ÂL-İ İMRÂN SÜRESİ 8

Sûreler Arasında Bağlanti 8

Meali : 8

İniş Sebebi 8

Îlâhî Kudretin  Üstünlüğü. 9

Kur'ân'ın Üstünlüğü. 9

Îlahî Belgeleri Gizleyenler. 10

Ayetler Arasında Bağlantı 11

Meali : 12

Yaratanın Sonsuz Kudreti 12

Genetik Olaylar - Spermanın Şekillenmesi (Biyolojik Olaylar) 12

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali : 13

İlgili Hadîsler. 13

Tarihî Bir Gerçeği Açıklamak. 14

Yorumlar - Rivayetler (Muhkem-Müteşabih) 14

İnsan Aklı Ve Müteşabih Âyetler. 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali : 16

İlgili Hadîsler. 16

Ruhun Yücelmesi 16

Dinin Sunduğu Şerbette Şifâ Vardır. 17

Küfür Ve Manevî Atalet 17

Niçin  Fir'avn Hanedanı Örnek Veriliyor?. 17

İmanın Karşısında Küfrün Yenilgiye Uğraması Mukadderdir. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali  : 18

İniş Sebebi 18

Tarihî Yönü. 19

Allah'ın Yardım Ve Desteği 19

Yahudilerin Yenilgiden Yenilgiye  Uğraması 19

Âyetler Arasında .Bağlantı 19

Meali : 20

İlgili Hadîsler. 20

İnsanın  Önce  Dünyaya Ayak  Basmasındaki  Hikmet 20

Yorumlar - Rivayetler. 21

Ayetler Arasında Bağlantı 21

Meali  : 21

İlgili Hadîsler. 21

Gerçek İmânın  Belirtileri 22

Takvanın Ölçü Ve Anlami 22

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali : 23

İniş Sebebi 23

İlgili Hadîsler. 23

Allah'ın Kendi Varlığına Şehadeti 23

Âyetler Arasındaki Bağlanti 24

Meali : 25

İniş Sebebi 25

Dinlerin Ruhu Ve Mayası, Hakk'a Teslimiyettir. 25

Din Mutlak İtaat Ve Birlik İster. 25

Teblîğ Görevi 26

Tarihî Yönü. 26

Âyetler Arasinda Bağlantı 27

Meali : 27

İlgili Hadisler. 27

Müslüman  Bir  Ülkeyi  Manevî Alanda Yıkmanın Üc Yolu Vardır. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali 29

İniş Sebebi 29

Tevrat'ın Hakemliği 29

Ceza Ve Azâb İlâhî Adaletin Gereğidir. 30

Kur'ân Müslümanları Uyarıyor. 30

Tevrat İndiği Gibi Muhafaza Ediliyor Mu?. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meali : 31

İniş Sebebi: 31

İncil'de Bu Husus Daha Önce Haber Verilmiştir. 31

Allah'ın Va'dettiği Mülk Ve Şerefin İlk Müjdesi Hendek Kazılırken Verilmişti 31

Diriden Ölüyü, Ölüden Diriyi Çıkaran Allah. 32

Dilediğine Mülkü Verirsin. 32

Yorumlar - Rivayetler. 33

Âyetler Arasinda Bağlantı 33

Meali : 33

İniş Sebebi 34

İnsanlarla Günlük İlişkilerimiz. 34

Tarihî Bir Olay. 35

Korku Ve Şefkat 35

Âyetler Arasında Bağlantı 35

Meali  : 36

İniş Sebebi: 36

İlgili Hadîsler. 36

Allah'ı Kullarına Tanıtan Rahmet.. 36

Âyetler Arasinda Bağlantı 37

Meali : 37

İlgili Hadîsler. 37

İnsanlığın Hizmetine Sunulan Aileler. 38

Peygamberler Birbirinden Gelme Tek Bir Soydandırlar. 39

Büyük  Peygamberlerin Asya'da Görevlendirilmesi 39

Kur'ân'ın Hz, Meryem'e Geniş Yer Vermesi 39

Meryem'e Sunulan Rızık. 40

Âyetler Arasında Bağlantı 41

Meali  : 41

İlgili Hadîsler. 41

Zekeriyya Peygamberin Özentisi 41

Yorumlar - Rivayetler. 42

Âyetler Arasında Bağlantı 42

Meali  : 42

İlgili Hadîsler. 42

Hz. Meryem Peygamber Midir?. 43

Âyetler Arasında Bağlantı 44

Meali : 44

Kur'ân İncil'i Tashih Ediyor. 44

Kur'a. 44

Ayetler Arasında Bağlantı 45

Meali : 45

İlgili Hadîsler. 45

Bakire Bir Kızın Doğurması 45

Ama Niçin Babasız?. 46

İnsan Ve Tabii Kanunlar. 46

İsa'nın Beşikte İken Konuşması 47

İncil'de Bu Olay. 47

Yorumlar - Rivayetler Mesih : 47

Âyetler Arasinda Bağlantı 48

Meali : 48

İsa Peygamber, Musa Peygamberin Şeriatı Üzere Bulunuyordu. 48

İsa Peygamberin Gösterdiği Mu'cizeler. 49

Neden Körler Ve Alatenliler?. 49

Âyetler Arasında Bağlantı 50

Meali : 50

Hakk'ın Sesinin Duyulması 50

İçi Dolu Taneyi, İci Boş Taneden Ayırmak. 50

İncil'de Bu Olaya Verilen Yer. 51

Âyetler Arasında Bağlantı 51

Meali : 51

İlgilii Hadîsler. 51

İsa Peygamber Hayatta Mıdır?. 52

Âyetler Arasında Bağlantı 55

Meali : 55

İniş Sebebi 55

Kur'ân Olayların Gerçek Yönünü Yansıtır. 56

Canlının Canlıdan Meydana Gelmesi 56

Âyetler Arasinda Bağlantı 57

Meali : 57

Allah'ı Bir Bilmeğe Çağrı 57

Resûlüllah (A.S.)In Komşu Ülkeleri Tevhîd'e Daveti 58

Tevrat Ve İncil'de Tevhîd Kalıntıları 58

Âyetler Arasinda Bağlanti 59

Meali : 59

İniş Sebebi 59

İlgili Hadîs. 59

İbrahim Peygamberin Dini 59

Tartışmanın Kuralları 60

Tarihî  Yönü. 60

Ayetler Arasında Bağlantı 61

Meali : 61

İniş Sebebi 61

Hakkı Gizlemek Nankörlüğün En Kötüsüdür. 62

Kutsal Kitaplarda Son Peygamberle İlgili Belgeler. 62

Şahısları Putlaştırmak. 62

Âyetler Arasında Bağlantı 63

Meali : 63

İniş Sebebi 63

İlgili  Hadîsler. 64

Müslüman Güvensizlik Etmez. 64

Fıkhî Yönü. 64

Âyetler Arasinda Bağlantı 64

Meali : 65

İniş Sebebi 65

İlgili Hadîsler. 65

Verilen Sözü Yerine Getirmek Yapılan Sözleşmeye Bağlı Kalmak. 66

Allah'ın Âyetlerini  Değiştirmek. 66

Âyetler Arasinda Bağlanti 67

Meali   : 67

İniş Sebebi 68

İlgili Hadîsler. 68

Hak Peygamberle Yalancı Peygamber Arasıdaki Fark. 69

Allah'ı Birakip Allah Adına Bazi Şahısları İlâhlaştırmak Küfürdür. 69

Peygamberler  Birbirini Tasdik Eder. 70

Yorumlar - Rivayetler. 70

Âyetler Arasında Bağlantı 70

Meali : 71

İlmî Yönü. 71

Sosyal Yönü. 72

Yorumlar - Rivayetler. 72

Âyetler Arasında Bağlantı 72

Meali : 73

İniş Sebebi 73

İlgili Hadîsler. 73

İslâm'ın Birleştirici Çağrisi 73

İslâm, Cağın Dinidir. 74

İnandıktan Sonra Sapıtmak. 74

Yorumlar. 75

Âyetler Arasında Bağlantı 75

Meali : 75

İniş Sebebi 75

İlgili Hadîsler. 76

İnkâr,  Parçanın  Bütüne Ters  Düşmesidir. 76

İnsanlığa Büyük Hizmetlerde Bulunan Kaşifler Ve Mucitler. 76

Yorumlar - Rivayetler. 77

Âyetler Arasında Bağlantı 78

Meali : 78

İlgili  Hadîsler. 78

Sevgide Kıstas. 78

Örnekler Ve Modeller. 79

Yorumlar - Rivayetler. 80

Âyetler Arasında Bağlantı 80

Meali   : 80

İniş Sebebi 80

Tarihî Yönü. 80

Tıbbî Yönü. 81

Tevrat'ta Konuyla İlgili Belgeler. 81

Bir Sonraki Şeriat Bîr Öncekinin Ya Tamamını Ya Da Bazı Kısımlarını Yürürlükten  Kaldırır. 82

İslâm, Dinler Arasında Tartışmaya Kapı Açmaz. 82

Yorumlar - Rivayetler. 83

Âyetler Arasında Bağlantı 83

Meali : 83

İniş Sebebi 83

İlgili  Hadîsler. 84

Neden İlk Mâbed. 84

Fıkhı Yönü. 86

Yorumlar - Rivayetler. 86

Âyetler Arasında Bağlantı 86

Meali : 87

İniş Sebebi 87

İlgili Hadîsler. 87

Üç Önemli Nokta. 87

İslâm'da Eğrilik Arayanlar. 87

Yabanci Kültürün Tesirinde Kalanlar. 89

İslâm'ı İçinden Yıkan Bölücüler. 89

Âyetler Arasinda  Bağlantı 89

Meâli 89

İlgili  Hadîsler. 90

Bilmek Ve Tanımak Sevgiye Kapı Acar. 90

Ferdi Topluma Yaklaştırıp Kaynaştırmak. 90

Yorumlar - Rivayetler. 91

Âyetler Arasında Bağlantı 91

Meali: 91

İniş Sebebi 91

İlgili Hadîsler. 92

İslâm'da İdareci Kadro. 92

Hayra Davet 92

Lider Ve İdareci Kadroyu Kimler Seçer?. 93

Ayrılığa Düşen Milletler. 93

Bölünüp Parçalanan Toplumlara İki Türlü Azâb Vardır. 93

Hâkimiyet Allah'a Aittir. 93

Yorumlar – Rivayetler. 94

Âyetler Arasında Bağlantı 94

Meali : 94

İniş Sebebi 95

İlgili Hadîsler. 95

Müslüman Uydu Olamaz. 95

Kitaplıların  Çoğu İnkâr  İçindedir. 95

Ayetler Arasında Bağlantı 96

Meali : 97

İniş Sebebi 97

Yararli İnsanın Ölçüsü. 97

Âyetler Arasinda  Bağlantı 98

Meali ; 98

İniş Sebebi 98

Anti-İslâmî Kuvvetlerin Hazirlik İçinde Olması 98

Küfür Ateşinin Mahvettiği Milletler. 99

Yorumlar - Rivayetler. 99

Âyetler Arasında Bağlantı 100

Meali : 100

İniş Sebebi 100

İlgili Hadîsler. 100

Büyük Davaların Karşısında Büyük Musibetler, Çetin   Düşmanlar   Yatar  101

İslâm Düşmanlarının Başlıca Belirtileri 102

Âyetler Arasındaki Bağlantı 102

Meali 102

İniş Sebebi 102

Savaştan Önce Görülen Bir Rüya. 103

İlgili Hadîsler. 103

İslâm'da Danışma. 103

Liderin Diğer Bazı Özellikleri 104

Savaşta Verilen Emirlere Aynen Uymak. 104

Âyetler Arasında Bağlanti 105

Meali : 105

İlgili Hadîsler. 105

Bedir Savaşının Genel Görünüşü. 106

İnsan İle Allah Arasinda İmkân Ve İrâde Sınırı 106

Meleklerin Yardıma Gelmesi 106

Rahmet Peygamberinin İnsanlardan  Yana Sınırsız Merhameti 107

Rivayetler - Yorumlar. 107

Âyetler Arasında Bağlantı 108

Meali 108

İniş Sebebi 108

İlgili Hadîsler. 108

Faizin Haram Kılınmasının Nedenleri 108

Faiz Yasağında İzlenen Pedagojik Yöntem.. 109

Ayetler Arasında Bağlantı 110

Meali : 110

İlgili Hadîsler. 110

Cennetin Genişliği Ve Büyüklüğü. 111

Gerçek Mutlu Olanlar Takva Sahipleridir.. 112

Yorumlar – Rivayetler. 112

Tasavvuf 112

Âyetler Arasında Bağlantı 112

Meali : 113

İniş Sebebi 113

Gelip Geçen Milletlerden Geriye Kalan Eserler. 113

İlahi Sünnetler. 113

Âyetler Arasında Bağlantı 114

Meali : 114

İniş Sebebi 114

İlgili Hadîsler. 114

İmanın Değer Ölçüsü. 115

Üstünlük Sağlamak İmân Kuvvetiyle Orantılıdır. 115

Yorumlar - Rivayetler. 115

Ayetler Arasında Bağlantı 116

Meali : 116

İniş Sebebi 116

İlgili Hadîsler. 116

Faziletin Hedefi Saadettir. 116

İnsan  Ancak Allah'a Tapar. 117

Tarihî Yönü. 118

Âyetler Arasinda Bağlantı 118

Meali: 119

İlgili Hadîsler. 119

Her Canlı Eceliyle Ölür. 119

Ecel Önceden Tesbit Edilmiştir. 120

İmanla Bütünleşen İrâde Ve Cesaret 120

Âyetler Arasında Bağlantı 120

Meali : 120

İniş Sebebi 120

İlgili Hadîsler. 121

Her Cisim Saydamlığı Nisbetinde Güneşten Işık Alıp Yansıtır. 121

Âyetler Arasında Bağlanti 121

Meali   : 121

İniş Sebebi 122

İlgili Hadîsler. 122

Allah'ı İnkâr Edenin Mâkul Hiçbir Kanıtı Yoktur. 122

Savaşta Zafer Kapısı Açılınca Allah'ı Daha Çok Anmak Gerekir. 123

Müslüman Cemaat İki Ayrı Niyet Taşırsa. 123

Tarihî Yönü. 124

Yorumlar - Rivayetler. 124

Âyetler Arasinda Bağlantı 124

Meali : 124

İlgili Hadisler. 124

Her Sıkıntıdan Sonra Bir Ferahlık Vardır. 125

Savaşa İnanarak Katılmak Ölmek Değil, Yepyeni Bir Hayattır. 125

Tarihî Yönü. 125

Âyetler Arasında Bağlantı 126

 

 

 

 


 

ÂL-İ İMRÂN SÜRESİ

 

Kur'ân'in üçüncü süresidir. Birçok ahkâm, kıssa, emir ve yasaklar ta­şıması nedeniyle Bakara'ya eşdeğerde tutularak ikisine birden Zehra-veyn = İM-nur, iki pariak ışık denildiği gibi Ğamametan = İki gönül fe­rahlatıcı gölgelik de denilmiştir.

Sûreye, Musa Peygamber (A.S.)ın babası İmrân'dan ve onun ailesin­den sözediidiği için Âi-i İmrân adı verilmiştir.

Tamamı 200 âyet 3480 kelime ve 13025 harftir. [1]

 

Sûreler Arasında Bağlanti

 

Bakara sûresinin sonunda imânın esasından söz edildi, İslâm'ın ba­rış ve kardeşlik dini olduğuna dikkatler çekildi ve bütün peygamberlere inanmanın gereği açıklanarak Yahudi ve Hıristiyanlarla olumlu yönde di­yalog kurulmasına işaret edilirken, bütün hak dinlerin kaynağının aynı ol­duğu hatırlatıldı, bu nedenle tartışma, sürtüşme ve inkârın ağır bir suç, büyük bir vebal, aynı zamanda şiddetli bir azaba yol açıcı bulunduğuna dokunuldu, Tevhîd odağında birleşmenin tek selâmet yolu ve ilâhî emre ve rızaya uygun bulunduğu bîr kez daha vurgulandı.

Âl-i İmrân Sûresine, dinler arasındaki diyalogun nasıl kurulması ge­rektiğine, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân'm indirilmesinin neden ve niçinine. Kitap ehli bulunan Yahudî ve Hıristiyanların dinde aşırı tutuculuk göste­rerek hakikatleri gizlediklerine dokunuluyor; Allah'ın gizli açık her şeyi hakkıyla bildiğine dikkatler çekilerek Onun yüce kudretinin örneksiz ve benzersiz sanatının en mükemmeli olan insanın ana rahminde genetik kanunlar doğrultusunda nasıl tasvir edildiği belirtilerek insan aklına hem yer veriliyor, hem onu harekete geçirmeyi planlıyor. [2]

 

Meali :

 

1—  ELİF-  LÂM-  MÎM. (1)

2—  Allah (Bir'dir), O'ndan başka ilâh yoktur. O hep diridir, kudretiy­le (varlık âlemini) tutup duran, gözetip koruyandır O..

3-4— Kendinden önceki (kitap)ları doğrulayan Kitab'ı hak ile C sana indirdi. Bundan önce de insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil'i indirmiştir. Doğruyu eğriden, hakkı bâtıldan ayıran (Kur'ân ya da Zebûr)u da O indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere herhalde şiddetli azâb vardır ve Allah çok güçlüdür, (zâlimlerden) öc almada intikam sa­hibidir.

 

İniş Sebebi

 

Ibn İshâk ve diğer siyer sahiplerinin tesbit ve rivayetlerine göre : Nec-ran Hıristiyanlarından 60 kişilik bir topluluk Medine'ye gelip Resûlüllah (A.S.) Efendimizle görüşmek ve İsâ Peygamber hakkında tartışmak isti­fi)   Bu âyetin açıklaması Bakara sûresinde yapılmıştır; oraya bakılması...

yorlardı. Aralarında eşraf (Meri geienler)den 14 adam bulunuyordu. Biri başkan, biri danişmend biri de dinî lider olmak üzere üç önemli kimse ta­rafından bunlar idare ediliyordu. Rum (Bizans) kralı bunlara değer verir, din ve dünya hakkındaki geniş bilgilerinden dolayı onlara saygı beslerdi.

İşte bu topluluk bir gün ikindi namazı kılınırken Mescid-i Saadet'in önüne gelmiş bulunuyorlardı. Üzerlerinde göz alıcı nefis giysiler vardı. Onların da ibâdet vakti girince Mescid'e girip namaz kılmak istediler; As-hab-ı Kiram buna pek tarafdar olmadıklarını ihsas ettirmek istiyorlardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Dokunmayın, ibâdetlerini yerine getirsinler,.» diye emretti. Doğuya yönelerek ibâdetlerini yaptılar ve Resûlüllah'ın huzu­runda yer aldılar. Resûlüllah (A.S.) onların iki önemli kişisine :

  İslâm'a girin selâmete kavuşun!. Diyerek davette bulundu. Onlar:

  Biz sizden önce müslüman olduk, yani Hakk'a teslimiyet göster­dik, diye cevap verdiler. Resûlüllah (A.S.):

  Doğru söylemiyorsunuz, aslında sizi İslâm'dan    alıkoyan    neden, Allah'a oğul İsnat etmeniz, haç'a tapmanız ve domuz eti yemenizdir.

Sonra aralarında şu söyleşi geçti:

Onlar— Eğer İsâ Allah'ın oğlu değilse, babası kimdir, söyler misiniz?

Peygamber — Her çocuğun babasına -bazı yönleriyle- benzediğini bilmez misiniz?

Onlar — Evet, biliriz..

Peygamber — Rabbimizin hep diri olduğunu, ölümsüz bulunduğunu; isa'nın da ölümlü bir insan olduğunu bilmez misiniz?

Onlar — Evet, biliriz..

Peygamber — Rabbimizin kudretiyle her şeyi tutup gözettiğini, ko­ruyup ayakta tuttuğunu bilmez misiniz? Aynı zamanda her canlının rızkı­nı verdiğini kabul etmez misiniz?

Onlar — Evet, bilir ve kabul ederiz..

Peygamber — Peki İsâ Peygamber bu saydıklarımdan birini yerine getirmeye kadir midir?

Onlar — Hayır..

Peygamber — Allah'ın yerde ve göklerde ne varsa her şeyi bildiğini, hiçbir şeyin ona gizli kapalı bulunmadığını bilmez misiniz?

Onlar — Evet biliriz..

Peygamber — İsa'nın ancak kendisine öğretilenden başkasını bilme­diğini bilmez misiniz?

Onlar — Evet, biliriz..

Peygamber — Rabbimizin İsa'yı ana rahminde dilediği biçimde tas­vir ettiğini ve Rabbimizin bir şey yiyip içmediğini bilmez misiniz?

Onlar — Evet,  biliriz..

Peygamber — İsa'nın anasının her kadın gibi gebe olduğunu ve her doğum yapan kadın gibi doğum yaptığını ve İsa'nın her çocuk gibi bes­lendiğini, gıda verildiğini, sonra yiyip içip abdest bozduğunu bilmez mi­siniz?

Onlar — Evet, biliriz..

Peygamber — O halde İsâ sizin iddia ettiğiniz gibi nasıl ilâh olabi­lir?

Bunun üzerine heyetin ileri gelenleri cevap vermediler ve bu yüzden susup kaldılar. Allah olaya ve konuya ışık tutar anlam ve ölçüde Âl-i İm-rân sûresinin baş kısmından seksen küsur âyeti indirdi.

Sözü edilen olayı şu fazlalıkla nakledenler de vardır:

Onlar — Ya Muhammedi Siz İsa'nın Kelimetullah ve Allah'tan bir Ruh olduğunu iddia etmiyor musunuz?

Peygamber — Evet..

Deyince, onlar: İşte bu bize yeter, dediler. Sonra da inat ve inkâr­larında direnip durdular. Allah onların bu bâtıl itikat (inançlarını redde­derek Âl-i İmrân sûresinin baş kısmından seksenin üstünde âyet indir­di. [3]

 

Îlâhî Kudretin  Üstünlüğü

 

Kur'ân «O hep diridir, kudretiyle tutup duran, gözetip koruyandır O!»

âyetini sergilerken, yaratılanla Yaratan arasındaki farkı, mesafeyi iki sı­fatla, en doyurucu delil olarak ortaya koymaktadır. Yaratan hep diridir,

O'nun için ölüm yoktur; her şeyi sonsuz kudretiyle tutup duran, gözetip koruyandır, Onun için zayıflama, güçten düşme, bıkkınlık, gaflet ve unut­kanlık yoktur. Bu saydıklarımızın aksi yaratılanlarda vardır.

Kur'ân böylece İsa'nın ne İlâh, ne de Allah'ın oğlu olamıyacağını red­di mümkün olmayan iki hüccet (kanıt) ile belgelemektedir.

Sonra Bakara sûresinin son kısmında özeti verilen konunun açık­lanmasına geçiliyor; İslâm'ın açtığı barış ve kardeşlik, insanseverlik ve hakbilirlik kapışma dikkatler çekiliyor. Bunun nedeni ise gayet açıktır:

a)  Allah'tan başkasını ilâh kabul edenlerin, insanları ilâhlaştırapların yanlış bir akide üzerinde bulundukları en doyurucu delil ve belgelerle be­lirtilirken Allah'a ait iki önemli sıfata yer verildi. Bununla insan aklını ha­rekete    geçirme, akıl ve mantığı imân doğrultusunda birleştirip aşırı tu­tuculuk ve duygusallıktan sıyrılma ortamı plânlandı.

b)  Geniş halk kitleleri üzerinde etkili olan ve bir cok ülkelerin Hıris-tiyanlaşmasrnı sağlayan, bununla da yetinmeyip İslâm'a karşı savaş açan, misyonu oluşturan, bu yüzden Haçlı Seferleri düzenleyen Nasarâ'nın İsâ Peygambere «Allah'ın oğlu» demeleri kınanıyor ve ona bu yoldan ilâhlık isnat etmeleriyle ilgili inançlarının asılsız, dayanaksız, delilsiz ve kanıtsız olduğu ortaya konuluyor.

c)  Tevrat'ı da, İncil'i de, Kur'ân'ı da doğru yola iletici, hak yolu gös­terici olarak indiren Allah'tır. O halde Allah'a ait bu kitaplarda esasla il­gili konularda hakikati zedeliyecek bir farklılık, bir terslik bulunması müm­kün değildir. Aynı zamanda hic kimsenin bu kitaplarda kendi keyfine ve arzusuna göre tasarrufta bulunması, fazlalık, ya da noksanlık yapması, değiştirmeğe kalkışması caiz değildir ve hiç kimseye bu hak verilmemiş­tir. Mevcut dört İncil arasındaki tutarsızlık, tezat; Bernaba İncil'iyle bun­lar arasındaki belirgin fark; Tevrat'ta peygamberleri küçük düşürücü âyet­ler, âhiretle ilgili bütün kayıt ve belgelerin çıkarılması, ilâhî kitapta beşe­rin müdahalesini İsbata yeterli değil midir? [4]

 

Kur'ân'ın Üstünlüğü

 

 «Kendinden önceki kitapları doğrulayan kitab'ı hak ile O sana indirdi.»

Kur'ân'ın kendinden önceki semavî kitapları ve peygamberleri tasdîk etmesi, Tevrat ve İncil'de insan eliyle meydana getirilen değişiklikleri, fazlalık ve noksanlıkları tashih etmesi, Yahudi ve Hıristiyanları bir bakıma insafa çağırması, Onun indiği gibi korunduğunu gösterir. Haham ve papazların Kur'ân'a ve Hazreti Muhammed'e (A.S.) dil uzatmaları, inkâra sapıp küçültür anlamda âyetleri değiştirmeleri, onların asıl Tevrat ve İn­cil'in doğrultusundan ayrıldıklarını, dini ve kitabı kendi arzularına göre yorumladıklarını isbatlar.

Aynı kaynaktan gelen kitapların birbirini doğrulaması kadar tabii ne olabilir? İşte Kur'ân'ın üstünlüğü bu konuda da kendini perde perde his­settirmekte ve insan aklına yön vermektedir.

Aynı yazarın aynı amaca yönelik hazırladığı üç kitap arasında tutar­sızlık ve terslik varsa, biri diğerinin aksini ortaya koyuyorsa, yazarın nor­mal olmadığına, aklî dengesinin bozukluğuna bir kanıt sayılmaz mı? İşte Kur'ân bu tutarsızlığın Tevrat ve İncil'in asıl nüshalarında bulunmadığını, dinde aşırı tutucular tarafından meydana getirildiğini açıklamakta ve in­dirilen her kitabın kendi çağındaki insanları, toplum ve milletleri doğru yola iletme, hakikati gösterme kudretini taşıdığını belirtmektedir.

Kur'ân'ın hak ile indirilmesinin anlamı bu olmakla beraber aşağı­daki hususları da eklemekle Onun mükemmelliğini ortaya koymuş oluruz:

a)  Kur'ân doğruluk ölçüleri içinde  inmiştir.  O hep  haktan yanadır, hep hakkı savunur ve onu işler..

b)   Kur'ân, ilâhî olduğunu her âyet ve süresiyle ortaya koyup belgeler, bir benzerinin yazılamıyacağını ilân eder. Kur'ân Arapçasını çok iyi bilen binlerce edip ve şâirin, hekîm ve filozofun bu yüksek kudret karşısında âciz kaldıkları bunun açık delili sayılmaz mı?

c)  İçinde hiçbir şüphe bulunmayan, ilim adamlarının meydana getir­diği cumhurun akıl ve mantığına uygun olan Kur'ân, Allah'ın sıfatlarını Al­lah'a yakışır anlamda, Peygamberlerin sıfatlarını yine onların makam ve mertebeleriyle bağdaşır ölçü ve mânada sergiler. Bu yönüyle de değişime uğrayan diğer kitaplardan ayrılır.

d)  Her konu ve meselede mutlak adalet ölçülerini getirir, ilâhî ada­letin şaşmayacağını, kanunlarının  sapmadan hedefine doğru  ilerlediğini ilân eder. Bununla varlık alemindeki illiyet (kozalite) kanununa sık sık dik­katleri çeker. [5]

 

Îlahî Belgeleri Gizleyenler

 

«Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere herhalde şiddetli azâb vardır.»

Tevrat hayli değişikliğe uğramasına ve âhiretle ilgili bütün kayıtların içinden çıkarılmasına; İncil, yüzlerce farklı nüshaları yazılıp aslından uzak­laştırılmasına rağmen halâ bunlarda ilâhî belgelerin bazı parça ve kalın­tılarına raslamak mümkündür.

Aynı kaynaktan gelen İlâhî kitaplar Son Peygamberin ve dolayısıyla Kur'ân'ın geleceğini haber vermektedirler. Ne var ki dinde aşırı tutucu olan Yahudi ve Hıristiyan din adamları açıktan bir inkâra sapmışlar ve sözü edilen belgeleri kendilerine göre yorumlarken ve Kur'ân'ı kendi dil­lerine terceme ederken İslâm'ı küçük düşürür şekil ve muhtevada deği­şiklikler yapmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır.

Şüphesiz ki bu tarz düşünce ve tutum din adına, ilim ve ahlâk adına, tek kelimeyle insanlık adına bir cinayettir. [6]

 

Tevrat'ta :

 

Geleeek olan kurtarıcı ve mürşitten söz edilirken deniliyor ki:

«İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisine razı oldu­ğu seçme kulum (Muhammed Muhtar) : Ruhumu onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağırmıyacak ve sesini yükselt-miyecek ve onu sokakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmıyacak ve tü­ten fitili söndürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek. Ve dünyada hakkı pe-kiştirinceye kadar zayıflamıyacak ve cesareti kırılmiyacak ve adalar onun şeriatını bekliyecekler.»

Gökleri yaratmış ve onları yaymış, yeri ve ondan çıkanları sermiş olan; yer üzerinde kavma soluk ve onda yürüyenlere ruh veren RAB Al­lah şöyle diyor: Ben, RAB, seni doğrulukla çağırdım ve elini tutacağım ve seni koruyacağım ve kör gözleri (bilgisizliğin karanlığında kalanların kalb gözlerini) açasın, mahpusları, zindan ve karanlıkta oturanları hapishane­den çıkarasın diye seni kavme ahit, milletlere ışık olarak vereceğim. Ben Yehovayım, ismim odur; ve izzetimi bir başkasına ve hamdimi oyma put­lara vermiyeeeğim. İşte öncekiler vaki oldu (gelip geçti) ve yenileri ben bildiriyorum; onlar meydana çıkmadan önce size işittiriyorum. [7]

 

İncil'de:

İsa Peygamber diyor ki:

«Şimdi ise, beni gönderene gidiyorum ve sizden kimse: Nereye gidiyorsun? diye bana sormuyor. Fakat size bu şeyleri söylediğim için yüre­ğinizi keder doldurdu. Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim ve O geldiği zaman, günah için, sa­lâh için ve hüküm için dünyayı ilzam (cevap veremez hale getirip alt) ede­cektir. Günah için, çünkü bana imân etmezler. Salâh için, çünkü Babama (Rabbıma) gidiyorum ve artık beni göremezsiniz. Ve hüküm için, çünkü bu dünyanın reisine hükmedilmiştir.»

«Size söyliyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek zira ken­diliğinden söylemiyecektir.[8] Fakat her ne işitirse söyliyeoek ve gelecek şeyleri size bildirecektir.»

«O, beni ta'ziz (şerefli ve kutlu) edeeektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir. İsâ Peygamber bu sözleriyle, ilâhî kitapların ve peygamberlerin aynı kay­naktan kaynaklandığını haber vermektedir.

[9] Babanın (Rabbin) her nesi varsa, benimdir; bunun için :   Benimkinden alacak ve size bildirecektir, dedim.» [10]

Evet, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan yüce kurul tarafından yüz­lerce İncil arasından seçilip kabul edilen dört İncilden biri olan YUHAN-NA İncilinde bu belgeler halen mevcuttur. Yapılan ciddi araştırmalarla,sö­zü edilen dört İncilin yazarlarından hiçbiri İsâ Peygamberi görmemiştir. Asıl Onu gören, meclisinde yer alan BERNABA'dır. Onun yazdığı bir İncil var ki, kilise ve papazların bozuk akidesine uymadığı ve Hazreti Muham-med'in geleceğini çok açık bir anlatımla açıkladığı için bu çok kıymetli İncil'i asırlarca gizlediler. Sonunda bazı ilim adamları tarafından ele ge­çirilerek Mısır'da 1907 yılında Arapçaya çevrilerek basıldı. Böylece öte­den beri gizlenen bir nice hakikatler günışığına çıkmış oldu. Ama kilise yine eski inat ve inkârını sürdürür. Çünkü bu İncil'i kabul edecek olursa, Hıristiyanlık biter ve başta kilise olmak üzere bütün Hıristiyanların İslâ-miyete girmesi gerekir. Bu da onların hiç işine gelmez.

Oeğerli İslâm Hukukçularından Prof. Muhammed Ebû Zehra bu İn­cil'den sözederken özetle diyor ki:

Bernaba İncil'i birçok kısımlarıyla diğer İndilerden ayrılır, ama çok önemli sayılan şu dört madde Kur'ân ile birleşerek İlâhî hakikati bütün açıklığıyla yansıtır:

1—  Bernaba İncil'i İsâ Peygamberi Allah'ın oğlu olarak itibar etme­miştir. Hazreti Meryem'e bir insan eli değmeden gebe kalacağını haber veren Meleğin Ona şu sözleri söylediği yazılıdır: «Adını Yasû, (İsâ) koya­cağın Peygamberidoğuracaksın.O, içkiyi, sarhoş eden maddeleri ve mur­dar şeyleri yasaklıyacakttr.»

2—  İbrahim Peygamberin Allah için adadığı evladının İshak değil, İs­mail olduğunu açıklamaktadır.

3—  Beklenen Mesîh, Yasû' değil, Muhammed'dİr. Nitekim Bernaba'-da -Muhammed -A.hmed isimleri birkaç yerde geçmekte ve şu sözlerle ko­nuyu yansıtmaktadır:

«O, Aliah Resulüdür. Âdem cennetten çıkarıldığında Cennetin kapı­sının üst kısmında şu satırları görmüştü ki bu tamamen nurdan yazılmış­tı : «Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Muhammed Allah'ın Resulüdür.»

4—  İsâ Peygamberin aşılmadığı bir gerçektir. Allah  İsa'nın suretini Yahuda adlı adamın üzerine ilka etmiştir.» [11]

Diğer İncil'lere göre İlâhî âyetleri daha doğru yansıtan BERNABA İn­cil'inin Türkçeye çevrilmesinde her zaman için yarar görmekteyiz. Çünkü bu İncil'le, Hazret-i Muhammed'in (A.S.) geleceği açık bir ifadeyle bildi­rilmektedir. Yeni neslin bu hakikatleri bilmesi, İslâm'a olan bağlılıklarını kuvvetlendirir.

İşte konumuzu oluşturan âyette : «Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere herhalde şiddetli azâb vardır.» cümlesi, belirttiğimiz hususu hatırlatmakta ve Kitap ehline son uyarıyı yapmaktadır. «Allah çok güçlüdür, öc almada intikam sahibidir.» cümlesi ise, sırası gelince bir gün ilâhî intikam kanu­nunun tecelli edeceğine işaret etmektedir. 1096-1272 tarihleri arasında Müslümanlara karşı düzenlenen sekiz haçlı seferi, kıyamete kadar hak yoldan sapan kilisenin Hazreti Muhammed'e (A.S.) karşı «kan döken adam» diye dil uzatmasının ağır bir cezası olarak noktalandı. Bütün bir insanlık, Hz. Muhammed (A.S.)ın değil, kilisenin din adına kan dökücü ol­duğuna şâhid oldu. Böylece uzanan dilleri kısaldı. Şüphesiz ki bu sonuç onları dünyada için için kemiren bir azâb olarak kaldı. Yapılan büyük vaatlere ve çekilen sıkıntılara rağmen Haçlı Seferleri amacına ula­şamadı. Hak üstün geldi. Hakkı temsil eden Kılıç Aslanlar, Salahattin Ey-yubîler İslâm'ın insanlık, hakseverlik, adalet, fazilet dini olduğunu söz ve davranışlarıyla ortaya koydular. Bu durum papazların ye kilisenin otori­tesinin sarsılmasına, İslâm âleminin derlenip toparlanmasına, Tevhîd akidesinde birleşmesine sebep oldu. Yapılan savaşlarda Hıristiyanlarla Müs­lümanlar birbirlerini daha yakından tanıma imkânını buldular. Özellikle haçlılar Doğu'da cesur, kahraman, merhametli, konuksever Müslümanları gördükleri zaman daha önceki düşüncelerini tamamiyle değiştirdiler.

îkinci olarak, asırlardan beri gizledikleri BERNABA İncilinin ele geç­mesi ve Arapça'ya çevrilerek İslâm âlemine, Batılı müsteşriklere ulaşma­sı, kiliseyi biraz daha sarstı. Bundan önce orta çağda kilisenin kurduğu Engizisyon Mahkemelerinin ortaya koyduğu kan ve cehaiet tablosu, onlar İçin başka bir azâb kapısı açtı. Bütün bunlara rağmen kilise eski tutum ve inaneında ısrar ve inat edip kaldı. Bu yüzden Allah'ın âhirette onlara ve­receği azâb çok daha şiddetli olacaktır. [12]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle İlâhî Kitapların aynı kaynaktan geldiği, fakat dinde aşın tutucular, kilise ve din adamlarının birçok ilâhî belgelerden bir kısmını inkâr, bir kısmını da te'vil ederek sapıttıkları haber verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yerde ve göklerde hiçbir şeyin Allah'a gizli kal-mıyacağı belirtiliyor ve sonra Yaratan'a has kudret dile getirilerek ana-rahminde insanların ilâhî meşiete dayalı kanunlarla nasıl tasvir edildiğine dikkatler çekilerek Yaratan ile yaratılanın asla bir olmayacağına İşaret ediliyor; özellikle İsâ Peygamberi ilâhlaştıranlar uyarılıyor. Mikroptan çok daha küçük olan gen'de soyun karakter ve özelliklerinin nasıl bir kudret kalemiyle planlandığını akıl sahiplerinin gözlen önüne sererek Allah'ın eşi, ortağı, oğlu ve yardımcısı olmadığı bir kez daha hatırlatılmış oluyor. [13]

 

Meali :

 

5— Şüphesiz ki, yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

6— Anarahminde sizi dilediği (hikmet ve kanunla) şekillendiren O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur; ancak O vardır. O çok güçlüdür, çok üstündür; yüce hikmet sahibidir.

 

Yaratanın Sonsuz Kudreti

 

Yaratan sonsuz kudretiyle yarattığı eşyayı dilediği kanuna bağlayıp bütün incelik ve detaylarıyla bilir, Yarattığı eşyanın önce en küçük mode­lini akıllara durgunluk verecek ölçü ve biçimde çizer: Kocaman bir ağacı küçücük bir çekirdeğe, güneş sistemini atom çekirdeğine, insanın soydan gelen bütün özelliklerini genlere nakşeder. Yaratılan ise ne bunları, ne.de benzerlerini, bu incelik ve modelde ne çizebilir, ne de hazırlayabilir. An­cak aklını ve ilmini kullanırsa, ilâhî sanatın inceliğini, kudretinin yüceliği­ni, kanunlarının şaşmazlığını anlayabilir. Diğer bir deyimle aklıyla ve duyu organlarıyla tesbit edebildiği kadarını bilebilir; fiziko-kîmya alanlarında Allah'ın insanoğluna sergilediği olay ve kanunları tesbit edebilir. Bunun ötesine geçemez. Çünkü hem aklın, hem de duyunun uzanabildiği saha sınırlıdır. Allah'ın ilmi ve kudreti ise sınırsızdır; varlık âlemini kuşatmıştır. Zaten hep diri olan ve kudretiyle her şeyi tutup duran, gözetip koruyan yaratanın her şeyi yeterince bilmesi gerekir. Aksi ise mümkün değildir. Bunun için konumuzu oluşturan âyette : «Şüphesiz ki, yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz,» buyurulmuştur.

Böylece Yaratan ile yaratılan arasındaki fark ortaya konuluyor ve sonra bu hakikate erişebilmenin yolu akıldan yana açılarak Yaratan'ın yüceliğinden haber veriliyor:

«Ana rahminde sizi dilediği (hikmet ve kanunla) şekillendiren O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur; ancak O vardır. O çok güçlüdür, çok üs­tündür; yüce hikmet sahibidir.» [14]

 

Genetik Olaylar - Spermanın Şekillenmesi (Biyolojik Olaylar)

 

Allah'ın, anarahminde bizi dilediği -ölçü ve biçimde, renk ve huyda tasvir etmesini açıklayan âyet, yaratılacak olan her İnsanın bağlı tutul­duğu genetik olayla ilgili KALITIM ve DEGİŞİM'e kapı açmakta, kısacası genetik kompozisyonu hatırlatmakta ve bu konudaki ilâhî kanunlara -ki Kur'ân buna Sünnetullah der- dikkatleri çekmektedir. Âyetteki «keyfe» kelimesi daha çok bu sünneti yansıtmak içindir; aynı zamanda yaratıla­nın niaelik ve nasıllığını vurgulamaktadır.

Tasvîr, biyolojide betim betimlemek anlamına geldiği kadar; geç­mişlerine benzetmek, soycekimine göre biçimlendirmek anlamına da ge­lir.

«Dilediği gibi, ya da dilediği nasıllık ve niceliksle her ân değişebilen, keyfe göre biçimlendiren dağınık ve düzensiz bir meşiyet değil, koydu­ğu kanunlar uyarınca kudret fırçasını hareket ettiren ve şaşmadan hedef ve amacına yönelen Sünnetullah demektir.

Canlının canlıdan meydana geldiği ve meydana gelen her bireyin geç­mişine, soyuna benzediği artık biyolojinin, gelişmesiyle de gerçeklik ka­zanmış; hilâfına olan varsayımları kökünden yıkmıştır.

Biyolojinin zaferi bize şu hakikatleri getirerek Kur'ân ile uyum sağla­mıştır :

«Bütün canlılarda çoğalma sonucu meydana gelen yeni bireyler geç­mişlerine ve kardeşlerine, diğer canlılara olduğundan daha fazla benzer­ler. Bir koyun yavrusu yine koyundur. Boynuzsuz bir koyundan boynuzlu bir koyun meydana gelebilir. (Günkü gen onun bu özelliğini de taşımak­tadır). Fakat bir koyunun fare veya at doğurduğu görülmemiştir. Bunun gibi domates tohumundan domates, yulaf tohumundan da yulaf çıkar. Süt ve balık ile büyütülen bir kedi yavrusu ile su ve at eti ile büyütülen bir kedi yavrusunun kediden başka birer hayvan olarak gelişmesi söz konusu olamaz.

Her canlının sahip olduğu ve daha ilerideki dönemlerde mâlik olaca­ğı her çeşit karekter için   kalıtım   vardır.» [15]

Kalıtım bize bu kapıyı açarken değişim şunu öğretmektedir: «Müşterek geçmişlere sahip bireylerin benzerlikleri mutlak değildir. Aslında dünya üzerinde iki canlının mutlak benzerliğinden söz edilemez. Bir çayırda yanyana büyüyen aynı türden iki bitkinin, aynı kümeste bakı­lan aynı ana ve babadan gelme tavukların tam manasıyla birbirine ben­zedikleri söylenemez......

İşte müşterek atalardan olma canlıların gösterdikleri farklılığa «de­ğişim»  (variyasyon) denir.» [16]

Anarahmindeki tasvîrin mânası daha çok budur. Çünkü Allah hem Azîz hem Hakîm'dir. Azîz'dir, ilâhî kanunlarının incelik ve sağlamlığı, şaş-mazlık ve amacına yönelik bulunması beşer gücünün ötesinde ve çok üs­tündedir. Hakîm'dir, koyduğu her kanunu ve varlık âlemine yerleştirdiği her sebep ve illeti yüksek bir gayeye yöneltendir. [17]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda semavî kitapların aynı kaynaktan indirildiği, fakat dinlerin­de aşırı tutucu olan Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının bu kitapiardaki âyet ve belgelerin çoğunu, ya da bir kısmını kendi anlayış ve çıkarlarına göre yorumladıklarına işaret edildi. Sonra Allah'a hiçbir şeyin gizli kalmı-yacağı açıklanarak O'nun insanı yaratmasındaki yüksek hikmeti, değiş-miyen kanunları, tasvirin nicelik ve nasıllığı üzerinde aklımızı kullanmamız hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle Allah, indirdiği Kur'ân'ı böyle üzüeü bir sonu­ca uğramaması hususunda bizleri uyarıyor; âyetlerin bir bölümünün muhkem (açık anlamlı, yorum götürmez, görüş ve şüphe kabul etmez ölçü ve anlamda), bir bölümünün ise m ü t e ş â b i h (manası kapalı, çe­şitli ve farklı anlamlara yorumlanması mümkün, farklı görüşlere elverişli) olduğunu açıklıyor. Ve birinci bölümün -ki o, kitabın anasıdır- dinin asıl hükümlerini, amelin şekil ve manasını yansıttığından olduğu gibi bilinip kabuJ edilmesinin gereğine işaret ediliyor. İkinci bölümün ise, birinci bö­lümün ışığı altında tefsîr edilmesinin lüzumu belirtiliyor. [18]

 

Meali :

 

7__ O ki, Kitabı sana indirdi; ondan bir kısmı muhkem (mânası açık,

yorum götürmez, şüpheye yer vermez açıklıkta) âyetlerdir ki, bunlar. Ki­tabın anasıdır. Diğer bir kısmı ise müteşâbih (mânası kapalı, yorum iste­yen) âyetlerdir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak, (kendi çı­karına uygun) yorumda bulunmak için Kitab'ın müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun yorumunu anoak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise, «Ona inandık, hepsi de Rabbimizin katından (indirilme)dir» derler. (Bu hakikat­leri) ancak akıl sahipleri düşünebilir.

8—  Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi mey­lettirip saptırma. Kendi katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz ki Sen (evet) Sen çokça bağışta bulunansın.

9—  Rabbimiz! Şüphesiz ki (meydana gelmesinde) hiç şüphe olmayan (kıyamet) gününde insanları toplayan Sensin. Doğrusu Allah va'dinden caymaz.

 

İlgili Hadîsler

 

Hazreti Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu : «Müteşâbih âyetler üzerinde tartışıp sürtüşenleri gördüğünüzde (bilin ki), Allah'ın kasdettiği kişiler onlardır; sakının onlar­dan!.» [19]

ikinci bir rivayet:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu âyeti okuduktan sonra : «Müteşâbih ayetlere uyup (kendine göre yorum) yapanları gördüğünüzde (bilin ki) Al­lah'ın sözünü ettiği kimseler onlardır. Onlardan sakının!.» [20]

Tirmizî bu hadîsi naklettikten sonra «hasen-sahîh» olduğunu belirt­miştir.

«Ümmetim ileride 73 fırkaya ayrılacaktır: Bir fırka müstesna diğerleri­nin hepsi ateştedir.»

Bunun üzerine soruldu:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Ateşte olmayan fırka kimlerdir?

  Ben ve Ashabımın bulunduğumuz yol üzerinde olanlardır. [21] İlimde derinleşenler:

Resûlüllah (A.S.) Efendimize soruldu :

  Ya Resûiellah! İlimde derinleşenler kimlerdir? Cevap verdi:

  «Yemin ettiğinde onu iyilik ve hayır ölçüleri içinde uygulayan, dili doğru söyleyen, kalbi dosdoğru olan, karnını ve uçkurunu iffet perdesiyle koruyan kişiler ilimde kök salıp derinleşenlerdir.» [22]

Hazreti Peygamber {A.S.) bir topluluğun (müteşabih âyet üzerinde) tartışıp itiştiğini, farklı yorumlar getirdiğini gördüğünde şöyle buyurdu ! «Sizden önceki milletler bu nedenle helak olmuşlardır; onlar Allah'ın kita­bındaki âyetlerin bir kısmını bîr kısmına vurup kimini red, kimini kabul etmişlerdi. Halbuki Allah, bir kısmı diğer bir kısmını tasdik etsin diye ki­tabını indirmiştir. (Kitabın âyetleri arasında tezad ve uyumsuzluk yoktur).

Sakın kitabın bir bölümünü diğer bölümüyle yalanlayıp reddetmeyin. Onlardan bildiğiniz kadarını söyleyip açıklayın, bilmediğinizi bilene bıra­kın..» [23]

«Kur'ân yedi harf üzere inmiştir. Kur'ân'da inatlaşırcasına tartışmak küfürdür.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu cümleyi üç defa tekrarladıktan sonra devamla buyurdu ki:

«Kur'ân'dan bilip anladığınızla amel edin; bilmediğinizi asıl bilen Al­lah'a döndürün.»[24]

 

Tarihî Bir Gerçeği Açıklamak

 

Kur'ân, tarihî bir gerçeğe parmak basarak semavî kitaplarda yazılı bulunan kelimeler, deyimler ve isimlerin indiği çağda kullanıldığı mâna­ları taşıdığını hatırlatmaktadır. Kelimeler böyle olduğu gibi cümleler de böyledir. Tevrat ve İncil'deki âyet ve kelimelerin taşıdığı mâna ve özellik­ler zaman dikkate alınmadığı için bir takım yanlış anlam ve hükümlerin ortaya çıkmasına neden olmuş, bu yüzden ilâhî beyânlar değişikliğe uğ­ramış ve semavî kitaplar arasında derin bir uçurum meydana gelmiştir.

Buna bir örnek verecek olursak, Yuhanna İncilindeki «baba» ve «oğul» deyimlerini gösterebiliriz, İsrailoğulları'nda daha çok terbiyecilere ve öğretmenlere «baba», öğrencilere «oğul» tabiri kullanıldığını bilmek­teyiz. Nitekim MUHADARATÜN Fİ'N-NASRANİYYE adlı eserde «oğul» de­yiminin sadece sevgiyi, Allah'ın İsa'ya olan muhabbetini sembolize etmek­tedir, diyerek buna açıklık getirmiştir. Bernaba İncili'ni araştıranlar «baba» ve «oğul» tabirlerinin belirtilen anlamda kullanıldığını gayet iyi anlarlar. Nitekim bugün hâlâ Hıristiyan âleminde papazlara «peder» diye saygı do­lu bir deyimle hitap edilmektedir. Özellikle İsâ Peygamber devrinde bu tabirlerin çok yaygın olduğu anlaşılıyor. Yuhanna İncil'i bu iki deyimi da­ha çok kullanmıştır. Üzerinde dikkatle durulduğunda sözü edilen manala­rın kasdedilçiiği rahatlıkla görülmektedir, Tevrat'ta «Rab-Yehova» isimleri yer alırken, İncil'de «Rab» yerine daha çok (Baba) kullanılmıştır. Kur'ân'­da (Rab) sıfatı dokuzyüz küsur yerde kullanılmış, böylece herşeyi yaratıp yavaş yavaş terbiye ederek büyüten, kemale erdiren yüce yaratanın bu çok önemli sıfatına ve hayatımızın her dönemiyle ilgili bulunduğuna dik­katler çekilmiştir.

Bu açıdan konuyu ele aldığımızda, diyebiliriz ki: «Rab» ile «baba» arasında yakın bir mâna benzerliği mevcuttur. Baba hem merhamet ve şefkati, hem terbiye edip büyütme özelliğini kendinde taşır. Rab ise bun­dan daha geniş ve kapsamlı bir mâna İçermektedir.

İşte zamanla Hıristiyanlar «Rab» karşılığı kullanılan ve aslında İbra-nice İncil'de ne yazılı olduğu kesin olarak bilinmiyen «baba» tabirini, ken­disine evlât nisbet edilir şekilde hakiki anlamında kullanmışlar ve bu yüz­den üç ilâh fikrinin doğmasına neden olmuşlardır.

Bu görüşümüzü belgeliyecek olursak, Yuhanna İncil'inde geçen şu sözleri göstermemiz kâfidir: İsa Peygamber diyor ki:

«Yüreğiniz sıkılmasın; Allah'a imân edin, bana da edin. Babam {Rab-bim)in evinde çok meskenler vardır.»

Kur'ân'da da buna yakın anlamdaki şu âyet asıl maksadı yansıtmak­tadır : «De ki: Allah'a ve Peygamberine itaat edin..» [25]

«Ben gerçek asmayım ve Babam (Rabbim) bağcıdır. Bende meyve vermiyen her çubuğu koparır..» [26]

Bu ve benzeri belgeleri incelediğimizde «Baba» deyiminin «Rab» an­lamında kullanıldığını görürüz. Eğer İncil'in ilk yazılan İbranîcesi bulun­muş olsaydı, bu yanlışlıklar olmaz, gerçek daha iyi tesbit edilirdi. Çünkü günümüze kadar ele geçen İncil nüshalarının daha çok Yunanca yazılı ol­duğu görülmüştür. İtalyancadan Arapçaya çevrilen Bemaba İncil'inde de -belirttiğimiz gibi- «Baba» tabirinden neyin kasdedildiği rahatlıkla anla­şılmaktadır.

işte konumuzu oluşturan âyet, bir bakıma bu hususlara dikkatimizi çekmektedir. O halde Kur'ân âyet ve kelimelerinin taşıdığı mânaları dos­doğru anlayabilmemiz için hem iniş sebeplerini, hem indiği devirde taşı­dığı mânaları, hem de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Ashab'ın ilgili tefsir ve açıklamalarını bilmemiz gerekmektedir.

Dikkat edilecek olunursa, biz tefsirimizi bu ölçüye göre düzenleyip yazmaya çalıştık. [27]

 

Yorumlar - Rivayetler (Muhkem-Müteşabih)

 

1.  Muhkem : Yorumu bilinip anlaşılan, mânası açık olup bilinen âyet­ler.

Müteşabih: İlâhî bilgiye bağlı olup kullarından hiç kimsenin mânası­nı bilmediği âyetler. [28]

2.  Muhkem :  Fâtiha-i Şerifedir. [29]

3.  Muhkem : ihlâs süresidir. [30]

Çünkü namaz ancak Fatiha ile yeterli olur. İhlâs'ta ise Tevhîd'in en açık hükmü mevcuttur.

4.  Muhkem: Kitab'ın aslıdır; fer'î meseleler bu asıllara götürülerek hükme bağlanır.

Müteşabih : Aslb irca edilen fer'î meselelerdir, veya Muhkem âyetle­rin ışığı altında yorumu yapılabilen âyetlerdir.

5.  Muhkem : En'âm sûresinde Allah'ın haram kıldığı üç nesneyle İl­gili hükümlerle İsrâiloğulları hakkında hükmedilen ve İsrâ Sûresi 23. âyet­te yer alan hükümlerdir. [31]

6.  Muhkem : Kur'ân'daki nâsih âyetlerle, Onun    haram    saydığı ve farz kıldığı şeylerdir.

Müteşabih : Kur'ân'da mensûh sayılan âyetlerdir. [32]

7.  Muhkem : Rabbin hücceti, kullarının ismeti ve bâtılın reddi ile il­gili âyetlerdir. Bunlarda tasarruf ve yorum yapılamaz.

Müteşabih : Yoruma müsait, tasarrufa elverişli âyetlerdir.[33] Bu yorum ve rivayetlerden çıkarılan sonuç şudur:

Sûrelerin başına konulan HURUF-İ MUKATTAA müstesna, diğer Kur'ân âyetleri şu iki grupta toplanmaktadır: Birincisi, muhkem âyetlerdir ki, bunlar Kur'ân'ın ana temeli, dinin esasıdır. Mânaları açıktır, şüpheye yer yoktur; yoruma muhtaç değildir. İslâmî temel bilgilerde yetişip ilimde derinleşenler bu tür âyetleri rahatlıkla anlar ve hüküm çıkarırlar. Aynı za­manda bunlar, ilim ve amelde uyulması gereken temel deliller, doğru yola İleten açık kanıtlardır. İkincisi, müteşabih âyetlerdir ki, bunlar hem yorum, hem açıklama ister. Ana temel olan âyetlerin ışığı altında tefsir edilir. Çünkü bu tür âyetlerin birçok mânalar taşıma ihtimali daha kuvvetlidir, hangi mânanın murad olduğu açıkça anlaşılmaz. Bu nedenle muhkem âyetlerin temel hükümleri ve küllî kaideleri dikkate alınarak bunların yo­rumu yapılabilir. Bunu da ancak ilimde derinleşenler çözüp sonuca bağ­layabilirler.

Örnek: Anayasayı daha çok gerekçesiyle daha iyi anlayabiliyorsak, çıkarılan kanunların isabetini de ancak Anayasa'nın koymuş olduğu teme! hükümlerle tesbit edebiliyoruz. Muhkemle müteşabih arasındaki bağlan­tı ve müteşabihten çıkarılan hükümlerle muhkem âyetler arasındaki mü­nasebet de böyledir. Aksi halde çok karışık ve yanlış yorumlar, hükümler ortaya çıkar ki bu, ilâhî muradın anlaşılmasını güçleştirir. Nitekim Tev­rat'ın tefsiri mahiyetinde olan Talmut'ta birçok karışık ve yanlış hükümlerin yer aldığı ilim adamlarının malûmudur. Sebebi ise çok açıktır: Tev­rat'ın asıl nüshasının kaybolması, mevcut üzerinde Hahamların değişik­lik yapması, hükümlerin birbirine karıştırılması bu sonucu doğurmuştur.

İşte âyeti âyetle, âyeti hadîsle ve hadîsi hadisle tefsir etmenin yara­rı ve lüzumu burada da kendini bir kez daha hissettirmektedir. [34] Çünkü Kur'ân yedi harf üzerine inmiştir. Yani Arap lügatinden yedi lügat üzerine' inmiştir. Bu lügatlerin hepsi de ilim adamları tarafından tesbit edilip tef­sirlere/ Kur'ân'la ilgili ilim kitaplarına aktarılmıştır. Kur'ân âyetlerine ser­piştirilen bu lügatler daha çok âyetlerin karşılaştırılmasıyla anlaşılabilir. Hadîslerin ise rolü bu konuda oldukça önemli bir yer tutar.

Bu durumda Müteşabih âyetler üçe ayrılıyor:

1—  İnsan aklının aksini iddia ettiği mânaya delâlet eden âyetler. ER-RAHMÂN ALÂ'LARŞİ'S-TEVÂ gibi.

2—  Sadece Allah'ın kendi ilmiyle bildiği ve kullarına bildirdiği fizik-ötesiyle ilgili âyetler. Kabir, Mahşer, Hesap ve Kıyametle ilgili âyetler bu cümledendir.

3—  Allah ile Peygamberi arasında şifre anlamını taşıyan, beşer ta­rafından esrar ve hikmeti  bilinmiyen  âyetler.  Sûrelerin  başına  konulan HURUF-İ MUKATTAA bu niteliktedir.

Kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne çıkarmak ve kendi çıkarları­na göre yorumda bulunmak maksadıyla sözü edilen müteşabih âyetleri tefsir ederek mü'minlerin itikadını bozmaya ve Kur'ân'ı bilmiyen itikadsız kişilerin küfrünü artırmaya çalışırlar.

Örneğin:

a)  Öldükten sonra dirilmek,

b)  Cennet ve Cehennem,

c)  Kabir ve mahşer konuları,

d)  Ölümsüz bir hayatın  başlaması,

e)  Ölümsüz hayatta yaşlanma, hastalanma gibi arazların tamamen

kalkacağı, yıpranma diye bir şey olmıyacağı,

f)  Cennet gıdalarının  posasız olduğu,  Cennet ehlinin  metabolizma­sındaki değişiklikler.

g) Cehennemde çok yüksek ısı derecesinde insanların kül haline gel-miyeceği,

h) Adem Peygamberin topraktan, Havva anamızın ise Adem'den ya­ratıldığı,

i) İsâ Peygamberin babasız dünyaya geldiği,

j) Üzeyir, ya,da Hizakıl adındaki büyük zatın yüz yıl uykuda kaldığı, Ashab-ı Kehf'in üçyüz şu kadar sene mağarada uyudukları gibi fizikî ka­nunlarla açıklanması mümkün olmayan, aklî delillerle anlatılması zor ve imkânsız sayılan konular üzerinde dururlar. Böylece hem kendileri sapı­tır, hem de başkalarını saptırırlar.

Halbuki aklı başında bir insanın fizikî olayları bildiği kadar metafiziği de az-çok bilmesi gerekir. Hem buna büyük bir ihtiyaç da var. Çünkü biz­zat insanın kendi yapısı onu buna zorlamaktadır. Maddî yapımız fizikle, ruhî yapımız metafizikle ilgilidir.

Meseleyi bu açıdan ele alıp değerlendiren mü'minler yalnız müteşa­bih âyetlere takılıp kalmazlar, muhkem âyetlerin ışığı.altında -Allah'ın yü­ce kudretini dikkate alarak- konuları anlamaya çalışırken hem akla ve fiziğe, hem de İmâna ve metafiziğe kapıyı açık tutarak ikisini paralel yü­rütürler.

Nitekim Kur'ân, konumuzu oluşturan âyetlerin sonunda insan aklına geniş yer vererek onu harekete geçirmeyi plânlayıp şöyle seslenmektedir: «(Bu hakikatleri) ancak akıl sahipleri düşünebilir.» [35]

 

İnsan Aklı Ve Müteşabih Âyetler

 

Kur'ân'ın en son, en mükemmel ve aynı zamanda bütün insanlara ve gelecek bütün çağlara hitab etme kudretini taşıyan bir Kitap olduğunu belgeliyen özelliklerinden biri de şudur:

Eğer Kur'ân her konu ve meseleyi açık ve detaylı biçimde anlatıp ser­gilemiş olsaydı, insan aklını çalıştırmaz, ilmin kapısını açmaz ve inanan­ları hazıra konmaya iterdi. Bunun için Kur'ân, gerek hukukî meselelerde, gerek bilimsel konular ve ana fikirlerde, gerekse aile ve sosyal yapılara yön vermede, ve milletlerin hayatıyla ilgili ilâhî kanunları aksettirmede in­san aklına geniş yer ayırmış, bu nedenle az kelimeyle çok mâna ve hü­küm ortaya koymuş, bazı hükümlerinde esneklik getirerek bilimsel çalış­malara kapı açmıştır. Diğer yandan insan aklına ışık tutarken daha çok ilmî temaları koymakla yetinerek kafaları kâinatın yaratılışında ince nesaplara, yüce hikmetlere    çekerek hilkatin    önemini yer yer belirtmiştir. «Güneş ve ay hesap iledir.» [36] ayeti buna bir örnek teşkil eder.

Böylece Kur'ân akılla imânı, fizikle metafiziği içice işlerken her yö­nüyle beşer ufkunu genişletmeye çalışmıştır.

İşte müteşabih âyetlerin sır ve hikmetlerinden biri de budur. Artık aklınızı kullanmaz mısınız? [37]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Gecen âyetlerle Hak Din'in bazı özellikleri açıklandıktan; Tevhîd aki­desinin önemi belirtildikten; semavî kitapların bu amaca yönelik olarak aynı kaynaktan indiği açıklandıktan; Kur'ân'ın barıştan yana geniş bir kapı açtığından; iiimde derinleşen bilginlerden ve onlara olan ihtiyaçtan söz edildikten sonra, küfür ehlinin ilâhî kanunlara İtaatsizlikte bulunup ruhî yönden yücelmeye, gelişmeye yönelmediklerine temas ediliyor; ayrı­ca hayatı idâme sünnetinden maksadın daha cok insanî duygularla do-nanıp ruhî yönden olgun bir mü'min olmanın gereği üzerinde duruluyor. Sonunda İmanın üstün geleceği, küfrün yenilgiye uğrayacağı haber veri­liyor. [38]

 

Meali :

 

10— Şüphesiz ki o küfredenlerin {hakkı inkâr edip sapıklıkta kalan­ların) ne malları, ne de çocukları onları Allah yanında hiçbir şey ile müstağni kılıp {O'nun vereceği cezadan) kurtaramıyacaktır. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.

11__ (Evet, bunların gidişi ve tutumu) Fir'avn'ın aile ve yoldaşlarının ve onlardan öncekilerin tutumuna benzer ki âyetlerimizi yalanladılar da bu yüzden Allah onları günahlarıyia yakalayıp (cezalandırdı). Allah'ın ce­zası pek şiddetlidir.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz henüz Mekke'de iken bir gece kalkıp: «Tebliğ ettim mi Allahım?! Tebliğ ettim mi?.» diyerek sesini (duyulacak kadar) yükseltti. Onu İşiten Ömer (R.A.) kalkıp: «Evet, tebliğ ettin...» di­yerek tasdîkte bulundu. Sonra sabah olunca Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu :

«Rabbime andolsun ki, İslâmiyet elbette ortaya çıkıp üstün gelecek­tir; o kadar ki, küfür kendi vatanına döndürülecek, ve yine andolsun ki, bazı erkekler İslâmiyet adına denize dalacaklardır..» [39]

 

Ruhun Yücelmesi

 

Ruhun yücelmesi ve bedenle ruh arasında İlâhî Sünnete göre uyum ve denge sağlanması..

Dünya hayatından maksad, bir bakıma ruhun gelişip yücelmesi, in­sanî duygularımızın yine insanlıktan yana olumlu yönde Peygamberlerin arzu ettiği düzeye gelmesi ve böylece dünya ile âhiret arasında sağlam bir köprünün kurulmasını sağlamasıdır. Bu da ancak Allah'ı ve O'nun in­san hayatını iki yönüyle devam ettirmeğe matuf kanunlarını bilmek ve O yüce kudretin mükemmel eseri karşısında baş eğmekle gerçekleşir.

