (Yani buradaki -insanlar'da- maksadın, hem
söyleyen hem de dinleyenlerce bilinmesi). Buna göre, "Hz.Peygamber ve
O'nunla beraber olanların iman etmeleri gibi iman edin" demektir.
Peygamberle birlikte bulunanlar ise, tanınan kimselerdir.
Yahut,
"insanlar" dan maksat Abdullah b.Selâm ile O'nun gibi İslâm'a
girenlerdir. Çünkü bunlar da, Hz.Peygamberle beraber iman edenler gibi, iman
etmişlerdir."
b-
"Elif-lâm" cins ifade eder. Bu durumda da iki izah tarzı
bulunmaktadır.
Birincisi:
Evs ve Hazreç'in çoğu müslüman İdiler. Bu münafıklar da Evs ve Hazreç
kabilesinden idiler, ama az idiler. Buna göre, umum ifâde eden lâfızlar, bazan
ekseriyyet için de kullanılabilirler.
İkincisi:
Gerçekte insan olan, sadece müminlerdir. Çünkü, onlara insan olmanın gerçekliği
verilmiştir. Sebebiyse, gerçek insanın diğer canlılar karşısındaki üstünlüğü,
doğruya ileten akıl ve hidayet eden fikir iledir.
[120]
"İnsanların iman
ettikleri gibi iman ediniz" diyen, ya Hz.Peygamber veya müminlerdir.
Sonra, o
münafıkların bazısı bazısına,
"Biz de falanlann filanların beyinsizi gibi mi iman edeceğiz?"
elemiştir. Hz.Peygamber bu hususu bilmiyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
onlardır beyinsizlerin ta kendileri" buyurmuştur.
[121]
"Sefeh",
hafiflik anlamına gelir. Rüzgar bir şeyi
kımıldattığında denilir. Şair "Onlar, uçlarını, akıp giden
rüzgarların titretmiş olduğu mızrakların harekete geçmesi gibi akıp
gittiler"[122] ve
Ebû Temmâm et-Tâî de:
"Akılsızın akıllıya üstün olduğu ortaya çıkınca, mızrağın hızlı ve hafif darbesi onu şaşırttı" demiştir. Ebû Temmâm burada ile, mızrağın darbesinin hızlılığını ve hafifliğini kastetmiştir. Ağzı bozuk olan kimseye de, "sefih" denilmektedir; çünkü böyle birisi vakarsız ve hafifmeşreb bir kimsedir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın sizin idarenize bıraktığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin" (Nisa, 5) buyurmuştur. Hz.Peygamber ise, aklının azlığından dolayı, 'İçki içen kimse, sefihtir, akılsızdır" buyurmuştur. Münafıklar müslü-manları, "sefîh" olarak isimlendirmişlerdir; çünkü, münafıklar soylu ve makam sahibi kimselerdi. Müminlerin çoğu ise, fakîr idiler. Münafıklara göre, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in dininin aslı esası yoktu. Aslı esası olmayan bir şeyi de, ancak akılsızlar kabul edebilirdi. İşte bu sebeplerden dolayı, münafıklar müminleri akılsızlığa nisbet etmişlerdir. Sonra Cenâb-ı Hak ki; O'nun sözü gerçektir-, birkaç sebepten dolayı bu lâkabı kendilerine iade etmiştir.
Birinci sebep:
Delilden yüz çevirmekle kalmayıp bir de delile tutunan kimselere akılsız diyen
kimse akılsızın tâ kendisidir.
İkinci sebep:
Dünya mukabilinde âhireti satan kimse yok mu, İşte esas akılsız odur.
Üçüncü sebep:
Hz.Muhammed (s.a.s)'e düşmanlık yapan, Allah'a düşmanlık yapmıştır. İşte asıl
akılsız olan odur.
[123]
Cenâb-ı Hak, iki
sebebe binâen bu ayetin sonunda "bilmiyorlar"; bundan Önceki ayetin sonunda ise
"hissetmiyorlar" demiştir.
Birinci sebep:
Mü'minlerin hak, onların ise batıl üzere olduklarına vakıf olmak, aklî ve fikri
bir şeydir. Ama, nifak ve nifakta bulunan, yeryüzünde de bozgunculuğa götüren
şeye gelince, bu adeta duyu organlarıyla hissolunan bir zarar gibidir.
İkinci sebep:
Cenâb-ı Hak, cehalet anlamına gelen "sefeh" lafzını zikredince, ona
denk düşsün diye (tıbâk). ilim kelimesini zikretmiş olması çok güzel olmuştur.
Allah en iyi bilendir.
[124]
"İman edenlerle
karşılaştıklarında/İman ettik!'"derler.iŞeytanlanyla başbaşa
kaldıklanndaysa 'Biz sizinle beraberiz;biz ancak alay ediyoruz" derler.
Allah onlarla alay eder ve taşkınlıklarında şaşkın şaşkın dolaşmalarına süre
tanır" (Bakara, 14-15.)
Bu ayette
anlatılanlar, münafıkların çirkin fiillerinin dördüncü çeşididir. Bir kimseyi,
pek yakından karşıladığında, dersin. Ebû Hanife, âyetteki kelimesini şeklinde
okumuştur. Cenâb-ı Hakk'ın sözüne gelince, bu ifâdeden maksat, "kalben
ihlâslı olduk" demektir. Bunun bu manaya geldiğine iki şey delalet eder:
Birincisi:
Onların dil ile ikrar ettikleri bilinen bir husustur. Dolayısıyla bunu açığa
vurmaya ihtiyaç yoktu. Burada şüpheli olan, kalbin ihlâsıdır. Dolayısıyla, onların
sözlerinden maksatlarının bu olması gerekir.
İkincisi:
Onların müminlere, "inandık!" demelerinin, şeytanlarına (reislerine)
açıktan söyledikleri şeyin aksine hamledilmesi gerekir. Onlar, reislerine,
kalblerindeki tekzîb ve yalanlamayı açıkladıklarına göre, müminlere
söyledikleri şeylerdeki maksatlarının da kalbin tasdiki olması gerekir.
Cenâb-ı Hakkın sözüne gelince bu hususta Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Birisiyle yalnız başına kaldığın zaman dersin. Bunun manasına olan dan olması da caizdir, "Geçmiş asırlar" ifadesi manasına olan fiilinden gelmektedir.Bunun yine, birisiyle alay ettiğinde söylediğin ve birisinin şerefiyle oynadığında bir kimse hakkında söylediğin sözünden olması da caizdir. Bunun manası şudur: O münafıklar müminlerle alay ettiklerini şeytanlarına ilettiler ve onlara, müminlerle alaylarından bahsettiler. Nitekim bir şahsı, birine methettiğinde veya zemmettiğinde ifâ edersin. "Onların şeytanları" sözüne gelince, bunlar inatları sebebiyle adeta şeytana benzemiş olan kimselerdir. Cenâtt-ı Hakkın, âyetine gelince, bunda iki soru söz konusudur.
Birinci soru,
bu sözü söyleyen, münafıkların hepsi midir, yoksa bir kısmı mıdır?
Bunun cevabı şudur: Bu
hususta ihtilâf vardır. "Şeytanlar" lafzını münafıkların önde
gelenleri anlamına alan kimseler sözünü, onların tâbilerinin söylediklerine
hamletmişlerdir. Buna göre müminlere karşı "iman ettik" diyen,
reislerine döndüklerinde de, aralarında herhangi bir gayrılığın olmadığını
hissettirmek için, "biz sizinle beraberiz" diyenler, tâbi olan
münafıklardır. "Onların şeytanlarından maksat kâfirlerdir diyen kimseler,
sözünü,bütün münafıklara hamletme hususunda bir mahzur yoktur, derler.
"Onların şeytanlarından maksadın onların önde gelenleri olduğunda şüphe
yoktur ki bunlar, ya kâfirlerdir, yahut da münafıkların büyükleridir. Çünkü
yeryüzünde ancak onlar bozgunculuk yapabilirler. Onların küçüklerine gelince,
onların böyle bir gücü yoktur.
İkinci soru:
Münafıklar niçin müminlere fiil cümlesi; reislerine, şeytanlarına ise iı ile
te'kid edilmiş olan isim cümlesiyle hitap etmişlerdir?
Buna cevabımız şudur:.
Onların müminlere söyledikler! ifâde tarzından en kuvvetlisi olan isim
cümlesiyle söylenmeye layık değildir. Çünkü o münafıklar, kendilerinde imanın
meydana geldiğini iddia ediyorlardı; yoksa onlar, iman hususunda kendilerinin
mükemmel derecede olduklarını iddia etmiyorlardı. Bunun sebebi şudur: Onlara ya
nefisleri, sözde mübalağa yapmalarına müsaade etmiyordu; çünkü nifaktan dolayı
ve istenmeyerek söylenen sözde, çok nadir olarak mübalağa yapılır. Ya da, onların
imanda kâmil olduklarını iddia ötmelerinin, müslümanlarca makbul olmayacağını
bildikleri için... Ama onların kardeşlerine söyledikleri sözlerine gelince,
onlar, münafıkların Söyledikleri bu sözleri inanarak söylediklerini ve
münafıklar da kendilerini dinleyen kimselerin bunu kabul edeceklerini
bildikleri için, burada sözü te'kidli olarak söylemek muhtevaya uygun
düşmüştür.
[125]
Cenâb-ı Hakkın sözüne
gelince, burada iki soru söz konusudur.
Birincisi;
"İstihza ne demektir?"
Buna cevabımız şudur: Bu kelimenin aslı, den olmak üzere, hafiflik manasına gelir. ise, hızlı koşmak anlamını taşır. Arablar, bir canlı.olduğu yerde ölünce bunu kelimesiyle ifade ederler. Yine deve, üzerindekini hızlıca götürdüğü zaman, Arablar Güderler.
İstihzanın tarifi ise, alay üslubuyla, kötülük sayılacak şeyi gizleyerek, karşısındakine muvafakatini açıklamaktan ibarettir. Buna göre münafıkların demelerinin manası şudur: "Biz onların (müsiümanların) seherinden emin olmak, esrarlarına vakıf olmak, zekat ve ganimetlerden istifade etmek için, dinlerinde kendilerine uyduğumuzu izhâr ediyoruz.
ikincisi, Cenâb-ı
Hakkın| ayetininjyine O'nun ayetiyle ilgisinin ne olduğudur.Buna cevabımız
şudur: sözü, sözünü te'kid etmiştir.
Çünkü Cenâb-ı Hakkın ayetinin mânası, onların küfürdeki devam etmeleri
halidir., İslâm'ı reddetmektir. Bir şeyin zıddtnı reddetmek, o şeyin (yani
küfrün)
varlığını te'kid eder.
Yahut sözü, daha önce geçen sözünden bedeldir. Çünkü İslâm'ı hakir gören kimse,
küfrü tebcil etmiş otur. Veyahutta cümlesi, "müste'nef" yani sorulan
soruya verilen cevap cümlesidir. Sanki o münafıklar, "biz sizinle
beraberiz" dediklerinde, reisleri onlara itiraz ederek onlara "Sizin
bu dediğiniz doğru ise, müsiümanlarla nasıl uyuşuyorsunuz? dediklerinde,
münafıklar "Biz onlarla ancak alay ediyoruz" diye cevap vermişlerdir.
[126]
Cenâb-ı Hak, bu
sözleri onlardan nakledince, yine onlara bir takım şeylerle cevap vermiştir.
Birinci cevap:O'nun
Allah onlarla alay ediyor" ayetidir. Burada birkaç sual vardır:
Birinci sual:
Allah'ın, kendisini alay edici olarak vasıflaması nasıl caiz olur? Halbuki
istihza etmenin "telbis" (yanlışı doğruya karıştırrnak)'ten ayrı
olmadığı bellidir. Bu ise, Allah için muhaldir. Bir de, istihzada cehalet
manası vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Dediler ki: Ey Musa, bizimle alay mı
ediyorsun! O da: Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım "(Bakara. 67)
buyurmuştur. Öyleyse, Allah'a cehalet nisbet etmek haydi haydi imkânsızdır.
[127]
Buna cevabımız şudur:
Âlimler, ayetin te'vili hususunda beş husus belirtmişlerdir:
a- Cenâb-ı
Hakk'ın onlara yapmış olduğu şey, onların istihzalarına karşılık bir cezadır.
Ancak, Cenâb-ı Hak bu cezayı istihza diye adlandırmıştır; Çünkü bir şeyin
cüz'üne de o şeyin tamamının adı verilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
"Bir kötülüğün
cezası, onun misi! olan bir kötülüktür" (şûra,40), size saldırırsa, siz de ona, onun size
saldırdığı kadar saldırın" (Bakara, 194),
Allah'ı aldatıyorlar
(güya); oysa ki Allah onları aldatıyor"'(Nisa, 142).
"Tuzak
hazırladılar; Allah da tuzak hazuiadı'(Al-i,imran, 54) buyurmuştur.
Hz.Peygamber de,
"Allah 'im
falanca, benim şâir olmadığımı bildiği halde, beni yerdi; sen de onu yer!
Attanım, beni yerdiği kadar, sen de ona lanet et!" yani, ona beni
yermesinin cezası neyse, ona o cezayı ver ve,
"Kendinizi
gücünüzün yettiği amellerle mükellef küm; çünkü siz usanmadıkça Allah
usanmaz"[128] buyurmuştur.
b- Onların
müminlerle alay etmelerinin zararı kendilerinedir. Müminlere zarar vermez. İşte
sanki bu sebeple Cenâb-ı Hak, onlarla alay etmiş olur.
c- Hor ve hakir olmanın meydana gelmesi, istihzanın bir neticesidir. Buna göre, netice, o neticeyi meydana getiren sebeple ifâde edilerek istihzadan bahsedilmiş, ondan da horluk ve aşağılanma kastedilmiştir.
d- Allah'ın
onlarla alay etmesi, münafıklar nasıl bu dünyada peygamber ve müminlerle
karşılaştıklarında, gıyâblannda aksini yaptıkları bir tutum takınıyorlarsa,
bunun gibi, Allah'ın da onlara bu dünyada, ahirette aksiyle hükmedeceği
hükümlerini izhar etmesidir. Bu te'vil ise zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hak onlara
dünya ahkâmını açıklarken, ahirette onların kötü bir akıbet ve büyük bir azaba
duçar olacaklarını apaçık delillerle ortaya koymuştur. Bu sebeple bunda,
Allah'ın bu dünyada beyan ettiği şeyin aksine bir durum yoktur. (Bu sebeple de
bu bir istihza olmaz.)
e- Cenâb-ı
Hak onlara, dünya ve ahirette, alay eden bir kimseye yapılan muamele ile
muamele etmiştir. Dünyada bu muamelesi, Allah'ın, Resulünü, onların gizlemeye
son derece çaba sarfettikleri sırlarına muttali kılmasıdır.
Ahiretteki muamelesi
hakkında ise, Ibn Abbas (r.a.) şöyle elemiştir: "Müminler cennete,
kâfirler de cehenneme girince, Allah, cennetten cehenneme, münafıkların
bulunduğu tarafa bir kapı açar. Münafıklar bu kapının açıldığını görünce,
cehennemden çıkmaya ve cennete yönelmeye başlarlar. Bu sırada cennetlikler de
onları seyretmektedir. Onlar tam cennetin kapısına ulaştıklarında, işte o zaman
kapı yüzlerine kapanır". İşte bu durum Cenâb-ı Hakktn;
"Ogiinah işleyenler iman edenlere gülerlerdi. Müminler onların yanından geçerken, kaş-göz hareketlen yaparlardı. Ailelerine döndüklerindeyse, pürneşe dönerlerdi. Müminleri gördüklerinde: "Bun/ar muhakkak ki sapıktırlar" derlerdi. Halbuki onlar, müminlere gözcü olarak yoUanmamışlardı. İşte bugün de, iman edenler kâfirlere gülüyor"' (Mutaffifîn, 29-34) ayetlerinde bahsettiği durumdur ki, bu onlarla alay etmek demektir. İkincisi: Cenâb-ı Hak, niçin sözünü ondan önceki söze atfet-fetmeyip müstakil cümle olarak irad buyurmuştur?
Buna cevâbımız şudur:
Çünkü bu cümle, edebî bakımdan gücün zirvesinde olan bir "müste'nef"
cümledir. Bu müste'nef cümlede, Allah'ın istihzasının yanında onların
istihzasının bir hiç mesabesinde olduğu; ve yine Cenâb-ı Hakk'ın, müminlerin
intikamını almak ve müminleri, O'nun istihzası gibi bir istihza ile münafıklara
cevap vermeye muhtaç bırakmadan, onlarla istihza etmeyi üzerine almış olduğu
gibi manalar mevcuttur.
Üçüncüsü: Cenâb-ı
Hakk'ın sözüne "tıbâk" (denklik) teşkil etsin diye, ifadesi yerine
denilmeli değil miyoi? Buna cevabımız şudur: lâfzt, istihzanın aralıklarla
peyderpeyi meydana geldiğini ve yenilendiğini ifade eder. Bu da, Allah'ın
onlara bir azabı olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak;
"Onlar her sene,
bir ya da birkaç kez sınandıklarını görmüyorlar mı?" (Tevbe, 120
buyurmuştur. Ve yine, çoğu zaman münafıklar kendileri hakkında bir ayet
inmesinden, böylece de sırlarının perdelerinin yırtılarak, sırlarının faş
edileceği endişesinden hiç|bir zaman kurtulamamışlardır. Nitekim1 Cenâb-ı Hak;
'Münafıklar kendileri
hakkında, kalblerinde olanı onlara haber veren bir sûrenin indirilmesinden
korkarlar. De ki: Alay edin siz, Allah sizin korktuğunuz şeyi ortaya
çıkaracaktır" (Tevbe. 64) buyurmuştur.
[129]
İkinci cevap: Bu, Cenâb-ı Hakk' "Ve taşkınlıkla-şaşkın şaşkın
dolaşmalarına süre tanır" âyetidir. Keşşaf sahibi lafzıın, orduya, onu
güçlendirip sayısını artıracak şeyler ilâve edildiği Arablann söylemiş olduğu
ifâdesinden alındığını; yine: daha iyi hale getirecek şey mürekkebe
katıldığında söylenilen sözünden alındığını; lâmbayı yağ ile, toprağı da gübre
ile ıslâh söylenilen sözünden alındığını
ve, şeytan vesvese verdiğinde söylenilen sözünden alın-ı söyleyerek ile ii' nin
ayni mânaya geldiğini belirtmiştir. Bazıları da, 0nin kötü şeyler
hakkında, nin de iyi şeyler hakkında
kullanıldığını şierdir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
Onlar sanıyorlar mı ki
Biz onlara verdiğimiz mal ve oğullar İle..." 55) buyurmuştur. Kimileri,
ayette -Uî sözünün, Ömrü uzatmak ne ve mühlet tanımak
anlamlarına gelen ii den geldiğini iddia etmişlerdir, ckfca iki bakımdan
hatalıdır.
Birincisi:
İbn-i Kesir ve İbnMuhaysm'in, yerine oku-ve Nâft'ın Kardeşleri ise onları sapık
srater"{Aıraf.202)âyetindeki lâfzını faii şeklinde okuması, bu tatonj
kelimesinden değil de Alifî lâfzından geldiğine1 delâlet eder.
İkincisi:
Mühlet vermek anlamına gelen "süre
tanıdı" fiilinin lâm harf-i cerriyle kullanılması gibi, o da lâm harf-i
cerriyle, kullanılır.
[130]
Mu'tezile;
"Birçok sebepten dolayı, bu ayetin manasını zahirine hamletmek mümkün
değildir" demiştir.
Birincisi: Cenâb-ı
Hakk'ın (Arat, 202)âyetidir. Cenâb-ı Hak, bu "ğayy" onların
kardeşlerine nisbet etmiştir. O halde Allah'a nisbet edilmesi nasıl mümkün
olur?
İkincisi:
Cenâb-ı Hak, bu azgınlıktan ötürü onları kınamıştır. Şayet bu tuğyan Allah'ın
fiili olsaydı, onları bu fiil sebebiyle nasıl kınardı?
Üçüncüsü:
Şayet bu, Cenâb-ı Hakk'ın fiili olsaydı, peygamberlik müessesesi ve Kur'an
batıl olurdu. Bu sebeple de, Kur'an'ın tefsiriyle meşgul olmak, anlamsız bir
şey olurdu.
Dördüncüsü:
Cenâb-ı Hak, sözü tuğyan" onlara nisbet etmiştir. Eğer bu, Allah'tan
olsaydı, onu onlara nisbet etmezdi. Böylece, tuğyanın, Allah tarafından
yaratılmadığını belirtmek için, bu fiili onlara nisbet ettiği ortaya çıkmıştır.
Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hak, "medd" şeytanlara isnâd edince
(A'mt, 202 âyeti), "el-ğayy" lafzını mutlak zikrederek, herhangi bir
nisbet ile kayıtlamamıştır.
[131]
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki, âyetinin te'vili şudur:
Birincisi: Ka'bîve
Ebû Müslim b. Yahya el-İsfehanî'nin te'vilidir ki, bu tevit şöyledir: Cenâb-ı
Hak müminlere bahşettiği lütuflarını münafıklara vermeyip, onları, küfürleri ve
küfürde ısrar etmeleri sebebiyle yapayalnız bırakınca, onların kalbleri,
zulmeti gittikçe artarak karanlıklar içinde kaldı; müminlerin kalblerinde de
nûr arttığı için, bu artma işini Cenâb-ı Hak "meded - yardım" diye
adlandırdı ve onu kendisine nisbet etti. Çünkü bu, Allah'ın müminlere
muamelesinin bir neticesidir.
İkincisi: Bu
"medd'"m, onlara zulmün ve zorlamanın olmadığına hamlolunmasıdtr.
Nitekim bir kaide olarak,"Sefihe yasak konulmadığı zaman da, o emre
uymakla yükümlüdür" denildiği gibi.
Üçüncüsü:
Şeytanın fiilinin de, Allah'a isnâd edilmesidir. Çü ,kü şeytanın fiili, Cenâb-ı
Hakk'ın o şeytana imkân vermesi, onu o fiile muktedir kılması ve onun kullarını
kışkırtmasına mani olmaması ile tahakkuk etmiştir.
Dördüncüsü: Cübbâî'nin söylediği görüştür. Buna göre o, lâfzını şöyle yorumlamıştır: Allah onların Ömürlerini uzattı, sonra onlar buna rağmen taşkınlıklarında şaşkın şaşkın dolaşmışlardır.
Bu yorum iki yönden
zayıftır.
a) Çünkü biz
-u. lâfzının, lügat itibariyle, "ömrü uzatmak"mânasına alınmasının
uygun olmadığını açıklamıştık.
b)
Farzedelim ki böyle bir mana doğru olsun. Ancak bu da Cenâb-ı Hakk'ın, taşkınlıklarında
şaşkın şaşkın dolaşmaları için ömürlerini uzatmış olduğunu ifade eder, ki bu
da, problem çıkarmıştır.
Kadî Abdulcebbâr, bunu şu şekilde cevaplamıştır: Allah onların ömürlerini tuğyanda olmaları için uzatmamıştır. Bundan maksat, bu değildir. Aksine maksat, Cenâb-ı Hakkın onları itaat etmeleri için geri bırakması ve, lûtfetmesidir. Ne var ki, onlar ancak şaşkın şaşkın dolaşmayı tercih
Bu konudaki söz,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onların kalb-mühürledi" (Bakara.7) âyetinde
geçmişti. Aynı şeyleri tekrarlamada, bir yoktur. Bil ki, küfüre iyice dalmak ve
isyanda haddi aşmaktır. Cenab-ı Hak, yükselince..."(Hakka.11) tur, yani,
sular haddini iyice aşınca... Yine)' git çünkü o, haddini (Nâziat. 17)
buyurmuştur; yani, israf etti, ; teri gitti.. "Tuğyan" lafzını Zeydb.
Ali şeklinde de okumuştur her iki şekil de, dilde carî olan birer kullanımdır.
Meselâ, mak"gibi.. Ayetteki
kelimesi ise, âmâ ve kör olma gibidir. kelimesininlifade ettiği
körlük,|hem bakışta hem de fikirdeki kör- nun ifâdesi ise, sadece fikirdeki
körlüğü gösterir ki, bu da niık ve tereddüt içinde bulunmak, nereye
yöneleceğini bilememektir.
[132]
"İşte onlar,
hidâyete karşılık sapıklığı satın almışlardır. Ancak onların ticareti kâr
etmemiştir. Onlar doğruya da ulaşamamışlardır"
(Bakara, 16).
Hidayet mukabilinde
sapıklığı satın almak, o sapıklığı hidayete tercih «mek ve onu hidayetle
değiştirmektir. Şayet, "Onlar hidayette olmadıkları -.aide, nasıl hidayet
mukabilinde sapıklığı satın almışlardır?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, bu hidayeti elde etmeleri
mümkün olduğu için, sanki bu ayet ellerindeymiş gibi kabul edilmişlerdir.
Onlar, bu hidayeti terkederek sapıklığa yönelince, böylece hidâyete karşılık
sapıklığı satın almışlardır. zulüm, doğrudan ayrılma, ve hidâyete erememe
(hidayeti yitirme) -analarını ifade eder. Bu sebeple, dinde doğru olan şeyden
çıkmak anlamını fade için, "istiare" yoluyla kullanılmıştır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onların ticaretleri kâr etmedV'ayetinin manası ise, "onlar
ticaretlerinde kâr sağlayamadılar" cemektir.
Burada iki sual
bulunmaktadır:
Birinci sual:
Zarar etme işi, ticaret yapanlara ait olduğu halde, niçin ticaretin kendisine
isnad edilmiştir?
Bunun cevabı şudur: Bu
terkîb isnâd-ı mecazî bir terkiböir. Bü tür isnâd ise, fiilin gerçek failine
değil de, fiilin kendisiyle ilgisi bulunan şeylere isnâd edilmesidir.. Meselâ,
ticaret ile müşteri arasındaki ilgi gibi.
İkinci sual:
Farzet ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın almak, değiştirmek manasında
mecaz olarak gelmiştir. Ama "kazanç" ve " ticaret"
kelimelerinin aynı yerde getirilmelerinin manası nedir? Halbuki burada, gerçek
anlamda bir alış-veriş olmamıştır?
Buna cevâbımız şudur:
Bu mecaz işini kuvvetlendiren ve onu güzelleştiren bir başka husustur. Nitekim
şair
"Kerkenez kuşunun karakargaya galibgeliprpnun yuvasmda yuva yaptığını görünce, (bundan dolayı) kalbim heyecanlandı (bir iç geçirdim)" demiştir.
Şair, burada, saçların
ağarmasını (ihtiyarlık) kerkenez kuşuna; siyah saçlarını ise, kara kargaya
benzetince, bunun hemen peşinden, bununla ilgili olan "yuva yapmak"
ve "yuva"kelimelerini getirmiştir. Burada da böyledir; Cenâb-ı Hak,
"satın alma" lafzını zikredince, onların zarar ettiklerini temsil ve
alışverişlerinin hakikatini tasvir etmek için, bu alışverişe benzeyen ve onunla
ilgili şeyi de peşinden getirdi.
Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar hidâyete erme~nişlerdir " sözüne gelince, bunun manası şudur: Ticâret erbabının ticaretlerinden iki şeyi elde etmek isterler: Sermayeyi korumak ve kâr elde etmektir. Bu münafıklarsa, her ikisini de kaybetmişlerdir, çünkü onların sermayeleri her türlü engelden uzak olan akıllandır. Onlar, bu sapıklıklara inanınca,onların elde ettikleri bu bozuk inançları gerçek inancı araştırmalarına mani olmuştur. Katâde şöyle demiştir: "Münafıklar, hidayetten sapıklığa, taatten ma'siyete, birlikten (cemaat) bölünmeye, emniyetten korkuya ve sünnetten bid'ate geçmişlerdir." Allah en iyisini bilendir.
"Onların durumu,
bir ateş yakmış olan kimsenin haline benzer: O ateş, onun etraûnı aydınlatınca,
Allah onların nurlarını giderir de, on/an, hiçbir şey görmez oldukları
karanlıklar İçinde bırakır" (Bakara, 17).
[133]
Bu âyet-i kerimenin lafızlarını tefsire girmeden önce, iki şey hakkında konuşacağız.
Birincisi:
Meselden maksat, kalbferde, bir şeyi yalnız başına nitelemenin meydana
getiremiyeceği tesiri meydana getirmektir. Bu böyledir, çünkü nesel
getirmekten amaç, gizli olanı açık
olana; görünürde olmayanı
görünürde bulunana
benzetmektir. Böylece o şeyin mahiyetine daha sağlamar şekilde vâkıf olunur ve
hisler akla mutabık olur. Bu ise, en güzel izah Görmüyor musun, iman etmeye
teşvik etmek darb-ı meselden soyutlanmış olarak yapıldığında, bunun kalblerde
meydana getireceği tesir, onul nura benzetiImesiyle meydana gelecek olan
tesirden daha azdır. Hiçbir benzetme yapmaksızın küfürden nefret ettirmenin
akıllarda uyandıracağı, küfrü zulmete, yani karanlığa benzeterek akıllarda
uyandırılacak olan çirkinlik kadar kuvvetli olamaz.. Herhangi bir şeyin
zayıflığını haber verip, bu zayıflığını örümcek ağına benzeterek bildirmek:
onun zayıflığını
herhangi bir şeye
behzetmeksizin bildirmekten daha beliğ ve müessirdir. İşte sebepten dolayı
Cenâb-ı Hak, her şeyi apaçık anlatan kitabında ve diğer alarında çokça mesel
îrad etmiştir. Nitekim O; "İşte biz bu meselleri isanlara getiriyoruz"
(Ankebût. 43) buyurmuştur. Incil'in sûrelerinden birisi de, "Meseller
sûresi" dir. Bu ayette birkaç mesele vardır.
[134]
Arabça'da
"mesel" "misi" manasınadır. Buna da,
"nazır", yani benzer,
eş denilir. Nasıl
ki ve denilirse, ayni şekilde ve de
denilir. Buradan hareket
edilerek, halk arasında
yayılan ve biri öbürüne
benzetilen sözlere mesel denilmiştir. Ancak bir sözün "mesel"
atabilmesinin şartı, onda bazı bakımdan tuhaflık ve ilginçliklerin
bulunmasıdır.
[135]
Allahü Teâlâ,
münafıkların gerçek sıfatlarını ortaya koyunca
bunu, daha iyi
beyân etmek ve açıklamak için, bunun hemen peşinden iki
mesel rad etmiştir.
Bunlardan birinci
mesel: Bu mesel, söz konusu ayetteki meseldir. Bu "mesel" de izah
edilmesi gereken bazı noktalar bulunmaktadır:
a- Münafıkda
nur olmadığı halde, onu, kendisine bir nûr verilen, sonra da bu nûr kendisinden
alınan kimseye benzetmenin vechi, dayanağı nedir?
b- Ateş
yakan kimse, ateşi yakıyor; ateş birazcık aydınlatınca, onun hem ateşinden hem
de ışığından istifade ediyor, sonra da bundan mahrum oluyor... Münafığa
gelince, onun kesinlikle imandan istifade etmesi söz konusu değildir. O halde,
bu benzetmeyi nasıl izah edebiliriz?
c- Ateşi
yakan kimse, kendisine bir aydınlık sağlamak istemiştir; oysa ki Allâhu Teâla
onun ışığını yok etmiş ve onu karanlıklar içinde bırakmıştır. Ama münafık
hiçbir hayır elde etmemiş, münafık için söz konusu olan hayal kırıklığı ve
şaşkınlık ise, ancak kendinden dolayı meydana gelmiştir. O halde, buradaki
benzetmenin ortak yönü nedir?
[136]
Buna şöyle cevap
veririz: Alimler, benzetmenin niteliği hususu şeyler zikretmektedirler:
1) Sûddi
şöyle der: Bazı insanlar Hz.Peygamber (s.a.s) M geldiğinde İslâm'a girmiş,
sonra da münafık olmuşlardır. O halde teşbih son derece doğrudur, çünkü o
münafıklar ilkin iman etmeleri s bir nûr elde etmişler, sonra da nifaklarından
dolayı ikinci kez kaybetmişler, böylece de çok büyük bir şaşkınlık içine
düşmüşler din hususundaki şaşkınlıktan daha büyük şaşkınlık yoktur. Bunun
karanlıktan dolayı yolunu şaşıran dünyevi bakımdan az bir zarara gi din
konusunda şaşıran kimse ise, kendisini ahirette nihayetsiz v€ olarak zarara
duçar etmiş olur.
İkinci Cevap:
2)
Şayet Sûddî'nin söylediği bu söz doğru kabul
edilmez de onların başından beri münafık oldukları söytenilirse, burada Hasan
Basrfnin söylemiş olduğu başka bir tevit söz konusu olur. Bu tevil de şudur:
Onlar müslüman olduklarını açıklayınca, böylece kanlarını koruma, mallarının
ganimet olarak alınmasını ve çocuklarının esir edilmesini önleme başarısını
elde etmişler, cihadlarda elde edilen ganimet mallarından ve müslümanlara
tatbik edilen diğer hükümlerden de faydalanmışlardır. Bu ise, iman nurlarından
bir nûr sayılır. Bu, devamlı olan bir azaba nisbetle az bir zaman ifade edince,
Allah onların halini, ışığından çok az istifade eden, sonra da çekilip elinden
alınan, böylece de, bu nurun peşinden gelen, karanlıktan dolayı şaşkınlığı ve
nayal kırıklığı devam eden bir ateş yakan kimsenin haline benzetmiştir.
Böylece, onun bu dünyadaki azıcık faydalanması hali nura; ahiretteki zararının
büyüklüğü de zulmete, karanlığa teşbih edilmiştir.
Üçüncü Cevap:
3) Şöyle
dememiz de mümkündür: Teşbihin ortak tarafı, münafığın nurunun bulunması
değildir; tam aksine, münafığın, bu ateş yakan kimseye benzetilmesinin illeti
şudur: Ateş yakan kimsenin ışığı gidince şaşırır. Bir nûr, bir ışık içinde
bulunan, sonra da ışığı elinden alınan kimsenin şaşkınlığı; devamlı karanlık
içinde yol alan kimsenin şaşkınlığından daha fazladır. Ancak Cenâb-ı Hak, onu
bu yoğun karanlıkla nitelendirilmesinin doğru olması için, ateş yakan kimse
için bir ışık zikretti; yoksa burada "vech-işebeh", nûr ve zulmetin
bir arada bulunması değildir.
Dördüncü Cevap:
4)
Münafıkların ifade ettikleri şey, bu söylediklerinin, kendisinden istifade
acilen nûr olduğu vehmini verir. Nurun gitmesi ise, münafığın arkadaşlarına
açıladığı küfür ve nifak vehmini verir. Bunu söyleyen kimse, bu meseli, Cenab-ı
Hakk'ın: "İman edenlerle karşılaştıklarında, biz iman ettik derler;
şeytanlanyla kaşbaşa kaldtklanndaysa, biz sizinle beraberiz
derler"{Bakara, 14) ayetine, atfetmişlerdir. Buna göre kelimesi,
münafıkların sözlerinin, gitmesi de, münafıkların kâfirlere sözlerinin
meselidir. Şayet, münafık, bu inancın aksini gizlemesine rağmen,
"biz" dediğinde, onun iman hakkında söylediği bu söz, nasıl nurun
misali, olabilir? denilirse, biz deriz ki, şayet o münafık bu sözüne hem
inancını de o inanca göre amelini katarsa, kendisi için nurunu tamamlamış olur.
böyle yapmazsa, nuru tam olmaz. Onun sırf bu sözü (inandık sözü) nûr diye
adlandırılmıştır, çünkü bu "inandık" sözü, o kendi başına gerçek ar
sözdür.
Beşinci Cevap:
5) Ateşin
tutuşturulmasının münafığın iman kelimesini izhar etmesinden ibaret olması da
caizdir. Allah-ü Teâlâ buna nûr adı vermiştir; çünkü münafık,[müminler arasında
dışını süsler ve böylece söz sayesinde medhedilmiş olur. Sonra
Cenâb-ı Hak, peygamber've müminlere münafığın durumunun gerçek yüzünü
bildirerek, münafığın perdesini kaldırır ve nurunu giderir. Ondan sudur eden
iman isminin yerine, nifak ortaya çıkmış olur da, böylece içinde hiç bir şey
göremeyeceği koyu karanlıklar içine düşmüş olur. Çünkü daha önce sahip olduğu
nûr, Allah'ın, onların İç yüzlerini ortaya koymasıyla yok olup gitmiştir.
Altıncı Cevap:
6) Onlar
hidayet mukabilinde sapıklığı satın almakla nitelenince, Cenâb-ı Hak bunun
peşinden, onların sattıkları hidayetlerini, ateş yakan kimsenin etrafını
aydınlatan ateşe (nâra); satın aldıkları ve böylece de kalblerini mühürlediği
"sapıklığı" da, Allah'ın onların nurunu gidermesine ve onları
karanlıklar içerisinde bırakmasına benzetmek için bu temsili getirmiş olabilir.
Yedinci Cevap:
7) Burada
ateş yakanın, Cenâb-ı Hakk'ın razı olmadığı bir ateşi yakmış olması da
muhtemeldir. Bundan maksat, münafıkların kızıştırmaya çalıştıkları fitneyi bu
ateşe teşbih etmektir. Çünkü münafıkların tahrik etmeye çalıştıkları bu fitne,
çok uzun ömürlü olamamıştır. Cenâb-ı Hakk'ın
"Her ne zaman
harbin ateşini tutuşturdularsa, Allah bu ateşi söndürmüştür" (Maide, 64)
sözüne kulak vermez misin?
8) Said
b.Cübeyr, bu ayet, "yahudîlerin ve onların Hz.Peygamber'in zuhurunu
gözlemeleri ve onların bu peygamber vasıtasıyla müşrik Arablara galib gelme
beklentileri hakkında nazil olmuştur. Hz.Peygamber gönderilince onlar, O'nun
nübüvvetini kabul etmemişlerdir. Böylece onların, Hz.Muhammed'i bekleyişleri
"ateş tutuşturmak" gibi; onların, Hz.Peygamberin ortaya çıkmasından
sonra O'nu inkâr etmeleri de, bu nurun gitmesi gibi olmuştur" demiştir.
[137]
İmanın nura, küfrün
ise zulmete benzetilmesi hususu, Allah'ın kitabında çokça yer almaktadır.
Buradaki "vech-İ
şebeh" şudur: "Nur" delillere ulaştırmada, faydalı yolları elde
etmede ve şaşkınlığı yok etme konusunda en etkili olan şeydir. Bu ise, din
hususunda, imanın halidir. Böylece, din konusunda şaşkınlıkları gidermede ve
menfaatleri temin etmede en mükemmel olan şey, dünyada en güzel olan şeye, yani
nura benzetilmiştir.
Küfrün zulmete
benzetilmesi hususundaki hüküm de aynıdır. Çünkü, girilmesi gereken yoldan sapmış olan kimse için, zulmetten daha büyük bir
mahrumiyet ve şaşkınlık olamaz.
Dinî hususta da,
menfilikte küfürden daha büyük bir şey yoktur. İşte böylece Cenâb-ı Hak, onlardan
birini diğerine teşbih etmiştir. Bu ayetin genel mefhûmu hakkında söylenen söz
işte bundan ibarettir. Burada geriye, teferruata dair birtakım sual ve bunlara
verilen cevaplar kalmıştır.
