Bu Kitap Müttekilere Yol Gösteren Bir Kitaptır.
Buyurun dünyada
devlete, ahirette cennete gidişin yollarını gösteren Allah kelâmını okumaya
devam edelim.
Kur'ân-ı Kerîm de
yazılış sırasına göre ikinci sûre olan, "Bakara Sûresi" diye
isimlendirilen ve Kur'ân-ı Kerîm'in en uzun sûresi olup Medine'de nazil olan
içinde ahkam âyetleri oldukça fazla bulunan Bakara Sûresi'nin tefsirine
başlıyoruz. Rabbim kalbimizi ve dilimizi açsın, öğrenmek, amel etmek ve
öğretmek nasib etsin. Amin.
Sûrelerin isimlerinin
manası vardır, ama genelde bütün dillerde terceme yapılırken isimler terceme
edilmez. "Ali" adı yüce diye "Mustafa" süzülmüş, arınmış
diye, "Mahmut" ismi öğülmüş diye terceme edilmediği gibi Bakara
Sûresi de inek sûresi diye terceme.edilmez.[1]
(1) Elif Lam
Mim. Kur'ân-ı Kerîm'in yüzondört sûresinden yirmi dokuzu bu tür harflerle
başlar. Bu harflere "Hurufu Mukattaa" denir. Yirmi dokuz sûrenin
başında gelen bu harfler 14 tanedir.
Kur'ân veya Rasûlullah
tarafından bu harflerin mânâsı bize bildiril-mediği için biz de bu konuda bir
şey demiyoruz.
Bazı tefsirlerde elif:
Alâüllah, lam: Lutfullah, mim Mecdullah şeklinde tefsir edilmiştir.
Elif, boğazdan çıkan
harflerdendir. Lam, ağzın ortasından çıkan harflerdendir. Mim de dudaktan
çıkan harflerdendir. Yani en derinden en uca kadar bütün harfleri temsil
ederler.
Sûreye bu tür
harflerle başlanması Arap edebiyatçılarına meydan okumayı da içermektedir.
"Kurân-ı Kerîm'i Muhammed'in kendisi uyduruyor" diyen kâfirlere
"buyurun bu arapça sizin diliniz. Bu Kur'ân bu elif, lam, mim, sad, nun,
kaf, ha, ta, ayn, sın, ra,... gibi harflerden meydana gelmiş, ana malzemesi
elinizde, siz de bir sûre getirin" anlamınadır.
Bu sûrenin üçüncü
âyetinde bu meydan okuyuş apaçık yapılmaktadır.
Tabiat kanunlarının
her biri Rabbimizin âyetleridir. Bunlara tekvini kanunlar diyoruz. Bir çiçeğin
açmasında, bir böceğin uçmasında bir çok kanunu ilahi çalışmaktadır, İnsanoğlu
bu kanunları keşfeder, elementleri bulur ama bir çiçeği yoktan var edemez.
Rabbimizin teşrii
kanunu olan bu Kur'ân âyetlerinin lafızları da bize 29 harfin bir araya
gelmesiyle ulaştırılmış. İnsanoğlu bu harflerin hepsini sayar, yazı kanun ve
kurallarını da bilir ama, elementlerden bir çiçek yaratamadığı gibi bu
harflerden de bir âyetin benzerini getiremez.[2]
(2) İşte
Kitap Budur:
Bundan başka doğruyu
gösterecek kitap yoktur. Hatırlanacağı gibi Fatiha Sûresi'nde "Bize doğru
yolu göster" diyorduk işte o doğru yolu gösterecek olan kitap budur! Bunun
dışında buna zıt bütün kitaplar değersizdir, günlük, haftalık, aylık, senelik
veya klasik kitaplardır.
Bu kitap ise Hakdan
geldiğinden içindekiler değişmez hakikatlardır. "Onda hiç şüphe
yoktur"
Allah'dan geldiğinde
hiç şüphe yoktur. Doğruluğunda şüphe yoktur. Doğru yola götürür bunda da hiç
şüphe yoktur. Günümüz düşünürlerinin siyasî, iktisadî, hukukî görüşlerinin
doğru olma ihtimali de vardır, yanlış olma ihtimali de vardır.
Doğruluk veya
yanlışlıklarını zaman apaçık bir şekilde ortaya çıkarır. İnsanların
görüşlerinin doğru yada yanlış ihtimali olduğundan zan ifade eder. Allah (c,c.)
Kur'ân'a uymayanların zanna uyduklarını zannın da gerçeğe ulaştırmadığını haber
verir.[3]
Günümüzün
yazarlarından bir kısmı kendi açısından haklı olarak "Ben her fikre saygı
duyarım" demektedir. Kendi fikrinin zamanla tutarsızlığını anlayınca bu
sözü söyleme mecburiyetinde kalıyorlar. Bu tip insanlar bir tek Allah kelamının
haklılığını inkar edebilmek için, beş milyar insanın haklılığını kabul etme
zorluğuna katlanıyor ve ama beşmilyar insana da saygısız oluyorlar.
Biz doğruluğunda şüphe
olmayan bu kitaba iman ettikten sonra bu kitaba ters düşen hiçbir fikre,
görüşe, kanuna saygı göstermeyiz. İnsana saygımız vardır ama insanın ürettiği
imansızlığa ve isyana saygımız yoktur.[4]
Takva:
Pıtrak dikeninin çok olduğu bir yerde ayakkabı olmadan yürürken insanın
ayaklarına diken batmaması için bütün vücudu dikkat kesilir, vücudunun her
parçası göz olur ya işte bu dünyada elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü,
kulağım, ayağım haramlara-dokundurmadan ömrünü geçirmeye takva denir.
Şirk'den sakınıp iman
üzere olmaktır takva.[5] İsyandan sakınıp itaat üzere olmaktır
takva..,[6]
Her işinizde Allah'ın
rızasını aramak için Allah'a layık bir kul olmaya çalışmaktır takva. [7]
İçini Hak için
şirkten, yalandan, kinden, iftiradan, hasetden, gıybetden arındırmak süslemek,
dışını halk için süslemektir takva.
"Allah takva
üzere olanlarla beraberdir. "[8]
Eğer bana reis-i
cumhur veya genelkurmay başkanı bir kart gönderse ve "seninle beraberim
işte özel telefonum, istediğin zaman ara" dese benim konuşmalarım belki
biraz daha açık ve net olur.
Halbuki beni karakola
götürseler bu kart sahiplerinin haberi olmaz.
Bana o karakoldakiler
telefon ettirmeyebilirler. Halbuki Allah (c.c.) "Her nerede olursanız olun
O sizinle beraberdir" buyuruyor. K. Kerim, Hadid Telefon etmenize gerek
yok. O'ndan güçlü olan da yok. Onun için takva üzere olmak demek düşmana karşı
güçlü olmak demektir.
Takva üzere olana
Allah (c.c.) iyiyle kötüyü ayırt etme özelliği verir[9]
işlerini kolaylaştırır,[10] her sıkıntılı işine bir çıkış yolu verir,
hiç hesap etmediği yerden rızıklandınkr. [11]
Takva üzere olan
korkmaz ve üzülmez.[12]
Takva üzere kurulan Küba Mescidi 1400 seneden beri devam ettiği gibi takva
üzerine kurulan ve takva üzere devam eden devlet de yıkılmaz.
Çünkü takva üzere
kurulan devlette her mütteki insan kendisine verilen görevi yerine getirdikten
sonra da 24 saat her halinde o takva üzere kurulmuş devleti çalıştırmak,
çalışmasını engelleyenlere karşı koymakla kendini görevli bilir.[13]
(3) "Onlar
gayba iman ederler. Namazı dosdoğru kılarlar ve onlara rızık olarak
verdiklerimizden infak ederler"
Sizin yanınızda sizi
övenle, yokluğunuzda sizi öven bir değildir. Nice insanlar vardır ki, önünde
yağ çekip takla attığı insanın ardından kuyusunu kazar.
Değerli dostlar ise
dostunu yokluğunda savunur, yüzyüze geldiğinde ise münasip bir dille hatalarını
söyler.
Muttaki insanlar
Allah'ı, melekleri, cenneti cahennemi görmeden inanırlar. Bugün müslümanlar
Peygamber Efendimizi de görmeden inanıyorlar. Onun içindir ki, Efendimiz:
"Beni görüp bana iman edene müjdeler olsun. Beni görmediği halde bana
iman edene yedi kere müjdeler olsun" buyurmuştur." [14]
Kendisi Allah'ı
görmese de Allah'ın kendisini gördüğüne inandığından bütün hareketlerim
kontrol eder.
Şoför uzun yolda
radara yakalanıp ceza vermeyeyim diye sür'at sınırını aşmadığı gibi, muttaki
müslüman da ahirette cezalandırılmayayım diye Allah'ın haram sınırlarına
yaklaşmaz.
Günümüzde "Ben
görmediğime, labaratuarda incelemediğime inanmam" diyenler yeni bir söz
söylemiş sayılmazlar. Çünkü "Bu güneşin altında söylenmedik söz
kalmadı" biz bu tefsirimizde yeri geldikçe imansızların kötü sözlerinin
yeni olmadığını, daha önce başka imansızlar tarafından söylendiğini Kur'ân-ı
Kerîm'den naklederek isbat edeceğiz. "Küfür cephesinde yeni bir şey
yok" adı altında bir kitabımda günümüz kâfirlerinin çağdaş düşüncelerinin
çağlar öncesine ait olduğunu gösterdim.
Günümüzde yaşayan bir
düşünürün düşüncelerinin Kur'ân'da daha önce haber verildiğini göstereceğiz.
Çağdaş imansızlar
gibi, Musa (s.a.v.)'nın kavminden bir kısmı "Musa, biz Allah'ı apaçık
görmedikçe sana inanmayacağız" demişlerdi.[15] Çölde söylenen bu sözü bugünkü kâfir
labaratuardan söylüyor. Gözümüzün bir sınırı var. Bu göz Allah'ı görseydi,
Allah'ın gücü ve büyüklüğü sınırlı olurdu.
Bu gözler gördüğünü
emri altına alıyor. Yüce dağları deliyor. Denizin derinliklerinden en değerli
inci mercanlarını çıkarıyor.
Gözlerimiz Allah'ı
görecek şekilde yaratılmamıştır. O'nun yarattıklarından ilmini, kudretini,
san'atım, rahmetini görüyor ve O'na iman ediyoruz.
"Namazı dosdoğru
kılarlar."
Cennetin anahtarı[16] gözlerin nuru[17]
müslümanlann can ve tenlerinin huzur bulup rahatlama yeri olan[18] Kur'ân ve sünnetin tarif ettiği şekliyle
dosdoğru kılarlar.
Kötülüklerden alıkoyan
K. Kerim,[19] kalp ve kalıpları bir
araya getiren müminlerin mi'raci olan, Hak huzurunda halkla beraber, halk
içinde Hakla beraber olunan namazı kılarlar. Günde beş defa elbisemize, namaz
kılacağımız yere, eller yüzler baş, ve ayaklara dikkatimizi çeken ve bizi temiz
olmaya sevkeden namazı kılarlar.
Rabbimiz göktekilerin,
yerdekilerin, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların,
secde ettiğini haber verir.[20]
Mümin bütün yaratıkların ibadetini toplamak için namazını kıyam, rüku, sucud ve
kaide ile tamamlar.
Buhari'nin
Kitabü-t-Tevhid'de rivayet ettiği bir hadiste Yemen'e gönderilen tebliğciye
Efendimiz: Önce Allah'ı tanıtmasını ister, Allah'ın varlığını ve birliğini
kabul edenlere namaz kılmalarını ondan sonra zekat vermelerini emreder.
İnanmış insanların bir
araya gelebileceği en güzel yerler camilerdir. Dernekler, cemiyetler ve
vakıflara yalnız üye olanlar girebilirken camilere her mümin girebilir.
Yunus Sûresi'nin 87.
âyetinde Musa ve Harun (s.a.v.)'un Mısır'a yerleşince ilk işlerinin mescid
edinip namaz kılmakla emrolunduklarını haber verir Rabbimiz.
Peygamber Efendimiz
Medine'ye hicret edince ilk işi mescid yapmak olmuştur. Mekke'yi fethedince de
fetih namazı kılmıştır. Sa'd b. Ebi Vakkas Iran Kisra'smın sarayını fethedince
altın, yakut, zümrüt, inci, mercanlara bakmadan bütün bunları yaratana
yönelmiş ve fetih namazı kılarak Rabbine şükretmiştir.
Namaz sıkıntılı
zamanlarda sığınak[21] sevinçli zamanlarda şükür makamıdır.
Rabbin mülkünde onun
yarattığı bedenle O'nun huzurunda O'nun öğrettiği kelimelerle O'na yönelmek
halkdan. alakayı kesip Hakla beraber olup selamla tekrar halka dönme halidir,
namaz. İbrahim aleyhisselam Rabbine dua ederken kendisinin ve neslinin namaz
kılanlardan olmasını ister,[22]
Rabbimiz, Efendimize ve ailesine namazı emreder ve senden rızık istemeyiz rızkı
veren biziz diyerek namaz ister.[23]
Namaz cimrilik
hastalığının da ilacıdır.[24] Günümüzde
dilencilerin kahvehane, sinema, tiyatro, futbol sahası önünde değil de camilerin
önünde durmaları bunun göstergesidir.
Aynı inancı paylaşan ve
camilerde bir araya gelen cemaatın içinde zengini vardır, fakiri vardır.
Yerlisi vardır, yolcusu vardır, duİ'u vardır, yetimi vardır. Devletin elinin
uzanmadığı veya haberinin olmadığı haller olabilir. Bu durumlarda,
"Onlara nzık
olarak verdiklerimizden infak ederler."
Müminler Karun gibi
toplayıcı değil, Harun gibi dağıtıcıdırlar. Dağıtmak için kazanırlar, verirken
tükeneceğinden korkmazlar. Çünkü veren Allah'dır, "ver" diyende
Allah'dır. "Siz Allah için bir şey verdiğinizde Allah onun daha iyisini
verir, O nzık verenlerin en hayırlısıdır.[25]
İblis gibi fakirlikten
korkutup cimriliği emretmez[26] İdris gibi cömertliği emreder.
Ne kadar verelim
sorusuna Bakara 219. âyette ihtiyaç fazlasının verilmesi gerektiği nereye
verelim sorusuna 215. âyette anne-babaya , yakınlara, yetimlere, fakirlere,
yolda kalmışlara diye cevap verirken bunların müslüman veya kâfir oldukları
bildirilmemiştir, Hatta Bakara 26. âyeti "kâfirlere hidayet vermek sana
düşmez. Sana infak etmek düşer anlamındadır.
Allah yolunda infakda
oran yoktur. Zekatta sınır vardır, sadakada sınır yoktur. Sadaka intakıma
sınırını İsra Sûresi'nin 29. âyeti göstermiş ve eliboş kalacak şekilde saçıp
savurmayı da yasaklamıştır.[27]
Rızık: Allah'ın
kuluna verdiği ilim, makam, mevki, yiyecek, giyecek ve içeceklerin hepsine nzık
denir. (Müfredatı Rağıb) "Sizden birine ölüm gelip "Ya Rabbi keşke
yakın bir zamana kadar ecelimi geciktirsen de sadaka versem" demeden önce
size verdiğimiz rızıkdan veriniz."[28]
İlminizin sadakasını
verin. Makam ve mal varlığınızın sadakasını vermez.
Allah yolunda yapılan
infakın verildiği zamanlar da önemli. Müslümanların dar ve zor durumlarında
yardım edenle bol günlerinde yardım eden bir değildir. Rabbimiz Mekke fethinden
Önce infak eden ve harb edenlere Mekke fethinden sonra infak ve harb
edenlerindenk olmadığını haber veriyor.[29]
Günümüzde iyi niyetli
bir kısım müslümanlarımız bir araya gelerek kendi işyerlerinden ayrı olarak
ortak bir işyeri açarak gelirini Allah yolunda harcamaya karar verirler. Bazan
üç kişi ortak bir işyeri açarlar ve yüzde doksanını aralarında bölüşürler,
yüzde on'unu da Allah yolunda harcamaya karar verirler.
Bu laiklik anlayışının
bizdeki görüntüsüdür.
Bu Mekkeli müşriklerin
"Bu Allah içindir. Bu da putlarımız içindir."[30] diyerek gelirlerini ikiye ayırması gibidir.
Mümin, canını
yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda
mal ve canıyla cihad eder.
"Onlara
verdiğimiz nzıktan infak ederler" âyetini okuyunca biz verdiğimizi kendi
malımızdan değil, Allah'ın bize emaneten verdiğinden infak ettiğimizi
anlıyoruz.
Düğün evinde yemek
kazanının başındaki aşçı yemek dağıtırken kimseyi minnet altına alamadığı gibi,
kimsenin başına kakamadığı gibi, "Ben malımdan dağıtıyorum" diyerek
övünemediği gibi infakda bulunan kişide haddini bilir.[31]
(4) "Ve
onlar sana indirilene, senden önce indiriîenlerede iman ederler ve onlar
ahiretede yakiyn bir bilgi ile iman ederler"
Yani sana indirilen bu
Kur'ân~ı Kerîm'e iman ederler. "Senden önce indirilenlere de iman
ederler." Yani İbrahim, Musa, Davud, İsa ve diğer peygamberlere indirilene
de iman ederler.
Yahudi gibi ırkçılık
yapıp yalnız Beni İsrail'den olanlara inanıp diğerlerini inkar etmezler.
Peygamberlerin
özelliği, güzelliği kendi şahıslarından ırklarından, dillerinden gelmez,
Allah'ın onları peygamber olarak seçmesinden gelir.
Allah'ın gönderdiği
peygamberler hangi ırkdan, hangi renkden olursa olsun iman ederiz. O'na
indirilen kitabı da kitabımız kabul ederiz.
"Ve onlar ahirete
de kesin bir bilgi iîe iman ederler."
Yakını bilgi,
kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Müttekiler ahireti gözleriyle
görmemişlerdir. Ancak gözlerini yaratan Allah (c.c.) ahiretin varlığını haber
verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde yanılma ve yanlışlık
olur, fakat Allah'ın haberinde yanlışlık olmaz.
Çölde su görüpde ona
doğru koşan insan çoğu zaman su yerine serapla karşılaşabiliyor. Bu sebeple
biz Allah'ın haberine gözlerimizle gördüğümüzden daha fazla inanırız.
"Bu dünya
hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz diriltilecek
değiliz."[32] diyen insanlar mevsimlik böcekler gibi hiç
görmedikleri baharı inkar etmekteler. Ama bu kışın bir baharı da vardır.
Ana rahmindeki çocuğa
"Buradan daha geniş bir dünya var" deseniz gülüp geçebilir. Bu dünya
da ahiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde yaşar büyür ve ölerek
ahirette doğarız;
Baharda doğan, yazın
gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen,.kardan kefenlerle toprağa gömülen
çekirdeklerin baharda İsrafil'in surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe
dönüşmeleri ahiretin varlığını bize hatırlatan âyetlerdir.
Günümüz ateist
kâfirlerinden birisi bana şöyle sormuştu:
"Adamın biri
denize düşse, onu balina yutsa, balinayı balıkçılar tutsa, bin parçaya ayırsalar,
binlerce insan yese, bu insanlardan biri Asya'da, biri Avrupa'da ölse, biri
yansa duman olup gökyüzüne yükselse, şimdi bu denize düşen adamı Allah nereden
nasıl toplayacak?
Ona şöyle cevap
verdim: "Babanın okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'de Yasin Sûresi vardır. O sûrenin
yetmiş dokuzuncu âyetinde soruyun kısa bir cevabı vardır. Müşriklerden birisi
mezarlıklardan çürümüş bir kemik getirip Efendimiz'in önünde ufalayarak
"bu çürümüş kemiği kim diriltecek" diye sorar. Rabbimizde "Onu
ilk Önce kim yaratmışsa o diriltecek" diye cevap verir.
Sen bana denize
düşenin dağılışını anlattın. Ben de sana senin toplanışını anlatayım: Bir
zamanlar sen yoktun, annenle baban evlendi. Meninin altmış milyonda biri kadar
küçükdün dokuz ay sonra dünyaya geldin. Anne sütünden sonra Adana'nın domatesi,
Erzurum'un yağı, Ayvalık'ın zeytinyağı, Trakya'nın peyniri, Rize'nin çayı,
Konya'nın buğdayı sana doğru geldi ve sen seksen kiloluk bir adam oldun. Bu
saydıklarımın ekilip büyümesi için Avrupa'dan, Amerika'dan, Afrika'dan gelen
âletleri, ilaçları, havayı saymıyorum. Senin dağıttığın yerlerden toplamış
Allah seni. Seni buralardan toplayan Allah o senin dağıttığını da toplar"
deyince "inandım ahirete" demişti.
Ateist (kâfirler)
arasında düşünen insanlar bazan bulunabiliyor. Bu kadar zulmeden zalim insanlar
ölüyor. Bu mazlumun hakkı burada alınamadı. Bu mazlumda ah çekerek ölüyor. Bu
ikisi de aynı toprağa gömülüp yok olup gidiyor. Öyleyse iyiliğin, güzelin,
erdemin, adaletin ne önemi var? diyor ve Allah'a ve ahirete imana yol ararken
uluslararası insanları imansızlaştırma Örgütü onun Önüne çıkararak
"İnsanlar iyilik ve kötülüklerinin karşılığını yeniden dünyaya gelirken
akrep olarak, yılan olarak, iyi insan da daha iyi şekilde dünyaya gelecek"
diyor. Bunlardan birine ben "O takdirde dünyada insan ve hayvanların
sayısı artmamalıydı" deyince "Merkezimize bir sorayım dedi ve bir
hafta sonra "Uzaydan dünyamıza gelenler ve gidenler varmış nüfus artışı
oradanmış" diye cevap vermişti.
Bir defa yalan
söylediniz mi ardından yumak söker gibi yalanlan çoğaltmak mecburiyetinde
kalırsınız.
Müttekiler
görmedikleri halde Allah'a, meleklere, cinlere, cennete, cehenneme vs. iman
ederler. Namazlarım dosdoğru kılarlar kendilerini kötülüklerden cimrilikten
korurlar, Allah'ın verdiği azıktan dağıtırlar, Hz. Peygamber'e ve diğer
peygamberlere indirilenlere iman ederler, ahirete seksiz şüphesiz inanırlar.[33]
(5)
"İşte bunlar, Rabîerînden olan bir hidayet üzeredirler ve işte bunlardır
kurtuluşa erenler."
Kurtuluş diye teıceme
ettiğimiz "Felah" kelimesi Arapça'da engeli aşmak, yarmak mânâsına
gelir.
Para, kadın, makam,
şan, şöhret gibi engelleri aşanlar dünyada devlete (meşru yoldan paraya,
kadına, makama, şan'a, şöhrete) ulaşırlar, ahiret-te cennete ulaşırlar.
Firavun komutanlarına
ve ilim adamlarına "Bütün tuzaklarınızı planlarınızı toplayın sonra saf
saf gelin. Bugün yüce olan felaha erecektir"[34]
diyerek O da Musa (s.a.v.) engelini aşmak ister ama aşamaz ve denizin
derinliklerinde boğulur.
Rabbimiz Musa
aleyhisselama "korkma yüce olan sensin" buyurur.[35]
"İşte Onlar
Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler" âyetindeki üzeredirler mânâsına
gelen "Alâ" harfi cerri müminleri imanlanyla yüceltirken kâfirlerin
yerini belirlerken içinde aşağıda mânâsına gelen ve okur ken aşağıya doğru
çekilen "fi" harfiyle ifade etmiştir. "Mücrimler (suçlular)
sapıklık ve cehennem içindedirler"[36]
Mümin bir insan,
fakirliği sebebiyle köprü altında yatıp kalkan mümin bir insanı, dünya
insanına yön veriyoruz diyen imansız insandan üstün ve hayırlı görecektir.[37]
Bu haleti ruhiye
içinde olan mümin insan, kâfirleri insanlık derecesinden hayvanlık derekesinin
aşağısına düştüğünü görür ve onun tekrar yükselmesi için Allah'ın ipi olan
Kur'ân'ı ona doğru uzatır.
İmansızın makamı,
mevkii, rütbesi ne olursa olsun ona İslâm'ı tebliğ için gittiğinizde endişeye
ve heyecana kapılmayın. Rabbimiz imansızların hayvandan daha aşağı olduğunu
haber veriyor.[38] Korkmayın ama acıyın ve kulaklarından değil
gönüllerinden tutarak yardım edin ve
kardeş olun.
Yukarıda vasıfları
bildirilenler felaha erenlerdir. Kur'ân-ı Kerîm felaha erenleri şöylece haber
verir.
Nur'a uyanlar
(Kur'ân'a),[39] Kur'an-ı işitip itaat edenler[40] iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar (Ali
İmran 104); anne ve babaları da olsa Allah ve Rasûiü ile harbedenleri sevmeyen
ve Allah'dan yana (Hizbullah'dan) olanlar (Mücadele 22) Allah için hicret
edenleri kendilerine tercih edip nefsini cimrilikten koruyanlar (Haşr 9)
kurtuluşa erenlerdir.[41]
(6) "Hiç
şüphesiz kâfirleri ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın onlara göre birdir.
Onlar iman etmezler."
Eğer tebliğin tesirsiz
kalırsa tereddüt etme, şüpheye düşme! Hata senin tebliğ ettiğin nur gibi
âyetlerde değil, o âyetlere gözlerini yumanlardadır.
Güneşli havada
gözlerini yumarak giderken kanala veya çukura düşen kişi kabahati güneşe
bulamaz.
Gözlerini kapayan kişi
için güneşin doğmasıyla batması aynıdır, farketmez.
"Senin
korkutmanla korkutmaman birdir" denmiyor.
Sen insanların
yollarının cehennem çukuruna doğru gittiğini, düşerlerse çıkamayacaklarım
onlara söyle o yoldan onları çevir cennete giden yola gitsinler.
Bu küfür yolunda
yürürlerse ailelerde iffet, insanlarda merhamet, mahkemelerde adalet kalmaz.
İnsanlar birbirini parası için sever. Kalbine göre değil kasasına, kesesine
göre değer verir. Güçlüleri sevilir güçsüzler ezilir.
Böyle bir toplum
olmaktan onları sakındır. Varacakları yerin kötülü günü anlatarak onlan korkut.
Senin bu
korkutmalarına rağmen ateş çukuruna doğru koşuyorlarsa bu onların yaptıkları
kötülükler nedeniyle Allah'ın onların akıllarını, kulaklarını, gözlerini
kapatmasındandır.
Allah (c.c.) Yasin
Sûresi'nin 10, âyetinde bu âyetin bir kısmını tekrarladıktan sonra 11. âyette
Kur'ân'a uyan Rahman'a iman eden kişilerin uyarıya kulak vereceklerini haber
verir.
Günümüzde "Ben
Allah'dan korkmam, Allah varsa beni çarpsın" diyen kâfirler, ormanlar
kralı aslan'ııı yelesine konup sonra da "Hani aslan neredeyse karşıma
çıksın, ben aslandan korkmam" diyen, sinek gibidirler. Aslandan korkmak
için ceylan olmak lazım. Aslan hakkında bilgisi olmayan ondan korkmaz. İki
yaşındaki çocuk korkmadan elektirik cereyanına elini uzatırsa bu onun
cesaretine işaret etmez, cehaletine işaret eder.
"Allah'dan ancak
âlim kulları korkar."[42]
Küfr: Örtmek
gizlemek mânâsına gelir.
Çiftçi tohumu toprağa
gömdüğü için Araplar çiftçiye de "küffar" derler.[43] Her şeyi örttüğü için geceye, yıldızlan
örttüğü için buluta da kâfir derler.
Kâfir kişide Allah'ın
varlığını görmezlikten, bilmezlikten gelip inkara gittiğinden bu ismi
almıştır.
Kâfirler de kendi
aralarında kısımlara ayrılırlar.
1- Allah
(c.c.) hakkında hiç bir bilgisi olmayan bildirildiğinde de kabul etmeyen
Firavun bunlardandır. Musa aleyhisselam ona İslâm'ı tebliğ ettiğinde, Firavun
"Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilah bilmiyorum"[44]
demişti. Yani kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim diyor.
2- Allah'a
ve Rasûlü'ne inanır, inandığını Ebu Talip gibi ikrar da eder ama makamı, şanı,
şöhreti, rütbesi uğruna İslâm'ı kabul edemez.
3- Diliyle inandığını söyler ama kalbinden iman
etmez, münafıklar gibi.[45]
Küfrün anatomisi: Bu konuyu "Allah'a iman" isimli eserimde şöyle açıklamıştım.
Zaman içerisinde
peygamberlerin yolundan sapanlar, Allah'ın (c.c.) büyüklüğünü inkar ederek
kendilerinin büyüyebileceklerine inanmışlar. Kendi akıllarını kendilerine put
yapmışlar. İçlerinde soyut bir şekilde olan putlarını dışarda somutiaştırarak
tapınma ihtiyacını gidermişler. Ateş'e, Zeus'a, Minerva'ya, İneğe,
Ahuramazda'ya, Apollon'a îapmanlar aslında kendilerine tapınmakta ve kendi
çıkarlarını güvence altına almaktalar.
Hz. İbrahim bu kendi
çıkarları için put yapan putpereslere "Aranızda muhabbet vesilesi olsun
için Allah'ı bırakarak putları tanrı edindiniz"[46] diyerek onların putperestlik haleti
ruhiyelerini çizmiştir.
Putperesler putların
konuşmadığını, fayda ve zarar veremeyeceğini, başına konan bir sineği kovamayacağını
biliyorlardı.
"Ben ateistim hiç
bir tanrıya inanmam" diyen insanın kendine tapındığını haber verir
Rabbimiz.[47] Kendine tapınan bu insan
birgün kendinin de öleceğini, kendisini bu dünyaya getiren gücün mutlaka bir
gün onu götüreceğini görünce, kendinden daha güçlü birine inanma ihtiyacım
hissetti. Nuh aleyhisselarmn oğlu gibi koca koca dağlara sığınmaya İT. Kerim,[48] tabiata iman etmeye başladı. K. Kerim,[49]
Karıncanın incecik
belindeki çelik kuvvet, bülbülün minnacık göğsünden şakıyan ve hiç tekrarı
olmayan musiki, aynı toprakta biten mor menekşe, kırmızı lale, beyaz gül, şeker
kamışı, acı biber, bir damla kanda milyonlarca canlı ve her canlıya verilen
rızık, kendi iç dünyasında meydana gelen değişimler, bütün bunları evirip
çeviren birinin ilmini ve kudretini gösteriyor.
Fizik, kimya,
biyoloji, astronomi, tıp gibi ilim dallarında araştırma yaparak ün kazanan
insanlardan inançsız biri çıkmamıştır. "Ben ateistim hiç bir tanrıya
inanmam" diyenler daha ziyade, Mehmet Akif Merhumun;
Serseri: Hiçbirinin mesleği
yok meşrebi yok
Feylozof hepsi fakat
pek çoğunun mektebi yok. Şimdi Allah'a söver sonra biraz bol para ver. Hiç
utanmaz, protestanlara zongoçluk eder.
dediği gibi mesleği,
meşrebi, mektebi olmayan ve şaklabanlığı sanat zanneden zümredir.
Bunlar fikrî yönden
azgelişmiş insanlanmızdır. Bunları kendi hallerine bırakmak ekonomik yönden az
gelişmişleri kendi hallerine bırakarak ölüme terketmek kadar günahdır.
Zafiyet hastalığına
tutulan insanın yediğini, kustuğu gibi, en değerli besinleri beğenmediği gibi,
canın ve teninin gıdası olan dini de kabul etmeyebilir. Serum verir gibi
gönlüne girmek ve gönlündeki kara perdeyi aralamak bizim görevimiz.
Batı'da yapılan
araştırmalar insanları Rabbine biraz daha yaklaştırdı. Deniz altında yaşayan
binlerce canlının, doğumu, yaşamı ve ölümünde tesadüfe yer olmadığı, aynı
topraktan meydana gelen şeker pancarıyla bir kazanı acıtacak acı biberin
şekerli çıkamadığı görülünce bütün bu elementleri birleştiren fotosentezi
oluşturan ve keşfedilen bu kanunları koyan biri arandı ve neticede Allah
inancına dönüldü.
Böylece bir dönüş
kişiyi müslüman yapar mı?
Bundan 15 sene önce
batılı bir bilim adamının "Beni Allah'a inanmaya götüren sekiz olay"
başlığı altında bir bildirisi yayınlanmıştı. O bildiride hayvanların
yaşantıları anlatılıyor ve tesadüfün yeri olmadığı söyleniyordu.
O günlerde kendi
kendime sormuştum "bu itirafıyla bu insan müslüman olur mu?" diye,
Rabbimiz K.Kerîm'inde buna da cevap vermiş. "And olsun ki, eğer
onlara" Gökleri ve yeri yaratan, Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altında tutan...
Gökten su indirip onunla öldükten sonra yeri dirilten kimdir" diye
sorarsan şüphesiz Allah'tır derler. K. Kerim,[50]
Mekke müşriği Ka'be'de puta taparken yeri göğü yaratanın, gökyüzünü Ay ve
Güneş'le donatanın, gökyüzünden yağmur indirip yeryüzünü diriltenin Allah
olduğunu kabul ediyordu da mümin olamıyordu.
Puta tapan bir
inkarcının bir itirafı zaruri bir itiraf oluyor. Rabbimîzin iki kanunu veya iki
âyeti vardır. Birincisi Kur'ân-ı Kerîm'deki okunan âyetleridir. Diğeri
Rabbimizin varlığını ve birliğini anlatan tabiatta gördüğümüz ve göremediğimiz
âyetlerdir. İnsaflı bilim adamları gözle görülemeyen atomun içindeki enerjiyi,
incir çekirdeğinin içindeki incir ağacının dallarını ve yapraklarını,
birbirine benzemeyen milyarlarca parmak çizgisini görünce bunu bu kara toprak
yapamaz. Bizim yapamadığımızı bu kara toprak yapabilecek ince zekaya sahip olsa
idi, bizi üzerinde dolaştırmazdı. "Bütün bunları yapan üstün bir güç
vardır" dediler. Tabiat kanunlarında hiç bir eksiklik veya fazlalık
olmadığını, tabiattaki hiç bir kanunun zaman aşımına uğramadığını gördüler.
Bütün bunları bilen ve
görenler bunları yaratan üstün güce inanmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü
kendileri dahi o kanuna uygun olarak doğup büyüyüp ölüyorlar.
Tabiattaki âyetlerin
yaratıcısının Allah olduğuna inananlar Kur'ân âyetlerine inanmak istemediler.
Çünkü Kur'ân âyetlerine inanmak çıkarlarını zedeliyordu. Monarşik bir idare
olan Mekke yönetimine son veriyor, insanın insana hakimiyetini ortadan
kaldırıyordu.
Kumara, faize,
rüşvete, karaborsaya, aldatmaya dayalı haksız kazancı yasaklıyordu.
Kadının şehvet metaı
gibi alınıp satılmasını engelliyordu. Aklı perdeleyen, ailelerin sönmesine
sebep olan uyuşturucuyu yasaklıyordu.
Bütün bunlardan çıkar
sağlayanlar inkar ettiler. Biz tanrı tanımayız dediler. Bir kısmı ise
"âyetlerin bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız" dediler. Bir
kısmı ise "Kur'ân âyetleri devrini tamamlamıştır. 1400 sene önce güzelmiş
ama çağımıza uygun değildir dediler. Dediler de kendi içlerinde çelişkiye
düştüler.
Hz. Adem'den bugüne
kadar devam edegelen tabiat kanununda düzensizlik olmadığını ve bu tabiat
kanunlarının çağımıza uygun olduğunu söyledikleri halde tabiatın yaratıcısı
olan Allah'ın Kur'ân'daki âyetlerinde hata aramaya başladılar.
Halbuki Kur'ân'da hata
eden tabiat kanununda da hata eder. Tabiat kanununda hata olmadığına göre
Kur'ân hükümlerinde de hata olmayacağını akıl edemezler.
Akıl edemezler; çünkü
vücudları faizden, rüşvetten, soygundan, karaborsadan gelen haksız kazançla
beslenmiş, akılları da uyuşturucu maddelerle perdelenmiş, gözleri para, makam,
mevki ve şöhretten başka birşey görmemekte.
Kişinin Allah'a olan
imanının Allah katında kabul edilebilmesi için tabiatı eksiksiz yaratan
Allah'ın indirdiği Kur'ân'ında eksiksiz olduğuna, ahirete, meleklere,
peygamberlere, kitaplara ve kadere inanması gerekir. İnsanlar arasında bir
ihtilaf çıktığında o ihtilafını Kur'ân âyetlerine göre çözmesi,[51]
âyetler arasında ayırım yapmaması gerekir.[52]
Cahiliye dönemi
şairlerinden Züheyr bir şiirinde "kişi Allah'dan korkar ailesine de yük
olmazsa o tam bir yiğittir Divani fmriül Kays S. 366 sözüyle Allah'a
inandığını, ifade ediyor ama Allah katında mümin sayılmıyor. Müşrikler
herşeyin Allah'ın dilemesiyle olacağını[53] bütün işleri Allah'ın düzenlediğini K. Kerim
10/31 biliyorlardı da yine de mümin olamıyorlardı "Bize melek indirilmeli
değilmiydi" K. Kerim 25/21 diyen müşriklerin meleğe inandıklarını da
öğreniyoruz âyet-i kerîmeden.
Allah'ın Rasûlüne bir
âyet geldikten sonra müşrikler "Allah'ın peygamberlerine getirilen bize
de getirilmedikçe (peygambere) inanmayız" K. Kerim,[54] sözleriyle geçmiş peygamberlere de
inandıklarını itiraf ediyorlardı.
Cahiliye dönemi
şairlerinden Züheyr bir şiirinde "Kişinin işlediği suç ya kitaba yazılır
cezası hesap gününe geciktirilir veya acele edilir bu dünyada intikamı
alınır" Şerhu Divanı Züheyr S. 102 ifadesiyle müşrik insanların ahirete
inandığını görüyoruz. Günümüzde müslüman olmadığı halde çok hayır hasenat yapan
insanlar görürüz de hayretler içinde kalırız. Mekke müşriği de sebze, meyve ve
hayvanlardan kazandığının yarısını Allah için ayırırdı, yansını putları için
ayırırdı da K. Kerim 6/136 yine müslüman olmazdı.
Öyle ise müslüman
olmalarını engelleyen kara perde nedir? Gönül cevherini kapatan kara pas nedir?
O benlik pisliğinin
kaîblerine attığı pastır. Rabbimiz "Hayır onların kazandıkları kalblerini
paslandırdı"[55]
buyurmuştur. Allah'ın varlığına inandılar ancak O'nun adaleti kendilerinin
zulme dayalı çıkarlarını engellediği için dedelerininkoyduğu cahiliye dönemi
kanunlarının yürürlükte olmasını.istediler de Rabbimiz "Cahiliye devri
hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm
veren kim vardır?" K. Kerim. 5/50 âyetiyle Allah'dan daha güzel hüküm koyacak
birinin olmadığını ilan ederken bir kısım insanlar Rasûlüne ve daha Önceki
peygamberlere iman ettiklerini iddia ederken Allah'ın dışında tağutlar
huzurunda yargılanmak istedikleri, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve O'nun
Rasûlüne geliniz dendiğinde O'ndan yüz çevirdikleri için kâfir oldular.
Tapındıkları putlara kendilerini Allah'a yaklaştırması için tapındıklarını
söyleyen müşrikler, dikdikleri putlarla gönül ufuklarım kapatmışlar.
Allah'a iman onun
sıfatlarını bilmekle olur. Eski filozofların yaratılış konusunda akılla açıklayanıadıklan
yerleri Alîaha havale edip akıllarının erdiğini zannettikleri yerlerde Allanın
bu işlerde etkisi yoktur dedikleri gibi bir imana sahip olanın, imanının kabul
olmayacağını, Allaha sıfatlarıyla beraber iman edilmesi gerektiğini,
sıfatlarından birini inkâr edenin mümin olamıyacağını görüyoruz.[56]
(7)
"Allah onların kaillerini ve kulağım müh ürl emiş tir. Gözlerinde de
perde vardır. Ve büyük azap onlaradır."
Kafirlerin kalbini
Allah mühürlemişse kafirin müslüman olmamasında kabahati nedir? sorusu hatıra
geliyor.
Allah (c.c.) Rum
suresi âyet 30'da "Sen yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir" buyurur. Bu âyete göre
Allah bütün insanları İslâm fıtratı üzerine yaratmıştır. Peygamber efendimiz
"Her doğan İslâm, fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu ya Yahudi, ya
Hıristiyan veya Mecusi (günümüzde kominist) yapar" buyurur.[57]
Tertemiz pırıl pırıl
yaratılan insan zamanla çevrenin etkisiyle kirlenmeye başlıyor. Aynanın
Üzerindeki -tozlar silinmeyince zamanla aynayı kapattığı gibi günahlarda kalbi
kapatıyor ve küfür ise kilitlenip mühürlenmesine sebeb oluyor.
Efendimiz: "İnsan
bir günah işlediğinde gönlünde siyah bir nokta belirir. Eğer kişi günahına
tevbe eder pişman olursa o siyahlık gider yeri yeniden parlar" buyurur.[58]
Allah (c.c.) kulların
kazandıkları kötülükler nedeniyle kalplerinin küf bağladığını haber verir.[59]
Bu, ömrü deri
dibağatıyla geçen kişinin gül kokusundan nefret etmesi gibi, zafiyet
hastalığına uğrayan kişinin kendisine yararlı yağlı yiyeceklerden nefret
etmesi ve kusması gibi kafirlerde küfürle öylesine içli dışlı olurlar ki gül
gibi İslâm'dan kaçarlar. Gözleri güzellikleri görmez. Görse de kedinin bülbülü
bir yudumluk et görmesi gibi görür. Herşeyin değerini paraya göre ölçer.
Kulağı para sözünden
başka konuşmalara kapalıdır. O öyle isteyince Allah da onun kalbini mühürler
gözünü perdeler. "Ve onlara büyük azap vardır."
Bu dünyada küfür
devletinin yıkılması, zulme dayanan saltanatlarının yerle bir olması onlara
büyük azap olduğu gibi Ahirette büyük azap vardır.
Bu âyetteki azabın
yalnız ahirette olacağı manasına gelmez. Ayetlerin bir kısmına inanıp bir
kısmını inkar edenlere dünyada rusvaylık ahirettede büyük azab vardır.[60]
Mescidlerde Allanın
adının anılmasını engelleyenlere, o mescidlerin harap olmasına çalışanlara
dünyada rezillik ahirette büyük azab vardır.[61]
Allah ve Rasûlüne
karşı savaşanların yeryüzünde bozgunculuk yapanların cezası dünyada rezillik
ahirette de büyük azab vardır.(Maide 33)[62]
(8) İnsanlar
içinden bir kısmı inanmadıkları halde "Allaha ve ahiret gününe iman
ettik" derler.
Allah (c.c.) geçen ilk
beş âyette muttaki insanların özelliklerini, iki âyette kâfirleri bu âyetten
itibaren onüç âyettede münafıkları bize tanıtıyor ve içlerinin filmini
sunuyor.
Müslümanlar için en
tehlikelisi bu münafıklardır. Çünkü bizim gibi giyinir, bizim gibi görünür.
Kur'an'ı okumaz ama bizden fazla öper. Bizim toplantılarımıza katılır. Fikir
beyan eder. Hacca gider. Cübbe giyer ama bizim gibi iman etmez. O kendi
çıkarlarını ve kafir yandaşlarının çıkarlarını gözetir.
Durupdururken hiç
gereği yokken Allah rasûlünün huzurunda şeha-det kelimesini s öyleyi verirler.
Allah (c.c.) da onların yalancı olduğunu Rasûlüne bildirir.[63]
Onları tanımak için
konuşma üsluplarına dinlerken yüz hatlarına da dikkat edildiği takdirde Allah
dileyince anlaşılabilir.[64]
Münafıklar,
müslümanlara zarar vermek, ayrılık tohumları ekmek, Allah ve Rasûlüne harp
açanlara yardım etmek için müslümanların arasında kalırlar. Tanınmamak için de
şehadet kelimesi getirirler.[65]
Müslümanların yanında
olmak onlara fayda veriyorsa onlara uyarlar.[66]
Sanki Allah (c.c.)
günümüz münafıklarını bize tanıtıyor. "Sankisi" fazladan. Allah her
çağın münafıklarının ortak taraflarım açıklıyor.[67]
(9) Allahı
ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlarda
farkında olmazlar.
Münafık iki tarafada
yaranamaz. Sonunda zararı kendisi görür. Allaha hile yapmaya kalkarlar.
Hud'a: Görüldüğünün
zıddı hareketle karşı tarafa zarar verme planıdır. Hud'a: gizlenmedir.
Allah insanların
gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiği için[68]
Allaha hile yapmalarından kanıd, Rasûlüne yapılan hiledir. Rasûlüne Öylesine
önem veriyor ki ona yapılan kötülüğü kendine yapılmış kabul ediyor. Ona yapılan
biati, bağlılığıda yine kendine yapılmış kabul ediyor.[69]
Müminleri aldatmaya
çalışanlar da geçici bir zaman için bundan çıkar sağlayabilirler. Müminleri
ihbar ederek belirli makam ve mevkiler elde edebilirler ama bu çıkarları
karanlık gecedeki yıldırım ışığından faydalanmak kadar ani ve geçici olur.
Tarih boyunca bu iki
tarafada yaranamayan münafıkların boynu giyotine, idam sehpasına, takılıp
kalmıştır.
Rabbimiz onları şöyle
tarif eder: "Bunların arasında çalkalanıp dururlar. Ne onlar taraf
nidadırlar, ne bunlar tarafındadırlar." (Nisa 143) Yani cami ile kilise
arasında kalmış insanlar.
Üstü açık kilisedeki
heykelin üstüne bir kuş hergün pislermiş. Papaz bundan rahatsız olmuş. Birgün
heykelin yanma şarap koymuş. Kuş gelmiş heykele pislemiş, şarapdan içmiş ve
sarhoş olmuş, sızmış. Papaz kuşu eline almış ve şöyle söylemiş: "Madem
müslümandın niçin şarap içtin. Madem Hıristiyan'dın niçin heykele pisledin.
Senin hakkın ölüm" deyip başını koparıvermiş.
Allah rasûlü kendi
devletindeki münafıkları öldürmemiş. Bildiğini onlara bildirmemiş. Yeminlerine
ve şehadet kelimelerine inanır görünmüş ama onlara karşı dikkatli olmuş.
Kendisi vefat ederken
münafıkların isimlerini Huzeyfe (r.a.)'ye bildirmiş. Böylece devletin
bunlardan zarar görmesi önlenmiş.
Günümüzde kafirlerin
localarında viski, votka içen cuma veya bayramlarda bizimle görünen çıkarcılar
bilsinler ki, iki tarafda da bir köpek kadar değerleri yoktur.
Peki bunu, bu iki yüzlülüğü
neden yaparlar? Kendinden önceki münafıkların kötü sonucunu gördüğü halde niye
aynı nifak yolunda devam ederler? [70]
(10) Onların
kalblerinde hastalık vardır. Allahda onlann hastalığını artırmıştır ve yalan
söyledikleri için onlara acıklı bir azap vardır.
Esrarkeşin, eroinmanın
içtiği şeylerin kendisini Ölüme götürdüğünü gördüğü ve bildiği hâlde yine aynı
kötülüğe devam ettiği gibi münafık da küçücük dünyevî çıkarları için ileride
başına gelebilecek büyük zararları görmezlikden geliyor.
Bu bir hastalıktır.
Tedavisi için Rasûlullaha ve onun yolunda olanlara müracaat etmedikleri için
Allah onlann hastalığını artırdı.
Yedinci âyette
"Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürledi" buyuruyor.
Görünüşe göre cebrilik
var gibidir. Yani Allah dilediğinin kalbini mühürlüyor. Dilediğinin
münafıklığını artırıyor.
Ancak Allah (c.c.)
bunların yapılmasına sebeb olarak yine kişilerin yaptıkları kötülükleri
gösteriyor.
Yani kul kötülüğü
istiyor, rabbimizde yaratıyor. Eski batıl dinlerden bir kısım iyi niyetli
bilginler şerri, kötülüğü Allah yaratmaz, O'nun sanma . yakışmaz mantığından
hareket ederek hayır tanrısı ve şer tanrısı diye ilahlar türetmeye
gitmişlerdir. Biz hayrı da şerri de Allah yaratır diyerek tevhide inanırız.
Bugün müslümanlara en
büyük zarar müslümanlığı tam atamamış, batı standartlarını tam tutamamış ikisi
arasında bocalayan hasta tiplerden gelmektedir.
Geçenlerde kızlık
bekaretini evlenmeden önce kaybeden fahişeler "Kızlık bekareti"
üzerine açık oturum yapmışlar ve bu bekareti önemsemede gericiliktir neticesine
varmışlar. Fahişe, iffetli kadına, hırsız, dürüst adama, düşman olurmuş. Çünkü
o olmasa buna fahişe denmeyecekmiş. Yaptığı işin kötü olduğunu bilirmiş ama
herkesin kendisi gibi olmasını istermiş.[71]
(11) Onlara
"yeryüzünde fesad çıkarmayın" denildiğinde: "Biz
ıslahatçılarız" derler.
İlk insanın imanı
tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve
havalar müminlerin imanı gibi pırıl pırüdı.
Önce imana şirki
bulaştırdılar. Allanın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilahiaştirdilar.
Ondan sonra tabiatada müdahale ederek gönüllerindeki pisliği tabiatada akıtmaya
başladılar. Rabbimiz: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktir"
buyurur[72]. O tertemiz elbiselerinin içinde kara
gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her tarafında anarşi
çıkartıp insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silahlar satarak midesini
patlatmak için koşan bu hasta adamlar: "Yahu etmeğin, eylemeyin
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta
zırvasında, Malta zırvasında, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya
geliyoruz" diyorlar. Peki ama her zirvenizin sonunda Hamada, Halepçe'de,
Afganistan'da İran'da, Grenada'da, Azerbaycan'da yüzbinlerce insan öldürülüyor.
Rabbimiz bizi bu
ikibinli (bin dörtyüzlü) yıllarda bizi uyarıyor:[73]
(12)
"Aman ha! gözünüzü açın, asıl fesatçılar onlardır, ancak farkında
değiller."
"Islahatçıyız"
diyerek gelen, paranızı biz hesap ediverelim diyen IMF ajanlarını, yatakda neyi nasıl
yapacağımıza kadar yol gösteren çocuk Öldürme ekibine, nereye ne ekileceğini
gösteren ve yeşil Afrika'yı çoraklaştırma çetesine sakın ha aldanmayın.
Bunlar bozguncudurlar.
Ancak yaptıklarının bozgunculuk olduğunu bilmezler.
"Ancak farkında
değiller" cümlesi beni çok düşündürdü. Gerçekten "bütün bu
katliamları yapan batılının niyeti kötüdür. Hiç içlerinde iyi niyetli insan
yoktur" demek de zor. Ancak Arap şairi diyorki:
"Akrebin kimseye
kin'i yoktur.
Ancak onun sokması
fıtratının gereğidir."
İyi niyetli kafirler
yönetici olsalar, içlerindekini dışa vuracaklar. İçlerindeki küfür zehir
olunca iyi niyetlerle de olsa insanlığı ve tabiatı ze-hirleyeacektir.
Şeker hastasina çok
iyi1 niyetlerle hergün baklava yediren cahil insan gibidirler.[74]
(13) Yine
onlara: "İnsanların iman ettiği gibi sizde iman edin" denildiğinde:
"Ya biz de o beyinsizlerin iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?"
derler, İyi bilinki, gerçek beyinsizler kendileridir; fakat bilmezler.
Örnek insan gerekli.
Size bir ateist gelse ve "Ben müslümanlığı kitaplardan okudum. Bir de
şahıslardaki yaşantısını görmek istiyorum. Bana bir müslüman göster ve ben onu
uzaktan takip edeyim. Yürüyüşünü, selamlaşmasını, oturuşunu, ticaretini,
konuşmasını, insanlarla, ailesiyle olan münasebetlerini gözleyeyim" dese
kimi gösterebilirsiniz.
Hep bindörtyüz sene
öncesinin ,o görmedikleri insanlarını (Ashab-ı. Kiram'ı) göstermek yeterli
değildir.
Rabbimiz
"İnsanların iman ettiği gibi iman edin" derken o günüh müşriğine
örnek insan sahabe idi. Bugünün müşriğine örnek insan biz olmalıyız.
"Peki o müşrikler
o değerli insanları görmüşler ama bir kısmı iman etmeyip onları serinlikle
suçlamışlar" denebilir.
Gözlerinin üzerine bin
lirayı koyupda gerisindeki milyarlarca lirayı görmeyen çocuk gibi olayları
değerlendiren bu münafık müşrikler, Hat-tap oğlu Ömer, Mekke parlamentosunun
ileri gelenlerinden ve yeraltı dünyasının babalarından iken çok akıllı, işbilen
ve işbitiren olarak biliniyor ve kendisine saygı gösteriliyordu.
Ne zaman müslüman oldu,
bütün bu makam, mevki, ev, para şan ve şöhretim yitirince sefih olarak
adlandırıldı.
Münafıkların putu olan
parayı, parlamenterliği, babalığı yere çaldı ve İslâm'ı aldı.
Sonunda kazanan
müslümanlardır. Sefih olan kendileridir. Münafık müşrikler dünya çıkarlarını da
bilmezler.
Hz. Ömer müşrik iken
elde ettiği imkânları yere çaldı, İslâm'ı aldı ama ilerde devlet başkanlığına
getirildi. Dünya adalet tarihin en ön sıralarında yer aldı ve dört halifeyle
beraber cennetle müjdelenen on kişinin arasına girdi.
Ömer'e sefih diyen Ebu
Cehil ancak lanetle anılıyor.
Bugün dünyanın en
sefih, en akılsız milleti Yahudilerdir. Siyaseti hiç bilmeyen, ticaretten
anlamayan bir toplumdurlar.
Olurmu öyle hocam?
dünya siyasetini ve ticaretini onlar yönetiyorlar diyorsunuz.
Peki dünyanın en eski
milletlerinden olan bu Yahudiler şu anda nüfus olarak en çok nüfusa sahip
olmaları gerekirdi. Ancak aç gözlüklerinden, siyaset bilmemelerinden tarih
boyunca katliamlarla yok edilmişler. En son Almanlar'm katliamı.
Siyaset Efendimizin
yaptığıdır. Vahşi bir toplumu medeni yapmak. Siyaset Osman Bey'in yaptığıdır.
Aşiretten devlet meydana getirmektir.
Yoksa dünyanın en eski
milletinin nüfusunu İspanyol çingenelerinin nüfusundan aşağıda tutmak, ürettiği
çocukları kırdırmak siyaset değildir. Asıl sefih onlardır.
Çünkü dünyada rahat
durmuyorlar. Rahat yüzü görmüyorlar. Ahiretteki ateşlerini de beraberlerinde
götürüyorlar.[75]
(14) Onlar
iman edenlerle karşılaştıkları zaman "iman ettik" derler.
Şeytanlarımla başbaşa kaldıklarında ise "şüphesiz biz sizinleyiz. Biz iman
edenlerle alay ediyoruz" derler.
Münafıkların röntgen
filmini bize sunuyor Rabbimiz. Bindörtyüz sene öncesininmünafığı ile bugünün
münafığı arasında hiçbir fark yok. Müslümanların mescidinde namaz kılar. Zikir
meclislerine katılır. Onlar gibi giyinir. Meydanlarda Kur'an-ı Kerîm'i öper,
ama akşam imansız kulüp ve localarda şeytan heriflerle başbaşa kaldıklarında,
"biz onlarla alay ediyoruz, biz sizinle beraberiz" derler.[76]
(15) Allah
onlarla alay eder de onların taşkınlık ve azgınlık içinde bocalayıp
durmalarına mühlet verir.
Peygamber Efendimiz
münafıkların hepsini biliyordu. Fakat bilmezlikten geliyor ve onları yakın
takipde tutuyordu. Böylece aldattık zannederlerken aldanıyorlardı. Müminlerle
alay ettiklerini zannederlerken kendileri maymun maskara oluyorlardı.[77]
(16) İşte
onlar hidayet karşılığında sapıklığı aldılar, ancak ticaretieri kâr etmedi.
Doğru yolu da bulamadılar.
Arap şairi: "Dini
parçaladık dünyamıza yamadık. Sonunda din de kalmadı dünya da" diyor.
Bu münafıklarda hidayeti
verdiler, dalaleti satın aldılar. Cenneti verdiler, cehennemi satın aldılar.
İzzeti verdiler, zilleti satın aldılar. Sonunda iki dünyada zararlı çıktılar.
Müminler küfrü atıp
imanı aldılar. Mallarını ve canlarını ortaya koydular, sonunda Medine devlete,
ahirette cennete kavuştular.
Münafıklar,
müminlerinzayıf dönemlerinde iki taraflı çıkar sağlıyorlardı ama o çıkarları
geçici oldu.[78]
(17-18)
Onların durumu (aydınlanmak için) ateş yakmak isteyenin durumuna benzer. Ateş
çevresini aydınlatınca, Allah onların (gözlerinin) nurunu giderdi ve
karanlıklar içinde görmez bir halde bıraktı.
(Onlar) sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler, artık onlar dönmezler.
Aydınlanmak için ateş
yaktığı halde, sonra gözlerini kapayan kişinin budalalığı nasılsa aydınlanmak
için iman edip sonra kafirlerin yanında İslâm'a göz kapayanlarda aynıdır.[79]
(19) Veya
onların durumu; karanlıklar, gökgürültüsü ve şimşek'in olduğu gökten boşanan
yağmura tutulmuş kişiye benzer. Ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını
kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.[80]
(20) O
şimşeğin çakması neredeyse gözlerini kapıverecek; şim-Şek onları aydınlattığı
zaman ışığında yürürler. Karanlık çökünce de dikilip kalırlar. Allah dileseydi
onların işitme ve görmelerini de alı-verirdi. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir.
Münafıkın nifak içindeki
hali karanlık bir gecede gökgürültüsü, yağmur ve yıldırımların altında
yürümesine benzer. Heryer karanlık, arada bir şimşek çakıyor ve etrafını
görüyor, bir iki adım attıkdan sonra yine karanlığın içinde kalıveriyor.
İşte münafığın bu
müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı
gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Ama sonu yine karanlık yine de hüsran.
Müslümanlara şirin
görünerek köşeyi dönen milletvekili bakan olanlar sonrada imansızlara hizmet
edenler bilsinlerki bu aydınlık geçi-cidir. Ya kafirler tarafından veya
müminler tarafından hesaba çekilecektir. Çünkü münafık camiyle kilise arasında
kalmış şaşkın insandır.[81]
(21) Ey
insanlar! sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, takva
sahibi olasınız.
Allah (c.c.) mümini,
kafiri ve münafığı tanıttıkdan sonra üçüne birden En insanlar! diyerek hitap
ediyor ve bütün insanları ibadete çağırıyor.
Sizi yaratana ibadet
ediniz. Sizin gibi yaratılanın sizden farkı yoktur. Onun için sizi yaratan,
yaşatan ve yönetene ibadet ediniz.
Sizden öncekileri
yaratana ibadet ediniz. Kayaları oyan, sağlam evler yapan, saraylar, köşkler
kuran ölmeyeceğini sanan, insanlara zulmeden, peygamberleri yalanlayanları da
o yaratı. Hepsi sonunda Allaha döndüler. Şende döneceksin yeryüzünü gez, dolaş
onların sonunu görde Rabbine ibadet et.[82]
(22) O sizin
için yeryüzünü döşek, gökyüzünü bina (tavan) yaptı. Gökten yağmur indirerek o
su ile size rızık olarak mahsuller çıkardı. O halde bile bile Allaha ortak
koşmayın.
Yeryüzü döşeğini
seriveren Allah, mor menekşe, beyaz gül, kırmızı karanfille döşeğimizi süsleyen
Allah, çam, ardıç, gibi ağaçları kokulayan Allah, gökyüzünden rahmet indirip,
yeryüzünü sulayan Allah, yeryüzünden çeşit çeşit rızıklar çıkaran Allah.
O halde yaratılana
değil yaratana ibadet ediniz. Onun emir ve yasaklarına uygun hareket ediniz.
Onun emir ve yasaklarına zıd düşen bütün emir ve yasaklan reddediniz.
Hürriyetinizi koruyunuz. Sizin gibi yaratılanların emir ve yasaklarını
Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan ilah türetmeyin. Sizde
biliyorsunuz ki, bu ürettiğiniz ilahlar ölecektir. Ölenden ilah olmaz.[83]
(23) Eğer
kulumuz (Muhammed)'a parça parça indirdiğimiz (Kur’an)'dan şüphe ediyorsanız,
haydi onun benzeri bir sûrede siz getirin. Allah'dan başka bütün
yardımcılarınızı da çağırın; eğer doğru söylüyorsanız.
Peygamber Efendimizin
insanlara getirdiği bu Kur'an âyetlerini insanlara okuduğu zaman yetim büyüyen
fakir bir insana bu âyetlerin gelmesini hazmedemeyenler "Muhammed bunları
kendisi uyduruyor" dediler. Allah (c.c.) peki buyurun siz de arapsınız.
Arapça'yı onun kadar biliyorsunuz. Bütün Arap edebiyatçılarını, bilginlerinizi
çağırın ve o Kur'an'ın sûrelerinden bir sûrenin benzerini siz de söyleyin
diyerek meydan okuyor.
Merhum Seyyid Kutup
Amerika'ya giderken gemide okuduğu bir hutbeyi dinleyen batılı bir dilcinin
Arapça'yı bilmediği halde Kur'an'la sünneti birbirinden yalnız kulak
hassasiyeti ile ayırt ettiğini nakleder.
İnsanların yazdığı
kitaplarda bazan yüksek hikmetler görülürken bazen gayet basit düşüncelere
rastlanır. Birinci sahifesi gayet edibane iken diğer sahifelerinde kalite
düşer. Baştan sona okunsa tezatlarla karşılaşılır.
İnsanların koyduğu
yasalarda tezatlar vardır.
Anayasa'yı koyan
hukukçular diğer yasaları koyarken Anayasa'ya aykın olmaması için dikkat
etmelerine rağmen bir müddet sonra ceza yasasından bir maddenin Anayasa'ya
aykırılığı ortaya koyulur. Bu normaldir. Çünkü insan aklının gücü, görüş alanı
sınırlıdır. Yarının ne getireceğini bilemez.
Allah (c.c.) kitabı
Kur'an-ı Kerîm'in nazmında mânâsında, haberlerinde, emir ve yasaklarında,
edebiyatından gramer kaidelerinin uyumluluğunda bugüne kadar bir eksikliğe,
aykırılığa, düzensizliğe, çelişkiye rastlanmamıştır.
Yirmi sene önce
yazılmış teknikle ilgili kitaplar bugün değerini yitirdi.
Filozofların
peygamberlerden aldıkları hikmetin dışında bütün fikirleri
düşüncesizliklerinin belgesi oldu.
Kur'an-ı Kerîm
bindörtyüz seneden beri her çağa her kesime kültür seviyelerine göre bir şeyler
vermeye ve her çağda yepyeniliği ortaya çıkmakta.
İşte böyle bir kitabı
yazmanızı istemiyoruz ey kafirler. Bu kitabın en kısa sûresine benzer bir sûre
getirin.[84]
(24) Eğer
yapamazsanız -ki elbette yapamiyacaksıraz o halde yakıtı insanlar ve taşlar
olan ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.
Rabbimiz bindörtyüz
sene Öncesinin kafirlerine "yapamazsınız" dedikten sonra küfür
çizgisinde yürüyen bütün kâfirlere kıyamete kadar geleceklerin hepsine birden
"yapamryacaksınız" buyurmaktadır.
Günümüzde hâlâ Mekkeli
müşriklerin söylediğini tekrarlayan yobazlara biz bu âyeti okuyoruz,
"Buyurun bu kitabın Allah'dan geldiğinde şüpheniz varsa bu teknik ve
elektronik çağda iletişim araçlarının hepsini kullanarak bütün bilginlerinizi,
elektronik beyinlerinizi bir araya getirin ve Allah'ın kelâmına uygun bir kelâm
söyleyin" diyoruz.
Bu konuda çalışan Arap
edipleri, sahte peygamberler, dinime düşman kuruluşlar epeyce düzmece sözler
söylemişler ama kendileri dahi kendi düzmecelerini beğenmemişler.[85]
(25) İman
edip güzel amellerde bulunanlara, altından ırmaklar akan cennetlerin olduğunu
müjdele. Kendilerine rızık olarak o meyvelerden her yedirilişte: "Ha, bu,
bizim daha öncede rızıklandığımız şeydir" diyecekler. Ve o rızık
birbirinin benzeri olarak verilecek. Onlara cennette tertemiz eşler vardır. Ve
onlar cennette ebedi kalıcıdırlar.
Yalnız dünya
için'çalışanlar, çalıştıklarının karşılığım bu dünyada alırlar. Ahiret yurduna
hazırlık yapanlar ise hem bu dünyada hem de ahirette karşılığını en güzel
şekilde alırlar.
Kâfire ahirette yakıtı
insan ve taş olan cehennem gösterilirken, mümine ise köşklerin, suların,
çiçeklerin en güzel ve temiz eşlerin olduğu cennet vadedüiyor.
Bu dünyada insanlardan
bir kısmı bir villaya, arabaya ve güzel bir kadına sahip olmak için kendilerini
her türlü tehlikenin içine atabiliyor.
Halbuki bu dünyanın
çiçekleri soluyor, sevgililer önce soluyor sonra ölüyor. Doğanlar ölüyor,
yapılanlar yıkılıyor. Gençliğini harcıyor birçok şeye sahip oluyor, tam
yaşayacağım dediği anda doktoru ona tuz'u, yağı, tatlıyı yasaklıyor ve eşine
karşı da iktidarsızlık dönemi başlıyor.
Müminler kendilerini
ahirete göre ayarlarlar. Allah (c.c.) onlara bu dünyayı da verir. Ama geçici
olan bu dünya nimetleri cennette solmadan devam eder. Geldiğimiz yere
dönüyoruz.
Yemyeşil bir ülkeden[86]
geldik. Yeşillikler üzerindekep, ba'zan gözyaşı, ba'zan ahnteri ba'zan kanla
yapılır. Cennete doğru koşan bu dünyada terliyecek, tökezleyip günah
bataklığına düşerse tekrar kalkıp koşacak kirlerini göz yaşıyla yıkayıp
pişmanlık ateşiyle yakacak. Dünyada nedamet ateşiyle günahlarından
temizlenmeyen müminleri Allah lütfedip afvetmezse cehennem ateşiyle
temizleyecektir. Yunusvari diyelim: "Gelin bugün yanalını yarın yanmamak
için."[87]
(26)
Şüphesiz Allah, sivrisinek ve daha üstünü (küçüklükte daha küçüğünü) misal
getirmekten çekinmez. İman edenler bunun Rable-rinden bir gerçek olduğunu
bilirler. Kâfirler ise "Allah bu misalle neyi katediyor" derler.
Allah bu misalle bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da hidayete kavuşturur. O
misalle fasıklardan başkasını saptırmaz.[88]
(27) O
fasıklar ki, Allah'a verdikleri sözü onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini
istediği şeyi keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. Zarara uğrayanlar işte
onlardır.
Allah (c.c.) Hac
sûresinin yetmişüçüncü âyetinde müşriklerin tapındığı putların tamamı bir
araya gelse bir sineği bile yaratamayacaklarını, Ankebut sûresinin krrkbirinci
âyetinde Allah'dan başka dost edinip ona güvenenlerin durumu kendine yuva yapan
örümceğe benzediğini, evlerin en zayıfının Örümceğin evi olduğunu haber
verirken sineği, örümceği misal getirmiş. Bu Bakara sûresinin ondokuz ve
yirminci âyetlerindeki benzetmelerle münafıkların durumu anlatılmış.
Bunun üzerine kâfirler
"Allah böyle sinekli kelimelerle niye misal getiriyor?" gibi alaylı
sorular sorarlar. Bunlara cevap olarak Allah (c.c.) sivrisinek ve daha
küçüğüyle misal getirmekten çekinmez. Onun için büyükle küçük arasında fark
yok. Fark bize göredir.
Kafirler, Allah'ın
yarattığı bazı şeyleri hakir görürler. Ama bu hakir gördükleri sinek onların
tapındığı insanların put olarak dilen şeyler üzerine konsa "kiş"
diyemez. O puttan birşey alsa alma diyemez. Böylesine zayıf insanların
görüşlerine uyduklarını anlatıverir onlara.
Bu âyette ise
sivrisinek zikredilmiş. Sivrisinek aç kalınca yaşar. Karnını insan kanıyla
doyurunca Ölür. Zalim kâfirlerde sivrisineğe benzerler. İnsanların kanını,
alınterini, gözyaşını sömürüp karınlarına doldurunca sonlanın kendileri
hazırlamış olur.
Müminler herşeyi Allah
yarattığına inandıkları için Allah yaptığından sorumlu tutulamaz bilirler.
Allah ne ile misal getirirse onun doğru ve gerçek olduğunu kabul ederler.
Kafirler ise buna
itiraz ederler. Böylece müminle kâfir ayırt edilir. İtaattan isyana çıkanlar
ortaya çıkarılır.
O itaattan çıkanlar
Allah'a olan sözlerinden dönerler, Allah'ın emrettiği ilişkileri koparırlar.
Tabiata dost değil düşman olurlar. Onu kirletirler bozarlar. Allah'la olan bağı
koparırlar, insanlarla olan bağı koparırlar. İnsanları siyah, beyaz,
kızılderili, güneyli, kuzeyli gibi sınıflara ayırırlar ve birbirlerine düşman
ederler. Sebeb ile müsebbib arasını koparırlar. Tabiatın kanunlarını ilahi
aştır ırlar da o kanunu koyanı tanımazlar. "Doğa yarattı" derler de
Allah yarattı diyemezler.
Allah (c.c.) bu tür
kâfirler hakkında: Tevbe 28'nci âyette "Müşrikler ancak pislikdirler"
buyurur. "Aman 'hocam bu müşrikler televizyonda görüyoruz hava alanına
iniyor. Elbisesi, çantası elleri yüzü pırıl pırıl" demeyin.
Keşke elleri yüzleri
kirli olsaydı. Pis koksaydı. O zaman yalnız ya-nındakine zarar verirlerdi.
Müşrikîiğin verdiği pislik ise müşriğin bastığı yerdeki yeşili kurutuyor.
Anaları yavrusuz bırakıyor. Yavruları anasız bırakıyor. Filistin'de gencecik
fidan gibi delikanlıların kolunu, kafasını kırıyor. Afrika'nın yeşil
ormanlarını çöl haline çeviriyor.
İslâm alemindeki
başsız başsız ümmetleri birbirine düşman ediveren, ikisinin de ürettiği malları
ellerinden alıp karşılığında öldürücü silahlar veren bu müşriklerden daha pis
kim olabilir?[89]
(28) Allah'ı
nasıl inkâr edersiniz? Siz ölü idiniz O diriltti. Sonra sizi O öldürecek, sonra
sizi yine O diriltecek, sonra da O'na döndürüleceksiniz.
" Allah ve
ahirete iman İslâm inancının aslı esasıdır. Kur'an-ı Kerîm'de en çok bahsedilen
Allah'a imandır. İkinci'derecede ahirete imandır. Efendimiz "Kim Allah'a
ve ahirete iman ederse şöyle şöyle yapsın" diye birçok hadis i'rad
etmiştir.
Allah'a imanda niçinzorluk
çekersiniz ki? Sizi yoktan yaratan O. Meni denen suya çekil veren O. Hepsini de
farklı kılan O. Saçı, başı, kaşı, gözü yaratan O. Sinir sistemiyle donatan O.
Öldüren ve dirilten O.
İnkarcı, yaratan
Allah'dir diyemiyor. "Tabiattır" "Doğadır" diyor. Eğer bu
tabiat kara topraktan beyaz gülü, acı biberi, tatlı elmayı çıkarabilecek ince
zekaya ve ilme sahip olsaydı bu insanı omuzlarında taşımaz ve kendisim
kirîettirmezdi.
Ahirette inanmada da
zorluk çekmeyin. Siz hiç yoktunuz sizi yarattı. Öyle ise Öldükten sonrada o
diriltir.
Çekirdek toprakda
ölüyor. Baharda İsrafil'in suru gibi ılık rüzgarlar-la tekrar çekirdek çiçeğe
dönüşüyor.
Bütün bunlar bize
Allah'ın var ve bir olduğunu, ahiretin mutlaka geleceğini haber veriyor.
Günümüzde zalim
otorite sahipleri insanların kendilerine kayıtsız şartsız itaat etmeleri için
dinden, imandan uzaklaştırdıkları insanlara "Gâvur=Kâfır" kelimesi
ağır gelir diye aynı mânâya gelen "Ateist" adını koyuverdi.
Bunlar için düşünen
beyinler "makam, mevki servet sahibi insanlar bu ateist sistem içinde
yaptığı yanına kâr kalıyor. Mazlumun hakkını alabileceği bir yer olmalı"
diye düşünmeye başladığı anda yine o zalim otorite sahiplerinin bütün dünyada
kurdurdukları ahireti inkâr kurumları devreye giriyor ve "Hayır yaptığı
yanma kâr kalmaz. Kötüler yeniden dünyaya gelirken akrep olarak, yılan olarak
gelir. İşler daha iyi olarak gelir" derler. Bu kurumun üyelerinden birine
"O zaman yeryüzünde insan ve hayvanların sayısı sabit kalması gerekirdi
ilk insan iki kişi ölünce iki hayvan olurlar. Sonra iki insan olurlar ve
böylece devam ederdi" dediğimde "kurumumuza bir sorayım" dedi
ve bir hafta sonra "uzaydan gelip insan veya hayvan halinde dünyalı
olanlarla çoğalıyoruz" diye cevaplamıştı.
İnsanın yolu hak
yoldan küçük bir derecelik açı halinde ayrılırsa sonu gelmez derecede açılır
uzaklaşır. Bir yalan bin yalanı ardından çeker.[90]
Geçmişte bu işle
cadılar, falcılar, cinciler, hüddamcılar uğraşırdı. İslâm uleması bunlarla uzun
mücadeleler vermiştir. Günümüzdeki ise yüksek tahsil mezunu, kıravatlı, avrupa
görmüş, ganj vadisinde yetişen yogilere iman etmiş kişiler uğraşmaktadır.
Saralı demiyor, medyum diyor. Hüddam demiyor Ruh diyor, Ruhculuk demiyor,
ispirtizma diyor. Ondört asır önce gönderilen peygamberimize inanmayı gericilik
kabul ediyor, otuz asır önce yaşayan yogiye imanı ilericilik kabul ediyor.
Allah, Allah, Allah diyezzikir yapmak gericilik, siyan, şipan, siyan, siyan
diyerek Transa geçmek ilericilik.
Bunlardan bir kaçını
gördükten sonra şeytanın çarptığı insanların ne hale geldiğini gördüm.
Şeytanın çarptığı bu
insancıklardan birisi 1972 senesinde kendilerince aydın kabul edilen bir gruba
konferans -veriyordu. Bende orada bululuyordum. Eski Hint dinlerindeki tenasüh
inancını anlatıyordu ve diyordu ki: Kişi ölünce ruhu bir başka canlıda tekrar
dünyaya gelir. Yaşantısı iyi ise daha iyi olarak dünyaya gelir. Bunun canlı
şahitleri var. Adana'da bir çocuk sekiz yaşında kendisinin evli olduğunu
hanımının ve çocuklarımın adını söyler. Biz gittik çocuğu aldık, hanımım
dediği kadının yanına götürdük. Kadını ve çocukları hemen tanıdı.
Çocuk "beni
bahçede başıma keser vurarak öldürdüler" dedi. Kadına "Eşinin nerede
olduğunu" sorduğumuzda kadın, eşinin sekiz sene önce bahçede başına keser
vurularak öldürüldüğünü söyledi. Kadının kocasının 8 Kasım 1962'de öldüğünü,
çocuğundan aynı gün dünyaya geldiğini Öğrendik. İşte o adam öldürüldüğü an ruhu
yeni doğan bir çocuğa geçmiştir der.
Dinleyicilerden
birisi: "Afedersiniz ama herkes bilirki, çocuk ana rahminde dört aylıkken
ruh verilir. O adam öldüğünde çocuk ana rahminde beş aydır canlı idi"
deyince konferansçımız bir müddet sustu ve tarihini yeniden araştıralım
efendim dedi ve konferansı kesti.
Tenasüh inancını
kuvvetlendirmek için Avrupa'dan da bazı örnekler verilir. Meselâ: Paris'de oturan
bir aile yaz tatilini Marsilya'da geçirmek için yola çıkar. Marsilya'ya
vardıktan sonra oraları daha önce hiç görmeyen yedi yaşındaki kızları
gezecekleri yerleri ve yolları tarif eder. Adım adım o muhiti bildiği görülür.
Neticede o kız da daha önce orada yaşamış bir prensesin ruhunun yaşadığına
karar verilir.
Böyle bir olayın olup
olmadığını bilmiyoruz. Yukarıda Adana'da yaşanan olay gibi uydurma olabilir.
Eğer uydurma değilse o kız rüyasında oraları görmüş olabilir. Benim İslâm
Enstitüsü'nden sonra iki sene devam ettiğim kursa beni ziyaret için gelen bir
dostum kapıdan içeri girdikten sonra o tarihî binanın her tarafını görmeden
bana tarif ediverdi. Dersane, banyo, mutfak, tuvalet, bahçe ve mescidin
nerelerde olduğunu otururken söyleyiverdi. Peki nasıl biliyorum? deyince
akşamdan yatarken burayı düşündüm sana gelecektim gece burasını rüyamda gördüm
dedi.
Rüyada' gördüğümüz
bazı şeyleri uyanıkken gördüklerimizdir. Bu doğrudur. Ama görmediğimiz şeyleri
de görüyoruz. Hatta bazı kişiler hiç gitmediği bir yere ilk defa vardığında
"ben burayı biliyorum diyor ve görmediği yerleri de tarif ediyor." O
orayı daha önce rüyada görmüş, hayali-hafızaya depo edilmiştir. Bu gerçeği
bilmeyen bir kısım insanlar günümüzde ilim adına altı bin senelik Hind dininin
tenasüh inancını diriltme-yeve mü'minin cennete giden yolunu cehenneme
yöneltmeye çalışıyorlar.
Her ne ise gördüğümüz
iyi rüyalar için Allah'a hamdedip dostlarımıza rüyayı anlatacağız. Kötü
rüyalar için de Allah'a sığınacağız. Euzü besmele çekeceğiz.[91]
(29) O
Allahkı yeryüzünde olanların tamamım sizin için yaratan
sonra göğe yönelip
yedi kat sema olarak donatan O'dur. O herşeyi bilir.
Yeryüzünde olanların
tamamı bizim için, yani tüm insanlar içinyara-ülmıştır. Boş yaratılan bir şey
yoktur. Müslümanlarca en sevimsiz yaratık olan domuzun bile insanlar için
tabiatta bir çok faydası vardır. Onun yalnız kendisini yemek ve derisini
kullanmak bize haram kılınmıştır. Faydasız hiçbirşey yaratılmamıştır.
Herşey insanın
faydalanması için yaratılmıştır.
Herşey Allah'a işaret
ettiğinden insan için hakiki gidilecek adresi gösterdiğinden hepsi faydalıdır.
Casiye süresinin
onüçüncü âyetinde yerde ve göktekilerin bize hizmet için yaratıldığını haber
veriyor. Herşey insan için hizmet eder. İnsanda Rabbi için hizmet etmelidir.
Komünistliğin moda
olduğu dönemlerde bu âyeti komünistliğe delil getiren Arap bilginleri olmuştu.
Günümüzde insanlık komünistlik belasından kurtuldu hamdolsun. Sıra kapitalist
kâfirliğe geldi.
Allah (c.c.) bu
tabiattan herkesin faydalanmasını isterken İslâm hukukuna uygun olmak kaydıyla
özel mülkiye izin vermiş.[92] özel
mülkiyette toplum çıkarlarına hizmet etmeli. Yoksa İslâm'a uygun olmayan
şekilde saçıp savuran sefihin malına devletin el koyabileceğini haber verir
Rabbimiz[93] "Herşeyi sizin için
yarattı" âyetinden anlıyoruzki yaratılan herşey bizim içindir, penizden
yıldıza, çiçekden böceğe, karıncadan domuza kadar yaratılan herşeyde bizim
için faydalar vardır. Al-i İmran sûresi 191'nci âyette "Rabbimiz sen
bunları boşuna (gayesiz, hikmetsiz) yaratmadın" diyoruz.
Domuzun eti, kanı,
derisi, kılı herşeyi bize haram ama mademki Rabbimiz yaratmıştır. O'nun da
tabiatta bizim için yerine getirdiği bir görevi vardır.
Anlatırlar. Afedersiniz.
Adamın biri hayvan pisliklerini yuvarlayan böceği görünce "yarabbi bunu
niye yarattın" demiş. Sonra adam hastalanmış Calinus'a gitmiş O'da
hastasını muayene ettikten sonra "bok böcü-sünden birkaç tanesini bulup
suda kaynatıp içeceksin" demiş. Zorunlu olarak dediğini yapmış ve
iyileşmiş.