Hayatı tek yönüyle devam ettirmek için bedenî arızaları gidermenin yollarını ve çarelerini arayıp bulmakta insan başarılı olmuştur. Bu uğurda harcanan mesaî ve meblâğ her türlü ölçünün üstündedir. Aynı şekilde nesli korumak ve servet sahibi olmak vadisinde de ciddi adımlar atılmış, bazı başarılar sağlanmıştır. Ama bütün bu gayretler tek yönlü olmuş, in­san ruhu ve vicdanı ihmal edilmiştir. Bu yüzden dünya milletleri teknik Hadîste denize dalmaktan maksad, islâm'ın bir gün deniz öteleri ülkelere gireceğine ve müslümanların yapacakları deniz savaklarına işarettir. Allah daha iyi­sini bilir.

alanda çok önemli ve göz doldurucu mesafeler kat'etmişse de hiçbir mil­let kendi bünyesinde huzur havası estirememiş ve insanları arzulanan öl­çüde terbiye edememiştir. Çünkü hayatı idâme kanunu tek yönlü ele alın­mış ve böylece ruhla beden, maddeyle mâna, dünya ile âhiret, imân ile ilim ve akıl arasında denge kurulamamıştır. Diyebiliriz ki insanların bu hususta harcadığı mesai pek azdır. Eğer peygamberler ve semavî kitap­lar gönderilmeseydi, insan hayatının bu en önemli yönü silik ve belirsiz kalırdı.

İşte tarih boyunca peygamberlerin ilâhî kanunlara çağrısına kulak vermiyen, gönül kapısını açmayan birçok kabile ve milletler kısa bir süre için mal ve evlât sahibi olmuşlar, kendilerine göre mutlu bir hayat düzeyi belki meydana getirebilmişler; maddî hayatlarını korumada ciddi adımlar atmışlar, fakat asıl ciddi adım atılması gereken ruhun yücelmesine yönel-,medik!eri, belirtilen hususlarda denge sağlayamadıkları için ilâhî kanun­lara karşı gelmek suretiyle kendilerine ve sonraki kuşaklara en kötü so­nucu hazırlamışlardır. Zira ilâhî kanunlar ve insan hayatını dengeli idame ettirme sünnetleri ne değişir, ne de şaşar: Kendisine uyanları mutlu eder, uymayanları cezalandırır. Tıpkı ateşin yakması, zehirin öldürmesi gibi..

Kur'ân-ı Kerîm konumuzu oluşturan âyetle bu hususa dokunarak in­kâr içinde ruhlarını silik hale getirerek mal ve evladıyla böbürlenip duran, Allah'a karşı tuğyan eden kâfirlerin akibetini çok derin ve o oranda an­lamlı bir cümleyle dile getirmektedir. Verdiği sonuç ise, inkarcıların ha­yat anlayışıyla uyum halindedir; çünkü inkarcılara göre hayat bir tesadüf­tür; dünyaya gözlerini açan herkes belli ölçüler içinde yer, içer, uyur, bü­yür ve ölür. Hayatın başka bir gaye ve anlamı yoktur. Bu, acemi şoförün idaresindeki arabaya benzer; neticesi felâkettir. Kur'ân işte bu sonucu haber vererek diyor ki : Böylelerini Allah'ın kanunlarının vereceği cezadan ne malları, ne çocukları kurtarabilir. «İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.»

Ünlü İlim Adamı Alexis Carrel diyor ki :

«İnsanların bir bölümü yalnız (maddî) hayatlarını korumağa çalışırlar; bunlar  beşeriyetin posasıdır.» [40]

 

Dinin Sunduğu Şerbette Şifâ Vardır

 

İslâm Dininin sunduğu şerbette üç yönlü hayat kanununa uyma şi­fası vardır:

1. Hayatı korumak.

2.  Nesli korumak ve hayatı idâme ettirmek,

3.  Ruhu koruyup yücelmesini sağlamak ve bu üçü arasındaki denge ve bağı, peygamber çağrısına uyarak gerçekleştirmek.

Şüphesiz ki bu şuura erişene Allah cömert bir elle saadet sunar. Eriş-miyen ise kendini sonu karanlık bir meçhule iter. [41]

 

Küfür Ve Manevî Atalet

 

İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.»

Kur'ân, konumuzu oluşturan ikinci âyetle bunun örneklerini sergili­yor. Fir'avn hanedanının ve ondan önceki inkarcıların kendilerini nasıi manevî bir atalete ittiklerini hatırlatırken bu ataletin doğurduğu elim so­nucu haber veriyor.

Onlardaki maneviyat yokluğu, ruhun yücelme kanununa ters düşen mânevi ataletleri; peygamber çağrısına mutlak, itaatsizlik; düşünce hür­riyetini, nefsî iştihalarını sınırsız kullanmaları, inananlara fikir ve imân hürriyeti tanımamaları; tehlikeli alanla tehlikesiz alan arasındaki sınırı be­lirsiz bırakmaları hem kendilerinin, hem milletlerinin yok olmasına neden olmuştur.

Bu sebeple Kur'ân bize hayatın gayesini, yasak olan alanla olmayan alan arasındaki sının belirliyor. Peygamber bu sınırı aşmamak bilgi ve inancını kazandırıyor. Daha doğrusu bu düzeyde ezelden ebede uzanan ilâhî kanunların şaşmazlığını öğretiyor. Buna karşı gelenlerin kendi ira­deleriyle kendilerini cezalandırdıklarını haber veriyor. İş bu kadarla kal­mayıp gelecek olan kuşakların atalarının bu itaatsizliğine kurban gide­ceği hususunda gereken uyarıyı da yapıyor.

«Allah'ın cezası pek şiddetlidir.» [42]

 

Niçin  Fir'avn Hanedanı Örnek Veriliyor?

 

İnkarcılardan ve vardıkları elim sonuçtan söz edilirken buna misal olarak Fir'avn hanedanı gösteriliyor; niçin? Bunun eevabı açıktır:

a)  Bu konuda elde edilen birçok yazılı belgelerin yaygınlaştırılması, yani müze ve benzeri yerlerde halka teşhir edilmesi,

b)  Fir'avnların  yaptırdıkları   piramitlerin  bütün  görkemliğiyle  ayakta durması, piramitler İçine muğlak yollarla girilebilen gizli kabirlerde gömü­lü bulunan kralların tesbit edilmesi,

c)  Mumyalanmış cesetlerinin korunması,

d)  Tevrat'ın ÇIKIŞ bölümünde Fir'avn'a geniş yer verilmesi bu cüm­ledendir. [43]

 

İmanın Karşısında Küfrün Yenilgiye Uğraması Mukadderdir

 

Bedir Savaşında Mekke müşrikleri yenilgiye uğramıştı; imân ve irfan ordusu karşısında umduğu sonucu elde edememenin üzüntüsü içinde kıv­ranıp duruyor, yeni bir savaşın stratejisini çizmeye çalışıyorlardı. Aynı zamanda büyük bir kumandan olan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bir yan­dan Medine içindeki Yahudilerin tutumunu ve ne düşündüklerini kontrol ediyor, bir yandan da Mekkelilerin kimlerle temas kurduklarını veya kura­caklarını günügününe öğrenmeye çalışıyordu. Bu ne demekti? Cihan Pey­gamberi neden bu kadar hazırlanmaya ve önlem almaya gerek duyuyor­du? Çünkü Peygamber (A.S.) herkesten çok Allah'ı ve O'nun Sünnetini bilirdi. Beşer gücünün yettiğini beşere bırakmak, onun gücünün yetmedi­ğini Allah'a bırakmak, tevekkülün gerçek anlamıdır. Bu anlam bir kanun­dur ki değişmez. O bakımdan Resûlüllah (A.S.} Efendimiz beşere düşen görevin sınırını belirlerken, ona doğru adım adım ilerliyor ve tam sınıra varınca da Allah'ın yardımını bekliyor, O'nun yüce kudretine dayanıyordu. İşte Allah'a yönelmenin kusursuz ölçü ve anlamı!..

Hazreti Peygamber (A.S.) aldığı vahiy üzerine küfrün mutlaka yenil­giye uğrayacağını, geldiği diyara geri döndürüleceğini biliyordu. Ama bu, alacağı önlemlerle bağlantılı bulunuyordu.

Kur'ân yukarıdaki âyetle mü'minlerin sabır, azim ve gayretini artıra­rak «Şüphesiz ki küfredenlerin ne malları, ne de çocukları onları Allah yanında hiçbir şey ile müstağni kılıp (O'nun vereceği cezadan)  kurtaramıyacaktır..» âyetiyle inanmışlar namına mutlu sonucu müjdeliyordu. [44]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle, küfredenlerin ne mallan, ne evlâdı onları Allah ka­tında hiçbir şeyden doygun kılıp kurtaramıyacaktir, denilerek, küfür ve tuğyanın hayat kanunlarına ters düştüğü hatırlatıldı ve bu kanunlara uy­mayanlara Allah'ın saadet sunan kudret elinin uzanmıyaeağına işaret edi­lerek geçmiş milletlerden örnekler verildi. Aşağıdaki âyetlerle İnkarcıların

ve bilhassa insanları için için sömüren ve maddeyi esas kabul edip insan­lığın başbelâsı kesilen Yahudilerin zaman zaman yenilgiye uğrayacağı açıklanıyor. Mü'minierin ilâhî Sünnete uyarak birlik ve beraberlik içinde beşer için konulan sınıra kadar kendilerini getirirlerse, herhalde üstün gelecekleri haber verilirken Bedir savaşının buna güzel bir örnek teşkil ettiği  bildiriliyor. [45]

 

Meali  :

 

12—  O küfredenlere de ki: Yenilgiye uğrayacaksınız ve toplanıp Ce-hennem'e sürüleceksiniz. Orası ne kötü yataktır!.

13—  (Bedir Savaşında)  karşılaşan  iki topluluk  hakkında  sizin  için herhalde açık belge ve bir ibret (tablosu) vardır: Biri Allah yolunda sava­şıyor, diğeri küfür içinde bulunuyordu. Allah yolunda savaşanları kendile­rine oranla gözleriyle iki kat görüyorlardı (Veya Allah yolunda savaşan­lar karşı tarafı kendilerine nîsbetle iki misli görüyorlardı). Allah dilediğini

yardımıyla destekler; şüphesiz ki, bunda görebilenler için ibret ve öğüt vardır.

 

İniş Sebebi

 

Bedir savaşında Mekke müşriklerini yenilgiye uğratan Resülüllah (A.Ş.) Efendimiz, İslâm mücahitleriyle birlikte Medine'ye döndüklerinde Yahudileri toplayarak onlara şöyle seslenip uyarıda bulunmuştu :

«Ey Yahudi topluluğu! Bedir günü Kureyş'in başına gelen felâketin bir benzerinin başınıza geleceğini düşünerek Allah'tan korkun. Biliniz ki, ben insanlara gönderilen peygamberim; bunu siz kendi kitabınızda ve Al­lah'ın bu konuda size indirdiği sözlerde bulmakta ve görmektesiniz.»

Bunun üzerine şımarık Yahudiler dediler ki:

«Bilgisiz ve savaş tekniğini bilmiyen bir topluluğu öldürüp kahretmen seni aldatmasın; onlar aleyhine fırsatı isabetle kullandın. Vallahi bizimle savaşacak olursan, bizim nasıl insanlar olduğumuzu anlarsın!»

İşte bu nedenle yukarıdaki âyet indi. [46] Diğer bir rivayette ise :

Resülüllah (A.S.) Efendimiz, Bedir savaşında putperestleri yenilgiye uğrattığında Medine Yahudileri : «Vallahi bu, Musa'nın geleceğini haber verip müjdelediği peygamberdir; ona uymamız gerekir.» dedilerse de ara­larından bir kısmı : «Ona hemen uymayın, bu konuda aceleye gerek yok, ikinci bir oiay (savaş ve karşılaşma) daha meydana gelsin de görelim so­nuç ne olur?» diye öneride bulundular.

Uhud savaşında mü'minler bozguna uğrayınca Yahudiler, Peygambe­re uyma fikrini değiştirdiler. Aynı zamanda onlarla Peygamber (A.S.) ara­sında belirli bir süreye bağlı anlaşma da bulunuyordu. Onlar buna rağmen anlaşmayı bozdular ve Kâb bin Eşref 60 süvari ile Mekke'ye giderek, Müs­lümanlara karşı yeni bir savaşa ortam hazırlamaya çalıştı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [47]

 

Tarihî Yönü

 

Hicretin ikinci yılı Ramazanında Medine'ye 80 mil mesafedeki Bedir köyü yakınında Müslümanlarla Mekke müşrikleri savaş için karşılaştılar. Siyer sahiplerinin çoğunun tesbitine göre, Müslüman ordusu 313 kişi idi. Bunların 70'ini Muhacir, 236'smı Ansar oluşturuyordu. Muhacirlerin bay­rağını Ebû Tâlib oğlu Ali (R.A.), Ansar'm bayrağını Sa'd bin Ubade (R.A.) taşıyordu. Bu orduda sadece 90 develi ve iki de atlı yer alıyordu. Teç­hizat bakımından çok zayıf bir durumda olan Müslüman ordusunda 9 kal­kan, 8 kılıç bulunuyordu.

Müşriklerin tamamı 950 ilâ 1000 arasında idi. Başlarında Ukbe bin Rabiâ bulunuyor, aralarında Ebû Süfyan ve Ebû Cehil gibi Mekke'nin bir numaralı adamları yer alıyordu. Savaş güçleri ise sayı bakımından üç kat olmakla beraber teçhizat bakımından da çok üstündü: 100 at, 700 de­ve ve sayısı belirsiz kılıç ve kalkan, zırh ve ok bulunuyordu.

Dengesizlik maddî yönden çok farklıydı. Ama cesaret, kahramanlık ve Allah ile Resulü yolunda ölme fedakârlığı yönünden ise İslâm ordusu elbetteki çok üstündü.

Diyebiliriz ki Resülüllah (A.S.) Efendimiz bu savaş için bütün imkân­ları kullanmış ve gereken her türlü önlemi almakta kusur etmemişti. İn­karcılar tuğyan halinde Medine'ye doğru savaş niyetiyle hareket etmiş ve bu kaçınılmaz duruma gelinmişti. Ancak yapılacak tek şey vardı: Allah'a güvenip müşriklerin tuğyanını durdurmak, Allah düşmanlarını kahretmek için Allah'tan yardım dilemek.. Aynı zamanda onlara bir ders vermek ge­rekiyordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz de öyle yaptı: Beşer için çizilen sınıra kadar geldiğini biliyordu, artık Allah'ın yardımını dilemenin zamanı ve vakt-i kabulü gelmişti.

«Nice az topluluk, çok topluluğa -Allah'ın izniyle- üstün gelmiştir.» [48]

mealindeki âyetin delâlet ettiği hakikat bu savaşta bir kez daha tecelli et­ti. Çünkü Allah dilediğini {sünnetullah gereği) kendi yardımıyla destekler. [49]

 

Allah'ın Yardım Ve Desteği

 

Ibn Cerîr Taberî'nin tesbitine göre, iki ordu arasındaki dengesizliğin müşriklere verdiği cesareti kırmak, mü'minlerin imân ve irâdesini, azim ve sebatını artırmak üzere Aliah 1000 kadar üniformalı melek göndermiş ve böylece müşrikler imân ordusuna bakınca, onları kendilerine oranla iki misli fazla görmüşlerdi. Tevbe sûresinde belirtildiği şekil ve manada bir ordu ile Resulünü destekliyen Allah, böyleoe ebedle ezel arasında şaşma­dan hedefine uzanıp giden kanununa uyan mü'minlere destek ve rahmet dolu kudret elini uzatmış bulunuyordu.

Meleklerin gönderilmesi -ki bu Kur'ân'ın iki ayrı yerinde açık bir an­latımla belirtilmiştir- sadece mü'minlerin imânını artırmak, düşmanın ce­saretini kırıp gözünü korkutmaya matuftur. Yoksa melekler, silahlı bir vu­ruşmaya me'mur değillerdir. Şehzade Süleyman Şah'ın bir avuç askeri 30.000 kişilik Avrupa ordusuyla savaşırken aynı desteğe mazhar olmuş­lardı. İstiklâl mücadelemiz de bu desteğin ruhanî havası içinde gerçekleş­miştir.

Bunun nedeni açıktır:

Allah'a inananlar, inkarcılara karşı koymaya hazırlanırken maddî ve manevî bütün önlemleri alır, bütün sebeplere başvurur, beşer gücünün yettiği kerteye kadar gelir, fakat her şeye rağmen düşmanın gücüne denk bir güç ortaya koyamazsa, o zaman Allah'ın yardımı ve desteği imdada yetişir. Tabii bu yardım sadeee dengesizlik haline has değildir. Ailah dile­diği zaman inayet ve nusret kapısını açar. Ama dengesizlik halinde -gere­ken bütün önlemler de alınmışsa- ilâhî yardımın tecellisi, yine O'nun sün­neti gereğidir.

İşte Bedir savaşında meydana geien destekte, mü'minler için açık belgeler, müşrikler için ibret alınacak çok şeyler vardı. [50]

 

Yahudilerin Yenilgiden Yenilgiye  Uğraması

 

Âyet, iniş nedeniyle Medine Yahudileriyie ilgiliyse de taşıdığı hüküm ve mâna itibariyle bütün Yahudileri kapsamaktadır. Bununla, Yahudilerin kıyamete kadar inkâr ve inatlarında ısrar edeceğine, bu yüzden yenilgi­den yenilgiye uğrayacaklarına, geçici başarıların sonuç vermiyeceğine işaret vardır.

Çünkü «Yenilgiye uğrayacaksınız ve toplanıp Cehennem'e sürülecek­siniz..» cümlesi kıyamete kadar onlarla ilgili kader çizgisini, yenilgi tablo­su üzerinde yansıtmaktadır. [51]

 

Âyetler Arasında .Bağlantı

 

Geçen âyetlerle hayatı basit ölçülerle değerlendiren; ruhun yücelme­sine kapı açmayan; insanın dünyaya geliş gayesini anlayamıyan, bu yüz­den hayat kanunlarına karşı geiip Yaratan'a karşı itaatsizlik içinde bulu­nan inkarcıların tutum ve durumu açıklandıAşağıdaki âyetlerleinkârcıların aldanmasına neden olan hususlar belirtiliyor; mü'minlerin dikkati çekile-

rek asıl hayırlı ve devamlı olan nimetlerden söz ediliyor; Allah ile inanan kulları arasındaki bağın, basit nimetlerle zayıflamaması için İlâhî va'din mutluluk sunan sonucu hatırlatılıyor. [52]

 

Meali :

 

14—  İnsanlara; kadınlardan, oğullardan, kantar kantar altın ve gü­müşten, salma atlar ve develer ile ekinlerden gönül çekici, şehvete sesle-nici bazı şeyler süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının yararlanılacak geçi­ci şeyleridir. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadir.

15—  De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? (Al­lah'a karşı gelmekten sakınıp fenalıklara dalmaktan) korkanlar için Rab-ları yanında, içinde devamlı kalacakları altlarından ırmaklar akan Cennet­ler, tertemiz eşler ve Allah'tan da bir hoşnutluk (rıza makamı) vardır. Al­lah kullarını görüp bilendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha şiddetli bir fitne bırakıl­mamıştır. (Yani benden sonra erkeklerin karşılaşacağı en korkunç fitne kadınlar olacaktır).»[53]

Açıklama :

Kadını şehvet ve ticaret vasıtası haline getirip müşteri çekmek için onu süsleyip tezgahta çalıştırmak, manken yapıp vitrinlere yerleştirmek, bürolarda hiçbir ölçü ve düzenlemeye gerek görmeden erkeklerle dizdize, gözgöze getirmek suretiyle onun annelik vasfı, kadınlık vekarı öldürüldü­ğü, kısacası bir şehvet oyuncağı haline sokulup eti teşhir edildiği gün, erkekler için cidden ondan daha şiddetli bir fitne olmayacaktır.

Kadın kendine has hayat kanunlarına bağlı kalarak anne olmanın yüksek anlamı ve şuuru içinde kendini kötü erkeklerin şehvet nazarından korursa, onun için Peygamber (A.S.) Efendimizin şu öğüdünü hatırlatırız :

«Dünya baştan sonuna kadar yararlanılacak bir geçimdir, ama onun en hayırlı geçimliği sâiiha kadındır. Kocası baktığında onu neşelendirir, emredince itaat eder; ayrılıp bir tarafa gidince onun namus ve şerefini hem kendi nefsinde, hem onun malında korur.»[54]

«Cennet hoşa gitmiyen şeylerle, Cehennem iç çekici, gönül okşayıcı şeylerle örtülmüştür.» (Zarfa değil, mazrufa bakmak gerek) [55]

«Cennet ehli cennete girdiğinde Allah onlara :

  Başka bir şey arzu ediyorsanız, artırayım? diye soracak. Onlar da:

  Ya Rab! bu içinde bulunduğumuzdan daha üstün ne olabilir ki? Diye sorarlar. Allah :

  Benim rızam (hoşnudluğum).. Bundan böyle ebediyen size gâzab etmiyeceğim (sizden hep razı olacağım), buyuracak.» [56]

 

İnsanın  Önce  Dünyaya Ayak  Basmasındaki  Hikmet

 

«Asıl varılacak güzel yer Allah yanındadır.»

Genellikle her nîmet bir, ya da birçok külfet karşılığında elde edilir. Külfetsiz nîmet insan nazarında değer ölçüsünü kaybeder. Sıkıntılı, uğ-raştırıcı ve ter döktürücü bir takım aşamalardan geçmeden yüksek an­lamdaki nimetlere kavuşup dünyayı tozpembe gören bir insana, içinde bu­lunduğu ve fakat milyonlarca insanın erişemediği bu nimetin değerini an­latmak çok zordur. Onun gibi, Âdem babamız yaratıldığında dünyaya ayak basmadan Cennete yerleştirildi; o çok yüksek anlamdaki İlâhî nimetler onun yalnızlığına cevap veremedi. Bu kez Havva anamız yaratıldı; Âdem (A.S.) onunla gönlünü eğlendirdi ve fakat içinde bulunduğu elemsiz, ke­dersiz, külfetsiz ve sıkıntısız mutlak saadet yurdunun değerini bir türlü kavrayamadı. Çünkü daha önce sıkıntısını ve zevkini için için çekip tattı­ğı bir hayat süzgecinden geçmemişti. Bu yüzden ilâhî uyarıyı dikkate al­mama ölçüsüzlüğü içinde memnu meyve ağacından yedi. Aslında bu bir denemeydi, Böylece Allah ona ve zürriyetine yüksek nîmetin değerini an­latmak ve herkese çalışması, aklını ve yeteneğini kullanması oranında her iki hayatın kapısını açmak için -değişmeyen kanunları doğrultusunda -Âdem ile Havva'nın ve onlardan meydana gelecek zürriyetlerinin yollarını dünya uğrağına çevirdi. Kelimeden de anlaşıldığı gibi, dünya aşağı âlem demektir. Bu aşağılık,yüce âleme, saadet yurdu cennete nisbetiedir. Böy­lece Allah, ikinci hayata nisbetle ve birinci hayatın geçiciliğine oranla ba­sit nîmetlerle onları yüzyüze getirdi. Bununla beraber külfet ve meşakka­tini hayli ağır tuttu. Âdemoğlunun içine bu basit nimetlere karşı aşırı bir hırs ve istek yerleştirdi. Bu, hem hayatın devamı, hem de ilende yüksek nîmetin değerini anlamak için gerekliydi, Nefsi hırs ve arzunun odağı yap­tı. Şeytanı buna destekleyici kıldı. İnsan ruhundaki yüceliğe ve temizliğe uygun gelecek anlamda kitap ve peygamber gönderdi. Ruhu imân ve ir­fanın odağı haline getirdi. Meleği de imân cevherine eriştirilen ruha des­tek yaptı. Böylece geçici hayatta insanı zıdlar düzeyinde çetin bir müca­deleyle başbaşa bıraktı.

İşte bu kısa süre içinde zıdlar alemindeki aralıksız mücadele sonun­da Ebûbekirler ile Ebû Cehiller birbirinden seçildi. Sonunda kendine has hayat kanununun anlam ve ölçüsünü anlayan Ebûbekirlere saadetin eö-mert eli; bu ölçüyü anlayamıyan bedbahtlara felâketin azâb eli uzanır.

Kur'ân insanın gönlünü çeken, iştihasına hitab eden dünya geçimin­den söz ederken, bütün bunların kısa süreli yararlanılacak birer geçim vasıtası olduğunu hatırlatırken vasıtayı görüp gayeyi, amacı ve varılacak yeri unutan zavallılardan olmamamızı telkin ediyor. Sonra da ikinci ha­yatın birinci hayata nisbetle, o çok yüksek ve sonsuz nîmetlerini bir bir siralıyarak kalbimize ve aklımıza sesleniyor.

Diğer birkaç âyetle bu hakikatlere dokunuluyor ve insanın dünyaya gelişinin asıl amacı belirtiliyor:

«Şüphesiz ki biz yeryüzünde bulunan şeyleri ona süs yaptık, tâki onlardan  (insanlardan)   hangisinin  daha  güzel-iyi   amel  eniğini  deneye­lim.» [57]

«Mal ve oğullar Dünya hayatının süsleridir. Baki kalan güzel-yararlı ameller ise Rabbının yanında sevâbca da daha hayırlıdır, amel ve umutça da daha hayırlıdır.» [58]

«Bilin ki, Dünya hayatı oyun ve eğlenceden, süsten, aranızda övünme ve böbürlenme aracı olmaktan, mal ve evlâdı çoğaltma yarışından ibaret­tir. Bu, ekini ziraatçıların hoşuna giden yağmura benzer. Sonra da onu sararmış görürsün. Sonra da çer-çöp haline gelir.» [59]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

a)   Kur'ân önce dünya süsü olarak kadından söz ediyor. Bununla hem kadına lâyık olduğu değeri sunuyor, hem bu değerin yaratılışındaki özel­liğine göre korunmasına dikkatleri çekiyor.

b)   «Oğullar»  diye çevirisini yaptığımız   «benîn»   kelimesinin   tıpatıp karşılığı erkek evlâd'dır. Kur'ân burada Araplarca çok bilinen «tağlîb» kai­desini uygulamış, böylece hem erkek, hem kız çocuklarını kasdetmiştir.

c)   «Kanatîr», «Kıntar»ın çoğuludur; hem çok servet anlamına gelir, hem de tartı âletlerinin büyüğü olan kantar'a denir. Bir başka rivayete göre, bir   kıntar, 1200  okıyyedir. [60]

d)   «Hayl-i Müsevveme» iki mânaya gelir: 1. salma atlar, 2. belirlen­miş asil atlar..

e)   «Meta» dünyada geçimlik olarak yararlanılan şey demektir. [61]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle, dünya nimetlerinden çok daha hayırlısının Allah ka­tında bulunduğuna inanıp gönül bağlayan takva sahibi mü'minlerin, bunun çok üstünde yüksek Iütuflara ve onlar için sunulan nimetlerin doruğu sayılan «İlâhî rıza»ya mazhar olacakları haber verildi.

Aşağıdakiâyetlerle.budüzeye gelen mü'minlerin en güzel ölçüleri, in­sanlıktan yana en aydınlatıcı sıfatları söz konusu edilerek dünya haya­tından asıl maksadın ne olduğu hatırlatılıyor. [62]

 

Meali  :

 

16-17— «Ey Rabbimiz! şüphesiz ki biz imân ettik; artık günahlarımızı bağışla ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru» diyenler: Sabredenler, doğru olanlar ,itaât edip baş eğenler, boyun bükenler, (mallarını Allah yo­lunda) harcayanlar ve seher vakitlerinde istiğfar edenlerdir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Aziz ve Celil olan Allah her gece, gecenin ilk üçte biri geçince (rah­met ve mağfiretiyle) dünya semasına iner ve şöyle buyurur: «Gerçek hü­kümran benim, evet hükümran oian benim; bana duâ eden yok mudur, duasını kabul edeyim; benden isteyen yok mudur, vereyim; bana istiğ­farda bulunan (günahlarının bağışlanmasını dileyen) yok mudur, bağışlı-yayım.» Böylece Allah (C.C.) fecir doğuncaya kadar buna devam eder. [63]

''Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar bekler, sonra bir çağırıcıya şöyle seslenmesini emreder: Dua eden yok mudur, duası kabul olunsun; istiğfarda bulunan yok mudur, bağışlansın; istekli yok mudur, kendisine verilsin,.» [64]

Yakub Peygamber'in, oğullarına şöyle dediğini Kur'ân nakletmektedir:

«Sizin için ileride Rabbımdan bağışlama dileyeceğim.» [65]

Yakup Peygamberin yapacağı istiğfarı seher vaktine bıraktığı rivayet edilmekte veya sanılmaktadır.

Lukman (A.S.) da oğluna şöyle demiştir:

«Oğulcağızım! Horoz senden daha zeki ve anlayışlı olmasın; sen uyurken o, seher vakitlerinde ötmektedir.» [66]

Resûlüllah  (A.S.)  Efendimiz şöyle buyurmuştur: «İstiğfarın başı ve büyüğü, şöyle demetidir:

Türkçe anlamı:

«Allahım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka hiçbir ilâh yok.. Beni yarattın ve ben de senin kulunum; gücümün yettiği kadar Senin ahdin ve va'din üzere bulunacağım. İşlediğim (kötü) şeylerden Sana sığınırım,. Üze­rimde olan nimetini yine Sana itiraf ederim ve günahımı da itiraf etmekte­yim. Beni bağışla; çünkü günahları ancak Sen bağışlarsın..» [67]

«Kim bu istiğfarı şüpheden uzak tam bir itikadla gündüzleyin söyle­dikten sonra henüz akşam olmadan ölürse, o Cennet ehlindendir. Kim de yine şüpheden uzak tam bir itikadla gece söyledikten sonra henüz saba­ha çıkmadan ölürse, o da Cennet ehlindendir.» [68]

 

Gerçek İmânın  Belirtileri

 

«Sabredenler, doğru olanlar, itaat edip baş eğenler...»

Kur'ön-ı Kerîm, konumuzu oluşturan âyette gerçek imânın ölçü ve anlamını ortaya koyarken buna sahip bulunan mutlu kişilerin beş sıfatın­dan söz etmektedir. Çünkü en doğru imân : İtikad (inanç), söz ve amelden ibarettir. Yani kalbiyle inanan, diliyle doğrulayan ve ameliyle bunu tatbik eden kimse, gerçek mü'mindir.

Allah'tan korkup her türlü kötülükten sakınanlar böylesine sahîh bir imâna sahip olduklarını içten dışa vuran renkleriyle belgelerken : «Ey Rabbimiz! şüphesiz ki biz imân ettik; artık günahlarımızı bağışla ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru» derler! Bununla onlar, gerçek imâ­nın itikat, söz ve amel olduğunu dile getirirler.

İşte bu ölçüde olan mü'minleri başkasından ayıran birtakım kendile­rine has belirtileri vardır:

1—  Allah'a kulluk görevini yerine getirmede bıkkınlık duymazlar ve yaptıkları ibâdetten derin bir zevk alırlar. Böylece hem ibâdetlerinde, hem kötülüklerden sakınmada, hem insanlıktan yana hizmette sabırlıdırlar.

2—  Hem dünyada, hem âhirette şerefli, itibarlı  .sevilen ve sayılan bir insan olabilmek için sabırla birlikte hiçbir zaman doğruluktan ve doğ­ru söylemekten ayrılmazlar.

3—  İbâdete  gönül  yatışkanlığı  içinde devam  etmeye  çalışırlar,  Al­lah'a kullukta alçak gönüllü olmanın mahviyetini boyun büküklüğü içinde ortaya korlar.

4—  Allah yolunda mallarını harcamaktan zevk duyar, harcamadıkla­rı zaman üzülürler.

5— İyilikle kötülük arasında mekik dokuduklarını düşünerek iç te­mizliğine erişmek ve kirlenen ruhu arındırmak ve her iki hayatta da ya­şama sevgisine ermek için seher vakitlerinde istiğfarda bulunurlar. [69]

 

Takvanın Ölçü Ve Anlami

 

Kur'ân-ı Kerîm t a k v â 'ya geniş yer vermiş ve- bu sıfata bürünen­leri sık sık övmüştür. Takva hem anlamı, hem alanı geniş bir deyim­dir. Allah dostlarından söz edilirken onların iki önemli sıfatından birinin Allah'a dosdoğru imân, diğerinin   takva   olduğu belirtilmiştir.

O halde takva, imân cevherine sahip olduktan sonra olgun in­sanın yolu, Allah dostu olmanın kapısı, Hz. Muhammed'e (A.S.) gerçek ümmet sayılmanın ölçüsü, ibâdetin meyvası, insanlığa huzur sağlamanın en temiz havasıdır.

İşte konumuzu oluşturan âyetle bunun sonucu belirtilerek takva sa­hibi mü'minferin içlerinden dışlarına yansıyan ve çevrelerini aydınlatan beş sıfatı açıklanmıştır:

1.  Sabırlıdırlar,

2.  Doğrudurlar,

3.  Allah'a gönülden bağlı ve O'na boyunlarını bükerek itaat üzere­dirler,

4.AIIah yolunda harcarlar,

5. Günahlarının bağışlanması için Allah'a sık sık yönelip istiğfarda bulunurlar..

Bu bakımdan:

Sabır: İmânın yarısı, başarının şaşmayan yolu, kötülükten sakınma­nın, ibâdete devam etmenin dayanağıdır.

Doğruluk : Şeref ve itibarla yaşamanın sırrı, Allah sevgisinin yolu, insan olmanın gerçek ölçüsüdür.

Allah'a itaat: Kul olmanın anlamı, dünyaya gelişimizin amaç ve hik­metidir.

Allah için harcamak: Vasıtayı gaye uğrunda şuurluca kullanmanın yolu, Muhammed'e (A.S.) ümmet olmanın bir başka belirtisidir.

Seher vaktinde istiğfar: Allah ile kul arasındaki engelleri kaldırma­nın en verimli vakti, rahmet melekleriyle kaynaşmanın en feyizli devresi, ruhu arındırmanın en güzel saatidir. [70]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle takva sahiplerine verilecek yüksek nîmet-lerden ve onların hem içlerini, hem dışlarını aydınlatan huzur dolu sıfat-lanndan söz edildi.

Aşağıdaki âyetle, bu nimetleri vermeye gücü yeten ve her şeyi yerli-yerinçe düzenleyip belli amaca yönelten Allah'ın varlığına, birliğine delâ­let eden belgelere dikkatler çekiliyor. Böylece Allah'ın çok güçlü ve hik­met sahibi olduğu belirtiliyor. [71]

 

Meali :

 

18— Allah kendinden başka ilâh olmadığına şehadette bulundu, (varlığının ve birliğinin delil ve belgelerini varlık âleminde sergiledi). Me­lekler de şehadette bulundu.. İlim sahipleri de adalet ölçülerini ayakta tu­tarak (O'nun varlığına, birliğine) şahitlik ettiler. O'ndan başka ilâh yok. O, çok güçlüdür, hep üstündür ve her şeyi yerine koyup belli bir amaca yöneltendir.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'de şehir devleti kurup bir takım köklü yasalar hazırlandıktan sonra Şam dolaylarından seyahata çıkan iki bilgin Medine yakınlarına kadar uzanıp geldiler. Onlardan biri: «Buralar en son peygamberin çıkacağı beldeye benziyor!» diyor. Sonra da Medi­ne'ye girdiklerinde peygamberlik iddiasında bulunan.zatla görüşüyorlar. Aralarında şu konuşma geçiyor:

  Sen Muhammed misin?

  Evet..

  Sen Ahmed misin?

  Evet..

  O halde senden bir şehadetten sormak istiyoruz, eğer haber ve-rebilirsen sana inanır ve seni tasdik ederiz.

  Sorunuz..

— Allah kitabında geçen en büyük şehadet nedir? Ondan bize haber verir misin?

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. O iki bilgin tereddüt etmeden İs­lâm'a girdiler. [72]

Diğer bir tesbite göre :

Bu âyet, İsâ Peygamberin Allah'ın oğlu ve bu sebeple de ilâh sayıla­bileceği iddiasında bulunan Necran Hıristiyanların! reddeder anlam ve öl­çüde inmiştir. [73]

 

İlgili Hadîsler

 

Büyük sahabi Avvam oğlu Zübeyr (R.A.) diyor ki :[74]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyur­du : «Ya Rab! ben de buna (Senin varlığına) şehâdet edenlerdenim.» [75]

Diğer bir hadîs:

«Bu âyeti okuyan kimse (anlayıp inanarak okuyorsa), kıyamet günü huzura getirilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Kulum bana söz verip söz aldı. Ben sözünü yerine getirmekte herkesten daha lâyık ve haklıyımdır; kulumu Cennete sokun!.» [76]

Bu konuda fazla bilgi için, İmam Süyutî'nin Hadislerle Kur'ân Tefsiri adlı eserine müracaat edilmesi tavsiye, olunur. Tefsirin Arapça adı ise şöyledir: ed-Dürrü'l-mensur Fi't-Tefsîri'l-Me'sür. [77]

 

Allah'ın Kendi Varlığına Şehadeti

 

«Allah  kendinden  başka   ilâh  olmadığına

şehadette bulundu.»

Varlık âlemi mutlak bir düzen içinde şaşmayan kanunlarla ezelden ebede (yani yaratıldığı andan son bulacağı vakte kadar) hareketini sür­dürmektedir. Her şey ince bir hesap, değişmiyen bir illet ve kanuna bağlı bulunduğunu göstermektedir. Her olay bir sebebe, her sebep mükemmel bir plâna dayanmaktadır. Sonuç olarak, her plân yüksek bir kudreti tem-sîl etmektedir.

A. Nicola'nın da dediği gibi: «Tabiat, bize bir düzen ve plânı sun­maktadır. Bu düzeni, iki biçimde müşahede etmekteyiz. Bir tarafta kanun­lar sistemi, diğer tarafta gayeler sistemi vardır. İki bakımdan da varlık âlemi bize yüksek bir akim eseri olduğunu göstermektedir. Diğer taraf­tan varlık âlemi bize sanatın incelikleriyle meydana getirilmiş güzel bir eser olarak görünür. Bu âlemde her şey önceden plânlanmış ve ona gö­re yapılmıştır. Bütün bunlar bir ilâh'ın varlığını anlatır.»

Önceden hazırlanan plâna göre düzenlenen dünyamızdan ve onunla güneş arasındaki kopmaz bağlantıdan birer örnek verelim :

Dünyanın 3/4 denizle kaplı olması, 23 derecelik meyilli bulunması, atmosfer tabakasının belli kalınlıkta oluşması, güneşe uzaklığının belli bir mesafede tutulması, belli kanunlarla yürütüldüğünü ortaya koymak­tadır. Denizler bu ölçüde olmasaydı dünyada hayat şartları değişir, yaşa­ma imkânı azalırdı. 23 derece meyilli olmasaydı, mevsimler meydana gel­mez ve aynı zamanda okyanuslardan kalkan buharın etkisi altına girerek bilinen şartlar olumsuz yönde değişikliğe uğrardı. Atmosfer tabakası bi­raz daha kalın ya da ince olsaydı, dünyamız buz haline gelir, ya da yanıp kavrulurdu.

İşte bütün bu düzenli, sınırlı ve şuurlu olaylar, çok mükemmel bir plâ­nı ve o plân da çok yüksek, beşer idrâkinin kavrayamıyacağı büyük bir kudretin varlığını isbatlamaktadır. Bütün bu fizikî olayların, matematikse! düzenlemelerin bağlı bulunduğu plânın kendiliğinden oluşmasını iddia et­mek, bir bilgisayarın kendiliğinden oluşup meydana geldiğini iddia etmek kadar gülünçtür.

Kuşların kemiklerinin iliksiz olmasını, vücutlarının salgıladığı çok in­ce bir yağla tüylerinin üstünün yağlı tutulmasını hiç düşündük mü? Ke­mikleri böyle değil de ilikle dolu olsaydı uçmaları mümkün olur muydu? Tüyleri sözü edilen ince yağla yağlanmasaydı yağmurlu havalarda o za­vallıların hali ne olurdu? Bütün bunlar rasgele oluşup ortaya çıkan tesa­düfler midir? Şuursuz bir tesadüfün bu kadar şuurlu ve mükemmel olay­ları, kanunları ve düzenleri meydana getirmesini iddia etmek, kendi varlı­ğını inkâr etmek kadar mantıksız değil midir?

Karıncaların belli ve belirli bir disiplin ve düzen içindeçahşmasına,vaz-dan kışa hazırlık gayretindebulunmasınakendini ve yuvasını sele ve kuzey rüzgarlarına karşı korumadaki ince zekâsından tutun da koku alma duygularının çok gelişmişliğine, 7.500 çeşidinden tutun da mantar yetiştiren­lerine ve bunların şu üç tip işçilerine : Hiç dışarı çıkmayıp yuvayı savu­nanlarına, Kelle yapımına ya riyan yaprak parçalarını kesmeye ve getir­meye gidenlerine ve mantar üretiminde uzman olanlarına bakın; bu ya­ratıkların nasıl bir plâna göre vücut bulduğunu ve nasıl bir kanunla var­lıklarını sürdürdüklerini anlarsınız.

Balonlarının kollektif çalışması, bir tek petek vücuda getirebilmeleri için yüzlerce işçi arının birbirine asılı olarak çalışması, bütün işçi arıların, arı şehrinin tek yumurtlayan dişisinin, yani ana' kraliçenin etrafında dört dönmesi, bu kraliçenin dakikada iki tane, günde yaklaşık olarak 2500 ta­ne yumurta yumurtlaması, genç bir dişinin yuvasının hükümdarı olabil­mesi, ya da bir göc hareketinin başına geçebilmesi için yumurtlayıcı bir kraliçe olması, çeşitli çiçek ve bitkilerden topladıkları bal ile insanlara gı­da değeri yüksek olan ve aynı zamanda şifa taşıyan nimeti sunmaları ne ile açıklanabilir? Bütün bu düzenli, plânlı, programlı ve dengeli bir çalış­ma ve hayat nizamı kendiliğinden mi oluşmuştur. Yoksa bir plânlayıcı, bir programcı mı vardır?

Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Hemen diyelim ki, her varlık belli bir kanuna ve mükemmel bir plâna göre varlığını sürdürmek­tedir ve her varlık, sadece yüksek bir kudretin varlığına belge olmakta, şahidlik etmektedir. İşte- Kur'ân'daki âyet bunu bize hatırlatmaktadır. Al­lah'ın kendi varlığına şehadeti, belli bir plâna göre koyduğu eserleriyle, sonra indirdiği kitaplarla asıl anlamını ortaya koymaktadır.

«Melekler de şehadette bulundular. Mim sahipleri de adalet ölçülerini ayakta tutarak şahitlik ettiler..»

Meleklere gelince, onlar zıdlar âleminde yaratılan insanlardan çok farklı bulundukları ve yüksek kudretin emrine kayıtsız şartsız başeğdikleri muhakkaktır. Onların Allah'ın varlığıyla ilgili şahitlikleri, doğuştan kendi­lerinde var olmakla beraber her an kendilerine has bir ibâdet-atmosferi içinde bulunmalarıyla izah edilir. Ayrıca peygamberlere getirdikleri vahiy, evliyaya yaptıkları ilham da bu cümledendir.

Adaleti ayakta tutan ilim sahipleri, afakî ve enfüsî (nesnel ve öznel = objektif ve sübjektif) delillerle, daha çok eserden müessire, külden cüz'e, oüz'den kül'e (indüksiyon-dedüksiyonj geçiş yaparak Allah'ın varlığını isbat ederler.

Adalet burada daha çok «denge kanunu»nu hatırlatır. Varlık âlemin­de gerek canlılar ve bitkilerin, g'erekse diğer cansızların her birini denge­de tutan birini diğeriyle ilgili kılıp bu düzeye getirerek belli bir doğrultuda varlığını sürdürmesini sağlayan Allah, cidden kâinatı adaletle, dengeli öl­çü ve biçimde ayakta tutmaktadır. İlim adamlarının bu denge kanununu bilmesi, onlarla Yaratan arasındaki engellerin kalkmasını sağlar.

Çünkü Allah Aziz'dir, Hakîm'dir. Aziz'dir: Kudreti kemal derecesinde­dir. Her varlığı belli kanunlarla kendi yüce kudretine bağlamış, hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Hakîm'dir: Yarattığı her şeyi beîli bir amaca yö­neltmiş, her şeyi lâyık olduğu yere koymuştur. [78]

 

Âyetler Arasındaki Bağlanti

 

Allah'ın varlığı ve bunun esasları özetle anlatıldıktan sonra semavî bütün dinlerin esas ve mayasını Hakk'a teslimiyet, O'na kulluk görevi için­de boyun eğmenin oluşturduğu, sonra da Kitap ehlinin aralarındaki tar­tışma ve ihtirasları yüzünden ayrılığa düştükleri belirtiliyor. Son dinin «İs­lâm» ismini almasının nedenine dokunuluyor; tebligat görevinin çağın şart­larına, toplumların yapısına göre yürütülmesine işaret ediliyor. [79]

 

Meali :

 

19—  Allah katında din, ancak İslâm'dır. Kitap verilen (Yahudi ve Hı-ristiyan)ler kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki ihtiras yüzün­den ayrılığa düşüp farklı görüş ve inançlar ortaya koydular. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, Allah hesabı çarçabuk görendir.

20—  O halde seninle tartışmaya kalkışanlara, «Ben bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a çevirip kendimi O'na teslim ettim» söyle  ve  ken­dilerine kitap verilenlerle ümmî (kitap verilmeyen müşriklere de ki: «Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?» Eğer İslâm'a girerlerse, doğru yolu bul­muş olurlar, yüzçeviririerse, sana düşen sadece tebliğdir. Allah kullarını görüp bilendir.

 

İniş Sebebi

 

İslâmiyet Arap Yarımadasında yayılmaya başlayınca, önceleri bu di­ni ve onun peygamberini sabırsızlıkla bekleyen Kitap ehli, hakikat mey­dana çıkıp bu konuda kendilerine hem kitaplarında, hem Kur'ân'ın inme­siyle ilim verildiği halde haset ve ihtirasları yüzünden ayrılığa düşüp İs-. lâm'a karşı olumsuz tavır aldılar ve her biri kendi dininin üstünlüğünü id­diaya başladı. Cenâb-i Hakk hakikate karşı gelenlerin bu iddialarını red-ederek yukarıdaki ayeti indirdi. [80]

 

Dinlerin Ruhu Ve Mayası, Hakk'a Teslimiyettir

 

Peygamberlerin getirdikleri din ve şeriatların ruhu ve mayası Hakk'a teslîm olup boyun eğmektir. Çağın gelişme ve şartlarına, toplumların ya­pısına göre şer'î hükümlerin bir kısmı farklı olsalar bile amaç bakımından hepsi de aynı doğrultudadır.

Hakk'a teslimiyetin, diğer bir deyimle İslâm olmanın anlamı, bâtıldan uzak kalmak, şirk kokusundan arınmak, bir olan Allah'a bağlanarak O'na teslimiyet içinde boyun eğmektir.

Bütün semavî dinlerin temelinde ve mayasında bu anlam vardır. Son din, tüm insanlığa seslendiğinden ve her çağa hitap ettiğinden ona özel olarak bu isim verilmiştir.

Yahudi ve Hıristiyanlar ihtirasları yüzünden bu hakikat üzerinde an­laşamamış ve son dine teslimiyetle uyacakları yerde Peygamberle (A.S.)

tartışmaya kalkışmışlardır. Böylece dinlerin ruhunu bozma, hakka karşı gelme bedbahtlığına kendilerini uğratmışlardır.

Nitekim İmam Kurtubî kendi tefsirinde diyor ki:

«Bu âyette geçen «Din», taat, kulluk ve millet yani şeriat anlamina-dır. İslâm ise İman ve Hakk'a kulluk düzeyinde O'na teslim olup boyun eğmektir. Mütekellimierin Cumhuru da bu tarif üzerinde birleşmişlerdir.»

O halde «dinsin sözlük mânası: Millet (şeriat), itaat ve cezadır. Ceza, Arapçada hem iyilik, hem kötülük karşılığında kullanılan ve iki zıd mâna­yı taşıyan bir deyimdir.

İşte bu mânayla «din», sonraları şeriat, Hakk'a kulluk ve O'na boyun eğme anlamında meşhur olmuştur. Kur'ân'ın bazı yerlerinde ise bu deyim «hesap ve ceza» manasına gelmektedir.

Fahruddin Razi'ye göre : Din'in sözlükteki asıl anlamı, «cezâ»dır. Son­ra Hakk'a kulluğa ve O'na itaate «din» denifmesi cezaya neden olmasın­dandır.

«İslâm» kelimesine gelince, bunun sözlükteki asıl manası üçtür:

1. İslâm'a girmek, yani boyun eğip uymak,

2.  Silm'e, yani selâmete ve barışa girmek,

3.  İbâdeti sırf Allah için yapmak.. (Bu, Enbarî'ye göredir.)[81] Alâaddin Hâzin'e göre :

Din'in sözlük anlamı, «cezâ»dır. (Kemâ tedînu tudanu = Nasıl amel edip dindarlık edersen ona göre karşılık görürsün), sözü bu manayı yan­sıtır. Sonraları «millet» ve «şeriat»a isim olmuştur. Bu takdirde «dinsin mânası, boyun eğip itaat etmektir.» [82]

 

Din Mutlak İtaat Ve Birlik İster

 

«Seninle tartışmaya kalkı­şanlara, ben bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a çevirip o'na teslîm oldum, söyle.»

Kur'ân'da yukarıda söz konusu edilen âyetie çok önemli bir noktaya dokunulmaktadır. Dinin amacı, insanların yüzünü, barış, kardeşlik, birlik ve dirlik içinde bir olan Allah'a döndürmek, Hakk'a kulluğun derin anlamı, O'na boyun eğmenin bilince dayalı mahviyeti içinde teslimiyetin tatbikat-'taki model ve örneklerini de ortaya koymak, böylece gelecek kuşağa bu­nun en güzel mirasını devretmektir.

Haset ve ihtirasın dindar insanları bile bu doğrultudan saptırdığını, Peygamberlerle tartışmaya kadar onları sürüklediğini yine Kur'ân haber vermektedir.

O bakımdan Kur'ân'da,Hazreti Peygamber'e (A.S.) hitapla, «Ben bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a çevirip kendimi O'na teslim ettim» de ve kendilerine kitap verilenlerle ümmî (kitap verilmeyen müşriklere de ki: «Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?» buyurularak teslimiyetin insanlık için ne kadar lüzumlu bulunduğu belirtilmişti. Bugün ise böylesine bir ses­leniş ve soruyu Kitap ehline ya da müşriklere değil, ismen Müslüman olanlara yöneltme ihtiyacı duyulmaktadır.

Çünkü Hak-Din'in saadet çatısı altında barış ve kardeşlik ölçüleriyle birleşemiyen Müslüman milletlerden her biri gerek kendi bünyesinde, ge­rekse diğer Müslüman milletlerle ayrılık, sürtüşme ve tartışma şanssızlf-ğıyla bölünüp parçalanmakta ve eslim» yani barış ve toptan Hakk'a tes­limiyetten çok: uzaklarda can çekiştirmektedir.

Kur'ân bu âyeti açıklar anlamda diğer bir âyetle inananlara şöyle seslenmektedir:

«Ey imân edenler! Hep birden (Allah'a İtaat ve O'na kul olmanın de­rin anlam ve hikmetini anlayarak) sulh ve selâmete girin... Şeytanın adım­larına uymayın. Şüphesiz ki o, sizin apaçık düşmanımzdır.» [83]

 

Teblîğ Görevi

 

Peygamber ve O'nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk'ı tebliğdir,

İslâm, sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah'a kul olmanın derin mânası, birbiri­mize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Din'de kula  kul olma Bu kotmda fazla bilgi için tefsirimizin sözü edilen âyetinin açıklamasına ba­kılması tavsiye edilir.

basiretsizliği yoktur. Günümüzün irşat metodu bu doğrultuda geliştirilme­lidir.

Ibn Cerîr diyor ki:

«İslâm : Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadette bulunmak, Allah tarafından gönderilen şeylerin tamamını kabul ve ikrar etmektir. İslâm, Allah'ın kendine seçip beğendiği, meşru kılıp Resulü Muhammed'le (A.S.) gönderdiği dindir. Allah dostları insanları bu hakikate irşâd eder. Allah bundan gayrisini kabul etmez ve insanlara da ancak bu din ile kurduk­ları ilgi oranında karşılık verir.» [84]

Hazreti Ali (R.A.) bir hutbesinde İslâm'ı şöyle açıklıyor:

«İslâm, teslim olmaktır. Teslimiyet şüpheden uzak bir imândır.. İmân tasdiktir. Tasdik ikrardır. İkrar yerine getirmek, gerekeni edâ etmektir. Edâ etmek ise âmeldir.»

«Şüphesiz ki mü'min, dinini Rabbinden almış, kendi içtihat ve görü­şünden değil. Hem mü'minin imanı, onun ameliyle anlaşılır. Kâfirin küfrü ise inkârıyla bilinir.»

«Ey insanlar! dininize, evet dininize sahip çıkın. Çünkü dinde bilme­den işlenen bir kötülük, yani dindarın farkına varmadan işlediği bir fe­nalık, dinsizlikte işlenen bir iyilikten hayırlıdır. Dindarlık düzeyinde işlenen kötülük bağışlanır. Ama dinsizlik çukurunda işlenen iyilik kabul edil­mez.» [85]

İşte İslâm mürşitlerinin bu anlamda görevlerini yerine getirmeleri farzdır. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Bildiği kadarını söylemek, gücünün yettiğini belli ve belirli ölçülerle harcamakla ancak görevini yap­mış sayılır. Bunun için de hizmet edecek olan her Müslümanın İslâmiyet-le yaşaması gerekir. Herkesin kendine göre bir takım kusur ve günahları vardır. Önemli olan İslâmiyeti günlük yaşantımızda yansıtmamızdır. Aksi halde arzulanan sonuç elde edilemez. [86]

 

Tarihî Yönü

 

Kur'ân'da : «Kitap verilenler kendilerine ilim geldikten sonra sırf ara­larındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düşüp farklı görüş ve inançlar ortaya koydular.» buyurulurken, şu tarihî gerçeğe de dikkatler çekilmektedir:

Yahudî ve Hıristiyan la ra gönderilen dinin aslında ve ruhunda islâmi­yet, yani Hakk'a teslimiyet mutlak surette vardır. Bu da bir önceki dine uyanların, bir sonraki dine uymalarını gerektirir. Ne var ki onlar, benHk, senlik kavgasına düştüler; özellikle Hıristiyanlar bu vadide birçok mez­heplere ayrıldılar ve kendi bünyelerinde çetin mücadeleler vermekle be­raber, İslâmiyete karşı da kan dökecek anlamda bir mücadele kapısı aç­tılar.

Tarihte, İsâ Peygamberin Allah'ın oğlu olmadığını ve tek tanrı doktri­nini ortaya koyan ünlü papaz ARİUS'un nasıl hücuma uğradığı, onunla tartışanların işi nereye vardırdıklarını görmekteyiz :

Arius'a göre : Allah başlangıcı ve sonu olmayan ve her şeye gücü yeten gerçek Tann'dır. İsâ böyle değildir ve olamaz da. Çünkü o insandır. Bu doktrin Hıristiyanlığın ilk yıllarında yazılmış bazı metinlerde birkaç da­yanak noktası bulabilmiştir. Nitekim ilk yazılan Bernaba İncil'inde bu ka­yıtlar hâlâ mevcuttur. Büyük bir ihtimalle Arius, asıl gücünü bu İncil'den almış ve bir çevre meydana getirerek üç ilâh doktrinine karşı çıkmıştır. Özellikle MI. yüzyılda Origenes, Oğul'un Baba'nin buyruğu altında olduğu fikrini uyandırabilecek bazı deyimler kullanmıştır. Arius ise bu formülleri amansız bir mantık ve imânla genişletti ve bundan tam bir teori çıkardı. Sonra bu bir teori olmakla kalmadı, sağlam bir dinî inanç haline geldi ve Hıristiyanlığı aslına çevirmenin en sağlam başlangıcı oldu. Tevhîd akide-siyle uyum halinde olan Arius'un 323'te ortaya çıktığı sanılır. O sırada Arius İskenderiye'de bir kilisede rahip idi. İskenderiye piskoposu, çatışma­ya son vermek için bir din meclisi topladı. Arius inandığı davasından vaz­geçmedi, bu yüzden afaroz edildi. Aynı zamanda ruhanilikten de atıldı. Mısır'ı terk etti. Filistin ve Bithnia'ya gitti. Bu ülkelerde birçok ruhanilerle buluştu. Vaazları ile birçok tarafdar kazandı. Tartışma kısa zamanda alevlenerek bütün doğuyu sardı. İmparator Costantinus, tartışmaya karış­ma gereğini duydu. Boşa giden bir uzlaşma teşebbüsünden sonra, 325 haziranında İznik'te genel bir konsil topladı. Bu konsil Rahip Arius'u res­men mahkûm etti ve Tevhîd akidesine uymayan,aynı zamanda katolikliği tanımlayan bir dinî ilkeler kitabı yayınladı.

Bu kitaba göre, Tanrının tek oğlu olan İsâ «bütün çağlardan önce Baba'dan doğmuştur. Tanrının tanrısı, ışığın ışığı, gerçek Tanrının gerçek Tanrısıdır; doğmuş ama yaratılmamıştır. Baba ile bir cevherdendir ve her şey O'nun tarafından yapılmıştır.»

Böylece Arius ile birlikte birkaç piskopos ve tarafları mahkûm edildi­ler. Bu sürtüşme ve kavga asırlarca sürüp gitti. Bir nice papazlar bu yüz­den zindanlara düştü, bir nicesi katledildi. Diyebiliriz ki Ariusçuluk Hıris­tiyanlık tarihinin en önemli dinî hareket ve bunalımlarından biridir. Yedinci asrın ortalarına kadar bu tür çalkantılar devam etmiştir.

İşte konumuzu oluşturan âyetle bir bakıma bu tarihî olaya atıflar yapılmakta, kendi bünyelerinde Bernaba İncil'i ile o ölçüde yazılı belge­lerden İsâ dininin de tevhîd esasları üzerine kurulduğunadikkatler çekilip geçen olayları gözden geçirmemiz hatırlatılmaktadır. İhtirasları yüzünden nasıl bir ayrılığa düştüklerine sadece tarihî bir olaya dokunarak misal ver­meye çalıştık. Bunun ötesinde daha ne bölünmeler, ne tartışmalar ve ne ihtiraslar sürüp gitmiştir... [87]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ın razı olacağı hakiki din'den ve onun da aneak İslâm dini olduğundan sözedildi. Kitap Ehlinin kendi mayalarında-ki teslimiyetten kopup ihtirasları yüzünden hem kendi aralarında bölü­nüp parçalandıkları, hem son dine karşı olumsuz tavır aldıkları açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, bilhassa Yahudilerin aşırı tutuculuğuna, haset ve ihtiraslarına dokunuluyor; bu yüzden peygamberleri öldürecek kadar aşı­rı gittikleri; doğruyu, adaleti ve hakkaniyeti emredip yaymaya çalışanların canına kıydıkları hatırlatılıyor.

Sonuç olarak, dini asıl ruH ve mayasından uzaklaştırıp kendi ihtiras ve çıkarına göre değiştirerek bir takım felâketlere yol açanların bütün gayret ve inatlarının, iş ve davranışlarının boşa çıktığı ve çıkacağı açıkla­nıyor. [88]

 

Meali :

 

21—  Doğrusu Allah'ın âyetlerini inkâr edenleri, haksız yere peygam­berleri öldürenleri ve insanlardan adalet ve hakkaniyete uygun iş yapma­yı emredenlerin canına kıyanları çok acıklı bir azâb ile müjdele.

22—  İşte onların işleri dünya ve âhirette boşa çıkmıştır. Onların yar­dımcıları da yoktur.

 

İlgili Hadisler

 

Cerrah oğlu Ebû Ubeyde (R.A.), bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimi­ze sordu :

  Ey Allah'ın Resulü! Kıyamet günü insanlardan en şiddetli azaba çarptırılan kimdir?

Efendimiz şu cevabı verdi:

  Bir peygamberi ya da iyilikle emreden, kötülükten men'eden bir kimseyi öldüren adam...

Resûlüllah sonra yukarıdaki âyeti okudu. [89]

«İnsanlar arasında iyilik, adalet ve hakka uygun iş yapmayı emreden­leri öldüren millet, ne kötü millettir! İyilikle emretmiyen, kötülükten alı­koymayan millet de ne fena millettir! Aralarında mü'min kimsenin sakına­rak yürüdüğü millet ne ahlâksız millettir!» [90]

«İyilikle emreden, kötülükten men'eden kimse, yeryüzünde Allah'ın, O'nun peygamberinin ve kitabının halîfesidir.»[91]

Dürre binti Ebûleheb (R.A.) diyor ki:

Peygamber (A.S.) Efendimiz minberde bulunduğu bir sırada idi, ada­mın biri gelip şunu sordu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanların en hayırlısı kimdir? Efendimiz (A.S.) cevap verdi :;

— İyilikle emreden, kötülükten men'eden, Allah'tan en çok korkan ve yakın akrabalarıyla ilgisini sürdüren kimsedir. [92]

Bu konuda otuzun üstünde hadîs rivayet edilmiştir ki, çoğu sahihtir. İlim adamları bu önemli hizmetin ölçüsünü verirken, kişinin güç ve imkâ­nını dikkate almışlar ve «hizmet == güç ve imkân ..» demişlerdir.

Nitekim, «Sizden kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle değiş­tirsin ki bu imânın en zayıfıdır.» [93]

Mealindeki hadîsi açıklayan ilim adamları şöyle demişlerdir:

a)  El ile gidermek, devlet büyüklerine vâcibdir.

b)  Dil ile gidermek, âlimlere vâcibdir. .

c)  Kalb ile gidermek, zayıf kişilere, yani halk tabakasına vâcibdir. Bu nedenle şu sonuca varılmıştır;

«Bir ülke, ya da beldede şu dört eleman bulunursa, ora halkı belâdan korunmuş olur:

1.  Haksızlıkla mücadele eden âdil hükümdar (devlet adamı),

2.  Doğru yolda yürüyen ilim adamları,

3.  İyilikle emreden, kötülükten men'eden,    yetişmekte olan    kuşağı ilim tahsiline heveslendiren ileri gelen kişiler,

4.  İslâmî tesettüre göre örtünen, cahiüyye devrindeki kötü âdetlerden uzak, o devrin kadınlarının düştüğü bataklığa düşmekten kendini koruyan kadınlar.. [94]

Diâer bir hadîs : Resûlüllah (A.S.) Efendimize soruldu :

  İyilikle emretmeyi,  kötülükten  men'etmeyi  ne zaman terkedebili-riz?

Cevap verdi:

  Sizden önceki milletlerde    meydana    gelen şeyler sizin aranızda meydana geldiği zaman..

Tekrar soruldu :

  Bizden önceki milletlerde neler meydana geldi? Cevap verdi:

  Liderlik küçüklerinizde, ahlâksızlık büyüklerinizde, ilim de rezille­rinizde (kaldığı gün, aynı durum sizde de meydana gelir.) [95]

İslâm ülkeleri bu duruma getirildiğinde artjk iyilikle emretmenin, kö­tülükten men'etmenin te'sir alanı kalmamış sayılır. Ülkede ahlâksızlık kol-gezerken, ülkenin ileri gelenleri bu gidişe ilgisiz kalırsa, radyo ve televiz­yonda kardeşlikten, komşu haklarından, birlik ve dirlikten sözetmenin ne anlamı kalır? Cami kürsü ve minberlerinden seslenmenin etki alanı ne ka­dardır?

Böyle durumlarda yapılacak tek şey, ahlâklı, faziletli bir nesil yetiş­tirmek, eğitim sistemini bu ölçü ve anlama göre düzenlemek; bunun yanı-sıra görevi en namuslu, en dürüst ve en inanmış kişilerin eline vermek İçin seferber olmak, tek kelimeyle adam seçmesini bilmektir. [96]

 

Müslüman  Bir  Ülkeyi  Manevî Alanda Yıkmanın Üc Yolu Vardır

 

«Doğrusu Allah'ın âyetlerini inkâr edenler....»

Kur'ân-i Kerîm'de konumuzla ilgili âyetle bütün mü'minlerin dikkatini çeken, kalblerini gafletten uyandıran çok önemli bir noktaya dokunulu­yor ve bu üc madde halinde özetlenirken, Yahudilerin geçmişteki tutum­ları ve bu yüzden uğradıkları felâketler bir misal olarak sergileniyor.

Müslüman bir toplumu manevî alanda öldürmek ve yetişen her kuşa­ğı materyalist bir felsefeyle yetiştirmek için sadece üç şey yapmak kâfi­dir :

1.  Önce Allah'ın âyetlerini  küçümseyip çağdışı saymak ve bu açı­dan hareketle Allah'ın varlığını reddetmek,

2.  Peygamberlerin te'sirini kaldırmak ve bu açıdan hareketle onlara olmadık yalanları isnad etmek, böylece körpe dimağları dine ve din adamlarına karşı içi dolu kin ve nefretle yetiştirmek,

3. Ahlâk ve'fazîlet, hak ve adalet savunucularını takibata uğratmak, hiç olmazsa gözden ve gönülden düşürmek; çeşitli vesilelerle böylelerine işkence tatbik etmek suretiyle şahsiyetlerini düşürmek ve böylece aktif rol oynamalarına imkân vermiyerek onları pısırıklaştırmak, gerekirse can­larına kıymak...

Kur'ân bu uyarısını yaptıktan sonra, Hakk'a teslimiyetin derin anla­mını kavramış kişilerin, daha doğrusu mü'minlerin yılmadan seviyeli ve bilinçli bir mücadele verdikleri takdirde inkarcıların işlerini hem dünyada, hem âhirette boşa çıkarma yolunu açmış olacaklarını haber veriyor.

Nitekim tarihte bunun çok, hem çok örnekleri vardır.