[138]
Birinci sual ve
cevabı: Ateş yakan kişi, Cenâb-ı
Hakk'ın "Onların durumu, bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir "
(Bakara, 17) ayeti, münafıkların meselinin, ateş yakanın durumuna
benzetilmesini iktiza eder. Ama, münafığın ve ateş yakanın meseli nedir ki,
böylece bunlardan biri diğerine teşbih edilebilsin?
Buna cevabımız şudur:
Mesel kelimesi, kendisinde bir gariblik ve bir tuhaflık bulunan bir olay veya
nitelik için istiare yoluyla kullanılır. Buna göre, derken, sanki şöyle
denilmek istenmiştir:
"Onların şaşırtıcı
kıssaları, âteş yakan kimsenin kıssası gibidir." Cenâb-ı Hakk'ın;
Muttakilere va'dolunan
cennetin kıssası..." (Muhammed, 15)ayeti de böyledir. Yani, sana
bahsettiğimiz hayranlık uyandıran şeylerde, hayranlık uyandıran cennetin
kıssası vardır, demektir.
Yine "En yüce
mesel Allah'ındır" (Nahl, 60) ayeti de böyledir. Yani, O'nun azamet ve
celal vasıfları, demektir.
"Onların
Tevrat'taki vasfi, (Feth, 29) ayeti de böyledir. Yani, onların şaşılacak
durumları ve vasıfları demektir. "Mesel" de garabet mânası olunca]
Arablar Falanca yok mu, o hayır ve serde bir misaldir" diyerek, mesel'den,
durumu şaşırtıcı olan şey hakkında kullanılan sıfat anlamını türetmişlerdir.
'Topluluk ferde nasıl
benzetilebiImiştir?"
Böyle bir soruya
birkaç bakımdan cevap verebiliriz:
a- Cenâb-ı
Hakk'ın "Dalanlar gibi, siz de daldınız " (Tevbe, 69) ayetinde olduğu
gibi, Arapça'da yerine getirmek caizdir. Çünkü her ma'rife cümlenin vasfına,
bir cümleyi bağlamak için gelmiştir. Bir de o, Arabça'da çok kullanılır. Ayrıca
sılasıyla kullanıldığında söz uzadığı için, hafifletilmeye elverişli bir kelime
olmuştur. Bu sebepten dolayı onun ya'sını, kesresini hazfederek kullandılar.
Öyle ki, ism-i fail ve ism-i mefüllerde sırf bir ıjh şekline soktular.
b- Ateş
yakanların cinsinin murad edilmesi; veya ateş yakan topluluğun ve gurubun
kastedilmesidir.
c- Bu görüş,
en kuvvetli olanıdır; çünkü münafıkların bizzat kendileri, ateş yakan kimsenin
bizzat kendisine benzetilmem iştir ki, bundan topluluğun tek bir kişiye teşbihi
gereksin... Burada, münafıkların kıssası, ateş yakanın kıssasına
benzetilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın
"Tevrat'ı
yüklenip de sonra onu taşımayanların durumu, eşeğin durumu gİbİdİr"(Cuma,
5),
"Sana, üzerine
ölüm baygınlığı çökmüş kimsenin bakması gfbî bakarlar" (Muhammet), 20)
ayetleridir.
d- Ayetten
kastedilen mana, Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra da sizi bebek olarak dünyaya
çıkaran O'dur" (Gâflr, 67) sözünün manası nasıl "sizden her birinizi
demek ise, bunun gibi burada da kastedilen, "onlardan her birinin
meseli.." dir.
Buna şöyle cevap
veririz: Ateşin yanması, onun parlaması ve alevinin yükselmesi demektir. Nâr,
yani ateşe gelince, bu latîf, aydınlatıcı, sıcak ve yakıcı bir cevherdir. Bunun
iştikakı ise, bir şey uzaklaşıp kaçtığı zaman söylenen fiilindendir. Çünkü
ateşte, bir hareket ve bir kaynaşma vardır, "Nur" (ışık) da bu kökten
neşet etmiştir. Ki, bu ateşin ışığı, onun ziyası demektir. Alâmet anlamına
gelen "menâr" üzerinde ezan okunan şeye ad olarak verilen
"menare" kelimeleri de ayni köktendir. Üzerine kandil konulan şeye de
"menâre" denilir. Bedeni temizlediği için sabun çiçeğine, beyaz
çiçeğe ad olarak verilen kelimesi de bu köktendir. kelimesi ise, aşırı
aydınlatmayı ifade eder. Bunun doğru olduğunu gösteren delil ise, şu ayettir:
"O, güneşi bir
ziya, ayı da bir nûr kılandır" (Yunus, 5) fiili hem, lâzım (geçişsiz) hem
de müteaddî (geçişli) olarak kullanılabilir.
"Ay karanlığı
ısıttı" ve, lâzım olarak da aydınlandı anlamında dersin, sair sovle
demiştir:
"Onların asalet
ve şerefleri onlar için, gecelerin karanlıklarını aydınlattı; öyle ki, akîk
taşını delen kimse, bu ışıkta, bu taşları ipe dizebildi..."
"Havi" ise, o şeye bitişik olan, demektir. "O, onun etrafını ve
havalisini dolaştı" dersin. Dönüp geçtiği için, seneye de
"havi" denilir. demek ahdinden dündü; demek de, rengi değişti anlamına
gelir. de, hakkın bir şahıstan başka bir şahsa geçmesi demektir. daha önce istemediği halde, bir işi yapmak
istemektir. ise, gözün kayması; de,'
değişmek demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Onlar oradan ayrılmak istemezler" (Kehf,108) buyurmuştur.
"Zulmet", aydınlanabilen şeyde "nûr"un, ışığın olmamasıdır.
Esasen Arabca'da
zulmet, noksanlıktan ibarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Bu iki bahçe
mahsulünü vermiş, bundan bir şeyi eksik bırakmamıştı" (Kehf, 33)
buyurmuştur; yani noksanlaştırmadı.. Bir darb-ı meselde de "Babasına
benzeyen zulmetmemiştir" yani babaya benzemenin hakkını,
noksanlaştırmayıp, tam vermiştir. Çok hızlıca eksildiği için, kara da ve dişin
minesine, onun parlaklığı ve saflığına da, kara benzeterek, yine denilmiştir.
"Ayette geçen
fiili, geçişli midir, geçişsiz mi?
Buna cevabımız: "Her ikisi de uygundur; şeklinde olur. Çünkü "Ateş kendi kendine aydınlandı" "Ateş başkasını aydınlattı denilir. Çünkü birşey kendi kendine karardı, ve "Bir şeyi kararttı" denilmektedir. Burada, doğruya en yakın olan, föri kelimesinin geçişli olmasıdır. lafzına isnad edilerek, geçişsiz olması da muhtemeldir. Fiilin müennes gelmesi ise, manaya hamledilmesi sebebiyledir; çünkü ateş yakan kimsenin etrafı, yerler ve eşya manasınadır. (Yerler ve eşya da çoğul kelime olduklarından fiil müennes gelmiştir). İbn Ebî Able'nin, kelimesi yerine okuması da bu görüşü kuvvetlendirir.
Cenâb-ı Hakk'ın sözünden ötürü, "keşke denilseydi".
Bu soruya şu şekilde
cevap veririz: Nûr kelimesini getirmek, daha beliğdir. Çünkü tjîjol» kelimesinde,
mâna fazlalığına dair bir delâlet vardır. Şayet Cenâb-ı Hak, "Allah
onların ziyâlannugötürdü"demiş olsaydı,
bu söz kemâl
derecesinin gittiği,, geriye nûr diye isimlendirilen bir şeyin kaldığı vehmini
verirdi. Halbuki buradaki maksat, onların nurunun tamamiyle gittiğini
göstermektir. Cenâb-ı Hakkın, bunun peşinden "Onları, içinde hiçbir şey
göremiyecekleri, karanlıklar İçinde bıraktı" ayetini nasıl getirdiğini
görmüyor musun? Yine nurun yokluğundan
ibaret iken, Cenâb-ı Hakk'ın onu nasıl çoğul ouifa getirdiğine, nasıl belirsiz
kıldığına ve nasıl, onun sırf zulüm olduğunu gösteren, "görmüyorlar"
sözünü onun peşinden getirdiğine bakmaz mısın?
Niçin Cenâb-ı Hak,
demedi de, bunun yerine dedi? Buna cevabımız
şudur: ile arasındaki fark şudur:
lâfzının mânası, "onu izâle etti ve onu götürdü, gidici kıldı"
nin mânası ise,
"onunla beraber gitti"dir; buna göre nin mânası (beraberinde)
demektir. Sultan malını yanına alıp, beraberinde götürdüğünde denilir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Onu yanlarına alıp götürdüklerinde" (Yusuf, 16) "O
zaman, her ilâh kendi yarattığını yanma alırdı (Müminun, 91) buyurmuştur. Buna
göre mana, Allah onların nurunu aldı ve tutup salıvermedi''dir. "Allah'ın
tutacagı şeyi ondan sonra salıverecek yoktur"
(Fatır, 2). Bu ifâde (götürdü) fiilini ifâde
ettiğinden daha etkitidirjbeliğdir. Yemanî ise, ifâdesini şeklinde okumuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın
sözünün manası nedir? Buna cevabımız şudur: fiili bir mefûl aldığı zaman (attı,
çıkardı); iki mefûl aldtğı zaman (kıldı, - i haline getirdi, - e dönüştürdü)
mânasına gelir;
Bu ikinci manasıyla
"efâl-i kulûb" (kalbe ait fiiller) sınıfına dahil olur. Cenâb-ı
Hakk'ın, sözü, işte bu mânadadır. Bu ifâdenin aslı (onlar karanlıklar
içindedir) dir. Sonra bu cümlenin üzerine fiili gelerek, her iki cüzü de
nasbetmiştir.
'un iki mefûlûnden biri,
niçin hazfedilmiştir? Buna cevabı mız şudur: Bu hazif, hazfedilip de niyette
gözetilen şey cinsinden değil de, sanki fiil hiç müteaddî (geçişli) değilmiş
gibi, bırakılan ve hatıra getirilmeyen sevlkabîlindendir.
'Onlar sağır, dilsiz
vejkördürler. Bu sebeple, geri dönemezler" (Bakara, 18).
Münafıklar işitiyor,
konuşuyor ve görüyor oldukları için bu ayeti hakiki, yani maddî cihete
hamletmek imkansızdır. Bu sebeple, son derece inatçı olup, Kur'an'dan ve
Hz.Peygamber(a.s,)'İn izhar ettiği delil ve mucizelerden yüz çevirdikleri için
sağırlara benzetildiklerini düşünmek gerekir. Bu münafıklar duymadıkları için
cevab da verememişlerdir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, onları dilsiz kabul
etmiştir.
Delillerden
faydalanmadıkları, hakikat yolunu göremedikleri için de onlar kör
sayılmışlardır.
[139]
Allah Teâla'nın
ifadesine gelince bunda birkaç husus vardır:
Birincisi:
Bu, "Onlar, yukarıda bahsi geçen durumdan dönemezler." demektir. O
şey de, kendisine sımsıkı sarıldıkları nifaklarıdır. Ona sımsıkı sarıldıkları
için, Hak Teala, onları bu sıfatlarla
nitelendirmiştir. Böylece bu, onların ömür boyu nifaklarına devam edeceklerine
bir delil oldu.
İkincisi:
"Onlar, hidayeti satıp delaleti aldıktan sonra hidayete
dönmeyecekler," demektir.
Üçüncüsü: Cenab-ı
Hak, onları, oldukları yerden ayrılamayan, çivilenip kalan, ileri mi
gideceklerini,geri mi duracaklarını bilemeyen ve başlangıç noktasına nasıl
döneceklerini şaşıran kimseler durumunda mütalâa etmiştir.[140]
karanlıklar gök gürültüsü ve şimşek vardır. Onlar ölüm
korkusu İle, yıldırımlardan dolayı parmaklarını kulaklarına tıkarlar."
"Allah kâfirleri çepeçevre
kuşatandır. O şimşek nerdeyse gözlerini alacak. Onları aydınlatınca, onun ışığında yürürler.
Başlarına karanlık çökünce ise dikilip(kalırlar. Allah dileseydi onların)
işitmelerini ve gözlerini giderirdi. Hiç şüphesiz Cenab-ı Allah herşeye
hakkıyla kadirdir"
(Bakara, 19-20). Bu,
münafıklar için irad edilmiş ikinci meseldir. Bu benzetme birkaç yöndendir:
[141]
Birincisi:
Kendisinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan bulut meydana gelip,
bunun karanlığı ile gecenin karanlığı, yıldırımların üzerlerine düştüğü esnada
yağmurun karanlığı ile birleşince, ölüm korkusu ile yıldırımlardan dolayı
parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Bir de şimşek onların neredeyse gözlerini
alıp, böylece onları aydınlatınca, onlar şimşeğin ışığında yürürler. Işık
kaybolduğunda onlar zifiri bir karanlık içinde kalırlar ve şaşkın bir vaziyette
kalakalırlar. Çünkü bu üç karanlık içinde, kendisine şimşek isabet eden, sonra
kendisinden şimşeğin ışığı kaybolan kimsenin şaşkınlığı artar, bu karanlık onun
gözünde büyür ve devamlı karanlıkta kalan kimseye göre, bu durum onun için bir
meziyet olur, işte böylece Cenâb-ı Allah, münafıkları, dinî husustaki
cehaletleri ve şaşkınlıkları bakımından, ayette vasıfları zikredilen kimselere
benzetmiştir. Çünkü o münafıklar da, hiçbir yolu görmüyor ve hakkı
bulamıyorlardı.
İkincisi;
Yağmur, her nekadar faydalı birşey ise de, zarar veren durumlarla ve bu şekilde
meydana gelince faydası kalmaz. Aynı şekilde, eğer münafığın kalbi imanına
uygun olsaydı, imanını izhâr etmesi, kendisine fayda verirdi. Münafığın ihlâsı
olmayıp içinde nifak olunca bu imanı izhar, dini bakımdan zararlı olmuştur.
Üçüncüsü:
Yıldırımlarla beraber bu işler başına gelen kimse, parmaklarını kulaklarına
tıkamanın kendisini bundan kurtaracağını zanneder. Bu ise onu, Cenâb-ı Allah'ın
onun için irade ettiği helak ve ölümden Kurtarmaz. Örflerde bu hususun böyle
olduğu sabit oludıtfu için Allah Teala, - ş hakikatte böyle olmadığı halde-
mü'minlere izhâr ettikleri imanın kendilerine fayda vereceğini
zannettiklerinden dolayı, münafıkların durumunu ayette anlatılan duruma
benzetmiştir.
Dördüncüsü: Münafıkların
âdeti, ölüm ve öldürülmekten kaçmak için z nada katılmamadır. İşte bu sebeble
Allah Teala, bu hususta onların durumunu, başına bu işler gelen ve parmaklarını
kulaklarına tıkayarak bunları şaşından atacağını zanneden kimsenin durumuna
benzetmiştir.
Beşincisi:
Kulaklarına parmaklarını tıkayan bu kimseler, her ne kadar o anda ölümden
kurtulsalar da, ölüm ve helak onların peşindedir. Onların ölümden kurtulmaları
mümkün değildir. Aynı şekilde, içine daldıkları nifaktaki durumları münafıkları
cehennemin azabından kurtaramayacaktır.
Altıncısı:
Durumu böyle olan kimse, hertürlü karanlık ve korku bir araya geldiği için,
şaşkınlıkta zirveye ulaşmıştır. Münafıklarda da dini meselelerde şaşkınlığın,
dünyevi meselelerde ise korkunun doruk noktası meydana gelmiştir. Çünkü münafık
her zaman, içyüzüne vâkıf olunduğunda öldürüleceği korkusu ile yaşar. Böylece
nifakı ile birlikte bu endişe, daima onun kalbinde bulunur. .
Yedincisi:
âyetteki "Sayyib"den, Allah'ın maksadı, iman ve Kur'an;
"karanlıklar", "gök gürültüsü" ve şimşekten maksadı ise
münafıklara zor gelen şeylerdir. Bunlar da namaz, oruç, makam-mevkiyi terk, ana
babayla cihad etmek, eski dinlerini terketmek ve, Hz.Muhammed (s.a.s.)'e uymaya
son derece karşı olmalarına rağmen, ona uymak gibi zor mükellefiyetlerdir. En
faydalı şey olan sağanak yağmurdan, beraberindeki zararlı şeylerden dolayı,
insanların son derece sakınmaları gibi, münafıklar da, kendisinde bu güç
mükellefiyetler bulunduğu İçin iman ve Kur'an'dan aynı şekilde sakınmışlardır.
Cenab-ı Allah'ın
"o, onları aydınlatınca onun ışığında yürürler " sözünden maksadı,
"onlar için menfaatli şeyler meydana gelince..." demektir. Bu
menfaatler de, o münafıkların mallarının ve canlarının korunması ite
ganimetlerden onlara da verilmesidir. Çünkü onlar dinde, bu hususlara rağbet
etmektedirler.
Allah Teâlâ'nın
"Başlarına karanlık çökünce İse dikilip kalırlar" sözünden maksadı,
şudur: "Onlar, bu menfaatlerden bir şey elde edemedikleri zaman imandan
hoşlanmaz ve dine rağbet etmezler."Söylediğimiz bütün hususlar bu teşbihte
açık bir tarzda mevcuttur.
[142]
Bunun dışında geriye,
ayetle ilgili bazı soru ve cevaplar kalır:
Cevab:
İkincisi daha beliğdir. Çünkü ikincisi, aşırı şaşkınlığa ve şiddetli bir
sertliğe delalet eder. Bu sebebten dolayı, münafıkların bu gibi hususlarda
hafiften daha şiddetliye doğru tedricen ilerlediklerini görürsün.
Bu iki benzetmeden
biri diğerine niçin, şek ifade eden } (veya) harfi ile atfeditmiştir? Buna
birkaç yönden cevab verilir:
Birincisi: lafzı aslında şek ve şüphe hususunda iki ve daha
fazla şeyin eşit olduğunu göstermek içindir. Sonra bunda saha biraz daha
genişletilerek, şüphe dışındaki hususlarda da eşitlik ifade etmek için bu.
İstiare olarak kullanılmıştır. Mesela, şu iki şahıstan dilediğinle oturup
kalkmanın doğru olması hususunda her ikisinin de eşit olduğunu kastederek
"İster Hasan ile, ister İbn Sîrin ile otur" demen gibi.
Cenab-ı Allah'ın
"Onlardan hiçbir günahkara yahut hiçbir nanköre itaat etme " (İnsan,
24); yani kendilerine isyan etmenin gerektiği hususunda günahkar ve nankör
eşittir. ayet' de böyledir. Bunun manası, "Münafıkların durumu, şu
anlatılan iki kıssanın durumuna son derece benzerdir. Bu ikisinden herhangi
birine, münafıkların durumunu benzetirsen yanılmamış olursun. Her ikisine de
benzetsen yine yanılmamış olursun" demektir.
İkincisi:
Cenâb-ı Hak ikinci benzetmeyi de zikretti. Çünkü münafıklar iki kısımdır. Bir
kısmı ateş yakan kimselere, diğer kısmı da yağmura tutulan kimselere
benzetilmişlerdir. Bunun bir benzeri de Allah Teâlâ'nın:
"Onlar, yahudi
veya hristiyan olun... dediler. "(Banara, 135) ayeti ile "Biz nice
şehirleri helak ettik. Azabımız onlara, ya geceleyin veya onlar öğle uykusunda
iken gelmiştir" (Araf. 4) âyetidir.
Üçüncüsü:
harfi manasına gelir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Biz onu yüzbin
(kişiye) hatta daha da fazla kişilere Peygamber olarak gönderdik" (Saffai,
147) buyurmuştur.
Dördüncüsü: harfi
"ve" manasıdır. Hak Teala sanki ve ve gökten boşanan yağmur
gibi..." demiştir. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakk'ın "Kendi
evlerinizden ve babalarınızın evlerinden ve annelerinizin evlerinden
yemeniz..." ayetidir. Şair de şöyle demiştir:
"Leyla benim
günahkar olduğumu iddia ediyor. Nefsimin korkusu nefsim lehine, günahı da
aleyhinedir." hakkındaki bütün bu hususlar,
"Sonra bunun
arkasından yine kalbleriniz katılaştı. Şimdi o kalb taş gibi yahut daha da
katıdır " (Bakara, 74) âyetindeki )' için de aynıdır.
Ayette sağanak
yağmura, karanlıklara, gök gürültüsüne, şimşeğe ve yıldırıma benzetilen nedir;
bu ne çeşit teşbihdir?
Buna cevabımız şudur: Beyan ilmi alimlerinin burada iki görüşü vardır:
Birincisi:
Bu "teşbih-t müferrak"tır. Bunun manası şudur: Gerek mümesselin,
mürekkeb, yani gerekse kendisine meseldeki bazı şeylerden meydana gelmiş olması
ve birşeyin, mümesseldeki herbir şeye benzetilmesidir. İşte burada islam dini
sağanak yağmura benzetilmiştir. Çünkü, yağmur ile yeryüzü dirildiği gibi, İslam
dini ile de kalbler hayat bulur. Kâfirlerin din ile ilgili şüpheleri
karanlıklara; dindeki va'd ve va'îd ile ilgili şeyler şimşeğe ve
gökgürültüsüne; müslümanların eli ile kâfirlere isabet eden belalar da
yıldırımlara benzetilmiştir. Buna göre ayetin takdiri... "Yağmura
tutulanların misali gibi..." olur. "Bundan da kasıt,
"gökyüzünün, bu durumda kendilerini yakaladığı kavmin misali gibi..."
demektir.
İkincisi:
Bu, "teşbih-imürekkeb"tir. Teşbih-i mürekkeb: Müşebbeh ve müşebbehin
bihin herbirinin unsurları diğerinin unsurlarına tek tek benzemese dahi, bu
ikisinden birini diğerine herhangi bir yönden benzetmektir. Bu ayetlerden
maksad, gerek dini gerekse dünyevi bakımdan, münafıkların şaşkınlığını, ateş yaktıktan
sonra ateşi sönen; gök gürültüsü ve şimşekle beraber karanlık gecede gökyüzünün
yakaladığı kimsenin şaşkınlığına benzetmektir.
Eğer, "Teşbih-i
müferrakta, tarzında mahzûf bir muzaf olduğunu takdir etmiştir. Aynı
şeylmürekkeb'teşbihde de yapılabilir mi?" denirse deriz ki: âyetinde,
zamire merci bulma ihtiyacı olmasaydı böyle bir takdire ihtiyacımız kalmazdı.
Cevab: Bu,
inen yani boşalan yağmur demektir. Birşey indiğinde, Araplar derler. Birşey
başını aşağt indirdiğinde denilir. Bu kelimenin, mutedil oldu" manasına
gelen den olduğu söylenmiştir.; "Sayyib" sadece bol yağmura
denir.Resulullah(s.a.s.)da "Va Babbl*bu yağmuru bol ve bereketli kıl"[144]
Yani cömert kıl" derdi. Aynı şekilde buluta da "Sayyib" denir.
Şemmâh şöyle demiştir. "Yağmaya hazır, yere yakın ve sözünde duran siyah
bulut yok mu? İşte, bulut odur!"
Ayette
"sayyib" kelimesi nekire olarak getirildi. Çünkü bununla korkunç ve
şiddetli bir çeşit yağmur kastedilmiştir. Birinci teşbihde de "nâr"
(ateş) r mesi nekire olarak
getirilmiştir. Kelime şeklinde de okunmuştur, ama şekli daha beliğdir.
"Semâ" ise şu gölgeleyen gökyüzüdür.
[145]
Beşinci soru:
Yağmur ancak gökten yağdığı halde Cenâb-ı Allah'ın gökten" demesindeki
fayda nedir?"
Bunun cevabı iki
yöndendir:
Birincisi:
Şayet Cenâb-ı Hak, Yahud kendisine karanlıklar bulunan bir sağanak yağmur
gibi..." deseydi; o yağmurun gökyüzünün Mr kısmından indiği ihtimali söz
konusu olurdu. Ama "gökten" deyince, bu, yağmurun gökyüzünün bütün
ufuklarını kaplayan umumi bir yağmur olduğunu gösterir."Sayyib"
kelimesinin sîgası ve nekire olarak getirilmesinde ar mübalağa bulunduğu gibi
Cenab-ı Allah, yağmurun bütün göğü kapladığını Myan ederek, bu mübalağayı teyid
etmiştir.
İkincisi: Bazıları
da şöyle demişlerdir: Yağmur, ancak rutubetli ların yeryüzünden havaya yükselip
gökte soğuk hava ile karşılaşarak yeryüzüne inmesi ile meydana gelir. İşte bu
yağmurdur. Sonra Hak , Teala burada yağmurun gökten indiğini beyan etmek
suretiyle bu görüşü
etmiştir.[146] Cenâb-ı Allah'ın: "Biz gökten tertemiz
bir su idirdik"(Furkan, 48).
Biz gökten içinde dolu
bulunan bazı dağlar İndiriyor..." (Nûr, 43) ayetleri bunu gösterir.
[147]
Altıncı soru:
"Ra'd" ve "Berk" ne demektir?
Cevab: Ra'd,
yani gök gürtemesi, rüzgar bulutu yakalayıp sürdüğünde sanki bulut kütleleri
harekete geçip birbirine çarpıyor ve titriyor, bu titremeden dolayı bu esnada
ses çıkartyormuş gibi buluttan duyulan sestir. Berk yani şimşek ise buluttan
parlayan şeydir. Bu kelime, birşey parladığı zaman Arabların söylediği
ifadesinden alınmıştır.
[148]
Yedinci soru:
"Sayyib, hem yağmur hem bulut manasınadır. Öyleyse bu ikisinden hangisi
kastediliyor ve "Onun karanlıkları" ne demektir?"
Cevab: Bulutun
karanlıkları şudur: Bulut siyahlaşıp tabaka tabaka kesif bir hale geldiğinde
onun karanlığı, gecenin karanlığı ile birlikte kararması ve kat kat olmasıdır.
Yağmurun karanlığı da, onun kesif ve tanelerinin birbiri ardınca sicim gibi
olması; gecenin karanlığı ile birlikte bulutu göstermemesidir.
[149]
Sekizinci soru:
"Yağmur nasıl olur da gökgürültüsünün ve şimşeğin mahalli olur? Halbuki
bunların çıktığı yer buluttur."
Cevab: Bulut
ile yağmur arasındaki ilgi çok güçlü olduğu için, hüküm hususunda birini
diğerinin yerinde kullanmak caizdir.
[150]
Dokuzuncu soru:
"Karanlıklar" denilip cem'i i getirildiği gibi, "gök
gürültüleri" ve "şimşekler" denilseydi ya ?"
Cevab: Bu
iki ifade arasındaki fark şudur: Karanlıklar birleşerek çeşitli karanlıklar
meydana geldiği için cemi sigasına ihtiyaç duyulmuştur. Gök gürültüsü ise tek
bir çeşittir. Şimşek de böyledir. Dolayısıyla tek bir bulutta çeşitli gök
gürültüsü ve şimşeğin bir araya gelmesi mümkün olmaz. Bu sebeble de bunlar cemi
olarak getirilmiştir.
[151]
Onuncu soru:
"Bu kelimeler niçin nekire olarak gelmiştir?" Cevab: Çünkü, Cenab-ı
Allah'ın maksadı, bunların enva-i türlüsünü bildirmektir. Buna göre sanki şöyle
denmektedir: "Onda öyle zifiri karanlıklar,
öyle şiddetti gök gürlemeleri ve öyle göz kamaştıran şimşekler var ki sorma gitsin.
Onbirinci soru:
deki cemi zamiri neye râcîdir.?
Cevab: Her
nekadar lafızda hazfedilmiş olsa da manaca hissedilen yağmura tutulanlara
râcîdir. ojû*i cümlesi, müste'nef bir cümle olduğu için ârabdan mahalli yoktur.
Çünkü Cenab-ı Hak, gök gürlemesini ve şimşeği, srtdet ve korku uyandıracak bir
şekilde zikredince, sanki birisi "Bu gök gûrlemesi karşısında onların hali
ne olur?" deyince, buna cevab olarak, Onlar parmaklarını kulaklarına
tıkarlar."; "O şimşek karşısında halleri nasıl olur?" deyince
de, "O şimşek nerdeyse gözlerini alacak" demiştir.
[152]
Onikinci soru:
"Kulaklara tıkanan parmak uçlarıdır. Öyleyse (Onların parmak uçları)
denseydi ya...?"
Cevab: Her
nekadar burada parmaklar zikredilmiş ise de maksad parmakların hepsi değil
uçlarıdır. Nitekim Cenab-ı Hak:
"Onun iki kolunu
kesiniz" (Maide, 38) buyurmuştur,
Halbuki maksadı
ellerin kesilmesidir.
Onüçüncü
soru: "Saika" nedir?"
Cevab: Bu,
yıldırım, yani'şiddetli gök gürültüsünü müteakip ondan düşen maş parçası olup,
güçlü ve latif olan bu ateş uğradığı herşeyi helak eder. Ne varki kuvvetli
olduğu halde çabuk söner.
Ondördüncü soru: "Allah'ın kâfirleri kuşatması ne demektir?"
Cevab: Bu
mecazî bir ifadedir. Bunun manası, kuşatılan şey, kendisini satanı nasıl
aşamazsa onlar da Cenab-ı Allah'dan kaçamazlar demektir.Bu hususta üç görüş
vardır:
1)
"Cenab-ı Hak onları bilir" demektir. Nitekim O, "Hiç şüphesiz
Allah, herseyi ilmen kuşatmıştır." (Talak,12) buyurmuştur.
2) Bu, Allah
Teala'nın onlara hükümran olarak kadir olduğunu ifade eder. Makim O,
"Allah onları arkalarından kusanadır." (Bukic, 20) buyurmuştur.
3) Bu,
Cenab-ı Allah'ın onları helak etmesi) manasınadır. Nitekim O, Etrafınızın
kuşatılması (helak edilmeniz) müstesna..." (Yûsuf, 66) buyurmuştur.
Onbeşinci soru:
"Ayette geçen "Hatf" nedir?
Cevab:
Süratli bir şekilde almaktır. Mücahid, bu kelimeyi "tâ" harfinin
kesresi ile şeklinde okumuştur. Halbuki "tâ" nın fetha ile okunması
daha fasîhdir. Mesud (r.a)'dan şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Hasan
el-Basir'den şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bunun aslı Jfeâi dur. Yine
ondan, "Ya" harfini "ha" harfine uydurarak her ikisini de
kesre ile okuyarak şeklinde bir okunuş rivayet edilmiştir. Zed b. Ali'den ise ,
den olmak üzere şeklide bir okunuş; Übeyy(r.a)'den,
"Çevrelerinde
insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağ men..." (Ankebut, 67)
ayetinden hareketle şeklinde bir okunuş rivayet edilmiştir.
[153]
Allah Teâlâ'nın "Şimşek onları aydınlatınca, onun
ışığında yürürler" ayeti üçüncü bir isti'nâf cümlesidir. Bu, sanki
"Onlar, şimşek ortaya çıktığı ve gizlendiği zaman ne yapıyorlar?"
diyen kimseye bir cevabtır. Bundan maksad, bu durumun münafıklara ne kadar zor
geldiğini, yağmura tutulanlara şimşeğin zor gelişine ve onların içinde
bulundukları son derece şaşkınlık ile, şimşek çaktığı zaman onun, gözlerini kör
edeceğinden korktukları halde, bu çakışını fırsat bilip böylece birkaç adım
atan, şimşeğin ışığı kaybolduğunda, oldukları yerde kalakalan ve ne
yapacaklarını bilemeyenlerin durumuna benzetmektir. Cenab-ı Allah isteseydi,
gök gürültüsünü artırır ve böylece onları sağır eder; şimşeğin ışığını da
artırarak onları kör ederdi. fiili ya müteaddidir ki buna göre mana: "Her
ne zaman şimşek onlara bir yol aydınlatsa, onlar o yolu tutarlar" şeklinde
olur. Bu takdirde meful hazfedilmiş demektir. Veya bu fiil müteaddi değildir.
Buna göre mana, "Her ne zaman şimşek parlarsa onlar onun ışığının düştüğü
yerde yürürler" şeklinde olur. İbn Ebî Able'nin bu kelimeyi şeklinde
okuması, ikinci mânayı kuvvetlendirir. Şayet fiili ile yi ve fiili ile de
Cenâb-ı Allah niçin kullanmıştır? denirse, deriz ki "Çünkü onlar yürüme
imkanı bulmaya son derece isteklidirler. Bu sebeple yürümeye fırsat buldukları
her zaman o fırsatı değerlendirirler. Halbuki durma işj böyle değildir.
fiilinde daha doğru olan, onun müteaddi olmamasıdır. Bunun böyle olduğu
bellidir. nun manası,"Oldukları yerde çakılıp kaldılar." oemektir.
"Çarşı sönük kaldı " ve "Su kalakaldı" yani dondu ifadeleri
de bu köktendir. Ayetteki nin mef'ülü mahzuttur. Çünkü in cevabı ona delâlet
etmektedir. Buna göre âyetin manası şu olur: "Eğer Allah onların
işitmelerini ve görmelerini gidermek isteseydi, giderirdi".[154]
Burada bir mesele
vardır, o da şudur: Meşhur görüşe göre, başka bir şey bulunmadığı için diğer
birşeyin yokluğunu ifade eder. Nahivcilerden bunu kabul etmeyip de sadece bir
bağlaç manası ifade ettiğini iddia edenler de vardır. Bunlar, görüşlerine ayet
ve hadisle delil getirmişlerdir: Ayetten celiden şudur:
Eğer Allah onlarda bir
hayır görseydi elbette onlara duyururdu. Eğer onlara buyursaydı bile, onlar yüz çevirip arkalarını
dönerlerdi" {Enfal. 23). Şayet kelimesi,'Başkası bulunmadığı için birşeyin
bulunmadığını ifade'etseydi, ayetin manasında bir tenakuzun bulunması
gerekirdi. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi
elbette onlara duyururdu" sözü onlarda bir hayır görmediğini ve onlara
duyurmamış olmasını gerektirir;
Eğer onlara duyursaydı
bile, onlar yüz çevirip arkalarını dönerlerdi " sözü oe Allah'ın onlara
işittirmediğini ve onların yüz çevirmediklerini ifade ederdi. Halbuki yüz
çevirmemek en hayırlı olan şeydir. Buna göre Cenab-ı Allah'ın onlarda hayır
olduğunu bilmiş olması gerekir. Oysaki Allah onlarda hiçbir hayır görmemiştir.
Bu görüştekilerin hadisten delillerine gelince,
Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisidir: "Suheyb ne güzel adamdır. Eğer
Allah'dan korkmasa bile Allah'a isyan etmezdi.[155]
Muhaliflerin görüşlerine göre bu hadis Suheyb (r.a.)'in hem Han'dan korktuğunu
hem Allah'a isyan ettiğini gerektirir ki bu da bir tenakuzdur. Böylece anlamış
olduk ki, kelimesi sadece bağlaç görevi yapıyor. En iyi Allah bilir.
[156]
Allah'ın "Hiç
şüphesiz Cenab-ı Hak herşeye hakkıyla kadirdir " ayetine gelince bunda bir
çok mesele vardır:
Alimlerden bazıları bu
ayeti madûma da "şey" denilebileceğine delil
getirmişlerdir. Bunlar şöyle
demişlerdir: Cenab-ı Allah her
"şey"e kudretinin olduğunu söylemiştir. Var olanı yeniden icad
etmek (yaratmak) muhal olduğu için, var olana kadir değildir. Kadir olduğu şey,
ma'dum (bulunmayan) şeydir ki işte bu "şey"dir. O halde ma'dum "şey"dir.
Buna cevab şöyledir: Şayet bu söz doğru olsaydı, Allah'ın kendisine kadir
olmadığı şeylerin "şey" olmaması gerekirdi. Öyleyse Allah mevcuda
kadir olmadığına göre mevcudata (var olanlara) "şey" denmemesi
gerekirdi (Halbuki deniliyor).
[157]
Cehm b.Safvân bu
ayetle, Cenab-ı Hakk'ın "şey" olmadığına delil getirmiş ve şöyle
demiştir: "Bu âyet herşeyjn Allan'ın kudreti dahilinde olduğuna delalet
eder. Halbuki Allah Teâla, kendisine kadir değildir. O halde Cenâb-ı Hakk'a
"şey" denilmemesi gerekir." Yine O, bu görüşüne Allah'ın:
"Onun benzeri
gibi bir şey yoktur" (Şûra, 11) ayetini delil getirerek şöyle demiştir.
Şayet Allah "şey" olsaydı, o kendinin benzeri olurdu. Bu ise âyetini
tekzib etmiş olurdu. Bu sebeble, âyetle tenakuz
teşkil etmemesi için
Allah'ın "şey" olmaması gerekir." Bil ki bu anlaşmazlık isim
üzerindedir. Çünkü var ile yok arasında üçüncü bir ihtimal yoktur. Alimlerimiz
buna karşı iki delil getirmişlerdir: Birincisi: Allah Teâlâ'nın:
"De kişahid
olarak en büyük şey nedir? De ki: O Allah'dır. (Enam, 19) âyetidir.
İkincisi: "Allah'ın
zatı hariç herşey yok olacaktır" (Kassas, 88) ayetidir. Müstesna, müstesna
minhe dahildir. Binaenaleyh Allah'ın "şey" olması gerekir.
[158]
Alimlerimiz, bu ayeti,
Ebu Ali el-Cubbât ve Ebu Hâşim'in görüşlerinin aksine, kulun fiillerinin
Allah'ın kudreti ile
meydana geldiğine delil getirmişlerdir. Bu istidlalin şekli
şudur: Kulun fiilleri "şey"dir ve bu ayete göre her "şey"
Allah'ın kudreti ile var olur. O halde kulun fiillerinin, Allah'ın kudreti ile
olması gerekir.
[159]
Yine alimlerimiz bu
ayetle, Mutezile'nin hilafına, sonradan
meydana gelen şeylerin,
Allah'ın kudreti ile meydana geldiklerine delil getirmişlerdir. Çünkü
alimlerimiz şöyle derler: "İstıta'e kabie'l fiil (fiil meydana gelmeden
önce ona gücün bulunması) imkansızdır. O halde, şey , meydana gelmezden önce de
Allah'ın kudreti dahilindedir. Alimlerimizin bu stidlallerinin izahı şudur:
Sonradan meydana gelen var olduğu sırada bir sey"dir.Her şey ise kendisine
güç yetirilen (makdûr)dir. Bu delil, meydana gelmemiş olanların, henüz
yapılmamış ama tartışılması devam eden bir makdur (kendisine güç yetirilecek)
bir şey olmasını gerektirir. Çünkü o, ııeydana gelmediği zamanda da Allah'ın
kendisine kadir olduğu bir şeydir. Şu manada ki! Cenâb-ı Allah onu yok etmeye
kadirdir. O şey meydana geldiği zamanda Allah'ın onu yoketmeye kadir olması
imkansızdır. Çünkü o şeyin, meydana geldiği ilk anda yokedilmesi imkansızdır. O
halde geriye, Cenab-ı Hakk'ın o şeyi yaratmaya kâdlr olmasından başka birşey
kalmaz.