Biz gülünde dikeninde,
bülbülünde akrebinde yaratılışında bir veya birçok faydanın olacağına inanır ye
o faydaları araştırırız.[94]
(30) Hani
Rabbin, meleklere: "Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım"
demişti de, melekler: "Aaa! Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek
birini mi yaratacaksın? Biz seni hamdinle teşbih eder ve seni takdis
ediyoruz" demişlerdi. Allah'da onlara "Muhakkak sizin bilmediğiniz
şeyleri ben bilirim" buyurdu.
Halife: Asilin yerine
geçen vekil manasınadır. Musa aleyhisselâm kardeşi Harun aleyhisselama benim yerime
geç mânâsında hilafet kelimesini kullanmıştı.[95]
Allah (c.c.)'da yer
yüzünü imar etmek, insanları Allah'ın kanunlarına göre yönetmek üzere yaratığı
Adem ve neslini halife olarak yaratacağını meleklere söyledi.
Melekler Allah'a olan
ibadetlerine devam edeceklerini, kan dökücü birini niçin yaratacağını sorarlar
Rablerinden. Allah (c.c.)'da onların bilmedikleri olduğunu, bilmedikleri
konuda konuşmamaları gerektiğini hatırlatır.
"Yeryüzünde bir
halife yaratacağım" cümlesinden Hz. Adem yaratılmadan Önce yeryüzünün
yaratıldığını öğreniyoruz. Hz. adem yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak
yaratıldı. Papazların dediği "Hz. Adem cennette yasak meyveyi yemeseydi
şimdi biz cennetteydik" sözünün yanlış olduğunu haber veriyor.
Allah (c.c.) herşeyi
bilmesine rağmen meleklerine sorması bize istişareyi Öğretmektedir. Rabbimizin
istişareye ihtiyacı yoktur. Bize öğretmek için.
En iyi bildiğiniz
konularda karar vermeden önce siz yine de istişare ediniz.
Miraç gecesinde
Peygamberimiz Hz. Musa ile namaz konusunu görüşmüş ve Hz. Musa'nın tavsiyesine
uymuştur. Gerçi bir kısım geri zekâlılar "Benim peygamberim Yahudiler'in
peygamberine danışmaz" demişler ve bu konuda bu hadisi inkâr eden
risaleler yayınlamışlardır.
Rabbimiz melekleriyle,
Efendimiz Hz. Musa aleyhisselamla istişare ederek bize de istişareyi öğretiyor.
Alim huzurunda itiraz
edilmeyeceğini de öğretir. Kehf sûresinde Musa aleyhisselam ile Hızır arasında
geçen yolculuk esnasında Musa'nın (s.a.v.) hep itiraz etmesi ayrılmalarına
sebeb oldu.
Şeytan, Allah'ın
"Ademe secde et" emrine uymaması ve "Ben ondan daha
hayırlıyım" demesi[96] üzerine kıymete kadar la'neti haketmiştir.[97]
Büyükler huzurunda
i'tiraz yok. Anlamadığı konuda açıklama istemek vardır. Şeytan itiraz etti.
Melekler ise açıklama istedi.
İnsanlann bir kısmının
haksız yere kan akıtması bütün insanlığın kötü olmasını gerektirmez.
Ademin neslinden
âlemlere rahmet olan nice peygamberler gelmişler ve insanlara adaletin ne
olduğunu öğretmişler.[98]
(31) ve
Allah, Adem'e isimlerin hepsini Öğretti. Sonra onları meleklere göstererek
"eğer doğru sözlü iseniz, bunları bana isimleriyle haber veriniz"
dedi.[99]
(32)
Meleklerde: "Seni tenzih ederiz, senin bize Öğrettiklerinden başka bizim
hiçbir .bilgimiz yok. Sen gerçekten herşeyi bilen hüküm ve hikmet
sahibisin" dediler.[100]
(33) Allah:
"Ey Adem, onları meleklere isimleriyle haber ver" dedi. Adem'de,
meleklere isimleriyle haber verince de Allah: "Ben size demedim mî,
göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ben bilirini. Gizlediğinizi de, açığa
vurduğunuzu da ben bilirim" dedi.
Allah (c.c.) Adem'in
üstünlüğünü ortaya koyarken ona öğrettiği ilmî ileri sürmüştür.
İnsanlar malları,
orduları zulümleri, saîtanatlarıyla değil Allah'ın rızasına uygun ilimleriyle
yarış yapmalıdırlar.
Bu âyeti kerîmeler ilk
insanın toprakdan yaratıldığını var;şi bir hayat yaşamadığını Allah'ın Adem'e
öğrettiği eşyanın isimlerini bildiğini haber veriyor bize.
Ademin diğerini
artıranın ilim olduğunu öğreniyoruz.[101]
İlmiyle kainattaki esrar
perdesini yırtan, bilinen âlemden bilinmeyene doğru kanat çırpan insan için
Allah'ın en büyük nimetlerinden birisi ilimdir.
Elest bezminde ruhen
görmüş olduğu eğitim ve öğretimden sonra dünyaya gelen insan şuur altında bir
hazine gibi gizlediği ba bilgiyi ancak vücudundaki beş duyuyu harabelikten
kurtarır ve onları ilim şehrinin fethi için hazırlarsa o hazineler şuur
altından onu yönlendirir. Hangi ırk ve dinden olursa olsun insanlardaki iyiye
ve güzele doğru bir meylin bulunması ve bir çiçeğin herkes tarafından
sevilmesi -istisnalar hariç- susuz kalmış bir ordunun suyu görünce hepsinin
aynı istekle suya yönelmesi gibi herkesin içindekinin dışa vurmasıdır.
Doğuştan bazı
bilgileri beraberinde getiren insan daha ona rahminde canlandığı andan itibaren
eğitime başlar. Annenin günde beş vakit namazda belirli hareketleri yaparken.
Allah'dan gelen bu çocuğun ruhuna yine Allah'dan gelen Kur'an âyetlerini
mırıldanarak bahar mevsiminde çam koşu, güneş sıcaklığıyla yüklü seher yelinin
toprak içinde çatlayan çekirdeği harekete geçirdiği gibi rahimdeki çocuğuda
tatlı bir ihtizazın içine garkeder.
Dünyaya geldiğinde
kulağına üflenen ilk söz ondört asır önce yanık Bilalin dilinden çıkan ve
gönülden gönüle yankılanarak gelen Ezan-ı Muhammedi ile taze beyne ilk kayıt
yapılır. Çocuğun kulağına ezan okunduğunu gören bir kısım mantıksızlar -çocuk
duyarmı duysa anlarmı bu boş şeylere niçin inanırsınız- dediler.
Fakat ilmî
araştırmalar çocuğun ana rahminde iken duydukları şuur altına yerleşir
neticesini ortaya koydu.
Avrupalı filozoflar ilmin
kaynağı konusunda ihtilafa düşerlerken, merkep sırtından düşerek parçalanan
mukaddes kitapların yarımşar yaprağını buldular ve hepsi hakikat benimkisidir:
Yani bütün ilim doğuştandır. Yok bütün ilim beş duyu ve tecrübelerledir. Hayır
süje obje ilişkisidir, oda değil üstün bir varlığın bildirmesidir dediler.
Ancak bu mukaddes
peygamberler binasının son taşı olan Efendimîz'e verilen kitap ve o kitabı
tefsir eden hadislerden anladığımıza göre bilgi; doğuştan gelendir. Allah'ın
öğrettikleri, rasûlünün haber verdikleri, beş duyu ile sağladığımız süje obje
ilişkisi ve bu ilişkileri idrak haline getiren kalb de bir nur gibi olan aklın
o ilişkileri toplayarak hamur haline getirip içinde bir şekil verip dışında
söze dönüş türmesidir.
İnsanın ten ve candan
meydana gelmesi de bize ruha ait bilgi ve o bilginin yollan olması gerektiğini,
bedene ait bilgi ve ruha ait bilgi yollarının olması gerektiğini gösteriyor.
Gökleri bir dürbünün
gözüyle yere indirirken gönül hep daha ötelerde kanat çırpıyor. Demekki beş
duyusunun daima ilerisinde olan ve ona yönlendiren birşey var bizde. Gönlünün
bilgi kanatlarını bu beşduyunun aldığı yanlışlarla besleyen tefekkür yoksunu
kuru mantığa yolduranlar dünyada katı mantık kurallarının mahkumu ahirette de o
duyu organlarının şehadetiyle Cehennemin mahbusu olurlar.
Alimlerin peygamber
varisi olduğunu bildirir Efendimiz. Eğer Peygamberimiz miras olarak Uhud dağı
kadar altın bıraksa idi bindörtyüz sene sonra bize bir gramı gelmezdi. Ama
Allah'a hamdolsun ki, hepimiz Fatiha sûresini o mirasdan bir pay olarak
almışız.
Herşey taksimle
azalırken ilim çoğalıyor. O bereketli nisan yağmuru gibidir. Buhar halinde
yükselir yağmur suyu olur. Çiçeği sular gül suyu olur. Kaybolmak yok. Yağmuru
çöle akıtsamz yine yok olmaz buhar olur yükselir rüzgârdan atlara biner dağ
yamaçlarındaki ağaçlara hayat kaynağı olur.
İlim nazariyatta
kalmamalıdır. Hayat boyu okuyan ve kimseye faydası dokunmayanları ahirette
kâfir çocuklarına öğretmen yapmazlar. As-hab ezberlediği âyetleri tatbikat
sahasına kor sonra tekrar ezberlerdi.
İlim fazla rivayet
bilmek değil, Allah'dan korkmakdır. Faydasız ilimden Allah'dan korkmayan
kalbden Allah'a sığınmak gerekir. Allah'dan sakınanlara Allah bilmediklerini
öğretir. Bu ilim öğrenilmesin anlamına gelmez. Bir tefsire göre ilim imandan
aönce gelir. Çünkü imanın ana rüknü olan Kelime-i Tevhid'i bilmek de bir
ilimdir. O bilinmeden de dil ile ikrar yerine gelmiş olmaz.
Ebu Hanife: Farz
ibadetlerden sonra en efdal ibadet ilimle meşgul olmakdır der. Efendimiz de
âlimin mürekkebi ile şehidin kanı tartıldığı vakit mürekkeb ağır gelir der.
Ve bir hadisinde de
âlimleri yıldızlara benzetir. Yıldızlar gökyüzünün süsü, âlimler yer yüzünün
süsüdür. Yıldızlar gece karanlığını aydınlatır. Alimler cehalet karanlığını
aydınlatır. Yıldızlar yolunu kaybedenlere yön gösterir, âlimler de cennetin
yolunu yitirenleri uyarır.
Allah (c.c.) Adem'e
eşyanın ismini öğretti o esma sebebiyle melekler ona secde etti. Sen de eşyanın
ismini ve karakterini Öğren ki, Rabbime boyun eğmeyenler Rabbimin kuluna boyun eğsin.
Allah (c.c.) Hızır'a
firaseti öğretti, Musa gibi bir büyük peygamberi ona talebe yaptı. Gönül aynanı
kirletme taki gönlün göz olsunda başkaları taleben olsun.
Yusufa rüya tabiri
öğretildi hapisden kurtuldu. Sen de Kur'ân'ın ta'birini öğrenki şehvet ve
gaflet hapsinden kurtul.
Davuda zırh yapması
öğretildi devlet yönetti. Sen de teknik bilgileri elde et de ülkeler yönet.
Süleyman'a kuş dili
öğretildi zaferi elde etti ve Belkısa sahip oldu. Asıl zafer iki dünya
saadetidir. Sen de laboratuarda eşyanın dilini öğren.
Efendimize Kur'ân
öğretildi de kıyamete kadar adı dillerde zikir oldu. Rabbiz adıyla zikredildi.
Bu Örnekler bize bir
uyarıdır. Eşyanın isimlerini Adem (s.a.v.) gibi bilmeli, çiçeklerle Lokman gibi
konuşmalı (laboratuarda). Davud (s.a.v.) gibi harp sanayiini öğrenmeli ve
kurmalı. Efendimiz'in varisi olup geçmiş ve geleceğin ilmi olan Kur'an-ı
öğrenmeli ve yeryüzünü mescid kılmalı.
İlimsiz kuvvetin
değeri olmadığı gibi, kuvvetsiz iliminde değeri yoktur.
Allah'a götürmeyen
ilimde ilim değil gönül bağıdır. Muaz İbni Cebel güzel söylemiş: .
İlim öğrenin, öğrenmek
iyiliktir. Talebelik ibadettir. Müzakeresi teşbihtir. Araştırması cihaddir.
Öğretmesi sadakadır. Kurbette yoldaş yalnızken arkadaşdır. Yalnız kaldığında
konuşuverir. Fakir kalırsan yol gösterir. Bela gelirse yardım eder. Dostlar
yanında süsdür. Düşmanlara karşı silahdrr. Allah milletleri ilimle yükseltir ve
onları idareci kılar.
Max Müller gibi
araştırmacıların açıklamasına göre dünyadaki bütün insanların konuştuğu
dillerde ortaklaşa kullandıkları dörtyüz kadar kelimenin her dilde
kullanıldığı ve bu kelimelerin insan hançeresinden çıktığı sonradan öğrenmediği
doğrultusundadır.
Bazılarının dediği
gibi insan önce maymundu sonra iki ayağı üzerine kalktı taş'dan tak-tak sesini
kargadan gakgak sesini duydu öğrendi konuşmaya başladı, kuyruğunu da tren
yolunda kestirdi adam oldu safsatasını Kur'an-ı Kerîm'in bu âyetîeriyle
yalanlanıyor.
Maymundan geldiğini
iddia eden insanlar babasının evini kaybeden çocuklar gibi zavallıdırlar.
Onların gönüllerinden tutarak babası ve ilk peygamberi Adem'i tanıtıveriniz.
İnsanın meleklere
üstünlüğü ilimledir.
İslâmda devlet
başkanına imam, halife veya emir-ül mü'minin denir.
İslâm'da otorite
boşluk kabul etmediği için Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde cenazesini
defnetmeden halife seçilmiş ve ilk halife Hz. Ebubekir'in başkanlığında
Efendimiz'in cenazesi defnedilmiştir.
İmam veya halifeyi
tarif ederken Cessas Ahkam-ül-Kur'an'ın da (1/68): "Peygamberlik yoluna
uygun şekilde dinî işlerde kendisine uyulan kişi" denilmiştir.
Günümüzde yazılan
kitaplarda ise: "Halife; dinî ve dünyevî işlerde kendisine uyulan"
diye tarif ediliyor.
Bu tarif yanlıştır.
Bir; dinî ve dünyevî işlerde kendisine uyulan kişi Yahudi, Hristiyan, ateist
olabilir. İki; dinî işlerle dünya işlerini ayırmak sözkonusudur. Halbuki İslâm
dini yeme, içme, evlenme, ticaret, ziraat, kefalet, vekalet, doğum, ölüm her
konuda hüküm koyduğu için dünyada yapılan her şey şer'a uygun olarak dinidir.
Şer'a uygun olmayanı da din düzeltir.
Halifenin halkına olan şefkati
kişinin ailesine olan şefkatinden daha fâzladır.[102]
Halifede aranan
şartlar: Akıllı olmak, ergenlik çağma varmış olmak, hür olmak, erkek olmak,
ictihad derecesinde âlim olmak, adil olmak, bedeni sıhhatli olmak, cihad
yapmaya müslümanların haklarına korumaya cesur olmak,[103]
(34) Hani
meleklere: "Ademe secde edin" demiştik de iblisden başkası hemen
secde etmişlerdi. İblis ise dayattı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.
Melekler Adem'in
ilmini gördüler, takdir ettiler ama secde etmediler. Secdeyi Allah (c.c.)
emrettikten sonra ettiler.
Demekki Adem'e yapılan
secde Allah'a yapılmıştır. Çünkü onun emriyle olmuştur.
Müslümanların Mekke'de
iken Kudüs'e doğru namaz kılmaları, Medine'de "Mescid-i Haram'a"
dönülmesi emri gelince Ka'be'ye yönelmesi hep Allah'ın emrine itaattir.
İblis inceliği
kavrayamadı. Kalıba aldandı ve secde etmekten kaçındı. Ebedi lanete uğradı.
Bu ebedi lanete
uğraması bir tek secdeyi yapmamaktan değildir. Eğer öyle olsaydı vay bu
müslümanların haline.
Onun ebedi lanete
uğraması "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşden yarattın onu çamurdan
yarattın"[104]
diyerek kendisinin haklı, Allah'ın haksızlığını iddia etmesinden kendi
mantığını Allah'ın emri ve ilminden üstün görmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu iblis denilen
şeytanın meleklerden olduğunu söyleyenler yanılmışlardır. Rabbimiz:
"İblis cinlerden idi" buyurur.[105] İnsanın insana secde etmesi
yasaklanmıştır.Yusuf sûresinin yüzüncü âyetinde Yusufun kardeşlerinin Yusuf
aleyhi s selama secdeleri o günün insanının saygı âdeti olduğu için yasaklanmamıştır.Namazını
geçirdiği için af isteyen kaza yapan müslüman, insan Ka'be'ye doğru secde mi
edermiş, Adem Ka'be'den değerlidir diyen kâfirden değerlidir.Biz Ka'be'ye secde
etmeyiz. Rabbimizin emrine uyar, O'na secde ederiz.İslâm devletinin hürriyetini
sembolize eden bayrak bir metrelik bezdir. Bir metrelik bez için ölünmez ama o
bir metrelik bezin temsil ettiği dava uğruna ölündüğü gibi Ka'be'ye değil
Allah'a secde edilir.[106]
(35) Ve
demiştikki: "Ey Adem, sen eşinle birlikte cennete yerleş neresinden
isterseniz bolbo! yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız. Yoksa zalimlerden
olursunuz.[107]
(36) Bunun
üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları yerden çıkardı.
Biz de: "Haydi kiminiz kiminize düşman olarak yeryüzüne inin, size belirli
bir zamana kadar durak ve faide-lenecek yer vardır" demiştik.[108]
(37) Derken
Adem, Rabbinden kelimeler aldı. (Ve onlarla yalvardı da) Allah'da tevbesini
kabul etti. Şüphesiz tevbeleri kabul eden ve esirgeyen O'dur.
Bu âyeti kerîmelerden
yukardaki otuzuncu âyetten öğreniyoruz ki, Adem dünyaya geçici bir sûre
yerleşmek için yaratılmıştır. Cennete yerleştirilmiş, cennet nimetlerinden
bolca yemeleri ve bir ağaçdan uzak durmaları yememeleri emredilmiş.
Demek ki, emir ve
yasak cennette başlamış ve Hz. Adem'le Hz. Havva cennette eğitimden geçirilmiş.
Âyette, ikiniz
yiyiniz, ikiniz cennete yerleşiniz, ikiniz şu ağaca yaklaşmayınız emirleri iki
kişi olduğunu gösteriyor.
Emir ve yasaklar karşısında
erkeklerle kadınların eşit olduğunu da göstermektedir.
Şeytan her ikisininde
ayağını kaydırdı ve onların cennetten çıkmalarina sebeb oldu.
Hıristiyanların
"Eğer Adem o yasak meyveyi yemeseydi, şimdi cennette olacaktık"
sözünün yanlışlığını otuzuncu âyet ortaya koymuştur.
Cennette yasaklanan
meyvenin ne olduğu bize bildirilmemiştir. Demekki öğrenmenin faydası yok.
Faydalı olan bu
dünyada bize yasaklanan şeylere yaklaşmamaktır. Şeytanla olan düşmanlığımız
kıyamete kadar devam edecektir.
Hz. Adem Rabbinden
öğrendiği kelimelerle pişmanlığını itiraf etti. Rabbine Rabbinin kelimeleriyle
ikisi birlikte dûa ettiler.
"Rabbimiz, biz
kendimize zulmettik. Eğer sen bizi afvetmez ve acımazsan biz hüsrana
uğrayanlardan oluruz" dediler.[109]
Rahman ve Rahim olan
Rabbimiz rahmetinden afvetmesi için kendisine nasü yalvaracağımızı da
öğretiyor.
Tevbe: Pişmanlık
ateşiyle gönüle konan günahı yakmaktır. Bir daha aynı günahı işîememeye karar
vermektir.
Tevbe günahın
cinsinden olduğundan yıktığını yapmaktık.
Hz. Adem ile Hz.
Havva' yeryüzüne indirilir, fakat nereye indirildiği bildirilmiyor. Tefsir
kitaplarında Adem (s.a.v.)'in serendip adasını, Hz. Havva için Cidde'yi iniş
yeri olarak açıklarlar ama bu konuda Kur'ân ve sünnetten bize bir açıklama
olmadıkça kesinlik ifade etmez.
Hz. Adem, Hz. Havva,
şeytan, yılan, Tavus kuşu ile birlikte birçok uydurma hikayeler anlatılmıştır.
Biz bu uydurmalara inanmayacağız.[110]
(38)
"Hepiniz oradan inin. Sonra benden size bir hidayet gelir de kim benim
hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar"
dedik.[111]
(39) Küfre
saplanan ve âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateşin yaranıdırlar ve orada ebedi
kalıcıdırlar.
Yeryüzüne indikten
sonra Allah (c.c.) insanı başıboş bırakıverme-miş, Adem'i kendine peygamber
olarak seçmiş[112] ve ona hidayet rehberi
olarak on sahifelik kitap indirmiş.[113]
Allah'ın dinine
uyanların iki dünyada da korkusu olmaz ve üzülmezlerde.
Niye korksunlar ki?
Korktuklarım yaratan Allah'a sığınmışlar. Allah'ın hidayetini, âyetlerini
inkâr edenlerse ebedi cehenneme girerler.
Çünkü kâfirler
tabiattan herşey Allah'ı zikrederken bunlar inkâr edince yaratıcıya karşı
isyanla yaratılmışa karşı saygısızlık yapıyorlar.
Herşey rabbini
zikrederken bunlar inkarla tabiattaki teşbih ve hamd velvelesini zevkini
safasını bozuyor ve pis, kokulu görültüye çeviriyorlar.[114]
(40) Ey
İsrail oğullar, size bağışladığım nimetimi hatırlayın ve ahdimi yerine getirin
ki, bende ahdinizi yerine getireyim ve ancak benden korkun.
Allah (c.c.) bize
konuşmanın adabını da öğretiyor. Bugün dünyanın en zalim milleti olan
Yahudiler'e İslâm'ı tebliğ için konuşurken, "Ey İsrail oğulları"
diye başlamamız gerektiğini öğretiyor. Yani biz onlara "Ey peygamber
çocukları" diyoruz. Çünkü İsrail, Yakup peygamberin adıdır.
Bu insanlara biz
"Ey Yakup peygamberin çocukları" diye konuşmaya başlarsak
geçmişlerinin iyi taraflarını hatırlatırsak bizi dinlemelerini sağlaya biliriz.
"Nimetimi
hatırlayın" buyuruyor. Fatiha sûresinde gördük ki, Nimet Allah'ın
insanlara verdiği dosdoğru yoldur. Maide sûresi üçüncü âyetinde Nimet dindir.
Ve o dinin insanlara kazandırdığı devlettir.[115]
Dühan 27'de nimetden
kasıt yiyecek ve içeceklerdir.
Allah (c.c.) bu âyette
hepisini kasdetmiştir. Peygamber ve Tevrat ni-metiyle onlara devlet nimetini
lütfetmiş sonra köle olarak çalıştıkları Mısır'a efendi olarak girmişler.
Al'i İmran sûresinin
103'ncü âyetinde nimetten kasıt dostluktur. Allah İslâm sebebiyle düşmanları
dost eyledi, işte bu da bir nimettir diyor.
Bizi Şu mekanda
toplayan ve dost eden İslâm nimetidir. İslâm sebebiyle burada toplamasa idüc
bir başka yerde toplanıp birbirimizin kasasına, kesesine göz dikmiş olarak
toplanabilirdik.
Bugün biz namus mefhumuna
inanıyorsak bu İslâm'ın bize verdiği bir nimettir. Kendisi Türk, adı Türk adı
olan.ama imanını yitiren bir avuç insan basın yoluyla "namus neyimiş"
"herkes hayvanlar gibi özgür olmalıdır" diyorlar. Bizi bunlardan ayıran
yalnız İslâm nimetidir.
Rabbimiz "Ey
israil oğullan, size bağışladığım nimetimi hatırlayın" dediğinde
Medine'deki Yahudiler devlete sahip değillerdi. Günümüz Yahudiler'i de İkinci
Dünya Savaşı'nda Almanlar tarafından milyonlarcası yakıldı. Dünyanın çeşitli
yerlerinde dağınık haldeler. Filistin'dekiler bir devletcik kurmuşlarsa da ateş
üstünde oturur gibiler.
Peki bu âyet niçin
onların nimetinden bahsediyor?
Ecdadınız bu nimete
sahipti. Onlar peygambere iman etti, Tevrat'a göre hareket ettiler ve devlete,
nimete sahip oldular. Siz yine tekrar aynı nimete sahip olmak mı istiyorsunuz?
buyurun, işte Kur'ân, işte peygamber.
Şimdi bu âyet bizi de
ilgilendirir. Bizim ecdadımız Kur'ân'ı gönüllerine aldıktan sonra
Malazgirt'ten, İstanbul'dan Viyana'ya kadar varmışlar. Üç kıtayı adaletle
yönetmişler.
Siz de böyle bir
nimete ermiş, ecdadın çocuklarısınız. Onların sarıldığı kitaba sarılırsamz
aynı devlete ve nimete erişirsiniz.
Peygambere itaat edip
isyan etmeyeceğiz konusunda verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de dünyada
devlet ahirette cennet vereceğim, sözümü yerine getireyim.
Bu İslâm yolunda
yürürken karşınıza dikilen şeytan ve şeytanın yardımcıları olan kâfirlerin
askerleri silahları ve her türlü planlarından korkmayın, yalnız benden korkun
buyurur Rabbimiz.[116]
(41)
Beraberinizdeki (Tevrat'ı) doğrulayıcı olarak indirdiğim (Kur'ân)'a iman edin.
O (Kur'ân)'ı inkâr edenlerin ilki siz olmayın ve benim âyetlerimi az bir para
karşılığında satmayın ve ancak benden sakının.
Şu günlerde birileri çıkmış
ve "Yahudiler'in Kur'ân'a iman mecburiyeti yoktur, onlar da bu halleriyle
cennete gidecektir" diye broşür dağıtıyor.
Rabbimiz ise
Yahudiler'e "Şu elinizdeki Tevrat'ı doğrulayan Kur'ân'a iman edin, ilk
inkâr eden siz olmayın" diyor.
Küfürde öncülük
yapmayın. Çünkü siz kitap hakkında bilgisi olan bir toplumsunuz. Müşriklerden
daha yakınsınız kitaba.
Küfürde, yalanda,
haram yemede, faizde, meyhane açmada, kumarhane yapmada ve diğer kötülüklerde
Öncülük yapmayın.
"Âyetlerimi az
para karşılığında satmayın."
Az para karşılığında
satılmazsa çok para karşılığında satılabilir mi? Dünya ve içindeki altın, gümüş
dolar, riyal, mark, lira, ruble, yen hepsi terazinin bir kefesine konsa, öbür
kefesine de Allah'ın bir tek âyeti konulsa ve satılsa yine de az para
karşılığında satılmış demektir.
Zamanla papazlar ve
hahamlar krallardan aldıkları para karşılığında İncil ve Tevrat'ın içine
krallara itaatla ilgili sözler sokulmuş bir kısım âyetler de kaldırılmıştır.
Günümüzde Allah'a çok
şükür ki, âyetleri yok etmek imkânı kaldırılmış ama az para, mekam, mevki
karşılığında âyetlerin mânâsını açıklamama yolu denenmiş. Yıllarca ahkâma ait
âyetler gündemden kaldırılmış. Son zamanlar da bir kısım gayretli müslümanlar
bu ahkâma dair âyetleri de açıklamaya başlayınca bir kısım satılık kalemler
"O âyet Ya-hudiler'le ilgilidir, bu âyet Hıristiyanlarca ilgilidir, bunlar
ise Mekkeli müşrikler hakkında nazil olmuştur" diyerek bizi
ilgilendirmediğini söylemeye başladılar. "Sebebi nüzul, âyeti tahsis
etmez" kaidesini görmezlikten geldiler. Yani Kur'an'daki âyetlerin bir
kısmı Yahudiler'e bir kısmı Hıristiyanlar'a diğerleri de Efendimiz zamanındaki
Mekkeli ve Medineli insanlara hitap ediyor, bizi ilgilendirmez denirse Kur'an
bize hitap etmez mânâsı çıkar ki, Neuzübillah.
Hak yolda yürür,
paraya makama boyun eğmezsen boynunu eğmek için üzerine gelirler. Sakın
onlardan değil yalnız benden sakınınız.[117]
(42) Hakkı
batıla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin.
İnsana zehiri billur
kâsede bal şerbeti içinde verirler.
Müslümanı sapıtmak için
gelenler kâfir kıyafetinde gelmezler müs-lüman kıyafetinde gelir. Allah'ın
âyetlerinden hareket ederek kâfirlerin sistemleri ile Kur'ân'ın uyuştuğunu
açıklamaya çalışırlar.
Gizlemek ise Efendimiz
zamanında Tevrat ancak birkaç kişinin elinde vardı. Ve onlar istemediklerini
okumazlardı. Peygamber Efendimiz ve Kur'ân'dan haber veren âyetleri
okumuyorlardı.
Bugün ise çağdaş
kâfirler Kur'ân dili Arapça'nın okunup yazılmasını yasaklamışlar. Okuyup hafız
olan değerli insanlarımız okuduğunun ne anlama geldiğini bilmezler. Bunları bu
hale getirenler de gizleme işlemini yapıyorlar.[118]
(43) Namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rüku' edenlerle beraber rüku' edin.
Bu âyette: Namaz
kılmak ve zekât vermek Yahudiler'e emrediliyor. "Onlara emrediliyor bizi
ilgilendirmez" diyemeyiz. "Rüku edenlerle beraber rüku ediniz"
emrine dayanarak cemaatla namaz kılmak vacipdir demişler. Hanefıler'e göre
cemaatla namaz kılmak müekked sünnettir.[119]
(44) Siz
insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki kitapta
okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
Dünyanın en büyük
kahramanlık destanını yazan Firdevsii Tus'i geceleri dışarı çıkamayacak kadar
korkakmış.
"Ele verir
talkını, kendi yutar salkımı" sözünü söyletenlerden olmayalım. Korkarken
kahramanlık marşları okumayalım.
Cimriyken cömertlikden
dem vurmayınız.
İçki sofrasında çocuğunuza
içkinin zararından bahsetmeyin.
Peki kötülük yaparken
iyiliği tavsiye etmek yasak mıdır?
Hayır. Burada
yasaklanan kötülük yaparken iyiliği emretmek değil. İyilik yaparken kötülük yapmaya
devamı yasaklar.
Yani siz iyiliği
emrediyorsunuz. O halde kötülüğü de terkediniz denmektedir.
Eğer Allah'a olan
sözünüzü yerine getirirseniz, yalnız Allah'dan kor-karsanız, Allah'ın
âyetlerini para karşılığında satmazsanız, namazı dosdoğru kılarsanız, zekâtı
verirseniz, cemaatla beraber rüku ederseniz, iyilik yapar, iyiliği
emrederseniz şeytan ve onun yardımcısı olan şeytanlaş-mış insanlar maddî ve
manevî zarara vermek için karşınıza dikilebilirler işte o zaman,[120]
(45) Sabır
ve namazla (Allah'dan) yardım isteyiniz. Muhakkak bu huşu sahibi insanlardan
başkasına ağır gelir.[121]
(46) Onlar
(huşu sahibi olanlar) gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ve ona döneceklerini
bilirler. Sabır ve namazla yardım isteyiniz. Peygamber Efendimiz Hz. Bilale
"Bizi rahatlat ya Bilal" diyor. Bilâlde (r.a.) ezan okuyor ve
müsîümanlar namazla huzura kavuşuyor ve dinleniyor ve güçleniyor. Sabır,
düşmanlar dinime karşı harp açıp meydanları tuttuklarında kapıları kapatıp
içerde "ya sabır" çekmek değildir. Sabır ateş hattında yapılan
sabırdır.
Hz. Ömer'e Küfeden
mektup yazmışlar ve sormuşlar: Bizim burada gücü yettiği halde zina etmeyenler
var. Birde gücü yetmediği için yapmayanlar var. Bunların durumu eşit midir?
Hz. Ömer "Gücü
yettiği halde yapmayan sevaba girer. Öbürüne ise sevap da yoktur, günah da
yoktur" buyurur.
Emredilenleri yerine
getirmede sabır, yasaklananlara uymada sabır.
1402 yılında Ankara'da
Yıldırım Beyazid'i döven Timur'a "Başanyın sırrı nedir" demişler.
Timur, soruyu soranın ağzına kendi parmağım, onun parmağını da Timur kendi
ağzına almış karşılıklı ısırmaya başlamışlar.
Karşılıklı
ısırırlarken adam aaaaaaaa diye ağzını açarak bağırmış. Timur kendi parmağını
çekmiş ama adamın parmağını ısırmaya devam etmiş. Sonra bırakmış ve "Bak
harplerde böyledir. Sen aaaaaaa diye ağzını açarak bağırınca benim işime
yaradı, parmağımı kurtardım ama bu bağırma senin parmağına fayda vermedi.
Sıcak su
kaplıcalarından birinde insanlar ayaklarını suya sokuyorlar ve kaç saniye
tutacağız diye yarışıyorlar. Birinci gelen bir saniye daha fazla duruyor o
kadar. Yani bir saniye fazladan sabırla birincilik kazanılır.
Harplerde de bu
böyleymiş. İki tarafda geri çekilmeyi planlarken önce çekilmeye başlayana
öbürü saldırıyor ve kazanıyor.
Bu namaz ve sabır
Allah'dan korkanlara ağır gelmez.
Allah'dan korkmakda
Allah hakkında bilgi edinmekle olur. "Allah varsa beni çarpsın" diyen
imansız aslanın başına konup da "hani aslan neredeyse karşıma
çıksın" diyen sinek gibidir. "Bire sinek, aslandan korkmak için
ceylan olmak gerekir."
"Allah'dan ancak âlim
kulları korkar."[122]
(47) Ey İsrail oğulları! Size verdiğim
ni'metlerimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.[123]
(48) Öyle
bir günden korkun ki, o günde kimse bir diğeri adına
bir şey ödeyemez.
Kimseden (izinsiz) şefaat kabul olunmaz, ondan bedel alınmaz ve onlara yardım
da yapılmaz.
Kırkıncı âyette
hatırlatılan nimet bu âyette de hatırlatılmakta ve Nimet'in ne olduğu
açıklanmakta.
Nimet bu âyette o günün
insanları arasında en üstün makam ve mevkiyi almak, firavunu ve zulmünü devirip
yerine adil bir devlet kurmak, köle iken İslâm nimetiyle hürriyete kavuşmak en
büyük nimettir.
Yahudilere ve bize
şöyle denmektedir: Eğer bu peygambere ve getirdiği kitaba iman eder ve onun
emir ve yasaklarına uyarsanız yine aynı devlete ulaşırsınız.
İslâm nimetine
sanlınız, o sizi iki dünyada da kurtarır. Yoksa kimse diğerinin yerine ceza
çekmeyeceği bir günden sakının. Bu dünyada baba oğlunun yerine hapisde
yatabilir. Onun cezasını çekebilir. Suçunu üstlenebilir. Ama ahiretin azabının
dehşeti karşısında kişi kardeşinden, annesinden, babasından, arkadaşından,
oğlundan kaçar. Herkes kendi derdiyle meşgul olur.[124]
Maymunu yavrusuyla
beraber boş bir kazanın içine koymuşlar altından ateşi yakmışlar. Ayaklan
yanmaya başlayınca yavrusunu kucağına almış. Ateş şiddetlenince ayaklarını
kaldırıp indirmeye başlamış. Daha da şiddetleniverince yavrusunu altına koymuş
ve yavrusunun üstüne çıkmış.
İnsanın merhameti daha
fazladır; Bu dünyada sen yanma ben yanayım diyen fedakâr insan çıkmıştır.
Ancak ahiretin azabının şiddetini bilecek durumda değiliz.
Bizi yaratan, bizi
bizden iyi bilen Allah (c.c.) birbirimizden kaçacağımızı haber veriyor.
Şefaat ta kabul
edilmez. Bu dünyada işlerini aracılar ile yürütenler orada aracı
bulamayacaklardır.
Müminler Allah (c.c.)
iman edip emirlerine ve yasaklarına güçleri oranında uydukları için bazı
günahları için Allah'ın şefaat izni verdiği zatlar şefaat edeceklerdir.
Ayet-el-kürsi[125] Allah'ın izin verdiklerinin şefaat edeceğini
haber verir.
"Şefaat edenlerin
şefaati onlara fayda vermez."[126] Ayeti
şefaat edenlerin olacağını haber verdikten sonra kâfirlere bu şefaat edenlerden
fayda olmadığını bildirir.
Dinime değerli
hizmetlerde bulunanların da şefaat edeceğini hadis-i şerifler haber verir.
Ancak Mahmut Toptaş hoca şefaat edecektir diye şahıs ismi vererek konuşmayın.
Peygamberler müstesna.
Biz şöyle dûa edelim:
Yarabbi şefaat izni verdiğin şefaatcılann şefaatından bizi mahrum etme.
Ahirette yapılan
kötülükler karşılığında fidyede kabul edilmez. Bu dünyada parayla, malla,
makamla işlerini görenlere öbür dünyada paraları, unvanları fayda
vermeyecektir.
idi arabın dilinde
hayvanın yükünün bir tarafındakine denir. Türkçe karşılığı denkdir. Adi de aynı
kökdendir idi maddî olan denke denir. Adi ise manevî, süpjektif olana denir.
Şefaat çift mânâsına gelir.
Şefaat eden aracı suçluya destek olarak ikileştikleri için bu ismi alır.[127]
(49) Yine
hatırlayın o vaktiki sizi işkencenin en kötüsüne götüren, oğullarınızı öldürüp
kızlarınızı diri tutan, firavunun hanedanından biz kurtarmıştık. Bunda sizin
için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.
Demekki bir milletin
ecdadına yapılan iyilik veya kötülük torunlarına da yapılmış gibidir.
Binlerce sene önce
firavunun yaptığı kötülük ve Rabbimizin yaptığı iyilik binlerce sene sonra
gelen İsrailoğullarına hatırlatılarak İslâm'a dönmeleri istenmektedir.
Günümüzde devletler
arası ilişkilerde de geçmişe önem verilir. Yüz sene önce dost olduğu devletle
düşman olduğu devlet bir tutulmaz.
Çocuk anne ve
babasının özelliklerini genleriyle torunlarına taşıdığı gibi milletlerde millî
özelliklerini, dini özelliklerini taşırlar.
Ancak kültür, inanç
değişimiyle millî akışın yönü değiştirilebilir. Yahudiler'den müslüman olanlar,
Mısırlı kıptılerden müslüman olanlar; Hıristiyanlar'dan müslüman olanlar,
Türkier'den müslüman olanlar dinde kardeş olunca yepyeni bir devlet
oluşturmuşlar ve devlet nasıl olurmuş, millet neyimiş, milliyet nasıl
olmalıymış bütün insanlığa öğretiverdiler.
Firavunun çevresindeki
danışmanları, tarih profesörleri, sihirbazları firavuna İsrail oğullarından
peygamberler geldiğim ve kralların zulmüne saltanatına son verdiğini haber
verirler. Mısır'daki bu köle gibi çalışan İsrail oğullarından da böyle birinin
çıkabileceğini, Mısır'a köle olarak getirilen Yusuf un birkaç sene sonra Mısır
devlet başkanı olduğunu söylerler. Çare olarak da erkek çocuklarının
öldürülmesin teklif ederler. Kız çocuklarını Öldürmüyorlar. Çünkü İsrailli
kadınlarla kiptiler evlenerek kıptıla-nn soyunu çoğaltıyorlardı.
Günümüzde firavunun
görevini üstlenen kâfirler genellikle halkı müslüman olan ülkelerde doğum
kontrolüne hız veriyorlar. Firavun yalnız erkekleri öldürüyordu. Günümüzde ise
hem erkekler hem kadınlar öldürülüyor.
Kâfir Batı'da endişesi
müslümanlar tarafından ülkesinin ele geçirilmesidir. Çünkü kendi kadınları
güzelliğim bozulmanın diye doğum yapmıyor.
Tarihde zengin ve
güçlü Galyalılar'ın doğum kontrolü yapıp fakir frankların doğum kontrolü
yapmamaları sonucunda birgün gelmiş fakir franklar zengin Galgalılar'ı işgal
edip tarihden silmişlerdir.
Bugün Fransız, Alman,
Hollanda siyasileri, yazar çizer takımları arasında "Eğer bu
nıüslümanların artışı Önlenemezse ikibin yirmi yılında cumhurbaşkanı
Mitterrand'ın yerinde Muhammet isimli birini, Kohl'un yerinde Ali isimli birini
görebiliriz" tartışması var.
Alman kadınlarını
doğum yapmaya teşvik etmek için çocuk sayısı arttıkça çocuk parasını da
artırmışlar ama bu kanun müslüman Türk işçilerinin işine yaramış.
Anne açı çekmeyince
yavrusunu kokiayamaz. Çekirdek çatlamayınca çiçeğe dönüşemez. Belâların
ardından devlet ve cennet geliyor.[128]
(50) Hani
denizi yarmış sizi kurtarmıştık ve siz bakarken firavun ve ailesini
(ordularını) suya batırmıştık.
Belâlara sabredenler
muradlarına eriyorlar. Kölelikden kurtuldukları gibi zalim efendileri
gözlerinin önünde suyun içinde boğularak geberiyor.
Musa aleyhisselâm
firavunun sarayında bir eli yağda bir eli balda yaşarken sarayda nimetler
içinde köle olarak yaşamaktansa çölde Allah'a ibadet ederek hür yaşamayı tercih
etti.
Günrümüzde bir kısım
insanlarımız Musa aleyhisselâma akıl verirler. "Sarayda kalsaydı.
Çaktirmasaydı. Oradan içten oysaydı" derler. Aslında bu Musa
aleyhisselâma akıî vermek değil, haşa Allah'a akıl vermektir. Çünkü Beni
İsrail'i Mısır'dan çıkarma emri Allah'dan "gelmiş ve Musa aleyhisselâm da
o emir üzerine çıkarmıştır.
Düşmanın gücünü
gözünüzde büyüterek cihaddan geri durmayınız. Rabbim hesap etmediğiniz yerden
yardımını gönderir.[129]
(51) Hani
Musa'ya kırk gece vadetmiştik. Sonra siz onun arkasından kendinize zulmederek
buzağıyı tanrı edinmiştiniz.[130]
(52) Sonra
bunun ardından şükrediniz diye sizi afvetmiştik.
Birkaç günlüğüne halkdan
ilgiyi kesip Hakla beraber olmak bütün peygamberlerin hayatında vardır.
Musa aleyhisselâm kırk
gün Tur dağında itikafda kalıyor. Peygamber Efendimiz de Medine'ye hicret
ettikden sonra her sene Ramazan ayının yirminci günü sabah -namazından Ramazan
bayramı birinci günü bay-ram namazına kadar mescidde itikafa çekilirdi.
Zaman içinde
müslümanlar Ramazan'daki itikafı yerine getirdikleri gibi Musa aleyhisselâmın
sünnetine uygun olarak kırk gün tekkelere kapanarak halkdan ilgiyi kesmişler
ve bu uzletin adına da çile demişler. Farsça'da çile kırk demektir. Çilehane
ise kırkgün kalınacak yerdir. .Yoksa Allah'ı zikretmek insan için bir zorluk
meşakkat, çile değildir.
On günlük veya kırk
günlük bu halvet akünün, şarj olması gibidir. Peygamberlerin hayatı,
mücadeleleri, planlan, başarılan gözden geçirilir ve çıkınca neyi nasıl
yapacağına karar verir ve bir sene uygulamaya kor.
Musa aleyh i s selâmın
yokluğunda Harun aleyhisselâmı dinlemeyen bir kısım Yahudi eski Mısır dininin
tanrısı olan sığınn bir heykelini yaparak tapınmaya başladılar. Allah (c.c.)
tevbe edenlerin suçu ne olursa olsun afvedileceğini bildiriyor bu âyetlerde.
Günümüz
putperestlerine kapı aralanıyor.[131]
(53) Hani
hidayete eresiniz diye Musa'ya kitabı, hakkı batıldan ayıranı vermiştik.[132]
(54) Hani
Musa kendi milletine: "Ey milletim! Siz buzağıyı tann edinmekle kendinize
zulmettiniz. Yaratanınıza tevbe ediniz. Nefislerinizi öldürünüz. Bu Rabbiniz
katında sizin için daha hayırlıdır. O tevbenizi kabul eder. O tevbeleri çok
kabıil edendir, merhamet edendir" demişti.
Hak ile batılın, iyi
ile kötünün ayırt edicisi Allah'ın indirdiği kıtapdır. O kitaplar olmasa idi
insanlık hak ile batılı ayırt edemezdi.
Hâlâ günümüzde
yasaîann değişip durması hakiki doğrunun bulunamamasının delilidir.
Musa aleyhisselâm
Tur'dan dönüşünde halkının buzağıya taptığını görünce halka "siz böyle
yapmakla kendinize zulmetmiş oluyorsunuz" der. 'Yaratanınızı bırakıyor,
yaratılana tapıyorsunuz. Buzağıyı bırakın yaratıcınıza tevbe ediniz"
buyurur.
"Nefislerinizi
öldürünüz" bu bölüm birkaç ay önce gazetelerde gündeme geldi. Gazetelerin
açıklamasına göre "intihar edin" anlamına geliyormuş. Halbuki bu
"nefislerinizi öldürünüz" bölümü nefislerin azgınlığını sapkınlığını
giderin öldürün mânâsına geldiği gibi, buzağıyı ilah edinen ve insanları
dinden döndürenleri Öldürün mânâsına gelir.
Dinden dönen öldürülür
mü? Olurmuymuş böyle şey diyen kâfirlerle, "dinimizde böyle şey
yoktur" diyenler dini bilmedikleri gibi devlet düzenini de
bilmemektedirler.
Arılar ballarını
korurlar. Çiçekler dikenleriyle güllerini korurlar. İnsanlar da devletlerini
korurlar. Vücudlannda kanser olan tedavisi müm-kin olmayan parçayı kesip attığı
gibi toplum vücudunda üreyen ur'u da tedavi edemezse keser atar.
Ama kişi yaptığına
tevbe ederse Allah tevbeleri kabul edendir. Afvedicidir. Merhametlidir.[133]
(55) Hani:
"Ey Ivlusa! Biz Allah'ı apaçık şekilde görmeden sana inanmayız"
demiştiniz de siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpı vermişti.
Günümüzde bir kısım kâfirlerin
"Biz laboratuarda incelemediğimize, görmediğimize inanmayız" sözleri
yeni değil. Daha önce söyleneni tekrarlıyorlar. Aklımızı görmüyoruz ama
varlığına inanıyoruz. Bakır telden geçen elektrik ceryanını görmüyoruz ama
ışığından varlığını kabul ediyoruz. Gökyüzünde milyarlarca yıldızı ayı, güneşi
yaratan, ısıtan Allah'a biz inanıyoruz.
Kör insan bastonun yol
gösterdiğine inanır. Ama köre göre gözlüğün hiçbir önemi yok.
A'raf sûresi âyet 155'de
Mikat ta Hz. Musa ile beraber yetmiş kişinin olduğunu haber verir.
Bir milletin içinden
seçilen yetmiş kişinin işlediği suçdan dolayı hepsinin cezalandırıldığını haber
verir.
Seçenler seçdiklerine
dikkat edsinler. Ona vekaleti verince onun yaptığı her hata seçeni de sorumlu
tutar.
Günümüzde yönetenlerin
yaptığı hatanın cezasını millet çektiği gibi.
Enfaî sûresinin
yirmibeşinçi âyetinde
"Şol fitneden
sakının ki, o yalnız zâlimlere dokunmakla kalmaz (mazlumlara da dokunur)"
buyurur.
Bulaşıcı hastalıklar
bir şehre girdiklerinde yalnız hastalara bulaşmazlar. Sıhhatli olanlara da
bulaşırlar.[134]
(56)
"Öldükten sonra sizi dirilttik. Olaki şükredersiniz."
Yıldırımın
çarpmasından sonra yeniden diriltilmişler. Gözleriyle öldüklerini gördükten
sonra diriltildiklerini gören bu insanlardan birçoğu samimiyetle Rablerine dönmüşler.[135]
(57) Bulutla
sizi gölgelendirdik ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size
verdiğimiz rızkın en güzelinden yiyin. Onlar bize zulmetmediler, ancak
kendilerine zulmettiler.
Hayatınızda hiçbir
şekilde rızık endişesiyle Rabbinize olan hizmeti terketmeyiniz. Rabbinizden
sakınırsanız o size hiç hesap etmediğiniz yerden nzık verir.
İbrahim aleyhisselâm
put yapımcısının oğlu olarak çağında en rahat bir insan idi. Ancak çağındaki
zalim devlet başkanı olan Nemrud'un kölesi gibi yaşıyorlardı.
Köle olarak yağlı
ballı bir hayat yaşamaktansa Allah'a ibadet ederek hür yaşamayı tercih eden
İbrahim aleyhisselârna ot bitmeyen Mekke'de zemzemi çölden çıkarmış ve orayı
bereketli kılmıştır.
Musa aleyhisselâm da
firavunun sarayında yağlı ballı köle hayatı yaşamaktansa çölde hür bir şekilde
Allah'a ibadet etmeyi tercih edince Allah çölde su verdi. Yanıtlasınlar diye
güneşin önüne bulut gerdi. Kudret helvası, bıldırcın kuşuyla besledi.[136]
(58) Hani
"şu şehre girin, orada dilediğinizden bolca yiyin, kapısından secde
ederek girin ve Hıtta (bağışla bizi) deyin ki biz de halalarınızı
bağışlayalım. Biz iyilik yapanları artırırız" demiştik.
Çölden şehre inmeleri
emrediliyor. Kırk yıl çölde dolaşırken korkak nesil ölmüş yerine korkusuz
yepyeni bir nesil gelmiş ve o yeni nesille Kudüs'ün fethi emrediliyor.
Hep parayı, altını ve
dünyayı seven bu İsrail oğullarına Rabbim emirlerini verirken "Orada bolca
yiyin" diyerek dünyalık da gösteriyor.
Kapıdan girerken
gururla, kibirle değil Rabbe secde ederek girin.
Peygamber Efendimiz
Mekke'nin fethinde şehre girerken atının üzerinde atının yelesine doğru
eğilmiş olarak girdiği rivayet edilir.
Şehre girerken
"Hıtta deyiniz" emriyle af isteyin mânâsı da vardır. Bir de
fethettiğiniz ülkenin insanlarına genel af ilan ediniz mânâsı da vardır.
Günümüzde zina, faiz,
rüşvet, hırsızlık, içki, isyanla meşgul insanlar İslâm gelince
Öldürüleceklerini zannederler.
Halbuki Efendimiz
Mekke'yi fethettiğinde bütün suçlulara genel af ilan etmiştir. Çünkü İslâm'ın
hakim olmadığı yerde işlenen suçlardan dolayı suçluyu cezalandırmaz.
"Kanun geçmişse şamil değildir."[137]
(59)
Zulmedenler ise kendilerine söylenen sözü başkasıyla değiştirdiler. Biz de
zulmedenlerin üzerine fasıkhklanna karşılık olarak gökyüzünden azap indirdik.
Şimdi Tevrat'ı tahrife
başlıyorlar. "Hıtta" yerine Hınta diyorlar. Yani "Biz Allah'dan
afvetmesini değil buğday istiyoruz" diyorlar.
Günümüzde bana ekmek
lazım, iman lazım değil diyen insanlarda yeni birşey söylemiyorlar. Yahudi'nin
yolundan yürüyorlar.
Kızına damat, oğluna
gelin ararken, kendisine arkadaş ararken dinî güzelliğine, ruh asaletine değil
de kasasına ve kesesine bakanlar Yahudi huyundan mikrop kapmış insanlardır.[138]
(60) Hani
Musa kavmi için su istemişti de, biz de ona: "Asa'nla taşa vur"
demiştik. Bunun üzerine oniki pınar fışkın ver misti. Herkes içeceği yeri
bilmişti. Allahın rızkından yiyin, için yeryüzünde bozgunculuk yaparak haddi
aşmayın.
Çölün ortasında
Allah'a ibadette hürriyeti bulanlar Mısır'ın içinde köle olarak yaşamaya çölde
hür yaşamayı tercih edenler Rabbimiz tarafından bulutlarla gölgelendirilir,
bıldırcın etiyle beslenir, kudret helvasıy-la doyurulunca abdest almak,
temizlik yapmak, yanan ciğerlerini söndürmek içinbuz gibi su isterler.
Musa aleyhisselâm
ellerini kaldırır ye Rabbinden su ister. Rabbimiz-de "Asa'nla taşa
vur" buyurur. Yani dûa el ve dille olmalıdır. İnsan kendi Üzerine düşeni
yaptıktan sonra Rabbine yönelmelidir. Evlenmeden çocuk istenmemeli. Tarlaya
tohum atıldıktan sonra ürün istenmelidir.
Sıcak yataklarda
yatarken "düşmana bizi galip getir Ya Rabbi" diye dûe etmek yerine
Talût'un askerleri gibi düşmanla karşı karşıya gelip kı-lınçlar çekildiğinde
dûa edilmeli.[139]
(61) Hani
siz "Ey Musa! Biz bir çeşit yemeğe dayanamayacağız. Rabbine dûa et de
bizim için yeryüzünün bitirdiği sebze, hıyar, sar-mısak, mercimek ve soğan
çıkarsın" demiştiniz de (Musa): "Değerli olam daha değersiz şeylemi
değiştirmek istiyorsunuz? Mısır'a inin, şüphesiz orada istediğiniz şeyler
var" demişti. Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu. Allah'ın
gazabına uğradılar. Bu, Alah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri nedeniyledir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları
nedeniyledir.
Gözünün önünde yavrusu
öldürülmüş, ekmeği elinden alınmış, evi üstüne yıkılmış ve böyle bir ortamda
doğmuş, büyümüş insanlardan kölelik, eziklik, siliklik özelliğini birden silip
atmak tertemiz mücahid müslüman yapmak çok zor.
Bunlar düşünmemeye
alıştırılmışlar. Firavun emredecek bunlar yapacak.
Musa aleyhisselâm
bunlarla yepyeni müslüman, hür bir dünya kurmak için küfrün pisliğinden
uzaklaştırır. Çölde bıldırcın eti, kudret helvası yedirip buz gibi su içirip
Tevrat ile onları eğitip Kudüs'ü fethetmek için onları kampa alır ama onlar
soğanı, sarımsağı, kabağı özlerler.
Bunlar heîâl
rızıklardır. İstekleri dine aykırı değildir. Ancak bunlar Musa aleyhisselâmın
denetim ve gözetiminde özel eğitim görmekteler. Burada Musa (s.a.v.)'nm verdiği
yenir, dediği tutulur.[140]
(62) Şüphesiz
müminler, Yahudi olanları Hıristiyanlar ve Sa-bü'nden Allah'a ve ahiret gününe
iman edip ameli sal in yapanların mükâfatları Rablerindendir. Artık onlar için
korku yoktur, onlar üzülmezler de.
Bu âyet-i kerîme
cennete yalnız Allah'a, Rasûlüne kitaplara ve kitapların bildirdiğine iman
edip güzel işler yapanların gireceğini haber vermektedir.
Mevlana Celaleddin'i
Rumi'nin "Her ne isen gel. İster Yahudi, ister Hıristiyan, ister Mecusi,
ister putperest ol yine de gel. Bu kapı ümitsizlik kapısı değildir. "Bu
kapı"dan kasdı, türbesinin kapısı değildir. O kapı ağaçdan yapılmıştır. "Bu
kapı"dan kasdı İslâm'dır.
İslâm'a giren kişi
hangi dinden olursa olsun ırkı, rengi, dili İslâm'ın boyasıyla boyanınca o
cennete gidecektir.
Geçmişte Musa
aleyhisselâma, İsa aleyhisselâma, ibrahim aleyhisselâm ve diğer peygamberlere
ve onlara inen kitaplara inananlar da bizim kardeşlerimizdir. Onlarda cennete
girecektir.
Bu âyet-i kerîme Maide
sûresinin 69-ncu âyetinde biraz değişiklikle tekarrlanmaktadır. Elmalı Hamdi
Yazır_ merhum Maide sûresinde bu âyetin tefsirini otuziki sayfa uzatmış. Çünkü
Fransızlar, Cezayir'i işgal edip iki milyon insanı çoluk çocuk, kadın ihtiyar
demeden öldürdükten sonra Cezayirliler1 in evlerine hakim olup gönüllerine
hakim olamadıklarını görünce, "Analiz Kur'ân" adı altında bir kitap
bastırıp Cezayir'de dağıtırlar. Kitabın özünü bu âyet oluşturmakta. Yani
"Kur'ân'ımz bizim de cennete gideceğimizi yazıyor. Madem ki cennette
beraber olacağız. Şu iki günlük dünyada bize karşı gelmeye ne gerek var"
anlamında.
Aym kitabın kötü bir
tercemesi "cennet kimsenin tekelinde değil" başlığı altında Türkiye'ye
bir asır sonra geldi. Geldi ama bir elin parmaklarının yarısı kadar kişi
"hoşgeldin, geç geldin" dedi.
Âyetteki "Allah'a
ve ahîrete iman edenler ve amel-i salih işleyenler" kaydını koymuş
Rabbimiz. Allah'a iman, Allah'ın kitabında tarif ettiği şekliyle olur.
"Amel-i
salih"in tarifini kim yapacak? Yahudi olmayan birini iğneli fıçıya koyup
kanının son damlasına kadar akıtıp, onunla hamur yoğurmak ve o ekmeği mukaddes
günlerinde yemek, salih ameldir. Filistinli birinin üzerine benzin döküp yakmak
salih ameldir. Filistinliler'den öldürdükleri adam sayısınca derecesi
yükselmektedir bir Yahudi'nin.
Amel-i salihi kim
belirleyecek? Hind devlet başkanı, annesi Gan-dİ'nin cesedini kendi elleriyle
yakarken, amel-i salih işlediğine inanıyordu.
Amerikalı Hıristiyanlar
Irak Devlet Başkanı Saddam'ı bahane ederek, Irak'a beşyüz milyon ton bomba
atarak tahmini dörtyüzbin sivil savunmasız insanı Öldürürken dünya barışı için
amel-i salih yapıyordu.
Amel-i salih hakiki
Tevrat'ın, hakiki İncil'in ve Kur'ân'm bildirdiğidir.
Cenneti ve cehennemi
yaratan Allah (c.c.)'dır. İnsanları yaratan Allah'dır. "Allah katında din
İslâm'dır"[141]
diyen Allah'dır. Öyle ise cennete veya cehenneme kimlerin gideceğini belirleme
hakkı da Allah (c.c.)'ındır.[142]
(63) Hani
sizden söz almıştık ve üzerinize Tur'u kaldırmıştık. "Size verdiklerimizi
sıkıca alın ve onda olanları zikredin ki, böylece sakınanlardan olursunuz"
demiştik.
Bu sûrenin doksan
üçüncü âyetinde de geleceği gibi Allah (c.c.) Tur dağını Yahudiler'in üzerine
kaldırmış. Yahudiler tehlikeyi görünce "işittik" demişler. Söz
vermişler ama Tur dağı yerine yerleşip tehlike gidince "İsyan ettik"
demişler.
Arab'ın uzun hurma
ağacından yere inemeyince "Allahim cemel kurban" yani devemi kurban
edeceğim deyip yere inince de "cemel mafiş" dediği gibi yapmışlar.
Bu âyet bize
"zorla güzelliğin olmayacağını" anlatır. Rabbimiz de "Dinde
zorlama yoktur"[143]
buyurmuş. Yani tabancayı adamın şakağına dayayıp İslâm'a gir demenin faydasının
olmayacağını anlatır. Korkudan "iman ettim" der. Sonra da "inkâr
ettim" deyiverir.
İman gönül işidir.
Amel ise imanın görünen çiçeği meyvesidir.[144]
(64) Bundan
sonra yüz çevirdiniz. Eğer Allah'ın size lütfü ve rahmeti olmasaydı, siz
muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.[145]
(65) Siz
içinizden cumartesi günleri haddi aşanlan biliyorsunuz. Onlara "alçalmış
maymun olunuz" dedik.[146]
(66) Bunu
orada olanlara ve daha sonra gelecek olanlara bir ceza ve mütteküere nasihat
olsun için yaptık.
Yahudilerin haddi
aşmalarından biri de cumartesi gününün kudsiyetini kaldırmaları nedeniyle
maymuna dönüşmüş olmalarıdır.
Alimlerin bir kısmına
göre şeklen maymun olmuşlardır. Diğer bir kısmına göre ise şeklen insan olarak
kalmışlar, ruhen maymunlaşmışlar. Eskiden Afrika'da maymun avcıları ormana
içinde fındık dolu olan ağzı dar çömlekler bırakırlarmış. Maymun gelir,
çömleğin içine elini uzatır, fındığı avuçlarmış. Eli dolu olunca çömleğin
ağzından çıkirmzmış. Fındık kıymetli olduğu için bırakmayı da düşünemezmiş,
böylece avcı onu rahatlıkla yakalarmış.
Yahudiler tarih
boyunca altının peşinde koşmaları nedeniyle topye-kün katliamlara uğramışlar.
Para için yapmadıkları aşağılık iş kalmamış sonunda ırklarının bir avuç
kalmasına sebeb olmuştur.
A'raf sûresinin
163'ncü âyetinin açıklamasına göre Yahudiler deniz kenarında yaşıyorlar.
Cumartesi günleri balıklar daha çok geliyor. Cumartesi günü de avlanmak yasak.
Balıklan cumartesi günü denizden özel havuzlara alıyorlar pazar günü de o
havuzdan yakalıyorlar. Böylece insanlara yaptıkları hileyi Allah'a da yapmaya
kalkıyorlar ama o cumartesi gününün önemini kavrayamamanın cezasını,
çekiyorlar. Tarihin en eski milleti olmalarına rağmen nüfusları İspanyol
çingenelerinin nüfusuna ulaşamıyor.
Bu insanlar siyaset
bilmiyorlar. Siyaset yapacağız derlerken bütün insanların kinini üzerlerine
çekiyorlar ve ara ara topyekün imha ediliyor.
Siyaset, Peygamber
Efendimiz'in yaptığı gibi bedeviyi medeni yapmak ve dünyaya adalet
dağıtmaktır.
Siyaset Osman Bey'in
yaptığı gibi aşiretten devlet meydana getirmek ve dört kıtaya İslâm'ı
yaymaktır.
Bizde ne zaman cumanın
değerim yitirdik, bugünkü durumlara düştük ve Batı'nm kötü bir taklitçisi
olduk çaktık.
Halbuki Yahudiler'in
durumu bizim için iyi bir nasihat olmalıydı. Allah'ın günleriyle oynamanın,
Allah'ın kullarıyla oynamanın, Allah'ın âyetîeriyle oynamanın cezası bazan bu
dünyada acele veriliyor, bazan acıklı azabı ahirete bırakılıyor.
Bu dünyada verilmesi
başkalarını caydırmak mütteki insanlara da nasihat olmak içindir.[147]
(67) Bir
vakit Musa kavmine: "Allah size muhakkak bir inek kesmenizi
emrediyor" demişti de onlar "Ay bizi eğlence yerinemi koyuyorsun?"
demişlerdi. Musa da: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"
demişti.
Kur'ân-i Kerîm'de, en uzun
sûre olan Bakara sûresi diye isimlendirdiğimiz yani ashabın ve Efendimiz
(a.s.)'ın isimlendirdiği bu sûre, ismini bu âyet-i kerîmelerden almıştır. Bu
âyet-i kerîmelerde yani 67, 68, 69,70, 71, 72, ve 73 âyet-i kerîmelerde bir
olayı bize naklediyor.
Olay şöyle: Bir adam
öldürülmüş, tefsir kitaplarının ifadesine göre faili meçhul, kimin Öldürdüğü
belli değil. Yani ölümü kendiliğinden değil, Öldürüldüğü belli. Tefsir
kitaplarının ifadesine göre Kur'ân'da böyle bir açıklık yok. Tefsir kitapları
sahabeden bazılarına dayanarak diyorlar ki, bir adam zengindi, bir tane de oğlu
vardı. O adamın kardeşlen ve kardeşinin çocukları vardı. Şimdi amcamız ölünce
malı oğluna kalacak. Eğer oğlunu öldürürsek malı bize kalacak diye o zengin
amcalarının bir tek oğlunu gizlice öldürürler. Bunun öldürülmüş olduğu o devlet
tarafından,-millet tarafından bilinince, kimin öldürdüğünü araştırmaya başlıyorlar. .
Tabiîki kendilerine
inandıkları, güvendikleri peygamber Musa (a.s.)'a durumu arz ederler. Musa
(a.s.)'da onlara der ki, Allah size bir sığırı kesmenizi emrediyor. Yanı siz
bu adamın bulunmasını, katilin bulunmasını istiyor musunuz? Evet istiyoruz.
Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor diyor Musa (a.s.).
Bunun üzerine adamlar
diyorlar ki, yahu sen bizimle dalgamı geçiyorsun? Musa (a.s.) da diyor ki,
"Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım. Yani böylesine ciddi bir olayda
dalga geçmekten Allah'a sığınırım diyor. Musa (a.s.) önemli olayların, ciddi
olayların şakası olmaz demek istiyor. Tabiî bize de bunu söylemiş oluyor.
Çok önemli olaylarda
dalga geçilmez. O iş şakaya alınmaz. Ancak çok önemli olayları önemsemiyenler
cahillerdir. O olayları anlatırken dalga geçen, alaya alan, hafife alanlar da
yine cahillerdir. Hani delinin başına en büyük bela gelse bile yine de
gülermiş. Yani deliliğinden bu işi yapıyor. Aklı başında olsa o gelen belanın
neler getireaceğini bildiğinden üzülmesi gerekiyor. Onun için cahillerde önemli
olayları dahi önemsizmiş gibi şakaya, alaya ahveriyorlar. Musa (a.s.) böyle
olmaktan Allah'a sığınırım diyor.
Şimdi adamlar Musa
(a.s.)'a danışıyorlar. Ama emrini yerine getirmiyorlar. Allah'ın emrini de
yerine getirmiyorlar. Bu sefer peygamberin emrini tevile uğraşıyorlar. Hani
kırk dereden kırk su getirmek diye tabir ettiğimiz şey.[148]
(68) Onlar
bizim için "Rabbine dua et de o sığırın ne olduğunu bize açıklasın"
dediler. Musa da: "Allah şüphesiz şöyle diyor." "O inek ne çok
yaşlı ne de çok genç, ikisinin arasında dinç bir şey. Haydi emrolunanı
yapın" dedi.[149]
(69) Onlar:
"Bizim için Rabbine dua et de o ineğin rengi nedir? bize açıklasın"
dediler. Musa: "Rabbim şöyle buyuruyor." "O sarı bir inektir.
Bakanlara ferahlık verir" dedi.[150]
(70) Onlar:
"Bizim için Rabbine (tekrar) dua et de o nasıl bir şeydir? açıklasın.
Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor. İnşallah biz doğruyu buluruz"
dediler.[151]
(71) Musa:
"Rabbim diyor ki: O inek ne koşulur arazi sürer, ne de ekin sular. Serbestçe
dolaşan, kendisinde alaca olmayan bir inektir" dedi. Bunun üzerine onlar:
"İşte şimdi gerçeği getirdin" dediler. Ve ineği kestiler; neredeyse
bunu yapmayacaklardı.[152]
(72) Hani
bir kimseyi öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle atışmışınız. Halbuki Allah
sizin gizlediğinizi açığa vurandır.[153]
(73) Onun
için "Ölüye ineğin bir parçasıyla vurun" demiştik. İşte böylece
Allah ölüleri diriltir ve sizi akıllanasınız diye de âyetlerini gösterir.
Şimdi böylece, konu burada
bitmiş oluyor.
Başta da konuyu
anlattığım gibi bir adam öldürülüyor. Katili meçhul oluyor. Katilinin bulunması
için Musa (a.s.) Allah'ın emriyle onlara bir sığır kesmelerini emrediyor. Ama
onlar sığın kesmemek için gereken her türlü hileye baş vuruyorlar. Rengini
bilemedik, yaşını bilemedik, nerede olduğunu bilemedik gibi bahaneler
bulunuyorlar ve nihayet kesiyorler. Kesilen sığırın bir parçası adama vuruluyor
adam diriliyor.
Pekiyi bu âyet bizi
neden ilgilendiriyor. Yani Allah (c.c.) bu âyeti indirmekle Beni İsrail'de
meydana gelmiş bir tarihî olayı nakledip bizim kültürümüzü mü arttırmak
istiyor. Veya çocuklarınıza eve varınca hikaye anlaüverin, hani çocuklarımızı
uyutmak için akşamları hikaye anlatma geleneğimiz vardır, acaba böyle bir
geleneği hikaye ile de süsleyin diye mi Allah (c.c.) bu olayı bize indirir. Bu
mümkün değil. Peygamber Efendim (a,s,m.), biraz sonra devam eden ayet-i
kerîmelerden de bunu göreceğiz.
Medine'de Yahudilerle
karşılaşır. Medine'nin etrafında Beni Kurayza, Beni Kaynuka, Beni Nadr
Yahudiler'i vardır. Bunlar da bayağı güçlü kabilelerdir. San'atta ve ticarette
adamlar o gün için ileri gitmişler ve bu Kudüs dolaylarındaki büyük bir
katliamdan oraya firar etmişler, kaçıp gitmişler oralara yerleşmişler. Dışardan
gelen insanlar genelde birbirlerine tutkun olurlar. Onun için de orada
birbirlerini sıkı bir şekilde tutuyorlar. Medine'de Peygamber Efendimiz
(a.s.m.) devletini kuruyor ve etrafındaki insanlara da İslâm'ı yaymaya
başlıyor. O insanlar hakkında Allah (c.c.) Peygamber Efendimize'e, ashabına ve
bugün de bize bilgi veriyor. Onlara bilgi verirken, o adamlardan bahsederken
topyekün Yahudiler'in genel karekterini bize bildiriyor. Ama bu karekter yalnız
Yahudiler'e has değil. İnsanlara da sirayet edebilir. Hani hastalıkların
insandan insana geçtiği gibi huylarda geçer. Nasıl ki esnemek geçer. Bir insan
esneyince yanıbaşındaki de esner. Aynı şekilde huylar da insandan insana geçer.
O huyların da bize geçmesini engellemek için. Meselâ bize fetva olarak sormak
için gelirler. Hocam şöyle şöyle yapmıştım da acaba onun yerine böyle yapıversem
olur mu? gibi. Veya hile-i şeriyye diye bir tabir kullanılır. Bu konuda hülle
olayı istismar edilmiştir. Âyet-i kerîmede Allah (c.c.) bir insan karısından
boşanabilir. Olabilir aşırı geçimsizlik meydana gelebilir. Çeşitli sebeplerle
karısı da iyidir kocasida iyidir ama boşanmışlardır. Veya erkek iyidir, kadın
biraz ahlaksızdır yine boşanmışlardır. Veya kadın çok iyidir erkek ahlaksızdır
boşanmışlardır. Neticede boşanmışlar. Fakat sonra biri başkasıyla Öbürü
başkasıyla evlenmişler. Bir müddet sonra birinin hanımı diğerinin kocası vefat
etmiş veya ikisinin de vefat etmiş, aradan yıllar geçince tekrar birleşmek arzu
etmişler. Bunların tekrar birleşebileceği konusunda âyet-i kerîme nazil olmuş.
Bu âyet-i kerîme zamanla cahil insanlar nezdinde istismar edilmiş ve derken
hülle diye bir filmin, bir piyesin yazılmasına tiyatronun oynanmasına sebep
olmuş. Ve bu anadoluda da çok istismar edilmiş. Hıie-i şe-riyyeyi istismar
etmişler. Zekât konusunda da buna benzer istismarlar vardır. Adam zekâtını
verecek, koymuş çuvalın içine beş yüzbin liralık mal. Al bu sana zekâtım
diyerek veriyor. Sonra da sen bunu götürüp gi-dipte ne yapacaksın. Sat bunu
diyor, elli liraya geri alıyor. Malını gerisin geriye satın alıyor. Şimdi
aslında o diğer adamla anlaşmalı. Dinde anlaşma yok. Fakat o adam her sene
geliyor o hacıma. Hacım ona veriyor beş-yüzbin liralık malı. O da biliyor
gerisin geri isteneceğim. O beşyüzbin liralık malı geriye veriyor ve elli bin
lirasını alıp gidiyor.
Çok sevdiğim bir
hocam, yani benim yetişmemde emeği geçen "Arif Etik hocam, " (Allah
rahmetini bol kılsın) sağlığında buraya geldiği zaman emin ol aziz yavrum
gözümün önünde yapıldı bu" der. Ne yapayım. Ne edeyim. Bir şey de
söyliyemedim diyor, adam çıktıktan sonra yâlnız kalınca da .hocam caiz dediler
de demiş. Allah katında herhalde sorumlu olmayız. Verdik çünkü biz.-Adam bize
satıyor gönül rızasıyla diyormuş. Bir şey diyemedim dedi. Hocam ben olsaydım
şöyle derdim. Yarın öbür dünyada senin hesabın görülürken melekler bakarlar.
Zekâtını vermiş mi vermiş. Beşyüzbin lira verdiği film halinde sabit. Yani
bugünkü video kasete çekildiği gibi. Melekler tarafından bütün filmimiz çekiliyor.
Bu adam beşyüzbin lirayı vermiş. Melekler görmüş. Sonradan bakmışlar ki o
paket geriye gidiyor filmde. Ha melekler derki bu adam zekâtını vermiş. Meleğin
birine der ki hadi bunu götür git. Adam da sevinerek gider gider gider
cehennemin kapısını açıp arkadan bir tekme ile melek bunu aşağıya indirir, adam
bağırır yahu beni oyuna getirdiniz. Melek der ki, sen de bizi dünyada oyuna
getirmiştin kerata deyiverirler buna benzer olay faizde de vardır. Bir kısım
müslümanların bugün uygulamakta olduğu yani bir kısım deyince ne böyle müslüm
anlıktan geçebilmiş, ne müslümanlığı atabilmiş ne de gavurluğu tutabilmiş
tipler vardır. Onlar da kendilerine göre bir çıkış yolu aramakla meşguller. Ve
kendilerine göre de bir çıkış yolu bulmuşlar. Meleği kandırmaya uğraşıyorlar.
Tabiî ki kendilerini kandırıyorlar.
Şimdi burada da bu
Yahudiler, Musa (a.s.)'ı kandırabiîmek için çeşitli dalavereler ileri
sürüyorlar. Allahü Teâle böyle olmamamızı ister. Pekiyi burada şu sorulabilir.
Niye sığır: Yani bir insanın mucize olarak dirilmesi için, bir ölünün dirilmesi
için Allah (c.c.) bir sığırın kesilmesini istiyor.
Eski Mısır geleneğinde
puta tapanlar sığıra tapıyorlardı. Hâlâ o gelenek bugün Hindistan'da devam
ediyor. Yani tarihin en eski dönemlerinde belki ilk rastlanan putlardan birisi
sığırdır. Belki de insanoğlunun en fazla onunla meşgul olması yani tarlasını
onunla sürmüş olmasından, ilk yeryüzünde kendisinden yararlanmak üzere sahip
olduğu hayvanın sığır olmasından da kaynaklanmış olabilir. Fakat gerçek olan
şu ki eski, Mısır'da sığıra tapınılıyordu. Musa (a.s.) Rabbinden Tevrat'ın
nüshalarını almak için (vahiy almak için) Tur dağına gittiğinde, geride kalan
Yahudiler'den biri ki, ona da muşa diyorlar o Samiriyy denilen adam. Kur'ân'da
lakabı Sâmiriyy olarak geçiyor. Ad olarak onun da adı Musa idi diyorlar. Onun
için Arap şairinin biri şöyle diyor.
"Firavunun
terbiye ettiği Musa müslüman oldu. Cebrail'in terbiye ettiği Musa kâfir
oldu" diye bir ifade kullanılır. Tabiî bu âyet değil, hadis değil. Arap
şairlerinden birinin söylemiş olduğu bir sözdür.
O Samiriyy denilen
adam orada ahundan bir buzağı yapıyor. Ve insanlar eski alışkanlıklarından kaynaklanarak
ona tapmıveriyorlar. Allah'a itaat ve ibadeti bir akı veriyorlar. Tamamı değil
bunların içinden bir kısmı. Onun içindir ki, Allah (c.c.) onlardan putlarını
yıkmalarını istiyor. Putlarını kesmelerini istiyor. Yani put olan şeyi onlar
için en değerli olan şeyin kesilmesini istiyor. Böylece sığır kesilince put
olmaktan çıkacak. Günümüzde bu âyet-i kerîmenin vermek istediklerinden bir
tanesi de şu: Efendim topyekün biz ölmüşüz ölmüşüz de cenazemizi kaldıran yok
derler. Yani millet olarak ölmüşüz de cenazemizi kaldırıveren yok derler. Peki
bu Ölmüş milletin dirilmesi için bir şey gerekiyor. O da bu milletin önüne
geçip bazı insanların put haline getirdikleri şeyin kesilmesi gerekiyor, O
kesilip yok edilecek olursa, Allah (c.c.) o müsîüman milleti yeniden diril-ti
verir.
"Padişah konmaz
saraya hane ma'mur olmadan" demişler. Yani bir insanın gönlünde put varken
Allah inancı oraya girmiyor. Allah inancı girerse o çıkıyor zaten. Onun için
Lâilâhe derken putu alıp atıyorsunuz illallah diyorsunuz. Allah inancı
yerleşiyor. Yani ikisi beraber olmuyor. Puta iman ile Allah'a iman bir arada
olmuyor. Allah'a inancı kuvvetlendirmek o doğrultuda dirilebiîmek için putun
kesilmesi gerekiyor. Burada bir işaret bu âyet-i kerîmede vardır.
Bir de Allah Ölüleri
nasıl diriltir? soruları vardır. Yani bu insanlar ölünce toprak olunca
dirilecekler mi? İşte gördünüz. Ölmüş insanı Allah (c.c.) o sığırın bir
parçasını vurmakla diril ti vermiştir. Gözlerinizle gördünüz. Dirildi mi?
dirildi.
Şu andaki Tevrat'ta
bile bu konu anlatılıyormuş. Ben kendim okumadım. Tefsir kitaplarımızda yazar.
Tevratlannda da bu konuyu işliyorlarmış. Ölünün dirildiğini Yahudiler de o gün
için gözleriyle görmüşler. Allah (c.c.) de'bunu bize haber verir. "İşte
Allah böyle diriltir" diyor.
Cuma vaazlarımı hemen
hemen üç dört seneden beri devamlı dinleyen bir dostum, çok iyi bir insan,
dediki hocam benim sevdiğim bir arkadaş var. Musikişinastır. Allah'a inanıyor,
peygambere inanıyor, her şeye inanıyor da; Hz. Adem'in topraktan yaratıldığına
inanmıyor. Olmaz böyle şey diyormuş. Yahu nasıl olur? topraktan mantar çıkar
gibi adam çıkar mı? diyormuş. Sizi bir görüştüreyim dedi görüştük. Aynen
tekrarladı. Hocam bu olmaz dedi. Beni ikna edemezsin dedi. Dedim ki, Allah
nasip ederse ikna olursun. Nasip etmezse ikna olmazsın. Peygamber Efendim
(a.s.m.)'ın bile Ebu Cehil ve Ebu Leheb'e hiçbir faydası olmamıştır. Ancak sen
ki bir müslümanmışsın. Fakat ben sana şunu söyliyeceğim dedim. Senin aklın
şuna yatmıyor. Yani bu topraktan bu adam nasıl çıkar? Yaz günüydü. Eve git
dedim. Eline bir domates al, şöyle iyice bir ez dedim. Ondan sonra açık,bir
yere bırak Üç gün sonra tekrar domatesin yanına var. Ne görürsün domatesin
üzerinde. Yüzlerce üzerinde sinekcik görürsün. Küçücük küçücük sinekcikler yaz
gününde. Peki nerden geldi bunlar? Mutlaka havada her hangi bir mikropla o
birleşti. Yani bunu kapalı tutsak, bir fanusun içinde tutsak olmazmış. Yani
havası alınmış bir fanusun içinde tutsak olmazmış. O oluşmazmış. Doğrudur. Ama
havadan bir şeyle, domatesten bir şey birleşince bir canlı uçan, kaçan, cinsel
ilişkide bulunabilen bir yaratık meydana geliveriyor. Allah (c.c.) bunu bize
gösterip duruyor. Yumurtanın içinden civcivin çıkmasını gözümüz hep görüp
durduğu için bize mantıklı geliyor. Ne mantığı var orada. Aslında orada hiçbir
mantık yok. Allah'ın koyduğu bir tabiat kanunu orada işliyor. Ve yumurtayı
yiyeceğimiz yerde, yirmibir gün sıcak yerde bekletmekle civicive
dönüşüveriyor. Hiç tavuğu, civcivi ve yumurtayı görmeyen bir adama yumurtayı
gösterseniz ve deseniz ki, şu yirmibir gün sıcak bir yerde tutulursa havada
uçan kuş olur, kartal olur bundan deseniz, kartalı görmüşte nasıl meydana
geldiğini hiç görmemiş bir adama bunun içerisinden bu kartal çıkar deseniz
biraz zor inanır.