O halde dinî ihtiyaçların tatmin edilmemiş olması, büyük bir gaflet­tir. Bunun sonucu cok pahalıya malolur. Dr. Fred SCHVVARZ'ın bu konuda kitabına aldığı bir parçayı nakletmekte yarar görüyorum :

«Komünist olmaya yardım eden dördüncü faktör, tatmin edilmiyen di­nî ihtiyaçlardır. İnsan yalnız yemek için yaşamaz. Hayatın bir gayesi ol­ması şarttır. İnsanlar, Allah'a tapmak için yaratılmış bir kalple doğarlar. Kendilerinin çok ötesinde olan yüksek gayelere erişmek, kendilerini feda edecekleri mukaddes bir şey bulmak, uğrunda yaşayacakları ve gerekir­se ölecekleri bir inanışa sahip olmak üzere dünyaya gelirler. Allah'ın mev­cudiyeti inkâr edilmek suretiyle fıtraten te'min edilmesi gereken manevî inançlardan uzaklaştırılan bir insan, çıkar yol olarak önünde komünizmi bulur. Komünizm, dinî inançlardan uzaklaştırılan bir insana, erişmesi ge­reken bir gaye ve kader gibi görünür, hayatına bir mâna verir ve uğrunda fedakârlık yapmağa değer amaç halini alır.» [97]

Cağımızda bu fırtına bütün dünyayı kasıp kavurduğu gibi, İslâm ül­kelerini ihmal etmemiş ve şiddetini daha çok bu ülkelere yöneltmiştir. Bu­günün insanı huzursuzdur, karamsardır, geleceğine güvenle bakmamak­tadır. Çünkü dinî inançları zayıftır veya hiç yoktur. Çoğuna Allah'a muh­taç olmadığı öğretilmiştir. İnsanların menşei hakkında Darwin teorisi; me­deniyetin, kültürün, faziletin, ahlâk ilminin ve dinin menşei hakkında ise Marxist nazariye can kurtaran bir simit gibi sunulmuş, beyinler bu gibi temeli bozuk teorilerle yıkanmıştır. Meydana gelen kargaşalık, tırmanan anarşi bu fırtınanın tabii sonucudur. «Rüzgâr eken fırtına biçer», sözünün geçerliliği bir kez daha kanıtlanmış olmuyor mu? [98]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Kitap Ehlinin, özellikle Yahudilerin yanlış tutumların­dan, aşın ihtirasları nedeniyle ayrılığa düşmelerinden ve peygamberleri; adaletle, haklı iş görmekle emreden ilim adamlarını öldürmelerinden söz-edildi. İslâm ülkelerini yıkacak olan üç faktöre işaret edilerek uyarılar yapıldı.AşağıdakiâyeîlerleYahudilerin bu kötü tutumlarının değişmiyen bir âdet halinde devam ettiği, bu nedenle son peygamberin ortaya çıkmasına dayanamadıkları için gereksiz tartışmalara yöneldikleri, hakkı kabul et­memek için Tevrat'ın hakemliğine bile razı olmadıkları anlatılıyor ve so­nuç olarak Yahudilerin materyalist bir düşünceyle yola çıktıkları, bunun insanlığa büyük kötülükler getireceği kapalı bir biçimde konu    ediliyor. [99]

 

Meali

 

23— Kendilerine kitap (Tevrat)tan bîr pay verilenleri görmedin mi? Aralarmda hükmetmek için Allah'ın kitabına çağ.rıl.yorlar; sonra içlerin­den (ilim adamlarından oluşan) bir   topluluk   yüzçevirerek dönüp gidiyor

24—  Bunun sebebi, onların «Bize ancak sayılı günlerde ateş doku­nacaktır» demeleri ve uydurageldikleri şeyin, dinlerinde kendilerini aldat-masıdır,

25—  Meydana gelmesinde hiç şüphe olmayan günde onları birara-ya getirip topladığımız ve herkese kazandığının karşılığı tastamam -hak­sızlık ya pil m ly arak- verildiğinde (halleri) nasıl olacaktır?

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Yahudileri İslâm'a davet ettiğinde, on­lardan Numan b. Edfâ : «Ya Muhammedi haydi hazırlan da bizim din adamlarına gidelim, onların yanında tartışalım,» diye öneride bulundu. Hz. Peygamber (A.S.) da : «Hayır, Allah'ın Kitabını (Tevrat ya da Kur'ân'ı) hakem yapalım» diye karşılık verdi ki, en uygun olanı da bu idi. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, tam aslına ve indiği esaslar üzerine göre ko-runmamasına rağmen içinde birçok ilâhî belgelerin bulunduğu Tevrat'a saygılı idi. Onu hak kitap olarak kabul ediyordu. Ama Yahudi din adam­ları Kur'ân'ı hak kitap kabul etmiyorlardı. Bu nedenle Resûlüllah (A.S.), onları Tevrat'ın hakemliğine çağırma ihtiyacını duymuştu. Buna rağmen aralarından daha çok din ve ilim adamları olduğu sanılan bir zümre bu teklifi kabul etmeyince yukarıdaki âyet indi. [100]

Diğer bir rivayete göre :

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Yahudilere ait medresede bulunan bir topluluğun yanına girdi ve onları Allah'a davet etti. Onlardan bir grup Peygamber'e sordu :

  Sen hangi dindensin?

  İbrahim Peygamberin milleti üzereyim, diye cevap verdi.

  İbrahim yahudi idi, dediler. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) on­lara :

  Haydi Tevrat'a başvuralım, O aramızda hakem olsun! deyince bu­na yanaşmadılar.  Çünl^ü Yahudilik Musa şeriatiyle başlamıştır.  İbrahim Peygamber Musa'dan çok önce gelmiştir. Tevrat'ta bu ve benzeri belge­lere raslamak mümkün.

Bu nedenle yukarıdaki âyet indi. [101]

Müfessir Alaaddin El-Hâzin'in tesbitine göre: Birinci rivayette, Re-sûlüllah (A.S.), Yahudilerle kendi arasında hakem olmak üzere onları Kur'ân'a çağırmıştı, Tevrat'ın hakemliğine değil. [102]

 

Tevrat'ın Hakemliği

 

İlim adamları, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Yahudilerden bir züm­reyi, aralarında ihtilâf konusu olan meselenin çözümü için Tevrat'ın ha­kemliğine davet etmesini delil göstererek bizden önceki şeriatlerden Kur'ân ve Hadîsle hükmü kaldırılmayan kısımların bizim için de geçerli şe­riat hükümleri olduğunu söylemişlerdir.

Nitekim İmam Kurtubî, «Onlardan hükmü kaldırılmayanlarla hükmet­memiz vâcibdir» diyor ve ilâve ediyor: «Ama bugün Tevrat'ı okuyup hükmü kaldırılmıyan kısımlarla amel etmiyorsak, bunun sebebi açıktır ı Mevcut Tevrat'ın ilk inen Tevrat olduğunu bilmiyoruz. Üstelik değiştirildiğini, ilk nüshasının ortada olmadığını biliyoruz.»

Nitekim Hazreti Ömer (R.A.), Kâbu'l-Ahbar'a şöyle demişti : «Eğer bunun Allah tarafından İmrân oğlu Musa'ya indirilen Tevrat olduğunu bi­liyorsan oku. Peygamber (A.S.) Efendimize gelince, O, Tevrat'ın değişmi-yen belgelerini biliyordu, Bu bakımdan Yahudileri Tevrat'ın hakemliğine çağırmıştı,» [103][104]

 

Ceza Ve Azâb İlâhî Adaletin Gereğidir

 

 <<Ve herkese kazandığının  karşılığı tastamam haksızlık yapılmıyarak verildiğinde (halleri) nasıl olacaktır?»

Âhiret yolunda bir uğrak sayılan ve ruhların tekâmülü için bir geçit, bir aşama anlamında olan DÜNYA, zıtların karşı karşıya geldiği fırtı­nalı bir hayat döneminden başkası değildir. İnsan bu uğrakta tekâmül ederken, Allah'ın koymuş olduğu hayat kanunlarına uyduğu ölçüde mutlu, uymadığı oranda mutsuz olur.

Yahudi din adamları, Kur'ân'ın bir yandan ilâhî adaleti, bir yandan hayat kanunlarını ve bir yandan da dünyadan maksadın ne olduğunu yan­sıtan âyetleri karşısında şaşırdılar ve çevrelerindeki adamları tatmin et­ti)  

mek için şu dayanağı olmayan iddiayı ortaya attılar: «Bu dünyanın öm­rü yedi bin senedir. Günahkârlarımız her bin yılda bir gün azâb görecek­tir. Yani Yahudi olanların günah, isyan ve tuğyanı ne olursa olsun sadece yedi gün azâb göreceklerdir. Bu da sayılı birkaç günden ibarettir ki önem­sizdir.» [105]

Halbuki ceza ve azâb ilâhî adaletin gereğidir. Bu ölçü ve beyân ol­masaydı, din, ahlâk ve faziletin ölçü ve anlamı olmazdı. Bunların hepsi birer boş ve manasız sözlerden ibaret kalırdı. Sonuç olarak da, dünyaya gelişimizin gayesi olmaz, insanların başıboş yaratıldığı kendiliğinden or­taya çıkardı. Halbuki her iyi davranış ve güzel sözün hedefi saadettir. Her kötülüğün, zulüm ve tuğyanın karşılığı felâkettir. Bu ikisi de hedefinden şaşmaz. Dünyada bu karşılıklar gerçekleşmiyorsa, o takdirde başka bir âlemin varlığının zorunluluğu  kendiliğinden ortaya çıkar.

İşte o âlemde hakkı yerine getirecek, haksızı mahkûm edecek, haklı­yı koruyacak, iyilere mükâfat, kötülere ceza verecek bir Kudrete ihtiyaç vardır. Aksi halde o âlemin de anlamı kalmaz. [106]

 

Kur'ân Müslümanları Uyarıyor

 

Kitap ehli bir millet, ilâhî adaletin gereği eezâ ve azabı hafife alır; âhiret korkusunu gönüllerden silip çıkarır, dinin bir fantezi olduğunu sa­vunursa, artık o milletin ne aile, ne sosyal, ne de bireysel yapılarında he-lâl-haram sınırları kalır, insan haklarının anlamı olmaz. Herkes tezelden, kısa yoldan servet edinme gayret ve telaşına düşer. Karşılıklı güven sar­sılır; madde ön plâna alınır. Hedef ve gaye madde olunca ahlâk ve fazî-let kuru birer kelimeden ibaret kalır.

Nitekim Yahudiler bu anlayış ve tutumlarının cezasını dünyada kat kat nice defa görüp taddılar. Âhiretteki ceza ve azapları ise onları bek­lemektedir.

İşte Kur'ân'da konumuzla ilgili âyetle, Yahudilerin bu çok hatalı ve maksatlı tutum ve inançları açıklanırken dolayısıyle Müslüman milletler uyarılıyor. [107]

 

Tevrat İndiği Gibi Muhafaza Ediliyor Mu?

 

«Kendilerine kitap (Tevrat)tan bir pay verilenler..»

Bu âyet üzerinde araştırma yapan müfessirlerimizin çoğu şu sonucu çıkarmışlardır; Eldeki Tevrat'ın çoğunun ya da önemli bir kısmının deği­şikliğe uğradığı, Resûlüllah (AS.) devrinde mevcut Tevrat'ın durumu bu olunca Ondan sonra Tevrat'ın ilk indiği gibi korunduğu iddiasının bir an­lam taşımadığı muhakkaktır..

Nitekim Batı'da bu konuda yazılan kitaplarda ve Meydan Larousse, Grand Larousse Encyclopedigue, Encyclopeaedia Britaanica gibi büyük ansiklopedilerde yetkili kalemlerin verdiği bilgi müfessirlerimizin düşünce ve tesbitini doğrulamaktadır.

«Ahd-i Atîk dahil kitapların büyük kısmı İbranice veya Aramca; Ahd-ı Cedit'e dahil olanlar ise Yunanca yazılmıştır. M.S. III. yy. da, İskenderiye'­de, Ahd-ı Atîk'ın «Yetmişler» adı verilen bir Yunanca tercemesi yapılmıştı. M.S, IV. yy. da Aziz Heronymus, Kutsal Kitab'ın tümünü Lâtinceye çevir­di. Bu tercemeye VULGATA denilir.

İbranice ve parşömen üzerine yazılmış el yazmalarının çoğu M.S. IX. yy. dan sonra meydana getirilmiştir. Ancak bir papirüs parçası (Nash) II. yy. a aittir. Öte yandan son zamanlarda Tuz Denizi civarında yapılan ka­zılarda çok sayıda, deri üzerine yazılmış, hattâ İşaya'nın noksansız met­nini ihtiva eden ve en az M.Ö. 1. yy.a ait İbranice yazmalar bulunmuştur.»

Musa Peygamberin M.Ö. XIII. yy. ortalarına doğru geldiği sanılmak­tadır. Bu duruma göre Tevrat'ın en eski nüshasının M.Ö. I. yy.da Tuz De­nizi civarında bulunduğu dikkate alınırsa, Tevrat'ın Musa Peygamberden bin yıl sonra yazıldığı ortaya çıkar. Arap kaynakları ise, ele geçen ilk Tev­rat nüshasının Musa Peygamberden 500 yıl sonra yazıldığını göstermek­tedir. İster 500 yıl, ister 1000 yıl sonra yazılsın, fark eden bir şey yok. Önemli olan şudur: Musa Peygamber'e Levhalar halinde sunulan Tevrat'­ın meydanda bulunmayışıdır.

Sonra, Musa Peygamber, Mısır'da doğup büyüdüğü ve Mısır'dan II. Ramses (1301-1224) zamanında çıktığı düşünülürse, Onun İbranice değil Mısır diliyle konuştuğu ortaya çıkar. Bu durumda Tevrat'ın da Mısır dili üzere indiği sonucuna varılabilir. İster İbranice, ister Mısır diliyle yazılı olsun ilk nüsha nerede? Onu Mısırcadan İbranice'ye kim, ne zaman çe­virmiştir?

İşte Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyetle bu hususlara kısa bir atıf yapılmakta, Tevrat'ın anca-k bir bölümünün tahriften kurtulduğuna dikkatler çekilmektedir. Gerçek de budur. [108]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Kitap Ehlinin son dine karşı takındıkları ta-vira; daha önceki peygamberlere karşı tutumlarına; haklı iş görmeyi, ada­leti ayakta tutmayı emreden ilim adamlarının canına kıyacak kadar ileri gitmelerine ve Hazreti Muhammed (A.S.) ile tartışmaya kapı açtıklarına temas edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Kitap Ehli ne düşünürse düşünsün, nasıl tavır alırsa alsın, Allah'ın mülkü dilediğine, Peygamberlik payesini seçtiği kira-selere vereceğinden söz ediliyor, böylece Müslümanların izzet ve şerefle gelişip büyük bir güç olacaklarına işaret ediliyor. Ayrıca Allah'ın yüce kud­retine dokunularak insan aklına ışık tutacak anlamda biyoloji ve coğraf­ya ile ilgili konulara kapı açılıyor, bazı ana fikirler ortaya konuluyor. [109]

 

Meali :

 

26—  De ki : Ey mülkün sahibi Allahim! Dilediğine mülkü verirsin, di­lediğinden de mülkü çekip alırsın; dilediğini aziz kılarsın; dilediğini alçal-tır, zillete düşürürsün; haytr yalnız senin elindedir. Şüphesiz senin gücün her şeye yeter.

27—  Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokarsın (katarsın), diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın. Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın.

 

İniş Sebebi:

 

İbn Abbas (R.A.) ve Enes bin Mâlik (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre, deniliyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'yi fethettikten sonra ümmetine ileride Faris (Iran ve dolayları), Rum (Bizans)ın fethedileceğini va'detmiş-ti. Bunu duyan Yahudilerle bazı münafıklar: «Hayal ürünü bu, çok uzak bir iş; Muhammed nerede, Faris ve Rum nerede? Onlar Muhammed'den çok güçlü ve çok daha engelleyici bir kuvvete sahiptirler. Mekke ve Me­dine Muhammed'e yetmiyor da İran ve Bizans'ın mülküne gözdikiyor?!» dediler.

. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [110] Diğer bir rivayette, Katade diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Rabbinden Faris   ve   Rum    ülkelerinin kendisine verilmesini diledi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.» [111]

 

İncil'de Bu Husus Daha Önce Haber Verilmiştir

 

Âyette, mülk ve şeref Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun ümmetine va'dediiiyor. İncil'de de bu husus İsâ Peygamberin diliyle anlatılıyor. Ar­tık son Peygamber Muhammed'in (A.S.) gelmesiyle, Yahudilerle Hıristi­yanların eski güç ve itibarlarını kaybedeceğine açık işaret vardır.

Kitap Ehli, asırlarca son peygamberi beklediler. İzzet ve şerefin en yüksek payesinin Ona verileceğini kendi kitaplarından öğrenip kavuşma hasretiyle yanıp tutuştular. Fakat bekledikleri peygamber umdukları gi­bi olmayincq,onun kendi milletlerinden gelmediğini görünce bu kez dinde aşırı tutucu olanları Ona karşı tavır aldılar.

Kltab-ı Mukaddes'in İncil bölümünde şu cümleler yazılıdır; İsâ Pey­gamber diyor ki:

«Bundan dolayı size derim, Allah'ın melekûtu (en büyük mülk ve enüstün şeref sayılan peygamberlik payesi ve onun ortaya koyacağı hü­kümranlık) sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir millete verüecektir.Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.»[112]

 

Allah'ın Va'dettiği Mülk Ve Şerefin İlk Müjdesi Hendek Kazılırken Verilmişti

 

Müşriklerin savaş hazırlığı bütün hızıyla devam ediyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara karşı savaş stratejisini belirlemek için Ashabını toplayıp istişarede bulundu. Peygamber (A.S.) Efendimiz savaşın çıkma­sını her zaman olduğu gibi asla arzu etmiyordu. Ne ^jor ki Allah ve din düşmanları rahat durmuyor ve mutlaka İslâm'ın nurunu söndürmek isti­yorlardı.

Farklı görüşler ortaya çıktı. En son Selmân Fârisî'nin Medine etrafın­da hendek kazma düşüncesi uygun görülerek hemen bu işe başlanıldı. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bir işçi gibi çalışıyordu. Hendek kazarken büyük bir kaya ile karşılaşan Selmân ve arkadaşları ne kadar uğraştılarsa da kayayı kırmaya muvaffak olamadılar, âciz kalıp durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimize arzettiler. Bunun üzerine Resûlüllah eline kazma, ya da balyozu alarak hendeğe indi, nübüvvetin güçlü kollarıyla balyozu kaldırıp kayaya indirdiğinde şimşek çakar gibi bir ışık belirdi. Sonra ikinci kez balyozu indirdiğinde yine aynı şekilde bir ışık belirdi, üçüncü kez vurdu­ğunda yine aynı parlaklıkta bir ışık beliriverdi. Kaya paramparça oldu. Resûlüllah (A.S.) hendekten çıkınca Selmân ona :

  Ya Resûlellah! Anam babam sana feda olsun; balyozdan çıkan o parlak ışık ne idi?

Diye sorduğunda.  Efendimiz :

  Çıkan ışığı gördün mü? buyurdu. O da :

  Evet, Ya Resûlellah! diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu :

  «Birinci çıkan ışık ve parıltıyla Allah bana Yemen'i fethetti. İkinci »şık ve parıltıyla Allah bana Şam ve batı ülkesini fethetti. Üçüncü ışıkla Doğu ülkelerini fethetti.»[113]

Konumuzu oluşturan âyet-i  kerîmeyle bir bakıma  Resûlüllah  (A.S.) Efendimizin bu mu'cizesinin mutlaka gerçekleşeceği haber veriliyor. [114]

 

Diriden Ölüyü, Ölüden Diriyi Çıkaran Allah

 

«Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın....»

Burada daha çok iki mâna üzerinde durulmuştur:

1.  Küfür ve inkâr içinde bir ömür tüketen adamdan mü'min bir evlâ­dın meydana gelmesidir. Bu, diriyi ölüden çıkarırsın» cümlesine misaldir. Çünkü inkarcı hem kalbini, hem ruhunu öldürüp silik hale getirmiş, yara­tıldığı gayenin dışına kendini itmiştir. Bunun aksine, inanmış sâlih bir ki­şiden inkarcı bir evlâdın meydana gelmesi, «ölüyü de diriden çıkarırsın» cümlesine misaldir.

2.  Tohumdan bitkiyi, bitkiden tohumu; yumurtadan tavuğu, tavuktan yumurtayı; insandan spermayı, spermadan insanı meydana getirmektir.

Gerçi bitkisel hayat tohumun özünde mevcuttur. Yumurtada da ha­yat vardır. Sperma canlıdır. Ne var ki tohum toprağa, yumurta kuluçka ameliyesine, sperma ana rahmindeki yumurtalığa intikal etmeden önce bir bakıma ölü sayılırlar. Yani birinci devre -ki İntikal etmedikleri devredir-ölü devre, ikinci devre -intikal edip döllenme meydana geldikten sonraki devredir- canlı devre sayılır.

Bu nedenle Kur'ân'da canlıların yaratılmasındaki inceliklere, geçirdi­ği istihale (metamorphisme), yani bir halden başka bir hale geçişlere dik­katler çekilerek İlâhî kudretin yüceliği, üstünlüğü anlatılıyor. [115]

 

Dilediğine Mülkü Verirsin

 

«Dilediğine mülkü  verirsin, dilediğinden de mülkü çekip alırsın..»

Bu âyet, daha çok milletlerin hayatıyla ilgilidir. En yüksek saltanata ve en noksansız tasarrufa sahip olan, her şeyi kendine has tedbiriyle ör-neksiz ve modelsiz yürüten, varlık âlemini en ince hesaplarla en ölçülü ve dengeli biçimde kuran Allah, bu ezelî ve ebedî sıfatlarıyla milletlerin ha­yatını, ömrünü, devresini yine âlemin dengesinden yana -değişmiyen ka­nunlarıyla- düzenlemektedir. Nasıl hayvanlar âlemi hem geçinmek, hem denge sağlamak için birbirine musallat edilmişse, milletler arasındaki du­rum da buna benzer; kimi yükselir, kimi düşer, kimi güçlenir, kimi zayıf­lar derken dünya çapında kuvvetler dengesi meydana gelir.

Sonuç olarak: Zayıflar elenir, güçlüler zayıflayıncaya kadar yaşar. İşte Allah'ın mülkü dilediğine vermesi ve dilediğinden de mülkü çekip al­ması O'nun bu hususta koymuş olduğu denge kanunuyla gerçekleşir.

Ayrıca «mülk»ü, peygamberlik payesiyle yorumlayanlar olmuştur. Bu da âyetin ruhuna uygundur. Çünkü daha çok Yahudi ve Hıristiyanların son peygamber geldikten sonra haset ve ihtiras ateşine yakalanarak asırlarca kendi milletlerinde devam eden bu üstün paye ve şerefin başka bir mil­lete geçmesine dayanamadıkları konu ediliyor. Kur'ân'ın bir başka yerin­de bu anlamda mülkün İbrahim hanedanına verildiğinden söz edilirken şöyle deniliyor:

«Gerçekten biz İbrahim hanedanına kitap ve hikmet verdik, hem de büyük bir mülk sunduk.» [116]

Büyük müfessir Fahruddin Razî de «mülk»ten maksad, peygamberlik payesi olduğunu bilhassa belirtmiş ve sonra peygamberlikten daha bü­yük şeref ve üstün bir mülk yoktur, görüşünü desteklemiştir. İkinci dere­cedeki «mülk» ise, yeryüzünde güçlü bir millet haline gelmek, hür ve ba­ğımsız olarak belli bir süre yaşamaktır. Temelinden sarsılan İslâm âlemi­nin mülk ve saltanatını devam ettirmeğe Büyük Selçukîlerin ve sonra da Osmanlıların manen görevlendirilmesi bu cümledendir.

Yahudiler «Peygamberlik İsrâiloğulları'na has bir şereftir. Ataları­mız bu şerefi hep kendilerinde taşımışlardır. Bugün Kureyş kabilesinden bir peygamberin çıkması, ya da gönderilmesi olur şey değil!.» diyerek hayretlerini açığa vuruyorlar ve son peygamberin itibarını sarsmak için akla gelmedik entrikalara başvuruyorlardı. Kur'ân bu gayretlerin boşuna olduğunu belirterek, mülkün hakiki sahibinin ancak Allah bulunduğunu ve dilediğine mülkü vereceğini, dilediğinden müikü çekip alacağını hatırlata­rak rnü'minferin imanını, Yahudi ve müşriklerin inkâr ve küfrünü artırdı.

Ve son olarak da bütün İslâm âlemine işaret yoluyla şu uyarıda bulundu: İmân ve ekonomik yönden güçlü milletler yaşar, zayıflar elenir.. [117]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Mülk:

a)  Peygamberlik payesi,

b)  Üstünlük ve kudret,

c)  Mal ve servet,

d).Dünya ve âhiret mutluluğu, e) İmân ve İslâm, f) Saltanat ve tasarruf. Hayır :

a)  Mutlak yardım,

b)  Huzurlu bir hayat,

c)   Ganimet,

d)  Bütün iyilikler.. Diriyi ölüden çıkarırsın :

a)   Mü'mini kâfirden, kâfiri de mü'minden çıkarıp (dünyaya) getirirsin. Nitekim Resûiüllah (A.S.) Efendimiz dayızadelerinden bir hanımı görünce, «bu kim?» diye sormuştu. «Dayızadelerinizden falanın kızıdır» diye cevap verilince. Resûiüllah (A.S.) Efendimiz «Sübhanellah! Sen ölüden diriyi çı­karırsın..» diyerek Allah'ın kudretini dile getirmişti. Çünkü ;bu çok saliha kadının babası azılı kâfirlerden biriydi.

b)   Kâfir ölü sayılmıştır ,çünkü kalbi ölmüştür. Mü'min diri sayılmıştır, çünkü kalbi ve ruhu hep uyanık ve diridir.

c)  Yumurtadan tavuğu, tavuktan yumurtayı  çıkarır.  Çünkü yumurta kuluçka ameliyesine intikal etmeden önce ölü sayılır.

d)  İnsandan  meniyi,  meniden  insanı çıkarır.

e)  Başaktan tohumu, tohumdan başağı çıkarır.

Müfessirlerimizin  hemen  hepsi yukarıda  sıraladığımız mânalar üze­rinde durmuş ve yorumlarını bu açıdan yapmışlardır. Allah daha  iyisini bilir..

Geceyi gündüze, gündüzü geceye katarsın :

a)  Dünya'nın hem kendi ekseni, hem güneşin etrafında dönmesiyle mevsimlerin meydana gelmesi, gece gündüzün mevsimlere göre uzayıp kısalmasıdır.

b)  Dünyanın belli bir hızla  kendi ekseni etrafında  dönmesi ve yu­varlak bulunmasıdır. [118]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle mü'minlerin izzet ve şerefe erişeceklerine; kendi­lerine mülk ve saltanat verileceğine işaret edildikten sonra ilâhî kudretin yüceliğine değinilerek canlıların ve bitkilerin yaratılışmdaki inceliğe kapı açıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, mülkün sahibi Allah olduğuna.ve dilediğine mül­kü vereceğine, dilediğinden mülkü çekip alacağına; dilediğini aziz ve şe~. refii kılacağına, dilediğini aşağılık edeceğine dikkatler çekiliyor ve bu açı­dan mü'minlere seslenilerek asıl güvenilecek, sevilip saygı duyulacak, ha­kiki dost edinilecek tek varlığın Allah olduğu hatırlatılıyor. Mü'minlerin ha­kiki dostunun Allah ve mü'minler olduğu üzerinde duruluyor; ancak mü'­minden mü'mine hayır ve iyilik geleceği belirtiliyor, Bu nedenle kâfirleri dost edinmenin yarar değil zarar getireceği vurgulanıyor.

Sonuç olarak : İslâm ülkeleri arasında ciddi bir dostluk kurulmasının gereğine ve Müslümanların tam bir sevgi atmosferi içinde köklü bir da­yanışmaya muhtaç bulunduklarına parmak basılarak uyarıda bulunuluyor. [119]

 

Meali :

 

28—  Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri   dost    edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah'ın (dostluğundan kopup O'nun) yanında hiçbir değeri kalmaz. Ancak onlardan (gelecek olan bir tehlike ya da umum ya­rarına bir kapının kapanmasından) korunmak için (dost görünerek) sakın­mış olasınız. Allah sizi (asıl) kendisinden korkmanızla uyarır. Sonunda gi­diş Allah'adır.

29—  De ki: Gönlünüzde olanı (kâfirlere karşı beslediğiniz ilgi ve ya­kınlığı) gizleseniz de, açığa vursamz da Allah bilir. Allah göklerde ve yer­de olanları da bilir. Allah'ın gücü herşeye yeter.

30—  Herkesin iyilik ve kötülükten ne işlemişse, onu önünde hazır bu­lacağı günü bir düşünün ki (o gün) kendisiyle kötülükleri arasında uzak bir mesafenin bulunmasını ister. Allah sizi kendisinden korkmanızla uya-tir, Allah kullarına pek merhametli ve şefkatlidir.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Yahudilerden birkaç kişi gizlice Medine'de Ansar'dan bazışahıslarla, temasa geçip, İslâm'a fitne sokmak için dostluk kurmuşlardı. Ashabdan Rıfaa bin Münzir, Abdullah bin Cübeyr ve Saîd bin Haysem dönen entri­kaların farkına vardılar ve sözü geçen ashabı uyarmaya çalıştılarsa da onlar yine gizliden adı geçen Yahudilerle dostluk ve temaslarını sürdür­mekten vazgeçmediler.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.» [120]

Kelbî'ye göre :

Bu âyet, müşrikler ve Yahudilerle dostluk kurup işittikleri haberleri günü-gününe onlara ulaştırarak Resûlüllah'a (A.S.) karşı zafer elde etme­lerini uman Abdullah bin Ubeyy ve arkadaşları [121] hakkında inmiştir [122]

Cübeyr bin Dahhak'a göre :

Sâmit oğlu Ubâde (R.A.)nin Yahudilerden ötedenberi iş görüp ayrıl­madığı ve kendisine bağlı sandığı hayli kimse vardı. Hendek Savaşında Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek : «Ya Resûlellah! benden yana 500 Yahudi vardır, onları bugün düşmana karşı beraberimde savaşa çıkarmak istiyorum...» deyinee yukarıdaki âyet indi [123]

 

İnsanlarla Günlük İlişkilerimiz

 

«Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler.»

Günlük ilişkilerimizde daha çok iki şeye muhtacız : Allah'ı hatırlayıp saygı dolu bir hava içinde O'ndan korkmaya ve sonra da insanlara karşı merhametli ve şefkatli davranmaya...

İnsanlarla ilişkilerimizde belirttiğimiz temel üzerinde geliştireceğimiz bir takım bağlarımız ve bağlantılarımız da vardır. Bunları da genellikle iki farklı bölümde düşünmemiz ve ona göre beşerî münasebetlerimizi ayarla­mamız gerekir:

1. Müslüman kardeşlerimizle ilişkilerimiz aşağıdaki esas ve prensip­lere göre olmalıdır:

a)  Sevmek, saygı duymak,

b)   Dost edinmek ve bunu sürdürmek,

e) Yardımcı olmak, yardımlaşmaya  katılmak,

d)  Hastalarını sormak, fakirlerine zekât ve sadaka vermek, cenaze­lerine hazır olmak,

e)   Ticarî ilişkilerimizi daha çok onlarla geliştirmek,  ne zulmetmek, ne de zulme uğramak,

f) Her hak sahibinin hakkını vermek,

g) Din ve ahlâkı cemaatleşme şuuruyla korumak ve geliştirmek için gerekeni yapmak,

h) Okumak isteyip de bu imkânı bulamayan çocuklarını okutmak, memlekete yararlı insan yetiştirmek,

i} Komşu haklarına saygılı olmak, tıer Müslümanın malını canını ve namusunu, kendi malımız, canımız ve namusumuz gibi korumayı bir vecî­be saymak..

2. Gayr-i Müslimlerle ilişkilerimiz ise aşağıdaki esas ve prensiplere göre olmalıdır:

a)   Haklarına saygılı olmak, vatandaşlık hakları varsa korumak,

b)   Fakir olanlarına sadaka vererek yardımcı olmak,

c)   Gerektiğinde alış-verişte bulunmak, ticari ilişkileri bir ölçüye ka­dar sürdürmek,

d)   Komşuluk haklarına saygılı olup korumak..

e)   İslâm dışı yaşantılarına özenmemek, onları taklit etmemek, Müs­lümanlığın yüceliğini  kendi günlük yaşantımızla onlara  örnek ve model olarak sunmak..

Bunun  için   Büyük  Müfessir  Fahruddin   Razî,  Müslümanların  gayr-i müslimlerle olan ilişkilerinin üç ihtimal taşıdığını belirterek diyor ki:

1. Gayr-i müslim olan kişinin küfür ve inkârına razı olması ve bu açı­dan onu dost edinmesi.

Her Müslüman için bu tür bir ilişki ve dostluk kesinlikle haram kılı­narak yasaklanmıştır. Çünkü küfrü tasvip etmek küfürdür. Küfre rıza gös-

termek küfürdür. Bu bakımdan belirtilen ölçü ve anlamda bir ilişki kuran' müslümanın imân üzere kalması mümkün değildir. Meğer ki tevbe edip yeniden İslâm'a döne..

Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle açıklıyor:

«Ey İmân edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar bir­birlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse doğrusu o da onlar­dandır.» [124]

2.  Dünya işlerinde, dış görünüşü itibariyle onlarla güzel İlişkiler kur­ması.

Bu, dinimizce men'edilmemiştir. (Çünkü hem insan hakları, hem kom­şu hukuku yönünden bu kapının açık tutulması sünnete uygundur).

3.  Bu iki ilişki arasında bir yol tutması.

Şöyleki : Onlara karşı ya akrabalık, ya da duyulan sempati nedeniy­le -dinlerinin bâtıl olduğuna itikat etmekle beraber- sevgi beslemek, yar­dımcı olmak bu cümledendir.

Bu tarz bir ilişki küfrü gerektirmez, ancak mü'mine böylesine bir iliş­ki kurması yasaklanmıştır. Çünkü insanı bu ölçüdeki bir temas ve sempa­ti bazan onların yolunu beğenmeye, bazan da dinlerine karşı sempati duy­maya kadar çekip götürebilir. Bunun sonucu ise İslâm'dan çıkmaktır.

Kur'ân'da mü'min uyarılarak : «Kim bunu yaparsa, Allah'ın (dostlu­ğundan kopup O'nun) yanında hiçbir değeri kalmaz.»

Duyurulması, belirttiğimiz nedene dayanmaktadır.

Ancak onlardan bir kötülük geleceği ve bunun önüne geçmenin de mümkün olmadığı zamanlarda sırf zevahiri koruyup kurtarmak için belir­tilen şekilde bir ilgi ve sempati göstermekte bir sakınca yoktur. Çünkü kalbde onlara karşı ne dostluk, ne de bağlılık duygusu mevcuttur. [125]

 

Tarihî Bir Olay

 

Konumuzu biraz daha açıklığa kavuşturan tarihî bir olayı nakletmek­te yarar vardır:

Yalancı Peygamber Müseyleme, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin asha­bından yakaladığı iki kişiyi önüne alarak tehlikeli bir denemeden geçir­mişti. Önce birine sordu :

  Muhammed'in Allah peygamberi olduğuna şehadet ediyor musun? O şu cevabı verdi:

  Evet, evet, evet...

  Peki benim de Allah peygamberi olduğuma şehadet eder misin? diye sorunca, o yine :

  Evet, diye cevap verdi,

Bu yüzden öldürülmeyip serbest bırakıldı. Çünkü Müseyleme (Allah Iânet etsin) kendisinin Benî Hanîfe kabilesine, Muhammed'in de Kureyş Kabilesine peygamber gönderildiğini iddia ediyordu.

Sonra ikinci zata sordu :

  Muhammed'in Allah Peygamberi olduğuna şehadet ediyormusun? O zat:

  Evet, diye cevap verdi. Müseyleme tekrar sordu :

  Ya benim de Allah peygamberi olduğuma şehadet eder misin? O zat:

  Ben sağırım, ben sağırım, ben sağırım, diye cevap verince, Mü­seyleme onu öldürttü.

Durum Resûlüllah (A.S.) Efendimize haber verilince, üzüldü ve buyur­du ki: «Öldürülen, imân üzere gelip geçti, hakkı tasdik etti. Eriştiği esen­lik ona mübarek olsun.. Diğerine gelince : O, Allah'ın verdiği ruhsatı ka­bul edio kullandı. Bu yüzden ona vebal yoktur. (Çünkü kalbi imân ile ya­tışmış vaziyette bulunduğu halde sırf canını kurtarmak için diliyle onun peygamberliğini kabul eder gibi görünmüştü).» [126]

Çünkü Kur'ân'da bir başka yörde bu husus şöyle açıklanmıştır:

«Kalbi imân ile yatışmış olduğu halde, zorlanan kimse dışında, inan­dıktan sonra Allah'ı inkâr edip göğsünü küfre açanlar üzerine Allah'tan bir gazap vardır ve büyük bir azap da onlar içindir.» [127]

 

Korku Ve Şefkat

 

 «A'Iah sizi (asıl)  kendisinden korkmanızla uyarır. Sonunda gidiş Allah'adır.»

Allah'ın rahmeti gazabının önüne geçmiştir. Kullarının yanlış yolda yürüdüklerini haber verip onları uyardıktan sonra rahmet ve inayet kapı­sını açık tutar. Bu kapı her insana ölünceye kadar kapanmaz. Dönüş ya­pan olursa, sözü edilen kapıdan içeri alınıp kabul edilir. Çünkü Allah in­sanları, azâb etmek için değil, merhametinin en geniş havasını teneffüs ettirmek ve böylece onları ebedî mutluluğa eriştirmek için yaratmıştır. Ne var ki, bu mutluluğa erebilmenin bir takım yollan ve kuralları vardır. Dün­yaya ayak basan her insan bunları öğrenmek ve bilmek zorundadır. İn­san, aklı az da olsa yaradanının varlığını anlayabilir. Peygamberlerin ge­tirdiği esaslar bu anlayışı güçlendirip ona yön verir.

Küçük bir topluluğun bile, bir arada yaşayabilmeleri, hayatlarını sür­dürebilmeleri için bir takım kurallara muhtaç bulunduklarını anlatmaya gerek var mıdır? Bir lokma ekmeğe erişebilmek için nice hizmetlere, nice unsurlara gereksinme duyulmaktadır. Ebedî saadete erişmek de pek ko­lay değildir. Biraz gayret, biraz himmet ve hizmet ister. Rahmet güneşi her zaman etrafı aydınlatmaktadır; yeter ki gönül toprağı çoraklıktan kur­tulsun.

İşte konumuzun bir bölümünü oluşturan âyetle bu gerçeğe ışık tutul­makta ve insan aklına yardımeı malzeme sunulmaktadır:

«Allah sizi kendisinden korkmanızla uyarır. Şüphesiz ki Allah, kul­larına pek merhametli ve şefkatlidir.» [128]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ı yüce kudretinden, üstün saltanatından, mülkün yegane sahibi bulunduğundan söz edildikten sonra mü'minlerin inkarcıları dost edinmeleri yasaklandı ve böyle yapanların, yani gayr-i müslimlerle bir zorunluk olmadığı haide- dostluk kuranların Ailah ile il­gilerinin kesileceği, artık O'nun katında bir deaer taşımıyacaklan açıklan­dı.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'a dost olmanın, O'nun sevgisine erişmenin yolu ve yöntemi hatırlatılıyor; ilâhî rahmeti noksansız yansıtan, Allah ile kullan arasındaki engelleri kaldırmakla görevlendirilen Hazret-i Muham­med'in (A.S.) getirdiği esaslara, sergilediği sünnetlere uyulmadıkça Allah sevgisine kapı açmanın mümkün olmadığına işaret edilerek daha çok Ki­tap Ehli uyarılıyor. [129]

 

Meali  :

 

31—  De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sev­sin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

32—  De ki: Allah'a ve Peygamberine itaat edin; eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez,

 

İniş Sebebi:

 

El-Hasan ve İbn Cüreyc'e göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanın­da bir kabile halkı Peygambere gelerek:

  Ya Resûlellah! Biz Allah'ı seviyoruz, dediler. Bunun üzerine yuka­rıdaki âyet indi. [130]

İbn Abbas'a (R.A.) göre :

Kureyş Kabilesi Mescid-i Harâm'da putlarını sıralayıp iyice dikmişler ve üzerlerine devekuşu yumurtası asmışlar, kulaklarına da zînet takmış­lar, sonra da önlerine geçip secde etmişlerdi. Onların bu halini gören Re­sûlüllah (A.S.) Efendimiz :

  Ey Kureyş! andolsun ki, siz atalarınızın (İbrahim ve İsmail'in) şe­riatından ayrılmış, onlara ters düşmüşsünüz. Halbuki hem İbrahim, hem

İsmail İslâmiyet üzere idi.

Demekten kendini alamadı. Bunun üzerine Kureyşliler Ona şu cevabı verdiler:

— Bizim bu putlara ibâdetimizin, ya da tapmamızın sebebi, bizi Al­lah'a yaklaştırmalarını ummamızdır.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [131] Diğer bir rivayette ise şöyle deniliyor:

Yahudilerin «Biz Allah'ın evlâdıyız..», Hıristiyanların da «İsâ'yo tap­mamız sırf Allah'a olan soygımızdandır» iddialarına karşı yukarıdaki âyet inmiştir. [132]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim bizim hükmümüz ve iznimiz olmaksızın (din adına) bir şey orta­ya çıkarırsa, o şey merduttur (sahibinin yüzüne çevrilir, asla kabul olun­maz,)» [133]

«Din ancak Allah için sevmek ve yine O'nun için sevmemektir.» [134]

«Kim Allah'ın kendisini sevmesini istiyorsa, ona gereken: doğru söz­lü olmak, emâneti koruyup sahibine vermek ve bir de komşusuna eziyyet etmemektir.» [135]

«Allah bir kulunu sevmeye başlayınca Cibril'i çağırıp, «şüphesiz ki ben falan kulumu seviyorum, sen de onu sev..» diye emreder. Cibril de gök ehline şöyle seslenir: «Doğrusu Allah falan kulunu seviyor; sizler de onu sevin!,» Bunun üzerine gök ehli de o kulu sevmeye başlar.» [136]

«Ümmetimin hepsi cennete girer, ancak bundan kaçınan müstesna,..»

Bunun üzerine soruldu : «Kim cennete girmekten kaçınır?» Cevap verdi: «Bana itaat eden cennete girer; bana karşı gelen cennete girmekten ka­çınmıştır.» [137]

 

Allah'ı Kullarına Tanıtan Rahmet..

 

«Deki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun...»

Allah iki vasıtayla bilinip tanınır; Akıl ve Peygamber. Birinci vasıtayla bilip anlamak yeterli değildir. Varlık alemindeki çok mükemmel plân ve şaşmayan kanunların bir plâncının ve ebede uzanan ölçü ve anlamda bir kanun koyucunun varlığına delâlet ettiğini akıl yoluyla biiip anlamak müm­kündür. Ama o kudretin sıfatlan, emirleri, kullarından bekledikleri, dün­yayı insanlara hazırlamasının nedenleri, âhiretin varlığı bilinmemektedir. Bunları akıl değil, ancak peygamber haber verebilir. Peygamberin getir­dikleri akılla birleşince asıl yol ve amaç belirlenmiş olur.

O halde peygamber, ilâhî rahmeti ve O'nun kullarına olan buyruk' larını yansıtan bir ayna, O'nun kanunlarını haber veren bir alıeı-verici O'nu kullarına tanıtan bir rehber; kulluk görevinin anlamını ve ölçüsüni insanlara belleten bir öğretmendir.

Bu nedenle Allah'ın sevgisine erebilmenin tek yolu, peygamberi sev mek ve O'nun getirdiklerini gönülden benimseyip kabul etmek; ilâhî rah metin insanlıktan yana ışık ve enerjisini ondan almaktır.

Onun için Büyük Veli Sehl bin Abdullah et-Tüsterî (K.S.) diyor ki;

«Allah'ı sevmenin alâmeti, Kur'ân'ı sevip anlamaktır. Kur'ân'ı sevme­nin alâmeti, Resûlüllah (A.S.) Efendimizi sevmektir. Resûlüllah'ı sevme­nin alâmeti, Onun sünnetini severek yerine getirmektir.»

«Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamberi ve Sünnetini sevmenin alâmeti ise, âhi-reti sevmek, ona hazırlanmaktır. Âhireti sevmenin alâmeti kendini bilip sevmektir. Kendini sevmenin alâmeti, dünyanın aldatıcı oyalayıcı yanla­rını sevmemektir. Bunun da alâmeti, insanı amaca ulaştıracak kadarını helâl yoldan elde etmektir.»

Sonuç olarak:

Allah'a ve Peygamberine itaat, imân ve sevgi yolundan geçer. Bu ba­kımdan inanmıyani zorla inandırmaya çalışmak amaca götürücü değildir. Zorla sevdirmek yaklaştırıcı, birleştirici olmaz.

Kur'ân burada imân düzeyinde mükemmel bir metot sergilemekte­dir: Anlamak, inanmak ve sevmek veya : anlamak, sevmek ve inanmak.. Anlamadan, tanımadan sevgi olmaz. Bu ikisi gerçekleşmedikçe imân vü-

cut bulmaz.

O halde insanlara önce Allah ve Resulünü tanıtmak, anlatmak; son­ra onları sevmenin kalblere zevk ve heyecan verecek anlam ve ölçüde kapılarını açık tutmak, sonra da imân zevkini en doyurucu şekilde gönül­lere işlemek gerektir. Bu metot ilâhîdir; denenmiştir, başarıya götürücü­dür.

İşte Sevgili Peygamberimiz (A.S.)ın İslâm'a girenlere uyguladığı usûl budur. Bu noktaya erişildikten sonra, artık Allah'ın şu buyruğu hatırlatılır:

«Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.» [138]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ı  sevmenin yolu  belirtildi.  Peygambere uy­manın bu sevgiye açılan kapı ve Allah'a uzanan yol olduğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle bu kapı ve yoldan söz ediliyor; Allah'ın sevgi ve rahmetini kullarına yansıtan peygamberler ve daha çok İsâ Peygamberin annesi Meryem'in Allah'a sırf ibâdette bulunmak üzere nasıl adandığı, Allah'ın İmrân ailesine yönelen lûtfu, yetim bir kızın terbiye edilmesinin önemi, Allah'ı bilen ve O'na kul olmanın derin mânasını kavrayan anne­lerin yetiştirilmesinin önemi üzerinde duruluyor. [139]

 

Meali :

 

33-34— Şüphesiz ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını ve İm-rân ailesini seçip (kendi çağlarındaki) hanedan ve milletlere üstün kıldı. Bunlar birbirinden gelme aynı soydandır. Allah işiten ve bilendir.

35—  Hani İmrân'ın karısı: «Rabbim! karnimdakini her kayıttan uzak sadece ibâdette bulunmak üzere sana adadım. Bunu benden kabul buyur. Şüphesiz ki sen, sen her şeyi işitirsin, bilirsin,» demişti.

36—  Onu doğurunca, «Rabbim!» doğrusu ben onu kız doğurdum -Al­lah onun ne olduğunu daha iyi bilendir- erkek, kız gibi değildir ve doğru­su ben onun adını Meryem koydum. Şüphesiz ki, onu da, ondan gelecek nesli de, koğulmuş şeytandan   sana   sığındırırım»   diyerek hâlini arzet-mişti.

37—  Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul buyurdu ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi, Zekeriyya'yı ona bakmakla görevlendir­di. Zekeriyya ne kadar kızın bulunduğu mihraba girdiyse onun yanında yeni bir yiyecek buldu. «Meryem! bu sana nereden?» diye sorunca, o da: «Bu, Allah tarafındandır» dedi. Doğrusu Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğan her çocuk, akıkasina bağlı bir rehindir; yedinci günü akıkası kesilir, adı konulup saçı tıraş edilir.» [140]

Netekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz oğlu İbrahim doğunca yedinci günü akıka kurbanı kesti ve ismini İbrahim koydu.

«Hiçbir çocuk doğmaz kî, şeytan, doğduğunda ona dokunmuş olma­sın. Çocuk onun dokunmasından sesini yükseltip ağlar; ancak Meryem ve oğlu müstesna...» [141]

«Doğan her çocuğu, şeytan ya bîr, ya da iki kez sıkar; ancak İsâ ile anası Meryem müstesna...» [142]

Açıklama :

Hıristiyanlıkta, çocuk doğmadan ismi konulur. Gerçi bugün bu sün­net tatbik edilmemektedir. İslâm'da ise, çocuk doğduktan sonra yedi gün beklenir, yedinci gün akıka kurbanı kesilir, çocuğun adı konulur ve aile­sinin malî durumu müsaitse, çocuğun sacını traş ettirip ağırlığınca altın sadaka edilir. Bu, yukarıda mealini naklettiğimiz hadîslerden de anlaşıla­cağı üzere, sünnettir.

Topluma hayırlı bir insan yetiştirmenin ilk atılan adımları böyle baş­lar. Çocuğun körpe dimağı Allah ismiyle süslenir. Hafızasından silinmiye-cek bu güzel âdet ve sünnetlerle yetiştirilen çocuk devam eden dinî sün­netlerle gelişir. Doğarken sağ kulağına ezan, sol kulağına ikaamet- okun­masının anlamı ise çok derindir. [143]

 

İnsanlığın Hizmetine Sunulan Aileler

 

«Şüphesiz ki, Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını ve Imran ailesini (kendi çağla-rındaki) hanedan ve milletlere üstün kıldı.»

Kur'ân,peygamberlik şerefiyle gelişen bir mülkün yüksek değerini ve insanlıktan yana yararını açıklarken «Bunu ancak Allah dilediğine verir ve dilediğinden de çekip alır» cümlesiyle bağlamakta ve bu üstün şerefe lâ­yık görülenlerden birkaç örnek vermekte ve her peygamberin kendi çağın­daki insanlar arasından süzülerek seçildiğine, rasgele kimselere bu ilâhî emanetin verilmediğine dikkatleri çekmektedir.

İnsanlığın hizmetine sunulan büyük şahsiyetlerin kendi çağındaki insanlar arasından seçilip görevlendirilmesi kadar tabii ne olabilir? Sözü dinlenir, öğütleri tutulur, arkasından gidilir ve kendisine her bakımdan güvenilir bir kimsenin her yönüyle asil, şerefli, ruhen yücelmiş, ahlâkan doruğa yükselmiş olması gerekir. İşte peygamberlerin hepsi de bu vasıf ve hüviyettedirler.

Bundan çıkaracağımız sonuç şudur:

İnsanlara önder olacak, lider durumunda bulunacak ve yo] gösterici düzeyine gelecek, irşâd havasını estirecek kişilerin en temiz, en asil, en şerefli olması, kendisine dil uzatılacak acık kapılarının bulunmaması, her zaman tercih nedeni olmalıdır. Kur'ân'ın bilhassa bu hususa işaret etti­ğinde şüphe yoktur. Çünkü ilâhî âyetlerin hedefi, insanlara en doğru yolu göstermek ve bunu misal ve kıssalarla bir komprime haline sokup sun­maktır.

Âyetten anlaşılan diğer önemli bir konu da şudur:

Peygamberler arasında ortak vasıflar bulunmakla beraber, bir de her peygamberin kendine has özellikleri vardır ki bunların tamamını baş­ka insanlarda görmek mümkün değildir.

Ortak vasıflar:

1—  Peygamberlik eğitim ve öğretimle kazanılan bir meslek değildir. Allah dilediğine bu büyük emaneti verir.

2—  Peygamberler herkesten daha akıllı ve çok daha zekidirler. Ha­fızaları son derece güçlüdür.

3—  Üstün cesarete sahiptirler; ancak Allah'tan korkarlar.

Yüksek azim ve irâdeleri vardır, olaylar karşısında sarsılmazlar, bir an için sarsıisalar bile hemen kendilerini toparlıyarak Allah'a yönelir, tevbe ve istiğfarda bulunurlar.

5—  Kendilerine son derece hâkimdirler,  hislerine mağlûp olmazlar, nefislerinin peşine takılıp Hakk'ı unutmazlar.

6—  Dinî konularda  kendiliklerinden  konuşup hüküm vermezler; an-çak Allah'tan aldıklarını teblîğ ederler.

7—  Allah'tan aldıkları buyrukları, fazlalık ve noksanlık katmadan ol­duğu gibi Allah'ın kullarına ulaştırırlar.

8—  Günahlardan korunmuşlardır. Dünya işlerinde bazan hatâ yapa­bilirler. Bunun için kendilerine inanan akıllı kişilerle dünya işleri hakkında istişare ederler.

9—  Her insan gibi yerler, içerler, uyurlar ve evlenirler. Beşerî ihti­yaçlarını giderirler.

10—  Herkesten daha çok Allah'tan korkar, O'na karşı en üstün say­gıyı besler, günlük yaşayışlarında tam bir edep üzere bulunurlar.

11— Beşerî münasebetleri çok ölçülüdür. İnsanları kırmaz ve kusur­larını araştırmazlar, Affedicidirler. Merhamet ve şefkat onların değişmi-yen sıfatıdır.

Her Peygamberin Kendine Has Özellikleri:

Kur'ân'da hem konumuzu oluşturan âyetlerle, hem de birçok sûreler­de onların özelliklerine yer verilmiş ve bir takım örnekler sergilenmiştir. . Yukarıdaki âyetlerde birkaç peygamberin özelliğine kısmen dokunulmak­tadır:

Âdem Peygamber:

a)  Allah'ın kudret eliyle çamuru hazırlanmış ve ilâhî ruhtan kendisine

üflenmiştir.

b)  İlâhî sanatın ve bu sanatın bağlı bulunduğu sınırsız kudretin yü­celiğini temsil ettiğinden dolayı meleklerin ona secde etmeleri emredil­miş; şeytan bu emre karşı geldiğinden koğulmuştur.

c)  Allah her şeyin ismini ona öğretmiştir.

d)  Eşlik etsin diye Havva anamızı ondan yaratarak ona sunmuştur.

e)  Çileli bir hayat süzgecinden geçirmeden onu cennete koymuştur.

f)  İnsanların ilk babası olma şerefini ona vermiştir. Nuh Peygamber:

a)  Resullerin ilkidir.

b)  Cok uzun bir ömür yaşamıştır.

c)  Asırlarca bâtıl ile mücadele etmiş, hakk'ı ayakta tutmak için çır­pınıp durmuştur.

d)  Tuğyanın en kötüsünü işleyen ve artık ıslâhı mümkün görülmiyen inkarcıların -ilâhî kanun gereği- yok edileceklerini önceden haber vermiş ve bunun için de ilk gemiyi yapma bahtiyarlığına erişmiştir.

İbrahim Peygamber:

a)  Resûlüllah (A.S.) Efendimizin atası sayılır ve Kur'ân onun Hanîf dininden övgüyle sözeder.

b)  Mekke vadisinden insanları eğitecek, onlara ilim ve hikmet öğre­tecek bir peygamberin çıkması için duâ etmiştir.  Bu duası  Peygamber (A.S.)  Efendimizle ilgilidir.

c)  Kutsal şehir Mekke'yi kendi soyuna vatan seçmiş ve Kabe'nin te­mellerini yükseltme şerefine lâyık görülmüştür.

d)  Tevhîd akidesinin tohumlarını Mekke'ye ilk atan odur.

e)  Allah onu  kendine Halîl olarak seçmiş ve Nemrud'un ateşinden korumuştur.

f)  Oğlunu Allah'a kurban olarak adamış, bu adağını yerine getirmek­te tereddüt etmemiş, duygulu davranmamıştır. Böyleee Allah'a teslimiye­tin en güzel örneklerinden birini- ortaya koymuştur.

İsâ Peygamber:

a)  Babasız dünyaya gelme mu'cizesine mazhar olmuştur.

b)  Cebrail'in üflemesi sonucu annesi ona hâmile kalmıştır.

c)  Beşikte  iken   konuşmuş,  Allah'ın   kulu  ve  peygamberi  olduğunu söylemiştir.

d)  Ruhî yapısı çok gelişkin olduğundan ölüleri diriltmiş, kötürümîeri iyileştirmiş, körlerin gözlerini   açmıştır.   Elinde Cenâb-i   Hakk'ın yüksek kudretinin inayeti, dilinde ilâhî esrarın remzi vardı.

e)  Dünya ile âhiret, beden ile ruh, maddeyle mâna arasındaki den­geyi bozan İsrâiloğulları'na, ilâhî denge kanununu hatırlatarak onları bu dengeye kavuşturma pahasına büyük tehlikelere göğüs germiştir.

f)  En son  Peygamber Hazreti  Muhammed'in   (A.S.)  geleceğini açık bir dille haber vermiştir.

g)  Beden yapısı ruhî yapısına dönüşerek özel bir makama yükseltil­miş ve inmesi kıyametin en yakın ve en büyük alâmetlerinden sayılmıştır. [144]

 

Peygamberler Birbirinden Gelme Tek Bir Soydandırlar

 

Kur'ân bu âyetle daha çok Asya kıtasında ve daha çok Mezopotam-

ya'da ve çevresinde gelen peygamberlerin aynı soydan birbirlerini izle­diklerini haber vermektedir. Gerek Resûlüllah {A.S.) Efendimiz, gerekse İsrâiloğulları'na gönderilen Musa, Harun ve diğer peygamberlerin hepsi İbrahim Peygambere ulaşır. Müfessirlerimiz bu şecereyi tesbit edip kendi tefsirlerinde belirtmişlerdir. İbrahim Peygamber ise Nuh Peygamberin, o da Âdem Peygamberin soyundandır. [145]

 

Büyük  Peygamberlerin Asya'da Görevlendirilmesi

 

Kur'ân'ın açık beyânından anlaşılan şudur ki : Her kabile ve millete uyarıcı ve müjdeleyioi niteliğinde bir peygamber gönderilmiştir. Ama daha çok büyük peygamberler, kendilerine kitap ve şeriat verilenler Asya kı­tasından ve daha çok Mezopotamya ve çevresinden çıkmış ve bu kesimde görev yapmışlardır. Bunun nedeni açıktır:

a)  Asya dünya nüfusunun çoğunu barındırmakta idi. Elverişli ve ge­niş toprakları, insanların bu kıtada daha çok toplanıp barınmasına imkân hazırlamıştır. Bilhassa Mezopotamya tarih boyunca bir nice büyük dev­letlerin kurulmasına, medeniyetlerin vücut bulmasına beşik olmuştur.

b)  Ticarî kervanların en çok uğradığı ve en çok yollandığı ticarî mer­kezler Asya'da bulunuyordu.

c)  Bu nedenle dünyanın'diğer kabile ve milletleriyle haberleşme im­kânı Asya'da daha ileri bir düzeyde idi.

d)  M.Ö.  4000 yıllarından  itibaren  Sümerler,  Asurlular ve  Babİllerin yurdu ve yerleşme merkezleri Mezopotamya idi.

Bunun için Kur'ân diğer kabile ve küçük milletlere gönderilen uyarıcı ve müjdeleyici ölçü ve vasıftaki peygamberlerin isminden söz etmeğe ge­rek görmemiş, nüfusun çoğunu barındıran ve çevre ülkeler ve kıtalarda duyulma imkânını taşıyan Asya kıtasında görevlendirilen peygamberlerden, çoğunun isminden ve yaptığı mücadelelerden bahsetmiştir. [146]

 

Kur'ân'ın Hz, Meryem'e Geniş Yer Vermesi

 

Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli sûrelerinde Hz. Meryem'e ve oğlu Hz. İsa'ya yer verilirken bir sûrenin ismine de özel olarak Meryem Sûresi denilmiştir. Yalnız Meryem ismi 36 yerde geçmektedir.

Bu, önce peygamberlerin bağlı bulunduğu İmrân ailesinin İlâhî sınır­lar içinde nasıl bir feyiz, kaynağı olduğuna dikkatleriçekmekte vebu aile­den doğan çocukların Allah'a tertemiz birer kul olma potasında şekillen-dirildiklerini göstermektedir. Devam edegelen bu eğitimin son halkaları­nı Meryem oğlu İsâ Peygamber; Zekeriyya Peygamber ve onun oğlu Yah­ya Peygamber oluşturmakta, böylece İmrân ailesinin insanlıktan yana bü­yük hizmetleri dile getirilmektedir.

Şüphesiz ki Hz. Meryem kadar anası da Allah'a bağlı bulunuyordu. Ama niçin daha çok Meryem'den söz ediliyor? Bunun bazı nedenleri var­dır; onları sıralamadan önce hemen diyelim ki, İslâm, Kitap Ehliyle hep diyalog kurmak istemiş, onların peygamberlerinin kadr-u kıymetini lâyık oldukları ölçü ve anlamda dile getirerek kapıyı açık tutmuştur. Ne yazık ki Kitap Ehli bunun aksine o kapıyı hep kapatmaya ve kapalı tutmaya çalışmıştır.

Şimdi niçin Meryem?

a)  Hz. Muhammed'in (A.S.) gedeceğini müjdeliyen, kendisine inanan-îara en güzel haberi veren İsâ Peygamber'in rasgele kir kadından değil, soylu, temiz, kendini Allah'a vakfeden iffetli bir anneden dünyaya geldiği­ni bildirmek ve bir takım yanlış yorumlara imkân vermemek için...

b)  Hz. Meryem'in evlenmediği halde çocuk doğurması, muhakkak ki ilâhî mu'cizelerden biridir. İlâhî buyrukları tebliğe me'mur olan kadri yü-çe bir peygamberin şanına leke dokundurmamak için...

c)   İncil'in İsâ Peygambere, Yusuf adında bir baba ve birkaç tane de kardeş isnadının doğru olmadığını, bu kayıtların ve yakıştırmaların son­radan İncil'e ithal edildiğini haber vermek için... [147]

d)  Kendini iffet perdesi, imân cevheri ve annelik vekgrı içinde Allah'a bağlayan annelere her milletin her zaman çok, hem çok muhtaç bulun­duğunu örneğiyle anlatmak için...

e)  Kız çocuklarını güzel bir bitki gibi itinayla yetiştirmenin önemine parmak basmak; asil ve erdemli kişilerin daha çok fazilet örneği dindar kadınların kucağında yetişip büyüdüğüne dikkat çekmek için...

f)  Yetim kalan çocukların, özellikle kız çocuklarının en ehil terbiye­cilere teslim edilmesini hatırlatmak ve Zekeriyya Peygamberi buna örnek göstermek için...

Günümüzde anasız-babasız, ,ya da ailesinden herhangi bir nedenle kopmuş binlerce kimsesiz çocuk kendi kaderine terkedilmiş vaziyettedir. Kur'ân 1400 yıl önce kimsesiz çocukların bakımı ve eğitilmesi konusuna değinmiş, Hz. Meryem'in Zekeriyya Peygamber'in terbiyesinde yetiştiril­diğini örnek olarak vermiştir.

Böyleee Kur'ân ülkelerin geleceğiyle ilgili bu çok önemli konuya par­mak basmaktadır. Amaç bu olmasaydı, Meryem'in Zekeriyya Peygambe­rin himayesine verilmesinden bahsetmeye gerek olmazdı. [148]

 

Meryem'e Sunulan Rızık

 

«Zekeriyya ne ka­dar kızın bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu.»

Âyetin bu bölümü üzerinde farklı yorumlar yapılmıştır:

a)  Allah tarafından verilip melekler tarafından sunulan yiyecek mad­deleri,

b)  Allah tarafından, yazın kış meyveleri, kışın da yaz meyveleri ni­teliğinde verilen rızık,

c} Yeni yeni bilgiler,

Zekeriyya Peygamber her ne zaman Meryem'in bulunduğu mihraba girse ondan yeni bilgiler edinirdi.

d)  Kendini mabede adayanlara dindar kimseler tarafından her gün gönderilen yiyecek maddeleri,

e)  İnanmış halkın Allah rızası için gönderdiği yiyecek maddelerinde bir feyiz ve bereket her an göze çarpmaktaydı.

Bunun bir benzeri Resûlüllah (A.S.) Efendimizle kızı Hz. Fatıma (R.A.) arasında cereyan etmiştir, Hafız Ebû Ya'lâ ile İbn Kesîr'in tesbitlerine gö­re : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz birkaç gün yiyecek adına bir şey bulama-dı,~aç kaldı. Evine uğradı, bir şey olmadığını görünce kızı Fatıma'nın evi­ne uğradı. Yiyecek bir şey olup olmadığını sordu. O da nemli gözleriyle bfr şey bulunmadığını söyleyince Efendimiz geri döndü. Tam bu sırada, komşularından biri iki ekmekle bir parça eti Hz. Fatıma'ya gönderdi. Aile­ce aç oldukları halde ellerini dokundurmadılar, Resûlüllah (A.S.) Efendi­mizi çağırdılar. Hz. Fatıma (R.A.), hediye olarak gönderilen ekmek ve eti büyükçe bir tencereye koymuş, üzerini örtmüştü. Efendimiz geldiğinde tencereyi alıp Onun huzuruna getirdi. Örtü açılınca o büyük tencerenin ağzına kadar et ve ekmekle dolu olduğu görüldü. Bunun üzerine Efendi­miz (A.S.) sordu :

  Fatıma! bunlar sana nereden geliyor? O da şu cevabı verdi:

  Allah tarafından. Çünkü Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

Bu cevaba çok memnun olan Efendimiz (A.S.) şöyle hamdederek kı­zının Allah'a olan güzel teslimiyetini övdü : «Allah'a hamdolsun ki, seni, İsrâiloğullari'mn kadınlarının baştacı sayılan Meryem'e benzetmiştir.»

Akait :

Meryem ile ilgili anlatılan bu olay, bize ikinci bir hususu hatırlatmak­ta ve böylece İslâm akidesindeki ihtilaflı bir konuyu aydınlatmaktadır: Kadınlar da velilik mertebesine yükselebilir, gerektiğinde keramet göste­rebilirler.