[160]
Sözde umumi bir
ifadeyi tahsis etmek caizdir. Yine umumi bir ifadenin akli delil ile de tahsis
edilmesi caizdir. Çünkü (Ve Allah her şey üzerine kadirdir) ifadesi Cenab-ı
Hakk'ın kendisine de kadir olmasını gerektirir. Sonra bu husus akli delil ile
tahsis edilmiştir. Şayet, "Bir lafız umum tfade etmek için icad edilir,
sonra onun umumu ifade etmediği ortaya çıkarsa :- yalan olur. Bu ise Kur'an
hakkında ta'na sebeb olur" denirse, deriz ki (herşey) lafzı, ifade ettiği
herşey için kullanılabileceği gibi mecazi olarak ekseriyeti ifade için de
kullanılabilir. Bu kullanış, dilde meşhur bir mecaz olunca, bu lafzı mecazi
manada kullanmak yalan olmaz. En iyi Allah bilir.
[161]
Tevhide gelince, o,
Cenab-ı Allah'ın şu ayetidir: "Ey insanlar sizi de sizden öncekileri de
yaratan Rabbinize ibadet (kulluk) yapın ki takva sahibi olasınız. O (Rabb) ki
yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü bir bina yaptı. O, gökten su indirip
onunla çeşit çeşit meyveleri size rızık olarak çıkardı. O halde, bile bile,
Allah'a eşler koşmayın "(Bakara, 21-22). Bu ayetlerde birçok mesele
vardır:
[162]
Allah Teala, mümin,
kâfir ve münafıklar hakkındaki hükümleri bildirdikten sonra bu ayetle hepsine
birden hitap buyurmuştur. Bu,
âyetinde zikredilen
iltifat nevindendir. Bunda bazı faydalar vardır:
1) Bu
ifadede dinleyeni daha çok harekete geçiren ve coşturan bir hususiyet vardır.
Nitekim sen arkadaşına, üçüncü bir şahıstan hikaye ederek, "Falan'ın
hikayesi şöyle şöyledir," der ve sonra o üçüncü şahsa hitab ederek şöyle
dersin: "Ey falanca sana yakışan, bütün işlerinde övülen bir yola
girmendir." Bu gaibten muhataba geçiş, o üçüncü şahsın daha fazla harekete
geçmesini temin eder.
2) Sanki
Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Benim ile senin aranda, önceden Peygamberi
vasıta kıldım,şimdi ise sana ikram ve yakınlığı artınyor ve delillere dikkat
çekerek, seni muhatab kabul edip ilâhî
hitapla şereflenmen için sana vasıtasız olarak hitab ediyorum."
3) Cenab-ı
Hak, bu ayette, ibadetle meşgul olduğu zaman kulun devamlı olarak terakki
edeceğini bildirmektedir. Bunun delili ise, O'nun bu ayette gaibten muhataba
geçmesidir
4) Geçen
ayetler onların durumlarını anlatma hakkında idi. Bu ayetler ise meri ve
mükellefiyetle ilgili ayetlerdir. Bu emir ve mükellefiyetlerde bir külfet ve
meşakkat söz konusudur. Bu sebeble, külfeti dengeleyecek bir ferahlığın
bulunması gerekir. Bu ferahlık ise, padişahlar padişahının aradaki vasıtayı
kaldırıp onlara bizzat hitab etmesidir. Nitekim köle zor bir iş yapma
mecburiyetinde bırakıldığında, şayet efendisi ona bizzat hitab ederek: "Senden
şunu yapmanı istiyorum" derse, efendisinin kendisine bizzat söylemesinden
dolayı bu güç iş, onun için zevkli bir iş haline dönüşür.
[163]
Alkame ve Hasan
Basrî'den nakledildiğine göre, onlar
şöyle demişlerdir: "Kur'an'da "Ey insanlar" diye başlayan
her âyet mekkî; "Ey iman edenler " diye başlayan ayetler
medenîdir." el-Kâdî Ebu Bekr ise şöyle demiştir: "Onların söylediği
bu söz, eğer bir nakle (rivayete) dayanıyor ise kabulümüzdür. Yok eğer böyle
söylemelerinin sebebi, müminlerin Mekke'de değil de Medine'de ekseriyette
olmalan ise, bu zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah'ın müminlere bir seferinde
vasıfları ile, diğer bir seferde ise cins isimleri ile hitab etmesi caizdir.
Devamlı ibadet edip ibadetini artırmaya çalışan mü'mine bu emir verildiği gibi
bazan mümin olmayan kimseye de İbadet etmesi emrolunabilir. Buna göre, bu
ayetteki hitabın herkes hakkında olması mümkündür.
[164]
Bil ki genelde
lafızlar, bir takım şeylere delalet eden ibarelerdir, ki bu ibareler de ya
lafızdırlar veya değildirler. Lafızlara gelince bunlar, isim, fiil ve harf
kabilinden olanlardır. Çünkü bu üç çeşit lafızdan herbiri bir şeye delalet
eder. O şey de kendi başına hususi bir lafızdır. Lafız olmayan ibareler ise,
taş, gökyüzü ve yeryüzü gibi olanlardır. "Nida" lafzı ise başka bir
şeye delil kılınmamıştır. Aksine o, dikkat çekmek için bir amilin yaptığı işin
yerine geçen bir lafızdır. (Ey Zeyd) sözümüzü, (Zeydi çağırıyorum)veya (Zeyde
hitabediyorum) cümleleri ile tefsir etmeye gelince bu birkaç bakımdan yanlıştır.
a) sözümüz,
doğrulanmaya da yalanlanmaya da ihtimali olan bir haber cümlesidir. Halbuki
sözümüzde böyle bir ihtimal yoktur.
b) sözümüz,
Zeyd'e o anda nida edilmiş olmasını gerektirir. Halbuki sözümüz bunu
gerektirmez.
c) sözümüz
Zeyd'in bu hitabla muhatab olmasını gerektirir, sözümüz ise bunu gerektirmez.
Çünkü bunu söyleyen kimsenin başka birisine, "Ben Zeyd'i çağırıyorum
" diye haber vermesi imkansız değildir.
d) sözümüz
nida etmeyi haber vermektir. Nidadan haber vermek, nidadan farklıdır. Nida
sözümüzdür. O halde sözümüz u sözümüzden başkadır. Bütün bu saydığımız
delillerle, yukarıdaki sözün yanlış olduğu ortaya çıkar.
[165]
Burada zikredeceğimiz
bir nükte daha vardır; o da şudur: Lafızların en kuvvetli mertebesi isimdir, en
zayıfı ise harftir. Buna göre, bir kısım insanlar ismin harf ile
uyuşamayacağını sanmışlardır. Aynı şekilde mevcudatın en yücesi Cenab-ı Allah,
en zayıfı ise insandır. Nitekim Allah:
"İnsan zayıf
olarak yaratılmıştır" (Nisa, 28) buyurmuştur. Meleklerde, "Allah ile
insan arasında ne münasebet vardır?" demişlerdir. Nitekim.
"Sen o
yeryüzünde, fesat çıkaracak olanı mı yaratacaksın?" (Bakara, 30)
buyurulmuştur. Öte yandan ismin, nida halinde bazan harf ile uyuştuğu
söylenmiştir. İnsanlar da, bunun gibi, nida ve yakarış esnasında Rablerine
hizmete elverişli olurlar. Nitekim Cenab-ı Hak: "Ey Rabbimİz biz kendimize
zulmettik" (Araf, 23);
"Rabbiniz,
"Bana dua ediniz ki size icabet edeyim" dedi" (Mü'min, 60)
buyurmuştur.
[166]
harfi aslında
uzaktakine nida etmek için vaz' edilmiştir. Ciddi ve mühim bir sebebten dolayı
bu, yakındakine
seslenmek için de kullanılabilir.
Yakındakine nida etmek
için ve harfleri kullanılmıştır. Sonra bu harfinin yakında da olsa, uzaktaki
kimse yerine koyarak, dalgın ve gafil olan kimseye seslenmek için
kullanılmıştır. Eğer, "Cenab-ı Hak; "O (Allah), insanlara şah
damarından daha yakındır" (Kâf, ) olduğu halde, O'na dua eden niçin Yâ
Rabbi, Yâ Allah diye duâ eder? denilirse, cevaben deriz ki bu, dua eden kimsenin
nefsini hakir görerek kendisini yakın olan yerlerden ve O'na yaklaşmış olan
kimselerin derecelerine yaklaştıracak şeylerden uzak görmesi; Cenab-ı
Hakk'ın, "Ben, benden dolayı
kalbleri mahzun olanların yanındayım" hadis-i kutsisi gereğince, duası kabul
olsun diye kendisinin noksan olduğunu itiraf etmesidir. Veya bu, dua eden için,
duasının kabulü en mühim şeylerdendir.
[167]
ve kelimelerinin cins
isimleri niteleyen ve mahfeleri de cümlelerle vasfeden iki bağlaç olması gibi,
de kendisinde elif-lam bulunan ismi nidaya bağlayan bir bağlaçtır. Bu,
kapalılığını giderecek bir şeye muhtaç olan müphem bir isimdir. Bu sebeble,
nida ile kastedilen şey meydana gelsin diye, bu müphem ismin peşinden,
kendisiyle vasıflandığı bir cins ismin veya onun yerine geçecek bir şeyin
gelmesi gerekir. Nida harfinin, kendisinde amel ettiği şey lafzıdır, den sonra gelen isim, ise nün
sıfatıdır. Nitekim sen, "Ey akıllı Zeyd." dersin. Ancak, kelimesi,
"Zeyd" kelimesinin müstakil olması gibi, kendi başına müstakil değildir.
Bu sebeble ne sıfatından ne mevsufundan ayrılır. Sıfat ile mevsufu arasına
gelen daki tenbih edatına gelince, bunun iki faydası vardır:
Birincisi:
Nida harfinin manasını kuvvetlendirerek ona güç katar.
İkincisi:
nün haketmiş olduğu bir izafetten bedel olarak gelmesidir. Bu te'kid ve
mübalağalarla bağımsız olduğu için, böyle nidalar Kur'an'da cokca
kullanılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ile kullarına emirler, nehiyler, va'd, vâ'îd
ile nida etmiş, öncekilerin haberlerini, onlardan habersiz oldukları halde kendisine
kulak vermeleri gereken büyük ve mühim işlerle anlatmıştır... İşte bundan ötürü
en etkili ve en güçlü olan tabirle kullara nida edilmesi gerekmiştir.
[168]
Bil ki Cenab-ı
Allah'ın "Ey insanlar Rabbinize
kulluk ediniz."
sözü, O'nun, bütün
insanlara ibadeti emretmesini ifade eder. Şayet bir kısım insanlar bu hitabın
dışında kalmış olsalardı bu umumi ifadeyi tahsis etmek olurdu. Burada birçok
bahisler vardır:
[169]
Birincisi:
Lam-ı tarif ile marife kılınan cemî bir lafız umum ifade eder. Bu hususta
Eş'arî, Kâdî Ebu Bekr ve Ebu Haşim arasında münakaşa vardır.
Bizim delilimiz şudur:
"Bütün meleklerin hepsi secde ettiler (Hicr, 30) ayetinde olduğu gibi, elif-lam ile muarref olan cemî bir lafız, umum ifade eden bir lafız ite te'kid edilebilir. Eğer elif-lam ile muarref cemi lafzı aslında umum ifade etmeseydi, sözü tekid değil, bilakis bir açıklama olurdu. Bir de, insanlardan her-birinin, o umumi lafızdan istisna edilmesi uygundur. İstisna, şayet kendisi olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi dışarıda bırakmak içindir. Bu sebeple, muarref cemm lafızların umum ifade etmeleri gerekmiştir. Bu konunun teferruatlı anlatımı, usûl-i fıkıhtadır. [170]
İkincisi:
Cenâb-ı Hakk'ın sözünün o asırda mevcut olan bütün insanları içine aldığı sabit
olunca, o asırdan sonra var olacakları içine alır mı almaz mı? Doğruya en yakın
olan, bu ifadenin onları içine almadığıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın li sözü,
"şefevî" bir hitaptır. Mevcut olmayanlara şefevî olarak hitap etmek
ise, caiz değildir. Ve yine, o asırdan sonra meydana gelecek kimseler, bu hitab
esnasında mevcut değillerdi. Mevcut olmayan, insan olmaz; insan olmayanlar ise,
Cenâb-ı Hak!''ın sözünün kaplamına girmezler. Eğer, bu duruma göre, bu
hitaplardan hiçbirisinin o zamandan sonra meydana gelecek kimseleri içine
almaması gerekir; bu ise kesinlikle batıldır denilirse, cevaben deriz ki,
"Başka bir delil olmasaydı, durum böyle olurdu. Ne var ki biz,
Hz.Muhammed'in dininden, tevatür yoluyla, bu hitablann o zamandan kıyamete
kadar gelecek kimseler hakkında da geçerli olduğunu öğrendik. İşte, bu başka
delilden dolayı, hitabın umumi olduğuna hükmettik."
[171]
Üçüncüsü: Cenâb-ı
Hakk'ın ifâdesi herkese, ibadet etmekle ilgili bir emirdir. Bu emir, herkese
her ibadeti emretmeyi ifade eder mi? Gerçek şu ki, hayır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın
"ibadet ediniz!" sözünün manası, "bu mahiyeti varlık sahnesine
getiriniz" dir. İnsanlar, bu mahiyetin unsurlarından birisini ortaya
koyduklarında bu mahiyyeti varlığa dahil etmiş olurlar. Çünkü bir mahiyyetin
fertlerinden bir fert, o mahiyyete şamildir. Çünkü bu ibadet, ibadetin ibadet
olması kaydıyla, ibadetten ibarettir. Mürekkeb olan şey mevcut olduğunda onun
kayıtları da bulunur. Buna göre, ibadet unsurlarından birisini yapan kimse,
ibadet yapmıştır. İbadeti yapan kimse ise, Cenâb-ı Hakk'ın "İbâdet
ediniz!" sözünün gerektirdiği şeyin tamamını ifa etmiş, yapmış olur. Bu
böyle olunca, bu ibadeti yapan kişinin sorumluluktan çıkmış olması gerekir.
Eğer biz, bu lafzı umuma delalet eden bir lafız saymak istersek, şöyle deriz:
İbadetle emretmenin, ibadet, ibadet olduğu için olması gerekir; çünkü vasfa
dayanan bir hüküm, o vasfın illet olduğunu gösterir, ortaya koyar. Hele hele, o
vasıf hükme uygun düştüğü zaman... Burada ibadetin ibadet olması, onu, yani
ibadeti emretmeye uygun düşen bir vasıftır. Çünkü ibadet, Allah'ı ululamaktan
ve O'na boyun eğmeyi izhar etmekten ibarettir. Bunlar ise, aklen münasib olan
hususlardır. Onun ibadet olmasının,emredilmesinin illeti olduğu sabit olunca,
insanın hertürlü ibadetle emredilmiş olması gerekir. Çünkü illet bulunduğu
zaman, hükmün bulunması da gerekir.
[172]
Dördüncüsü:
Birisi şöyle diyebilir: Cenâb-ı Hakk'ın sözü, kâfirleri kesinlikle içine almaz.
Çünkü kâfirlerin iman ile emredilmiş olmaları mümkün olmaz. Bu rmkansız olunca,
onların ibadetle emredil meleri de imkansız olur. Kâfirlerin iman etmekle
emredilmiş olmalarının imkansız oluşuna gelince bu şöyle olur: Allah'ı tanımayı
emretmek, ,a kâfir Allah'ı bilmediği halde onu içine alır veya Allah'ı bildiği
halde onu içine alır. Bu emir, kâfiri, Allah'ı tanımadığı halde içine alırsa,
onun Allah'ın emirlerini bilmesi imkansız olur. Çünkü zatını bilmediği halde
O'nun sıfatını bilmesi imkansızdır. Bu emir, onu bu durumda içine alsaydı, onun
bu emir ile emredilmiş olduğunu bilmesinin imkansız olduğu bir durumda da onu
içine alırdı. Ki bu da "teklif-i mâla yutak" (güç yetiriI omey en
şeyi teklif etmekjtir. Mari'etullaha dair emrin onu, Allah'ı bildiği halde
içine alması ise imkansızdır. Çünkü, bu, zaten bulunanı yeniden elde etmeyi
(tahsil-i hâsıl) emretmek olur. Bu da imkansızdır. Böylece kâfirin
marifetullahı (Allah'ı tanımayı) elde etmekle emredilmesinin imkansız olduğu
ortaya çıkar. Bu imkansız olunca kâfirin İbadetle emredilmiş olması imkansız
olur. Çünkü o ya Allah'ı bilmeden ibadetle emredilmiş olur ki bu imkânsızdır.
Çünkü tanımadığı zata ibadet etmesi imkansızdır. Veya Allah'ı bildikten sonra
ibadetle emredilmiş olur. Ancak bu durumda ibadetle emredilmek, marifetullahı
emretmeye bağlıdır. Marifetullah ile onun emredilmesi imkansız olunca, ibadetle
emredilmesi de imkansız olur. Yine bu hitabın müminlere olması da imkansızdır.
Çünkü müminler zaten Allah'a ibadet ediyorlar. Onlara ibadeti emretmek tahsil-i
hasıl kabilinden bir emir olur ki bu da muhaldir.
Buna cevabımız şudur:
İnsanlardan bir kısmı, "Nasıl ki zekat İle emrolunma nisab mikdan mala
sahib olmaya bağlı ise, aynı şekilde ibadet ile emrolunmak da marifetullahı
elde etmiş olmaya bağlıdır" demişlerdir. Bunlar, bilgilerin zaruri
olduğunu iddia eden kimselerdir. Bunu söylemeyen kimseler ise, bu ayet ile,
bilgilerin zaruri olmadığına delil getirerek şöyle söylemişlerdir: "İbadet
ile emir mevcuddur. İbadet ise ancak marifetullah ile mümkün olur. Bir şeyi
emretmek, onun zorunlu şartlarından olan şeyi emretmek demektir. Nitekim
temizlik emri ancak suyun bulunması ile gerçekleşecekse, su bulundurmak;
da|zımmen farz kılınmış olur.
Dehri[173]
Allah'ı tanımadan, Peygamberi tasdik edemez. Dolayısıyla marifetullah farzdır;
Abdestini bozan bir kimsenin namazı ancak önceden temizlik yapması ile sahih
olur. Bu nedenle temizlik yapmak farz olur; emanet bırakan kimseye, emanetinin
iade edilmesi, ancak ona yönelmesi ile mümkündür. Bu sebeble bu gitme zahmetini
sarfetmesi de gerekmiştir. Aynı şekilde burada da kâfirin ibadette mükellef
tutulması makuldür. Bu ibadeti yerine getirmesinin şartı ise önce iman etmesi
sonra da ibadet yapmasıdır. Geriye onların, "Kâfirlere, marifetullahı elde
etmeye emretmek imkansızdır" sözü kalır.
Deriz ki: Bu mesele
usûl ilminde iyiden iyiye araştırılmıştır. Burada söyleyeceğimiz şudur: Bu söz,
Allah'ın emredici olduğunu bilmenin, O'nu bilmeye bağlı olduğu bütün şeylerde
tamam ise de, bunun dışındaki sıfatlarda geçerli değildir. Öyleyse bunu
emretmenin varid olması niçin caiz olmasın? Bunu kabul etsek bile, bu emrin
müminleri içine aldığını söylemek niye caiz değildir? Muarızımızın: "Çünkü
tahsil-i hasılı emretmek olur ki bu da muhaldir" sözüne gelince deriz ki:
Tahsil-i hasıl imkansız olursa biz de bu emri, ibadete devamı emretme manasına
veya ibadeti artırmayı emretme manasına hamlederiz. Malumdur ki ibadeti
artırmak da ibadettir. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın (ibadet ediniz) sözünü, ibadeti
artırmak manasında almak doğru olur.
[174]
Beşincisi:
Teklifi
inkar edenler, birçok sebebten
dolayı, Allah'ın mükellefiyet yüklemesinin caiz olmadığını söylemişlerdir.
Birincisi: Teklif,
kula, yapmaya veya yapmamaya götüren sebeblerin müsavi olduğu veya bir tarafın
diğerine üstün geldiği bir durumda gelir. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü
eşitlik halinde tercihin meydana gelmesi imkansız olur. Zira eşit olma,
tercihte bulunmaya manidir. Binaenaleyh bu ikisinin bir arada bulunması
imkansızdır. O halde iki tarafa da götüren sebeblerin eşit olması halinde, bir
şeyi yapmakla kulu sorumlu tutmak "teklif-i mâla yutâk"tır.
İkinci ihtimalde ise üstün gelenin, mutlaka meydana gelmesi gerekir. Çünkü kendisine üstün gelinenin, üstün gelene eşit olması halinde onun meydana gelmesi imkansız olur. Ancak o zaman, müreccih olmadan mümkün olan şey meydana gelir. İki tarafın eşit olma durumunun meydana gelmesi imkansız olunca, üstün gelinme durumunda ise bu işin meydana gelmesi haydi haydi imkansız olur. Üstün gelinmiş (Mercûh) olantn meydana gelmesi imkansız olunca, iki zıttan çtkamama zaruretinden ötürü, üstün gelen tarafın meydana gelmesi vacib olur. Bu husus böylece sabit olunca, bir şeyle mükellef tutmak, eğer râcih (üstün gelen taraftan) ötürü meydana geliyor ise bu mükellefiyet, meydana gelmesi vacib olan şeyi meydana getirme babında bir mükellefiyet olmuş olur. Yok eğer mükellefiyet mercuh (üstün gelinen taraf) sebebiyle meydana geliyorsa, böyle bir teklifte meydana gelmesi imkansız olan şeyi teklif olur. Her iki husus da "teklif-i mala yutâk"dır.
İkincisi:
Cenab-ı Allah teklif edilen şeyin ezelde ya meydana geleceğini veya
gelmeyeceğini biliyor. Yahut da her ikisini de bilmiyor. Eğer birinci ihtimal
mevcut ise, meydana gelmesi vacib olan şeyin meydana gelmemesi imkansız olur ki
bunu emretmekde bir fayda yoktur. Eğer Allah, onun meydana gelmeyeceğini
biliyorsa, meydana gelmesi imkansız olan şeyin meydana gelmemesi vacib olur. Bu
sebeble onu meydana getirmeyi emretmek, imkansızı meydana getirmeyi emretmek
olur. Cenab-ı Allah her ikisini de bilmiyorsa bu, Allah'ın câhil olduğunu
söylemek olur ki bu imkansızdır. Bir de emrin bu şekilde olduğu farzedilirse,
itaat eden isyan edenden ayırdedilemez. Bu durumda da itaatta bir fayda olmaz.
[175]
Üçüncüsü:
Mükellefiyetle ilgili emirler ya bir faydadan dolayıdır veya bir faydaya dayalı
olmaz. Eğer bu, bir faydadan dolayı verilmiş bir emir ise, o ya Ma'buda ya kula
yönelik olur. Bu faydanın Ma'buda yönelik olması imkansızdır. Çünkü Allah zatı
gereği kâmildir. Zatı gereği kâmil olan, başkası ile kâmil olmaz. Bir de biz
zaruri olarak biliyoruz ki zamanlara hükümran olan bir ilahın kullarının rükû
ve secdelerinden faydalanması imkansızdır. Bu faydanın kula yönelik olması da
imkansızdır. Çünkü bütün faydalar, lezzet elde etmede ve acıları defetmede
toplanır. Halbuki Cenâb-ı Hak, bu tür meşakkatleri arada vasıta kılmadan da
doğrudan doğruya bu faydaları kul için meydana getirmeye kadirdir. O halde
araya meşakkatli mükellefiyetleri sokmak abestir. Abes ise Hakîm olan Allah
hakkında caiz değildir.
[176]
Dördüncüsü:
Kul, fiillerinin yaratıcısı değildir. Çünkü o, fiillerinin detaylarını bilemez.
Bir şeyin detayını bilemeyen ise, o şeyin yaratıcısı olamaz. Kul, fiillerinin
yaratıcısı olamadığı zaman, eğer Allah, ona, bu fiili onda yaratırken emretmiş
olursa, hasılı tahsili (elde edilmiş olan şeyin yeniden elde edilmesini)
emretmiş olur. Yok eğer onda bu fiili yaratmadığı zaman, ona bunu emretmiş
olursa, imkansızı emretmiş olur. Bütün bunlar ise batıldır.
[177]
Beşincisi:
Mükellefiyetlerden Allah'ın maksadı, Kur'an'ın zahirinin gösterdiğine göre,
sadece kalbi temizlemektir. Buna göre, kılbi devamlı Allah'la meşgul olan ve zahiri
fullerle meşgul olması durumunda marifetullaha dalmaktan atıkonan bir insan
düşündüğümüzde, ondan zahiri mükellefiyetlerin düşmesi vacib olur. Nitekim
fakihler ve kıyas yapanlar şöyle demişlerdir: "Mükellefiyetlerdeki maksad
ve hikmet açık olduğu zaman, zahire değil de akli hükümlere uymak vacib
olur."
İlk üç şüphelerine iki
bakımdan cevab veririz:
a) Bu
şüpheciler söyledikleri şeylerle, mükellefiyetlerin olmaması gerektiğine
inanmayı gerekil görmüşlerdir. Bu, teklifi kaldıran bir tekliftir. Bu ise tezaddır.
b) Bize
göre, teklif-i mâla yutak olsun olmasın, Cenab-ı Allah'dan gelen herşey
güzeldir. Çünkü o yaratıcı ve yarattıklarının sahibidir. Mülkünde yaptığı
tasarruflar sebebiyle, mülk sahibine kimsenin itiraz hakkı olamaz.
[178]
Altıncısı:
Alimler: "İbadetle ilgili emir, bütün insanlara şâmil olsa da çocuk, deli,
farkında olmayan ve unutan gibi anlamayan kimselerle,
"Allah hiçbir
kimseyi gücü yetmeyen şeyle mükellef tutmaz" (Bakara, 286) ayetinden dolayı gücü yetmeyen
kimseleri kapsamaz.
Bazı alimler, bu
ayetin köleleri de kapsamadığını söylemişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak, kölelere,
efendilerine itaat etmelerini vacib kılmıştır. Onların, efendilerine itaatle
meşgul olmaları, ibadetle meşgul olmaktan onları altkor. Kölelerin, efendilerine
itaat etmelerinin vacib olduğuna delalet eden emir, ibadetin vacib olduğuna
delalet eden emirden daha husûsîdir. Hass olan ise âmm olana tercih edilir. Bu
husus ftkıh usulünde genişçe ele alınmıştır.
[179]
Yedincisi: Kadı
Ebu Bekir: "Ayet, ibadetin farz olmasına sebep olarak Allah'ın bizi
yaratıp, nimetlerle ihsanda bulunmasını gösterir" dedi. Bu ki alimlerimiz,
bu ayeti insanın, yaptığı şeylerle sevabı hak edemeyeceğine delil
getirmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakkın bizi yaratması ve bize nimet vermesi,
ibadetin farziyyetine sebep olursa, bizim ibadetlerle meşgul olmamız, zaten
görev olan bir şeyi yapmak olur. İnsan görevini yerine getirmekle herhangi bir
şeye hak kazanmaz, o halde kulun ibadetine karşılık, Allah'ın ona sevab verme
mecburiyeti yoktur.[180]
Allah Teâlâ-nın
"Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (ibadet ediniz ki) takva
sahibi olasınız" ayetinde birkaç mesele vardır:
Cenab-ı Hak, Rabb'e
ibadeti emredince, hemen peşinden yaratıcının varlığına delil olan şeylerden
bahsetmiştir. Bu da, mükellefleri ve daha önceki insanları yaratmasıdır. Bu
husus ise, Allah'ı bilmenin yolunun, ancak tefekkür ve ı istidlal olduğunu
gösterir. Bu yolu, Haşevi-yye'den bir gurup tenkid edip "Bu ilimle meşgul
olmak bidattir." demişlerdir. Görüşümüzü isbat hususunda, akfî ve nakit
birçok delillerimiz vardır. Burada üç makam vardır:
[181]
Birinci makam; Bu ilmin
(Kelam ilminin) üstünlüğünü
açıklama hususundadır. Bu üstünlük, birkaç yöndendir:
a)
İlmin değeri, konusunun değeri ile ölçülür.
Konu daha şerefli olduğunda, onun ilmi de daha şerefli olur. Konuların en
şereflisi, Allah'ın zatı ve sıfatlan olduğuna göre, O'nunla ilgili ilmin,
ilimlerin en değerlisi olması gerekir.
b) İlim, ya
dini olur veya dini olmaz. Şüphe yok ki dini İlim dini olmayan ilimden daha
değerlidir. Dini ilimler ya usul yani (Kelâm) ilmidir, veya bundan başkadır.
Kelam ilminin dışındaki ilimlerin sıhhati, kelâm ilmine dayanır. Çünkü müfessir
özellikle Cenab-ı Hakk'ın kelamının manasından bahseder. Bu da ihtiyar sahibi
ve iradesini beyan eden bir Yaratıcının varlığına dayanır. Muhaddis, özeliikte
Allah'ın Resulü (s.a.s)'nün sözlerinden bahseder. Bu ise, Peygamberliğin varlığına
dayanır. Fakîh, özellikle Allah'ın hükümlerini anlatır. Bu, tevhid ve nübüvvete
istinâd eder. Böylece bütün bu ilimlerin kelâm ilmine muhtaç olduğu ortaya
çıkmış olur. Görünen şu ki kelam ilmi, bu ilimlere muhtaç değildir. Binaenaleyh
kelâm ilminin, en değerli ilim olması gerekir.
c) Birşeyin
değeri, bazan o şeyin zıddının değersizliği ile ortaya çıkar. Her ne zaman
birşeyin zıddı değersiz olursa, o şey o nisbette değerli olur. Kelam ilminin
zıddı, küfür ve bid'attir. Bu ikisi en değersiz şeylerdir. Bundan dolayı kelam
ilminin en değerli şey olması gerekir.
d)
Birşeyin kıymeti bazan konusunun kıymetiyle,
bazan kendisine duyulan ihtiyacın şiddetiyle, bazan da akli delillerinin
kuvvetiyle orantılıdır. Kelam ilmi ise, bütün bunları ihtiva eder. Bu böyledir.
Çünkü, astronomi ilmi konusunun, tıp ilminin konusundan daha şerefli olması
bakımından, tıp ilminden daha şereflidir. İnsanların tıp ilmine olan
ihtiyacının astronomiye olan ihtiyacından daha fazla olması bakımından, tıp
ilmi astronomiden daha şereflidir. Matematik ilmî ise delillerinin daha
kuvvetli olması bakımından, her ikisinden de şereflidir. Kelam ilmine gelince,
bunun gayesi, Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, mevcud ve ma'dûm olan
şeylere dair bilgilerin kısımlarını bilmektir. Şüphe yok ki bu, en şerefti
iştir. Bu ilme olan ihtiyaca gelince, bu ihtiyaç da çok fazladır. Çünkü ihtiyaç
ya din hususunda olur, ya dünya hususunda olur. Dini ihtiyaç, en önemli olan
ihtiyaçtır. Çünkü, şu yukarıda sayılan hususları bilen kimse büyük bir sevaba
hak kazanır ve melekler safına katılır. Bu şeyleri bilmeyen kimse ise, büyük
bir cezaya hak kazanır ve şeytanlara katılır. Dünyevi ihtiyaca gelince, bu,
dünyanın düzeni ancak bir yaratıcıya, ölümden sonra dirilişe ve haşr'a iman
etmekle intizama gireceğindendir. Çünkü bu iman olmasaydı, alemde tam bir
karışıklık meydana gelirdi. Delillerin kuvvetine gelince, diyebiliriz ki: Bu
ilmin delillerinin, yâkîni bir şekilde terkib edilerek kesinlik ifade eden
mukaddimelerden meydana gelmiş olması gerekir. Böyle bir delil ise son derece
güçlüdür. Böylece, kelam ilminin her türlü şeref ve üstünlüğü içine aldığı
ortaya çıkmaktadır. Bu sebeble, bu ilmin, ilimlerin en şerefli olması gerekir.
e) Bu
ilimde, nesih ve değişiklik meydana gelmeyip, bölgelerin ve cemiyetlerin
değişmesiyle bu ilim değişmez. Diğer ilimler ise böyle değildir. Öyleyse bu
ilmin, ilimlerin en şerefli olması gerekir. Bu ilmin konularını ve delillerini
ihtiva eden ayetler, fıkhı konuları ihtiva eden ayetlerden daha şereflidir.
Bunun delili ise, İhlâs sûresi, Âmenerresûlü ve Ayete'I-Kürsi'nin fazileti
hakkında vârid olan haberler, meselâ,
"Sana hayız
halinden sorarlar..." (Bakara, 222).
"Ey iman edenler,
birbirinize borçlandığınız zaman..." (Bakara, 282)gibi ayetlerin fazileti
hakkında Gelmemiştir. Bu da kelâm ilminin daha faziletli olduğuna delalet eder.
f- Şer'î
hükümler hakkındaki ayetlerin sayısı, altıyüzden daha azdır. Geriye kalan
ayetler ise, tevhid, nübüvvet, putperestlere red ve müşriklerin çeşitlerini
beyan hakkındadır. Kıssalarla ilgili ayetlerden maksad, Cenab-ı Hakk'ın,
"Andolsun onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahibleri için ibret
vardır" (Yusuf, 111) ayetine göre, Allah'ın hikmet ve kudretini
tanımaktır. Bu da, kelam ilminin en faziletli ilim olduğuna delalet eder.
Biz burada delillerin
yerlerine işaret edeceğiz: Yaratıcının varlığına delalet eden delillere
gelince, Kur'an bunlarla doludur.
Bunların birincisi
burada zikredilen şu beş delildir: Bunlar, mükellefleri ve onlardan önceki
insanları, gökyüzünü, yeryüzünü, gökten yere inen yağmur ile meyveleri yaratmak
ve gökler ile yerin, Kur'an'da yer alan bütün harikuladelikleridir. İşte,
yaratıcının varlığının delillerinden maksat budur. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının
delilleri şunlardır. Bu sıfatlardan "ilim" sıfatının delili,
"Allah'a muhakkak
ki ne yeryüzünde ne de gök yüzünde hiçbir şey gizli kalmaz" (Ali imran, 5)
buyurmuş, sonra peşinden de, "Sizi analarınızın rahminde dilediği gibi
şekillendiren odur" (A. İmran, 8) ayetini getirmiş olmasıdır. Bu,
kelamcılann delilinin bizzat kendisidir. Çünkü onlar, fiillerinin muhkem ve
sapasağlam olmasını yaratıcının ilmine delil getirmişlerdir. İşte burada Hak
Teâla, rahimlerde suretlere şekil vermesini eşyayı bildiğine delil getirmiştir.
Ve yine Cenâb-ı Hak,
"Yaratan bilmez
mi? O, herşeye nüfuz etmiş ve her şeyden haberdardır" (Mülk, 14)
buyurmuştur. Bu, yukardaki delilin aynısıdır. Cenâb-ı Hak yine,
"Gaybm
anahtarları, O'nun yanındadır. Bunları, ancak O bilir" (En'im. 59)
buyurmaktadır. Bu da, O'nun her türlü malumatı bildiğine bir tenbihattır. Çünkü
Allah, gaybî olan şeylerden haber veriyor, bir de bakıyoruz ki o şeyler, vermiş olduğu habere uygun bir biçimde
meydana geliyor. Şayet Cenâb-ı Hak, gaybı biliyor olmasaydı, bu şeyler haber
verdiği şekilde vuku bulmazdı. Allah'ın "kudret" sıfatının delili,
hepsi dört unsurda eşit olmakla beraber, çeşitli canlılar ve meyvelerin meydana
gelmesine dair Cenâb-ı Hakk'ın bahsettiği bütün şeylerdir. İşte bütün bunlar,
Allahü Teâlâ'nın zatının gereğini yapan mücib-i bi'z-Zât olmayıp irâde sahibi
muktedir bir fail olduğuna delalet eder.
Cenâb-ı Hakk'ın
"tenzih" sıfatına, yani O'nun bir cisim olmadığına ve bir mekânda
bulunmadığına delalet eden delil ise, O'nun
De ki Allah dır'
birdir" (lhlas, 1) sözüdür. Çünkü mürekkeb olan, cüzlerine muhtaçtır.
Muhtaç ise, sonradan yaratılmış demektir. Cenâb-ı Allah "tek" olunca,
cisim bulunmaması cisim olmayınca da bir mekânda bulunmaması gerekir. Cenâb-ı
Hakk'ın "tevhid" sıfatının delili ise, O'nun
"Eğer yerde ve
göklerde, Allah'dan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gökler bozulur, fesada
uğrardı" (Enbiya, zzy,
"O zaman onlar.
Arşın sahibine bir yol ararlardı "(Isra, 42) ve
"...ve bir kısmı
diğerine üstün gelirdi." (Mümmun, 8i) ayetleridir. Nübüvvetle ilgili delil
ise, Cenâb-ı Hakkın,
"Eğer kulumuza
indirdiğimiz bu Kurandan bir şüphe ediyorsanız, O'nun sûreleri gibi olan bir
sûre getirin bakalım!" (Bakara, 23) âyetidir.
Meâdın (ahiret
hayatının) delili ise,
De ki ilk kez inşa eden dirilkecektir.
"(Yasin, 79) âyetidir. Eğer sen, ilm-i kelâmı gözden geçirirsen, onda bu
delillerin ortaya konulmasından, onların savunulmasından ve bu hususta öne
sürülen tenkit ve yaralayıcı şüphelerin savuşturul masından başka bir şey
göremezsin. Allah'ın zikrettiği delilleri ihtiva eden ve delillere yöneltilen
ithamları reddeden bir ilmin eleştirileceğini hiç sanarmıstn? Hiç bir akıllı
müslüman kimsenin bunu söyleyeceğini ve buna razı olacağını sanmıyorum.
[182]
İkincisi:
Allah Teâlâ, melekler ve peygamberlerin de bu delillerle istidlal .ettiklerini
anlatmıştır. Melekler şöyle istidlal etmişlerdir:
"O yeryüzünde,
orada fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın? (Bakara.30) Meleklerin bu
sözden maksadlan şudur: Bu gibi şeyleri yaratmak kabihdir. Hikmetli olan zat,
kabih olan fiili yapmaz. Bunun üzerine Hak Teâlâ, onlara: "Ben, sizin bilmediklerinizi
bilirim" (Bakara. 30) diye cevap vermiştir. Bundan Allah'ın maksadı da
şudur: Şüphesiz Ben, hertürlü malumatı bildiğim için, onların yaratılması ve
meydana getirilmeleri hususunda sizin bilmediğiniz hikmeti de bilirim. Şüphe
yok ki bu karşılıklı bir delil getirmedir. Cenab-ı Hakk'ın iblis ile münazarası
da açıktır. Peygamberlere gelince, bunların ilki Hz.Adem (a.s)'dir.
Allah Teâlâ,
Hz.Adem(a.s.)'in ilmini, meleklerin ilmine üstün kılmak sureti ile, onun
faziletine dair delilini ortaya koymuştur ki bu tamamen bir istidlaldir. Nûh
(a.s.)'ın istidlali hakkında, Cenâb-ı Allah, kâfirlerin şu sözünü nakletmiştir:
"Ey Nuh, bizimle cidden çok mücadele ettin ve bu mücadelende de ileri
gittin" (Hûd.32) Bu mücadelenin, şer'i hükümlerin tafsilatı hakkında
olmayıp, aksine tevhid ve nübüvvet hakkında olduğu, bilinen bir hakikattir. O
halde, kelam ilminde, hakkı ortaya koymak için istidlal yaparak mücadele etmek
peygamberlerin sanatıdır. İbrahim (a.s.)'a gelince, bu konuda onun durumunu
iyice ortaya koymak uzun sürer. Onun bu hususta birtakım merhaleleri vardır.
a)
Kendi kendine istidlali... Bu, Cenab-ı
Hakk'ın "İşte, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş.