Canım hepimiz,
babamızın menisinden meydana gelmişiz. Anamızla babamızın birleşmesinden ki,
doktorların ifadesiyle beş milyonda bir derecesinde küçük bir maddeden bu hale
gelivermişiz. Allah suyun üzerine bu şekilleri yazmış, gözümüz göaip dururken
daha toprağa döndükten sonra diriltilmesi konusunda ne şüphe edelim. İşte Allah
(c.c.) böylece ölüleri diriltir. Ve akıllanasınız, aklınızı başınıza-alasınız
diye de birçok âyetleri de gösterir diyor. Çoğul siğasıyla âyetlerini, Allah'ın
varlığına ve birliğine delil olan ve Allah'ın Ölüleri diriltmesine işaret olan
âyetlerini gösterir diyor. Kara topraktan beyaz çiçek. Nisan ayının sonlarına
doğru ben Gülhane'de gördüm. Sekiz çeşidin üzerinde sadece lâle var. Daha fazlası
vardır da benim gördüklerim bu kadar. Renk olarak. Ama hepsi aynı topraktalar.
Şöyle bir on metre karelik yerin içerisindeki topraktan sarı lâle, beyaz lâle,
mor lâle, kırmızı lâle. Onun için bu topraktan bunlar çıktığına göre. Allah
bunları böyle dirilttiğine göre ölüleri de işte böylece diriltir diyor. Sonra;[154]
(74)
"Sonra Du mucizenin arkasından kalpleriniz katılaştı. Onlar taş gibi
hatta daha da katı. Çünkü nice taşlar var ki, içinden ırmaklar kaynar, niceleri
de var ki, çatlar da ondan su çıkar. Ve niceleri de var ki, Allah korkusuyla
yukarıdan aşağıya yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir."
Aîlahü Teâia, kâfirin
kalbini taşlarla mukayese etmiyor. Yani kâfirin kalbinin taşlardan daha kaü
olduğunu bildiriyor. Çünkü taşlar yaratılışları doğrultusunda hareket
ediyorlar. Bir kısmından nehirler akıyor, bir kısmından pınarlar akıyor. Bir
kısmı da yukarıdan aşağıya doğru kanuna uygun olarak, hani taşın düşme ve
yuvarlanma kanunu var ya ona riayet ediyorlar. Yani Allah (c.c.)'nün tabiata
koyduğu kanunu taş icra ediyor. Böylelikle o da görevini yerine getiriyor. Ama
kâfir bu kalbiyle gayet yumuşak davranması gerekirken, Allah'a itaat edip,
ibadet edip, Hakk'a itaat ve ibadet edip, halka yumuşak davranması gerekirken,
Allah'a isyan ederek, inkâr ederek, Allah'ın yarattıklarına da katı davranmaya
başlıyor. Katı davranınca da taşlardan daha katı hale geliveriyor. Kur'ân-ı
Kerîm'de Allah (c.c.) dağlar ve taşlarla ilgili olarak çokça okuduğumuz
Hüveliahüllezi diye sabah ve akşamlan okuduğumuz (okumak sünnettir). Onun hemen
bir önceki âyeti yani, "Eğer biz bu Kur'ân-ı dağlara indirmiş olsaydık, o
dağların Allah korkusundan paranı parça olduğunu görürdün" diyor.
Yani dağların da
kendine has bir hissiyatı, bir anlayışı olduğunu ifade ediyor.
"Yerde ve gökte
her ne var ise AUah'a secde eder" buyuruyorAllah (c.c).
Er-Rahman sûresi,
âyetö'da ise:
"Ağaçlar da,
otlar da Allah'a secde ederler" diyor. Allah (c.c.
En'âm sûresi, âyet 38
"Yerde kıpırdayan
her canlı, gökyüzünde uçan her kuş, sizin gibi bir ümmettir" diyor.
Çok enteresan.
"Sizin gibi bir ümmettir" diyor Allah (c.c). Kehf sûresinde de Musa
(a.s.)!ın salih bir insanla yolculuğu vardır. O anlatılır. Orada bİT yere de
varıyorlar. Kehf sûresi, âyet 77
Musa (a.s.) ile o
salih kimse bir köye vardılar. Ve orada yıkılmaya azmetmiş yıkılmak üzere olan
bir duvarı buldular da onu tamir ediverdiler. Düzeltiverdi o salih adam diyor.
Şimdi burada ifade
edilen Allah (c.c)'nün bize haber verirken kullandığı kelime önemli. Dağ ve
taşın Allah korkusundan parçalanacak hale geldiğini, yerde ve gökte her ne var
ise Allah'a secde ettiğini, otların ve ağaçların Allah'a secde ettiğini ve yer
yüzündekilerin ve gök yüzündekilerin bizim gibi bir ümmet olduğunu, yıkılmakta
olan duvardan bahsederken, yıkılmayı murad eden bir duvar buldular diyor. Yani
duvarın da yıkılma isteği olduğu konusunda irade kelimesini kullanmış. Allah
(c.c).
Bütün bunlardan
yaratılmış her şeyin kendine has bir dilinin olduğunu anlıyoruz biz. Herşeyin
kendine has bir dili vardır. Bunu Allah (c.c.) bindörtyüz sene önce indirmiş.
Bizim âlimlerimiz de bunları tefsir ederken her şeyin kendine has dili vardır
cümlesini de kullanmışlar. Ama günümüzde Batı âlemi bunu biraz isbata doğru
yöneldi. Hani televizyonda belgesel adı altında, karıncaların konuşmasını,
deniz altındaki balıkların konuşmasını kuşların kendileriyle haberleşmelerini,
maddenin kendi içerisinde birbirleriyle olan irtibatını yani atomunu,
moleküllerini bize gösteri veriyorlar. Böylelikle Allah (cc.) bize haber
verdiklerini doğrulamaya yönelmiş oluyorlar.
Allah (c.c.) niye taşı
zikretmiş de, demiri zikretmerniş diye tefsircimizin birine Sorulmuş. Merağr
tefsirinin sahibi diyorki:
Yani "onların
kalpleri taşlar gibidir. Taştan da katıdır" demişte, demirden de katıdır
dememiş. Sorusuna cevap olarak, o üniversitede öğretim görevlisi iken
sorulmuş, Demişki: "Demir ateşte erir, su halinde akar, yani yumuşaması
daha fazladır onun. Ama taş eriyipte akmaz. Toz haline getirilebilir ama akma
kabiliyeti yoktur onun" onun için taş katılıkta demirden biraz daha
devamlılığını sürdürüyor. Kâfirin katıhğı ise taştan daha fazladır diyor.
El-Hak görüyoruz.
Taş kendiliğinden
insana bir şey yapmıyor. Ama o katı kalpli Yahudi eline taşı alıyor ve bütün
dünyanın gözü önünde televizyonda gösterdiler. Oradaki müslüman delikanlıların
kolunu vurarak kırıyor. Ve vuran adamında yüreğinde ve yüzünde hiç merhamet
izi görülmüyor. Belki taş üzülüyordur. Yani bir gün gelirde o da hani filme
alınıp onun da dili insanlara gösterilebilir, taşın merhameti görüntülenebilir
ama Yahudi'nin yüreği hiç yumuşamıyor. Onun Allah (c.c.) onların kalplerini
taşlardan daha katı olduğunu ifade ediyor. Kalplerin katılaşmasının zaman
içerisinde olduğunu Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifiyle şöyle
açıklamış. "Allah'ın zikri olmayan çok konuşma insanın kalbini
katılaştırır."
Yani insanlar
konuşuyorlar. Allah iki dudak bir dil vermiş mecburen konuşacağız. Fakat
konuşmalanrmza dikkat edelim. Yani akşama kadar konuştuklarımızın yüzde elli
bir hissesi Allah (c.c.) emri doğrultusunda onun dininin tanıtılması konusunda
olsun. Bu yalnız Allah Allah. La ilahe illallah değildir. Meselâ tüccarsınız.
Ticaretle ilgili kardeşinize İslâm'ın ticaret ahkamıyla ilgili bilgiler
verirsiniz. Ziraatçısınız, o konudaki İslâm'ın Öngördüğü teklifleri onlara
duyurursunuz. Yani bulunduğunuz sahada İslâm'ın ahkamını diğer insanlara duyurmak
yine Allah'ı anmak gibidir. Çünkü Kur'ân'dan ve sünnetten bir hükmün diğer
insana duyurulması, öğretilmesi de Allah'ı anmak gibidir. Çok konuşmada Allah
zikri yoksa, çok konuşma insanın kalbini katılaştınr diyor. Bugün günümüzde
işçiler ellerine almışlar oraklarını, çekiçlerini efendim fabrikada kullandığı
malzemesini, metresini yaptığı iş ne ise patronuna karşı yöneliyor Türkiye'nin
üç veya dört tane toplasan on tane zengini ve arkalarında da genelde
gazetelerden okuduğumuz kadarıyla Yahudiler var. Sermaye olarak
"Haklarımızı isteriz. Merhametsiz adamlar. Bu ücretle bu insan İstanbul
şehrinde geçinir rni? Siz ne biçim adamsınız?" diye bas bas bağı-'
nyorlar. Öbür adamlarda bu tür konuşmalardan hiç tınmıyor. Sadece devletin
güvenlik güçlerine telefon ediyor. "Fabrikamda, evimde, iş yerimde tehlike
söz konusudur. Beni garanti altına alın. Güvenlik içerisinde olayım"
diyor derken yine aynı maaşından şikayetçi olan güvenlik güçleri bunlarda
aslında bas bas bağırıyorlar. Onlarda diğer kardeşlerine karşı Öbürünü
korumakla görevlerini yerine getirmiş oluyorlar. Peki burada katı kalpli olan
o imansız Yahudi ve onun sermayesidir. Katı kalpli olan, bu adam üç yüz bin
lira ile dört yüz bin lira ile beş yüz bin lira ile bu memlekette geçinir mi,
geçinemez mi? diye hiç hesap yapmıyor o adam. Katı kalplilik oradan
kaynaklanıyor. Fakat iki tane mağdur birbirlerine giriyorlar. Öbürünün katı
kalpliliğini korumak üzere, "Taş olsaydım erirdim toprak idim
dayandım" diye bir söz vardır. "Taş olsaydım erirdim, insan idim
dayandım" bu türkümü, şarkımı bilmiyorum ama güzel bir söz, şiirdir.
"Taş olsaydım erirdim, insan idim dayandım", yani bu âyet-i kerîmenin
ruhuna uygun bir ifadedir bu. Belkide burdan mülhemdir. Bazı doktora tezi yapan
arkadaşlara bunu çok diyorum ama bir tanesi yapmış. Daha elde edemedim.
"Türk şiirinde işlenmiş âyet ve hadisler" bunu doktora tezi olarak
alın diyorum. Yani çeşitli şairlerimiz tarafından divanlarında, şiirlerinde
âyetler nasıl oraya geçmiş. Hangi ata sözlerimiz âyet ve hadisten alınmış. Çok
ata sözlerimiz var âyet ve hadisten geçme. Doğrudan âyet. Hani "İslinin
yanında oturan da is, mislinin yanında oturan da mis" kokar. Bu bir hadisi
şerifin türkçe tercemesidir aslında. Bir çok ata sözümüz vardır ki, hadisin
türkçeleşmiş şeklidir. Veya âyetin türkçeleşmiş şeklidir.[155]
(75)
"Bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir bölümü
Allah'ın kelâmını işitirlcrdi de akılları erdikten sonra bile bile onu
değiştiriyorlardı."
Âyet-i kerîme
Medine'deki müslümanlara yönelik, ama bizi de doğrudan ilgilendiren âyet-i
kerîme. Medine'deki müsîümanlara bu nazil olduğundan, Medineli müslümanlar
böyle bir ümit içerisindeler. Çünkü Medineli müslümanlar bir peygamberin
geleceğini, Yahudiler'den duymuşlar. Medine'deki müslümanlar, müslüman olmadan
önce puta tapan insanlardı. Hıristiyan çok az varmış. Puta tapıyorlar. Yahudi
de değiller. Ama etraflarında Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza
Yahudileri Tevrat'ı okuyorlar ve onlara diyorlar ki, yakında bir peygamber
çıkacak bizim peygamberimiz çünkü onu Tevrat söylüyor. Bir peygamber çıkacak,
o peygamberin nezaretinde biz size galip geleceğiz. Biz sizin hakkınızdan
geleceğiz. Onun gelmesi yakın hele bekleyin diye Medineli müşrikleri tehdit
ediyorlarmış. Zaten Medineli müşriklerin, müslüman olmasına sebebin biride
budur.
Medine'den bir ticaret
kafilesi ve Kabe'ye gelen insanlar duymuşlar ki, Mekke'de peygamberim diyen bir
insan var. Hemen hatırlarına gelmiş. Yahudiler de bir peygamber bekliyorlardı.
Kendî aralarında istişare etmişler ve demişler ki, Yahudiler'den evvel biz
müslüman olalım. Bu peygamberi kabul edelim. Onların elinden alalım demişler.
Ve Akabe'de Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile görüşmüşler. Ve müslüman olmuşlar.
Çok da güzel hizmet etmişler.
Şimdi bu insanlar,
Medine'deki Yahudilerin müslüman olmasını bekliyorlar. Zaten Yahudiler bir
peygamberin geleceğini bekliyorlardı ya, -işte, geldi buyurun diye onları davet
ediyorlar. "Yahu siz bize haber vermiştiniz. Bir peygamber gelecekmiş,
işte geldi. Biz o peygambere iman ettik, sizde buyurun iman edin"
diyorlar. Ve çok bir ümitle bugün olmazsa yarın iman edecekler diyorlar ama;
yani Medineli müslümanlar varacaklar, diyecekler bak peygamber bekliyordunuz
geldi. O kitap okuyanlar diyecekler ki, yok canım her ne kadar biz öyle
demişsek de bu sefer de Yahudi ırkından gelecek diyorlar. Peki Tevrat'ta Yahudi
ırkından gelecek diye bir kayıt söylememiştiniz daha önce. Yazarız elimizle
deyivermişler ve yazmışlar. Yahudi ırkından gelecekmiş. Yani buna benzer birçok
tahrifat böylesi işlerden kaynaklanmış.
Pekiyi bize bakan
tarafı bizimde elimizde Kur'ân-ı Kerîmimiz var. Bize de diyorlarki, günümüzde
bak bakalım Kur'ân-ı Kerim'de yirminci asırla ilgili neler söylüyor. Günümüzde
müslümanlarımız özellikle Kur'ân-ı Kerimle ilgisi olan insanlarımız üçe
ayrılıyorlar: 1- Baktım Kur'ân-ı Kerîm'e genelde ahlâkî kurallarla ilgili
bilgiler vardır. Yani hırsızlık yapmayacaksınız, yalan söylemiyeceksiniz. Ne
emredilirse yerine getireceksiniz. Verileni yutacaksınız, söyleneni
tutacaksınız diyor. Namazınızda kusur etmeyin. Gece gündüz namaz kılın. Orucu
Ramazan'da tutun, Nafile oruçlara da devam edin. Çünkü ekonomiye katkınız
olur. Yani öğle yemeğini yemiyecek olursanız topyekün Türkiye'de orucunu tutan
müslümanlar, milyonlarca müslüman birer öğle yemeği yememiş olsa şu kadar
ihracata katkıda bulunur. Gerisine karışmayın. Kur'ân'da zaten bunlardan
bahsediyor diyen bir grup. Bunlar yalnız orta halli olanlardır. 2-Şerlisi
vardır. Bundan da beteri vardır. Beteri de mevcut âyetî kerîmeleri tahrif eder.[156]
"Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse, kâfirlerin tâ kendisidir."
Âyet-i kerîmesi bizi
ilgilendirmez. O Yahudiler'! ilgilendirir. Onlar hakkında nazil olmuştur.
Müslümanlar hakkında değildir.
Bu Yahudi
hahamlarının, Tevrat'ı tahrif etmeleri gibi bir şeydir. Onlar mânâda tahrif
yapıyor.ar Tahrif iki türlüdür. Mânâda tahrif, diğeri de lafzın kendisinde
tahrif yapılır ki, ilaveler yapmak suretiyledir. Allah'û Teâla'ya hamdü senalar
olsun ki, Kur'ân-ı Kerîm'de lafızda tahrif olmamıştır. Yani olduğu gibi bize
kadar gelmiştir. Mânâda tahrif bin dörtyüz senelik zaman içerisinde
yapılmıştır. Tâ sahabe döneminde, sahabe tarafından değil, imansız kesimden
yapılmıştır. Tabiin döneminde yine imansız kesimden mânâlar tahrif edilme
tarafına gidilmiştir. Bu konuda tefsir kitapları yazmak, bu konuda lügat
yazarak milletin inancını sakatlamıya yönelik çalışmalar olmuştur. Lügatçilik
çok önemli. Çünkü bir milletin kültürünü yönlendiren lügat kitaplarıdır. Onun
için Türkiye'de lügat kitapları genelde Türk lugatıyia ilgili felsefî lügat,
mantıkî lügat, coğrafya lügati, tıbbî lügat vs. lugatlarla ilgili en fazla
çalışmayı yapan bir Ermeni'dir. Yirminin üzerinde kitap yazdım bu memlekette
diyor.
Evet niye onlar yazar.
Onların kitabı lügati bütün yazarların kütüphanesinde bulunur. Bir kelimenin
mânâsını bilemediler mi hemen oraya bakıverirler. Ve yazısını da ondan
kaynaklanarak yazar. Orada da o kelimeyi yönlendiriverdi mi adam gayesine
ulaşmış olur. Yani binlerce kalem onun dediği doğrultuda yazıp çizmeye başlar.
Onun içindir ki, İslâm Ta-rihi'nin ilk dönemlerinde-de bu tür tahrif hareketi
başlamış ama, Allah (c.c.) bu dinini koruyacak ya kendi üzerine almış, bu dini
koruyacak âlimleri de her asırda getirmiştir. Yâni ilk hicretin birinci asrında
o tabiinin büyüklerinden onu takip eden dönemlerde de yine çok değerli dil bilimcileri,
tefsirciler, hadisciler ve fakihler göndermek suretiyle Allah (c.c.) bu dini,
Kur'ân'mı hem lafzını korutmuş hem de mânâsını korutmuş. Günümüzde de yine
mânâyı yönlendirme yolunda çalışmalar var. Yani tahrif etme yolunda çalışmalar
var. Fakat onların sesleri zayıf, kokar ağızlarla Allah'ın nurunu söndürmek
için uğraşanlar hakkında Rabbim;[157]
"Onlar
ağızlarıyle Allah'ın nurunu söndürmek isterler ama, kâfirler istemese de Allah
nurunu tamamlayacaktır."
Hahamlar tahrif
etmişler, bizim içimizde de mânâ yönünden tahrif eden insanlar vardır.
3. grup ise, gücü
oranında Allah'ın kelâmını anlatmaya çalışanlardır. Yani hem lafzını, hem
mânâsını tahrif yapmadan doğrudan anlatmaya çalışan insanlarımız vardır. Yeterlimi
bu yirminci asırda 1990 yılında. Yetersiz. Bende diğer saygı duyduğum hoca
efendilerde yetersiziz. Niye? -yetişmemiz için gerekli zemin hazırlanmamış. Sel
suyunun bir yatak bulması vardır. Yaz gününde yağmur yağar. Ve derken çok
şiddetli yağmur yağarsa sular bir yerde birleşirler. Normal suların aktığı gibi
bir yatak yok. Toplanırlar bir yere varırlar. Önünde bir taş var olmadı bu
tarafa gidemeyiz, öbür tarafa döner o su. Yani önüne gelen engel büyükse
oradan dönüş yaparlar. Yıkabileceğini yıkarlar, yakamadiğı zaman oradan dönüş yaparlar.
Böylece bir yatak aramaya çalışırlar. Yatak ararken ya bir ırmağa ulaşırlar,
faydalı olurlar. Veyanutta bir ovada kaybolup giderler.
Günümüzdeki İslâm
âlimlerinin ve dünyanın her tarafındaki âlimlerin yetişme tarzı da böylesine
yatak arayan su gibidirler Ha şu hocadan olur, ha bu kitaptan olur. Ha surdan
mı olur ha burda rnı olur. Çalışma neticesi elde edilen şeyler. Niyetler iyi
olunca inşaallah hedeflerde, hedeflere varışta bereketli olacaktır, iyi
olacaktır.[158]
(76) İman
edenlerle karşılaştıklarında; "İman ettik" derler. Birbirleriyle
başbaşa kaldıklarında ise "Allah'ın size açtığını, Rabbiniz katında sizin
aleyhinize belge olsun diye mi onlara söylüyorsunuz. Buna akimiz ermiyormu
be?" derler.
Şimdi Yahudiler,
Peygamber Efendimiz güçlü devlet kurmuş, müslümanlan görünce biz de iman ettik
diyorlar. Ancak kendileri bir araya geldiklerinde ise yahu siz bu Tevrat'tan
bazı âyetleri bu adamlara ne okuyup duruyorsunuz. Yani bir peygamber geleceğini
bu adamlara niye söylediniz. Adamların eline koz veriyorsunuz. Onlara Tevrat
hakkında bilgi vermeyin. Bu peygamberin geleceği ile ilgili âyetler okumayın.
Yani bunlara bizim sırlarımızı açmayın.
Aleyhimize delil olarak kullanıyorlar diyorlar.
Günümüzde de
niüslümanin aleyhinde hertürlü dalavereyi çeviren ama müslümamn karşısına
geçince bende müslümanım diyen insanlar var. Benim babam hocaoğlu, hacıoğludur.
Hani birçok insan müezzinoğ-lu, müftüoğlu, vaizoğlu gibi adlar, kullanır.
Soyadları böyle adamların. Dinime kasdeden insanların bir kısmı böyle hocaoğlu,
hacıoğlu. Bir ara soy isim yerine sülâle adları soy isim olarak
kullanılıvermiş. Ama bunlar dinime kasdetmişler. Akif in tabiriyle "adı
Osmanlı, ruhu Yunanlı" tipler çıkmış. Onlar müslümanın yanına gelince,
"biz de iman ettik. Babam müslümandı. Rahmetli üç defa hacca
gitmişte" diyorlar. Ama kendi aralarında kaldıklarında ya bu adamlara siz
niye imkânlar veriyorsunuz, niye bu adamları belirli yerlere getirdiniz, haydi
bakalım yeni alınacak bir kararla şöyle diyelim. Meselâ yıllarca imamhatip
okulu mezunları üniversiteye alınmasın kararı alınmıştır. Kuruluşundan tâ
1970'li yılların sonuna kadar imamhatip okulu mezunları üniversiteye
alınmamıştır. Aynı okulları okuyanlar hatta bir senede fazla okuyan bu
gençler, üniversiteye alınmamıştır. Kendi aralarında bir araya geldiklerinde
almayalım bunları, aramıza adam mı yerleştireceğiz diyorlar. Dışarıya çıkınca
da bizde inandık diyorlar.
Allah (c.c.)
Yahudi'nin karekterini bize anlatıyor. Bu adamlarmkini değil. Niye bu adamlarmkini
değil? Yahudi'nin karakteriyle karekterlenen, onun huyunu alan adamların
binlercesini anlatmak yerine, Rabbim pisliğin kaynağını anlatıveriyor. Ona göre
sizler anlayın. Kimde bu pislik vardır. O Yahudi'nin doğrultusunda hareket
ediyor demektir. Ama bu da Yahudi'den bizim gözümüzü korkutmam alıdır. Dünyanın
siyaset bilmeyen bir milleti varsa o da Yahudiler'dir. Ticaret bilmeyen
milleti yine Ya-hudiler'dir. Olurmu böylesi canım. Bak olmaması lazım diyor.
Pekiyi siyaset bilmek ne demektir:
Siyaset bilmek,
kişinin; kendi devletini, kendi milletini en müreffeh bir şekilde yaşatması ve
yayılması, kendi fikriyatının, kendi politikasının, siyasetinin diğer insanlar
tarafından kabul edilmesini sağlanmasıdır.
Bunun benzerini
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) yapmıştır. Tek başına Mekke'de peygamber olarak
görevlendirilmiş. Ve onüç senelik zaman içerisinde devlet kurmuş. Bu bir
siyasettir. Risaletin getirdiği bir siyasettir. Yani peygamberin getirdiği bir
siyasettir. Vefatına kadar da yani yirmi üç senelik peygamberlik süresince
Türkiye topraklarının tam üç katı olarak feth edilmiştir. Toprağın üzerindeki
insanların gönülleri feth edilmiştir. Türkiye'nin üç katı. Yirmi üç senede
sağlanandır bu. İşte bu bir siyasettir. Bu kadarla kalmamış öylesine güçlü bir
cereyan verilmiş ki insanlara, otuz senelik zaman içerisinde bir taraf
Endülüs'e dayanmış diğer taraftan Azerbaycan fethedilmiştir. O hızla yayılma
bir siyasettir. O hızla devam eden bu yayılmada Kanuni tâ Sumatra'ya yani
Filipinler'in oraya, oradaki müslümanîarı korumak üzere gemiler göndermiştir.
Bir tarafta Viyana, bir tarafta efendim Fas, yani Atlas Okyanusu, bir tarafta
Çin. Buralara kadar da siyaset devam etmiştir.
Osmanbey bir aşiretten
büyük bir devlet meydana getirmiştir. Bu bir siyasettir. Ama bu adamlar
dünyanın en eski milleti olmalarına rağmen, dünyadaki nüfusları, İspanyol
çingenelerinin nüfusları kadar bile yoktur. Eğer siyaset bilmiş olsalardı, şu
anda bunların Çin kadar nüfusları olması gerekirdi. Devamlı üreyecek üreyecek
Çin kadar nüfusları olacaktı bunların. Ama olmamış. Çünkü siyaset bilmiyorlar.
Siyaseti biliyoruz zannediyorlar. İlerliyorlar ilerliyorlar bütün dünya
devletlerinde sözü geçiriyorlar ama âyet-i kerîmede;[159]
Dünya metaına karşı
öylesine hırslılar ki, farenin hırsı gibi bir hırs.
Mevlânâ farenin hırsını
anlatıyor. Fare çayırlıkta dolaşıyormuş, bakmış ki bir deve. Tamam demiş. Onu
bir götürür gidersem. Şöyle yularından bir tutmuş. Yumşakmış onun başı. Yani
hayvanlardan en yumuşak başlısı deve imiş. Bunu bir götürsem demiş, daha yedi
ceddimin, silsilemin çalışmasına gerek yok. Fare gitmiş deve gitmiş, fare
gitmiş deve gitmiş derken, fare yuvasına girmiş, girmiş ama bu sefer deve
gelmemiş. Asılıyor gelmiyor. Asılıyor gelmiyor. Çıkmış geriye deve duruyor. Tekrar
girmiş. Bu hali üç defa tekrarlamış. Sonunda fare deveye oğlum niye
geliniyorsun demiş. Buraya kadar geldin de niye içeri geliniyorsun demiş. Deve
fareye nasıl geleyim demiş. O da geldiğin gibi gel demiş. Bunun üzerine deve
fareye, bana bak boyuna göre kendine rızık ara demiş. Fare deveyi tekrar oraya
asılınca, deve ayağıyla fareye şöyle bir dokunuvermiş. Birde bakmış ki, fare
ezilivermiş. Yani hırsından dolayı, kendisinin arkasından gelen birisi
tarafından Öldürülmüştür.
Onun için Yahudi de
tarih boyunca, fare gibi, çok büyük gördüğü nimetlere doğru yönelmiş, onlar da
buna itaat eder gibi olmuşlar fakat yine aynı insanlar tarafından
öldürülmüşler. En fazla Almanya'da toplanmışlar. Adamlara her dediklerini
tutturmuşlar ve adamların kan damarlarını tutmuşlar, fakat öbür adam
silkiniverince üç milyonunu cayır cayır yakmış.
Onun için hani
müslümanlardan pek fayda gelmedi ama, tahmin ederim İsrail'in şu anda yine en
korkulu rüyası Almanlar'dır. Almanlar bu intikamı alacaklar. Çünkü
televizyonunuzu ne zaman açsanız Alman aleyhtarı filim vardır. Ve adamlar da
Yahudi kiniyle dopdoiudur. Geçen sene meclis başkanları Alman parlamentosunun
başkanı, Hitler'in ruhu hepimizde dopdoiudur dedi, aynı gün adamı istifa
ettirdiler. Aslında o bütün parlamenterlerinin tercümanı gibiydi.
Allah (c.c.) onlar
hakkında:[160]
"Yeryüzünde hep
bozgunculuk için koştururlar dururlar."
Bakara sûresinin 96.
âyet-i kerîmesinde de, dünyada en hırslı adamlar olduğunu söyler.
Maide sûresinin 42.
âyet-i kerîmesinde;
Hep yediklerinin haram
olduğunu, haram yemeğe aşık olduklarını ifade eder. Ve yeryüzünde param parça
olduklarını.[161]
Yeryüzünde bölük
pörçük yaptığını ifade ediyor Allah (c.c).
Gerçekten de
yeryüzünde en bölük pörçük millet onlardır. Türkiye'de var, Rusya'da var,
Japonya'da var, Amerika'da var. Amerikadakiler gelmiyor. Amerikadakilerin
nüfusu İsraildekilerden fazla imiş. Rahatlarını bozup gelmek istemiyorlar.
Rusyadakileri taşımak istiyorlar. Çünkü Rusya'da da çok sefil bir hayat
yaşadıkları için toplanmaya çalışıyorlar.
Mehmed Vehbi'nin,
İsrail'in Ankara büyükelçisine söylediği bir sözü anlatayım, ilk defa elçi
buraya geliyor. İsrail elçiliğinin Ankara'da açılması için Türkiye devlet
müsade ediyor. Zaten ilk tanıyanlardandır. İsrail devletinin kuruluşunu
tanıyanlardandır. Dışişlerine gelince hava atacak fabi, en iyi hocanız kim
demiş. Dışişleri de Mehmed Vehbi'yi gösteriver-miş. Mehmed Vehbi hem 36 ciltlik
Hulasat'ül-Beyan tefsirini yazmış bir zattır. Hemde şer'iyye vekilliği yani
bakanlık yapmış bir insandır.
Görüştürmüşler, hani
peygamberin Buhari'de anlatılan bir hadis-i şerifine göre, yeryüzünde Yahudi
kalmıyacak diyor. Yeryüzünde bir tek Yahudi kaimıyacak. Hatta bir taşın
arkasına bile gizlense, taş dilegelip söyliyecek diyordu. Bak biz devlet kurduk
demiş. Peygamberin yalan söylüyor demiş. Mehmed Vehbi demiş ki, ben Buhari'yi
terceme ettim ve bastırdım. Gerçekten de Mehmed Vehbi4nin Buharı Tercemesi
basıldı. O zaman o hadisi terceme ederken epeyce düşündüm. Ya Rasûlallah, böyle
böyle diyorsun. Yani yeryüzünde Yahudi kalmıyacak diyorsun. Ya Rasûlallah biz
bir Yahudi avına çıksak nerede bulalım biz bunları. Birisi Alaska'da, birisi
Afrika'da, birisi Amerika'da, birisi Japonya'da. Millet bunları avlamakla
bitiremez Ya Rasûlallah diye çok düşündüm. Ne zaman ki, siz İsrail'de devlet
kurdunuz. Onu radyodan haber olarak dinleyince seviniverdim.
Yâ Rasûlaliah dediğin
çıkıyor. Bunlar dünyanın her tarafındaki Ya-hudiler'i oraya toplayacaklar.
Bizim Hadimde demiş, keklik avı yapılır. Özellikle bu eylül, ekim, kasım
aylarında olur. Aynı av bizim köyde de yapılır. Dağın her tarafında keklikler
sabahleyin uyanınca, kuşluk vaktine kadar karınlarını doyururlar. Zaten bütün
nebatatda daneye dönüşmüştür. Çok susarlar. Ve dağların belirli yerlerinde su
birikintileri var. Oralara koşuşurlar. Avcı da bir gün evvel suyun başına küme
kurar. Yani ağaç dallarından meydana gelen gizlenecek bir yer kurar. Oraya
geceden gelir oturur; Ve keklikler kuşluk vakti suyun başında toplanırlar. Bir
tetik çek-timi en az beş tane altı tane düşer. Siz dünyanın her tarafından
İsrail'e bir toplanın bakalım demiş. Biz de silahlarımızı alıp yallah deyip
yürüdük mü sizleri hazır bulalım. Dünyayı dolaşmıyalım demiş. Bu adamın pek
hoşuna gitmemiş tabiki. Ve Allah (c.c);[162]
Müslümanlara karşı,
düşmanlıkta en şiddetli insanın Yahudiler olduğunu haber veriyor. Müslümanlara
en amansız düşman Yahudiler'dir diyor.
İnsanlar içerisinde
müslümanlara, iman edenlere en şiddetli düşman Yahudiler, bir de müşrik
putpereslerdir. Yani bu günkü ifade ile komünistler Ateistlerdir.
İnsanlar içerisinde
müslümanlara sevgi bakımından en yakın olanları da, biz nasârâyız yani
Hıristiyamz diyenlerdir. Niye çünkü onlar arasında kibirlenmeyen ilim adamları
yani Hıristiyan ilim adamları ve papazlar vardır.[163]
Peygambere indirileni
işittiklerinde, Kur'ân âyetlerini işittiklerinde, gözlerinden yaşların
boşandığını görüverirsin. Hak konusunda bildiklerinden dolayı onların
gözlerinden yaşların boşandığını görüverirsin. Ya Rabbi bizde iman ettik,
bizide şahitlerle beraber yaz Ya rabbi diye de dua ederler diyor.
Pekiyi bu âyet-i kerîme
bugünkü Hıristiyanlar hakkmdamıdır? Bugünkü Hıristiyanlar içerisinde bu türden
insanlar olabilir. Arna Batı'ya gidip gelen arkadaşlarımız şunu bilir ki,
Avrupa çoğunlukla Hıristiyan değildir. Ateist olmuşlardır. Avrupa'ya gidip
gelenler Almanya'ya, Belçika'ya, Hollanda da kalanlarımız, gerek eğitim,
gerekse iş nedeniyle kalanlarımız Batı'nm sistem olarak, devlet olarak
Hıristiyanlığa önem verdiğini, ama yönetici kadroda dahil Hıristiyanlığa
inanmadığını bildirirler. Yani ateisttirler.
Onun için bu âyet-i
kerîmenin içine girmezler. Bu âyet-i kerîmenin içerisine gerçekten samimiyetle
İncil'e bağlı olan insanlar girer. O insanlara bizim derdimizi anlatmamız
biraz daha kolaydır. Burada doktorasını yapan ve müsîüman olmuş Koreli Cemil Lî
diye isim almış. Üç dört sene burada kaldı, doktorasını yaptı ve memleketine
döndü. Müslüman olan bu delikanlıyla ben görüşmüştüm. Kore'de, başkentte mü si
umanların camileri var, dernekleri var dedi. Peki orada müsîüman olanlar hangi
keşimden dedim. Dedi ki, Hıristiyanlardandır. Birde putperest Budistler
vardır. Budistler'den müsîüman olanlar azdır. Benim anam Hıristiyan, babam ise
Budist'tir diyor. Ve ben müsîüman olduğumda anamı ikna ettim de, babam benimle
yıllarca konuşmadı diyor. Halbuki profösördür. Asıl beni anlaması gereken babam
olması lazım çünkü ilim adamıdır. Üniversitede profösördür. Bir gün yatsıdan
sonra anlattım. Müslüman olduğumu duyunca tek kelime "çık dışarı bir daha
gelme" dedi. Yani tek kelime konuştu diyor. Yani müşrikleri, Yahudiler'in
müslümanlığa karşı amansız düşman olduklarını, Hıristiyanlar'dan gerçekten
İncil'e bağlı olanların bize yakın olacağını Allah (c.c.) bize haber veriyor.
Yalnız biraz önce de dediğim gibi Hıristiyan'ım diye geçinen ama aslında ateist
olanlar müşriklerin içerisinde sayılırlar. Batı'da bir çok insan da ateisttir.
Allah (c.c);[164]
(77) Onlar,
Allah'ın gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar
mı?"
Yani müslümanların
yanma geliyorlar iman ettik diyorlar, ama kendileri başbaşa kaldıklarında inkâr
ediyorlar. Daha Bakara Sûresi'nde Rabbim, bunların karekterini bize
bildirmişti.[165]
Kendileri başbaşa
kaldıklarında biz sizinle beraberiz. Müslümanlarla dalga geçiyoruz diyorlar.
Ama bilmiyorlarmı ki, Allah onların gizlediklerini de biliyor. Açığa çıkardıklarını
da biliyor.
Şimdi Rabbim, onların
içinde insanları sınıflandırıyor.[166]
(78)
"Onlardan okuma yazma bilmeyen bir kısmı var ki, kitabı bilmezler. Ancak
boş idealler kurarlar. Ve bunlar ancak zannederler."
Onlar içerisinde
kitabı bilmeyen ümmî insanlar vardır. Yani okuma yazma bilmeyen Yahudiler
vardır. Ümmîdirler. O gün için söyleniyor. Bugün için de böyleleri var. Hocam
hepsi üniversite mezunu derseniz, Tevrat'ı okumayan çok.insan vardır. Yahudi
olduğu halde Tevrat'ı bilmeyen. Şu anda İstanbul şehrinde bazı liselerde
Yahudi ve Hıristiyan çocukları da var. Ve orada görev yapan dindersi
öğretimini arkadaşlarla ben görüşüyorum. Vallahi hocam, müslümanlık hakkındaki
bilgileri, Yahudilik ve Hıristiyanlık'tan fazla diyorlar. Yani babaları evde
onlara bir şey öğretmiyor. Kiliseye de gitmiyorlar.
Şu anda aramızda yok
bir noterimiz, bir Hıristiyan'ın Ermeni'nin müslüman olmasına sebep oldu. Ve
bana da getirdi görüştük. Eski Serkis yeni Selim diyor. Çocuğa nasıl müslüman
oldun? dedim. Aslında rnüslü-man olmasında noterin emeği fazla değil. Müslüman
olduktan sonra daha ziyade yardımcı olmaya çalıştı. Diyor ki, hocam ben
yirmibir yirmiiki sene Hıristiyan olarak yaşadım. Anam dinine çok bağlıydı.
Her pazar beni kiliseye götürürdü. Babam küçük yaşta Ölmüş. Askerden geldim
yine kiliseye gittik. Bir gün kiliseden çıkarken pekiyi ben Hıristiyanlık
hakkında ne biliyorum diye kendime sordum. Papaz bize yabancı dilden bir şeyler
anlatıyor. Ben bilmiyorum ezberlememişim. Anam da ezberletmemiş. Yahudilikten
de bir şey bilmiyorum.
Kendi kendime yahu
müslümanlıktan ne biliyorsun? dedim. Her gün dükkânımdan ezan sesi duyuyorum.
Ben onu ezberlemişim. Yani hiç kulak vermediğim halde ben ezanı ezberlemişim
diyor. Günde beş defa okuna okuna ben onu ezberlemişim diyor. Kendi kendime
ezanı baştan sona okudum diyor.
Demiş ki, papaza yirmi
iki sene gittim. Sana birşey öğretmedi. Şu kulak vermediğim müezzin sana bir
şeyler öğretmiş. Geç bunun tarafına dedim ve geçtim diyor. Saoğlsun noterde
benden yardımlarım esirgemedi diyor.
Şimdi hâlâ bunların
içerisinde, bu türden ümmî denecek insanlar vardır. Zaten ümmîyi bir yerde
tarif etmiş Allah (c.c); "Kitabı bilmiyorlar" kitaptan kasıt
Tevrat'ı bilmiyorlar.-Yani Yahudiler içerisinde Tevrat'ı bilmıyen ümmî
insanlar var. Pekiyi insan hiç bir şey bilmezse böyle hep ağzı kapalı hiç
konuşmadan mı durur. Bir şey düşünmeden mi durur? Hayır değil, Rabbim bize bir
düşünme mekanizması vermiş. Bu defa insanlar ütopya üretirler. Hayaller,
kuruntular ve idealler meydana getirirler. Kitabı bilmiyor ama kendi
hayalinden yeni kuruntular üretiyor. "Hani kul daralmaymca hızır
yetişmezmiş" diye atasözümüz vardır. Hızır da insana dar yerlerde, zor
yerlerde yetişirmiş derler. Adamın biri de Hızır'ı çok görmeyi arzulamış. Yahu
Hızır herkese gelir de acaba bana niye gelmez demiş. Daralınca gelirmiş
diyorlar. Pekiyi ben çöle yanıma hiç ekmek su almadan bir gireyim bakalım
demiş. Nasıl olsa ben ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelince Hızır beni
kurtarır demiş. Gitmiş gitmiş gitmiş, giderken insan neyi arzu ederse onu
hayallermiş. Hayalde etmiş. Yani Hızır nasıl olur? Uzun boylu, bembeyaz yüzlü,
göbeğine kadar bembeyaz sakalı olan, bembeyaz elbiseli mübarek bir zattır,
diyerek hayal etmiş gitmiş. Derken böyle iki gün gittikten sonra, neredeyse
baygınlık geçirecek. Karşıdan bir adam gelmeye başlamış. Tam karşılaşmışlar.
Bakmış kambur, kara, kuru bir adam. Selamlaşmışlar. Nereden gelip nerey
gidersin? Demişki ben Hızır'ı aramaya gidiyorum. Adam demişki, ayağına geldi senin
Hızır. Ben Hızının. Demişki, haydi böyle Hızır mı olur? Böyle kambur, kara,
kuru Hızır mı olur demiş. Yürümüş yoluna ama, biraz gittikten sonra acaba olur
mu ki demiş ve geriye bir bakmış adam yok. Yani o Hızırmış. Bu bir hikâyedir
olmuş değil. Ama benim için önemli olan şurası. Anlatım kolaylığı getiriyor.
Günümüzde
müslümanların bir araya gelemeyişlerinin yegane sebebi, herkesin hayalinde
kendine has müslümânlık vardır. Kur'ân'daki ve sünnetteki değil. Kur'ân ve
sünnetten herkesin kendi anlayışı hızın vardır. Müslümanlık bana göre şöyle.
Şöyle şöyle yollarla gidilmesi lâzım efendim. Kardeşim bu iş sana göre olmaz.
Kur'ân ve sünnete göre olur. Yeniden oku. Sana göre olursa, Türkiye'deki elli
milyon insanın, elli milyon İslâm anlayışı olması lazım. Doğruluk anlayışına
gelince beş milyar insan var. Beş milyar doğruluk anlayışı olması gerekir. Bu
iş olmaz. Öyleyse bir yerde birleşilmesi gerekiyor. O da Allah'ın kelamı
etrafında birle-şilmesi gerekiyor. Kitabı atarsanız boş kalmıyorsunuz. Rabbim
ona işaret ediyor. "Kitabı bilmiyorlar ama ancak adamların kuruntuları
var,"
Yani adamların ütopik
hayalleri var. Erişilmeyen, elde edilemeyen, tutulamiyan, yapılanmıyan hayaller
vardır. Yeni evlenecek delikanlının, hayalinde kadın portresi çizdiği gibi.
Şöyle güzel olacak. Şöyle zengin olacak vs. gibi. O yok. Yani onun hayalindeki
yeryüzünde yok. Günün birinde biriyle evleniyor. Hayalindeki bulamayınca bu
defa da şikâyete başlıyor. O senin aradığın senin putun gibi bir şeydir. Zaten
öyle bir insan olmaz. Öyle birisi olmuş olsa rahat edemezsin. Çünkü o senin
çizdiğindir. Onun için onlar kuruntulara tabi olurlar. "Onlar zann
üzeredirler." Hakikat üzere değildirler. Yani kuruntuları da doğruluk
ifade etmiyor. Yüzde yüz doğru değildir. Onun içindir ki, günümüzde yazarlar
biz her fikre saygılıyız diyorlar. Aslında bu söz kendi mantığı içinde doğrudur.
Adam kendi düşüncelerinin yüzde yüz doğruluğuna inanmadığı için, başkasının ki,
doğru olabilir diyor. Onun için ona saygı duymam lazım diyor. O zaman beş
milyar insanın, beş milyar düşüncesine saygı duyuyor. Bu sefer de doğruyu
bulmak mümkün olmuyor. Bu sefer doğru ki-minki olmuyor. Birinin hâkim olması
lâzım. O zaman kılına, silahı elinde tutan adam doğru olarak kabul ediliyor.
Onun içindir ki, darbeler genelde, binlerce doğru olduğunu söyleyen insanlar
arasından birisi çıkıyor diyor ki, yeter be, benim söylediğim doğrudur işte. Ve
aşağıdakiler içinden homurdanıyor. Başka bir şey yapamıyorlar. Ve bu devam
edip gidecektir. Tâki gerçek doğruyu buluncaya kadar. Gerçek doğruda
insanların ürettiği değildir. Çünkü insanların ki, zanna dayanıyor. Olabilir de
olmayabilir de. "Onlarınki ancak zann üzer inedir ler." Gerçek
hakikat üzerine değildirler. Çünkü insanoğlu bu gün çok doğru bilginden yarın
dönüyor, öbürüsü gün dönüyor. Öyleyse biliyor ki, bu kesinlik ifade etmiyor.
Kesinlik ifade eden yeri ve göğü ve insanı yaratan Allah (c.c.)'ünün buyurduklar
ıdır. O da kitaptır. Bir de kitabı bilenler var. Onu yönlendirenler var.[167]
(79) Kendi
elleriyle kitap yazıp sonra az bir para karşılığında satmak için "bu Allah
tarafındandir" diyenlerin vay haline!.. Vay ellerinin yazdıklarından
onların başına geleceklere Vay onların kazanmakta oldukları vebal yüzünden
onlara.
Elleriyle Kitabı yazanlara
da yazıklar olsun. Yani Tevrat'ı kendi elleriyle değiştirerek yazanlara da yazıklar
olsun. Sonra da Allah katından indirilen Kitap budur diyorlar. Niye yapıyorlar
bunu? Az bir para elde edebilmek için. Onunla az bir para elde edebilmek için
elleriyle Kitap yazıyorlar. Ve de onu satıyorlar. Günümüzde de buna benzer
davranışlar, hareketler var.
Hani belirli bir makam
veya mevkii elde edebilmek, belirli bir paraya sahip olabilmek veya köşeyi
dönebilmek için, Allah'ın âyetlerinden meydana gelen bir Kitap yazılıyor ama
yönlendirilerek yani âyetler yönlendirilerek yazılıyor. Yayınlandıktan sonra
da belirli makam ve mevki o kişiye veriliyor. Bu az bir para karşılığında
Allah'ın âyetlerini satmaktır. Peki çoğuna satılabilir mi? Âlimlerimiz demişler
ki, dünyanın tamamı altım, gümüşü her şeyi terazinin bir kefesine konulsa,
öbür kefesine de bir âyet konulsa ve satılsa yine âyet az parayla satılmış
demektir. Yani bu hiçbir şekilde Allah'ın âyetlerinin parayla satılmaması
gerektiğini ifade ediyor.
Elleriyle
yazdıklarından dolayı onlara yazıklar olsun. Ve ö yaptıklarından,
kazandıklarından dolayı da onlara yazıklar olsun. Veyl kelimesi yazıklar olsun
mânâsına da geliyor. Cehennemde yanacakların en derin yeri olan bir vadinin adı
anlamına da geliyor. Tefsir kitaplarımızda böyle ifade ediliyor. Ona göre,
elleriyle Allah'ın Kitabını yazıp tahrif edenleredir O veyl deresi,
cehennemdeki o vadi. Ve yaptıkları bu kötülüklerden dolayı kazandıkları günah
sebebiyle de yine o veyl deresi onlaradır diyor Allah (c.c).
Bu sefer Yahudiler
buna itiraz ediyorlar ve diyorlarki,[168]
(80)
"Sayılı günlerden başka ateş bize kat'iyyen dokunmaz" dediler. Sen
(onlara) söyle: (Ateşin yakmayacağı hakkında) Allah'dan söz mü aldınız? Böyle
ise Allah sözünden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediklerinizi mi
söylüyorsunuz.
Vallahi bize ateş
belirli günlerde isabet edecektir. Yani biz ateşe çok az bir zaman gireceğiz.
Sonra çıkıp Cennete gideceğiz diyorlar. Allah'dan söz mü aldınız, Cennete
gideceğiz diye? Allah vadinden dönmez. Siz bu konuda Allah'dan söz mü aldınız,
yok. Yoksa siz bilmediğiniz şeyleri mi Allah'a söylüyorsunuz. Bunları Allah'a
isnad ediyorsunuz.
Günümüzde de buna
benzer sözler vardır. Bir kısım insanlar; Allah'a inanırız, ahirete inanırız,
Cennete, Cehenneme de inanırız da, bak biz bu dünyada altmış sene yaşadık.
Diyelim ki, altmış senelik ömrümüz günah içinde geçsin. Günahın karşılığı kadar
ceza vardır. Doğru âyette bu böyledir. Yani günahların karşılığı kadar ceza
alınacaktır. Öyle olunca bizim altmış sene yanmamız gerekir. Yani bir adamın
akü baliğ olduğu dönemi de çıkarırsak, yetmiş iki yaşında vefat etmiş bir
adamın on ikisini çıkarırsak geriye altmış sene kalır.. Altmış sene yanar.
Altmış sene sonra çıkması gerekir. Yani suçun karşılığı ceza olması gerekir.
İslâm hukukunda bir kaide vardır. "Bir işte kasıt ne ise, hüküm de ona
göredir." Yani kasda göre ceza vardır. Kasıtlar önemlidir. Bu kaide
hadis-i şeriften alınmış. Buharının birinci hadis-i şerifinden alınmıştır.
"Ameller niyyetlere göre değerlendirilir."
Peki kardeşim, bir
adam yetmiş sene küfür içinde kalmış mı kalmış. İmana dönme niyeti var mıydı?
yoktu. Dönme niyeti olsa müslüman olur. Bu adam kâfir olarak yetmiş bin sene
yaşamış olsaydı, kâfir olarak kalma niyetinde miydi? Niyetindeydi, Öyleyse o
cezasını ebedi çekecektir.
Peki mü'min kişi de
yetmiş sene yaşadı. O zaman da ona şu söylenir. Yetmiş sene müslüman olarak
yaşadın. Cennette yetmiş sene kalacaksın. Sonra da oradan çıkartılacaksın.
Nereye gidersen git Olmaz. Ona da demişler ki, bu adam dünyada müslüman olarak
yetmiş sene yaşamış. Peki dünyada müslüman olarak yetmiş bin sene yaşasaydı yine
müslümanlı-ğından razı mıydı? Hatta yedi milyon senede razıydı. Yetmiş milyon
sene de razıydı niyeti oydu. Öyleyse Allah o kişinin, o niyetini de
mükâfatlandırıyor.
Onun için
Yahudiler'in, bizi belirli günlerde ateş tutacaktır. Yani Cehenneme biz sayılı
günler için gireceğiz, demeleri günümüzde de bir kısım imansızlar tarafından
devam ettiriliyor. Allah (c.c.) bunun yanlış olduğunu ifade ediyor.[169]
(81) Hayır
iş öyle dcğiî; kim bir kötülük işler ve hataları kendisini çepeçevre kuşatırsa
işte onlar ateş yaranıdır ve onlar orada ebedi kalıcıdırlar.
Kim bir kötülük
yaparsa, hataları, günahları da onu kuşatırsa onlar Cehennem yaranıdır. Şairin
biri öyle diyor, manzum olarak hatırlayamıyorum ama, "ahirette ateş yok,
kişiler ateşini bu dünyadan götürür" diyor. Rabbim de, "kişinin
imansızlığı ve kötü ahlâkı kişiyi kuşatınca onlar Cehennem yaranı
olurlar." diyor. Yani bu dünyadayken kişi kendi kendisini Cehennemlik hale
getiriyor. Tabi bu büyük günahları ve küfrüdür diye tefsir edilmiş. Günahları
onu kuşatınca, kişinin kalbi kapanır.
Tabiînden bir tanesi,
"kalp dünyaya geldiğinde açık tertemizdir. Bir büyük günah işledimi Bir
köşesi, yani bir tarafı kapanır, İkinci günah işledi, diğer tarafı kapanır.
Üçüncü günah işledi. Yine kapandı. Yani günahlar işlene işlene kişinin kalbi
kapanır -kalır" diyor.
Kapanıp kalınca
imansızlık orada başlıyor. Yani tamamım imansızlık kuşatıyor. Hataları onu
kuşatınca büyük günah tamamen kuşatamıyor. İmansızlık hepsini içine alıyor.
Onun için fakihlerimiz, kâfire namaz kılmak farz değildir derler. Kâfir bir
insana namaz kılmak farz değildir. Birine sormuşlar. Namaz kılmayan adam gavur
olur mu? demişler. Güzel bir cevap vermiş. Gavur olur dememiş. Kâfirler namaz
kılmazlar demiş.[170]
(82) İman
edip ameli salih işleyenlere gelince onlar da Cennet ehlidir. Ve onlar orada
ebedi kalıcıdırlar.[171]
(83) Hani
İsrail oğullarından "Allah'dan başkasına kulluk etmeyin, ana-babaya,
hısımlara, yetimlere, yoksullara, iyilik yapın, insanlara güzellikle söyleyin.
Namazı dosdoğru kılın. Zekatı verin" diye söz almıştık. Sonra bir kısmınız
hariçyüz çevirerek döndünüz.
Allah (c.c.) bu âyet-i
kerîmelerde, en eski bir. toplum olan ve kendisine bir çok peygamber
gönderilen, bir kısmı peygambere inandığı halde, bir kısmı da inkar eden,
münafıklık yapan, peygamberlerini öldüren Ya-hudiler'den bahseder.
Yahudiler'in
peygamberlerine yaptıkları hileyi, dalavereyi ve hiyane-ti Allah (c.c.) bize
haber verirken, bizim de aynı duruma düşmememizi ister ve emreder. Yani
istemenin ötesinde bize de emreder.
Günümüzde Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) cismen sağ değil ama, onun sünnetine karşı harp ilan etmek
onu Öldürmek demektir. Onun getirdiği Kitaba karşı harp ilan etmek; peygambere
karşı harp ilan etmek, Allah'a karşı harp ilan etmek demektir.
Onun için Allah (c.c),
Yahudiler'in peygamberlerine karşı yaptığını, bizim yapmamamızı istemektedir,
emretmektedir.Bu âyet-i kerîmede;
Hani biz Beni
İsrail'den yani İsrail oğullarından, bahsederken İsrail Yakup (a.s.)'ın adıdır
demiştik. Yukarıda geçmişti. (47) numaralı âyet-i kerîmede "Ey peygamber
çocukları, İsrail çocukları" demek suretiyle insanlara iyilikle
yaklaşılmasına da işaret etmiş oluyordu Rabbim.
Burada da hani biz İsrail
oğullarından şöylece söz almıştık. O söz şu: "Allah'dan başkasına ibadet
etmemeleri, anne ve babalarına iyilikte bulunmaları, yakın akrabalara,
yetimlere ve miskinlere de iyilikte bulunmaları, insanlara iyilikle
söylemeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri konusunda, biz İsrail
oğullarından söz almıştık diyor Allah (c.c).
Burada Arapça
dilbilgisine göre İbadet etmeyiniz diye gelmesi gerekirdi. Şöyle denmiş İbadet
etmiyeceksiniz. "Allah'dan başkasına ibadet etmiyeceksiniz, anne babaya,
yakınlara, yetimlere, miskinlere iyilikte bulunacaksın. İnsanlara güzel
söyleyiniz. Namazınızı kılınız, zekâtınızı veriniz" diye Beni İsrail'den
söz almıştık diyor Allah
Burada bimokta var;
bazılarının mantığına göre, daha önce de söylemiştim:
"Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse, kâfirlerin tâ kendisidir." [172]
Bu âyet-i kerîme baz-ı
insanlara dokunduğundan dolayı, hoca diye geçinen bir insana kitap
yazdırılmıştır. Ve kitabda da, bu âyet müslüman-ları ilgilendirmez, Yahudilerle
ilgilidir denmiştir.
Peki bu âyet te aynen
Yahudilerle ilgilidir.
Biz İsrail
oğullarından yani Beni İsrail'den, Allah'tan başkasına ibadet etmemeleri,
anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, miskinlere iyilikte bulunmaları ve
insanlara güzel söylemeleri, namazlarını kılıp zekâtlarını vermeleri konusunda
söz almıştık diyor. Bu âyet-i kerîme, Beni İsraille ilgilidir diye Allah
(c.c.)'a ibadeti bırakacakmıyiz? Anne-babaya mı iyiliği bir akı vereceğiz.
Namazınızı kılınız, zekâtınızı veriniz âyet-i kerîmesi Yahudilerle ilgilidir.
Bizi ilgilendirmez demiyoruz. Allah (c.c.) onlar hakkında bilgi veriyor. Ama
bize de emrediyor. Bir başka âyet-i kerîmede,
"Senden evvel
gönderdiğimiz Rasûllere biz ancak şunu vahyettik ki o da, benden başka ilah
yoktur. Ve yalnız bana ibadet ediniz"[173] diyor Allah (c.c).
Bütün peygamberlere
vahyedilen bu. Bunu da Yunus Emre, "dört kitabın manası LAİLAHE
İLLALLAH" diye terceme etmiş. Bu âyet-i kerîmeyi böyle terceme etmiş bize.
Allah'dan başkasına
ibadet yapmıyacağız. Allah'a çok şükür yapmıyoruz biz. Fakat ibadet
anlayışımızda bir çarpıklık var. Onu çarpıtmışlar bize. Yani günümüzde
müslümanların durumu biraz daha zor. Bir çok İslârnî ıstılahları yani
terimleri, bazı insanlar bizden önce acele etmişler ve insanlara terceme ve
şerh edivermişler. Bu adam ibadetine çok düşkün denilse, Türkiye'de yüzde
seksen sekiz, doksan dokuz, insanların hatırına şu gelir: Namazını kılar,
zekâtını verir, orucunu tutar, haccına gider. Yani ibadetine çok düşkün denilen
insan bunları yapar. Bu hatırımıza gelir. Bunlar ibadetin içerisindedir, bunlar
ibadetten sayılıyor. Ancak buna ilaveten, Kur'ân-ı Kerîm'de emredilen bütün
emirleri yerine getirmek, yasaklardan kaçınmaktır, ibadet etmek. Yani Allah'a
kul olmaktır, abîd olmaktır ki, kul da, efendisinin emrettiğini yerine
getiren, yasaklarından kaçınan ve efendisinden gibi başkasını sevmeyen ona
itaat etmeyen demektir.
Onun için biz Allah
(c.c)'den başka bir kanun koyucu kabul etmiye-ceğiz. Rabbimin emirlerine zıd
bir emir koyanı tanımayacağız. Hani Peygamberimiz (s.a.v.):
"Halik'aisyan
olan yerde, mahluka itaat olmaz" buyurmuştur.
İbadeti böyle
anlıyacağız. Allah'a itaatin olduğu yerde, Allah'ın emrine muhalif bir emir
veren kişiye itaat edilmeyecektir.
Anne-babaya
iyilikte'bulunacağız. Bu konuda İsra Sûresin'de çokça duyduğumuz, hutbelerden
de dinlediğimiz güzel bir âyet-i kerîme vardır.
İsrâ: 23
"Rabbimiz,
kendisinden başkasına ibadet etmememizi, yalnız kendisine ibadet etmemizi
emretti. Anne ve babaya da iyilikte bulunmayı emretti, hükmetti" diyoruz.
Dikkat edersek Allah'a
itaatin hemen ardından, burada da Allah'dan başkasına ibadet etmemekle
emrolunduğumuzu ve anne-babaya iyilik yapmamızı Allah (c.c.) emrettiğini,
hükmettiğini haber veriyor.Bir başka âyet-i kerîmede de:
"Bana ve
anne-babanıza şükretmekle" Lokman:14 emrolunduğumuzu Allah (c.c.) haber
veriyor.Böyle olunca, anneye itaat babaya itaat, Allah'a itaat olarak değerlendirilmiştir.
Niye anne-babaya itaat ediyoruz? Rabbimiz emrettiğinden dolayı. Öyleyse
Allah'ın bir emri yerine gelmiş oluyor, anne ve babamıza itaattan.
Kur'ân-ı Kerîm'de,
anne-babaya iyilik, anne-babaya itaatla ilgili emirler vardır. Yukarıda geçen
İsrâ sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde;
"Onlara öf bile
deme" âyet-i kerîmesi vardır da, çocuklarınıza şefkatle, merhametle
davranın diye bir âyet-i kerîme yokmudur? Yani anne-babalarla ilgili âyet-i
kerîmeler var, ama doğrudan çocuklarla ilgili âyet-i kerîmeler yokmu? Dolaylı
olarak var. Yani çocukların eğitimiyle, terbiyesiyle ilgili dolaylı âyet-i
kerîmeler var. Fakat doğrudan evlatlarınıza karşı merhametli olunuz.
Evlatlarınıza karşı şefkatli olunuz. Evlatlarınıza öf bile demeyiniz diye bir
âyet-i kerîme yok.
Benim hatırıma şu
geldi. Adem (a.s.)'ın anne ve babası yoktur. Onun anne-babası topraktır.
Hani "Sordum sarı
çiçeğe annen-baban var mıdır? Çiçek eydür derviş baba annem-babam
topraktır" diye Yunus'un şiirinde çiçeğin de anne ve babası topraktır. Hz.
Adem'in de, Hz. Havva validemizin de anne ve babası topraktır, ama onların
çocukları vardır.
İnsanlardan ilk insan
babamız ve peygamberimiz olan Hz. Adem'de, anne ve baba sevgisi fıtratta
gelişmemiştir. Ama çocuk sevgisi gelişmiştir. Fıtratta çocuk sevgisi vardır.
Onun için size çocuklarınıza,iyi bakın, çocuklarınızı sevin demeye gerek yok.
Bütün canınızı parçalayarak çalışıyorsunuz. Çocuklarımıza mal bırakalım diye,
ev bırakalım diye, tarla bırakalım diye, dükkân bırakalım diye, makam ve mevki
verelim diye. Zaten demeye gerek yok. Fıtratta bu var. Ama anne-babaya iyilikte
bulunulması konusunda Allah (c,c.) emrediyor. Bu emir gereği onlara iyilikte
bulunmaya devam edeceğiz. Ve
"İnsanlara güzel
söyleyiniz, güzel konuşunuz" diyor Allah (c.c.).Müslümanlara mü'minlere
iyilikte bulunun, güzel söyleyin dememiş Rabbim. Ya ne demiş ?
"İnsanlara güzel
söyleyin" demiş. Müslümanlara güzel söyleyin demiyor. İnsanlara güzel
söyleyin diyor. Yani bir insan, anasından-babasından insan olarak doğmuşsa,
dünyaya gelmişse velevki putperest olsun, velevki ineğe tapınsın, velevki
Yahudi, Hıristiyan, Ermeni, Rum her ne dilden ve dinden olursa olsun, o insana
karşı güler yüzlü ve de tatlı dilli olacağız.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.)'ı tarif ederlerken o hep gülümserdi derler. Yani insanlar bakınca
rahat ederdi ve emniyet içerisinde olurdu, diyorlar. Peygamber Efendimiz'in
siretini anlatan yazarlarımız, yani sahabelerimiz böyle rivayet etmişler. Onun
için insanlara güzel söz söyliyece-ğiz.
Sözlerin en güzeli
için de:
"Allah'a davet
edenden daha güzel sözlü kim vardır"[174] diyor Rabbim.
Yani burada istifham,
istifhamı inkârıdır der, eski kitaplarımızda. Yani yoktur anlamında. Allah'dan,
Allah'a davet edenden daha güzel sözlü bir insan yoktur anlamında. Bazı
insanlarımız düğüne davet edilir, düğün merasimine davet edilir, sünnet
merasimine davet edilir, bir dükkânın açılışına davet edilir, diploma
merasimine davet edilir. Ama bunların hepsi belirli bir zaman sonra geçip
gidiyor. Fakat Allah'a davet etmek, insanı dünya da izzete kavuşturuyor. Ahirette
cennete kavuşturuyor. Dünyada devlete kavuşturuyor.
Onun için en güzel
söz, Allah-'ın kelâmına uygun söylenmiş sözdür. Bizim sözlerimizin en güzeli,
Allah'ın kelâmına uygun olan sözdür. Bazen şöyle bir şey diyoruz:
Efendim söylediğin
doğru olsun da istersen odun gibi olsun. Bu yanlış bix şeydir. Hem
söylediğimiz doğru olacak, hem de çiçek gibi olmalıdır. Odun gibi olmamalıdır.
Allah (c.c.) dilemiş
olsaydı bize sebzeyi ve meyveleri bir ağacın bağrından çıkarırdı. Nasıl ki,
toprağın derinliklerinde toprak patatese dönüşüyor. Ağacın bağrında da, hani
ağaçta kav çıktığı gibi elma da ağaçtan çıkardı, olabilirdi. Ama Allah (c.c.)
önce bembeyaz bir çiçek veriyor. Gözler ve burunlar zevkini alsın diye.
Yemyeşil yaprak veriyor, yeşilin zevkini alsınlar diye. Sonra da koruk haline
dönüştürüyor, koruk zevkini alsınlar diye. Ekşi yapsınlar diye. Ondan sonrada
tatlandırıyor ve tatlı şekilde yesinler diye. Hem kulağımız yaprakların
hışırtısından yaprak zevkini alıyor, hem gözlerimiz renkten, hem de burnumuz
kokudan zevkini alıyor. Hem de dilimiz tadıyor. Kanımız gözümüz de kendi
gıdasını ondan alıyor.
Yani Rabbim, tabiatta
verdiklerini güzel bir şekilde sunuyor bize. Öyle ise biz de bir faydalı
bilgiyi karşı tarafa sunarken en güzel şekilde sunmalıyız, insanlara güzel
konuşun güzellikle söyleyin diyor Allah (c.c).
Hani Karacaoğlan
sabahleyin Karacakız'la görüşecekmiş. Ne desin? Sabaha kadar düşünürmüş. Bütün
lügat kitabındaki kelimeleri gözden ge-çirirmiş. Ve neticede bulurmuş. Hani
saçının kılına kurban olduğum dese olmaz. Saç kelimesi ile kıl kelimesi
söylenmez. Ama "Zülfünün teline kurban olduğum" demiş. Saçla zülüf
aynı şey. Kılla tel de aynı şey. Zülfünün teli ile saçının kılı aynı şey ama
ifade farklılaşmca biri muhabbet meydana getiriyor. Saçının kılı dese yemek
yiyen bir adam bazan kusar, ama zülfünün teli dese aşık olur. Onun için her
şeyin bir güzel tarafı vardır. Ve güzel tarafını söylememizi Allah (c.c.)
burada, insanlara güzel konuşun, güzel şeyler söyleyin diye emrediyor.
Tabiînden bir zat
diyor ki, bu âyet ten kasıt; şu mânâya girer; "İyiliği emretmek,
kötülükten alıkoymak" emri vardır, burada bize. Çünkü sözlerin en güzeli
Allah kelâmıdır. Öyleyse onun da emir ve yasaklarını duyurmak, güzel konuşmak
demektir diyor.
Yakın akrabalara,
yetimlere ve miskinlere de iyilik yapmamızı Allah (c.c.) emrediyor. Onlara
iyilik yaparsanız, kendinize iyilik yapmış olursunuz.
"iyilik
yaparsanız, kendinize iyilik yapmış olursunuz."[175]
"Allah sana nasıl iyilikte bulunmuşsa, sen de insanlara öylece iyilikte
bulun" (Kasas: 77) diyor. Rabbim;'
"Kötülükle iyilik
bir değildir. Kötülüğü iyilikle gider" (Fussilet 34) diyor Rabbim.
Türkçe bunu "taş
atana ekmek at" diye terceme etmişler. Kötülüğü iyilikle gider diyor
Rabbim. Eğer kötülüğü iyilikle giderirsen;
"Seninle onun
arasında düşmanlık vardiya, o adam bir de bakı-vermişsin ki, sıcacık dost
oluvermiş" Fussilet: 34 diyor Rabbim.
Adam sana kötülük
yapdı, sen de ona iyilik yaptın. Neticede bir de bakmışsın ki, o sana kötülük
yapan adamla sıcacık dost oluvermişsin diyor Allah (c.c.)
Onun dostluğundan biz
kazanıyoruz. Öyleyse yaptığımız iyilik bizim kendi lehimizedir.
"Namazınızı
dosdoğru kılınız ve de zekâtlarınızı veriniz" diye söz aldık, Benî
İsrail'den, İsrail oğullarından ama:
"Sonra siz sırt
çevirdiniz, ancak sizden bir kısmı müstesna, siz yüz çevirici oldunuz"
diyor Allah (c.c).
Yani çok azı müstesna,
diğerlerinin Allah'a verdikleri sözden döndüklerini, sırt çevirdiklerini haber
veriyor. Yine Rabbim onlardan aldığı söze devam ediyor.[176]
(84) Hani
sizden kanınızı dökmeyin ve nüfusunuzu yurdunuzdan çıkarmayın, diye söz
almıştık da sonra siz de bu sözü onaylamıştınız. Ve hâlâ siz şahitlik
ediyorsunuz.
Hani biz sizden söz
almıştık, kanlarınızı akıtmayacaksınız. Ülkenizden kendinizi sürgün
etmeyeceksiniz. Yani bir kısmınızı kendi dininizden olan bu insanları
ülkenizden sürgün etmeyeceksiniz, diye söz almıştık. Söz alma konusunda siz de
karar vermiştiniz, ikrar etmiştiniz. Şahit olarak siz de buna söz vermiştiniz
diyor Rabbim.[177]
(85) Sonra
siz kendilerini öldüren sizden bir bölümünü yurtlarından çıkaran, aleyhlerinde
günah ve düşmanlıkta birleşen, eğer size esir olarak gelirlerse onları esir
değişiminde kullanan kişilersiniz. Halbuki çıkarılmaları size haram kılınmıştı.
Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyor da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Böyle yapanların cezası ancak dünyada rüsvayhktır. Kıyamet gününde ise azabın
en şiddetlisine itileceklerdir. Allah yaptıklarınızdan gafı! değildir.
Sonra siz işte sizler,
siz kendi kendinizi öldürüyorsunuz. Sizden bir Kısmınızı sürgün ediyorsunuz
ülkelerinden. Günah ve düşmanlıkla onlara yardım ediyorsunuz, eğer size esir
olarak gelecek olursa, yani kendi dininizden olan o Benî İsrail'den bir kısmı
size esir olarak gelecek olursa, onları sürgün etmek size haram olduğu halde
siz onları fidye vererek satın alıyorsunuz. Ve onlardan fidye alıyorsunuz.
Kitabın bir kısmına iman edip te bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bunu
yapanların cezası ancak dünyada rüsvayhktır. Kıyamet gününde de azabın en
şiddetlisine götürülür, reddolunurlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir
diyor Allah (c.c).
Yine Benî İsrail'den söz
aldığını ifade ediyor Allah (c.c). Birbirinizin kanma girmeyin. Kendi dininizden
olan insanları sürgün etmeyin. Kanınızı akıtmayın. Birbirinizi öldürmeyin. Ve
kendi dininizden olan insanlardan fidye almayın diye Allah (c.c.) onlardan söz
almış, onlar da söz vermişler ama zaman içerisinde bunları inkâr tarafına
gitmişler. Kendi kendileriyle kavga etmeye başlamışlar. Kendi ırkından ve
dininden olan insanları sürgün etmeye başlamışlar. Ve karşı tarafta harb eden
Yahudi-ler'den esir aldıklarını fidye karşılığında serbest bırakmışlar. Bunu da
kitabına uydurmaya çalışmışlar. Demişler ki, Tevrat'ta buna müsade ediliyor,
Allah (c.c.) da
bunlara siz kitabın bir kısmına iman ediyor da bir kısmını da inkâr mı
ediyorsunuz diyor.
Tefsircilerimiz şöyle
haber veriyorlar Mekke'nin etrafında Beni Ku-rayza, Beni Kaynuka ve Beni Nadr
Yahudileri vardı. Medine'de ise Evs ve Hazrec kabileleri vardı. Evs ve Hazreç
putperest, diğer üç kabile ise Yahudi. Evs ve Hazreç birbirleriyle hep kavgalı.
Beni Kurazya Evs kabilesini tutmuş. Beni Nadr'la, BenlKaynuka Yahudileri de
Hazreç kabilesini tutmuşlar. Bunlar birbirleriyle harbe tutuşunca Yahudiler de
bunlara destek veriyorlar. Bu sefer hem putperesîerle hem de Yahudiler
birbiriyle harp ediyorlar. Öldürüyorlar, sürgün ediyorlar ve karşı taraftan
Yahudiler'den bile esir alındığı takdirde fidye karşılığında satın alıyorlar.
Ve, fidye karşılığında serbest bırakıyorlar.
Allah (c.c.) bu
yaptığınız Tevrat'a uymuyor, zamanla ecdadınızın verdiği söze de uymuyor. Peki
zamanla ecdadı söz vermişse,[178]
Medineli Yahudiler'in günahı ne denmez. Mademki Tevrat'a iman ediyorlar. Tevrat'ta
da bu emirler var. Yani Tevrat'ta kendi ırkınızdan ve dininizden olanları
öldürmeyeceksiniz, kendi ırkınız ve dininizden olanları sürgün etmeyeceksiniz,
kendi ırkınız ye dininizden olanları esir etmeyeceksiniz yasağı var, yani emri
var. Bunlar Tevrat'ta var. Tevrat'a iman eden adam bunları da kabul etmiş
oluyor. Ama pratik hayatta'ise bunları inkâr etmiş oluyorlar.
Allah (c.c.) da
'"siz kitabın bir kısmına iman edip te bir kısmını da inkâr mı edersiniz
?"der. Kim bunu yaparsa, yani kitabın bir kısmına iman eder, bir kısmını
da inkâr edecek olursa ona dünyada rüsvaylık vardır, Ahirette de azabın en
çetini vardır diyor. Gelelim bize. Allah (c.c.) mü'minler için;
"Mü'minler
birbirleriyle kardeştirler." "Ancak mü'minler
kardeş-tirler."veya diğer bir ifadeyle "mü'minler ancak
kardeştirler"[179] buyuruyor Rabbim.
Hani babamızdan ve
annemizden dünyaya gelen oğlan veya kız kardeşimizde olan kardeşliğimizi
belgeleme mecburiyetinde kalırsak, nüfus dairesine gideriz. Nüfus dairesi
oradaki defteri açar ve oradan bakarak yazar, elimize de bir belge verir. Filan
şahıs filanın oğlan kardeşidir veya kız kardeşidir. Annesi şudur, babası şudur
der. Yani kardeşliğimizi nüfus memuru onaylar, ama yanlış olabilir. Meselâ
babamız kardeşimizi kendi üzerine sonradan kaydettirmiş olabilir. Anne-babamızm
üzerine bir başka çocuk-evîat edinme gibi-kaydedilmiş olabilir, ama nüfus
memuru evet bu bunun kardeşidir demek mecburiyetindedir.
Fakat Allah (c.c.)'nün
kaydında yani kitabında, mü'minler arasındaki kardeşliği onaylıyor. "Mü'minler
kardeştir" buyuruyor. Öyle ise mü'minler kardeşse, kardeş kardeşi
öldürmez, kardeş kardeşi sürgün etmez, kardeş kardeşi esir olarak almaz. Kavga
edebilirler mi? Orada zaten;
"Eğer iki mü'min
grup birbirleriyle harp edecek olursa, aralarını bulunuz. İslah ediniz"[180] buyuruyor Allah (c.c).
Peygamber Efendimiz de
"Mü'minler kendi aralarında bir vücudun azaları gibidirler. Vücudun
herhangi' bir yeri acıyacak olursa, hastalanacak olursa, bütün vücut acıyı
hisseder" diyor.
Yani bırakın kesmek,
öldürmek, işkence yapmak, esir alma olayını yasaklıyor. Nasıl ki elimizi esir,
almamız, elimizi dövmemiz, elimizi kesip atmamız, elimizi sürgün etmemiz
mümkün değil ise, müslümaıt kardeşimizi de dövmemiz, veyahut ta sürgün
etmemiz, kesip atmamız mümkün değildir.
Allah (c.c.) Yahudiler
hakkında indirmiş olduğu bu âyet-i kerîme ile bizi de uyarmış oluyor. Hani; "Siz
kitabın bir kısmına iman edip te, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
diyor Rabbim.
Günümüzdeki bir kısım
insanlara yöneliktir bu âyet-i kerîme. Bu insanlar; "Kur'ân-ı Kerîm'e
iman ediyoruz. Peygamberimize nazil olmuştur. Peygamberimize gelmiştir.
Kitabımız kitapların en güzelidir" diyor. Ama arkasından ilave ediyorlar;
"Fakat 1400 sene evvel nazil olmuştur. 1400 sene önce nazil olduğundan o
günün şartlarına uygun olarak indirilmiştir. Şartlar değişti. Ziraat
toplumundan, sanayi toplumuna, sanayi toplumundan da teknoloji çağma
giriyoruz. Öyle olunca, şartlar değişince ahkam da değişir. Bir kısım âyet-i
kerîmelerin uygulanmamasında fayda var. Veya bir kısım âyet-i kerîmelerin bazı
insanların sözleriyle değiştirilmesinde fayda vardır" gibi tenkitler
getiriyorlar. Bu tenkidi getiren adam bu âyet-i kerîmeye göre imansız oluyor.
Yani âyetin bir kısmına iman edip te bir kısmını inkâr eden kişi hiç katıksız
kâfir olur. Zorlamaya gerek yok. Yani bazı arkadaşlarımız "efendim işte
cümlesinin başında "Kitab-ı kerîmimiz, Kur'ânımız" dedi ya, Kur'ân'a
iman ettiğini söyledi." Arkasında söylediği ne olacak peki? Hani adama
demişler niye namaz kılmazsın. Hepimizin bildiği Kurân-ı Kerîm'de;
"Namaza
yaklaşmayın"[181]
diyor Allah (c.c). Onun için ben de kılmıyorum diyor. Peki âyet-i kerîmenin
devamını'oku demişler. Valla ben hafız değilim demiş.
Ayet-i kerîmenin
devamında Sarhoşken namaza yaklaşmayın" buyuruyor Rabbim. Sarhoşken namaz
kılmayın diyor Rabbim. Adam da İlerisini bilmiyorum diyor.
Aynen günümüzde de
Kur'ân'ın bir âyetini inkâr küfrü gerektirir. Adamın kâfir olmasına sebep olur.
Hani bu kendi hayatımızda vardır.
Meselâ bir adam size
diyor ki; senin bu vücudunun her tarafı sana fazla geliyor. Şöyle parmağının
ucundan birini alayım ben, aslında ada-nim hiçbir ihtiyacı yok, sizde de bir
hastalık yok, ama kesmek istiyor. Bu adam sizin kanınıza kasdediyor aslında.
Yani ha vücudunuzun tamamını kesmeğe kasdetmiş, ha parmağınızı kesmeğe
kasdetmiştir. Yani siz bu işten acı duyacaksınız. Onun için .vücudumuzun
herhangi bir parçası, vücudumuzun tamamını temsil ettiği gibi. Allah'ın (c.c.)
bir âyeti de Kur'ân'm tamamını temsil ettiğinden birini inkâr tamamını inkâr
gibidir.
Şimdi Rabbim bu tür
insanları tarif ediyor. Yani Kur'ân'm bir kısım yahutta Tevrat'ın bir kısım
âyetlerine iman edip te, bir kısmına inanmayan, inkâr eden bu insanlar dünyada
rüsvay olacaklar ki, rüsvay olmuşlar. Yahudiler rüsvay olmuşlar. Tâ o günden bu
güne kadar dünyanın en eski milleti olmalarına rağmen İspanyol çingeneleri
kadar sayıya erişememişler. Hep korku içerisinde yaşamışlar. Hâlâ da korku
içerisinde yaşamaya devam ediyorlar. İmkânları ne kadar bol olursa olsun, Hani
adam kuş tüyü yatağın içinde yatsa, kuş sütüyle de beslense her an camından
bir namlunun uzanabileceğini hissetse, o kuş tüyü yatak ona akrep iğnesiyle
dikilmiş yılan derisinden bir yatak gibi gelir, ve adam rahat edemez.
Onun için dünyada
rüsvaylık var, ahirette de azabın en şiddetlisi var onlara.[182]
(86) İşte
onlar ahirete karşslık dünya hayatını satın alanlardır. Bundan dolayı onların
azabı hafifletilmez ve onlara yardım da edilmez.
Onlar, karşılığında
ahireti verip, dünyayı satın alan insanlardır diyor Rabbim. Onların azabı
hafifletilmez ve onlara yardım da olunmaz diyor Allah (c.c).
'
Ahireîi verip dünyayı
satın almayla ilgili bir çok âyet-i kerîme vardır.Müfessirler Tevbe Sûresinin
son âyet-i kerîmelerinde, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'dan bir hadis zikretmiş.