Meryem   ismi :

İbrânicede Meryem, âbide, yani kendini ibâdete veren kadın, demektir. Zaten annesi de onu sırf Allah için ibâdette bulunmak üzere adamıştı. Doğunca adağına uygun gelen ismi ona koymuş ve öylece ma­bede vermişti. [149]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Meryem'in Allah'a olan güzel teslimiyeti ve peygamber annesi olmaya lâyık davranışı anlatıldı. Faziletli bir neslin an­cak fazîlet örneği annelerin kucağında yetişip vücut bulacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle Meryem'i yetiştirip korumakla görevli olan Zeke-riyya Peygamberin, bu arada ne kadar mihraba girdiyse Meryem'i Allah'a kulluğun ferahlatıcı havası içinde bulduğu anlatılıyor. Sonra da onun bu güzel haline gıpta eden Zekeriyya Peygamberin böylesine seçkin ve sü­zülmüş bir evlâda sahip bulunmadığına hayıflanarak kalbini Allah'a dön­dürüp duâ ve niyazda bulunduğu, tertemiz bir soy isteğini dile getirdiği açıklanıyor. [150]

 

Meali  :

 

38—  İşte orada Zekerıyya Rabbine duâ ederek dedi ki: Rabh'm! ba­na kendi katından temiz bir soy bağışla. Şüphesiz ki sen duayı işitirsin.

39—  Bunun   üzerine  Zekeriyya   mihrabda   namaz   kılarken   melekler ona seslendi: Allah'tan bir kelime (olan İsâ)yı tasdik edici, baş olmaya lâyık, son derece nefsine hâkim, iffetli ve iyilerden'bir peygamber oimak üzere Allah Yahya'yı sana müjdeliyor.

40—  Zekeriyya (bu müjdeyi alınca) dedi ki: «Ey Rabbim! oğlum na­sıl olur? Gerçekten bana yaşlılık gelip çattı, karım da kısırdır.» Allah ona: «Öyledir ama, Allah dilediğini yapar» buyurdu.

41—  (Zekeriyya);   «Ya Rab! bana bir alâmet ver»   diye niyaz etti.

Allah da ona: «Alâmetin, üç gün -işaretle anlaşma dışında- insanlarla ko-nuşmamandır. Bir de Rabbini çokça an ve akşam sabah teşbihte bulun,» buyurdu.

,

İlgili Hadîsler

 

«Ana babanıza iyilikte bulunun ki çocuklarınız da size iyilikte bulun­sun. İffetli olun ki kadınlarınız da iffetli, namuslu davransın.» [151]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin'i diz­lerine oturtup onları bağrına bastı ve şöyle dedi: «Allahim! Bunlara mer­hamet et; çünkü ben ikisine karşı çok merhamet ve şefkat duymakta­yım.» [152]

Bedevinin biri. Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! siz çocukları sevip öpüyorsunuz değil mi? Biz onları hiç öpmeyiz (sevip okşamayız).

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) şu cevabı verdi:

  Allah senin kalbinden merhameti çekip alırsa ben oraya merha­met yerleştirebilir miyim? [153]

«Kişinin kendi çocuğunu güzel eğitmesi(nin her dakikası) bir sâ' (3.400 kg) sadaka vermesinden daha hayırlıdır.» [154]

«Hiç bir baba çocuğuna güzel edep ve terbiyeden daha üstün bir he­diye vermiş olamaz.» [155]

 

Zekeriyya Peygamberin Özentisi

 

«IŞte orada Zekeriyya Rabbine duâ etti..»

Kur'ân bu olayı nakletmekle çok önemli bir konuyu mü'minlerin göz­leri önüne sergiliyor:

Güvenilir bir terbiyeci olan Zekeriyya Peygamber, eğitip yetiştirdiği, koruyup büyüttüğü Meryem'in o güzel halini, gıpta edilecek davranışlarını görünce topluma iyi bir anne kazandırdığını bir kez daha kafasından geçirdi. Böylesine temiz, iffetli ve hakkı hak bilen, bâtıldan yüzçeviren bir evlâda sahip olmayı gönülden arzuladı. Çünkü bir babanın geriye bıraka­cağı en güzel miras, en yararlı tereke, insanlığa feyizli hizmetlerde bulu­nacak, topluma huzur ve mutluluk havası estirecek temiz bir evlâttır. He­lâl bir serveti Allah'a inanan temiz bir evlâda bırakmak ne güzel saadet, haram malı kötü bir evlâda bırakmak ne felâket; helâl malı inkarcı bir ev­lâda bırakmak ne büyük gaflet!.

İşte Zekeriyya Peygamberin insanlıktan yana çarpan merhamet dolu kalbi yaşlı olmasına ve karısının da kısır bulunmasına rağmen tam bir teslimiyet içinde temiz bir soy istemesinin nedenlerinden biri budur.

Kur'ân en yüksek hikmet doğrultusunda konuyu işjerken mü'minlere en sağlam düşünce ölçüsünü sunmaktadır. Bir müslümanın farz ibâdetler­den sonra en önemli görevi, topluma imanlı, tertemiz, vicdanen gelişmiş adam kazandırmaktır. Zekeriyya Peygamberin temiz bir soy isteğiyle il­gili bölüme yer verilmesinin sebep ve hikmetlerinden biri budur, [156]

Fikir adamı Halil CİBRAN, çocuk konusunda pedagoglara ışık tuta­cak anlamda şu veciz sözü söylemiştir:

«Çocuğa sevginizi verebilirsiniz, fakat düşüncelerinizi vermeniz çok zor. Çocuk sizin değil, toplumundur. Doğan her çocuğu ana-babası kendi yaylarına bir ok gibi yerleştirip toplumun içine atarlar. Çocuk nereye dü­şerse oranın rengini, ölçüsünü ve karakterini alır.» [157]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

 «Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı...» üzerine

yorumlar:

a) İsâ Peygamber, Âdem (A.S.) hariç diğer peygamberler gibi bir karı-kocanın evlenmesinden meydana gelmemiştir. O sadece Allah'ın en­gel kabul etmiyen «Ol!» emriyle ana rahminde vücut bulmuştur. Bu emre Kur'ân «Allah'tan bir kelime» demektedir.

O nedenle ona «Kelimetullah» veya «Kelimetün minellah» payesi ve­rilmiştir. Nitekim İsâ Peygamberi ilk tasdîk eden Yahya Peygamber olmuş-böylece Zekeriyya'ya va'dedilen evlâdın Allah'tan bir kelime'yi tasdîk edi­ci olduğu gerçekleşmiştir.

b) Allah'ın insanlıktan yana açmış olduğu yol üzerinde bulunan Yah­ya Peygamber, bu uğurda canını vermekten çekinmemiş, büyük dâvala­rın büyük himmetler, sabırlı ve azimli çalışmalar istediğini bir kez daha ortaya koyup kanıtlamıştır.

«Seyyid = baş olmaya lâyık..»

a)  Yumuşak güzel huylu,

b)  İlim ve ibâdette başta gelen,

c)   İyi huylu takva sahibi,

d)  Dinde çok anlayışlı ve bilgili,

e)  Halkın önderi, dinde imam.

f) Öfkesine yenilmiyen, çok sabırlı olan,

g) Soylu, şerefli,

h) Allah katında fazilet düzeyinde bulunan.,.

«H a s û r — son derece nefsine hâkim»

a)  Kadınlara hiç yaklaşmayan,

b)   Cinsel kudreti hiç olmayan,

o) Günahlardan korunmuş bulunan,

d)  Nefsini şehevî şeylerden korumasını bilen,

e)  Her türlü hayasızlık ve edep dışı şeylerden korunan,

f)  Nefsini frenlemede başarılı olan...

Son dört mâna ve yorum maksada ve bir peygamberin şahsına ma-kes olarak daha uygun görülmüştür. Allah daha iyisini bilir. [158]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle inanmış bütün kadınlara örnek olma düzeyinde bulunan Meryem'den, O'nun Hakk'a teslimiyetinden, Zekeriyya Peygam­berin gıptasını çekecek olgunluk ve takvasından söz edildi.

Aşağıdaki ayetlerle, Meryem'in her konuda olduğu gibi ibâdet ve kulluk, konularında da Allah'ın geniş lûtfuna erdiği, namaz gibi günlük ibâdetlerini tavsatmadığı, bu yüzden çağının kadınlarından üstün tutuldu­ğu açıklanmakta, Müslüman kadınların dikkati çekilerek inanan bir kadın için Allah dostu olmanın bütün kapılarının açık bulunduğu hatırlatılmakta

ve böyle olan kadınların ne kadar saygıdeğer olduğu anlatılmak isten­mektedir. [159]

 

Meali  :

 

42—  Hani bir de melekler: «Ey Meryem!» demişlerdi, «doğrusu Al­lah seni seçip beğendi, süzüp tertemiz kıldı ve seni (çağındaki milletlerin) kadınlarından üstün tuttu.»

43—  «Ey Meryem! saygı dolu bir gönülle huzurda durup Rabbine ibâ­dete devam et; secdeye kapan ve rükû' edenlerle beraber rükû'a var.»

 

İlgili Hadîsler

 

«(Kendi çağında) kadınların en hayırlısı İmrân kızı Meryem'dir ve yi­ne kadınların en hayırlısı Huveylid kızı Hatice'dir.» [160]

«Erkeklerden kâmil (olgun-ermiş) olanlar çoktur. Kadınlardan kâmile (olgun ve ermiş) olanlar ise İmrân kızı Meryem, Fir'avn karısı Âsiye'dİr. Âişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü,    sirîd'in diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.» [161]

«Dünyanın en hayırlı kadını (veya dünya milletlerinin en hayırlı kadın­ları) dört tanedir:

1.  İmrân kızı Meryem,

2.  Fir'avn karısı Mezahim kızı Asiye,

3.  Huveylid kızı Hatice,

4.  Muhammed kızı Fatima...» [162]

«Cennet ehli kadınlarının en üstünü, Huveylid kızı Hatice, Muhammed kızı Patıma, İmrân kızı Meryem ve Fir'avn karısı Âsiye'dir.» [163]

«Dünya milletleri kadınlarının en üstünü Huveylîd kızı Hatice, Mu­hammed kızı Fatıma, İmrân kızı Meryem, Firavn karısı Mezahim kızı Âsi­ye'dir.» [164]

 

Hz. Meryem Peygamber Midir?

 

Hiç şüphe yok ki, insanların en kâmili (olgun) peygamberlerdir. Sonra sırasıyla sıddîkler, şehitler, velîler ve sâlihlerdir. Bu ölçü ortaya konulun­ca, deniliyor kî, hadîste geçen «Kemal Mertebesinden peygamberlik kas-dediimiştir. O halde Meryem ile Asiye de peygamber olabilirler. Nitekim bu hususta hüküm verenler olmuştur, imam Kurtubî diyor ki: «Sahîh olan şudur ki, Meryem peygamberdir. Çünkü Allah diğer peygamberlere vah-yettiği gibi melek vasıtasıyla ona da vahyetmiştir. Asiye'ye gelince, onun peygamberliğine açık bir delil yoktur. Sadece sıddîka ve fazîietli bir mü'-mine kadın olduğu bildiriliyor.» [165]

Ne var ki VAHİY kelimesi terim olarak birkaç anlamda kullanılmıştır. Meryem'e melekler vasıtastyia yapılan vahiy'den hangi mâna kasdedil-miştir; bunu kesin olarak belirlemek zor olmakla beraber, çoğu ilim adam­larına göre, İLHAM anlamına gelen vahiydir.

Vahiy :

a)  Melek Cebrail'in peygamberlere,    kendine   has   anlam ve ölçüde seslenmesi, ya da konuşması demektir.

«Senden önce kasabalar halkından kendilerine vahyedip peygamber olarak gönderdiğimiz kimseler de ancak birtakım adam­lardı.» [166] mealindeki âyet bu mânaya delâlet etmektedir.

b)   İlhamda bulunma anlamına gelir.  Kur'ân'da  «Musa'nın anasına : Çocuğunu emzir...... diye variyettik, yani il­hamda bulunduk.». [167] mealindeki âyet bunu ifâde etmektedir.

c) Murat olan mânayı kalbe ve içe ilka etmek mânasına delâlet eder.

Kur'ân'da «Yeryüzü o gün -Rabbı ona vahyettîği içinhaberlerini anlatır da anlatır.» mealindeki âyet bu mânayı yansıtmakta­dır. [168]

d) İşarette bulunmak anlamında kullanılır, «Bunun üzerine Zekeriyya, mihrabdan çıkıp kavmine, sabah-akşam tesbîh edin! diye vahyetti, yani işarette bulundu.» [169]

Bu nedenle Meryem'in büyük evliyadan olduğunda hiç şüphe yoktur. İslâm akaidinin esaslarını koyan ilim adamları kadından peygamber gön­derilip gönderilmediği hakkında farklı görüşler ortaya koymuştardır. Al­lah daha iyisini bilir. [170]

 

Kur'an'ın Sunduğu Örnek Kadın

 

«Ey Meryem! saygı dolu bir gönülle huzurda durup Rabbine ibâdete devam et......»

Kur'ân'da Meryem'in ibâdetinden, hatta özel hayatının bazı bölümle­rinden ve Hakk'a olan kayıtsız teslimiyetinden söz edilirken daha çok üç önemli hususa dikkatlerin çekilmesi istenmiştir:

a) Hıristiyan âleminin de üstün saygı beslediği Hz. Meryem, cidden bütün kadınlara örnek olacak bir düzeydedir. Meryem'in yalnız pazar gün­leri değil, normal günlerde de kendine has odasında, ya da mabedin yük­sekçe bir yerinde ibâdet ettiği, namaz kıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca ken­di başına ibâdet ettiği gibi cemaat halinde de ibâdete devam ettiği açıkça belirtiliyor. Bu, kadının ibâdet konusunda da toplum arasındaki yerini be­lirlemekte ve onun gıpta edilecek davranışlarından birini sergilemektedir, Böylece inanan kadınların günlük ibâdetlerinde Allah'a yakın olmanın de­rin anlamı mevcuttur.

b) Meryem'in günün belli saatlerinde ibâdet etmesi ve cemaate ka­tılması, Hıristiyanlıkta ibâdetin yalnız pazar gününde: yapılmasının ciddi bir dayanağı olmadığını göstermektedir. «Mihrab»! sözlükteki manasıyla yorumlayacak olursak; Meryem'in ya Beytü'l-Makdis'in yüksekçe bir ye­rinde, ya da Zekeriyya Peygambere ait evin ibâdete ayrılmış üst kısmın­daki bölümde ibâdet ettiği tahmin edilmektedir.

a) Müslüman kadınlarına, kendini Allah'a adayan ve belli saatlerde ibâdetini tam bir huzur ve saygı duygusu ile yerine getiren bir kadının Al­lah katındaki şerefli yeri, diğer kadınlardan üstünlüğü hatırlatılıyor. Bu­nun aksine kendini dünya hayatının aldatıcı ve oyalayıcı havasına verip gününü gün etmeye çalışan ve bu arada Allah'ı ve âhiret gününü unutan; bu anlayış ve yaşayış içinde kocasının kazancının çoğunu kendi süsüne harcayan kadının ise, ne kadar Hakk'tan gerilerde kaldığını, yetişmekte olan kuşağa olumlu hiçbir örnek davranış sunmadığını anlatmaya gerek var mıdır?

İşte Kur'ân inanan kadınlara Meryem'i örnek göstererek geniş rah­met kapısını açık tutmakta ve insanların dindar, iffetli, faziletli,olgun ka­dınlara ne kadar çok muhtaç bulunduğunu en veciz sözlerle işlemektedir. [171]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Peygamberlerin daha çok birbirinin soyundan geldiği belirtildikten sonra İmrân ailesi ve ondan önce İbrahim hanedanı söz konusu edilerek kendi çağlarındaki millet ve kabilelerden üstün tutuldukları ve nice ilâhî lûtuflara eriştikleri açıklandı. Sonra Hz. Meryem'in mabede adanmasın­dan, Zekeriyya Peygamberin onu yetiştirip korumakla görevlendirildiğin­den, bu nedenle Meryem'in inanan bütün kadınlara örnek bir düzeyde bu­lunduğundan  parçalar sergilendi.

Aşağıdaki âyetle, verilen bu bügi ve haberlerin Hazreti Peygambere ancak vahiy yoluyla bildirildiği açıklanıyor. [172]

Meali :

 

44— işte bu sana vahyettiğimtz, gayb haberlerindendir. (Yoksa) Meryem'i kim himayesine alıp onu koruyacak diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Bu hususta) tartışırlarken de yanla­rında bulunmadın.

 

Kur'ân İncil'i Tashih Ediyor

 

Kur'ân-ı Kerîm Meryem'le ilgili bilgileri çok özlü noktalara dokunarak verirken, bu arada İncil'de meydana gelen hem değişiklikleri, hem de ka­palı tarafları düzeltip ortaya çıkarmaktadır. İncil'de Meryem'den yer yer söz edilir. Zekeriyya Peygamberin hanımı Elisabeth'Ie görüştüğü açıkla­nır, fakat Zekeriyya tarafından terbiye edilip korunduğuna, mabede ken-.dini ibâdete verdiğine, soylu bir ailenin kızı olduğundan eğitilmesi konu­sunda yakınlarının tartıştığına ve bu yüzden kur'aya başvurduklarına pek dokunulmaz. Ümmî bir peygamber olan, hiçbir okula gitmiyen, çok cahil bir ülkede doğup büyüyen Hazreti Muhammed'in bu geçmişle ilgili konu­ları ayrıntılı, ayrıntısız bilmesine imkân yoktur. Kaldı ki Kur'ân'ın nakletti­ği ve haber verdiği hususları daha önce anlatan bir kitap da yazılmamış­tı. O halde Hazreti Muhammed'in (A.S.) "Meryem ve ailesi konusunda ver­diği bilgiler tamamen ilâhî vahye dayanmaktadır.

İşte Kur'ân bu hakikati bir kez daha açıklamakta ve onun Hak Pey­gamber olduğuna delil saymaktadır.

Neden Kur'âya başvurulmuştur?

Ruhî yanı çok güçlü olan ve doğumu büyük bir mu'cize sayılan İsâ Peygamber'e anne olacak,bu asil kızı (Meryem'i) alıp eğitmek, koruyup

büyütmek için neden kur'aya başvurulmuştur? Bize göre bunun nedeni açıktır:

a)  Babası İmran, kendi kabilesinin başı ve söz sahibi bulunuyordu. Ölümünden sonra onun aziz hatırasına saygı göstermek için kızını eğit­meyi kendilerine büyük bir şeref sayıyorlardı.

b)  Hz. Meryem tamamen Allah'a ibâdete adanmrş bir kızdı. Çağında­ki mü'minler böylesine mübarek  bir kızı  besleyip  büyütmeyi,  eğitimiyle meşgul olmayı bir ibâdet kabul ediyorlar ve bu yüzden onu tanıyanların çoğu buna istekli çıkıyordu.

c)  İleride bir peygambere anne olacağı tahmin ediliyor, bu yüzden her inanan kişi bu kudsiyetten payını almak istiyordu. [173]

 

Kur'a

 

Kur'ân'da ve İslâm Şeriatında kur'aya yer verildiğine işaret ediliyor. özellikle tam eşit biçimde paylaşılması mümkün olmayan şeylerde, ada­leti sağlamak, pay sahiplerini haklarına razı etmek için kur'aya başvur­manın sünnet olduğunu kabul edenîer çoğunluktadır. Nitekim İmam Kur-tubî bu yolda bir kur'aya başvurmanın cumhur-i fukahaya göre sünnet ol­duğunu özellikle belirtmiş ve Ebû Hanîfe ile arkadaşlarının bu görüş ve içtihada katılmadıklarını ayrıca açıklamıştır. [174]

Ne var ki, İbn Münzir, Ebû Hanîfe'nin kur'âyı tecviz ettiğini rivayet et­miş ve böylece kapalı bir hususu açığa çıkarmıştır. Ebû Ubeyde ise, şu üç peygamberin kur'aya yer verdiğini kaydediyor: Yunus, Zekeriyya ve Mu-hammed (SAV.).

Buharî «Babu'I-Kur'ati Fi'l-Müşkilat» başlığı altında buna ayrı bir bö­lüm ayırmıştır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bilhassa sefere çıkarken beraberinde götüreceği hanımı için Ezvac-ı Tahirat arasında kur'a çektiği, sahih riva­yetlerle sabit olmuştur. [175]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle geçmiş peygamberlerin örnek alınacak durumların­dan, ibretli safhalarından ve sonra İmrân ailesinin Allah'a olan teslimiye­tinden, Allah katında seçkin bir kadın olan Hz. Meryem'den önemli parçalar naklettikten sonra, bu bilgilerin belirtilen mana ve muhtevada baş­ka bir yerde yazılı bulunmadığına dikkatler çekiliyor. Son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) bunları bilmesine imkân olmadığı, ama kendisine ge­len vahiy ile haberdar edildiği hatırlatılıyor ve böylece bu ve benzeri kıs­salar da Peygamberin Allah tarafından gönderilen hak nebî olduğuna belge gösteriliyor.

Sonra yine Meryem ve İsâ ile ilgili çok önemli safhalara kapı açılıyor.. İsa'nın babasız doğmasının ve gösterdiği altı yedi kadar büyük mu'cizenin Allah'ın sonsuz kudretine delâlet ettiğine işaretler yapılıyor. Bu arada in­san ruhunun ne kadar güçlü ve ilâhî feyiz ve kudrete mazhar bulunduğuna delil olarak Hz. İsa'nın ruhî yapısının ölüleri diriltecek kadar güçlü bulun­duğu bir örnek olarak ortaya konuluyor. [176]

 

Meali :

 

45—  Melekler bir de şöyle demişlerdi: «Ey Meryem! Allah seni ken­dinden gelen bir kelimeyle müjdeliyor ki ismi Meryem oğlu Mesih İsa'dır; dünya ve âhirette şerefli ve itibarlıdır; ayni zamanda Allah'a çok yakın­lardandır.

46—  Beşikte de, yetişkin çağında da insanlara konuşacaktır ve O iyilerden, yararlılardandır.

47—  (Bunun üzerine) Meryem dedi ki: «Ey Rabbim! bana bir insan dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir?!» Ona denildik!: Öyle ama, Al­lah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da oluverir.

48—  Aliah ona kitab (okuma yazmayjı, hikmeti ve Tevrat ile İncil'i öğretir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Yeni doğan   çocuklardan ancak İsâ ile Sahib   Cüreyc   konuşmuş­tur.» [177]

«Beşikte ancak üç çocuk konuşmuştur: İsâ, Cüreyc zamanında bir çocuk ve bir de başka bir çocuk...» [178]

 

Bakire Bir Kızın Doğurması

 

«Şüphesiz ki, Allah seni kendinden gelen bir kelime ile müjdeliyor...»

Doğuştan bir kısım özellikleri kendinde taşıyan Hz. Meryem'in bir er­kekle cinsel yaklaşmada bulunmaksızın gebe kalması ve İsa'yı doğurması büyük mu'cizelerden biridir. Ne var ki bakire bir kızın böyle bir mu'cizeye

yavaş yavaş alışması, ruhî bir yaklaşım içinde bulunması gerekir. İşte Kur'ân'da sözü edilen olayın bu ölçü doğrultusunda İlâhî metodun mü­kemmel uygulamasıyla geçirdiği safhalar sıralanıyor; diğer bir deyimle, pedagojik bir yol izlenerek basamak basamak sonuca varılıyor:

1.  Meryem önce mabede adanıyor ve böylece küçük yaştan itibaren ruhanî bir havaya adapte ediliyor.

2.  ZeKeriyya Peygamberin terbiyesine veriliyor; insan ruhunu gelişti­ren, Allah ile kulları arasındaki nefs ve şeytan engelini kaldırmakta bilgili ve başarılı olan bir peygamberin sistemli ilgi ve eğitimi onu olgunlaştırı-yor.

3.  Çevresindeki mü'minlerden yakın sevgi ve İlgi görmesi, hergün meleğin ilhamıyla yeni yeni bilgiler edinmesi, onu Allah'a daha çok bağ­lıyor; manevî yapısı meleğin ilhamıyla köklü bir güç ve sabra dayalı bir azim kazandırıyor.

4.  Kendi çağındaki kadınlardan seçilip süzülüyor, İç temizliğine, gö­nül sofasına eriyor.

5.  Günlük, haftalık ibâdetine devam etmesi; Allah'a rükû' edenlerle beraber rükû' etmesi çevresiyle dinî yönden daha iyi kaynaşmasını sağ­lıyor.

Böylece kademeli biçimde tecelli eden ve Meryem'in ruhunu, kalbi­ni, dimağını, İsa'yı babasız doğurmaya hazırlayan ilâhî metot bu yolda sürüp gidiyor.

Yukarıdaki âyetle, bilhassa sözü edilen Kelime (İsâ)nın ortaya çıkı­şından, özelliklerinden ve nasıl bir görev yüklendiğinden söz ediliyor. [179]

 

Ama Niçin Babasız?

 

«Meryem dedi ki: Ey Rab­bim! bana bir insan dokun mam işken nasıl çocuğum olabilir?»

Bunun birçok nedeni ve de hikmeti vardır. İdrâkimizin erişebildiği ka­darını sıralamamızda yarar görüyoruz:

a) Musa  Peygamberin vefatından  sonra  İsrâiloğulları  yavaş yavaş ahireti unutup kendilerini dünya saltanatının cazibesine kaptırdılar. Böylece dünya ile âhireti paralel yürütmedeki denge iyice bozuldu. Beden ile ruh arasındaki bağlar hayli zayıfladı. Madde ön plâna alındı. Başka mil­letlere köle nazarıyla bakıldı. Yahudi tekelciliği altın ve tefecilikle kayna­şıp bütünleşti. Bu dengeyi sağhyacak, onları tekrar eski ruhlarına döndü­recek bir mürşide büyük ihtiyaç vardı. Ama o mürşidin ruhî yapısı çok güçlü olacak, dünyaya sırtını çevirip yüzü âhirete yönelik bulunacaktı.

b)  Musa  Peygamberin gösterdiği  mu'cizeleri zaman zaman  hatırla­yan İsrâiloğulları'na günün gelişen şartlarına uygun, dikkatleri daha çok çekecek anlamda birkaç mu'cize gösterecek bir resul bekleniyordu.

c)  Birçok milletlerin maddeye tapmasını önleyecek, hic olmazsa ara­da tampon olacak, aynı zamanda ilâhî kudreti yansıtacak bir kurtarıcının çıkması gerekiyordu.

d)  İnsanın sadece et, kan ve kemikten ibaret olmadığını, onu insan yapan faktörün daha çok ruhî yapısı  bulunduğunu,  inanmıyanlara açık bir âyet, inandırıcı bir belge ile kanıtlayıp sunacak bir peygambere lüzum vardı, işte Kur'ân'da bu hikmetlerin tümü bir cümlede özetlenerek denili­yor ki: «Onu (İsa'yı) insanlara (kudretimizin yüceliğine delâlet eden müs­tesna) bir belge ve bizden bir rahmet olarak sunacağız.» [180]

Bunun için diyebiliriz ki, İsa'nın babasız dünyaya gelmesi, insan ru­hunun hem varlığını, hem kudret ve yüceliğini ortaya koymuştur. Bunun ikinci bir yararı, Meryem'i kötü sanılardan, iftira ve küçültücü sözlerden korumak, onun iffetli, tertemiz bir bakire olduğunu isbat etmektir.

Böyle bir doğumun bilinen kanunlarla bağdaşmaması:

Mu'oize, âdet perdesini yırtıp geçen, bilinen kanunlar dışında cereyan eden bir ofay demektir. Ayrıca bir şeyin kendi türünde ilk başlangıç olma-sıda bir mu'cizedir. Onun yaratılmasında da bilinen kanunlar câri değildir. O halde varlıkta ilk yaratılan ve türüne başlangıç teşkil eden şeylerin ya­ratılmasında kevnî (var olma) sebeplerin ve biyolojik ölçülerin yeri yok­tur. Âdem Peygamber -ilk insan olarak- belirtilen kanun ve ölçülerin dı­şında, bizim henüz bilmediğimiz kanunlarla yaratılmıştır ki bu, insanların alışageldiği, tesbit edip eriştiği kanunlardan çok başkadır.

îsâ, kendi türünde ilk yaratılan bir başlangıç değildir, ama başlangıca benzer olduğunu inanmıyanlara göstermek ve inananların da inancını artırmak için bir örnek olarak sunulmuştur. Bu bakımdan İsa'ya «Ayettin

mineliah = Allah'tan bir âyet, bir mu'cize» denilmiştir.

Bütün bu olağanüstü safhalara rağmen Isâ Peygamber başarılı olmuş mudur?

İsâ Peygamberin ilk tebliğ hareketi ve mücadele devresi başarısız gibi görünüyorsa da son peygamberin dünyaya gelmesine kadar geçen altı asır içinde Onun başarısının feyizli ürünleri dünyanın birçok ülke­lerinde kendini yer yer hissettirmiştir. En azından Yahudilerin kendilerini Allah'ın has ve seçkin kulları, diğer insanların köle ve hizmetçi yaratıl­dığı iddiasını kökünden yıkmıştır. Bir nice kabile ve milletlerin puta tap­malarına engel olmuş, Allah'a uzanan yolun görünmesini sağlamıştır. [181]

 

İnsan Ve Tabii Kanunlar

 

«İnsan, kâinatın bir parçasıdır. Fizik-kimya kanunları dış âlemimizde olduğu kadardokulanmızınve ruh hallerimizin iç âleminde de câridir.»

«O halde özel biçimde organize edilen insan vücudu, varlık âleminin geri kalan kısmında câri olan kanunlara tabi'dir.» [182]

Varlık âleminde bizim fizik ve kimya yoluyla tesbit edebildiğimiz ka­nunların şaşmadan belli ölçülere göre sürüp gittiğini görüyoruz. Bir pro-toplazma damlasını, bir gen harikasını buna örnek verebiliriz. Biri hayat denen kudretin tohumunu taşımakta, diğeri ataların özelliklerini kuşaktan kuşağa aktarmaktadır. Bu küçük varlığın içinde bütün bu özelliklerin çok ölçülü yer alması akıllara durgunluk verecek niteliktedir. Biyolojinin ge­lişmesiyle çaplılar ve özellikle insan hakkında birçok bilgiler edindik. Ne­tice şunu anladık ki, hiçbir olay kendiliğinden meydana gelmiyor, kâinat­ta câri kanunlara göre oluşuyor, çözülüp dağılıyor.

Sonra düşündük: Kâinatta câri olan bu kanunları koyan ve onları belli bir düzene bağlayan kimdir? Herhalde dilsiz, kör ve sağır dağlar, du­mansız denizler değildir. Bunun cevabı tektir ve kesindir: Allah...

O halde varlık âleminin belli kanunlarla şaşmadan hedefine doğru gitmesi ve olaylar zincirinde belli illet ve sebeplerin rol oynaması, mutlak anlamda bir kudretin habercisidir.

Peki ama bu sonsuz kudret, bilinen her şeyi düzenledikten ve her olayı belli bir illete bağladıktan sonra hiçbir şeye artık dokunmayacağını mı söyledi? Yoksa dilediği zaman İllet ve sebepleri kaldıracağını mı haber verdi? Kur'ân bize Allah'ın bu iRinci yolda kudretini zaman zaman ortaya koyarak -bizce bilinen illeti ibtal ederek- bizim bilmediğimiz başka bir ka­nunla mu'cize doğuracağını bildiriyor.

Akıllara durgunluk veren bu mükemmel düzeni, ilgili bulunduğu ka­nun ve sebepler zinciriyle bizim anlayışımıza uygun gelecek ve aklımızın kabul edebileceği ölçü ve anlamda yaratan Allah'ın başka bir kanunla kudretini ortaya koyup bizce olağanüstü sayılan bir olayı yaratması red ya da İnkâr edilebilir mi? Bunu inkâr edebilmemiz için kâinattaki düze­nin ve câri olan kanunların kendiliğinden meydana geldiğini kabul etme­miz gerekir. Bu durumda akıl ve mantığımız bizi tekrar düşünmeye sevke-der ve bu kadar mükemmel bir düzen ve düzenin bağlı bulunduğu kanun­lar kendiliğinden meydana gelmişse, o halde olağanüstü saydığımız veya mu'cize dediğimiz olay neden kendiliğinden meydana gelmesin? Fakat bu kadar tesadüflerin bir dizi halinde birbirini izleyip en büyük mimarların çizemediği ve benzerine yaklaşamadığı plânı oluşturması mümkün mü­dür? Bunun kesin cevabı: Hayır...

Sonuç olarak, bütün bunların tesadüflerle oluşup meydana gelmesi mümkün değildir. Bir düzenleyen, çok ölçülü bir plânlayan ve plânını ku­sursuz yürüten vardır, O halde bu son dereee mükemmel düzenleyici, plân­layıp ortaya koyucu kudret, bizim bilmediğimiz fizik ötesi kanunlarla ola­ğanüstü sayılan bir takım olaylar meydana koyup kudretinin üstünlüğünü belgeliyebilir.

Melek Cebrail'in Hz, Meryem'e görünüp ruhanî anlamda bir nefes sunması da bir kanundur, ama bizim alışageldiğimiz cinsten değildir, me­tafizikle ilgilidir; aklımızın alamıyacağı niteliktedir; «Ol!» emriyle ilgilidir. [183]

 

İsa'nın Beşikte İken Konuşması

 

«Beşikte de, yetişkin çağında da insanlara konuşacaktır....»

Bu hem olağanüstü bir mu'cize, ya da keramettir; hem annesinin if­fet ve namusuna leke sürmek isteyenlere en güzel cevaptır. Beşikteki bir çocuğun konuşması, doğum olayının da bilinen ölçü ve anlamda oluşma­dığını isbatlamakta; melek Cibrîl'in en güçlü bir ruh olduğunu düşünürsek, o gücün kendine has kanunla ortaya koyduğu bir sonuou özellikle inan-mıyanlara bütün açıklığıyla sergilemektedir.

İsâ Peygamberin anasının adıyla birlikte anılması:

Kur'ân'da gerek konumuzu oluşturan âyette, gerekse Meryem süre­siyle diğer sûrelerde İsa'dan söz edilirken daha çok «Meryem oğlu İsâ Mesih» denilmektedir. Bunun nedeni açıktır:

İsâ Peygamberi de bir kadın doğurmuştur; o'Allah'ın oğlu değil, kulu ve peygamberidir, gerçeğini işlemek; aksini iddia edenleri reddetmek için­dir. Nitekim İsâ daha yeni dünyaya gözlerini açmıştı ki, kavmi Meryem'e, utanılacak bir şey yaptın, demişti. O da çocuğu göstererek, bu size cevap verecek, diyerek işarette bulunmuştu. «Biz beşikteki çocukla nasıl konu­şabiliriz?» deyince, İsâ onlara şöyle konuşmuştu : «Doğrusu ben Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam ola­yım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât ver­memi ve anneme iyi davranmamı emretti....» İsa'nın beşikte iken bile ken­disini Allah'ın kuiu olarak tanıtması, elbetteki çok anlamlıdır. [184]

 

İncil'de Bu Olay

 

İncil'de de Melek Cibril'in Meryem'e geldiği anlatılmakta ve."olay Kur'ân'ın haber verdiğine yakın biçimde işlenmektedir. Önce şunu söyli-yelim ki: Tevrat, İncil ve Kur'ân üçü de Allah'tan gönderilme kutsal kitap­lardır. Tevrat ile İncil yer yer, kısım kısım bazı değişkilikiere uğramışsa da yer yer ilâhî belgeleri yansıtmakta ve Kur'ân ile birleşmektedir. Bu, hepsinin kaynağının bir olduğunu, aynı bahçenin değişik renkte gülleri bu­lunduğunu isbatlamaktadır. Ne var ki, bir sonrakinin gelmesiyle bir önce­ki yürürlükten kaldırılmıştır.

«Altıncı ayında, Allah tarafından Cebrail Melek, Galile'de Nasıra de­nilen şehre, Davud evinden Yusuf adındaki adama nişanlı olan bir kıza gönderildi; kızın adı Meryem idi. Melek onun yanına girip dedi: Selâm, ey ni'mete eren kız! Rab seninledir. Ve Meryem bu sözlerden çok şaşırarak : Bu nasıl selâmdır? diye düşünüyordu. Melek ona dedi : Korkma, Meryem! Çünkü Allah önünde inayet buldun. Ve işte gebe kalıp bir oğlan doğura­caksın ve adını İsâ koyacaksın. O büyük olacak, ona Yüce Allah'ın oğlu (sevgilisi) denecek......»

«Meryem de meleğe dedi : Bu nasıl olacak? Çünkü ben er bilmem. Melek cevap verip ona dedi : Ruhulküdus senin üzerine gelecek, yüce olanın kudreti üstüne gölge salacak......» [185]

 

Yorumlar - Rivayetler Mesih :

 

a)  [branice olup aslı « M e ş î h »tir. [186]

b)  Yakın dost, [187]

c)  Üzerinde nakış ve motifler bulunmayan düz altın para, [188]

d)  Kutsal yağ sürülen kimse, [189]

e)  Cibril'in kutsal nefesine mazhar olan, [190]

f)  Çok seyahat eden, gezip dolaşan kimse, [191]

g)  Eliyle dokunupmeshettiği hasta ve dertlilere şifâ veren, [192]

h) Çok güzel biçimde yaratılan,. [193]

Vecih:

a)Şerefli, kadri yüce kişi, [194]

b)  Allah katında övülmeye lâyık, yüksek yeri olan peygamber, [195]

c)  Yüce makam ve üstün şeref sahibi, [196]

d)  Cömert, âlicenap, centilmen, itibarlı kişi. [197] Keht:

a)  Çocuklukla yaşlılık arasındaki yaşta bulunan erkek,

b)  25-45 yaş araş&nda olan adam,

c)  20-35 yaş arasında olan adam. [198]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Geçen âyetlerle İsa Peygamberin Meryem'den doğma bir peygamber olduğu, hem dünyada, hem âhirette şerefli sayıldığı, beşikte iken bile in­sanlara konuştuğu açiklandı.

Aşağıdaki âyetlerle İsa'nın İsrâiloğulları'na gönderildiği, peygamber­liğini ve çok güçlü bir ruh taşıdığını kanıtlamak için birkaç önemli mu'çi-ze gösterdiği anlatılıyor. [199]

 

Meali :

 

49— (Allah onu) İsrail oğullarına bir peygamber olarak gönderiyor. (Görevi yerine getirme çağına gelince de İsâ onlara şöyle diyor): «Şüp­hesiz ki ben size Rabbinizden bir âyet (açık bir belge, belirgin bir mu'cize) getirdim: Size gerçekten kuş biçiminde çamurdan bir şey meydana geti­ririm de içine liflerim, Allah'ın izniyle o, kuş olur; anadan doğma körü, ala-tenliyi iyi ederim. Ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyor ve neleri biriktiri-yorsanız size haber verebilirim. Eğer inanan kimselerseniz bunda size el­bette açık alâmet ve ibret alınacak belge vardır.

50—Önümdeki Tevrat'ı doğrulayarak, size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için geldim ve Rabbiniz tarafından size bir mu'cize getirdim. Artık Allah'tan korkun da bana uyun.

51— Şüphesiz ki Allah benim de, sizin de Rabbinizdir; artık O'na kul­luk edin. Doğru yol da budur.»

 

İsa Peygamber, Musa Peygamberin Şeriatı Üzere Bulunuyordu

 

Size  haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için geldim...»

İsâ Peygamber kendi başına bir şeriatle gönderilmemiştir. Zaten Mu­sa Peygamberden sonra gönderilen peygamberlerin hemen hepsi-Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz müstesna- Tevrat ile amel ediyor, ondaki ilâhî buy­rukları tebliğe çalışıyorlardı. Ne var ki, İsâ Peygamber helâl ve haram, ceza ve bağışlama konularında Tevrat'ın ilgili hükümlerini değiştirir ölçü ve anlamda bazı yenilikleri de tebiîğ ile görevlendirilmişti. Nitekim İncil'de de bu konuya değinilerek şu belgeler açıklanıyor.

İsa dedi ki:

«Sanmayın ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim.» [200]

«İşittiniz ki, eski zaman adamlarına denildi: «Katletmiyeceksin (adam öldürmüyeceksin) ve kim öldürürse hükme müstehak olacaktır.» Fakat ben size derim : «Kardeşine kızan her adam hükme müstehak olacaktır.» [201]

«Zina etmiyeceksin, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: «Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir.» [202] Ve eğer sağ gözün sürçmesine sebep oluyorsa onu çıkar ve kendinden at. Çünkü senin için azandan birinin yok olması, bütün bedenin Cehenneme atılmasından iyidir.» [203]

«Kim karısını boşarsa, ona boş kâğıdını versin» denilmiştir. Fakat ben size derim ki, zinadan başka bir sebeple karısını boşayan adam onu zâniye eder ve kim boşanmış kadınla evlenirse zina eder.» [204]

«Yalan yere and etmiyeceksin ve andlarını Rabbe ödiyeceksin» de­nildiğini işittiniz. Fakat ben size derim : «Hic and etmeyin.» [205]

«Göz yerine göz, diş yerine diş (kısas edilir)» denildiğini işittiniz. Fa­kat ben size derim : «Kötüye karşı koma ve senin sağ yanağına kim vu­rursa ona ötekini de çevir.» [206]

«Sen komşunu sevecek ve düşmanından nefret edeceksin» denildi­ğini işittiniz. Fakat ben size derim : «Düşmanlarınızı da sevin ve size ezâ edenler İçin duâ edin.» [207]

Bütün bunlar Hz. İsa'nın yeni getirdiği hükümler ve ahlâkî kurallardır ki Tevrat'ta bunlarla ilgili hükümlerin özeti verilmekte, İncil'deki yeni hü­küm açıklanmaktadır. Konumuzu oluşturan âyette bilhassa bu hususa işa­ret edilmektedir. [208]

 

İsa Peygamberin Gösterdiği Mu'cizeler

 

«Şüphesiz ki ben size Rabbımzdan bir âyet getirdim,.»

Kur'ân'ın acık anlatımından İsâ Peygamber'in hem maddeci Yahudi­lerin yüzünü Allah'a ve âhiret gününe döndürmek, hem kendi çağındaki tabiblerin, hekîmlerin ve ilim adamlarının yapamıyacağı şeyleri ortaya ko­yup peygamberliğini kanıtlamak için beş büyük mu'cizeyle meydana çık­mıştı :

1.  Çamurdan kuş biçiminde bir hayvan yapıp üflemek suretiyle onu diriltmek,

Bu, daha çok ilk insan Âdem (A.S.)in kevnî sebep ve kanunlar dışın­da yaratıldığını hem hatırlatıyor, hem de isbatına kapı açıyordu.

2.  Doğuştan körleri, alatenlüeri iyi etmek,

Bu, tabibleri, ilim adamlarını Allah'ın yüce kudretine çekip inandır­maya yönelik bulunuyordu.

3.  Ölüleri diriltmek,

Âhireti unutan, öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmıyanlara Al­lah'ın kudretinin buna yettiğini göstermek, va'dinin multaka yerine gele­ceğine inandırmak için akıllara durgunluk vermeği noktalıyordu.

4.  Çevresindeki insanların evlerinde ne yediklerini ve neler biriktir­diklerini haber vermek,

Bu, daha çok Allah'ın gizli açık ne varsa her şeyi gereği gibi bildiğini hatırlatmak ve İnsanları nefs muhasebesine sevketmek, vicdanlarını arın­dırıp geliştirmelerini, içlerini kinden, düşmanlıktan temiz tutmalarını sağ­lamak içindi.

5.  Gökten mâide (çeşitli ni'metler taşıyan sofra) inmesini gerçekleş­tirmek..

Bu, daha çok Cennet ve Cehennemin hak ve var olduğunu, Allah'ın geniş mülkünde sayısız ni'metler bulunduğunu, inanmıyanlar için de elem verici azabın beklediğini belgeliyordu. [209]

 

Neden Körler Ve Alatenliler?

 

«Anadan doğma körü, alatenliyi iyi ederim.»

Bu konuda hatıra gelen ilk şey, o devirde Kudüs ve çevresinde bu iki hastalığın çok yaygın olması, ülke tabiblerinin bunları iyi etmekten âciz kaldıklarıdır.

Gerek anadan doğma körlüğün, gerekse sonradan meydana gelen bir takım arazlar nedeniyle gözleri kaybetmenin birçok nedenleri vardır. İsâ Peygamber o devirde tedavisi mümkün olmayan körlükleri elini dokun-

durmak suretiyle iyileştiriyordu. Alatenli hastalığına gelinee, daha çok halk arasında yazın bazı saatlerinde esen Samyelinin ıslak bedende mey­dana getirdiği lekeler olarak bilinir. [210]

 

Yorumlar - Rivayetler: Ekmeh :

 

a)  Gündüz görüp gece görmeyen,

b)  Gece görüp gündüz görmeyen,

c)  Doğuştan kör olan,

d)  Sonradan bir araz nedeniyle görme duyusunu    kaybeden. Abraş :

«Alatenli» diye çevirisini yaptığımız abrasın frenkeesi «Vitiligo»dur.

Bu sedef hastalığı dışında bedenin muhtelif yerlerinde arız olan be­yaz plakalar şeklinde ortaya çıkar.

Tıpta hastalığın asıl sebebi bilinmediği için buna psikosomatik deni­liyor; yani hastalıkların doğuşunda ruhla beden arasındaki ilgileri konu yapan ve beden hastalıkların! meydana getiren ruh faktörlerini bulmak konusuyla ilgilidir. [211]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle fsâ Peygamberin İsrailoğullan'na gönderilen bir Re­sul olduğu ve birkaç mu'cizeyle ortaya çıktığı; esasen dünyaya gelmesi­nin bile olağanüstü bir durum arzettiği, buna rağmen dünya saltanatının cazibesine takılan Yahudiler üzerinde o gün fazla etkili olmadığı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Yahudilerin İsâ Peygamberi öldürmek için bir­takım hilelere başvurdukları, bunu iyice hisseden İsâ Peygamber'in içi do­lu daneyle, içi boş daneyi birbirinden ayırt etmeğe yöneldiği, böylece ken­dinden sonra kimin ne olduğunun iyi bilinmesini sağladığı anlatılıyor. [212]

 

Meali :

 

52—  İsâ onların (Yahudi haham ve devlet adamlarının) inkâr ve inat­larını hissedince, «Allah   yolunda   yardımcılarım   kim?» dedi. Havariler: «Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a imân ettik; şâhid ol ki, biz her­halde müslümaniar (Hakk'a dosdoğru teslimiyet gösterenleriz» dediler.

53—  Ey Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık. (Gönderdiğin) Peygam­bere uyduk. Artık bizi (Senin varlığına birliğine, İsa'nın Peygamberliğine) şâhid olanlarla beraber yaz.

54—  (Onlardan bir kısım haham ve devlet adamları) hileye başvurdu­lar, (İsa'yı öldürmeyi plânladılar). Allah da onların hilesini boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırhsıdır.

 

Hakk'ın Sesinin Duyulması

 

Hakk'ın sesinin iyice duyulabilmesi, gönüllerde yer etmesi, dimağla­ra işlemesi hiç bir devirde kolay olmamıştır. Büyük dâvalar, köklü inkılap­lar ancak büyük himmetler, üstün fedakârlıklar ve çok ciddi mücadeleler ister. Aksi halde büyüklüğünün tüm özelliklerini kaybeder.

Tezin güç bulması, ya da çevrede duyulup ilgi çekmesi; antitezin amansız biçimde karşı çıkması, güçlü hamleleriyle, saldırması sonucu, ger­çekleşebilir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aynı doğrultuda bundan çok da­ha çetin mücadeleler vermedi mi? Karşısına dikilen küfür, tuğyan ve inat her geçen gün hızını artırmıyor muydu? İsâ Peygamber daha farklı bir takım yetenek ve özelliklerle, o devrin baş döndürücü sayılan mu'cizele-riyle ortaya çıktığında, karşısına çıkan küfür, İnkâr ve İnadın o nisbette büyük, olduğu görülmektedir.

Gerçi İsâ Peygamber, İsrâiloğullan arasından ayrılmadan önce bü­tün gayret, himmet ve sistemli mücadelesine rağmen ancak 10-12 kadar kassar ya da balıkçıyı kendine yardımcı olarak bulabilmişti. Ama uğradı­ğı haksızlık, öldürülme teşebbüsleri, annesiyle birlikte azgın Yahudiler­den kaçıp yer değiştirmesi, davasının büyüklüğü oranında onun ününü ya­vaş yavaş yaygınlaştırmış; antitezin şiddeti bir bakıma rahmete kapı aç­mıştır.

Bu gerçek şunu bize hatırlatır: Her şeyini davası uğrunda harcamak­tan çekinmiyen, fedâkârlık ve feragatin doruğuna yükselen dava adam­ları her zaman maşerî vicdanda lâyık olduğu yeri -geç de olsa- almıştır.

İsâ Peygamber hiçbir mücadele vermeden, hiçbir haksızlığa uğrama­dan, saldırıya mâruz kalmadan gelip geçseydi, çoktan unutulur, yaymak istediği din ve şeriat ülkelerde duyulmazdı.

İşte büyük dâvaların, köklü inkılapların kamu vicdanında yer edebil­mesinin değişmiyen metotlarından biri, belki başta geleni budur. Kur'ân'-da îsâ olayı anlatılırken özellikle ilâhî sünnetin uygulama ölçü ve anlamı­na yer verilmiş ve Müslümanlar uyarılmaya çalışılmıştır. Kur'ân'm sergi­lediği bu sünnet ve metot şu âyetle daha açık anlatılmıştır:

«İnsanlar, «inandık» demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini, çe­tin sınavlardan geçirilmiyeceklerini mi sanırlar?» [213]

 

İçi Dolu Taneyi, İci Boş Taneden Ayırmak

 

İsâ Peygamber çetin mücadelelerden sonra öldürüleceğini anladı. İs­râiloğullan arasından ayrılmadan önce içi dolu taneyi, içi boş taneden ayırmak istedi. Çünkü ayrıldıktan sonra mü'minle kâfir; Hakk'a teslim olan­la olmayan birbirine karışır, ikiyüzlüler birtakım entrikalar çevirebilirdi. Bu­nun için kendisinden sonra halkın kime inanacaklarını, kimlere güvenebi­leceklerini tesbit edip belirledi. Böylece son görevini yerine getirme bü­yüklüğünü bir kez daha kanıtladı. İncil'i İsa'dan sonra ortalık yattşıncaya kadar bekleyip yazanlar da Havariler olmuştur. Bernaba ve Yuhanna'nın onlardan olduğu sanılmaktadır.

Görülüyor ki, 10-12 kadar Havârî'nin inanması, hak bir dinin unutul­masını önlemiştir. Özellikle İsa'dan 40-50 yıl sonra İncil'in tesbit edilip ya-zılrnası, bu kutsal kitabın da asırlarca yaşamasını sağlamıştır. Çünkü gö-

nülden aşk ve heyecanla inanan bir müminin etkisi her zaman büyük ol­muştur. Sağlam imân, ciddi mücadeleye iter, ciddi mücadele dâvanın yay­gınlaşmasına vasat hazırlar.

İşte Kur'ân bunu ilâhî sünnetin en ince ölçüleriyle gönüllere işlemek­tedir. İsâ olayında Havarilerden söz edilmesinin nedeni, daha çok bu hu­susu kalbfere yerleştirmektir. İmândan sonra peygambere uymak, dâvaya

ciddiyetle sarılmayı göstermektedir. [214]

 

Yorumlar - Rivayetler:

 

İhsas:

a)  Bilmek ve anlamak,

b)  Gözle görürcesine, kuvvetle idrâk etmek,

c)  İçine doğmak.

H a v â r î :

a)  Beyaz elbiseli,

12 Balıkçı beyaz elbise giyindiği için onlara bu ad verilmiştir.

b)  Kassar olup bezleri ağartan, boya işleri yapan,

İsâ Peygambere uyup yardım edenlerin elbise boyacıları olduğu da söylenir.

c)  Davaya inanıp yardım eden, manalarına gelir. [215]

 

İncil'de Bu Olaya Verilen Yer

 

İncil'de Yahudî haham ve devlet adamlarının İsa'yı öldürmek için çe­virdikleri entrikalara geniş yer verilmiştir. 12 balıkçıdan biri olan Yahuda'-nın İsâ Peygambere ihanet ettiği, onu ele vermekte öncülük yaptığı üze­rinde durulmakta ve olayla ilgili diğer safhalara -çarmıha gerilinceye ka­dar- kademeli  biçimde dokunulmaktadır. [216]

Kur'ân-i Kerîm, Peygamber (A.S.) Efendimizin teselli bulacağı ve mü­minlerin ders ve ibret alacağı önemli noktaları açıklamakla yetinmiştir. Çünkü Kur'ân'da uygulanan metoda göre, zaman, tarih ve bazı şahisla-Kur'an'da Isa Peygamberin çarmıha gerilmediği ve öldürülmediği  çok açık ve net bir anlatımla açıklanır.

rın ismi önemli değil, meydana gelen olayın ibret alınacak noktaları önem­lidir. [217]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, mutluluk caddesinde Hakk'a davetin ruha gıda verici sesine dayanamıyan Yahudilerin İsâ Peygamberi öldürmek için bazı entrikalara başvurmaları sözkonusu, edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın onİarın hilesini boşa çıkartarak İsa'yı kendi katma yükselttiği ve böylece onu inkarcıların kötülüklerinden uzak tuttuğu açıklanıyor. [218]

 

Meali :

 

55—   O vakit Allah şöyle buyurdu : «Ey İsâ! herhalde seni eceline ye-tireceğim (vakti saati gelince ruhunu alacağım); seni kendime yükselte­ceğim ve seni inkarcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyame­te kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra da dönüşünüz bana­dır; ihtilâfa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim.»

56—  İnkarcılara gelince, onları Dünya'da da, Ahiret'te de şiddetli bir azâb ile azâblandıracağım, onların hiç yardımcıları da olmayacaktır.

57—  jmân edip güzel ve yararlı amellerde bulunanlara gelince, (Rab-leri) onların  mükâfatlarını noksansız verecektir. Allah  haksızlıkta  bulu­nanları sevmez.

 

İlgilii Hadîsler

 

İsâ Peygamberin kıyamete yakın gökten inip putları kıracağı, haç'ı parçalayacağı, domuzu ve Deccal'ı öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı ve o devirde mal ve servetin çoğalacağı, zekât verilecek fakirler bulunmaya­cağı hakkında kırkın üstünde hadîs rivayeti vardır; bunların çoğunun ri­cali sıhhatli kabul edilmiştir.

Bu hadislerin gerek metinleri, gerekse birinci ve ikinci derecede bu­lunan râvileri biraraya getirildiğinde tevatür derecesini bulmaktadır. Ni­tekim İbn Hazm'ın dediği gibi, bir hadîsi, birbirine yakın lafız ve mânayla beş sahabe rivayet etmişse, o mütevatır sayılır. Biz bunlardan sadece beş tanesini nakletmekle yetineceğiz:

1. «Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andolsun ki, çok sür­mez Meryem'in oğlu (İsâ) âdil bir hakem olarak aranıza iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır; mal çoğalıp taşar, o kadar ki kabul eden bulunmaz. devirde) bir secde hem dünyadan, hem dünyadaki şeyler­den daha hayırlı olur.» [219]

2.  «Meryem oğlu aranıza inip imamınız da sizden olunca, nasıl olur­sunuz?» [220]

3.  «Allah'a andolsun ki, Meryem oğlu âdil bir hakem olarak inecek.

Elbette haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak..» [221]

4.  «Deccal'ı öldürmeğe ancak Meryem oğlu İsâ musallat kılınmış (gö­revlendirilmiştir.» [222]

5.  «Deccal çıkacak, kırk.... kalacak.[223] Sonra Allah Meryem oğlu İsa'­yı gönderecek -o daha çok Mes'ud oğlu Urve'ye benzer- İsâ, Deccal'ın pe­şine düşüp onu yok edecek. Artık insanlar -iki kişi arasında bile hiçbir düşmanlık bulunmadığı halde- yedi yıl (huzur içinde) bekleyecek. Sonra Allah Şam tarafından soğuk bir rüzgar gönderip, kalbinde zerre ağırlığın­ca hayır ve imân bulunan herkesin ruhunu o rüzgar alacak..»[224]

 

İsa Peygamber Hayatta Mıdır?

 

Sahih hadîslerin yorum yapılmaksızın dış görünüşünden, İsâ Peygam­berin kıyamete yakın cismen ineceğini, bir yoruma göre Deccal denilen Komünizmi yok edeceğini anlıyoruz.

Ne var ki, ilim adamlarımız daha çok konumuzu oluşturan âyet ile yine aynı konuyla ilgili diğer âyetler üzerinde farklı yorumlarda bulun­muşlardır. Bütün bunları olumlu bir sonuca bağiayabilmemiz için önce sözü edilen yorum ve rivayetleri aktarmamız gerekiyor:

«Seni eceline yetirece-gım; seni kendime yükselteceğim...»

Cümlesiyle çevirisini yaptığımız «İNNÎ MÜTEVEFFİKE...» deyimi üze­rindeki yorumlar:

a)  Katade, Dahhak ve Ferra'a göre bunda bedii yönden bir öne-arkaya alınma (takdim-tehîr) vardır. Aslı: «Seni kendime yükseltip (sonra yeryü­züne inince) eceline   yetireceğim» demektir.    Çünkü iki cümle arasında (vav) harfi vardır, bu da mutlak cami' içindir.

b)  İbn Abbas ve Ali bin Ebî Taiha'ya göre, «Senin ruhunu alacağım» demektir.

c)  İbn Vehb'e göre, günün evvelinden üç saat Allah onun  ruhunu alıp ölü bıraktı, sonra tekrar diriltti, anlamınadır. Bunun yedi gün oiduğu-

nu söyliyenler de olmuştur. Bu görüş daha çok İncil'den alınmadır.

d)  İbn Cerîr'e göre, «Teveffi» kaldırmak anlamına gelir, canını almak

değildir.

e) Diğer ilim adamlarımızın çoğuna göre : «Seni uyutup öylece ken­dime yükselteceğim» demektir.        «Geceleyin sizi uyutup ölü gibi yapan...»[225] âyetinde olduğu gibi. Ayrıca ; «Allah, ölüm anında canlan alır. Ölmeyenin de uykuda canını alır.» [226] mealindeki âyet­te «Teveffî» kökünden gelen «Yeteveffâ» hem uyutmak, hem canı almak anlamında kullanılmıştır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de uykuyu ölüm ile ifade etmiştir: «Bizi öldürdükten sonra tekrar dirilten Allah'a hamdolsun.» Resûlüllah Efendi­miz bu hamdı, sabahleyin uyandığında yapardı.

Kur'ân'da bu konu biraz daha açıklanarak şöyle buyuruluyor: «Oysa onlar İsa'yı öldüremediler ve asamadılar; (öldürülen başkası idi), kendile­rine (İsâ gibi) benzetildi.» [227]

Bu âyetin son bölümünde ise bu hususa bir kez daha dokunularak : «İsa'yı kesinlikle öldüramediler;. bilâkis Allah onu kendi katına yükseltti.»

buyrulmaktadtr.    ..

f)  El-Hasen'e göre, Allah onu uykuda kendine yükseltti.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Yahudilere : «İsâ ölmedi, o herhalde kıya­metten önce size dönecektir» buyurmuştur. [228]

g)  İbn Cüreyc'e göre, «Seni tutup kendime yükselteceğim» demektir.

İmam Kurtubî bütün bu yorumları dikkate aldıktan sonra diyor ki: «Sahih olan şudur ki, Allah İsa'yı öldürmeden kendine yükseltmiştir. Ta-berî de bu mânayı uygun bulmuştur. İbn Abbas (R.A.)den de bu anlamda sahih bir rivayet nakledilmiştir.»

Nitekim Kur'ân'da İsa'nın -bir yoruma göre- kıyametin alâmeti Oldu­ğuna işaret vardır: «Şüphesiz O {İsâ veya Kur'ân), Kıyâmet'in kopuş saati için bir bilgidir.» [229]

Müfessir Keşşafa göre, «Seni koruyarak hakkında yazdığım ecele kadar bekleteceğim ve sonra eceline yetireceğim» demektir.

Bütün bu yorumları dikkate alıp ilgili hadisleri de âyetleri açıklar öl­çü ve anlamda sıraladığımızda, Hz. İsa'nın ruhu alınmadan Allah katında­ki özei makama yükseltildiğini söyleyebiliriz. Çünkü kıyamete yakın ine­ceği tevatür derecesine ulaştığına bakılırsa ve "çoğu hadîslerin de sahih olduğu kesinlik kazandığına göre bu, yeniden dirilip gelmek, değildir. Çün­kü yeniden dirilmek ancak kıyamette gerçekleşecektir. İsâ Peygamber öl­meden yükseltilmiştir. Yeryüzüne inip son görevini yaptıktan sonra ece­liyle ölecektir.

Bu sonucu verirken şunu da unutmamak gerekir: İsâ Peygamberin ruhî yapısı çok güçlü idi. Cibril'in ruhanî nefhasıyla vücud bulmuştur. O bakımdan kendine has bir özelliği vardır. Nasıl Resûlüllah (A.S.) Efendi­mizin Mi'rac Gecesi biyolojik yapısı ruhî yapısına dönüşerek bir bakıma tamamen ruhlaşıp öylece yükseldiyse, İsâ Peygamberin de durumu böyle olmuştur.

Günümüzde gelişen pozitif ilim bize bu konuda bazı ipuçları vermek­te, hiç değilse, az bir benzerlik getirmekle, bizi gerçeğe biraz daha yak­laştırmaktadır :

Madde enerjiye dönüşmektedir. Örneğin atom patlamalarında mad­denin çok küçük bir zerresi çok büyük bir enerji kaynağı haline gelebil­mekte ve böylece madde tamamen enerjiye dönüşmektedir. Fakat enerji hiçbir zaman yok edilemez, özelliktedir. Bedenle ruh arasındaki ilgi ve dö­nüşmeyi buna bir bakıma benzetebiliriz : Ruhî yapısı çok güçlü olup ruhu faal durumda olan Peygamberlerde fizik ve kimya bilimlerinin henüz çö­zemediği bir ölçü ve anlamda biyolojik yapı ruha dönüşmekte ve böylece bir süre ruhlaşmaktadır Diyebiliriz ki İsâ Peygamberin durumu bu mâna­da bir değişime uğrayarak göklere yükseltilmiştir.

Bence bu konuda taassuba gerek yoktur. Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimiz en son peygamberdir. O'ndan sonra elbetteki peygamber gel-mîyecektir. İsâ Peygamberin yeryüzüne inmesi, Onun şeriatını bir kez da­ha tasdik etmesine ve Yahudilerle Hıristiyanlara çok yanlış bir yolda bu­lunduklarını isbat ederek Hazreti, Muhammed'e uymaktan başka yol bu­lunmadığını göstermesine yöneliktir.

Nitekim Hadîsin açık anlatımından şunu anlıyoruz :

İsâ Peygamber yeryüzüne inince, kendisine imam olması teklif edi­lecek, fakat o, ümmet-i Muhammed'd en bir zatın imam olmasının gerek­tiğini hatırlatacak ve böylece kendini Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ünv

metinden bir fert olarak gösterecektir.

Hem «Teveffî»nin sözlük manası, bir şeyi noksansız tutup almaktır, isa'nın tamamı, biyolojik yapısıyla ruhî yapısının bir arada olmasıdır. Aksi halde «seni kendime yükselteceğimin anlamı nasıl bir özellik taşır? Her peygamber bu iltifata erişmemiş midir? Neden Kur'ân'da sadece İsâ ile İdris'in yükseltildikleri sözkonusu edilmiştir?

Bu konuda, en doğru İncil kabul edilen Bernaba'da şu cümleleri gör­mekteyiz :

«israil askerleri Yahuda ile birlikte İsâ Peygamberin bulunduğu eve yaklaştıklarında, İsâ Peygamber kalabalık bir topluluğun geldiğini duyun­ca endişelendi ve eve doğru yürüdü. 11 arkadaşı uyuyordu. Bu sırada teh­like tam yaklaşınca Allah melek Cibril'e, Mihaîl'e, Rıfaîl'e ve Ezrîl'e [230], isa'yı bu âlemden tutup almalarını emretti. Bu tertemiz melekler aldıkları emir üzerine gelip İsa'yı güneye doğru acık bulunan pencereden çıkarıp üçüncü semaya yükselttiler. Orada Allah'a ebediyete kadar tesbîh eden meleklerin arkadaşlığına terkettiler. Yahuda kin ve öfkeyle İsa'nın çıkıp ayrıldığı eve girdi. Şagirtlerin hepsi de uyuyordu. Allah tam o sırada ola­ğanüstü bir durum meydana getirdi, Yahuda hem konuşma, hem sima yönünden İsa'nın şekline dönüştü. O kadar ki biz onu İsâ olarak gördük. Yahuda ise.biz uyandıktan sonra Üstadı arıyordu. Biz hayretler İçinde kal­dık ve «Üstad sensin, bizi unuttun mu?» dedik.» [231].

Büyük Müfessir Fahruddin Râzî, ilgili âyetin tefsirinde «müteveffi» deyimi üzerinde durarak diyor ki:

«Bu deyim üzerinde daha çok iki yol İzlenmiştir: Biri, âyeti olduğu gibi dış görünüşüyle ele alıp ileriye-geriye almaksızın [takdîm-te'hîr yap­maksızın) mânalandırmak; diğeri ise, ileriye-geriye alıp cümlelerin yerini değiştirerek mâna çıkarmak.