"Bu(mu)benim Rabbİm?" demiş, o yüdız kaybolunca ise, "Ben böyle
sönüp batanları (Rabb diye) sevmem" (Enam, 76). Bu, kelamcıların, alemin
değişir olmasından hareketle, onun sonradan yaratıldığına delil getirme
yollarıdır. Sonra Cenab-ı Allah, Hz. İbrahim (a.s.)'ı bu istidlalinden dolayı
medhederek,
"İşte bunlar,
kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi" (En'am.83) buyurmuştur.
b)
Hz.İbrahım (a.s.)'ın, babasına karşı
istidlali... Bu, Allah'ın "Ey babacığım, niçin duymayan, görmeyen ve
senden hfçbtrşeyi gideremeyen şeye tapıyorsun?" (Meryem, 42) ayetinde
bahsettiği istidlaldir.
c)
O'nun, bazan sözle bazan da fiilen kavmine
karşı olan istidlalidir. Sözle istidlali Allah'ın şu ayette bahsettiği
husustur:
"Taptığınız bu
heykeller nedir?" (Enbiya, 52) fiil ile istidlaline gelince, o da Cenab-ı
Allah'ın "Derken o, bu putları parça parça etti. Belki ona müracaat
ederler dtyer onlara büyük olan putu bıraktı''{Enbiya, seıayeti ile
anlattığıdır.
d) O'nun
zamanın kralına karşı istidlalidir. Bundan, Allah Teala şu ayette bahseder:
"(İbrahim): Benim
Rabbim hem diriltir hem öldürür" deyince. O, "Ben de diriltir ve
öldürürüm" dedi. İbrahim, "Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen
onu bandan doğdur" deyince ise kâfir şaşırıp kaldı. Allah zalim kavme
hidayet etmez" (Bakara, 258). Fıtratı bozulmamış olan herkes, kelam
ilminin, sadece bu delilleri ortaya koyup, bunlara karşı sürülen sual ve karşı
çıkmaları defetmek için olduğunu bilir. Bütün bunlar, Hz.İbrahim (a.s.)'in
mebde' (kâinatın başlangıcı) hakkındaki incelemesidir. Mead (ahiret) hakkındaki
incelemelerine gelince, o, onun şu sözüdür:
"Hani İbrahim,
"Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster" demiş. (Allah)
"Buna inanmadın mı yoksa? demiş. O da "İnandım, fakat kalbimin
mutmain olması için..." demişti. Allah dedi ki: Dörtküş tut, onları
kendine alıştır, sonra (kesip) her parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da
onları çağır. (O zaman) koşarak sana geleceklerdir." Bil ki şüphesiz Allah
aziz Ve hakimdir
"(Bakara, 260) Hz.Musâ (a.s.) 'nın istidlaline gelince, O'nun nübüvvet ve
tevhid hususunda Firavun'la tartışmasına bak. Tevhide gelince, bil ki Hz.Musâ
(a.s.), çoğu yerde, Hz. İbrahim (a.s.)'in delillerine dayanır. Bu böyledir.
Çünkü Allah Teâta Taha suresinde, bunu şöyle anlatmıştır:
"Firavun, "O
halde Musa, sizin Habbiniz kim?" dedi. O da: "Bizim Rabbimiz herşeyi
yaratan, sonra da doğru yolu gösterendir" dedi''(Taha,49-50) Bu,
Hz.İbrahim (a.s.)'ın "O, beni yaratıp, bana hidayet edendir" (Şuara,
78). sözünde zikrettiği delilin aynısıdır.
Yine Şuara sûresinde,
Musa (a.s.): "(O) sizin ve sizden önceki atalarınızın Habbfdir" (şuara,
26) demiştir. Bu, Hz.İbrahim (a.s.)'in:
"Rabbim hem
diriltir hem öldürür" (Bakara. 258) sözünün aynısıdır.
Firavun, bununla
yetinmeyip, ondan başka bir delil isteyince, Hz.Musa (a.s.) şöyle demişti:
"O, doğunun ve batının Rabbidir." (Şuara, 28)İşte bu Hz.İbrahim
(a.s.)'ını 'Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen onu batıdan doğdur"
(Bakara, 258) sözünün aynısıdır. Bütün bunlar sana; bu delillere yapışmanın o
masum peygamberlerin sanatı olduğuna ve onların bu delilleri akıllarından
çıkardıkları gibi, aynı zamanda geçmiş temiz seleflerinden miras olarak almış
olduklarına da dikkat çekmektedir. Hz. Musa(a.s.)'nın nübüvvete dair, mucize
ile istidlaline gelince bu, onun:
"Sana apaçık
birşey getirsem de mi...?" (Şuara, aojsözü ile bahsettiği şeydir. Bu,
Hz.Musa (a.s.)'ın doğruluğuna mucizeyi delil getirmesidir.
Hz.Muhammed
(s.a.s.)'nin, tevhide, nübüvvete ve ahirete dair delillerle meşgul olması
keyfiyeti bu hususta sözü uzatmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Çünkü
Kur'an bunlarla doludur. Hz.Peygamber (s.a.s.) bütün kâfir fırkaları ile
imtihan edilmiştir.
Birincisi: "Bizi
ancak zaman helak eder" (Câsiye, 24) diyen Dehriyye'dir. Halbuki Cenab-ı
Hak, onların bu görüşlerini çeşitli delillerle çürütmüştür.
İkincisi:
irade, ve ihtiyar sahibi, herşeye kadir zât-ı ilahiyyeyi inkâr edenlerdir.
Cenab-ı Hak onların iddialarını aynı tabiat ve dış tesirlere ma'ruz oldukları
halde emvai türlü tarzda birbirlerinden farklı bitki ve hayvan nev'ilerinin
yaratılması delili ile çözülmüştür. Bu da kadir olan Allah'ın varlığına delâlet
eder.
Üçüncüsü:
Allah Teâlâ'ya ortak koşanlardır. Ortak koşulan bu şey ya ulvi veya süfli bir
varlık olur. Ulvî olan ortağa gelince bu, yıldızların bu alemde müessir
olduğunu söyleyen kimsenin görüşüdür. Allah Teâla bu kimsenin iddiasını,
"Üstünü gece bürüyüp örtünce... "(En'am, 76) diye başlayan âyetle çürütmüştür. Süfli olan ortağa gelince, bu hristiyanlar, Hz.isa (a.s.)'nın ilah olduğuna, putperestler de, putlarının ilah olduğuna dair pek çok delil getirmiştir.
Dördüncüsü:
Nübüvvete karşı çıkanlar ki bunlar da iki guruptur:
a)
Nübüvvetin aslına karşı çıkanlar. Bunlar, Allah'ın "Allah, bir insanı mı
peygamber olarak gönderdi." (isra, 94) dediklerini naklettiği kimselerdir.
b- Nübüvveti
aslında kabul eden, fakat Hz.Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğine karşı
çıkanlardır. Bunlar yahudi ve hristiyanlardır. Kur'an-ı Kerim bunlara
reddiyelerle doludur. Bu kimselerin karşı çıkmaları da birçok bakımdandır.
Bazan bu, Kur'an'a karşı çıkarak olur ki Cenâb-ı Hak şu sözü ile onların bu
ta'nına cevab vermiştir:
"Allah, bir
sivrisineği bir mesel olarak getirmekten çekinmez" (Bakara, 26). Bazan bu
karşı çıkma, Allah Teâla'nın şu sözünde anlattığı gibi, başka mucizeler istemek
şeklinde olur:
"Bize,
yeryüzünden kaynak ûşkırtmadıkca... sana asla inanmayacağız" dediler"
(isra, 90) Bazan da, bu karşı çıkma Kur'an'ın parça parça nazil olması
sebebiyle olur ki bu, Kur'an'a bir ithamın yöneltilmesini ifade eder. Cenab-ı
Hak, bu karşı çıkışa şu sözü ile cevab vermiştir:
"İşte biz senin
kalbini onanla güçlendirmek için böyle (yaptık)" (Furkan, 32).
Beşincisi:
Haşr ve neşr hususunda tartışan kimselerdir. Allahü Teâlâ haşr ve neşrin
doğruluğuna, bunu inkâr edenlerin görüşlerinin geçersiz olduğuna dair çok
çeşitli deliller getirmiştir.
Altıncısı:
Bazan, faydasızdır diye mükellef tutulmaya karşı çıkanlar ki, Cenâb-ı Hak
bunların itirazına"İyi yaparsanız, kendiniz için iyi yapmış olursunuz;
eğer kötü davranırsanız, bu da nefsinize aittir'' (isra, 7) sözüyle cevap
vermiştir. Bazan da, gerçek olanın, bir cebr olduğu, bunun ise teklifin
sıhhatine ters düştüğünü söyleyerek karşı çıkanlarki Cenâb-ı Hak bu hususa
da,"Allah yaptığından sorguya çekilmez, ama onlara yaptıklarından sorulur
"(Enbiya. 23) diyerek cevap vermiştir.
Biz burada bu kısa
işaretlerle yetindik, çünkü bu husustaki geniş inceleme, bu tefsir kitabının
tamamına serpiştirilmiştir. Bu sanatın peygamber ve nebilerin metodu olduğu
sabit olunca, buna karşı çıkanların ya kâfir ya da cahil olduklarını anlamış
olduk.
[183]
İkinci makam:
Kelâm ilmini tahsil etmenin vacib olduğunu beyan hususundadır. Buna akli ve
nakli deliller delalet etmektedir.
Aklî delile gelince, bu şöyledir: Bazı kimseleri taklit etmek, geriye kalanları taklit etmekten daha evla değildir. Bu da ya herkesi taklit etmenin caiz olması demektir ki, bu bizi kâfirleri de taklit etmeye zorlar. Ya da ötekini değil de berikini taklit etmenin zorunlu olması demektir ki, bu da kişiyi, ötekini değil de berikini niçin taklit ettiğini söylemeksizin, bazısını değil de diğer bazılarını taklit etmekle mükellef olmaya mecbur kılar. Ya da, taklidin asla caiz olmamasıdır ki, istenilen şey de budur. Taklit etmek geçersiz olunca geriye, istidlal yolundan başka bir şey kalmaz.
Naklî delile gelince,
buna ayet ve haberler delalet etmektedir.
Âyetten olan
deliller:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın"Hikmet ve güzel öğüt ile Rabb'inin yoluna davet et! Ve onlarla, en
güzel bir yolla mücadele et" (Nahl,125) sözüdür. Şüphe yok ki, Cenâb-ı
Hakk'ın ayette geçen "hikmeften muradı, aklî delil ve hüccetlerdir. Buna
göre Allah'a aklî delil ve hüccetlerle davet etmek, emrolunan bir iş olmuş
olur. Cenâb-ı Hakk'ın: buyurduğundan murat, dinin fürû'u hususunda mücadele
etmek değildir. Çünkü Hz.Peygamber'in peygamberliğini inkâr eden kimse ile,
dinin fürûu hususunda konuşmada hiçbir fayda yoktur. Peygamber'in nübüvetini
kabul eden kimse, O'na muhalefet etmez. Böylece bu mücadelenin tevhid ve
nübüvvet hususunda olduğunu anlamış olduk. Bu sebeple de, bu hususta mücadele,
emredilmiş bu husus olur. Sonra biz, Cenâbı Hakk'ın:
"Bana uyunuz ki,
Allah sizi sevsin" (A.İmran 31).
"Andolsun ki
sizin için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır"(Ahzâb,
21}ayetlerinden ötürü, Hz.Peygambere uymakla emredilmişiz. Bu sebeple bizim,
böylesi bir cidal ile emrolunmuş olmamız gerekir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, "İnsanlardan, Allah hakkında üimsiz olarak mücadele edenler
vardir"(Hacc, 3) ayeti, Allah hakkında, ilim sahibi olmaksızın mücadele
edenleri bir kınamadır. Bu ise, ilim ile mücehhez olarak mücadele etmenin
kınanmış değil, aksine Övülmüş olmasını gerektirir. Yine Cenâb-ı Hak,
Hz.Nûh'tan "Ey Nuh, bizimle gerçekten mücadele ettin, mücadelende de çok
ileti gittin" (Hûd, 32) sözüyle bu mücadeleyi nakletmiştir.
c) Allahu
Teâlâ tefekkürü emrederek şöyle buyurmuştur:
"Kuranı İyiden
iyiye düşünmezlermi?"(Muhammed, 24), "Deveye bakmazlar mı, nasıl
yaratılmış?" (Gaşiye. 17),
"Biz onlara hem
dünya ufaklarında hem de kendi öz varlıklarında ayetlerimizi
göstereceğiz''(Fussilet, 53),
"Görmüyorlar mı
ki Biz, yeryüzüne gelip, onu etrafından eksiltiyoruz."(Enbiya. 44).
"Göklerde ve yerde ne var, bir bakınız" de!" (Yûnus, 101) ve "Göklerin ve yerin hükümranlığına bakmadılar mı?" (A'raf, 185).
d) Cenab-ı
Hak, övgü sadedinde tefekkürü zikrederek şöyle buyurmuştur:
"Bunda; akü
sahihleri için ayetler (deliller) vardır." "Bunda, basiret sahihleri
için ibret vardır"(Nur, 44); Bunda, akıl sahibleri için ayetler (deliller)
vardır" (Taha,54).Yine tefekkürden yüz çevirenleri zemmederek,
"Göklerde ve yerde nice ayetler (deliller) vardır ki (insanlar) bunlardan
yüzçevirerek geçip giderler. "(Yusuf. 105);
"Onların kalbleri
var ama, onunla anlamazlar" (Araf, 179) buyurmuştur.
e)
Cenâb-ı Hak taklidi zemmetmiş ve kâfirlerden naklen: "Biz babalarımızı
birdin üzerinde bulduk. Biz de hakikaten onların izine uyanlarız."
(Zuhruf,23). "Aksine biz, ancak babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye
uyarız"(Lokman, 21).
"Aksine biz
babalarımızı böyle yaparken gördük. "(Şuara, 74) ve
"Hakikaten, eğer
sebat göstermeseydik, bizi az kaldı, tanrılarımızdan saphracaktı
o"(FurKan. 42) diye haber vermiştir.Hz.İbrahim (a.s.)'in babasından da
"Andolsun kî
vazgeçmezsen seni taşlarım. Uzun bir müddet benden ayrıl gi t"(Meryem. 47) sözünü nakletmiştir.
Bütün bunlar, düşünmenin, delil getirmenin, tefekkürün ve taklidi yermenin
gerektiğine delildir. Tefekkür ve istidlale davet eden kimse, Kur'an'ın ve
peygamberlerin dinine uymuş olur. Taklide davet eden de Kur'an'ın aksine gidip
yolunu tutmuş olur.
Hadisten olan
delillere gelince, bu hususta çok hadis vardır. Biz bunlardan birkaçını
zikredelim:
a) Zührî, Sa'id
b.el-Müseyyeb'ten, o da Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir.
Fizâre oğullarından birisi Hz.Peygamber (s.a.s.)'e gelerek "Hanımım siyah
bir çocuk doğurdu" dedi.
Bunun üzerine Hz.Peygamber
(s.a.s.): "Senin develerin var mı? dedi. O, "Evet" deyince,
Hz.Peygamber (s.a.s.) "Onlar ne renktir?" dedi. Adam, kızıl cevabını
verdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Gri olanları var mı?" diye sordu. Adam
"Evet" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.): "Bunun sebebi
ne?" deyince, adam, "Belki onlar soya çekmiştir?" dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.)'da: "Belki
o çocuk da soya
çekmiştir."dedi.[184] Bu,
delille susturmak ve kıyasa sarılmaktır.
b) Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Cenab-ı Allah
şöyle buyurmaktadır: Beni yalanlamaya hakkı olmadığı halde, insanoğlu beni
yalanladı. Beni kınamaya hakkı olmadığı halde, insanoğlu beni kınadı. Onun beni
yalanlaması "Allah beni, yarattığı gibi, yeniden diriltemeyecektir"
demesidir. Halbuki onu başta yaratmak, yeniden diriltmekten bana daha kolay
değildir. Onun benî kınaması, "Allah çocuk edindi" demesidir. Halbuki
ben, tek ve Samed olan Allahım. Ben doğmadım, doğurulmadım ve bana denk hiç
kimse yoktur..."[185]
O halde bak Cenâb-ı
Hakk, birinci mertebede kudreti ile ilk defa yaratmaya ve ölümden sonra
diriltmeye kadir olmaya; ikhci metebede bir oluşu ile, cisim olmayı, babalığı
ve evlat olmayı nefyetmeye delil getirmiştir.
c)
Ubâde Sâmit (r.a.) Hz.Peygamber
(s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kim Allah'a kavuşmayı
severse, Allah'da ona kavuşmayı sever. Kim Allah ile karşılaşmayı hoş görmezse,
Allah’a onunla karşılaşmaktan hoşlanmaz." Bunun üzerine Hz.Âişe "Ey
Allah'ın Peygamberi, biz ölmekten hoşlanmıyoruz. Bu. Allah ile karşılaşmaktan
hoşlanmamak mıdır?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de
"Hayır. Fakat
mümin Allah'a kavuşmayı sever, Cenab-ı Allah da mümine kavuşmayı sever. Kâfir
Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz. Cenabı Allah da kâfire kavuşmaktan
hoşlanmaz" buyurmuştur."[186]
Bütün bunlar, deliller üzerinde tefekkür edip kafa yormanın emredilmiş olduğunu
gösterir.
[187]
Hasımımızın ileri
sürdüğü birtakım iddialar vardır. Şöyle ki:
1)
İstidlal ilim ifade etmez.
2)
İlim ifade eden istidlale kulun gücü yetmez,
3)
İstidlale teşebbüs etmek caiz değildir.
4)
Hz.Peygamber bunu emretmemiştir, ve
5) İstidlalde bulunmak bidattir. [188]
Birinci iddia:
Hasmımız buna, bazt şeyleri delil getirmiştir:
a) Biz tefekkür ettiğimizde ve bu tefekkürümüzün akabinde bir inanç meydana geldiğinde, ister zaruri isterse nazarî olsun, bunun bir ilim olduğunu biliriz. Bu ilmin zarurî olması yanlıştır, çünkü insan itikadı hususunda bu itikadının ilim olduğunu ve birin ikinin yarısı, güneşin aydınlatıcı, ateşin de yakıcı olduğuna inancı hususunda düşünürse, birinciyi ikincisinden daha zayıf görür. Bu da, birinciye zayıflığın arız olduğuna delâlet eder. İkincisi de, yani bu ilmin nazari olması da yanlıştır. Çünkü bu ikinci fikir hususundaki söz, evvelki söz gibidir. Bu sebeple teselsül gerekir. Ki teselsül de imkansızdır.
b)
İnsanlardan tefekkürde bulunup, içtihad eden
ve bu tefekkürünün neticesinde kendilerinde bir inanç meydana gelen, bu inancın
bir ilim olduğuna katî olarak hüküm verin de, hem onun hem de başkaları için
bunun bir ilim değil de bir cehalet olduğu ortaya çıkan; böylece de, o ilk inançlarından vazgeçip onu
terkeden alimler gördük. Bu durumu önce müşahede ettiğimizde, ikinci olarak
meydana gelen inancın da böyle olması caizdir. Bu metodla, tefekkür ve
istidlalden elde edilen herhangi bir inancın sıhhatine kesinlikle hükmetmek
mümkün değildir.
c) Netice
eğer biliniyorsa, onu elde etmeye çalışmak muhaldir. Çünkü, hasılı tahsil
imkansızdır. Eğer netice bilinmiyorsa, zihin ondan habersiz demektir. Habersiz
olunan şeyi talep etmeye yönelmek ise, imkansızdır.
d)
İstidlalin ilim ifade ettiğini bilmek, ya zaruri, ya da nazari olur; eğer
zaruri olursa, aklı olan herkesin bu ilimde müşterek olması gerekir, halbuki
durum böyle değildir. Eğer nazari otursa, birşeyin cinsini o şeyin fertlerinden
bir fertle isbat etmek gerekir ki, bu da muhaldir. Çünkü mahiyet hakkında olan
münakaşa, o fert için de var demektir. Bu sebeple bir şeyi kendi nefsiyle isbat
etmek lazım gelir ki, bu da İmkansızdır. Çünkü isbata vesile olan şeyin, daha
önce bilinmiş olması gerekir. Bir şeyin netice olması, o şeyin daha önce malum
olmamasını gerektirir. Bu sebeple hem nefyin, hem de isbatın birlikte bulunması
gerekir ki, bu da imkansızdır.
e) Tek bir
mukaddime (öncüt). bir netice vermez; tam aksine, netice veren iki mukaddimenin
tamamıdır. Ancak zihinde, aynı anda iki mukaddimeyi birden hazır tutmak
muhaldir. Çünkü biz kendimizi sınadığımızda, ne vakit zihnimizi bilinen
herhangi bir şeye doğru yöneltirsek o aynı vakitte zihnimizi başka bir maluma
doğru tevcih etmenin imkansız olduğunu görürüz. Çoğu kez alimlerimizden
bazıları, genel olarak istidlalin ilim ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Ne var
ki bunlar, ilahi meselelerde istidlalin bir ilim ifade etmediğini söyler ve bu
görüşlerini açıklama ile ortaya koyarlar.
1) İlahın
hakikati tasavvur edilemez. Hakikat tasavvur edilemediği zaman da, ne zâtın
kendisini ne de O'nun sıfatlarından bir sıfatın varlığını tasdik etmek mümkün
olmaz. Tasavvur edilemez oluşun izahı şudur: Beser tarafından bilinen,
Vâcibu'l-vücudun (Allah) mekandan ve her cihetten münezzeh ve O'nun ilim ve
kudret sıfatıyla muttasıf olmasıdır. Vücûb ve tenzih, selbî bir kayıttır.
Cenâb-ı Hakk'ın hakikati, bu şelbin (nefyetmenin) kendisi değildir. Bu sebeple,
bu selb'i bilmek, Allah'ın hakikatini bilmek değildir. Cenâb-ı Hakk'ın ilim ve
kudret sıfatıyla nitelenmiş olması zatının bu sıfatlara mensubiyyetinden
ibarettir. O'nun zâtı bu mensûbiyyetin kendisi değildir, bu sebeble bu
mensubiyeti bilmek, O'nun zâtını bilmek değildir.
Tasdikin mümkün
olmamasının izahı şudur: Tasdik tasavvura dayanır. Tasavvur olmadığı zaman,
tasdik imkansız olur. Şöyle denilemez: "Cenab-ı Hakk'ın zâtı, her ne kadar
kendisine mahsûs hakiket itibariyle tasavvur olunamazsa da, o zât kendi
levazımı (zâtından ayrılmaz vasıflar) itibariyle tasavvur olunabilir..."
Demek istiyorum ki, biz Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine vücubun, tenzihin ve
ebediliğin gerekli olduğu herhangi bir şey olduğunu biliyoruz. İşte bu sebeple,
bu tasavvura göre hüküm verilir. Biz deriz ki, bu bilinen şeyler, ya Allah'ın
zatının bizzat kendisidir, ki bu imkansızdır; veya bunlar Allah'ın zatından
hariç şeylerdir, denilebilir. Cenâb-ı Hakk'ın zatını bilemediğimiz zaman, Onun
zatının bu sıfatlarla muttasıf olduğunu bilmemiz mümkün değildir.
Eğer, bu sıfatların Allah'ın zatına isnad edilmesinin şartı olan tasavvur, diğer sıfatlar itibariyle de bir tasavvur olursa, bu durumda bu hususta söylenecek söz, ilk hususta söylenen sözün aynısıdır. Bu sebeple de teselsül gerekir ki, bu da imkansızdır.
2) Bize
göre, eşyanın en belirgin olanı, kendisine tö ben sözümüzle işaret ettiğimiz,
zâtımız ve hakikatimizdir. Sonra insanlar w sözüyle kendisine işaret edilen
mahiyyet hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı, bunun
şu bünye olduğunu, bir
kısmı onun mizaç olduğunu, bazıları bu bünyeye dahil olan bazı unsurlar
olduğunu, bir kısmı da onun, bu bedenin ne dahilinde ne de haricinde olan bir
şey olduğunu söylemişlerdir. Varlıkların en belirgin olanında durum böyle
olunca, biz ve bizim niteliklerimizle hiçbir münasebeti olmayan en uzak şeyler
hakkındaki kanaatin ne olur?
[189]
İkinci iddia:
Bu ilim ifade eden istidlal, bizim kudretimiz dahilinde değildir, görüşüdür.
Şüphesiz onlar, bu hususa birçok bakımdan delil getirmişlerdir.
a) Tasavvurâtı elde etmek, bizim gücümüz dışındadır. Bu sebeple bedihi tasdikat da, bizim gücümüz dahilinde değildir. Binaenaleyh, tasdikâtın tamamı, bizim kudretimiz dahilinde değildir. Biz, tasavvurât bizim kudretimizde değildir dedik, çünkü onu elde etmek isteyen, eğer o tasavvurâtı biliyorsa onu talep etmesi imkansız olur. Zira, hasılı tahsil etmek muhaldir. Eğer "onu bilmiyorsa, onu talep etmesi imkansız olur, çünkü bir şeyden habersiz olan, onu talep edemez. Eğer, onun bir yönden malum, bir yönden de meçhul olması niçin caiz olmasın?" denilirse, deriz ki, malum olduğu söylenen yön, ma'lum olmadığı söylenen yönden başkadır; aksi halde, ayni şeye hem nefyin hem de isbatın verilmiş olması gerekir ki, bu imkansızdır. Bu durumda deriz ki, hasılı tahsil etmek muhal olduğu için, malum olan şeyi istemek imkânsız olur. Malum olmayan şeyin istenmesi de muhaldir. Çünkü kendisinden habersiz olunan şey, istenemez.
Biz, tasavvuratın
kesbî olmadığı zaman, bedihi tasdikâtın da kesbî olmasının imkansız olduğunu
söylemiştik. Bu böyledir, çünkü bedihi hükümlerden zihinde "mevdu"'
(hakkında hüküm verilen) ve "mahmul" (kendisiyle hüküm verilen)'ün
iki tarafı bulunduğunda, ya bunların zihinde sırf hazır bulunmalarından zihnin,
menfî veya müsbet olarak bunlardan birini diğerine kesin olarak isnâd etmesi
gerekir veya gerekmez. Eğer gerekmezse, hüküm bedihî (apaçık) olmaz; tam aksine
şüpheli olur. Eğer gerekirse, tasdikin bu iki tasavvur buluduğunda meydana
gelmesi vacib olur; bulunmadığı zamansa, meydana gelmesi imkansız olur.
Nefy ve isbât bakımından
kudretimiz dahilinde olmamakla beraber, nefy ve isbat bakımından deveranı vacib
olan şeyin de, böyle olması gerekir. Bu sebeple, bedihî tasdikatında kesbî
olmadığı sabit olmuştur. Biz, tasdikat kesbî olmadığı zaman tasdikata dair
hiçbir şeyin kesbî olmadığı zaman tasdikata dair hiçbir şeyin kesbî olmadığını
söyledik. Zira bedihî olmayan tasdikinmutlaka nazarî olması gerekir. Bu sebeple
bedihî tasdikat zihinde hazır olduğu zaman, ya gerekliliği vacib olur veya
olmaz. Bu tasdikatın gerekliliği vacib olmazsa mukkaddimelerin doğru
olmasından, neticenin doğru olması gerekmez. Böylece de bu, yakînî bir istidlal
değil de, tam aksine zannî veya taklidi bir itikâd olur. Tasdikatın gerekliliği
vacib olursa, bu durumda bu nazari görüşlerin, nefy ve isbat bakımından, zaruri
kaziyyelerle beraber devesâni vacib olur. Bu sebeple, bu nazari görüşlerden
herhangi bir şeyin, asla kulun kudreti dahilinde olmaması gerekir.
b) İnsan
eğer elde edeceği şeyi başkasından ayırması mümkün ise ancak bir şeyi meydana
getirebilir.İlim, cehaletten ancak bilinmeyene değil de bilinene mutabık
olmasıyla ayrılır. İnsan, bunu ancak malumu nasıl biliyorsa öyle olduğunu
bildiğinde, anlar. İşte, bu durumda insan için, bu şeyin bilgisini meydana
getirmek, sadece o şeyi bildiği zaman mümkün olur. Ne var ki bu, hasılı tahsil
etmek imkansız olduğundan dolayı, imkansızdır. Bu sebeple kulun ilmi meydana
getirmeye ve onu taleb etmeye gücünün yetmemesi gerekir.
c) Tefekkürü
icab ettiren şey, ya aklî zaruret, ya istidlal veya nakildir. Birincisi
batıldır, çünkü zaruri olanda akıl şart koşulmamıştır; halbuki, tefekkür ve
istidlalin vücubu böyle değildir. Bilakis akıl sahibi birçok kimse tefekkür ve
istidlali hoş karşılamayarak, bunun çoğu
kez sahibini bilgisizliğe
götürdüğünü söylemişlerdir; bu sebeple bunlardan kaçınmak vacibtir, derler.
İkincisi de batıldır, çünkü istidlalin vacib olduğunu bilmek nazari olduğu
zaman, bu durumda istidlalden önce istidlalin farz olduğunu bilmek mümkün
olmaz. Bu sebeple, bunu teklif etmek, "teklif-i mâla yutak" olur.
İnsanın tefekkürden sonra istidlal etmesi ise mümkün değildir, çünkü bunda bir
fayda yoktur. Üçüncüsü de yanlıştır, çünkü İstidlalden önce istidlalin vacib
olduğunu bilmek imkânı yoktur. İstidlalden sonra da fayda olmadığı için de,
vacip kılınması mümkün değildir. Bu üç kısım da geçersiz olunca, o zaman vacib
olmadığı anlaşılmış olur.
[190]
Üçüncü İddia:
İstidlalin ilim ifade etmesi ve kulun kudreti dahilinde olması halinde bile,
Allahu Tealâ'nın bunu mükellefe emretmesi hoş değildir. Bunun izahı birkaç
yöndendir.
a)
Çoğunlukla istidlal, onu yapanı cehalete götürür. Binaenaleyh istidlale
Teşebbüs eden kimse, ekseriya kendisini cehalete götüren bir işe teşebbüs etmiş
demektir. Durumu böyle olan birşey çirkindir. Öyleyse tefekkürde oulunmak da
çirkindir. Cenâb-ı Allah ise çirkin olanı emretmez.
b) İçimizden
herhangi bir kimsenin eksikliğine, aklının zayıflığına ve kendisine arız olan
birbiriyle çelişen birçok şüphelere rağmen, hak ile batılın arasını ayırma
hususunda aklına güvenmesi caiz değildir. Biz, mezheb sahihlerinden herbirinin,
hakkın kendisinden yana, batılın ise hasmı tarafında olduğunu iddia
ettiklerini, sonra da taassubu, cidali (mücadeleyi) terkedip, insafa
geldiklerinde söyiedikieri sözleri birbiriyle çelişir buiduWar\nı gördük. Bu
durum ise, aklın bu hakikatleri idrakten aciz olduğuna delalet eder.
c)
Şayet dinin dayanağı, delillerin hakikatleri
hususunda istidlalde bulunmaya dayansaydı, insanın bir saat bile iman üzere
kalamaması gerekirdi. Çünkü, istidlalde
bulunan kimsenin aklına,
dinin delilinin mukaddimelerinden
herhangi biri hakkında bir soru geldiğinde, bu kimse sorusu sebebiyle,
mukaddime hakkında şüpheye düşmüş olur. Dinin mukaddimelerinden bir kısmında
şüphe edildiğinde de netice zanni olur. Çünkü zannın elde ettiği bilgi yakin
ifade etmez. Bu sebeble de, aklına gelebilecek, hertürlü soru ve konudan dolayı
insanın, her saat dininden çıkması gerekir.
d)
İnsanların dillerinde şu husus iyice şöhret bulmuştur: Kim, kimya yoluyla bir
mal elde etmek isterse iflas eder. Kim de kelam ilmi vasıtasıyla dinini
öğrenmek isterse zındık olur. Bu, istidlal hususunda, kapı açmanın caiz
olmadığına delalet eder.
[191]
Dördüncü İddia:
Biz, istidlalin, bizzat çirkin olmadığını kabul etsek bile, Allah ve Resulünün,
onu emretmediğine dair delil getirebiliriz. Bunu gösteren husus şudur: Bu
neticelerin delillerini bilmek, ya öğrenme ve istifade etmeden müstağni olan
zaruri bir ilim olur, ya da böyle olmayıp, aksine elde edilmeleri için, düşünceye,
tefekküre ve istifadeye ihtiyaç duyulur.
Birincisi yanlıştır.
Aksi halde, bunu elde etmek bütün insanlara gerekirdi ki bu ise işi yokuşa
sürmedir. Sonra biz, bu ilim hususunda, insanların en zekisini tecrübe ediyor
ve görüyoruz ki, birçok üstad ve eserlerden istifade etmesine rağmen, uzun
yıllar boyunca bile onun bu ilmi elde etmesi mümkün olmuyor.
İkinci ihtimal olursa,
insanın bu ilmi elde etmesi, ancak yoğun çalışmalar ve birçok araştırmalardan
sonra vacib olur.Şayet din, istidlal üzerine bina edilmiş olsaydı, Hz.Peygamber
(s.a.s.)'in bir adamın müslümanlığının doğruluğuna, ancak ona bu meseleleri
sorduktan ve derinliğine bu delilleri
bilip bilmediğini imtihan
etmesinden sonrahükmetmesi gerekirdi. Şayet Peygamber (s.a,s.), bunu yapsaydı,
herkesçe bilinirdi. Böyle bir bilgi ise yaygın değildir. Bilakis, O'ndan
tevatürle nakledilen meşhur durum şudur: O (s.a.s.), bu istidlal şekillerinden
herhangi birinin hatırına gelmediğini kesinlikle bildiği kimsenin de müslüman
olduğuna hükmetmişti.
Böylece anlamış
oluyoruz ki dinin geçerli olması için istidlal nazar-ı itibara alınmaz.
Eğer "Delillerin
asıllarını bilmek, bir çok akıl sahibi için mümkündür. Tedkîk edilmesi gereken
husus, suallere cevab verip şüpheleri savuşturmadır. Bu ise, dinin aslının
sıhhati hususunda muteber değildir" denilirse, deriz ki "Bu iddia
zayıftır." Çünkü delil, asla ne bir ziyade ne bir noksanlık kabul etmez.
Bu böyledir. Çünkü, delil on mukaddime üzerine bina edilmişse, sen bir
düşünreğer kişi bu mukaddimelerin sıhhatine kesin olarak hükmetmişse o, üzerine
bir ziyade yapılması mümkün olmayan bir bilgi ile bu delili bilmiştir. Çünkü bu
on mukaddimeye yapılacak olan ilave, bu delilin ortaya konmasında nazar-ı
itibara alınırsa, bizim "Bu delil on mukaddimeden meydana geliyor"
sözümüz yanlış olur. Eğer o ilave nazar-ı dikkate alınmaz ise, bu delili
bilmek,ona ilave edilen bir ziyade ile elde edilen bir bilgi olmaz, aksine
ziyadeden ayrı bir ilim olmuş olur. Bu sebeble delilin bir ziyade ve noksanlık
kabul etmediği ortaya çıkmış olur. Çünkü, şayet bu on mukaddimeden dokuzu
yakînîjolup, onuncusu da zannî olsaydı, neticenin yakıni yani kesin olması
imkansız olurdu. Zira, zanniye dayananın, zanni olması evladır. Böylece delilin
bir noksanlık ve ziyade kabul etmediği ortaya çıkmış olur ve "noksanlık ve
ziyadelik kabul eder" diyenlerin görüşünün yanlışlığı ile de bu sorunun
yanlış olduğu ortaya çıkar.
Bunun bir misali de
şudur: Bir adam, hava açık ve berrak iken, birden yağmur, gök gürültüsü ve
şimşeğin meydana geldiğini görse "Sübhânallâh" der. Biri çıkıp da:
"Bu kimsenin "Sübhanallah" demesi onun Allah'ı onun Allah'ı
delil bildiğine delalet eder" derse bu değerlendirmesi bâtıldır. Çünkü o
kimse, ile ortaya çıkan bu şeyin bir delife istinaden mutlaka bir yapıcısı
olduğunu bildiğinde; sonra yine delil ile bu müessirin Allah'dan başkasının
olmasının imkansızlığını bildiğinde ancak Allah'ı delil bilmiş olur. Bu ikinci
mukaddime, ancak, o kişi delil ile bu meydana gelişin burçlara, yıldızlara,
tabiata ve zorunlu bir sebebe isnad edilmesinin imkansız olduğunu bildiğinde
doğru olur. Çünkü o, şayet delil ile bunun yanlışlığını bilmez ise, delilsiz
olarak ikinci mukaddimeye inanmış olurdu. Böylece de bu mukaddime taklide
dayanmış olurdu. Ona dayandırılmış olan da yakini değil, taklidi olmuş olurdu.
Böylece ey hasımlarımız, sizin dediklerinizin yanlış olduğu ortaya çıkmış olur.
[192]
Beşinci iddia:
Bizim, "Kelam ilmiyle iştigal etmek bidattir" dememizdir. Bunun
delili, Kur'an, hadis, icma, selef-i salihinin görüşü ve hükümdür. Kur'an'dan
olan delile gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın"Bunu sana ancak bir mücadele
maksadıyla getirdiler. Daha doğrusu onlar çok cedelcl bir kavimdirler"
(Zuhruf.58) gayetidir. Allah Teâla burada cedeli (tartışmayı) yermiştir. Yine
Hak Teala şöyle buyurmuştur:
"Bizim
ayetlerimiz hususunda boş sözlere dalmış olanları gördüğün zaman, onlar başka
bir mevzuya geçinceye kadar onlardan yüz çevir' '(En'am, 68).Cenab-ı Allah
burada, Allah'ın ayetleri hususunda boş sözlere daldıkları zaman, müşriklerden
yüz çevirmeyi emretmiştir.
Hadisten otan
delillere gelince, bunlar şunlardır:"Mahlukat hakkında tefekkür ediniz,
fakat yaratıcının zatı hakkında tefekkür etmeyiniz." "İhtiyar
kadınların (saf ve sağlam) dinlerine sarılın".[193]
"Kaderden bahsedildiği zaman, dilinizi tutunuz."[194]
İcma'dan delile
gelince, bu da şudur. Kelam sahabenin bahsetmediği bir ilimdir. Bu sebeble,
onun bid'at ve haram olması gerekir. Sahabenin bu hususta konuşmamış olmaları
aşikârdır. Çünkü, onların hiçbirisinden bu gibi konularda, istidlale girişmiş
olduğu nakledilmemiştir. Bilakis onlar, bu konularda konuşmaya dalan kimseleri
yadırgayan insanların en katıları idiler. Bu sabit olunca, kelâm ilminin bid'at
olduğu da ortaya çıkmış olur. Her bid'at ise ittifakla haramdır.
Selef-i Salihinin
sözünden olan delile gelince; Malik b.Enes şöyle demiştir: "Bit'atlerden
kaçının." Kendisine, "Ey Ebâ Abdillah, bid'atler nelerdir?"
denildiğinde, "Bid'at ehli olan kimseler, Allah'ın isimleri, sıfatları ve
kelâmı hususunda konuşan, sahabe ve tabiînin sustuğu konularda susmayan
kimselerdir" cevabını vermiştir.