Hadisin serbest tercemesi şöyledir: İbn-i Kesir; "Benim ve sizin haliniz
şuna benzer diyor. Çölde susuzluktan baygınlık derecesine gelmiş insanlar
nerdeyse bayılmak üzereyken güzel elbiseli, üzerinde yorgunluk işareti de
olmayan, suyunu daha yeni içmiş, gözlerinden susuz olmadığı da belli olan bir
insan geliyor ve diyorki: Susuz musunuz? Hepsi birden, "susuşuz" diye
bağırıyorlar. Ve her tarafta su aramışlar da bulamamışlar. Demiş ki, beni takip
ederseniz şu tepenin arkasında bir bahçe var. Ve orada çeşmeler var, havuz
var, yeşillikler vardır. Onların inanmaktan başka çareleri yok zaten. Çünkü
ümitleri kesilmiş. Gidiyorlar hakikaten adamın dediği yere varıyorlar. Bağ var,
bahçe var, sular var, havuzlar var, yiyecekler var, elbiseler var. Yemişler
içmişler, giymişler kuşanmışlar. Kendilerine gelmişler.
Adam demişki "bu
bahçenin gülleri solar. Bu bahçenin suları kurur. Gelin benimle şu dağın da
arkasına giderseniz, orada gülleri solmayan, suları kurumayan bir bahçe daha
var. Ve orada hepinize ayrı ayrı tapusu verilecektir," dediğinde
"yahu bu adam yalan söylemedi. Çöldeyken bizi aldı buraya getirdi. Yalan
söylemediğini gözümüzle gördük. Bu adamın peşinden gidelim. Gülleri solmayan,
çiçekleri kurumayan ve suları kesilmeyen yere gidelim" dediler ama bir
kısmı dedi ki, vallahi biz elimizle tuttuğumuzu bırakmayız. Belki orada
olmayıverir "dediler.
İşte dünya nimetlerine
kavuşan kâfirlerin, dhireti bırakmaları bu adamların hali gibidir" diyor
Peygamber (a.s.v.)[183]
Hadisin tercemesi şerhli bir tercemedir.
Peygamber Efendimiz
vadettiklerini vermiş, Allah (c.c.) neyi vadet-tiyse vermiş. Peygamber
Efendimiz'e Mekke'nin fethini vadetmiş, dünyada devleti vadetmiş gerçekleşmiş.
Peygamber Efendimiz (a.s.v.) İstanbul'un fethedileceğini müjdelemiş ve o da
gerçekleşmiş.
Öyle ise Allah'ın
kitabına sarıhndığı takdirde dünyayı Cennet eyleriz ve ayrıca ahiret Cennetini
de ayrıca kazanırız. Biz ahireti verip dünyayı alanlardan değiliz. Dünyayı
ma'mur edip Cennete döndürüp, ahireti de kazanmaya çalışan insanlardan
olmalıyız.
Niye dünyayı elde
etmeye çalışalım. Çünkü "Dünya ahiretin tarla-sıdır" demiş Peygamber
Efendimiz.
Bu dünya ile meşgul
oluşumuz, oradaki ekip biçtiğimizle ilgilidir. Yani hepimiz toprağı niye
severiz? Ondan buğday yetiştirdiğimiz, elma yetiştirdiğimiz, sebze-meyve
yetiştirdiğimiz için severiz. Onlar yetişmemiş olsa sevmeyiz.
Öyle ise dünyayı niye
severiz? Cennete bir ekenek olduğu, tarla olduğu için sahip çıkarız. Ve kâfire
de buranın hakimiyetini hayatta ver meyiz. Vermemekle görevliyiz.[184]
(87)
Andolsun biz Musa'ya kitap verdik. Ve ardından peşpeşe peygamberlerle takip
ettik. Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller verdik. Ve Onu Muhül-Kudüs'le
kuvvetlendirdik. Demek size peygamber, nefislerinizin hoşlanmiyacağı şeyi ne zaman
getirirse siz büyüklük taslayarak bir kısmını yalanlayıp bir kısmını öldürecek
misiniz?
Biz Musa'ya Kitabı verdik.
Ondan sonra da ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da deliller
verdik, apaçık belgeler verdik. Hani ona İncil'i verdik, mucizeleri verdik.
Ruhü'l-Kudüs ki Cebrail (a.s.)'dir deniliyor. Veya tertemiz bir ruh verdik ona.
Ve tertemiz bir ruh ile de onu kuvvetlendirdik. Bir çok hadis-i şerifte
Ruhü'l-Kudüs'ün Cebrail (a.s.) olduğunu Peygamber Efendimiz (a.s.v.) haber
vermiş, ama bir kısım Alimler Ruhü'l-Kudüs'ten kasıt İsa (a.s.)'dır, İsa
(a.s.)'m tertemiz ruhudur diyorlar. Zaten kudüs temiz mânâsına geliyor.
Tertemiz ruhuyla onu kuvvetlendirdik. Veya Cebrail (a.s.)'la onu güçlendirdik,
kuvvetlendirdik diyor. Ne zaman size bir peygamber, sizin nefislerinizin
hoşlanmadığı bir şeyi getirdimi hemen kibirleniyorsunuz. O peygamberlerden bir
kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz diyor Allah (c.c).
Yani şimdi de Muhammed
(a.s.v.) geldi. Size delillerle geldi. Yani Kur'ân-i Kerîm'den âyetler ve de
mucizelerle geldi. Ecdadınızın yaptığım yapmayınız diyor onlara. Bize de
Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'ın getirdiği beyyinât ki, bu Kur'ân-ı Kerîrn'dir.
Onu yalanlamamamızı ve de peygamberleri öldürmememizi emreder. Ölmüş peygamberlerin,
öldürülmemesi onların getirmiş olduğu şeriatın katledilmemesi demektir. Onun getirdiği
şeriatı öldürenler peygamberi öldürmüş, günahını alırlar. Peygamberi
yalanlayanların günahını aynı şekilde yüklenirler.[185]
(88)Onlar
"bizim kalbimiz kılıflıdır" dediler. Hayır; küfürleri nedeniyle Allah
onları lanetledi. Onun için pek azı iman edecektir.
Yahudiler derlerki,
bizim kalplerimiz kılıflıdır, kapalıdır. Belki Allah onların küfürleri
sebebiyle onları rahmetinden uzak tutmuştur. Ne de az im an'ediyorlar diyor
Allah (c.c).
Günümüzde bir kısım
imansızlar da aynı şeyi söylüyorlar. Bizim kalplerimiz kılıflıdır. Yani
dışardan sizden gelecek mesaja karşı kalplerimiz kapalıdır diyorlar. Bunu
ileri gelenleri diyorlar. O ileri gelen kâfirler, yandaşlarım da böylece kendi
elleriyle kapatıyorlar. Hani Türkiye'de imansız kesimin kendi tabilerine, kendi
okurlarına, kendi yandaşlarına söyledikleri söz vardır: "Sakın ha
müslümanlarla görüşmeyin. Kitaplarını okumayın. Gazetelerini almayın.
Dergilerim evlerinizde bulundurmayın. Şairlerinin şiirlerini sakın ha
dinlemeyin. Ve onların yapmış oldukları konferansa, seminere katılmayın."
Niye? Katılırsa, belki
okursa, dinlerse onun kılıfı parçalanır, iman: sizliği gider endişesini
duyduklarından dolayıdır ki, dinlemelerini engelliyorlar. Ve kendileri de
kulaklarını kapatıyorlar. Türkiye genelinde öyle kesim var ki, bazı semtlerde
çocuk bir ezanın ne olduğunu bilmiyor. Türkiye'de bu. Ben asker arkadaşıma
"Eşhedü en la ilahe illallah'ı hiç duymadın mı" dedim. Duymadım
diyor. Oğlum senin memleketinde minare var mıydı? Valla minare görürdüm diyor
şehirde. Fakat bunu duymamışım diyor. Bu müslürnan. Yani Yahudi, Ermeni veya
Rum değil. Anası Ayşe, Fatma, babası Ali, Veli yani bizim'adımızı taşıyan bizim
anne-babamızın adını taşıyan bir delikanlı. Sahil şeridinde Antalya'nın
oralarda bir şehirde yaşamış bir arkadaş. İyi niyetli çok da candan birisi. O
belki bir tesadüf olmuş ama, bazı yerlerde çok bilinçli hareket ediyorlar. Daha
okula çocuğu gönderirken dikkat ediyorlar. Hangi öğretmen ateisttir diye. Arıyor
tarıyor ve onu buluyor.
Hani bugün bazen
televizyonda bilgi yarışmalarında görüyoruz bir kaç yerde gördüm. Yunan'ın
kilisesindeki sütun başlığının latince adını sordular. Sütun başlığını film
halinde gösterdiler. Onun adı nedir? denildi, bildiler. Camide imam efendini
cuma günü hutbe okuduğu mimberi dördü de bilemediler. Yani bu memlekette özel
yetiştirilen insanlar var. Özel yetiştiriliyorlar. Özellikle gayret ediyor
yani. Şimdi bu insanların hali aslında bizim akaid kitaplarımızda tartışılan
insanların hali gibidir. Efendim bir çocuk annesi Afrika'dan giderken ormanın
içerisinde doğum yapsa oraya da taşıma zahmetine katlanmayip, "Zaten sekiz
on tane çocuğum var. Bu çocuk da nerden geldi" diye oraya bırakıverse
gitse. Derken bir arslan gelse, onu beslese, emzirse, büyütse. Ve buluğ çağma
da gelse. Bu çocuğun durumu ne olacaktır diye bizim akaid kitaplarında
tartışırlar.
Günümüzde de böyle bir
tartışma var. Bazı yerler var ki, orada müs-lümanlık hakkında hiç bir şey
bilmiyorlar. Yani müslümanlık oraya ulaşmamış. Burada dünyaya gelen ve burada
ölen insanların durumu ne olacaktır? diye soru sorarlar. Aynı şekilde bizim
Akâid kitaplarımız Afrika ormanlarından misal vermişler. Hiç insan yüzü
görmeden ölüyor. Bu insan nereye gidecektir? Eş'ari ve Matüridi arasında
ihtilaf edilmiş, ikisi de aynı neticeye varıyor:
Eş'ariler diyor ki: Bu
adam sorgusuz sualsiz cennete gidecektir.
Matüridi diyor ki: Bu
insan şunu içinden geçirmelidir: Yahu bu Güneşi şöyle iten, yuvarlayan birisi
var. Bu Ay'ı böyle idare eden biri var. Bu topraktan bu çiçeği çıkaran birisi
var. Bu aslanı öldüren birisi var. Bunu dedimi Allah falan demesine gerek yok,
bunu böyle düşündümü bu diyor Cennete gider. Yani neticede ikisi de Cennete
gönderiyorlar bunu.
Peki günümüzde böyle
Ankara'nın ve İstanbul'un en zengin bir mahallesinde dünyaya gelen bir çocuk,
Çankaya'da dünyaya gelen bir çocuğu düşünün. Özellikle öğretmeni seçilmişse,
ateist birinin önüne verilmişse ve oradan da Türkiye'de İslâm kültürüne harp
ilan eden okullardan birine verilmişse, ortaokul ve lise olarak, kolej olarak
ve oradan da bir üniversiteye gönderilmişse ve orada da başörtüsüne ve Allah'a
harp ilan edilmişse ve orada okumuşsa bu çocuğun durumu ne olur?
Şu sorulabilir.
"İstanbul şehrinde, Ankara şehrinde ezan duymadımı bu?" Bu çocuğun
kalbini kılıflamışlar, kulağını kapatmışlar. Kulak duyuyor da, İnanmayan bir
insan için Eşhedü en Lâ İlahe İllallah ile Çince çalınan bir müzik arasında
fark yoktur. Ona göre müezzin efendi çan çun, fan fun diye bir şeyler diyor.
Geldi merak etti. Müezzin efendiye sordu.. Yahu ne diyorsun? Müezzin şöyle bir
bakar on sekizine, yirmisine gelmiş. Ulan eşek kadar adam olmuşsun daha onuda
mı öğrenmedin? diyor ve gönderiyor. Ne yapsın? Yani bu insanlar üzerinde
bunların kalplerin-deki kılıfı kaldırıcı ve yırtıcı bir hareketin içine mutlaka
girmemiz gerekiyor.[186]
(89)
Yanlarındakini tasdiklemek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha
önce küfredenlere karşı fetih istiyorlardı. İşte o tanıdıkları şey kendilerine
gelince ona küfrettiler. Artık Allah'ın la'neti kâfirlerin üzerinedir.
Allah katından onlara
bir kitap geldiğinde ki, o kitap yanlarında olanı tasdik eden yani Tevrat'ı
doğrulayan bir kitap onlara geldiğinde yani Kur'ân-ı Kerîm geldiğinde...
Yahudiler daha Önce kâfirlere karşı hep başarı zafer diliyorlardı. Yani
kâfirlere karşı galip geleceklerini söyleyip duruyorlardı. Diyorlardı ki,
yakında Tevrat'ın haber verdiğine göre bir peygamber gelecek. O peygamber le
biz sizin üzerinize galip geleceğiz. Yani bunlar gelecek peygamberi
bekliyorlardı.O yanlarında olanı, Tevrat'ı tasdik eden peygamber de kitap ta
Allah katından gelince, onu inkâr ediverdiler diyor. Hani
Onlar çocuklarını
nasıl biliyorlarsa, peygamberi de öyle biliyorlardı[187] diyor. Allah c.c.
Yani Yahudiler kendi
çocuklarını nasıl biliyorlarsa, peygamberin de geleceğini ve alametlerini
öylece biliyorlardı.
Ama o evlatları gibi
tanıdıkları peygamber gelince Onu inkâr ettiler. Niye bizim soyumuzdan gelmedi.
Niye şanlı, anlı, zengin bir aileden gelmedi de; yetim, fakir bir aileden
dünyaya geldi ve Yahudi ırkından gelmedi diye onu inkâr ettiler.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.)'ın hanımlarından biri Safiyye validemiz, Yahudi ırkındandır. Müslüman
olmuştur. O anlatıyor.
"Babam ve bir
Yahudi hey'eti bir zamanlar peygamberin yanma gittiler. Safiyye validemiz o
zaman müslüman değil tabi. Hey'et geriye döndüğünde babamla amcam konuşurken
duydum. Babam diyordu ki, vallahi gördüm Onu O Tevrat'ta tarif edilen
peygamberin tâ kendisi diyor. Yahu nasıl olur? böyle değildir. Yok yok
böyledir diyorlar. Konuşma böyle devam etti. Sonunda dediki buna rağmen ben
o'nu inkâr edeceğim, dedi ve babam inkâr ederek Öldü" diyor.
Sonradan kızı Safiyye
validemiz müslüman oldu. Ve Peygamber Efendimiz (a.s.v.) ile de evlendi. Allah'ın
laneti kâfirler üzerine olsun diyor Allah (c.c).
Dikkat edin
"Allah'ın la'neti zalimlere olsun" "Allah'ın la'neti kâfirlere
olsun" şeklinde ayetlerde vardır. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de bir tek âyet-i
kerîme bulamazsınız.Yani şahıs ismi yoktur. Kâfir de olsa Yahudi, Ermeni, Rum,
Ortadoks ne ise yani putperest. Allah'ın la'neti filanın üzerine olsun ifadesi
yoktur.
Biz de dilimizi buna
alıştırmıyacağız. Hani günümüzde kâfir diye bildiğimiz Müslüman görünüp kâfir
olan, dinime karşı harp ilan eden adamlar var. Onlar için dahi Allah'ın la'neti
onun üzerine olsun demiye-ceğiz. Şahıs olarak demiyeceğiz. Biz o sağ olduğu
müddetçe ıslahını bekliyoruz. Müslüman olmasını ümit ediyoruz. Allah'ın
hidayeti onun üzerine olsun diyeceğiz.
Fakat genel bir
ifadedir. "Allah'ın la'neti kâfirler üzerine olsun" derken o adam da
kâfir olarak ölecekse zaten bu kelime ona da yeter.
"Allah'ın la'neti
zalimler üzerine olsun" derken yine bu söz o zalimi de yakalar.
Fatih döneminde
yetişmiş Hızır Bey, "Kasîde-i Nûniyye" diye akaide ait bir eser
yazmış. Manzum olarak yazmış. Hep sonu "nun" harfiyle bittiği için
Kasîde-i Nûniyye denmiş. Hatta başında ifade edildiğine göre bir gecede
yazıvermiş. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'dayken hep Ondan bahsedermiş. Diğer
âlimler de biraz kıskanır gibi olmuşlar. Demişler ki, "efendim hep ondan
bahsediyorsun, ama âlimin ilmi kitabıyla belli olur. Hele bir kitap yazsın da
görelim "demişler. O da hemen bir elçi gönderiyor. Hızır Bey o zaman
Bursa'dadır. Elçi akşamleyin varıyor. Mektubu sunuyorlar. Sabaha eseri
hazirlayıverdi diyorlar. Orada Tahmin ederim şiirin beyti 130 ile 150 arasında.
Beyit olarak 150 beyti geçmez. "Biz şeytana bile lanet etmekle emrol un
madik" diyor. Bize Kur'ân-ı Kerîm'de şeytana la'net ediniz diye bir emir
var mı ? yok. Eğer öyle bir emir olsaydı, elimize bir teşbih alırdık
zikirlerimizden biri de "Şeytana lanet olsun. Şeytana lanet olsun. Şeytana
lanet olsun" olurdu. Böyle bir zikir şekli yok. Dilimizi lanete
alıştırmıyacağız. Dilimizi rahmete alıştıracağız. Dilimizi hidayete
alıştıracağız.
Allah (c.c.) âyetinde
genel ifade kullanmış. "Allah'ın laneti kâfirler üzerine olsun",
"Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun" buyurmuş. Şahıs ifade
edilmemiş.[188]
(90)
Allah'ın kullarından dilediğine kendi fazlından (vahiy) indirmesini kıskanarak
ve azgınlık yaparak, Allah'ın indirdiklerini inkâr etmekle kendilerini ne kötü
şeye karşılık sattılar da gazab üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için hor ve
hakir edici bir azab vardır.
Nefislerine ne kadar
kötü bir şeyi satın alıyorlar. Allah'ın indirdiği Kur'ân-ı Kerîm'i veya
peygamberi inkâr etmekle ne kötü bir şeyi satın alıyorlar kendilerine. Allah'ın
indirmesine isyan ederek, kullarından dilediğine Allah'ın peygamberliğini
vermesine karşı isyan ederek, Allah'ın indirdiğini inkâr etmekle ne kötü şeyi
satın alıyorlar. Yani Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'m peygamberliğini kabule
yaklaşmıyorlar. Allah o'nu mu göndermiş diyorlar. Allah'ın dilediği O, kulları
içerisinde. Sanki Allah kendi dilediği değil de, Yahudiler'in dilediği
doğrultuda hareket etmesi gerekiyormuş gibi bir kanaatin içerisine giriyorlar.
Böylelikle de kendilerine dünyada rüsvaylığı, ahirette de Cehennemi satın
almış oluyorlar. Gazab üstüne Allah'ın gazabına uğruyorlar. Kâfirlere insanı
alçaltıcı, yakıcı azap vardır diyor Allah (c.c).
Günümüzde de
kâfirlerin yani Yahudiler'in bu söylediğini Türkiye'de de söyliyen insanlar
şöyle derler; " Efendim genelde halkımız Türk, Türk ırkından. Allah
Arap'tan peygamber göndermiş. Yani Türkler'den de bir peygamber göndermeli
değil miydi? Veya peygamber Türk ırkından olmalı değil miydi? " Kur'ân-ı
Kerîm'de Rabbim bu âyet-i kerîmede cevap verdiği gibi;
"Allah dilediğini
yaratır, dilediğini seçer"[189]
Bir zaman İsa (a.s.)'ı
seçmiş. Bir zaman Musa (a.s.)'ı seçmiş. Bir zaman Davud (a.s.)'ı. Bir zaman da
İbrahim (a.s.), ve Nuh (a.s.)'ı. Yani peygamberleri insanlar arasından'
seçmiş. Kimseye karşı sorumlu değildir. Yaptığından sorumlu değildir Allah
(c.c).
Eğer insanların
İradesine göre hareket etmiş olsaydı, her millet peygamberlerin kendisinden
olmasını isterdi.[190]
(91) Bir de
onlara "Allah ne indirdiyse ona iman edin" denildiği
zaman onlar: "Biz
bize indirilene iman ederiz" derler de diğerine
küfrederler. Halbuki
O, yanlarındakini doğrulayıcı bir gerçektir.
Deki: "Madem iman
ediyordunuz da daha önce peygamberleri niçin öldürüyordunuz?"
Onlara "gelin
Allah'ın indirdiklerine iman edin "denildiğinde, "biz bize indirilene
iman ederiz. Onun dışmdakileri inkâr ederiz." Böyle derler. Ve
kendilerine indirilenin dışmdakileri inkâr ederler. Halbuki O gerçektir. Yani O
kitap bir haktır. Onların yanında olanı da tasdik etmek üzere indirilmiştir.
Madem ki, mü'mindiniz. Daha Önce niye Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz, de
onlara.
Yani şimdi diyorlar
ki, biz Kur'ân'a iman etmeyiz. Peygambere de iman etmeyiz. Biz bize indirilene
iman ederiz. Madem ki Öyle. Daha önce Allah size sizin ırkınızdan peygamberler
gönderdi. Musa (a.s.)'dan sonra, peygamberler gönderdi. Madem siz o
peygamberleri niye öldürdünüz buyuruyor.
Hani günümüzde de
Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a, kendi ırkından olmadığı için veya Arap ırkından
olduğu için imana yanaşmayan insanlar var. Peygamber Efendimiz (a.s.v.) çölde
yaşamış, Arap'mış ondan dolayı iman etmediğini ifade eden Türkçe olarak
inkarını ilan eden kâfirler var. Fakat insanlar peygambersiz kalmıyor hiç. Biri
hak peygamberi inkâr ederse, hemen yerine sahte peygamberi buluyor. İnsanlar
kitabı eğer elleriyle atarlarsa âyet-i kerîme ilerde gelecek.
Elleriyle o kitabı
arkalarına attılar.[191]
Peki kitapsız mı kaldılar? hayır. Bu sefer;
Bu sefer Şeytanın
uydurduklarına tabi oluverdiler. Şeytanın uydurduğu kitaplara tabi
oluverdiler.[192]
Onun içindir ki,
Allah'a imanı yitiren ,yeryüzünde bir insana iman eder. Kitabı inkâr eden
adamın eline bir kitap veriverirler. Bu sefer o kitaba göre amel etmek, ona
göre hayatını yönlendirmek mecburiyetinde kalır. Bu insanlar da Peygamber
Efendimiz (a.s.v.)'ı Arap'tan geldi diye inkâra kalkarlar ama, kendileri sahte
peygamberler üretirler.[193]
(92)
Andolsun, Musa size apaçık delilleri getirdi. Sonra siz Onun ardından buzağıyı
(ilah) edindiniz. Siz o zalimlersiniz.
Size Musa delillerle
geldi. Tevrat'la geldi. Mucizelerle geldi. Ama Ondan sonra siz hemen buzağıyı
ilah yaptınız. Kendinize put edindiniz. Siz zalimler olarak o buzağıyı
kendinize ilah ediniverdiniz. Bir tarafta Musa (a.s.) ve Onun getirdiği Tevrat.
O Rabbinden kelâmı almak üzere gidiyor. Ama beri tarafta bir kısım insanlar
Allah'a imanın yanında, buzağıdan bir ilah yapıp onun etrafında da tapınma
merasimini yerine getiriyorlar.
Günümüzde de
"Allah'a iman ediyorum, peygamberi kabul ediyorum, kitaba da iman
ediyorum ama filanın izinden ayrılmam" diyenler ile "ineğe de
tapmıyoruz" diyenler aynıdırlar. İnek yine süt verir. İneğin yavrusu olur.
Yani topluma bir faydası olur. Bunun ise hiç bir faydası yok. Bir âyet-i
kerîmede geçtiği gibi:
"Eğer sinek ondan
bir şey alsa geriye alamaz,o putcağız."[194] Yani sinek üzerine konsa, kanını içse bir şey
yapamaz. Ama insanlar ona tapınmaya devam ederler. Ve böylelikle de onlar
kendilerine zulmederler.[195]
(93) Hani
"Size verdiğimiz (Tevrat)'ı kuvvetle tutun ve onu dinleyin" diye
Tur'u tepenizin üzerine kaldırıp sizden kesin söz almıştık. "Dinledik
isyan ettik" dediler. Ve küfürleri nedeniyle buzağı kalplerine içirilmişti
dedi: "Eğer mü'min iseniz imanınız size ne kötü şey emrediyor."
Hani sizden söz
almıştık. Başınızın üzerine Tur'u kaldırmıştık. Tur Dağı'm başlarının üzerine
kaldırıyor Allah (c.c.) ve size verdiklerimizi sımsıkı tutun ve de işitin,bu
Tevrat'a sımsıkı sanlın ve iyi dinleyin diye. Tur dağını Allah (c.c.) şöyle bir
kaldırıyor. Bu bir mucize. Yahudi ırkını bir meydanda topluyor Allah (c.c.)
üzerlerine Tur Dağını kaldırıyor. Tevrat'a sımsıkı sanlın ve iyi dinleyin
diyor Allah (c.c.)
Eğer dinlemez ve iman
etmezlerse tepelerine iniverecek. Böyle bir hal. işittik Yâ Rabbi diyorlar ve
isyan ediyorlar. Dağ geriye çekilince isyan ettik diyorlar. Sebep, küfürleri
sebebiyle gönüllerine buzağı sevgisi içirilmişti diyor. Gönüllerine buzağı
sevgisi verildiğinden dolayı ki, bu küfürleri sebebiyle olur. Onun içindir ki,
Tevrat'ı işittik diyorlar ama hemen ardından "isyan ettik "diyorlar.
Günümüzde bizim
gönüllerimizde Allah'a şükür buzağı sevgisi yok. Yani bir put sevgisi
mü'minlerimizde, Müslümanlarımızda yoktur. Fakat nerdeyse put yerini alacak
olan mal sevgisi vardır. Yani bir çok ibadetimizi, bir çok gayret-i
diniyyemizi yok eden mal sevgisidir. İnsanların yirmidört saatinin çoğunluğunu
alan mal sevgisidir. Onun için mal üzerine çok âyet-i kerîme vardır.
"Mallarınız ve
evlatlarınız sizin için bir fitnedir, bir imtihandır[196] diyor
Allah (c.c).
O imtihanda başarılı
olmamız gerekiyor. Hani imtihanda sorular vardır. Beş tane, on tane, yüz tane
soru vardır. Sorunun cevabını verirse ba-şanlı olur. Bizim de imtihan sorumuz
iki tanedir. Evlatlarımız ve de mallanmızdır. Eğer bu iki imtihandan başarılı
çıkacak olursak Cenneti ve devleti kazanıyoruz. Şayet iki imtihanı kaybedecek
olursak o zaman iki dünyada da kaybediveriyoruz.
Hocanın bir tanesi şöyle
diyor: Arkadaş diyor insanlar kurbağa gibidir. Kurbağayı sudan eline
alıyorsun. Besliyorsun, büyütüyorsun suyu unutturmuş oluyorsun . Elinde
beslerken, okşarken, severken suyu untturuyorsun diyor. Bir gün böyle göl
kenarından giderken pır uçuveriyor .Benim de sohbetime bazı arkadaşlar
geliyorlar. Böyle Cenneti görür gibi anlatıyorum kendilerinden geçiyorlar .
Tamam bunlann dünya ile olan ilgisini kestim diyorum . Fakat dışarı çıkınca
dükkânı görüverdi mi çek, senet, avrat aklına geliyor. Pır gidiveriyor
"diyor.
Leylek yumurtasını
adamın biri almış, tavuğun altında kuluçkaya koymuş. Yirmibir gün sonra tavuk
civcivleriyle beraber leylek de çıkmış. Ama bir kaç gün sonra leylek pır uçmuş
gitmiş. Kendi yerine gitmiş.
Onun için dünya
sevgisi nerdeyse buzağı sevgisi gibi. Yani Benî İsrail'in buzağı sevgisi gibi
olmuş. Rabbim "kalplerine içirildi" diyor. "Küfürleri sebebiyle
o buzağı kalplerine içirildi" diyor Rabbim. Ama küfürleri sebebiyle. Yani
Allah (c.c.) insanları kâfir yapmıyor. Onlar kâfirliği arzu ediyorlar, bu sefer
de put onlara sevimli gelmeye başlıyor diyor.
Ne kötü bir şeyi
emrediyorsunuz de onlara. Eğer mü'minseniz. Şu imanınız size ne kötü şeyi
emrediyor.[197]
(94) Deki:
"AHah katında ahiret yurdu diğer insanların değil de Özellikle sizin ise
ve eğer sözünüzde de doğru iseniz hemen ölümü isteyin."
Eğer ahiret hayatı
Allah katında yalnız ve yalnız size aitse. Yani insanların dışında yalnız size
aitse, yani ahiretteki Cennet yalnız Yahudi ırkına aitse öyleyse ölümü arzu
edin. Eğer doğru söylüyorsanız ölümü isteyin.
Hani köhne bir eviniz
vardır. Allah mal, mülk verdi. Artırdınız çok güzel bir ev yaptınız. Manzarası
güzel, evin kendisi güzel. Bir an evvel yeni ve güzel eve taşınalım diyorsunuz.
Yahudiler diyorlar ki, ahiret hayatı da bizimdir. Bize aittir. Rabbim diyorki,
Öyleyse cennet sizinse buyurun intihar edin ve hemen ahirete gidin. Yani bu
işin garantisi yok. Âyet-i kerîmenin bize bakan tarafı hiç kimse kendisi
hakkında ben Cennetliğim demesin. Benim şıhım da Cennetlik "demesin. Yani
Cennetle müjdelenen peygamberler ve Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'m müjdelediği
sahabenin dışında, filan şahıs Cennete gider garantisi yok. Eğer Cennete gitme
garantisi varsa, buyursun köhne evden yeni eve taşındığı gibi, bu dünyadan
çeksin gitsin. Onun için kesinlikle Cennet bizimdir diyemeyiz. Ama kesinlikle
cennet Allah'a iman edenlerin ve amel-i salih işleyenlerindir deriz. O kim
bilemeyiz. Biz Öyle olmak için gayret ederiz. Yani imanı kamille ölmek, amel-i
salih üzere ölmek için Rabbimize dua eder vp. de o doğrultuda çalışırız.[198]
(95)
"Bunu önceden elleriyle yaptıkları (kötü işler) nedeniyle is-temiyecckler.
Allah zalimleri bilendir."
Bu yaptıklarını
biliyor onlar. Yaptıklarından dolayı da ölümü kesinlikle istemezler. Cennet
bizimdir diyorlar. Ama Rabbim hadi Ölün öyleyse dediğinde, ölümü de hiç
temenni etmezler. Niye, yaptıklarını biliyorlar. Kendi elleriyle yaptıkları
zulmü biliyorlar, inkârı biliyorlar. Ve Cennete de gidemiyeceklerini,
Cehennemi boylayacaklarını biliyorlar.
Allah zalimleri gayet
iyi bilmektedir.[199]
(96)
"Andolsun sen onları insanlardan (hatta) müşriklerden de hayata düşkün bulacaksın.
Onlardan her biri bin yıl yaşamayı ister. Halbuki onun çok yaşatılması onu
azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah onların ne yaptığını görüyor."
Onları insanların
hayata en hırslısı olarak bulacaksın. Yani insanlar içerisinde bu dünya
hayatına en hırslı olan milletin Yahudiler olduğunu ifade ediyor Allah
(c.c.)Hatta, putperestlerden daha şiddedlidir, dünyaya hırslılıkta.
Allah (c.c.) her
insana hırs vermiştir. Hırs bir nimettir. Yani hırs kötü bir şey değildir.
Allah bize ne vermişse o güzeldir dedik. Allah bize inkâr kabiliyetini de
vermiş o da güzeldir. Ama bu inkâr kabiliyetini Allah'a karşı
kullanmıyacağız.Ancak!
"Kim tağutu inkâr
ederse"[200] yani Allah'tan başka, kanun
koyucu benim diyen bir adamı inkâr eder, Allah'a iman ederse, kopmayan Allah'ın
sağlam ipine sarılmıştır diyor Allah (c.c.) bu insan için.
Yani kâfirin, tağutun
inkâr edilmesi gerekiyor tarafımızdan. Onun olabilmesi için insanın inkâr
kabiliyeti de olması lazım. Rabbim bunu vermiş. Her insana vermiş. Kâfir bu
özelliği Allah'a karşı kullanıyor. Mü'min de Allah'a baş kaldıranlara karşı
kullanıyor . Hırs Allah (c.c.)'ın bize verdiği bir kabiliyettir, her insana
verilmiştir. Mü'minine de, kâfirine de vermiştir. Ama bize;
"Sizin üzerinize
gayet hırslı"[201]
diyor Allah (c.c.)
Yani sizin Cehenneme
gitmemeniz ve Cennete gitmeniz, mü'min olmanız için çok hırslı bir
peygamberden bahsediyor.
Peygamber Efendimiz de
hırslı ama, şöyle hırslı: Bütün insanlar müslüman olsa Ya Rabbi diye, Rabbi'ne
dûa ediyor ve de çok çalışıyor.
Bunu ben bir hoca efendiye
anlattım. Hocam bu konuda nasıl bir kolaylık getirelim, anlatım kolaylığı
getirelim dedim. Dedi ki "çocukluğumda hırsım vardı. Yüce bir dağın
tepesinde meselâ Toros dağlarında, böyle yüksek bir dağın uzun yolunu görsem
acaba bu yol Mekke'ye mi gider derdim. Yolda iki adam görsem, şu adamlar gelse
de cemaat olup öğle namazını kılsam derdim. Karşıda bir taş, kaya görsem AHah'û
Ekber diye bağırırdım. Oradan gelen yankıyı dinlerdim. Yani gördüğüm her şeyi
İslâm'a göre yorumlamaya çalışırdım." İşte hırs bu.
Çıktınız Cağaloğlu'nda
bir adam gördünüz, aman Ya Rabbi şu ne müslüman olur ya dediniz. Bir general
gördünüz. Aman Ya Rabbi, şu müslüman olsa ne mücahit olur ya. Alparslan gibi
olur, Fatih gibi olur. Hz. Ali gibi olur bu adam dediniz. Yani hep böyle onun
bu tarafta olması yani müslüman olması için hırslı olmamız gerekiyor.
Yahudiler de hırslı,
her insanda hırs var. Ama Yahu di ler'deki hırs dünya hırsı. Daha önce de izaha
çalışmıştık. Yahudi'nin hırsı farenin hırsı gibidir.[202]
Fare şöyle deveyi bir
görmüş aha demiş, Bunu yuvama bir götürürsem daha yedi sülâlemin çalışmasına
gerek yok. Yularından şöyle bir tut-rhuş. Deve yumuşak başlı olurmuş. Fare
gitmiş arkasından deve gitmiş, derken fare deliğine girmiş deve girememiş.
Asılıyor gelmiyor, asılıyor gelmiyor. Geri çıkmış yavrum niye geliniyorsun
demiş. Deve nasıl geleyim demiş. Fare buraya kadar benimle nasıl geldiysen
yine öyle gel demiş. Bunun üzerine deve fareye bana bak, bundan sonra kendine
göre rizık ara demiş ve şöyle başını bir sallamış fareyi duvara bir çarpmış
parçalayıvermiş. Fare ölmüş.
Yahudi de şu anda
dünyanın altununu kendine toplamak için bütün gücüyle sarılıyor. Bütün dünya
devletleri de aslında bu işten rahatsız. Başta Amerika rahatsız. Hep kınayıp
duruyor. Şu anda yalnız deve gibi arkasından gidiyor da bir gün gelecek yeter
be yeter der, Şöyle bir çarparsa perişan olur. Bir zamanlar Almanya'da bütün
imkânlar onların eline verilmiş. Yani deve gibi Almanlar'ı arkasından çekmiş
çekmiş derken baş deve bir çırpmış tam üç milyonunu cayır cayır yakmış. Yine o
günleri bekliyorlar. Öyle bir şey bekliyorlar. Onun için aklı başında olan
Yahudiler Telaviv'de bazen yürüyüş yaparlar. Bu zulümler bizim başımıza bir
belâ getirecek diye yürüyüş yapıyorlar. Yani tarih boyunca ne zamanki zulüm
etmişiz. Zulüm hat safhaya varınca başımıza bir bela gelmiş, top yekûn imha
edilmişiz, yine de imha günleri bekliyor diyorlar.
Türkiye'de bazı
arkadaşlarımız efendim ehli kitapla ilgili âyet-i kerîme var diyorlar. Var
doğru. Maide Sûresinde ehli kitapla ilgili âyet-i kerimelerde, onların
yediğinden yiyebileceğimizi, yani yemeklerini yiyebileceğimizi, kızlarını
alabileceğimiz konusunda âyet-i kerîme var.
Gerçekten İncil'e ve
Tevrat'a iman ediyorlarsa, yoksa öyle sıradan bir Alman'm kızını almak olmaz.
Soracağız, Hıristiyan mı değil mi? Çünkü bir Alman, bir Hollandalı, bir
Belçikalı falan şu anda çoğunluğu ateist. İncil'e ve Tevrat'a ve Hz. İsa'ya ve
Hz. Musa'ya inanmıyorlar. Ama gerçekten iman ediyoruz diyorlarsa
evlenilebilir. Bu münâsebetleri tamamına şamil kılamayız.
Rabbim bir başka
âyet-i kerîmede[203]
insanlar arasında mü'minlere en fazla düşman Yahudiler'dir diyor. Burada da
dünya hayatına en hırslı olanı, müşriklerden de hırslı olanı Yahudiler'dir.
Bir kısım
kardeşlerimiz efendim işte komünistlere karşı Amerika'yı tutmamız gerekir diye
çok yazı yayınladılar. Ve ondan sonra da hani Şah döneminde hiç yazı
yaymlamazdı İran aleyhinde. Şah döneminde hiç aleyhinde de yazı yazılmazdı. Şah
da Amerika'nın bir uşağıydı. Aleviyse yine aleviydi. O zaman İran yine
alevi'ydi, şii'ydi. Fakat aleyhinde yazılmazdı. Ama ne zaman ki, Amerika'nın
köpeği öldürüldü. Vay siz misiniz Amerika'nın köpeğine taş atan diye bizim
sağcı yazarlar hâlâ bas bas bağırırlar.
Bundan sonra Cebrail'e
karşı düşmanlıklarıyla ilgili yeni bir bölüm başlıyor.[204]
(97) Deki,
"Herkim Cibril'e düşman ise, bilsin ki O, kendinden öncekileri tasdik
edici ve mü'minlere hidayet ve müjde olanı Allah'ın izni ile senin kalbinin
üzerine indirdi. Cibril'e Türkçe'de Cebrail diyoruz. Burada Cibril diye geçmiş.
Kıraat-ı seb'a imamlarından bir kısmı
Cebrail diye okumuşlar bir kısmı da Cibril diye okumuşlar. Onların okumasıyla
değil îabiki. Bizim sevdiğimiz Efendimiz (a.s.v.)'e hizmet veren Ashab,
Peygamber Efendi-miz'den öyle duymuş. Bir defasında Cibril diye okumuş. Öbür defasında
Cebrail diye okumuş. Mütevatir bir şekilde kıraat imamlarımıza kadar gelmiş,
imamlarımızdan bize kadar nakledilerek ulaştırılmıştır. Ve halkımızın diline
Cebrail diye geçmiştir. Burada ise Cibril yani bu kıraatta Cibril. Yoksa diğer
kıraatların bir kısmında da Cebrail olarak geçmiştir.
Cebrail (a.s.) ile
Mikâil (a.s.)'a düşmanlık yapanların Allah'a düşmanlık yapmış olduklarını
bildirir bu âyet-i kerîme.
Deki, kim Cebrail'e
düşman olursa, bilsin ki, Kur'ân-ı senin kalbine O indirdi. Yani Kur'ân-i
senin kalbine Cebrâii indirdi, Allah'ın izni ile. Kendinden öncekileri de
tasdik etmek üzere indirdi. Yol göstermek üzere indirdi. Ve mü'minlere
müjdelemek üzere indirdi Yani dünyada devleti, ahirette Cenneti mü'minlere
müjdelemek ve onlara yol göstermek ve geçmiş kitapları tasdik etmek üzere
Allah'ın izni ile senin kalbine kitabı O indirdi buyuruyor. Ve devam ediyor.[205]
(98)
"Her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril'e ve Mikâil'e
düşman olursa, şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır."
Burada bütün melekler
adına meleklerden yalnız Cebrail ile Mikâil'in ismi bize bildirilmiş, ama
hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (a.s.v.) da "kim bir Allah dostuna
düşmanlık yaparsa, Allah'a düşmanlık yapmış olur "diyor.
Buradan anladığımıza
göre yalnız Cebrail ve Mikâil değil, bütün peygamberlere veya meleklerden
herhangi birine düşmanlık yapan Allah'a düşmanlık yapmış olur. Çünkü melekler
ve Allah'ın peygamberleri
Allah'ın velileri ve
Allah'ın dostlarıdır. Allah'ın dostlarına düşmanlık yapmak, Allah (c.c.)'ya
düşmanlık yapmak gibidir.
Bu âyet-i kerîmenin
sebeb-i nüzulünü anlatırlarken şöyle diyor tefsir çilerimiz:
Peygamberimiz
Efendimiz (a.s.v.)'e, Yahudilerin ileri gelenlerinden biri veya birkaçı
geldiler ve bazı sorular sordular. Bu sorulardan bir tanesi de "Peki sana
vahiy getiren meleğin adı nedir?" Peygamberimiz:"Ceb-rail
"deyince "biz Sana iman etmeyiz. Çünkü Cebrail bizim ezeli
düşma-mmızdır. Çünkü Cebrail zelzeleleri, felaketleri meydana getirendir. Ve
bir çok kavmin helak olmasına sebep olan da O'dur. Onun için biz O'nu
sevmiyoruz. Veya O Cebrail Allah'ın bu vahyini bize getirmesi gerekirken Sana
getirmiştir. Ondan dolayı biz O'na düşmanız. Eğer Sana vahyi Mikâil getirmiş
olsaydı biz o zaman Sana iman ederdik ."diyerek ipe un serme tarafına gitmişlerdir.
Halbuki melekler
âyet-i kerîmede ifade edildiği gibi; "Allah'a hiç bir şekilde isyan
etmezler. Ve emrolunanı yaparlar."[206]
Emredilen bir işi
yapan bir adama düşmanlık yapmak, emredene yapmak demektir. Hani bugünkü
insanların kurduğu kanunlarda bile bu uygulanmaktadır. Yani Kur'ân'm ve
sünnetin bu metodu uygulanmaktadır. Amirin emrini yerine getiren kişiye karşı
gelmek, amire karşı gelmek olarak değerlendirilir.
Cebrail'in getirdiğine
karşı gelmek, Cebrail'le o emri gönderen Allah (c.c.)'ya karşı gelmek gibidir.
Günümüzde bunun, yani
bu Yahudilerin yaptığını bir kısım insanlarımız şöyle yaparlar. "Efendim
işte filan yerdeki insanlara revamı idi bu. Bu deprem, bu bela, bu musibet, yer
kayması veya ateşin fışkırması, lavların oradan kaynaması, Allah kahretsin
bunu yapanı" gibi sözler Yahudiler'in Cebrail'e düşman olmasından farksız
bir şeydir. Ona gerekli olan tedbir almaktır. Yani onun görevi tedbirini
almaktır. Orada lav'ın patlıya-cağını ilmî araştırmalarla bilmelidir. Ve ona
göre tedbirini almalıdır.
Kaygan yerlerde kurulacak
evlerin nasıl yapılacağını ayarlamalı ona göre hesabım yapmalı ve öylece
yerleşim yerlerini tesbit etmelidir. Yoksa Allah (c.c.)'nün tabiata koyduğu
kanunlar vardır. Ve o kanunları da icra eden görevli melekleri vardır. O melekler
de emredileni yaparlar. O emredileni yapan meleklere düşmanlık yapmak, emri
veren Allah (c.c.)'e düşmanlık yapmaktır ki, o takdirde Allah (c.c.) de onlar
için düşmandır. Tarih boyunca Allah'a düşmanlık yapanların hepsi helak olmuş
gitmiş. Allah (c.c.) ise bakidir. İlâ nihaye baki olarak da kalacaktır.[207]
(99)
"Andolsun biz sana apaçık âyetier indirdik. Bunlara fasık-lardan başkası
küfretmez."
Biz apaçık âyetler
indirdik. Ayetler derken mucizeler de kasdedil-miştir. Allah (c.c.)'nün
Kur'ân-ı Kerîm'inde ki 6000 küsur âyet-i kerîme de kasdeüilir. Ayet, bir şeyin
varlığına işaret eden, doğruluğuna işaret eden vesika demektir. Yani Peygamber
Efendimiz (a.s.v.)'ın peygamberliğini doğrulayan bu âyetler veya mucizeler
Allah (c.c.) tarafından indirilmiş. Onu ancak fasıklar inkâr eder diyor
Rabbim.
Fasık, fısk doğru
yoldan dışarıya sapma, haddi aşma olarak tefsir edilmiş. Yani Allah (c.c.)'ın
Çizdiği bir sınır var. Bu sınırı dışarı çıkmaya fısk hareketi deniliyor. Çıkana
da fasık deniyor.
Facirle fasıkın arasındaki
fark ise; facir de açıkdan dışarıya çıkan mânâsına geliyor. Şeddi yani dinimin
koymuş olduğu sınırı parçalayıp çıkan mânâsına geliyor. Fakat ikisinin
arasındaki ince fark demişler, birisi haddi aşar, Kur'ân'a ve sünnete karşı
gelir ama bunu sessizce yapar. Facir ise bunu ayrıca ilan da eder. Facirle
fasıkın arasındaki fark budur demişler. Allah'ın âyetlerini ancak fasık
olanlar inkâr ederler diyor Allah (c.c.)..
Günümüzde de Allah'ın
âyetlerini inkâr edenler fasıklardır. Bu.fasıklar iki türlüdür. Yani Kur'ân-ı
Kerîm'deki kullanılışı, hadis-i şeriflerdeki kullanılışı da iki türlüdür.
Allah'a, Rasûlüne,
meleklerine, kitaplarının hepsine, Kur'ân'a ve Kur'ân'm bütün âyetlerine iman
ettiği halde, AHari'ın haram kıldığı bir şeyi gönlü istemiyerek de olsa yapan
bir kişi gene sının aşmış oluyor. Ve bu adam günahkâr oluyor. Ama buradaki
fasık ise kâfir anlamındadır. Bu âyet-i kerîmeleri ancak fasık kişiler inkâr
ederler derken bu fasık aynı zamanda kâfir insandır da.[208]
(100)
"Ne zaman bir söz vermişlerse işlerinden bir güruh onu atıp bozuvermedi
mi? Hayır onların çoğu iman etmezler."[209]
(101) Onlara
ne zaman yanîarmdâkini tasdik etmek üzere Allah katından bir peygamber gelse
kitap verilenlerden bir güruh sanki hiç bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını
arkalarına attılar."
Ne zaman ki onlara
Allah katından bir peygamber geldiğinde o peygamber ki onların yanmdakini
doğrulamak üzere gelmiş, yani Peygamber Efendimiz (a.s.v.) geliyor. Kur'ân-ı
Kerîm'i getiriyor. O Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat hak kitaptır. Allah (c.c.)
tarafından indirilmiştir, Musa (a.s.) da Allah'ın peygamberidir. İsa (a.s-.) da
Allah'ın peygamberidir diye onların elinde olanları doğruluyor. Ne zaman ki,
Rabbim katından onların yanındakileri doğrulayan bir peygamber ve kitap
gelirse, o kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı O'nu atıveriyor. Allah'ın
kitabım elleriyle arkalarına atıveriyorlar. Sanki hiç bilmiyorlarmış gibi
oluyorlar.
Yani kitap hakkında
hiç bilgileri yokmuş, kendilerine kitap verilmemiş gibi, Allah'ın kitabım
elleriyle arkalarına atıyorlar. Bu âyet-i kerîmede Yahudiler ve
Hıristiyanlar'dan bahsediliyor ama, bu işi yapan günümüzdeki insanlarda aynı
katagoriye dahil oluyorlar.
Günümüzde de bir kısım
insanlar, Allah'ın kitabım elleriyle arkalarına alıvermişlerdir. Bir zamanlar
bu milletin elinde okunmakta ve de amel edilmekte olan bu kitap belirli
insanların etkisi ve yetkili elleriyle insanların arkasına atüıvermiş.
Atüıverince toplumlar kitapsız kalır mı? Hayatta kitapsız bir toplum hiç
olmamıştır. Mutlaka bir kitap bulmuşlardır.
Hani Hindistan'da insanlar
ineğe tapınışlardır. Japonya'daki insanlar Güneşe tapınışlardır. Hindistan'da
Tibet'in oralarda bir kısım insanlar da fareye tapınışlardır. Amerika'da her
şeyi inkâr ediyoruz diyen bu günlerde gazetelerde de gündeme gelenler şeytana
tapmaya başlamışlardır. Hatta şeytana tapanların Türkiye'de de bir grup
oluşturdukları gazetelerde haber olarak veriliyor.
İnsanlar ibadet
ettikleri bir yeri mutlak surette buluyorlar. Okuyacakları kitabı da mutlak
surette buluyorlar. Yani Allah'ın kitabını okuyamaz-larsa onu elleriyle arkaya
atarlarsa, elleriyle önlerine alacakları bir kitabı ya buluyorlar veya
kendilerine veriliyor. Allah (c.c.) da buna işareten diyor ki, Onlar Allah'ın kitabını arkalarına
atıverdiler de;[210]
(102)
"Onlar şeytanların duklanna uydular. Halbuki Süleyman küfretmedi, ancak
şeytanlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Babil'deki Harut ve Marut adlı iki
meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek "Biz ancak fitneyiz
sakın küfretme" demeden hiç kimseye öğrctmezlerdi. O ikisinden karı ile
koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni olmadan
kimseye zarar veremezlerdi. Onlara fayda ve zarar vermeyen şeyleri
öğreniyorlardı. Andolsun onlar onu (sihri) satın alanın ahirette hiç bir nasibi
olmadığını biliyorlardı. Nefisleri karşılığında satın aldıkları şeyin ne kadar
kötü olduğunu keşke bir bilselerdi."
Süleymanın mülkü
üzerine kurdurmuş olduğu şeyleri okumaya ve anlatmaya başladılar, ona tabi
oldular. Şeytanların Süleyman'ın mülkü üzerine okuduklarına tabi oldular.
Burada Şeytandan kasıt bir bizim gerçekten Şeytan dediğimiz insanlar, bir de
insanların şeytanları vardır. Hani; Nas sûresinde "Cinden olan ve
insanlardan olan Şeytanların da şerrinden Allah'a sığınırım" diyoruz ya.
İnsanların Şeytanlarının
da Süleyman (a.s.)'a izafe ederek uydurdukları bir kitap var. Bu sefer ona
uyuverdiler diyor. Allah'ın kitabı Tevrat'ı attılar. Bu sefer insan ve
Şeytanların uydurmuş oldukları kitaba tabi oldular diyor Allah (c.c) günümüzde
de Allah'ın kitabı olan Kurân-ı Kerîm atılıverince, insanların ellerine başka
kitaplar, Batı'dan terceme edilerek ellerine sunulu verdi. Bundan sonra
hayatınızı buna göre tanzim edeceksiniz, buna uyacaksınız. Buna uymayan
insanlar cezalandırılacaktır. Kur'ân'ı okuyanlar da yine aynen
cezalandırılacaktır diye de bazı kanunlar getiriverdiler.
Halbuki Süleyman kâfir
değildi. Yani getirilen kanunlar getirilen kitaplar kâfirce Süleyman adına
uydurulmuş kitaplar. hatta Süleyman (a.s.) da böyle yapıyor idi denilen
kitaplar küfrü gerektiriyor. Halbuki Süleyman kâfir değildi diyor Allah (c.c.)
Süleyman (a.s.) çeşitli âyet-i kerîmelerde özellikle Nemi Sûresinde de
bildirildiğine göre, bir peygamberdir. Ve peygamberin vefatından sonra o kitap
ellerinden atılıyor've insanların ve Şeytanların uydurduğuna tabi olmaya
başlıyorlar. Fakat kendilerinin bir kökleri olmayınca, dayanakları olmayınca,
dayanak olarak yine bir peygamberi arıyorlar dikkat edin.
Hani günümüzde de
öyledir. Günümüzde de kökü olmayan insanlar, tarihten kendilerine bîr kök arama
tarafına gidiyorlar. Efendim bu tür kanunları Osmanlı sultanları da yapmıştı
diyorlar. Yani Kur'ân'a muhalif, sünnete muhalif kanunları Osmanlı sultanları
da yapmıştı. Osmanlı sultanının böyle yapmış olması bir işin meşruluğunu
göstermez. Kaldı ki, bu iddia da sağlam bir iddia değil. Yani onların böyle
yaptığı konusunda getirilen deliller de sağlam değil yani. Ben de derim ki,
Osmanlı sultanları böyle yapmamıştı.
Günümüzdeki insanlar
kendi yaptıklarının bir dayanağını geçmişten arama ihtiyacmdaiar.
Günümüzde de bu konuda
epeyce kitap yazılmıştır. O gün içinde Allah'ın kitabım atan ve Şeytan gibi
insanların yaptığına tabi olanlar da bu Süleyman'ın yaptığı şeylerdir. Hani biz
kendiliğimizden uydurmadık, Süleyman (a.s.) böyle yapıyordu diyorlar. Diyorlar
ama Rabbirri bunu reddediyor.
Süleyman kâfir değildi
ama Şeytanlar onu inkâr ettiler, kâfir oldular. O Şeytanlar, insanlara sihri
öğretiyorlar.
Bu âyet-i kerîme ile
âlimlerimiz çok meşgul olmuşlar. Sihirle ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de en
teferruatlı âyet budur. Bu Bakara sûresinin 101. âyet-i kerîmesidir. Ve sihirle
ilgili bilgileri ancak bu âyet-i kerîmenin tefsirinde bulursunuz. Türkçe
yazılmış tefsirlerde en geniş bilgiyi veren de Elmahlı merhumdur. Elmalık
merhum da kendiliğinden vermemiş onu. Fahreddîni Razi'nin Tefsir-i Kebîrinden
aynen terceme etmiş. Zaten bu konuda geniş biîgi vermede öncülüğü yapan
Fahreddîni Razi'dir. Hepsinden Önce bu eserini yazmış olması nedeniyle
kendisinden sonra gelenlere öncülük yapmış. İbn-i Kesir fde ondan nakiller
vermiş, Elmahlı merhum da ondan nakiller vermiş. Bütün tefsir kitapları ondan
nakiller vermiş. Tabiî bunların içerisinde bir kısmı da İsrail oğullarının
uydurduklarını da nakletmişlerdir. Fakat halkımız genelde nedense uydurma olanlara
fazla rağbet ettiğinden, halkımızın dilinde bu Harutla Mârut diyebilinen iki
meleğin hikayesi ki uydurma bir hikayedir,yaygındır. Uydurma hikaye olduğu
için ben burada anlatmıyacağım. Çünkü zihinlerinize uydurması da olsa
yerleşmesini istemiyorum.
Fakat âyet-i kerîmeleri
dil açısından değerlendirerek şöyle mânâ vermişler bir kısmı.
"Süleyman'ın
mülkü üzerine Şeytanların uydurduklarına tabi oldular. Daha Babil'de Barut ile
Marut üzerine indirilenlere de tabi oldular" diyerek yukarıya atıf
yapmışlar. Ona göre bir şeytanların uydurduklarına tabi oluyorlar, bir de Harut
ile Marut isimli iki meleğe indirilene tabi oldular mânâsı çıkar.
Onlar da yani Harut
ile Marut "bu'bizim size Öğrettiğimiz şey bir imtihandır. Sakın bunlar
sebebiyle kâfir olmayın" demedikçe onlara o sihri öğretmiyorlardı. .
Yani bu âyetten
anladığımıza göre Harut ile Marut isimli iki melek, o Benî İsrail'den insanlara
sihir öğretiyorlardı. Ama diyorlardı ki, bu sihir insanları küfre götürür. Bu
bir imtihandır. Sakin ha bunu yapmayın diyorlardı. Karate hocasının "Bu
bir spordur. Bununla adam da öldürülür ama size adarn öldürmek için değil,
savunma ve spor için öğretiyorum" dediği gibi.
Bu iki melekten kişi
ile hanımının arasını açmanın yollarını öğreniyorlardı.
Ama Rabbim diyorki,
Onunla Allah'ın izni olmadan hiçbir kimseye onlar zarar veremezler.
Buradan anladığımıza
göre 1. sihirle meşgul olanlar genelde Şeytanlar. Ve sihri mubah görenler
kâfirlerdir. Bizim mezhep imamlarımız Ahmet b. Hanbel, İmam-ı Malik, İmam Ebu
Hanife ve İmam-ı Safı hazretleri de ittifakla Sihri öğrenmek gayesiyle yani
şerrinden emin olayım diye öğrenmek için okuyan kâfir olmaz. Ancak bu sihri
yapayım, kullanayım diye sihiri öğrenen kişi ve yapan kişi kâfir olur
demişler. Ve hemen hemen dördü de ittifakla sihirbazın, sihirbaz deyince şu
meydanlarda, sahnelerde oyun gösteren insan değil. Böyle kankocanın arasını
açmak isteyen, insanları öldürmeye yönelten, insanları hasta yapmak için
uğraşan kişilerin öldürülmesine fetva vermişlerdir. Yani İslâmî bir devlet olsa
böylesine sihir yaparak insanlara zarar vermek için uğraşan insanlara evvela
tevbeyi teklif eder, bu işten vazgeçmesini teklif eder. Eğer bundan vazgeçmeyip
yolunda devam etmeğe ısrar edecek olursa nerede ise dört mezhep imamıda
ittifakla derler ki, bu adam kâfirdir. Çünkü âyet-i kerîmede yani bu 101.
âyet-i kerîmede geçer.
Bir de; Ayet-i
kerîmeden bu işi yapanların kâfir olduklarına hükmetmişler, mü'minken kâfir
olan kişi mürted olacağından bu kişinin öldürülmesine de dört imanı ittifakla
karar vermişlerdir.
Bu âyet-i kerîmelerin
tefsirinde biraz önce de dediğim gibi Fahreddi-ni Razı diyor ki, sihrin
çeşitleri vardır.
1) Göz
bağcılığı. Göz bağcılığı ki, günümüzdeki sihirbazların yaptığıdır. Bir oyun
için eğlendirmek için yapılacak olursa bu günah değildir. Hani çıkıyorlar
belirli işler yapıyorlar. Milleti eğlendirmek için, kimseye zarar vermiyorlar
ama el çabukluğu marifet deyip bazı şeyler beceriyor. El çabukluğuyla doğruyu
yanlış, yanlışı doğru gösterme hareketi. Bu bir sihirdir. Bunu yapana sihirbaz
diyoruz. Bu hakikatte öyle değil ama bu adam bizim dikkatimizi bu tarafa
çekiyor da, bu tarafta iş yapıyor. El çabukluğuyla bu işi yapıyor, beceriyor.
Onunki aslında beyazı siyah, siyahı beyaz yapma olayı değil, gösterme olayıdır.
Bunun hakikati yok. ancak aldatmaca var. Göz aldatmacası var.
2) Yiyecek
ye içecek maddeleri vermek suretiyle insan vücudu üzerinde meydana getirilen
etki. Mesela afyonu veriyorsunuz. Şuurunu uyuf-turduktan sonra insan hayal
görüyor. Olmayan'şeyleri görüyor. Kendine göre bir Cennet meydana getiriyor.
Onun içinde geziniyor. Yani kendine göre bir Cennetin içerisinde dolaşıp
duruyor. Böylesine insan şuurunun etkilenmesi söz konusu.
Hani Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) göz' haktır demiş. Yani nazar haktır demiş. Bu da aslında
insan vücudundaki enerjinin karşı taraf üzerinde meydana getirdiği etkidir.
İşte yasaklanan sihire burası giriyor. Kişinin kendi vücudunda mevcut olan
enerjiyle karşı taraf üzerinde zarar meydana getirmesi bu da sihirlerden bir
sihirdir. Efendimiz (a.s.v.):
Sözde de sihir vardır
diyor. Hani bir insan geliyor. İnsanların karşısına geçiyor. Öyle bir
hararetli konuşma yapıyor ki, babayı kendisine çekiyor, oğlu başka tarafta
kalıyor.
Türkiye'deki
siyasilerin yaptığı bu. Söz sihri ile karı ile kocanın arasını açabiliyorlar.
Oğulla babanın arasını açabiliyorlar Birisi bir partiye gidiyor. Birisi bir
partiye gidiyor. Bu sefer evde de çıngar çıkıyor. Bunu sağlayan nedir? Onların
dillerindeki sihirdir. O insanların gönüllerini kendilerine doğru
çekebilmişlerdir.
Göz de insanlar
üzerinde etkilidir. Hatta Batı'da denemeler olmuştur. Büyük bir yılanı aç
bırakıyorlar. Yılanın açlık derecesine göre de tesir sahası azalıp
çoğalıyormuş. Karnı tokken beş metreden ileriyi pek tutamıyor. Normal bir
açlığa geldimi yirmi metreden tavşanı tutabiiiyor. Yani şöyle baktımı tavşan
hareket edemez hale geliyor. Ama iyice aç bırakıyorlar. Bu defa dermansız
kalınca yine beş metrenin içerisinde tutabiliyor. Yani çok tokken de
tutamıyor. Çok açken de tutamıyor. Ama normal açlığında belirli mesafe içinde
onu tutuyor.
Aynen Öyle insanoğlu
da kendi bünyesi içindeki mevcut enerjisiyle karşı taraf üzerinde etki meydana
getiriyor. Onun için Peygamber Efendimiz "Nazar haktır" demiş.
Gerçekten nazarın hak olduğunu kendi hayatımızda da görürüz bazen. Hani
genelde insanlar eşlerini gözleriyle gördükten sonra severler. Gözler bakışır.
Daha sonra gönüllerinde birşeyler meydana gelir. Arada hiçbir şey yok. Uzak bir
mesafeden hanımınıza baktınız. O da size baktı ve evlenmeye karar verdiniz,, dünürcüler
gönderdiniz. Böylelikle bir sevgi meydana geliverdi. Yani bakışlar, gönüllere
sevginin yerleşmesine sebep oluyor. Bir göz tâ uzaktaki bir göze bakıyor. Ve
gönlüne sevgisini yerleştiriyor.. İşte bu insanın öbür insanın gönlünde etki
meydana getirmesi de bunlardan biridir.
3) Bir de
insanın kendi dışında bazı ruhani yaratıklardan da yararlanarak sihir
yapmasıdır demişler ki, cinler ve Şeytanlarla temas kurarak, insanlar üzerinde
bir etki meydana getirmesi olabilir denilmiş. Yani bizim bu âyet-i kerîmenin
tefsirini yapan âlimlerimiz genellikle sünni âlimlerimiz, insanın cinler ve
şeytanlarla temas kurarak bîr başkası üzerinde bir zarar meydana getirmesi
mümkündür diyorlar. Allah'ın izni dahilinde yalnız. Çünkü âyet-i kerîme;
Allah'ın izni olmadan onlar hiçbir kimseye zarar vermezler. Allah'ın izni
olduğu takdirde onlar sebep olurlar. Nasıl ki biz normalinde yemeğimizi yerken
vücudumuza zarar vermezler. Ama uyutucu bir ilaç alacak olursak o bizim
vücudumuza girince o bizi uyutuyor. Aynı şekilde hani burada ne yapıyor insan?
Allah'ın yarattığı bir ottan yararlanıyor. Ve insanı uyutuyor. Öbür tarafta da
yine Allah'ın yarattığı bir cinden veya Şeytandan yararlanıyor. Ve insan
üzerinde etki meydana getiriyor. Yani afyonun, esrarın insan üzerindeki etkisine
inanıyoruz. Bir. insan alıyor, yutturuyor, tesir meydana geliyor. Öbür tarafta
da cinden veya Şeytandan yararlanmak suretiyle etki meydana gelir. Bir de
kendisinden çıkardığı bir enerjiyle karşı tarafa etki meydana getirebilir demiş
sünni âlimlerimiz.
Ama Mutezile'den bir
kısım insan sihrin insan üzerinde zararı olmayacağını iddia etmişler. Felak ve
Nas surelerinin tefsirinde de Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sahih senetlerle,
yani Buhari ve Müslim'in verdiği haberle sihir yaptıkları haber veriliyor bize.
Mutezile bu hadisleri de inkâr ediyor. Bu hadisler uydurmadır. Sonradan
uydurulmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sihir yapılmamıştır. Ve insanlar
da insanlara sihir yaparak onların bedenlerine zarar veremezler diyorlar.
Ama âlimlerimiz hem bu
âyet-i kerîmeyi delil getirerek, hem de Felâk ve Nas sûrelerinin tefsirinde
verilen sahih hadisleri delil getirerek zarar verilebileceğini ve tabiî
olaylardan da misaller getirerek, nasıl ki, afyon Allah'ın yarattığıdır insana
zarar veriyor. Esrar Allah'ın yarattığıdır insana zarar veriyor. Allah'ın
yarattığı diğer yaratıklar da Rabbimin izni dahilin de manevî güçleriyle insana
zarar verebilirler. Rabbimin izni olmayınca onlar da zarar veremiyorlar.
Peygamber Efendimiz'e de Hayber seferinde zehirli koyun yedirmişlerdir ama,
Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a zarar vermemiştir. Bir defasında Halit b. Velid
yutmuştur verdikleri zehiri. Ve şiddetli bir terleme ile çıkarıv ermiş tir.
Yani zarar vermediği olur. Fakat genellikle zarar verdiğinden Allah'ın izni
varsa ölürüm yoksa ölmem deyipte yutacak olursa intihar etmiş olur. Yani biz
böyle bir denemeye girersek intihar etmiş günahını almış oluruz.
4- Bir de
teknikten yararlanarak yapılan sihirler vardır. Günümüzdeki sihirbazların çoğu
bu tekniklerden yararlanıveriyor. Hani yarısına kadar su dolu bir bardağa düz
bir çubuğu soksanız, tam suyla boşluğun birleştiği yerde çubuk kırık görülür.
Bu olayı hiç bilmeyen bir adamın önüne sihirbaz çıksa da dese ki bak bu düz
olan çubuğu bu suyun içerisinde kıracağım ve gerçekten bakarsınız o boşlukla
suyun kesiştiği yerde çubuk kırık görülür. Çıkarırsınız düz, içeri sokarsınız
kırık görülür. Bu tür teknik olaylardan yararlanarak sihirbazlık da
yapılmıştır. Geçmişte yapılmış. Günümüzde elektronikten yararlanarak daha cazip
şeyler yapılıyor.
Harun Reşit zamanında
birisi demiş ki, ben peygamberim. Mucize göster demişler. Bak şu taşı suyun
içine atarsam orayı kaynatır demiş. Atmış ve kaynatmış. Kireç taşını
bilmiyorlardı o gün için oradaki insanlar.
Kireç taşını suya
atarsan orayı kaynatır ya. Onun elindeki de kireç ta-şıymış o kireç taşıyla da
suyu kaynatmış.
Günümüzde kan-koca
arasını açmaya çalışan sihirle meşgul olan insanlara bir kere iyi gözle
bakmıyacağız. Ve hiç biri hoca değildir. Ben mümkün mertebe İstanbul içinde,
dışında yolumun uğradığı varabildiğim yerdeki bu tür insanlarla hemen hemen
tanıştım, hiç biri hoca değildi. Bir çoğu yeni yazıyla latin alfabesini de
bilmez. Bir çoğu da Kur'ân okumasını bilmez. Rasgele çizgilerle insanları
aldatıyor.
5- Fahreddîni Razi: "Sihrin bir çeşidi de
daha ziyade geri zekalı insanlar üzerinde etkili olur" diyor. Derler ki,
"İsm-i Azam'ı yazacağım buraya. Ve bu İsm-i Âzam'ı-ancak üzerinde
taşıdığın müddetçe şöyle şöyle olacak, böyle böyle olacak. Ve sen de şunları
yapacaksın. Yapmazsan çarpılırsın" der. Bu sefer adam onun etkisinde
kalarak o işleri yapar. Yani biraz daha geri zekalı insanlar üzerinde etkisi
olur mu? olur. Günlük hayatımızda da bunların benzeri görülüyor. Halkımız buna
güzel bir kelime bulmuş. Veren de değil, alanda derler. Yani sihrini yazılıp
kendisine alanda, asıl mesele verende değil derler. Hani adam çok etkili ve
yetkili bir sihirbaza gitmiş muska yazdırmış. "Sıtma bu iti tutma,
tutarsan da titretme demiş." Ve hakikaten de adama faydası olmuş. Yani
doktorların da insana moral vererek tedavi etme yönü vardır. Bir taraftan
ilaçla tedavi ediyorlar. Bir taraftanda moral veriyorlar. İyi oldun diyorlar.
İyi olacaksın diyorlar. Hemen yarın seni taburcu edeceğiz, biraz yemen lazım
filan diyorlar. Böylelikle kişide iyi olacağı kanaati hasıl olursa bütün hücreleri
faliyete geçiyor. Zaten doktorun istediği de o. Bütün hücreler falıyete geçince
de hastanın tedavi olmasına yardımcı oluyor. Ben iyi olmam artık. Ben gittim
artık derse boynuyla beraber bütün hücreler de boynunu bükermiş. Aktif duruma
geçmiyor. Bu sefer hastalık galip geliyor. Bu adamın da yaptığı o. Yani bu
nüsha ile seni sıtmaya karşı koruyacağım. Çok tesirli bir dua yazdım. İsm-i
Âzam duası yazdım diyor. Ve adam da onun etkisi altında kalarak ona güveniyor. Faydası
olur mu? Böylelikle faydası olur. Aslında Müslüman kendi kendisine moral vermiş
olsa Allah'ın verdiği bu hastalığı yeneceğim ben dese ve gerekli ilaçlarını da
kullanmış olsa, bu adam bu hastalığından kurtulur. Ve Rabbim de bize sığınılacak
en güzel Felak ve Nas sûrelerini indirmiştir.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.) da, bunları okuyarak kurtulmuştur. Onun için hiç bir insan size
"Felak ve Nâs" sûrelerinden daha etkili bir nüsha yazamaz, bunu
biliniz.
Filan hoca çok
derin!!!. Bir hoca efendi; bu derin hocaların hepsini gezdim diyor. Sordum,
adamların bütün derinliği surdan geliyor: Gencin biri gidiyor yâ hocam cünüp
olmuşum yıkanamadım. Bir gün üzerinden geçti. Vay dedi diyor. Bastonunu çekti.
Üzerine yürüdü. Halbuki derin hoca çaresini söyleyen hocadır. Değnek çeken hoca
değil. Genelde değnek çeken hocalardır, derin olarak kabul edilenler. Çaresini
söyliyen hocalar değil.
Onlar kesinlikle
bildiler ki, muhakkak Midiler ki, onu satın alanların ahirette hiç bir nasibi
yoktur. Kendilerine ne kötü şeyi satın almışlar. Eğer bilmiş olsalar.
Yani Kur"ân,ı,
Tevrat'ı, İncil'i veriyorlar, atıyorlar. Onun karşılığında insanların ve
şeytanların uydurduğunu alıyorlar. Allah (c.c.) diyor ki, onların o satın
aldıklarından ahirette hiçbir nasipleri yoktur. Yani Allah'ın kitabını verip
karşılığında insanın ve Şeytanın uydurduklarını almalarından ahirette bir
nasipleri, paylan yok. Onlar ne kötü şeyi değiştirdiler satın aldılar.
Yahudiler ve Hıristiyanlar için söylenen bu âyet-i kerîme günümüzde de aynen
geçerlidir. Yani Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i arkaya atıp, onun yerine
başka kitap almakla ne kötü şeyi satiri'aldıklarını bir bilselerdi. Keşke onu
bilselerdi diyor Allah (c.c).
Biz bunları okuduktan sonra
bilmeye çalışıyoruz. Bilmeye çalışmak demek, bilgi olarak hafızada tutmak demek
değil. Birşey biliyoruz; kitabı arkaya atmışız, elimize başka kitap vermişler.
Yapılacak iş, arkadan kitabı alıp Öne koymak, elimize verileni de arkaya
atıvermek. Kurtuluş ta burdan oluyor. Yani "bilmek amel etmek
demektir" demişler. Yani biz bileceğiz. Rabbim keşke bilselerdi diyor.
Peki bildik Yâ Rabbi, Öyleyse ne yapacağız? Kur'ân'ı Önümüze alacağız! Kur'ân
yerine bize verilen kitabı arka tarafa atıvereceğiz.[211]
(103)
"Eğer onlar iman edip sakınmış olsalardı. Allah katındaki sevap daha
hayırlı olurdu. Keşke bunu bilselerdi."
Bundan sonra gelen
104. âyet-i kerîmede Allah (c.c), konuşma üslubumuza da dikkat etmemizi
istiyor. Yukarda geçmişti. "İnsanlara güzel konuşunuz, güzel muamele
ediniz" demişti. Burada da güzel konuşurken kelimelerin seçilmesine
dikkat etmemizi ister:[212]
(104)
"Ey iman edenler, (kötü mânâya çekilebilen) "Râinâ" demeyin de
(Bizi gözet gibi tek mânâya gelebilen) Ünzurnâ deyin. Ve dinleyin. Kâfirler
için acıklı bir azap vardır."
Şimdi Râina Arabın
dilinde çoban mânâsına geliyor. Veya gözeten mânâsına geliyor. Çoban da zaten
sürüsünü gözettiği için Râi deniliyor. Efendimiz; "Hepiniz gözeticisiniz,
yöneticisiniz. Hepiniz tobanızdan yani gözettiğinizden sorumlusunuz"
buyuruyor.
Aslında Râina
kelimesinin ana mânâsı gözetmek, yönetmek mânâsına geliyor. Hepiniz yönetici
ve gözeticisiniz. Ve gözettiğinizden, yönettiğinizden sorumlusunuz diyor.
Yani Peygamberimiz
Efendimiz (a.s.v.), bir İslam toplumunda her ferdin diğerini gözetlediği ve
yönettiğine herkesin birbiri hakkında sorumlu olduğuna işaret ediyor. Baba
oğlundan, oğul babadan. Ana kızından, kızı anasından. Koca karısından, kan
kocasından, komşu komşusundan. Mahalleler, mahallerden hepsi birbirinin
yöneticisi ve gözeticisidir. Hani şöyle diyelim. Önde giden insanın başına bir
bela gelecek olsa siz arkada yürüyensiniz onu koruyacaksınız. Yani hepimiz
topyekün birbirimizin koruyucusu ve gözeticisiyiz.
Bugünkü toplumda ise
herkes ferdî hareket ediyor. Kimse kimseye karışmayacaktır çünkü polis var. Ama
vatandaş iyi bulmuş. "Olur böyle vak'alar, Türk polisi yakalar"
diyor. Olay olduktan sonra, vatandaş öldükten sonra, adam telefon ediyor
öldürülmekle karşı karşıyayım, beni öldürecekler."Valla Öldürmeden
müdahale edemeyiz" diye. cevap geliyor. Polis de her telefon edene
gelecek olursak Halimiz ne olur diyor Aslında o da doğru. Yani bir karakolda
beş on tane adam var., Bir mahallede ise beş bin on bin tane adam var. Biz
öldürdükten sonra geliriz diyor.
Ama dinim aynı
mahalledeki bu insanlar birbirlerinin koruyucusu ve gözetleyicisidir diyor.
Onun içindir ki, İslâm Hukuku bir mahallede bir insan Öldürülse, faili de
meçhul olsa, en yakın elli tane aileyi o işte sorumlu tutuyor ve diyetini
ödetiyor. Yani maddî, bedenî ceza vermiyor ama diyetini de ödetiyor. Niye siz
mahallenize sahip değilsiniz anlamını taşır bu.
Burada Yahudiler
Peygamber Efendimiz'e geliyorlar Râina diyorlar.Hani Türkçe'de de diyoruz ya,
çok lastikli bir kelime o yana çeksen de olur, bu yana çeksen de olur.
Yahudiler'in bu kullandığı kelime de lastikli bir kelime. Aslında şöyle
anlaşılırsa doğrudur. Râina bize de bak, bizi de gözet Yâ Resûlallah anlamında
olursa doğrudur. Ama onların kendi dillerinde hakaret mânâsı taşıyan bir
kelimedir bu aynı zamanda.. Yahudi dilinde ayrıca hakaret ifade eden bir
kelimedir.
Onun için Allah (c.c.)
Râina demeyin Ünzurna deyin. Bu kelimeyi mü'minler diyor. Yâ Rasûiallah bize de
bak, bizi de gözet. Yani konuşurken ağır ağır konuşulursa daha iyi anlarız.
Ayetleri bize verirken ağır ağır verirsen biz anlarız. Veya maddî manevî her ne
ise bizi de gözet deyiniz. Yani lastikli kelime kullanmayınız diyor. Allah
Günümüzde de buna çok
ihtiyacımız var. Mesela bir hoca efendinin aleyhinde yazı yazılıyor. Bakıyorum,
aslında hoca efendinin niyeti kötü değil. Ama kullandığı kelime hoş değil. Bir
yerde konuşmuş veya bir dergide bir gazetede yazısı yayınlanmış. Söylediği
sözün mânâsı doğru. Fakat kullandığı söz adamın yanlış anlamasına da müsait.
Onun içindir ki, onların yanlış anlamasına müsait kelimeler kullanmamaya dikkat
edeceğiz Bu Mevlana'mn şiirlerinde çok vardır. Onun içindir ki, imansızlar daha
çok istismar ediyorlar. Aşkı ilahiyi anlatacak, şarapla anlatır. Süt ile
anlatsan oîmazmıydı yani. Ve orada adam şarap kullandı diye, Mevlana
festivalinde gelip şarap içiyorlar, Onun ruhuna.
Aslında Mevlana'mn
kasdı öyle değil. Hani bunlardan öncelbnü'l-Farid diye bir zat gelmiş demiş ki,
biz üzüm çubuğu nazil olmadan şarabı içtik ve sarhoş olduk. Yani biz Elestü
Birabbiküm hitabıyla sarhoşuz diyor. Yani şarabın ve sarhoşluğun ne demek olduğunu
evvela açıklamışlar, sonra şiirlerini yazmışlar ama bu tür lastikli kelimeleri
kullanmamamızı Allah (c.c.) bize öğretiyor.
Hani çeklerde,
senetlerde veyahutta sözleşmelerde de dikkat ediyor hukukçular, noterler,
avukatlar çok dikkat ediyorlar. Bu kelimeyi kullanırsan bir milyon, beş milyon
kaybedersin. Bu kelimeyi kullanırsan kaybetmezsin. Kanunlar yapılırken de
hukukçular dikkat ediyorlar. Virgülü buraya atarsak köşe dönücü şu kadar
kazanır. Şuraya atarsak filan adam şu kadar götürür. Bunun hesabı yapılıyor
tabiki. Onun için virgül bir çok ' meseleyi alıp götürüyor. Veya getiriyor.
Onun için Allah (c.c.)
konuşurken konuşmalarımıza dikkat etmemizi, lastikli kelimeler kul anmamamızı
ifade ediyor.[213]
(105)
"Rabbinizden sizin üzerinize bir hayır indirilmesini kitap ehlinden olan
kâfirler, müşrikler istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine verir. Allah
büyük fazi sahibidir."
Yani bir harbi
kazanmanızı, bir âyetin inmesini, bir nimetin size verilmesini hiçbir vakit
istemezler. Sizin devlet kurmanızı istemezler. Hayrın içerisine hepsi giriyor.
Rabbinizden bir hayrın size indirilmesini, ehli kitabın kâfirleri de, müşrikler
de istemezler buyuruyor Allah (c.c).
Yani günümüzde efendim
şöyle şöyle yaparsak, böyle böyle yaparsak Alman gavuruyla işbirliği kurarsak,
Amerikalı'ya şirin görünürsek veya Rumla ikili anlaşmaya girersek veya
Japonlar'a şu tavizleri verirsek bize ileride yardım ederler deniliyor.
Allah (c.c.) diyor ki,
bu müşrikler de, puta tapanlar da, ehli kitab da, ehli kitaptan bir çoğu da
size bir hayrın indirilmesini hiçbir vakit istemezler. Yani bunlar sizin
hayrınıza iş yapmazlar. Onun için bunlardan bir hayır geleceği ümidini
kesiniz. Allah rahmetini dilediklerine tahsis eder. Allah (c.c.) büyük fazl
sahibidir, büyük nimet sahibidir buyuruyor Allah[214]
(106) "Biz bir âyetin birşeyin hükmünü değiştirir veya
unuttu -rursak ondan, daha hayırlısını getiririz. Bilmczmisiniz ki, Allah
herşeye kadirdir."
Yahudiler'in ve
Hıristiyanlar1 in bir iddiası var. Diyorlar ki, Tevrat Allah'ın kitabı,
Hıristiyanlar da, İncil Allah'ın kitabı diyorlar. Bu ehl-i kitap, madem öyleyse
diyorlar, Kur'ân da Allah'ın kitabı diyorsanız, Allah tutupta Tevrat'ını niye
ortadan kaldırsın, unuttursun ve tahrif ettirsin? çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de
buyuruluyor ki;
Kelimelerin yerlerinden
değiştirdiler.[215]
Yukarda geçmişti. "Hak ile batılı birbirlerine karıştırdılar."