Birinci yolu seçenlere göre, «Seni teveffi edeceğim», yani ömrünü ta-mamlıyacağım ve sonra ruhunu alacağım. Seni öldürmelerine imkân ver-miyeceğim, ama seni semâya yükseltip meleklerime yaklaştıracağım, Ya­hudilerin öldürmesinden böylece koruyacağım.»

Bu, güzel bir yorumdur.

ikinci yolu seçenlere göre, «Seni ben öldüreceğim, yani ruhunu ben alacağım.» Bu, İbn Abbas (R.A.) ile Muhammed bin İshak'dan rivayet edilmistir. Bu yorumdan maksat İsâ Peygamberin Yahudilerden olan düş­manları onu öldürme imkânına erişemiyeceklerdir. Belki Allah ikramda bulunup onu göğe yükseltecektir.

Bu yorum da üç mâna taşımaktadır:

1. Üç saat ölü kalıp sonra dirilerek göğe yükseltilmiştir.

2. Yedi saat ölü kalıp sonra Allah katına yükselmiştir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu mâna daha çok İncil'den alınmadır.

3. Allah İsâ Peygamberi göğe yükseltirken canını almıştır. Teveffi'nin anlamı budur. Sonra tekrar dirilip yeryüzüne inecektir.

Bu konuda diğer bir yorumda da Ebûbekir El-Vasıtî bulunmuştur. Şöy-leki: «Seni teveffi edeceğim» yani şehvetlerden ve nefsanî zevklerden çe­kip uzaklaştıracağım ve öylece kendime yükselteceğim. Çünkü Allah'tan başkasını terkedip Allah'ta fena olmadıkça Ma'rifetullah makamına eri-şilemez. Böylece İsâ Peygamber göğe yükselince, durumu, meleklerin durumu gibi oldu. Yani melekleşti.» [232]

Görülüyor ki, Fahruddin Râzi, «ömrünü tamamlıyacağım, sonra ru­hunu alacağım» yorumuna değinirken, «Bu, güzel bir yorumdur» diyerek İsa'nın diri halde göğe yükseldiğini ve kıyamete yakın yeryüzüne indikten sonra kalan ömrünü tamamlayıp öylece öleceğini benimsemiştir.

Ebûbekir El-Vasıtî de İsâ Peygamberin biyolojik yapısının ruhî yapı­sına dönüştürüldükten sonra göğe yükseltildiğini anlatmak istemiş ve böy­lece hem keşif yolunu, hem ilmî araştırmasını bütünleştirmiştir.

Yine Fahruddin Râzî bu konuda iki ayrı yoruma daha yer vermiştir:

a)  «Teveffî» bir şeyi olduğu gibi noksansız biçimde tutup    almaktır. Allah ileride bazı kişilerin aklına, İsa'nın yalnız ruhuyla yükseldiği hususu geleceğini bildiği için bu kelimeyi kullanarak, İsa'yı her İki yapısıyla bir­likte yükselttiğini anlatmayı murad etmiştir.

b)  «Seni ölü gibi kılacağım,» demektir. Çünkü göğe   yükselip dünya­dan ilgisi kesilince bir çeşit ölü durumuna girmiş sayılır. Fakat aslında di­ridir. Bir şeyin ismini, kendisine çoğu sıfat ve özelliklerinde benzeyen şey üzerine ıtlak etmek, caizdir.

Bu Konuda Ünlü Akaidci Şeyh Muhammed bin Ahmed Es-Sefarînî Diyor ki:

«Kıyametin üç büyük alametinden biri, İsâ Peygamberin gökten in mesidir. Bu, Kitap, Sünnet ve İçme' ile sabit olmuştur.»

Kitap :

<<Hem sanaları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım.» (Âl-i İmrân: 55).«Kitap Ehli'nden hiç kimse yok ki, ölmeden önce O'na (İsa'ya) imân edecek olmasın.» (Nisa: 159).

Bu âyetler, Kitap Ehlinin İsâ Peygamber ölmeden ona inanacaklarını haber vermektedir. Bu da ancak kıyamete yakın İsa'nın gökten inmesin­den sonra gerçekleşecektir. Öyleki: Kitap Ehli tek bir inanç ve tek bir mil­let, İbrahim Peygamberin Hanlf-Müslim olan milleti üzerine birleşip bütün­leşecektir.

Biz bu âyeti delil getirirken «Kable mevtihi»deki zamirin Yahuda'ya (Yahudilere) râci' olduğunu gösterebiliriz. Nitekim Hz. Ubeyy (R.A.)in KABLE MEVTİHİM biçimindeki rivayeti bunu kuvvetlendirmektedir.

Sünnet:

Sahihayn (Buharî-Müslim)de ve diğer kaynak hadîs kitaplarında Ebû Hüreyre (R.A.)den yapılan şu rivayetler, sünneti yansıtmaktadır:

«Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andolsun ki, çok sürmez Meryem oğju âdil bir hakem olarak aranıza iner; haçı kırar, domuzu öl­dürür, cizyeyi kaldırır.» [233]

Müslim'de buna benzer bir rivayetten sonra diğer bir rivayet şöyle naklediliyor:

«Ümmetimden kuvvetli bir cemaat hak uğrunda üstünlük sağlıyarak hiç durmadan kıyamete kadar savaşacak (çetin mücadeleler verecek)tir. Ve sonra Meryem oğlu İsâ inecek. Ümmetimden söz sahibi durumunda olan kişi ona : «Gel, imam ol bize!» diyecek. O da : «Hayır, sizler birbirinize kar­şı söz sahibisiniz ki bu Allah'ın bu ümmete olan ikramıdır» diyecek. [234]

İ c m â' :

«Ümmetin ileri gelen söz sahibi ilim adamları İsâ Peygamberin kıya­mete yakın bir zamanda ineceği hakkında icmâ' etmiş, şeriat ehlinden hiç kimse buna muhalefette bulunmamıştır. Ancak felsefecilerle inkarcı sa­pıklar bunu inkâr etmişlerdir.» [235]İsâ Peygamberin öldüğünü, sadece ruhuyla yükseldiğini iddia edenle­rin delil ve görüşlerine gelince, onları birkaç madde halinde özetlememiz­de yarar vardır:

a)  Âyetin zahiri (dış görünüşüjnden İsa'nın âdete uygun anlamda öl­düğü anlaşılıyor. Yükselme sadece ruh ile olmuştur. Burada, şahsa hitab edilirken ruhunun kasdedilmesinde bir gariplik yoktur. Çünkü ruh, insa­nın hakikatidir. Beden ise eğreti bir elbise gibidir; azalır, çoğalır, eskir ve yok olur. Ama ruh böyle değildir. O halde insan denilince ilk hatıra gelen onun fizyonomisi, taşıdığı biçim ve renkse de, aslında onun ruhu kasde-dilir.

b)  Kıyamete  yakın   İsâ   Peygamberin   ineceği   hakkındaki   hadîsler a had  yoluyla nakledilmiştir. Yani hadîsler haber-i vâhid ile rivayet edil­miştir. İsa'nın inmesi ise itikgdî bir meseledir ki Kur'ân'dan kesin delil, ya da hadîsten mütevatır bir ölçü ister. Her iki kaynakta da bu konuda kesin bir delil mevcut değildir.

c)  İsa'nın yeryüzüne inmesinden maksat, şahs-i manevîsinin yaygın­laşması, peygamberliğinin halk üzerinde geniş te'sir uyandırması olabilir.

d)  Kıyamete yakın  Hıristiyan alemiyle  İslâm  âleminin,  Deccal   (Ko­münizmle karşı birleşmesi olabilir. İsa'nın inmesi hem buna, hem de Hı­ristiyanların Kur'ân'a kapı açmaları anlamına gelir.

Bütün bu iddia ve yorumlar, sağlam delilden, dinî ölçü ve maksaddan uzaktır. İneceğine ait sahih rivayet mevcut olduğu halde inmiyeceği hak­kında ne sahih, ne de gayr-i sahih hiçbir rivayet mevcut değildir.

Aynı iddiada bulunanlardan biri de Şeyh Bedrettin Semevânî'dir. Bu zat Varidat adlı eserinin İsâ bölümünde diyor ki:

«Hazret-i İsâ, ruhu ile diri, cesediyle ölüdür. Lâkin kendisi «Ruhul-lah» olduğu ve ondan dolayı ruhaniliği cismaniliğine galib bulunduğu ve ölüm ise ancak gövdeye taallûk eylediği için «İsâ ölmedi» dediler. Ve bu­nu «El-Hükmü li'l-galibi» kaidesine dayandırdılar. Yoksa «İsâ ölmedi» sözü ile «İsâ cesediyle sağdır» demek istemediler. Zira ceset maddesinin ölmemesi ve diri kalması imkânsızdır. Sözlerime çok dikkat eyle..»

«Sekizyüz senesinde bir Cuma gecesinde mâna âleminde yeşil elbi­seye bürünmüş iki adam gördüm. Bunlar İsa'nın ölü cesedini iki elleriyle tutup bana gösteriyorlar ve o suretle, ölmüş bulunduğunu,anlatmak isti­yorlardı.»

Bedrettin Semevenî'nin dikkat edildiğinde İsâ hakkındaki görüş ve düşünceleri tamamen dayanaksızdır. Kendisi galibe, Kur'ân'ın çok açık biçimde haber verdiği Uzeyr Peygamberin yüz yıl ölü hale getirildikten sonra diriltildiğini, Ashab-ı Kehfin üçyüz şu kadar yıl mağarada yarı ölü bir vaziyette bitkisel bir hayat yaşadıklarını bilmezlikten geliyor. İddiasına gördüğü bir rü'yayı delil gösteriyor. Halbuki rüya şeriatımızda hiçbir surette delil olamaz. Zaten kendisi Varidat'ta bedenlerin tekrar dirilece­ğini inkâr etmiştir.

Onun İsâ Peygamber hakkındaki görüşünü, sırf bir çeşni olsun diye naklettim. Yoksa ilmî ve dinî hiçbir değeri yoktur.

Son devrin ilim adamlarından Seyyid Sabık, El-akaidü'l-İslâmiyye ad­lı eserinde Mehdî ve Deccal bölümünde, İsâ Peygamberin kıyamete yakın ineceğini, Mehdî ile birleşip Deccal'i katledeceklerini açık bir anlatımla belirtmiştir.

Büyük Âlim Abdülvehhab eş-Şa'rânî, Yevâkîtü'l-Cevâhir adlı eserinde diyor ki:

«Resülüllah (A.S.) Efendimizin kıyamet alâmetleri olarak Mehdî ve Deccal'ın çıkması, İsâ Peygamberin yeryüzüne inmesi, Dabbe'nin yerden çıkması, güneşin batıdan doğması gibi haber verdiği hususların hepsi hak­tır.» [236]

Müfessir Şevkanî bu konuyu özetlerken şöyle diyor:

«Sahîh olan şudur ki: Allah, İsâ Peygamberi, ruhunu almadan göğe yükseltmiştir. Nitekim müfessirlerin çoğu bu yorumu ve çıkarılan mânayı tercîha uygun görmüşlerdir. İbn Cerir de bunu seçmiştir.» [237]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle İsâ Peygamberin dünyaya gelmesi bir mu'aize, fizik-ötesi bir kanuna bağlı olduğu gibi. Onun ruhu alınmadan göğe yükseltil­mesi de bir mu'cize niteliğinde bulunduğu anlatıldı. Böylece İlâhî sünne­tin beşer hayatıyla ilgili olanı sadece aklın ve ilmin tesbit ettiğinden iba­ret olmadığı, bunun ötesinde metafizikle ilgili daha nice kanunları bulun­duğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, önce hem bu olayların, hem fizik ve metafizikle ilgili kanunların Allah'tan vahiy yoluyla almadan Peygamber Muhammed (A.S.) tarafından bilinmesinin mümkün olmadığı, çünkü ilmin ışığının he­nüz ortalığı aydınlatmadığı ve okulun kurulmadığı bir çağda okur-yazar olmayan bir insanın böylesine ince ve derin, fakat sıhhatli ve ölçülü bilgi­lere sahip olmasının düşünülemiyeceği çok kesin hatlarıyla belirtiliyor.

Sonra İ1 k insanı yaratmada nasıl bizim henüz bilmediğimiz bir kud­ret ve kanun cari olmuşsa, bunu belgelemek için İsa'nın yaratılması ör­nek gösterilerek aynı kudret ve kanunun bir kez daha tecelli ettiğine dik­katler çekiliyor. [238]

 

Meali :

 

58—  işte bu, sana okuduğumuz âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'dan (sunduklarımız)dır.

59—  Doğrusu Allah yanında İsa'nın (yaratılıştaki) misâli, Âdem'in du­rumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona «Ol!» dedi, o da oluverdi.

60—  Bu (konudaki) hak söz Rabbinden (geleni)dir. Artık şüphe eden­lerden olma.

61—  Sana (gereken) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda se­ninle tartışacak olursa, de ki : Haydi gelin de oğullarımızı, oğullarınızı; ka­dınlarımızı, kadınlarınızı ve kendimizi kendinizi çağıralım, sonra da lânet-leşeüm; Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim,

62—  Şüphesiz ki, bu anlatılan olaylar hakikatin tâ kendisidir. Allah'­tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah şüphesiz ki çok üstündür, çok güçlü­dür ve hikmet sahibidir.

63—  Bununla beraber (haktan) yüzçevirirlerse, şüphesiz ki Allah boz­guncuları çok iyi bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Necrân'dan [239] bir kurul, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi­ler ki:

— Neden bizim inandığımız İsa'ya dil uzatıyorsun?

Bunun üzerine Resûlüllah  (A.S.)   Efendimiz sordu ve aralarında  şu konuşma geçti:

  Onun hakkında ne dediğimi sanıyorsunuz?

  Ona «Allah'ın Kulu» diyormuşsun..

  Evet, İsâ Allah'ın kulu ve peygamberidir; bakire kızın rahmine yer­leştirdiği kelimesidir.

Necrânİılar bu söze öfkelendiler ve:

  Babasız dünyaya gelen başka bir insanı bize gösterebilir misin? Diye sordular. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [240]

Diğer bir rivayet:

Necrân'dan bir rahip. Peygamber (A.S.) Efendimize geldi. İslâm'a gir­mesi önerildiğinde, «Biz sizden önce İsiâma girmişizdir». [241] diye karşılık verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ile rahip arasında şu konuşma geç­ti:

  Dediğin doğru değildir. Sizi İslâm'dan alıkoyan üç neden vardır:

1.  Haç'a (İstavroz) ibâdet etmeniz,

2.  Allah'ın oğlu vardır, demeniz,

3.  Domuz eti yemeniz..

  Peki ama  İsa'nın  babası kim?

Bu soru üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sustu, ilâhî haberi bek­ledi. Çok geçmeden yukarıdaki âyet indi. [242]

 

Kur'ân Olayların Gerçek Yönünü Yansıtır

 

Kur'ân-ı Kerîm en son inen ilâhî kitap olarak, ^aynı kaynaktan indirilen Tevrat ve İncil'de insan elinin dökunmasıyla değiştirilen belgelerin ve nak­ledilen olayların en doğru ölçüsünü özetleyip en özlü noktalarıyla sun­maktadır.- Çünkü gerek Tevrat., gerekse İncil'in ilk indiği nüshası buluna­mamıştır- Kur'ân ise ilk indiği gibi korunmuştur.

İsa'nın dünyaya gelme olayı:

İncil, başlangıçta İsâ Mesih'in doğmasını doğru ölçüde anlatır:

«Meryem, Yusuf'a nişanlanmış olduğu halde, buluşmalarından önce Ruhu'l-Kuds'ten gebe kalmıştır.» [243] derken, İsa'nın babasız dünyaya gel­diğini açıklar. Ama Markos İncili'nin birinci bölümünde yanlış bir ölçü ve­rilir: «Allah'ın oğlu İsâ Mesih'in İncil'i» diye söze başlanır.

Luka İncil'inde aynı hata tekrarlanır: «O büyük olacak, O'na yüce Al­lah'ın oğlu denilecek» sözü yöralır, [244]

Kur'ân bu yanlışları yer yer doğrultarak «Meryem oğlu, Allah kulu» deyimlerini kullanır.

Âdem Peygamberin Vücut Bulması:

Tevrat, Âdem'in yaratılmasını şöyle açıklar: «Ve Rab Allah yerin top­rağından Âdem'i yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Âdem yaşıyan canlı oldu.» [245]

Tevrat'ın açıklaması buraya kadar doğrudur.

«Ve Rab Allah şarka doğru Aden'de bir bahçe dikti ve yaptığı adamı oraya koydu..»

Bu kısım yanlıştır. Kur'ân bu yanlışı doğrultur. Âdem'in doğudaki Aden kesiminde değil, Cennet'e konulduğunu bildirir. İhtimal ki, Tevrat'ta ADİN CENNETİ, «Aden'de bir bahçe» olarak yanlış anlaşılmış ve hatalı bir çevi­ri yapılmıştır. [246]

Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Ama biz aynı kaynaktan gelen üç kitap arasında detaylı bir mukayeseye gitmek niyetinde değiliz. Çünkü bu, başlıbaşına birkaç cilt olacak kapasitede bir konudur. [247]

 

Canlının Canlıdan Meydana Gelmesi

 

Pasteur, biyogenez (canlının canlıdan meydana gelmesi) fikrinin yer­leşmesini sağlıyarak bu konuda İslâm'ın görüşüne yaklaşmıştır. Modern Biyoloji'de bu konu şöyle özetlenmektedir:

«Pasteur'un buluşu, kendiliğinden oluş inancının gözden düşmesine sebep olmuştur. Bugün genellikle biyologlar, biyogeneze inanmaktadırlar. Onlar, yeryüzünde hayatın, yine bir hayattan meydana geldiği görüşünü kabul etmektedirler. Fakat bununla meselenin her yönünü cevaplandırmış olmuyoruz. Eğer bir canlı mutlaka başka bir canlıdan meydana geliyorsa bu, «yeryüzünde daima canlılar vardı» anlamına mı gelir? Yukarıdaki so­nuca göre böyle olmalıdır, ama yapılan araştırmalar, yeryüzünde eskiden hayat olmadığını, canlıların sonradan meydana geldiğini göstermiştir.»

O halde şimdi de karşımıza «Yeryüzünde ilk hayat nasıl başladı?» so­rusu çıkar. Bilimsei araştırmalar bunun cevabını tesbit edip verememiş­tir. Çünkü biyolojik ölçülere göre buna cevap bulmak mümkün değildir. Bir takım varsayımlar ise meseleye çözüm getirememiştir.

Gerçi bir varlığın canlılık vasfı, hayata adım atması bilinen belli ka­nunlarla gerçekleşebilmektedir. Bunun dışında bizim deney ve müşahe­deye dayanan bilgimizin ötesinde başka bir kanun yok mudur? Deney ve müşahedenin dışında kalan nice hakikatler var ki insan aklı o sınıra he­nüz ulaşamamıştır. Hele bir de konu materyalizm felsefe metoduyla ele alınırsa büsbütün çıkmaza girer ve çözüm yolu bulunmaz. Çünkü bu fel­sefeye göre. metafizik ile gerçek arasında uygunluk yoktur.

Peki o takdirde hayat nedir?

Hayatın gerçek anlamı, maddeye canlılık veren ilâhî bir kelime, diğer bir deyimle ilâhî bir ruhtur. Kimya ve Biyoloji bize hücrenin yapısını vere­bilmekte fakat canlılık vasfını açıklıyamamaktadır. Çünkü sözü edilen can­lılık deney ve müşahedenin ötesinde ayrı bir sünnete bağlı bulunuyor.

Kur'ân bu sünneti, İsa Peygamberin ana rahminde oluşmasıyla açık­lamakta, ipucu verip aklımızı iyice kullanmamızı emretmektedir. Meryem'e hayat üfleyen Melek Cebrail tamamen ruhtur. [248] Ruh ise hayatın, yani canlılığın asıl kaynağıdır. Ruhun hakikatini bilmediğimiz için nasıl hayat verdiğini de deney ve müşahedeyle çözüp anlamamız mümkün olmuyor.

Âdem Peygamber ilk insan olarak çamurdan şekillendirilince «ilâhî ruh'tan» ona üflendiği bildirilmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, ilâhî ruh hayatın ve canlılığın ta kendisidir.

Canlıyı ölüden ayıran, ruh'un aktivitesi değil midir? Ruhun hayat ve­ren aktivitesinin insandan çekilip ayrılmasıyla ölüm olayı meydana gelmi­yor mu?

Materyalistler kendi görüş ve iddialarını kanıtlamak için bu konuda çok yanlış ve aldatıcı bir yola başvururlar. Onlara göre : Rırh kelimesinin yerine vicdan, fikirvedüşünce kelimeleri, madde söz konusu iken de mad­de kelimesinin yerine kâinat dünyave varlık kelimeleriı aralarında bir fark görmeden kullanılır. Nitekim Engels'e göre, varlık kelimesi maddeyi, dü­şünce kelimesi de ruhu ifade etmektedir.

Ama düşünce ve vicdanı oluşturan nedir? Bu iki gücü insanın iç var­lığına hangi kudret yerleştirmiştir? Dilsiz, gözsüz, kulaksız ve şuursuz madde yerleştirmiştir, dersek çok gülünç olmaz mı? Görülüyor ki mater­yalist felsefe bunun cevabını verememiş ve konuya bu açıdan yaklaşma­dan uzaklaşmıştır.

Son yıllarda Bakterioloji ve Patoloji Laboratuvarlannda uzun süreden beri devam eden araştırmalar sonucunda bazı iddiaların aksine İnsanın maymundan değil, insan ve maymunun da dahil bütün türlerin toprak po-liuronik asit Kristalleri içerisinde meydana geldikleri, yani her tür canlı­nın ilk meydana bu ortamda geldiği anlaşılmıştır. Gerçi bu da bir var­sayımdan ileri gitmez, ama hakikate biraz daha yaklaşmış sayılır.

Muhakkak olan şudur ki:

Her canlı türünün başlangıcı, topraktan yaratılıp canlılık vasfına ka­vuşturulduktan sonra üreme ve çoğalması bugün bildiğimiz kanunlara bağ­lanmıştır. İnsanın maymundan gelmediği, gelişen ilimle de artık kesinlik kazanmışa benziyor. Genetik araştırmalarda Kalıtım ve Değişim bize çok yeni bilgiler kazandırmıştır. Ayrıca yapılan kazılarla elde edilen bilgiler de bu doğrultuda hayli ipuçları vermektedir.. Nitekim ünlü ilim adamı Richard Leakev'in bulduğu 2 milyon 600 bin yıllık insan kemikleri! sözü edilen teoriyi bir kez daha sarsmıştır. Kafa tasları üzerinde yapılan ciddi araştırma, o günün insanının beyni ne ise bugünün insanının da beyninin aynı büyüklükte olduğunu göstermektedir. [249]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Isâ Peygamber hakkında Tevhîd akidesi doğrultusunda aydınlatıcı bilgi verilip gereken açıktama ve uyan; İncil'de bu konuda değiştirilen bel­gelerin tashihi yapıldıktan sonra aşağıdaki âyetle asıl maksada geçilerek Kitap Ehli'nİn saplandığı yanlış inançtan artık vazgeçip semavî dinler'in temelini oluşturan katıksız Tevhîd'e yönelmeleri ve yapılan davete olumlu cevap vermeleri öneriliyor. [250]

 

Meali :

 

64— De ki: «Ey Kitap Ehli! aramızda ortaklaşa (ölçü ve en âdil den­geyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmemeniz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanız ve Allah'ı bırakıp bir kıs­mımız bir kısmımızı rabler = tanrılar edinmememizdir. Eğer yüzçevi-rirlerse, dayın ki: Şâhîcf olun biz elbette MüsKimanlarız.»

 

Allah'ı Bir Bilmeğe Çağrı

 

İslâm «Tevhîd Dinindir. Allah'ı bir bilip O'nun eş ve ortaktan münez­zeh bulunduğunu en açık anlatımla yer yer işler. İlâhî dinlerin temelini oluşturan ve hepsi için aynı özelliği taşıyan tevhîd (Allah'ı bir bilip kabul etmek), dinler arasında bir eştiricl en kuvvetli faktördür. Dinin bu esas ve faktörden ayrı tutulması, ayrılığa düşmenin ilk ve son adımıdır. Bunun için Kur'ân'da sık sık Tevhîd Akidesi'ne dokunulur. Kitap Ehli'nin bu konudaki inancında meydana gelen hatanın düzeltilmesi önerilir. Ay­rıca Kur'ân bu çağrısıyla Tevrat ve İncil'de de bu esasın yer aldığını, fakat çoğu bölümlerinin sonradan ya yanlış tercüme edildiğini, ya da maksatlı ve bilgisiz ellerin dokunmasıyla aslından uzaklaştırıldığını hatırlatır.

Diğer yandan İncil'de baba - oğul deyimlerinin çok yanlış yo­rumlandığını bildirerek Hıristiyanlar), eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allah'ı bir bilmeye çağırarak İsâ Peygamberle Muhammed (A.S.)ın, Tev­hîd'in aynı kaynaktan gelen, çizgisinde bulunduklarına işaret etmekte­dir..    .

Çünkü Kur'ân dinlerin arasını açmak, Kitap Ehliyle ayrılığa düşmek, insanları birbirine düşman etmek için değil, bütün dinleri Allah'ın Tevrat, İncit ve Kur'ân'da açıkladığı Tevhîd odağında birleştirmek için in­miştir.

Bu nedenle Kur'ân, Kitap Ehli'nin saplandığı üç yanlış inançtan kur­tulmasını öngörmekte ve bu açıdan gereken çağrısını yapmaktadır:

1.  Allah'a babalık vasfını yakıştırıp Üzeyir ve İsa'yı Allah'ın oğullan kabul etmelerinin Allah'ı bir bilme inancına ters düştüğünü,

2.  Allah'tan başkasına ibâdet etmelerinin bütün dinlerin esasıyla bağ­daşmadığını,

3.  Allah'ı bırakıp birbirlerini Rab edinmelerinin ve bu yüzden Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram saymalarının semavî kitapla­rın getirdiği esasları kökünden değiştirdiğini en duyarlı biçimde açıklar.

Kur'ân bu açıklamasını diğer iki âyetle şöyle kuvvetlendirir:

«Yoksa Allah'ın izin vermediği dini, onlara meşru kılıp koyan ortak­lar mı var?» [251]

«Allah'a karşı yalan uydurmak kasdıyla, dilinizin alışageldiği şekilde Uydurup «bu helâldir, bu haramdır» demeyin.

Çünkü Allah'a karşı yalan uyduranlar elbette umduklarına erişemez­ler.» [252]

 

Resûlüllah (A.S.)In Komşu Ülkeleri Tevhîd'e Daveti

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz İslâm devletinin temellerini atıp Tevhîd Dini'nin esaslarını çevre ülkelere duyurmayı ve böylece son dine davet doğrultusunda diplomatik ilişkiler kurmayı plânladı. Çünkü İslâm sadeoe bir vicdan işi, bîr ibâdet mesleği değil, o bütün esas ve prensipleriyle bir hayat dinidir. O, öyle başladı ve öyle kalacaktır. Bu bakımdan Cihan Peygamberi aynı zamanda büyük bir devlet adamı, ileriyi gören güçlü bir diplomat, ordulara kumanda eden üstün yetenekli bir kumandan, diğer mil­letlerle temasa geçen bir siyasî idi.

Başta İbn Sa'd ve diğer tarrhçi ve siyercilerimiz bu konuda bize ye­teri kadar bilgi aktarmış, sahih nakiller yapmışlardır.

Roma Kayserine yazılan mektup : «Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla :

Allah'ın Resulü Muhammed'den Rumların büyüğü Hırakliüs'a. Hidâyet (Allah'a giden doğru yol)a uyana selâm olsun! Bilmiş olki, seni İslâm'ın davetiyle çağîrıyorum. İslâm'a gir ki selâmete eresin. İslâmiyeti kabul et ki, Allah sana iki kere sevap versin. Eğer yüzçevirirsen idaren altındaki halkın günahı senin üzerinedir.»

«Ey Kitap Ehli! aramızda ortaklaşa (ölçü ve âdil denge sağlayacak) bir kelimeye gelin. O da : Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamam z ve Allah'ı bırakıp birbirimizi rab edinmememiz-dir.»

«Eğer yüz çevirirlerse de ki: Şahit olun, biz Müslümanız!» [253]

Buna benzer bir mektup da konumuzu oluşturan âyetin çağrı esası­nı içererek Mısır Kıbtîlerinin büyüğü Mukavkis'a gönderilmiştir. Prof. M. Hamidullah bu ve diğer mektuplarına temas ederken, Mukavkıs'a gönder­diği mektuba verilen cevabın da aynen muhafaza edildiğini İSLÂM PEY­GAMBERİ adlı kitabında belirtmektedir.

Gassânî hükümdarı El-Haris'e ise şu mealde bir mektup yazmıştır. [254] «Allah'ın Peygamberi Muhammed'den El-Hâris bin Şâmir'e :

Hidâyete (doğru yola) uyana, Allah'a inanan ve bunu duyurana selâm olsun! Sana ait mülkün sende kalması için hiçbir ortağı olmayan Bir Al­lah'a inanmaya seni çağırıyorum.»

Ayrıca bir din adamına yazdığı mektubu İbn Sa'd naklederek şu meal­de bize bilgi vermektedir:

«Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla : Duğtur (mutlak hükümdar = autocrator) papaz'a : Allah'ın selâmı imân edene olsun! Bunun devamı olarak bil ki: Meryem oğlu İsâ, Allah'ın iffetli namuslu olan Meryem'e iika ettiği ruhu ve kelimesidir. Ben, Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e, İsma­il'e, İshak'a, Yakub ve diğer kabilelere indirilenlere; Musa'ya ve İsâ'yo verilenlere ve peygamberlere Rableri tarafından verilene imân ettim. On­lardan birini diğerinden ayırt etmeyiz. Ve biz O'na teslim olmuş Müslü-manlarız. Allah'ın selâmı doğru yola uyanlara olsun.» [255][256]

 

Tevrat Ve İncil'de Tevhîd Kalıntıları

 

Tevrat'ta açık bir anlatımla Tevhîd akidesine yer verilmiş ve bu­güne kadar az da olsa muhafaza edilmiştir.

Allah Musa Peygambere diyor ki:

«Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah Yehova benim. Karşımda başka ilâhların olmayacaktır.

Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmıyacaksın ve onlara ibâdet etmiyeceksin.» [257]

Bernaba İneil'in'de deniliyor ki:

«Şeytan; murdar olan her çeşit eti helâl gören, sünnet olmayı redde­den, İsa'ya Allah'ın oğlu diyen ve bununla takva sahibi olduklarını iddia edenleri sapıtmıştır.» [258]

İşte konumuzu oluşturan âyetle bu hakikatlere işaret edilmekte ve bütün dinlerin temeli olan T e v-h îd 'e açık davet yapılmaktadır. Yahudiler yukarıda belirttiğimiz Tevhîdle ilgili belgeleri kendi çıkarlarına göre yo­rumlamışlar; bazen Üzeyir Peygamberi [259] Allah'ın oğlu kabul etmişler; bazen de Allah'ın Rabbi'l-âlemin değil Rabbi'l-Museviyyîn olduğunu, iddia etmişlerdir. Hıristiyanlar bilindiği gibi üç iiâh akidesini ortaya atıp bu ko­nuda katı bir tutum göstermişlerdir. [260]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Kur'ân'ın Tevhîd akidesi doğrultusunda hakka çağrısı, dinlerin tekâ­mül zinoirinin son halkasını oluşturan İslâm'ın bu vadide bir olan Allah'a kült olmanın yüksek mânasını yansıtır. Yukarıdaki âyetlerle bu husus en ölçülü ve anlamlı biçimde açıklandıktan sonra Hakk'ı inkâr edenlerle Ya-hudî ve Hıristiyanların bu çağrıya karşı vaziyet almaları, aşağıdaki âyetler­le insanlığın vicdanları önüne sergileniyor. Son din, Tevrat ve İncil'in de taşıdığı Tevhîd inanoı etrafında toplanmayı önerirken aşırı tutuculukları yüzünden onların -minderden kaçan pehlivanlar gibi- konuyu hedefinden saptırıp gereksiz tartışmalara kapı açtıkları söz konusu ediliyor. [261]

 

Meali :

 

65—  Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. (Bunu da) akletmiyor musunuz?

66—  İşte siz böylesiniz; haydi bilginiz olan şey hakkında tartışıp du­runuz, ama bilmediğiniz şey hakkında niye tartışırsınız?! Allah bilir, siz bilmezsiniz.

67—  İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; ama Hakk'a yönelmiş tertemiz katıksız bir müslimdi; Allah'a ortak koşanlardan değildi.

68—  Doğrusu  insanların  İbrahim'e en  yakını  (Onun  çağında)  Ona (inanıp) uyanlarla şu Peygamber (Muhammed) ve (Ona) imân edenlerdir-Allah imân edenlerin en yakın dostu ve işlerini düzeltip yürüteni, onların sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre: Necrân Hıristiyan-larından bir topluluk ile Yahudî din adamlarından bir kurul, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek bir acık oturum düzenlenmesini arzu ettiler. İb-rahîm Peygamber hakkında tartışmak istiyorlardı. Yahudiler, İbrahim Pey­gamberin Yahudî olduğunu, Hıristiyanlar da onun Hıristiyan olduğunu iddia etmeye başladılar.

Yukarıdaki âyetler, onların bu konudaki tartışmalarının gerçek bir dayanağı bulunmadığını, bilgilerinin de çok yetersiz olduğunu açıklar an­lamda İndi. [262]

 

İlgili Hadîs

 

«Her peygamberin, diğer peygamberlerden çok yakın bir dostu vardır. Benîm en çok yakın dostum, Allah'ın Halil'i atam İbrahim'dir.»[263]

 

İbrahim Peygamberin Dini

 

Kur'ân'ın on yerinde İbrahim'in milletinden ve Hanîf olduğundan söz-edilir. Çünkü İbrâhîm Peygamberin bağlı bulunduğu 10 sahifedeki esas­larla İslâm esasları ve iki din arasında bazı prensip uygunlukları mevcut­tur. Bu bakımdan Hanîf deyiminin sözlükteki anlamı genellikle şöyle tesbit edilmiştir: Hanîf: İslâm dinine meyli sahih ve sabit olan kimse, de­mektir. Çoğulu, hünefâ'dır.

Burada hatıra önemli bir soru gelebilir: Musa Peygamberin getirdiği din ile veya isâ Peygamberin Tevrat'ı tamamlar anlam ve ölçüdeki dini ile İslâm arasında uyum yok mudur? Bunlar da bazı esas ve prensiplerde birleşmezler mi?

Bu sorunun cevabı açıktır:

Musa Peygamberin vefatından sonra Yahudîler dünya saltanatı peşi­ne düşerek Tevrat'ı askıya alıp mal ve servetle meşgul oldular. O kadar ki, Tevrat'ta âhiretle ilgili bütün kayıtları çıkarıp onu kendi dünyevî amaç­larına göre değiştirerek yorumladılar. Zaten Musa Peygamber'e levhalar üzerinde sunulan Tevrat'ın aslı ortadan yok olduğu için çok sonraları din adamları tarafından neler tesbit edilebildıyse onlar derlenip kitap haline getirilebildi. Namaz, oruç, zekât ve hac ile ilgili emirler bu arada silinip beiirsiz hale sokuldu. Bir takım yanlış çeviriler yapıldı. Bu nedenle insana sorumluluk duygusunu veren, vicdanları geliştirip insanı maddeye kul ol­maktan kurtaran âhiret inancı ve fazîletle hayırhahtık, dayanışma ve kar­deşlik duygusunu geliştiren ibâdet bu dinde özelliğini kaybetmiştir. Hz. İbrahim'den İslâm'ın ruhuna ve mayasına uygun gönülden gönüle nakle­dilip gelen bazı esas ve prensipler değişikliğe uğramadığından, Hazreti Peygamber (A.S.) Efendimiz kendisine ibâdet farz kılınmadan önce o esas ve prensiplerle amel etmeyi uygun bulmuş, ibâdetler farz kılındıktan son­ra ise İbrahîm'in dinîni zaman zaman övmüştür.

Hıristiyanlar da asıl İncil'i kaybettiklerinden İsâ Peygamberden bir süre sonra hatırlanabildiği kadarıyla derlenip bir kitap haline sokulan İn­cil'i, değişen sosyal şartlar karşısında kendi akıllarına göre değiştirip, yer yer ilâveler ve noksanlaştırmalarda bulunmuşlardır. Bu nedenle İncil'de de namaz, oruç ve zekât gibi önemli ibâdetlerin asıl ölçü ve anlamı silin, mistir. Birçok hükümler güdükleştirilerek aslından uzaklaştırılmış ve böy­lece kayde değer, sadra şifâ verecek esas ve prensipleri kaybolmuş sa­yılır. Ortadp kala kala yine İbrahîm Peygamberin hanîf ölçüleri bulunuyor­du. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin baba ve dedelerinin çoğu Hanîf idi.

Hanîf deyimi hakkında Bakara Sûresinde gerekli açıklamayı yap­mıştık. Burada kısa da olsa yeni bir açıklama getirmemizde yarar vardır.

Hanîf :

a)  Allah'ın varlığını, birliğini kabul edip inanan,

b)  Bu inançla birlikte Hacc'e giden, kurban kesen, sünnet olan ve kıbleye yönelen,

c)  Küfür ve şirkten tertemiz, imân cevheriyle süslü olan,

d)  Bâtıldan uzak, Hakk'a yönelip O'na teslîmiyet gösteren,

e)  İslâm'a meyli sahîh ve sabit olan manalara gelir.

Görülüyor ki, Hanîf deyiminin taşıdığı manâlar İslâm'ın ruhuna ve amacına yöneliktir. Bu bakımdan Kur'ön, Yahudî ve Hıristiyanlardansa İb­rahîm'in milletine uymayı uygun görür ve onu Resûlüllah (A.S.) Efendi­mizin en yakın dostu olarak niteler.

Gerçek bu olunca, İbrahîm'in şeriatına ve Hanîf ölçülerine karşı diğer dinlerdeki milletlerin tepkisinin nedeni rahatlıkla anlaşılmış oluyor. Bunun­la beraber İbrahim Peygamber'e kabileler arasında geniş bir ilgi duyuldu­ğu dikkate alınarak Yahudiler Ona sahip çıkmaya, Hıristiyanlar da onu kendi saflarında göstermeğe yeltenmişler, âdeta bu konuda yarışırcasına bir tutum izlemişlerdir. Konumuzu oluşturan âyetlerle onların bu tutumu kınanıyor ve İbrahim'in Musa ve İsa peygamberlerden çok önce geldiği açıklanarak tartışmanın bilgisizce yapıldığı noktalanıyor.

Unutmayalım ki, Tevrat ve İncil'de de İbrahim'den ve onun baba ve dedelerinden sözediür. Ama onun getirdiği esas ve prensiplerden, Hanîf olduğundan bahsedilmez. Yahudi ve Hıristiyanların, «İbrahim'in Şeriatı an­cak Musa ve İsa'nın şeriatına uygundur» iddiaları bu yüzden değer kazan­mamıştır.

O halde Kur'ân, semavî dinlerin hepsine saygıyı emrederken daha çok değişikliğe uğramamış İbrâhîm Peygamberin şeriatını över. Böylece Yahu-dî ve Hıristiyanları uyarmaya çalışır. [264]

 

Tartışmanın Kuralları

 

Kur'ân-ı Kerîm İbrahîm Peygamber hakkında Yahudî ve Hıristiyanların bilgisizce ve inatlaşırcasma tartışmaya kalkışmalarını kınarken bize bu ko­nuda bazı kuralları dikkate almamızı hatırlatıyor.

Bir konu hakkında tartışmaya başlamadan önce:

a)  O konuyla ilgili bilgileri toplayıp değerlendirmek,

b)  İddia edilen şeyin mümkün olup olmadığını araştırmak,

c)  İlgili rivayetler ve nakiller arasında bağlantı kurmaya çalışmak',

d)  Toplanan bilgileri belli bir sıraya göre düzenleyip plânlı biçimde hazırlıklı olmak,

e)  Karşı   taraftan   gelecek   haksız   iddiaları,   öne   sürecekleri delil­leri az-çok tahmin edip ona göre doyurucu cevaplar ve deliller toplamak,

f)  Mantık kurallarını iyi bilmek,

g)  Hakk'ı sonuna kadar savunmak, karşı tarafın haklı olduğu kesin­lik kazanınca tereddüt etmeden kabullenmek,

h) Kırıcı, üzücü, küçültücü söz ve davranışlardan kaçınmak; karşı ta­raf ölçüsüz de olsa nezaket ve edep kaidelerine saygılı olmak gerektir.

Kur'ân bütün bu hususları özetlerken : «Haydi bilginiz olan şey hak­kında tartışıp durunuz, ama bilmediğiniz şey hakkında niye tartışırsınız?! Allah bilir, siz bilmezsiniz.» der. [265]

 

Tarihî  Yönü

 

«İbrahim ne Ya­hudi, ne de Hıristiyan idi, ama Hakk'a yönelmiş tertemiz bir müslimdi.»

Kur'ân'da İbrahîm Peygamberin İsâ ve Musa Peygamberlerden önce geldiği açıklanır, fakat belli bir tarih verilmez. Zaten ilâhî üslûbun özellik­lerinden biri de, olayları detaylı değil, özlü ve ibret alınacak noktalarıyla nakletmektir. Ancak konumuzu oluşturan âyetlerle, hangi peygamberin daha önce gelip geçtiğini açıklamak zorunluluğu doğduğu için buna kapı açılmıştır.

Gerçi biz Bakara Sûresinde Musa Peygamberle ilgili bazı tarihler naklettikse de bunların çoğu pek sıhhatli değildir. Çünkü gerek İbrahîm Peygamber, gerekse Musa Peygamber hakkında tarihçilerimiz pek az şey tesbit edebilmişlerdir. Özellikle onların doğum ve ölüm tarihleri kesin bi­çimde tesbit edilememiştir. Başta Meydan LAROUSSE olmak üzere bir­çok Ansiklopedilerde farklı tarihler verilmektedir. Hattâ Meydan Larous-se'da fahiş bir hata yapılarak Musa Peygamberin M.Ö. 1352 yıllarında Mı­sır'dan ayrıldığı belirtilirken İbrahîm Peygamberin M.Ö. 1263 tarihinde doğ­duğu kaydedilir. Ne var ki Sa'lebî bu tarihin Nuh tufanından sonra oldu~ ğunu belirterek bize daha doğru bilgi vermeye çalışmıştır.

Rivayetlerin farklı taraflarını şöyle özetliyebiliriz :

a)  Ebû Suud Efendiye göre, İbrahîm Peygamberle Musa Peygamber arasında 1000 yıl geçmiştir. Musa Peygamberle İsâ Peygamber arasında ise 2000 yıl geçmiştir.

b)  Lübabu't-Te'vîl Tefsirine göre,  İbrahim  Peygamberle  Musa  Pey­gamber arası 575 yıldır. Musa Peygamberle İsâ Peygamber arası 1632 yıl­dır.

c)  İbn  İshak'a göre, İbrahim  Peygamberle   Musa  Peygamber arası 565 yıldır. Musa Peygamberle İsâ Peygamber arası 1720 yıldır.

d)  Kurtubî ve Keşşafa göre,   sözü   edilen   peygamberler   arasında 1000'er yıllık bir zaman geçmiştir.

Bütün bu rivayetleri bir tarafa bırakıp Kur'ân'ın verdiği ölçüyü esas kabul edelim : İbrahim Peygamber İsâ ve Musa Peygamberlerden -zaman bakımından- önce gelmiştir. [266]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Kitap Ehlinin İslâm'a karşı tutumu ve Kur'ân'ın Tev-hîd'e çağrısı, onların bu iiâhî sese kulak vermeyip tartışma ve bir takım yersiz iddialarda bulunma yolunu seçtikleri açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Kitap Ehli'nin bu tür iddia ve tartışma ile yetin­meyip Allah ve Peygamberine gönülden inanıp teslimiyet gösteren mü'-minleri saptırmaya çalıştıkları; hakkı bâtıla karıştırıp ayak takımını bu amaçla görevlendirdikleri belirtiliyor. [267]

 

Meali :

 

69—  Kitap Ehli'nden bir kısmı sizi şaşırtıp saptırmak istediler. Oysa farkında olmadan kendilerini saptırırlar.

70—  Ey Kitap Ehli! (İlâhî kitaplardaki yazılı hakikatleri) görüp durur­ken neden Allah'ın âyetlerini inkâr edersiniz?

71—  Ey Kitap Ehli! Bildiğiniz halde neden hakkı bâtıla karıştırıp hakkı gizlersiniz?

72—  Kitap Ehlinden bir topluluk, (ayak takımlarına) dediler ki: Şuna (Muhammed'e) inananlara indirilene günün evvelinde inanın, günün so­nunda inkâr edin; ola ki (dinlerinden) dönerler.

73—  Ve bir de kendi dininize uyandan başkasına (sakın ha) inanma­yın. De ki: Herhalde doğru yol, hakkın beyânı Allah yoludur. Ve (yine on­lar dediler kî) : «Size verilenin bir benzeri başka birine verildiğine veya (Muhammed'e inananların) size Rabbiniz katından delil getirip (üstünlük) sağlayacağına inanmayın. (Çünkü siz Allah'ın has kulları ve yegâne sev­gililerisiniz).» De ki: Üstünlük, şerefli kılmak, fazilete eriştirmek Allah'ın elindedir; onu dilediğine verir. Allah geniş ölçüde veren ve her şeyi yete­rince bilendir.

74—  O, rahmetini dilediğine has kılar, (hakkı, hak dini dilediğine lâ­yık görür). Allah çok büyük iyilik, nîmet ve yardım sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Yahudiler bir ara Ashab-ı Kirâm'dan Cebel oğlu Muâz'ı ve Yasır oğlu Ammar'i kendi dinlerine davet etmişlerdi, Halbuki Resûlütlah (A.S.) Efen­dimizin fazilet ve rahmet dağıtan okuluna girip imân ve İslâm'ın derin zevkini alan bir mü'minin dinden döndüğü pek görülmemiştir. Ama Yahu­diler yine de İslâm'ı küçük düşürmeyi amaç seçmişlerdi.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet inmiştir. [268] Diğer bir rivayet:

Hayber Yahuclilerinden oniki din adamı toplanıp, her geçen gün biraz daha insanlığa umut ufuklarını açan ve gönülleri aydınlatıp ruhlara yep­yeni bir hayat veren İslâm güneşinin tesirini kesmek için şu hileye baş­vurmayı kararlaştırdılar:

Günün evvelinde sadece dil ile Muhammed'in dinine girin, akşam olunca inkâra sapın ve bunun nedenini şöyle açıklayın: «Biz kitaplarımıza baktık, ilim adamlarımızla konuşup görüştük, Muhammed'in peygamber olmadığını anladık. Böylece onun haktan yana olmadığı, dininin de bâtıl bulunduğu ortaya çıktı. Biz de ayrıldık!»

İşte böyle yaparsanız, Muhammed'in arkadaşları şüpheye düşer ve «bu sözleri söyliyenler Kitaplılardır; onlar herhalde bu hususu bizden daha İyi bilirler» derler de kendi dinlerinden ayrılıp size uyarlar.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [269]

 

Hakkı Gizlemek Nankörlüğün En Kötüsüdür

 

Kur'ân, konumuzu oluşturan âyetlerle Kitaplılar (Yahudi ve Hıristiyan­ların inanıp bağlandıkları Tevrat ve İncil'de -zamanla bazı değişikliklere uğratılmalarına rağmen- hâlâ son peygamberin geleceğini haber veren belgelerin mevcut olduğunu haber vermektedir. Bu, bir bakıma Kitap Eh-li'ni saplandıkları inat ve inkâr bataklığından kurtarmayı, bir yandan da mü'minlerin imânını artırmayı amaçlamaktadır.

Ancak bile bile hakkı inkâr etmek, kutsal kitaplardaki belgeleri de­ğiştirmek, ya da maksatlı yorumlamak, dünya kardeşliğini bozmaktan, kin ve intikam ateşini körüklemekten başka bir şeye yaramaz. Nitekim tarih­te bunun acıklı sonuçlarını okumaktayız. Haçtı seferleri bunun tipik ör­neklerinden biri değil midir? Günümüzde hâlâ Yahudilerin Müslümanlara diş bilemesi, Ermenilerin bir takım entrikalar çevirmesi, misyon teşkilatı­nın kurulması ve nihayet siyonizmin kahredici  plânlar kurup İslâm âlemini tedirginetmesi.bu kin ve intikamın devamı sayılmaz mı?

İşte Kur'ân milletlerin aleyhine gelişen bu ateşi söndürmek, cihana sulh ve kardeşlik getirmek için en ılımlı ve olumlu yolları açık tutarak çağrısını yapmaktadır. Dikkatleri kutsal kitaplardaki Muhammed (A.S.) ile ilgili belgelere çekmesi de sadece Kitap Ehlini insafa ve hakka davet için­dir. [270]

 

Kutsal Kitaplarda Son Peygamberle İlgili Belgeler

 

Tevrat:

«İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı ol­duğu seçme kulum; Ruhumu onun üzerine koydum. Milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağirmıyacak ve sesini yükseltmiyecek ve onu so­kakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmıyacak ve tüten fitili söndürmiye-cek; hakkı hakikate erdirecek, Ve dünyada hakkı pekiştirinceye kadar za-yıfiamıyacak ve adalar onun şeriatını bekliyecekler.» [271]

İncil:

«Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya (Rab-bime) yalvaracağım ve O size başka bir Tesellici, hakikat Ruhunu vere­cektir. Tâ ki daima sizinle beraber olsun..» [272]

«Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem, Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman günah için ve hüküm için dünya-yr ilzam edecektir..» [273]

«Size söyiiyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Ama o hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek; çünkü ken­diliğinden söylemiyecektir. Fakat her ne işitirse söyiiyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni ta'ziz edecektir. Çünkü benimkinden ala­cak ve size bildirecektir.» [274]

«Yahya ele verildikten sonra, İsa Allah'ın İncil'ini vaz'ederek, Gali-le'ye gelip dedi: Vakit tamam oldu ve Allah'ın melekûtu yakındır; tövbe edin ve İncil'e imân eyleyin.» [275]

«Bundan dolayı size derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [276]

Bernaba İncil'inde ise Hz. Muhammed'in geleceği ismen açıklanmış ve şüphe götürmiyecek bir anlatımla birkaç yerde ondan söz edilmiştir.

Be rn a ba :

«Beklenen Tesellici Muhammed'dir, O Allah Resulüdür. Doğrusu Âdem Cennetten çıkarılınca Cennetin kapısının üstünde nurdan yazılı şu satırları gördü : LÂ İLAHE İLLALLAH MUHAMMED RESULÜLLAH.»

«Benden sonra hak söz ile peygamber gelecek ve onun dininin ni­hayeti olmayacaktır.» [277]

İşte bu ve benzeri acık belgeler Kutsal Kitaplarda yazılı iken hakika­ti gizlemenin büyük bir nankörlük olduğunu söylemeğe gerek var mıdır? Tabii hidâyet Cenâb-ı Hakk'in elindedir. Dilediğini doğru yola, hakikat nu­runa eriştirir. Çünkü fazl-u kerem, rahmet-u inayet Onun elindedir. [278]

 

Şahısları Putlaştırmak

 

Ne var ki insanoğlunun büyük kişilere karşı -özellikle o kişilerin ölüm­lerinden sonra-aşın bağlılığı vardır. Gerçi bu, insan ruhunun manevî yön­de tatmin olma arzusundan kaynaklanıp ortaya çıkmaktadır, ama ilâhî öiçüleri aşınca çok tehlikeli ve sapıttırıcı bir sonuç doğurabilir. Örneğin, İsâ Peygamber hayatta iken bütün terbiye, nezaket, hoşgörü, fazilet ve yakınlığına rağmen hakarete uğramış, insanlardan sıcak ve samimi bir ilgi görememiş; aksine sayısız haksızlıklarla yüzyüze getirilmiş ve sonun­da hayatına kasdedilmişti. Ama göğe yükseltilmesinden sonra ona inan­maya başlayanlar çok geçmeden onu ilâhlaştirmışlar ve bu tutumlarında pek fire vermemişlerdir. Hâlâ bugün İsa'yı Allah'ın oğlu kabul edip onu ikinci ilâh sayanlar milyonları bulmaktadır.

Büyük ilim adamları, veliler, kahramanlar ve ünlü salih kişilerin çoğu hep ölümlerinden sonra kendilerini sevenler ve hayranlık duyanlar tara­fından bazen peygamber seviyesine, bazen ilâhlık düzeyine çıkarılmıyor­lar mı? Beşer tarihinde bunun model ve örnekleri çoktur.

İşte Kur'ân'da âdemoğlunun bu zaafına İşaret edilerek «aşırı hayran­lık yüzünden sınırı aşıp hakkı gizliyecek kadar tutucu olmayın» deniliyor. Böylesine sakat bir düşünce ve tutumun sapıklığa kapı açmaktan başka bir yarar getirmiyeceği hatırlatılıyor.

Şüphesiz kî Allah sevilmeye, sayılmaya, tapmılmaya, yüceltilmeye çok daha lâyıktır. Bu bakımdan diyebiliriz ki, her kişinin kıymet ölçüsü, Allah'a imânı ve insanlığa hizmeti nisbetindedir. Bunu böyle bilmek aklın ve vicdanın yolu, faziletin anlamıdır. Sınırı aşmak, putperestliğin belirtisidir. Hakkı gizlemek ve bu konuda inatlaşıp tartışmak kalb körlüğünün açık belgesidir.

İbn Cerîr ve İbn Ebî Necîh bu konuda diyor ki:

Yahudiler hakkı gizlemekte öylesine inat ettiler ki, Hazreti Muham-med'in (A.S.) insanlıktan yana getirdiği saadet güneşini göremiyecek ha­le geldiler ve bir kısmı Mescid'e gelip sabahleyin Resûlüllah ile namaz kıldılar, akşam olunca bağlandıkları yeni dinden çıktıklarını çevreye du­yurmaya çalıştılar. Maksat belliydi, mü'minleri şaşırtmak, kalblere şüphe ve fesat tohumlarını atmaktı.

Bunun gibi hile ve entrikalara başvurmak insanlık tarihinde ve beşer tabiatında vardır. Ama hakikat güneşi bütün bu karanlık düşünce ve hi­leleri sönük bırakacak kudrettedir.

İmam Kurtubî de bu konuda diyor ki:

Rivayete göre, Yahudiler, kendilerinden olan ayak takımına dediler ki: «Sabahleyin Muhammede uyun, Kabe'ye yönelip ibâdet edin, akşam olunoa bu kez Beytü'l-Makdis'e yönelip ibâdette bulunun. Belki sizin bu davranışınız mü'minleri dinlerinden soğutur da İslâm'ın genişlemesini ön­ler.»

Kur'ân bunu özetlerken şu cümleyle ilâhî uyarıyı gözler önüne seri­yor :

«Do ki: Elbette doğru yol, Hakk'ın beyânı Allah yoludur.»

O halde gönülden inanıp Allah'ın hidâyet lûtfuna erişenleri mutluluk caddesinden saptırmak mümkün olmadığı gibi, kişileri putlaştırıp körü kö­rüne bâtılı savunanları da doğru yola getirmek -Allah hidâyet vermedikçe-mümkün değildir.

Hakkı ayakta tutma irfan ve hizmeti, kişilerin ve milletlerin tekelinde değildir. Kur'ân bir bakıma Kitap Ehlinin bu haksız tekelciliğini yermekte, bütün milletleri   Tevhîd doğrultusunda hizmete çağırmaktadır. [279]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Kitap Ehli'nin İslâm'a karşı olumsuz yöndeki tutumları, Tevrat ve İn­cil'de son peygamberle ilgili belgeleri gizlemeğe çalışmaları ve bu yüz--den bazı hilelere baş vurmaları anlatıldıktan sonra aşağıdaki âyetlerle yi­ne Kitap. Ehli'ne dokunularak hepsinin belirtilen anlamda katı ve inatçı olmadığına, aralarında aklını kullanan insaf sahibi güvenilir kişilerin de

bulunduğuna değinilerek, kötülerden dolayı bütün bir milletin kötü sayıl-mıyacağına işaret ediliyor.

Nitekim Yahudi ilim adamlarından Abdullah bin Selâm ve bir-iki ar­kadaşı bu ölçüye örnek olanlardan birkaçıdır. [280]

 

Meali :

 

75—  Kitap Ehlinden öylesi var ki, kendisine bir kantar (altın) emânet bıraksan, onu sana öder. Öylesi de var ki, kendisine bir dînar emânet et­sen, başında dikilip durmadıkça onu sana ödemez. Bu da onların : «Üm-mîler (okur yazar olmayan kitapsızlar)m bizim üzerimizde sorumluluktan yana bir yolu (bir hakkı) yoktur» demelerindendir. Allaha karşı bile bile yalan söylerler.

76—  Hayır, yol var:  Kim verdiği sözü  dosdoğru yerine getirir ve (hakkı inkârdan, kötülüklere sapıp Allaha karşı gelmekten) sakınırsa, el­bette Allah sakınanları sever.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerden Fahnas bin Azûrâ'ye ümmîlerden bir adam bir dînar emânet bırakmıştı. Fahnas, «okur-yazar olmayanlara, kitapsızlara karşı üzerimizde bir sorumluluk yoktur,» diyerek emâneti ödememişti. Ünlü din adamı ve ilim adamı Abdullah bin Selâm gibi faziletli kişiler de eksik de­ğildi. Abdullah henüz İslâm'a girmemişti. Ümmîlerden biri ona 1200 okı-yye altın emânet bırakmıştı. Günü gelip sahibi emâneti isteyince olduğu gibi teslim etmişti.

İşte âyet, bu ve benzeri olayları hatırlatarak inmiştir. [281]

 

İlgili  Hadîsler

 

«Sana güvenip emânet bırakanın emânetini (zamanı gelince) öde. Sa­na hiyânet edene hiyânet etme.» [282]

«Kıyamet günü emânetle sıla-i rahm (akrabayla ilgi kurma) sırat'in iki yanında dururlar; ancak kendilerini koruyup yerine getirenlere geçit verirler.» [283]

«Dört şey kimde bulunursa, o katıksız bir münafık sayılır; o dörtten biri kimde bulunursa, onda da nifaktan -terkedinceye kadar- bir pay var­dır:

1.  Konuştuğunda yalan söyler,

2.  Söz verdiğinde yerine getirmez,

3.  Emânet bırakıldığında hıyanet eder,

4.  Hasimlaştığında doğru yoldan ayrılır..» [284]

 

Müslüman Güvensizlik Etmez

 

«Hayır, yol var: Kim verdiği sözü dosdoğru yerine getirir ve sakınırsa, elbette Allah sakınanları sever.»

İslâm, insan ruhunu geliştiren, vicdanları berraklaştıran, insan duy­gusuna yön veren dindir. Allah'ın sevgi ve büyüklüğünü, kudret ve adale­tini bütün görkemiiğiyle kalblere ve kafalara işler. İnsanlıktan yana mer­hametli olmayı emreder; kişiyi yalnız midesiyle başbaşa bırakmaz; onu behimî sıfat ve davranışlardan çekip İnsanlığın fazîlet potasında olgun-laştınr.

Böylece İslâm dini insana büyük sorumluluklar yükler; sınırsız hür­riyetin zulme ve karanlığa uzandığını hatırlatır; hizmet aşkını -biri Allah'a, diğeri hemcinsine olmak üzere- iki yönde değerlendirir.

Bu bakımdan Müslüman güven kaynağı, doğruluk örneğidir. Kur'ân, Kitap Ehli'nin zamanla ilâhî hidâyet yolundan ayrılmalarıyla çoğunun emânete hıyanet eden, haksızlıkta bulunan ve diğer insanlara karşı bir so­rumluluk taşımıyan, Allah'ı kendileri için millî ilâh sayacak kadar ölçüsüz­lük içinde bulunan kimseler olduğunu açıklarken çok önemli bir noktaya dikkatleri çekiyor ve dolayısıyla Müslümanların asıl değer ölçülerinden bi­rini ortaya koyuyor. Gelin görün ki, günümüzün Müslümanlarının çoğu bu bataklığa kendini iterek Ehl-i Kitab'ın belirtilen yöndeki ahlâkını benim­ser gibi olmuştur.

Evet, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrindeki Müslümanlar, doğruluk ve güvenin doruğunda bulunuyorlardı. Günümüzün Müslümanlarının çoğu bu fazileti çoktan yitirmişe benziyor.

Hicrî beşinci asırda İslâmî ilimleri yeniden dirilten büyük âlim İmam Gazali Hazretleri bakın ne diyor:

islâm öyle bir devir geçirdi ki, o devirde «kime güvenebiliriz?» soru­suna, «her müstümana güvenebilirsiniz!» cevabı verilmişti. Şüphesiz o de­vir saadet devri idi. Sonra bir devir daha gelip geçti, aynı soru yine so­ruldu. Ama verilen cevap biraz farklı oldu : «Birkaç kişi hâriç herkese güvenebilirsiniz!» Korkarım ki bir devir gelsin, aynı soru tekrarlansın ama verilen cevap çok değişik olsun: «Birkaç kişi müstesna, başka hiç kim­seye güvenemezsiniz!» İşte o zaman Müslümanların kıyameti kopmuş sa­yılır.

Hazret-i Muhammed (A.S.)ın peygamberliğine tein için inanan ünlü İlim adamı Lord Jon DAVENPORT diyor ki:

«Bir kural olarak, Ermeniye istediği paranın yarısını, Rum'a üçte br-rini, Yahudiye dörtte birini veriniz. Alış-verişte bu dediklerimi hatırdan çıkarmayınız. Ama Müslümanla atış-veriş ettiniz mi, istediğini veriniz, fiat-tan emin olunuz. Çünkü Müslüman aldatmaz.» [285]

 

Fıkhî Yönü

 

İmam Ebû Hanîfe'ye göre : Borçlu borcunu ödemede ağır davranır, vakti gelince ödemezse veya imkânı bulunduğu halde vermek istemezse, alacaklı onun başına dikilip hakkını almakta ısrar edebilir. Yine de öde­mezse, kadıya başvurup tasarruftan men'edilmesini ve hapis cezsiyla tec­ziyesini talep edebilir.

İmam bu hükmü, konumuzu oluşturan âyetten çıkarmıştır. [286]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Kitap Ehlİ'nin kendi kutsal kitaplarının yolundan da ayrılarak sırf İs­lâm'a karşı besledikleri kin ve düşmanlığın sonuou birtakım üzücü yol­lara baş vurdukları, bir takım entrikalar çevirip imân edenlerin kalbinde şüpheler meyg"ana getirmeyi amaçladıkları, kitapsızlara karşı çok merha­metsiz davrandıkları, hiçbir sorumluluk taşımadıkları açıklandıktan sonra, aşağıdaki âyetlerle onların diğer bir karakterine ve ölçüsüz tutum ve an­layışına işaret edilerek, verdikleri sözü yerine geîirmiyerek yeminlerini bozdukları, Allah'a verdikleri sözlerinden, ahidlerinden döndükleri, önem­siz bir menfaat uğruna Allah'ın indirdiği kutsal kitaplarda değişiklik yap­tıkları, kendi maksatlarına göre bir takım yorumlarda bulundukları anlatı­lıyor. [287]

 

Meali :

 

77—  Doğrusu Allah'a verdikleri sözü ve ettikleri yeminleri az bir de­ğer (önemsiz bir menfaat) karşılığında değiştirenler (var ya), işte onlar için âhirette hiçbir nasîb (yüz güldürücü, kalbe şifâ verici bir ilgi) yoktur, Allah kıyamet günü onlara konuşmayacak ve onları temize cıkarmıyacak-tır. Onlar için elem verici bir azâb vardır.

78—  Kitap Ehlinden öyle kimseler de var ki, kitapta olmadığı halde kitaptanmış semasınız diye dillerini kitaptan yana evirio çevirirler, eğip bükerler de «Bu, Allah'ın kitabındandır» derler. Oysa Allah katından (böy­le bir şey indirilmiş) değildir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.

 

İniş Sebebi

 

Eş'as bin Kays (R.A.) diyor ki:

Benimle bir Yahudi arasında ihtilaflı bir arazi bulunuyordu. İkimiz de hak iddiasında idik. Davacı olarak ben ihtilâfı kaldırmak için Yahudiyi alıp Peygamber (A.S.) Efendimize götürdüm. Allah Resulü önce bana sordu:

  Şahit ya da yazılı belgen var mı?

  Hayır, dedim.

Bu kez Yahudiye sordu :

  Yemin eder misin?

Bunun üzerine, kendi kendime, «Eyvah! şimdi Yahudi yalan yere ye­min eder de arazim elimden alınmış olur.;» diye düşünürken yukarıdaki âyet indf. [288]

Diğer bir rivayet:

Abdullah bin Ebî Evfâ anlatıyor:

«Pazarda hazır elbise satan bir adam, Müslümanlardan birini aldatıp fahiş fiatla satmak İçin Allah adma yemin etti. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.»

Başka bir rivayet:

Yahudilerin ileri' gelenlerinden Ebû Râfi, Lübabe bin Ebî Hakîk ve Hayy bin Ahtab, Allah'ın Tevrat'ta Hazreti Muhammed'in geleceğini va'deder anlamdaki âyetlerini değiştirip kendi uydurduklarının Tevrat'ta yazılı bulunduğunu yeminle iddia ediyorlardı. Onların ilâhî beyânı değiştirmeleri, diğer Yahudileri ve birçok pupterestleri memnun etmek ve onların bu ko­nuda zaman zaman rüşvet anlamında yaptıkları yardımın devamını sağ­lamak maksadına matuf bulunuyordu. Bunun üzerineyukarıdaki âyetler in­di. [289]

 

İlgili Hadîsler

 

«Müslüman bir kişinin hakkını yemin etmek suretiyle kendinden yana koparıp alan kimseye Allah Cehennemi gerekli, Cenneti de haram kılar.»