Sufyan b.Uyeyne'ye
kelam ilmi hakkında sorulduğunda, o, "Sünnete uy, bid'ati bırak"
demiştir.
Allah kendisinden razı
olsun, İmam Şafii ise "Kulun, şirk hariç, her türlü günaha bulaşması,
kelam ilminden herhangi birşeyie Allah'ın huzuruna çıkmasından daha
hayırlıdır" demiş ve sözüne şöyle devam etmiştir: "Bir adam, kendi
ilim kitablarını bir başkasına vasiyyet etse ve bunlar içinde de kelam
kitabları bulunsa, bu kelamı kitablar vasiyyete dahil değildir." Hükümden
olan delile gelince, bu şudur: Şayet bir adam ulemaya vasiyyette bulunsa,
kelamcılar bu "ulema" lafzına dahif değildirler.
En iyi Allah bilir.
İşte bu tefekkür ve istidlali tenkit edenlerin bütün iddiaları sonlardan
ibarettir.
[195]
Bütün bu hususlara
cevabımız şöyledir: İstidlalin ilim ifade etmeyeceği hususunda, onlartn
tutundukları şüphe fasittir. Çünkü onların ifade ettikleri şüpheler, zaruri
değil nazaridir. Zira onlar, istidlal çeşitlerinin bir kısmından ötürü, bütün
çeşitleri iptal etmişlerdir ki bu bir tenakuzdur. "İstidlal etmek tezim
kudretimiz dahilinde değildir" şeklindeki görüşleri hususunda ileri
sürdükleri şüpheler de fasittir. Çünkü onlar, bu şüpheleri çıkarıp ortaya koyma
hususunda ihtiyar sahibidirler. Bu ise, onların "İstidlal etmek, bizim
kudret irademiz dışındadır" görüşlerini geçersiz kılar.
Onların,
"İstidlale dayanmak çirkindir" şeklindeki görüşlerine dair
söyledikleri şüpheler de bir tezattır. Çünkü, buna göre getirdikleri bu
şüpheleri eri sürmelerinin de çirkin olması kendilerini ilzam eder (bağlar).
"Hz.Peygamber
(s.a.s.), istidlali emretmemiştir " şeklindeki iddiaları da satıldın Çünkü
biz, peygamberlerin (s.a.s.) tamamının tefekkür ve istidlali emrettiklerini
anlatmıştık.
Cenab-ı Hakk'ın "Bunu
sana ancak bir mücadele maksadıyla getirdiler" (Zuhruf, 58) ayetine
gelince, bununla, "Onlarla, en güzel bir şekilde muadele et"(Nahl,
125) ayet arasını birleştirmek için, önceki ayet batıl hususunda mücadele
etmeye hamledilmiştir.
' Bizim ayetlerimiz
hususunda boş sözlere dalmış olanları gördüğün tan, onlardan yüz çevir"
(En'am. 68) ayetine gelince bu husustaki cevab r: Ayetteki "dalma"dan
maksat, istidlal değildir, tam aksine boş sözlere dalmaktır.
Hz.Peygamber
(s.a.s.)'in "Mahlûkat hakkında tefekkür ediniz..." harisine gelince
bu, mahlûklardan hareket edilerek Yaratıcı'yi tanımaya yol Duiunsun diye
emredilmiştir. Bu da istenen bir şeydir. "İhtiyar kadınların tsaf ve
sağlam) dinlerine sanlın" hadisinden maksad ancak, yukarıda da söylediğimiz
gibi, bütün işleri Cenab-ı Allah'a bırakmak ve herşeyde O'na güvenmektir.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in "Kaderden bahsedildiği zaman dilinizi
tutunuz" hadisi ile bu görüşe istidlal etmek zayıftır. Çünkü kısmî olan
yasak, umumi yasağı ifade etmez.
İcma'dan getirdikleri
delil hakkında deriz ki: Eğer "sahabe, kelamcıların kullandıkları
tabirleri kullanmamışlardır" manasını kastediyorsanız, bunu kabul ederiz.
Ne var ki bundan kelam ilmini tenkid manası çıkmaz. Nitekim sahabe, iukâhâ'nın
tabirlerini de kullanmamışlardır. Bundan, fıkıh hususunda bir ta'n manası
çıkmaz. Eğer siz, onların, istidlali Allah ve Resulünden öğrenmediklerini
kastediyorsanız, ne kötü bir söz söylüyorsunuz!
Selef alimlerinin,
kelâma karşı takındıkları sert tavra gelince bu, ehl-i bid'ata karşıdır. Vasiyyet
mes'elesi de bu da birisi Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, nebî ve
peygamberlerini bilen birisine vasiyyette bulunduğunda, "Bu vasiyyete
fakih dahil olmaz" şeklindeki hükümle tezat teşkil eder. Bir de
vasiyyetler örfe dayanır. İşte bu söylediklerimiz, meseleyi tamamlar. En iyi
Allah bilir.
[196]
İbadetin hakikatini,
Yalnız sana kulluk ederiz" (Fatiha, 5) âyetinin tefsirini yaparken
anlatmıştık.
"Halk"
kelimesine gelince Tehzîb sahibi
el-Ezheri'nin İbnü'l Enbârî'den naklettiğine göre, bu "ölçüp biçmek ve
düzeltmek" manasınadır. Alimler bu hususta âyet.şiir ve Arapçadan deliller
getirmişlerdir. Âyetten delilleri şunlardır:
Halikların en güzeli
" (Mü'minun, 14) yani ölçüp biçenlerin, takdir edenlerin en güzeli;
"Ve bir yalan düzüyorsunuz." (Ankebut, 17) Yan i ölçüp biçip bir
yalan uydurmuyorsunuz ve "Hani çamurdan yaratıyordun. "(Maide, 14) yani
düzeltip yapıyordun. Şiirden delil Züheyr'in şu sözüdür.
"Yemin olsun ki
sen, kafandan uydurduğun şeyleri iftira ediyorsun. Halbuki bazıları ise
kafalarında birşey tasarlıyorlar ama başkasına İftira olarak
söylemiyorlar." Bir başka şair de şöyle söylemiştir:
"Deriyi ölçüp
biçen kadın ve erkek işçilerin elinde ancak derinin güzel gıcırdar."
Arapçadan getirilen
delile gelince, Arap, nalınını ölçüp biçip, mukayese yaparak düzelttiğinde
"Nalını düzeltti" denilir. Yine onlar, doğrulanmayan sözler için
"Uydurulmuş sözler" derler.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bw evvelkilerin uydurmalarından başka birşey değildir" (Şura, 137)
ayetindeki kelime de bu manadadır. "Halâk" kelimesi de,
"hayırdan bir pay" manasınadır. "Bu bunun hakkıdır"
manasına, birşeye layık olana da "hafik" denilir. Kaygan taşa
denilir. Çünkü kayganlıkta bir düzgünlük, sertlikte ise bir pürüz vardır.
"Elbise eskidi" tabiri de bu köktendir. Çünkü, elbise yıprandığı
zaman kaygan ve pürüzleri ve kabalıkları düzgünlesin Böylece "Halk"
kelimesinin takdir etmek (ölçüp biçmek) ve düzeltmekten ibaret olduğu meydana
çıkar. Kadı Abdûlcebbar da şöyle demiştir: "Halk," takdir manasına
bir fiildir. Kelimenin lügavi manası bunun ancak Allah'dan olmasını gerektirir.
Buna karşılık Kur'ân-t
Kerim, "Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir" (Mu’minun)
"Hani çamurdan,
sen kuş gibi olan birşey yapıyordun"(Maide 110) ayetlerinde bunun aksini
söylemiştir. Fakat Cenâb-t Allah fiilleri, neticelerini ve faydalarını bilerek
yaptı-için, O'nun fiili ancak böyledir. İşte bu sebeble de halik olarak
isimlendtrilmeye O layık olmuştur. Kadı Abdüt Cebbar'ın hocası olan Ebu
Abdullah el-Basrî de şöyle demiştir: "Halik ismini Allah'a vermek
muhaldir. Çünkü, ölçüp biçmek ve birşeyi düzenlemek, tefekkürde bulunmaktan,
istidlalden ve hesab yapmaktan ibarettir. Bu ise Cenab-ı Allah hakkında
düşünülemez."
Ehl-i sünnet
ve'l-cemaat alimlerinin çoğu ise şöyle demiştir: "Halketme, îcâd ve
inşâdan (varetme ve meydana getirmeden) ibarettir." Onlar bu görüşlerine,
müslümanların "Allah'dan başka halik yoktur" sözlerini delil
getirmişlerdir. Şayet "halk" ölçüp biçme ve takdir etmeden ibaret
olsaydı bu söz doğru olmazdı.
[197]
Bil ki Hak Teâla,
kendisine ibadet edilmesini emretmiştir.
O'na İbadet etmek
ise, O'nun varlığını bilmeye
bağlıdır. O'nun varlığını bilmek zaruri olmayıp, istidlale dayandığından, Allah
Teâla, bu ayette varlığına delalet eden deliller zikretmiştir.
Bil ki biz akli
meseleleri konu alan kitaplarda, Allah Teâlâ'nın varlığım isbata giden yolun ya
imkan, ya hudûs ya da her ikisi olduğunu açıkladık. Bunlann heps\
vacevteftodedu ya da avazterdadu. O halde Cenab-ı Hakk'ın varlığına delalet
eden yollan altıyı geçmez:
1) Zatların mümkin olduklarına istidlal etmek.... Cenab-ı Hak buna: "Allah müstağnidir, siz ise muhtaç varlıklarsınız" {Muhammed, 38); Hz.İbrahim a.s.dan hikaye ederek, "Alemlerin Rabbi hariç, onların hepsi benim düşmanımdır"(Şuara, 77); "Muhakkak ki nihâi varış Rabbinedi. (Necm, 42), "Allah de, sonra onları bırak"(En'am, 91), "Allah'a kaçınız" (Zariyat, 50) "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile huzura erer, mutmai olur"(Rad. 26) ayetleri ile işaret etmektedir.
2)
Sıfatların mümkin olduklarına istidlal
etmek... Buna da: "Allah, gökleri ve yeri yarattı'''(En'am, 1),
"Allah, yeryüzünü sizin için bir
döşek, gökyüzünü de bir bina
yapandır"(Bakara,
22) ayetleri ile işaret edilmiştir. Bu
son ayetin izahı yakında gelecektir.
3)
Cisimlerin hadis olduklarına istidlal etmek. Buna Hz.İbrahim (a.s.)'in şu
sözüyle işaret edilmektedir:
en banP kaybolanları sevmem "(Enam, 76).
4) Arazların
hadis olduklarına istidlal etmek. Bu yol insanların anlayışına en yakın olan
yoldur. Bu iki şeye dayanır:
a)
Enfüsî deliller,
b) Afakî
deliller.
Kelam kitabları
çoğunlukla bu iki hususu ihtiva etmektedirler. Allah Teala ile bu ayette, bu
her iki hususu da birlikte zikretmiştir.
Enfüsi delilleri şöyle açıklayabiliriz: Herkes zaruri olarak, kendisinin önce mevcud olmayıp sonradan var olduğunu, yokluktan sonra var olan herşeyin mutlaka bir yaratana ihtiyacı olduğunu, bu Yaratıct'nın (varedicinin) ne kendisi, ne ebeveyni ne de diğer insanlar olmadığını bilir. Çünkü yaratılmışların böyle bir yapıyı meydana getirnekten aciz oldukları, zaruri olarak bilinen bir husustur. Bu varlıklardan başka olan bir Yaratıcı'nın olması lazımdır ki, "bu varlıkları o yaratmıştır" denilebilsin. Ancak, bir kimse burada şöyle diyebilir. Bu müessirin, mevsimlerin, burçların ve yıldızların karakterleri olması niye caiz olmasın? Böyle bir sual ihtimal dahilinde olduğu için Cenâb-ı Hak bunun peşinden, bu şeylerin bir Yaratıcı'ya ve ihdas edene muhtaç olduğu hususunu dile getirerek, "Ki o Allah, yeryüzünü sizin için bir döşek, semâyı da bir bina yaptı "(Bakara, 22) buyurmuştur.
Âfâkî delillerden
murad da, işte budur. Bu delillerde, alemde meydana gelen gök gürlemesi,
şimşek, rüzgar, bulut ve mevsimlerin değişmesi gibi, çeşitli haller ve
değişiklikler de buna dahildir. Netice, semavi cisimlerle yeryüzü cisimlerinin,
cisim olma hususunda müşterek olduklarını gösterir. Bunların bir kısmının
miktar, şekil ve mekan bakımından bazı sıfatlarla tahsis edilmiş olmaları, ne
onların cisim olmalarından, ne de isimlerin ayrılmaz sıfatlarından olan
herhangi bir şeyden ötürü değildir. Aksi halde, hepsinin o sıfatlarda ortak
olmaları gerekir; binaenaleyh bu ihtisasın ayrı bir işten ötürü olması gerekir.
Bu iş, eğer bir cisimse, konu tekrar, bu müessiriyetin birçok cisim arasında bu
cisme niçin tahsis edilmiş oluduğu meselesine döner. Eğer bu bir cisim değilse,
bunun ya mûcib (zatı gereği yapan iradesiz) veya muhtar (hür irade sahibi)
olması gerekir. Birinci ihtimal yanlıştır; aksi halde cisimlerin bazı
sıfatlarla tahsis edilmesi, aksinin olması durumundan daha evlâ ve üstün
değildir. Binâenaleyh, bunun mutlaka kadir ve irade sahibi olması gerekir. Bu
sebeple, bütün bu delillerle cisimlerin tamamının, cisim olmayan ve cisimlik
niteliklerini taşımayan kadir bir müessire muhtaç olduğu ortaya çıkar. Bu
durumda Yaratıcı'nın varlığına araz delilleriyle istidlal etmenin, araz ve
sıfatların mümkin olduğunu kabul ettikten sonra yeterli olacağı anlaşılmış
olur.
[198]
Sen bunu iyice
anladığında deriz ki, şüphesiz Cenâb-ı Hak bu çeşit delilleri, iki sebepten
dolayı, bilhassa kitabının (Kur'an'ın) başında zikretmiştir.
Birincisi: Bu yol,
insanların anlayışlarına en yakın ve akıllarına daha yatkın bir yol; Kur'an'da
zikredilen delillerin de avam ve havastan herkesin hanelilerinden istifâde
edebilmeleri için fazla ince düşünmeyi gerektirmeyen hemen anlaşılır cinsten
olması gerekince Cenâb-ı Hak, işte kitabının evvelinde bunu zikretmiştir.
İkincisi: Kur'anî
delillerin maksadı, mücadele etmek değildir. Onların maksadı, kalblerde gerçek
inançları meydana getirmektir. Bu konuda, bu tir deliller, diğer yöntemlerden
daha güçlüdür. Zira bu tür deliller, Yaratıcı'nın ıarfağını bilmeyi ifade
ettikleri gibi, O'nun bizlere olan nimetlerini de "acrlatırlar. Çünkü
varolmak ve hayat sahibi olmak, Cenab-ı Hakk'ın bize en büyük nimetlerdendir.
Nimetleri hatırlatmak sevgiyi, isyanı iyi ve boyun eğmeyi gerektirir. İşte bu
sebepten dolayı, delillerin bu in zikredilmesi, diğerlerinden daha üstün
olmuştur.
Bu mevzuda selef-i
salihinin çok hoş metodları vardır.
1) Zındıklardan
birisinin, Cafer-i Sadtk'ın yanında, Yaratıcı'yı inkâr ettiği, bunun üzerine de
Cafer-i Sadık'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Gemiye bindin mi?"
deyinceadam "evet" demiş. Cafer-i Sadık bunun üzerine, ona "Denizin
korkunç hallerini gördün mü?"' deyince, adam, evet diyerek, sözünü şöyle
sürdürmüştür: "Birgün korkunç bir rüzgâr esti. Böylece gemiler parçalandı,
denizciler boğuldu; ben ise, geminin tahtalarından birine tütündüm. Sonra, bu
tahtayı elimden kaçırdım. Birden kendimi dalgaların darbeleri arasında buldum.
Derken, bu dalgalar beni sahile attı..." Bunun üzerine Cafer-i Sadık şöyle
dedi: "Daha önce sen, gemiye ve gemicilere güveniyordun... Sonra, seni
kurtaracak diye, bir tahta parçasına güvendin. Bütün bu şeyler e-linden çıkınca,
nefsini ölüme mi terkettin, yoksa hâla kurtulmayı ümit ediyor muydun?"
Adam, "Tam aksine, kurtulacağımı ümit ediyordum" deyince, Cafer-i
Sadık, "Bu ümidi kimden alıyordun?" dedi. Bunun üzerine adam sustu.
Bunun üzerinejCafer-i Sadık, "O vakit kendisinden ümit aldığın zat,
Yaratıcı'dır işte; seni boğulmaktan kurtaran da O'dur" deyince, adam O'nun
vasıtasıyla müslüman oldu.
2) "Diyânâtu'l-Arab" (Arabların
Dinî İnanışları) adlı
kitapta şu anlatılmaktadır:
Hz.Peygamber (s.a.s.), İmrân b.Husayn'a, ne kadar ilahın var? deyince, O,
"on tane" dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber ona, "Başına büyük
bir belâ geldiğinde onlardan hangisi senin kederini, sıkıntılarını ve bu
büyük musibeti defetmektedir?" deyince,
adam, "Allah" dedi. Hz.Peygamber, "O halde, senin
Allah'dan başka hiçbir ilâhın yoktur" dedi.
3) Ebû
Hanife (rahimehullah) dehrilere karşı, Allah'ın bir kılıcı idi. Dehriler onu
öldürmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün o, mescidinde oturmaktaydı. Tam o
sırada, kılıçlarını Çekmiş olan bir gurup insan, ona hücum ederek, onu öldürmek
istediler. Bunun üzerine Ebû Hanife onlara şöyle dedi: "Şu soruya cevap
verin, sonra da dilediğinizi yapın!" Bunun üzerine onlar: "Haydi
sor" dediler. Ebû Hanife şu soruyu sordu: "Ağzına kadar yüklerle dolu
bir gemi gördüm ki denizin dalgaları arasında bu gemiyi, çarpışan dalgalar ve
muhtelif yönlerden esen rüzgarlar idare ediyordu. Bu gemi, bu dalgalar arasında
yöneten bir kaptan veya yönetmeyi üstlenmiş birisi olmadan, batmadan, dosdoğru
gidiyordu" diyen adam hakkında ne dersiniz? Bunun olması, aklen mümkün
müdür?" Bunun üzerine onlar, "hayır" dediler. Bu aklın kabul
edeceği bir şey değildir." Buna karşılık "Allah'ım! aklenldenizde onu
idareyi ve hareket ettirmeyi üstlenmiş birisi olmadan, bir geminin doğru bir
biçimde hareket etmesi bile aklen mümkün olmayınca bu dünyanın, çok çeşitli
halleri, işleri ve genişliği ile beraber ayakta durması nasıl mümkün
olur?" dedi. Bunun üzerine, dehrîlerin hepsi ağladı ve, "Doğru
söylüyorsun, haklısın" dediler. Kılıçlarını kınlarına sokarak,
yaptıklarına pişman oldular.
4) Şafiî
(r.a.)'ye "Yaratıcı'nın varlığı hakkındaki delil nedir?" diye
sordular. Bunun üzerine o, şöyle dedi: "Dut ağacının yaprağının tadı,
rengi, kokusu ve karakteri sizce birdir, değil mi?" Onlar:
"Evet" dediler. Bunun üzerine Şafiî: "Onu ipek böceği yediği
zaman, ibrişim; arı yediği zaman bal olur; köyün yediği zaman onun tersi olarak
çıkar; ceylan yediği zaman da, onun Özel kesesinde misk bağlar, misk haline
gelir... Yedikleri şeyin karakteri bir olmakla beraber, bütün bu şeyleri böyle
farklı farklı yapan kimdir?" Onlar Şafiî'nin bu sözünü güzel bularak,
O'nun eliyle müslüman oldular. Bunlar, onyedi kişiydiler...
5) Bu
mesele, bir kez, Ebu Hanife (r.a.)'ye de soruldu da, O da şu şekilde bir
istidlalde bulundu: "Baba erkek çocuk ister, fakat kız olur. Veyahutta,
aksi olur. Bu da, bir Yaratıcı'nın varlığına delalet eder."
6) Ahmed İbn
Hanbel (r.a.) de, üzerinde bir gedik bulunmayan, dümdüz, dışı erimiş gümüş gibi
içi de saf altın gibi olan; sonra duvarları yarılarak içinden, duyan ve gören
bir canlı çıkan bir kaleyle istidlal ederek, bunun bir faili olması gerektiğini
söylemiştir. Ahmed İbn Hanbel, kale ile yumurtayı; canlı ile de civcivi
kastetmiştir.
7) Harun
Reşid, İmam Malik'e bu hususu sorduğunda, O da, seslerin çeşitliliği,
nağmelerin titreşim ve dillerin farklılığı ile istidlal etti.
8) Ebû
Nuvâs'a da bu husus sorulunca, o şöyle dedi:
"Yeryüzündeki bitkileri bir düşün ve Yüce Hükümdarın, Allah'ın yaptıklarının alametlerine iyice bak! Görürsün ki, fışkıran gümüş gibi gözeler ve zümrüt dallar üzerinde dökülmüş altın gibi olan çiçekler, Allah'ın hiçbir şerîki olmadığına şehâdet ederler!"
9) Bir
bedeviye, Allah'ın varlığının delili sorulduğunda o, şöyle cevap verdi:
"Devenin kığısı deveye, eşeğin tersi eşeğe, ayak izleri de, yürüyene
delâlet eder. Burçları olan gökler, geçitlerle dolu yeryüzü, dalgalı denizler
Kadir, Alîm ve Halîm olan bir yaratıcıya delalet etmiyor mu?"
10) Bir
doktora, "Rabbini neyle bildin?" denildiğinde, o şöyle cevap verdi:
"İlaç olarak kullanılan sıvıyı kurutanJ"İhlîlec"ağacı ve ağızda
bulunan, besinleri yumuşatıcı tükrük salgılarıyla..."
Bir başkası da: "Arıyla onu tanırım; bir taraftan bal verirken, diğer taraftan da insanı sokar (bal) kelimesi, (sokmak, ısırmak) kelimesinin ters çevirilmiş şeklidir.
11) Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onlara, kendilerini kimin yaratmış olduğunu sorarsan, sana muhakkak ki, Allah'tır!" diyecekler" {Zuhruf 87) ve "Azabımızı gördüklerinde, biz yalnız Allah'a iman ettik ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik dediler "(Mümin. 84) ayetlerinde, bedahetin hükmüdür. [199]
Kâdi şöyle demiştir:
Cenâb-ı Hakk'ın "Ki O, sizi yarattı" ifadesi, ibadete müstehak
olmanın, ancak yaratma ile olacağını gösterir.
Allah Teâlâ kullarını
ibadetle mükellef tutunca, hangi şeyden ve neden dolayı ibadet etmenin gerekli
olduğunu da açıklamıştır. Buna göre, eğer Cenab-ı Hakkın, "Sizden
öncekileri de yaratan "âyetinde, onlardan öncekilerin Allah tarafından
yaratılması onlara Allah'a ibadet etmenin vacib olmasını gerektirmediği halde,
bunu zikretmenin ne gibi bir faydası vardır? denilirse, biz deriz ki, bunun
cevabı iki şekildedir.
a) İş, gerçi
senin dediğin gibidir. Ancak onların Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini yarattığını
bilmeleri, kendilerinden öncekileri de bilmeleri gibidir. Çünkü bunu bilmenin
yolu tekdir.
b) Onlardan öncekiler,
onların kökleri mesabesindedir. Köklerini yaratmak, fürûuna, dallarına nimet
vermek yerine geçer. Sanki Cenâb-ı Hak, onlara olan büyük nimetini
hatırlatarak, adeta şöyle demiştir: "Zannetme ki ben sana, ancak sen
varolduğun zaman nimet verdim! Hayır, ben, senin köklerini ve atalarını
yaratmış olduğum için, sen varolmadan binlerce sene önce de sana nimet
vermiştim!"
[200]
Cenâb-ı Hakkın, "
Ümulur ki, takva sahibi
olursunuz" sözünde iki
bahis söz konusudur.-
Birinci bahis:
kelimesi "teraccî" ve "işfâk" (ummak ve acımak) ifâde eder.
Meselâ sen, "Umarım ki, Zeyd bana ikram eder" dersin.
Cenâb-ı Hak da şöyle
demiştir:
"Belki o, öğüt alır ya da korkar. "(Taha, 44), ve "Umulur ki kıyamet yakındır"'(Şûra, 17) Yine, Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edenler ise, kıyametten korkarlar"(Şûra, 18) ayetine bakmaz mısın? "Teraccî ve işfak" ancak netice bilinmediği zaman bulunur. Bu ise, Cenâb-ı Allah için imkansızdır. Bu sebeple, burada bir izah yapmak gerekir. Bu izah ise, birkaç yönden olur:
a) nin
manası, AHah'adeğil de, kullara yöneliktir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (Tahâ,
44) sözünün manası şöyle olur: (Hz. Musa ve kardeşine hitap ederek) Firavunun
iman i etmesini umarak bu beklenti içinde ona gidiniz... Sonra Cenâb-ı Hak,
işin .nereye varacağını bilir...
b)
Meliklerin ve büyük zatların yerine getirmeye kararlı oldukları vaa'dleri ve
benzeri kelimeleri söylemelerine veya bu va'din olmasının onların rumuzlarına
veya gülümsemelerine veyahut da tatlı bir bakışlarına dayanması
adetlerindendir. Böyle bir şey sezildiğinde.talibolanınjistediğini elde etmede
bir şüphesi kalmaz. İşte bu üslûba binaen, Cenâb-ı Allah'ın kelamında jiî lafzı
yeralmıştır.
c) nin (için)
manasına olduğunu söylemektir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir. manasına gelmez.
kelimesi ümit vermek içindir. Kerim ve Rahim olan Allah ümid verdiğinde,
şüphesiz, Allah'ın bu ümid verişi, kesin vaa'd(yerine geçer.|İşte bu sebebten
dolayı Kelâmullah'da manasını ifade eder, denilmiştir.
d) Cenâb-ı
Allah, mükelleflere öyle bir muamelede bulunmuştur ki onu başkası yapsaydı bu,
arzu edilen şeyin meydana geleceği ümidini verirdi. Çünkü Cenab-ı Hak,
kullarına hayra ve şerre yöneiik kudreti verip, onlara yol gösterici akılları yaratıp hertürlü
mazeretlerini ortadan kaldırınca; başkasına böyle bir muamelede
bulunan herkes o kimseden istenen şeyi yapacağını bekler. Buna göre lafzından
maksad, başkası onu yapsaydı maksadın meydana gelmesini ümid etmeyi gerektirecek
olanı yapmaktır.
e)
Kaffâl şöyle demiştir: birşeyin tekerrür
etmesi manasından alınmıştır. Bu Arapların (içtikten sonra bir daha iç)
demeleri gibidir. nin lamı e dahil olan te'kid lâmıdır.Buna göre nin aslı dir.
Çünkü onlar, (olurki, şöyle yaparsın) derler, yani demektir. nin asıl mânası,
tekrar ve te'kid için olunca "Şunu yap, böylece ihtiyacını elde
edebilirsin" diyen kimsenin, bu sözünün manası, "Onu yap, çünkü senin
onu yapman, senin onu arzulamanı güçlendirir ve sana bu hususta güç verir"
şeklinde olur.
İkinci bahis:
Birisi şöyle diyebilir: "İbadet, takva demekse, Allah'ın
"Rabbinize ibadet
edin ki takva sahibi olasınız " ayeti, "Rabbinize ibadet ediniz ki
ibadet etmiş olasınız manasına veya
"Rabbbinizden ittika edin ki takva sahibi olasınız (ittika etmiş olasınız)
manasına gelir."
Buna iki yönden cevab
verebiliriz.
1)
İbadet, takvanın kendisi
olduğunu kabul edemeyiz.
İbadet, takvanın kendisi ile
meydana geldiği bir iştir. Çünkü ittika, zarar veren şeylerden sakınmak;
ibadet de emredilen şeyi yapmaktır. İbadetin bizzat kendisi zararlı
şeylerden sakınman değil,
aksine zararlı şeylerden
sakınmayı gerektiren şeydir. Buna göre sanki Cenab-ı Hak," Kendisi ile
azab-ı ilahiden sakınmak için Rabbinize ibadet edin " demiştir. Fiilin bizzat
kendisi hakkında, "Bu ittikadir " denilirse, bu ifade hakikat değil
mecaz olur. Çünkü ittika, kendisi ile ittikanın meydana geldiği şeyden
başkadır. Ne var ki bu ikisinin birbiriyle sıkı irtibatı olduğu için, birinin
ismi diğerine verilebilmiştir.
2) Cenab-ı
Allah'ın "Cin ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat,
56) ayetine göre, Allah Teala mükellef varlıkları ittika edip itaatte
bulunsunlar diye, yaratmıştır. Buna göre sanki Cenab-ı Hak, onları bu maksaddan
ötürü, yaratan Rabbe ibadet etmeyi emretmiş. Bu izah Mutezile'nin usulüne
uygundur.
[201]
Ebu Amr,
"lafzını idgamla okumuştur.
Ebu's-Sumeyfi de şeklinde okumuştur.
Zeyd b. Ali ise şeklinde ise kıraat etmiştir. Keşşaf sahibi: "Burada
kuvvetli olan tarafı birinci fiili ile sılası arasına te'kid için ikinci bir
ism-i mevsul getirmektir. Nitekim Cerir: "Ey babası olmayan Adiyli
Teym'ler." şiirinde, ikinci Teyme'yi ilk Teyme ile, ilkinin muzafun ileyhi
arasına getirmiştir." demiştir.
"O (Rab) ki
yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. O gökten su indirip
onunla türlü türlü meyveleri size rızık olarak çıkardı. O halde, bile bile
Allah'a ortaklar koşmayın "(Bakara, 22) ayetine gelince, bunda birçok
meseleler vardır:
[202]
lafzı ya sıla cümlesi ile birlikte
cünlesinin sıfatı olarak veyahut da
medh ve ta'zim olarak mansubtur, veya mübtedâ olarak mahallen merfûdur.
Nasb halindeki medih manası, ref halinde de vardır.
[203]
lafzı, malum bir
hüküm ile tarif etmeye çalıştığımızda, müfred bir
kelimeye işaret etmek için konulmuş bir kelimedir. "Babası gitmiş olan
adam gitti " demen gibi... Buna göre (Babası gitmiş olan) cümlesi malum
bir hükümdür. Adamı, bu bilinen hüküm ile tarif etmeye çalıştığında onun başına
kelimesini getirirsin. Bu, nahivcilerin, marife kelimeleri, cümlelerle tavsif
etmek için kullanılır" sözlerinin gerçek manasıdır. Bunun böyle olmduğu
sabit olunca, âyeti, o müşriklerin, yeryüzünü bir döşek, göğü de bir bina
olarak yapmış olan bir varığin mevcudiyetini bilmiş olmalarını iktiza eder. Bu
ise, Hak Teâlâ'nın: "Onlara, gökleri ve yeryüzünü kimin yarattığını
sorarsan,'"Allah" diyeceklerdir "(Lokman, 25) ayetinin ifade
ettiği şeydir.
[204]
Allah Teala, bu
ayette, ikisi enfûsî, üçü de afakî olan beş türlü delil zikretmiştir. Evvela
(Sizi yaratan) lafzı ile başladı; ikinci olarak "Ve sizden
öncekileri"ifadesi ile babaları ve anneleri; üçüncü olarak yeryüzünün bir
döşek olmasını; dördüncü olarak gökyüzünün bir bina olmasını, beşinci olarak da
ibaresi ile de gök ile yerin her ikisinden meydana gelen şeyleri zikretti. Bu
tertibin birkaç sebebi vardır:
a) İnsana en
yakın şey, kendisidir. İnsanın, kendi varlığının durumlarını bilmesi, başka
şeyleri bilmesinden daha nettir. İstidlalde bulunmaktan maksad ilim elde etmek
olduğuna göre, delalet cihetinden en açık olan ilim ifade etme bakımından en
güçlü ve anılmaya en layık olur. Bu sebeble, insanın önce kendisini, sonra
babalarını ve annelerini, üçüncü olarak yeryüzünü zikretti; Çünkü yeryüzü
insana gökten daha yakındır ve insan gökyüzünün durumlarından çok yeryüzünün
durumlarını bilir. Gökyüzünü, gökten yağmurun
inmesinden ve bu yağmurla
meyvelerin çıkmasından önce zikretti. Çünkü yağmur, gök ile yeryüzünün
her ikisinden doğmuş bir iş gibidir. Eser, müessirden sonra gelir. Bu sebebten
ötürü, Hak Teala, yağmuru, yeryüzü ve gökyüzünün zikredilmesinden sonra
zikretmiştir.
b) Mükelleflerin,
canlı ve kudret sahibi olarak yaratılmış olması, bütün nimetlerin temelidir.
Yerin, göğün ve yağmurun yaratılmasına gelince, bunlardan istifade etmek,
yaratılmış olmakjhayat.kudret ve iştiha sahibi olmak şartlarına bağlıdır. Bu
sebeble birinci derece olan şeylerin, ikinci derece olan şeylerden önce
zikredilmesi gerekir. Yaratıcının varlığına delalet eden yerde ve gökteki
herşey, zaten insanda mevcuttur. Yerde ve gökte bulunmayan deliller de insanda
mevcuttur. Çünkü insanda hayat, kudret, şehvet ve akıl vardır. Bütün
bunlar, Allah'dan başkasının
kadir olamayacağı şeyler türündendir.
Cenab-ı Hakk'a delalet eden bütün delil çeşitle:: insanda mükemmel olarak
bulununca, insanın önce zikredilmesi daha uygundur. Bil ki tertibteki sebebi
zikrettiğimiz gibi, bu sebebten herbirindeki faydalan da zikredeceğiz.
[205]
Allah Teâla, bu
ayette, yeryüzünü döşek kıldığını söylemiştir. Bunun bir benzeri de,
"Yoksa yeri bir karargah yapan, aralarından ırmaklar akıtan
mı?"(Neml, 61) ve
"O, yeryüzünü
sizin için bir beşik (gibi) yapandır "(Zuhruf, 10) ayetleridir.
Yeryüzünün, bir döşek gibi olması, bazı şartlara bağlıdır:
1) Onun sakin olmasıdır.[206] Bu böyledir. Çünkü, O, şayet hareketli olsaydı, bu hareket ya düz olurdu veya dairevi olurdu. Eğer düz olsaydı, manada o yeryüzü bizim için bir döşek olmazdı. Çünkü yüksekten adayan bir kimsenin, bu durumda, yeryüzüne düşememesi gerekirdi. Zira yeryüzü kayıp gitmektedir. Bu insanda boşlukta kalır. Yeryüzü insandan daha ağırdır. İki ağır şeyden, düştükleri esnada daha ağır olan, daha hızlıdır. Daha yavaş olan, süratli olana ulaşamaz. Bu sebeble, o insanın yere düşmemesi gerekirdi. Böylece yeryüzü düz bir şekilde düşerse, bir döşek olamaz. Eğer yeryüzünün hareketi dairevi olursa, ondan istifademiz tam olmazdı. Yeryüzünün hareketi, mesela doğuya doğru olduğunda, o insan da batıya doğru hareket etmeyi istiyorsa, şüphesiz yerin hareketi daha hızlı olacaktır. Böylece de insanın olduğu yerde kalması ve ulaşmak istediği yere ulaşamaması gerekecektir. Halbuki, İnsanın istediği yere ulaşması mümkün olunca, yeryüzünün neidüz yönde, ne de dairevi olarak hareket etmediğini anlamış olduk.... O halde, yeryüzü sakindir. Sonra ulemâ, bu sükun halinin sebebi hususunda birkaç bakımdan ihtilaf etmişlerdir.
Birincisi:
Yeryüzünün, alt tarafından bir sınırı yoktur. Bu böyle olunca, yerin duracağı
bir yer olmaz, dolayısıyla bir yere de inmez... Bu görüş, yanlıştır; çünkü
cisimlerin sonlu olduğu delil ile sabittir.
İkincisi:
Cisimlerin sonlu olduğunu kabul edenler, yeryüzünün küre değil, tam aksine
yarım küre şeklinde olduğunu, kürevî kısmının üstte, düz kısmının ise altta; ve
bu düz kısmının da su ile hava üzerine oturmuş olduğunu; ağır olanın,
yayıldığında, bir kurşun gibi hava ve suyun içine batmadığını; çünkü kurşunun
da yayıldığında batmadığını, bir araya getirildiğinde kütle halindeyken batmadığını
söylemişlerdir. Bu, iki yönden yanlıştır.
a- Çünkü su
ve havanın durma sebebinden bahsetmek, yerin durma sebebinden bahsetmek
gibidir.
b- Niçin
yeryüzünün alt kısmı, suyun üzerinde durabilecek şekilde düz, üst kısmı da
kürevi şekilde olmuştur?
Üçüncüsü:
Yerin sakin olmasının sebebinin, onu her taraftan kendine doğru çeken felekler
olduğunu söyleyenlerdir. Felekler yeryüzünü her taraftan eşit şekilde
çektikleri için, yeryüzü tam ortada kalır. Bu görüş de iki yönden batıldır.
a) Daha
küçük olan, büyüğe nazaran daha hızlı cezbolunur. Zerre kadar olan dünyaya ne
oluyor da, feleklere) doğru niçin çekilmiyor?
b) Yakın
olanın cezbolunması, daha uygundur. O yukarıya doğru fırlatılmış bir zerrenin
cezbolunması, daha kolaydır. Bu nedenle onun tekrar geriye dönmemesi gerekir.
Dördüncüsü: Şöyle
diyenlerin görüşü: Yeryüzünün sakin olmasının sebebi, feleklerin onu her
taraftan itmesidir. Nitekim bir parça toprak,cam d an bir şişe içine konulup
sonra tepesinden tutulup hızlıca çevirildiğinde, itme
kuvveti her taraftan aynı şiddette olduğu için, o
toprak şişenin tam ortasında kalır. Bu da beş bakımdan geçersizdir:
a) İtme
kuvveti bu dereceye vardığı halde, neden hiçbirimiz onu hissetmiyoruz?
b) Bu
itmenin hali nedir ki, bulutların ve rüzgarların hareketini belli bir yöne
çevirmiyor.
c) Yine bu
itmenin hususiyeti nedir ki dünyanın batıya doğru dönmesini , doğuya doğru
dönmesinden daha etkili kılmamıştır.
d) Ağır olan
şeyin büyük olduğu oranda, daha yavaş hareket etmesi gerekir. Çünkü güçlü bir
itici tarafından büyük bir cismin itilmesi, küçük bir cismin itilmesinden daaha
yavaştır.
e) Düşmekte
olan ağır bir cismin hareketinin başlanğıçtaki sürati nihai hareketinin
süratinden daha fazladır. Çünkü başlangıçta o cisim felekten daha uzaktadır.
Beşincisi:
Yeryüzü tabii olarak feleklerin ortasında durmak ister. Bu Aristoles ve
talebelerinin görüşüdür. Bu görüş te zayıftır. Çünkü cisimler, cisim olma
hususunda birbirine eşittirler. Öyleyse bu cisimlerden bir kısmının, kendisi
sebebiyle bu durumu istemiş olduğu sıfat
ile tahsisi edilmesinin caiz olması gerekir. Bu durumda da bu tahsis edilme bir
Fail-i Muhtar’a muhtaç olur.