Karıştırdılar diyor
Rabbim, karıştırdıklarına işaret ediyor. Yani Tevrat'ın ve İncil'in içerisine
hakkın yerine batılı da karıştırdılar ki, elimizdeki mevcut İncillere bakacak
olursak orada görülür. Dört tane İncil'in içerisinde biri birinde olmayan,
mesela Matta'da olan Luka'da, Luka'da olan Markos'ta, Markos'ta olan Yuhanna
İncil'inde görülemiyor. Eğer Allah (c.c.)'dan gelmişse hepsi aynı olması
gerekirken, mesela kral'in hakkı kral'a, Allah'ın hakkı Allah'a. Yani Kayzer'in
hakkı Kayzer'e, Allah'ın hakkı Allah'a olan cümlesi birinde var da diğer üçünde
yok. Allah bunu indirmedi mi? İndirdi ise niye diğer üçünde yok, indirmediyse
niye öbürlerinde yok da bu birinde var? Yani sonradan.katmışlar. Fakat onlar
diyorlar ki, İncil Allah'ın kelamı ise niye değiştirilmesine müsade etti, tahrifine
müsade etti?
Biz de diyoruz ki, biz
derken Rabbim bize bildiriyor ve biz de okuyoruz ki, "Bir âyet-i
yürürlükleri kaldırırsak veya o âyeti unutturursak ondan daha hayırlısını veya
onun bir benzerini getiririz" diyor Allah (c.c). Bilmiyor musun? Allah her
şeye kadirdir. Kelam Allah'ın kelamı; incil ve Tevrat. Onun içerisinden bir
kısmını o insanlara unutturursa, ki bu unutturma onların hataları sebebiyledir,
isyanları sebebiyledir. Yani lâyık olamadıklarından dolayı alınmıştır. Yoksa
Allah (c.c.) bir adam böyle hafızasında tutarken ona da riayet ederken onu
unutturmamıştır. Öyle olsaydı o adamların suçu olmazdı. Ama Allah (c.c.) o insanların
ona layık olmadıklarını görünce, o âyetlerin bir kısmım onlara unutturuyor,
sarhoşun kendi evinin yolunu unuttuğu gibi ve sonra da değiştiriyor. Bir:
benzerini getiriyor; İncil ve Tevrat'ta olan bir kısım âyetler aynen Kur'ân-ı
Kerîm'de de zikredilmiştir. Bir kere peygamberlere iman, ahirete iman,
meleklere iman, Allah'a iman, Allah'ın sıfatlarına iman bütün bunlar İncil'de
de, Tevrat'ta da ve diğer peygamberlere gönderilenlerde de aynı idi. Ancak bazı
ahkamda değişiklikler olmuştur. Allah (c.c.) da onların daha hayırlısını
getiririz veya bir benzerini getiririz diyor. Böylece Allah'ın her şeye kadir
olduğunu ifade ediyor. Yine devam ediyor:[216]
(107)
"Bilmezmisiniz ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir ve size
Allah'dan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."
Yer gök onun mülkiyeti
altında ise, yönetim de Allah (c.c.)'e ait ise bu peygamberler de yerle gök
arasındadırlar. Öyle ise onlara neyi vereceğini, insanlar içinden kimi
peygamber seçeceğini, hangi şartlar içerisinde hangi âyetin insanlara faydalı
olacağını en iyi bilen Allah (c.c.)'dür.
Allah'dan başka sizin
için bir dost da yoktur, size bîr yardımcı da yoktur.[217]
(108)
"Yoksa siz, daha önce Musa'nın sorguya çekildiği gibi peygamberinizi
sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse o dosdoğru yolu
sapılmıştır."
Benî İsrail'den
insanlar, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a gelerek çeşitli sorular soruyorlar^
Cennete gidince mü'minlerin ilk yiyeceği madde nedir? Ruh hakkında ne dersin?
Musa (a.s.) ile ilgili sorular gibi çeşitli
sorular.Bu soruları
bazen Peygamber Efendimiz'e, bazen de Ashaba soruyorlar. Şu konuda ne
diyorsunuz diyorlar. Müslümanların işi aslında nazil olan âyetlere göre hareket
etmek ve o âyetleri insanlara duyurmaktı. Ama o insanlar geliyorlar, bunların
bu faaliyetini engellemek için çeşitli sorular soruyorlar. O sorulan zaman
içerisinde geçmiş peygamberlere ve Musa (a.s.)'a sordukları gibi, Peygamber
Efendimiz'e ve onun Ashabına da soruyorlar.
Günümüzde de hani
müslümanlar arasına sokulmuş şeyler vardır. Veleddâlliyn mi, Vclezzâlliyn
mi?..! Veladdâlliyn diye okumazsa namaz caiz olmaz diyen bir hoca efendi
tanırını. O yine benim tanıdığım bir hoca efendinin evine gittiğinde demiş ki,
bana bak namaza sen geçiyorsun imamette Veleddâlliyn demezsen benim namazım
olmaz. Öbürü de Velezzâlliyn okuyor.Namaz bitince, birinci rekatta Veleddâlliyn
okudum ama ikinci rekatta unutmuşum Velezzâlliyn okudum diyor.Diğeri namazdan
sonra neyse namazın yansını hatırdın demiş
Fatih Sultan Mehmed de
İstanbul'u feth ederken yani surları toplarıy-le döverken, Hıristiyan papazları
Cebrail'in kanadı 3684'müydü, 3683'müydü diye kendi aralarında ihtilaf etmekte
imişler. Bizim aramızda yani Müslümanların çok iyi niyetle sordukları sorular
da vardır. Yani hoca efendilere kadar gidip, hocam çok Önemli bir sorum var
bunu öğrenmek için geldim filan diyor. Sorusuna bakıyorsun Adem (a.s.)'ın kanı
RH pozitif miydi, RH negatif iniydi? Evet bu konuda yani bu konunun cevabı
olarak kitap bile yazıldı.
Yani bunlar insanları
meşgul etme taktikleridir. Hz. Adem (a.s.)'ın kam negatif mi, pozitif mi? Ben
merakınızı gidereyim. O arkadaşın vardığı netice sıfır.
Yani bütün müslümaaların
günümüzde İslâm'ın ihya olrhası için gayret sarfetmesi gerekirken o yolda
beynini ve pazusunu yorması gerekirken, gücünü oradan alıp başka yöne çevirmek
yanlış. Rabbim buna dikkat çekiyor.
Bunlar Musa (a.s.)'a
da çok sorular sordular. Aynı sorulan Sana da soruyorlar.
Ben bir şehre
gittiğimde bir kaç insanın İslâm'a gelmesine vesile olmuştum. Biri dedi ki,
hocam bizi komünist yapan, iktisat fakültesinin profesörleri değil. Buradaki
filandır dediler. Onun yanına gittiğimde uzun bir konuşmadan sonra dedi ki,
hoca sana bir sorum var. Bu sorunun cevabını verirsen senin dediğin olur.
Dedimki bak cemaattan birisi ne sorarsa sorsun cevabını vermeye çalışırım.
Veremezsem yarın cevabını veririm der ve kitaplara bakarım.Ama sen ne sorarsan
sor cevabını burada vereceğim. Hiç kitaba da bakmıyacağım dedim. Neden dedi.
Çünkü senin gibi komünistlerin Türkiye genelinde genelde on tane sorunuz var.
Siz her hocaya bunu sorarsınız. Ben o soruların onunu da biliyorum. Onunun
cevabı da bende hazır,sor hemen cevabını vereceğim dedim. Sordu hemen cevabını
aldı. Şimdi iyi dostumdur. Gelir gideriz, görüşürüz.
Yani bunlar özel icat
edilmiş sorulardır. İnsanların beynini bulandırmak, asıl yapılması gerekenden
uzaklaştırmak bunların gayesi.
Bizim yapacağımız
âyetleri öğrenmek ve o doğrultuda da hareket etmek;' "Efendim
imansızların hakkından gelebilmek için komünist kitapları da okumak
lazım." Bîr ev dolusu kitap okusanız bitiremezsiniz. Türkiye genelinde
değil, dünya genelinde komünistler kitap yazmışlar. Ömrünüz yetmez.Sarraf
olacak adam neyi öğrenir? Altunu öğrenir. Başkasını öğrenmez. Ben sarraflık
yapacağım. Demirin karekterini de Öğreneyim. Tuncun karekterini de öğreneyim,
bakırın, kalayın, çeliğin karekterlerini de öğreneyim derse bu adam sarraflık
yapamaz. Ben sarraflık yapacaksam, yani altunun özelliklerini öğreneyim yeter.
Altunsa alırım, altun değilse almam diyecek adam.
Biz de altun gibi bir
dine sahibiz, bunu öğreneceğiz. Geleni bu ölçüye vuracağız. Ayetler bizim
mihenk taşırnızdır. Uydu mu zaten alıyoruz. Uymadımı ne olursa olsun, hangi
cins gavur olursa olsun almıyoruz. İster yerli ismi olsun, ister
yabancı.....istlik veya pislik olsun hiçbirini kabul etmiyoruz diyeceğiz.[218]
(109)
"Ehli kitaptan çoğu, gerçek kendilerine açıklandıktan sonra nefislerin deki
haset nedeniyle sizi imandan sonra küfre çevirmek isterler. Fakat siz Allah'ın
emri gelinceye kadar onları bırakın ve af-vedin. Şüphesiz Allah herşeye
kadirdir."
Hak, yani gerçek
apaçık ortaya çıktıktan sonra, yani kendilerine Tevrat veya İncil verildikten
sonra onu kaybetmenin bir üzüntüsü var, ve Müslümanlara da Kur'ân-ı Kerîmin
gelmesinden dolayı bir hasetleri var. Bu hasetlerinden dolayı imandan sonra
sizin de küfre düşmenizi ister, Ehli kitaptan bir çoğu. Yahudiler ve
Hıristiyanlar'dan bir çoğu imanınızdan sonra küfre girmenizi arzu ederler. Bu
konuda çalışma yaparlar. Niye? Hasetlerinden dolayı.
Günümüzde de öyle.
Adamların kendi dinlerine itimatları, güvenleri yok. Batı'ya işçi olarak veya
görevli olarak gidip gelenlerimiz bilirler ki, Avrupalının % 90'ı ateisttirler,
inanmazlar. Ama yöneticiler siyaset gereği inanmış görünürler. Bazı
hocalarımızın çıkıp ta Hıristiyanlar dinlerine şöyle bağlı böyle bağlı demeleri
laf. Dinlerine bağlı adam yok orada. Bizim işçilerimiz bastırıyor parayı
kiliselerini satın alıyor. Bir çok cami kiliseden dönmedir. Bu konuda hiç de
hassasiyetleri yok. Siyasî sahada varlar. Yani yöneticiler dine İnanmadıkları
halde, siyasî birliği sağlamanın unsurlarından bir tanesi de din unsuru
olduğundan dolayı onu tutma gereğini duyuyorlar. Dinlerinin çürüklüğünü
bildiklerinden Yahudiler ve Hıristiyanlar, Müslümamn elindeki sağlam dine karşı
da haset ediyorlar diyor Rabbim. Hasetlerinden dolayı bu sefer sizin
imansızlığınızı istiyorlar.
Hakikaten de
kendilerinin bir toplantılarında, "Müslümanları Hıristiyan yapmamız
mümkün değildir. Nitekim bugüne kadar da olmamıştır.İslâm ülkelerinde sakın ha
Yahudilik ve Hıristiyanlık propogandası yapmayınız. İmansızlık propogandası
yapınız diyorlar." Yani "Ateisttik propogandası yapın" diyorlar.
Rabbim bunu bize haber veriyor. En büyük tehlikeyi haber veriyor. Yani Rabbim
bizim Hıristiyan ve Yahudi olmayacağımızı biliyor. Çünkü sağlam bir yerden
çürük bir yere geçilmez. Fakat imansızlaşmayani zehirlenme meydana gelebilir.
Adamlar da böylece zehirleme tarafına gidiyorlar. Yani Yahudi, Hıristiyan
yapmıyorlar, yapamıyorlar fakat imansızlaştırma tarafına gidiyorlar, genelde de
eğitim vasıtasıyla.
Allah'ın emri
gelinceye kadar onlardan vaz geçin, yüz çevirin yani onlarla didişmeyi
bırakınız. Onlarla uğraşmayınız, Allah'ın emri gelinceye kadar. Allah'ın
emrinden kasıt muharebe emri yani harp emridir. Allah her şeye kadirdir. Peki
vazgeçipte ne yapalım? Yani bu adamlar bu imansızlık faliyetlerine devam
ediyorlar, Müslümanları imansızl aştırmaya devam ediyorlar. Fakat bu kıtal
emri nazil olmadan önceki âyettir. Yani onlarla harp ediniz emri nazil olmadan
önce gelen bir âyettir demişler. Öyle bir zamanda;[219]
(110)
"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önceden hayır olarak
neyi takdim ederseniz Allah katında onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah
yaptıklarınızı görüyor."
Namazlarınızı dosdoğru
kılınız ve de zekâtlarınızı veriniz diyor. Ne demek? Sağlam bir müslüman toplum
meydana getiriniz! Böyle bir ortamda insanların, imansızl aştırmayı önleyecek
en iyi tedbiri namazlarını kılmaları ve zekâtlarını vermeleridir. Birisi bir
toplumu bir araya getiriyor, kenetliyor. Hani yalnız kalanı kurt kapar derler.
Yani sürüden ayrılanı kurt kapar. İnsanların da sürüden- ayrılmamaları için
bir araya gelebilmeleri için en rahat olan yerler Allah (c.c.)'nün
mescidleridir. Müslümanların mescidlerde bir araya gelip birliklerini devam
ettirmeleri gerekir.
Günümüzde birlikten
çok bahsediliyor. Televizyonda, radyoda ve basında. Birliğimizi koruyalım,
birliğimizi sağlıyalım, birlik olalım. Millî birlik ve beraberlik kelimelerine
çok yer verilir. Peki ben size birleşelim desem sorarsınız Nerede birleşelim?
SultanAhmet Camii'nde pazar günü öğle namazında birleşelim dersem adres vermiş
olurum. Yani birleşelim deyince adres vermek gerekir. Birlik için adres
verilmesi gerekir. Eğer adres verilemezse birlik olmaz.Bu insanlar da adres
veriyorlar. Filanın yanında birleşelim diyorlar. Halbuki, o adam benim gibi bir
adam. Bir adamın yanında birleşilmez. Çünkü adam oluverir. Ağacın yanında
birle-şilmez, kuruyuverir ve çürüyüverir ondan sonra dağılır.
1400 sene öncesinden
kıyamete kadar kalmakla görevlendirilmiş bir toplumuz biz. Beş yüz sene sonra
gelen neslimizde aynı adreste birleşe-bilmeli. Ağaç adresi verirseniz çürüyor.
İnsan adresi verirseniz Ölüyor. Öyle ise ağaç olmasın, taş olmasın, insan
olmasını toprak olmasın.
Öyleyse Allah
(c.c.)'min emirleri etrafında birleşmemiz gerekiyor. İşaret; Namazlarınızı
dosdoğru kılınız. Nerde kılınız? Almanya'da iseniz Almanya'nın merkezinde bir
yer kurunuz orada kılınız, bir araya geliniz. . Amerika'da iseniz New York'tın
ortasında bir yer bulunuz, alınız veya kiralayınız ama orada birliğinizi
koruyunuz. Ki orada olanlar daha iyi biliyorlar; Müslümanların namazının
önemini yurtdışında olanlar daha iyi biliyorlar. Amerika'dan öğretim görevlisi
olan bir arkadaş mektup yazmış da, "hocam caminin Önemini burda daha iyi
anlıyoruz" diyor. "Pakistanlısı, Amerikalısı,Türk'ü, Malezyalısı ve
Afrikalısı bir araya geliyoruz. Neler yapalım neler edelim diye burada karar
alıyoruz. Cami olmasaydı biz nerde buluşacaktık?diyor. Nereden birbirimizi
tanıyacaktık diyor, 200 milyonluk nüfusun içerisinde.
Onun için yani birliği
sağlayabilmek için "Namazı dosdoğru kılınız", tek başına kıl demiyor
Rabbim kılınız diyor.
Peki bir araya
geldiniz. Zengin insanınız var! Fakir insanınız var. Öyleyse zekâtlarınızı
veriniz. Çünkü imansızlar bir kısmınızı para yönüyle satın alıyor. Öyleyse
onun hiç değilse nisap miktarına malik bir hale gelebilmesi için, orta bir seviyeye
ulaşabilmesi için o kardeşinize de zekâtlarınızı veriniz. Bir, manevî yönden
güçlendiriyor. Bir de, maddî yönden güçlendirmeye Allah (c.c.) bizi teşvik
ediyor değil emrediyor. Kendiniz için hayırdan neyi takdim ederseniz, Allah
katında onu bulacaksınız diyor Allah (c.c.). Amelleriniz güzel olsun onunla
karşılacaksınız. Hani bazı insanların namaz kılışını görüyoruz tuhaf oluyoruz:
Camide yanımda bir adam durdu, kim olduğunu bilmiyorum. Ben bir rekat
kılıncaya kadar, üç rekatlı vitiri kıhverdi. Ben de süratli okuyorum yani. Daha
rükua vardığı an Sübhânc Rabbiyel Azîm demesi mümkün değil,hemen geriye
kalkıyor. Ne yapıyor ne ediyor onu bilemiyorum. Yani bunlarla karşı karşıya
kalacaksınız. Amellerinizle karşı karşıya kalacaksınız. Bir manevî olanlarla
karşılacaksımz. Bir de zekâtlarınızla, sadakalarınızla karşı karşıya kalacaksınız.
Adam satılamamış kumaşları filan yerdeki Kur'ân Kursu'na talebelere
gönderiyor. Öbür dünyada gösterirler o malları, o satılamamış kumaşları önüne
çıkarırlar. Bir başka âyet-i kerîmede;
Yani yüzünüzü
ekşitmeden alamiyacağınız bu malları başkalarına vermeyin (Bakara: 267) diyor
Rabbim.
Yani kendi evinizde
kendiniz kullanamayacaksanız, kullanmaktan kaçınacaksanız onları verme tarafına
gitmeyin. Bu şu anlamda değil yalnız, mesela eski elbiselerim var yakayım mı?
Bunu karşılığında hayrr beklemeden verin gitsin.
Ama gerçekten Allah
rızası için sadaka vereceğinizde böyle gönlünüzün pek hoşlandığı şeylerden
verin,
Ayet-i kerîmede
Rabbim; "En sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda vermedikçe takvaya
erişemezsiniz"[220]
diyor. En sevdiğiniz şeyi. Bu âyet-i kerîme nazil olunca, sahabeden birisi
gelmiş demiş ki, Yâ Rasûlallah en sevdiğim varlığım, Medine'nin kenarında şu
kadar hurma ağacı olan bahçemdir. Ben bunu vereceğim diyor. "Peygamber Efendimiz
de öyleyse akrabalarının fakir olanlarına ver" diyor. Biri de geliyor Yâ
Rasûlellah cok sevdiğim atımdır diyor.
Peygamber Efendimiz de
"o atın hakkından gelecek olan Üsame'dir. Onun da atı yok ona ver"
diyor. Yani en sevdiğimiz şeyi verebilme erdemine ermemiz gerekiyor. Çünkü
Allah (c.c.) buyuruyor ki verdiğinizle karşılaşacaksınız, yani Cennette o
verdiğiniz elbiseyi giyeceksiniz. En güzel elbiseler yapın Cennette karşılığı
olacaktır. Eski veriyorsan eski olacak. Yeni veriyorsan en yenisinden verecekler.
Kokmuş yemekler ye-diriyorsan kokmuş yiyecekleri verecekler. Ama iyilerinden
yediriyorsan iyileri verilecektir. "Allah yapmakta olduklarınızı
görmektedir" Yahudiler bencil insanlar. Hıristiyanlar da öyle. Diyorlar
ki;[221]
(111)
"Yahudi ve Hıristiyan olanlardan başkası Cennete gircmeyecek"
dediler. Bu onların kuruntularıdır. Onlara söyle: Doğru iseniz haydi getiriniz
burhanı delilinizi."Cennete ancak Yahudi ve Hıristiyan olanlar girecek
diyorlar.Bu âyet-i kerîmeye dayanarak Türkiye'den de bir yazar diyor ki,
"biz de Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmayalım." Yani Yahudi olanlar
diyor ki, "Cennete ancak Yahudiler girecek." Hıristiyan olanlar da
"ancak Hıristiyanlar girecek." Biz de ancak müslüman olanlar girecek
dersek onların seviyesine düşmüş oluruz. Yani Allah Yahudisini de,
Hıristiyamnı da, Müslümanım da koyacak cennetine diye bir mânâ çıkarmış, ama
Rabbim devam ediyor.
Bu onların kendi
hayalleri ve kuruntularıdır. De ki onlara; "Eğer doğru söylüyorsanız, yani
Cennete yalnız Yahudi ve Hıristiyanlar girecek diyorsanız delilinizi
getirin."[222]
(112) "Hayır, kim muhsin olarak (Allah'ı görmediği
halde görür gibi) yüzünü Allah'a teslim ederse işte ona Rabbi katında ecir
vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar."
Kim yüzünü Allah'a teslim
ederse, özünü Allah'a teslim ederse yani müsîüman olursa, o muhsin olarak sözü
güzel, özü güzel, yaptığı güzel, herşeyİ güzel olur. Kim yüzünü ve Özünü
Allah'a teslim eder, müsîüman olursa, onun mükâfatı Rabbi katındadır. Onun için
korku da yoktur, onun için hiç bir hüzün de yoktur diyor Allah (c.c).
Yani Cennete Müslüman
gidecek diye biz kendimiz söylemiş olsaydık, aynen Yahudi ve Hıristiyan'ın
durumuna biz düşmüş olurduk, doğru. Ama bunu biz söylemiyoruz.
Yahudi'yi,
Hıristiyan'ı, Cenneti, Cehennemi yaratan Allah (c.c.) diyor ki, Cennete
Müslüman gidecektir. Hz. Musa (a.s.) zamanındaki Yahudiler de Müslüman idiler.
Yani Tevrat'a göre amel ediyorlardı, Cennete gidecekler. İsa (a.s.)'m zamanında
yaşayan İsa (a.s.)'a iman eden ve İncil'i kabul eden insanlar da Müslümandı ve
Cennete gideceklerdir.
Kur'ân'a iman eden ve
Kur'ân doğrultusunda hareket eden insan da Cennete gidecektir, ama bu üç kitabı
sapıtan, tahrif etmeye çalışan ve onun emrini çiğneyip yasaklarına riayet
etmeyen kişiler Cennete gitmeyeceklerdir. Yani Allah'ın emirlerine bağlanan,
özünü ona teslim eden, sözü güzel, özü güzel, yaptığı güzel, işlediği güzel
yani yaptıkları Allah'ın emrine uygun olan kişi Cennete gidecektir.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.)'a Cebrail (a.s.) gelerek İhsan nedir? diyor. İhsan:
"Allah'ı görür
gibi ona ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah'ı görmüyor isen de, Allah seni
görmektedir" buyuruyor Allah Rasûlü(s.a.v.). yani caddede gidiyorsunuz.
Allah (c.c.) beni görüyor diye gözüne sahip olacaksın. Konuşurken Allah (c.c.)
benim konuştuklarımı duyuyor ve işitiyor diyecek ve diline sahip olacaksın.
Mesela uzun yolda giderken radara yakalanmamak için radarın olduğu yerlerde
arabanın hızını 90km. hz. nın üzerine çıkartmıyorsunuz; radar burada tesbit
eder ilerde polis ceza keser diye.
Bu dünyada da bizim
radarlarımız meleklerdir. Allah (c.c.) kendisi görüyor. Melekler de her
yaptığımızı kaydediyor, radar gibi ilerde mahşer günündeki meleğe teslim
ediyor. Orada cezalar biçilecektir. Öyle ise Allah (c.c.)'nün sınırını yaşantımızda
aşmamaya dikkat etmemiz gerekiyor.[223]
(113)
"Yahudiler: "Hıristiyanlar bir şey üzere değildir" dedi:
Hıristiyanlar da: "Yahudiler bir şey üzere değildir" dedi. Oysa hepsi
de kitap okuyor. İlmi olmayanlar da onların söylediklerinin benzerini söyledi.
Artık ihtilafa düştükleri bu şeyde kıyamet gününde Allah hükmünü
verecektir."
Yahudiler,
Hıristiyanlar hiç birşey değil canım. Kitapları da birşey değil, peygamberleri
de birşey değil diyorlar.
Hıristiyanlar da
diyorlar ki, Yahudiler hiçbir şey değil.İkisi de kitap okuduğu halde böyle
diyorlar. Yahudiler de, Hıristiyanlar da İncil ve Tevrat'ı okumalarına rağmen,
Hıristiyanlar, Yahudiler'i inkâr ediyor, Yahudiler de Hıristiyanlar'ı inkâr
ediyor.
Hiç birşey bilmeyen
müşrikler de onların dediklerini söylüyor. Yani Mekkeli müşrikler,
"Vallahi Yahudiler de birşey değil, Hıristiyanlar da birşey değil,
sahtekârlık bunlannki" diyorlar.
Rabbim ne güzel ifade
etmiş. Günümüzde de bir müşrik, yani Yahudiliği de, Hıristiyanlığı da inkâr
eden, müslümanlığı hiç kabul etmeyen bir
adam, diyorki; "Din insanları uyutmak için insanların icat ettiği bir
afyondur."
Rabbim de aynen bunu
veriyor; Dinler hakkında hiçbir bilgisi olmayan müşrikler de Yahudi ve
Hıristiyanlar'in birbirleri için söyledikleri şeyin aynısını söylüyorlar.
Bunların ikisi de boş şeylerdir. İnsanları uyutmak için icat edilmiş
afyondurlar diyor.
Ama bizim özelliğimiz
ye güzelliğimiz surdan geliyor: Aslında Musa (a.s.) Allah'ın peygamberidir.
Peygamberimiz gibi peygamberdir. İsa (a.s.) Allah'ın peygamberidir, ve
Peygamber Efendimiz gibi bir peygamberdir. Onların getirdiği Tevrat ve İncil,
Allah'ın kelâmı olması bakımından Kur'ân'dan hiçbir farkı yoktur. İkisi de
Allah (c.c.)'nün kelâm sıfatıdır. Öyleyse hiçbir ayrım yapmayız.
"Peygamberleri
arasında hiç ayırım yapmayız"[224] diye yatsı namazının sonunda Bakara sûresinin
bu en son âyet-i kerîmesini de okuyoruz.
Yani böylelikle biz
orta bir ümmetiz. Allah (c.c.)"Sizi orta ümmet kıldık"[225] diyor.
Ne ifratta olmalıyız,
ne de tefritte olmalıyız. Allah kıyamet gününde onların ihtilaf ettikleri
konularda hükmünü verecektir. Yani hangisi boşmuş, Yahudi mi, Hıristiyan mı
yoksa her ikisi mi, yoksa müşrikler mi daha boşmuş Allah (c.c.) hükmünü o gün
verecektir.[226]
(114)
"Allah'ın mescidlerinde onun ismini zikretmekdcn alıkoyan ve oralann
yıkılmasına koşandan daha zalim kim vardır. Onlar oraya ancak korkarak
girerler. Onlar için dünyada rüsvaylık, ahi-rette de büyük bir azap
vardır."Allah'ın mescitlerinde Allah'ın ismini anmaktan insanları alıkoyan
kişiden daha zalim kim vardır? Yani yoktur demek isteniyor. Allah'ın mescitleri
camilerdir. Sultan Ahmet Camii, Süleymaniye Camii, Gazi Atik Ali Paşa Camii,
Yeni Cami, Ayasofya Camii yani bu camilerde Allah'ın ismini anmaktan
alıkoyandan daha zâlim kimse yoktur.
Onları tahrif etme konusunda
da yarış yapan, koşan kişiden daha zalimi yoktur diyor. Allah Mescid deyince
bir bunları anlıyoruz, bir de mescid Peygamber Efendimiz (s.a.y.)bir hadis-i
şerifinde; "Yeryüzü bana mescit kılındı" diyor. Yani yeryüzünde
Allah'ın adının anılmasını engelleyen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran
kişiden daha zalim kişi yoktur mânâsı da vardır. Ancak asıl gaye camilerdir.
Yani Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa,.Mescid-i Nebi, Mescid-i Ayasofya, Mescid-i
Sultan Ahmet gibi mescitler.
Bu kişiler oraya
girerlerse bile ancak korkarak girmelidirler, titreyerek girmelidirler. Yani
Müslümanlar yönetimi almalı ve bu zalimler oraya illa girecekîerse bir korku
içinde girmelidirler. Dünyada onlar için rüsvaylık vardır. Ahirette de büyük
azap vardır diyor Allah (c.c.) Bu Allah'ın mescidinde, yeryüzünde Allah'ın
isminin anılmasını engelleme konusunda dünyada bütün kâfirler el birliği
yapıyorlar. Mescitlerde de Allah'ın ismini engelleme faaliyeti hâlâ devam
etmektedir. Mânâsını anlamadan Allanın adını veya Kur'an'ı zikrederseniz kimse
karışmaz size.
Gelin bunu bir de
mânâsını anlıyarak söyliyelim derseniz, karşınıza biri çıkar. Mesela hacca
gidenler.
"Yarabbi senin
davetine icabet ediyorum. Senden başkasının davetine icabet etmiyorum. Senin
bir ortağın yok mülkünde. Bazıları mülkünde ortaklık iddiasında bulunuyorlar.
Onları da reddederek gidiyorum. Sen varsın, teksin, birsin. Öyleyse Senin
davetine icabet ediyorum.
Beni aslında Amerika
da davet ediyor. Rusya da davet ediyor. Yarabbi Senin davetine geliyorum"
diye açıktan mânâ vererek biri bağıracak olursa vay sen yürüyüş yapıyorsun
diyerek Önüne silahlı adamlar çıkar.
Harem-i Şerif de de
çıkar, burada da çıkar, her tarafta çıkar. Mânâsını anlamadan söyliyeceksiniz
demek isterler. Halbuki;[227]
(115)
"Doğu da, batı da Allah'ındır. Her nereye dönerseniz Allah'ın vechi
(kıblesi) orasıdır. Şüphesiz Allah her şeyi kuşatan her şeyi bilendir."
Doğu da Allah'ındır.
Batı da Allah'ındır. Ne tarafa yönelirseniz, Allah o taraftadır. Allah her
şeyi kuşatan, her şeyi bilendir buyuruluyor.
Zamanın zalimlerinden
Haccac, Said bin Cübey'ri huzuruna getirtmiş. Said b. Cübeyr "Bu devlete
isyan farzdır" diye isyan etmiş insanlardan biridir. Yani "Bunlar
zalimdirler. Allah'ın ahkamını icra etmiyorlar. Bunlara isyan vaciptir"
demiş, beşyüz kadar içtihat makamına sahip insan . ayaklanmışlar fakat
bastırılmışlar. Haccac'ın huzuruna getirilmiş. Haccac sormuş. Peki demiş, Ömer,
Osman, Ali, Ebu Bekir, bunların hangisi Cennette. Said "Valla cennete
gidip gelmediğim için bilmiyorum" demiş. Peki ah hakkında ne diyorsun
diye sormuş. Ben Ali'nin vekili değilim, onun adına konuşma makamında değilim.
Bana benden sor veya peygamberimden sor veya Kur'ân'dan sor, ben onun
vekiliyim diyerek cevap vermiş Said b.Ciibeyr. Hayatta hiç gülmediğini
söylüyorlar. "Niye gülmüyorsun?" Şeklinde bir soru sorar Haccac.
"Gülünecek hiç bir şey gör-medimde ondan" demiş. Haccac pekiyi
öyleyse bir zurna, bir de keman getirin diye emretmiş ve, getirmişler. Bu
aletler çalmaya başlayınca, Said ağlama'ya başlamış. Adam onu güldürmek için
getirtmiş mi ş onları. "Niye ağladın" demiş. Cübeyr "Bu kemanrn
yayları diyorlar ki, biz bunun için yaratılmamıştık, bir zalimi eğlendirmek
için yaratılmamıştık ama bizi gayemizin dışında kullanıyorlar diye inliyor da
ben ona ağladım" demiş. Haccac demişki "senin boynunu vurup
Cehenneme atacağım".Bu-nun üzerine Said demiş ki: Eğer Cehenneme atmak
senin elinde olsaydı, sana ibadet ederdim. Cehenneme atmak Allah'ın elinde
olduğu için O'na ibadet ediyorum. Sen beni Cehenneme atamazsın vurun demiş,
yönünü kıbleye dönmüş."Ben yönümü yeri göğü yaratan Rabbime
yönelttim"[228]
âyetini okumuş.
. Bu defa Haccac,
bunun sırtını kıbleye getirin demiş. Sırtı kıbleye yönü kuzey tarafa gelmiş. O
zaman da Bakara sûresinin 115. âyetini okumuş.
"Nereye
yönelirseniz yÖneliniz Allah o taraftadır."
Demişki yüz üstü yere
yatırın. Yüz üstü yatınhnca da şu âyet-i kerîmeyi okumuş; Sizi topraktan
yarattık, yine oraya döndürecek ve sizi tekrar oradan çıkaracağız. (Taha: 55)
Ve o esnada da boynunu koparmışlar. O anda kanı fışkırmış ve fışkıran kanı
Haccacın üzerine gelmiş. Öyle bir korkmuşki altı ay yatakta yatmış ve ölmüş.
İstiska hastalığına yakalandı deniliyor. Yani suyu çok içme hastalığı Suyu o
kadar içiyorda yine doymuyor, içe içe içe karnı patladı ve yarıldı. Geberdi gitti.diyor
tarihçiler.
Ne tarafa yönelirsek
Allah'ı o tarafta buluruz biz. Fıkıh kitaplarımızda şöyle der. Karanlık bir
gecedesiniz veya bilmediğiniz bir vadidesiniz. Güneş yok yıldızlar yok. Kıbleyi
tayin edemiyorsunuz. Ne tarafa namaz kılacaksınız? Kalbiniz hangi tarafa
fazlaca kanaat getirmişse o tarafa kılıyorsunuz. Sabahleyin bir de baktınız
ki, tam aksi istikamete kılmışsınız. Namazınız caizdir.[229]
(116)
"(O zalimler): "Allah çocuk edindi" dediler. O (bu tür
noksanlardan) münezzehdir. Bilakis gökler de ve yerdekiler de Onundur. Hepsi
Ona itaat eder."
Yani Allah (c.c.)
kendisine oğul edinmemiştir. Değil öyle, yerde ve gökte her ne varsa O'na
aittir, O'nundur. Oğullar O'nundur, analar O'nundur, çocuklar O'nundur, babalar
O'nundur. Denizler O'nundur, yıldızlar O'nundur, çiçekler O'nundur, böcekler
O'nundur. Yani yeryüzündeki bütün oğullar, analar, babalar O'nun olunca bunlar
içerisinden birini kendine oğul edinmesine ne gerek var. Zaten hepsi O'nun.
Yaratılmışın tamamini O yaratmıştır. Burada şu hatıra gelir: Peki kâfirler de
Allah'a itaat ederler mi? Kâfirlerin gözü de, kalbi de, sinirleri de, saçları
da, başları-da bütün vücudu aslında Allah'a itaat etmektedir. Çünkü vücudunda
cereyan eden Allah'ın tabii kanunudur. Orada itaat var. Onun isyanı, iradesini
kötüye kullanmasıdır. İradesiyle Allah'ı kabul etmesi gerekirken, reddetmekte
veya inkâr etmektedir. Günaha girdiği kâfir olduğu oradandır. Yoksa inkarcı
insanın bile vücudundaki hücreleri, sinir sistemleri her şeyi Allah'ın koyduğu
kurallara göre hareket ettiğinden her şey O'na itaat etmektedir. Yalnız
iradesi Allah'a isyan etmektedir.
Tevbe: 30
"Yahudiler, Uzeyir Allah'ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da İsa
Allah'ın oğludur dediler. İşte onların ağızlarıyla söyledikleri sözler
bunlar,"Peki yeni bir söz mü söylüyorlar? değil. Daha önce kâfirlerin
söylediğine benzer bir söz söylüyorlar bunlar.
Yani Yahudiler'den
önce de, Hıristiyanlar'dan önce de tarih boyunca kâfirler kendilerine Allah'tan
başka ilahlar edinmişler. Onları da Allah'a biraz daha yakın göstermeye
çalışmışlar. Allah'ın oğludur demişler, veya arkadaşıdır demişler, veya bilmem
başka bir şey söylemek suretiyle Allah'a şirk koşmaya kalkmışlardır.
Batı'da yüksek
tahsilini bitirmiş, Türkiye'de Türkçe öğrenmek üzere gelmiş ve İstanbul Üniversitesinde
Yabancı Diller Enstitüsü'nde veya Türkiyat Enstitüsü'nde Türkçe Öğrenmekte olan
sekiz veya dokuz bayan, SultanAhmed'i gezmek istemişler. 0 arada Sultan
Ahmet'te Emrullah hoca efendiyle görüşmek isterler. Emrullah hoca efendi de
sen de hazır bulun diye rica etti. Beraber bulunduk. Alman mühendis bir bayan
"hepimiz bir Allah'a inanıyoruz" dedi. Ben de: "Siz üç Allah'a
inanıyorsunuz" dedim. "Hâşâ hâşa estağfirullah" diyor bana.
Bizde bir tek Allah'a inanıyoruz. "Ama okuduğunuz İncil'de İsa (a.s.)
için Allah'ın oğludur diyor. Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna sen inanmıyor
musun yoksa? dedim. İnanıyonım. İsa Allah'ın oğludur dedi.
Oğullar da bir gün
büyüye büyüye baba olurlar. Yani ilah olurlar. Olur mu öyle şey? O günden
bugüne kadar Allah niye bir tane daha oğul edinmemiş te yalnız İsa ile
yetinmiş. Olur mu bu, mantıken olmaması gerekir dedik. Anlatması güç,
anlatması güç dedi geçti.
Tarih boyunca niye
oğul edindiler? Çünkü oğul babaya biraz daha yakın olması hasebiyle, kendi
ilahlarının yüceltilmesi için böyle söyledikleri ifade edilir. Yani kendileri
İsa (a.s.)'ı, Yahudiler de Uzeyir (a.s.)'ı yüceltmek için, ilahlaştırmak için
Allah'ın oğlu demek yoluna gitmişlerdir. Ama biz, hergün namazımızda özellikle
"Ettehiyyâtü"nün sonunda namazın dışında da Eşhedü enne Muhammeden
abdühü ve Rasulühü diyoruz. "Biz şahitlik ederiz ki, Muhammed Allah'ın
kuludur ve de Rasûîüdür". Yani iîahlaştırmıyoruz. Bilakis o da bir kuldur
diyoruz.
"Deki, onlara Ben
de sizin gibi bir insanım."[230]
Yani Peygamber Efendimiz
(a.s.v.) o günün Mekke'li ve Medine'li müşriklerine ve Müslümanlarına, bu günün
Müslüman ve müşriklerine diyor ki, Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak sizden
farklı olan tarafım, "Bana vahyolunuyor." Yani Allah'tan Bana vahiy
geliyor. Yoksa Ben de sizin gibi bir insanım. Yine Ben sizin aranızda yaşadım,
Benim geçmişimi biliyorsunuz. Allah Beni peygamber olarak seçmiş bu âyetleri
vahyediyor diyor. Allah (c.c.):
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.)'a Allah (c.c.) öyle demesini istiyor. Ve biz de Allah'ı evlat edinmekten
tenzih ederiz. Buna ihtiyaç yok. Çünkü yerde ve gökte ne varsa Onundur. Ve her
şey O'na itaat etmektedir. O Allah (c.c.)[231]
(117)
"Göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O, bir işe hükmetti mi, O'nun için
yalnızca "Ol" der, o da oluverir."
Yeri ve göğü önceden
bir modeli örneği olmadan en güzel şekilde yaratandır. el-Bedi1 örneği olmadan,
modeli olmadan yaratan Allah (c.c.) mânâsına geliyor. Yeri ve göğü daha Önce
bir benzeri görülmeden en güzel şekliyle yaratandır. Bir işe hükmettiği zaman,
ona ancak ol der, o da oluverir buyuruluyor. Kainatın yaratılışı, yerin ve
göğün yaratılışı konusunda Aîlah (c.c.)'nün "kün" emriyle bu
kainatın oluşuverdiğini bu âyet-i kerîmede ve buna benzer bir çok âyet-i
kerîmede Allah (c.c.) haber veriyor
"Bir şeyin
olmasını istediğinde 'Ol' der, o da oluverir"[232] buyuruluyor.
Günümüzde de
araştırmacılarımız; şu şundan olmuştur, bu bundan olmuştur. Şunun oluşmasına
sebep budur. Bunun oluşmasına sebep şudur diye gidiyor gidiyor. Bir yere varıp
bir çıkmaz sokağa girip orada kalıyor neticede. Bundan ötesine aklım ermez
diyor. Onun ötesine de varacak insanlar vardır beîki.Yani sonunda (kün)
emrinin gereğiyle bu kainatın oluştuğunu insanoğlu belki görür, belki
görmeyebilir, ama biz görmeden de iman ediyoruz ki, bütün kainat Allah
(cc.)'nün (ol) demesiyle oluvermiştir. Çünkü yer yüzünde en akıllımız yani
yaratıkların en akıllısı insanoğludur ve bu insanoğlu da mevcut olmayan bir
şeyi bugüne kadar yaratmamıştır. Olanları bir araya getirmek suretiyle yeni
başka şeyler meydana getirmişlerdir ama olanlardan yararlanarak meydana
getirmişlerdir. Olmayan bir şey sonradan yaratılmamıştır.[233]
(118)
"Bilgisizler: "Allah bizimle konuşsa veya bize bir âyet getirseydi
ya" dedi. Onlardan öncekiler de işte böyle tıpkı onların dediği gibi
demişti. Kalpleri birbirine benzedi. Kesinlikle insanlar için biz âyetleri
apaçık gösterdik."
Cahil, bilgisiz
kişiler bilmeyen kişiler dediler ki, Allah bizimle konuşmalı değilmiy di? Yani
Allah bizim karşımıza geçse dese ki bu Allah'm Rasûlüdür. Bu gönderdiğim kitap
Bendendir dese olmaz mıydı? Veya bize bir âyet getirseydi, mucize getirseydi
ya, diyorlar. Bunu diyenler cahiller diyor Allah (c.c). Bilmeyen kişiler böyle
derler; ama aklı başında olan biraz bilinci yerinde olan kişiler böyle
demezler. Düşünürler: Bu Muhammed bizim aramızda 40 sene yaşadı. Beraber
gezdik, beraber oyun oynadık, beraber davar güttük, koyun güttük bu adamla.
Bunun gördüğüyle bizim gördüğümüz aynı, duyduğuyla bizim duyduğumuz aynı, aynı
havayı teneffüs ettik biz. Ama kırkından sonra öyle şeyler söylüyor ki, biz
söyliyemiyoruz. Öyle hareketler yapıyor ki, biz yapamıyoruz. Öyle ise bu bizden
farklıdır, demesi gerekirken, Allah bizimle konuşsaydı ya veya bir mucize
getirseydi ya diyorlar Allah (c.c.) Ondan öncekilerde bunların söylediğinin
aynısını söylediler buyuruyor. Daha önce geçen insanlar da buna benzer söz
söylemişler. Mesela yukarıda Bakara sûresinin 55. âyet-i kerîmesinde geçmişti.
Tefsirini yapmıştık. Allah'ı apaçık şöyle şu gözlerimizle görmeden biz Allah'a
iman etmeyiz veya Hz. Musa'ya Allah'ı bize göster diye ısrar etmişlerdi veya
bir başkası çıkmış;
"Şöyle
yeryüzünden ırmaklar akıtmadığın müddetçe biz sana iman etmeyiz."[234]
Yani şu kuru vadiden ırmak akıt öyle iman edelim demişler. Bir başka grupta
yukarda geçti. Hz. Musa (a.s.) ile Tih Sahrasına gittikleri halde orada
susuzluktan yanarken Musa (a.s.)'ın onlara kayadan su çıkardığını gördükleri
halde, yine de iman etmiyenlerdi.
Hıristiyanlar da Hz.
İsa'ya şöyle diyorlardı.
"Allah'ın, bize
gök yüzünden spfra indirmeye acaba gücü yeter mi?" (Maide:112)
Allah yeryüzünde sofra
verirken onu görmeyen insan, gökyüzünden inince görecek mi acaba? Bu kara
topraktan sari buğdayı çıkaran ve bize ekmek yapıveren Allah (c.c.) o,kara
topraktan beyaz çiçeği yaratan ve bize veren Allah (c.c.) bu tabiat sofrasını
öküz gözüyleki aslında bu söz öküze hakaret olur-görenlere gökyüzünden sofra
inse bile, iman etmiyecek olanlar yine iman etmezler.
Yukarıda bir söz
söylemiştik. Bu günün kâfiri yani şu anda 1990 yılında Batı'da veya doğuda bir
feylesof yetişmiş şöyle şöyle diyormuş. Bir felsefî akım geliştiriyormuş,
deseler diyorum, adamın söyledikleri de bir kitap haline getirilse, güzel
söyledikleri olabilir, her kâfir illâ kötü söz soyliyecek, söyledikleri hep
yanlış olacak diye bir kaide yok. Peygamber Efendimiz (a.s.v.), cahiliyye
dönemi şairlerinden bir şairin şiirini dinlemiş. "Allah'dan başka her şey
batıldır yani yok olup gidecektir" diye bir şiir. Bunu duyunca Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) demiş ki, bu söz her ne kadar bu şairin şiirinde söylenmiş
söz ise de, geçmiş peygamberlerden bir peygamber sözüdür. Yani kâfirin ağzından
çıkmış ama bir peygamberin sözü ona kadar gelmiş, o da onu nakletmektedir diyor
Efendimiz (a.s.v.)
Şimdi bir kâfir de çok
güzel bir söz söylese biz onun yerini Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın kelâmı olarak
veya bir peygamberin sözü olarak yerini bulabiliriz. Eğer söylediği kötü bir
söz ise onun da yerini bulabiliriz. Ya firavun söylemiştir, ya şeytan
söylemiştir, ya Nemrut söylemiştir veya öylesine bir kâfir, ya Yahudiler veya
hatta Hıristiyanlar söylemişlerdir. "Yani söylenmedik söz kalmadı"
derler ya işte öyle bir şey,
Allah (c.c.) da burada
bunların durumuna dikkat çekiyor. Bunların söyledikleri yeni değil. Daha
öncekiler de böyle söz söylemişti. Bunların kalpleri birbirine benzer diyor.
Yani bin sene evvel yaşayan bir kâfirin kalbiyle, bin sene sonra gelmiş, aynı
sözleri söyliyen kâfirin kalbi birbirine benzer diyor. Hani Allah'ı görmeden
iman etmeyiz diyen. Yahudi kâfirinin kalbiyle, günümüzde ben laboratuvarda inceleyemediğim
şeye iman etmem diyen kâfirin kalbi aynıdır.
"işte ağızlarıyla
söyledikleri söz bu"[235] Bu Yahudi ve Hı-ristiyanlar'ın şirk kokusu
olan mahza şirk olan bu sözleri daha önceki kâfirlerin sözlerine benziyor
diyor. Yani Yahudiler'den önce de kâfir olanların söylediği sözü Yahudiler
tekrarlamış, Yahudiler'in tekrarladığı bu sözü de günümüzde bir iki kâfir, ben
görmediğime inanmam demek suretiyle tekrarlanmasına devam ediyor. Allah (c.c.)
de onların kalpleri birbirine benzer diyor.
Buradan şunu anliyoruz:
Bize çocukluğumuzdan beri bazı büyüklerimiz, aman ha filan kâfirle mücadele
verebilmek için onların kitaplarını okuyun derlerdi. Hiç Kur'ân okumaya sıra
gelmezdi. Kur'ân veya Hadis-i .Şerif okumaya sıra gelmezdi de, o günlerde
Türkiye'de Türkçe yayınlanmış bütün' imansız kitapları gözden geçirdik,
okuduk. Ne kadar varsa, belki imansız kesim bu kadar okumadı. Biz onların
kitaplarını okuduk. Ama Kur'ân ve sünnete sıra gelmemişti. Halbuki şimdi
anlıyorum ki, Kur'ân-ı Kerîmi okusaydık, çok iyi de anlamış olsaydık, onların
ne söyleyebileceğini tahmin ederdik. Kâfirin söyleyebileceği şunlardır. Çünkü
onların kalpleri birbirine benzer. Dilleriyle söyledikleri de kalplerinin tercümanıdır
zaten. Kalplerinde olanı dilleri tercüman olarak söyliyecektir, ve şunları
söyleyecektir diyebilirdik. Yakın sahibi olan yani bütün edindiği ilimleri,
bilgileri bir delille elde eden kişiler için âyetlerimizi böylece açıkladık
diyor Allah (c.c).
Her konuştuğu, her
söylediği, her iman ettiği konuda bir delili olan kişilere yakin sahibi
deniliyor. O tür kişilere de biz âyetlerimizi açıkladık diyor Allah (c.c). Yani
iyi insanların söylediklerini ve davranışlarını öğrenmek isteyenlere Allah'ın
âyetleriyle açıklanmıştır onların durumu. Kötü insanların düşünceleri,
davranışlarını öğrenmek istiyorsanız buyurun yine Kur'ân-i Kerîm'de o tür
insanların sözleri ve davranışları, düşünceleri açıklanmıştır.[236]
(119)
Şüphesiz Biz Sen'i müjdeci ve korkutucu olarak Hak (Kur'ân)'la gönderdik. Ve
Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin.
Biz Sen'i Hak ile
gönderdik. Hak, Cenab-ı Allah'ın bir ismidir. Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in ismidir.
Hak gerçek mânâsına doğru mânâsına gelir. Allah (cc.)'den bize gönderilen
kanuna da Hak diyoruz. Çünkü hak olan Allah (cc.)'den geldiği için hakdır.
Çoğulu da Hukuktur. Hani hukuk fakültesi diyoruz. Hak kelimesinin çoğuludur
Hukuk.
Hak, Hak olan Cenab-ı
Allah'dan gelirse hak olur, hukuk olur. Yoksa bunu insan belirlemeye kalkarsa
o, hak veya hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak
olmayandan, hak türemez, gelmez. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu vardır. Evveli ve
Sonu vardır. Belirli zaman içerisinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisi
altında kalır. Her an da düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi
hak olmayanın söylediği hak ve hukuk olamaz. İnsanları bağlamaz, ama Hak olan
Allah (c.c.) indirdiği kitap, Haktır, Hukuktur. Peygamber Efendimiz'e (a.s.v.)
de "Biz seni Hak ile gönderdik, mü'minleri Cennetle müjdelemek, kâfirleri
de sakındırmak, Cehennemden sakındırmak üzere. Sen cehennem halkından sorumlu
değilsin."
Yani bu insanlar niye
Cehenneme gittiler diye yarın öbür dünyada Sana sormıyacağız. Ama Sen görevini
yerine getireceksin.Mü'minlere hep müjde vereceksin; Ve aynı zamanda nezirsin
de, Cehennemden sakındıracaksın. Mü'minine, kâfirine Cenneti göstereceksin, o
tarafa yönelteceksin. Ama geriye kaldıkları takdirde Cehenneme de düşürülü
verillceklerini haber vereceksin.
Yani Allah'ın koyduğu
sınırlar içinde yaşandığı takdirde Cennete gidileceğini, dünyada devlete,
ankette Cennete varılacağını, bu sınırlara riayet etmeyip telaşlananların
Cehenneme yuvarlanacaklarını duyurmakla görevlisin. Yoksa; onlar üzerine
musallat biri değilsin,[237]
Onlar üzerinde dine
zorlayıcı da de$ilsin.Dinde zorlama yoktur.[238]
Yani tabancayı alıp
insanların kafasına tutup iman et demek yoktur. Çünkü iman denen şey gönül
işidir. İnsan tabancanın altında iman ettim diyebilir. Ama tabanca üzerinden
çekilince, evine gidince, yalnız kalınca iman etmedim der. Onun için imansızı
tabancayla imanlı yapmak zordur. Zor değil imkânsızdır. İmanlıyı imansız
yapmak, imansızı da imanlı yapmak mümkün değildir.
Bilindiği gibi Ammar
b. Yaser'i, anası ile babasını, gözünün önünde işkence ederek şehit etmişler.
Ammar b. Yaserde kafirlere pekiyi sizin dediğiniz gibi olsun demiş. Peygamber
Efendimiz'in yanma ağlıyarak gelmiş ve Peygamber Efendimiz "O sözü
söylediğinde kalbin nasıldı" diye sormuş. "Kalbim imanla dopdoluydu
Ya Resûîellah" demiştir. Peygamber Efendimiz de tekrar sana aynı şeyi,
işkenceyi yaparlarsa sen de o sözü söyleyiver demiştir.
Yani zorla imana
getirilmez. Zorla da küfre döndürülmez. O bir gönül işidir. Sevgi de Öyledir.
Zorla bir insanı sevemezsin. Kendinizi zorlaşanız da yapamazsınız. Başkası
zoriasa da yapılmaz bu iş. O bir gönül işidir.
Burada Sen Cehennem
halkından sorumlu değilsin diyor Peygamber Efendimiz'e Biz de; bu insanlardan
sorumlu değiliz diyemeyiz. Beşîr ve Nezirlık görevini yaparsak o zaman
diyebiliriz. Yani biz dilimizin ve gücümüzün yettiği kadar görevimizi yerine
getirirsek, bu insanların en yetkilisinden en yetkisizine kadar herkesin
evine, dairesine, bürosuna, dükkânına, iş yerine, kışlasına kadar gidip
Beşirlik görevini yani Allah (c.c.)'nün dünyada devlet vadettiğini, ahirette
Cennet vadettiğini, iman edildiği takdirde bunları vereceğini bu insanlara
duyurursak...
Yok eğer Allah'a iman
etmediğimiz takdirde hem bu dünyada zillet hem de ahirette Cehennem olduğunu
söylersek, münasip bir dille Allah'ın kelâmım anlatırsak "ya Rabbi benim
gücüm bu kadar. Bana verdiğin gücü ben yerine getirdim, kullandım"
diyebilirsek, o zaman bu insanların isyanda diretmeleri ve inat etmelerinden
dolayı da hesaba çekilmeyiz. Ama canım bilmiyorlar mı diyorlar. Evet bazı
arkadaşlarımız diyor ki, canım bilmiyor mu?
Arkadaşlar! Biz de bir
çok bildiğimizi başkalarının teşvikiyle yaparız. Başkası teşvik etmezse
yapmayız. Biliyoruz ama yapmıyoruz. Fakat bir başkası hadi Ahmed'im,
Mehmed'irn, Velim, Ali'rn şöyle yapalım deyince yapıyoruz. O demezse
yapmıyoruz. Ama yapılması gerektiğini biliyoruz. Yani insanlar mutlak surette
bir başkası tarafından, bir yakım tarafından teşvik edilmeyi beklerler. Onun
için biz de bu dini başka insanlara duyuracağız. Onların yanına kadar gideceğiz
ve meseleyi tekrar, yeniden anlatacağız. Bildiği meseleyi bir başka yönüyle
anlatma tarafına gideceğiz.[239]
(120) Sen onların dinine uymadıkça, ne Yahudiler ne de
Hıristiyanlar asla Send'en hoşnut olmazlar. Deki: "Gerçekten doğru yol,
Allah'ın yoludur." Sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan,
Sana Allah'dan ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
Allah (c.c.) bugün
müslümanların dünya genelindeki müslümanlann özellikle Türkiye'deki
müslümanlann bir yanılgısına 1400 sene evvelinden cevap veriyor ve doğrusunu
bildiriyor bize.
Allah (c.c.) Yahudiler
ve Hıristiyanlar, siz onların dinine girmedikçe yani Yahudi ve Hıristiyan
olmadığınız müddetçe asla sizden hoşlanmazlar diyor. 70-80 seneden beri biz de
sizin gibi olduk, bak sizin gibi giydik, sizin gibi yazıyoruz. Yazıyı eskiden
sağdan sola doğru yazardık. Sizin hatırınıza soldan sağa doğru yazmaya
başladık. Eskiden tepeden tırnağa giyinirdik, sizin hatırınıza altıda üstüde
kaldmverdik, cıbıldak dolaşmaya başladık. Sizin gibi içiyoruz, sizin gibi
düşünüyoruz, sizin gibi geziyoruz dedik, adam "yo dedi". Niye yo?
dedi. "Yahudi olmadınız, Hıristiyan olmadınız" diyor.
Allah (c.c.)
kesinlikle bize bildiriyor.
Yahudiler ve
Hıristiyanların dinlerine girmediğiniz müddetçe onlar sizden hoşnut
olmayacaklardır. Razı olmayacaklardır. Biz bir yol arıyoruz. Daha önce NATO'ya
girmişiz. Topyekün Müslümanlar girmedi de yukardaki adamlar girmişler. Yani
kendi kendilerine gelin güvey olmuşlar. Yoksa bu halka hiç sorulmamış girelim
mi diye. Bir yol aranıyor. NATO yolu denmiş. Birleşmiş Milletler denmiş. Şimdi
de AT yolu deniliyor. Yani buraya girerseniz kurtulursunuz diyorlar.
Allah (c.c.) de diyor
ki, Yahudiler ve Hıristiyanların dinine girmezseniz onlar sizden razı olmazlar.
Deki gerçek yol Allah'ın yoludur. Yani AT'ın yolu değil, putun yolu değil,
Allah'ın yoludur. Kendinize yol mu arıyorsunuz? Buyurun gerçek yol Allah'ın
yoludur. Sana bu ilim geldikten sonra da Sen onların nevasına uyarsan yani
kendi akıllarından yazdıkları kanunlara tabi olursan, Allah tarafından Sana
bir dost da yoktur, bir yardımcı da.yoktur diyor. Ahiret için söylenmiş âyetler
değil bunlar. Bu dünya içinde geçerli âyetlerdir. Ahiret için de geçerlidir.
Allah'ın yolu bu tarafta dururken, Allah'ın yolu işte burda. Öbür tarafta da
AT'ın veya putun yolu var. Eğer sen o ATın veya putun yoluna tabi olursan, bu
ilim de yani Kur'ân'da sana verildikten sonra uyarsan, o zaman Allah'ın yardımı
senin üzerinden kalkar. Ve öyle de olmuş. Biz Allah'ın Kitabına tabi olmayı
bırakıp, başkalarının kitabına tabi olmaya başladığımızdan bugüne kadar hâlâ
belimizi doğrultamarnışız. Değil öyle gelişmiş ülkeler arasında sayılmak,
"gelişmekte olan ülkelerde de hatır için söylüyorlar. Onurumuzu kırmamak
için söylüyorlar. Daha da bu yolda belimizi doğrultmamız mümkün değil. Hani
birisi önde gider, birisi de onu taklit ederse, takip ederse, takip etmeyi Türkçe'kullamyoruz.Takip
aslında Arapça bir kelimedir. Takip, adamın ökçesinin bastığı yere basarak
gitmektir. Eğer takip edecek olursanız o adamı hayat boyu geçmeniz mümkün değildir.
Yani önünüzdeki birinin izini takip edeceksiniz, o adamı geçmeniz mümkün değildir.
Çünkü adamın izine gözünü alıştırmışsın, o iz olduğu müddetçe gideceksin.
Baktın ki, adam durmuş, sen de duruyorsun. Vardır bir hikmeti diyor. O duruyor
sen duruyorsun, o yürüyor sen de yürüyorsun.
Hani buna misal olarak
şunu verirler. Bir zamanlar denizlerde hakim olan Portekizlilermiş. Adamların
kalyonlanyla önlerine çıkanları ezip gidiyorlarmış denizlerde.
O gün için Osmanlı'nın
sultanına da efendim biz de kalyon yapalım demişler. Demiş ki, kalyonu yaparsak
onları takip etmiş oluruz. Ve onları hayatta geçemeyiz. Biz de kendimize has
gemi icat edelim, demişler. Kadırgaları icat etmişler. Ve kadırgalarla
kalyonlar Akdeniz'de çarpışınca kadırgalar, kalyonlara galip gelmiş. Ondan
sonra da gemicilik sanayiinde de birinci sırayı almışlar. Eğer bir kalyon
yapmaya kalksalardı bitmişti. Portekizliler bir başka modelini yapacaklardı,
bunlar da o modeli alacaklardı. Ondan sonra onlar bir modele gideceklerdi,
bunlar onu takip edeceklerdi ve ömür böylece zillet içerisinde geçmiş
olacaktı.
Koşuda adamlar rekor
kırmaya koşarken birbirlerini takip etmiyorlar. Hepsi ben öne geçeyim diye
çalışıyor ve içlerinden bir tanesi de kazanıyor tabiki.
Allah (c.c.) burada
takip etmeyi tabi olmak kelimesiyle ifade ediyor. Eğer onlara tâbi olmuş
olsaydın o zaman Allah da senden yardımını, kesiverirdi, diyor. Yol arıyorsan
Allah'ın yoludur.[240]
(121)
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler,"onu hakkını vererek okurlar. İşte
onlardır ona iman edenler. Kim ona küfrederse, onlar zarara uğrayanların tâ
kendisidir.
Bunun tefsirinde İbni
Abbas (r.a.) diyorki: "Maharici Hurafa riayet ederek" yani harflerin
hakkını vererek, mânâsını anlayarak, anladığı mânâ ile amel ederek" diye
anlatmışlar. Yani hakkıyla Kur'ân okumak denilince hatıra bu gelmelidir. Hani
bazı arkadaşlarımız okuyorlar, hakikaten güzel de okuyorlar, hayran da
oluyoruz. Belki biz sesinin güzelliğine hayran oluyoruz. Ne güzel okudu yahu
filan diyoruz. Benim çok sevdiğim bir arkadaşım Kur'ân okumaya yeni
başlamıştı. Elif-Ba'dan başlamıştı. Şimdi Kur'ân'ı baştan sona her hangi bir
âyetini okusanız şunu kas-dediyor diyebiliyor. Arapça bilmiyor da, bu âyette şu
anlatılıyor diyor. Yani tefsirinden ve mealinden o kadar çalışmış ki, bu âyet
şunu kasdediyor diyebiliyor.
O arkadaş diyor ki;
Camide cemaatla namaz kılıyoruz. İmam efendi namazda yani cehri olan namazlarda
akşam, yatsı ve sabah namazlarında okuduktan sonra yani namaz kılındıktan sonra
diyordum ki, hocam teşekkür ederim. Bugün şöyle bir mesaj verdiniz cemaata
diyorum. Hoca vallahi ben okuduğumun anlamını bilmiyorum diyormuş. Bu okumak
değildir. Yani hakkıyla okumak değildir. Okumaktır da hakkıyla okumak değildir.
Hakkıyla okumak biraz önce dediğimiz gibi harflerinin hakkını vererek, mânâsını
bilerek bildiği mânâ ile amel ederek okumaktır. Bildiği mânâ ile amel etmeyen
adamın hali çok afedersiniz, benzetmesi belki biraz hoş değil ama, çocuğa
evlilik hakkında bilgi veriyorsunuz, kitap okutuyorsunuz, bilgi veriyorsunuz,
sonra da dünyanın en güzel kızıyla çikolatayı yanyana koydunuzmu, çocuk 7-8
yaşında olduğu için çikolatayı alıp geçip gidiyor. Oğlum gelini al kızı al,
hayır çikolatayı alıyor. Çünkü anlamıyor, yani öğrendiğini tatbik edecek kıvama
gelmemiş çocuk. Burada da adam mânâsını bilir. Âyet-i kerîmeyi baştan sona
kadar anlar, ama amel etmemişse bu adam baliğ olmamış demektir. Şeyh Sadiyi
Şirazi'ye sormuşlar, "Efendim insanın baliğ olma yaşı kaçtır?" demişler,
"Fakihlere sorarsanız fıkıh kitaplarında erkek ihtilam olursa, kadın da
âdet görürse akıl baliğ olmuş diye yazar. Ama bana göre bir adam kârıyla
zararını bilemezse, küfürle imanın arasım fark edemezse kırkına da gelse o adam
akıl baliğ olmamış demektir" diyor.
Akıl baliğ olmamış bu
insanlara mânâsını anlamadan okuyanlar, mânâsını bilip te amel etmeyenler, bir
yerde akıl baliğ olmamış insanlardır. Yani o zevkten tatmamış insanlardır.
Hakkıyla okuyanlar, işte onlardır iman edenler. Hakkıyla okuyanlardır
gerçekten iman edenler. Kim de onu inkâr ederse, küfrederse, hüsrana uğrayanlar
da işte onlardır, zarara girenler işte onlardır diyor Allah (c.c).
Bu konuda başka âyet-i
kerîmeler de var. Yani hakkıyla okuyanlar, okumayanlar konusunda. Ehli kitaptan
Allah'ın Kitabı olan Tevrat'ı, Allah'ın Kitabı İncil'i hakkıyla okuyan
insanlar vardır.Kasas: 52, 53,54[241]
(122) Ey
İsrailoğullan, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı
hatırlayın.Tevrata sarıldıkları oranda yücelmişier! Tevrat'tan uzaklaştıkça
alçalmışlar.[242]
(123) Hiç
bir kimsenin hiç bir kimse adma ödeme yapamayacağı, hiç bir kimseden fidye
kabul edilmeyeceği ve hiç bir kimseden de şefaat kabul edilmeyeceği o günden
sakının.
Aracı da geçerli değil
orada. Kâfirler için bir kere aracı hiç yoktur. Şeafaat da yoktur onlara.
Kâfirlere şefaat yoktur. Onlara yardım da olunmaz. Yani melekler yardım etmez,
insanlar da yardım etmez.
Onun kazancı da, malı
da, askerî gücü de, ekonomik gücü de fayda vermemiştir diye Tebbet Sûresinde
okuyoruz.[243]
(124) Hani
İbrahim'i, Rabbi birtakım kelimelerle imtihan etmişti de o da bunları tam
olarak yerine getirince "Allah da:" Ben Seni bütün insanlara imam
(lider, reis) yapacağım" demişti. (İbrahim) "Soyumdan da"
deyince (Allah) "zalimler Benim ahdime (imamlığa) erişemez" demişti.
Rabbi İbrahim'i bazı
kelimelerle imtihan etti. İbrahim de o imtihanda başarılı oldu, tamamladı. Yani
Allah (cc.)'ın emrettiklerini yerine getirdi, yasaklarından kaçındı. Böylelikle
imtihanda da başarılı oldu.
Başarılı olunca O'na
bir şahadetname verilmelidir, mükâfat verilmelidir. Allah (c.c.) de diyor ki,
İbrahim (a.s.)'a "Ben Seni insanlara imam kılıyorum" . Peygamber
yerine burada imam kelimesini kullanmış Allah (c.c). Kendisine uyulan kişi
demektir. Peygamberlerin hepsi imamdırlar. Ama bugün imamlığı, imameti suğra ve
imameti kübra diye' ikiye ayırıyoruz. Asıl imamlık, imameti kübra dediğimiz
şey, bu devlet başkanlığı için kullanılıyor. İmamet suğra mahallede cami
imamına, camide cemaatın önüne kim geçiyorsa o imama denir. Dört rekatlı, üç
rekatlı veya iki rekatlı namazda kişilerin önüne geçmesi ve insanların da ona
uyması nedeniyle ona da imam denilmiştir ama, Kur'ân-ı Kerîm'de imam denildiğinde
kasdedilen devlet başkanı ve peygamberler kasd edilir. Bir de küfrün
önderlerine.imam deniliyor. Kendilerine uyulan kişi olmaları nedeniyle küfrün
Önderleri için Allah (c.c.) imam kelimesini kullanıyor.
Ben seni insanlara
imam kılacağım. Yani peygamber ve devlet başkanı kılacağım. Demekki insanların
devleti ele geçirmeleri için Allah (c.c.)'nün kelimelerini yerine getirmeleri
gerekiyor. İbrahim (a.s.) bazı emirleri alıyor, bazı yasaklan alıyor, emirlere
ve yasaklara riayet ediyor. Yani Allah (c.c.)ın tam yönlendirdiği bir insan
oluyor. Ve Allah (c.c.) de Onu imam kılıyor. Öyle deyince, İbrahim (a.s.) da,
Ya Rabbi Benim neslimden gelenleri de imam kıl, devlet başkanı ve peygamber
kıl diye dua ediyor. Allah (c.c.) de buyuruyor ki, Benim bu ahdim bu sözüm
zalimlere ulaşmaz. Yani bu imamlık makamına zalimler geçemez.
Peygamberlik makamına
zaten zalim insan geçemez. Ama biz imam kelimesini devlet başkanlığı olarak
alacak olursak yine aynı şekilde "zalimler bu makama nail olamazlar"
deyince o zaman şu hatıra gelir: Bugün yeryüzündeki bütün devlet başkanları
acaba adiller de, biz mi farkında değiliz? Adamlar devlet başkanı olmuşlar...!
Tarih hiç şunu yazmamış: Adil bir topluluğun başına tarih boyunca zalim bir
devlet başkam hiç gelmemiş. Tarih kaydetmemiş. Zorla da gelmemiş yani zorla
dahi olsa adil bir topluluğun başına zalim bir devlet başkan gelememiş.
Gelemezki. Eğer biz topyekün adil, dürüst insanlar olsak, birbirimize de tutkun
olsak, şurada bir insan ne kadar güçlü olursa olsun, bize hakim olamaz. Ama biz
birbirimizle bağmtısız olacak olursak, bağlantısız olacak olursak, bana
değmesin de ne yaparsa yapsın diyecek olursanız güçlü kuvvetli bir adam,
yumruğu yerinde bileği yerinde bir adam, teker teker buradaki 300 kişiyi döver.
Bin insan"Beni sokmayan yılan 1000 yıl yaşasın" diyorsa, belki en
sonuncu olarak o sokulabilir ama sokulacaktır. Madem ki, bur-dadir, o da
sokulacaktır. Fakat sıradan gidecektir. Bana değmiyor, bana değmiyor derken bir
gün kendisine değecektir, âyeti kerîmede;
Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor.[244]
Evvela insanlar kendi
kendilerini değiştiriyorlar. Sonra da Allah onları değiştiriyor. Yani insanlar
içerisinde bozulma meydana gelince onların başına da bozulmuş bir insan
çıkıveriyor.
Bir hadis-i şerifte
de; "Nasılsanız Öyle idare olunursunuz" buyuruyor Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) (Keşfül-Hafa, Hakimden naklen).
Bir başka hadis-i
şerifte de; "Sizin devlet başkanlarınız sizin amellerinizdir" diyor.
(Keşfül-Hafa, Taberaniden naklen)
Amelleriniz toplanmış
toplanmış şekillenmiş bir adam şekline bürünü vermiş diyor.[245]
(125) Hani
Biz Beyt (Kâbe)'yi insanlar için sevap kazanma ve güvenlik yeri kılmıştık.
"İbrahim'in makamından namaz kılacak yer edinin." İbrahim'le İsmail'e
de "Beytimi (Kabe)'yi tavaf edenler, iti-kafa girenler, rüku ve secde
edenler için temizleyin" diye emir vermiştik.
Hani biz Beyt'i, yani
Kâbe-i Muazzama'yi yani Harem-i Şerifi, Mek-ke-i Mükerreme'deki mescidi,
Beytullah'ı, insanların toplanma yeri ve emin yer olarak kılmıştık diyor Allah
(c.c). İbrahim'in makamını musalla kılınız, namazgah kılınız. İbrahim'in
makamında namaz kılınız mânâsına geliyor ki, hacca gidenler bilirler. Hemen
Haceru'l-Esved'den başlayıp beş altı adım veya on adım gidildikten sonra orada
cam ve tunçla kaplanmış bir şey vardır.- Onun içinde de bir taş vardır. Orası
Makam-ı ibrahim diye bilinir. O taş rivayete göre, İbrahim (a.s.) Kâbe-i
Muazzama'yı yaparken yukardaki taşları koyabilmek için ayağının altına koyduğu
tas. Yani iskele yaptığı tas. Bina yaparken iskele kurarlar ya. Onu iskele
olarak kullanmış.. O taştan bir parça orada teberrüken saklanmaktadır. El
sürme falan doğru değildir. Hani bazı hacılarımız giderler o camın dışından
filan el sürerler ama onlar doğru değildir.
Allah (c.c),
İbrahim'in makamını musalla edininiz. Yani namazgah ediniz. Orada namazınızı
kılınız diyor. Onun için tavafım bitiren insanlar, yani Kabe'yi 7 defa tavaf
ettikten sonra Makam-ı İbrahim'in arka tarafında iki rekat namaz kılarlar.
Bu âyet-i kerîmeden
bizim anladığımız şu', kabirlere, peygamberlerin izlerinin olduğu yerlere
tapınmamak kaydıyla, peygamberlerin ve salih insanların oturduğu, kalktığı,
tuttuğu yerler diğer yerlerden daha değerli kabul edilebilir. Ama tapınmamak
kaydıyla. Bazıları tapınma durumuna getirmiştir. Eski kabirleri şunları
bunları. Hatta hani dağda bir eşkıya bir eşkiyayı öldürmüş, üstüne de bir iki
taş yığıvermiş, aradan yüz sene geçmiş o eşkıya halkın dilinde mübarek zat
olmuş çıkmış. Ondan sonra çocuğu olmayanlar, köpeği yaşamayanlar bilmem ne
etmiyenler. oraya gidiyorlar, çaput bağlıyorlar, kurban adıyorlar. Bunlar
yanlış şeylerdir. Olmayacak şeylerdir. Ama bir peygamber diyelim ki, şuraya
uğramıştır, oraya uğramak günah değildir. Buna misal olarak İbrahim (a.s.)'ın
makamını kendinize namazgah edininiz âyet-i kerîmesi var. Hz. Aişe Validemizin
evinde Peygamberimiz vefat etmiş ve oraya defnedilmiş, defnedildikten sonra da
Hz. Aişe Validemiz aynı evde namazını kılmaya devam etmiş.
Türkiye dışında bir
kısım insanlar " kabrin olduğu yerde namaz kılınmaz" diyorlar.
Peygamber Efendimiz'in bulunduğu mescidde namaz kılıyoruz biz. Mescid-i
Nebevi'de namaz kılıyoruz. Hz. Aişe Validemizin evine defnedilmiş ve Hz. Aişe
Validemiz de o evde Efendimiz vefat ettikten sonra da namaz kılmıştır.
Sahabeden îtban b.
Mâlik, bir gün Peygamber Efendimize gelmiş. Yâ Resûlellah, ne olur benim evime
kadar gelsen, evimde bir namaz kıl-san da daha sonra ben namazımı orada kılsam.
Yani senin namaz kıldığın yerde kılsam, diye ricada bulunmuş. Peygamber
Efendimiz de onun evine kadar gitmiş,
iki rekat namaz kılmış. Ondan sonra Itban b. Mâlik'te evinde nafile namaz
kıldığında Efendimiz'in o oturduğu, namazını kıldığı yerde kılmaya devam
etmiş. Bunu bize Buhari Kitabu't-Tatavvu yani nafile bölümünde, Müslim Mesacid
bölümünde, İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsnedin 5. cildin 449. sahifesinde, İbnü
Mace de 754 nolu hadisinde bir çok hadiscimiz bu olayı bize haber vermiştir.
Buradan da anlıyoruz
ki, salih insanların tuttuğu, yaptığı şeyler bazı insanların yaptığından
değerli olur. Ancak onların zatından kaynaklanmıyor bu iş. Bu salih bir
zattır, iyi bir insandır yaptığı iş Kur'ân ve Sünnet'e uygundur, uygun olması
gerekir. Öyle ise ben de onu yapayım demek, sıradan bir insanın yaptığını
yapmaktan iyidir. Ama burada da gaye Kur'ân ve Sünnet'tir.
Hani son zamanlarda
eser yazanlardan bir tanesi diyor ki, benim kitaplarım sizi Kur'ân ve Sünnet'e
yönelttiği gün, benim kitaplarımı okumayı bırakın. Yani benim kitaplarım
Kur'ân ve Sünnet'e yöneltmek için yazılmış bir kitaptır. Onu s ağlayabilmiş
sem benim kitaplarımı bırakın.
Yani insanlara değer
verişimiz, Kur'ân ve Sünnet'e olan bağlılıkları ve hizmetleri oranındadır.
ibrahim ve ismail'e
(a.s.) - İbrahim ve İsmail ki, baba oğuldurlar-. Şöyle emrettik, vasiyet ettik.
Tavaf edenler ve daima ibadet edenler çokça rüku ve secde edenler için evimi
temizleyin diye emrettik. İbrahim (a.s.) ile İsmail (a.s.)'a görev veriliyor.
Kâbe-i Muazzama'yı önce putlardan temizlemekle, sonra kötü insanlardan
temizlemekle, her türlü şirke giden yolları kapatmakla, bir de maddi
pisliklerden yani insanların meydana getirdiği pisliklerden de temizlemekle
görevlendirdiğini Allah (c.c.) bize haber veriyor. Yani her gün namazda
yöneldiğimiz, hacda bizzat gördüğümüz Kâbe-i Muazzama, İbrahim ve İsmail (a.s.)
tarafından ilk temizliği yapılmış, ibadet eden, tavaf eden, rüku ve secde
edenler için temizlenmiştir.[246]
(126) Hani ibrahim: "Rabbim, burasını güvenli bir
belde kıl. Ve halkından Allah'a ve Ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle
rızadandır" demişti. (Allah'da) "Küfredeni dahi az bir zaman faydalandıracağım,
sonra onu ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım. O ne kötü bir
dönüştür" demişti.
Hani İbrahim şöyle dua
etmişti. Ya Rabbi şurayı bir belde yap, yani burası bir yurt olsun. Sonra da bu
yurdu her türlü bela ve musibetten emin kıl Ya Rabbi. Burayı her türlü tabii
olan belâlardan hani gök yüzünden taşın yağması, kurbağanın yağması veya
altından zelzelelerin olmasından emin kıl. Bir de düşman saldırılarından emin
kıl Ya Rabbi diyor İbrahim (a.s.)- Allah'a ve Ahirete iman edenlere mıhlarını
da bolca ver Ya Rabbi İbrahim (a.s.) bu cesareti nerden alıyor. Yukarda Rabbim
"Benim bu ahdim, yani devlet başkanlığı, imamlık zalimlere verilmez"
demişti.
İbrahim (a.s.) da
duasında Ya Rabbi şurayı bir yurt yap. Evvela burası vatan olsun. Sonra burayı
emniyette kıl. Sonra da Allah'a ve Ahirete iman eden vatandaşlarımı bol
rızıklarla rızıklandır diyor. Rabbim de di-yorki: Ya şu iman etmiyen kâfirler,
onları biz bu dünyada faydalandırırız. Sonra Cehenneme zorunlu olarak tıkarız.
Orası ne kötü bir dönüştür. Yani bu dünyada rızık konusunda tnü'minle kâfir
ayırımı yok Rabbim onlara da bir ağız yaratmışsa onlara da bu rızkı verecek,
burun yaratmışsa bu havayı verecek.
Peki bu Kâbe-i
Muazzama emniyette midir? Emin midir? Hz. Adem'den bu güne kadar, silah zoruyla
Mekke talan edilememiştir. Hani en son olarak Peygamber Efendimiz'in dünyaya
geldiği sene, Ebrehe o gün için Habeş İmparatorluğu'nun Yemen komutanı, en
güçlü askerleriyle gelmiş ki, bugünün tankları yerine kullanılan fillerle
gelmiş, ipleri bağlayıp bağlayıp Kâbe-i Muazzama'yı tahrip edecekler,
taşlarını yerlerinden
oynatacaklar, bunun
için gelmişler ama, Fil Sûresinde okuduğumuz gibi onlar da mağlup olmuşlardır.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.), Mekke'yi feth ettiği gün, "Allah (c.c.) bir günün bir anında
burayı benim için helal kıldı11 diyor. Yani geçici bir süre orada harbe müsade
edilmiştir. Gerçi harpte olmamıştır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v) Mekke'ye
girmişler karşısındakiler mukavemet etmemişler, kan akmadan da Mekke'yi
Mükerreme feth edilmiştir.
Peki bu şeytan
taşlamada tünel faciasında ölenler; oradaki insanların özellikle
yöneticilerinin gayret-i diniyyelerinin olmayışı birinci puandadır.
Hacılarımız oraya giderler "aman ne emek verilmiş" filan derler ama
başka şehirleri hiç görmezler, çünkü yöneticiler görmeye müsade etmezler.
Hacca gidenlerimiz bilirler: Mekke ve Medine'nin dışında bir tek şehir
göstermezler. Kat'iyyetle gidemezsiniz. Arabanızı sürseniz her şehrin çıkışında
polis vardır. O ana yolun dışında başka hiç bir yola giremezsiniz. Ancak
ticarî bir pasaportla buradan Riyad'a vize alabilirseniz o zaman gidersiniz.
Ama görürsünüz ki, Riyad'a yapılan masrafın binde biri Mekke'ye yapılmamıştır.
Harem-i Şerifin beş yüz metre etrafındaki evlerin mezbeleliğine, pisliğine,
İstanbul'un bir çok mahallesinde rastlanmaz. Onun için orada çok büyük ihmal
vardır. İhmalin neticesinde tünel faciasında beşbin müslüman birbirini
kırmıştır. (Resmi rakam bin altıyüz idi). Bizzat içinde olan arkadaşım anlattı.