Bunun üzerine soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! bu hak az bir şey bile olsa (yine de böyle midir)? Efendimiz cevap verdi:

  Evet, o hak erak ağacından bir çubuk da olsa... [290]

«Doğrusu siz davacı ve davalı olarak bana geliyorsunuz, Ben de an­cak bir insanım; olur ki, sizden bir kısmınız delilini getirmede, davasını anlatmada daha zekice ve ustaca bir yoi izleyebilir. Ben ancak sizden işittiğime göre aranızda hükmederim. Bu nedenle kime kardeşinin hak­kından bir şey hükmedersem, onu almasın. Çünkü bu durumda ona ancak ateşten bir parça ayırmış olurum ki kıyamet günü o ateşle birükte (haşro-lup) gelecektir.» [291]

«Üç kimse var ki Allah kıyamet günü onlara konuşmaz, rahmet naza­riyle bakmaz ve onları temize çıkarmaz; onlara acıklı bir azâb vardır.»

Hadîsin râvisi Ebû Zer (R.A.). diyor ki; Resûlüllah {A.S.) Efendimiz­den sordum:

  O üç kimse kimlerdir? Gerçekten onlar zarara uğrayıp umutsuz­luğa düşmüşlerdir!.

Cevap verdi:

  «Kibir ve gururla gezen (bu ölçü ve anlamda elbise giyip eteğini yerlerde sürüyen); iki yüzlülük edip söz götürüp getiren; malını yalan ye­minle satan kimselerdir.» [292]

Bunun için Mâlik bin Dinar şöyle demiştir:

«Dînar: Din ile nârdan ibarettir. Kim haklı yönden elde ederse bu onun dini ve dindarlığıdır. Kim de haksız yoldan elde ederse, bu ona ateş olur.» [293]

«Münafıkın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Söz verdiğinde onu yerine getirmez. Kendisine emânet edildiğinde ona hiyânet eder.,» [294]

 

Verilen Sözü Yerine Getirmek Yapılan Sözleşmeye Bağlı Kalmak

 

«Kitap ehlinden öyleleri de var

ki, kitapta olmadığı halde kitaptanmiş sanasınız diye dillerini kitaptan ya­na evirip çevirirler, eğip bükerler...»

Kur'ân bu konuda önemli bir konuyu, Yahudi milletinin yanlış tutum ve anlayışını örnek göstererek mü'minleri aydınlatıyor. Yahudiler kendi şeriatlerine uymayanlara ne değer verir, jıe de onlarla yaptıkları sözleş­meye sadık kalırlardı. Özellikle kitapsızlar diye tanımladıkları putperestle­re karşı hiçbir sorumluluk taşımaz, onların mallarını doğrudan ya da do­laylı yoldan yemeği kendilerine mubah sayarlardı.

İşte karakter ve inancı bu olan Yahudiler sadece İslâm'a değil, ken­di kutsal kitapları Tevrat'a ve Musa Şeriatına da ters düşüyorlardı. Al­lah'ı, Yahudi .milletinin millî ilâhı olarak saymaları, onların diğer milletle­re karşı tutumlarını ve taşıdıkları niyeti belirtmeğe yeterlidir.

Musa Şeriatında geçen ON EMİR'in birincisi; «Allah'ın Rabbin İs­mini boş (ve yalan) yere ağıza almıyacaksın..» [295] şeklindedir.

«Yalan haber taşımıyacaksın; haksız şahit olmak için kötüye el ver-miyeceksin. Kötülük için çokluğun peşinde olmiyacaksın ve bir dâvada adaleti bozmak için çokluğun ardına saparak söylemiyeceksin. Eğer düş­manın kaybolan öküzüne, yahut eşeğine rastlarsan, mutlaka onu kendisi­ne geri getireceksin..» [296]

«Yalan şeyden uzak ol..»

«Ve rüşvet almıyacaksın..»

«Ve garibe gadretmiyeceksin. Garibin gönlünü bilirsin; çünkü Mısır diyarında gariptiniz.» [297]

Yahudi din adamları, diğer dinlere ve milletlere karşı hiçbir sorumlu­luk yolu taşımamaları nedeniyle Tevrat'ın bu emirlerini değersiz menfaat-[ar uğruna yanlış yorumladılar ve kelimelerin yerini değiştirerek uydurduk­ları sözlerin Allah'tan geldiğini iddia edecek kadar ileri gittiler. Sonra bazı iyi niyetli hahamlar kelimeleri tekrar eski yerlerine koyarak düzelttiler.

Konumuzu oluşturan âyetler, belirtilen hususlarla Müslümanları uya­rıyor; yapılan sözleşmelere, verilen sözlere sadık kalmalarını hatırlatıyor; her Müslümanin hakkı koruyup uygulamakta diğer insanlara örnek olma mevkiinde bulunduğuna bilhassa işaret ediyor.

Zaten semavî kitapların hepsinde doğruluk, ahde vefa, sözleşmelere sadık kalma, emânetleri koruma gibi sosyal yapıyı güven içinde ayakta tutan konulara geniş yer verilmiştir. Kuran bu yoldan sapan Kitap Ehlini hakikate çağırıyor.

Allah adını şahsi çıkar uğrunda yalan yere kullanmak, ilâhî âyetleri, şer'î hükümleri az bir menfaat karşılığında değiştirmek kesinlikle yasak­lanmıştır. Çünkü bu hususların önemsenmediği bir toplumda, din, ahlâk, sorumluluk ve fazilet ışığı kalmaz. Millî ve sosyal yapılar ciddi biçimde' ha­sar görür, düzen tehlikeye mâruz kalır. Karşılıklı güven kökünden yıkılıp yerini güvensizliğe bırakır.

Bu bakımdan toplum düzenini şahsî (kişisel) çıkarlarına alet edip onu alt-üst edenlere hayat kanunu hiçbir zaman gülümsemez. İlâhî rahmet ha­vası onlara doğru esmez. Kıyamet günü ise bu gibilere verilecek ceza çok daha acıklı olacaktır. [298]

 

Allah'ın Âyetlerini  Değiştirmek

 

Din başlıbaşına ilâhî bir müessesedir. Şunun, ya da bunun aklına uy­sun, görüşüyle uyum sağlasın diye hiç kimsenin onu değiştirmeye, keyfî biçimde yorumlamaya hakkı yoktur. Bu konuda samimiyetin yeri ve daya­nağı olamaz. ,Din bütün esas ve prensipleriyle bir bütündür; bölünmeyi, bir kısmının beğenilip, bir kısmının beğenilmemesini hiçbir suretle kabul etmez.

Bununla beraber, tarihte Yahudî ve Hıristiyan din adamları      bu yola başvurduklarından kendi kitaplarını ve peygamberlerinin koyduğu şeriatı tanınmaz hale sokmuşlardır. O kadar ki bir önceki kuşak bir sonrakine bu konuda en kötü mirası bırakmıştır.

Buna birkaç örnek verelim : [299]

 

TEVRAT:

 

«Yalan haber taşımıyacaksın.»

Dediği halde bugün hâlâ Yahudiler kurdukları Siyonizmle yalan çar­kını başka milletler aleyhine durmadan çevirmektedirler.

«Garibe gadretrniyeceksin.»

Emri meveut olduğu halde, kesin bir yasak ortada dururken Yahudi­ler hem dünya tefeciliğinin öncülüğünü yapmakta, hem Filistinli yerli halkı yurtlarından çıkarıp tam bir gariplik felâketine sürüklemekte devam et­mektedirler.

«Kötüye el vermiyeeeksin.»

Sözü hakkı korumayı, haksızdan yana olmamayı emrederken, Yahu­diler, insanlığa rahmet saçan hak dinlerin, özellikle İslâmiyetin etki alanı­nı daraltmak, kalbler üzerindeki sıcak tesirini sıfıra düşürmek ve bu arada müminlerin itikadını bozmak amacıyla YEHOVA ŞAHİTLERİ diye bir ekol oluşturup Hıristiyan alemiyle İslâm âleminin içine fitne tohumları serp­mektedirler.

«Seçme kulum..»

Diye/gelecek olan kurtarıcıdan, büyük teselliciden Tevrat sözederken, Yahudiler ne İsâ Peygamberi, ne de Muhammed (A.S.) Peygamberi bu müjdeye lâyık görmüş, kurtarıcının herhalde kendilerinden geleceğini yan­lış bir yorumla halka anlatmaya ve kendi adamlarını buna inandırmaya çalışmışlardır. [300]

 

İNCİL:

 

Hayli değiştirilmesine rağmen bugün elimizdeki İndilerde şarabın ve domuz etinin haram ve murdar sayıldığı geçmektedir. Buna rağmen Hı­ristiyan âlemi hem şarabı, hem domuz etini mubah saymıştır; hattâ dinî ayinlerde bile şarap içilmektedir. Yahya Peygamberden söz edilirken İn-cilde şu kayıt yer almaktadır:

«Yahya'nın doğumundan çok kimseler sevinecek. Zira Rabbin katında yüce olacak, asla şarap içmiyecek ve müskirat kullanmıyacaktır.» [301]

İncil domuzun murdar olduğunu şu belgeyle anlatır:

«Ve İsâ onlara derhal izin vermekle temiz olmayan ruhlar çıkıp do­muzlara girdiler..» [302]

Buna rağmen bugün domuz etini en çok yiyenler ne yazık ki Hıristi-yanlardir,

Müslümanlara gelince :

Onlardan da makam ve şöhret, dünyalık ve benzeri şeyler peşinde ko­şanların bir kısmı Allah'ın emirlerini dosdoğru açıklamadılar, bazı âyetleri maksatlı biçimde yorumladılar. Ne var ki, tek harfi bile değiştirilemiyen Allah Sözü, hâlâ bütün parlaklık ve kudretiyle ortada duruyor ve durmaya devam edecektir.

Konumuzu oluşturan âyetler özellikle bu hususa dikkatleri çekmekte, Yahudî ve Hıristiyanların din adamlarının düştüğü menfaat bataklığına Müslüman din âlimlerinin düşmemesini, bir yandan emretmekte, bir yan­dan tavsiyede bulunmaktadır.

Konuyu özetliyecek olursak :

Allah'a verdikleri söze ve ettikleri yeminlere aldırış etmeyip bunları değersiz menfaatler ve şahsî çıkarlar karşılığında bozanlara beş türlü ce-zâ va'dedilmektedir:

1.  Ahirette onlara hiçbir (yüz güldürücü, gönül doldurucu) nasîp yok­tur.

2.  Allah onlara lütuf yüzüyle hitap etmez.

3.  Onlara rahmet nazarıyla da bakmaz.

4.  Onlar için çok acıklı bir azâb hazırlanmıştır.

5.  Kıyamet gününde de Allah onları temize çıkarmaz.

Çünkü onlar dünyada belirtilen kötü tutum ve düşünceleriyle beş fe­lâkete kapı açmışlardır:

1. Allah'a karşı saygısızlığın en kötü örneğini ortaya koymuşlardır.

2.  Kendi kitap ve şeriatlerini değiştirip menfaatleri karşılığında sat­mışlardır,

3.  Toplum yapısında güvensizlik doğurup fertlerin ahlâkını bozmuş­lardır.

4.  Millî ahlâka ağır darbe indirmişler ve bu yüzden millî bünyede ona­rılması zor yaralar açmışlardır.

5.  Nasîblerini ararken, sadece dünyalık elde etmeye çalışmışlar ve

bunun için herşeyi  kendilerine mubah saymışlardır.

Ancak bu kötülük ve günahlardan tevbs edip hakları ödeyerek vic­danını ve ruhunu arındırmaya çalışanlar müstesna.. Çünkü Allah tevbe-leri cokoa kabul edendir. [303]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Kitap Ehli'nden bir kısmının kendi şeriatlerini nasıl değiştirdikleri, bir kısmının kendi peygamberlerini nasıl ilâhlaştırdıklan ve bir kısmının da din adamlarını rab edindikleri açıklandıktan sonra aşağıdaki âyetlerle, hiçbir peygamberin kendisine kitap, hikmet ve nübüvvet verildikten sonra, «Al­lah'ı bırakıp bana kulluk edin» demiyeceği ve esasen bunun peygamber­lik ölçülerine ters düşeceği anlatılıyor ve böylece peygamberlerin sıfatları­na atıflar yapılarak görevlerinin sınırı belirleniyor. [304]

 

Meali   :

 

79—  Hiç bir insana uygun olmaz, yakışık düşmez ki, Allah ona kitap versin, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara : «Allah'ı bı­rakıp bana kul olun!» desin. Ama : «Kitabı öğrenip öğrettiğinize ve ders verdiğinize göre öğretici, eğitici ve bilginizle amel edici olun!» der.

80—  Hem melekleri ve peygamberleri rablar (tanrılar) edinmenizi de emretmez. Siz müslüman (Hakka' dosdoğru teslim) olduktan sonra size küfre sapmanızı mı emreder?

81—  Hani. Allah, Peygamberlerden kesin söz almıştı: «And olsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra sizinle beraber bulunanı kabul eden bir peygamber gelince, herhalde ona İnanasınız ve ona mutlaka yardım edesiniz» (buyurmuş ve) «Bunu ikrar ettiniz mi, bunun üzerine ahde bağlı ağır yükümü kabul ettiniz mi?» demişti. Onlar da : «İkrar ettik» diye kesin söz vermişterdi. (Allah): «Öyle ise şâhid olun, ben de sizinle beraber şâ-hidierdenim» buyurmuştu.

82—  Bunun ardından kim yüzçevirirse, artık onlar din doğrultusun­dan sapan günahkârlardır.

 

İniş Sebebi

 

Isâ Peygamberi Rab kabul edip ona ilâhlık payesi veren Necrân Hıristiyanlarınrn yanlış inançlarını tashih eder anlamda inmiştir. [305]

Kelbî'nin (Ö : 146) yaptığı rivayete göre, İbn Abbas (R.A.) bu konuda şöyle demiştir:

«Yahudîierin ileri gelenlerinden Ebû Râfi'. ile Necrân Hıristiyanlarından söz sahibi sayılan birkaç kişi Peygamber'e (A.S.) gelerek dediler ki:

— Ya Muhammed! Sana tapmamızı ve seni Rab edinmemizi rrri isti­yorsun?

Resûlüllah (A,S.) onlara şu cevabı verdi:

  Allah'tan başkasına tapmayı, kullukta bulunmayı emretmekten yi­ne Allah'a sığınırım. Allah bunun için beni göndermemiştir ve bana bu yol­da bir emir de vermemiştir. (Ben sadece Allah'ın emirlerini kullarına tebliğ İle görevli bir peygamberim).

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [306] El-Hasen diyor ki:

«Bana kadar ulaşan rivayette, bir adam, ResÛlüHah (A.S.) Efendimize gelerek :

— Ey Allah'ın Peygamberi! birbirimize selâm verdiğimiz gibi sana da selâm veriyoruz. (Halbuki sen cok üstün saygılara lâyıksın). Sana secde edelim mi?

Diye sorduğunda Efendimiz ona şöyle buyurmuştur:

  Allah'ı bırakıp başkasına secde etmek hiç kimseye yakışmaz. Ama siz peygamberinize saygılı olun ve saygıdeğer kişilerin kıymetini bilin.

Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi.

Kurtubî'nin tesbitine göre, Efendimiz (A.S.) bu konuda şunu da bu­yurmuştur: «Sizden hiç biriniz, büyüğünüz için «Bu benim Rabbimcür» de­mesin, fakat «efendimdir» desin.» [307]

Ashabtan Hâtem oğlu Adiy (R.A.) sordu:

  Ey Allahtn Peygamberi! Kitap Ehli birbirine nasıl taparlar? Efendimiz şu cevabı verdi:

  Din adamlarının onlara haramı helâl, heiâlı da haram kılması, halkm da bu konularda onlara inanıp uyması şeklindedir. Halkın din adamları­na kulluğu daha çok böyle cereyan etmiştir. [308]

 

İlgili Hadîsler

 

Bir gün Hz, Ömer (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki: «Ya Resûlellah! Kureyze oğullarından bir Yahudi arkadaşıma söyledim, Tevrat'tan hayli parçalar yazıp bana getirdi. Onları size arzedeyim mi?»

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimizin rengi değişti ve Ömer'e cevap vermedi. Orada hazır bulunan Sabit oğlu Abdullah, Ömef'e: «Resû-lüllah'ın yüzündeki isteksizliği görmüyor musun?» diyerek onu uyardı. Ömer (R.A.) mahcup oldu ve : «Allah'jn Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in peygamber olduğuna razı oldum.» diyerek herhangi bir şüpheye düşmedi­ğini anlatmak istedi.

Onun bu sözüne karşılık Efendimiz şöyle buyurdu :

«Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa Pey­gamber aranızda sabahlayıp siz de ona uyarak beni bırakmış olsanız, sa­pıtmış olursunuz. Doğrusu sizler, ümmetler arasında benim payım; pey­gamberler arasında da ben sizin payınızım.» [309]

«Kitap Ehlin'den (dinî konuda) bir şey sormayın. Çünkü onlar size el­bette doğru yolu göstermezler; kendileri sapıtmıştır. Bu durumda siz ya bâtılı tasdik eder, ya da Hakk'ı yalanlarsınız. Andolsun ki, Musa hayatta olup aranızda bulunsaydı, bana uymaktan başka bir yol ona helâl olmaz­dı.» [310]

«Allah kıyamet günü insanları bir araya toplayınca, bir çağırıcı şöyle seslenecek: Kim Allah'a yaptığı ibâdete başkalarını ortak etmişse, seva­bını Allah'tan başkasından istesin. Çünkü Allah ortaklıkta ortakların en doygunudur (ortaklığa ihtiyacı yoktur).» [311]

 

Hak Peygamberle Yalancı Peygamber Arasıdaki Fark

 

Hak Peygamber:

1. Soyu temiz bir aileden seçilir. Onu seçen bizzat Allah'tır. Halk tarafından seçilmez.

2.  Bütün bilgisi vahye dayanır. Tahsile ihtiyacı yoktur. Onun öğretici ve eğiticisi bizzat Allah'tır.

3.  İffet simgesi bir anadan doğar.

4.  Hayatı baştan sonuna kadar    düzenlidir; İnsanı    küçülten, ruhu karartan, vicdanı silik hale getiren her türlü düşünce, söz ve davranışlar­dan korunmuştur.

5.  Kendiliğinden din adına konuşmaz, Allah'tan ne alırsa ancak onu yansıtmakla me'murdur.

6.  Gerektiğinde dünya işleri hakkında çevresiyle İstişarede bulunur; bunu hiçbir zaman küçüklük saymaz. İsabetli görüşlere, sağlam düşün­celere saygılıdır.

7.  Hayatının hemen her bölümü ve her safhası insanlara yol gösteri­ci, kafaları aydınlatıcı ve vicdanları geliştirici ölçü ve anlamdadır.

8.  Çok zeki ve yeteneklidir. Sağlam düşünceye sahiptir. Cesaret ve soğukkanlılığın üst düzeyindedir.

9.  Beşerî ilişkileri cok ölçülü ve anlamlıdır. Başkasıyla alay etmez, kahkaha ile gülmez, bağırarak konuşmaz, izin istemeden kimsenin evine girmez.

10.  Edep ve terbiyenin, nezaket ve nezahetin doruğundadır.

11.  Yalnız Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak için çalışır; başkasından ne bir teşekkür, ne de bir karşılık bekler.

12.  Kendinden yana bir çıkarı, ya da içldiası yoktur. Her şey Allah İçin, din için, insanlık içindir.

13.  Kendini her zaman ve her yerde Allah'ın kulu ve peygamberi ola­rak tanıtır; bunun ötesinde bir ilgi ya da üstün bir sıfat istemez. Kınayan­ların kınamasından endişe duymaz.

14.  Kendisini ilâhlaştırmak isteyen hayranlarını derhal uyarır ve öl-Cüyü kaçırmalarına asiâ imkân vermez ve müsamaha da etmez.

15.  Mal toplamaz, servet edinmez; bütün güc ve yeteneğini Allah'ın buyruklarını yerine getirmeğe harcar; insanların mutluluğu için çalışır.

16.  Sözleri arasında tam bir tutarlık vardır. Ne kadar yaşlansa bile bunamaz.

17.  Açlığa, musibetlere, felâketlere karşı son derece dayanıklı ve sabırlıdır.

Yalancı Peygamber:

Yalancı peygamberde bu saydıklarımızın onda dokuzu yoktur. Tarih­te ortaya çıkan bir takım yalancı peygamberlerin hayatı incelendiğinde, onların bu ölçülere gelmediğini rahatlıkla görebiliriz. Sahte peygamber Tufayl oğlu Amir ve Habib oğlu Müseyleme'yi bir düşünün! Sonra da 19. asırda ortaya çıkan Bahailik ve Babîlik'i araştırın. Hindistan'da ortaya çı­kan Kadiyanî'liği de buna ilâve edin.

Gerek Şirazlı Mirza Ali Muhammed, gerekse Hindistanlı Mirza Gulam Ahmed, önceleri birer din adamı kisvesiyle ortaya çıkmışlardı. Çevre bu­lunca bu kez Mehdi rolüne girmişler, sonra biraz daha çevre bulunca ken­dilerini Rab ilân edecek kadar şaşkınlık göstermişlerdi. Bab şöyle diyor­du : «Ben bir aynayım, bende görünen Allah'tan başkası değildir.»

İşte konumuzu oluşturan âyetler bir yandan hak peygamberlerin Al­lah ile olan ilgilerinin sınırını belirlerken, bir yandan sahte peygamberlere işaret etmekte, Allah'a dosdoğru inanan mü'minlere gerçek bir kıstas sun­maktadır. [312]

 

Allah'ı Birakip Allah Adına Bazi Şahısları İlâhlaştırmak Küfürdür

 

 «Hem melekleri ve peygam-berleri rablar (tanrılar) edinmenizi de emretmez.»

Hıristiyanların İsa Peygamberi ve hattâ bazı rahip ve piskoposları ilâhlaştırdıkları gibi, bazı Müslümanların da büyük velileri, ünlü mürşitleri ölçüsüz ve sınırsız biçim ve anlamda sevip onlara bağlanmaları, Allah ve Peygamberi kendilerine unutturacak düzeye gelmiştir. Bu zatlara karşı duydukları derin bir aşk onları ibâdette de ölçüsüzlüğe itmiş, namaz kılar­ken bile rabıtada bulunmak suretiyle kalblerini Allah'tan başkasına tahsis etme gafletine düşürmüştür.

Konumuzu oluşturan âyetler bu hususlara işaret edip dikkatleri çe­kerken iki tarafı uyarmanın derin mânasını yansıtmaktadır. Geçmiş mil­letlerin işlediği günah ve kusuru, Muhammed (A.S.) Efendimizin ümme­tinin işlememesi için tarihin bu konudaki kapısı aralanıyor, en özlü nok­talara parmak basılıyor ve gereken uyarılar yapılıyor.

O halde İslâm'ın imân ve irfan doğrultusundaki ölçüsü nedir? Bunu

şöyle özetiiyebiliriz:

a)  Kulluk ve ibâdet ancak Allah'a yapılır. İbâdette ortak kabul etmez.

b)  Kalbin din vadisinde sevgi, aşk ve heyecan kapısı ancak Allah'a açık tutulur. Peygamber ve kâmil velîler, ünlü mürşitler ise, Allah dinine hizmet ettikleri için sevilirler ki bu sevgi de dolayısıyla Allah'adır.

c)  Şahısları ilâhlaştırmak büyük günahlardandır; insanı şirke götürür.

d)  Dinde   yerine   getiriien   ibâdet ve kulluk ancak   Hz.   Muhammed (A.S.)ın Sünnet ölçüleri çerçevesinde olmalıdır. Onun dinde yapmadığını yapmak, dinden olmayan şeyleri din adına uydurup dine sokmak sapık­lıktır ve her sapıklık ateştedir. [313]

 

Peygamberler  Birbirini Tasdik Eder

 

«Hani Allah, peygamberlerden kesin söz almıştı...»

Bu, ilâhî bir emirdir. Her peygamber bu emre uymuştur. Ümmetlerin bu doğrultudan sapması, ilâhî emre karşı gelmektir. Çünkü peygamberle­rin gönderilmesinin asıl amacı birdir; hepsi aynı kaynaktan alır, aynı tez­gahta biçimlenir. Bunun için Allah ya ruhlar âleminde, yani cesedler he­nüz yaratılmadan önce peygamberlerin ruhlarından birbirlerini, bir son­rakinin öncekileri, öncekilerin de sonrakileri tasdik edeceklerine, yardım­da bulunacaklarına dair emir verip kesin söz almıştır, ya da her peygam­bere kitap, hikmet ve nübüvvet verdiğinde kesin söz almıştır. Bunu birkaç bölümde özetiiyebiliriz :

a)  Aynı millete aynı devrede birden fazla gönderilen peygamberler, hem birbirlerini tasdik etmek, hem de yardımda bulunmakla yükümlüdür­ler. Musa Peygamberle kardeşi Harun Peygamber buna örnektir.

b)  Her biri ayrı bir şeriatle ayrı ayrı devrelerde aynı millete gönderi­len peygamberlerdende birönceki, bir sonrakinin geleceğini müjdeler; bir sonraki öncekini tasdîk eder. İbrahim Peygamberle Nuh Peygamber buna bir örnektir.

c)  Aynı   yerlerde fakat   aynı şeriat üzere   gönderilen   peygamberler de yine birbirini tasdîk etmek ve birbirlerinin şeriatına aynen uymakla yü­kümlüdürler. İbrahim Peygamberle Lût Peygamber buna bir örnektir.

d)  Bir sonraki bir öncekinin şeriatını tamamlamak üzere gönderilen

peygamberler de hem birbirini tasdîk etmek, hem bir önceki şeriatı aldığı emirler ölçüsünde tamamlamakla yükümlüdürler. Musa Peygamberle İsâ Peygamber buna bir örnektir.

e) Ayrı bir şeriatle bütün milletlere gönderilen peygamberle daha ön­ceki peygamberler arasındaki ölçü de böyledir: Son peygamber geçmiş bütün peygamberleri tasdîk etmekle, önce gelip geçen peygamberler de son peygamberin geleceğini haber vermekle yükümlü tutulmuşlardır

Resulüllah (A.S.) ile önceki peygamberler buna misaldir. [314]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«Öğretici, eğitici ve bilginizle amel edici olun» sözleriyle çevirisini yaptığımız REBBANİYYÛN deyimi hakkında çok yönlü yorumlar yapılmıştır:

1—  İbn Abbas'a göre: Dînde anlayışlı ve bilgili olanlar.

2—  Öğreticiler ve eğiticiler.

3—  İbn Mes'ud'a göre: İlim ve hikmet, güzel ve yumuşak huy sa­hipleri.

4— Halkı, bulundukları seviyeyi dikkate alarak eğitenler; onlara ge­rekli olan bilgileri verenler.

5—  İlmiyle amel edenler.

6—  Helâl ve haram sınırlarını bilenler; emir ve nehiylere uyanlar.

7—  Kendini iyice gözetmesini, halkı da siyâsetle idare etmesini bi­lenler.

Nitekim İbn Abbas (R.A.) vefat ettiğinde, Muhammed bin Hanîfe şöy­le demişti: «Bugün ümmetin Rabbanisi öldü!»

8—  Sibeveyh'egöre: Rabb'e mensup olanlar, Onu bilip İtaat edenler.

9—  Müberrid'e göre: İlim sahiplerinden insanlara hem bilgi veren­ler, hem onlan eğitenler.

10—  Ebû Ubeyde'ye göre: Bu kelime Arapça değil İbrânîcedir.

11__ Rabbin dinini bilip onunla amel edenler.

12— Saîd bin Cübeyr'e göre: Hikmeti sevip Allah'tan korkanlar ve

her türlü kötülüklerden sakınanlar.

M î s a k :

a)  Yemin ile kuvvetlendirilen ahid,

b)  Peygamberlerin mîsakı, Allah'ın emir ve nehiylerine tamamen uy­ma hususunda nefislerine karşı olan güvenleri ve buna dair verdikleri ke­sin sözdür.

c)  Her peygamberden mîsak alınmıştır.

d)  Peygamberler için başkasından mîsak alınmıştır.

e)  Hazreti  Muhammed  (A.S.)  hakkında  bütün  peygamberlerden  mî­sak alınmıştır.

f)  Peygamberlerin birbirlerini tasdik etmeleri için her birinden mîsak alınmıştır. [315]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah'a ibâdet etmenin gereğinden sözedildi. Al­lah'ı bırakıp başkasını Rab edinmenin insana yakışır bir düşünce ürünü olmadığı, akl-i seiîm'e ters düştüğü hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle bir bütün olan varlık âleminin ister istemez Allah'a teslimiyetgösterdiğineve bu bütünün bir parçası olan, fakat diğer parça­ların üstünde bir özelliği bulunan insanın da isteyerek, akıl ve irâdesini kullanarak Allah'a boyun eğip teslimiyet göstermesinin lüzumuna değini­liyor. Nitekim her varlığın ilâhî kanuna uyarak yaratıldığı gayeye doğru hareket ettiği belirtiliyor. [316]

 

Meali :

 

83— Hâlâ onlar Allah'ın dininden başkasını mı arzuruyorlar?! Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi de ister istemez O'na teslim olmuş­tur ve ancak O'na döndürüleceklerdir.

 

İlmî Yönü

 

Varlık âlemi çok mükemmel bir plâna göre düzenlenmiş ve her varlık kendi türünün özelliğine göre belli kanunlara bağlanmıştır.

«Göklerde ve yer-de ne varsa hepsi de ister istemez O'na teslim olmuştur...»

Her varlık ister istemez bu plânda belli ve belirli yerini almıştır. Başı­boş hiçbir şey yoktur. Maksatsız yaratılan bir varlık düşünülemez. Yer­çekimi kanununa nasıl uymak zorunda isek ilgili bulunduğumuz hayat ka­nunlarının tümüne öyleoe uymak zorundayız. Diğer varlıkların durumu da böyledir: Karınca kendisine sunulan içgüdü ile hayatını sürdürürken, bal arısı da kendisine sunulan değişik bir içgüdü ile varlığını devam ettirmek­tedir. Bunlardan herbiri bağlı bulunduğu kanuna göre davranmak zorun­dadır; başka türlüsünü yapamaz. Bütün bunlar eanlı cansız her varlığın O Yüce Yaratan'in buyruğuna boyun eğdiğini gösterir.

Kur'ân bu âyetle, dikkatlerimizi dış âlemimize çeker; çevremizdeki eş­ya üzerinde düşünmemizi, kâinat planındaki mükemmelliğe kafamızı çe­virmemizi emreder, Güneş her gün planlandığı üzere ışık ve enerji vermek, yerküre ölçülü bir hızla hem kendi çevresinde, hem güneş etrafında dön­mek zorundadır. Bağlı bulunduğu plân ve plânı uygulama safhasına ko­yan ilâhî kanun bunun böyle olmasını düzenleyip belli ölçülere iroa' et­miştir. Maymundan anaak maymun meydana gelir, insan da anaak insan doğurur. Bunun aksi mümkün değildir. Çünkü her türün kendine- has özel­likleri ve bağlı bulunduğu biyolojik kanunları vardır. Buna uymaması düşü­nülemez.

O halde her şey varlığın bütünlüğü içinde bağlı bulunduğu şartlar ve ilgili kanunlara göre var olmaktadır. Her şart nasıl belli bir kanunun ge­reği ise, her kanun da ölçülü bir plânın gereğidir.

İlim ve teknik bize göre, varlık âlemini bir bakıma yeniler. Ama yine de meydana gelen her yenileşme bir kanuna bağlı bulunmaktadır. Madde­nin enerjiye dönüşmesi, maddelerdeki kimyasal değişikliklerin meydana gelmesi, belli ölçü ve illetlere göre değil midir?

Diğer bir düşünce düzeyinde konuya baktığımızda karşımıza, varlık âleminin Allah'a teslimiyeti şu anlamda tezahür etmektedir: Hemen her varlık hareket halindedir. Yerinde sabit sandığımız cansız varlıklardaki

milyarlarca atomun durmadan başdöndürücü bir hızla hareket halinde ol­duğunu biliyoruz. Ama her hareketin bir başlangıcının olması gerekmez mi? Her başlangıcın da bir başlatıcısının bulunması zorunlu değil midir? Başlatıcı olan yüce Kudret, maksatsız, amaçsız bir hareket meydana ge­tirir mi? Hiç sanmam. Çünkü abesle iştigal O'nun kudretine, hikmetine ve büyüklüğüne ters düşmektedir.

Sonuç olarak Kur'ân'da ilgili âyetle, insan aklına ışık tutuluyor, bir bütün olan varlığın parçalarını incelemesi öneriliyor. Sonra da kendi ya-ratıhşındaki plân ve taşıdığı estetiğin akıllara durgunluk veren mükem­melliğine dikkatler çekiliyor. Ayrıca diğer varlıklara oranla insan daha çok ilâhî lütuf ve inayete mazhar olduğundan asıl Hakk'a teslimiyette her şey­den önce davranmasının lüzumuna dokunuluyor. Çok mükemmel bir ese­rin, ancak daha çok ve ölçü kabul etmez anlamda başka bir mükemmelin meydana getirmesi gerekmiyor mu? O halde mükemmel bir varlık olan insanın herhalde bir yaratanı ve o yaratanın ondan çok daha mükemmel olması aklın, mantığın ve vicdanın olumlu kabul edeceği bir yol değil mi­dir?

Hazret-i Peygamber (A,S.) Efendimiz: «Kendini bilen, Rabbini de bi­lir.» buyururken bu yüksek mânayı kasdetmemiş midir? Bunda şüphe yok­tur. [317]

Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimizde rahatlıkla diyebiliriz ki: İn­sanın Allah dininden başka bir din araması, dünyanın değişik bîr hızla dönmesini istemesi kadar anlamsızdır. İslâmiyet, Yaratana karşı bu tes­limiyetin anlam ve değerini, amaç ve illetini kademe kademe işler; aklını kullansınlar diye bunu öğütler. Bu bakımdan da İslâm en son ve en mü­kemmel dindir.

Allah'ın buyruklarına isteyerek boyun eğip teslim olanlar; akıllarını kullanıp kendi irâde ve ihtiyarlarıyla Yaratanı bilip ibâdet edenlerdir ki bu daha çok insanlarla ve cinlerle ilgilidir. İstek ve irâde dışı boyun eğip tes­limiyet göstermek ise -melekler müstesna- diğer varlıklarla ilgilidir. [318]

 

Sosyal Yönü

 

Hâlâ onlar Allah'ın dininden başkasını mı arzuluyoıiar?»

Sosyal yapının zaman aşımıyla değişmesi, dinlerde de belli devre­lerde bir tekâmülü zorunlu kılmıştır. Çünkü din, insanlığın hayrına, mutlu­luğuna yöneltilmiş bir rahmettir. Sosyal yapı geliştikçe bu rahmetin kapı­sı da o nisbette genişler. Yani onunla orantılıdır. Kabile ve milletlerin ilim, teknik, kültürel ve sosyal alanlarda kademe kademe tekâmül etmesi, şe-riatlerin de tekâmülüne kapı açmıştır. İlâhî hikmet ve murat da bu yolda tecelli etmeye yönelik bulunuyor.

Peygamberlerin birbirini tasdîk etmesi ve bu konuda kendilerinden kesin söz alınması, dinlerinin birbirini tamamladığını ve en mütekâmil dü­zeye gelinceye kadar bunun sürüp gideceğini göstermektedir. Hazreti Mu-hammed (A.S.) Efendimizin peygamber olarak görevlendirilmesiyle dinler son şeklini almış ve tekâmülde doruğuna yükselmiştir. Gelişen ve gelişe­cek olan sosyal yapının din ve dünya gereksinmelerini karşılıyacak geniş ve çok zengin malzemeyle, insan hayatının her bölümüne el uzatacak yük­sek bir verimlilikle donatılmıştır.

O halde Allah'ın insanlıktan yana meşru' kıldığı son dine uymak, ilâ­hî tekâmül kanununa uymanın gereğidir. Her peygamber bunu tasdîk edip haber verdiğine göre, eskiye saplanıp bağlı kalmak, yürürlükten kaldırı­lan bir kanuna bağlı kalmak kadar gülünçtür. Bu bakımdan Hazret-i Mu-hammed'e (A.S.) ve O'nun dinine uymayanlar, -hangi dine bağlı bulunur­larsa bulunsunlar- Allah'ın dininden başkasını arzu ediyorlar demektir. Varlık âleminin canlı cansız her parçası ister istemez Allah'a teslimiyet gösterirken akıl, zekâ, irâde, hafıza ve benzeri üstün yeteneklerle teçhiz edilen İnsanoğlunun O'na tuğyan etmesi ne kadar şaşırtıcıdır! [319]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Müfessir Fahrüddin Râzi, göklerle yerin Allah'a teslimiyetini şöyle özetliyor:

«İslâm, sözlükte uyma, yolun ortasını bulma, bağlanıp baş eğmektir.» Bunu böyle anladıktan«sonra göktekilerfe yerdekilerin baş eğmesinin, tes­limiyet göstermesinin bazı anlamları vardır.

Allah'tan başka varlıklar zatları itibariyle mümkinattandır. Mümkin olan her varlık, vâcibü'l-vücud olanın icadıyla vücut bulur; Onun yok et­mesiyle de yok olur. O halde Allah'tan başka varlıklar gerek var olmada, gerek yok olmada Yaratanına bağlıdır ve O'na baş eğmiştir.

İster İstemez teslimiyet:

Sağlam imân, iyi düşünce, güzel amel sahibi Müslümanlar isteyerek dinî konularda Allah'a itaat edip baş eğmişlerdir. Tabiatlerine uymayan hastalık, fakirlik, ölüm ve benzen şeylerde ise, istemiyerek O'na uyup tes­lim olmuşlardır.

İnkarcılara gelince, onlar her halde istemiyerek Allah'a baş eğerler, dinle ilgili hususlarda teslimiyet göstermezler. Ama Allah'ın kaza ve ka­derini (çizilen hayat kanununu) geri çevirmeğe güçleri yetmez, böyle bir imkâna sahip değillerdir.

Diğer bir yorum:

Müslümanlar istiyerek teslim olup boyun eğdiler. Kâfirler ise ancak ölüm anında teslimiyet gösterdiler. Kur'ân'da buna işaret edilerek: «Ne var ki, hışım ve şiddetimizi gördükleri vakitteki imânları kendilerine bir fayda vermedi.» [320] buyuruluyor.

Göktekiler istiyerek teslim olup baş eğdiler. Yerdekilerden bir kısmı istiyerek, bir kısmı istemiyerek baş eğdi. Kur'ân'da buna da işaret edile­rek : «Sonra gaz halinde (veya duman halinde) bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne, ister istemez gelin, buyurdu. İkisi de «İsteyerek, boyun eğe­rek geldik» dediler.» [321]

Sonuç olarak bu konuyu açıklar anlamda şu âyeti hatırlatmamızda yarar var:

«Kim, İslâm'dan başka bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul edil-miyecektir. Âhirette de o, zarara uğrayanlardandır.» [322]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle birbirlerini tasdîk edip yardımda bulunmaları için peygamberlerden kesin söz.alındığı ve böylece peygamberler ve getirdik­leri dinlerden maksadın bir olduğu, ancak çağın sosyal ve ekonomik, kül­türel ve psikolojik yapısına göre şeriatleri arasında bazı farkların bulun­duğu, bir sonra gelen dinin bir öncekine nisbetle bazı yenilikler taşıdığı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, aynı sözü veren Hz.Muhammed (A.S.)ın ve dola­yısıyla ümmetinin daha önce gelip geçen, özellikle Kitap Ehliyle ilgili bu­lunan peygamberlerin tümüne inandıkları açıklanıyor,  Bu açıdan dinler arasındaki soğuk havanın kalkmasına, son din olan İslâm'a girmelerine ve Onun peygamberine inanmalarına işaretler yapılıyor. Böylece barış ve kardeşlikten yana geniş bir kapı açık tutuluyor. [323]

 

Meali :

 

84—  De ki: Allah'a imân ettik; bize İndirilen (Kur'ân)a da; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a. Yâkub'a ve Onun evlâdına indirilene de; Rablerl katın­dan Musa'ya ve İsa'ya, diğer peygamberlere verilenlere de İnandık. On­lardan hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak O'na (Allah'a) teslim olup boyun eğmişizdir.

85—  Kim, İslâm'dan başka bir din arzulayip ararsa, ondan asla ka­bul edilmiyecektir. Âhirette de o, zarara uğrayanlardandır.

86—  İnandıktan, Peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten ve ken­dilerine acık belgeler geldikten sonra İnkâra sapan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri doğru yola çevirip başarılı  kılmaz, (tevbe edip dönüş yapmadıkça doğru yolu bulamazlar).

87—  İşte onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la­netine uğramalarıdır.

88—  Bu lanet (azabı için)de devamlı kalıcılardır. Ne bu azâb onlar­dan hafifletilir, ne de (rahmet ile) yüzlerine bakılır.

89—  Ancak bundan sonra tevbe edip kendini düzeltenler müsteânâ.. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi

 

Ansar'dan bir adam İslâm'a girip Hazret-i Peygambere (A.S.) inan­dıktan sonra pişman olup dinden ayrıldı, müşriklere katıldı. Bunun üze­rine yukarıdaki âyet indi. (86. âyet)

İnen âyet sözü edilen murtede okununca, haberi getiren kimseye, «sen de doğru söylüyorsun; Allah Resulü senden daha doğrudur, Allah da Resulünden daha doğrudur.» diyerek yeniden gelip İslâm'a girdi. [324]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kıyamet günü âmeller bir bir gelir: Önce namaz gelip «Ya Rabl ben namazım» der. Allah ona: «Sen hayır üzeresin» buyurur. Bu kez sadaka gelip: «Ya Rab! ben sadakayım» der. Allah ona da: «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra oruç gelip, «Ya Rab! ben orucum» der. Allah ona da : «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra sıra ile ameller bir bir gelir; Allah hepsine de «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra İslâm gelip «Ya Rab! Sen Selâm'-sın, ben İslâm'ım» der. Allah ona : «Şüphesiz ki sen bugün hayır üzere­sin; bugün seninle tutacağım ve seninle vereceğim» buyurur,.» [325]

 

İslâm'ın Birleştirici Çağrisi

 

«De ki: Allah'a iman ettik; bize indirilene de, İbrahim'e, İsmail'e......» inandık.»

İslâm, Hakk'a teslim olmanın yolu, Allah'ı bir bilmenin, bütün pey­gamberleri ve semavî kitapları tasdîk etmenin ilâhî sesi; insanlığın son saadet burcu; gerçek hürriyetin sınır belirticisi, İnsan için hayat kanunu­na göre yaşama ölçüsünün sunucusudur.

Bunun için gelip geçen bütün peygamberleri tasdîk etme bezminde (kutsal meclis) Hazreti Muhammed'in (A.S.) Allah'ına vermiş olduğu ke­sin sözün ilk ve son ifadesidir.

Konumuzla ilgili âyet bu sözün ve ifâdenin mutluluk va'deden sesi­ni, kardeşlik getiren yüksek anlamını, cihan barışına kapıyı açık tutan ilâhî nağmesini yansıtıyor. Hazret-i Peygamber (A.S.) hâşâ sahte bir pey­gamber olsaydı, ne böyle bir çağrıda bulunur, ne de Kitap Ehli'ne iltifat ederdi. Meydana getirdiği güç ve sağladığı parlak sonuçla krallar gibi yaşamaya özenirdi. Ama O, insanlığa sunulan Hakk'ın geniş rahmeti; gö­nülleri aydınlatan parlak nuru, zulüm ve tuğyanı kaldıran en başarılı ha­lîfesi idi. Ne söylemişse Hak adına söylemiştir, ne yapmışsa hak adına yapmıştır. Kendi nefsinden yana ne bir adım atmış, ne de bir pay ayır­mıştır.

İşte Allah Kelâm'i, Hazreti Muhammed'in (A.S.) hakiki ölçüsünü, Onun düşünce berraklığını, imân safiyetini, vicdan temizliğini bütün açık­lığıyla sergiliyor. Kitap Ehli'ni bu yüce Peygambere ve Onun getirdiği son dine karşı iman ve insafa davet ediyor. Çünkü O, İbrahim Peygamberden tut da isa'ya kadar -daha önceki peygamberlere inandığı gibi- bütün pey­gamberlere inandığını en küçük bir bencillik göstermeden ilân ediyor.

Şüphesiz ki bu ilân, kardeşliğin, cihan barışının en büyük umut ka­pısı, bir olan Allah'a gönülden inanıp kul olmanın en açık belgesidir.

Ne var ki, asırlardır Müslümanlar, büyük umutlara, sonsuz saadet­lere davet eden İslâm'ın bu hayat saçan ilâhî sesini yeterince duyuramadilar. Bâtılı yaymaya çalışan Hıristiyan misyonerleri kadar olsun bir hizmet ortaya koyamadılar. Daha çok şekle bağlı kalıp işin esasına, ruh ve mânasına inemediler. Son yıllardaki kıpirdanışlar bu şuura ermenin ilk müjdesi sayılabilir. [326]

 

İslâm, Cağın Dinidir

 

İslâm her yönüyle faydalı ilmin, mutluluk va'deden tekniğin, gerçek medeniyetin önçüsüdür. Bunun için Kur'ân-ı Kerîm :

a)  Duygudan  ziyade akla  hitap  eder.

b)  İnsan hayatının her bölümüyle İlgilenip ruhla beden arasında den-Oe sağlar.

c)  İnsanı yeme, içme, uyuma ve benzeri basit şeylerin dar çerçeve­sinden çekip alır; daha yüoe amaçlar için yaratıldığını öğretir.

d)  Bir sanat varsa mutlaka bir sanatkâr; bir hareket varsa mutlaka bir başlangıç ve başlatan; bir plân varsa mutlaka bir plânlayıcı var, di­yerek insanı nefs bataklığından alıp kâinat düzeniyle karşıkarşıya getirir.

e)  İnsan ruhuna ve ondaki safiyet ve yüceliğe, beden sağlığına, si­nir sistemine; diğer bir deyimle beden ve ruh afiyetine zararlı bütün şey­leri yasaklar; yararlı olanı mubah sayar.

f)  Hayatın .hareketten ve hareketin ciddi mücadeleden ibaret olduğu­nu, fakat bunun ilimden ışık almasının, ilmin de dinden, imândan güç al­masının lüzumunu açıklar.

g)  Günlük ibâdetle ruha ve bedene canlılık kazandırır; sinir sistemini düzeltir; kafayı dinlendirir.

h) Bireyin (fert) dimağına ve kalbine her dem sosyal yapının bir par­çası olduğunu İşler.

i) Bilimsel verilere kapı açarak insanı ciddi araştırmalara iter.

İ) Tek kelimeyle, insanca yaşamanın yol ve yöntemini hayat kanun­larına uygun biçimde düzenler.

Bunun için Kur'ân : «Kim, İslâm'dan başka bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul edilmiyecektir..» âyetiyle ilâhî uyarıyı hatırlatır.

Evet; İslâm demek, insan hayatı demektir; İslâm demek, kâinat düze­ni demektir. İnsan ruhu ve varlık alemiyle uyum halinde olan İslâm dini bu bakımdan en son en mükemmel din olmaya lâyık görülmüştür.

Bütün hak dinler bu temel üzerine kurulmuş, ancak yükselip geliş­mesi, milletlerin gelişmesine göre olmuştur. Dünya henüz tamamen keş-fedilmediği devirlerde, her millet yada kabileye bir peygamber gönderil­miştir. Kıtaların keşfine, haberleşmenin sağlanmasına yakın bir çağda ge­len İslâm artık bir millete değil, bütün milletlere ve her çağa hitap etme kudretiyle düzenlenmiştir. Bunun için İslâm her çağın dinidir, diyoruz. [327]

 

İnandıktan Sonra Sapıtmak

 

 «İnandıktan sonra inkâra sa­pan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir?»

Bir olan Allah'a inanmak ne kadar sağlam aklın, iyi düşünebilen ka­fanın; eseri görüp müessiri, sanatı görüp sanatkârı anlayabilen kalbin ürünü ve müsbet sonucu ise, inandıkalansonra O'nu inkâr etmek de o nis-bette işler olmayan aklın, düşünemiyen kafanın ve körelip anlayamıyan kalbin ürünüdür.

Gelişen ilim ve tekniğin başdöndürücü cazibesine kapılıp ilim ve tek­niğe kapı açan, imkân veren kanunların nereye bağlı bulunduğunu ve kim tarafından idare edilip sergilendiğini düşünmemek, kendi kendini inkâr et­mek kadar şaşırtıcı değil midir? Meselâ bir GEN harikasını keşfedip ata­ların bütün kusur ve yeteneklerini içinde taşıyarak nesilden nesile ak­taran bu mikroptan çok daha küçük varlığın çok yüce bir kudret eliyle imal edildiğini düşünememek kalb körlüğünün sonucu değil midir? Mil­yarlarca eşyayı ismiyle, rengiyle ve biçimiyle kendinde toplayıp bir sine­ma şeridi gibi, istediği zaman düşünüp gözönüne getirebilen insan dima­ğını, bu bir benzeri olmayan bilgisayarı kim imal etmiştir? Herhalde gözü, kulağı, dili ve dimağı olmayan şu gördüğümüz dağiar, denizler ve ağaçlar değil, o dimağdan çok daha kudretli, yetenekli bir elin ve o elin kurduğu çok üstün anlamda bir sistemin rol oynaması gerekmiyor mu?

İşte tekniğin gözalıcı buluşlarına hayran kalıp herşeyi insan zekâsına ve kör-sağır tabiata iroa' edip meselenin içinden çıkıvermek belki kolay bir yoldur. Ama hiçbir zaman inandırıcı ve müsbet sonuca götürücü de­ğildir. Milletlerin tarihinde birtakım zikzaklar meydana gelir, nice millî fe­lâketlerle karşılaşır, ama sonunda tek tutamakları, Allah kalır; İlmin ve tekniğin sonuç vermediğini görünce Allah'a olan inançları bir kat daha artmış olur. Fırtına dinip sakin bir hava başlayınca Allah'tan yavaş yavaş uzaklaşma gafletine düşülür. Maddî refah kısa zamanda onların maddeci­liğin çukuruna iter de bir de bakarsın, inkâr ve inat havası esmeye baş­lamıştır.

İslâm ülkelerinin çoğu birkaç kez bu fırtınaları görüp geçirdi. Sonra geri kalmışlığın kendi bilgisizliğinde değil, dininde arayarak başka millet­lerin kültürüne kapı açıp kurtuluşu onda aradı. Ama bulamadı. Midyat'­taki pirince giderken evdeki bulgurundan oldu.

O yüzden İslâm ülkeleri kendi asıl değerlerini bir tarafa itme bedbaht­lığına uğradılar. Sonunda yozdular, doğu ile bati arasında sallantıda kal­dılar; öyle ki çoğu ne doğulu, ne de batılıdır.

Bu, bir bakıma Yaratana baş kaldırmak, Onun gösterdiğinden daha iyi ve olumlu bir hayat düzeyine erişmeyi denemekti. Ne var ki bu dene­me onlara çok pahalıya maloldu. Böylesine bir sapma ruhla beden, dün­ya ile âhiret arasında büyük bir dengesizlik meydana getirdi. Gerçi din­den kopuk bir ilim ve teknik önümüzü kısmen aydınlattı, midemizi doyur­du, kafamızdan kısmen olsun siyah bulutları sıyırdı, fakat ruhumuzu ihmal etmemize, manevî bağlarımızı koparmamıza neden oldu. Ruh aradığı gı­dayı bulamayınca paslanmaya yüztuttu; daha doğrusu Batı Kültürüyle ok­side oldu.

Bunun sonucu belli: Mide ve uçkur; lüks ve konfor; para ve sınırsız hürriyet... İç yapıdaki boşluktan doğan tatminsizliği de buna ilâve eder­sek kuşaklan hayat kanununun dışına nasıl itip çıkardığımızı ve onları in­kâr hastalığına nasıl kurban verdiğimizi belki anlayabiliriz.

İşte bugün İslâm âleminde de gençliğin tuğyan etmesinin, eline silah alıp birkaç ateistin uydurma felsefesine kendini adadığının ve bir hiç uğ­runa ortalığı kasıp kavurduğunun nedenleri budur! Maddî refah hiçbir milleti tatmin etmemiştir, İş onunla bitmiyor. İnsanoğlunun aradığı daha büyük amaçlar ve kaynaklar vardır. Millî gelirin çok yüksek oranda ger­çekleştiği ülkelerde de bu tuğyanın alabildiğine başkaldırdığını, dörtnala gittiğini biliyoruz. Çok medenî geçinen ülkelerdeki intihar olayları, uyuş­turucu madde kurbanları gün geçtikçe artmaktadır. Neden toplum hu­zursuzdur? Neden gençlik itaatsizdir? Ev var, para var, araba var, her türlü ni'met mevcut; bütün bu üzücü olaylar neden?

Bütün bu soruların cevabını Kur'ân en anlamlı ve duyarlı biçimde vermektedir: «İnkâra sapan (manevî boşluk içinde şaşkinlaşan) bir mil­leti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri (hem kendilerine, hem çocuklarına yazık eden ve yaratanına başkaldırıp maddeyi tanrı edinen­leri) doğru yola çevirip başarılı kılmaz.» Ancak dönüş yapıp tevbe eden­ler müstesna... Geriye kalanlar oluşturdukları lanet azabını dünyada da, âhirette de tadacaklardır. Bu, bir kanundur ki değişmez. Her toplum kendi cennet veya cehennemini yine kendisi hazırlar. [328]

 

Yorumlar

 

a)  Âyette önce Allah'a imândan söz ediliyor. Çünkü bu asıldır. İkinci mertebede. Peygamber Muhammed'e (A.S.) indirilen Kur'ân'a imân belir­tiliyor. Çünkü Hazreti Peygambere (A.S.) ve Kur'ân'a imân, diğer bütün peygamberlere ve Semavî Kitaplara da imânı içine almaktadır. Kur'ân hem gelip geçen peygamberleri, hem indirilen kitapları tasdîk eder.

b)  Es bat,    sibt'in çoğuludur. Yakup Peygamberin on iki oğlu ve onların oluşturduğu on iki kabileyi anlatır.

c)  Peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara imân etmek, o kitap­larla amel etmeyi gerektirmez. Bunun anlamı, onların da Allah tarafından peygamber gönderildiklerine ve kendi devirlerindeki kavim ve milletlere doğru yolu göstermek, Allah ile kullan arasındaki engelleri kaldırmak üze­re indirilen kitapların hak olduğuna ve sonra sözü edilen kitapların taşı­dığı şeriatlerin yürürlükten kaldırıldıklarına inanmaktır.

d)  Hüsran :   Ana sermayenin elden gitmesi anlamında daha çok kullanılır. Burada, yaratılıştan insanda mevcut olan Allah'a teslimiyet duy­gu ve düşüncesinin bazı nedenlerle yok olması anlamına gelmektedir. [329]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Kitap Ehli'nden çoğunun son peygamberi sabırsız­lıkla beklediklerine ve için için ona inandıklarına işaret edildi. Ama son peygamber gönderilince bu kez Kitap Ehli'nin inkâra sapıp Tevrat ve İn­cil'in verdiği haberi bile yanlış yorumlamaya yeltendikleri, bu nedenle in­kârlarını artırdıkları dolaylı yoldan anlatıldı. Bunun aksine Hazreti Mu-hammed'in (A.S.) aldığı emir ve verdiği kesin söz üzerine kendinden ön­ceki bütün peygamberleri tasdîk ettiğine değinildi, İslâm'ın kardeşlik ve barış dini olduğu açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle inandıktan sonra inkâra sapanların ve bu inkâr­larını her geçen gün biraz artıranların dünya ve âhiretteki durumlarının ne olacağı açıklanıyor. Bu konuda da Müslümanların o gibiler hakkında nasıl bir itikada sahip olmaları gerektiğine işaret ediliyor. [330]

 

Meali :

 

90—  Şüphesiz ki, imân ettikten sonra inkâra sapıp sonra da inkârını artıran kimselerin tevbeleri (ümitsizlik ve ölüm ânında) kabul edilmiye-cektir. İşte sapıklar bunlardır.

91—  Şüphesiz ki, inkâra sapıp kâfir olarak ölenler -kurtuluş fidyesi olarak- dünya dolusu altın verseler hiç birinden mümkün değil kabul edil-miyecektir. Bunlar için çok acıklı bir azâb vardır ve yardımcıları da yoktur.

 

İniş Sebebi

 

El-Hasen ve Katade'nin tesbitine göre: Yahudiler İsâ Peygamberi ve İncil'i inkâr ettiler, sonra da Hazreti Muhammed {A.S.) gönderilince bu kez İnkârlarını Ona yöneltip artırdılar. Yukarıdaki âyetler onların bu in­kârlarına karşılık inmiştir. [331]

Ebû Âliye'ye göre: Önce Tevrat ve İncil'in, geleceğini haber verdiği ve bazı sıfatlarını anlattığı son peygambere inanan Yahudi ve Hıristiyan­lar, Hazreti Muhammed (A.S.) peygamber olarak gönderilince rotayı de­ğiştirip Onu inkâr etmeğe başladılar ve gün geçtikçe inkârlarını artırdılar. Bu nedenle yukarıdaki âyetler indi. [332]

İbn Abbas'a (R.A.) göre: Araplardan çok câhil bir kavim imân ettikten sonra inkâra saptı; tekrar imân edip sonra yine inkâra saptı. Durum­ları Resûlüilah (A.S.) Efendimize arzedüince, yukarıdaki âyetler indi. [333]

Diğer bir rivayete göre: Mekkeli 11 kişilik bir topluluk imân ettikten sonra küfre sapmışlardı. Onlardan Süveyd oğlu Hars tekrar İslâm'a gire­rek imânını yenilemiş, diğerleri, Muhammed'in sonu ne olacak diye bek­lemeye koyulmuşlardı. Derken hepsi de küfür üzere öldüler. Yukarıdaki âyet bu nedenle inmiştir. [334]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah kulunun tevbesini, can boğazına gelmeden önce­sine kadar kabul eder.»

«Kıyamet günü olunca küfür üzere ölen adam getirilerek kendisine sorulur: «Yeryüzü dolusu altının olsaydı, kurtulmak İçin onu verir miy­din?» O da : «Evet, verirdim» deyince, kendisine : «Senden bundan daha kolay şeyler istendi, ama sen hep (Hakkı) yalanlayıp durdun.» [335]

 

İnkâr,  Parçanın  Bütüne Ters  Düşmesidir

 

 «Şüphesiz ki, inkâra sapıp ölenler......»

İnkâr üzere ölenlerin kıyamet günü göstereceği pişmanlığın ve Hakk'a yönelip tevbe etmesinin hiçbir değeri ve anlamı yoktur. Çünkü Allah'ın kudreti bütün hakikatıyla ortaya çıkıp kutsal kitapların va'dettiği âhiret âlemi gerçekleşince, inanmanın artık ölçü ve değeri kalmaz. Böyle bir imân, olgun bir aklın, sağlam düşüncenin ve gelişik bir vicdanın ürünü de­ğildir. İmânın gerçek ölçü ve anlamı, dünyada zıdlar âleminde içimizde ve dışımızda çetin mücadeleler verirken, aklın, sağduyunun, sıhhatli düşün­cenin hakikati anlayıp kavraması ve samimiyetle inanmastdır.

Neden inkâr üzere ölenlerin tevbesi kabul edilmiyecektir? Bunun ce­vabı açıktır: Varlık âlemi ilâhî kudreti ve bu kudretin ortaya koyduğu sa­natı yansıtan bir bütündür. İnsan ise bu bütünün bir parçasıdır. Varlık ale­mindeki diğer bütün parçalar Yaratana teslimiyet gösterip baş eğerken insanın inkâra sapması buna ters düşmüyor mu? Onun bütünden ayrılma­sı ve aksi bir yol tutması, bütünde yer alan tüm parçaların hakkına saygısızlık ve haksızlık sayılmaz mı? Bunun cezası elbetteki çok ağır olacak­tır. Meyva veren büyük bir ağacın bütün dalları yemyeşil ve meyve dolu iken bir dalın kuruyup verimsiz hale gelmesi, diğer dalların güzelliğine vo verimliliğine olumsuz yönde te'sir ettiğinden kesilip yakılması gerekmiyor mu?

Maddeyi mânaya, mideyi ruha, nefsi imâna karşı üstün tutmanın na­sıl bir ölçüsüzlük meydana getirdiğinin farkında mıyız? Bu yolda olanın ömrü tükenirken elde ettiği sonucun değer ölçüsü var mıdır?

İnsanı İnsan yapan onun ruhu, aklı, zekâsı, imân ve irfanıdır. Bun­ları çekip aldığınızda geriye et, kan ve kemikten başka ne kalır? İnkarcı­ya göre 60-70 yıllık bir mücadele sonunda toprağa karışıp yok olan bir beden için bu kadar didinmeğe, çırpınıp gözyaşı dökmeğe gerek var mı­dır? Mademki sonu bir hiçtir, servet toplamanın mânası nedir? Neden ve niçin bunun kavgası yapılır?

İste bütün bunları düşündüğümüzde, Kur'ân karşımıza çıkıp sesleni­yor : Ey gafiller! sizin bir de ebediyete uzanan ruhunuzun imâna ihtiyacı var..Kıyamet pazarında ne malın, ne midenin, ne de nefsin hiçbir değeri yoktur. Asıl değeri elden kaçıran insan o gün ilâhî rahmet sarayına ayak basabilmek için dünya dolusu altını olsa vermek ister. Bu ne demektir? İmân öyle bir kıymettir kî dünya dolusu altın ona paha olamıyor.

Kur'ân bu hakikati bütün çıplaklığıyla insan aklına ve kalbine sesle­nerek şöyle açıklamaktadır: «Şüphesiz ki, inkâra sapıp kâfir olarak ölen­ler -kurtuluş fidyesi olarak- dünya dolusu altın verseler hiç birinden müm­kün değil kabul edilmiyecektir.» [336]

 

İnsanlığa Büyük Hizmetlerde Bulunan Kaşifler Ve Mucitler

 

Özellikle genç kuşağın kafasını meşgul eden ve nedenini bir türlü anlayamadığı bir konu var: Allah'a ve âhiret gününe inanmıyan ve fakat yaptıkları bilimsel araştırmalarla, ortaya koydukları keşif ve İcadlarla in­sanlığa büyük hizmetler veren kişilerin kıyamet günü durumları ne ola­cak?

Gerçi Bakara sûresinde buna değinmiş ve aydınlatıcı bazı bilgiler ver­miştik; ama yeri gelmişken tekrar konuya dönüp az farklı açıdan ele al­mamızda yarar var. Çünkü her âyetin bulunduğu sûre itibariyle ayrı bir anlamı ve amacı bulunduğunu unutmamalıyız. Aksi halde Kur'ân'da bazı tekrarların bulunduğu iddiası ortaya çıkar ki bunu cevaplandırmak zor olur.

Kur'ân-ı Kerîm'in bu konudaki âyetleri gayet açık ve anlamlıdır.

Konuyu dış görünümüyle ele alırsak cidden büyük ve o nisbette de­ğerli hizmetler verildiğinde şüphe yoktur. Fakat insanlığa hizmet edenler-yalnız kâşifler ve mucitler midir? Her canlının yaratıldığı maksada, bağlı bulunduğu şartlara ve tabiî kanunlara göre -ki bunlar ilâhî sünnetlerdir-hizmeti vardır. Bütün hizmetler çeşitleriyle biraraya gelince dünya hayatı asıl ölçü ve amacını bulmuş oluyor. Ne var ki, bir hizmet var, kapalıdır gö­rünmez ya da bilinmez; bir hizmet de var ki ortadadır, göz ve gönül dol­durucudur. İnsan yaratılışı ve psikolojik yapısı gereği daha çok duyuları­na hitap edeni görüp anlar ve hayranlık duyar.

Önce çevremizi süsleyerek uçuşan böcekleri düşünelim : Eğer onlar olmasaydı tabiatı bu kadar renkli ve gönül çekici bulamıyacaktık; çiçek tozlarını başka yerlere taşımaları, hem aşılamayı sağlıyor; hem tabiatın güzelliğini yaygınlaştırıyor. İlk bakışta böceklerin bu hizmeti pek basit gi­bi görünürse de hakikatte bitki türleri arasında insanlıktan yana çok ya­rarlı bir denge sağladığı muhakkaktır. Bir de insanın dış âlemini değil, iç âlemini aydınlatan, ruha gıda verip onu en mükemmel ölçüde gıdalandı-ran peygamberleri, büyük mürşitleri, olgun bilginleri düşünelim: İç karan­lığına gömülü bir insanın dış âlemi aydınlık da olsa ne değeri var? Hayat onun için bir işkence, ni'met onun için bir zehir, gelecek onun için mutlak bir yokluk değil midir?

Arna unutmayalım ki her hizmet kendi ölçüsüne ve sağladığı ya­rar oranına göre muhteremdir ve değerlidir. Fakat hepsi de nisbî ve izafîdir. Meseleyi sadece bu açıdan düşündüğümüzde Allah'a ve peygam­bere, âhiret ve hesaba inanmayan kâşif ve mucitlerin hizmetleri yararlıdır; ama bu hizmet ve taşıdığı kıymetleri varlık âleminde mutlak hükümran olan, her olayı bir illete bağlıyan; insanlar yararlansınlar diye birçok ha­kikat ve hikmetleri insan akimin çözebileceği nitelikte varlık âlemine bel­li kanunlarla yerleştiren Allah'ın yüce kudretine göre düşünecek olursak, hizmet eden her canlı ve cansız Yaratanına teslimiyet gösterip baş eğer­ken bazı kâşif ve mucitlerin inkâr içinde olduğunu görüyoruz. Elde ettiği malzemenin hepsi iîâhî sünnetle hazırlanıp sergilenmiş ve bu malzeme üstündeki hikmet, perdesinin kaldırılması insan aklınd terkedilmiştin Ö halde ortada iki öğe var. Malzeme ve akıl. Bunlardan biri olmasaydı di­ğeri kapalı kalırdı. Ama her iki öğeyi de -bileşiklerde olduğu gibi- belli öl­çülerde yaratan Allah'tır.