Altıncısı: Ebu
Hâşim şöyle demiştir: “Yer yüzünün alt yarısında yüksek, üst yarısında da alçak
payandalar vardır. Her iki taraftaki payandalar dünyayı sıkıştırdıından dolayı
, dünyanın durması gerekmiştir.” Buna şu soruyu sorarız.: “İki yarımdan her
birinin özel bir sıfat ile tahsis edilmeleri ancak bir Fail-i Muhtar ile
mümkündür. Bizim anlattıklarımız ile yeryüzünün ancak Allah Teala tarafından
sakin kılınmasının temin edildiği ortaya çıkmıştır. İşte durumböyle olunca
deriz ki: Onun, ne üzeri ile bir alakası, ne de altında bir desteği
olmaksızın,yeryüzünün müstakar (kararlı) olduğunu bilmek için, yeryüzüne iyice
bak. Yer yüzünün üzerinde bir bağı olmadığı hususuna gelince bu gözle görülecek
kadar bellidir. Şöyle ki yeryüzü şayet, bir bağ ile tutturulmuş olsaydı,bu
bağın bir başka bağa ihtiyacı olurdu. Bu da ilanihaye uzanırdı. Bu izah ile
yeryüzünün altında da bir payanda olmadğığ ortaya çıkmış olur. Böylece biz, onu
, kudreti ve ihtiyarı ile tutuan bir varlığın olması gerektiğini bilmiş olduk.
İşte bundan dolayı
Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“ Muhakkak ki Allah
gökleri ve yeri , yerlerindin ayrılmasınlar diye tutmaktadır. Eğer onlar
yerlerinden oynarlarsa , Allah’dan başka kimse onları yerinde tutamaz” (Fatır,
41)
2) Yeryüzünün
bizim için bir döşek olması için, taş gibi sert olmaması gerekir. Çünkü taş
üzerinde uyumak ve yürümek bedene acı verir.
Yine, mesela yeryüzü
altından olsaydı, üzerini eşmek ve istenildiği gibi bir şeyler yapmak imkansız
olacağından, üzerinde ziraat yapılması ve ondan evler edinmek mümkün olmazdı.
Yine yeryüzünün
insanın içine batttğı su gibi son derece yumuşak olmaması da gerekir.
3) Yine
yeryüzünün çok şeffaf ve saydam olmaması da gerekir. Çünkü şeffaf olan birşeyin
üzerinde ışık durmaz. Böyle olan bir şey de yıldızlardan ve güneşten gelen ısı
ile ısınmaz. Böylece de son derece soğuk olur. İşte bu sebeble Cenab-ı Allah,
yeryüzünü, ışık üzerinde durabilsin de böylece o ısınsın ve bu özelliği ile de
canlılar için bir döşek olsun diye tozlu topraklı yarattı.
4)
Yeryüzünün seviyesinin sudan yüksek olmasıdır. Çünkü yerin tabiatı, suya batma
özelliğine sahiptir. O zaman da denizlerin kara parçalarını kaplaması
gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, yeryüzü bizim için bir döşek olamazdı. Bize bir
döşek olmaya elverişli olsun diye, sudan yükselen adalar gibi, Hak Teala,
yeryüzünün tabiatını değiştirererk, bazı kısımlarını suyun üstüne çıkardı.
Bazı insanlar,
yeryüzünün bir döşek olmasındaki şartın, onun bir küre olmaması olduğunu iddia
ederek, bu ayeti, yeryüzünün küre olmadığına delil getirmiştir. Bu gerçekten
uzak bir görüştür. Çünkü küre pek çok bPyük olursa, onun her parçası üzerinde
yerleşme imkânı verme yönünden düzlük olur. Dağlar yerin kazıkları durumunda
olduğu halde onlaıın üzerinde yerleşmenin mümkün olması, bu hususu daha iyi
anlatır. Bu daha uygun bir açıklamadır. Allah en iyi bilendir.
[207]
Yeryüzünün diğer
faydalan ve sıfatları hakkındadır:
Birinci fayda:
Onda meydana,gelen ve tafsilatını ancak Allah'ın bildiği madenler bitkiler,
canlılar ve ulvî-süfli alametler gibi birtakım şeylerdir.
İkinci fayda:
Nemin yeryüzünü bürümesi, böylece de mürekkeb varlıkların bedenleri ile temasa
geçmesidir.
Üçüncü fayda:
Yeryüzü bölgelerinin değişiklik arzetmiş olmasıdır. Mesela bir kısım bölgeler
yumuşak zeminli, bir kısmı sert, bir kısmı çorak, bir kısmı da taşlıdır. Bu da
Cenâb-ı Allah'ın:
yeryüzünde birbirine
komşu kıtalar vardır. "(Rau 4) ve "Güzel memleketin nebatı, Rabbinin
izniyle (bol) çıkar. Fena olandan ise faidesi pek az bir şeyden başkası çıkmaz.
"(A'raf, 58) ayetleri ile bahsettiği husustur.
Dördüncü fayda:
Yeryüzünün renklerinin değişik değişik olmasıdır. Mesela kızıl, beyaz, siyah,
kül rengi ve toz rengi olması gibi. Nitekim Allah Teâlar
"Dağlardan da
beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzgûnîsiyah yollar (yaptık)
"/(Fatır, 27) buyurmuştur.
Beşinci fayda:
Yeryüzünün bitkiler ile varılmasıdır. Nitekim Allah Subhanehu: "(O nebat
İle) yarılan yere (yemin olsun)"(Tarık, 12) buyurmuştur.
Altıncı fayda:
Yeryüzünün gökten inen yağmurları depo etmiş olmasıdır. Allah teala şu
ayetlerîyle buna işaret etmektedir:
"Gökten de belli
bir miktarda yağmur indirdik ve onu yeryüzünde tuttuk. Şüphesiz ki biz onu
gidermeye de kadiriz. "(Müminun, 18)
"De ki, eğer
suyunuz yerin dibine çekilip giderse, size kim akar bir su getirir, bana
söyleyin?"'(Mulk, 30).
Yedinci fayda:
Yeryüzünde büyük nehirlerin ve su kaynaklarının oulunmaşıdır. Hak Teala;
"Cenab-ı Allah yeryüzünde
oturaklı oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratmıştır "(Ra'd, 3) sözü ile buna
işaret etmiştir.
Sekizinci
fayda:
Yeryüzünde
maden ve maden
cevherlerinin bulunmasıdır. Allah Teala; "Yeri de (döşeyip) yaydık.
Onda sabit dağlar (yaratıp) [koyduk, oralarda herşeyden (münasib) bitkiler
bitirdik. "{Hicr, 19) ayetiyle buna işaret kiriştir. Cenab-ı Hak daha
sonra bu hususu iyice açıklayarak:
"Hiçbirşey yoktur
ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın. Biz onları ancak, belli bir ölçü
ile indiririz "(Hicr, 21) buyurmuştur.
Dokuzuncu fayda: Yeryüzünün ortaya çıkardığı toprak altındaki tane çekirdeklerdir.
Nitekim Allah Teala:
"Hiç şüphesiz
Allah taneleri ve çekirdekleri çatlatarak (bitkileri ve :4aclan çıkaran)dir.
"(En-am, 95) ve
"O, göklerdeki ve
yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır "(Neml, 25) buyurmuştur. Hem sonra
yeryüzünün cömert bir karakteri vardır. Çünkü sen ona tek bir tohum atarsın,
buna karşılık o, bunu sana yediyüz misli ile verir. O,
"Yedi başağı olan, her başağında da yüz tanesi olan bir tek tohumun hali gibidir "(Bakara. 261) buyurmuştur.
Onuncu fayda:
Yeryüzünün ölümünden sonra tekrar hayat bulmasıdır. Nitekim Allah;
"Suyu kupkuru ve
çorak yere sevkettiğimizt, onunla ekini çıkardığımızı görmediler
mi?"{Secde, 27) ve :
"Canlandırdığımız,
ve içinden yeyip durdukları taneler çıkardığımız ölü toprak onlar için bir
delildir (ayettir "(Yasin. 33) buyurmuştur.
Onbirinci fayda: Yeryüzünde renkleri, şekilleri ve yaratılışları farklı farklı olan
canlıların bulunmasıdır. Cenabı Allah buna; "O, şu görüp durduğunuz
gökleri direksiz yarattı. Yere, sizi sarsar diye, sabit dağlar koydu. Orada,
herbir canlıdan nice çeşitler yaydı "(Lokman, 10) ayetiyle işaret
etmiştir.
Onikinci fayda:
Yerde, renkleri, türleri ve faydaları değişik olan bitkilerin bulunmasıdır.
Buna da:
"Onda her çeşitten güzel çiftler (bitkiler) bitirdik "(Kâf, 7) ayetiyle işaret etmiştir. Bitkilerin renklerinin, tatlarının ve kokularının farklı olması birer delildir. İnsanların ve hayvanların gıdaları da onlardandır. Nitekim Cenab-ı Allah; 'Hem siz yeyin, hem hayvanlarınızı otlatın "(Tâhâ, m» buyurmuştur. İnsanların yiyeceklerine gelince, bu yemekleri, katıkları, ilaçları, meyveleri ve tatlılık ile ekşilikte çok çeşitli olan ürünleri de yeryüzünden sağlanır. Nitekim Cenab-ı Hak;
"Onda, arayanlar
için dört günde eşit gıdalar takdir etti "(Fussiiet, 10) buyurmuştur. Yine
insanların giyecekleri de yeryüzünden elde edilir. Çünkü giyecekler pamuk ve
keten gibi, ya bitkilerden elde edilir, veya kıl, yün, ipek ve deri gibi,
hayvanlardan elde edilir. Bu şeyler de Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne dağıttığı
hayvanlardan elde edilir. Buna göre, insanların yiyecekleri de giyecekleri de
yeryüzünden elde edilir. Sonra Cenab-ı Hak da;
"Allah, sîzin bilmediğiniz (daha birçok şeyi) yaratır. "(Nahl, 8) buyurmuştur. Bu ayette, ancak Allah'ın bilebileceği sayısız faydaların mevcudiyetine işaret vardır. Sonra Cenab-ı Allah, sen öldükten sonra, kabahatlannı Örtecek vasıfta yaratmış ve şöyle buyurmuştur:
"Biz yeri,
dirilerin ve ölülerin toplandığı bir yer yapmadık mı?"(Mûrseiât, 25-26);
"Sizi o (toprak)
tan yarattık ve yine oraya döndüreceğiz "(Taha.55). Sonra Cenab-ı Allah,
bütün bu büyük faydalan gök ve yerde toplayaraK şöyle buyurdu:
"O göklerde ve yerde ne varsa, herşeyi sizin emrinize verdi "(Casiye, 13)
Onüçüncü fayda:
Yeryüzünde çeşitli taşların bulunmasıdır. Onlardan bazı küçük taşlar zinete
elverişlidir, yüzüklere kaş yapılır. Büyüklerinden de bina yapımında
kullanılabilecek olanlar vardır. Çok bol bulunan ve yanan taşlar (kömürler)
ile, pek nadir olan kırmızı yakutlara bir bak. Sonra dön, bu değersiz sayılan
taştaki (kömürdeki) faydanın çokluğuna ve değerli sayılan yakut taşının
faydasının azlığına bir bak.
Ondördüncü fayda: Allah'ın yeryüzünde altın ve gümüş gibi kıymetli madenler
yaratmasıdır. Bir düşün, insanlar nasıl ince sanatlar ve kıymetli mamuller
meydana getiriyorlar? Sonra denizin derinliklerinden balıkları nasıl çıkarıyor,
göz alıcı yüksekliklerden kuşları nasıl yakalıyorlar, buna rağmen artın ve
gümüşü meydana getirmekten nasıl aciz oluyorlar? bir bak. Bu aciz kalışın
sebebi şudur: Altın ve gümüşün yaratılmalarının faydası sadece bir değer (para)
olmalarıdır. Bu fayda ise ancak, onlar az miktarda olurlarsa mümkün olur. O
halde, bu ikisini meydana getiren, bunların yaratılışlarında hikmeti boşa
çıkarmış olur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, bu hikmeti onaya koymak ve bu
nimetin devamını sağlamak için, bunların icadı önüne bir engel koymuştur. Bu
sebebten ötürü, mahlukata zararı olmayan şeyleri elde etmede, insanlara güç
vermiş, böylece de onlar, bakırdan sarı madeni, mdan da camı elde
edebilmişlerdir. Bu incelikler ve akıllara hayret verici hususları insan
düşündüğünde, bütün bu işlerin Hakim, Kadir ve Afim bir yaratıcıya muhtaç
olduğuna inanmaya mecbur kalır: Cenab-ı Allah, zalimlerin söylediklerinden tamamiyle
münezzehtir, yücedir ve büyüktür."
Onbeşinci fayda: Bina, çatı yapımında kullanılan ve yakacak olarak strfade edilen
ağaçların yeryüzünde ve dağlarda çokça bulunmasıdır. Hele ekmek ve yemek
pişirirken insanın bu oduna ne kadar ihtiyacı vardır. Cenab-ı Hak, yeryüzünün
delillerine ve sağladığı faydalara, ediblerin Yaşamayacağı ve fasihlerin
ifadeden aciz kalacağı birtakım lafızlarla dikkat çökerek:
"O (Allah), yeri
yayıp döşeyen, onda sabit dağlar ve nehirler yaratandır. O, her türlü meyveyi
de yeryüzünde ikişer çift yaratmıştır"(Ra’d, 3) buyurmuştur. Nehirlere
gelince onların da, Nil, Seyhun, Ceyhun ve Fırat gibi büyükleri olduğu gibi
küçükleri de vardır. Bunlar pek çok olup, hepsi de içmeye, ziraate ve diğer
faydalı işlere elverişli tatlı sular taşırlar.
[208]
Gökyüzü mü, yeryüzü mü
üstündür meselesidir. Bazıları, birtakım sebeblere binaen gökyüzünün daha üstün
olduğunu söylemişlerdir:
1) Gökyüzü
meleklerin ibadet yeridir. Orada Allah'a herhangi bir ferdin asi olduğu bir
bölge yoktur.
2) Hz.Adem
(a.s.), cennette o hatayı işleyince ona, "Cennetten in." denildi ve
Allah Teala, "Benim civarımda, Bana isyan eden hiç kimse bulunmasın "
dedi.
3) Cenab-t
Allah,
"Biz gökyüzünü
korunmuş bir tavan (gibi) yaptık "(Enbiya, 32) ve
"Gökte burçlar yaratan (Allah) ne yücedir"(Furkan. 61) buyurmuş, ama, yeryüzü hakkında böyle bîrşey söylememiştir.
4)
Çoğunlukla "gökyüzü" ismi, "yeryüzü"nden önce
zikredilmiştir. Diğer bazı kimseler de, birtakım sebeblerden dolayı yeryüzünün
daha
üstün olduğunu
söylemişlerdir:
1) Allah
Teala, yeryüzünün bazı bölgelerini;
"Şüphesiz ki insanlar İçin yapılmış olan ilk ev (mabed) Mekke'de, mübarek olarak kurulmuş olan (kâbe')dir. "(Ali imran, 96);
2) "Mübarek
bir yerdef ağaçtan...'.'(Kasas ,30);
3) "EtraÛm
mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa 'ya... "(isra, 1) ayetleri ile mübarek
olarak nitelemiştir.
4)
Şam topraklarını da "bereket" vasfı
ile nitelendirerek:
"Yerin, kendisini mübarek kıldığımız doğulan ve batıları... " (Araf, 137) buyurmuştur.
5) Cenab-ı
Allah, yeryüzünün tamamını da "mübarek" olarak vasfederek,
"De ki: Gerçek siz mi, o yeryüzünü iki günde yaratanıink ediyor ve ona ortaklar koşuyorsunuz. O, âlemlerin rabbidir. (Allah) orada, üstünden sabit dağlar yarattı ve onda bereketler yarattı "(Fussilet, 9-10) buyurmuştur.
Şayet, "Issız
çöllerde ve helak edici yerlerde ne bereket var?" denirse, biz de deriz
ki: Onlar, vahşi hayvanların sığınakları ve otlaklarıdır. Sonra oralar, ihtiyaç
hissedildiğinde, insanların meskenleri de olurlar. İşte bu tür bereketlerden
ötürü, Cenab-ı Hak, 'yeryüzünde, kesin bilgi sahfblerl için nice ayetler
(deliller) vardır"(Zariyat, 20) buyurmuştur.
Bu âyetler, herne
kadar kesin bilgi sahibi olmayanlar için de sözkonusu ise de, bunlardan sadece
kesin bilgi sahibleri faydalandığından dolayı, onları şereflendirmek için
Cenab-ı Hak, bunların hasseten onlar için ayet olduğunu bildirmiştir. Nitekim
Allah Teala, "(O Kur’an) muttaküer için bir hidayet
(rehberi)dir."(Bakarâ, 2) buyurmuştur.
6) Hak
Teala "Sizi o (topraktan) yarattık
ve yine oraya döndüreceğiz"(Taha, 55)ayetinde buyurduğuna göre, kerim olan
peygamberleri de topraktan yaratmış, buna karşılık gökten birşey yaratmamıştır.
Çünkü Cenâb-ı Hak;
"Gökyüzünü
korunmuş bir tavan (gibi)yaptık "(Enbiya, 32) buyurmuştur.
7) Hak
Teala, Peygamberi, (s.a.s.) bu yeryüzü ile ikramda bulunmuş ve yeryüzünün
tamamını onun için mescid kılmış, toprağını da temiz saymıştır.
[209]
Allah'ın "....ve
gökyüzünü de bir bina yaptık "(Bakara, 22) ayetine gelince bunda birkaç
mesele vardır:
[210]
Cenab-ı Allah,
kitabında, göklerin ve yerin durumlarını çeşitli ayetlerde zikretmiştir. O'nun,
gökleri ve yeri
çokça zikretmesi, bunların kıymetlerinin büyüklüğüne ve bu
ikisinde büyük ilahi sırlar ile mahlûkatın akıt ve anlayışlarının
yetişemiyeceği yüce hikmetleri bulunduğuna delalet eder.
[211]
Gökyüzünün faziletleri
hakkındadır. Bu faziletler çok yönlüdür:
Birincisi: Cenab-ı
Hak, gökyüzünü yedi şeyle
süslemiştir:
a)
Yıldızlarla,
yemin olsun ki biz yere en yakın
olan göğü kandillerle (yıldızlarla) donattık "(mülk. 5);
b) Ay ile
“Onların içinde Ay’ı bir nur yaptı
"(Nuh, 16);
c)
Güneş ile, "Güneşi de bir kandil
yapmıştır "(Nuh, 16);
d) Arş ile,
"O, Büyük Arş'm
Rabbidir " (Tevbe, 129);
e)
Kürsi ile,
"O'nun Kutsisi
gökleri ve yeri kuşatmıştır "(Bakara, 255);
f)
Levh-i Mahfuz ile, "Levh-i
MahfUz'da..."(Burûc, 22) ve
g)
Kalem ile, "Nun, Kalem'e yemin olsun
ki..." (Kalem, 1). İşte bu yedi şeyin üçü açık, dördü ise ayet ve
hadislerin bildirmeleri ile sabit olan gizli şeylerdir.
İkincisi: Cenab-ı
Allah göklere, kıymetinin büyüklüğünü gösterecek isimler vermiştir: Sema,
Sakf-ı mahfuz (Korunmuş tavan), yedi tabaka, yedi güçlü gibi... Sonra
gökyüzünün son halini zikrederek şöyle buyurur:
"Gökyüzü yanldığı zaman "(Murseiât, 9); "Gökyüzü yerinden sökülüp alındığı zaman (Tekvir, 11); "Gökyüzünü durduğumuz gün... "(Enbiya. 104); "Gökyüzü erimiş maden gibi olduğu gün..."(Meariç, 8 );
"Gökyüzü çalkalandıkça çalkalandığı gün..."(Tur. 9)
"O, kıpkırmızı
bir gül gibi olur "(Rahman, 37). Allah Teala, semanın ilk halini iki
ayetle anlatarak;
"Sonra (Allah),
bir duman halinde olan göğe yöneldi "(Fussilet, 11) ve
"Göklerle yer
bitişik bir halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı kâfirler
görmediler mi?"(Enbiya,30) buyurmuştur. Yerin ve göğün sonradan yaratılmış
olmaları ve son bulacak olmaları hususunda derinlemesine bir araştırma, Cenab-ı
Hakk'ın: "O göğü ve yeri ve bunların arasındaki şeyleri biz boşuna
yaratmadık Bu o kâfirlerin (boş) zanlandır "(Sad, 27) ayetine göre, O'nun,
yer ile göğü yüce bir hikmetten ötürü yarattığını gösterir.
Üçüncüsü:
Cenab-ı Allah, göğü, dua edenlerin kıblesi kılmıştır. Buna göre eller, göğe
doğru kalkar, yüzler ona çevrilir. Orası, nurların, saflığın, aydınlığın,
temizliğin. bozuk ve fesaddan korunmanın yeridir.
Dördüncüsü: Bazıları,
göklerin ve yerlerin iki durumda bulunduklarını söylemişlerdir: Buna göre
gökler etki eder fakat etkilenmez, yerler ise etkilenir etki etmez. Etki eden,
etkilenenden daha şereflidir. İşte bu sebebten Ötürü, çoğu yerlerde gökyüzü
yeryüzünden önce zikredilmiştir.
Niçin oijc cemi, ise
müfred kullanılmıştır? Yine çoğu işlerde, gökler cemî olarak, yerler ise müfred
olarak zikredilmiştir. Zira, gökler sebebiyle, yıldızlara değişik alâkalar
meydana gelsin ve ışınların düştüğü yerler değişsin diye, göklerin çok sayıda
olması gerekir. Yeryüzü ise etkilenen durumundadır. Bundan dolayı tek olması
yeterlidir.
Beşincisi:
Göğün rengi ve ondaki şaşmaz nizam hakkında düşünmektir... Çünkü göğün rengi,
göze uygun ve onu güçlendiren renklerin en güçlülerindendir. Öyle ki doktorlar,
gözü ağrıyan kimselere, mavi renge bakmalarını söylerler. O halde, kendisine
bakanların yararlanmaları için, Cenâb-ı Hak gökyüzünü maviyle nasıl
renklendirmiştir, bir bak! Cenâb-ı Hak Subhanehu, onun rengini, renklerin en
faydalısı kılmıştır ki, bu da onun aydınlatıcı olması; şeklini de, şekillerin
en üstünü kılmıştır ki, bu da onun yuvarlak olmasıdır. İşte bu sebepten dolayı
Cenâb-ı Hak;
"Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl bina etmiş ve süslemişiz... Onda hiçbir çatlak da yoktur "(Kaf, 6) buyurmuştur. Yani, gökyüzünde hiç yarık ve gedik yoktur, demektir. Şayet gökyüzü yeri kuşatmayan bir tavan olmuş olsaydı muhakkak ki onda çatlaklıklar bulunurdu... [212]
Gökyüzünün ve onda
mevcut olanların üstünlüklerini açıklamak hususundadır. Bunlar güneş, ay ve
yıldızlardır.
[213]
Güneşe gelince, onun
doğup-batması hakkında bir düşün... Eğer böyle olmasaydı, kâinatın nizamı
altüst olurdu. İnsanlar geçimlerini temin hususunda nasıl çalışabilirlerdi?
Güneşin doğmasındaki faydalar, son derece aşikârdır, ancak sen onun
batmasındaki faydaları bir düşün... Şayet güneşin batışı olmasaydı, insanlar,
Cenâb-ı Hakk'ın:
"İçinde
rahatlamanız için geceyi ve (maişetlerinizi) araştırmak için gündüzü
yaratan O’dur. (Yunus, 67) ayetinde
buyurduğu gibi, dinlenme, hazım ve besinleri uzuvlara intikâl ettirme hususunda
çok muhtaç oldukları sükûnet ve istikrar ortamı bulamazlardı.
Yine, şayet güneşin
batışı olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın
"Geceyi bir Örtü,
gündüzü de maişeti temin zamanı yaptık. "(Nebe, 10-11) ayetlerinde
buyurduğu gibi, ihtirasları, insanları devamlı çalışmaya zorlardı. Şayet
güneşin batışı olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Babblnin,
gölgeyi nasü uzattığım görmez misin? Eğer dileseydi, onu sakin de kılardı"
{furkan, 45) ayetinde buyurduğu gibi, yeryüzü güneşin sürekli doğmasından
dolayı iyice ısınırdı; böylece de üzerinde bulunan her canlı yanar, tüm
bitkiler yok olup giderdi... İşte bu sebepten ötürü güneş, Allah'ın hikmetiyle,
muayyen vakitlerde doğup batıyor; tıpkı ev halkı istirahat edip sükunete
ersinler diye ihtiyaçları müddetince kendilerine bir lâmba gibi verilip geri
alınıyor,böylece belli bir süre doğuyor, sonra da batıyor. Böylece, aydınlık ve
karanlık birbirinin zıddı olmasına rağmen, alemin yararına olan hususta
yekdiğerine yardımcı ve destek olmuşlardır.
Bu saydıklarımız
güneşin doğup- batmasındaki faydalarıdır.
[214]
Güneşin yükselip
alçalmasına gelince, Cenab-ı Hak onu, dört mevsimin meydana gelmesinin vesilesi
kılmıştır. Mesela kışın, ısı ağaçlara ve bitkilere depolanır, bundan da
meyvelerin maddeleri meydana gelir; hava berrak olur, bulut ve yağmur çoğalır;
içlerinde bolca hayat veren ısı toplanmış olduğu için, canlıların bedenleri
güçlü, kuvvetli olur. Bahar mevsiminde, hayat faaliyetten harekete geçer, kışın
oluşan maddeler ortaya çıkar, böylece bitkiler tomurcuklanır, ağaçlar
çiçeklerle taçlanır, hayvanlar çiftleşme heyecanıyla tutuşur; yazın, havanın
ısısı yoğunlaşır, meyveler olgunlaşır, varlıklardaki fazlalıklar çözülüp düşer,
yeryüzü kurur, inşa ve onarım işleri için müsait hale gelir; sonbaharda ise,
kuraklık ve soğukluk görülmeye başlar, böylece de bedenler kışa yavaş yavaş
girer.. Zira, bu geçiş yavaş yavaş olmayıp da, bir defada olsaydı, bedenler
bozulur ve yok olurdu.
[215]
Güneşin hareketine
gelince, bunun faydaları hususunda bir düşün. Şayet güneş hep aynı yerde
dursaydı, o yerde sıcaklık; diğer yerlerde soğukluk artardı. Ne var ki güneş, gündüzün
başlangıcında doğudan doğar; ve böylece de batı tarafından güneş hizasında olan
şeylerin üzerine vurur... Sonra dönmeye devam ederek, batıp da doğuda tekrar
doğuncaya kadar, yeryüzünün her tarafında doğar... Öyle ki, yeryüzündeki üstü
açık olan her şey, güneşin ışınlarından, nasibini alır.
Ve yine Cenâb-ı Hak,
sanki şöyle diyor: Şayet güneş hep doğu tarafında durmuş olsaydı, zengin yapış
ını.fakirin penceresine doğru yapardı da, böylece güneşin ışığı asla fakire
ulaşamazdı.. Ne var ki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: 'Eğer zengin o fakiri,
güneşin nurundan alıkoyarsa, ben, fakir de hissesini alstn diye, güneşi
döndürür ve fakirin de üstüne çeviririm..."
[216]
Güneşin ekvator
çizgisinden meyletmesinin faydalarına gelince, biz deriz ki, şayet yıldızların
sapma ve eğim istikametinde bir hareketleri olmasaydı, bu meyilden meydana
gelen tesir tek bir toprak parçasında etkili olur, böylece de diğer toprak
parçaları bu meyilden meydana gelen faydalardan hâlî olur, ona yakın olanların
durumu birbirlerine benzer ve orada da tek bir keyfiyyet hüküm sürerdi..
Meselâ, bu keyfiyyet sıcaklık olmuş olsaydı, o bütün nemleri yok eder ve
hepsini ateşe çevirirdi... Böylece de, oluşacak şeyler meydana gelmezdi. Bu
sebeple de, yıldızların geçiş istikametlerinde olan yerler, bir nitelik;
onların geçiş istikametinde olmayan hatlar da başka bir nitelik ve ikisi
arasında bulunan hatlar da orta bir nitelik üzere olurlardı... Böyleue bir
yerde, havası aşın fırtınalı olan sürekli bir kış; başka bir yerde, havası
yakıcı derecede sıcak olan sürekli yaz; bir başka yerde de meyvelerin tam
olgunlaşamadığı bir bahar veya bir sonbahar mevsimi hüküm sürerdi.. Yıldızların
kesintisiz dönüşleri olmasaydı ve yıldızlar yavaş bir şekilde hareket
etselerdi, eğimin temin edeceği fayda az olur, etkisi de (olumsuz yönde) çok
aşırı olur ve bu tesir, meyli olmayan şeylerden de hemencecik geçiverirdi.
Şayet yıldızların hareketi şimdikinden daha hızlı olsaydı, fayda tam ve
mükemmel olmazdı. Ama yıldızlarda, hareketi bir süre bir tarafa yönelten, sonra
da ihtiyaca göre başka bir yöne geçip, her yönde bir müddet kalan bir meyil
olduğu zaman bu tesir tamamlanır ve bunun faydası da çok olur.
Yüce bir hikmet ve
sonsuz bir kudretle alemi idare eden yüce Yaratıcıyı, noksan sıfatlardan tenzih
ederiz.. Bunu böyle bil ve unutma..
[217]
Ay'a gelince bu,
"gecenin ayeti" diye de isimlendirilmiştir. Bil ki Mak Subhânehu onun
doğup batmasında da fayda yaratmıştır. Cenâb-ı Hak, bir vakitte onun doğmasını
faydaya vesile kılmış, başka bir vakitte de batışını... Batısındaki faydaya
gelince, düşmanından kaçan kimse için bunda bir fayda vardır; şöyle ki gece bu
kimseyi görünmeyecek ve onu arayanlar kendisine ulaşamayacak şekilde.onu gizler
de.bu kimse böylece kurtulur. Eğer gecenin karanlığı olmasaydı, düşmanı onu
yakalardı... Mütenebbî'nin şu şiirinden murad da budur:
"Bana göre,
gecenin karanlığında, maniheistlerin[218]
yalan söylediğini haber veren ne kadar çok fayda vardır!.."
Ayın doğuşunda da şu
fayda vardır: Eşyasını kaybeden bir kimse, karanlık onu örttükten sonra, ayın
doğmasıyla onu bulur. Bir hikayede anlatıldığına göre,bir bedevi Arab bir gece
uyur; böylece devesini kaybeder... Ay doğunca onu bulur ve aya bakarak şöyle
der: "Allah seni şekillendirdi ve nurlandırdı; burçlarda da seni dolunay
haline getirdi.. Dilediği zaman seni nûrlandiriyor, dilediğinde de seni
duruyor, karartıyor. Senin hakkında Allah'tan isteyeceğim daha fazla bir şey
bilmiyorum. Sen beni sürura kavuşturdun, Allah:da seni nura boğsun!." Sonra
şu mısraları terennüm etmeye başladı
"Ne diyeyim!
Senin hakkında söyleyeceğim her söz eksiktir. Sen, gerek mufassal gerekse
mücmel olarak bana yettin "Eğer ben, sen hep yüce ol!" desem, zaten
böylesin; yahut da, "Rabbim seni süslesin!"desem, zaten
süslemiş!."
Araplar içinde ayı
kötüleyerek,"Ay eceli yaklaştırır; hırsızı rüsvay eder; kaçanı ele verir;
aşığı rezil eder; keteni eskitir; gençleri ihtiyarlatır; dostların hatıralarını
unutturur, borcu yaklaştırır; vakti tüketir..." diyenler vardır.
Yine Araplar arasında,
birkaç yönden ayın güneşten üstün olduğunu söyleyenler vardır:
1) Ay
müzekker, güneşse müennesdir. Fakat Mütenebbî, şu sözüyle bunu tenkit etmiştir:
"Güneşin müennes
olması, onun için bir kusur değildir; müzekker olması da ay için bir övünç
vesilesi değildir."
2) Arablar
şöyle demişlerdir: Güneş vei ay'ı kastederek: İki Ay" demişler, böylece,
güneşi Ay'a tabi kılmışlardır. Cenâb-ı Hak, "Güneş ve ay, bir hesap iledir
"(Rahman, 5) ve "Güneşe ve ışığına; o güneşin peşinden geldiğinde
ay'a yemin ederim "(Şems, 1-2) ayetlerinde güneşi aydan önce
zikrettiğinden, Arablar içinde,ayın güneşten üstün olduğunu söyleyenler de
bulunmaktadır. Ne var ki onların bu delilleri Cenâb-ı Hakkın;
'Sizden kâfir olan da
vardır, mümin olan da "(Tegabun, 2); "Ateş ehliyle Cennet ehli eşit
değildir "(Haşr, 20); "Ölümü ve hayatı yarattı"(Mülk, 2);
"Zorlukla beraber bir de kolaylık vardır "(inşirah, 6) ve
"Onlardan bir kısmı nefsine zulmeder.
Onlardan bir kısmı adildir. Bir kısmıysa, hayırlarda en öndedir
"(Fatır, 32) ayetleriyle bozulmuştur.
[219]
Yıldızlara gelince,
bunlarda da birçok fayda vardır:
Birincisi:
Yıldızların şeytanlar için bir taşlama vasıtası olmasıdır.
İkincisi:
Yıldızlar vasıtasıyla kıblenin bilinmesi.
Üçüncüsü:
Karada ve denizde, yolcuların onlara bakarak yollarını bulmalarıdır. Nitekim
Cenâb-ı Allah:
"O, karanın ve
denizin karanlıkları için, sizin faydi aza yıldızlan yaratandır "(En'am,
97) buyurmaktadır.
Yıldızlar üç kısımdır:
1) Güney
yıldızları gibi, batıp doğmayanlar;
2) Kuzey
yıldızları gibi doğup batmayanlar;
3) Bazan
batıp bazan doğan yıldızlar.
Ayrıca sabit
yıldızlar, gezegenler, doğu yıldızları, batı yıldızları gibi tasımlan vardır.
Bu husustaki söz uzundur. Felsefecilerin onların kütlelerini ve uzaklıklarını
bilme hususundaki iddialarına gelince, Yüzenlerin içinde kaybolduğu denizi
bırak. Nitekim Cenâb-ı Hak
"(O) Allah bütün
gaybı bilir. Beğenip seçtiği bir elçi hariç, gaybına hiç kimseyi muttali kılmaz
"(Cin, 26-27), İlimden size ancak pek az birşey verilmiştir "(isra,
85),
"Ben size,
"Allah'ın hazineleri elimdedir" demiyorum. Ben gaybı da bilmem"
(Hud, 31) ve:
"Onları, ne
göklerin, ne yerin ne de kendilerinin yaratılışına şahtd kılmadım "(Kehf.
51) buyurmuştur.
Böylece mahlûkat
onların zatlarını ve niteliklerini bilmekten acizdirler. Öyleyse nasıl onlar,
kendilerinden pek uzak olan şeyleri bilebilirler. Araplar, gerçekleri
tanımaktan son derece uzak olmalarına rağmen bunu bilmişler ve bir şairleri
şöyle demiştir:
"Ben, bugün ve
bugünden önceki dünde olanı bilirim, Ancak yarın olacak şeyi bilmekten körüm
(uzağım)". Lebîd de şöyle demiştir:
"Allah'a yemin
olsun ki, çakıltaşı atan kadınlarla kuşları kovalayan (falcı) kadınlar,
Allah'ın ne yaptığını bilmiyorlar."
[220]
Gökyüzünün bir bina
oluşunun izahı hususundadır. Câhız şöyle demiştir: "Bu âlem hakkında
tefekkür
ettiğinde, onu,
içinde, ihtiyaç duyulan herşeyin bulunduğu bir ev gibi bulursun." Buna
göre gökyüzü adeta bir tavan gibi yükseltilmiş, yeryüzü bir halı gibi yayılmış,
yıldızlar birer kandil gibi ışıklandırılmış ve insan da bu evde İstediği gibi
tasarruf eden ev sahibi kılınmıştır. Buradaki çeşitli bitkiler insanın faydası
için hazırlanmış, çeşitli hayvanlar onun yararına yöneltilmiştir. İşte bu,
alemin kâmil bir nizam, şümullü bir takdir, yüce bir hikmet ve sınırsız bir
kudret ile yaratılmış olduğunu gösteren açık bir cümledir. Allah en iyi
bilendir.
Allah'ın: "(O
Allah), Gökten yağmur indirdi ve onunla sizin için nzık olarak meyveler çıkardı
"(Bakara, 22) ayetine gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, yeryüzünü yaratıp,
yeryüzü, üzerine Hz.Âdem ile zürriyetinin bırakıldığı bir inci, bir sedef gibi
olunca O, ademoğlunun çeşitli ihtiyaçlarını bildiği için, sanki Hz.Âdem
(a.s.)'a şöyle demiştir: "Ey Âdem! Seni, annen mesabesinde olan şu
yeryüzünden başka hicbirşeye muhtaç kılmayacağım." İşte bu sebeble, Hak
Teala:
"Hakikat biz, o
yağmuru (yeryüzüne) bol bol dökdük, sonra toprağı yardıkça yardık "(Abese,
25.26)
buyurmuştur. Buna göre
O şöyle buyurmaktadır: "Ey kulum! Bir bak, sence en kıymetli şey altın ve
gümüştür. Şayet yeryüzünü altın ve gümüşten yaratmış olsaydım, ondan bu
faydalar elde edilir miydi? Dünya bir hapishane (gibi) olmasına rağmen, bu
dünyadaki şeyleri bu şekilde yarattım. Cennetteki durum ya nasıl olur?"
Netice olarak
diyebiliriz ki:Yer senin annendir, belki annenden de daha şefkatlidir. Çünkü
annen sana bir tek çeşit süt verirken, yeryüzü sana çeşit çeşit yiyecekler
tattırır. Sonra Cenâb-ı Allah:
"Sizi o
(topraktan) yarattık ve yine oraya döndüreceğiz "(Tâhâ, 55) buyurmuştur ki
bunun manası "Sizi yine şu anneniz olan (toprağa) döndüreceğiz "
demektir. Bu bir tehdid değildir. Çünkü kişi, annesi ile tehdid olunamaz. Bu
böyledir, çünkü seni doğuran annenin karnındaki yerin, yeryüzündeki yerinden
daha dardır. Sonra sen annenin karnında dokuz ay kaldın da sana hiçbir açlık ve
susuzluk dokunmadı. Sen büyük annen olan yeryüzünün karnına girdiğinde durum
nasıl olur? Fakat bu büyük annenin karnına girme şartın, küçük annenin
karnındaki şartlar gibidir. Çünkü sen küçük annenin karnında bulunduğun zaman,
büyük günah şöyle dursun, senden bir küçük günah bile çıkmadı. Tam aksine,
Allah tek bir defa seni dünyaya çıkmaya çağırdığında O'na itaat ederek, Rabbine
bir itaatin olmak üzere, dünyaya kendi kendine çıktın. Halbuki bugün Cenab-ı
Hak, seni namaza defalarca çağırıyor da, ona yürüyerek gitmiyorsun.