Otuz otuziki senelik canciğer arkadaşım anlattı. "Olayın içinde beş saat
kaldım diyor. Beş saat şu kolumu aşağıdan yukarıya çıkaramadım. Kimse gelmedi
diyor. Hani kıyamette bin ayak bir ayak üzerinde olacak ya, orada oldu. Bin
ayak bir ayağın üzerinde. Ayakta ölündü ve böyle kalındı. Adam düşemedi de
öldü. Beş saat böyle ayakta durdu öldü diyor. Düşemez mümkün değil diyor. Bir
tane zenci gördüm diyor. Milletin üzerine çıkmayı başarmış nasıl başardıysa,
kafamızın üzerinden geçti gitti diyor. Ama o kötü bir iş yapmıyor yani çıkmayı
nasıl baş.armışşa başarmış. Ayağı yere değmeden yürüyüp gitti adam. Sıkışıklığı
anlatmak için söylüyorum dedi. Ter göğsümüzden aşağı sıkışık olduğu için
akamadı da yığıldı yığıldı, omuzumuzun üzerinden aşdı. Bir kısmı da terden
boğuldu diyor. Terin buharı havayı bitirdi. Böyle bir şey. Adamlar ne
yapamazlardı ki? Devletin tedbir alması gerekirdi. Devletin hatırına çok şey
gelebilirdi. Üstten üzerimize buz gibi su atıverse yine rahatlıyacaktık diyor.
Üzerimizde uçak duruyor. Filmimizi çekiyor. Adam durmadan beş saat filmimizi
çekti diyor. Üstümüzden soğuk su dökse milletin aklı başına gelecek. Geriye
dönmeyi düşünmüyor millet diyor. Evet adet olarak kendi ifadelerine göre
ölenler beş bin diyor. Hastahanedeki ifade beş bin. Oradaki hastahane doktorunun
ifadesi, "bin kişilik morkumuz var. Bize yetkililer sekiz bin cenaze
geliyor dediler. Ve biz geleni defnediyoruz, geleni defnediyoruz. Filmini
çektiğimizi götürüp defnediyoruz." Yani kendi yetkilileri tarafından sekiz
bin cenaze geliyor diye bilgi verilmiş.
Orada çok iyi olan bir
taraf kimse kimsenin parasını almamıştır. O arkadaşım diyor ki hastahaneye
gittiğimde, onların da hacıları vardı, bizim hacıların paraları tamamen
tutulmuş bir kesenin içine koyulmuş. Sahibine verilmek üzere hazırlanmış.
Herkes o kadar feragat gösterdiki, mesela çocuklar, çocuk Ölüsü çok az diyor
Yani millet can derdindeyken bile başkasını kurtarmaya çalışıyor. Böylece
yüzün üzerinde çocuğu elden ele, elden ele dışarı çıkarmayı başardık".
Yani o halde iken bir
başkasını tercih eden, müslüman kardeşinin kurtulması için gayret eden çok
insan görülmüştür. Yani insanımız maya olarak sağlamdır. İster Suud'lu olsun,
ister Türk olsun, ister Maîezya'h olsun. Bu insanları sevkeden insanlar, bu
insanların İnancını paylaşmadıklarından dolayıdır ki, bu kötü neticeler elde
ediliyor.[247]
(127) Hani
ibrahim Beyt'in temelIerinıToğlu) ismail'le yükseltirken "Ey Rabbimiz,
Bizden kabul buyur. Şüphesiz Sen işiten ve bilensin" (demişlerdi).[248]
(128) Ey Rabbimiz, Bizi sana itaat eden iki Müslüman kıl ve
neslimizden Sana itaat eden Müslüman bir ümmet (getir). Bize (Hacda) ibadet
yerlerini göster ve tevbelerimizi kabul et. Sen tevbeleri hakkıyla kabul eden
ve hakkıyla esirgeyensin.[249]
(129) Ey
Rabbimiz, onlara içlerinden bir peygamber gönder ki,O Senin âyetlerini okusun,
onlara kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları iyice temizlesin. Şüphesiz Sen
Azizsin, Hakimsin Ey bizim Rabbimiz, onlar arasından yani benim zürriyetim
arasından elçiler gönder, peygamberler gönder. Peki o peygamberle ne yapsın?
Senin âyetlerini onlara okuyacak peygamberler gönder. Onlara Kitabı
öğretecek-peygamberler gönder. Onları hem maddî pisliklerden hem de manevî
pisliklerden temizleyecek peygamberler gönder. Sen her şeye gücü yetensin
azizsin, Sen hükmedensin, hükmünde hikmet sahibi Allah (c.c.)'sün buyuruyor.
İbrahim (a.s.).'la İsmail (a.s.)'ın duasidır bu.
Her gün yöneldiğimiz
Kâbe-i Muazzama, gidenler gördüler, fazla mutantan bir yer değil. Şatafatlı,
ahım şahım bir bina değil. Hatta işin mahiyetini, inceliğini kavramıyan kişiler
de hacca gittiklerinde yahu burayı görmek için mi geldik, diyorlarmış. Orayı
görmek için gidilmez ki zaten. Allah (c.c.)'ün emrini yerine getirmek için
gidilir. Ama şu bilinmelidir ki, günde beş defa yöneldiğimiz o Kâbe-i
Muazzama, iki tane peygamberin eliyle yapılmıştır: İbrahim (a.s.) ve İsmail
(a.s.). yani köle kanı, insan kanı, yani zulmedilmiş insanların kanı veya alın
teri yoktur orada.
Ama bugün
Romalılar'dan kalma taşlar, sanat eseridir diye gösterilir. Sultanahmed'in
kuzey tarafındaki o meydandaki taşlar, Mısır'dan buraya getirilinceye kadar
binlerce kölenin kanına mal olmuştur. Bir tek taş ve ondan sonra da sanat
abidesi olarak oraya dikilmiştir.
Çeşitli yerlerde
Romalılar'dan kalan ve Romalılar'ı takip eden insanların yaptığı bütün eserler
de yine binlerce, milyonlarca insanın kanma mal olmuştur.
Dinimiz zulüm üzerine
değil, adalet üzerine kurulmuştur. Onun içindir ki, yöneldiğimiz o Kâbe-i
Muazzama'yı İbrahim ve İsmail (a.s.)'lar yapmış, Onlar da gönül rızasıyla
yapmışlar, yaparken de Rabbim'den af talebinde bulunmuşlar. Kusur etmişsek af
et Ya Rabbi. Bizden bunu kabul buyur Ya Rabbi diye dua etmişlerdir.
Yani hayatımızda,
tarihimizde, geçmişimizde zulüm yoktur bizim. Onun için alnımız açıktır.[250]
(130)
İbrahim'in dininden ancak kendini bilmeyen yüz çevirir. Andolsun biz Onu
dünyada seçtik ve Ahirette de salihlerdendir.
İbrahim'in dininden
ancak sefih insanlar yüz çevirir. Yani geri zekâlılar. Sefih insan İslâm
Hukukunda kârını zararından ayırd edemeyen, malını çar çur eden kimseye denir.
Bu tür insanlar sefih muamelesi görürler İslâm Hukukuna göre. Devlet başkanı
sefihin mallarını yönlendirmek üzere bir vasi tayin eder onun mallarını o
yönetir veya devlet yönetir. Devletin de tayin ettiği zaten bir vasidir. O
yönetir. Taki aklı başına gelinceye kadar. Ancak bu tür kârını zararından ayırd
edemeyen kişiler ibrahim'in dininden yüz çevirirler diyor Allah (c.c.) Ama şu
hatıra gelebilir. "Ben bazı insanlar tanıyorum. Adamlar cin gibi. Dünyanın
parasını da toplamışlar, onlara geri zekâlı demek mümkün değil ama Allah'a da
iman etmiyor." gazetenin bir tanesinde Türkiye'nin büyük diye kabul edilen
şirketlerinden,f.iki ortaktan birisi, ben Allah'a inanmıyorum, Kitaba inanmıyorum gibi laflar
etti. Parasına bakıyorsun, bankalar onun parasıyla dopdolu. Müesseseler onun,
her tarafta reklâmlarını görüp duruyoruz. Bu adam geri zekâlı mı acaba?
Kur'ân-ı Kerîm'den
bazı örneklerle bunu açıklayalım. Bir adama denilse ki, bak şurada bir bahçe
var veya çiçekler var. Bu çiçekler şu anda sana verilecektir. Ama bu çiçeklerin
ömrü altmış veya yetmiş günlüktür. Bu çiçekler yetmiş gün kokarlar, yetmiş gün
sonra solarlar ve bir daha açmazlar. Ancak, bu çiçeğin sahibi diyor ki, o
çiçeği kabul etmez de bana yönelirse, benim dediklerimi tutarsa, ona ben bir
başka bahçe vereceğim. O bahçenin çiçekleri solmaz. Gölgeleri dondurmaz, güneşi
yandırmaz. Oraya ihtiyarlık uğramaz. Dert, gam, kasavet denen bir şey de
yoktur. Köşkler vardır. Altından, gümüştendir. Altından da ırmaklar akmaktadır.
Burayı mı istersiniz, orayı mı istersiniz dese? Bu adam da tutsa altmış gün
kokan çiçeklerin bulunduğu bahçeyi alsa, bu adama ne deriz biz. Vay geri zekâlı
vay. Oğlum altmış gün sabrediver bakalım işte. Öbür dünyada veya ilerde ebedisi
var denilir. Aynı şekilde bu adamlar da bazı şeyleri elde etmişler ama ebedi
hayatı terketmişler. Onlar bu dünyada da bizimle beraber aynı zilletin
içerisindeler. Madem ki, İslâm'dan dönmüştür. Hıristiyan, Yahudi de
olamamıştır. Sen o geri kalmış ülkenin insanlarından değil misin? Avrupalı;
benim dediğimi biraz fazla tutan uşaklardansın diye muamele ediyor. Yani onlar
da rahatsız. Batı'ya gittiklerinde insanca muamele görmüyorlar. Hem dünyada
zillet hem de öbür tarafta Cehennem! Bunlar geri zekâlıdır.
Biz onları dünyada
iken seçtik. Yani İbrahim (a.s.)'ı, İsmail (a.s.)'ı. O ahireîte sahillerdendir,
salihlerle beraberdir. Ve Cennete salihlerle beraber gidecektir.
Peki bu İbrahim
(a.s.)'ın özelliği nedir?[251]
(131) Rabb'i
ona "teslim ol" dediğinde O: "Âlemlerin Rabbi'ne teslim
oldum" demişti. Rabb'i ona teslim ol, İslâm'a gir dediğinde, Ben âlemlerin
Rabbi'ne teslim oldum ve İslâm'a girdim demişti. Allah (c.c.) Müslüman ol demekle,
O da Müslüman olmuş ve Rabbim'e teslim olmuştu. Müslüman olmayan, Rabbim'e
teslim olmayan kişi, mutlak surette bir başkasına teslim oluyor.
İnsanların fıtratında
teslim olmak var. Rabbim'e teslim olmayan, Rabbim'in yarattıklarına teslim
oluyor. O'nun dediklerine uymayan, Rabbim'in yarattığı bir insanın dediğine
uyuyor. Teslimiyet bu oluyor zaten.[252]
(132)
ibrahim bunu oğullarına vasiyet etti. Yakup'da: "Oğullarım, şüphesiz
Allah bu dini size seçti. O halde siz de Müslüman olarak can verin"
(dedi).
İbrahim (a.s.) da
Yakup (a.s.) da çocuklarına Müslümanlığı vasiyet etmişlerdi. Aman yavrum aman
kuzum İslâm yolundan ayrılmayın. Ve Rabbim'e teslim olun diye hep Onlar vasiyet
etmişti. Öyle ise biz de çocuklarımıza, "yavrum yol İslâm yoludur. Teslim
olunacak yer Allah (c.c.)'dür. O'na teslim olun. Başkalarına teslim olmayın.
İslâm dininden başka da bir dine uymayın" vasiyet edeceğiz. Yani âyet
bunun içindir.
Yakup (a.s.) demişti
ki, ey çocuklarım! Allah sizin için şu dini seçmiştir. Allah'ın huzuruna
Müslüman olarak gelin. İslâm olmadan ölmeyin. Müslüman olarak gelin.
Bir başka âyet-i
kerîmede de yine aynen böyle; Müslüman olarak Ölün,[253]
Hani şöyle bir laf
vardır: Oğlum şu işi yap gerisine karışma. Yani ne demek. Gerisini ben
biliyorum. Sana yapacağım iyilikleri biliyorum demek oluyor.
Allah (c.c.) da
Müslüman olarak gelin. Gerisine karışmayın, yani vereceğim mükâfatı Ben
bilirim diyor. Bunu bazı Yahudiler ve
Hıristiyanlar inkâr ediyor. Yakup böyle dememişti çocuklarına diyorlar. Allah
(c.c.) da şöyle diyor âyet-i kerîmesinde;[254]
(133) Yoksa
siz Yakub'un ölümü esnasında yanında mı idiniz? Hani: "Benden sonra kime
ibadet edeceksiniz?" demişti de oğullan: "Sen'in ilahına ve sen'in
ataların İbrahim, İsmail, İshak'in ilahı olan tek ilaha ibadet edeceğiz. Ve biz
O'na teslim olmuşuzdur" demişlerdi.
İbadetin mânâsını daha
önce geçen âyetlerde anlatmaya çalışmıştık. (Fatiha 5) Yalnız namaz kılmak,
oruç tutmak değil dedik. Bütün emirlerini yerine getirmek, yasaklarından
kaçınmak. Yani kanun olarak Allah'ın ibrahim'e, İsmail'e ve İshak'a verdiği ve
sana verdiği o bir tek Allah'ın emirlerine itaat edeceğiz, yasaklarından
kaçınacağız. Biz ona teslim olmuşuz diyorlar. Yani biz de Müslümanlardanız
diyorlar.[255]
(134) Onlar
bir ümmetti geçti. Kazandıkları kendi!erinedir. Sizin kazandıklarınız da
sizedir ve siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.
Allah geçmiş bu
toplumu, yani Yakup (a.s.)'ı ve çocukları, İbrahim (a.s.)'ı ve çocuklarından
bahsediyor da sonunda da, işte bunlar geçmiş bir ümmettirler. Onların yaptığı
iyilikler onlaradır. Sizin yaptıklarınız da sizedir. Onların yaptıklarından siz
sorumlu tutulmazsınız diyor Allah (cc.)
. .
"Benim ecdadım
şöyle büyükmüş, böyle uçarmış, böyle kaçarmış" demeyin. Bu âyetin mânâsı
o. Size ne faydası var? İbrahim (a.s.)'ın büyüklüğünün bize faydası yok! Bize
şurada faydası olur: O'nun dini üzerine olursak, O bizim önderimiz olursa o
zaman faydası olur. O'nun yaptığını yapar, kaçındığından kaçınacak olursak o
zaman faydası olur.Mesela futbolcular futbol oynarken heran aklı, beyni,
pazusu, ayakları bütün sinirleri gerilim halinde. Bir şeyi yapmaya hazır. Top
tam kendisine gelirken filan zaman, filan futbolcu böyle bir durumda şöyle
vururdu diye düşünse o zaman top geçer gider.
Hayaldeki futbolcunun
vurmasının sana faydası yok. Şu anda vura-bilirsen vurursun. Yani geçmişteki
insanların yaptıklarım tekrar etmenin faydası yok. Yapmanın faydası var.
Onların yaptığı iyiliklerin tekrarında fayda var. Onlar döneminde kötülük yapan
insanların kötülüklerini bilip, onlardan uzaklaşmanın bize faydası vardır.
Yoksa dilde tekrarından fayda yoktur.
Hani Fatih büyük
insanmış. Allah rahmet eylesin. Hep Fatih büyük insan, Fatih büyük insan, Fatih
büyük insan demiş olsak, biz küçülür gideriz. O'nun dediğini, yaptığını
yapmıyacak olursak. Ama O'nun dediğini ve yaptığını yapacak olursak büyük
insanların dediğini yapacak olursak onların derecesine yükseliriz. Onun için
Allah (c.c.) buyururki,"Geçmiş toplumların yaptıkları onlara, bizim
yaptıklarımız da bize."
İki tane delikanlı
gelmiş, Muhiddîni Arabii Müslüman mıydı gavur muydu, evliya mıydı? Onlara size
ne dedim. Evliya ise sana ne faydası var. Gavursa sana ne zararı var. Adam 700
sene önce yaşamış ve vefat, etmiş. Gavur ise sana ne zararı var dedim. 700 sene
evvel yaşamış ve ve-, fat etmiş.
Günümüzün gavurları
sana zarar veriyor. Sen onlardan sorumlusun. Yani şu anda biz günümüzün
gavurundan sorumluyuz. Ve biz şu anda günümüzün velisinden sorumluyuz. Varsa
onları dost bilebilmişsek, tanıyabilmişsek, onların dostluğu bize fayda verir.
Kâfirlerin karşısına dikilmek bizim görevimiz. Onların karşısına dikilip
onları mağlup edecek olursak o da bize aynca fayda verir. Ama bazıları oturur,
fazla işlere karışmaz, gelmez gitmez. Dedikoduyla ömrünü tüketir. Bizim
çevremizde. Karşı çevreden de bazı insanlar yardır. İyilik severdirler. İman
etmezler, amel etmezler. Günümüzde tabi ki bu. Fakat yaşantı olarak bazen böyle
hayır severlikleri, cömertlikleri vardır. İyi kalplilikleri de vardır. Allah'a
ve peygambere de iman etmezler. İyi kalpliyim ben derler.
Bozulma döneminde,
İslâm'dan ayrılma döneminde Konya'nın oralarda da avrat oynatırîarmış. Biri
demiş ki, oynayan çingeneye sen de Cennete gidermişin ki ? O da, bugüne kadar
hep oynadıklarımın gönlünü aldım. Ben gitmeyeceğim de kimler gitsin demiş.
Milletin gönlünü alıyorum, gönül yapıyorum. Yani memlekette gönül yaptın mı
Cennete gidersin, şeklinde bir inanç var. Gönül yapmak meşru zeminde gönül
yapmaktır. Meşru zeminde gönül yapılırsa, onun mükâfatı görülecektir. Gayri
meşru yolda yapılan gönül almalar da ayrıca insanlara günah kazandıracaktır.
Daha önce Bakara
sûresinin 120. âyet-i kerîmesinde geçmişti. "Yahudiler ve Hıristiyanlar
sen onların dinine tabi olmadıkça, onlar senden hoşlanmaz, hoşnut
olmazlar" diyor Allah (c.c).
Onu açıklayan bir
başka âyet-i kerîme:[256]
(135)
"Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız" dediler. De
ki: "Hayır, biz tek Allah'a inanan ve müşriklerden olmayan
İbrahim'in
dinine".
O gün için 1400 sene
evvelinde Medine'deki Yahudiler gelin Yahudi olun diyorlar. Böylece kurtulun
diyorlar. Yine o dönemde Hıristiyanlar da var. Meselâ Necranîılar'm tamamı
Hıristiyan. Onlar da Hıristiyan olun kurtulun diyorlar.
Günümüzde de aynı şeyi
söylüyor adamlar. Gelin Yahudi olun kurtulun veya Hıristiyan olun kurtulun
diyorlar ki, Türkiye üzerinde daha ziyade ağırlık "Hıristiyan olun
kurtulun" yönünde propoganda edilmektedir. Zamanla bunun denemeleri olmuş.
İnsanların her şeyini cumasından, yazısından, tarihine kadar her şeyini
değiştirmeye gitmişler. Belki bunlar değişince dinleri de değişir kanaati hasıl
olmuş ama, bunlar değişmesine rağmen bu insanlar dinlerini değiştirmemişler ve
yüz senelik emeklerinde boşa gittiğini görmüşler. Gözleriyle görmüşler.
Şimdi sıra bizde. Biz
ne diyeceğiz? Biz ne diyeceğimizi Kurân-ı Kerîm'den öğrenmeliyiz. Yani yirminci
asırda 20001i yıllarda Batı'ya karşı, küfre karşı politikamızı, siyasetimizi
yöneltirken bile ne yapacağımızı öğrenmek üzere açıp Kur’ân-ı Kerîm'i okumamız
gerekiyor. Allah (c.c.) o gün ashaba emrettiği şeyi aynen bize de bugün
emrediyor. Diyor ki: "De ki onlara gelin İbrahim'in dinine tabi
olalım." O İbrahim'in dini, ki, hiç bir puta tapılmadan yalnız ve yalnız
Alİah'a meyletmiş bir dindir.
Meselâ Hıristiyanlık
propogandası yapmak üzere gelen bir adama biz şunu söyliyeceğiz. Buyurun
İbrahim'in dinine uyalım, ibrahim'i siz.de seviyorsunuz biz de seviyoruz; Yahudiler'e
İbrahim'i siz de seviyorsunuz biz de seviyoruz. Öyle ise İbrahim'e, İbrahim'in
dinine uyalım deyin diyor Allah (c.c). .
Bunun tefsirinde
âlimlerimizden bir kısmı şöyle demiş. Niye İbrahim? Halbuki biz peygamberler
arasında ayırım yapmayız. Yani Adem (a.s.)'dan, Peygamber Efendimiz (a.s,)'a
kadar hiç bir peygamber arasında ayırım yapmayız.
Şöyle denebilirdi
"Muhammed'in dinine tabi olalım". İslâm dinine tabi olalım
denebilirdi ama, Allah (c.c.) "İbrahim'in dinine tabi olalım" diyor.
Bunun sebebi şudur,
demişler: Yahudiler de İbrahim'i tanıyor ve seviyor ve iman ediyorlar.
Hıristiyanlar da İbrahim'i tanıyor, seviyor ve iman ediyorlar. Öyle olunca
günümüzde bir insana müslümanlığı anlatmak için gittiğinizde, onun da sizin de
sevdiğiniz bir insanın aracılığıyla giderseniz daha etkili olursunuz. Onun da
sevdiği bir adam sizin de sevdiğiniz olursa müşterek tanıyıp sevdiğiniz bir
adam olursa, oriun aracılığının sizin o tebliğinize yardımı olacaktır.
Onlar Yahudi olun
diyorlar. Öbürleri Hıristiyan plun diyorlar. Sen de bir üçüncü ama onlara zıt
bir. şeyle çıkma. Onların da kabul edebileceği, senin de kabul ettiğin ve iman
ettiğin bir şeyle onlara teklifi götür. Ki o da İbrahim (a.s.)'dır deniliyor.
Bir âyet-i kerîmede
Allah (c.c); Gelin hep beraber aranızdaki müşterek bir kelimede bir araya
gelelim. O da Allah'dan başka ilah kabul etmeyelim.[257] Bu
papazları, rahipleri din önderlerini kendimize ilah kabul etmîyelim, onları
Rab kabul etmiyelim diyor.
Orada da âyette
sizinle bizim aramızdaki benzer müşterek bir kelimeye gelin diyor. Yani
Yahudiler'e ve Hıristiyanlar'a Allah (c.c.) diyor ki, aslında biribirinize
itikadi konuda çok yakınsınız. Sapma çok hassas bir noktada. Orayı bu tarafa
geçirseniz mü'miîi olacaksınız.
İman denen şey,
insanın kıl gibi bir tel üzerinden yürümesi gibi bir şey. Cambazlık yapma gibi
bir şeydir. Bir anda insan küfür tarafına düşebilir. Onun için imanı konuda
dengeyi çok iyi tutması gerekiyor. Amelî konularda insan biraz daha rahat
davranabilir ama, imanı konularda rahat davranmak, gevşek durmak insanı her an
aşağıya, küfür vadisine düşürebilir. Onun için çok hassas davranmak gerekiyor.
İnsanları da İslâm'a, imana davet ederken onların da sevdiği, bildiği, iman
ettiği, bizim de sevdiğimiz, bildiğimiz, iman ettiğimiz İbrahim (a.s.)'a davet
etmemizi Allah (c.c;) emrediyor. Ve İbrahim müşriklerden değildi diyor.
Müşrik şirket
kelimesinden şerike kelimesinden türetilmiş bir kelimedir.
Şirket iki veya daha
fazla kişilerin aynı işi yönetmede ortak haklara sahip olmalarıdır. Hani iki
kişi bir araya gelip bir dükkân açıyorlar veya beş kişi bir araya geliyorlar,
fabrika kuruyorlar. Herkes hissesi oranında orada söz sahibi. Müşrik de,
yeryüzünün, gökyüzünün ve insanların yönetimi konusunda, yaratılmışların
yönetimi konusunda, Allah (c.c.)'dan başka birine de yetki veren kişiye denir.
Yapılan bu işe şirk deniliyor. O yönetimi elde ettiği kabul edilen kişiye de
put deniliyor. Yani bu insanların yönetimi Allah (c.c.)'a aittir. Çünkü
yaratanı O. Onların ayağının altındaki toprağı vatanı O yaratmış, vatanın
üzerindeki insanı O yaratmış, bu insanın da nasıl yönetileceği konusundaki
kanunu da O indirmiştir. Allah'ın dışında bir başkasına da bu yetkiyi verirsek,
müşrik oluyoruz! Yani yönetimde, Allah'ın yönetiminde bir başka insana yetki
vermek oluyor ki, oda ilahlaştırılmış oluyor ve ilahlaştıran da müşrik oluyor.
İbrahim
(a.s.).müşriklerden değildi diyor Allah (c.c).[258]
(136)
"Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya-kup ve
torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Kablerinden
verilene iman ettik. Onlar arasında ayırım yapmayız. Ve biz ona teslim
olmuşuz" deyin Hep beraber deyiniz. Biz Allah'a iman ettik. Bize
indirilenlere de iman ettik. Yani Kur'ân-ı Kerîm'e iman ettik biz.
Biz bunu kime
söylüyoruz? Bugün İstanbul Şehrinde ve dünya genelinde yaşayan Yahudiler ve
Hıristiyan'lara diyoruz ki, biz Allah'a iman ettik. Bize indirilen Kur'ân'a
iman ettik. İbrahim'e indirilen sahifelere de iman ettik. İsmaü, İshak, Yakup
ve onların torunlarından olan peygamberlere ve onlara indirilenlere iman
ettik.
Bu âyet-i kerîmelerin
tefsirinde bazı tefsircilerimiz, bu âyet bunlara da kitap indirildiğine işaret
eder, diyorlar. Ama bir kısmı diyor ki, hayır , İbrahim (a.s.)'a indirilen
sahife, onların da amel ettiği kitap olması nedeniyle İsmail'e indirilen
İbrahim'e indirilen sahifelerdir. Yani Yakub'un ve onun neslinden gelen
peygamberlerin amel ettikleri, İbrahim (a.s.)'a indirilen sahifelerdir.Biz
diyoruz ki, İbrahim'e, İsmail'e, Yakub'a, İshak'a ve onların amel ettikleri
Allah tarafından indirilen kitapların tamamına iman ettik. Daha Musa'ya verilen
Tevrat'a ve İsa'ya verilen İncil'e de iman ettik. Rabbi katından peygamberlere
verilenlerin tamamına iman ettik.
Yani sizin gibi dinde
ırkçı değiliz diye bir reddiye veriyoruz Yahu-diler'e ve Hıristiyanlar'a.
Yahudiler diyorlar ki, bizim peygamberimize geien Tevrat ve bizim
peygamberimizden başka peygamber yoktur. Ondan başka yani Tevrat'tan başka
kitap yoktur. Herkes, bütün dünya inşam buna boyun eğecektir.
Hıristiyanlar da İncil
ve Hz. İsa da İsrar ediyorlar.
Biz diyoruz ki, İsa'ya
İncil'i indiren Allah, Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah, Onlar'ı peygamber seçen
Allah, Hz. İbrahim'i peygamber seçen ve Ona sahifeleri gönderen Allah ve
kullarından Hz. Muhammed'i de peygamber seçen ve O'nada Kitabı indiren Allah.
Başta Allah'a iman ettik demişsek, Allah kimi peygamber seçmişse ona da iman
etmekle zorunluyuz biz. Hangi kitabı kime indirmişse onlara da iman etmekte
zorunluyuz. Bunların hepsine biz iman ediyoruz. Böylelikle biz dinde ırkçılık
yapmıyoruz. Yani yalnız Muhammed'e indirilene iman ediyoruz, peygamber olarak
da yalnız Muhammed'i kabul ediyoruz. Onun dışında peygamber yoktur diye bir
iddiamız yok. Salavatüllahi Aleyhim.
Peki bu kadar mı? yani
bu peygamberlere iman ediyorsunuz da aralarında fark gözetme tarafına gidiyor
musunuz diye bir soru sorulursa. Cevap olarak diyoruz ki: "Onlar
arasından hiç birini de tefrik etmiyoruz, ayırım yapmıyoruz. Onu her gün yatsı
namazından sonra "Amentü" diye başlayan Bakara suresinin son
ayetlerinde de okuyoruz.
Allah'ın peygamberleri
arasından ayırım yapmayız[259] diyoruz. Yani Hz. Nuh (a.s.) nasıl
peygamberse, Peygamber Efendimiz Mühammed (a.s.v.)' da öyle peygamberdir.
İsa (a.s.), Musa
(a.s.), İbrahim (a.s.), Yahya (a.s.), Zekeriya (a.s.), Harun (a.s.) hepsi Allah
(c.c.)'nün peygamberleridirler.
Mevlana bunu şöyle
ifade ediyor. Hani bir su vardır diyor. Güzel bir su. O suyu alıyorsunuz bir
sürahinin içine koyuyorsunuz. O suyu alıyorsunuz bir başka şekilde yapılmış sürahi
içine koyuyorsunuz. O suyu alıyorsunuz bir bardağın içine koyuyorsunuz. O
sudan alıyorsunuz bir başka büyük sürahinin içine koyuyorsunuz. Ama hepsine de
koyulan Allah'ın aynı karakterde aynı vasıfta olan suyudur. Değişen kaplardır
diyor. Yani değişenler peygamberlerdir. Yoksa onlara verilen Allah {c.c.)Tün
sıfatlarını sayarken bir de kelam sıfatı varki, o sıfatta ayırım yoktur hiç.
Peygamber Efendimiz'e
indirilen kelam güzeldir de, Musa (a.s.)'a indirilen kelam şöyledir dememiz
mümkün değildir, aynıdır. Ancak kaplar değişmiştir. Ve bu kaplara döktüğümüz
dökülme çağları değişmiştir. İlk defa Hz. Adem, son defa da Peygamber Efendimiz
(a.s.v.)'ın gönlüne indirilmiştir, Allah (c.c.)'ün bu diriltici âyet-i
kerîmeleri. Onun için biz bunların kaynağı aynı olduğundan dolayıdır ki, ayırım
yapmıyoruz. Bir de şöyle ifâde ediyor. Bütün bunlar aynı ağacın meyvaları
gibidirler. Kökleri aynı, zamanlar olarak dallara ayrılmış. Ve dallarda
meyvalar olarak peygamberleri görüyor. Onlarda aynı kokuyu, aynı tadı taşırlar
diyor. Aynı özelliği taşırlar hepsi de aynı kökten geldiği için. Yani
Rabbi'nden geldiği için aralarında ayırım yapmıyoruz. Ve biz ona teslim
olmuşuz. Yani Allah (c.c.)'e teslim olmuşuz. Yani biz Müslümanız diyoruz
Allah'a iman ettik deyin. Biz o Allah'a teslim olmuşuz, İslâm'a girmişiz
deyiniz diyor Allah (c.c).[260]
(137) Şayet
onlar sizin inandığınız gibi inanmış olsalardı doğru yolu bulurlardı. Eğer yüz
çevirirlerse şüphesiz onlar bir ayrılık içindedirler. Onlara karşı Allah Sana
kâfidir. O işitendir, bilendir.
Bu 137. âyet-i
kerîmede diyor ki Rabbim, eğer sizin gibi iman ederlerse, onlar da doğru yolu
bulmuş olurlar. Eğer sizin bu söylediklerinizden yani İslâm'dan yüz çevirecek
olurlarsa, o takdirde onlar mutlaka bir ayrılığın içindedirler. Yani asıl olan
İslâm'dır Bu insanlar yüz çevirmekle ayrılmış
oluyorlar. Ayrıcalığı onlar yapıyorlar.
Günümüzde bir kısım
insanlarımız, belirli yerlerde bir dairede, bir kışlada, bir karakolda, bir iş
yerinde, bir fabrikada îslâmî olan görevlerini, dini görevlerini yapsa veya.
söylemeye kalksa "ayrıcalık yapıyorsun" diye o adama, Müslümana karşı
çıkıyorlar.
Allah (c.c.)da diyor
ki, asıl ayrıcalığı yapanlar onlar. Asıl olan dindir. İslâm dinidir hern de.
Allah (c.c.)'ün belirlediği dindir asıl olan. Hani biz şurada toplu halde
oturuyorsak biri kızipta çıkıp giderse ayrıcalığı o yapmış olur. Yoksa o
yerinde kalsa da hepimiz biz buradan çıkıp gitsek ayrıcalığı biz yapmamış
oluruz.
Hakdan kopandır,
ayrıcalık yapan. Çoğunluk ta esas değildir burada. Kim bir hakdari kopuyorsa o
ayrıcalık yapmış olur diyor Allah (c.c.).
Onlar ayrıcalığın
içerisindedirler. Yani ayrılık tohumlarını onlar ekiyorlar. İslâm'dan yüz
çevirenler ayrılık tohumları ekiyorlar. Fakat bazı egemen güçler öylesine
kendilerini asıl kabul ediyorlar ki, % 99, % 98 Müslüman İslâmî hayatım
yaşayacak olursa ayrıcalık yapmış oluyor bunlar, ayrılık tohumu ekiyorlar
efendim diye de bas bas bağırıyorlar üstelik, yazarlardan bir tanesi şöyle
yazıyor du: Bu milletin % 98'i Müslüman; bunların hepsi bir araya gelseler,
İslâm'ı ve Kur'ân'ı istiyoruz derlerse ne yaparsın, diye soruyorlar ve cevap
veriyor: Yine de bu hak onlara verilmez. Bu çoğunluğun despotizmidir. Biz
despotluğa karşıyız. Bu çoğunluğun despotluğudur diyor adam. Yani bizim
dışımızdaki kimseye bu hakkı veremeyiz diye ifade ediyor. Yani kendilerini asıl
kabul ediyorlar % İ'liği. Geri kalan % 99 onların inancında olmadığından dolayı
ayrıcalığı ayrılık tohumlarım onlar eki-yorlarmış.
Allah (c.c.) ise
İslâm'a yüz çevirenler ayrılık içindedir diyor.
Mekke de Peygamber
Efendimiz azınlıkta. Bir kaç kişiler. Yani dünya genelindeki nüfusa göre
azınlıktalar. Gerçi Medine'de devletini kurmuş Peygamberimiz (a.s.v.) ama
devlet dediğimiz neki, bugünün şartları içerisinde çok küçük. Meselâ devletini kurduktan sonra Bedir Harbine gelebilen
eli kılıç tutan 313 kişi. Yani adet olarak çok az. 1500 kişi ile Hudeybiye Mus
alalı ası'na gelmişler. Mekke'nin fethine on bin kişi ile çıkabilmiş,
Peygamber Efendimiz (a.s.v.).
O gün dünyanın en
güçlü ordularına sahip bir tarafta Bizans, diğer tarafta İran İmparatorlukları
var. Bütün bunların gücü karşılığında. Peygamber Efendim (a.s.v.)'ın gücü az.
Az ama Allah (c.c.) diyor ki, onlar yüz çevirip giderlerse gitsinler, her türlü
planlarını kurarlarsa kursunlar. Onlara karşı Allah Sana yeterli olacaktır.
Allah Sana yeter diyor Allah (c.c). bu garantiyi kendisi verdikten sonra,
Peygamber Efendimiz (a.s.v.) hayatında hiç endişe duymamış. Kâfirlerden endişe
duymamış hiç. Üzüldüğü şu olmuş: Bu bana iman eden insanlara işkence yapılıyor,
azap tattırılıyor. Onların haline çok üzülmüş. Ve onların yüreklerini
serinletmek için de, sabredin Allah sizi Cennetle müjdeliyor, Allah sizi
Cennetle mükâfatlandıracaktır diye Mekke'de iken özellikle onların yüreklerine
su serpmiştir. Cennetten bir müjde suyu serpmekle ancak teselli etme tarafına
gitmiş ama, Medine'de ise kendi ashabının kılma dokunanların
cezalandırılmasını da yapmıştır.
Yani bu dünyada
ashabının tüyüne dokunanların cezasını, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)
yermiştir. Yani bir devlet kurulmuş Medine'de, derken Hudeybiye'ye geliyorlar
Hz. Osman (r.a.) Mekke'ye gönderiliyor. Derken Osman'ın Öldüğü haberi geliyor.
Öldürüldüğü haberi gelince orada 1500 tane sahabe yalınkılıç Peygamber
Efendimiz (a.s.v.)'ın yanma geliyorlar. Ya Rasûlelîah kanımızın son damlasına
kadar senin yanındayız. Mekke'ye karşı harbet diyorlar.
Yani bir devlet bir
tek insanının kanını korumak için harp kararı ala-büirki bugünkü devletler de
bunu kabul ediyorlar. Eğer başka çıkar yolu yoksa. Ki orada başka çıkar yol bulunmuştur.
Hz. Osman (r.a.)'ın şehit edilmediği ortaya çıkmış ve orada da bir anlaşma
yapılmıştır.
Onlara karşı Allah
Sana yeter. Bugün için bu âyet-i kerîme aynen bize de hitap ediyor. Eğer
Efendim (a.s.v.)'ın çizgisinde yürüyorsak, hepimize teker teker, onlara karşı
Allah bize yeter. Peygamber Efendimiz'e söylenen bu âyet hepimizin şahsına
teker teker "sana Allah yeter onlara karşı" diyor.
Hani hatıra şu
gelebilir. Benim burada işkenceye uğradığımı şu kadar da haklarımın yendiğini
Allah nasıl bilecek? O her şeyi işitendir. Denizin en derin yerinde bir olay
olsa onu işitiyor. Gökyüzünün neresinde olursa olsun bir olay, onu işitiyor.
Hatta gönüllerden geçeni biliyor. Değil öyle konuşulanı gönüllerden geçeni
biliyor. O her şeyi bilendir diyor.[261]
(138) Allah'ın
boyasıyla boyanınız. Allah'dan daha güzel boyası olan kim var? Biz ancak O'na
ibadet edenleriz.
İnsanlara senin rengin
ne diyorlar günümüzde. Senin rengin ne söyle bakalım diyoruz ya. Türkiye'de bu
siyasî yelpazede yeşil renk tutmuştur. Bir de kırmızı renk tutmuştur. Ha bir de
renksizler var. Kırmızı vardır. Yeşil vardır. Bir de renksizler vardır.
Ayet-i kerime zaten
bunu konu ediniyor. Bu yeni değil yani günümüz insanının çıkardığı bir şey
değil. Günümüzde kırmızı, yeşil bir de renksizlik söz konusu. İnsan bir çok
şeyleri izah konusunda ya renklerle, ya çizgilerle, ya desenlerle ifade
edecektir.
Ta Peygamber Efendimiz
(a.s.v.) döneminde de aynı şekilde rengin ne senin? Seninki Yahudi, seninki
Hıristiyan, gibi ifadeler kullanılıyormuş.
Allah (c.c.) de diyor
ki, Allah'ın boyasıyle boyanınız. Allah'ın boyasından daha güzel boya
kimindir?
İnsan Allah'ın
boyasıyla nasıl boyanır? Yürüyüşünü, oturuşunu, kalkışını, eşiyle,
çocuklarıyla, komşularıyla, tanıdıklanyla, dostlarıyla, arkadaşlarıyla,
tanımadıklarıyla ve bütün tabiattaki yaratıklarla olan münasebetlerini
Allah'ın Kitabına göre yönlendirecek olursa, Allah'ın boyasiyle boyanmış
demektir.
Bu âyet-i kerîme nazil
olunca birisi sormuş: Allah'ın boyası nasıl olur? Allah, boya da yapar mı
demiş.
Evet, tabiattaki
kırmızı renkleri, yeşil renkleri, sarı renkleri, turuncu renkleri bütün
renkleri yaratan O'dur denmiş. Yani buradaki boya aslında bizim hayatımızın
aldığı istikamettir. İslâmî çizgide yürümekten daha güzel bir yolun olmadığım
ifade ediyor Allah (c.c). Ama tabiattaki renkleri de Allah (c.c.)'ün yarattığı
bir hadisi şerifte ifade edilmiş. Ve Haşr suresinin son ayetin de okuduğumuz
(El Musavvir) ismi cemali de bunu ifade etmektedir.
Allahü Teala
"Musavir'"dir. Yani eşyaya şekil veren, desen veren, renk veren Allah
(c.c.)'dür. Bakıyoruz da, dünyanın en ünlü ressamının yaptığı bir resim bir
milyar, beş milyar dolara veya marka satılıyor. Bir ressamın aya bakan
çiçekleri, bir kaç milyara satılmış. Hakikaten güzel yapmıştır. Ama adamın
kendisi bile yaptığından memnun değilmiş. "Ben bu aya bakan veya güne
bakan çiçeğinin bin halinden bir halini, kokusuz, cansız ve o tazeliğini de
veremeden donduruyorum" diyor. Dışarda gördüğünüz ayçiçeği (veya güne
bakan çiçeği diyorlar.) O çiçeğin yaşarken, canlı tazeliği var, kokusu var,
gıdası var içinde. Ama bir ressam veya bir fotoğraf makinası o çiçeğin bin
halinden bir halini donduruveriyor. Ondan sonra da bize sanat diye veriliyor.
Sanattır, yani bu ressamın yaptığı sanattır ama, asıl ressam Allah (c.c.)'dür.
Musavvir olan O'dur. Onun renginden daha güzel bir renk vermek te mümkün değil.
Hani Sultanahmet'te Ercail çiçeklerini görüyorsunuz, aynı yaprağın üzerinde
görüyorsunuz moru var, kırmızısı var, yeşili var, sarısı var. Ressamlar onu
takdir eder, ressama tapan insanlar onu takdir edemez yalnız. Çünkü ressam onun
değerini bilir. Hatta tabiat bizim ilham kaynağımız dır der ressamlar. Ressam
doğru söylüyor. Tabiat bizim ilham kaynağımız. Ama tabiatı yaratanı da bir
tanıyıyerseler ki, bunu yapan vardır mutlak surette bir de tabiatı yaratanı
tanımak lazım.
Biz o tabiatı boyayana
ibadet yaparız diyoruz. Ne güzel sanat galerisini geziyorsunuz. Ondan sonra da
oraya bir defter bırakmışlar, yazıyorsunuz
çok hoşuma gitti. Renkleriniz fena değil veya çizginiz fena değil."
Efendim bir sürü şeyler yazılıyor. Yazılsın, biz de yazıyoruz. Yalnız, Allah (c.c.)'ün galerisinde dolaştıktan
sonra, Allah'ın ahkâmına göre yaşadıktan sonra diyoruz ve yazıyoruz: "Biz
bu tabiatı yaratan ve bu tabiatı yöneten ve bu tabiatta renk cümbüşünü, ses
cümbüşünü meydana getiren Allah (c.c.)'e ibadet ediyoruz O'nun yarattıklarına
ibadet etmiyoruz."
O'nun yarattıklarına,
Allah'ın hakimiyetine karşı duracak bir yönetim hakkını da vermiyoruz diyoruz.
Allah (c.c. 139. âyet-i kerîmede de şöyle diyor.[262]
(139) Deki:
O sîzin de bizim de Rabbimiz olduğu halde Allah ka-îtnda bize karşı
çekişmiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız sizedir. Ve biz
samimiyetle O'na bağlanmışızdır.
Deki o kâfir gurubuna,
Allah konusunda siz Benimle çekişmek mi istiyorsunuz? Benimle çekişiyor
musunuz? O sizin de Rabbiniz Benim de Rabbim. O sizin ve Benim Rabbim olduğu
halde, Allah konusunda Benimle çekişiyor musunuz? Yani Yahudiler'in,
Hıristiyanların, putperestlerin hepsi biliyorlar ki, Allah (c.c.)'dür onları
yaratan. Yaratmada inkâr eden yok hiç. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde gördük:
Yeri ve göğü kim yarattı denilse derler ki, Allah'dır. Yaratan Allah'dır!
Peki ayrılık nereden
geliyor. Yönetimden geliyor. Diyorlar ki, Allah yeri göğü yaratmıştır,
çiçeklerle donatmıştır ama yönetimi bizlere bırakmıştır. Biz de kendi
çıkarlarımız doğrultusunda bu işi yaparız. Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'ia
çekişiyorlar. Peygamber Efendimiz'e emir veriyor Allah: "Allah sizin de
Rabbiniz, Benim de Rabbim olduğu halde niye siz Allah konusunda Benimle
çekişiyorsunuz. O'nun huzuruna da döneceksiniz. Öyleyse O'nun dediklerini
yapın. Benim karşıma geçipte çekişmeyin," de onlara. Eğer çekişmeye devam
ederlerse, "Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Biz O
Allah (c.c.)'e ihlasla amel edeceğiz, ihlasla iman edeceğiz, de.İhlas, bunun
benzeri Türkçe'de kullanılıyor. Halis altun deriz. Yani som altun diyoruz.
Halis kelimesini kullanıyoruz. Yani halis altun, içinde gümüş karışımı ve
bakır karışımı olmayan. Mahza altun. 999 milyem-lik bir altun bu veya 1000
milyemlik altun.
Bu ihlas kelimesi de,
İhlas Sûresinde bütün kelimeler orada Allah'ın varlığını, birliğini, herkesin
O'na muhtaç olduğunu, Allah'ın kimseye muhtaç olmadığını, hiçbir kimsenin
Allah'a benzemediğini, Allah'ın doğmadığını ve de doğurmadığını ifade eden
yani o âyet bütün kelime ve harfleriyle yalnız Allah'ı anlattığından dolayı
İhlas sûresi denilmiş.
Ticaretle ilgili,
çekle ilgili, çapla ilgili hiç bir ifade yok İhlas Sûresinde. Onun içindir ki,
İhlas denilmiş. Biz O'na imanımızda ve amelimizde ihlasla ibadet, ihlasla iman
ediyoruz. Yani karışıklık yok. Netlik var. Yani % 99 Allah'ın emirlerini yerine
getirelim de, bir de şu arkadaş bizi kurtarmış şöyle etmiş, böyle etmiş onun
dediğini de yapsak... Allah'ın emrine karşı ama, varsın pis herifin dediği de
olsun, dersek herhangi bir adamın yaptığını, tuttuğunu Allah'ın emriyle
beraber denk kabul edecek olursak, bu sefer % 99 Allah'ın emri % l'de onun yani
herhangi birinin emri olunca ne oluyor? Bin gramlık tatlı suya bir gram zehir
konmuş gibi oluyor.[263]
(140) Yoksa
siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının Yahudi veya Hristîyan
olduklarmı mı söylüyorsunuz? Deki: "Siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir?
Allah,tarafından bildirilen bir şeyi giz-liyenden daha zalim kim vardır? Ve
Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Burada sayılan
peygamberler Yahudilikten önceki peygamberler. Yani Hz. Musa'dan önce gelmiş
peygamberlerdir. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakup, bunların hepsini Yahudiler
peygamber olarak kabul ediyorlar. Ancak,Yakup demiyorlar da Yakop diyorlar
kendi aralarında. İbrahim demiyorlar da, Abrâham diyorlar. İsmail demiyorlar da
Samuel diyorlar. Yani kendileri de biraz değiştirmekle beraber aynı isimleri
kullanıyorlar. Peki siz bunlara iman ediyor musunuz? İman ediyoruz. Peygamber
miydi? Peygamberdi. Peki Yahudi miydi? Hayır demeleri lazım. Çünkü Musa
(a.s.)'dan önceler. Yahudi değildirler derlerse zaten iddialarını kaybedecekler.
Çünkü azaptan kurtulan Yahudi olanlardır diyorlar. Yahudi olanlar kurtulur
diyorlar. Yahudi olmayan kurtulamaz. Peki İbrahim Yahudi değildi, İsmail
Yahudi değildi. Yakup Yahudi değildi. Ve İshak da Yahudi değildi. Öyleyse
bunlar Cehennemde mi? diyemeyiz, bir insan Yahudi olmadan da Cennete gidermiş.
Doğru yolu bulurmuş. Yani kendi ifadelerini ters yüz edip, kendilerine karşı
malzeme olarak kullanmakdır bu.
Benim kendisinden de
yararlandığım bir hoca efendi vardı. Kendisi Türkistan muhacirler indendi.
Türkiye'ye gelmişti. Çok iyi bir âlimdi. Allah rahmet eylesin. Türkiye'de çok
gayretli Müslüman kardeşlerimizden biri hoca efendiyi evine davet etmiş. Bir
kaç tane de kendi arkadaşlarından davet etmiş. Bağlı oldukları hoca efendinin
bir kitabını okumuşlar. Bu arada bizim hocaya sormuşlar. Sen bu kitaptan okudun
mu hiç. Yok demiş, Türkiye'ye yeni geldim daha. Adam şaşmış "yahu sen
nasıl hoca oldun?" demiş. Bu kitapları okumadın da. Hocam Allah rahmet
eylesin çok zekiydi. Aynı mantığı kullanmış, "Şimdi bu efendi bu kitapları
hoca olduktan sonra mı yazmış? Hoca olmadan Önce mi yazmış?" Hoca olduktan
sonra yazmış demişler. "Pekiyi o nasıl hoca olmuş bu kitapları okumadan"
demiş. Ve devam etmiş. "Bu hocanın okuyup kendini yetiştirdiği alim olduğu
kitaplar insanı âlim yapar, ama kendi kitaplarını okuyan siz talebeleri sadece
bu kitapları okuyarak âlim olamazsınız.." Ama o hoca efendinin yazdığı
eserler iyi insan yetiştirir de hoca yetiştirmez. Mümkün değil.
Yani o yukarıda
saydığımız peygamberler Yahudi miydi? Hıristiyan mıydı? değildi ikisi' de
değildi. Çünkü daha önceydiler. Yani Yahudilik'ten de önceydiler,
Hıristiyanlık'tan da önceydiler. Öyleyse bunların peygamberliğine inanıyor, Cennete gittiğine
inanıyorsanız demek ki, Yahudi ve Hıristiyan olmayan, ama Allah'a teslim olan
insanlar cennete gideceklerdir.
De ki onlara, siz mi
daha iyi bilirsiniz? Allah mı daha iyi bilir. " Bu adam Cennet yüzü
görmez, Cehennemden çıkmaz" diye çok adamlar hakkında biz kendi kendimize
hüküm veririz. Allah (c.c.) de Allah mı daha iyi bilir? yoksa siz mi daha iyi
bilirsiniz? diye sorar Her şeyi Allah (c.c.) bilir. O'nun yanında şahitliği
gizleyenden daha zalim kim vardır? Şahitliği gizlemek. Bu iki anlama gelir.
Şahitliği gizlemenin en büyük zulüm olduğunu ifade eden birinci durum şu:
Bugünkü hayatımızda gördüğümüz olayları ters yüz etmek. Adam sizi şahit olarak
çağırmış, borç nedeniyle herhangi bir kavga nedeniyle veya herhangi bir söz
verilmiş, akitler yapılmış bu konuda siz şahitsiniz ve bir gün şahadetinize baş
vuruluyor. Siz de bu şahitliğinizi gizliyorsunuz. Ben duymadım efendim. Ben
bunu görmedim efendim. Hatırlamıyorum efendim gibi reddiyelerde bulunacak
olursanız şahitlikten dönmüş oluyorsunuz. Şahitliği gizliyorsunuz. Böylelikle
zalim oluyorsunuz. Hem de zalimlerin en zalimi oluyorsunuz bu hukukî sahada,
amelî sahada şahitliği gizlemedir.
Bir de Allah (c.c.)'a
iman ettiği halde, şehadet getirmeyen kişiler. Allah'ın tabiattaki âyetlerini
gördüğü halde, bu çiçeği yaratan Allah'tır, ben yaratmadığıma göre Allah'tır.
Bu denizi ben yapmadığım halde bu suyu burada, ben biriktirmediğime Hanımlarımızla,
çocuklarımızla su getirip denizi kovalarla biz doldurmadık. Ve böyle yapacak
olsaydık kendi evlerimizde su sıkıntısı çekmezdik. Bunları biz yapmadığımıza
göre bir yapan var. Bu da Allah (c.c.)'dür diyoruz. Biz Eşhedü en la ilahe
illalah derken bu şahitlikte bulunuyoruz.
Bir şeyi gören, duyan
kişinin onu bir yerde, yetkili bir makam önünde ifade etmesine şahitlik
diyoruz. Biz gördüğümüze, tabiatta gördüklerimize, duyduğumuza, Kur'ân
âyetlerinden duyduklarımıza şahitlik yapıyoruz. Mecliste, camide, kışlada,
karakolda, çarşıda her yerde şahitlik yaparsak şahitliğimizi gizlememiş
kişilerden oluruz. Eğer bunu gizleyecek olsak yanımızda dinime hakaret
edilirken sessiz kalacak olursak orada şahitliğimizi gizlemiş oluyoruz. Ve
böylece zalimler arasına giriveriyoruz. Yahudiler de biliyorlar ki, İbrahim
(a.s.) Allah'ın Peygamberidir. Yahudi değildir. İsmail (a.s.) bilirler ki,
Allah'ın peygamberidir. Yahudi değildir. İshak, Yakup ve onun torunları
peygamberdirler. Ama Yahudi değildirler. Fakat bunu gizleme tarafına
gidiverirîer. Allah Teâlâ da bunu yapanların zalim olduklarını ifade ediyor.
Onlar ne kadar gizlerlerse gizlesinler, Allah sizlerin yaptığınızdan gafil
değildir. En gizli yerde karanlık bir gecede, karanlık bir odada, kara taşın
üzerindeki, kara karıncanın ayağının hareketini bilir diye tarif etmişler.
Karanlık gecede, karanlık bir odadaki, kara taşın üzerindeki, kara karıncanın
ayağının hareketini dahi Allah (c.c.) bilir. Ayağının sesini dahi bilir ve
işitir. Öyleyse gizli bir yerde gizli bir hareket yapmamıza imkân yoktur.
Gizli bir kötülük yapmamıza imkân yoktur.
Peki ne yapalım? Bu
adamlar böyle zaman içerisinde mücadele vermişler peygamberime karşı.
Allah (c.c.) diyorki;[264]
(141) Onlar
bir ümmetti geçti. Onların kazandığı onlara, sizin kazandığınız sizedir. Ve siz
onların yaptığından sorumlu tutulmıyacaksınız.
Onlar geçmiş bir
toplumdur. Onların yaptığı onlara, sizin yaptığınız size. Onların kazandığı
onların lehine, sizin kazandığınız sizin lehinize. Onların yaptığından siz
sorumlu değilsiniz, sorulmayacaksınız diyor Allah (c.c).
Burada iki yönlü
düşünmek gerekiyor. Bir, onlar geçen bir toplumdur. Geçmiş bir toplumdur.
Onların yaptığı onlara, sizin yaptığınız size. Siz onlardan sorumlu değilsiniz.
Yani tutup ta elinize bir teşbih alıp Yahudi'ye lanet olsun, Yahudi'ye lanet
olsun diye teşbih çekmenize gerek yok. Onlar geçmiştir. Siz o dönemin Yahudi'si
veya Hıristiyan'ıyle mücadele vermek mecburiyetinde değilsiniz. Ancak
günümüzün Yahudi, Hristiyan'ıyla mücadele vermekle görevlisiniz. Hani adam tâ
Peygamber Efendimiz (a.s.v.) döneminde Efendimize hakaret eden Kâb b. Eşref
için vay imansız vay! O dönemde olsam da şöyle boynunu sıkıverseydim diyor.
Peki ama aynen günümüzde yaşayan bir Yahudi aynısını yapıyor. Veya bir
Hıristiyan yapıyor. Veya Akif in tabiriyle "adı Osmanlı, ruhu
Yunanlı" olan adamlar yapıyor. Yani bu memlekette bu toprakta doğmuş.
Anası müslüman babası müslüman. Adı Ali, Veli olan bizim adımızdan ama iç
dünyası onların casusluğunu yapıyor. Biz bu kişilere karşı mücadele vermekle
sorumluyuz. Yani kendi çağımızdan sorumluyuz. Bu âyet-i kerîme bunu ifade
ediyor. Onlara karşı geçmiş toplumlara lanet okumak yerine, kendi çağımızdaki
kâfire karşı mücadele vermemizi bize işaret ediyor âyet-i kerîme.
Bir de o Yahudi ve
Hıristiyanlar'a karşı mücadeleyi veren o sahabe geçmiş bir toplumdur. Onların
yaptıkları iyi ameller kendilerinedir. Sizin yaptığınız iyi amellerinizde
kendinizedir. Onlardan sorulmayacaksınız diye de anhyabÜiriz bu âyet-i
kerîmeyi.
Yani benim ecdadımdan
Fatih Sultan Mehmet Han cennet mekân. Allah rahmet eylesin o güzel hizmet
etmiş. O kendi mesuliyetini gidermeye çalışmış. Sen de O'nun gibi olursan
görevini yerine getirmiş olursun. Yoksa O'nun adını ağzında teşbih gibi
devamlı zikredecek olursan sana hiç bir faydası yok. Esas olan O'nu örnek
almaktır. Yoksa O'nun adını anmak değil.
Futbol maçı
seyredenleriniz vardır. Futbolcunun bir tanesi top tam kendisine doğru gelirken
"Yahu böyle bir top bundan on sene evvel filan maçta Pele'ye gelmişti de
Pele şöyle vurmuştu diye düşünürse top o zamana kadar ayağından geçer gider.
On sene evvel filan adamın topa öyle vurduğunun hiç bir faydası yok. Onu
düşünmeyeceksin. O anda sen tavrını kendi hareketlerini kendin
belirleyeceksin. Geçmişin güzel oynayanları sana fayda vermez. O ancak
antireman esnasında fayda verir. Örnek almada fayda verir. Geçmiş sahabeleri
biz okuruz. Hayatımızı onların hayatına benzetmeye çalışırız. "Ama Ebu
Bekir'i Sıddık (r.a.) çok mübarek bir zattı. Çok iyi idi. Çok dürüst idi. Çok
doğru idi. Edepli idi, hayalı idi" deyip de kendisi edepsiz olursa, bunu
söylemenin bir faydası yokki. Onun hayatını kendi hayatına nakşederse faydası
var. Yoksa onları övmenin adama faydası yoktur. Onlar geçmiş bir toplumdurlar.
(Bak. Bakara 134)[265]
(142)
İnsanlardan bir kısım beyinsizler: "Onları üzerinde bulundukları kıbleden
çeviren ne?" diyecekler. Deki: "Doğu da, batı da Allah'ındır.
Dilediğini doğru yola iletir."
Kârını zararından
ayırd edemeyen kişiye Sefih denir. İnsanlardan bir kısım süfeha O üzerinde
oldukları kıbleden onları kim çevirdi diyecekler. Bu âyet-i kerîme Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) Mekke'den Medine'ye hicret ettikten 16 ay sonra inmiştir.
Bazı tefsirlerde 10 küsur ay sonra di-, yor. Peygamber Efendimiz (a.s.v.)
Medine'de, Mescid-i Kıbleteyn diye, bilinen bir mescid de, bir öğle namazı
kılarken, kıbleye yani Kabe'ye yönelmesiyle ilgili..................âyet-i
kerîmesi nazil olmuş. İki rekâtını kılmıştı öğle namazının farzının. Ama
namazda iken âyet-i kerîme nazil olunca, Peygamber Efendimiz dönüvermiş iki
rekatını da Kabe'ye karşı yönelerek kılmış. Malum Medine, Mekke ile Kudüs'ün
arasındadır. Kudüs kuzey taraftadır. Mekke güney taraftadır. Efendimiz Kudüs'e
dönüp namazını öyle kılıyordu. Ayet-i kerîme nazil olunca tam Mekke'ye doğru
döndü. Peygamberimizin arkasında cemaat vardı. Efendimiz dönüverin-ce cemaatla
karşı karşıya geldi. Cemaatta döndü ama Efendimiz öne doğru geçti. Yani safın
ön tarafına geçti ve namazı devam ettirdi. Onun için o mescide "Mescid-i
Kıbleteyn" iki kıbleli mescid deniliyor. Efendimiz emir üzerine Kabe'ye
karşı dönünce bir kısım geri zekâlılar, laf ediyorlar. Aslında adamlar geri
zekâlı değiller, dünya işlerini biliyorlar. Ticareti biliyorlar. Mallarını,
mülklerini biliyorlar da asıl ticareti bilmiyorlar. Büyük ticareti
bilmiyorlar. Büyük ticaret için yukarıda bir misal vermiştik. Onun benzeri bir
misal verelim:
Geçici olarak bir
insana şu nimeti alacaksın ama bu nimet senin elinde veya bu köşkte senin
elinde. Bu köşkte sen bir ay kalacaksın. Bir ay sonra bu senin elinden
alınacak. Bir aylığına burada kalacaksın deniliyor. Köşkün içinde içecek te
vardır. Günah ta vardır. Her türlü pislik te vardır. Ama bir ay burada
kalmazsan ilerisindeki köşke geçeceğiz. Orada ömür boyu kalacaksın denilse,
adamın aklı başında ise bir aylığına olan yeri terk edip, Öbür tarafı tercih
eder.
Allah (c.c.) de bu
dünya hayatı 60, 70 seneliktir. Bu dünya hayatında isteyin ama güzellikle
isteyin. Haram olmadan, harama bulaşmadan. Dünyanın güzelliklerini isteyin.
Haramlarını değil. Ahiretin güzelliklerine ulaşacaksınız diyor.
Bu geri zekâlılar da
biz bu dünyada vur patlasın, çal oynasın deriz. Öbür taraf ya olur, ya olmaz.
Öyleyse biz bu dünyada muradımıza erelim diyorlar ve bundan dolayı sefih kabul
ediliyorlar. Yani kâr ve zararını hesap edememelerinden dolayı, diyorlar ki,
yahu "bunları yönelmekte oldukları kıblelerinden kim döndürdü?"
Deki onlara: Doğu da
Allah'ındır. Batı da Allah'ındır. Dilediğini doğru yola O iletir.
Yani bir zamanlar
kuzeye dönüyorlarsa, şimdide bir emir üzerine güneye dönüyorlarsa emri veren
Allah, doğuyu yaratan Allah, batıyı yaratan Allah, dilediği gibi mülkünde
tasarruf eden Allah. Mülkün sahibi de O'dur.
Mülkün sahibi
Allah'dır. Mülkünde dilediği gibi yine tasarruf eden de O'dur. (Al-i İmran: 26)
Buradan bizim için şöyle
bir savunma da çıkıyor. Hani bu günün imansızları Hindistanı ve Budistleri
örnek vererek; Hindistan'daki puta tapanların haclarının nasıl olduğunu, filme
almışlar. Efendim ineklerine tapınıyorlar. Belirli bir yere kadar gidiyorlar.
Orada belirli bir yerde tavaf ediyorlar. Efendim Ganj nehrinden su alıyorlar.
Memleketlerine getiriyorlar filan. Burada bize şu çağrışımı yaptırıyorlar.
"Müslümanlıkla Hint dininin arasında bir fark yok. Onlar da bir yere kadar
gidiyorlar. Bir su getiriyorlar. Müslümanlar da bir yere kadar gidiyorlar, bir
taşın etrafında dönüyorlar. Ve oradan bir su getiriyorlar. Zemzem
getiriyorlar." Bu imajı kendi kesimlerinden bazı insanlara vermek için
bunu söylüyorlar, anlatıyor, yazıyorlar.
Bilseler ki, biz bir
zamanlar Kudüs'e yönelmişiz. Ondan sonra emredilmiş Kabe'ye yönelmişiz. Yani
yöneldiğimiz yere tapınmıyoruz. Hz. Ömer (r.a.) demiş ki, Ey kara taş, vallahi
seni kırarım. Ancak Allah Rasûlü'nü sana istilam ederken gördüm. Yani elini
değerken gördüm. Ben de onun sünnetine uyarak seni istilam ediyorum. Elimle
değiyorum diyor. Yoksa senin şu Medine'deki diğer kara taşlardan bir farkın yok
diyor.
Bunu ifade ederken
bizim mesnevi şairi Tahini11-Mevlevi diyor ki, oraya yönelmemiz bizim
birliğimizi sağlamaktadır. Nasıl ki müslüman bir devletin bayrağının yere
düşmemesi için -müslüman bir devlette hakimiyetin sembolü bayraktır binlerce
insan can verir. Burada gaye o 500 liralık bezin yere düşmemesi değildir.
Metresi 500 liralık bezden, 5000 liralık bezden veya elli bin liralık bezden çok
güzel bir bayrak yaparsınız. İpekten yaparsınız. Ama elli bin lira. bir damla
kanın akmasına değmez. Ama bir milletin tamamı onun yolunda, onun yolu değil
Allah'ın yoludur aslında bu Allah'ın hakimiyetinin sembolü olarak Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) da bayrak kullanmış. Onun düşmemesi için can verilmiş
halbuki onun maddî olarak değeri 50 liradır, 500 liradır, ellibin liradır. Yani
bu kadarlık bir bez parçasıdır. Ama ifade ettiği mânâ büyüktür.
Kâbe-i Muazzama'daki
Haceru'l-Esved'in de ifade ettiği mânâ büyüktür. Rabbimin emrine yöneliyoruz
biz. Hacerü'l-Esved'e değil. Biz Rabbimin "Yüzünü Mescid-i Haram1 a
çevir" emrine yöneliyoruz. Emri yerine getiriyoruz. Kâbe-i Muazzama'ya
yönelin demiş. Biz o emri yerine getiriyoruz. Allah (c.c.) bir başka adres
gösterseydi oraya yönelirdik. Çünkü doğu da batı da Allah'ındır.[266]
(143) Böylece sizi insanlara karşı şahitler olasınız diye
vasat (ifrat ve tefritten uzak) bir ümmet kıldık. Peygamberler de sizin üzerinize
şahit olması için, Sen'in üzerinde bulunduğun Kabe'yi kıble yapmamız,
Peygambere uyanlarla iki topuğu üzerine geri dönenleri ayırdetmek içindir.
Şüphesiz bu büyük (bir olay)'dür. Ancak Allah'ın kendilerini doğru yola
ilettiği kişilere değil. Allah imanınızı boşa çıkarmaz. Şüphesiz Allah
insanlara şefkat eden ve esirgeyendir.
Bu âyet-i
kerîmesinde'Allah (c.c.) bu Ümmet-i Muhammed'in orta bir ümmet olduğuna
dikkatimizi çekiyor.
Efendimiz (a.s.v.) da;
işlerin en hayırlısı orta olanıdır.
Hani yemeği çok
yerseniz mideniz fesada uğrar. Mide rahatsızlığı geçirirsiniz. Yemeği az
yerseniz yani çok az yerseniz yine vücudunun zayıf kalır hastalanırsınız. Çok
yerseniz de hastalanırsınız, yemezseniz de hastalanırsınız. Ama orta halli
yemek yerseniz sıhhatli olursunuz, güçlü kuvvetli olursunuz. Dinimizin
emirlerini yerine getirme imkânını bulmuş olursunuz. Her şeyde orta olanı en
güzel olanıdır. Bir toplumda da bakmışsınız ki, bir kısım insanlar pisliğin
her çeşidini yapıyorlar ve ileriye doğru koşuyorlar. Yani hayallerinde
geliştirdikleri her şeyi yapmaya yöneliyorlar, ama bir kısım insanlar da var
ki, 300 sene evvelki babasının evine razı, bineğine razı, getirdiği metodlara
razı, onları en iyi olarak kabul ediyor.
Geçen cemaatdan bir
tanesi "hocam dinimizde ev iki katlı olmalıdır diyor. Hayrola nerden
çıkardın bunu? Eskiden babalarımızın evi iki katlı değil miydi? diyor. Altı
ahır üstü de evdi. Babasının adeti sünnet oluvermiş. Evet babaları kötü bir
şey yapmıyordu. O günün şartları içerisinde babalarının da bulduğu güzel bir
buluştur. O hayvanlarının ısıtma enerjisinden de yararlanıyorlardı onlar. Ama
babasından gördüğünü din kabul ediyor. Biz öyle değiliz. Biz vasat ümmetiz. Biz
geride kalanı beriye çekiyoruz. Ahlâksızlıkta ileri gideni de alıp kendimize
çekiyoruz.
Yani topluca devlete,
topluca Cennete gidiyoruz. Ahlâksızlığa gidip-te berbat olup, perişan
olanlarını da engelliyoruz. Geride kalıp sefil olmalarını da engelliyoruz.
Biz sizi böylece orta
bir ümmet kıldık. Bir tarafta zulmeden insanlar var. Bir tarafta da kaderimiz
buymuş diyen insanlar var bugün. Ben Fransa'da bir buçuk sene filan kaldım.
İşçi olarak kaldım. Fabrikada Cezayirliler vardı. İşçi olarak. Altmışdan sonra
dünyaya gelenler epeyce diriler, iyiler. Ama ellide, kırklarda dünyaya
gelenlere hiç iş yaptırmak mümkün değil. Gelin şöyle şöyle yapalım. Böyle
yapalım desen Fransız ne dese iyidir. Fransız ne yaparsa güzeldir diyor. Ama
altmıştan sonra dünyaya gelenler ise dediklerimize katılıyorlar. Şöyle yapalım.
Böyle yapalım dedik mi, onları yapıyorlardı. Yani bir tarafta zalimler var.
Bir tarafta da zalimlerin gösterdiği her şeye kabul, bunlar bizim için de
düşünürler. Kendileri için de düşünürler. Sağ olsunlar bizim için gecelerini
dahi harcarlar. Bizim işlerimizi de onlar idare ediverirler, deyip boyun
eğenler var.
Biz öyle değiliz. Biz
mazlumlara diyoruz ki, haklarınızı alınız. Zalimlere de yardım ediyoruz.
Efendimiz (a.s.v.); demiş ki zalim kardeşine de, mazlum kardeşine de yardım et.
Sormuşlar "Ya
Rasûlellah, mazluma yardım edelim de, zalime nasıl yardım edelim?"
"Zalimi de zulmünden vazgeçirerek yardım edin." buyurmuş. Zalimi
zulmünden vazgeçirmeli. Bir tarafta zalim bir tarafta mazlum. Biz de ümmeti
vasatız. Zalimi de çekiyoruz, mazlumu da çekiyoruz ve ikisini kardeş
yapıyoruz. İşte orta ümmet bu. Yoksa zalimin yanında yer alıp, mazlumu ezmek
veya mazlumun yanında kalıp boyun eğmek bize yaraşmaz.
Niçin, insanlara şahit
olasınız diye. Yani ümmeti vasat kılması insanlara şahit olasınız için. Şahit
olan ne yapar? kulağını açar, gözünü açar. Ne oluyor? Ne tür dalavereler
dönüyor bu memlekette? Bu âyet-i kerîmeye göre şu İstanbul şehrinde hangi taşın
altında bir karınca hareket ediyorsa, bir solucan hareket ediyorsa Müslüman
bilmelidir. Hangi imansız hangi mahfelde ne çeviriyorsa onu bilmelidir. Hangi
Allah'ın velisi hangi yerde bir iş yapıyorsa onu da bilmelidir. Yani ikisinin
de şahidi oluvereceğiz biz. Ve Allah'ın Rasûlü de sizin üzerinize şahit olsun
için. Allah'ın Rasûlü kendine nazil
olan âyet-i kerimeleri sonuna kadar mü'minlere duyurmuş. En sonunda sahabeyi
Arafat'ta bir araya getirmiş. Orada bazı şeyleri yine duyurmuş. Ve sormuşda:
Allah'dan getirdiklerimi size ulaştırdım mı? Tebliğ edebildim mi? Hepsi bir
ağızdan bağırmışlar: Tebliğ ettin Yâ Rasûlellah!!! O da şahit ol Yâ Rab, şahit
ol Ya Rab diye Allah'ı, Rabbini şahit yapmış. Ya Rabbi ben tebligatımı yaptım.
Yarın kıyamet gününde "ben duymadım, ben gelmedim, ben görmedim"
diyenlere Allah'ın Rasûlü diyecek ki, Ben bu insanlara bu Kur'ân'ı eksiksiz
verdim.
Bu dünyada,
sorumluluğu yerine getirmek önemlidir. Ya Rabbi 1990 yılında İstanbul şehrinde
Cağaloğlu'nda, Cezeri Kasımpaşa Camii'nin alt tarafında ben tebligatımı yaptım
desem melekler dinlemezler ve şöyle derler; İstanbul şu kadar metre kare idi. O
kadar metre karenin içerisinde sen yüz metre karelik veya yüz elli metre karelik
bir alanda mı anlattın? Geri kalanlar ne olacak? Şurada 300 tane adama anlattın
da, 8 milyon nüfus ne olacak? Onun için şahitliğimizi biz doğru yapamıyoruz.
Öbür dünyada ayrıca hesaba çekileceğiz.
Onun için oraya buraya
koşturuyoruz. Şurada da konuşalım, burada da konuşalım, diyoruz Gazetenin biri
demiş ki, fazla konuşuyor. Ama konuştuğumuzu yazmış. Bak o arkadaşın kulağına
da erişmiş. Oradakiler de Müslüman çocukları genelde. Yani onların da kulağına
erişmiş. De-mekki faydası var. Aleyhime konuşmuş, konuşsun varsın. Ama erişmiş
bir şey iyidir.
Tefsire devam edelim:
Daha önce Kudüs'e dönüyorlar. Daha sonra Mekke'ye dönüyorlar Bir kısım Araplar
orada Kabe dururken niye biz Kudüs'e dönüyoruz demişler. Onlar burdan
kaybetmişler. Şimdi ilk defa Kudüs'e dönülüyor ya. Ama Mekke'deki bir kısım
imansızlar var ya itirazlarını yapmışlar. Yahu şurada Hz. İbrahim'den beri
yıllardır Kabe'ye dönülüyordu. Şimdi Kudüs'e dönülüyor. Şimdi niye Kudüs'e
dönülüyor? Damarları kabarmış adamların. Arab'ın ırkçılık damarları kabarmış.
Olmaz böyle şey demişler.
Dikkat ederseniz
günümüzde Türkiye'de de aynen cahiliye dönemi insanlarının yaşadığı haleti
ruhiyye vardır. Ebu Cehil gelmiş bir gün Peygamber Efendimiz'e demiş ki, bu
Bilal'a söyle bir daha eşhedü, meşhedü demesin. Niye? O Habeşli olduğundan
eshedü diyemiyormuş da, eshedü diyormuş. Yani şını güzel güzel söyliyemiyormuş.
Peygamberimiz demiş ki, Bilal'in senin şınmdan hayırlıdır.
Şimdi Ebu Cehil Arab
dilciliğini, ırkçılığını yapıyor. Günümüzde televizyonda biri çıkıyor, dinime
sövüyor ama dinime söverken olanak olasılık gibi kelimeler kullanıyor.Sağcı
bazı yazarlar,alıyor elîne kalemi yazıyor aklına geleni. Vay efendim devletin
televizyonunda sen olanak, olasılık, ulusallı, mulusalh kelimeleri nasıl
kullanırsın diyor. Asıl çatılacak yer adam dinine sövüyordu. Oradan gitmesi
gerekirken yine sövmesine laf etmiyor da, Türk dili bozuluyor diye çatıyor. Bu
aynen Ebu Cehil mantığıdır.
Hem dinime çattığından
dolayı hem Türk dilini bozduğundan dolayı müdahale etmek gerekiyor. Önce din
sonra dil müdafaa edilmelidir.
Mekke'de de bir kısım
insanlar efendim burada Kabe dururken niye biz Kudüs'e dönüyormuşuz, itirazında
bulunuyorlar. Rabbim de, peygambere tabi olanlarla, peygamberin çizgisinden
Ökçeyi döndürüverip gidenleri ortaya çıkarmak için diyor. Allah (c.c.) orada
Efendimize emret-mişki Kudüs'e doğru döneceksin! Müslüman sahabiler derhal ve
itirazsız gönüllerinde şüphe olmadan dönüvermişler. Derken Medine'ye hicret etmişler
ve Medine'de Kudüs'e doğru yönelirken bir emir gelmiş ve emri aldıkları an
Peygamberimiz namazda iken dönmüş, ama öbür sahabelere de ilan edilmiş ey ahali
duyduk duymadık demeyin dünden itibaren yani dün öğle namazından itibaren Allah
Rasûlüne âyet nazil oldu. Bundan sonra Kabe'ye yöneleceğiz denilmiş. Ve Kabe'ye
yöneli vermişler. Cemaatin içinde Yahudi olan da var. Yalnız müslüman olmuş
Yahudi. Kudüs'e dönüyordu. Eskiden beri döndüğü yer. Müslüman olan bu Yahudi,
emir geliyor Mekke'ye dönün ve Mekke'ye gönlünde bir şek ve şüphesi olmadan
yine dönüveriyor. Ama bir kısım Yahudiler bu sefer yahu anlıyama-dık bu da ne
demektir? Dün o tarafa dönüyorlardı. Bugün bu tarafa dönüyorlar, diye mırın
girin ediyorlar. Bunları yani bu gönlünde hastalık olanları ortaya
çıkarıvermek için Allah (c.c.) bunu yapıverdiğini söylüyorlar. îşte bu bir
kısım insanlara gayet ağır geliyor. Ama Allah'ın kendilerine hidayet verdiği
kişilere bu ağır ve zor geliniyor.
Şimdi Yahudiler ve bir
kısım Müslümanlar şöyle bir şey soruyorlar. Kudüs'e doğru namaz kılan bu
insanlar, bu döneme erişemiyen yani hep Kudüs'e doğru namaz kılmış ve ölmüş
sahabeler var bunlar ne olacak? Yahudiler bu lafı yayıvermişler, sahabeler
arasında. Bu güne kadar yaptıklarınız boşa mı gitti? Peygamberiniz bu tarafa
döndü. Geçmişte Ölenleriniz ne olacak? Allah (c.c.) hiç bir boşluk bırakmıyor:
Allah sizin
imanlarınızı zayi edecek değildir. O gün için Kudüs'e yönelmek iman idi. Ve o
iman üzere amel ettiler. Onların o imanları zayi ol-mıyacaktır. Allah insanlara
karsı gayet merhametlidir, gayet şefkatlidir.
Aslında Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) Kudüs'e dönerken de gönlünde hep şunu arzu edermiş. Ne
olurdu Ya Rabbi kıblemiz olarak Kabe olsaydı?! Temenni edermiş. Allah (c.c.)
diyorki:[267]
(144) Biz
Sen'in yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. Elbet Biz Scn'i hoşnut olacağın
kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-ı Haram tarafına çevir. Her nerede
olursanız yüzünüzü onun tarafına çeviriniz. Kendilerine kitap verilenler bunun
Rablcrindcn bir gerçek (hak) olduğunu bilirler. Allah yaptığınız şeylerden
gafil değildir.
İşte kıbleye doğru
yönelmemizi emreden bu âyet-i kerîme. Bakara sûresinin 144. âyet-i kerîmesi.
Camilerimizin bir
çoğunda imamın namaz kıldırdığı mihrabın üzerindeki yazı budur. Yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Saçın bittiği yerden böylece kulak yumuşakları
ve alttan çenenin altına doğru burası yüzdür.
Bunu niçin tarif
ediyorum? Yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir diyor Rabbim.
Fıkıh kitaplarımızı
açar bakarsanız, özellikle de en geniş malumat İbn-i Abidin'de verilmiş, kıble
tayini konusunda. Mahallenizde ihtilaflar olur. İşgüzarın bir tanesi bir pusula
getirir. Pusulasını bir o tarafa bir bu tarafa koyar. Vay efendim bu caminin
kıblesi 5 derece eğik. Biraz da mahallede sözü geçiyor ise yanlamasına camiye
bir ip çektirir. O tür şeylere fırsat vermeyin. Gerçekten ölçtürseniz 5 derece
eğik de olsa yine fırsat vermeyin, kıble cihetidir önemli olan. Cihettir kıble.
Hani bu konuda İbn-i
Abidin'in bir izahı var. Diyor ki, beynimizin ortasını üçgenin tepesi kabul
edin. İkiz kenar veya eşkenar üçgen diyelim. Bazı yerde herhalde ikizkenar
üçgen olur. Beynimizin içinde üçgenin üst tarafı, gözlerimizde alt tarafı. O
üçgenin üst tarafından çıkan çizgiler gözlerinizden çıktığında o açının
içerisinde Kabe kalıyorsa namaz sahihtir. Öyle ise kolaylık var demektir.
Öyleyse bu milletin işini zorlaştırmayın. Bir cami yapıyorsanız bu işi kılı
kılma ayarlayın. Yani pusulanızı alın. Bu sahada teknolojinin imkânları ne ise
onu kullanın.
Nerede olursanız olun
yüzlerinizi Mescid-i Haram'a doğru çeviriniz. O kendilerine kitap verilen bilirler
ki, bu Rableri katından doğrudury gerçektir.