O halde hem O'nun malzemesini ve ilgili bulunduğu kanunu, hem verdiği aklı kullanıp hikmet perdesini kaldıralım, hem de O'nu inkâr ede­lim; bunda insaf ölçüsü var mıdır? Eseri kabul et, müessiri İnkâr et; sanatın inceliğini ve üstünlüğünü anlayıp takdir et, sanatkârının mevcudi­yetini kabul etme; bu tarz bir anlayışın sağduyu terazisindeki yeri nedir? Elektriği icad edeni takdir edip öv; dünyanı aydınlatanı, güneş ile insan­lığa ışık ve enerji vereni tanıma; takdir bunun neresinde?

İşte Kur'ân birkaç âyetle konuyu vicdanlarımızın önüne sergiliyerek bizi çok derinden düşünmeye ve hakikati anlamaya çağırıyor:

«Şüphesiz ki, İnkâra sapıp kâfir olarak ölenler -kurtuluş fidyesi ola­rak- dünya dolusu altın verseler hiç birinden mümkün değil kabul edilmi-yecektir.»

«Kâfir olarak ölenlerin tevbesi (kabul edilir) değildir.» [337]

«Artık bugün ne sizden, ne de küfre sapanlardan fidye (kurtuluş ak­çesi) alınmaz. Varıp kalacağınız yer Cehennem'dir, Sizin dostunuz, sahip çıkanınız ateştir. Ne kötü varış yeridir orası!» [338]

Konuyu Resûlüllah  (A.S.)  Efendimizin şu hadîsleriyle noktalıyalim :

Misafir severliği, çevresine olan yakınlığı ve iyiliğiyle, fakirleri, kim­sesizleri korumasıyla ün yapan, fakat bütün bir ömrünü küfür İçinde har­cayan Cüd'an oğlu ABDULLAH öldüğünde, durumu Peygamber (A.S.) Efendimize soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Abdullah'ın bunca iyiliklerinin kendisine bir yararı olacak mı?

Efendimiz cevap verdi:

  Hayır, çünkü bir gün olsun (Allah'ı bilip) Ya Rab! beni bağışla, de­medi. [339]

Abdullah ve benzeri kişiler mükâfatlarını dünyada alırlar. İnsanların onları övmesi, isimlerinin yaptıkları hayır kurumlarının kapılarına yazıl­ması, hizmetin karşılığıdır. Zaten onların da beklediği sadece budur, yani İnsanların övgüsü ve isimlerinin kendilerinden sonra anılması.. İnanmadığı, kabul etmediği ikinci hayatı ve saadeti ona lâyık görmeye ne hakkımız ve yetkimiz vardır? [340]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Bundan önceki âyetlerle, dinden çıkanların tevbesinin kabul edileceği açıklanırken bu âyette, küfredip inkârlarını artıranların tevbesinin ka­bul edilmiyeceği açıklanıyor. Dış görünüşü itibariyle iki âyet arasında bir çelişki olduğu sanılıyorsa da gerçekte öyle değildir. Çünkü Kur'ân ve hadîslerde şartlarına uygun yapılacak tevbenin herhalde kabul edileceği açıklanmıştır.

Bu nedenle tefsircilerimiz âyetin yorumunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır:

a)  El-Hdsen,  Katade ve Atâ'a göre,  «ancak ölüm geldiği ân tevbe eden inkarcıların tevbesi kabul olunmaz.»

Nitekim diğer bir âyetle şöyle açıklanmıştır: «Yoksa kötülük (günah ve vebal)leri İşleyip (devam ederken) kendisine ölüm gelince, «Ben şimdi tevbe ettim» diyenlerin ve bir de kâfir olarak ölenlerin tevbesi (kabul edi­lir) değildir.» [341]

b)  İnkârdan sonra dilleriyle tevbe edip kalblerinde doğruluk ve thlâs bulunmayanların tevbesi makbul değildir.

c)  Kaffal ve İbn Enbariy'e göre : Allah, inandıktan sonra inkâra sa­panların lanetleneceğini açıkladıktan ve ancak tevbe edenlerin müstesna kalacağını belirttikten sonra bu âyetle ikinci kez inkâra sapanların artık birinci tevbesinin bir değer taşımadığını ve sanki hiç tevbe etmemiş ol­duklarını hatırlatıyor.

d)  Keşşafa göre : Tevbelerinin kabul edilmeyişi, küfür üzere öldük­leri takdirdedir.

e)  Küfürlerini artırdıktan sonra artan kısımdan pişmanlık duyup tev­be edenlerin tevbesi makbul değildir, diyenler de olmuştur. [342]

Burada (a) ve (d) maddeleri daha uygun kabul edilmiştir. [343]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Yahudilerin hem dünya saltanatını gaye edindikleri­ne, hem kendilerinin Allah'ın en yakınları olduğu iddiasında bulundukları­na İşaret edildi. Aşağıdaki âyetle gerçek iyiliğin ve Allah'a yakınlığın, yine Allah yolunda sevilen mallardan harcamak olduğu belirtiliyor ve böy­lece Yahudilerin sözü edilen iddialarının gerçek olmadığı hatırlatılıyor.

Ayrıca iyilik doğrultusunda hayrın en güzelini yapmanın birr ol­duğu ve bunun da ancak dünyada gerçekleşebileceği belirtiliyor. Âhirette İse dünya dolusu altının bir şey ifade etmiyeceğine dikkatler çekiliyor. Ya­hudilerin tutumunun bunun aksine bir anlam taşıdığı kapalı biçimde an­latılmak isteniyor. [344]

 

Meali :

 

92— Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda, O'nun rızası uğrunda) har-camadıkça, gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz. Her ne harcarsanız, her­halde Allah onu bilir.

 

İlgili  Hadîsler

 

«Muhakkak ki doğruluk gerçek iyiliğe götürür. Gerçek iyilik ise Cen­nete eriştirir. Adam doğru söyleye söyleye Allah katında doğru kişi olarak yazılır. Şüphesiz ki yalan haktan sapıp ayrılmaya götürür. Haktan sapmak ise ateşe iletir. Adam yalan söyleye söyleye Allah katında yalancı yazı­lır.» [345]

Ashabdan Sem'an oğlu Nevas (R.A.) diyor ki : Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizden gerçek iyilik ve bir de günahtan sordum. Buyurdu ki:

«Gerçek iyilik, güzel ahlâktır; günah ise göğsün (vicdanın) gıcık duy-masıdır ve insanların o şeyi öğrenmesini hoş karşılamadığın şeydir.» [346]

Bir adam Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek sordu :

— Hangi sadaka daha üstündür?

Resûlüllah (A.S.) ona:

— «Sıhhatli, mala karşı istekli, fakirlikten korkup zenginliği umdu­ğun halde can boğaza gelip şu kadarı falana, şu kadarı filâna diyeceğin vakte kadar geciktirmeyip verdiğin sadaka daha üstündür. Can boğaza gelip şu kadar fa!ânın, şu kadar filânın olsun, desen de demesen de on­ların olacaktır.»

diye cevap verdi. [347]

 

Sevgide Kıstas

 

«Sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça, gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz.»

İslâm, gerçek İmânı; imân da Allah sevgisini gerektirir. İmansız İslâm olmayacağı gibi, sevgisiz de imân olmaz. Ama bunun ölçüsü nedir? Kur'ân sık sık konuya dikkatleri çeker, İslâm olmanın kıstasını verirken, hakiki imânın da ölçüsünü belirleyip ortaya koyar. Evet, bu ölçü, Allah yolunda seve seve   birr  = gerçek iyilikte bulunmaktır.

Diyebiliriz ki, Kur'ân burada bir bakıma TAHKİKÎ İMÂN ile TAKLÎDÎ İMÂN'ı birbirinden ayırmakta ve insanların bunu dış görünümüyle anla­yabileceği bir sınır koymaktadır. Sonra da Kur'ân bu beyanıyla materya­lizme ağır bir şamar indirmektedir. Çünkü hayatla ölümün durmadan bir­birine dönüştüğünü iddia eden ve: «Her şey daima kendi zıddına dönü­şür,» formülünü yol gösterici bir kanun olarak kabul edenler vardır. Ma­teryalist felsefeye bağlı kalanlara göre önümüzde umut veren hiçbir ışık yoktur. Ölen bir bedenin bir daha dirilmesi söz konusu değildir. Ancak ele­manları değişir, gübre olur, toprağı verimli kılar ve başka canlıların mey­dana gelmesini sağlar, hepsi bu kadar.

Hayat ve ölümü bu kadar basit, gayr-i ilmî ve gayr-i dinî ölçülere ir­ca edip her şeyin tesadüflerin zamanla oluşturduğuna inanarak insanı sa­dece bir makina ve öldükten sonra bir gübre yığını kabul edenler İçin gerçek İmân, Allah'a bağlılık, O'nun yolunda harcamak, insanlıktan yana gönül hoşnudluğuyia hizmet etmek anlamsız ve amaçsızdır. Hayat bir ek­mek, diğer bir deyimle boğaz kavgasından başkası değildir. O halde bu kavgayı başka bir kavgayla durdurmak gerek. Öze! mülkiyete son verip her şeyi devletleştirerek insanları hakiki hürriyetten uzak birer ırgat ola­rak boğaz tokluğuna çalıştırmak tek çıkar yoldur. Bunun ismi de proleterya düzenidir. Çünkü ölümden sonra tekrar dirilmek, hesap vermek di­ye bir şey yoktur. Her şey insan için mubahtır. İşte anarşizmin ve bir sürü felâketin kaynağı budur, bu felsefedir.

İslâm ise insanı bu kadar hakir gören ve hayvanî bir hayattan başka ona bir ölçü ve anlam tanımıyan, yakıştırmıyan materyalistlerin gelişen biyolojiye, sağlam ve sıhhatli akla, sağlıklı vicdana ve peygamberlerin ge­tirdiği binlerce hakikate ters düşen iddialarını variık alemindeki mutlak düzenle kökünden yıkmaktadır. Kur'ân insan unsurunu sadece maddî ya­pısıyla değil, ruhuyla ve ruhun ortaya koyduğu hafıza, akıl, zekâ gibi ilâ­hî kudreti yansıtan yetenekleriyle ele alır. Kör ve sağır, aynı zamanda sö­zü edilen ruhtan ve yeteneklerden mahrum maddenin böylesine mükem­mel bir varlığı yaratmasının mümkün olmadığını kalblere ve kafalara işler.

Onların diğer bir iddiasına göre, madde düşünceyi doğuruyor. Peki yok olan bir şeyi doğurmak mümkün olmadığına göre, düşüncenin varlığı­nı kabul etmek zorundayız. Madde bir an kabul edelim ki, mevcut olan dü­şüncenin kapısını aralıyor. Ama onu ilk meydana getiren kudret nedir? Neden bu düşünce insanda var da başka maddelerde yoktur? Eğer mad­de mutlak surette düşünceyi doğuruyorsa, varlık âlemi düşüncelerin kay­naştığı yer olmalı ve her varlığın en az İnsan kadar düşünmesi gerektiğini söylemeliyiz.

Hiç okumamış, ilâhî vahye ermemiş dağdaki bir çobanın atomu bulup İmal etmesi, füzeler icad edip fırlatması ne kadar mantıksız ve gülünç ise, maddecilerin madde iie insan arasındaki kurmaya çalıştıkları ilgi de o nisbette mantıksız ve gülünçtür.

Acaba madde hiç durmadan mu'cizeler mi yaratıyor? Böyle bir güç varsa maddede, herhalde yarattığı mu'cizelerin çok üstünde bir güce, yeteneğe, akıl ve irâdeye sahip olması gerekir.

Madde mu'cize yaratamıyorsa -ki yaratması mümkün değildir- insan denilen ve her organı çok ince bir plâna ve üstün bir kanuna göre düzen­lenen, üstelik hafıza, akıl ve benzeri yeteneklerle donatılan varlık kendi­liğinden nasıl oluşup bu kadar mükemmel ölçüde ortaya çıkabilmiştir? Darvvin'in çürütülüp yıkılan yutturmacası mı bunu cevaplandırarak açık­lar? Ne garip şey!

Kur'ân insanı, bedeniyle, ruhuyla ve bütün yetenekleriyle ele alıp onun asıl mahiyetini belirler. Başlanılan bir hayatın herhalde devam edeceğini, ancak şartları dünyadaki şartlardan ayrı olan âhiret hayatına adım atar­ken -tıpkı buğdayın yeşerebilmesi için toprağa atıldığı gibi- ora şartlarına uygun bir bedene sahip olabilmesinin ve ölüp toprağa girmesinin gereği­ni haber verir. Bununla hem hakikatin penceresini açar, hem insana bü-

yük bir ümit vererek yaşama sevgi ve gücünü enjekte eder. Sonra da İn­sanın Allah ile olan ilişkilerinin ölçü ve anlamını sergiler. Allah sevgisinin yüksek bir gaye olduğunu, imânın böylesine feyizli bir sevginin ürünü bu­lunduğunu haber verir.

İşte insanı insan yapan bu inanç ve bu sevgidir. İnsanlıktan yana gö­nül rızasıyla hizmete insanı iten güç te budur. Buna TAHKİKİ İMÂN de­nir. Bu düzeye gelen müminin kalbi Allah sevgisiyle dolup taşar. İnsanları sevmek onun için ayrı bir zevk, insanlıktan yana hizmet onun İçin bir baş­ka amaçtır. Topluma huzur verir. Sosyal yapıyı dengeli biçimde ayakta tutmaya yardımcı ve destek olur.

Özlenen insan bu değil midir? [348]

 

Örnekler Ve Modeller

 

1. Medine'de Mescid-i Saadetin önünde BÎRAHA (Beyraha şeklinde rivayet edenler de olmuştur) adında güzel bir bahçesi ve içinde tatlı suyu bulunan Ebû Talha (R.A.) bu âyet inince kalkıp Resûlüllah (A.S.) Efendi­mize geldi ve:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Allah «Sevdiğiniz şeylerden harcamadık-ça gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz.» buyuruyor. Bana en sevgili malım BÎRAHA adındaki bahçemdir; onu Allah yolunda sadaka ediyor ve karşı­lığını sadece Rabbimden umuyorum, dedi.

Resûlüllah (A.S.) memnun kaldı ve:

  Oh!. Oh!, kârlı bir amel. Onu yakın akrabandan ihtiyaç sahiplerine vermeni uygun görüyorum, buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Talha adı geçen bahçeyi gönül hoşnutluğu içinde akrabasına bağışladı. [349]

2.  Irak dolaylarında Sa'd bin Ebî Vakkâs (R.A.) kumandası altında sa­vaşan İslâm Ordusunda yeralan   Ebû Musa El-Aş'arî, bu arada tavsiye üzerine Hz. Ömer için çok güzel bir câriye satın almıştı. Cariye Medine'ye getirildiğinde Ömer (R.A.) onu çok beğendi ve hemen yukarıdaki âyeti ha­tırlayıp okuyarak onu hürriyetine kavuşturdu.[350]

3.  Bu âyet indiğinde Harise oğlu Zeyd'in çok güzel bîr atı bulunuyor­du; en çok sevdiği malı bu idi. Vakit kaybetmeden Resûlüllah'a getirip Allah yolunda sadaka edilmesini istedi. Resûlüllah (A.S.) onun bu davra­nışına memnun oldu ve atı alıp Usâme'ye verdi. [351]

4. Errievî halîfelerinden II. Ömer olarak ün yapan Ömer b. Abdülaziz bol miktarda şeker alıp muhtaçlara dağıttırdı. Sebebi sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: «Çünkü şekeri çok severim. Allah da sevdiğiniz şeyler­den harcamadıkça gerçek iyiliğe erişemezsiniz, buyurmuştur.» [352]

Müminlerin Allah'a bağlılığı ve belirtilen bu güzel halleri Kur'ân'da çok anlamlı bir cümleyle şöyle açıklanmaktadır:

«Onlara verilen şeylerden dolayı kalblerinde bir ihtiyaç duymazlar; ihtiyaçları olsa bile onları kendilerine tercih ederler.» [353]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

B i r r :

1.  Cennet ve ondaki yüce ni'metler,

Gerçek iyiliğe, yani Cennet sevabına, demektir.

2.  Güzel amel, iyi iş, yararlı hizmet,

3.  İbâdet ve taat,

4.  Allah korkusu, kötülüklerden kaçınmak, takva,

5.  Farz olan zekât,

6.  Geniş hayır ve çokça iyilik gibi manalara gelir.

Kur'ân, hadîs ve fıkıhta bu deyim hukuk ve hıns karşılığında da kullanılmıştır. [354]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetle, gerçek iyiliğe erişmenin Allah yolunda harcama oldu­ğu belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle helâlından kazanıp yararlı yollarda har­camanın önemine işaret ediliyor; yiyecek maddelerinin Allah yolunda har­camada çok önemli bir yer tuttuğuna ve bunları helâl ve haram kılma yetkişinin sadece Allah'a ait bulunduğuna dikkatler çekiliyor. Bu arada Ya­hudilerin sırf İslâm'a karşı çıkmak için Tevrat'taki helâl ve haramla ilgili belgelen yanlış aksettirdikleri açıklanıyor.

Böylece Kur'ân hem hakikati yansıtıyor, hem kutsal kitaplarda mey­dana getirilen değişiklikleri tashih ediyor, hem de onu yanlış yorumlamak isteyen maksatlı kişileri uyarıyor. [355]

 

Meali   :

 

93—  Tevrat indirilmeden önce İsrail (Yakub Peygamberin kendisine haram kıldığı şeyler dışında kalan bütün yiyecekler İsrail oğullarına helâl idi. De ki: Eğer doğrulardan iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun.

94—  Bundan sonra kim Allah'a karşı yalan uydurursa, işte zâlimler onlardır.

95—  De ki: Allah doğru söylemiştir; bâtıldan uzak, hakka tamamen

yönelik İbrahim'in dinine uyun; O, Allah'a ortak koşanlardan değildi.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hakka yönelik olan ve safiyetini koru­yan İbrahim dinini savunur ve Onun milleti üzere bulunduğunu söylerdi. İbrahim'e indirilen birkaç sahifede yer alan hükümler, İslâm'ın genel ku­rallarıyla uyum halinde bulunuyordu. Resûlüllah'in ona hayranlık duyma­sının nedenlerinden biri de işte budur. Yahudiler bu konuda da Peygam-ber'e karşı çıktılar ve : «Sen İbrahim'in milleti üzere olamazsın, çünkü de­ve eti ve sütü yiyorsun!» dediler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de aldığı va­hiy üzerine: «Hayır, bunların hepsi İbrahim'e helâl idi. Biz de helâl kabul ediyoruz» diye cevap verdi. Yahudiler tekrar itirazda bulunarak: «Haram kıldığımız her şey Nuh ve İbrahim'e de haram idi. Bu ayni ölçüde bize ka­dar sürüp gelmiştir.» dediler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.[356]

 

Tarihî Yönü

 

Tirmizî ve Ahmed bin Hanbel'in tesbitine göre : Yahudiler, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki:

  İsrail (Yakub) peygamberin kendine neleri haram kıldığını bize ha­ber verebilir misin?

Efendimiz (A.S.) onlara :

  Yakub Peygamber  bir bacağında şiddetli damar ağrısı   (roma­tizma veya damar tıkanıklığı gibi bir rahatsızlık) hissediyor ve bu yüzden geceleri uyuyamıyordu. Bir ara, «Eğer Allah beni bu ağrıdan kurtarırsa en çok sevdiğim yiyecek maddesini bir daha yemiyeceğim», diyerek adamış­tı. Ağrısı kesilince o da en çok sevdiği deve etiyle sütünü terkedip bir da­ha yemedi.

Yahudiler bu cevaba pek itirazda bulunamadılar.

Bundan da anlaşılıyor ki, Tevrat inmeden önce Yakub Peygamberin kendisine bazı şeyleri haram kıldığını iki taraf da kabul etmektedir. Ama diğer bütün yiyecekler İsrâiloğullan'na helâldi. Az ileride Tevrat'ta bu ko­nuyla ilgili belgeleri naklederek gereken açıklamayı yapacağız.

Bunun için Kur'ân'da, «Eğer doğrulardan iseniz haydi Tevrat'ı getirîp okuyun», denilerek Yahudiler iddialarına karşılık isbata çağrılıyor.

İsrâiloğulları sonraları maddî üstünlük sağlamak için birçok haksız­lıklara başvurdular, Tevrat'ın hükümlerini bir tarafa itip kendilerine göre dinî bir anlayış içine girdiler. Allah onlara dünyada hem bir ceza, hem de bir deneme olsun diye daha önce helâl sayılan birçok şeyleri haram kıldı. İki ayrı âyette bu husus şöyle açıklanmıştır:

«Yahudilerden (çoğunun) zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alı­koymaları, men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insan­ların mallarını yemeleri sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara haram kıldık.»[357]

«Yahudi (dininden) olanlara da (Tevrat'ta) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık. Sığır ve koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında ve­ya kemiğe karışık bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık. Bu, aşırı gidip ilâhî sınırları aşmalarından, insan haklarına el uzatmalarından dolayı onlara verdiğimiz bir cezadır.» [358]

Nisa ve En'âm sûrelerinde haram kılınan şeylerin nedenleri, hikmet ve esrarı üzerinde durulmuş ve konuya geniş yer verilmiştir. [359]

 

Tıbbî Yönü

 

Yurtlarından çıkarılıp çölde perişan olan insanların hayvan içyağla-rını yemelerinin ne gibi sakıncalar doğuracağını ilgili bölümde anlatacağız.

Burada Yakub Peygamberin bir bacağında ya damar tıkanıklığı, ya da romatizma ve benzen bir nedenden dolayı uykusunu kaçıracak kadar acı ve ıstırap duyduğu üzerinde yorum ve açıklamalarda bulunan müfessir Sa'lebî, kendi tefsirinde büyük sahabi Enes bin Mâlik'in (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sözü edilen ağrı ve sızının teskini ya da tedavisi konu­sunda şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

«Orta büyüklükte bir Arap koyununun kuyruğu alınır; küçük parçalar şeklinde kıyılır ve eritilerek yağı çıkarılır. Sonra üçe taksim edilir; her gün aç karnına üçte biri yenilir.»

Enes (R.A.) diyor ki : «En az yüz kişiye tavsiyede bulundum, hepsi de Allah'ın izniyle şifâ buldular.» [360]

Hem rivayetin sıhhati, hem de tavsiye edilen hususun tıbbî yönü üze­rinde durmak gerekir. [361]

 

Tevrat'ta Konuyla İlgili Belgeler

 

Tevrat bazı değişikliklere uğramasına rağmen yine de yer yer ilâhî belgelerin ölçü ve anlamını kendinde taşımaktadır.

Yakup Peygamberden bu yana devenin de domuz eti gibi haram ol­duğu belirtilmektedir. Hayvanların iç yağlan hakkında, hem takdimeler konusunda 8-10 kadar yerde yenilmeyip yakılması emredilmiş, hem Le-vililer bölümünde Kur'ân'ın açıklamasına yakın bir anlamda buna yer ve­rilmiştir :

«Ve Rab, Musa'ya söyleyip dedi: İsrâiloğulları'na söyleyip de: Hiç bir yağ, öküz yahut koyun, keçi yağı yemiyeceksiniz ve kendiliğinden ölen yahut parçalanan hayvanın yağı başka bir iş için kullanılacak; fakat onu hiç yemiyeceksiniz. Çünkü ateşle yapılan takdime olarak Rabbe arzedil-mekte olan hayvanlardan birinin yağını kim yerse, ondan yiyen can kav­minden atılacaktır.» [362]

İhtimal çok sıcak bir iklimde ve ilkel bir hayat seviyesinde bulunan İs-râiloğulları'nın hem sağlığını korumak, hem onları denemeden geçirmek için bu yasak konmuştur.

Ayrıca Tevrat'ta Rab için boğazlanan hayvanların suç takdimesi ol­duğuna değiniliyor. [363] Kur'ân'da bu daha açık biçimde belirtilmektedir: «Yahudilerden (çoğunun) zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alıkoyma­ları, men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara haram kıldık.» [364]

Burada Yahudilerin inkâr ettiği, fakat Kur'ân'ın Tevrat indirilmeden önce bütün hayvanların etinin ve yiyecek maddelerinin İsrâiloğulları'na helâl olduğunu açıklayan âyetleri ile aşağıdaki Tevrat'ın Levililer bölü­mündeki belgelerin aynı noktada birleştiğini belirtmek istiyoruz :

«Ve Rab, Musa'ya ve Harun'a söyleyip onlara dedi: İsrâiloğulları'na söyleyip deyin : Yeryüzünde olan bütün hayvanlardan yiyebileceğiniz hay­vanlar bunlardır. Hayvanlar arasında çatal ve yarık tırnaklı olan ve geviş getiren her hayvanı yiyebilirsiniz. Ancak deveyi, kaya porsuğunu, tavşanı ve domuzu yiyemezsiniz.» [365]

Ayrıoa Tevrat Levililer bölümünün 11, 12 ve 13. babiarında helâl ve haram kılınan hayvanların ve yiyecek maddelerinin çoğu belirtilmiştir. Bü­tün bunlardan, daha önce sözü edilen yiyeceklerin hepsinin helâl olduğu ve yaptıkları haksızlıklar nedeniyle Tevrat inince bunların bir kısmının ha­ram kılındığı anlaşılıyor.

Kur'ân özellikle bu hususa parmak basmakta ve Yahudilere «Eğer doğrulardan iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun» diye onları isbata çağır­maktadır. [366]

 

Bir Sonraki Şeriat Bîr Öncekinin Ya Tamamını Ya Da Bazı Kısımlarını Yürürlükten  Kaldırır

 

İlk insan Âdem Peygamberin şeriatında ayrı batınlardan doğan iki kardeşin evlenmesi mubah idi. Çünkü bu zorunlu bulunuyordu; neslin üre­yip çoğalmasının başka yolu ve çaresi yoktu. Şeyh Muhyiddin Arabi'nin de dediği gibi Allah, adem suretinde anoak bir defa tecelli eder, ikinci kez tecelli olmayacağından Havva anamız Adem'den yaratılmıştır. Böylece neslin üreyip artması için başka teaelüler ilâhî adet ve kanuna uymadı­ğından kardeşlerin evlenmesine imkân verilmiştir.

İnsanlar üreyip çoğaimoa bu hüküm kaldırılmış, ancak yakın akraba­nın evlenmesi mubah sayılmıştır. Nuh'a kadar böyle devam etmiş ve çok uzun yıllar yaşayan Nuh Peygamber devrinde yeni hükümler inmişti. Özel­likle tufandan sonra yeryüzündeki her canlının eti helâl kılınmıştı. Tabii bu canlılardan maksad, insandan başka caniı ve hayvanlardır. Bunda da zaruret vardı. Çünkü tufan dünyanın önemli sayılan büyük bir kısmını içi­ne almış ve o kesimde canlı denilen şey pek kalmamıştı. Beraberinde ta­şıdığı her tür hayvandan bir çifti sular çekildikten sonra salıverdi. Bunlar üreyip çoğahncaya kadar her hayvanın eti mubah kılınmıştı. Ancak bazı ilim adamlarımıza göre, domuz, ölü hayvan, kan ve benzeri şeyler her devirde haram sayılmıştır. Bunlar istisna teşkil eder.

Tevrat'ta bu husus şöyle belirtilmektedir: «Allah Nuh'a dedi: Top­rağın üzerinde hareket edenlerin hepsiyle denizin bütün balıkları sizin eli­nize verildiler. Hareket eden her hayvan size yiyecek olacaktır, yeşil ot gibi, size hepsini verdim. Fakat eti, onun canı olan kanı ile yemiyeceksi­niz.» [367]

«Hareket eden  her hayvan»  sözünden ölü  hayvanın yenilemiyeceği kendiliğinden anlaşılıyor. Ayrıca «kan'ın yenilemiyeceği» açıklanıyor. Do-muz'dan söz edilmiyor.

Nuh Peygamberden sonra bu hüküm hayli sürdü. Yakup Peygam­ber yukarıda belirtilen sebepten dolayı deve etiyle onun sütünü kendine haram kılmış ve bu tahrime evlâdı da uymuşlardır. Hüküm tâ Musa Pey­gamber devrine kadar yürürlükte kalmıştı. Tevrat inince, deveyle birlikte birçok hayvanların etini haram kıldı. Konumuzu oluşturan âyetler daha çok bu hususa işaret etmektedirler.

Ayrıca İbrahim Peygamber şeriatında t e s e r r î (odalık câriye) edinmek helâldi. Nitekim İbrahim Peygamber, Hacer hakkında bunu uy­gulamıştır. Ama Musa şeriatında artık teserrî haram kılınmıştır. Tevrat'ta buna değinilmektedir. Cariyenin odalık değil, 6 yıl hizmet için alınabile­ceğini hükme bağlamıştır. [368]

Diğer bir örnek de şöyle :

Yakup Peygamber şeriatında iki kız kardeşin bir erkeğin nikâhı altın­da bulunması mubahtı, Musa Peygamber şeriatında bu haram kılınmış­tır : «Bir kadını kendi kız kardeşi üzerine, onu kıskandırmak, o hayatta iken kendi yanında çıplaklığını açmak (evlenmek) için almryacaksın!» [369]

Bunun gibi İsâ Peygamberin şeriatiyle Tevrat'ın bazı hükümleri kal­dırılmıştır. Buna birkaç örnek verelim :

İsa Peygamber diyor ki:

«Sanmayın ki, ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil fakat tamam etmeğe geldim.» Tevrat'ta yazılı olanı işitti­niz ki, «Katletmiyeceksiniz ve kim katlederse hükme müstehak olacaktır.» denilmiştir. Ama ben size derim : «Kardeşine kızan her adam hükme müs­tehak olacaktır.» [370]

«Zina etmiyeceksin.» denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim : «Bir kadına şehvetle bakan her adam kendi yüreğinde onunla zina etmiş­tir.» [371]

«Yalan yere and etmiyeceksin ve andları Rabbe ödiyeceksin» denil­diğini işittiniz. Fakat ben size derim : «Hiç and etmeyin; ne gök üzerine, çünkü o Allah'ın tahtıdır. Ne yer üzerine, çünkü onun ayaklarının basa­mağıdır.» [372]

«Göz yerine göz, diş yerine diş» denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim : «Kötüye karşı koma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona öte­kini de çevir.» [373]

 

İslâm, Dinler Arasında Tartışmaya Kapı Açmaz

 

De ki- AIIah doğruyu söylemiştir; bâ­tıldan uzak, Hakka tamamen yönelik İbrahim'in dinine uyun.»

İslâm Dini, ana kaynağı olan Kur'ân'la değişen sosyal yapıya paralel yeni bir takım hükümlerle gelmiş; fakat kendinden önceki ilâhî dinlerle bir tartışma ve sürtüşmeye kapı açmak istememiştir. Çünkü hepsi de aynı kaynaktan süzülüp inmiştir; aynı esası getirmiştir. Ne var ki Kitap Ehli, Kur'ân'ı yalanlamaya ve Tevrat ile İncil'deki bazı hükümleri gizlemeğe kalkışınca Kur'ân kademeli ve pedagojik bir metotla gerçeğe ışık tutmuş; onları insafa çağırarak iddialarını isbat için kutsal kitaplarını getirip oku­malarını önermiştir. Yiyecek maddeleri, özellikle hayvan etleri hakkındaki açıklamanın üç ayrı yerde ve kademeli biçimde getirilmesi, hem Tevrat'ta yazılı bulunan ilâhî belgenin mevcudiyetini belirtmeyi, hem Yahudileri kır­madan son dinin Allah tarafından gönderildiğini doyurucu bir ölçü ve an­lamda onların kalblerine ve kafalarına işlemeyi amaçlamıştır.

Bu metodla Kur'ân :

a)  Kutsal kitaplarda değiştirilen ilâhi belgeleri tashih eder.

b)  Değiştirilmiyen hükümlerin var olduğunu açıklar.

c)  Kutsal Kitapların aynı kaynaktan süzülüp geldiğini ve esasta bir­leştiklerini hatırlatarak Kitap Ehli'ni Tevhîd'e ve son dini  kabule davet eder.

d)  Yanlış ve maksatlı yorumlan önler; dindarlara en sağlcfm bilgiyi verir.

e)  Aşın tutuculuğun hiçbir millete yarar sağliyamıyacağını, hele bu tutuculuğun bâtıldan yana olduğunda her zaman zarar getireceğini; hak­ka ve hakikate uymanın aklın ve vicdanın yolu ve gereği olduğunu hatır* latır.

f)  Gereksiz tartışmaya .cevaz vermez. [374]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

1.  «Küllü't-Taam = Bütün yiyecekler» sözünden ilk hatıra gelen ölü hayvan eti ile domuz etinin Tevrat inmeden önce İsrailoğulları'na helâl kılındığı anlaşılıyorsa da, Tevrat'ta «Hareket eden hayvanlar» deyiminden ölü hayvan etinin haram olduğu hükmü çıkarılabiliyor. Domuz etine gelin­ce, dinlerin bu konudaki    genel esas ve prensipleriyle    bağdaştırmamız mümkün değildir. Çünkü insan sağlığını korumak, bütün dinlerde önerrrii bir yer tutmaktadır. O halde buradaki bütün yiyeceklerden maksad, Kaf-fal'ın da dediği gibi Yahudilerin Peygamberimiz devrinde isimleri üzerin­de durup iddia ettikleri yiyeceklerdir ki onlar arasında domuz ve ölü hay­van eti yoktur.

2.  Peygamberlerin dinî konularda içtihatta bulunma yetkisi var mıdır? Âyetten, Yakup Peygamberin adamak suretiyle helâl şeyleri kendine ha­ram kılmasının gerçek kıstası nedir? Bazı ihtimallerden başka bildiğimiz yok :

a)  Yakup Peygamberin şeriatında sadece peygamberin adamak su­retiyle bazı hükümler koymaya yetkili kılınmış olması,

b)  Peygambere dinde içtihatta bulunma yetkisinin verilmiş bulunması,

c)  İlâhî vahiy ya da işarete dayanarak bazı konularda adamak yo­luyla hüküm koyma ruhsatının verilmiş olması gibi ihtimaller üzerinde du­rulabilir. Allah daha iyisini bilir. [375]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Yahudilerin İslâm'a karşı olumsuz yöndeki tu­tumlarının bir başka örneği belirtildi, fakat dinler arasında gereksiz bir tartışmanın yarar değil, zarar getireceğine dikkatler çekilmek istendi ve böylece Ehl-i Kitap tarafından kapalı tutulmaya çalışılan bazı hakikatlere kapı açıldı; Yahudilerin Nuh ve İbrahim Peygamberlere neler haram kılın-mışsa aynı şeylerin kendilerine kadar sürüp geldiği hakkındaki iddiaları­nın doğru olmadığı ortaya konuldu. Bu konuda Tevrat'ı okumaları hatır­latıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Yahudilerin dikkati ikinci bir noktaya çekiliyor ve : «Hem İbrahim'i kendinizden sayıyor veya onun şeriatını beğeniyor­sunuz, hem de onun yapmış olduğu Kabe'ye yüzçevirmiyorsunuz, bunda samimiyetin ölçüsü var mıdır?» denilmek isteniliyor. Ayrıca Kabe'nin İb-

rahim tarafından yapıldığını inkâra imkân yoktur, çünkü orada açık ayet­lerin, İbrahim'in makamının bulunduğu hatırlatılıyor. Böylece Kabe'nin bir olan Allah'a birlik içinde yönelmenin odağı bulunduğu çok duyarlı bir an­latımla gönüllere işleniyor. [376]

 

Meali :

 

96—  Şüphesiz ki, insanlar yararına (yeryüzüne)  ilk konulan ibâdet evi, âlemler için mübarek olan ve doğru yolu gösteren Mekke'deki mâ-beddir.

97—  Onda açık âyetler, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girer­se (her türlü saldırıdan) güven içinde olur.

Yol bulmaya güç getirebilenin Beyt'i (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hak ve vecîbesidir. Kim bu hakkı inkâr (ya da kü­çümseyerek terk) ederse, şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir (hiç kimsenin ibâdetine ihtiyacı yoktur).

 

İniş Sebebi

 

Tabiînden Mücahid'in tesbitine göre: Müslümanlarla Yahudi din adamları Beytü'l-Makdis ile Bevtü'l-Haram hakkında bir tartışmaya kapı açmışlardı; Yahudiler Kudüs'deki Beyüt'l-Makdis'in üstünlüğünü, Müslü­manlar da Beytü'l-Haram'm üstünlüğünü  iddia ediyor, her biri  kendine göre delil getirmeğe çalışıyordu. Derken yukarıdaki âyetler indi. [377]

 

İlgili  Hadîsler

 

Ebu Zer (R.A.) diyor ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordum :

  Yeryüzüne (hak olarak) konulan iik mâbed hangisidir?

  Mescidü'l-Haram'dır, diye cevap verdiler.

  Ondan sonra hangisi? diye sorduğumda,

  Mescid-i Aksa'dır,  buyurdu.» [378] Hazret! AN (R.A.) diyor ki:

«Beytü'l-Haram'dan önce mâbedler yapılmıştır. Ama Allah'a ibâdet için ilk konulanı şüphesiz ki Beytü'l-Haram'dır.» [379]

Bu konuda Beyhakî'nin rivayet ettiği hadîse gelince;

«Allah, Cibril'i Adem ile Havva'ya gönderdi, Kabe'yi yapmalarını em­retti. Bunun üzerine Âdem Peygamber Kabe'yi yaptı. Sonra Allah onu ta­vaf etmesini emretti ve Âdem'e şöyle denildi: Sen insanların ilkisin, bu da yeryüzünde insanlar yararına konulan ifk mâbeddir.»

Bu hadîsin zayıf olduğu tesbît edilmiştir. O halde diyebiliriz ki, bu konuda en doğru rivayet ve görüş, Hazreti Ali (R.A.)ındır. [380]

«Şüphesiz ki bu bslde (Mekke)yi Allah gökleri ve yeri yarattığı gün­den buyana muhterem kılmıştır. Ve o, Allah'ın hürmetiyle kıyamete kadar haramdır. Benden önce hiç kimsenin bu beldede savaşması helâl olma­mıştır; bana da ancak gündüzden bir saat savaşmak helâl kılınmıştır. Evet, bu belde Allah'ın hürmetiyle kıyamete kadar haramdır: Dikeni ko-parılmaz, avı öldürülmez, yitiği alınmaz, ancak sahibini tanıyan kimse ala­bilir. Otu da biçilmez.»

Bunun üzerine Hazreti Abbas (R.A.):

— Ey Allah'ın Peygamberi! İzhir otunu istisna edin. Çünkü evle­rin buna ihtiyacı vardır, diye ricada bulundu. Efendimiz (A.S.) : «İzhir otu müstesna..» buyurdu. [381]

«Mekke'de hiç kimseye silâh taşımak helâl olmaz.» [382]

«Ey Mekke! Allah'a andolsun ki, sen Allah'ın en hayırlı yerisin ve yer­lerden Allah'a en sevimli olanısın. Eğer senden çikarılmbsaydım, herhalde çıkmazdım.» [383]

«Kim Beytullah'a girerse, bir iyiliğe girmiş, bir kötülükten çıkmış ve bağışlanarak ayrılmış olur.» [384]

«Benim bu Mescidim'de bir namaz -Mescid-i Haram müstesna- diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. [385]

«Ey insanlar! Size hacc farz kılındı, artık haccedin.»

Bunun üzerine bir adam sordu :

— Her sene mi Ya Resûlellah!?

Peygamber (A.S.) sustu cevap vermedi. Adam soruyu üç defa tekrar­ladı. Hazreti Peygamber (A.S.) : «Eğer, evet, deseydim, size her sene farz olurdu ki buna güç getiremezsiniz. Size bıraktığım (hükümlerle) amel edin ve yetinin. Sizden öncekiler çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı ihtilâfa düşmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. Size bir şey emrettiğimde onu -gücünüz nisbetinde- yerine getirin. Sizi bir şeyden men'ettiğimde de onu terekdin. [386]

 

Neden İlk Mâbed

 

«Şüphesiz ki insanlar yararına (yeryüzüne) konulan ilk ibâdet evi, Mekke'deki mâbeddir.»

Din duygusu ve Yaratan'a inanma arzusu insanın doğuştan kalbine ve ruhuna enjekte edilmiştir. Bu nedenle diyebiliriz ki, Allah, kendi adına yeryüzünde konuşacak, O'na halîfe olacak, O'nun buyruklarına ve koy­muş olduğu hayat kanunlarına göre bir düzen kuracak insanlara yükledi­ği bu görevler ve amaçlar doğrultusunda hakkı ve doğruyu bulma düşünce ve duygusunu armağan etmiştir. Böyle olmasaydı, dünya mutlak küfür içinde kalır; günümüzün materyalistlerinin gerçekleştirmeğe çalıştığı ruh­tan ve mânadan yoksun katı ve soyut bir düzen meydana gelirdi. Çünkü onların, maddenin ruhtan bağımsız dış bir realite olduğu ve mevcut ol­mak için de ruha muhtaç bulunmadığı düşüncesinden harekette her türlü varlığın temel formları zaman ve mekândır. Ve, zaman dışı bir varlık ne kadar saçma ise mekân dışı bir varlık da o kadar saçmadır, sonucuna varmaları; insanın doğuştan ruhunun derinliğine yerleştirilen Allah'a inan­ma düşünce ve isteğine ters düşmektedir.

İnsanda bir ruh ve onun ortaya koyduğu Yaratan'a inanma düşün­cesi mevcut değilse, madde bunu insana nasıl ilham edebilir? Çünkü ma­teryalist felsefeye göre, yoktan bir şeyi var kılmak mümkün değildir. Ol­mayan, bir şeyi madde nasıl oluşturabiliyor? Tabii ki bunun cevabını da vermek mümkün değildir.

İşte yeryüzüne konulan ilk mâbed, insanın ruhundaki arzuya ve ru­hun Yüce Yaratan'a yönelme isteğine cevap teşkil etmektedir.

Bal ansının çiçeklere ve kovana olan değişmez isteği, balığın suya olan ihtiyaeı ne ise, ruhun da Yaratan'a olan ihtiyacı odur. Arıyı çiçekten ve kovandan yoksun bıraktığımız gün nasıl dengesini kaybedip yaratıldığı hayat kanununun dışına itilerek ölüme mahkûm edilirse, ruhu Allah dü­şüncesinden ve O'na olan arzusundan kopardığımız gün, öylece ölüme mahkûm etmiş oluruz. Ruhun ölümü, insanı doğan, yaşayan, ölen ve so­nunda bir yığın gübre haline gelip başka canlıların (parazitler) oluşması­na yarayan ve başka hiçbir hayatı ve hayat hakkı olmayan bir varlık kabul etmektir.

Beşer ruhunun bu arzusudur ki, yeryüzünde gerçek dengeyi sağla­mış, maddeyle ruh arasında ümit ışığı veren bağlar kurmuştur. Ancak mil­letlerin ve toplumların dinde ve bu denge ölçüsünde ayrılığa düştükleri görülmektedir. Halbuki hak dinlerin hepsi de tek kaynaktan süzülüp gel­miştir. İnsanların ihtirası, bencilliği ve aşırı tutuculuğu; bir yandan da maddeye olan tutkuları onları bu tür neticelere doğru itmiştir. İslâm Dini meydana gelen bu ayrılığı gidermek, dünya barışını sürdürmek, insanları birbirine kardeş yapmak açısından hareketle gereksiz sürtüşme ve tar­tışmalara kapıyı kapamış; yeryüzüne, Allah'a ibâdet ve Tevhîd akidesinde birleşip kaynaşmak için konulan ilk mabedin, en doğru yolu gösterdiğini, bu nedenle dinler ve toplumlar arasında ortaklaşa noktanın bu olduğunu ilân etmiştir. İnsanların bir baba Üe bir anneden üretilip meydana getiril­mesi de bu hakikati yansımıyor mu?

Medeniyetin beşiği sayılan Asya kıtasının bu ilk mâbed için seçilme­sinin hikmetleri acıktır: Yeryüzündeki insan nüfusunun çoğunun bu kıta­da yaşaması, zengin topraklar, yeraltı kaynakları, ticarî kervanların me­kik dokuması gibi özellikleri bu cümledendir. Mekke'nin Asya ve Afrika

gibi iki büyük kıta arasında bir tampon manâ ve görünümünde olduğunu da buna ilâve etmek gerekir.

İbrahim Peygamberden bu yana da her peygamberin kutsal mabet kabul ettiği Kabe'nin ilâhî dinler için nasıl bir birlik odağı olduğu kendili­ğinden ortaya çıkmaktadır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin önce Kudüs'teki Mesçid-i Aksa'ya yönelip ibâdet etmesi, bir bakıma, Yahudi ve Hıristiyan-lara İslâm'ın kutsal mabetlere ne kadar saygılı olduğunu ve bir olan Al­lah'a yönelmede mabedin önemini hatırlatmayı amaçlıyordu. Sonra Ka­be'ye yönelmesi, bütün dinlerin saygı duyduğu İbrahim Peygamberin ilâhî emirle inşa ettiği Beytü'l-Haram'da Allah adına birleşmenin, önemine ve lüzumuna dikkatleri çekiyor; İbrahim Peygamber'in hatıralarını hâlâ ken­dinde taşıyan Kabe'de toplanmanın bütün dinlerin esasıyla, gaye ve he­defiyle uyum halinde bulunduğunu hatırlatıp noktalıyordu.

Ne yazık ki Kitap Ehli'nin çok tutucu din adamları, İbrahim Peygam­bere olan yakın bağlılıklarına rağmen bu ilâhî çağrıya kulaklarını tıkadı­lar. Asırlar geçti Kabe hâlâ bu çağrısına devam etmekte; Kur'ân bu rah­met sesini kendinde taşımaktadır.

İnsanların, özellikle ilâhî dinlere bağlı bulunanların birleşip anlaşma­sı ve bir olan Allah'a kulluk etmesi için Allah Kabe'yi yaptırarak kendine düşeni yerine getirmiştir. Ama insanlar kendilerine düşeni yapmamakta­dırlar..

İşte doğru yolu gösteren Kabe'nin ilk mâbed olarak yeryüzüne ko­nulmasının hikmetlerinden biri de budur; bunun için oraya haccetmek farz kılınmıştır. İbrahim Peygamber de ilâhî emir üzerine Kabe'nin yapımını bi­tirdikten sonra şöyle duâ etmişti:

«Rabbimiz! Doğrusu ben çocuklarımdan bir kısmını senin Hürmetli Evin'in yanına ziraatsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namaz kılsın­lar diye (böyle bir yer seçtim). Artık sen insanlardan bir kısmının gönlü­nü hevesle-onlara meylettir; onları bazı meyvalaria rızıklandır; umulur ki şükrederler!» [387]

Bu duâ kabul olunmuştur. Hem Allah'a inananlar o yerin halkına sev­giyle meyletmiş; hem Allah onları çeşitli ürünlerle -başta petrol olmak üzere bazı kaynaklarla- rızıklandırmış ve onlar da Allah'ın kutsal evini her geçen gün daha çok insanın rahat ve huzur içinde ibâdet etmesine elve­rişli duruma getirerek bunun şükrünü edâ etmeğe çalışmıştır.

Böylece Kabe, hem Müslümanlar için güven yeri olmuş ve olmakta devam etmektedir. Hem de bütün insanları bu güvene davet etmektedir. İslâm'dan önce de gelip geçen müşriklere de güven yeri olmuş, oraya sı­ğınan tecavüzden korunmuştur.

İbrahim Peygamber bir diğer duasında şöyle niyazda bulunmuştur: «Rabbinı! Bu şehri (Mekke'yi) güvenli eyle; beni ve oğullarımı putlara kap­maktan uzak bulundur. Rabbim! O putlar insanlardan bir çoğunu saptır­dılar. Artık kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir; kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.» [388]

Bu nedenle İbrahim Peygamber hem hac etti, hem inananları bu ibâ­dete çağırdı. İbrahim Peygamber'e bağlılıklarını dile getiren Yahudiler onun bu dâvetine bir gün olsun kulak vermediler. [389]

 

Fıkhı Yönü

 

Kim oraya girerse (her türfü saldırıdan) güven içinde olur.»

Bu âyet üzerinde yorum yapıp içtihatta bulunanlar farklı görüşler or­taya koymuşlardır:

a)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre kısas yollu öldürülmesi gereken adam, Mescid-i Haram'a sığınırsa orada öldürülmez. Ancak aç bırakılır, alım-satımda bulunması yasaklanır, başkasıyla temas kurmasına imkân veril­mez; böylece oradan çıkıncaya kadar bu tür ablukalar uygulanır. Dışarı çıkınca hüküm infaz edilir.

b)  İmam Şafiî'ye göre, kendisine kısas, ya da hadd gereken kişiler hüküm tatbik edilmeden Kabe'ye sığınsaiar bile ceza geciktirilmeyip in­faz edilir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde taammüden adam öldüren İbn Hatal, kısastan kurtulmak için Kabe'ye sığınmış ve onun örtü­süne tutunmuştu. Buna rağmen Efendimiz hükmü geciktirmeyip orada in­fazını sağlamıştı. [390]

<{Yo1 buImaya ğüç getirebilenin Beyt'i (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hak ve vecibesidir.»

Kitap ve Sünnet hacc'ın t e r a h i (geciktirmeli) farz olduğuna delâ-fet etmektedir. Nitekim hac farz kılındığı yıl Resûlüllah (A.S.)  Efendimiz kendisi gitmeyip. Ebûbekir Sıddîk'i (R.A.) Müslüman cemaatin başında bu­lunmak üzere görevlendirmişti. [391]

İmam Şafiî bu rivayete dayanarak haccın terahi (geciktirmen) farz olduğu içtihadında bulunmuştur. [392]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Bekke:

Bekke, Mekke'nin diğer bir ismidir ki, üzerinde bazı yorumlarda bu­lunulmuştur :

a)  Zorbaların,  haksızların  boyun  eğdiği   mukaddes  yer olduğu  için bu isim verilmiştir.

b)  İbâdet sebebiyle çok kalabalık bir cemaatin kaynaşıp hareket et­tiği için bu adı almıştır.

c)  Mukatil bin Hayyan'a göre :  Allah,     insanları bu makamda sınıf ve cins farkı gözetilmeksizin bir araya getirdiği; kadın erkek karışık bir vaziyette namaz kıldığı için bu isim verilmiştir.

d)  İbn Abbas'a (R.A.) göre : Fec'den Ten'im'e kadar olan kesim Mek­ke'dir. Beytullah'dan Batha'ya kadar olan kesim ise Bekke'dir.

e)  Şu'be'ye göre : Bekke Beytullah'ın ve Mescid'in adıdır.

f)  İkrime'ye göre : tseytullah ile çevresi Bekke'dir. Bunun ötesi Mek­ke'dir.

ğ) İbrahim Nahaî'ye göre : Beytullah'ın bulunduğu yer Bekke, geriye kalan yerler Mekke'dir. Allah daha iyisini bilir.

Tarihçilerin çoğuna göre, Mekke'nin birçok ismi vardır; Bekke de onlardan biridir.

Oraya yol bulmaya güç getiren :

a) İbn Cerîr'in tesbitine göre, azık ve binektir.

Nitekim adamın biri Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :

  Ya Resûlellah! Yol bulmak nedir? Peygamber (A.S.) ona :

  Azık ve binektir, diye cevap verdi.

b)  İbn Abbas'a göre: 300 dirhem bulabilmektir. [393]

c)  İkrime'ye göre : Sıhhatin yerinde olmasıdır. Kim küfrederse :

a) İbn Abbas ve Mücahid'e göre, haccın farziyetini inkâr ederse,

b} Haccın yarar ve sevabına inanmazsa,

c) Terkedip gitmezse...

Hacet genel mânada özetlerken, Resûlüllah (A.S.) Efendimizden, «Hac nedir?» diye sorulduğunda, verdiği cevabı nakletmekle yetineceğiz:

«Hacc, (uzun yolculuktan dolayı) saç sakalın dağınık ve toz içinde kalmasıdır,»

«Hacc, sesi yükseltmek ve (kurban keserek) kan akıtmaktır.» [394]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Yahudilerin inkarcı tutumu ve Tevrat'taki ilâhî bel­geleri gizlemeleri açıklandı. Hazreti Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini isbata yönelik tashihlere, kutsal kitaplarda bununla ilgili açıklamalara yer verildi. Aşağıdaki âyetlerle. Kitap Ehli'nin bütün bunları biiip durdukları halde neden Allah'ın âyetlerini inkâra çalıştıkları üzerinde duruluyor. [395]

 

Meali :

 

98—  De ki: Ey Kitap Ehli! Allah'ın âyetlerini neden inkâr ediyorsu­nuz? Oysa Allah işlediklerinizi görüp biliyor.

99—  De ki: Ey Kitap Ehli! İmân edenleri neden Allah yolundan -onda bir eğrilik arayarak- döndürmeye çalışıyorsunuz? Halbuki (son dinin hak olduğuna, Hz. Muhammed'in son Nebî olarak gönderildiğine) şâhid bulu­nuyorsunuz. Allah işlediklerinizden habersiz değildir.

100—  Ey imân edenler!    Kendilerine kitap verilenlerden    (herhangi) bir zümreye uyacak olursanız, imânınızdan sonra sizi kâfir ederler (dini­nizden döndürmeye fırsat bulurlar).

101—  üzerinize Allah'ın  âyetleri okunurken ve aranızda da  O'nun Resulü (Muhammed A.S.) bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah'a (gönülden inanıp samimiyetle) sımsıkı bağlanırsa, gerçekten o doğru yola eriştirilmiştir.

 

İniş Sebebi

 

İslâm güneşi, kararan kalpleri aydınlatıp küflenen kafaları cilalayınca, birbirine asırlık düşman bulunan Evs ile Hazreo kabilelerinin din kardeş­liğinin en serinletici havasına girdiğini gören Medineli Yahudiler bunu kendi aleyhlerine büyük bir tehlike görerek aralarına fitne sokmaya ça­lıştılar. Yıllarca sürüp giden kavgalarını onlara hatırlattılar, taraflardan başarılı olanların şiirlerini okuyup hislen tahrik ettiler, derken bir anda hava değişti, eski kinler tekrar alevlenmeye yüztuttu. Eller kılıçların kab­zasına uzandı. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin aralarına girmesiyle büyük bir fitne önlenmiş oldu,

İşte yukarıdaki âyetler bu nedenle indi. [396]

 

İlgili Hadîsler

 

Zeyd bin Arkam (R.A.) rivayet ediyor; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün bize hitaben şöyle buyurdu :

«Ey insanlar! Ben de ancak bir insanım; çok sürmez Allah'ın (ölüm haberini getiren) elçisi bana da gelir; onun davetine uyarım. Doğrusu size iki (değer ölçüsü yüksek) ağırlık bırakıyorum. Birincisi, Allah'ın Kitabıdır. Onda doğru yol (ve içinizi, dış âleminizi aydınlatan) nur mevcuttur. Artık ona sımsıkı sarılın! Bir de EhJ-i Beytim (hanedanım)ı bırakıyorum. Ehl-i Beytim hakkında Allah'ı size hatırlatırım, Ehl-i Beytim hakkında Allah'ı size hatırlatırım..» [397]

«Şüphesiz ki bu Kur'ân şefaatçidir ve şefaati makbuldür. Kim ona uyarsa, önüne düşüp onu cennete götürür. Kim de onu terkeder veya on­dan yüzçevirirse, onu ensesi üzerine ateşe iter.» [398]

«Doğrusu size öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız sürece elbette ebediyen helak olmazsınız: Allah'ın kitabım, Peygamberinin sün­netini bırakıyorum.» [399]

«Ümmetim fesada yüztutup bozulduğunda kim benim sünnetime sım­sıkı sarılırsa, ona yüz şehid sevabı vardır.» [400]

 

Üç Önemli Nokta

 

Konumuzu oluşturan âyetler üç önemli noktaya dikkatlerimizi çeki­yor:

1.  İslâm'da kusur ve eğrilik arayanlar,

2.  Yabancı kültürün tesirinde kalanlar,

3.  İslâm'ı içinden yıkan bölücüler. [401]

 

İslâm'da Eğrilik Arayanlar

 

(De kî: Ey kî"tap ehli! iman edenleri neden Allah yolundan -onda bir eğrilik arayarak-döndürmeğe çalışıyorsunuz?»

Kitap EhN'nin daha çok din adamları tarih boyunaa İslâmda hep ku­sur ve eğrilik aramışlardır. İnsan psikolojisi böyledir: Bir şeye karşı çık-mayagörsün, onun bütün iyi taraflarını iter de sadece kusurlu taraflarını bulmaya çalışır. İlâhî hoşnutluğa ermiş bir göz bütün kusurları görmekte kördür. İlâhî gazaba çarpmış bir göz ise, baktığı her şeyde kusur arama­ya çalışır.

Kur'ân-ı Kerîm'de bilhassa Kitap Ehli'nin bu tutumuna değiniliyor ve Müslümanların çok ölçülü, duyarlı, bilgili ve karşısındakini ikna' edici bu­lunmasının gereğine işaret ediliyor. Kuru iddia ve aynı zamanda daya­naksız delillerle ortaya çıkmamaları bir bakıma hatırlatılıyor.

Hıristiyan âlemi kurmuş olduğu misyon örgütüyle bir yandan İsâ di­nini yayarken, diğer yandan İslâm'da kusur ve eğrilik aramaya hız ver­miştir. Onların bu vadideki yalan ve iftiralarını özetliyelim :

a)  İslâm kılıç diniymiş; Peygamber ve arkadaşları insanları silah zo­ruyla Müslüman yapmış.

b)  Hazreti Muhammed (A.S.), amcası Ebû Talib ile ve Hz. Hatice'nin ticaret kervaniyle Şam'a yaptığı birkaç yolculuğunda ünlü Rahip Bahîra ve Nasturâ ile görüşüp dinî konulardaki bütün sermayesini onlardan al­mış ve öylece yeni bir din kurma hevesine kapılmış.

c)  Hz. Muhammed -hâşâ- kadın düşkünü bir kimseymiş. İsâ Peygam­ber hiç evlenmediği halde o, 11-12 kadınla evlenmiş.

d)  İslâm Dini kadınları dört duvar arasına hapsetmiş, onlara İnsana yakışır hiçbir hak tanımamış, üstelik kadınlara dayak atmayı büyük bir sevap saymış.

e)  Kız çocuğu doğurmak yüz karası kabul edilmiş, kızlara en âdi eş­ya nazarıyla bakılırmış.

f)  Mirasta iki kız bir erkek çocuğuna denk tutulmuş, böylece daha çok yardım edilmesi gereken unsura daha az bir ilgi gösterilmiş gibi ka­sıtlı isnad ve iftiralar.

Bu iftiraları kısaca cevaplandıralım:

  İslâm kılıç dini değil, rahmet ve şefkat dinidir. Silahlı saldırıya ge­çen veya geçmeğe hazırlanan inkarcıların zulüm ve tuğyanını durdurmak için kılıç kullanmaya ancak cevaz vermiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 10 yıllık Medine devri hep savaşlarla geçmiştir. Ama bu uzun süre içinde yapılan kesin tesbitlere göre sadece 250 kişi hayatını kaybetmiştir. Bun­lardan yaklaşık olarak 100'ü  Müslüman,  150'si  müşriktir.  Bugün  karşıt gurupların bir iki saatlik vuruşması sonucu ölü sayısının bu rakama ulaş­tığını görüyoruz. Eğer İslâm kılıç dini olsaydı, 10 yıllık aralıksız süren sa­vaşlarda binlerce insanın canına kıymak gerekirdi.

Biz bu mütevazi rakamı sergilerken, İslâmiyeti yeryüzünden silmek için Hıristiyan âleminin düzenlediği Haçlı Seferlerine ve bu seferlerde sah­neye konulan işkencelere ve katliamlara ne demeli?

  Şam'a seyahatına gelince : Resûlüilah (A.S.)  Efendimizin biri 12

yaşlarında, diğeri 25 yaşlarında iken iki sefer seyahat ettiğini tarihlerimiz ve siyer kitaplarımız kaydetmektedir. Birinci seferinde Şam yakınlarında Busra kasabasında Rahip Bahîra ile birkaç saat görüştüğü, ikinci sefe­rinde ise yine aynı yerde Rahip Nastura ile kısa bir süre görüşüp konuş­tuğu doğrudur. Ama hiçbir okul görmemiş, çok bilgisiz ve kaba bir mille­tin arasında doğup büyümüş, üstelik okur-yazar olmayan bir insanın dört beş saatlik bir mülakatla bu kadar bilgi edinmesi ve dünyada en büyük inkılabı başaracak bir din kurması, yirminci asrın sonlarına doğru ilim ve tekniğin ancak kapı açabildiği ilmî verileri sergilemesi mümkün müdür? İnsaf ve mantığın ölçüsü var mıdır?

Bütün bu gerçekler, Onun hak Peygamber olduğunu, Allah'tan alıp öyle konuştuğunu ve davrandığını göstermiyor mu?

Ya Yuhanna ve Bernaba ile Markos İndilerinde İsâ Peygamberin son peygamber Ahmed'in geleceğini açık bir anlatımla müjdelemesine ne di­yelim? Bu sözleri Hz. Muhammed (A.S.) mi İncil'lere soktu?

— Çok evliliğine gelince : Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 53 yaşına ka­dar çok kadınla evlenme hayatına başlamadığını biliyoruz. Bu yaştan son­ra aralıksız sürüp giden savaşlarda kocalarını kaybedip kimsesiz ve peri­şan kalan ve çoğunun da yaşlan 45-55 arasında bulunan kadınlarla ev­lenmesi, sırf onların kalbini almak, ıstıraplarını dindirmek, başlarını soka­cak bir yuvaya kavuşmalarını sağlamak; aynı zamanda İslâm'a olan bü­yük hizmetlerinden dolayı onlara saygı ve ilgi göstermek içindir.

İlende Nisa sûresinde bu konuya geniş yer verilecektir. ;

— Kadınların dört duvar arasına hapsedilmesine gelince :

İslâm Dini kadınları dört duvar arasına hapsetmemiş, bilâkis onlara eğitim ve öğretim kapılarını, ardına kadar açık tutmuş, ilim tahsilini on­lara da farz kılarak toplumdaki yerlerini belirlemiştir. Erkeklerin şerrin­den, kötü nazarından onları korumak için yalnız yüzleriyle ellerini açık tutmalarına cevaz vererek onların kadınlık ve annelik gibi iki üstün vasfı­na leke dokundurmamaya özen göstermiştir. Müslüman kadınların sava­şa katıldıklarını, hemşirelik görevini yürüttüklerini belge olarak göstermek yetmez mi? Ayrıca kadınlarla ilgili davalara bakmak için kadının hakim tayin edilmesine cevaz verilmemiş midir?

Kadınlara iyi davranmayı tavsiyede bulunan, onları fazla doğrultayım derken kırarsınız, diyen Peygamber (A.S.) Efendimiz bununla onlara say­gı gösterilmesini, insanca davranilmasım emretmiyor mu? Kızı Hz. Fatıma içeri girince Peygamberin ayağa kalkıp onu karşılaması kadar asil bir davranış var mıdır? Ayrıca Resûlüllah Efendimizin hiç bîr eşini kırıcı bir davranışta bulunmadığını bütün tarihçiler yazmıyor mu?

  Kız çocuğu doğurmak Cahiliyye devrinde yüzkarası sayılırdı. İs­lâm kesinlikle bu tür düşünce ve inançları kaldırmış, erkek ve kız çocuk­larını sevgi ve ilgide eşit tutmuştur. Hattâ kız çocuklarına biraz daha faz­la ilgi gösterilmesi tavsiye edilmiştir. Kur'ân'da bilhassa bu hususlardan söz edilir.

  Mirasta kızla erkek çocuklarına ikili birli taksim doğrudur ve bun­da adalet vardır. Çünkü daha çok erkek ailenin yükünü taşır, kadını o bes­ler. İki hisse olması çok normaldir. Nisa sûresinde bu husus yeteri kadar açıklanacaktır. [402]

 

Yabanci Kültürün Tesirinde Kalanlar

 

«Ey iman edenler! kendilerine kitap verilenlerden (herhangi) bir zümreye uyacak olursanız, imânınızdan sonra sizi kâfir ederler.»

Kur'ân'da bu âyetle de çok önemli bir olaya parmak basılıyor. Batı kültürünün, diğer bir deyimle gayr-i İslâmî bir kültürün cazibesine kapıl­maya uygun karakter ve psikolojik yapıda olanlar uyarılıyor. «Bir zümre»-den maksad I Gayr-i müslimlerden kendini tamamen seks hayatına veren­ler olabileceği gibi, İslâmiyetle, dinî ve millî ahlâkla uyum halinde olma­yan bir yaşayış içinde gününü gün eden herhangi bir zümre de olabilir.

İslâm kültürü, insanın yaratılışindaki üstünlüğüne, ruhundaki yüceliğe eşdeğerdedir. Böylece İslâm'la insan ikiz kardeşlerdir, diyebiliriz. Onunla yuğruiup şekillenen her mü'min, sosyal yapıda bir değer, aile bünyesin­de kıymetli bir örnektir. Saygınlığı yaygın, beşerî münasebetleri iyilikten ve hizmetten yanadır. Varlığı rahmet, ölümü büyük bir kayıptır.