Cenâb-ı Hak yerden ve
gökten bahsedince, bundan sonra, insanlar üzerlerindeki ve amsnndaki
varlıkların durumlarını iyice tefekkür etsinler de, böylece bunları ancak zat
ve sıfatta onlardan başka olan bir zatın meydana getirebileceğini, bunun da
Hakim olan Yüce Yaratıcı Allah olduğunu bilsinler diye, gökten yere su
indirdiğini; o su ile de yerden, insan oğluna rızık olarak çeşitli meyveler ve
canlıların üremesinden meydana gelenlere benzer şeyler çıkarınca, adeta yer ile
gök arasında bir nikah akdi bulunduğunu beyan etmiştir. Burada birkaç soru
bulunmaktadır.
1) Siz
âdeten, Cenâb-ı Hakk'ın bu meyveleri suyun yeryüzüne ulaşmasını müteakiben
yarattığını mı söylüyorsunuz, yoksa Allah suda müessir yerde de müteessir olan
bir tabiat yarattı da, böylece bu iki tabiat birleşerek, Cenâb-ı Hakk'ın
yarattığı kuvvetlerden bu neticenin meydana geldiğini mi kabul ediyorsunuz?.
Buna cevabımız şudur: Şüphesiz her iki görüşe göre de mutlaka hakim olan bir
yaratıcının olması gerekir.
Bunun tafsilatına
gelince: Şüphe yok ki Cenâb-ı Hak, bu vasıtalar olmadan da doğrudan bu
meyveleri yaratmaya kadirdir; çünkü meyve, kendisinde bir tad, renk, koku ve su
bulunan herhangi bir cisim olmaktan başka bir şey değildir. Cisim, bu sıfatlan
kabul etmektedir .çünkü bu sıiattar da doğrudan Allah'ın kudret alanı
içindedirler (makdûr). Çünkü bu sıfatların, Cenâb-ı Hakk'ın "makdûru"
olduklarını doğrulayan, ya ,hudûs. (sonradan meydana gelme), ya imkan (mümkün
olma) veya her iki delildir. Bütün bu takdirlere göre, Allah'ın cisimlerde bu
sıfatları herhangi bir vasıta olmaksızın, doğrudan yaratmaya kadir olması
gerekir. Bu aklî delili kuvvetlendiren bir başka şey de, Cenâb-ı Hakk'ın sevaba
hak kazanan Cennet ehlinin nime'lehni de vasıtasız olarak yarattığına dair
varid olan haberdir. Ancak biz deriz ki, Cenâb-t Hakk'ın bu şeyleri vasıtasız
yaratması, O'nun bunları, onlarda bir müessir ve müteessir kuvvet yaratarak
meydana getirmesine ters düşmez.Sonraki kelamcılann görüşlerinin zahiri de,
bunu kabul etmemeyi ifade eder; ancak bunun için delil gerekir.
[221]
2) Cenâb-ı
Hak, bu meyveleri vasıtasız olarak da yaratmaya muktedir olunca, bu uzun süre
içersinde cereyan eden vasıtalarla yaratmasındaki hikmet nedir?
Buna cevabımız şudur:
Allah dilediği gibi yapar ve dilediği gibi de hükmeder. Ayrıca ulema, bu
hususta detaylı hikmetler de zikretmişlerdir.
a) Cenâb-ı
Hak, adetini ancak bir tertîb ve tedrice dayandırarak yürütmektedir; çünkü
mükellefler ürün elde etmek arzusuyla bir şeyler dikme ve ekme konusunda birçok
güçlüklere katlanıp, ardı arası kesilmeksizin kendilerini yorduklarında, şunu
bilirler ki, onların bu dünyevi faydalara ulaşmak için
bu denli güçlüklere
katlanmaları gerekince, dünyevi menfaatlerden daha yüce olan uhrevi
faydaları elde etmek için, dünyevi meşakkatlerden daha az bir güçlüğe
katlanmaları daha evla olur. Bu bizim dediğimiz gibidir, çünkü Cenab-ı Hak,
hasta, ilaç almadan da şifayı yaratmaya kadirdir. Ancak O, kanunu şifayı ilaç
almaya bağlayarak icra etmiştir. Hasta, hastalığın zararını gidermek için
ilacın acılığına göğüs gerdiğine göre, ilahî azabın zararını savuşturmak için,
mükellefiyetlerin meşakkatlerine katlanması daha evladır.
b)
Cenâb-ı Hâki, bütün bu şeyleri vasıtasız
olarak bir defa da yaratmış olsaydı, onların yaratılmasının Kadir ve Hakîm olan
bir zata dayandığına dair zaruri bir ilim meydana gelirdi. Bu da sanki, teklif
ve imtihana ters olan bir durum arzederdi. Ama eşyayı bu vasıtalarla yaratınca,
bu durumda mükellef, bunların yaratılmasını Kadir olan bir zata isnâd etmek
hususunda ince bir düşünceye ve derin bir tefekküre muhtaç olur. Böylece de,
sevaba hak kazanır. İşte bundan ötürü, şöyle denmiştir: "Sebepler
olmasaydı, hiçkimse şüpheye düşmezdi".
c) Çoğu kez,
bunda, yani vasıtalı yaratılışta hem melekler hem de derin jöfüş sahipleri için
ibretler ve doğru fikirler bulunmaktadır.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın "Ve gökten bir yağmur indirdi" , yağmurun gökten indiğini
gösterir; halbuki durum böyle değildir. Çünkü yağmur, ancak yerden yükselen
buharlardan ve bu buharların soğuk hava tabakasına kadar yükselip, orada,
soğuktan ötürü bir araya gelerek, bundan sonra da yere inmesinden oluşur ki,
işte bu yağmurdur. Ne dersiniz? Buna cevâbımız, birkaç bakımdandır:
a) Gökyüzü,
yüksek olduğu için "sema" diye isimlendirilmiştir. Buna göre,
insanın üzerinde olan her şeye, "semâ" denilir. Bu açıklamaya göre,
yağmur buluttan yağınca bu olaya, "yağmur gökten yağmıştır" denilir.
b) Muharrik, cüzleri nemli olan yeryüzünün derinliklerinden bu nemli unsurları harekete geçirdiği için, Cenâb-ı Hak, "Gökten bir su indirdi" buyurmuştur.
c) Cenab-ı
Hakk'ın sözü, en doğru olandır. Allah da, yağmuru gökten indirdiğini haber
vermiştir. Biz de, bununla beraber, yağmurun buluttan indiğini bildiğimize
göre, onun önce semadan buluta, sonra da buluttan yere indiğini söyîememiz
gerekir.
4) Cenâb-ı
Hakk'ın "Meyvelerden..." sözündeki
"in mânası
Buna iki şekilde cevap
verilir:
a)
"ba'zıyyet" (kısım) ifade eder. Çünkü iki belirsiz kelime, ki
feativdan ve kelimelerini kastediyorum, bu ba'zıyyet manasını etmektedirler.
Onların nekire (belirsiz) getirilmeleriyle, ba'zıyyet anlamı , sanki şöyle
denilmiştir: Semadan bir mikdar, bir kısım su ;: bu su vasıtasıyla da, size
birtakım rızıklar olsun diye, size bir kısım çıkardık...
b) beyan ve
izah içindir. Meselâ, senin "Ben, dir-tnfak ettim" demen, böyledir.
Şayet, kelimesi hangi sebeple olmuştur denilirse, deriz ki: ba'zıyyet ifâde
ederse, onun, yani kelimesinin mansub oluşu"mefûl-i leh" (sebep
bildiren mefûl olmasındandır. Eğer beyâniyye olursa, bu durumda kelimesi
fiilinin mefûlü olduğu için mansûb olmuştur.
5) Yağmur
ile elde edilen meyveler pek çoktur. O halde veya denmemiş de, niçin denilmiştir?[222]
denilirse, buna cevabımız da şu olur: Dünya meyvelerinin, ahiret meyveleri
karşısındaki azlığına dikkat çekmek ve ahiret hayatının önemini hissettirmek
içindir.
Netice olarak; şirke yer yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"O halde, bile bile Allah'a eşler koşmayın" sözüne gelince, bu
hususta birkaç sual bulunmaktadır.
1- Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesi, neyle alâkalıdır? Cevabımız şudur: Bu hususta üç görüş vardır:
a) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın ijjlpi "ibadet ediniz!" emriyle alâkalıdır. Buna göre
mâna şöyle olur: İbadet ediniz de, O'na ester koşmayınız; Çünkü ibadetin aslı
ve temeli tevhîddir.
b)
Bu, ile alâkalıdır. Buna göre mana şöyle
olur: Allah sizi, kendi azabından korkmanız ve çekinmeniz için yaratmıştır; o
halde O'na ortaklar koşmayınız. Çünkü bu, Allah'ın azabını gerektiren şeylerin
en büyüğüdür.
c) Cenâb-ı
Hakk'm "Sizin için yeryüzünü bir döşek yapan Odur " sözüyle
alâkalıdır. Yani, Allah size öylesine açık olan deliller yaratmıştır; o halde
O'na ortaklar koşmayın..
2) ne demektir?
Buna cevabımız şudur:
tartışan, münazaa eden muarız (misi) demektir. Adam birisinden nefret edip,
ondan uzaklaştığı zaman denilir.
Sanki iki ortaktan her
biri, diğerinden nefret edip, onunla inadlaşıyor gibidir Buna göre, eğer,
"müşriMer, putlar Allah'la tartışmaya girmiştir,' dememişlerdir"
denilirse, deriz ki müşrikler o putlara ibadet edip, onlara ilah deyince
onların bu durumu, putların, Cenab-ı Hak'la tartışma ve çekişmeye girmeye
muktedir ilahlar olduğunu söyleyen kimsenin haline benzetilmiştir. Bu sebepten
dolayı onlara, alay ve başa kakma yoluyla, böyle denilmiştir. Cenâb-ı Hak,
lâfzı ile onlarla alay ettiği gibi, Allah'a ortak koşulamıyacak olan bir çok
şeyi O'na ortak koşmuş olmaları sebebiyle de, onları rezil rüsvay etmiştir.
Muhammed İbn es Sumeyfi, şeklinde okumuştur?
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesinin mânası ne demektir? Buna cevabımız şudur. Bunun manası:
Sizin aklınız tam olduğu için, bu tür şeylerin Cenâb-ı Hakkın ortaklan
olmasının uygun olmayacağını biliyorsunuz; o halde böyle söylemeyiniz. Çünkü,
çirkin olduğunu bildiği halde bir kimseden çirkin bir sözün sadır olması, daha
da çirkin bir şeydir. Burada birkaç mesele vardır.
[223]
Âlemde, varlığı,
kudreti, ilmi ve hikmeti bakımından Allah'a denk olabilecek bir şeriki Allah'a
isbata
çalışan hiç kimse
yoktur! Bu, şu ana kadar vaki olmamıştır, fakat "seneviyye iki ilah
olduğunu iddia ederler. Bunlardan hayrı
akıllı; şerri meydana getiren de akılsızdır (sefih) Allah'tan başka edinmeye gelince, bunu yapan pek çok gurup
vardır. Birinci gurub: Bunlar, yıldızlara tapan Sabiilerdir. Çünkü bunlar şöyle
derler: Cenâb-ı Hak ızları yarattı. Alemi yöneten, işte bu yıldızlardır.
Sözlerine şöyle devam ederler: İşte bundan dolayı bizim, yıldızlara ibadet
etmemiz gerekir; çünkü .ındızlar Allah'a ibadet ediyorlar. İkinci gurup: Hz.
İsa (a.s.)'ya ibadet eden hristiyanlardır. Üçüncü gurup: Putperestlerdir.
Bil ki, putperestlerin
dininden daha eski olan bir din yoktur. Bu böyledir, çünkü tarihleri bize kadar
ulaşan peygamberlerin en ilki Hz.Nûh (a.s.)'dur. O, Cenab-ı Hakk'ın:
"Müşrikler
dediler ki, İlahlarınızı terketmeyin! Veddt, Suvâ'ı, Yeğusu, Yeûkh ve Nesr'i
(bu putları) bırakmayın!"'(Nuh. 23) ayetinde, Hz.Nuh(a.s.) 'un kavminden
haber verdiğine göre, o kavminin durumuna karşı çıkmıştı. Böylece,
putperestliğin Hz. Nûh'dan önce de bulunduğunu anlıyoruz. Putperestlik bugüne
kadar da devam etmiştir. Bundan da öte,dünyadaki insanların çoğu putperestliğe halâ
devam etmektedirler.
[224]
Durumu bu olan din ve
mezhebin, bozukluğunun zaruri olarak(ister istemez)bilinen bir şey olması
imkansızdır. Ancak şu anda yontulan şu taşın, beni, gökleri ve yeri
yaratmadığını bilmek zaruri bir ilimdir (açıktır). Bu sebeble, bunca insanın
putperestlik üzerinde mutabakat sağlamaları imkansız olur. Öyleyse,
putperestlerin bunun dışında başka bir maksadlannın bulunması gerekir. Alimler,
bu hususta birçok şeyler söylemişlerdir:
a) Ebu
Ma'şer Cafer b.Muhammed b.el-Müneccim el-Belhî bir eserinde şunu zikretmiştir:
Çin ve Hindilerden bir çoğu, Allah'ın meleklerin var olduğunu söylüyor,
Allah'ın bir cisim ve mümkün olabilecek en güzel şekle sa-htb olduğuna
inanıyorlar. Onlarca meleklerin de çok güzel şekilleri vardır. Onlar, bütün
meleklerin, araya gökyüzünün girmesi ile bize görünmediklerine; kendilerine
düşen vazifenin ise, ilah ve meleklerin şekli olduğuna inandıkları bir şekil
üzere, güzel görünüşlü ve hoş manzaralı heykeller yapıp da, Allah'a ve
meleklere yaklaşmak amacıyla onlara ibadete devam etmek olduğuna inanıyorlar.
Eğer Ebu Ma'şer'in anlattıkları doğru ise, putlara ibadet etmenin sebebi,
onların putlarının Allah'a ve meleklere benzediğine inanmalarıdır.
b) Alimlerin pek çoğu şunu
söylemişlerdir: İnsanlar, bu
alemin durumlarının değişmesinin,
yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Çünkü
güneşin zenit noktasına yakınlığına ve uzaklığına göre mevsimler ve farklı
durumlar meydana gelmektedir. Sonra bu inançta olanlar, diğer yıldızların
durumların» da gözetleyerek, bu dünyada meydana gelen mutluluk ve
mutsuzlukların, yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır.
Onlar buna inanınca, yıldızlara çok ta'zimde bulunmuşlardır. Onlardan bir
kısmı, yıldızların varlıklarının, zatları gereği olduğuna bu alemleri de onlann
yarattığına inanmışlardır. Yine onlardan bir kısmı, bu yıldızların en büyük
İlahın mahlûkâtı olduğuna, bu yıldızların da alemin yaratıcısı olduğuna
inanmışlardır. Birinciler, bu yıldızların gerçekte ilah olduklarına, ikinciler
de onların, Allah ile insanlar arasında vasıta olduklarına inanmışlar, böylece
onlara ibadet ve inkiyadla meşgul olmuşlardır. Sonra ise yıldızların çoğu zaman
gözlerden gizli olduklarını görünce, onlar namına bazı putlar edinmişler ve bu
putlara ibadetleriyle de bu semavi cisimleri kastederek ve yıldızların
görünmeyen gölgelerine yaklaşarak, putlara ibadete yönelmişlerdir. Derken zaman
uzayınca, yıldızların isimlerini aradan çıkarı'p sadece bu heykellere ibadet etmeye başlamışlardır.
İşte bunlar gerçekte yıldızlara tapan kimselerdir.
c)
Sihirbazlar bin senelik ikibin senelik vakitler tayin ederek hasseten o
vakitler içinde bir tılsım yapan kimsenin, mutluluk, bolluk ve belaları defetme
gibi hususi durumlarda bundan istifade edeceğini iddia ediyorlardı. Ve yine
onlar bir büyü yaptıklarında,, bundan istifade edeceklerine inandıkları için
sihre ta'zim ediyorlardı. Onların bu aşırı ta'zimleri bir ibadet halini aldı.
Bu fiilin müddeti uzayınca da, işin başlangıcını unutarak aslını bilmeksizin,
sihre ibadet etmeye başladılar.
d)
"Allah katında duası kabul, şefaati makbul" diye inandıkları büyük
bir adam öldüğünde, bu insanın, Kıyamet günü huzuru ilahide kendilerine
şefaatçi olacağına inanarak, onun şeklinde, kendisine ibadet etecekleri putlar
yaptılar. Nitekim bu durumu Cenab-ı Allah şu ayetinde, onların şu sözünü
naklederek haber vermiştir:
"Su"
"Bunlar, Allah
yanında bize şefaat edecek olanlardır. "(Yunus, 18).
e) Belki de
onlar, tıpkı bizim kıbleye secde etmeksizin kıbleye dönerek secdeedip namaz
kıldığımız gibi, bu putları namazları ve taatları için mihrab gibi kabul
ettiler ve böylece patlara ibadet kasdıyla olmaksızın onlara doğru secde
ettiler. Bu durum uzun müddet devam edince, cahil insanlar, bizzat putlara
secde etmenin (ibadet etmenin) vacib olduğunu sandılar.
f) Belki de
onlar mücessime[225]
idiler. Böylece onlar, Allah'ın bu'putlara hulul edebileceğine inandılar ve bu
anlayış içerisinde o putlara ibadet etmeye başladılar. İşte bütün bunlar,
putperestliğin hamledilebileceği muhtemel sebebleridir ki bunlar gözönüne
alınınca, şirkinaklen zarurî olarak katıldığının gerekmediği anlaşılır.
[226]
Şayet birisi,
"Putperestliğin neticesi saydığın bu hususlara dayanınca, âlemin
yaratıcısının varlığının
kabul edilmesinden
dolayı putlara ibadet etme niçin caiz olmasın? derse, cevab olarak deriz ki:
Yerin ve göğün, cisimlikte diğer cisimlerden bir farkı olmadığın), böylece de
yere ve göğe has olan şekil, sıfat ve hallerin, onlara has olmasının ancak bir
muhassisin tahsisi ile okluğunu ve bu muhassisin (tahsis edicinin) cisim olması
durumunda, başka bir muhassise muhtaç olacağını, bundan dolayı da o muhassisin
cisim olamayacağını açıkladığımız gibi, Cenâb-ı Hak yer ile göğün yaratılmış
olduklarına dikkat çekmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki:
Allah'a benzediğine inanarak putlara ibadet edenlerin görüşlerine gelince, bu
delillerle Allah'ın cisim olmadığına işaret ettiğimiz için, bu görüş
geçersizdir.
İkinci görüşe gelince
ki bu, yıldızların âlemi yönettiği görüşüdür, bu görüş de, her cismin vasıflan
hususunda irade sahibi bir faile muhtaç olduğuna dair daha önce getirdiğimiz
delillerler, batıl olmuş yıldızların rab değil de, Allah'a iteat eden varlıklar
olduğu ortaya çıkmıştır.
Üçüncü görüş ki, bu da
sihirbazların görüşüdür, bu görüş de geçersizdir. Çünkü sihrin tesiri, ancak
yıldızların kuvvetleri vasıtasıyla olur. Yıldızların sonradan olma varlıklar
olduklarına delil getirince, bizim görüşümüzün doğruluğu, onların görüşünün
batıllığı sabit olmuş olur.
Dördüncü ve beşinci
görüşlere gelince, akıl bunları ne doğrular ne de imkansız görür. Ancak şeriat
bunları menedince, bunlardan kaçınmak vacib olmuştur.
Altıncı görüşe gelince
bu da diğerleri gibi teşbihe (Allah'ı, mahlûkatından birine benzetmeye)
dayanır. Bu sebeble, alemin hür ve irade sahibi, cisim olmaktan uzak bir
yaratıcıya muhtaç olduğu hususunda söylediğimiz delillerle de, her ne izahla
olursa olsun, putperestliği caiz görmenin batıl olduğu ortaya çıkar. Allah en
iyi bilendir.
[227]
Yunanlılar,
İskender'den önce, kendileri için ruhani
kuvvetlerin ve ışık saçan gök cisimlerinin isimleri ile tanınan, birtakım
heykeller yapmaya ve onları kendileri için bizzat mabûd kabul etmeye
yöneldiler. Böylece, onlarca "İlâhi emir" demek olan "ilk
sebeb" heykeli, " apaçık akıl" heykeli, "mutlak
siyaset" heykeli ve "nefis" heykeli ortaya çıktı ki bütün bu
heykeller yuvarlaktı. "Zuhal" heykeli altıgen, "müşteri"
yıldızı heykeli üçgen, "mirrih" yıldızının heykeli dikdörtgen,
"güneş" heykeli kare, "Zühre" yıldızının heykeli içinde
dörtgen bulunan bir üçgen, "Utarit" heykeli, içinde dikdörtgen
bulunan bir üçgen ve "Ay" heykeli ise sekizgen idi.
Tarihçiler, Amr
b.Lühay kavminin başına geçip, halkının yönetimini eline alarak Beytü'l-Haram
(Kabe) hizmetini de üzerine aldığı zaman onun Belkâ beldesine bir yolculuğu
olduğunu, orada putlara ibadet eden bir topluluk gördüğünü, onlara putları
hakkında sorduğunda, onların da "Bunlar, kendilerinden yardım
istediğimizde bize yardım eden, yağmur istediğimizde bizi yağmurla sulayan
Rablardır " demeleri üzerine İbn Lühay'in da bu putlardan birisini
kendisine hediye etmelerini istediğini, onların da "Hübel" adı ile
bilinen putu ona verdiklerini, Amr'ın onu Mekke'ye getirip Kabe'ye koyduğunu ve
insanları o puta ibadet etmeye çağırdığını iddia etmişlerdir. Onlara göre, bu
olay Kral Sabûr Zü'l-Ektâf[228]
zamanının başlarına tesadüf eder.
Bil ki ed-Dahhak'İn
San'a şehrinde "Zühre" yıldızı adına inşa ettiği "Gumdân"
mabedi, Puthanelerin meşhurlanndandır. Hz.Osman (r.a.) bu puthaneyi
yıktırmıştır. İran hükümdarı Menûşehr'in ay adına inşa ettiği, "Nevbahar-ı
Belh" isimli puthane de meşhur puthanelerdendir. Arap kabilelerinin de
meşhur putları vardı: Mesela, Kelb kabilesinin, Dümetu'l-Cendel'de bulunan
"Vedd" adlı putu; Huzeyl oğullarının "Suvây" adlı putu;
Mezhec oğullarının, Hemdandaki "Ye'ük" adlı putu; Hımyer toprağındaki
Zü'l-Kela boyunun "Nesr" adlı putu; Sakif kabilesinin Taif'teki
"Lât" adlı putu; Hazrecltlerin Yesrib (Medine)de ki "Menât"
adlı putu, Kinane oğullarının Mekke yakınlarında bulunan "Uzza" adlı
putu, Safa ve Merve tepelerindeki "Isâf" ve "Naile" adlı
putlar... Hz.Peygamber (s.a.s.)ın büyük dedesi Kusayy, insanlara putlara
ibadeti yasaklamış ve onları Cenab-ı Allah'a ibadet etmeye çağırmıştır. Aynı
şekilde Zeyd b.Amr b.Nüfeyl de şöyle demiştir:
'Bir Rabbe mi, bin
rabbe mi tapayım? İşler çatailanınca Bütün Lât-t Uzza'yı terkettim. Akıllı adan
da zaten böyle yapar.
"Eğer kulumuz
(Muhammed)'e, İndirdiğimiz (Kur'an'm Allah'ın kelamı olduğun)da şüphe
ediyorsanız, haydi onun gibi bir süre getirin. Bunun için Aliah'dan başka
şahidlerinizf(putlarınızı ve bilginlerinizi)de yardıma çağırın, eğer iddianızda
doğru iseniz... Fakat bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamryacaksmız - o
zaman, yakıtı İnsanlar ile taşlar olan cehennemden korkunuz. O cehennem
kâfirler için hazırlanmıştır."'(Bakara, 2324)[229]
Bu ayetlerde birçok
mesel vardır:
[230]
Bil ki Cenab-ı Hak,
yaratıcının isbatı hususunda susturucu
kuvvetli deliller getirip,
şirkin batıl olduğunu ortaya
koyunca peşinden nübüvvetle
ilgili hususlardan
bahsetmiştir. Bu da, Allah'ı bilmenin, Hz.Peygambar (s.a.s.)'ın öğretmesi ile
elde edilebileceğini kabul eden ta'limiyye fırkasının görüşü ile, Allah'ı
bilmenin ancak Kur'an ve hadisle mümkün olduğunu kabul eden Haşeviyye'nin
görüşünün bozuk olduğuna delalet eder. Hz.Muhammed (s.a.s.)'ın peygamberliği,
Kur'an'm mucize oluşuna dayandığı için, Allah Teala bu ayette, Kur'an'm mucize
olduğuna dair deliller getirmiştir. Kur'an'ın mucize oluşunu iki yoldan izah
etmek mümkündür:
1. Yol
denilebilir ki Kur'an'm durumu şu üç şeyden birisine dahildir:
a)
Kur'an'ın, fasih kimselerin sözü ile aynı
olması..
b)
Fasih kimselerin sözünden fevkalede üstün
olmaması,
c)
Fevkalade bir şekilde, fasih kimselerin sözlerinden
üstün olması...
İlk iki ihtimal geçersizdir. O halde geriye üçüncüsü kalır. İlk iki görüşün geçersiz olduğunu söylüyoruz. Zira, eğer Kur'an öyle olsaydı, fasih kimselerin, ister toplu halde, ister tek tek, Kur'an'm bir sûresinin benzerini getirmeleri gerekirdi . Bu durumda da eğer anlaşmazlık vaki' olup, kabul edilmeme korkusu meydana gelirse, şahidler ve hakimler, şüpheyi kaldırırlardı . Bu ise, delil getirmede zirvedir. Çünkü onlar Arapça'ya ve fesahat kanunlarına son derece hakim; Hz.Peygamber (s.a.s.)'m peygamberliğini ibtal için de çok arzulu idiler. Öyle ki canlarını ve mallarını bu yolda seferber edip, hertürlü tehlike ve çileyi sırtlanmış, taassub ve kibirde, batıl bir yana, hatta hakkı kabul edemeyecekleri bir dereceye varmışlardı. Bütün bunlar. Cenab-ı Hakk'ın Kur'an'ı hususunda, onu geçersiz kılma çalışmalar yapmalarını gerektirir. Karşı delil getirmek, en kuvvetli bir şekilde yaralayacak yoldur. Onlar bunu yapamaymca, aciz kaldıklarını anlamış olduk, böylece de Kur'an'ın onların sözlerine benzemediği, Kur'an ile onların sözleri arasındaki farkın alışılmış bir fark olmadığı, aksine arada harikulade bir farkın bulunduğu, sonuç olarak da Kur'an'ın mucize olduğu ortaya çıkmış olur. Bu delilin ortaya konulmasından murad da, işte budur. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın tevhid bilgisi hususunda sadece taklidi kabul ile yetinmediği gibi, nübüvvet bilgisi hususunda taklit ile yetinmediği ortaya çıkmış oldu.
Bil ki, Kur'an'da (zahiren)
O'nun fesahatinin noksanlığını gerektiren bir çok husus bulunmaktadır. Bununla
beraber fesahat hususunda Kur'an, belagat hususunda ondan öte bir nokta
bulunmayan bir zirveye ulaşmıştır. Bu da O'nun bir mu'cize olduğuna delalet
eder.
Yukarda bahsedilen
vecihleri birbir ele alalım:
Birincisi:
Arabların fesahatinin çoğu, mesela devenin, atın, cariyenin, hükümdarın veya
bir darbenin ya da mızrak vuruşunun, bir harbin yahutta bir baskının
nitelenmesi, gibi müşahedeleri niteleme konusundadır. Halbuki, Kur'an'da buna
dair hiç bir şey bulunmamaktadır. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim'de, Arabların
konuşmalarında ittifakla kullandıkları fasih lafızların bulunmaması gerekirdi.
İkincisi:
Cenâb-ı Hak, Kur'an'ın tamamında doğruluk yolunu gözetmiş, .alandansa
sakınmıştır. Yalanı terkedip doğruya yapışan her şair, şiirinin derecesini
düşürmüş ve iyi bir şair olamamıştır. Lebid ibn Rebîa ile Hassan ton Sâbit-i
görmez misin? Onlar müslüman olunca, onların şiirlerinin derecesi düşmüştür.[231].
Güzellik bakımından bunların İslamî dönemdeki şiirleri. cahiliyye
dönemindeki şiirleri gibi değildir. Halbu ki Cenâb-ı Hak, yalandan
bir şekilde
indirmiştir.
Üçüncüsü:
Fasih bir söz, fasih bir şiir bir kaside, ancak bir veya iki beyitte
bulunabilir. Diğerleri böyle olmaz. Halbu ki Kur'an Döyle değildir. O'nun
tamamı fasihtir; öyle ki yaratıkları, Kur'an'ın bir cümlesini meyadana
getirmekten aciz oldukları gibi, tamamını meydana getirebilmekten de aciz
olmuşlardır.
Dördüncüsü:
Bir şeyi vasfederken fasih bir şiir söyleyen herkes, bu vasfı tekrarladığında,
bu kimsenin bu ikinci sözü o şeyi niteleme hususunda birincisi gibi etkili
olamaz. Halbu ki Kur'an'da çok tekrar bulunmaktadır; bununla beraber hepsi de
fesahatta had noktaya varmış ve aralarında da asla bir farklılık görülmemiştir.
Beşincisi:
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de ibâdetlerin vacib, günahlann yasak olduğunu
bildirme; güzel ahlâka teşvik, dünyaya önem vermeyip ahireti üstün tutmak gibi
konulara yer vermiştir. Bu gibi konular da, fesahatin azlığını gerektirir.
Altıncısı:
Arablar şöyle demişlerdir: İmriu'l-Kays'ın şiiri, neşelendiğinde, kadınları
zikredip atları nitelediğinde Nâbiğa'nm şiiri, korku konusunda; A'şa'nın şiiri
istek ve içkiyi niteleme hususunda, ve Züheyr'in şiiri de istek ve ümitler
anında güzeldir. Özet olarak, her şair bir dalda güzel söz söyler, bu dalın
dışında o şairin şiiri zayıf olur. Kur'ân'a gelince, O bütün dallarda fesahatin
doruğuna ulaşmış olarak indirilmiştir. Bakmaz mısın ki Cenab-ı Hak terğîb
(isteklendirme) hususunda
"Hiç kimse, onlar
için ne gibi göz aydınlıklarının gizlenmiş olduğunu bilemez. "(Secde, 17)
"Orada canlarının
arzulayacağı ve gözlerin hoşlanacağı herşey vardır"(Zuhruf, 71).
Terhib hususunda!
"Allah 'm sizi
kara tarafından yere geçirmesinden veya üzerinize çakıllı bir kasırga
yollamasından emin mi'oldunuz ? Sonra da kendinize bir vekil bulamıyacaksmız.
Yoksa O'nun sizi oraya tekrar döndürüp de, üstünüze belinizi kıracak bir
fırtına yollamasından, neticede de yaptığınız nankörlük sebebiyle sizi
boğmasından emin misiniz? Siz bize karşı, sizin öcünüzü alacak hiç kimse
bulamıyacaksmız''(isra, 68-69),
"Gökteki olandan,
onun sizi yere batırıvermesinden emin mi oldunuz. O zaman bakarsınız ki O
(yeryüzü) çalkalanmaktadır. Yoksa gökteki. üstünüze taş yağdmcı (bir rüzgar)
göndermesinden emin mi oldunuz? Siz o zaman tehdidimin nice olduğunu
bileceksiniz?'"(Müik, 16-17), ve
"(Hakka karşı)
inad eden her zorba ise (sonunda) binpişman oldu. Onun önünde de cehennem
vardır. Ona irinli su içirilecektir. Öyle ki O, bunu zorla yutmaya çalışacak,
bir türlü yutamayacak, heryandan kendisine ölüm gelecek ama
ölemiyecek..."(ibrahim, 15-17) buyurmuştur,
Cenab-ı Hak, menetmek
hakkında da insanların vehminin bile ulaşamayacağı bir şekilde şöyle buyurur:
"İşte biz onların
herbirini günahı sebebiyle yakaladık. İşte kiminin tepesine (taş yağdıran) bir
kasırga gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yere batırdık,
kimini de suda boğduk... "(Ankebût,40).
Yine nasihat hususunda
daha güzeli söylenemeyecek bir biçimde
"Şimdi sen
Bana haber ver:
Biz onları senelerce
yaşatıp faideledtrdtysek... "(şuara, 205) buyurmuştur.
İlahiyat hususunda da
"Allah, her dişinin neye gebe olacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi fazla
yapacağını bilir. O'nun nezdinde her şey ölçü iledir. "(Ra’d 8)
buyurmuştur.
[232]
Yedincisi: Kur'an
bütün ilimlerin temeMdir (kaynağıdır). Mesela, Kelâm ilminin tamamı Kur'an'da
mevcuttur. Fıkhın tamamı Kur'an'dan alınmıştır. Yine usul-ii fıkıh, nahiv ve
lügat, tasavvuf ilimleri, ahiret haberleri ve güzel ahlâk, prensibleri de
Kur'an'da mevcuttur.Delâtlü'l-İ'caz adlı kitabımızı tedkik eden kimse,
Kur'an'ın, fesahatin bütün çeşitlerinde zirveye ulaştığını anlar. İkinci yo!:
Şöyle diyebiliriz: Kur'ân, denilebilir ki fesahatta ya icaz sınırına ulaşmıştır
veya ulaşamamıştır. Eğer ulaşmış ise, onun mucize olduğu zaten sabit olmuş
demektir. Eğer ulaşamamışsa, bu durumda, benzerini getirerek onunla muaraza
etmek mümkün olurdu. Buna göre onların, muaraza etmeleri mümkin olduğu halde ve
onları bu muarazaya sevkeden birçok sebeb bulunduğu halde, bunu yapamamış
olmaları harikulade bir hadisedir. Bu bir mu'cize olmuştur. Böylece de
Kur'an'ın, her halükârda mu'cize olduğu ortaya çıkmıştır. Bizce bu ikinci yol
daha doğrudur.
[233]
Allah Teâla âyette
değil de, demiştir.
Çünkü anlatılmak
istenen, Kur'ân'ın tedrici olarak (parça parça, kısım kısım) indirilmiş
olmasıdır.
Bundan dolayı tf ji
lafzını kullanmak buraya daha uygundur. Çünkü müşrik Araplar şöyle demişlerdir:
"Şayet bu Kur'an Allah katından ve insanların metodlarından farklı bir
şekilde olsaydı, çeşitli ihtiyaç ve ortaya çıkan yeni durumlara göre hatiblerin
hitabelerini, şairlerin de şiirlerini, zaman zaman parça parça söyledikleri
gibi, hadiselere ve olaylara göre parça parça sûre sûre indirilmezdi. Çünkü
şair divanını, yazarlar da kitablarını ve hitabelerini bir defada ortaya
koymazlar. Şayet O Kur'an'ı,Cenab-ıHak indirmiş olsaydı, insanların metodlannın
(adetlerinin) aksine bir defada (toptan) indirirdi." Bu hususu Cenab-ı Allah
şöyle haber vermiştir:
"Kâfirler: O
(Muhammed'e), Kur'an bir hamlede, toptan İnİdtrlmeli değil miydi? dediler"
(Furkan. 32). Halbuki Cenab-ı Allah, burada, bu şüpheyi gidererek,
Kur'an'ır^mûcize olduğunu gösteren hususu zikretmiştir. Bunun izahı şudur: Tedrici
olarak indirilen bu Kur'an, ya insanın gücü dahilinde olan şeyler cinsindendir
veya değildir. Eğer birincisi ise, onların, aynı şekilde tedrici olarak
Kur'an'ın benzerini veya O'na yakın bir şeyi yapabilmeleri gerekirdi. Eğer
ikincisi ise, Kur'an'ın, tedrici olarak indirilmesinin yanı sıra da mucize
olduğu ortaya çıkar. Âyetteki. lafzı, Hz. Peygamber (s.a.s) ve ümmeti
kastedilerek (Kullarımıza) şeklinde de okunmuştur.
[234]
Sûre, Kur'an'dan bir
bölümdür. Kelimedeki vâv harfi, eğer kelimenin aslından sayılırsa, sûrelere
sûre isminin
verilmesi, ya şehrin surları manasına
gelen "sûr"
kelimesinden alınmıştır. Çünkü sûreler de, sûrlarla çevrilmiş şehirler gibi,
Kur'an'ın sınırlanmış birer bölümüdürler. Veya o sûreler, tıpkı şehrin
surlarının içindekileri kuşatması gibi, birçok ilim dallarını ihtiva
etmelerinden dolayı bu ismi almışlardır. Veyahut da mertebe (derece) manasına
gelen "sûre" lafzından alınmıştır. Çünkü Kur'ân sûreleri, aynı
zamanda okuyanın basamak basamak yükseldiği, dereceler ve mertebeler
mesabesindedir. Sureler de kendi arasında uzun,orta ve kısa olarak taksim
edilir. Veyahut da sûre adtnın verilmesinin sebebi onların, dindeki yerinin
yüceliğinden dolayıdır. Eğer, sûre kelimesinin vâvının, "hemze" den
çevrilmiş bir vâv olduğu söylenirse, Kur'an surelerine "sûre"
denmesinin sebebi, birşeyden arta kalan veya onun fazlası olan şey (su're)
gibi, bunların da Kur'an'ın bir parçası ve bölümü olmalarıdır.
Eğer "Kur'an'ı
surelere bölmenin ne faydası var?" denilirse, deriz ki: "Bunun birçok
bakımdan faydası vardır:
a) Yazarlar,
kitaplarını bölümlere ve kısımlara ayırırlar.
b)
"Cins"in kapsamında "tür"ler bulunduğunda her nev'in ihtiva
ettiği "fert"ler, diğer türün fertlerinden daha güzel olur.
c) Okuyucu,
bölümlere ayrılmamış bir kitabı baştan sona okumaktansa, kitabın bir sûresini
veya bir bölümünü bitirip diğerine başlamaya daha bir şevk duyar, öğrenme
nisbeti daha da artar. Bu şuna benzer: Yotcu bir mil yol aldığını veya bir
fersahı geçtiğini bilirse, bu onu ferahlatır ve daha çok yürüme arzusu verir.
d) Kur'ân'ı
ezberleyen kimse bir sûre ezberlediğinde, Allah'ın kitabından müstakil bir
bölümü öğrenmiş olduğuna inanır, bu onun gözünde kıymetlenir ve böylece
sevinir. İşte bu sebebten ötürü, namazda (her rekatta) tam bir sûre okumak
faziletli sayılmıştır.
[235]
Haydi O (Kur'an
sureleri) gibi bir sure getirin"
âyeti Kur'an'ın ve
O'nun sûrelerinin
tertibinin, bu tertibin
Hz. Osman zamanında olduğunu söyleyen
bazı hadisci'srin görüşünün aksine olarak, Cenâb-ı Hakk'ın O'nu indirdiği
şekilde olduğuna delalet eder. İşte bu sebepten ötürü, bazan bir sûre ve bazen
de Kur'ân'ın tamamıyla "tehaddî" (meydan okuma) doğru olmuştur.