Ehli kitabın da bu
Kabe'nin kıble olduğu konusunda gerçekten bilgileri var. Çünkü onlar da
diyorlar ki, Kabe'yi İbrahim yaptı. Onlar da biliyor ki, İbrahim oraya
yöneldi. İshak oraya yöneldi, İsmail oraya yöneldi, Yakup oraya yöneldi. Bunu
biliyorlar. Onun için Allah (c.c.) de onlarda bunu biliyorlar diyor. Allah
onların yaptıklarından gafil değildir.Ama onlar öyle imansız, ki.[268]
(145)
Kendilerine kitap verilenlere Sen bütün delilleri getirsen Sen'in kıblene tabi
olmazlar. Sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Onların bir kısmı diğer
kısmının kıblesine tabi olucu değildir. Andolsun Sana gelen ilimden sonra
onların heveslerine uyarsan Sen o takdirde nefsine zulmedenlerden olursun.
Eğer Sen o ehli kitaptan
olanlara her türlü delillerini getirsen, Senin kıblene uymazlar. Yani bütün
Türkiye'nin malını mülkünü verseniz Cey-hamnı ve Seyhanını İsraile
akıtıverseniz adam suyunu alır yer içer de yine de kanma kasdeder. Kıblene
tabi olmaz yani.
Allah (c.c.) her türlü
âyetleri ona gösterse, getirse Sen'in kıblene onlar tabi olmazlar. Öyleyse Sen
de onların kıblesine tabi değilsin. Tabi olmazsın. Onlardan bir kısmı
diğerinin kıblesine tabi olmazlar. Eğer bu ilim yanı şu Kur'ân-ı Kerîm Sana
geldikten sonra da onların hevasına, kanunlarına tabi olacak olursan, onların
isteklerine uyacak olursan işte o zaman Sen zalimlerden olursun diyor Allah
(c.c).
Yani bu Kur'ân nazil
olduktan sonra ehl-i kitabın, Yahudi ve Hristiyanlar'in arzularına,
uydurduklarına, kanunlarına uyarsan o zaman Sen zalimlerden olursun diyor.[269]
(146) Kendilerine kitap verdiklerimiz O (Muhammed'i) nu
kendi çocuklarını bildikleri gibi bilirler. Buna rağmen içlerinden bir kısmı
bile bile gerçeği gizlerler.
Kendilerine o kitap
verdiğimiz kişiler, o Kâbe-i Muazzama'nın kıble olduğunu kendi çocuklarını
bildikleri gibi biliyorlar. Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'m peygamber olduğunu,
kendi çocuklarını bildikleri gibi biliyorlar diyor Allah (c.c.).
Yani bir insan en iyi
çocuğunu bilir. Kendi çocuklarını bildikleri gibi Kâbe-i Muazzama'nın kıble
olduğunu, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'ın peygamber olduğunu biliyorlar. Ama
onlardan bir kısmı bile bile hakkı gizliyorlar.
Dikkat edilirse,
âyet-i kerîmeleri hep Yahudiler üzerinden getiriyoruz. Allah (c.c), Yahudi'yi
bildirirken bize, ayrıca bizim içimizde de aynı vasıflan taşıyan kişilere artık
bu vasıflan terketmeleri emredilmiş oluyor.
Kendi yavrularını
bildikleri gibi bu işin hak olduğunu biliyorlardı. Ama bile bile gizliyorlar.
Günümüzde de bir çok
insan vardır ki, Müslümanım diyor. Allah'ın âyetlerini, Rabbim tarafından
olduğunu ve ona uyulmasının da farz olduğunu bildiği halde, makam, maaşım,
rütbem, mevkiin, sosyal çevrem değişir veya bazı mahrumiyetlere düşerim diye
hakkı gizleme tarafına gidiyorlar. Aynen o Yahudi'nin karakterini, vasfını
kendi üzerlerine alıveri-yorlar.
Yanında Rabbim'in
Dinine muhalif, onu yıkıcı kanunlara imza atılırken der ki; "vallahi ben
bir şey diyemedim. Zaten deseydim de tek kişiydim." Mazaret değil bu.
Deseydim de etkili olamazdım gibi ifadeler mazeret değildir. Sen söyle varsın
etkili olmasın. Sen söyleseydin derdin ki, Ya Rabbi ben görevimi yaptım. Bedeni
olarak yapılması gerekeni, dille söylenmesi gerekeni, elle yapılması gerekeni
yaptım. Ama gücüm bu kadarmış Ya Rabbi dedin mi Allah (c.c.)'ın şu ayetine
muhatab olurdun:
Kişilere güçlerinin
üzerinde bir yükü yüklemez Rabbim. Bakara: 286[270]
(147) Gerçek Rabbin'dendir. Sakın şüphelenenlerden olma.
Doğru olan Rabbinden
olandır. Yani hak olan gerçek olan gerçek Rabb'in katındandır. Yoksa insanların
söylediği katiyyet ifade etmez. Tam doğru olmaları mümkün değildir.
Sakın ha Rabb'inin
verdiğinin hak olduğundan şüphe üzerinde olma. Yani Rabb'inin kelamından şüphe
üzerinde olma. Emrettiği ve yasaklarından şüphe içerisinde bulunma. Yani
Allah'ın Kelamı diyoruz ama... Allah'ın Kelâmı hakim olsa millet mutlu olur
diyoruz bağırıyoruz ama... Acaba, acaba mı demeyin. Madem ki, hak olan
Rabb'imdendir, Rabbimin dedikleri hakdır. Hukuk Rabb'imin hukukudur. Öyleyse
O'nun hukukunun insanlara vereceği saadet konusunda şüphede olma.
Peki biz kıbleye
yöneliyoruz da, kıbleye yönelmeyenlerin acaba kıblesi var mı? Allah (c.c),
herkesin bir kıblesi vardır, oraya yönelir diyor. Bir zamanlar biz bu Arabın
kıblesine mi yöneleceğiz? Niye yönelelim? Kabe Arabın olsun demişler.
İnsan mutlak surette
bir yere dönüyor. Derken Kabe'ye yönelemeyen adam, Moskova'ya yöneliyor. Onun
kıblesi de orası. Oraya yönelemiyen adam Washington'a yöneliyor. Oraya da
yönelemiyen adam-başka yere yöneliyor. Yani bir tarafa mutlaka insanlar
yönelecektir. Bu bir ihtiyaçta. Peygamberini inkâr eden adam kendisine bir
peygamber seçiyor. Uyacağı bir adam buluyor. Kitabımı kabul etmeyen bir adam
kendisine bir kitap seçiyor. O kitabın doğrultusunda hareket ediyor. Kendisi
gibi ölümlü bir adamın kitabını okuyor. Hani Marks'ın yazdığı kitap şimdi
satılmaz oldu. Türkiye'deki yayıncılar şikayetçiler: Niye yazdiydın bu
kitapları. Bütün yatırımımızı bunun üstüne yaptık" diyorlar. Gorbaçov'a
adamlar kızıp kızıp köpürüyorlar. Bütün paramızı buraya yatırdıydık ne oldu
şimdi alan yok satan yok diyorlar. Milyonlarımız gitti diyorlar. İnsana
dayanırsan böyle olur işte. İnsan ölür, ağaç kurur. Hak olan Rabbi'mdendir.[271]
(148) Herkesin kendisine yüz çevirdiği bir yönü vardır. O
halde hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız Allah sizi biraraya getirir.
Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.
Herkesin döneceği bir
kıblesi vardır. Öyleyse hayırda yarış ediniz. Yani en doğrusunu en hayırlı
olanını bulunuz. Ve orada yarış yapınız. Nerede olursanız olun Allah hepinizi
bir araya getirecektir. İster biriniz Rusya'ya, biriniz Londra'ya, biriniz
Afrika'ya dönsün, dünyanın neresine dağılırsanız dağılın, bir gün bunların
hepsini bir araya getirecek. O her şeye gücü yetendir.[272]
(149) Her
nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Şüphesiz bu
Rabbi'nden bir gerçektir. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
Nereye çıkarsan çık,
yönünü Mescid-i Haram'a yönelt. Türkiye'de kılarsan da Mescid-i,Haram'a yönel.
Afrika'da kılarsan da Mescid-i Haram'a yönel. Japonya'da müslümanlar namaz
kılarken Mescid-i Haram'a yönelir. Ne olur böyle? Herkes Kabe etrafında daire
oluşturur, saf bağlarlar. O güne bakan çiçeğinin çitleği gibi aynı yere
yönelirler. Dünyada bir halka meydana getirirler. Bir birlik meydana getirmiş
olurlar. Nerede olursan ol, nereye çıkarsan çık Mescid-i Haram'a yönel.[273]
(150) Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına
çevir. İnsanlardan zulmedenlerin dışında kalanlara sizin aleyhinize delil
olmaması için her nerede olursa yüzünüzü onun tarafına çeviriniz. İnsanlardan
korkmayınız, Ben'den korkunuz da size olan nimetimi tamamlayayım. Umulur ki,
hidayete erersiniz.
Nerede olursanız olun,
diğerinde nereye çıkarsan, burada nerede olursan ol. Yani sefer halinde de,
hazar halinde de. Mukim iken de, misafir iken de. Nerede olursan veya nereye
çıkarsan çık, yönünüzü Kabe'ye doğru yöneltiniz. Niçin? İnsanların sizin
aleyhinizde bir delilleri olmaması için. Yani birliğinizi sağlamak, sizi
parçalamalarım engellemek, aleyhinizde delil getirmelerini engellemek için
oraya yöneliniz.
Ancak zalim olanlar
oraya yönetmezler. Zalim olanlar ne kadar adetleri çok olursa olsun. O
zalimlerden korkmayın, Ben'den korkun ki, size olan nimetimi tamamlıyayım.
Nimetten kasıt burada, devlettir demişler. Devletimi tamamlıyayım. O güne
kadar otoriteyi Yahudiler elinde tutarlarken yani Kudüs'e yönelinirken,
başkent olarak Kudüs'ten alınıyor kıble, Kabe'ye çevriliyor ve böylelikle
Yahudiler'in saltanatına da son verilmiş oluyor. Öyleyse layık olunduğu
takdirde dünyanın adil bir şekilde yönetimi müslümanlara devredilmiş oluyor
burada.
Allah (c.c.) bu âyet-i
kerîmesinde Onlardan korkmayın Ben'den korkun. Onlardan sakınmayın Ben'den
sakının. Size nimetimi tamamlamak için, olaki böylece hidayete ermiş olur,
doğru yolu bulmuş olursunuz buyuruyor.
Bu nimetimi tamamlamak
için, atfedildiği yerde yukarıdaki ayette, nerede olursanız olun, nereden
çıkarsanız çıkın yüzünüzü Kâbe-i Muaz-zama'ya, Mescid-i Haram'a doğru
yöneltiniz deniliyor.
Niçin? İnsanların
sizin aleyhinize bir hüccetleri olmasın. Ve bende size olan nimetimi tamamlamam için.
Nimet kelimesi çeşitli
şekillerde Kur'ân-ı Kerîm'de geçmiş. Bu nimet Kur'ân-ı Kerimrdir.Maide:3'de
ifade edildiği gibi; Burada Ni'metîm den kasıt Kur'ân-ı Kerîm. Yani bu Allah'ın
Kelâmının tamamlanmasına işaret ediyor ve bizim için en büyük nimet te
Kur'ân-ı Kerîm oluyor. Sonra Kur'ân-ı Kerîm'in doğrultusunda hareket edildiği
takdirde, dünyadaki elde edilecek netice devlet olduğundan, devlet de bir
nimet olarak bilinmiştir. İlim bir nimettir. Bir de yediğimiz şeylere nimet
denilir.
Âyet-i kerîmede
açıklıkla Kur'ân'dır denilmediğinden veya açıklıkla yediğimiz, içtiğimiz
denilmediğinden, dolayı umumi bir ifade kullanılmış, hepsine de şamil bir
cümledir bu. Ne gibi;[274]
(151)
Nitekim size, sizin aranızdan âyetlerimizi okuyacak, sizi arıtacak, size Kitap
ve hikmeti öğretecek ve size bilmediklerinizi öğretecek bir peygamber
gönderdik. Sizden sizin aranızdan size elçi gönderdiğim gibi o peygamber ki,
yani sizin aranızdan size elçi olarak peygamber olarak gönderilen peygamber,
size âyetlerimizi okur, sizi temizler, size Kitabı öğretir, sünneti öğretir ve
Kitabın içerisindeki ahkâmı öğretir. Ve size sizin bilmediklerinizi öğretir.
Size sizin bilmediklerinizi öğreten, size sünneti ve ahkâmı öğreten ve size
kitabı öğreten ve sizi temizleyen, tertemiz yapan, size âyetlerimizi okuyan bir
peygamber gönderdiğimiz gibi nimetimizi de ta-mamhyacağız buyuruyor Allah
(c.c.).
Ayetlerden kasıt,
Kur'ân-ı Kerîm âyetleridir, Bismillahirrahmanirra-himin B sinden,
"Nas" suresinin sın Sinine kadar olan iki harfin arasındaki
bütün'âyetleri içine almaktadır. Bunları da bize Allah (c.c.)'ün Rasûlü,
Allah'dan aldığı şekliyle okumuştur. Biz buna şahitlik yaparız. Çünkü
elimizdeki Kur'ân-ı Kerîm eksiksiz ve fazlasız bize kadar gelmiştir. Sizi temizler
diyor.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.), birinci derecede Kelime-i Tevhid'i yani Lâ ilahe illallah bütün
mü'minlerin gönüllerine yerleştirmekle bir kerre pisliklerin en pisi olan
şirkten temizlemiştir. Ve temizliğin en güzeli, en değerlisi de budur.
Çünkü insanoğlunun bu
dünyada maddî pisliklerden temizlenmesi de insana rahatlık veriyor. Elimiz
kirlense elimiz sanki vücudumuza bir ağırhkmış gibi oluyor. Arkadaşımıza
değemiyoruz. Başka yere değemiyoruz. Üzerindeki kir ise bir gram gelmez, iki
gram gelmez ama o bir veya iki gram gelmeyen pislik elimizi tonlarca kilo
ağırmış gibi ağırlaştırıyor. Peki yıkamadığımız takdirde ne olur?
Hastalanabilir veya hastalanmayabiliriz. Sonunda bir gün gelir ölürüz. Ve iş
biter. Ama şirkten tem'iz-lenmeyenlerin işi bitmiyor. Şirkten
temizlenmeyenlerin bu dünyadaki sıkıntısının on katı, yüz katı veya
milyonlarca katı öbür dünyada da devam ediyor. Onun için Allah (c.c);
En büyük zulüm, şirkin
bizzat kendisidir[275] buyurmuş. Yine Müşrikler pistir[276] buyurmuş.
Buradaki pistir den
kasdı, maddî pislik değil. Çünkü müşrik olduğunu bildiğimiz bazı insanlar
Türkiye'ye geliyor, görüyoruz:. Havaalanında karşılıyorlar. Bembeyaz elbiseli
veya tertemiz elbiseli, Türkiye'de bizlerin giremediği otellere gidiyor ve
orada tertemiz banyosunu da alıyor. Sonra görüşmelere başlıyor. Maddî olarak o
adama pis demek mümkün değil ama, içi pislik kusuyor üzerimize. Şu memlekette
şu kadar kadın fahişe olmuşsa, bu kadar erkek bunların peşinden koşmuşsa, bu
kadar insan açlığın ve sefaletin içinde kıvranıyorsa, bu kadar insan rüşvetçi,
faizci olmuş ise, şu kadar insan namusunu satıyor hale gelmişse, onların
yıllardan beri o kara çanta, kara gözlükleriyle gelip bize akıl vermelerinin
neticesinde olmuştur. Pislik saçarak gidiyor adam gittiği yere.
Onun için Allah (c.c.)
uyarıyor: Onlar pistirler, onları mescide yaklaştırmayın.Peygamber Efendimiz
(a.s.v.) bizi önce iç temizliğiyle etkilemiş. Yani içimizi şirkten imana,
yalandan doğruluğa, gıybetten güzel sözler söylemeye, cimrilikten cömertliğe ve
hasetten insanlara karşı yani diğer varlığa şevke trniş tir.
Bunun yanında dış
dünyamızı da temizlemiştir. Ebu Davud'un rivayet ettiğine göre Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) için sahabe şöyle söylüyor.:
Peygamber efendimiz
bize her şeyi öğretti. Babamız ve anamız gibi. Evet bir hadis-i şerifte,
babamız gibi diyor. Hatta tuvalette nasıl temizleneceğimizi öğretti. Nasıl
oturacağımızı öğretti. İstinca ve istibrayı nasıl, yapacağımızı öğretti.
Elimizi, yüzümüzü ve ayaklarımızı günde beş defa nasıl yıkayacağımızı öğretti.
Guslü nasıl yapacağımızı öğretti. Namaz kılacağımız yeri nasıl
temizleyeceğimizi öğretti. Namaz yerimizi zaten temizleyiverdik mi ne olur?
Mescid de temiz olur, evler de temiz olur, giydiğimiz kuşandığımız her şey
temiz olur. Ve o peygamber bize Kitabı öğretti. Ve de hikmeti öğretti. Hikmeti
tefsir ederken âlimlerimiz sünnettir diyorlar. Bir kısım âlimlerimiz de
Kur'ân'ın içerisindeki ahkâmdır diyorlar. Ve bize bilmediklerimizi öğretti.
Hani o günün insanları ki, o gün bugüne nisbetle biraz daha hiç bir şeyin
olmaması, teknolojinin olmaması, insanlar arasındaki iletişimin olmaması,
basm-yayın organlarının olmaması nedeniyle insanlar daha bir kör hayat
yaşıyorlardı. Böyle bir ortamda Peygamber Efendimiz (a.s.v.) onlara 1453 yılı
diye tarih vermemiş ama İstanbul'un fethedileceğini Roma'nın fethedileceğini
haber vermiş. Bizans'ın yıkılacağını haber vermiş, İran'ın yıkılacağını ve
hazinelerinin Müslümanların eline geçeceğini haber vermiş. Dünyanın geleceği
hakkında bilgiler vermiş, bir de geçmişi hakkında bilgiler vermiş. Firavunun
akıbetini onlara göstermiş, Musa'nın kurtuluşunu, İbrahim (a.s.)'m işkenceciler
tarafından ateşe atıldığını, ateşi yaratan Allah'ın ateşi gülistana çevirdiğini,
yakmayan suyun Firavun'u boğduğunu, Allah ateşin azabını suyun içerisinde,
Firavun'a, tattırıyor onları tattırdığını haber vermiş: Yani bilmediklerini
onlara öğretmiş.
Hukukî sahada da
insanoğlu tarih boyunca Allah'ın emirlerine, yasaklarına karşı gelmeleri
neticesinde yoldan sapmış. Sapınca da kendileri yol bulamayıvermişler.
Hırsızlık yapan bir adamın bir zamanlar derisini yüzmüşler canlı canlı.
Devletin biri ceza olarak onu uygulamış. Derisinin içine de saman basıp aleme
ibret olsun için gösterilmiş. Ama bir zaman gelmişki hırsızlık yapan adamlar en
kahraman insanlar olmuşlar. Hani "Merdi kıptı yiğitliğini anlatırken
sirkatından bahseder" diye bir atasözü var. Adam yiğitliğini anlatırken
hırsızlığından bahsedermiş. Şu kadar çaldım, şu kadar vuruverdim gibi.
Şimdi aynısı var
tabii. Şu arkadaş köşeyi dönmüş diyorlar. Nasıl dönmüş? Şöyle çarpmış böyle
çalmış ve şu hale gelivermiş. Veya kendisi de onu zevkle anlatır hale
gelmiştir.
Bir zamanlar zina eden
erkek ve kadına çok ağır cezalar verilirmiş. Ama bir zaman gelmiş Yunan'da
fahişeler tanrıça haline getirilmiş. Yani insanlar sevmede veya nefrette cezada
ve mükâfatta hep aşırı gitmekten zarar görmüşlerdir. Ama Allah (c.c.) zaman
içerisinde gönderdiği peygamberler ile doğru yolu göstermiş insanlara sırat-ı
müstakimi göstermiş. Allah: Bilmediklerinizi Allah (c.c.)'ün peygamberi, size
öğretir . buyuruyor. Mesela bir konuda bilginiz yok, ticaret yapıyorsunuz o
sahada neyi, ne zaman, nasıl alacaksınız. Kimler dürüst,-kimler dürüst değil.
Kimler çekine sahip, kimler çekine sahip değiller. Kimlerin sözü geçerli veya
geçersiz. Bu gibi konularda bilgi veren bir adama teşekkür ediyorsunuz.
Bilmediğinizi öğretti size. Bir de sermaye verecek olsa o zaman haydi haydi
tapınır hale gelir insan. Ona izzeti ikramda kusur etmez.
Allah (c.c.)da size
bir peygamber göndermiş, sizin gönlünüzü de, , içinizi de, dışınızı da
temizlemiş. Bu dünyada neyi nasıl yapacağınızı âyetleriyle öğretmiş.
Bilmediklerinizi size bildirmiş. Öyleyse;[277]
(152) O
halde Ben'i anın, Ben'de sizi anayım. Bana şükredin küfretmeyin.
Beni zikrediniz, beni
hatırlayınız diyor Allah (c.c.) ki, Ben de sizi zikredeyim. Yani siz Beni
hatırlayın bana itaat ve ibadet edin ki, Ben de size mağfiret edeyim, affedeyim
buyuruyor. Bana şükredeniz ve bana küfrani nimette bulunmayınız, yani nankörlük
yapmayınız. Şükrediniz, nankörlük yapmayınız buyuruyor Allah (c.c).
Kur'ân-ı Kerîm'de
çeşitli yerlerde zikirden bahsediliyor. Ey iman edenler, Allah'ı çok
zikrediniz.(Ahzab: 42)
Nasıl zikredelim?
elimize aldık teşbihi. Allah, Allah.... veya lâ ilahe illallah, lâ ilahe
illallah bir ömür böyle geçse acaba Allah katında makbul olur mu?
Alimlerimiz zikir için
demişler ki, dille yapılan zikir vardır. Elinize aldınız teşbihinizi yolda
giderken boş gideceğinize, türkü söyliyeceğinize, lâ ilahe illallah, lâ ilahe
illallah diyerek gidiyorsunuz. Bu bir zikirdir. Dille yapılan bir zikirdir.
Kalble yapılan zikir,
kişinin yüreğinde Allah (c.c.)'ü sevgisini ve. haşyetini hiç çıkarmaması da
zikirdir. Hani dille bir şey söylemiyor ama, gönlünde Allah (c.c.)'ü bir nimet
görüyor. Fe sübhanallah, aman Yâ Rab-bi ne güzel yaratmış? Bunu dille
söylememiş olsanız bile, gönlünüzden geçirmeniz bir zikirdir.
Bedenle yapılan zikir
ise, Allah (c.c.)'ün vermiş olduğu bedenle Allah'ın vermiş olduğu emirleri
yerine getirmek, O'na bedenle yapılan bir zikirdir. Namaz hem dille yapılan bir
zikirdir; (Fatiha sûresini ve diğer zammı sûreleri okuyoruz,) hem de bedenle
yapılan bir zikirdir. Bütün âzâmız bu zikre katılmış oluyor. Aynı zamanda
kalple de yapılan zikirdir. Allahü Ekber deyip elinizi bağladıktan sonra,
mümkün mertebe dışarıyla ilişkiyi kestiğiniz takdirde hem dilimiz, hem
kalbimiz, hem de bedenimiz Allah (c.c.)'ün zikri ile meşgul olmuş oluyor.
Allah (c.c.) üzkûruni
diyor Yani bu bize, Ümmet-i Muhammed'e deniliyor. Beni zikrediniz diyor.
Hatırlayacaksınız. Bakara sûresinin 40. âyet-i kerîmesinde.
Ey Beni İsrail, size
olan nimetimi hatırlayınız.
Bize, Ümmetti
Muhammed'e üzkûruni diyor Rabbim.Beni hatırlayamaz diyor.
Ama Yahudiler'e ise
Bakara 40âyet-i kerîmesi ile nimetimi hatırlayın diyor. Burada âlimlerimiz
demişler ki, Ümmet-i Muhammed'in Allah (c.c.) kelâmıyla, diğer ümmetler üzerine
üstünlüğünü de ifade ediyor bu âyet-i kerîme.
Mü'minler ise doğrudan
Allah (c.c.)'ii zikrediyorlar. Allah (c.c.)'ün varlığını ve birliğini kabul
ediyor, O'na itaat ve ibadet etmeğe devam ediyorlar. Sonra da Rabb'imin
sofrasına buyuruyorlar.
Hani şuna benzer, iki
tip insan vardır. İkisi de bir yemek ziyafetine davet edilmişlerdir. İkisi de
bu davet eden kişi hakkında yanına varınca saygı gösterecekler. Hoş geldiniz
denildiğinde, hoş bulduk denilecek. Hani düğünü varsa hayırlı olsun denilecek.
Mübarek olsun gibi ifadeler kullanılacak. Adamın biri geliyor evvela sofraya
şöyle bir bakıyor. Yağlı ballıysa, izzeti ikramını ona göre yapacak. Birisi ise
davet edenin bizzat kendisini seviyor. Bizzat kendisini sevdiği için yanına
varıyor. Hayırlı uğurlu ölsün diyor. Gönlünü alıyor. Ondan sonra da sofraya
geçiyor. Soğan, tuz ve ekmek gelse de aynı sevgisini devam ettiriyor, kuş
sütüyle beslense de yine aynı sevgi ve muhabbetini devam ettiriyor. Bizim farkımız
bu. Biz bu âyet-i kerîmenin işaretine göre doğrudan doğruya bizi yaratan Allah
(c.c.)'e ibadet ve itaatımıza devam ediyoruz. Bağlılığımızı bildiriyoruz. Ondan
sonra da Rabb'imin bu yer yüzünde.yaratmış olduğu nimetlere geçiyoruz. Bu
Rabb'imin nimetleridir. Bu nimetlerinden Rabb'imin yeyin dediği yenir. Yemeyin
dediği yenmez. Mülk onun olunca, otorite de onun olması gerekir. Öyleyse bu
otoriteyi sağlamak üzere de bizi görevlendirmiştir. Zikrin bir mânâsı da bu.
Allah'ı zikrediyoruz. Ve insanlara da hatırlatıyoruz. Bu mülkün sahibi olunca
helal ve haram koyma hakkı da O'nundur. Öyleyse O'nun ye dediğinden yenilecek,
yemeyin dediğinden yenilmeyecek. Kâfirlerden bir kısmı çıkar da "Olmaz
öyle. Biz kuralımızı kendimiz koyarız" diyecek olursa, o zaman "Dur,
senin dilini de yaratan, gönlünü de yaratan, elini de yaratan Allah
(c.c.)'dür. Allah'ın mülkünde sana ben bu Allah'ın âyetlerini
çiğnettirmem" diyerek, Müslüman onun karşısına geçecektir. Allah "(cc.) Ankebut sûresinin 45.
âyeî-i kerîmesinde /Allah'ın zikri gayet büyüktür diyor.
Bir kısım âlimlerimiz
buna şöyle mânâ vermişler: Kulun Allah'ı zikretmesi söz konusu
burda............Beni zikrediniz. Kul Allah'ı zikredecek. Peki kul Allah'ı
zikredince Allah (c.c.)da............Ben de sizi zikredeceğim. Yani rahmetimle
sizi zikredeceğim buyuruyor.
Alimler de bu Ankebût
sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde kulun Allah'ı zikretmesinden, Allah'ın kulunu
zikretmesi daha büyüktür mânâsını almışlar. Yani bizim bir zikrimizin, Allah
katında çok büyük mükafatlara, rahmete vesile olacağını bu âyet-i kerîme ifade
etmiş oluyor! Pekala . zikretmezsek ne olur?
O zaman da Zuhrif
sûresinin 5. âyet-i kerimesinde ifade edildiği gibi; Rahman'ın zikrinden yüz
çeviren kişi şeytanın kardeşi olur. Şeytanın arkadaşı olur. Rahman'dan yüz
çevirirse kişi arkadaşsız kalmıyor, dostsuz kalmıyor. Bu âyet-i kerîmenin ifade
ettiğine göre bu sefer de şeytan onun yakını, dostu, yönlendiricisi
oluveriyor.
Kamer sûresinin 22.
âyet-i kerimesinde.Zikir için biz Kur'ân'i kolaylaştırdık buyuruyor.
Bazı âlimlerimiz
demişlerki, bir kişi eline bir teşbih alıp lâ ilahe illallah lâ ilahe illallah
dese mi daha fazla sevap alır, yoksa Kur'ân-ı Kerîm'i eline alsa onu okusa mı
daha fazla sevap alır? Hepsinin kendine göre güzel yönleri var, güzel izahları
var ama Kur'ân-ı Kerîm'in bir ismi de zikir olması nedeniyle, Kur'ân-ı Kerîm'i
okumak diğerlerinden üstün kabul edilmiş. Ancak, namaz kılmak daha efdaldir.
Niye? Çünkü namazın içinde de Kur'ân okunacaktır. Erzurum'dan bir hoca efendi,
anlatmıştı: Soğuk bir kış gecesi gecenin en uzun olduğu dönemlerde yatsı
namazından geldim, iki rekat bir namaz kılayım dedim. Bakara sûresinden
başladım, yahu şu sayfayı da okuyuvereyim, bu sayfayı da okuyuvereyim derken
Kehf sûresini geçivermişim diyor. Yani Kur'ân'ın yarısını tamamlamış. Yahu
madem yansını okudum bitireyim demiş sabah namazına kadar tamamını
bitirivermiş. Yani iki rekatta Kur'ân-ı Kerîm'i bitiren bir adamı ben gördüm.
Bu adam ne yapmış oldu? Hem namazını kılmış oldu. Hem de Kur'ân-ı Kerîm'ini
okumuş oldu. Bizim uzun uzun Kur'ân-ı Kerîm'den ezberimizde olmazsa,
namazımızın dışında en güzel zikrimiz Kur'ân-ı Kerîm okumaktır. Tabiki daha
önce de ifade ettiğim gibi hem lafzını okuyacağız, hem de mânâsını anlıyacağız.
Yoksa mânâsını anlamadan okumak fayda vermez demek mümkün değil ama, faydası
çok fazla olmaz. Tıpkı ilacı satın alıp ta ilacın adını söyliyerek tedavi
olmaya kalkan insan gibi oluveririz. Peki kimi zikredelim. Allah (c.c.) bu
âyet-i kerîmede kimi zikredeceğimizi bildirmiş, üzkûruni "Beni
zikredin" demiş. Nasıl zikredelim? Yine Bakara sûresinin 200. âyet-i
kerîmesinde;
Nasıl ana ve
babalarınızı, ecdadınızı anıyorsunuz, zikrediyorsunuz. Öylece zikrediniz.
Hatta ondan daha iyi ve daha fazla zikredin buyuruyor. Allah (c.c).
Hani babası ölmüş,
köşk bırakmış, tarla bırakmış, bağ-bahçe bırakmış, dükkân bırakmış, milyarlar
bırakmış o ikide bir "babam rahmetli,-babam rahmetli ne adamdı" filan
diyor. Allah (c.c.) diyor ki, babanızı veren O, babanıza mülkü veren O.
Tarlayı tapanı yaratan, Eli kolu, gözü gönlü yaratan Allah (c.c). Nasıl anne ve
babanızı zikrediyorsanız, Allah'ı ondan daha fazla zikrediniz.
Pek iyi nerede ne
zaman zikredelim? Allah (cc) onu'da ifade etmiş. Nisa sûresinin 103. âyet-i
kerîmesinde; Ayakta, oturarak, yatarken Allah'ı zikrediniz buyuruyor Allah
(c.c).
Yatarken olur mu?
Olur. Türkler'in kendine has bir örfü vardır. Kur'ân-ı Kerîm'i göbekten aşağıya
düşürmeme. İyi bir şeydir ama aslında dinen böyle bir emir yoktur. Efendimizin
hayatında böyle bir hadis-i şerif yoktur, sahabede yoktur ancak, Kur'ân'a
saygı olsun diye göbekten aşağıya düşürmeme geleneğini meydana getirmişler.
Buna biz de dikkat edelim. Ancak bu şart değildir. Onun içindir ki, hacılarımız
hacca gittiklerinde görmüştür; Araplar Kâbe-i Muazzama'nın kenarında alır
Kur'ân-ı Kerîm'i okur okur, yatmış yüz üstü onu mermerin üstüne koymuş okuyor
okuyor, yoruldumu da kapatıyor, kafasının altına koyup uyuyor. Bizimki geliyor
buraya "yahu müslümanlık bizim burada. Adam yatarken Kur'ân okuyor"
diyor. Rabbim müsade ettikten sonra!!? Yatarak Allah'ı zikrediniz. Oturarak
Allah'ı zikrediniz, ayakta iken Allah'ı zikrediniz buyuruyor Allah (c.c.).
Furkan sûresinin 62.
âyet-i kerîmesinde buyuruyor Rabbim; O Allah (c.c.) gece ve gündüzü arka arkaya
vermiş. Niçin? Allah'ı zikretmek, Allah'a şükretmek isteyenler için. Gece ve
gündüzü arka arkaya vermiş. Gecenin kendine has ibadeti taatı, gündüzün kendine
has ibadeti ve taatı vardır. Gecede ve gündüzde ayakta, oturarak ve yatarak ana
ve babamızı anığımızdan daha fazla Allah (c.c.)'ü zikretmeye devam edeceğiz.
Çünkü, Allah'ı zikretmek, O'nun nimetlerine şükretmek. Allah'ın nimetlerinin
artmasına sebep olur. ibrahim sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde;
Eğer siz şükredecek
olursanız, biz de size artırırız diyor. Neden dolayı şükretmişsek ondan dolayı
Allah (c.c.) o verdiği nimetini bize artırıyor. Eğer nankörlük yapacak
olursanız, nimeti elinizden alırım demiyor. Azabım gayet şiddetlidir diyor.
Yani Öbür dünyada hesaba çekileceğinizi hiç unutmayın diyor Allah. (c.c).[278]
(153) Ey
iman edenler, sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz AHah, sabredenlerle
beraberdir.
Ey iman edenler, sabır
ve namazla Allah (c.c.)'deh yardım talebinde bulununuz buyuruluyor. Böyle bir
âyet-i kerîme daha önce de geçti. Bakara sûresi 45. âyet-i kerimede buyuruyor
Allah (c.c); Benî İsrail'e vermiş olduğu nimetleri hatırlatıyor Rabbim. Nimete
nankörlük yaptıklarını da hatırlatıyor Rabbim. Sonra da bize, sabır ve namazla
Allah (c.c.)'dan yardım talebinde bulununuz buyuruyor.
Peygamber Efendimiz
(a:s.v.) sıkıntılı günlerde, sıkıntılı olaylarda rahatlamak için hemen
abdestini alır, namaza dururmuş. Hatta bazen Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.)'e dermiş
ki, Bilal kalk ezan oku da rahatlıyalım veya bizi rahatlat buyururmuş. Ezan
okununca namaza geçecekler ve namazda huzura kavuşacaklar. Peygamber Efendimiz
huzura kavuşma yeri olarak namaza yönelirmiş. Allah (c.c.) de, sabır ve namazla
Allah (c.c.)'den yardım talebinde bulununuz buyurmaktadır.
İnsanoğlunun
dünyasıyla ilgili müracaat edebileceği en güçlü yeri sabrıdır. Dış dünyaya
karşı da müracaat edebileceği yani fiili olarak yapabileceği şey de namazdır.
Günümüzde namaz
kılamayan, Rabbime inanamıyan, ahirete inana-mıyan insanlar da Sitreslerini
atabilmek için yol arıyorlar. Hani Batı'nın sitresi var da, doğunun da sitresi
var kendine göre. Meselâ Japonya'da, ayakta uyuyan adamlar var. Teknolojide
fevkalade iyi gelişme var ama, adamlar uyumaya, ekmek yemeğe ve de yatmaya
zaman bulamıyorlar, yer de bulamıyorlar. 50 santim genişliğinde, 70 santim
yüksekliğinde, 190 santim uzunluğunda otellerde, çekmece usulü yataklar
yapıvermişler. Yatacak sabahleyin işine oradan gidecek. Bir kısım
sömürgecilerin çıkarlarına daha fazla hizmet edebilmek için adamlara uyuyacak,
evlenecek, gülecek, eğlenecek zaman bırakmamışlar. Ve bu adam bir gün geliyor
yeter be yeter demiye başlıyor. O anda da tam sibobun patlıyacağı sırada, sizin
bu sitreslerinizi gidermek için Hindistan'dan getirdiğimiz bilmem ne metodlan
vardır diyorlar. Türkiye'de de var bu türden oyunlar. Köpeğinin 1 açlığından
veya köpeğinin mama yememesinden şikayetçi olan, bundan dolayı da sinir
krizleri geçiren kadın veya erkeklerin de sinirlerini, sıtmalarını
atabilecekleri yerler icat edilmiş durumda Türkiye'de de. Bunlardan biri benim
yakın tanıdıklarımdandır. İlk kurucularından bir adam. Evime ziyarete geldi.
Dedim ki, neden ihtiyaç hissettiniz? Şöyle dedi: bu insanların bu sitresinin
içerisine bu sanayi ve bu teknolojiyle girebileceğini batılı dostlarımız daha
önceden keşfetmişler. Buna çıkış yolları aranmış. Çıkış yolu olarak da Hint
yogizminin bütün dünyaya tanıtılması istenmiş. Biz de benimsedik, gittik
gördük. Altı ay orada kaldım. Türkiye'de de bu işin okulunu kurduk. Ve
çalışmalarımız devam ediyor.
Hastalarından dinledim
bazı şeyleri; "Gözlerimizi yumduruyor" diyor bir bayan. Gözlerimizi
yumduruyor ve işte şöyle havalardan geçiyorsunuz, şöyle rüzgârlar esiyor,
şöyle bir beyaz buluta rastladınız. Ve böylece dünyayı unutturuyormuş. Ve tam
o esnada rasgele bir kelime veriliyormuş bu kelimeyi de günde 100 defa
söyliyeceksin diyormuş. Böylece eli teşbihte, dili de, zihni de o kelimeyle
meşgul olduğundan, dünya ile meşgul olduğu o pisliklerden arınma dönemi oluyor.
Ne kadar? Beş dakika. Günde beş dakika veya on dakika. Bunu yapıyorlar.
Dedim ki, yahu bunu
böyle yapacağınıza keşke insanlara namazı tarif etseydiniz. Yani günde on
dakika Öğlede, yine on dakika ikindide gelseler belirli bir mekanda ki, sizin
bulduğunuz, beğendiğiniz mekanlar ki, sesten uzak olsun diyorsunuz. Camilerimiz
de bu şehrin sesten en uzak yerleridir. Hatta ecdadımız caminin dışına da
genişçe bir duvar yapmış, yani gürültü duvardan içeriye avluya girmez. Bir de
iç mekan var orasıda camidir. Oraya geliyor ondan sonra da dünyayı arkaya
atıyor. Ve bu adam zikrine devam ediyor. Bedenî ibadetle meşgul. Dili Rabbimin
kelimeleriyle meşgul, (sen uydurma bir kelime veriyorsun.) Ve kalbi de
Rab-bine bağlılıkla meşgul. Böylelikle mümkün mertebe kötülüklerden, şifresinden,
sıtmasından bu adam arınmış oluyor deyince keşke bunu yirmi sene önce tavsiye
etseydin dedi o bey. Adam da haklı bir yerde. Yani imansızın haklılığı olmaz
ama, öyle çevreler var ki, çocuğun dünyaya geldiği aile ateist, öğretmeni
ateist, bulunduğu semt ateist. Ateist demiyelim, yani gavur. Gavurluğun da
kendine göre bir mantığı var. Bu adamlar öylesine o mantığı, benimsemişler ki,
onların içinde de iyi kalpler bize acıyor. Yazık yahu 1400 sene evvelin
inancıyla hâlâ meşgul oluyorlar. Yani bunu çok iyi niyetlerle yapıyor. Şeytan
rızası için yapıyor adam.
Nasıl ki, siz Allah
rızası için yapıyorsunuz bir işinizi, aynı şekilde adam şeytan rızası için bunu
düşünüyor. Çok iyi niyetlileri size yakınlık göstermek ve sizi bu işinizden
kurtarmak için, şeytan rızası için gayret edenler de var. Bunlar kendi
mantıkları içinde kendileri haklılar. Yani biz onlara İslam'ı götüremedik,
sabırla yürüyemedik onların üzerine. İçimizi kuvvetlendirecek olan sabır. Tabiî
bu sabır, kapıları kapatıp, perdeleri kapatıp ondan sonra da ya sabır çekme
değildir. O kabirdir. Bunun sabırla ilgisi yoktur.
Ragib'in Müfredatında,
Ragıb-ı İsfahanî diyor ki, sabır, kişinin kendi nefsini tutması yani kötü
isteklere karşı alıkoyması. Sabır budur. Allah'ın emirlerini yerine getirmede,
eğer nefsin yapmamak isterse yine nefsine hakim olup emirlerini yerine getirmesi,
yasaklara karşı nefsi böyle sineğin bala düşüşü gibi veya sineğin pisliğe
düşüşü gibi nefsi düşüyorsa, yine nefsini düşmekten alıkoymasına sabır
deniliyor.
Bir de, Bakara
sûresinin 175. âyet-i kerîmesinde belirtildiği gibi; Ateşe karşı ne kadar da
cür'eüiler buyuruyor Rabbim.
Yani Allah (c.c.)
burada sabrı: tutmak mânâ-sında alacak olursak, Allah'ın emirlerini tutunuz,
yasaklarına karşı nefsiniz hücum ederse yine nefsinizi de tutunuz ve bir de
cesur olunuz. Cesaretinizle Allah'tan yardım isteyiniz. Yani kâfire karşı
sabrediniz, cesur olunuz ve Allah (c.c.)'dan sabır talebinde bulununuz.
İbadetlere karşı sabır
da Meryem sûresinin 65. âyet-i kerimesinde;
Allah'a ibadette
sabretmemizi istiyor. Zor bir iş aslında. Yukarda, Bakara sûresinin 45. âyet-i
kerimesinde: Bu sabır veya bu namaz, bu büyük bir şeydir, büyük bir meseledir
diyor Allah (c.c.) ...Ama Allah'tan korkanlar için de zor bir mesele değildir.
Bazı şeylerin zorluğu
kişinin kendisini şartlandırmasıyla ilgilidir. Mesela üç yaşında ve dört
yaşında oğlunuz, kızınız var. Mahallede oynayacakları bir yer var. Kendi
yaşlarında çocuklarda var. Akşama kadar oynarlar. Bilemiyorum bir çocuk akşama
kadar oynarsa kaç kilometrelik yol yapmış olur. Ama oyunda yorulmaz,
yorulduğunu akşam gelip yatarken anlarız biz onun, oyun esnasında yorulmaz.
Fakat annesi onu, sevmediği bir yere götürmeye kalkarsa yolda 2 km.lik falan
olursa, yolun yarısında yorulur. "Anne yoruldum, anne yoruldum"
demeye başlar. Kendi oyununda olsa 2 km.'yi değil 20 km.'yi koşacak ve yorulmayacak.
Ama kendi istemediği yerde çocuğu koşturacak olursanız bu sefer o yorulacaktır.
Gerçekten yorulur.
Mesela sizin kendi
hayatınızda da olur. Bir yola gidiyorsunuz veya bir iş yapacaksınız. Kendinizi
şartlandınrsanız mesela 10 km. yürüdükten sonra arkadaşın evine varacağım
dediniz, on km.'yi normal yürürsünüz. Tam vardınız bir sordunuz ki, daha 5 km.
var. Ayaklarınızın her tarafı yorulur. Halbuki başlangıçta kendinizi 15 km.'ye
ayarlamış olsaydınız normal giderdiniz aslında.Yani kişinin kendisini kurması
diye bir şey var. Mutlaka fizikî yorgunluk var, etki var. Fakat fizikî
yorgunluk veya etkilerden ziyade kişilerin hissî yorgunlukları etkileri vardır.
Onun için bu namaz
veya sabır, insanlara ağır gelir ama, Allah'tan korkan insanlara ağır gelmez
diyor Allah-(cc). Eğer bunu yapacak olurlarsa, Allah da onlara yardım eder.
İlk nazil olan âyet-i kerîmelerde, Müzzemmil sûresi âyet 1, 2 nci ayetlerde,
Geceleri Peygamberimizin kalkmasını emrediyor Rabbim. Namaz için geceleri
kalkmasını. Peygamberimiz Mekke'de, peygamberlikle görevlendiriliyor. Ve
insanların İslâm'a davetine başlıyor. Mekke insanı, Medine insanı, o günün
İran'ı, o günün Bizans'ı da bu emre bu dine muhatap. Peygamber bunları
başaracak. Nasıl başaracak? Geceleri ibadet yapmak ve Kur'ân okumakla. Kur'ân
ona yol gösterecek. Tebliğ için belli bir şekilde davranmış peygamberler. Sen
de o peygamberlerin davrandığı gibi davranacak olursan o peygamberlerin vardığı
yere varırsın. Peki bu taktik nereden alınacak? Kur'ân-ı Kerîm'den taktik
alıyorsunuz.
Demekki, insanın iç
dünyasının güçlü olması lâzım. O gücü de sağlı-yabileceği yani aküsünü en iyi
şekilde doldurabileceği yer namazıdır. Ona biraz ağırlık verelim. Bu günden
itibaren biraz daha bu gücü almağa çalışalım Ben kıldımda hiç bir şey alamadım
demeyin. Hani akünüzü götürdünüz adama doldur bunu dediniz, Boş götürdüğünüzde
tarttınız şu kadar kilo ve gram. Onu doldurdunuz tarttınız yine aynı kilo ve
gram. Değişen bir şey yok. Şimdi adama dermişiniz ki, bunu doldurmamışsın. Adam
der ki, doldurmamışsam koy bakalım arabana çalıştır, bak nasıl çalışacak.
Hakikaten arabaya koyuyorsunuz arabanız çalışıyor. Bir enerji: koyulmuş
demekki:
Günümüzde bir kısım
insanlar da hocam biz namaz kılmıyoruz ama sporumuzu yapıyoruz diyor. Yani
müslümanlar spor yerine namaz kılıyorlarsa biz de sporumuzu yapıyoruz. Bu da
onun yerine sayılmaz mı? Bazıları derki; Dinimiz güzelmişte maşallah 1400 sene
evvel insanları hareketsiz halde bırakmamak için jimnastik yerine namazı
koymuş. Bizim de hareketlerimiz, sporumuz namaz yerine geçmez mi? Buna şöyle
cevap verelim, sizi askere çağırıyorlar, iki sene veya 18 ay askerlik
yapacaksın diyorlar. Peki gitsenizde orada askerlik yapmasanız kışlanın önünde
iki sene değil de, dört sene kendi kendinize talim yapsanız, komutan; «sen
dört senedir burada talim yapıyorsun gel seni terhis edelim» der mi? Demez.
Onun kuralına uygun iş yapacaksın.
Allah (c.c.)'ün
kuralına göre iş yaparsanız makbuldür. Yoksa Allah'ın kuralına göre iş
yapmadığınız takdirde kendi halinize ne yaparsanız yapın o makbul değildir.
Yani sporu ayrıca namazını kıldıktan sonra bedenini güçlendirmek için yapacak
olursan ayrıca sevabını alırsınız. Ya Rabbi güçlü bir bedene sahip olmalıyım.
Bu güçlü bedenle senin dinine hizmet etmeliyim derseniz onun da sevabını
alırsınız.
O Musa'nın sabrettiği
gibi sabret. O ki, Allah (cc.) O'nun önüne denizi çıkanverdiği halde, Rabbimin
yolunda yürümek, O'nun çölünde Rabbime itaat ve ibadet etmek için denize atını
sürmüş bir peygamberdir.
O Firavunun zulmüne
sabretti. Firavunun sarayında bir eli yağda bir eli balda yaşıyordu Peygamber
olmadan önce peygamberlik verilince o nimetleri terketmek bir sabırdır o ayrı.
Onlara sabretti. Onun işkencesine sabretmek ayn bir sabırdır, onlara da
sabretti. Denize at sürmekte ayrı bir sabirdır. O'nun sabrından siz de sabredin
diyor Rabim.
İbrahim ki, Nemrud'a
boyun eğmemişti. O da put bakanının oğlu idi. Put bakanlığını yapan bakanın
oğlu Yani devletin bütün imkânlarından yararlanan bir delikanlı iken, ona itaat
etmemek üzere orayı terkediyor.
Allah (cc.) da, o
peygamberlerin sabrettiği gibi sabrediniz buyuruyor. Sabredince ne olur?
İbrahim (a.s.)'ın devleti gibi bir devlet, Musa (a.s.)'ın devleti gibi bir
devlet kurulur. Arkasından da o ulül-azm peygamberlerinin gittiği cennete
mü'minler de varırlar.
Hz. Ömer (r.a.) diyor
ki, zorluklara sabretmeyi bildik ama bolluğa sabredemedik. Allah (cc),
insanları bollukla da imtihan ediyor, zorlukla da imtihan ediyor.
Timura sormuşlar:
" Başarılarıyın kaynağı nedir? Timur, soruyu soranın parmağını kendi
ağzına almış. Kendi parmağımda soranın ağzına vermiş ve ikimizde ısıracağız.
Başla" demiş . Karşılıklı ısırmaya başIamışlar. Biraz sonra soran adamın
Aaaa diye bağırarak ağzını açar. Timur elini kurtarır ama Timur ısırmaya devam
eder. Az sonra Timur adamın parmağını bırakıverir. ve «Aaaa diye bağırmak sana
fayda vermez karşı tarafa fayda verir. sana.ancak sabır fayda verir» der.[279]
(154) Allah
yolunda Öldürülenlere "ölüler" demeyin. Bilakis onlar diridirler,
fakat siz farkında değilsiniz,
Allah yolunda ölenler
için "öldü" demeyiniz büyuruluyor. Onlar diridirler, ancak onların
diri olduğunu siz anlıyamazsınız, siz farkına varamazsınız diyor.
Nasıl diridirler? Bu
konuda elle tutulur, gözle görülür bir şekilde tarif yapmamız mümkün değildir
ama Rabbim katında rızıklandırıldıklarım ve Cennette dolaşıp durduklarını bir
kuş halinde uçtuklarını çeşitli hadis-i şeriflerden anlıyoruz. Fakat bütün bu
anlatım şekilleri de bizim aklımıza yaklaştırmak, anlatabilmek içindir. Yoksa
hakiki mahiyeti öyle değildir." Çünkü Cennetin nimetlerini Rabbim bize
tanıtırken bildiklerimizden hareketle tanıtmış. Yoksa bilmediğimiz bir şeyi
bilmediğimiz bir dille anlatmak mümkün değil. Onun için şuna inanıyoruz;
Rabbim katında rızık-landmlıyorlar. Ve de onlar diridirler.
Bu âyette bahsedilen
bizim dilimizde çokça kullandığımız şehitlerdir.
Şehit: müşriklerin
doğrudan veya dolaylı olarak öldürdüğü müslü-mandır. Doğrudan öldürdüğü mesela
kurşunla öldürüyor. Dolaylı Öldürüyor: Zaman içerisinde verdiği çeşitli
ilaçlarla öldürüyor. Bir Müslümanı yok etmek istiyorlar. Öldürseler ortaya
çıkacak bütün oyunları. Mesela hastahaneye alıyorlar. Gram gram ilaç
veriyorlar. Ve derken adamı belirli bir hastalığa tutturuyorlar. O Müslüman üç
sene sonra yok olup gidiyor. Bu insan da şehittir. Bir insan İslâmî hizmetlerini
cesaretle, metanetle ve ilmî dirayetle yürütürken, karşı güçler onu alıp bizim
anladığımız yollardan değil de, anlamadığımız yollardan öldürmeye kasdedip
neticede de
Öldürmeyi başaracak
olursa, buna da şehit diyoruz. Yani dolaylı yoldan öldürme, ama yine
öldürülmüş.
Bir de Müslüman olup
harp meydanında yaralanmış, yara alarak öldürülmüş insanlar ki, bunlara da
şehit diyoruz.
Bir de Müslümanlar
tarafından zulmedilerek Öldürülene de şehit deniliyor. Bir Müslüman tarafından
ama zulmedilerek öldürülüyor. Bunlara da şehit deniliyor.
Peygamber Efendimiz
(a.s:v.), bir gün ashabına sormuş. Siz şehit deyince ne anlıyorsunuz? .
Onlar da Ya
Rasulellah, Allah yolunda Öldürülen şehittir demişler. Efendimiz demiş ki, o
zaman benim ümmetimin şehitleri az olur. Sahabiler sormuşlar: Peki öyleyse
sizin kasdettiğiniz nedir Ya Rasulellah deyince; O da demiş ki, Allah yolunda
Öldürülenler şehit, Aüah yolunda ölenler de şehit.
Yani siz de şu 20,
asırda O, Allah'ın ahkamı Kur'ân-ı Kerîm'in hakimiyetini sağlama yolunda adım
atarsanız, gayret gösterirseniz bu yolda, düşünürseniz, yolda giderken bunun
hesabını yaparsanız, bu hesabı yapanlara yardım ederseniz ve böyle bir halde
iken yatağınızda ölürseniz dahi şehit sevabı alıyorsunuz.
Efendimiz (a.s.v.);
- " Siz şehid'i nasıl biliyorsunuz?
deyince sahabe "Ya Rasülellah Allah yolunda öldürülenlerdir şehid"
dediler.
- Peygamber efendimiz de "o takdirde benim
ümmetimin şehidi az olur" dedi.
- Sahabe peki kim
şehirdir? Ya Rasülellah deyince
- Peygamber efendimiz
"Allah yolunda öldürülen şehittir. Allah yolunda ölen şehittir. Vebadan
ölen, iç hastalığından ölen şehittir." buyurmuştur.[280]
Buna benzer hadis-i şerifler çok. Orada çeşitli şekilde yanarak ölen mü'min,
denizde boğularak ölen mü'min, şifası henüz mevcut olmayan hastalıktan ölen
mü'nıin şehittir. Çünkü şifasız hastalık olmadığı konusunda hadis-i şerif var.
Peygamber Efendimiz'in yanarak ölen, boğularak ölen şehittir. Doğum üzerine
ölen şehittir. Karın ağrısından ölen şehittir gibi hadis-i şeriflerine göre, o
gün için karm ağrısı dediğimiz şey nasıl bir hastalıktır bilmiyoruz ama o gün
şifası yokmuş. Bunlar şehit sevabı alırlar. Şehit muamelesi görmezler. Yani
elbiseleri kefen olur denmez. Yıkanıyor, namazları kılınıyor, defnediliyor ama
Allah katında bunlar şehit sevabını alırlar diyor Peygamber Efendimiz (a.s.v.).
Bir hadis-i şerifte
de, insanların fesada uğradığı bir zamanda sünnetime sarılan kişi de yüz şehit
sevabı alır deniliyor.
Pekiyi şehit niçin
şehit oluyor? Sünneti seniyyenin ayakta durması için yani asıl olan şehit olmak
değil, gaye şehit olmak değil, gaye Allah'ın ve Rasûlü'nün ahkamının ayakta
kalmasını sağlamaktır. Bunu sağladımı bir kişi şehit olmasa da sevabını alıyor.
Şehit olursa da sevabını alıyor. Yani gaye Allah'ın ahkamının hakimiyetini
sağlamaktır.
Mişkat'ın şerhi
Mirkat'ta rivayet edilmiş 2. cildin 303. sahifesinde Hz. Ali (r.a.) diyor ki:
Bir devlet başkanı bir kişiyi hapseder ve ona zulmederse hapishanede iken o da
ölürse o da şehittir .
Allah yolunda hicret
eder ve sonra da öldürülür veya ölürse, Allah onları güzel azıklarla
rızıklandırır.[281]
Ayet-i kerîmesinden yola çıkarak Hz. Ali (r.a.) bu sözünü söylemiştir.
Ve zalim sultanlara
karşı da hakkı söylerken öldürülenlerin şehit olduğunu da ayrıca Peygamber
Efendimiz (a.s.v.) bize bildirmiştir.[282]
Allah (c.c.) Muhammed
sûresinin 4, 5, 6. âyet-i kerimelerinde; şöyle buyurur: Allah yolunda
öldürülenlerin yaptıkları katiyen boşa gitmez. Allah onlara hidayet verir,
işlerini düzeltir ve onlara tarif ettiği cennete kor.
Şöyle bir soru
sorulabilir. Allah (c.c.) kendi dinini
kendisi korusa ya! Allah (c.c.) diyor ki, doğru Ben dileseydim kendim kâfirlere
galip gelirdim. Kâfirleri yaratmazdım. Kâfirleri dileseydi Allah (c.c.)
tamamını imana sokuverirdi. O zamanda imtihan denen şey ortadan kalkıverirdi.
Ancak, bir kısmınızı
diğerinizde imtihan etmek için diyor Allah, (c.c.) Yoksa kendisi de galip
gelirdi, mülkünde kullan üzerine.
Allah yolunda
öldürülenler için, Allah sizin amellerinizi boşa çıkarmaz. Onları doğru yola
iletir ve işlerini de düzeltir. Ve onları Cennete kor. Nasıl bir Cennet? Onlara
tarif ettiği Cennete kor. Mânâsı da verilmiş.
Arfe: arabın dilinde
en güzel kokunun adı arfe imiş. Onlara koklattığı Cennetine kor mânâsı da
verilmiş.
Hani sahabe Bedir'de,
Uhud'ta bazı müslüman şehitleri anlatıyor: "Sanki Cennetin kokusunu
almışta o tarafa koşarmış gibi koşarken gördüm, sonra da şehit edildiğini
gördüm" diyor. :
Yani insan bir şeyde
sağlam bir bilgi elde edinecek olursa o bilgi edindiği şeye doğru yürür, koşar
ve onu elde etmek için gayret eder. Sanki kokuşunu almış gibidir. Günümüzde de
deriz; bu paranın kokusunu almış. Bu o tarafa gidiyor paranın kokusunu almış
diyorlar. Ne olur paranın kokusunu aldıktan sonra varır elde eder. Ne yapar
para? Belirli şeyleri sağlamada yardımcı olur. Ama günümüzde bir kısım insanlar
var ki, para bitmiş adamlar için. Adamın harcıyacak yeri kalmamış. Para bol ama
parayı harcıyacak yeri kalmamış. Bu sefer paradan geçmişler, başka şeylerin
peşindeler. İnsanın iç dünyası para ile doyurulmuyor. O doyumsuz yaratılmış, o
ancak Rabbin Cennetine, Rabbin rızasına varınca doyum sağlar.
Onun için günümüzdeki
insanlar doyumlarını sağlamak için paraya doğru koşmuşlar ama, para da onlara
doyum sağlamamış bu sefer başka yollar aramaya koyulmuşlardır.
Şehit, bir hadis-i
şerifte de ifade edilmiş Peygamber Efendimiz tarafından, karıncanın insanı
ısırdığında ne kadar acı duyarsa bir insan, şehit olan insanda o acıyı duyar.[283]
Biz, Filistin'de oğlunun ölmüş cesedi yedirilen kadının sonra da işkence
edilerek öldüğünü duyunca tüylerimiz ürperiyor. Veya önce kolları kırılan,
sonra ayaklan kınlan, sonra burnu kesilen insanları duyunca yüreklerimiz
hopluyor bize acı veriyor. Zannetmiyorum bize verdiği acı kadar o şehidimiz acı
duysun. Zannetmiyorum değil, Peygamber Efendimiz (a.s.v.), bir karıncanın
ısırması esnasında acı duyulduğu kadar ancak acı duyar diyor şehidimiz. Yusuf
Aleyhisselam in güzelliğine bakarken ellerini kesen kadınların acısını
hissetmedikleri gibi şehidler de ölürken acı hissetmezler.
Onun için biz
şehitlerimize acımıyoruz. Onlara rahmet okuyoruz; Şehit olmak da gaye değil
diyoruz. Allah'ın ahkamının hakim olması gaye diyoruz. Hazineyi elde etmek için
harabeyi yıktıkları gibi, iki dünyam güzelleştirmek için şehid olmak gerekirse
severek gidilir. Ama o gayeye yürünürken önümüze yol çıkmış veya deniz çıkmış
veya İbrahim'in ateşi gibi bir ateş çıkmış veya Yusuf (a.s.)'ın hapishanesi
gibi bir hapishane çıkmış hiç önemli değil. Ya geçeriz veya geçeriz.[284]
(155) Sizi
elbette biraz korku, açlık ve biraz mallardan, canlardan ve meyvelerden
eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.
Bu yol dikenli
olduğundan dolayı Allah (c.c.) bu dünya yolunda çeşitli vesilelerle imtihan
edeceğini ifade ediyor.
Biz sizi imtihan
edeceğiz. Korkudan azıcık bir şeyle, çok küçük şeylerle imtihan edeceğiz.
Korkudan bir şeyle sizi imtihan edeceğiz. Korku çeşitli. Rabbim korku demiş
bitirmiş. Alimlerimizin bir kısmı: "Allah korkusuyla imtihan
edeceğiz" diye anlamışlar. İmam-ı Şâfi Hz.lerinin kanaati bu. "Allah
korkusuyla imtihan edeceğiz" diyor. Ama âlimlerimiz yalnız bununla
kalmamış. Düşman korkusuyla imtihan edeceğiz, rızık korkusuyla imtihan
edeceğiz, evlat korkusuyla, avrat korkusuyla, mal korkusuyla imtihan edeceğiz.
Yani çeşitli İslâmî
hizmetlerin içine girecek olursan "Sen kanşma bu işlere! Bak işte çeşitli
insanlar Müslümanların üzerine yürüyorlar. Eğer Müslümanlar biraz güçlenecek
olursa yetkililer şöyle şöyle yapıyorlar. Mal varlığı gidiyor, makamı gidiyor,
adamın rütbesi sökülüyor, zindana atılıyor, memuriyetinden oluyor. Yahu etme
eyleme bu işlere girme. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı deyiver geç"
diye öğüt veriyorlar. Peki ayıya dayı diyecek olursak ne oluruz biz? Ayı
olmayız ama ayının yeğeni oluruz. Ama büyüyünce ayı oluruz tabi.
Onun için korku
çeşitlidir. Her insanın da korkusu kendine göredir. Bir adamı korkuturken sakın
ha ne yapacağınızı söylemeyin. "Sana yapacağımı bilirim" deyin
yeter. Çünkü o zaman o, en fazla korktuğu şeyi aklına getirir. "Yahu bu
bunu yapar mı yapar" der. Halbuki siz ona şunu yaparını" derseniz belki
o konuda korkusu yoktur adamın. Sizce büyüktür o. Sizin söylediğiniz aslında O
sizin korktuğunuz şeydir. "Sana şunu yaparım" dediniz mi o sizin
kendi korktuğunuz şeydir. O ise ondan korkmuyor.
Onun için Yusuf
sûresinin tefsirinde Peygamber Efendimiz (a.s.v.), düşmanın hatırına -geimiyen
şeyi hatırlatmayın diyor.[285]
Yakub'un oğulları da
Yusuf a ne yapacaklarım bilmiyorlardı. Ama onlar giderken "Yusufu kurdun
yemesinden korkarım" dedi. Bu sefer oğullarmmda aklına o geldi. Böyle
böyle yapalım dediler.
Öyleyse konuşurken,
basında çeşitli yerlerde yazılar yazarken, konferanslar ve seminerler verirken
"Vay şu imansızlar, Yahudiler, komünistler, masonlar şunu şunu yapacaklar
bize" diye yazı yazmayın. Adamın aklına geimiyen şeyi aklına
getiriyorsunuz. Yaptıkları teşhir edilir ayrı. Yapmadıkları konusunda bunlar
şunu da yapar, bunu da yapar dediniz mi adama en korktuğunuz tarafları
göstermiş olursunuz. Ve o adam onun üzerine yürür.
Allah'dan başka
kimseden korkmayacağımız konusunda zaten hemen biraz yukarda 150. âyet-i
kerîmesinde onlardan korkmayınız, Ben'den korkunuz buyuruyor Allah (c.c).
Korku ile imtihan
edeceğiz, açlıkla imtihan edeceğiz, mallardan eksiltmekle, canlardan
eksiltmekle, meyvalardan eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenlere
müjdeler olsun diyor Allah (c.c).
Şimdi imtihan edeceğiz
derken bizim bildiğimiz imtihan şu. İmtihan eden, imtihan ettiklerinin durumunu
bilmediği için imtihan eder, Allah (c.c.) için böyle bir şey söz konusu
değildir.
Bu şuna benzer
demişler âlimlerimiz; Benim bir oğlum var altı yaşında, yedi yaşında.
Merdivenleri çıkarken diyor ki, Ben senden çabuk çıkarım baba. Ben de
çıkamazsın diyorum, o da çıkarım diyor. Merdiveni çıkarken bir yarış ediyoruz.
Aslında çıkamıyacağını biliyorum ben onun. Ama onunla imtihana giriyorum ben
yine. Koşuyoruz. Neticede onun çıkamadığını gösteriyorum ama arada bir de onu
çıkarıyorum yani ben geride kalmış oluyorum.
Rabbim dese ki bize,
bu nimetleri yiyorsunuz, şükür de ediyorsunuz. Pekiyi vermesem ne yaparsınız?
Ya Rabbi vermesen de şükrederiz Sana biz. Versen de şükrederiz.
Rabbim dese ki;
"Vermesem biraz yan çizer gibisiniz." "Çizmeyiz ya Rabbi."
Olur mu öyle şey! Sen bizi yaratıyorsun, Sen bizi yönetiyorsun, bize her şeyi
veren Sen'sin. Darlıkta da bollukta da Sana ibadetimizi yaparız ya Rabbi
demeliyiz aslında.
Allah (c.c.) diyor ki,
Ben sizin ne yapacağınızı biliyorum ama, sizin hakkınızdaki bilgimi size
göstermek üzere imtihan ediyorum.
Bugün inkarcılar şöyle
der. "Efendim Allah (c.c.) madem biliyordu, imtihana gerek yoktu. Dünyaya
getirmesine gerek yoktu. Bu adam gavur olacaktır. Şu adam Müslüman olacaktır.
Ben biliyorum bunu haydin ahi-rete ordan Cennete veya Cehenneme deseydi."
Öğretmen deseki sene sonunda haziran ayında ''çocuklar bakın, hepinizi sekiz
ay okuttum. Sekiz ay neticesinde kimin sınıfı geçeceğini, kimin geçemiyeceğini
biliyorum. İsterseniz şu haziran sıcağında imtihan zahmetine girmenize gerek
yok. Şunlar şunlar geçecek, şu dört arkadaşınız kalacak" dese. Geçenler
razı olurda, geçemeyenler "yahu hocam sen imtihanını yap derler. Biz
çalışırız sabaha kadar uyumayız. Yinede imtihana gireceğiz" derler. Ve
giriyorlar hakikaten o dört kişi kalıyor. Ama itiraz hakları var. Hocam bizi
niye bıraktın derse kâğıdını karşısına çıkarıyor bak, beş soru sordum beşi de
cevapsız kalmış veya dördü cevapsız kalmış.
Allah (c.c.) de bu
dünyadan, öbür dünyada bizim itirazlarımızı kesmek için imtihan ediyor. Mesela
bizi hiç dünyaya getirmeden ben sizi biliyorum, şunlar iyi olacaktı, şunlar
kötü olacaktı, dese öbür dünyada kâfirler, bizi dünyaya getirseydiri biz de
aynen onlar gibi yapardık diyebilirlerdi.
Şimdi dünyaya getirdi.
Herkesin imtihan defterleri de yazılıyor. İmtihan sahası da dünya, imtihanın
sahası altıyla üstüyle dünya. İmtihan konuları sorularımız, Ailemiz,
çocuklarımız, paralarımız, mallarımız, mülklerimiz, canlarımız ve
kazançlarımız ve çevremiz bunlarda imtihan soruları olarak verilmiş.
Enfal suresi: 28.
ayetinde Bunlar imtihandır buyuruyor Allah (c.c.)
Mallarınız ve
canlarınız, burada da korkularınız, 'açlıklarınız, mallarınız, canlarınız,
meyveleriniz sabır konusunda imtihan sorularıdır. Bolluk verir şükredesiniz,
zorluk verir sâbredesiniz diye. Sabredenleri müjdele diyor Allah (c.c).
Onlar öylesine
sabredenler ki;[286]
(156) Onlara
bir musibet geldiğinde, "Biz Allah'a aitiz ve elbette O'na döneceğiz"
derler.
Biz bunu yalnız Ölüm
haberini duyduğumuzda okuruz, ama her yerde okunabilir. Başımıza gelen herhangi
bir olumsuz halde, hoşa gitmeyen hallerde veya olumlu hallerde de her halükârda
dilimizi buna alıştırı-versek Biz Allah'a aitiz o yarattı bizi yine ona
döneceğiz, dedikmi o belanın, musibetin ağırlığı da üzerimizden gidiverir.
Çok sevdiğiniz çocuğunuz,
babanız veya anneniz vefat etmiş hani nerde ise beyniniz çatlıyacak, kafatasımz
atacak öyle bir durumda bir adamın gelip inna lillah demesi kaynamakta olan bir
suyun üzerine bir bardak soğuk suyun dökülmesi gibi bir şeydir. Adamı huzura
kavuşturur. Onun için Allah (c.c.) buyuruyor;
Allah'ın zikriyle
kalbîer huzura erer."[287]
Sizin içinizden
mücahit olanları ve sabredenleri ortaya çıkarmamız için biz sizi imtihan
edeceğiz diyor Allah (c.c.)[288]
Bütün bu harplerin,
gaspların, şehitliklerin;
Enfal suresi 37.
ayetinde İyi ile kötüyü,, temiz ile pisi biribirinden ayırt etmek için olduğunu
ifade ediyor. Nasıl ki ateşin içerisine demir atılıyor ve orada demirin
pisliği yanıyor da., saf demir ortada kalıyorsa, bazen belâ ve musibetler de
iyi dostlarla, kötü dostları birbirinden ayırıyor. Hani "iyi dost kötü
günde belli olur" diyoruz ya, iyi mü'minde zor günlerde belli olur.
Allah (c,c.) iyi
mü'minleri ortaya çıkarmak için bazen mü'minlerin de başına belâ ve musibetler
veriyor. Şu son yüz seneden beri Müslümanların belâ ve musibetlerden
kurtuiamayışınm sebebi için beri Allahû A'îem bizi Allah (c.c.) yine
rahmetiyle, keremiyle ve lutfuyla bizi temizliyor diyorum. İçimizdeki
pislikleri temizliyor Rabbim. O pisliklerimiz de temizlendikten sonra belki
belâ ateşinde, zillet ateşinde temizlendikten sonra izzete doğru tekrar
yöneltecektir. Yöneltme konusunda da bizim gayretimizin çok üstünde Rabbimin
lutfu görülmeye başlamıştır.
Bu günlerde gazete
okuyacak olursanız, Bir yazar şöyle yazıyor;
"Düne kadar bir
çok adam tanıyorduk (.............) "Amerika evine git diye"
bağırıyordu. Aynı
adamlar şimdi köşelerinde yazı yazarken veya salonlarda konferanslar verirken
"aman Amerika gitme" diye bağırıyorlar. Niye eskiden git diyorlardı?
Gidersen komünistlik gelecek git diyorlardı. Şimdi komünistlik geîmiyecek
bitti. Bunu da yine imansızlardan birisi diyor. Onun insaflılarından biri.
Amerika'ya ne olur gitme diyormuş. Niye? gidersen şeriatçılar gelecek. O yazar
devam ederek "Amerika'nın bitişiğinde Küba, komünistliği övüyor gidiyor
ama yanıbaş;nda Trinidad da müslümanlar yerlerini almaya başladılar.
Amerika'nın arkasından vurmak üzere müslümanîar yönetime el koydular"
diyor. "Trinidad da % 6lık müslüman nüfus devlete hakim olacak olursa
Allah korusun böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorum, düşünmek
istemiyorum" diyor. Düşünürse adam kara kara rüyalar görecek sabaha
kadar. Ama biz onlara ak günler göstereceğiz İnşallah. Yani umduklarının da
ötesinde çok şeyler göstereceğiz.
Onlar sabredenler
musibet geldiğinde «inna Hilalli ve inna ileyhi raciun» derler. Rabbine
yönelirler ve ondan gelip O'na döneceğini hatırlayınca musibetin ağırlığı
giderilmiş oluyor. Musibetin ağırlığı giderilince de hani insan yükünü atınca
yola daha süratle gittiği gibi o musibet onu alıkoymak yerine ona kamçı
vazifesi veya demirin kirini götüren bir temizleme ameliyesi oluyor.[289]
(157)
Allah'ın mağfiret ve rahmeti onlaradır. Ve doğru yoia erenler de onlardır.
İşte bu belâlara,
musibetlere sabredenler korkuyu aşanlar, açlıkla, mallarının, canlarının veya
meyvelerinin eksilmesinden imtihanı kazananlar ve Rabbinden gelip Rabbine
döndüğünü anlıyan ve bu yolda hareket edenler; Onlar üzerine Rabbinden
mağfiret vardır. Allah'dan rahmet vardır. İşte doğru yolu bulmuş olanlar da
onlardır. Hidayete erenlerde onlardır diyor Allah (c.c).[290]
(158)
Şüphesiz "Safa" ile "Mcrve" Allah'ın şiarından
(işaretle-rinden)'dir, Kim Beyti hac eder veya umre yaparsa "Safa"
ile "Merve"yi tavaf etmesinde ona bir sakınca yoktur. Kim de gönülden
iyilik yaparsa, şüphesiz Allah, şükrün karşılığını veren ve bilendir.
Safa ile Merve
Allah'ın şiarından, şiarlarından bir şiardır. Alâmetlerinden bir alâmettir.
Safa ile Merve Kâbe-i
Muazzama'nın hemen şimdi içinde kalmış iki tepenin adı. Burası tâ Hz. İbrahim
(a.s.)'dan beri sa'y yeri olarak kullanılmış. Orada Müslümanlar hacca
gittiklerinde yine sa'y yaparlar.- Şöyle böyle 750 metre veya 500 metre
uzunluğunda. Safa Tepesinden başlayıp Merve'ye doğru yürürler. Belirli bir
yerinde de hafif koşar gibi hervele yaparlar. Hz. İbrahim (a.s.)'dan beri
orasının kutsiyeti devam etmiş. Zaman içerisinde Allah (c.c.)'a olan
imanlarını yitirenler kendilerine çeşitli vesilelerle putlar edinmişler, derken
bir aşk tanrıçası da icat etmişler (İsaf ve Naile diye bilînen)bu iki putun
birini Safa Tepesine birini de Merve Tepesine koydular. Tapınmalarına yine
Mekkeli müşrikler devam ettiler. Derken Allah (c.c.) peygamberini gönderip
Mekke'de hakimiyeti de elde ettikten sonra, orada yine cahiliyye döneminde
olduğu gibi sa'y yapılacak mı yapılmayacak mı? O putların olduğu yere gidilecek
mi gi-dilmiyecek mi? gibi sahabe arasında konuşmalar devam ederken Allah (c.c.)
bu âyet-i kerîmeyi indiriyor.
Safa ile Merve
Allah'ın alametlerindendirler. Kim Kabe'yi Allah'ın Beytini ziyaret eder, hac
veya umre yaparsa, ikisini tavafa meyletmesinde bir günah yoktur. Tavaf
etmesinde bir günaha meyletme yoktur. Cü-nah meyletme mânâsına geliyormuş Arab'ın
dilinde. Burada cünaha meyletmek yoktur. Cünah aynen bizim Türkçe'ye geçmiş,
günah olarak geçmiş. C harfiyle Cünah, Türkçe'ye geçerken de günah olarak
geçmiş. Arab'ın dilinde Cünah meyletmek mânâsına gelir.
Onlar eğer barışa
meylederlerse sen de barışa meylet Enfal: 61 mânâsmdaki âyet-i kerîmede de
ifade edilmiş.
Burada...O günaha
meyletmek yoktur. Yani günah değildir. Buradaki anlam tavaf etmeleridir.
Kim hayırda nafileyi
fazlaca yapacak olursa Allah onların şükrünü kabul eder, yaptıkları her şeyi bilendir
buyuruyor Allah (c.c).
Malum Kâbe-i
Muazzama'da Müslümanların hepsi Kâbe-i Muazzama'nın etrafında tavaf ederken.
Hacerü'l-Esved'e de sünnet olduğu için değer istilam ederler. Değmede yarış
ederler. Değmek belki bu günlerde çok sıkışık olduğu için mahzurlu olabilir.
Ama efendimiz geriden de istilam etmiş, yani elini işaret yapmak suretiyle
değmiş gibi olmuş. Bize Kâbe-i Muazzama'da bütün müslümanların tutacağı yerin
tek olduğu fiili tatbiki olarak öğretiliyor. O da Allah'ın kitabı Kur'ân-ı
Kerîm ki; Allah'ın ipi olan Kur'ân-ı Kerîm'e sımsıkı sarılmamızı emretmiş.[291] Tutulacak yer tek. Bütün maddi ve bedenî gücü
yerinde olan müslümanlar orada eğitimden geçiriliyor. Tutacağınız yer tektir.
Allah'ın ipine sanlın deniliyor.
Sonra atılacaksa, eğer
kurşun sıkılacaksa o da bir tek yerde yapılır: Cemaatla şeytan taşlanan yerde
bu tatbiki olarak öğretilmiş oluyor. Orada miskinlik yok. Orada ibadetiniz
koşarak yapılan ibadettir. Yani koşmak ibadettir. Safa ile Merve arasında
belirli yerlerde yürünüyor, belirli yere gelince de koşuluyor ki, buna hervele
deniliyor. Orada hervele yapmak yani biraz koşar gibi yapmak da ibadetimizden
sayılıyor. Yani miskinlik yok. Koşarak, yürüyerek, tavaf ederek yatarak,
uyuyarak ve yan üstü durarak veya oturarak Allah (c.c)'ü her halükarda
zikretmek isteniyor bizden.[292]
(159) Biz
Kitapta insanlara apaçık bildirdikten sonra, indirdiğimiz açık delilleri ve
doğruyu gizleyenlere hem Allah la'net eder ve hem de la'net edebilenler eder.
Yukarda geçmişti; zaman
içerisinde Yahudi hahamlarının ve Hıristiyan papazlarının Allah'ın âyetlerini
insanlardan gizlediklerini.Bir kısmı gizliyor,bir kısmı kelimelerin yerlerini
değiştiriyor, bir kısmı mânâsını değiştiriyor, bir kısmı ona ilave ediyor, bir
kısmı ondan çıkartma yapıyor, bir kısmı hak ve batılı hani bu dışı şeker olan
içi ilaç olan zehir olan şeyler gibi karıştırıyor. Bunların hepsine ait ayrı
âyet-i kerîmeler,var. Böylece hepsinin gayesi, Allah'ın muradının insanlara
ulaşmasını engellemek yani gizlemek. Gizlemeden gaye ise, belirli çıkar
çevrelerine hizmet etmek oluyor.
Allah (c.c.) bu
Allah'ın âyetlerini gizleyenlere Allah'ın lanetini, vereceğini bildiriyor ki
lanetin Türkçe karşılığı Allah'ın rahmetinden uzak kalmak oluyor, Allah'ın
rahmetinden uzak kalırlar onlar. Yani, mağfiretten uzak kalırlar. Ve onun
Allah'ın rahmetinden uzak kalması için diğer melekler ve cinler ve insanlar da
Rabbime dua ederler. Onun uzak kalması için dua'ederler ki âyet-i kerîmede
buna lanet denilivermiş.
Günümüzde Allah'ın
âyetlerini gizlemek 1. Belirli otorite güçler tarafından mânâsını anlayıcı
hareketi engellemektir. Mesela bu memlekette yıllarca Arapça okutmayı yasak
etmişler. Sırf gaye Kur'ân'in, anlaşılmasını engellemektir. Halen Türkiye'de
İngilizce kurs açarsanız müsade derhal verilir. Almanca; Fransızca kurs
açarsanız müsade derhal verilir. Arapça kurs açmaya kalkarsanız müsade almanız
mümkün değildir. Kesin biliyorum bunu. Çünkü uğraşan arkadaşlarım oldu.
Kesinlikle; resmî müsade etmiyorlar. Göz yumuyorlar ayrı. Göz yumuyorlar fakat
resmen eline bir belge verip İngilizce kurs gibi o kursta aranan şartlan yerine
getirdim. Müfettişleriniz gelsin teftiş etsin ve bana ruhsat verin
denildiğinde bu ruhsat verilemiyor. Kanunî engel var.
Ama, Arapça konuşan
insanlar var. Arap ülkeleriyle ticarî münasebetler var. Yani bu dile de
ihtiyaç var. Olsun onlar Kur'ân'ın anlaşılmasından endişe ediyorlar. Onun için
engelliyoruz diyorlar. Gizlemenin bir yolu bu. 2.si bilenler var. Yani çeşitli
vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'in dilini öğrenmiştir, anlamıştır, ama söylediği
takdirde bazı çıkarları zedelenecektir. Allah'a sığınıyor. Ya Rabbi benim
gücümün içinde değil bu diyor. Sen de:
Kişileri gücünün
tahammül edemiyeceği şeyden sorumlu tutmayacağım demişsin. Benim gücüm zayıf
onun için söyliyemi-yorum filan diyor. Ama adam kendi çıkarları için dağlan
deviriyor En olmazları olur yapıyor. Bif çok adamı aracı yapıyor. Bakanlık
seviyesinde işleri bitirtiyor. Orada gücünü gösteriyor, ama Allah'ın
âyetlerinin insana duyurulmasında gücünün yetmediğini ileri sürerek, Allah'ı
kandırma tarafına gidiyor.
Bir kısmı da diyor
ki," şimdi söylemiyeyim. Şimdi asistanım, doktor olunca söylerim".