[236]
Kur'an'la meydan
okumak, birkaç şekilde olmuştur:
Cenâb-ı Hakk'ın;
"O halde, Allah
katından, daha fazla hidayet eden bir kitab getirin bakalım! "(Kasas, 49)
ayetidir.
b- Cenâb-ı
Hakk'ın
"De ki: Bu
Kur'an'm bir benzerini meydana getirmek üzere insanlar ve cinler bir araya
gelseler, birbirlerine yardımcı bile olsalar, O'nun gibisini
getiremezler'(\sra, 86), buyurmuştur.
c) "O
halde haydi siz de onun gibi on sûre uydurup getirin "(hm, 13).
d)
Bu
"Haydi O (Kuran'ın sureleri) gibi bir sure getirin)' '{Bakara, 23)
ayetidir.
Bu, eseriyle
arkadaşına meydan okuyup "Haydi bunun gibisini, yansını, dörtte birini, o
da olmaz ise onun bir benzerini yap " demesi gibidir. İşte bu bütün
mazeretleri bertaraf edip, meydan okumanın zirvesinde olan bir haldir. âyeti,
Kevser, Asr ve Kâfirûn sûreleri gibi kısa sûrelere de şâmildir. Halbuki biz
zarurî olarak, bu gibi sûrelerin benzerinin veya onların derecelerine yakın
kalanların getirilebileceğini biliriz. Bu durumda siz kalkar da bu sûrelerin
benzerini meydana getirmek insanoğlunun g;icü dahilinde değil derseniz, bu
mükâberc (inad sebebiyle.bile bile inkâr) olur. Böyİ3Si mükâberlere teşebbüs
etmek ise dine karşı tenkit kapısını açar." denirse, deriz ki: "İşte
bu sebebten ötürü biz,ikinci yolun doğruluğunu söylemiş ve şöyle demiştik: Eğer
bu sûre, fesâhatta ibaz noktasına varmış ise, zaten maksad hasıl olmuş
demektir. Yok eğer böyle değilse, onları Hz.Peygamber (s.a.s.)'in Kur'an'ın
tehaddisini çürütmeye sevkedilen pek kuvvetli sebep ve ihtiyaçların yanısıra,
onların böyle bir muarazadan (karşılık vermekten) çekinmeleri, yine mucize
olur. Bu her iki duruma göre de icaz meydana gelmiş olur.
[237]
deki zamirin, neye
râcî otduğu hususudur. Bu hususta iki
görüş vardır.
a) Bu zamir,
daki ya râcîdir. Yani, fesahat ve hüsnü nazımda (güzel tertibde), onun
vasıflarını taşıyan bir sûre getirin.
b) O zamir,
lafzına râcîdir. Yâni, bunu, ümmî, kitab okumamış ve hiçbir alimden ders
almamış bir insan olan Hz.Muhammed (s.a.s.) gibi birisi getirsin "
demektir. Birinci görüş Hz.Ömer, İbn Mus'ud, İbn Abbas (r.ahm), Hasan el-Basri
ve muhakkik alimlerin bir çoğundan rivayet edilmiştir. Bu görüşün üstünlüğünü
gösteren birçok husus vardır:
1) Bu,
tahaddî (meydan okuma) konusundaki diğer ayetlere ve bilhassa
Allah Teala'nın Yûnus sûresinde buyurduğu:
"Haydi onun
(sureleri) gibi bur sure getirin" ayetine uygundur.
2) Tahaddi,
ancak indirilen şey (yani Kur'an) hakkındadır. Çünkü Cenab-ı Hakk, "Eğer
kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz hakkında şüphe ediyorsanız..."
buyurmuştur. Bu sebeble zamiri Kur'an'a raci kılmak gerekir. Görmez misin ki
bunun manası şudur: "Eğer Kur'an'ın Allah katından indirilmiş olduğu
hususunda şüphe ediyorsanız,O'nabenzer birşey getirin." Şayet zamir,
Hz.Peygamber (s.a.s.)'e raci kılınacak olursa, tertibteki hüküm (kaziyye )
şöyle olur: "Eğer Hz.Muhammed (s.a.s.)'e
Kur'an'ın indirilmiş olduğu hususunda şüphe ediyorsanız, O'nun gibi
birisinden bir Kur'an getiriniz."
3) Zamir,
şayet Kur'an'a ait sayılırsa, bu, o müşriklerin ister toplu, ister teker teker
ister Dmmî, isterse de alim ve tahsilli olsunlar, onların Kur'an gibisini meydana getirmekten aciz olmalarını gerektirir. Ama zamir, Hz.Muhammed (s.a.s.)'e raci
sayılırsa, bu, ancak ümmilerden birisinin, O'nun gibi bir Kur'an'ı meydana getirmekten
aciz olmasını gerektirir. Çünkü Hz.Muhammed (s.a.s.)'in misli, ancak tek bir
ümmi şahıs olur. Bu durumda oa şayet o müşrikler bir araya gelmiş ve tahsil
yapmış kimseler olsalar, Hz.Muhammed (s.a,s.)'ln misli olmazlar. Çünkü bir
cemaat, tek ferde; okumuş olan ümmiye misil olmaz. Şüphe yok ki birinci görüşe
göre, Kur'an'ın mucize olması daha kuvvetlidir.
4) Zamiri
Kur'an'a verirsek, bu durumda, O'nun mucize olması ancak srt fesahatteki
kemalinden dolayı olmuş olur. Ama zamiri, Hz.Muhammed'e •erirsek, Kur'an'ın
mucize olması, sadece Hz.Muhammed (s.a.s.)
'in
ti tahsilinden uzak,
ümmî olmasındaki hali itibariyle kemal durumunda cima s ı esasına dayanır.
Gerçi bu da mu'cizedir, amma Hz.Muhammed 4la.s.) hakkında bir anlamda noksanlık
kabulünü gerektirdiğinden birinci görüş daha üstün olur.
5) Şayet
zamiri Hz.Muhammed (s.a.s.)'e raci sayarsak bu, ümmi olma hususunda,
Hz.Muhammed gibi olmayanlardan, Kur'an'ın benzerinin meydana gelmesinin mümkün
olduğu vehmini verir. Ama, onu Kur'an'a verirsek, bu, ümmi olsun olmasın, hiç
kimsenin Kur'an'ın bir mislini meydana getirmesinin mümkün olmadığına delalet
eder. O halde bu görüş daha üstündür.
[238]
"Şühedâ" lafzından
kimlerin kastedildiği
meselesidir. Bu hususta iki görüş vardır:
1)
Müşriklerin, ilah olduklarını iddia ettikleri putlardır. Buna göre onlara
sanki şöyle denilmiştir: Eğer sizin dediğiniz gibi, o putlar, fayda ve zarar
verdikleri için ibadete layık iseler; Hz.Muhammed (s.a.s.) ile mücadelede,
içine düştüğünüz şiddetli ihtiyaç ve zaruretten kurtulmak için, o putlardan
yardım isteyiniz. Aksi halde biliniz ki onların ilah olduğunu, fayda ve zarar
verebileceklerini iddia etmenizde haksızsınız. Buna göre, bu sözde iki yönlü
bir mücadele vardır;
a- Putların
ilah olmasının iptali,
b- Kur'an'ın
mucize ve Allah tarafından oluşunu inkar etmelerinin iptali...
2)
"Şüheda"dan maksad, müşriklerin ileri gelenleri ve Peygamberimizin
peygamberliğini inkar hususunda onlarla uyuşan kimselerdir. Buna göre ayetin
manası şöyle olur: "Mümkün olan ve olmayan hususlarda lehinize ve
aleyhinize hüküm vermeleri, muaraza konusunda size yardımcı olmaları için,
ileri gelenlerinizi ve reislerinizi çağırın."
Şayet,
"Şühedalafzını her ikisine birlikte hamletmek mümkün müdür, mümkün
olmaması durumunda hangisine hamletmek evladır?" denirse, deriz ki:
İkisine birden hamletmek mümkündür. Çünkü "Şüheda" lafzı, hazır olan
veya sahicilik yapan kimse manasındaki "Şehid" lafzının cem'idir. Bu
durumda, bu kelimeyi, mecazi olarak, "yardım ve destek sağlayan
kimse" manasına almamız mümkün olur. Gerek putları gerekse önde gelen
liderlerinin kendilerine yardımcı ve destekçi olduğuna inanmaları hususunda
putları ve liderleri müşterek idiler. "Şüheda" lafzını bu müşterek
manaya hamlettiğimizde, her ikisi de bu lafzın kapsamına girer. İkisine birden
bu lafzı hamletmenin mümkün olmaması durumunda, evla olan, bunu önde gelen
liderlerine hamletmektir. Bu böyledir, çünkü, "şüheda" lafzı,
zahiren, ancak görmesi ve şehadet etmesi mümkün olan ve bu sebeble de müşahede
ve şehadet işini üstlenebilecek kişiye denir. Bu mana ise ancak, o müşriklerin
reisleri için geçerlidir. Lafzı, putlara hamlettiğimizde ise bu mecaz olur.
Veyahut da bundan maksad: "Size şehadet edeceğini sandığınız kimseleri
çağırın " demek olur. Ama, böyle bir mana takdir etmek, asi olanın
hilafına bir hareket olur. Ama bunu evvelki görüşe hamledersek söz doğru olur.
Çünkü, o zaman, Cenab-ı Hak sanki şöyle demiş olur: "İnkâr etmede
anlaştığınız için, sizden, size şehadet edecek kimseleri çağırın." Çünkü
anlaşma imkanı olduğu için, bir görüş üzerinde ittifak edenler birbirlerine
şehadet ederler. Bu durumda da &x£ (Sizin şâhidleriniz) terkibini,
"Sizden oian şahidler" manasına bir izafet saymak sahih olur. Bir de,
Araplar arasında, fesahat sahasında yarışanlardan hangisinin derece bakımından
üstün okluğuna şehadet edecek ileri gelen kimseler (hakemler) bulunurdu. Bunun
böyle olduğu sabit olunca, sözü hakik manaya hamletmenin, mecazi manaya
hamletmekten daha uygun olduğu ortaya çıkar.
[239]
lafzına gelince, bu
bir şeyin konduğu en alt yer demektir. Değersiz ve düşük anlamına gelen ifâdesi
de bu anlamdadır. Kitaplar derlendiği zaman denilir, çünkü bir şeyi bir araya
getirmek demek, onu birbirine yaklaştırmak demektir. Yine, biri diğerinden
biraz düşük olduğu zaman denilir, ifâdesinin aslı ise, yani, "onu sana en
yakın olan yerden al!" demektir. Ama bu ifâde tim şeklinde kısaltılmıştır.
Sonra, durumlardaki farklılıkları ifade etmek için istiare yoluyla Utanılarak,
meselâ "Zeyd Amr'dan aşağıdadır " denilir. (Maksad şeref ve ilim
bakımından aşağıda olduğunu bildirmektir.)
Sonra da, bu kelimenin
kullanılışında saha biraz daha genişletilerek, bir yerden, bir çizgiden
diğerine geçen her şey hakkında kullanılmaya başlandı... Srtekim Cenâb-ı Hak:
"Müminler,
müminlerden geçerek kâfirleri dostlar edinmesinler!"(A.lmran, 28)
buyurmuştur. Yani onlar, müminlerin dostluğunu xarıp da, kâfirlerin dostluğuna
geçmezler.
Şayet, Cenâb-ı Hakk'ın
lâfzı, neyle alâkalıdır denilirse, deriz ki: Sunda iki görüş bulunmaktadır:
a) O'nun müteallakının,
lâfzı olmasıdır. Bunda da, iki ihtimal sulun m aktadır.
1) Mananın
şöyle olmasıdır: Allah'tan başka kendilerini ilah edindiğiniz sizin hak
üzerinde olduğunuza kıyamet
gününde şehadette bulunacaklarını
iddia ettiğiniz kimseleri çağırın... Cenab-ı Hakk'ın onlara, fesahatiyle mu'ciz
olan Kur'an'a muaraza etme konusunda, konuşamayan cansız nesnelerden yardım
istemelerini emretmesinde, müşriklerle müthiş bir alay vardır.
2) Kur'an'ın
bir benzerini yaptığınıza dair lehinire şehadette bulunmaları için Allah'dan,
O'nun dostlarından ve müminlerden başka olan şahidlerinizi çağrın demektir. Bu,
onlara, bir kolaylık gösterme ve onların şahidierinin fesahat ehli olduğunu, bu
nedenle sağlam karekterlerinin onların yalan şehadette bulunmalarına razı olmayacağını
hissettirmek ve duyurmaktır... in müteallakının ijMl olmasıdır. Buna göre,
mâna, "Allah'dan başka olan şahidlerinizi çağırın" olur. Yani,
davasının doğruluğuna dair delil getirmekten aciz olan kimsenin dediği gibi,
Allah'dan size şehadette bulunmasını istemeyin ve" Bizim savunduğumuz
şeyin hakk olduğuna Allah şahittir" demeyin. İnsanlardan, hakimler
nezdinde iddiaların şehadetleri ile geçerli sayıldığı şahitler getirin."
Bu onları acze düşürmek, ümitlerinin tükendiğini ve, "Allah şahittir ki,
biz doğru söylüyoruz" iddialarına artık teşebbüs edemiyeceklerini
açıklamadır.
[240]
el-Kâdî[241]
şöyle demiştir: "Bu meydan okuma, birçok yönden "cebr" akidesini
geçersiz kılar
a) Tahaddî onu
yapabilecek bir kimsenin, Kur'an'ın benzerini getirmekten
aciz olmasına mebnidir. Binaenaleyh, kulun fail olduğunu kabul etmeyen bir
kimseye, tehaddînin varlığını söylemek mümkün olmaz. Bunda ise, Kur'an'ın
mucize oluşu ile istidlalde bulunmayı iptal etme söz konusudur.
b) Onların
görüşüne göre bunun imkansız oluşu, yeterli kudretlerinin olmamasından
dolayıdır. Buna göre de muciz olan ile olmayan müsavidir. Böylece de tahaddinin
bir manası kalmaz.
c) Kula
nisbet edilen herşeyin halikı Allah'dır. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın onlara
tahaddisi (meydan okuması), gerçekte kendine karşı meydan okuma manasına gelir.
Allah ise, şüphesiz ki Kur'an'ın bir mislini daha meydana getirmeye kadirdir.
Buna göre de Kur'an'ın i'cazının bulunmaması gerekir.
d) Mu'ciz,
kendisinde harikuladelik bulunan birşey demektir. Buna göre, onların görüşleri,
"Alışılagelmiş şeyler fiil değildir." şeklinde olunca, bu fark
meydana gelmez. Dolayısı ile Kur'an'ınmucize oluşu ile istidlal etmek doğru
olmaz.
e)
Hz.Peygamber (s.a.s.), davasında kendisini tasdik etmesi için Allah'ın
kendisine bu mucizeyi verdiğini söyleyerek delil getirmiştir. Şayet bu Allah
tarafından olmasaydı, i'caza dahil olmazdı. Halbuki onların cebre kail
olmalarından dolayı bu fark ortaya çıkmaz. Çünkü alışılagelen ve alışılmamış
olan her fiil ancak Allah tarafındandır."
[242]
el-Kâdî'nin bu
görüşlerine şöyle cevab verilir: Tahaddiden maksad, hasmın, istenen şeyi ya
kasten veya tesadüfen yapmasıdır. Tesadüfen bunu yapması batıldır. Çünkü
tesadüfi olan, kişinin elinde değildir. Geriye birinci ihtimal kalır. O zaman
da, kişinin meydan okunan şeyi yapması, o işe kalben niyet etmesine bağlıdır.
Niyet kişinin kendisinden ise, bu teselsülü gerektirir ki o da muhaldir. Eğer
niyet Allah'dan ise bu durumda cebr geri gelir ve Kâdînin bize karşı söylediği
deliller kendisine döner ve ileri sürdüğü şeyler batıl olur.
[243]
"Fakat bunu
yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız "ayetine gelince, bil ki
bu ayet, Kur'an'ın mu'cize olduğunu dört bakımdan gösterir:
Birincisi:
Biz, tevatüren biliyoruz ki Araplar, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e düşmanlık ve
peygamberliğini iptal hususunda çok ileri gitmişlerdi. Yerlerini, kabilelerini
bırakıp, canlarını ve mallarını bu uğurda sarfetmeleri, bunun en «uvvetli
delilidir. Buna bir de, Cenab-ı Hakk'ın Takat bunu yapamazsanız, c hiçbir zaman
yapamayacaksınız " ayeti gibi çarpıcı birşey de eklenince, şayet,
Kur'an'ın benzerini veya bir sûresinin benzerini getirmek onların imkan güçleri
dahilinde olsaydı, kesinlikle bunu yaparlardı. Onlar bunu yapamadıklarına göre,
Kur'an'ın mu'ciz olduğu açıkça ortaya çıkmış olur.
İkincisi:
Hz.Peygamber (s.a.s.), peygamberliği hususunda her ne kadar, -müşriklerce
töhmet altında tutulan birisi ise de, aklının faziletinin ve işlerin etlerini
sezme gücünün tam olduğu herkesçe malum idi. Faraza, O'nun nübüvvet dâvasında
(hâşa) su götürür bir taraf bulunsaydı, müşriklere meydan okumaz ve bu meydan
okuyuşta (tahaddide) ileri gitmeyi uygun bulmaz, aksine, bütün işlerinde neticesi
kendisine dönecek olan o kepazeliğe düşeceğinden korkar ve çekinirdi. Eğer
Hz.Peygamber (s.a.s onların böyle bir rnuarazadan aciz olduklarını, vahye
dayanarak zaruri \ kesin tarzda bilmeseydi en beliğ bir şekilde onları
muarazaya sevketme kendince uygun bulmazdı.
Üçüncüsü:
Hz.Peygamber (s.a.s.), nübüvvetinin doğru olduğuna kes kes inanmasaydı, onların
Kur'an'ın benzerini geti rem iveceklerini hat vermekte, böylesine kesin
konuşmazdı. Çünkü Hz.Peygamber, nübüvvetin hakkaniyetine dayanarak kafi olarak bilmeseydi,bunun
aksi de caiz olurd. (Gayb'dan verdiği haber çıkmayabilirdi). Kesin konuşmadığı
zaman, bun., aksi caiz olurdu. Aksinin caiz olması durumunda ise, O'nun yatan
söylec ortaya çıkardı. Binaenaleyh kesinlikle yalancı olan, batıl yanlısı
kimse, (boy bir konumda)kati konuşamaz. Hz.Peygamber(s.a.s) ise kesin konuştuğu
iç ı bu O'nun nübüvveti hususunda son derece kendinden emin olduğuna
delalet eder.
Dördüncüsü:
Bunu, bu şekilde haber veren kimseler de bulunabil Çünkü Hz.Peygamber
(s.a.s.)'in gününden günümüze kadar, her zama1 dine ve İslam'a düşman olan
kimseler bulunmuş, İslam aleyhinde konuşrr cebebleri günbegün artmıştır. Sonra
dine karşı olan kimselerin bu şidde hırslarına rağmen, asla bir muaraza meydana
getirilememiştir.
İşte Kur'an'ın mucize olduğuna
delalet eden bu dört hususu, ayet iht
etmektedir. Bu, Kitabullah'ın hiçbir hüccet ve istidlal ihtiva söyleyen
cahillerin iddialarının boş olduğuna delalet eder.
[244]
Burada birçok sual
vardır:
1) Onların
hiç bir sûre getiremeyecekleri kesindir. O halde şek ifac eden jı edatı değil
de vucûb ifade eden \'h\ edatı getirilmeli değil miyd1 Buna iki şekilde cevab
veririz:
a) Burada,
onlarla ilgili söz, onların zanlarına göre söylenmiştir. Çür-o müşrikler,
fesahati arına ve söz söyleme sanatındaki güçlerine güvendikle için, Kur'an'a
muaraza etmekten aciz olduklarına henüz kesinkes kar vermemişlerdi.
b) Bu,
onlarla tehekküm (istihza)'dür.Nitekim, kendisine karşı koyacak olan bir
kimseyi yeneceğinden emin olan ve gücü yeteceğini söyleyen kimse, onu
yeneceğini kesin olarak bildiği halde, sırf onunla alay etmek için ona (Eğer
seni yenersem...) der.
a) Cenâb-ı
Hak, niçin (Eğer onu getiremezseniz..) demedi de (Eğer yapamazsanız.) dedi?
Bunun cevabı şudur: Çünkü bu ifade, "Eğer O'nun sûreleri gibi olan bir
sûre getiremezseniz, ki O'nun sûreleri gibi bir sûreyi asla
getiremeyeceksiniz" ifadesinden daha Kısadır.
ifadesinin i'rabtaki
mahalli nedir? Cevab: Bunun, i'rabta mahalli yoktur. Çünkü bu cümle i'tiraziyye
cümlesi (ara
cümle) dir. Dördüncü
Sual edatı ile yapılan nefy? edatının nefy (olumsuzluğu ifade) konusundaki yeri
nedir?Cevab şöyle-dr: ve edatları, geleceği nefy hususunda kullanılan iki
benzer edattır. Ancak edatında bir te'kid ve pekiştirme vardır. Sen, arkadaşına
"Yarın senin yanında kalmayacağım" dersin.O, eğer senin bu sözüne
anmazsa, bu sefer de "Yarın kesinlikle yanında durmayacağım " dersin.
edatı hakkında üç görüş vardır.
a)
Bu edatın aslı O dir ki, bu Halil'in
görüşüdür.
b)
in aslı dır. Sonra bunun elifi nün harfine
çevrilmiş ve olmuştur. Bu da Ferra'nıngörüşüdür.
c)
geleceği nefy hususunda te'kid ifade eden bir
nasb edatıdır. Bu Sibeveyh'in görüşüdür. Halil'den nakledilen iki rivayetten
birisi de böyledir.
Cenab-ı Hakk'ın,
onların ateşten sakınmalarını, Kur'an'ın sûreleri gibi sûre getirememelerine
bağlamasının anlamı nedir? Bunun cevabı şudur:
müşriklerin, Kur'an ile muarazadan aciz oldukları ortaya çıkınca, onlar
-«zdinde Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Peygamberliğinin doğruluğu sabit oldu. 3unun
sabit olmasına rağmen, onlar yine inâd edince, cehennem ile cezalandırılmayı
hak ettiler. Öyleyse cehennemden sakınmak, inadı bırakmayı gerektirir.
Binaenaleyh burada müessir eserin yerine geçirilmiş, Cenab-ı Alah'ın
"Ateşten sakınınız, korkunuz" sözü de "İnadı taşkınız" sözü
yerine kaim olmuştur. İşte bu, belagat konularından birisi îcâzın (veciz ifade
etmenin) ta kendisidir. Bu uslûbta, cehennerr-Jen stfonmayı bu ifadenin yerine
geçirip, bunun peşinden de cehennemin korkunç vasfını zikretmek suretiyle,
inadın durumunu ürkütücü bir şekilde ortaya koyma söz konusudur.
"Vekûd"
nedir? Cevab: Vekûd, ateşin tutuşturulduğu şeydir. Bu kelimenin masdarı
zammelidir (vükûd şeklindedir ).Masdarının fethalı olduğu da söylenmiştir.
Nitekim Sibeveyh şöyle der: Biz, Araplardan (Biz çok yüksek ateş yaktık) diyen
kimseler duyduk. Daha sonra Sibeveyh şöyle der: Daha çok, masdar olarak ı
kullanılır: ise, yakacak odun demektir. İsa İbn Ömer, masdar ile
isimlendirerek, kelimeyi şeklinde okumuştur. Nitekim, "Falanca kişi,
kavminin övünç kaynağı, beldesinin süsüdür" misali de, bu anlamdadır.
nin sılasının, bilinen bir hüküm olması gerekir; o halde ontar, ahiret ateşinin insanlar ve taşlarla tutuşturulmuş olduğunu nasıl bildiler? Cevab: Daha önce, bunu ehl-i kitabtan veya Allah'ın Resulü Hz.Muhammed'den yahutta bu ayetten önce Tahrîm Süresindeki:
"Yakıtı insanlar
ve taşlar olan ateşten..."(Tahrim, 6) ayetiyle haberdar olmuş olmaları
mümkündür.
Demin nakledilen
Tahrim süresindeki âyette nekire, burada ise şeklinde ma'rifegetirildi. Halbuki
her ikisini de tavsîf eden ayrıdır? Cevap: Bu ayet Mekke'de nazil oldu; böylece
onlar cehennemin bu sıfatlarla mevsûf bir ateş olduğunu öğrendiler; sonraysa
Medinede, önceki bilgilerine dayanılarak, bu ayette kelimesi ma'rife getirilmiştir.
9) Cenâb-ı
Hakk'ın âyetinin manâsı nedir? Cevap: Bu, ancak insanlar ve taşlarla tutuşan
bir nâr olmakla, diğer ateşlerden ayrılan bir ateştir. Bu da, onun iki bakımdan
kuvvetli olduğuna delalet eder:
a) Diğer
ateşlerle insanlar yakılmak veya taşlar kızdırılmak istendiğinde, önce bir ateş
yakılır, sonra yakılması veya kızdırılması arzulanan şey onun içine atılır;
cehennem ateşi ise, yanacak maddesi bir anda tutuşturucu ateş haline gelen
müthiş ateştir. Allah bol rahmetiyle bizi böyle bir ateşten muhafaza buyursun.
b)
O, son derece sıcak olduğu için, taşı bile
tutuşturur.
Niçin insanlarla
taşlar bir araya getirilerek, beraber cehennemin yakıtı oldukları söylendi?
Cevab: Çünkü insanlar dünyada, o taşları, put olarak yontup, Allah'a ortak
tutup, Allah'ı bırakıp onlara ibadet ederek, zaten kendilerini taşlarla
birleştirmişlerdir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak k! sizler ve
Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler cehennemin yakıtıdırlar" (Enbiya, 98)
buyurmuştur. Bu ayet, üzerinde olduğumuz ayeti (Bakara, 24>tefsir
etmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın âyeti ibaresini ibaresi açıklamaktadır.
Kâfirler, Allah'ı bırakıp taptıkları taşların, şefaatlerine nail olacakları ve
onlara itaat ederlerse, kendilerinden zararları giderecek şahidler ve
şefaatçiler olduklarına inandıkları için, Allah bu taşları onların azab sebebi
kılmış ve, onları derin bir üzüntüye sevkedip, bu üzüntüleri ile onları
yapayalnız bırakmak için, bu taşları cehennem ateşinde kızdırılmış olarak
onların gövdelerine yapıştırmıştır. Bunun bir benzeri de altın ve gümüşlerini
biriktirip yığan ve onların hakkı olan zekatı vermeyen kâfirlere Cenab-ı
Hakk'ın azabıdır. Şöyle ki bunlar onların üzerinde yakılacak,cehennem ateşinde
kızdırılacak ve o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla
dağlanacak. Cehennemin yakıtı olan taşlardan maksadın kükürt taşları olduğu
söylenmiştir. Bu, delili olmayan bir tahsisdir. Bu ayette, "taşlan",
kükürt taşlan diye tahsis etmenin doğru olmadığına delalet eden şeyler vardır.
Bu böyledir. Çünkü burada, Cenab-ı Allah'ın maksadı, cehennem ateşinin vasfını
yükseltmektir. Halbuki ateşin kükürt taşları ile yanması alışılmış bir husustur.
Bu sebeble, kükürtle cehennemin tutuşturuiması, ateşinin çok kuvvetli olduğuna
delalet etmez. Ama ayette geçen "taşlan", kükürt taşı olarak değil de
diğer taşlar manasına aldığımızda, bu, cehennem ateşinin şiddetini gösterir.
Çünkü diğer taşlarla, aslında ateşler söndürülür. Bu sebeble, ayette sanki
Cenab-ı Allah şöyle demiştir: "Cehennem ateşleri ta başında, dünya
ateşlerini söndüren taşlarla yandığı için, kuvvette had noktaya
ulaşmıştır". Allah Teâla'nın jij&l ^^*ı "Kâfirler için hazırlanmıştır."
sözüne gelince bu, hali ve sıfatı böyle olan şu ateşin, kâfirler için
hazırlandığını gösterir. Burada, namaz kılan fasıklar (günahkarlar) için, bu
vasıflarda olmayan başka ateşlerin (cehennemlerin) olduğuna delalet eden hiçbir
delil yoktur.
[245]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/409-410.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/410-411.
[3] Ebu Dâvud, Menâsih. 56
(2/185).
[4] Fezâilü'l-Kufân 14 (5/172).
Dânmî 2435.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/411-414.
[6] Beykâkî ve Deylemî bu hadisi
rivayet etmişlerdir. Keşfü-l Hafa 1/132.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/414-416.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/410-425.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/425-426.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/427-429.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/429.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/430.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/430-431.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/430-431.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/432.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/433.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/433.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/433-434.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/434.
[24] Dârimî, Fedâllü'l-Kur'an, 1
(2/431).
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.434.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/434.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/434.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.434-435.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/435.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/436-437.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/437.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/437.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/437.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.438.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/439.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.439-440.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.440.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/441-442.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/442-443.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/.443-444.
[50] Buhari. iman. 1 (1/8):
(Benzen hadis).
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/444.
[52] Benzeri bir hadis için
bakınız: Tirmızı, Zühd, 29 (4/571); Ibn Mâce. Zühd, 1(2/1373).
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/444-446.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/446.
[55] Bu şu demektir Kur ant kerîmde
muteşabh ayetler vardır Binaenaleyh bazı meselelerde, ıkı zıt tarafa
çekilebilecek ayetler bulunur. Bu ayetlerin doğru bir şekilde anlaşılmasını
sağlayacak vasıtalara bavşurmayanlar hata ederler.
[56] Kuran. Kuranın doğruluğuna
ve rehberliğine inananlar için delildir fakat buna inanma, için. tabiatıyla.
Kur'ân bir rehber olmaz Kuranın gerçeklen, onlarca mana ifade etmez.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/446-448.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/448-449.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/449.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/449-450.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/450.
[62] Buhârî, İman. 15 (1/11).
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/450-456.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/456-458.
[65] Tirmizi Fiten. 52(4/505).
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/458-459.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/459-460.
[68] Beyitteki kelimesi tefsirde,
"şın"lı olarak geçmekle beraber. Lısanu'l Arab ve Tâcu'l-Arus'ta
maddesinde şeklinde "sin" olarak geçmektedir
[69] Buhârî. savm. 1 (2, 225).
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/460-461.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/461-463.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/464.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/464-465.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/465.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/466.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/466.
[77] Va'îdıyye: Mürcı'e'nin zıddı
olan bir görüş olup, günarı işleyenlerin cennete mı cehenneme mı gideceklerinin
Du öünyada iken bilinebileceğini söyleyenlerdir.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/467-471.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/471-472.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/472-473.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/473-475.
[82] Mûcib-ı bı'z-zât. daha önce
geçtiği gibi. hür iradesi ile değil de, mahiyet ve tabiatı icabı, ihti-yarsız
yapan faile denir.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/475-495.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/5.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/5.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/5-11.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/11-13.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/13.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/14.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/14-15.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/15.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/15.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/15.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/16.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/16.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/16-23.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/23-26.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/26-27.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/27-28.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/28.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/28.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/28-30.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/30-31.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/31-32.
[105] Buharı, İman, 16 (1/12) vd.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/32-33.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/33-34.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/34.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/34-35.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/35-37.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/37.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/37-38.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/38.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/38-39.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/39-40.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/40-41.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/41.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/41.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/42.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/42.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/42-43.
[122] Şiirde ki birinci
kelimesini. lisanu'-I Araba göre şeklinde düzelttik.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/43.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/43-44.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/44-45.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/45-46.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/46.
[128] Buhari, İman, 32 (1/16)
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/47-48.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/49.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/49-50.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/50-51.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/52-53.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/53.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/53.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/53-54.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/54-56.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/57.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/57-61.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/62.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/62.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/63-64.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/64.
[144] Buhari, İstiskâ, 22(2/21).
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/64-67.
[146] Acizane anlayışımıza göre,
bu nazariye, yağmurun gökten indirilmesine aykırı değildir, sebebiyle de olsa,
yağmur yine gökten indirilmektedir. Bu tefsirin yazılmasının ı sekizyüz yıldan
fazla bir zaman geçmiştir. Binaenaleyh tabiî ilimlerde bu asırda kuvvet
nazariyelerden bir kısmı ile yorumlar ihtiva etmesi normal karşılanmalıdır
.İzahları geçerli olursa ne âla! Olmazsa müfessirin kâinata bakısında
gösterdiği gayreti ve o zamanki f\ göstermesi bakımından yine değerlendirilmesi
gereken bir hususiyet sayılmalıdır, değerlendirdiğimizden mütercimler olarak
biz, benzeri durumlarda aynen tercüme yetiniyor, değerlendirmeyi okuyuculara
bırakarak, sözü uzatmıyoruz.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/67.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/67-68.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/68-69.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/69-70.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/70-71.
[155] Bu sözün açıklamasıyla
ilgili olarak Bkz. Şezâratö'z-Zaheb, 1, 47.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/71.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/72.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/72.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/73.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/73.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/73.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/74.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/74-75.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/75.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/75-76.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/76.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/76-77.
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/77.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/77.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/78.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/78.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/78-79.
[173] Dehrî: Zaman ve maddenin
ebedî olduğunu kabul edip, Allah'ı ve âhireti inkâr eden kimse.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/79-80.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/81.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/81-82.
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/82.
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/82.
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/83.
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/83.
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/83-84.
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/84-87.
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/87-90.
[184] Buhari, Talak, 26 (6/178).
[185] Buhari, Tefsir, İhlas Suresi
Bölümü 112(6/95)
[186] Buhari, Rikak, 40 (7/191);
Müslim, Zikr,14,15 (4/2065).
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/91-93.
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/94.
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/94-96.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/96-97.
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/97-98.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/98-99.
[193] Hadis hakkında bkz.
Keşfu'l-hafa, II, 70-71.
[194] Câmîu's-sağîr, I, 26.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/100-101.
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/101-102.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/102-103.
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/103-105.
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/105-108.
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/108.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/108-110.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/110-111.
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/111.
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/111.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/111-112.
[206] Müfessihmiz, İşbu dördüncü
meselenin sonunda dünyanın küre şeklinde olduğunu kesinlikle benimseyip düz
olduğunu söyleyenleri reddetmektedir. Fakat o zamanki ilmî anlayışın tesirinde
kalarak dünyanın döndüğünü bilmemektedir.
Haklı
olarak şöyle bir sual hatıra gelecektir: Muasır birçok müfessir, dünyanın
döndüğüne : eden âyetler bulunduğunu söyleyip, âyetleri buna göre tefsir
etmektedirler. O müfessfrier şvndiki müfessirler mi hata ediyorlar?
Kısa
cevap verecek olursak, şöyle diyerek izaha başlamak isteriz: Evvela mes'eleyi
daha bir tarzda ortaya koymak gerekir:
Kuran-ı
Kerim, başta irşad hikmeti olarak çeşitli hikmetler için, beşeriyetin kendi
imkânlarıyla bilimsel seviyeye ait konularda, onların maddî mahiyetleri ile
ilgili kesin bilgi vermez,
Mesela
ezcümle: Dünyanın ne döndüğüne ne de dönmediğine dair kesin bilgi ihtiva etmez.
Hilkat
ağacında kemale erme meyli bulunur. Onun bir dalı olarak da insanda terakki
arzusu mevcuttur. Bu terakkî meyli, bir çekirdek gibi, neşvüneması bir çok
tecrübeler vasıtasıyla hasıl r cMvamlı akış halindeki fikirlerin neticelerinin
bir birine katılıp eklenmesi vasıtasıyla genişler, ve birbirine terettüb eden
bilim dallarını adeta meyveler halinde netice verir, öyle lı bu merhalelerden
bir önceki merhale olmadıkça, bir sonraki meydana gelemez, keza önceki lin
sonrakine mukaddeme olması da, ancak ulum-i mütearefe haline gelmesiyle (yani
bilinmesiyle) mümkündür. İşte bu sırra binaen, bir kimse müteaddit tecrübe ve
birikimler Ja doğmuş olan bir ilmi bundan on asır Önceki İnsanlara öğretmeye
kalksaydı, halkın Kanstırmaktan başka bir iş yapmamış olur, onları hidayetten
uzaklaştırırdı.
Mesela
deseydi ki:Güneşin durup dünyanın hareket etmesine ve bir damlacık suda
milyon canlı organizma toplanmasına
bakınız da Halik Taala'nın azametini anlamaya çalışınız, böyle deseydi, insanları islamdan
uzaklaştırmış olurdu. Çünkü insanlar "Zahiri" ettikleri bilgilerin tesiri altındadırlar.
Demekki, ondört asır sonra gelen bazı kişilerin
tatmin İçin en az on asır boyunca gelip geçen bunca nesli hak yoldan
saptırma irşad belagata münafi olurdu.
Bir
de şu gerçeği iyi anlamak gerekir: Kur'ân'ın asıl maksadı, insanlığın
ekseriyetine tek nübüvvet, ba's ve adaleti yerleştirmektir. Kevnî hadiseleri,
yani tabiî ilimler sahasına ı hususları, Kur'an tebei olmak istidlale vesile
olmak İçin zikreder.İstidlâlin gayesi tabiattaki mb Mtfamak, ondan da bu
nizamın tek yaratıcısını bilmektir. Oysa bu nizam her şeyde her zaman bulunur.
Nizamın teşekkül tarzı ve mekanizmasının nasıl olduğu fazla önemli dr Zira
onların mahiyetleri asıl maksadla İlgili değildir. Mesela dünyanın dönmediğine
nizam fikrine sahip oldukları gibi,döndüğüne inananlar da sahiptirler. Bundan
ötürü irşadı ve belagatı, bir kısım naslannın, insanların duyularla elde
ettikleri bilgilerle seviyesini i, ideal tutum olarak benimsemiştir. Ne varki
bunu yaparken onlara, delil verecek tarzda kinaye tarzında göstermiş, bununla
beraber tahkik erbabına, hakikatin nerede dair işaretler ve karineler
bırakmıştır.
Demek ki, bu konularda Kur'an'da sarahat
değil, İşaretler mevcuttur. İlmî seviyede, Kur'ân'ın müfessirlerin dikkatini
çekecek ilerlemeden az oldukça, müfessirtn bu konuda hata ihtimali artmaktadır.
Şimdi biz hata olduğunu söylesek de, aslında, onun devri için hata
sayılmamalıdır.
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/112-116.
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/120-121.
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/121.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/121.
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/121-123.
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/123.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/123-124.
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/124.
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/1214-125.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/125.
[218] Alemde, hayır ve şer diye
iKi gücün hakim olduğunu gecenin şerri, aydınlığın da hayrı temsil ettiğini
göstermektedir.
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/126-127.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/127-128.
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/128-130.
[222] Bu soruya sebep
kelimesindeki cemi vezninin, Arapçada azlık İfade eden, cem vezinlerinde
olmasıdır.
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/130-133.
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/133.
[225] Allah’ın cisim olduğunu
söyleyenler.
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/134-135.
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/135-136.
[228] İran kırallanndan. {310-379
m.) yılları arasnda yaşamış, hristiyanlara işkence etmiş. Bizans'la savaşmıştır.
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/136-138.
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/138.
[231] Bu görüşün isabetli olduğu
söylenemez. Sadece "fihi
nazar" demekle yetinelim (mütercimler).
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/138-141.
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/141.
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/142.
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/142-143.
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/143.
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/143-144.
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/144-146.
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/146-147.
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/147-148.
[241] Maksad, Mu'teziteın) son
imamlarından el-Kâdî Abdulcebbâr'dır (ö. 415 hicrî).
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/148-149.
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/149.
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/149-150.
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/150-154.