Doktor oluyor. "Doktor olunca söylersem doçent yapmazlar" diyor.
Doçent oluyor. Yahu kardeşim hadi bir şeyler söyle bak talebeler de vermişler.
Hocam' profesör olunca diyor. Profesör oluyor dekan olayım fakültenin tam
yönetimini elime alıverdin mi o zaman istediğimi yaparım diyor. Dekan oluyor
adam "hadi kardeşim" "Hocam rektörlük" tam üniversiteye
hakim olabilmen için rektör olmak lazım. Rektör olabilmek için de müslüman
olduğunu çaktırmamam lazım derken Azrail geliyor ve diyor ki yaşım aldın,
alacağın vereceğin nefes de bitti. Yiyeceğin ekmek de bitti. Cehenneme odun
lâzım hadi bakalım. Firavun'un altındaki suyu biraz soğumaya yüz tutmuş diyerek
gönderi veri yor Öbür tarafa.
Onun için gizlemenin
yolları çeşitli olmuş tarih boyunca. Bildiğimizi her yerde, her türlü insanın
huzurunda söyleyeceğiz, yani her makamın kendine göre sözü vardır derler ya, o
makama uygun söz içersinde münasip bir dille hakkı söylemekten geri
durmıyacağız.
Efendimiz, Hakkı
söylemiyen kişileri dilsiz şeytan olarak tarif etmiş.
Ben bu güne kadar
yapamadıydım. Benim yanımda dinime şöyle, bir sataşma oldu da sesimi
çıkaramadıydım. Doğrusunu benden sordular da renk vermiyeyim diye
geçiştirdiydim. Şimdi tevbe ettim ne yapayım derseniz, yani yaptığıma
geçmişime pişman oldum, dersek Rabbim bir kapı kapatır, on kapıyı açar. Onun
için tövbe edelim.[293]
(160) Ancak
tevbe eden, yaptıklarını düzelten ve öğrendiklerini açıklayanların tövbelerini
kabul ederim. Ben tevbeleri çok kabul eden, merhamet edenim.
Allah'ın lanetinden
kurtulanlar tevbe edenlerdir. Tevbe etmek yeterli değil yalnız. Eskiden
bozduğunu düzeltenler den olacağız, yani geçmişte bozduğumuzu düzelteceğiz.
Apaçık ortaya koyanlar, açıklayanlar, işte onların tevbelerini kabul ederim ve
Ben tevbeleri çok kabul eden ve de merhamet edenim buyuruyor.[294]
(161)
Küfredip kâfir olarak ölenlere "gelince, Allah'inrmeleklerin ve insanların
hepsinin la'neti işte onlaradır.
Allah'ı ve onun
indirdiği ayetleri ve onun gönderdiği Peygamberleri inkâr, eden gizleme
tarafına giden kişilerden bahsediliyor. "Küffarın" Türkçe karşılığı
gizleyen manasınadır. Onun içindir ki Arap çiftçiye de kâfir der. Toprağın
içinde buğdayı gizlediğinden dolayı. Küfretmek gizlemek demektir. Biz de yani
Türkçede. Bu bana küfretti derken onun anlamı sövdü demektir. Küfretmek Arabın
dilinde gizlemek manasına geliyor. Yani bu adamlar aslında Allah'ın varlığını
biliyorlar, birliğini de biliyorlar. Fakat çıkarlarına ters düştüğünden dolayı
bilmemezîikten, görme-mezlikten geliyorlar. Onun için kâfir kelimesi bunlara
kullanılmıştır.
Kâfir olanlar, kâfir
olarak da ölenler, işte onlara Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti
vardır. Allah'ın la'neti, meleklerin laneti ve bütün insanların la'neti onlar
üzerinedir. Kâfir olan ve kâfir olarak ölenler içindir diyor Allah (cc).
Buna benzer bir mana
159. ayette de geçmişti.
Allah'ın apaçık olarak
indirmiş olduğu âyetleri gizleyenler için de bir la'net vardı. Orada yektümüne
diyor Rabbim. Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'in-de indirdiklerini insanlardan
gizleyenlere, veya bir zamanlar Tevrat'ın âyetlerini insanlardan gizleyenlere,
İncil'in ayetlerini insanlardan gizleyenlere, o gizleyenler6 Allah'ın ve lanet
edebilen herkesin laneti olsun diyor.
Bu ikisini mukayese
ettiğimizde, kâfirin la'netinden, Allah'ın Kitabındaki âyetleri gizleyen
kişinin la'netinin daha fazla olduğunu görüyoruz.
Burada kâfirler için
Allah la'net eder, melekler la'net eder, insanlar la'net eder diyor.
Fakat öbüründe ise
yani yukarıdaki 159. âyet-i kerimede ise Allah la'net eder. La'net edebilen her
şey ona la'net eder. Kimdir bu lanet edenler? Hani burda zikredilmeyen cinler
vardır. Onlar la'net eder. Hayvanlar la'net eder, nebatat la'net eder,
denizdeki balıklar, havadaki kuşlar herkes her şey ona la'net eder.
Niye onunki daha
fazladır? Çünkü kâfirlerin de kulaklarına Allah kelamının varmasını engellemiş
oluyor onlar. Yani Allah'ın âyetlerini gizleyenlerin cürmü, suçu kâfirlerin
suçundan biraz daha fazla oluyor. Mesela bir adam düşünün ki, kâfir fakat
bilgisizliğinden kâfir. Yani İslâm ona ulaştırılmamış. Fakat onun bitişiğinde
aynı dairede yan yana oturmakta veya karşı karşıya oturmakta Müslüman diye
bildiğimiz bir adam var. On sene beraber kalmışlar ve bunun Müslüman olduğunun
farkına varamamış öbür adam. Ve bu adam ona bir tek kelimeyi duyurmamış. Bu
adamla öbürünü ikisini beraber aynı Cehenneme gönderirler. Ve bunun yeri biraz
daha derinde olur.
Onun için Allah (cc),
Allah'ın âyetlerini gizleyenlerin cürmünün, Allah'ın âyetlerini inkâr
edenlerinkinden fazla olduğuna işaret ediyor bu ifadeyi kullanmakla.[295]
(162) O
la'nette ebedî kalıcıdırlar. Onlardan azap hafîletilmez ve yüzlerine de bakılmaz.
Orada ebedi kalırlar,
azapları hafifletilmez, onlara bakılmaz da diyor. Yani onların azapları
hafifletilmez. Bakılmaz da derken hani bunu Türkçede kullanırız. "Yüzüme
bile bakmadı" diyoruz. "Yüzüme bakmadı" cümlesi illâ bakmayı
kasdetmiyor. Yani yardım elini uzatmadı, para göndermedi, mektup göndermedi,
beni kurtarmak için uğraşmadı hepsini birden ifade etmek için yüzüme bakmadı
kelimesini kullanıyoruz.
Ve burada da Allah
(cc), o kâfir olanların Cehennemde ebedi olduklarını ve onların yüzlerine de bakılmayacağını,
bakılmıyacağmdan kasıt şöyle bakmaktan ziyade yani orada hiçbir şekilde onlara
serinlik verilmi-yecek ve rahatlatıcı hiçbir haber veya görüntü de onlara
gösterilmeyecektir.
Peki başkası onlara
yardım edebilir mi? Mümkün değil.[296]
(163) Sizin
ilahınız tek bir ilahdır. Ondan başka ilah yoktur. Esirgeyendir. Bağışlayandır.
Sizin ilâhınız bir tek
ilahdır. O gün mülkün sahibi kimdir? Mülkiyet kime aittir? Tek olan ve herşeyi
otoritesi altında tutan Allah (cc)'e aittir diyor. Allah (cc) şu [297]
Sizin ilahınız bir tek
ilahdır. Yani sizi yaratan,vsizi yaşatan ve sizi yöneten birdir. AJlah'dan
başka ilah yoktur. Ondan başka ilah yoktur. O Rahmandır. Yeryüzünde mü'minle
kâfir.ayırımı yapmadan havayı, suyu, kam, teni, bedeni, tırnağı, saçı, başı,
kolu verir. Evlat verir, mal verir. Ama Rahimdir. Ahirette mü'minle kâfiri
birbirinden ayırt eder. Suçlu ile suçsuzu, zalimle mazlumu ayırd eder. Herkesin
durumuna göre orada muamele eder.
Lâ ile nefyi vücud
etse eğer bir münkir
Yine Mevîâya döner
kurtulamaz illadan
Bunun tefsirini daha
Fatiha'mn başında açıklamıştık.[298]
(164)
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde,
insanlara yararlı şeylerle, denizde yüzen gemide, Allah'ın indirdiği ve onunla
yeri Öldürdükten sonra dirilttiği suda, yeryüzünde yaydığı her çeşit hayvanda,
rüzgarları.ve gök ile yer arasında emre uymaya hazır duran bulutlan evirip
çevirmesinde düşünen bir topluluk için deliller vardır.
Ayet iki türlüdür
diyoruz: Birisi Teşrîî âyetler. Yâni Kur'ân-ı Ke^ rim'de okuduğumuz âyetlerdir.
Bir de Tekvînî âyetler
vardır ki, tabiatta gördüğümüz ve görmediğimiz her şey. Gökyüzüne bakıp
sayısız yıldızlar görüyoruz. Onlar Allah'ın âyetleridir. Bulutlar görüyorsunuz,
Allah'ın âyetleridir.
Burada ifade
edilenleri sayayım. Yerin ve göğün yaratılışı Allahfm âyetleridir. Gece ile
gündüzün ardarda gelişi Allah'ın âyetleridir. Âyet, bir şeyin varlığına işaret
eden şey. Delil yani yol gösterici manasında; Gece ile gündüzün ardarda gelişi
bir yaratıcının varlığına delildir, âyettir. Öyle bir gece ile gündüz ki,
devamlı gidiyor geliyor. Ayet-i kerimede;,.
Geceyi gündüze kotan
Sen'sin. Gündüzü geceye katan Sen'sin.[299]
Öyle bir ayarlı ki
bizim saatlerimizin hepsi kendine göre. Kendi başına hareket eder. Birbirine
uymaz.
Ama Allah (cc), kâinatı
yarattığından bugüne kadar bu saat düzenli işliyor. Bir saniye ileri gitmiyor,
bir saniye geri kalmıyor Öylesine düzenli hareket etmesi için her şeyi bilen
ve onu ayarlayan âlim ve müdebbir birine ihtiyaç var ki o da Allah (cc) dür.
Yerin ve göğün yaratılışı
diyor ki "beii Allah'ın varlığına ve birliğine şahitim." Denizlerde
gemilerin yüzmesi Allah'ın varlığına ve birliğine şahitiir. Çünkü o denizde o
suyun onu kaldırma kanununu yaratan Allah (cc) dür.
İlim adamlarının
bulduğu ise mevcut bir kanunu keşfetmektir. Nasıl ki ben şu âyeti okuyup
mânâsını size tefsir ediyorum. Bir tabiat bilimcisi de tabiat âyetlerine
bakıyor. O kanunu bize keşfediveriyor. Keşif açmak manasına. Yani orada var
olan bir şeyi bize açıveriyor. Onun içindir ki onu da yaratan denizlerde o
gemiyi yürüten Allah (cc) dür. Çünkü kanunu koyan O.
Mesela terzilerin pîri
kimdir? İşte İdris (as) dır. Silah sanayiinin pîri kimdir? İşte Davud (as) dır,
derler. Peki gemiciliğin pîri kimdir? Nuh (as) dur.
Dikkat ederseniz bütün
meslek dallarının yani toplum için yararlı olan şeylerin öncüleri
peygamberlerdir. Bu gerici, yobaz, din bilmez, diyanet tanımaz, Allah'a
inanmaz grup, dinime sataşırken bunları bilmediklerinden sataşırlar yani. Şu
anda giydiği ayakkabıyı, giydiği elbiseyi, bindiği gemiyi, gemi insanların
arabadaki ufkunu da açıvermiştir, bütün bunların öncülüğünü yapıveren yine
peygamberlerdir. Teknolojinin öncülüğünü yapanlar peygamberlerdir.
;
Gökyüzünden yağmurun
yağması, yeryüzünde yağmurun yağmasıyla nebatatın dirilmesi otların, çiçeklerin
dirilmesi de Allah'ın bu âyetlerindendir.
Suyun kanunu, yağmurun
yağışının hesabını yapanlar diyorlar ki, yağmurun yağması taşın düşmesi gibi
değildir. Yani eşyanın düşme kanununa tabi değildir suyun düşmesi diyorlar.
Bize hesap ettirmişlerdi, ortaokul, lisede iken. Şu kadar yükseklikten, şu
kadar hacimde, şu kadar ağırlıkta bir madde düşerse, yeryüzünde ne kadar etki
yapar? Ne kadar zamanda düşer? Hacmi ile özgül ağırlığını hesap ettiriyorlar.
Şu kadar zamanda düşer gibi hesaplar yaptırırlardı. Fakat bu kanuna tabi
değildir diyorlar yağmurun düşmesi. Eğer yağmur o kanuna bağlı olsaydı adamın
tepesine vurdu mu bayıltırdı diyorlar. Ama rahmet melekleri indirdiği için
yumuşacık iniyor insanın üzerine okşar gibi yağmur yağıyor. Dolu hariç.
Ve o tabiat üzerinde
hareket edene .Dabbe diyor. Şöyle kıpırdayan canlıya Dabbe diyor Arap.
Kıpırdamasından dolayı. Canlı varlıkları da yeryüzüne saçıveren Allah (cc) dür.
Bu varlıklar Allah'ın âyetleridir. Denizin derinliklerindeki, dağların
tepesindeki, karın içindekiler Allah'ın âyetleridir. Hani kar'ı çok yağan yaza
kadar karların kalkmadığı, kar'ı bir iki sene duran yerde yaşıyan
arkadaşlarımız bilirler ki, kar'ın içinde kurt olur. Kar için soğuktan içinde
bir şey yaşamaz dersiniz ya. Kar'ın içinde kar kurdu olur, bembeyaz olur. Kar
renginde olur. Kar'ın içinde Allah (cc) kurdu yaratıyor. Ateşin içerisinde de
semenderi yaratıyor. O volkanların içersindeki lavların içinde semenderi
yaratıyor.
Eskiden bizde tasavvuf
edebiyatında kullanılırdı semender kelimesi. Yani aşk ateşinin içinden geçtim
semender gibi filan derlerdi.
Bir gün televizyonda,
bir belgeselde volkanı anlatırken işte bu lavların içerisinde de semender diye
bir kuş yaşar diyor Spiker. Ve onun da hareketini göstermeye çalışıyor.
Kar'ın içerisinde
kurdu görüyoruz. Semerden bizzat görmedim. Televizyondaki hariç, ateşin
içindekini görmedik. Yani böyle uzun müddet yanan bir ateşi görmediğimiz için
görmedik. Fakat edebiyatımızda var semender. Nasıl ki suyun içerisindekine
inanıyoruz önada inanıyoruz. Hiç deniz görmiyen bir adama suyun içinde canlı
yaşar deseniz adam der ki gel senin kafanı suyun içine sokalım 5 dakika
durabilirsen ben de inanayım. Ama deniz kenarındakiler buna rahat inanırlar. Suyun
içerisinde balık veya binlerce yaratık, karın içindeki kar kurdu, ateşin
içindeki semender ve tabiatta rengiyle, kokusuyla, sesiyle birbirinden tamamen
ayrı yapılarıyla ayrı olan Dabbe nin yaratılması ve yayılması da Allah'ın
âyetlerindendir.
Bundan sonra canlılara
bakarken Kur'ân âyetine bakar gibi bakacağız. Nasıl ki Kur'ân âyetlerine
bakınca tefsir etmeye çalışıyoruz. Tabiat âyetlerine bakarken de ya Rabbi bunu.
acaba hangi hikmete binâen, insanın hangi derdine deva olsun diye, ne için
yarattığının araştırılması yönünde ibretle bakılması gerekir. Bunlar çünkü
Allah'ın âyetleridir. Ama kime göre? Aklı olan toplumlar için Allah'ın
âyetleridir bunlar.
Zamanla âlimlerimiz
ikisini de yani Kur'ân âyetlerim tefsirle meşgullerken, tabiat âyetlerini de keşifle
meşgullerdi. Şimdi onların çocukları Kur'ân'ı kapatınca beraber tabiata da
gözlerimizi kapattık. Dergilerde, gazetelerde, surda burda efendim cebiri
Cabir b. Hayyam bulmuştu. Efendim tıpla ilgili İbni Sina şöyle yapmıştı diye
onlarla Öğünmeye gidiyoruz. Bu öğünmeler bize fayda vermez ve bizi kurtarmaz.[300]
(165)
İnsanlar arasında Allah'dan başkasını O'na ortak koşanlar ve onları Allah'ı
sever gibi sevenler vardır. İman edenlerin Allah'a sevgisi ise daha
kuvvetlidir. Zalimler, azabı görecekleri zaman bütün güç ve kuvvetin şüphesiz
Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten çetin azaplı olduğunu keşke
bilselerdi.
İnsanlardan bir kısmı,
Allah'dan başka Allah'a eş ilah edindiler. O ortak edindikleri ilahı
seviyorlar. Allah'ı sever gibi seviyorlar. İman edenlere gelince onların
Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir.
Şimdi burada dört
türlü mana vermek mümkün ve hepsi doğrudur. Mealler fazla faydalı olmaz diyoruz
ama tefsir okumak faydalıdır. Tefsirler daha açık bilgi verir. Yani dört
yönünü de verir.
Meal; Allah'dan başka
ilah edinenler onları Allah'ı sever gibi severler der, bitirir.
Halbuki o ilahlarım
severler. Allah'dan başka filan adamı ilah ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne
gibi? Allah'ı sevdiği gibi. Yani bu adamlar Allah'a da iman ediyorlar. Onun
için Allah kelimesi kullanmış yani Allah'a inanıyorlar, Allah'ı seviyorlar.
Ama filanı da sevsek olmaz mı diyorlar, ikisini beraber götürme tarafına
gidiyorlar. Yani eşit seviyede tutuyorlar. Allah ile Allah'ın kanunlarına zıt
kanun koyan kişiyi ilahî aştırıyor. Ona da sevgisi var. İkisini beraber
seviyorlar. Onu sevdiği gibi seviyorlar diyor Rabbim.
Mü'minlere gelince,
mü'minlerin ise Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir. Neden yine iki türlü
mâna. Onların putlarını sevdiklerinden daha fazla severler Müslümanlar Allah'ı.
Günümüzde "yahu
şu adamın batıl yolda mücadelesini Müslümanlar yapıverse" diyoruz.
Seviyemiz o kadar düşükki kendi aramızda. Adam kendisi gibi bir insanın koymuş
olduğu kuralların insanlar üzerinde hakim olması için malını veriyor, canını
veriyor. Müslüman da beri taraftan diyor ki, "Yahu bizim de imanımız,
bizim de gayretimiz şu imansizınki kadar olsaydı."
Rabbim öyle demiyor.
Sizin Allah'a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha
şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse imanımızdan şüphe etmemiz gerekiyor.
Veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Tabiatta sevgi
hakimdir diye bir söz vardır, doğrudur. Çocuğumuzu sevdiğimiz için bağrımıza
basıyoruz. Annemiz ve babamız yatalak hale gelseler, sevdiğimiz için onların
her türlü zahmetini rahmet biliyoruz. Onlar da bizi çocukken aynı şekilde
yemezken yediriyorlar, giyemezken giydiriyorlar, temizliğimize dikkat edemezken
bizi temizliyorlar. Bir gün tam tersine dönüyor. Onlar yiyemezken biz
yediriyoruz, giyemezken biz giydiriyoruz, onlar temizliğine dikkat edemezken
biz dikkat ediyoruz.
Burada bu işe bizi
teşvik eden onlara olan sevgimizdir. Eşlerimize olan sevgimiz, dostlarımıza
olan sevgimiz bizi bir araya getiriveriyor. Birbirimizin işini gördürüyor.
Şimdi burada insan
annesini sever, babasını sever. Bu dinidir ve sevmesi gerekir. Ancak anneyi,
babayı, eşi ve çocukları yaratan Allah'dır. Öyleyse Yaratanı daha fazla sevmek
gerekiyor. O yaratmamış olsaydı olmayacaktı bunlar.
Ondan sonra Peygamber
Efendimiz (a.s.v.)'i sevmemiz gerekiyor ki, bir hadis-i şerifte: Bir kişi beni
anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz diyor.[301]
Alimlerimiz bir parantez arası yapar orada/gerçekten imanı kâmille kemâl bir
imanla iman etmiş olmaz. Hadisin metninde bu yok aslında. Yani kâmil bir imania
iman etmiş olmaz diye bizi kurtarmak için terceme yapanlarımız bir ilave
koyuyorlar orada.
Birinci derece Allah
(c.c.)'ü, ikinci derecede Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'i seveceğiz.
Allah yarattı diyelim
anamızı, babamızı, eşimizi, çocuğumuzu. Peki peygamberi niye sevelim? Çünkü
anaya itaati da o öğretti. Eşe olan saygıyı ve sevgiyi de o öğretti. Ve şu
anda halkı müslüman olan ülkelerde, müslüman insanların hanımlarının temiz
kalması fuhşa bulaşmaması, erkeklerinin temiz kalıp zinaya bulaşmaması, o
peygamberin sünnetine biraz olsun sarılmamızdan kaynaklanmaktadır. Yoksa bizim
kan olarak, can olarak, ten olarak bir Aîman'dan veya bir İngiliz'den veya
Amerika-lı'dan farkımı^ yok. Bu imana sahip olmamış olsaydık Almanya'da bir
Hıristiyan olarak dünyaya gelmiş olsaydık eşlerimizin ve çocuklarımızın
başkalarıyla gezmesinden zevk alır hale gelebilirdik maazallah.
Onun için Peygamberi
seveceğiz. Yani bize 1400 sene evvelinden vermiş olduğu talimatla çocuklarımızı
tuttuğu için, temiz kalmasını sağladığı için O'nu da seveceğiz. Rabbimden
sonra seveceğiz yalınız. Kul olduğunu da hiç unutmayacağız.
Hıristiyanların Hz.
İsa'yı sevdiği gibi sevmiyeceğiz. Kul olduğunu fakat Allah (c.c.)'ün rasûlü
olduğunu ve bize her şeyimizi öğrettiğini bilerek seveceğiz Efendimiz
(a.s.v.)'i.
Muhabbet kelimesini
çok kullanırız. Muhabbet kelimesi Arapça bir kelime. Türkçe karşılığı sevgi
olarak terceme edilmiş güzel bir kelime yani Türkçe'si de güzel.
Arabın dilinde Hubab
demişler. Yağmur yağıp seller aktığında o yağmur suyunun üzerindeki
kabarcıklara Arap diyor.
İnsan da sevince diyor
kalbi kabarrr. Bir yere doğru meyleder ya. İşte ondan dolayı muhabbet demişler
buna. Muhabbet kelimesini kullanmışlardır. Yani kalbim kabardı. Ona doğru
meyletti kelimesini ifade etmek için muhabbet kelimesi kullanılmış.
Veya suların en derin
yerine Habab der Arap. İnsanın da sevgisi gönlünün en derin yerinde olmasından
dolayı o kelimeden türeterek muhabbet kelimesini söylemişler.
Veya Türkçe'de de
kullanırız bunu. Habbe kelimesi dane mânâsına geliyor. Dane, yani buğday
danesi, arpa danesi veyahutta herhangi bir bitkinin tohumu dediğimiz şeye bir
tanesine habbe diyoruz. O habbe toprağa düşüyor ve orada yeşeriyor. Meyve
veriyor, sebze veriyor, çiçek veriyor. Habbe toprağın derinliklerine düşünce
çiçeğe dönüşüyor.
Sevgi de insanın
yüreğine düşünce, dışarıya çiçekleniyor. Eli merhametle, gözü şefkatle ve
bütün davranışları iffetle çiçekieniveriyor. Ondan dolayı Allah (c.c.)'ü
birinci derecede her şeyden şiddetli olarak sevmemiz isteniyor.
Diğerlerini ise
babalara merhametle, rahmetle, çocuklara şefkatle hanımlara şehvetle sevgi,
yani eşimize şehvetle sevgi haram değildir. Ayıp ta değildir ve Rabbimin
çizdiği kurallar içerisinde olduğu müddetçe bu sevgiden dolayı da insanlara
ayrıca sevap vardır.
Bu âyet-i kerîmeye
uygun olarak, kâfirlerin kendi liderleri kendi yöneticileri, kendi kanun
koyucuları yolunda verdikleri mücadeleye denk mücadele vermiyeceğiz.
Onların verdiği
mücadeleden üstün bir mücadele verirsek Müslüman olduğumuzu ortaya koyuyoruz
biz. Yoksa denk olmak bile bizim için derecenin düşmesine sebep oluyor.
"Keşke o zalimler
azabı gördüklerinde yani Cehennem azabım gördüklerinde bütün kuvvetin Allah'a
ait olduğunu anladıklarında yani zalimler o günün Allah'a ait olduğunu, bütün
gücün Allah'a ait olduğunu, herkesin onun huz urunda toplanacağını, Cehenneme
atılacaklarım bilmiş olsalardı bu dünyada bilir gibi görmüş olsalardı ve
Allah'ın azabının mutlaka daha şiddetli olduğunu bir biliverselerdi bu dünyada
iken" diyor Allah (c.c).
Ben ilah derken genelde
insan kelimesini kullanıyorum. Yani insana tapınmaya Kur'an'da çokça yer
veriliyor. Ayrıca putlara tapınılmış. Ancak o putları gerçek put diye
diktikleri adamlar ortaya dikmişler. Asıl Kufân'in vermek istediği putlar canlı
insanlar. Yani Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi insanlardır. Yani Rabbimiri kanununa
karşı kanun koyan insanlardır. Bu âyet-i kerîme onu daha açık veriyor bize.
Yukarda onlar Allah'ı sever gibi ilahlarını da severler deniliyordu.
Şimdi bunu bir kısım
insanımız şöyle açıkîayıveriyor: Efendim putları, taşlan dikerlerdi. O taşlara
olan sevgileri, Allah'a olan sevgileri gibiydi. Ama bakınız şu âyet ne diyor;[302]
(166) O
zaman'kendilerine uyutanlar asabı görünce kendilerine uyanlardan
uzaklaşacaklar. Ve aralarındaki bağlar kopacaktır.
Bani tâbi olunanlar yani
liderler, tâbi olanlardan yani halktan kaçıverdiklerinde, kıyamet gününde o
milletlerin lider diye peşinden gittikle-ri, Allah'ı bırakıp ta peşinden
gittikleri adamlar, kendisine uj'anlann böyle dizildiğini görünce onlardan
kaçiverecek. Yani ben kendi azabımı çekeyim; ama bir de
bunlarınldniyüklenmiyeyim diye kaçıverecek. İşte o zaman ve azabı da
görüverdiklerinde, yaptıklarının cezasının ne olduğunu da" görüyorlar.
İkisi arasındaki bütün sebepler de ortadan kesildiğinde, . ipler de
kopuverdiğinde, tabi olanlarla tâbi olunanlar arasındaki ipler de makârri,
rnevki, para, rüşvet, şan, şöhret gibi şeyler de kopuvermiş. O zaman bp hale
düşüverdiklerirıde.[303]
(167) Ve
uyanlar "Keşke dünyaya tekrar dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştığı
gshi biz de onlardan uzaklaşsaydak" derler. Böylece Allah odlara
amellerini pişmanlık halinde gösterir. Ve onlar ateşten çikamiyacaklar.
Orada halk derki yani
o kiralının, şahının, padişahının demokratik kı-ralların peşinden gidenler diyorlar
ki, keşke bizim için tekrar dünyaya dönme olsaydı. Şimdi bunların bizden
kaçtıkları gibi biz de onların peşinden gitmezdik. Ama Allah böylece onların
amellerini onlara gösterir. Nasıl olarak gösterir? Boş olarak, pişmanlık
olarak gösterir. Pişmanlık duyuyorlar ama pişmanlık fayda vermiyor.
Hüsrandadırlar. Ve onlar Cehennemden çıkıcı da değildirler. Kâfirler hiç bir
şekilde Cehennemden çıkmayacaklardır.
Türkiye'de de hoca
diye geçinen bazı kimseler, bazı âyetlere, bazı müsteşrik yani Avrupalı fakat
Müslüman olmamış, îslâmî ilimlerle meşgul insanların, Kur'ân âyetlerini tahrif
ederek verdikleri mananın etkisinde kalarak "Cehennemde kâfirlerin de bir
gün zamanı gelecek müddeti dolacak ve Cehennem ateşi sönecek yakıtı kalmıyacak
ve onlar da oradan çıkacaklar" diyorlar. Rabbim ise, onlar Cehennemden hiç
bir şekilde çıkmayacaklardır diyor. Bundan sonra da hatırımıza hep bu gelecek.
Yani Allah'dan başka ilah edindiklerinde hatırınıza gelecek olan insandır. Onların
putları insanlardır çünkü.
Burada "tâbi
olunanlar, tâbi olanlardan kaçı verdiklerinde" diyor Rabbim. Kaçması için
canlı bir insan olması gerekir. Yoksa taşa azab edilmez.
Ayet-i kerîmede, onlar
ve taptıkları, Cehennemin yakıtıdır diyor Rabbim. Onlar tapanlar ve de
taptıkları, yani o kırallar, şahlar, padişahlar. Padişahlar deyince Osmanlı
padişahlarını hatıra getirmiyelim. Dinime muhalif hareket edenler, kendisini
kanun koyucu yerine koyanlar, Rabbi-min varlığını birliğini ve dünya
hakimiyetini kabul etmeyenler Cehennemin odunudurlar onlar kendilerine
uyanlarla beraber. Burada Rabbim açıklıkla Allah'dan başka tapınılanların
insanlardan olduğunu haber vermiş oluyor.
En'am suresi 56.
ayetinde
Deki o insanlara:
sizin kanunlarınıza ben uymam. Sizin nevanıza ben uymam açıkça bunu söyle
diyor:
"Sizin koyduğunuz
kurallara uyarsam O takdirdeben yolumu sapıtırım" diyor. "Sizin
koyduğunuz kurallara uyarsam" Peygamber Efendimiz bunu Mekkeli insanlara,
Medine'li insanlara ve bu dünya insanlarına söylüyor.
Sizin koyduğunuz
kanunlara ben uymam. Eğer uyarsam yolumu sapıtırım. Devlete giden yola da
varamam. Cennete giden yoldan da saparım. Sapınca ne yapar? Yol iki tane
zaten. Biri Cennete gidiyor, biri Cehenneme gidiyor. Cennetten yol saptığı
takdirde insan Cehenneme gidiyor. Ve bende doğru yolu bulamam. Hidayete ermiş
kişilerden olamam diyor. Eğer sizin kanunlarınıza uyarsam.
Yani uymam de onlara.
Ayet-i kerîme emir niteliğinde. Deki onlara ben sizin hevanıza yani
kendiliğinizden uydurduğunuz şeylere uymam de onlara.
Muhammed sûresinin 3.
âyet-i kerîmesinde Kâfirler batıla uyarlar, mü'minler ise hakka uyarlar diyor.
Al-i İmran sûresinin
55. âyet-i kerîmesinde de;
Sana uyanları kıyamete
kadar, kâfirlerin üstünde kılacağız diyor Allah (c.c).
Peygambere uyanlardan
burada kasdedilen İsa (a.s.)'dır ama bütün peygamberlere uyanlar için verilmiş
bir müjdedir bu. Sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerin üstünde kılacağız.
Diyeceksiniz
ki:günümüzde biz peygambere uyuyor gibiyiz ama Amerika'sı ve Rusya'sı bizim
üzerimizde diyoruz.
Biz Kur'ân'a ve
sünnete uyduğumuz müddetçe onların çok üzerinde idik. Kırallarını hapishaneden
kurtarıyorduk. Mehmet Akif in tabiriyle;
Kahraman ordu yürürken
muzafferen ileri, Özcngi öpmeye hasretti garbın elçileri.
Amerikan elçisi, Rus
elçisiyle veya Fransız elçisi, Alman elçisiyle aynı mecliste oturacaksa;
Fransız elçisi diyormuş ki, Alman elçisine "Sen benim biraz gerimde
oturacaksın sandalyeni geriye çek diyormuş." Niye?.. "Ben Osmanlı
yeniçerili bir askerin ayağından öptüm". Yani şeref oluyor onun için. Öyle
bir şey.
Şimdi bunun tam aksi,
bizim başımızdakiler, Amerikalı için"Beni telefonla aradı" diyor.
Olmaz böyle şey. Öğünme vesilesi olmaz bu. İnsan böyle çeker gider kendini
vurur. Doğu Almanya bakanlarından birine Ruslar geliyorlar şunları şunları
yapacaksınız diyorlar adam pekiyi demiş, Öbür tarafa geçmiş çekmiş tabancayı
kendisim vurmuş. Böyle bir şeye ben tahammül edemem, kabul edemem diye.[304]
(168) Ey
insanlar, yeryüzündeki helal ve temiz olanlardan yeyin ve Şeytanın adımlarına
uymayın. Şüphesiz O sizin için apaçık bir düşmandır.
Hani birinin bir
insanı izlemesi için izi olması lazım. Türkçe'de kullandığımız izleme kelimesi
de güzel bir ifadedir. Bazıları Türkçe güzel bir dil değil der ama, öyle
değildir. Bir millet uzun bir müddet yaşamışsa ve o dille şiirler yazmışsa, konuşulmuşsa
onun da kendine göre özelliği, güzelliği vardır. Her dilin kendine göre bir
güzel tarafı vardır.
İz bir adamın yere
basınca meydana getirdiği esere denilir. İzlemek ise onun izinin ardından
gitmek. Güzel çok ince bir kelime. Şeytanın adımlarını izlemeyiniz. Ne
demektir? İzleyen izleneni hiçbir zaman geçemez. Mesela karda bir adam
önünüzde gidiyor, siz onu takip ediyorsunuz, hayat boyu onun arkasından
gideceksiniz, geçmeniz mümkün değildir.
Onun içindir ki,
taklide karşı çıkmıştır dinim. Taklitçiliği sona erdirmiştir. Ancak
peygamberin yaptıklarını yani Rabbimin onayından geçmiş şeyleri taklit etmek
güzeldir. Yoksa insanların yaptıklarını taklit kî, "gerçek olduğu da
ispatlanmamış şeyleri de taklit doğru bir şey değildir. Hele hele Şeytana tâbi
olmayınız. Onun izini takip etmeyiniz, izlemeyiniz. Çünkü, O sizin için apaçık
bir düşmandır. Apaçık düşmandır diyor. Yani gizli değil. Şeytan ne yapacağını
Kur'ân-ı Kerîm'de bize bildirmiş çeşitli şekillerde. Onların yolları üzerinde
duracağım. Onların yollarında tuzaklar kuracağım. Onların yolunu Cennetten
Cehenneme çevireceğim. Onlara yer yüzünde fesat çıkaracağım, bozgunculuk
yaptıracağım. İmandan küfre doğru geçmelerini sağlıyacağım diye söylediği
kelimeler, âyet-i kerîmelerle Rabbimiz tarafından bildirilmiş bize. Yani
düşmanlığı açık olduğu için, mübîn apaçık düşman diye bildirilmiş. Ama gizli
düşmanlar da vardır. Musa görünüp., Firavun gibi çıkan insanlar vardır.
Tehlikeli olanlar da bunlardır. Şeytan yine açıktan geliyor.
Cevzi ve aynı zamanda
İbnî Kayyım el Cevzi'nin iki eseri var. iki Cevziler iki ayrı kitap yazmışlar.
Birisi Telbis-i İblis, diğeri İğasetü'l-Lehfan, an Mesayi'üş şeytan diye birer
kitap yazmışlar.
Şeytanın
tuzaklanndan.insanları korumak için biri bir kitap yazmış.
Öbürü de şeytanın
insanı kandırma yollarını belirtmiş. İkisi de.aynı konuyu işlemiş. Güzel
kitaplar. Daha henüz terceme edilmediler.
Tasavvuf erbabına
şeytan nasıl musallat olur? Tefsirciye nasıl musallat olur? Hadisciye nasıl
musallat olur? Şeytan öyle güzel akıllar veriyor ki, bak şunları şunları
yaparsan âlemin en iyi müfessiri sen olursun. Gösterdiği yol da aklı başında
mantıklı. Tasavvuf erbabına nasıl veli olacağının yollarını gösteriyor.Şurada,
şu yerde bir sene dışarı çıkmadan Allah Allah dersen, sabahlara kadar nafile
namazlar kılarsan, akşama kadar farz namazlarını kılarsan, orucunu tam tutarsan
Allah'ın has, seçmiş kullarından olursun diyor. Ve adamı bir sene oradan
çıkartmıyor. Bu bir sene içerisinde de insanlarla olan temasını kesiyor. Bu
sefer o insanları saptırıyor. Veli bir gün evinden çıkıyor. Gerçi veli olmaya
yaklaşmış gibi ama dışarda kendisine bağlıyacak adam bulamıyor, hepsi
şeytanlaşmış. Şeytan da başarıya ulaşmış.
Abdülkadiri Geylani
Hz.leri için söylenilir: Bir gün camiden çıkiverdi, gökyüzünde bir şekil gördü.
Nur gibi parlıyor. Sen kimsin dedi Allah'ınım ben. Dedi ki, sen kör Şeytansın.
Şeytanı Nereden bildin ded Bir kere yeryüzünde Allah görülmeyecek diye
inanıyoruz biz. ikincisi bi cihetden görülmeyecek. Gibi bir kaç tane delilini
ortaya koyuveriyor.
Yani âlim, dinini
bilen kişi Şeytanın aldatmasına aldanmaz. Onuı için Şeytanın hayır gibi
gösterdiği şeyler dahi serdir. Onun vesvesesini hiçbir zaman aldanmamaya gayret
sarfedeceğiz. Bunu günlük hayatımız da da görürüz. "Bizim komşu var
Yahudi. Dinine lanet ama adam ban; çok faydalı oluyor gibi laflar" Nasıl
faydalı oluyor? Cemaatimden bir ha cinin- başına böyle bir olay gelmişti:
Gaziatikalipaşa Camii'ne gelir. Deri cilik yapar. Dedi ki; "Hocam valla
100 milyonluk rnal alırım, daha hiç bi] senedimiz sepetimiz olmadı. Ne zaman
verirsiniz filan zaman. Dinine lanet, adam müslüman gibi muamele
yapıyor." Kaç senedir çalışıyorsun' dedim On senedir çalışıyorum dedi. Ne
zaman mal istesem gönderiyor Ben istediğim zaman parayı gönderiyorum. Senet
sepet yapmıyoruz.Ondan sonra bir duydum bizim hacı hastahaneye kaldırılmış.
Niye? Tâbi bu arada o yahudi borç para da istermiş bu hacıdan. Bana ikiyüz
milyon getirin, şu kadar mal alacağım. Üç yüz milyon getirin, şu kadar mal alacağım
demiş hacının bütün parasını istemiş, on sene sonra Yeşilköy'den uçağa bindiği
gibi gitmiş. Hacıyı da kalp sektesinden hastahaneye kaldırmışlar. Bitti
hacının işi.
Dinine lanet, adam
yirmi sene bunlara müslüman muamelesi yapmış. Yirmibirinci senede bütün
verdiklerini burunlarından fitil fitil değil bütün hücrelerinden geriye almış
ve.gitmiş, Allah'dan ki adamın daha ömrü varmış, yoksa kalpten gidecekti.
Yani bu insanların
yaptıkları iyiliklerin sonunda dahi şer vardır.[305]
(169) O size
ancak, kötülüğü, haksızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
emreder.
Şeytan kötülüğü ve
fuhşiyatı emreder. Sü, kötülük, fuhuş ise, her şeyin en son zirvedeki halidir.
Yani kötülüğün zirvedeki halidir. Biz de fuhuş denince yalınız zina akla
gelir. Değil. Sözün fuhşu vardır, davranışın fuhşu vardır, zinanın fuhşu
vardır. Her şeyin en kötüsünü fuhuş kelimesiyle ifade etmiştir Arap.
Allah (c.c.),
buyuruyor ki kötülüğün küçüğünü de büyüğünü de Şeytan size emreder. Sizin
bilmediklerinizi Allah üzerine söylemenizi de emreder. Bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi de emreder.
Bu iki türlü olur.
Birincisi Allah (c.c.)'ün kanunlarına muhalif kanun yapmanızı emreder.
Bir de genelde bizim
kesimde olur. adam kendi istek ve arzularını, Cenab-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'de
buyuruyor ki diye söyler. Hadiste söylenmiş bir şeyi Allah'ın âyetleri olarak,
Allah'ın âyetlerini hadis-i şerif olarak veya gazetede veyahut ta takvim
yaprağında okuduğu, duyduğu atasözünü Cenab-ı Allah buyuruyor ki şeklinde
söyler.
Onun için mesela ben
âyet olanı âyet diye vermeye, hadis olanı hadis diye vermeye çalışıyorum. Bazı
güzel sözler var ki, hadis midir değil midir bilemiyorum ama bu arada hatırıma
da geliyor. Bir güzel söz var diyerek söylüyorum. Hadis ise zaten güzel
sözdür. Değil ise günaha girmemek için bunu söylüyorum. Yani dikkat edin.
"Kur'ân-ı Kerîm'de de hocam böyle değil miydi?" diyorlar. Halbuki
hiç ilgisi yok onun söylediğinin Kur'ân-ı Kerîmle. Bunlardan sakının. Kendi
sözünüz olarak söyleyin. Ayet midir, hadis midir bilmiyorum ama şöyle duydum
deyin. Yani âyet olmıyan bir şeyi âyet gibi göstermek çok büyük günahtır. Hani
efendimiz kendisi için, benim söylemediğimi bana nisbet eden Cehennemden yerine
hazırlasın diyor.
Yani hadis olmadığı
halde bir şeyi hadis gibi rivayet eden kişinin Cehennemlik olacağını ifade ediyor.
Peygamber Efendimiz'e
bunu isnat eden Cehennemlik olunca, Allah'a isnat ederse daha derinine gider.
Onun için Allah'a ait olmayan bir sözü Allah'a isnat etmemeye dikkat edeceğiz.[306]
(170)
Onlara; "Allah'ın indirdiğine uyunuz" dendiği zaman, onlar; "Hayır
biz babalarımnzı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya babaları bir
şeye aklı ermemiş ve doğruyu bulamamışsa.
Gelin etmeyin
eylemeyin, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a tâbi olun denildiğinde... Şimdi
günümüzde de biz bunu diyoruz, "Ey insanlar, amirler, komutanlar gelin
Allah zaman içerisinde insanlara yol göstermek üzere. diğer kitapları indirmiş,
son olarak da Peygamber Efendimiz (a.s.v.) kanalıyla Kur'ân-ı Kerîm'ini
indirmiş, Allah kainatı yaratmışsa, bizi de o yaratmışsa bizim neyi nasıl yapacağımızı
en iyi bilen O, ben senin hakkında bir kanaat beyan edemiyorum, sen benim
hakkımda bir kanaat beyan edemiyorsun, ben yaratmadımki seni, sen de beni
yaratmadığın için benim nerede, nasıl davranacağımı bilemezsin. Ama seni ve
beni yaratan Allah (c.c.) nerede, neyi, nasıl yapacağımı öğretmek üzere kitap
indirmiş, gelin ona uyalım" dediğimizde, hep bir ağızdan diyorlar ki,
"Biz babalarımızı ne üzerinde bulmuşsak ona uyarız". Yani
babalarımızın yolundan, atalarımızın yolundan gideriz diyorlar, adamlar.
Allah'ın yolundan değil, atalarımızın yolundan gideriz diyorlar. Ya babalan bir
şey bilmiyorsa, ya doğru yolu bulamamışsa ne olacak. Babaları bir yoldan gitmiş
ama kabre kadar varmış. Kabirden sonrasını bilemedik biz. Nereye gitti? Cehenneme
mi düştü, Cennete mi düştü bilemiyoruz. Biz bilemiyoruz. Ama Rab-bim kesinlikle
ve açıklıkla diyor ki, Ben'im yolumdan giden Cennete gider. Ben inanmıyorum
senin dediğine diyor Allah'a. Peki Öyleyse sen de bilmiyorsun babanın ve atanın
nereye gittiğini. Atan Cehennemde yanıp duruyorsa şimdi?
Yani zan ifade eden
kelimelerle değil, gerçek hak ifade eden âyetlerle amel etmemizi Allah (c.c.)
bize haber veriyor.
Şimdi insanların
günümüzde yaptıkları bu. Bu âyet-i kerîme günümüz insanının filmini bize
veriyor. Efendim, bizim babalarımız bu kanunlara göre yönetildiler ve böylece
gittiler. Daha ziyade bunlar yönetimde ağırlığı olan kişiler. Çünkü onlar
aşağıdaki insanların sefaletini görmemektedirler, bilmemektedirler.
Görmezlikten gelmekteler. Babalan saltanat içinde yaşamış, nimetlerinden
yararlanmış, onun çocukları da babasının yolundan giderse aynı şekilde dünya
nimetlerinden yararlanacağını biliyor. Onun için sahip çıkıyor. Eğer ondan
vazgeçiverecek olursa, bizimle aynı seviyeye gelecek. Yani babasının ve
atasının koyduğu kuralları bırakırsa bizimle aynı seviyeye gelecek. Bu
insanlarla aynı seviyeye gelecek. Efendimiz, bütün insanlar Allah katında bir
tarağın dişleri gibi eşittirler diyor. Herkes aynı mideye, aynı kulağa, aynı
göze sahiptir. Hukuk karşısında da denklikleri vardır herkesin.
Bu adamlar bizimle
denk olmamak, kendileri kalbur üstü bir hayat yaşayabilmek için diyorlar ki,
biz atalarımızın yolundan gideriz. Çünkü ataları o günün rejimine destek vermek
suretiyle bu memleketin kaymağını yemişlerdir. Mekke döneminin kâfiri de aynı,
günümüz döneminin kâfiri de aynı düşünceyi paylaşıyorlar. Aynı kelimeleri de
söylüyorlar. Bunların durumunu;[307]
(171)
Küfredenler, çağırma ve bağırmadan başkasını duymadan haykırana benzerler.
Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden düşünemezler de.
Bu kâfirlerin durumu,
şunun haline benzer ki, bağırıyor kime? Hani çoban sürüye bağırdığında sürü
onun kullandığı kelimeleri bilmez de, kulağı olması nedeniyle ancak sesi anlar
ya, işte burada da iki türlü mânâ verilmiş, işte kâfirin putlarına yaptığı dua
da ona benzer. Onun yanında bağırır. Ve babam, atam, dedem, ecdadım senin
yolundan gidiyoruz, senin yolunda yürüyoruz, azimle senin yolundan hiç
ayrılmıyoruz. Ayrılmadığımızı beyan etmek üzere bak huzurundayız diye bağırıyor.
Nasıl oluyor bu bağırış? Çobanın sesini dinleyen koyun gibi, sığır gibi. Bir
şey duyuyor da anlamıyor diyor âyet-i kerîme.
Veya onların durumu
tebliğcinin sesi müslüman bir insanın onlara vermiş olduğu ses çobanın koyuna
vermiş olduğu ses gibidir. Kulaklarına İslâm'ın sesi varır da, mânâsını
anlamadan geçerler giderler. Yani üzerinde düşünmezler, mânâsı da vardır.
Onlar sağırdırlar," yani kulakları sağır değil de Hakka karşı sağırdırlar.
Dilsizdirler, hakkı söylemekten kaçınırlar. Kördürler ve hakkı görmezler,
görmek istemezler. Onlar akıl etmezler, akıllarını kullanmazlar diyor Allah
(c.c.).
Bu âyet-i kerîmeleri
okuyup o insanların filmine her gün bakmamız gerekiyor. Yani, düşmanımızın
gücünü bilmek için vay Amerika ajanları, Türkiye'deki ve dünyadaki müslümanlar
hakkında şöyle şöyle diyor. Vay efendim filan yerdeki filan kuruluş
müslümanlann gücü veya kâfirlerin gücü hakkında böyle böyle rapor veriyor.
Bunlara pek kulak asmayın. Çünkü bunlar yanıltmak için de verilir.
Hani Abdülhamit için
söylenir. Allah rahmet eylesin. Allah hatalarını affetsin. Rus elçisini
çağırırmış. Yahu bu günlerde şöyle şöyle oluyor. Böyle böyle oluyor. Ne
diyorsun senin görüşün ne? dermiş. Veya Fransız elçisi ne söylerse onun tersini
yaparmış. Çünkü düşman yapmak istediğini söylemiyor sana. Sen de onun aksini
yaptın mı doğru çıkıyor. Fakat düşman bunun farkına varırsa bu sefer seni oyuna
getirebilir yalnız. Yani doğruyu söylerse sen de onun aksini yaparsın, bu sefer
yanlışa düşersin. .
Yani kendi tavrınızı
karşınızdakinin sözlerine göre ayarlamayın. Kâfirin karakterini, kâfirin
portresini Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'inde çiziveriyor.
Mesela ben Avrupa'ya
gidecek oldum. Bir buçuk sene falan da kaldım. Fransa'da kalmıştım işçi
olarak. Giderken dedim ki, bu adamlar nasıl ki acaba diye Kur'ân-ı Kerîm
okuyayım dedim. Baştan sona bir hatim değil de? Okuyuş gayem, asıl bu
Avrupalılar aslında. Yani Hıristiyanlığın kültürü, insanlığı nasıldır diye bu
konudaki âyet-i kerîmeleri çıkardım. Ve ondan sonra gittim. Gördümki bu insanlar
aynı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiği gibi. Âyet-i kerîmede;[308]
İşlerinde öyleleri var
ki, bir ev dolusu altunu emaneten versen, sonra vardığında geriye iade eder
diyor. Yani dürüst insanları var. İşlerinde öyleleri de var ki, bir tek dinan
emaneten versen ayağını diretmeden, mahkemelik olmadan alamazsın diyor âyet-i
kerîmede.
Yani adamların
iyisinin de, kötüsünün de olabileceğini, zalimininde, zulümden nefret edeninin
de olabileceğini âyet-i kerîmelerde çeşitli vesilelerle bildiriveriyor.
Günümüzde bugünkü
kâfirleri, Türkiye'deki kâfirlerin de iç dünyasını öğrenebilmek için tekrar
âyet-i kerîmelere bakacağız.[309]
(172) Ey
iman edenler, size verdiğimiz rızkın temizinden yiyiniz. Ve yalnızca O'na
kulluk ediyorsanız, yalnız Allah'a şükrediniz.
Bu anlamda bir âyet
yukarıda geçti. 168. âyet-i kerîmede, 'Ey insanlar' diyor. Burada ise 'ey iman
edenler' diyor. Ama emir ikisine ayrı.Ey insanlar dedi mi, kâfirlerle,
mü'minler beraberdir. Erkeği, kadını hep beraberdir. Ey iman edenler dedi mi,
mü'min erkeklerle mü'min kadınlar girer bu işe. Ey iman edenler, temiz
olanlardan yeyiniz. Size verdiğimiz rızaların temizinden yeyiniz. Helalinden,
zaten helalini yiyeceksiniz onu söylemiye gerek yok. Zaten helal olanını tercih
edeceksiniz. Helal olanların içerisinden de daha temiz olanını yiyeceksiniz.
Mesela evinizde iki türlü
yiyecek vardır ama ikisi de aynı maldır. Biri temizdir, biri biraz daha
pistir. Öyleyse helalin de temizi vardır. Temizinden yiyeceksiniz. Ve Allah'a
şükrediniz. Eğer yalnız O'na ibadet yapıyorsanız, yalnız O'na şükrediniz.
Nimeti vereiîe şükrediniz diyor Allah (cc).
Eşyada asıl olan
ibahadır diye bir kaidemiz vardır. Kur'ân-ı Kerim'de haram olanlar .bize
bildirilmiştir. Ki hemen şimdi okuduğumuz âyet-i kerîmede;[310]
(173) O,
size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen
hayvanı haram kıldı. Kim yeme zaruretinde olursa başkasınınkinc el uzatmamak ve
zaruret ölçüsünü aşmamak üzere ona günah yoktur. Şüphesiz Allah, bağışlayandır,
merhamet edendir.
Allah size leşi haram
kıldı. Kendiliğinden ölmüş veya boğularak öldürülmüş bir hayvan leş
hükmündedir. Yani Müslümanm besmele çekerek veya ehli kitabın kestiklerinin
dışında Ölenler leş hükmündedir. Koyun bile kendi kendine ölmüşse yemiyoruz,
leş hükmündedir o. Leş, kan... Tutup ta, hayvanın kanını içmemiz haramdır.
Cahiliyye döneminde kanı alırlarmış Araplar, bizim sucuk yaptığımız gibi
hayvanı, mesela koyunu kesiyor, kanını temiz bir kaba akıtıyor. Sonra koyunun
bağırsağını çıkartıyor. Bağırsağın içerisine dolduruyor ve güneşe asıveriyor,
orada kurutuyor. Ve onu yiyiyormuş katık olarak.
Şimdi bu yol
kullanılıyor mu? Hayvan yemlerinde kullanılıyor. Yani mezbahanelerdeki,
kesimhanelerdeki kanı alıyorlar, hayvan yeminin içerisine katıyorlar
kullanıyorlar o ayrı. O yemi yiyen hayvanın yenmesinde bir mahzur yok. Çünkü
değişimden geçiyor. İnsanın kanı yemesi haramdır.
Kan nakli caizdir.
Orada zaruret vardır. Leş, kan ve hınzır eti, Allah'dan başkası için kesilen
hayvan da yenmez. Hani koyunu aldınız, Allah için değil de filan ağanın gönlü
olsun için kestiniz, o da yenmiyor. Karşılamalarda niyet o değil yani. Mesela
Anadolu'da gelin geliyor. Bizim köyde gelini ata bindirirler gelirler.
Bismillahirrahmanirrahim der.
Zaten âyet-i kerîmenin
inceliği burda Ühille demek, ses çıkarma
mânâsına geliyor.
Hilali ilk gören adam gökyüzündeki hilali gören adam Hilâl dermiş, ordan geçmiş
bu kelime Arab'ın dilinden.Ses çıkarma. Ühille O kesilen hayvan. Kendisiyle
Allah'dan başkasına ses çıkarılan hayvan yenmez diyor.
Dedeğimiz gibi, mesela
köy yerinde gelin geliyor. Gelinin atının yanma hayvanı kesiyorlar ama, kesen
adam Bismillah diyor. Yani Allah için ses çıkarıyor. Ama besmeleyi çıkarıyor da
gelinim için diyorsa o yenmez. Veya başbakanımız için, reisi cumhurumuz için,
bakanımız için diyorsa bu da yenmez. Ama misafiri gelmiştir, sevdiği saydığı
saygı duyduğu bir insan gelmiştir. Keserken de Bismillah demiştir. Yani
keserken çıkardığı ses Allah (c.c.) için olursa o helaldir.
Allah affedicidir.
Allah merhamet edicidir diyorum. Ayet-i kerîmede Rabbim böyle beyan ediyor. Şimdi
burada haram kılınan dört tanedir. Leş, kan, domuz ve Allah'dan başkası için
kesilen.
En'am: 145.nci ayette;
şöyle açıklanıyor.
Deki bana vahyedilende
yani Kur'ân-ı Kerîm'de yiyen bir kişiye ancak şunların haram kılındığını buluyorum.
Onlar da ölü, leş, akıtılmış kan, mesela koyunu kestiniz arasında olan kanlar
helaldir. Akıtılmış kan ve domuz eti ve bir de Allah'dan başkası için kesilen,
burda da dört tane.
Birisi bana şöyle
demiş ti: Tabi atta bu dördün dışında her şey helaldir. Hatta domuzun yağı da
helaldir. Nerden çıkartıyorsun bunu dedim. Bana Ayet-i kerîmede hınzırın eti
bildiriliyor dedi. Öyleyse yağı bize helaldir diyor.
Dedim ki, bak senin
işin kolay. Dükkân açmana, dairede memur olmana, esnaflık yapmana gerek yok
bundan sonra. Ne yapacaksın? Gideceksin bir tane cam kavanoz alacaksın.
Akşamleyin pisliğini ona yapacaksın, sabahleyin yiyeceksin. Devri daim
makinasi gibi yiyip duracaksın. Yiyebilir misin dedim, Yiyemem dedi. Niye
yiyemezsin? Haram olmadıktan sonra ye dedim. Şimdi o benim de yılan, akrep vs.
ye dememi; bekliyordu ama pisliğine gelince yiyemem dedi. Niye yiyemezsin?
Alışık değilim. Alışırsın. Mesela Rabbim domuz eti haram dememiş olsaydı,
hepimiz domuz eti yiyebilirdik. Yiyebilirdiği yok yerdik. Nasıl ki Alman yiyor,
biz de Almanya'da olsaydık, haram olduğunu bize bildirmemiş olsalardı biz de
onu zevkle yiyecektik.
Aynı şekilde bazı
nefretlerimiz var ya! Meselâ domuza nefretimiz imanımızdan kaynaklanıyor bizim.
Yoksa domuz bir Alman'ın gözünde sevimli mahluk. Televizyonda da gösteriyorlar
bize de sevdirmek için. Bu cevabım üzerine adam durakaldı. Peki ama dedi bu
âyetin de bir izahı olması gerekiyor. Aslında âyet onun böyle anlamama sebep
oldu. Deki bu dördün dışında Kur'ân'da haram olan bir şey bulamadım, âyet bu diyor.
Peki ama âyet bu kadar değil ki, Kur'ân'da 6000 küsur âyet-i kerîme var dedim.
Meselâ;
Tevbe suresi 29.
âyet-i kerîmesinde Allah (c.c), Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'ın da haram koyma
hakkının olduğunu ifade ediyor bize. Yani Allah (c.c.) örnekler veriyor bunlar
haramdır diye. Sonra peygamberin de haram koyma hakkının olduğunu ifade ediyor.
Ayette şöyle diyor:
Allah'a ve ahirete
iman etmiyenlerle harbediniz. Allah'ın haram kıldığını haram kabul etmeyenle
harbediniz.
Kim bunlar, Ruslar,
Yunanlılar, Amerikalılar. Burda da Allah'ın haram kıldığını haram kılmayan ve
bizzat kendi eliyle üreten herifler var. Rabbim diyor ki;
Allah'ın ve de
Rasûlünün haram kıldığını haram kılmayanlarla harbediniz.
Peki peygamberin haram
kıldıkları nerede? Onlar Buhari'de, Müslim'in sahihinde, Ebu Davud'un
süneninde, Neseî'nin süneninde, İbni Mace'nin süneninde, efendim İmam Malik'in
Muvattasmda, Ahmet bin Han-bel'in müsnedinde, Abdürrezzak'm musannefinde ve
diğer hadis kitaplarındanda Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde bunlar
beyan edilmiş.
Yine A'râf sûresinin
157. âyet-i kerîmesinde Allah (c.c.) bunu şöyle ifade ediyor.
O mü'minler ki; rasul,
nebi ve ümmî olan Peygambere tâbi olurlar, incil ve Tevrat'ta onu yazılı
buldukları Peygambere tâbi olurlar. O peygamber iyiliği emreder, kötülükten
alıkoyar. Temiz olanları onlara helal kılar, kötü olanları da onlara haram
kılar diyor.
Böyle olunca Allah'ın
ve Rasûlünün bizim için haram kıldıkları haramdır. Haram koyma hakkı
peygamberin de vardır. Yalnız Allah'ın izniyle vardır.
Mezhepte imamlarımız
ise doğrudan haram veya helal deme hakkına sahip değiller. Onlar, Allah'ın bu
âyetinden biz şunu anlıyoruz, Rasûlünün sünnetinden şöyle anlıyoruz diyerek
hüküm yeriyorlar. Ve biz de onlara şerefle uymaya çalışıyoruz.[311]
(174)
Allah'ın indirdiği Kitapta olan bir şeyi gizleyip onu az bir para karşılığında
satanlar var ya, işte onların yedikleri karınlarında ancak ateştir. Kıyamet
gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Ve onlar için
acıklı bir azab vardır.
Allah (c.c.) bu âyet-i
kerîmesinde, yukarıda da geçtiği gibi Allah'ın kitapta indirmiş olduğu âyetleri
insanlardan gizleyenler ve Allah'ın âyetlerini az bir para karşılığında
satanlar işte onlar karınlarına ancak ateşi doldururlar. Onlar başka bir şey
yemezler, Allah onlarla ahirette konuşmaz. Kıyamet gününde onlarla konuşmaz.
Ve onları temize çıkarmaz, temizlemez. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır
diyor.
Bakara sûresinde bir
kaç defa Ehl-i kitabın hahamları ve papazlarının hak ile batılı birbirine
karıştırdıklarını, batılı hakla süsleyerek insanlara sunduklarını, ucuz para
karşılığında Allah'ın âyetlerini sattıklarını Allah (c.c.) bize haber vermişti.
Orada ehl-i kitaptan
ilim adamları papazlar, hahamlar bunu yapıyorlar diye haber verirken bizede
yasaklıyordu. Burada ise doğrudan kim yaparsa yapsın Allah'ın âyetlerini,
kitapta indirdiklerini gizleyen kişiler ve bir de bunu para karşılığında az
para karşılığında satanlar, bu kelime- nin mefhumu muhalifi olarak sanki çok
para karşılığında satılırsa caizmiş gibi bir hava oluşmasın. Âlimlerimiz bunun
izahını yaparken bütün dünya Allah'ın bir âyeti karşılığında verilmiş olsa az
diyorlar. Yani dünyadan kasıt yeryüzüyle, gökyüzü yani yaratılmışların tamamı,
Allah'ın bir âyetinin karşılığında verilmiş olsa yine de Allah'ın âyeti ucuza
gitmiş demektir. Çünkü Allah (c.c.)'ün dünya metâının çok az olduğunu ifade
eden başka âyet-i kerîmeleri vardır.
"Dünya metâı
gayet azdır"[312]
diyor bir âyet-i kerîmede.
Öyle olunca burada az
para karşılığında satmayın derken, dünyalık elde etmek için dünyamızı ma'mur
etmek için, onun karşılığında Allah (c.c.)'ün âyetlerini satmayın, bir...
Bir de gizlemeyin.
Bazı insanlar satmazlar. Ben para için dinimi değişmem diyen insanlar vardır.
Fakat bildiğini de konuşmaz. İçinde tutar, gizli tutar. Konuşması gereken yerde
konuşmaz, susar. Ve bu insanlar da Allah'ın âyetlerini gizleyenler arasında
zikredilir.
Suç itibariyle âyet-i
kerîmelerde diziliş sırasında önce alınanların daha önemli olduğunu dikkat
çeker usulcülerimiz. Burada Allah'ın âyetlerini gizleyenler dedikten sonra az
para karşılığında satanlar diyor. Yani Allah'ın âyetlerini gizleyenlerin, az
para ile satanlardan suçunun daha ağır olduğuna işaret de var demektir.
Yani bir kısım
insanlar ben satmıyorum, para karşılığında bu işi yapmıyorum diyebilirler ama
söylemiyorsun denildiğinde de söyliyemiyo-rum diyen kişinin de cürmü, satanın
cürmü kadar var, hatta bu sıralamaya göre âyet-i kerîmenin işaret ettiği mânâda
onun suçunun biraz daha ağır olduğunu görüyoruz.
Demekki, bu bilgi
karınlarında kalırsa ateşe dönüşüyor. Veya dünyayı alıyorlar. Veya dünyalık
alıyorlar, yiyorlar, karşılığında Allah'ın âyetlerini satıyorlar. Bu yedikleri
de yine karınlarına ateş oluyor. Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde böyle bahsedilir.
1- Nisa sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde;
Bu âyet-i kerîmeye
göre: Yetim mallarını zulüm üzere yiyen kişiler de yine bu yedikleriyle
karınlarına ateşi doldurduklarını Allah (c.c.) bize haber veriyor.
Yunus Emre'nin bir
sözü, Ahirette herkes kendi yakıtını bu dünyadan kendisi götürür anlamında bir
şiiri vardır.
Bu âyet-i kerîmelerden
yola çıkarak bu şiirler söylenmiştir.
- Yetim malını zulüm
üzere yiyen... Yetim malı yenmez diye bir şey yok, onun malî işlerini
yönlendiren kişinin münasip bir şekilde yemesini yine Nisa sûresinde Allah
(c.c.) haber veriyor.
Yani onu işletiyor,
onun adına çok iyi niyetlerle çalıştırıyor, bu arada kendi çalıştığı kadarıyla
da oradan ücret alıyorsa o ayrı. Yani yetimin evine gidildiğinde bir çay
veriyorsa içilmez diye bir şey yok. Ayet-i kerîme zulümle kaydetmiş. Yani
sınırı aşarak, haddi aşarak yetimin malından yiyen kişilerin o yedikleriyle
karınlarına ateşi doldurmuş oluyorlar.Bu âyet-i kerîmede de Allah'ın
âyetlerini gizlemekle karınlarını ateşle doldurmuş oluyorlar. Bir de Allah'ın
âyetlerini para karşılığında satmakla Allah'ın âyetlerini ateşe döndürmüş
oluyorlar. Yani kendi bilgileri onların ateşi oluyor. Âhiretteki ateşlerini bu
dünyadan kendileri beraberlerinde götürmüş oluyorlar. Burada şu mânâ çıkmasın
yalnız: Hemen hatırınıza efendim mahallemizde bizim hoca efendi hatim
karşılığında bizden şu kadar hediye ettiğimizi de aldı. Veya mahallemizde
çocuklarımıza Kur'ân-ı Kerîm okutuyor. Biz ona ücret veriyoruz. Böylelikle
devam ediyoruz, gibi...
Alimlerimiz bu tür
şeylere fetva vermişlerdir. Çünkü son zamanlarda geçimin zorlaşması nedeniyle
bir insan ya talebe okutacaktır, geçimini ordan temin edecektir veya
çalışacaktır. Çalıştığı takdirde talebe okuta-miyacaktir. Böylelikle de ilim
ortadan kalkacaktır. Yani zarurete binaen daha sonra gelen âlimlerimiz Kur'ân
öğretme karşılığında verilen ücretin helal olduğu konusunda fetva vermişlerdir.
Zarurete binâen. Yoksa aslında Kur'ân öğretmekten dolayı yani İslâmî
hizmetlerden dolayı ücret alınmaması gerekir. Fakat biraz önce dediğim gibi
zaruret nedeniyle oradan ücret alınmasına müsade edilmiştir ama yine de bu
memlekette İslâmî hizmetlerde Rabbim katında hoşnut olacağı bir hizmet yapayım
diyen insanlar mümkün mertebe ücretten kaçınmalıdırlar. Daha iyi olur bir
başka âyet-i kerîmede Allah onların yüzüne bakmaz diyor.
Burada da Allah
onlarla konuşmaz kıyamet gününde diyor. Bu dünyada, herkesin kendine göre
sevdiği bir insan vardır. Bazısı annesini çok sever; bazısı babasını çok sever.
Bu elimizde olmayan bir şeydir. Bundan dolayı günaha girmezsiniz. Yani
babanızla anneniz arasında sevgide farklılık varsa gönlünüzde bundan dolayı
günaha girmezsiniz. Fakat muamelede farklılık yaparsanız günaha orada
girersiniz. Yani annenizi çok sevdiniz veya babanızı çok seviyorsunuz fakat
ikisi sizin evinize geldiğinde farklı derecede muameleyi ortaya koyuyorsanız
günaha girersiniz. Dış görüntüde farklı muamele yapmıyacağız. Annemize ayakkabı
almışsak, babamızın da gönlünü alacak bir hediye alınacak. Hani bir sakız da
alınsa, tarak da alınsa gönlü alınacaktır. Yani eşit muamele yapılacaktır. Fakat
gönle hakim olmak bizim elimizde değildir. İnsan evlatlarından birini fazla
sevebilir. Ama bunlara karşı yapılacak iyiliklerde ayrım yapmamaya dikkat
etmelidir.
Hani bu konuda âyet-i
kerîmede iki evlilik konusunda, iki hanıma da sevgi beslemek aynı derecede
mümkün değil. O senin elinde değil anlamında bir âyet-i kerîme var. (Nisa 129)
Ama muamelede eşit
davranmaya gayret sarfedeceğiz.
En sevdiğimiz bir
insanın bir gün yanına varıyoruz, bizimle konuşmuyor. Ona çok üzülüyoruz. En
sevdiğimiz ama, yani sıradan biri değil.
Allah (c.c.) bizi
yaratıyor, sevdiklerimizi yaratıyor, yediklerimizi yaratıyor, giydiklerimizi
yaratıyor. Ve ahirette kesinlikle O'nun huzuruna varacağımızı biliyoruz. Öyle
bir ortamda gülen bir yüz arıyoruz biz. Bizimle konuşacak birini arıyoruz.
Hani kimselerin tanımadığı bir yerde başımız büyük bir derde girmiş, tanıdık
bir adam arıyorsunuz derken işinizi yapacak, mahkemede veya herhangi bir
dairede bir tanesi; Gel bu tarafa dedi. İşte dünyalar sizin oldu. İş olsun veya
olmasın. Dünyalar sizin oldu.Yani kıyametin o dehşeti içerisinde Allah
(c.c.)'ün Rahmetinin bize ulaşmasından, rızasının bize kavuşmasından daha
sevimli sevindirici bir şeyi düşünmek mümkün değildir.
Allah (c.c.) de
kıyamet gününde bu Allah'ın âyetlerini gizleyenlerle, âyetleri para
karşılığında satanlarla konuşmıyacağmı ve onları temize çı-karmıyacağvnı ve
onlar için acıklı azap olduğunu ifade ediyor.
Daha önce geçen âyet-i
kerîmelerde bu gizlemenin çeşitlerini anlatmaya çalışmıştık. Hani günümüzde
bir kısım âyet-i kerîmeleri bildiği halde hoca efendilerimiz gündeme
getirmezler. Çünkü getirecek olursa bazı sakıncaları doğacaktır. Maddi
sakıncalar olacaktır.
Bunu yani gizlemeyi
bazen otorite temin eder. Mesela Kur'ân serbesttir denilir. Fakat Kur'ân'ı
anlayacağımız dil olan Arapça'nın okunması ve okutulması yıllarca yasaklanır.
Derken bir gün imam-hatip ve ilahiyat fakültelerinde okuyabilirsiniz denilir
ama oralarda da öyle bir program hazırlanır ki, özel gayretiniz ve özel
hocalardan çalışmazsanız Arapça öğrenemezsiniz, çünkü program ona göre
hazırlanmış. Yani siz altı, yedi sene imam-hatip okulu, dört sene de ilahiyat
fakültesinde toplam on bir sene okursunuz Arapça'yı liseye giden ve İngilizce
okuyan bir çocuğun seviyesine getirmezsiniz. Program öyle yapılır. Onbir sene
okursunuz anlamazsınız. Bu gizlemedir. Yani gizlemenin bugünkü Türkçe'sidir.
Allah'ın ayetlerini
satanlarda bolca kitap yazarak Allah (c.c.)'ün bu âyetten kasdi şudur,
diyorlar. Meselâ günümüzde çokça okunan, gazetelerde konu edilen, dergilerde
tefsiri yapılan Maide süresindeki; "Kim Allah'ın indirdiği ile
hükmetmezse kâfirlerin tâ kendisidir, zalimlerin tâ kendisidir veya fasıkların
tâ kendisidir" diye üç tane âyet-i kerîme ardar-da gelir. Bu âyet-i kerîmeler
konusunda bir tanesi çıkar derki, bu âyetin bu İslâm ümmetiyle uzaktan yakından
ilgisi yoktur. Bu âyet-i kerîme Benî İsrail için geçerlidir. Muhatabı
Yahudiler'dir. Bizimle ilgisi yoktur. Onun için Allah'ın indirdiğiyile
hükmetmezseniz, gavur da olmazsınız, zalim de olmazsınız, fasık ta olmazsınız
diye bir kitap yazılır ve bol miktarda da satılır. Bu da Allah'ın âyetlerini
satmanın bir çeşididir.
Bunlardan, bunların
şerrinden Allah'a sığınmak gerekiyor. Allah (c.c.) onları bize tarif
ediveriyor. Onlar da bir tüccar aslında. Biz de bir ticaretle meşgulüz. Onlar
da bir ticaretle meşguller. Bizim ticaretimiz yani mü'minlerin ticareti
dalâlet karşılığında hidâyet almak, dünyayı verip Cenneti kazanmak,
kötülükleri atıp iyiliklerle süslenmek, küfrü verip imanı almak, yalanı
bırakıp doğruyu almak. Bizim ticaretimiz bu.[313]
[1] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/79.
[2] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/79-80.
[3] K. Kerim, Yunus 36.
[4] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/80-81.
[5] Fetih 26.
[6] Maide 65, Araf 96.
[7] Ali İmran 102.
[8] Nahl 128.
[9] Enfal 29.
[10] Talak 4.
[11] Talak 2.
[12] A'ra f25.
[13] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/81-82.
[14] Ahmedb. HanbelMüsned5/248.
[15] Bakara 55.
[16] Nesai K. İşretün-Nisa 7/61.
[17] Müsned, Ahmed b. Hanbel 3/340.
[18] Ebu Davud K. Edeb Hadis No: 4985 namazı.
[19] Ankebut 45.
[20] K. Kerim, Hac 18.
[21] Bakara 153.
[22] ibrahim 40.
[23] Taha 132.
[24] Mearic 21-22
[25] Sebe 39.
[26] Bakara 268.
[27] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/82-85.
[28] Münafikun 10.
[29] Hadid 10.
[30] En'am 136.
[31] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/85-86.
[32] En'am 29, Müminun 39, Casiye 24.
[33] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/86-89.
[34] Taha 64.
[35] Taha 65.
[36] Kamer 54.
[37] Bakara 221.
[38] Araf 179.
[39] Araf 157.
[40] Nur 51.
[41] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/89-90.
[42] Fatır 28
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/90-91.
[43] Bak. Hadid 20.
[44] Kasas 38.
[45] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/91-92.
[46] K.Kerim., Ankebut 29/25.
[47] K. Kerim, Furkan 25/43.
[48] Hud 11/43.
[49] Casiye 45/14.
[50] Ankebut 29/61-63.
[51] Nisa 4/105.
[52] Bakara 2/85.
[53] En’am 6/148,
43/20.
[54] En'am 6/124.
[55] Mutaffifin 14.
[56] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/92-96.
[57] Buhari K. Cenaiz 80, Müslim K. Kader 25.
[58] İbni Mace Zühd 29, Müsnedi Ahmed b. Hanbel 2/297.
[59] Mutaffifin 14.
[60] Bakara 85.
[61] Bakara 114.
[62] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/96-97.
[63] Münafikun 1.
[64] Muhammed 30.
[65] Tevbe 107.
[66] Tevbe 42.
[67] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/98.
[68] Nahl 23.
[69] Feth 10.
[70] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/98-99.
[71] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/100.
[72] Tevbe 28.,
[73] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/101.
[74] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/101-102.
[75] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/102-103.
[76] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/103-104.
[77] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/104.
[78] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/104.
[79] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/105.
[80] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/105.
[81] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/105-106.
[82] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/106.
[83] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/106-107.
[84] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/107-108.
[85] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/108-109.
[86] K.Kerim 55/64.
[87] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/109-111.
[88] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/111.
[89] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/111-113.
[90] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/113-114.
[91] Buhari, bab-u ta'biri rüya
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/114-115.
[92] Ali İmran 26
[93] Nisa 5
[94] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/116-117.
[95] A'raf 142.
[96] A'raf 12.
[97] Bak: Satıbi Müvafekat 4/220.
[98] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/117-118.
[99] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/118.
[100] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/118-119.
[101] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/119.
[102] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, El-Emval 13
[103] Bak: Maverdi Ahkam-üs-Sultaniye s: 6, Ebu Yala
Akam-üs-Sultaniye s: 20
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri,
Cantaş Yayınları: 1/119-123.
[104] A'raf 12.
[105] Kehf 50.
[106] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/123-124.
[107] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/124.
[108] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/125.
[109] A'raf 23.
[110] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/125-126.
[111] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/126.
[112] Taha 122.
[113] Bak: İbni Kesir, Nisa 164'nci âyetin tefsiri.
[114] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/126-127.
[115] Enfal 53.
[116] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/127-128.
[117] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/128-129.
[118] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/129-130.
[119] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/130.
[120] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/130-131.
[121] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/131.
[122] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/131-132.
[123] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/132.
[124] Abese 34-37.
[125] Bakara 255.
[126] Müddessir 48.
[127] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/132-134.
[128] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/134-135.
[129] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/136.
[130] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/136.
[131] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/136-137.
[132] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/137.
[133] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/137-138.
[134] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/138-139.
[135] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/139.
[136] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/139-140.
[137] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/140.
[138] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/140-141.
[139] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/141.
[140] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/142.
[141] Al-i İmran 19.
[142] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/143-144.
[143] Bakara 256.
[144] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/144-145.
[145] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/145.
[146] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/145.
[147] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/145-146.
[148] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/146-147.
[149] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/148.
[150] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/148.
[151] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/148.
[152] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/148.
[153] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/149.
[154] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/149-154.
[155] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/154-157.
[156] Maide: 44
[157] Saf: 8.
[158] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/157-161.
[159] Bakara: 96.
[160] Maide: 64.
[161] A'raf: 168.
[162] Maide: 82.
[163] Maide: 83.
[164] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/161-167.
[165] Bakara: 14.
[166] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/167.
[167] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/167-170.
[168] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/170-171.
[169] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/171-172.
[170] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/173.
[171] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/173.
[172] Maide: 44.
[173] Enbiya: 25.
[174] Fussilet 33.
[175] İsrâ; 7.
[176] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/173-180.
[177] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/180-181.
[178] Bucurat: 10.
[179] Bucurat: 10.
[180] Hucurat: 9.
[181] Nisa: 43.
[182] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/181-185.
[183] Ahmet bin Hanbel,Müsned:I/267.
[184] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/185-187.
[185] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/187-188.
[186] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/188-190.
[187] Bakara: 146.
[188] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları:
1/190-192.
[189] Kâsas: 68.
[190] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/192-193.
[191] Bakara: 101.
[192] Bakara 102.
[193] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/193-195.
[194] Hac suresi: 73.
[195] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/195.
[196] Enfal: 28.
[197] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/195-197.
[198] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/197-198.
[199] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/198.
[200] Bakara: 256.
[201] Tevbe: 128.
[202] Bak; Bakara, âyet 64 ve 76'ncı âyetlerin tefsiri.
[203] Maide 82.
[204] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/198-201.
[205] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/201-202.
[206] Tahrim: 6.
[207] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/202-204.
[208] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/204-205.
[209] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/205.
[210] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/205-206.
[211] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/206-215.
[212] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/215.
[213] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/215-218.
[214] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/218.
[215] Maide: 13.
[216] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/218-220.
[217] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/220.
[218] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/220-222.
[219] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/223-224.
[220] Al-i İmran: 92.
[221] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/224-227.
[222] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/227.
[223] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/227-229.
[224] Bakara: 285.
[225] Bakara: 143.
[226] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/229-230.
[227] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/230-232.
[228] En'am: 79.
[229] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/232-233.
[230] Kehf: 110.
[231] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/233-235.
[232] Yasin: 83.
[233] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/235-236.
[234] İsra:90.
[235] Tevbe: 30.
[236] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/236-239.
[237] Gaşiye: 22.
[238] Bakara: 256.
[239] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/239-241.
[240] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/242-244.
[241] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/244-245.
[242] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/245-246.
[243] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/246.
[244] Ra'd: 11.
[245] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/246-248.
[246] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/248-250.
[247] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/250-253.
[248] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/253.
[249] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/253-254.
[250] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/254-255.
[251] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/255-256.
[252] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/256-257.
[253] Âl-i İmran: 102.
[254] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/257-258.
[255] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/258.
[256] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/258-260.
[257] Al-i îmran: 64.
[258] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/260-263.
[259] Bakara: 285.
[260] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/263-265.
[261] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/265-268.
[262] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/268-270.
[263] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/270-271.
[264] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/271-274.
[265] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/274-276.
[266] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/276-278.
[267] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/278-283.
[268] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/283-285.
[269] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/285.
[270] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/285-286.
[271] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/287.
[272] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/288.
[273] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/288.
[274] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/288-290.
[275] Lokman: 13.
[276] Tevbe: 28.
[277] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/290-293.
[278] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/293-298.
[279] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/298-304.
[280] Müslim, İmara Bab 15 Hadis 1915, İbni Mace Cihad Bab
17 Hadis 2803.
[281] Hac: 58.
[282] Ebu Davud, melahım 17 Tirmizi, fiten 13.
[283] Nesai 6/36, İbn-i Mace 2/937.
[284] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/304-308.
[285] Daremi.
[286] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/308-311.
[287] Ra'd 28.
[288] Muhammed: 31.
[289] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/311-313.
[290] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/313.
[291] Ali İmran: 103.
[292] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/313-315.
[293] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/315-317.
[294] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/317-318.
[295] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/318-319.
[296] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/319-320.
[297] Mü'min: 16 'ncı ayette.
[298] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/320.
[299] Al-i İmran:27.
[300] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/320-324.
[301] Buhari iman 8, Müslim iman 69.
[302] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/234-328.
[303] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/328.
[304] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/328-331.
[305] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/331-333.
[306] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/333-334.
[307] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/335-336.
[308] Al-i İmran: 75.
[309] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/336-338.
[310] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/338.
[311] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/339-342.
[312] Nisa 77
[313] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/342-347.