İslâm kültürünün ruhlar ve vicdanlar üzerindeki olumlu etkisini ve taşıdığı derin mânayı henüz anlayamıyan bazı müslümanlarin başka bir kültürün kurbanı olması tabii bir sonuç, kaçınılması güç bir hastalıktır. Yabancı kültürün zararlarını öğretmeden önce İslâm kültürünün yararları­nı kalblere ve kafalara'çok ustaca işlemek gerekir. Aksi halde arzulanan neticeye erişilemez.

Belirttiğimiz metot Kur'an ve sünnette kusursuz biçimde işlenmiştir. Yukarıdaki âyetlerle bilhassa bu metoda işaret edilmekte; Tevrat ve İn­cil'de de son nebînin getireceği dinin bu özelliğinden söz edilmektedir. [403]

 

İslâm'ı İçinden Yıkan Bölücüler

 

«Üzerinize Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resulü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?»

Kur'ân, İslâm potasında birleşip kaynaşanların büyük ve yenilmesi güç bir kuvvet olduğuna işarette bulunurken ona karşı olanların, mü'min-leri hiziplere ayırmak suretiyle altedeceklerine dikkatleri çekmektedir. Kendilerine kitap verilen bir zümreye uyaoak olursanız, imanınızdan son­ra sizi inkâra döndürüp kâfir ederler, oümlesi bu hususu en anlamlı bi­çimde yansıtmaktadır. Öyle değil midir? Müslümanları silahla, büyük or­dularla, Haçlı Seferleriyle alt edemiyenler, onları bu kez bölüp birbirine düşürmek suretiyle yenebilmişlerdir. Bugün hem sayı bakımından, hem ekonomik olarak iki önemli güce sahip bulunan İSLÂM ÂLEMİ, Kur'ân'ın ruhuna, Hazreti Muhammed'in (A.S.) birleştirici metoduna uymuş olsalar, aynı zamanda kendilerini yabanoı kültürün etkisinden kurtarmasını becer-seîer, onları sömüreçek, altedecek ikinci bir kuvvet yoktur. Bunu çok iyi bilen kitaplılarla kitapsızlar, çareyi bizden görünüp bizi bölen satılmış ki­şilerin ortaya atacağı nifak ve şikak tohumlarında bulmuşlardır. Bunun için milyarlar harcanmaktadır. Nitekim günümüzde İslâmiyet adına de­ğerli din âlimlerimize atılan çamurlar; Kur'ân adına ortaya konan düşman­lıklar; ilmi dar çerçeve içine alıp İslâmî ilimlerin gelişmesini engelliyenler; şahısları ilâhlaştırıp gizli putperestliğe kapı açanlar ve nihayet İslâm Kül­türünü almadan Kur'ân'ın çağa açtığı kapıyı görmeden, bilmeden Kur'ân adına konuşanlar, ayrı ayrı ekoller halinde ve tam bir uyumsuzluk içinde bu korkunç senaryonun dramatik oyununu sergilemektedirler.

Konumuzu oluşturan âyetler bu senaryonun kimler ve hangi eller ta­rafından hazırlandığını haber vermektedir. Yeter ki bunu anlayan kalbler, görebilen gözler bulunsun.

Medine'de İslâm'a girip büyük bîr kuvvet haline gelen Evs ile Hazrec kabilelerini birbirine düşürenler bugün de sahnede rollerini başarıyla sür­dürmektedirler.

Bu dramatik sonuçtan Müslümanları kurtaran iki ana unsur vardır: Okunmakta olan Allah'ın Kitabı ve bütün açıklığı ile aramızda bulunan Re-sûlüllah'ın Sünneti.

İşte Kur'ân bunu belirterek diyor ki:

«Üzerinize Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resulü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, ger­çekten o doğru yola eriştirilmiştir.» [404]

 

Âyetler Arasinda  Bağlantı

 

Gecen âyetlerle üç önemli hususa değinildi; İslâm'da eğrilik ve ku-,ur arayanlar, Müslümanları imânlarından sonra küfre döndürmeğe çalı­nanlar ve İslâm'ı içinden yıkmak için onları yine din adına bölmeği planl,-yanlardan açık ve kapalı bir anlat.mla söz edildi ve sonra Müslümanların dikkatleri çekilerek gereken uyarı yapıldı.

Aşağıdaki ayetlerle, iç ve dıştan kaynaklanan ve çok kurnaz ellerle tezgahlanan yıkıcı faaliyetleri te'sirsiz hale getirmenin yolu ve yöntem. üzerinde duruluyor. [405]

 

Meâli

 

102—  Ey imân edenler! Allah'tan gerektiği gibi korkup (fenalıklardan, inkâra sapmaktan) sakının ve siz ancak Müslüman olarak can verin.

103—  Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bö­lünmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; hani bir zamanlar birbirinize

düşmandınız, kalbleriniz arasını uzlaştırdı da, O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukur kenarına geldiniz de Allah sizi ondan kurtardı. Doğru yolda yürüyesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açık­lar.

 

İlgili  Hadîsler

 

«Allah'tan gereği gibi korkup sakının, sözünün anlamı, Allah'a itaat etmek, isyan etmemek; şükredip küfretmemek; Onu anıp unutmamaya ça­lışmaktır.» [406]

«Kul dilini tutmadıkça Allah'tan gerektiği gibi korkmuş olmaz.» [407]

«Allah sizden yana üç şeyden hoşnud olur; üç şeyden de hoşnud ol­maz. Hoşnud olacağı üç şey;

1.  Orna ibâdet edip hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

2.  Hep birden O'nun ipine (Kur'ân ve İslâm'a) sımsıkı sarılmanızı, ay­rılmamanızı,

3.  Sizi idare edenlere nasihatçı olmanızı ister. Hoşnud olmayacağı üç şey:

1.  Dedikoduda bulunmanızdan.

2.  Gereksiz soru sormanızdan,

3.  Malı (lüzumsuz yerlere harcayıp) zayi etmenizden hoşlanmaz.» [408] «Şüphesiz ki bu Kur'ân Allah'ın ipidir.» [409]

«Allah'ın Kitabı, gökten yere uzanan urganın kendisidir.» [410]

 

Bilmek Ve Tanımak Sevgiye Kapı Acar

 

«Ey iman edenler! Allah'tan gerektiği gibi korkun...»

Bilmek ve tanımak sevgiye, sevgi köklü bir imâna kapı açar. Sevgi Sahîh-i Müslim: Ebû Hüreyre (R.A.)den ve imân ile birleşen korku, saygının en güzelidir.

Kur'ân bunu, «Allah'tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun!» emriyle özetlemiştir. Çünkü bu korku, tehlikeli bir şeyden dolayı içimizde doğan korkudan çok farklı ve ayrıdır. Biri sevgi ve aşktan yükselen, üstün saygı ile bütünleşen bir korkudur; diğeri can, ya da maiı tehlikeye soka­cak ölçüdeki bir korkudur. Bunda sevgi ve saygının ne eseri, ne de ma­yası vardır.

Bu bakımdan gerek ittika, gerekse aynı kökten gelen takva çok yönlü ve çok anlamlı birer deyimdirler. Cümledeki yerine, konunun özelliğine göre farklı mânalar taşırlar. Konumuzu oluşturan âyetteki ittika'dan maksad, bilip tanımayı, sevip saymayı, inanıp bağlanmayı içerdiği gibi, Yaratan'a karşı kulluk görevini yerine getirmeği, O'na şükre­dip küfretmemeyi, ibâdet edip isyan etmemeyi yansıtmaktadır. «Nasıl kor­kulması gerekiyorsa öylece korkun.» cümlesi bu basamaklara ve kademeli kapılara işaret etmektedir. İnsan kendini bu derin anlamların uyarıcı zev­kine verip Allah'a gerçekten kul olma düzeyine getirince, korku ve say­gının verdiği ölçüyle tam bir heyecan ve aşk teinde ilâhî buyruklara uyma­yı gönül hoşnutluğuyla benimser. Kötülüklerden bu saygı ve heyecanla sakınır. Sadece Allah'ı memnun etmek için iyi bir insan olur ve iyilikte bulunur.

Böylece Ailah ile dost olma lûtfu tecelli eder. Takva her yönü ve her manasıyla onun günlük hayatının değişmez ölçü ve kıstası olur. İnsan ar­tık Allah ile görür, O'nunla işitir, O'nunla düşünür, O'nunla verir ve O'nun-la alır, derken kâmil anlamda teslimiyet gerçekleşir. Böyle olunca da kişi ne ayıplıyanların ayıplamasına, ne feleğin binbir türlü eza ve mihnetine, ne de gönül avutucu nesnelerine aldırış eder.

Bir ömür baştan sonuna kadar   takva   vadisinde imân aşkı, ibâ­det zevki, hamdetme şuuru, şükretme basireti, iyilik ve hakseverlik âdeti-içinde geçer. Son nefesini İslâmiyetin sunduğu kâmil teslimiyetle verme bahtiyarlığına erişir.

İşte en büyük kazanç!. [411]

 

Ferdi Topluma Yaklaştırıp Kaynaştırmak

 

«Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölünmeyin.»1

Ancak ferdin yalnız başına bu düzeye gelmesi yeterli değildir. Müsİüman cemaatiyle birleşip kaynaşması, gökten yere uzanan mutluluk ipi­ne hep birlikte sarılıp tutunmaları gerekir. Bunun için konumuzu oluşturan âyetle : «Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölün­meyin», emri verilmekte, bununla ferdi topluma yanaştırıp kaynaştırarak cemaatleşme bilincine eriştirmeyi  amaçlamaktadır.

Allah'ın insanlıktan yana uzanan ipi, düzen ve disiplini gerektirir; fer­di bu disiplin içinde toplumun kopmaz bir parçası haline getirir. Bu ipe sarılmıyan kendini ilâhî disiplinin dışına itmiş olur, böyle olunca da ce­maatten ve toplumdan kopma mutsuzluğuna düşmüş sayılır. Ayrılan her fert ya başka toplumların mah, ya da insan ruhunu inkâr eden maddecile­rin yemi olur. Bunun için Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimiz: «Cemaat rahmettin ayrılık azâbdir.»  buyurmuştur. [412]

O halde Allah'ı bilmek. Onu sevmek, O'ndan üstün bir saygı havası içinde korkmak, kalblerin aynı doğrultuda birleşmesini, bu da cemaatle-şen mü'minlerin bir arada belli ve belirli ölçüler içinde günlük ibâdetlerini yerine getirmelerini sağlar. Allah ile İslâm cemaati arasındaki engellerin kalkmasına yardımcı olur. Yenilmez bir kuvvet, dönüş yapmıyan bir ham­le oluşturur. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Allah'ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir.» buyurmuştur. [413]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

İtt i k a :

a)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, Allah yolunda gerektiği gibi cihad etmek, kınayanların kınamasından endişe duymamak ve aynı zamanda Allah adı­na adaleti ayakta tutmaktır.

b)  Enes bin Mâlik'e göre, dili tutmak, düşünmeden, sonucunu hesa­ba katmadan konuşmamaktır.

c)  Farzları yerine getirmek, haram şeylerden kaçınmaktır, [414]

d)  Buharî'nin tesbitîne göre, Allah'a itaat etmek, O'na isyan etme­mek; O'nu anmak,fakat unutmamak; O'na şükretmek, küfretmemektir.

e)  Bir an olsun Allah'a isyan etmemek, O'nun huzurunda saygının en güzel ölçüsüyle hareket etmektir. [415]

H a b I   = İp, ya da urgan :

a)  Müşterek bir kelimedir; daha cok insanı amaca ulaştıran sebep anlamına kullanılır.

b)  Verilen söz ve yapılan ahid demektir.

c)  Uzunca urgan, demektir.

d)  Âyette taşıdığı  mâna  bütün  bunlardan ayrıdır:  Allah'ın indirdiği Kitap demektir. İbn Abbas (R.A.) bu konudaki bir hadîsi hatırlatarak aynı yorumu yapmıştır.

e)  İslâm cemaati kasdedilmektedir. Allah daha iyisini bilir. [416]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Gecen âyetlerle Allah'a kulluğun gerçek ölçü ve anlamı üzerinde du­ruldu; insan ruhuyla uyum halinde olan İslâmiyetin tertemiz havasını te­neffüs ederek kâmil teslimiyet içinde ruhu Allah'a göndermenin derin mâ­nası açıklandı. Sonra böyle bir imân ve irfan düzeyinde ferdin cemaatten kopmaz bir parça olduğu ve hep birden Allah'ın yolları aydınlatan ve mut­luluk va'deden ipine sarılmanın önemi belirtildi. Din adına ayrılıp bölün­menin, siyaset adına tartışıp parçalanmanın, baş olma sevdasıyla ülkeyi birbirine düşürmenin derin yaralar açacağına işaret edilerek Allah'ın mü'minlere olan nimeti hatırlatıldı. Birliğin rahmet, ayrılığın azâb olduğu­na dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle cemaatleşme ruhuna eriştikten ve îslâmın tesli­miyet hikmetini kavradıktan sonra hayre çağıran, iyiliği emreden, kötülük­ten men'eden güç ve vasıtaları elinde bulunduracak memleketi içe ve dı­şa karşı koruyup adaleti sağlayacak lider ve idareci kadronun seçilmesi emredilmekte; aynı zamanda bu kadronun hangi esaslara göre meydana getirilmesine de işaretler edilmektedir. [417]

 

Meali:

 

104— Sizden hayra çağıran, iyilikle emreden, kötülükten men'eden bir cemaat olsun! İşte kurtuluşa erişenler onlardır.

105— Kendilerine açık belgeler geldikten sonra bölünüp ayrılanlar, tartışıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azâb var­dır.

106-107— Öyle bir günde ki, kimi yüzler aklaşır ışıldar, kimi yüzler kararıp solar. Yüzleri kararanlara: İnandıktan sonra inkâra mı saptınız? İnkâr ettiğinize karşılık tadın azabı! denilir. Yüzleri aklaşanlara gelince, onlar Allah'ın rahmetindedirler, orada temelli kalıcılardır.

108—  İşte bunlar sana hak ile okuduğumuz Allah'ın âyetleridir. Al­lah âlemlere herhangi bir haksızlıkta bulunmayı dileyecek de değil.

109—  Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. İşler (eninde so­nunda) ancak O'na döndürülecektir.

 

İniş Sebebi

 

İkrime ve Mukatil'den yapılan rivayete göre, yukarıdaki âyetler, Ya­hudi bilginlerinden bir grup hakkında inmiştir. İbn Mes'ud, Ubey bin Kâ'b, Muaz bin Cebel ve Salim Mevlâ Huzeyfe'ye gelen birkaç Yahudi bilgini dediler ki: «Şüphesiz ki bizim dinimiz, sizin davet ettiğiniz dinden hayır­lıdır. Bizler de sizden daha faziletli ve hayırhyızdır.» Yukarıdaki âyetlerle Allah onlara cevap vermiş oldu. [418]

 

İlgili Hadîsler

 

«Hayır ve iyilik, Kur'ân'a ve sünnetime uymaktır.» [419]

«Sizden kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle (tiksinip) gidermeğe çalışsın ki bu imânın en zayıf tarafıdır. Bunun ötesinde hardal tanesi kadar imân yoktur.» [420]

«Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andolsun ki, ya iyilikle emreder, kötülükten men'edersiniz, ya da çok sürmez Allah kendi katın­dan üzerinize bir azap, bir belâ gönderir de sonra duâ edersiniz duanız kabul olunmaz.» [421]

«Doğrusu kitaplılar kendi dinlerinde 72 fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise 73 fırkaya ayrılacak, biri hâriç diğerlerinin hepsi ateştedir. O da (İs­lâm'ın teslimiyet vadisinde gönül birliği eden) cemaattir.» [422]

 

İslâm'da İdareci Kadro

 

Buna idarî sistem, hükümet kadrosu da diyebiliriz. İslâm kendine has bir düzendir. Gerek idarî sistemi, gerek teşriî ve icraî organları diğerlerine benzemez. Bu bakımdan İslâm'ı daima kendi esasları ve prensipleriyle ele alıp üzerinde durmak gerekir.

Burada dikkat edilecek önemli bir husus var, «ümmet» deyimi. Bu, yeraldığı cümle ve konuya göre farklı mânalar taşırsa da aslında, millet ve cemaatin önüne düşüp onları sevk ve idare eden yetişkin bir kadro de­mektir. Bunun için yukarıda, İslâm idare sistemine değinilirken «ümmet» deyimi kullanılmıştır.

Namazda cemaatin önüne geçen imam ismiyle bu kelime arasında kök ve mâna bakımından ortaklaşa bağlar vardır.

İslâm böylece, Müslüman bir ülkeyi idare edecek kadronun hem va­sıflarını, hem de görevlerini bu âyetle özetlemiş bulunuyor. O halde ras­gele sıradan seviyesiz insanların ülkeyi keyfine göre idare etmesine im­kân verilmemiştir. Yani Kur'ân bunun karşısındadır. Hadîsler bunu engel­lemekte ve konunun önemine dikkatleri çekmektedir.

Önce İslâm devlet sistemiyle idare olunan ülkede, Allah'a kul olma­nın şuuruna erişen ve bunun derin zevkini alan bir nesil yetiştirmek ge­rekir. Öyle ki kendini Allah'a, O'nun dinine ve insanlığın hizmetine adamış eğitici bir kadroya ihtiyaç var. O halde ilk adımda bu kadronun yetiştiril­mesi şarttır. Böyle bir kadronun yetiştirdiği ilim irfan sahibi kişilerden İda­reci kadroyu seçerken ve liderleri tesbite çalışırken şu sıfatların onlarda bulunmasına dikkat etmeleri emrediliyor:

a)  Lider olma yeteneğini kendinde taşımalı,

b)  Din, ülke ve millet yararına olan her türlü hayra ve iyiliğe çağıra­cak; tutum ve davranışlarıyla bunun örneklerini    sergileyebilecek    bilgi, inanç, ve tecrübeye sahip olmalı,

c)  Dine, örfe ve akla göre iyi kabul edilen şeyleri emretme inanç ve cesaretini taşımalı,

d)  Bunların kötü ve zararlı saydığı şeyleri men'etmede bütün gücünü ortaya koymasını bilmelidir

Ayrıca Bakara sûresinde Tâiût-Câlüt konusunda liderin imân ve ir­fanı yanında bir takım yetenekleri üzerinde durulmuş ve bu hususta şu ölçüler' verilmiştir:

1.  Bilgili ve tahsilli,

2.  Sabırlı, azimli ve sağlam iradeli,

3.  Cesaretli ve kararlı olmalıdır. [423]

 

Hayra Davet

 

Hayra davet, ciddi bir eğitim ve öğretim sistemiyle; millî ve dinî kül­türün yaygın hale getirilmesiyle sağlanabilir. Böylesine bir eğitim ilk adım­da toplum yapısında dünya ile âhiret, beden ile ruh, kısaca madde ile mâ­na arasında arzulanan dengenin kurulmasına imkân sağlar.

İyilikle emir, kötülükten menetme, çıkarılan âdil kanunlarla, bu ka­nunları uygulayanların âdil tutumlarıyla ve lider durumunda olan kişilerin örnek hareketleriyle, kısacası kanun yapma ve onu uygulamada adaleti ayakta tutma basîretiyle gerçekleşebilir.

Lider kadrosu bu ölçü ve anlamda seçilir; ahlâkî sistem belirlenen esaslara göre kurulur ve fazîletli bir nesil yetiştirmek değişmiyen hedef kabul edilirse, oülkenin kurtuluşunun yolları açılmış olur. Bu düzeye ken­dini getiren bir İslâm ülkesinin ömrü uzun, ikbali açık, yükselmesi sürek­lidir.

«İşte kurtuluşa erişenler onlardır.» [424]

 

Lider Ve İdareci Kadroyu Kimler Seçer?

 

İslâm, yukarıda da belirttiğimiz gibi, kendine has esaslar, prensipler, idarî, teşriî ve icraî organlar getirmiştir. Onu başka sistemlere benzetme­ye özenmek çok hatalı ve sakıncalıdır. Çünkü İslâm ne aristokrat bir sı­nıfın egemenliğini, ne feodal bir düzeni, ne de çok partili >bir sistemi kabul eder. Ülkenin İşbilir, aklı eren, ileriyi gören, Allah'tan yüksek bir saygı ha­vası içinde korkan, sorumluluk duygusunu taşıyan ve memleket mesele­lerinde çözüm yollarını düşünebilen yetenekteki kişilerin -ki bunlara Şura Meclisi denir- tesbit edeceği, diğer bir tabirle biat edeceği kimseler dev­letin başına getirilir. Devlet başkanı da İslâm'ın yine öngördüğü ölçü ve vasıflara uygun kimseleri idarî sistemin başına getirir ve düzenini kurar. Çünkü İslâm devlet sistemine göre, hâkimiyet liderin değil ancak Allah'­ındır, O'na aittir. Lider sadece Allah adına hükmeder, icrâ-i faaliyette bu­lunur. [425]

 

Ayrılığa Düşen Milletler

 

«Kendilerine açık belgeler geldikten son­ra bölünüp ayrılanlar, tartışıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.»

Kur'ân, konumuzu oluşturan âyetlerle bilhassa peygamberlerinin ve­fatından sonra baş olma sevdasına kapılan ve fakat bu hususta elinde gerçek bir kıstasbulundurmayanların çoğalması ve ülkelerinde bu yüzden bölünüp hiziplere ayrılan halkın, ardı arkası kesilmiyen tartışma, sürtüşme ve vuruşmaya yönelmesi, büyük bir felâketin gelip çökmesine ortam ha­zırladığını haber veriyor.

jsrailoğulları'nın Musa Peygamberden sonraki tutumları ve uğradık­ları felâketler bunun örneklerinden biridir. Kur'ân özellikle buna işaret ediyor.

Çünkü dinlerin özelliklerinden biri ve belki en önemlisi, kopup dağı­lan, vuruşup bozuşan ve birbirine haksızlıkta bulunan kabile ve milletleri bir olan Allah inancı odağında toplamak ve gönüllerini âhiret kavramının verdiği sorumluluk duygusuyla geliştirmektir. Nitekim kabileler halinde yaşayan, birbirini ezip talancılıkla geçinen Araplar ancak İslâmiyetin ilâ­hî disiplini altında toplanıp birleşebilmiş ve kısa zamanda en güçlü ve ha­tırı sayılır bir devlet haline gelebilmiştir.

Dinî disiplinin zaafa uğradığı ve yeniden kabile ruhunun sahneye çık­tığı devirde, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilâfet kavgasına yol açmış ve bu olay İslâm âlemini en az bir asır geriye itmiştir.

Kur'ân, kendilerine apaçık belgeler (ilâhî âyetler) geldikten sonra bö­lünüp parçalananlar üzerine nasıl bir felâketin ve azap bulutunun çöke­ceğini daha önce haber vererek çağımızdaki Müslümanlara da aynı uya­rıyı yapmakta, yaklaşan fırtınaya dikkatleri çekmektedir. [426]

 

Bölünüp Parçalanan Toplumlara İki Türlü Azâb Vardır

 

Kur'ân ilâhî anlatımın en yüksek metot ve sanatıyla bu iki türlü azabı şu âyetle özetlemiştir: «İşte onlar için büyük bir azâb vardır.»

Dünyada gelen azâb, iç çekişmeden dolayı huzur ve güvenin kalk­ması, fena ahlâkın yaygınlaşması, otorite yokluğundan anarşizmin baş kaldırması ve bunların tabii sonucu olarak din ve dünya hürriyetinin el­den gitmesidir. Anlayan bir millet için bundan daha büyük bir azâb düşü­nülemez. Mevlâna Celâlettin (K.S.) buna değinerek diyor ki: «İlâhî nimete karşı nankörlük etmenin biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki türlü azabı vardır: Dünyadaki azabı, nîmetin elden gitmesidirj» Kur'ân buna «Azâb-ı Azîm» diyor.

Günümüzde İslâm ülkelerinin çoğunda Kur'ân'm bu çağrısı dışına çı­kıldığı ve liderlerin post kavgasına tutuştukları için dünyadaki azabı yu­dum yudum tadmaktalar. Geçmişte de bu azabı asırlarca gördüler. İlâhî hükümler, O'nun hayat kanunları sırası gelince hükmünü yürütür, kim­senin gözyaşına bakmaz. Âhiretteki azabı ise, Kur'ân gönüllere neşter vu-rurcasina işlemektedir. O kadar ki başka bir kelimeyle açıklamasını yap­maya, diğer bir yorumda bulunmaya gerek yoktur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, her iki azabı da insanların kendisi hazırlar. Bu bakımdan toplum ve milletler, aile ve fertler kendi tutum ve anlayış­larıyla, inanç ve davranışlarıyla *ya cennetlerini, ya da cehennemlerini dün­yada iken hazırlayıp kendilerini ona lâyık görürler. Çünkü «Allah âlemlere herhangi bir haksızlıkta bulunmayı dileyecek de değil.» [427]

 

Hâkimiyet Allah'a Aittir

 

«Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. İşler ancak O'na döndürülecektir.»

Konuyu bağlayan bu âyet, İslâm sisteminde siyasî hâkimiyetin de Al­lah'a ait olduğunu hatırlatıyor. İslâm ülkelerinde seçilen liderler ancak bu hâkimiyet doğrultusunda Allah adına konuşurlar.

Neden hâkimiyet Allah'a aittir? Çünkü göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi O'nundur. Her varlığı belli kanunlara bağlayıp bir ölçü koy­muştur. Biz buna «Hayat Kanunu» diyoruz. O halde Allah'ın kendi mülkün­de yarattığı insanların bağlı bulunduğu hayat kanunlarına göre idare edil­mesini emretmesi kadar tabii ne olabilir? Tabii bu, gönülden Allah'a ina­nıp Kur'an'ı temel esas seçen İslâm ülkeleri için sözkonusudur.

Cenabı Hak insan ruhunun yüoeliğiyle, yaratılışindaki üstünlüğü ile . uyum sağlayan İslâm dinini bu bakımdan en son ve en mütekâmil din ola­rak indirmiştir. Bu, hem bölünmeyi ve sürtüşüp vuruşmayı önler, hem ruha gıda vererek vicdanları geliştirir. Hem de âhiret inancıyla insanlara büyük bir sorumluluk yükler.

Kur'ân bir başka âyetle bu hususu şöyle açıklamaktadır: «Allah sizden imân edip iyi-yararlı işlerde bulunanları, onlardan önce­kileri yeryüzünde (inkarcı sapıkların) yerine getirdiği gibi, onları da (put­perest müşriklerin) yerine getireceğini, onlar İçin hoş görüp razı oldu­ğu dini yine onlar için sağlam temellere oturtup yerleştireceğini ve korkulannın ardından güvene çevireceğini yeminle va'detmiştir.» [428]

 

Yorumlar – Rivayetler

 

Emr-i bi'l-Maaruf:

Dinin, aklın ve sağlam örfün iyi ve yararlı gördüğü şeyleri emretmek, İnsanları iyiye ve doğruya çevirmek farz-i kifayedir. Bu, milleti idare eden Müslüman liderlerin ve ortaya koydukları teşriî ve icraî organların göre­vidir. Sonra da ülkede söz sahibi ilim adamlarının ve din âlimlerinin vazi­fesidir. Böylece belirtilen farz yerine getirilmiş olur.

İlim adamlarından bir kısmı, âyetteki (mîn). harfi teb'iz için de­ğil cinsi beyân içindir demişlerdir. Bu takdirde bütün Müslümanların iyi­likle emretmesi farzdır. Ama birinci görüş ve yorum daha uygun kabul edilmiştir. Çünkü bu kutsal görevi ancak aklı erenlerin yürütmesi söz ko­nusudur. Herkesin genel anlamda bu konuda ortaya atılıp iyilikle emret-mesi.düzensiziik doğurabilir.

Ümmet

Din, siyaset, ideal ve benzeri nedenlerden biriyle toplanıp bir araya gelen veya getirilen, aynı zamanda çoğu kez gönül birliği içinde olan ce­maat, demektir.

Rağıb'a göre: Bu bir araya gelme ihtiyarî olabileceği gibi boyun eğ-dİrNerek de olabilir. Her iki durumda da biraraya gelip cemaat halini alan topluluğa Ümmet denilebilir.

İç güdüleriyle kendi haklarındaki hayat kanununa boyun eğerek bir araya gelip toplu halde yaşayan canlıların her türü de bu tarif çerçevesin­de başlıbaşına bir ümmettir.

«İnsanlar tek bir ümmet idi.» âyetinden, insanların bir zamanlar tek yol (sapıklık yolu) üzere oldukları anlatılıyor. «Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı.» âyetiyle, imân üzere onları toplayıp birleştirirdi, mânası kasdediliyor. «Biz babalarımızı bir ümmet üzere bulduk» yani bir din üzere bulduk, demektir. [429]

Konumuzu oluşturan âyette İse daha çok farklı grupları bünyesinde

toplayan ve hepsini aynı inanca yönelten önder ve lider durumundaki ce­maat, anlamını taşımaktadır.

Ma'ruf:

Dince, akılca ve örfçe yararlı ve gerekli kabul edilen şeyleri içi­ne alan bir deyimdir.

Münker:

Dince, akılca ve örfçe zararlı bilinen ve kabul edilen şeyleri içine alan bir deyimdir. Diğer bir tabirle: İnsan ruhunun temizliği, yaratilışındaki azizliği ve yüceliği ile uyum halinde olan, aynı zamanda hem ruha, hem bedene yararlı bilinen şeyler ma'ruf; uyum sağlamıyan, bilakis zararlı olduğu bilinen şeyler ise münkerdir. [430][431]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kurtuluşa, huzur ve mutluluğa erişmenin yolu gösterildi. Müslüman bir ülkenin nasıl idare edileceğine ışık tutuldu. Ay­rılıp bölünmenin azaba yol açacağı belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle Hazreti Muhammed'in (A.S.) Kur'ân doğrultusunda oluşturduğu cemaatin insan­lıktan yana en hayırlı ümmet olduğu, bunun da üç önemli nedeni bulun­duğu açıklanıyor ve böylece bu aziz ümmetin asıl görevi belirlenmiş olu­yor. [432]

 

Meali :

 

110—  Siz insanlardan yana (yeryüzüne) çıkarılmış en hayırlı ümmet­siniz; iyilikle emreder, kötülükten men'eder, Allah'a inanırsınız. Kitablılar (Yahudi ve Hıristiyanlar) imân etmiş olsalardı onlar için hayırlı olurdu. İç­lerinden imân edenler var, fakat çoğu dinden çıkmış kimselerdir.

111—  Onlar size, incitmekten başka elbette bir zarar veremezler; si­zinle savaşırlarsa arka çevirip kaçarlar; sonra yardım da edilmezler,

112—  Nerede  bulunsalar üzerlerine  alçaklık  damgası  vurulmuştur. -Allah'ın ve inanan insanların ahdine sığınmış olanlar müstesna- Allah'tan gelen bir gazaba uğradılar; üzerlerine meskenet damgası vuruldu. Sebe­bine gelince: Onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar; haksız yere pey­gamberleri öldürüyorlardı. Onların bu tutumu (Allah'a) İsyan etmelerinden ve (ilâhî) sınırları aşıp aşırı gitmeler indendi.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerin ilim adamlarından ve tanınmış kişilerinden Selâm oğlu Abdullah ve arkadaşları İslâm'a girince Yahudiler onlara ağır hakaretler­de bulunup incitici ve üzücü söz ve davranışlarda bulundular. Bunun üze­rine yukarıdaki âyet indi. [433]

 

İlgili Hadîsler

 

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz minber üzerinde cemaate hitapta bulu­nurken bir adam ayağa kalkıp sordu : — İnsanların en hayırlısı kimdir?

— «En çok okuyanı, Allah'tan en çok saygıyla korkanı, iyilikle emre­deni, kötülükten men'edeni ve akrabasıyla yakın ilgi kuranıdır.» diye ce­vap verdi. [434]

«Siz yetmiş ümmete denksiniz, siz onların en hayırlısı, Allah katında en aziz ve en şereflilerisiniz.» [435]

«Doğrusu Rabbim ümmetimden yetmiş bin kişinin ve her bir kişiyle birlikte yetmiş bîn kişinin hesaba tabi' tutulmayacağını va'detti.» [436]

 

Müslüman Uydu Olamaz

 

«Siz insanlardan yana (yeryüzüne) çı­karılmış en hayırlı ümmetsiniz...»

Annesinden doğan- her müslüman büyük bir görev ve sorumluluk yüklenerek gözlerini hayata açar. Aile, çevre ve okulda bu görev ve so­rumluluğunu Kur'ân'ın ışığı altında öğrenir, bilgi ve görgüsünü artırıp kül­türünü genişlettikten sonra yol gösterici, Hakka dâvetçi olarak sahneye çıkar. O artık ölünceye kadar metbu' (kendisine uyulan ve güvenilen bir kişi)dir; hiçbir zaman uydu değildir ve olamaz da..

Konumuzun ana temasını meydana getiren âyetle Müslümanların, in­sanların hayrına, onlardan yana görevlendirilip irşâd sahnesine çıkarılmış bir ümmet olduğu özellikle belirtilmiş; bu bakımdan her müslüman diğer insanlar için örnek, uyulması uygun bir önder kabul edilmiştir. Çünkü İs­lâm, bütün esas ve prensipleriyle, kuruluş ve organlarıyla apayrı bir sis­temdir. Her düzenlemesi ilâhî, her uygulaması Kitabîdir. Başka bir siste­me uyması veya uydurulması mümkün değildir. Diğer bütün sistemler in­san aklının ürünü, İslâm ise Allah'ın düzenleyip koyduğudur. Aradaki far­kın ne kadar açık olduğunu anlatmaya gerek var mıdır?

İslâm bu rehberliğini ve örnek olma düzeyindeki liderliğini sürdürür­ken ırk, renk, dil ve din farkı gözetmeksizin kapısını bütün kabile ve mil­letlere açık tutar. Ne sömürür, ne de sömürülmeye razı olur. Ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğramayı kabul eder. Üstünlük ve fazîleti Allah'a kullukta görür ve O'ndan saygı ile korkulması nasıl gerekiyorsa öylece korkmayı huy edinir.

Kur'ân, İslâm'ın bu özelliğini yer yer sergilerken Müslümanin Hakk'a davet konusundaki mümeyyiz vasıflarını belirleyip şöyle sıralar:

a)  Hayrı ve iyiliği sever ve bunun acık örneklerini günlük hayatında yansıtır.

b)  Din, akıl ve örfün iyi ve yararlı gördüğü şeyleri emreder ve bunu her zaman yaşamaya çalışır.

c)  Bu üç öğenin kötü ve zararlı kabul ettiği şeylerden hem kaçınır, hem başkasını men'etmeye yönelir.

d)  Bütün bunların üstünde, Allah'a olan imân ve bağlılığını kusursuz sürdürür, ayipiayanların ayıplamasından asla endişe duymaz.

Kendinde bu vasıfları topiamıyan bir müslüman o hayırlı ve aziz üm­metin bir ferdi olmaktan bir bakıma çıkmış sayılır. Böylesi sadece ismen müslümandır. Ancak şunu hatırlatalım ki, bu konuda her müslüman kendi bilgi, görgü, kültür ve imkânları nisbetinde hizmet edebilir. Hepsinden aynı ölçüde hizmet beklenemez. Önemli olan bu hizmet aşkını taşıması, yük­lendiği sorumluluğun ölçü ve anlamını bilmesi ve kendi imkânları ve ye­tenekleri oranında hareket halinde bulunmasıdır. Asıl büyük hizmet, lider durumunda olan kadroya, din âlimlerine ve İslâm kültürünü yeterince al­mış aydınlara düşmektedir. Onların sorumluluğu da bulundukları sosyal, ekonomik ve kültürel ortamlarıyla orantılıdır.

İşte bunun için «Müslüman uydu değildir» diyoruz. O her zaman ve her yerde örnek alınacak, önderlik edecek bir ruh taşımaktadır. Ashab-ı Kirâm'ın yaşayışı bu ölçüler içinde idi. Her biri büyük bir mürşit, örnek alınaeak bir mü'min idi. [437]

 

Kitaplıların  Çoğu İnkâr  İçindedir

 

 «'Çerinden iman edenler var fakat çoğu dinden çıkmış kimselerdir.»

Kur'ân Müslümanların asıl vasıflarını açıkladıktan ve görevlerini be­lirleyip insanlığın hayrına çıkarıldıklarını açıkladıktan sonra, onların bu doğrultuda sadece rahmet kapılarını açtığını hatırlatarak Kitap Ehli'ni uyarmaya çalışıyor. Din için,din adına hak dinlerle mesafeyi açmanın kim­seye yarar sağlamıyacağına işaret ediyor.

Ama ne yazık ki, dün olduğu gibi bugün de Kitap Ehli'nin çoğu İs­lâm'a karşı haksız bir inkâr ve inat İçindedir. Konumuzu oluşturan âyet­lerle bu inkârın kapısını kapatmaları istenilirken Muhammed  (A.S.)  üm-

metinin ne maksatla ve hangi hizmet için yeryüzüne çıkarıldıkları bir kez daha hatırlatılmış oluyor. Bunda çok önemli iki husus amaçlanmıştır:

a) Son dinin diğer semavî dinlere karşı nasıl bir tutum ve anlayış için­de bulunduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymak ve böyleoe kitaplılara itiraz kapılarını kapatıp onları İnsafa davet etmek,

b)  Müslümanlara asıl görevlerinin ne olduğunu, insanlığın hayrına, iyiliğine nasıl yönelmeleri gerekiyorsa ona göre bir metot uygulamalarının gereğini hatırlatmak..

Çünkü dinler arasında çok tutucu din adamlarının meydana getirdiği soğuk hava ancak iki tarafın belirtilen ölçülere uymasıyla kalkabilir.

Buna rağmen kitaplılar inkâr ve inatlarında, Müslümanlar da sözü edilen barışçı ve rahmet saçan davranışlarında devamlılık gösterir ve ki­taplılar kutsal kitaplarını bir tarafa itip sen dinin müntesipleriyle savaşa­cak olurlarsa, mutlaka yenilgiye uğrayacakları ve bu arada Allah'tan da hiçbir yardım görmiyecekleri kesin bir anlatım ölçüsüyle ilân ediliyor. Çün­kü Allah haksızlardan, inkâr ve inatlarında direnenlerden yana değildir. Sınırı aşıp aşırı gidenlere, baş kaldırıp Hakkı tammiyanlara daima alçak­lık damgası vurulur. Büyük bir kin, derin bir nefret, açık bir düşmanlık havası yaratılarak İslâm ülkelerine karşı düzenlenen Haçlı Seferlerinde haksızlar başarısızlığa uğramış, Allah onlardan yana olmamış, böylece aşağılık ve alçaklık, meskenet ve zillet damgası yiyerek geri dönmek zo­runda kalmışlardı.

Kur'ân bu hususu belirtirken, kitaplıları son dine girmeğe zorlamaya hiçbir zaman teşebbüs edilmediğine, Müslümanların savaştan yana olma­dıklarına, çünkü savaşın ancak azgınlık, tuğyan ve haksızlığı önlemeye matuf bulunduğuna işaret ediyor. Ayrıca Müslüman ülkelerin dikkatini. Kitap Ehli'nden gelecek olan bir saldırıya çekerek bunun her zaman müm­kün olabileceğini hatırlatıyor.

Nitekim tarih bunun örnekleriyle doludur. Bugün için de Hıristiyan âlemi Müslümanlara diş bilemekte, zengin yeraltı kaynaklarına sahip bu­lunanları hangi yoldan kahredeceğini planlamaktadır. Kur'ân'ın koymuş olduğu teşhisin doğruluğu, haklılığı bir kez daha bütün açıklığıyla ortada­dır.

İyilikle emretmenin en üstünü:

a)  Hak dine, günün metoduyla çağırmaktır.

b)  Allah'ın varlığını, birliğini, peygamberliğin insanlık için rahmet ol­duğunu bilimsel olarak en doyurucu ve tatmin edici biçimde kafa ve gönüllere işlemektir.

Kötülükten men'etmenin en önde geleni:

a)  Allah'ı inkâr edenlerin karşısına yine günün metoduyla çıkmasını bilmektir.

b)  İslâm kültür ve ahlâkını yıkmak isteyenlerle ciddi mücadeleye gi­rişmek, maddeciliğin ezici ve üzücü havasını kaldırmaya' çalışmaktır.

Farz ibâdetlerden sonra dinde en büyük ibâdet,   iyilikle emretmek, Kötülükten men'etmektir denilmiştir. Ancak her müslümanin bu ibâdeti ye­rine getirmeğe  hazırlanırken   İslâmî yolları,   Hazreti  Peygamberin   (A.S.) metodunu, dinin ana kurallarını bilmesi gerekir. [438]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kitap Ehli'nİn inkâr ve tutumları yerildi. İslâm'a karşı içlerinde derin bir düşmanlığın izleri bulunduğuna, Müslümanların ise hep barıştan yana olduklarına işaret edildi. Çünkü İslâm'ın sulh ve se­lâmet dini olduğunu zaman zaman hatırlatmanın yararlı sonuçlar verece­ğinde şüphe yoktur.

Aşağıdaki âyetlerle, Kitap Ehli'nln hepsinin bu düşünce ve inançta olmadığı, içlerinde Allah'a gönül verip geceleri secdeye kapanarak ilâhî âyetleri okuyup son dine gönülden bağlananların bulunduğu açıklanıyor.

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Bu âyetle, kitap ehlinden Abdullah b. Selâm gibi takva sahiplerinin İslâm'a girip geceleri secdeye kapanarak ibâdette bulunduklarına dikkat­ler çekiliyor ve kitaplıların hepsinin bir olmadığı hatırlatılarak İslâm'a gir­mek istemiyenlere bir defa daha seslenilmiş oluyor.»

Nitekim Âl-i İmrân sûresinin sonunda aynı konu başka bir anlatımla şöyle açıklanıyor:

«Şüphesiz ki Kitap Ehli'nden Allah'a İmân edip size ve kendilerine indirilene inanan, Allah'a karşı üstün saygı duyup O'nun yüce huzurunda kalbi ürpererek eğilenler ve Allah'ın âyetlerini az ve önemsiz bir değere değiştirmeyenler vardır.» [439]

 

Meali :

 

113-114- (Tabii ki) hepsi bir değildir; içlerinden doğruluk üzere bu­lunan bir cemaat var ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar; Allah'a ve âhiret gününe inanırlar; iyilikle emreder, kö­tülükten alıkorlar; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte onlar yararlı ve iyi kimse­lerdendir.

115— Hayırdan yana ne yaparlarsa, karşılıksız bırakılmıyacaklardır. Allah, saygı ile kendisinden korkup fenalıklardan sakınanları bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerden başta Selâm oğlu Abdullah ve üç arkadaşı olmak üzere birkaç kişi İslâm'a girince, daha cok Yahudi din adamları, «Muhammed'e ancak bizim kötülerimiz ve şerirlerimiz inanmıştır. Eğer onlar bizim seç­kin ve anlayışlılarımız olsaydılar baba dedelerinin dinini bırakıp başka di­ne girmezlerdi.» dediler ve sonra o inanan kişileri, «Kendi dininize iha­net ettiniz» diyerek ayıpladılar; bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi[440]

İbn Mes'ud'a (R.A.) göre : Bu âyet Müslümanların gecenin üçte bi­rinden sonra veya yatsı vakti kıldıkları namaz hakkında inmiştir ki Kitap Ehli'nden olanlar bu nama2i kılmazlardı. [441]

Yine Ibn Mes'ud (R.A.) diyor ki; Resûlüllah {A.S.) bir gece yatsı na­mazını geciktirdikten sonra Mescid'e geldiğinde cemaatin kendisini bek­lediğini gördü. «Dinlilerden hiç kimse bu saatlerde Allah'ı anıp ibâdet et­mez.» buyurdu. Bu nedenle-yukarıdaki âyet inmiştir. [442]

Tabiînden Âtâ'a göre:

Necran Araplanndan 40, Habeşlilerden 32, Rumlardan 8 kişi İsâ di­nine bağlı bulunuyorlardı. İslâm güneşi Arap Yarımadasını aydınlatınca bunlar Hazreti Muhammed'i (A.S.) tasdik edip Ona imân ettiler. Ansar'dan da Es'ad bin Zürare ile birkaç arkadaşı Hanîf oldukları için gusleder ve Allah'a ibâdette bulunurlardı. Çok geçmedi, bunlar da Hazreti Muham-med'in (A.S.) peygamberliğini kabul edip İslâm'a girdiler. İşte Allah bun­ları, Yahudi ve Hıristiyanların çoğunda bulunmayan sıfatlarla överek ko­numuzu oluşturan âyetleri indirdi. [443]

 

Yararli İnsanın Ölçüsü

 

 «içlerinden doğruluk üzerinde bulunan bir cemaat var ki gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.»

Kur'ân burada bir yandan kitaplılardan İmân düzeyine yükselip hidâ­yete erenlerin güzel durumunu anlatırken, bir yandan da yararlı insan ol­manın en açık ve belirgin vasıflarını; Allah'a kul olmanın ölçü ve anlamını sergilemektedir.

Önce, «Benim kalbim temizdir; sen gerisine bakma», diyenlere ders verir, kalb temizliğinin içten dışa vuran ve sosyal bünyede yerini alan ürünlerini sıralar. Sonra imânın tadını yudum yudum alıp hücrelerine ka­dar yerleştiren ve kendini şüphelerden kurtarıp olgun mü'min olmanın bah-tiyarıiğina eriştiren sâlih kişiyi ianımiar. Aslında dünyaya gelişimizden de maksad bu değil midir? Hayvanî bir hayattan başka bir ölçü ve amacı o!-, mayan insanların hem kendilerine, hem çevrelerine sundukları bir fazilet ışığı varmıdır? Bütün bir ömür mide ve seks arzusu uğrunda harcanıp tü­ketilmiyor mu? Toplumu dinin öngördüğü cemaatleşme şuurundan yada yolundan alıkoyan bunlar değil midir? Peygamberlerin yaymakla görevli bulundukları dinlerin hedefi olgun ve yararlı insan yetiştirmekten başka bir şey midir? Elbetteki değildir. Çünkü insan zıtlar âleminde zıt kuvvetleri İç ve dış yapısında taşımaktadır. Kendi haline bırakıldığında hayvanî tarafı ağır basar. Din ve onun gönüllere sistemli biçimde işlediği imân ve fazîlet duygusudur ki ruhî ve melekî tarafa ağırlık kazandırır. Bu ölçü ve anlamda olan olgun ve yararlı insanı Kur'ân şu sözlerle hem övüyor, hem tanımlıyor:

a)  Nefsin sürükleyip ittiği hayvanî bataklıktan  kurtulup ilâhî sevgi ve rahmetin hayat verici havasını teneffüs eder.

b)  Doğruluğun derin anlamını  kendinde taşır ve bununla  doğrulup sâlih amellere yönelir,

c) Gece saatlerinde, yatsı ve sabah vakitlerinde de Hakk'ın divanına durup önee el bağlar, sonra secdelere kapanır.

d)  Allah'ın her yönüyle ruha gıda veren âyetlerini derin bir zevk, öl­çülü bir kavrayış içinde okur.

Çünkü böyle olanlar:

1—  Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. Bunun getirdiği sorumluluğu, fazîlet ve hakseverliği içten dışa vuran bir mânayla gönüllerinde ve vic­danlarında taşırlar.

2—  Din, akıl ve örfün iyi ve yararlı gördüğü şeyleri hem yapar, hem yaptırır, hem de çevresindeki insanların yapmasını sağlamaya çalışırlar.

3—  Bu üç unsurun zararlı ve kötü kabul ettiği şeyleri hem yapmaz, hem yapanları men'etmeye gönüllüdürler.

4—  İnsanlıktan, dinden ve memleketten yana hayırlı işlerde yarışır­casına koşuşurlar.

Hemen diyelim ki, bu örnek insanları ancak peygamber mektebi ve O'nun mükemmel eğitim sistemi yetiştirir. Bu mektebe her çağda mutlak surette ihtiyaç vardır. [444]

 

Âyetler Arasinda  Bağlantı

 

Geçen âyetlerle İslâm'ın cihanı aydınlatan parlak güneşini küfrün siyah perdesiyle örtmeğe çalışan inkarcıların tutumu açıklandı. Onlardan imân edenlerin kalblerini hak ve hakikate açmaları, kendilerini Allah'a teslim edip O'nun yüce huzurunda üstün bir saygı ifade ve edası içinde bulunmaları övüldü.

Aşağıdaki âyetlerle, tekrar inkârlarında inat edenlerin durumuna de­ğinilerek Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'e (A.^.) karşı besledikleri düşmanlığın kendilerine hiçbir yarar sağlamıyacağı gibi, bu yolda hazır-laya durdukları mal ve insan unsurunun onları ilâhî azâbdan kurtaramı-yacağı hatırlatılıyor. Böylece va'd ve vaîdler, uyan ve hakikate parmak basmalar birbirini izliyor. Allah'ın insanlardan nasıl bir düşünce ve dav­ranış içinde bulunmalarının gerektiğini dilediğine yer yer işarette bulunu­luyor. [445]

 

Meali ;

 

116—  O küfredenler var ya, şüphesiz ki ne malları, ne çocukları on­ları AHah'tan hiçbir şeyle müstağni kılmaz (onları ilâhî azâbdan kurtara­maz). İşte onlar Cehennem ateşinin yakın dostlarıdır ve orada ebedî ka­lıcılardır.

117—  Onların bu dünya hayatında harcadıklarının misâli, kendi ken­dilerine haksızlık eden bir kavmin ekinine dokunup mahveden kavurucu (ya da dondurucu) soğuk (ya da çok sıcak) bir rüzgarın misâli gibidir. Al­lah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmettiler.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

Medine Yahudilerinden Kurayza oğulları ile Nadir oğullarının ileri gelenleri, liderliğin tamamen Hz. Muhammed'e (A.S.) geçmesini önlemek ve İslâm'ın te'sirini kaldırmak için mal toplayarak ciddi bir hazırlığa başla­dılar. Yukarıdaki âyetlerle onların bu tür teşebbüslerinin hiçbir yarar sağ­lamıyacağı açıklandı. [446]

inkarcıların bu uğurda harcadıkları her şey, soğuk ya da kavurucu sıcak bir rüzgarın mahvettiği ekine benzetilmiştir. Bedir ve Uhud Savaş­ları, kin ve intikam duygularıyla ortaya konulan bütün imkânların olumlu hiçbir sonuç vermediğini, Allah'ın va'dinin mutlaka yerine geleceğini bir-kez daha belgelemiştir. Bugün de İslâm âleminde müslümantar Kur'ân'ın belirttiği üç mümeyyiz vasfı hakkıyla kendilerinde taşıyarak küfre karşı çıksınlar, sonuç sadece mü'minlerin lehine tecelli edecektir.

Ebû Süfyan'ın da bu konuda öteden beri hazırladığı mal ve insan gü­cü sonunda mahvolup gitti. Hak üstün geldi. Bâtıl ve inkâr fırtınası yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur. [447]

 

Anti-İslâmî Kuvvetlerin Hazirlik İçinde Olması

 

«O küfre­denler var ya, şüphesiz ki ne malları, ne çocukları onları Allah'tan hiçbir şeyle müstağni kılmaz.»

Kur'ân bu âyetlerle tarihî bir gerçeğe parmak basmakta, İslâm'a kar­şı olan milletlerin her devirde çok sinsice bir hazırlık içinde bulunacak­larına dikkatleri çekmektedir. 1400 yıldan beri olaylar hep bu doğrutuda meydana çıkıp gelişmiştir.

Bunun sebebi açıkttr:

a)  Yahudi ve Hıristiyan  din adamları,   Musa Peygamber ile İsâ Pey­gamberin dinlerini kendi anlayış ve yaşayışlarına uydurup değişik biçim­de hem İnanç, hem amel yönlerinden âdeta yeni bir din ve şeriat meyda­na getirmişlerdir. Tevrat ve İncil'in ilk orijinal nüshalarının kaybolmasının dq bunda büyük te'siri vardır. Hakikate bu derece sırt çeviren bu insan­ların, saadet güneşiyle gönülleri ve kafaları aydınlatan İslâm'a gönül ka­pısını açmamaları hem büyük bir talihsizlik, hem de çok düşündürücü­dür. Ancak içinde bulundukları psikolojik ortamın da bu konudaki payını unutmamak gerek.

b)  Tevrat ve İncil'de yapılan kasıtlı değişiklikleri haber veren, sırası geldikçe bu iki kutsal kitabı tas'hih edip gerçeği ortaya koyan Kur'ân'a karşı piskopos ve hahamların ister istemez derin bir nefretleri vardır. Şüphesiz ki bu, doğru düşünmeyi, haktan yana bir karar vermeyi engel­lemektedir.

c)  İslâm'ın, misyon örgütü olmadığı  halde, sür'atle yayılması, ciddi hiçbir propaganda yapılmadığı halde Afrika'da bir çok devletlerin bu di­ne kapılarını açık tutması, kitaplıları çileden çıkarmış; asırlarca milyar­ları harcamalarına, bir nice yetiştirilmiş misyonerleri görevlendirmelerine rağmen ciddi hiç bir sonuç elde edemediklerinin üzüntüsüyle İslâm'a kar­şı derin bir düşmanlık duymuşlardır. Bu, onların büsbütün kin ve nefret­lerini kamçılamıştır.

d)  Başta petrol olmak üzere bir niae yeraltı ve yerüstü kaynakları elinde tutan ve geniş topraklar üzerinde yaşıyan İslâm âlemine sunulan bunca   bereketli ve feyizli   ni'metlere   Batılıların ve diğer ülkelerin göz-dikmesi tabiidir. Bu da gizli ya da açık bir düşmanlığa neden olmaktadır.

İşte bu ve benzeri sebeplerle Kur'ân, anti-İslâmî kuvvetlerin her za­man kökü çok gerilere uzanan düşmanlıklarını dikkate almamızı ilham etmektedir. İslâm âlemini asırlardır sömüren kitaplılar ve kitapsızlar, ta­rih boyunoa hep taktik değiştirerek günün ve çağın şartlarına göre stra-te[ik plânlar ve hedefler seçmişler ve bu açıdan hareket etmişlerdir. Müs­lümanlarla dost olmaları hiçbir zaman sözkonusu değildir. Yani bunu cid­di kabul etmemiz çok saflık olur. Bakara sûresinde, bununla ilgili âyette, bu husus çok net biçimde açıklanmış, devam edegelen olaylarla uygula­malar hep bunu doğrulamıştır. [448]

Kur'ân bu gerçeğe parmak basarken Müslümanların Allah'a dosdoğ­ru bağlandıkları, iyilikle emredip kötülüklerden men'ettikleri ve bununla ilgili amaçlarını belirleyip seçtikleri takdirde anti-İslâmî güçlere karşı mut­laka üstünlük sağlıyacaklarını, Allah ve İslâm düşmanlarının ekonomik yapılarının ve donatılan insan unsurunun eninde-sonunda mahvolacağını müjdeliyor.

Ayrıca Kur'ân, Allah ve İslâm düşmanlarının yaktıkları kin, nefret, düşmanlık ve sömürü ateşinin dünyada da, âhirette de onları yakacağını işaretle konuyu noktalıyor ve sonra da sözü edilen üç mümeyyiz vasfı kendinde taşıyan Müslümanların başı dik, gönlü huzur içinde var­lıklarını sürdüreceklerini kapalı biçimde, ama düşündürücü ölçü ve anlam­da haber veriyor. [449]

 

Küfür Ateşinin Mahvettiği Milletler

 

«Onların bu dünya hayatında harcadıklarının misâli......»

Ruhla bedenden meydana gelen insan, bu iki varlığını anlayıp koru­duğu oranda yaşama şansına sahiptir. Hak dinlerin hemen hepsi insanı bu iki yönüyle, ya da varlığıyla değerlendirmiştir.

İslâm insanın bu iki varlığına hitap etmekle kalmamış, aynı zamanda İkisi arasında en sağlam köprüyü kurmuş; dünya ile âhiret arasında den­ge sağlarken insan unsurunu daima ön plânda tutmuştur. Çünkü İslâmla insan ikiz kardeşlerdir. Her doğan bu inanç ve duyguyla hayata gözlerini açar.

Ne var ki, kendini daima doğuşundan gelen bu tesir alanının dışın­da tutmaya çalışanlar, ya materyalist ve komünist, ya idealist,ya daspri-tüalist olmaktan kurtulamamıştır. Güneşten kaçan mutlaka gölgeye gi­rer, yani bu izm kurtlarından birinin kurbanı olur.

Bilindiği gibi birinciler maddeyi tek ve mutlak varlık olarak seçmiş ve insanı sonunda bir daha dirilmemek üzere bir gübre yığını kabul et­mişlerdir. Onlara göre, insanın önünde hiçbir hayat ışığı yoktur. İnsan doğar, yer içer, büyür ve ölür. İkinciler, insan düşüncesini tek esas ve ya­ratıcı güç olarak kabul etmiş ve bunun savunucusu olmuşlardır. Bunlara göre de insanın önünde ne bir ebediyyet ışığı, ne de onu yaratıp idare eden bir ilâh vardır. Üçüncüler ise, ruhu tek ve mutlak varlık olarak seç­mişlerdir. Bunlar hem birbirlerine karşı tavır almış, hem başta İslâm ol­mak üzere bütün hak dinlere karşı koymuşlardır. Fakat hiç biri arzulanan dengeyi sağlıyamamış, bedenle ruh arasında sağlam bir köprü kurama­mıştır. Daima insanı tek yönüyle değerlendirmeğe çalıştıkları için bütün gayretleri boşuna akıp gitmiştir.

İşte sözünü ettiğimiz her üç uçtan gelen inkâr ateşi insanlığa hiçbir devirde mutluluk ışığını getirememiş, fakat girdiği her yeri, dokunduğu her şeyi yakmıştır. Dünyanın bugün içinde bulunduğu taşkınlık, tuğyan ve is­yanın, baş kaldıran anarşinin tek nedeni bunlar değii midir? Bu uğurda harcanan milyarlar, dökülen kanların, yıkılan ülkelerin, imâl edilen kor­kunç silahların insanlığı yakıp kavuran bir ateş olduğunu kim İnkâr ede­bilir? İnsan haklarından sözedenler, milyonlarca insan açlıktan ölürken, milyarları, öldürücü kahredici silâh yapımına sarfetmeleri ne ile yorumla­nabilir?

İşte Kur'ân bu gerçeği en anlamlı ve duyarlı biçim ve ölçüde insan aklına seslenerek, vicdanlara neşter vurarak şu âyetle bir kez daha du­yuruyor :

«Onların bu dünya hayatında harcadıklarının misâli, kendi kendileri­ne haksızlık eden bir kavmin ekinine dokunup mahveden kavurucu (ya da dondurucu) soğuk (ya da çok sıcak) bir rüzgarın misâli gibidir. Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmettiler.» [450]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

(Sad)  harfiyle yazılan SIRR :

a)  Şiddetli soğuk, dondurucu rüzgar,

b)  Kavurucu sıcak rüzgar,

c)  Ateş ve kavurucu çok sıcak bir rüzgar,

d)  Alev alev yanıp ses çıkaran ateş, ya da bu anlamda şiddetli sıcak bir rüzgar,

e)  Mevsimsiz esen dondurucu rüzgâr. [451] manalarına geür. [452]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Gecen âyetlerle, Kitap Ehli'nin İslâm'a karşı devamlı hazırlık içinde bulunduğuna değinildi. Ekonomik güç sağlamak suretiyle İslâm ülkelerini bu açıdan hem dize getirmeyi, hem sömürmeyi amaçladığına işaretlerde bulunuldu. Onların bu hile ve kurdukları tuzaktan kurtulmanın yolları ga­yet açık biçimde belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inanç ve karakterleri, tutum ve davranışları böyle olan kitaplılar ve kitapsızları dost ve sırdaş edinmenin büyük bir gaflet olacağına dikkatler çekiliyor. Müslümanları mefluç hale getirebil­mek İçin her türlü çareye baş vurdukları ve vuracakları üzerinde durulu­yor; kendi sosyal ve aile yapılarına uygun fakat İslâmiyetle taban tabana zıd kültürlerini yaygınlaştırarak Muhammed (A.S.) ümmetini şaşırtmak ve birlik ile dirliklerini bozmak için hiç de kusur etmiyecekleri bilhassa vur­gulanıyor. [453]

 

Meali :

 

118—  Ey imân edenler! Kendinizden başkasını dost ve sırdaş edin­meyin. Onlar sizi şaşırtıp bozmakta kusur etmezler. Sıkıntıya düşmenizi çok arzu ederler. Size olan aşırı kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşıp ortaya çıkmıştır. Kalblerinin gizlediği (kin ve düşmanlık) daha büyüktür. Eğer aklınızı kullanırsanız size âyetlerimizi yeterince açıkladık.

119—  Siz (ey mü'minjler, öylesiniz ki onları seversiniz, onlar ise sîzi sevmez ve siz (kutsal) kitab(Iar)ın hepisine imân edersiniz. Onlar ise si-

zinle karşılaşınca «inandık» derler, kendi başlarına kalınca siz© karşı öf­kelerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Öfkenizle ölün! Şüphesiz ki Allah kalblerde olanları bilir.

120— Size bir iyilik dokunsa onları tasalandırır. Size bir kötülük isa­bet etse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'tan saygı ile korkarsa-niz, onların hilesi size hiç de zarar vermez. Şüphesiz ki, Allah onların ya-pageldiklerini (ilmiyle kudretiyle) kuşatmıştır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) ve Tabiîn'den Mücâhit diyorlar ki:

«Medine'de mü'minierden birkaç kişinin, aralarındaki dostluk, yakın­lık, komşuluk ve süt kardeşlik gibi nedenlerle sık sık bazı yahudiler ve münafıklarla görüşüp konuştukları, sohbet ettikleri, sır verip aldıkları olu­yordu.

Bu yakiaşmaldr, ilende bir takım fitnelere, Peygamberin dini yayma­daki stratejisinin ve gizli tuttuğu sırlarının bilinmesine yol açacağı dik­kate alınarak yukarıdaki âyetle yasaklandı.» [454]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah ne kadar peygamber göndermiş, ne kadar kendi adına hük­medecek bir halîfe koymuşsa mutlaka onun iki sırdaşı, özel müşaviri bu­lunmuştur : Biri ona hayır ve iyilikle tavsiyede bulunup teşvik etmiştir. Di­ğeri kötülüğü tavsiye edip onu eğri yoia tahrikte bulunmuştur. Bundan korunan, Allah'ın koruduğu kimsedir.» [455]

İkinci Halîfe Hz. Ömer'e :

— Şurada Hiyre halkından gayr-i müslim, fakat hafızası çok yerinde, iyi kâtiplik yapacak yetenekte bir genç var, onu kendinize kâtip olarak al­sanız olmaz mı?

Denildiğinde, Ömer (R.A.) şu cevabı vermiştir:

— O takdirde mü'minierden başkasını sırdaş edinmiş olurum! (ki bu İslâm için tehlikeli bir durum meydana getirebilir). [456]

Resûlüllah (A.S.)  Efendimizin:

«Müşriklerin ateşiyle aydınlanmaya heveslenmeyin ve yüzüklerinize Arapça yazı nakşetmeyin!» hadîsinin mânası Büyük Âlim Hasan El-Basrî Hazretlerinden sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

«Yüzüklerinize «Muhammed Resûlüllah» ibaresini yazdırmayın. Çün­kü bu ibare onun özel mühürüne aittir. Dünya işlerinizde müşriklerle İs­tişarede bulunmayın, çünkü onlar size doğru yolu gösterip aydınlatıcı bil­gi vermezler.» [457]

«Kişi yakın dostunun dini üzeredir. O halde kiminle dostluk kuruyor­sanız ona dikkat edin.» [458]

Yine ikinci Halîfe Ömer (R.A.) devrinde genel valilerden Ebû Musa el-Aş'arî (R.A.), gayr-i müslimlerden bir kâtip tutmuştu. Hz. Ömer bunu öğ­renince ona bir mektup yazarak derhal kâtibin görevine son vermesini ve yerine bir Müslüman kâtibin atanmasını emretti. Şüphesiz ki Hz. Ömer (R.A.) bu konuda da bütün güc ve ilhamını yukarıdaki âyetten almıştır. [459]

 

Büyük Davaların Karşısında Büyük Musibetler, Çetin   Düşmanlar   Yatar

 

Ey iman edenler! Kendinizden başkasını dost ve sırdaş edinmeyin.»

İslâm, insanlığın en son ve en büyük ümididir. O sadece bir ümit do değil, insanlığın tek kurtuluş yolu ve çaresidir. İslâm rahmet kucağını bü­tün bir insanlığa açarken ırk, renk ve dil farkı gözetmediği gibi, zengin ile fakir, efendi ile köle arasında bir ayrım yapmamış, yaratılan ile Yara­tan arasındaki bütün engelleri kaldırmaya yönelmiştir. Böylece insana ya­kışanı getirmiş, onu iki âlemde de mutlu kılacak yolları açmış; felâket ka­pılarını kapatmaya çalışmıştır.

İşte İslâm bunca özellikleriyle sahneye çıkarken her sınıf insana ses­lenmiştir. Şüphesiz ki Onun bu sesinde hak, doğruluk, adalet kardeşlik, merhamet, dayanışma, ruhları aydınlatma, vicdanları geliştirme, aileye sağlam ölçü verme, sosyal yapıya en ölçülü düzeni getirme havası mev­cuttur. Bu kadar çok yönlü olan ve bütün dünya milletlerine hitab eden, çağlara yönelen İslâm'ın ne kadar büyük bir dava olduğunu artık açıkla­maya gerek var mıdır? Köhnemiş sistemleri, özelliğini kaybetmiş dinleri, kendini maddeye ve konfora terketmiş milletleri, ülkeleri fethedip hazi­nelerini altınla doldurarak insanlara köle nazarıyla bakan ölçüsüz ve az­gın kralları karşısına almıştır. Bu nedenle önünde pusuya girip yatan mu-sîbet büyük, düşman da çok kuvvetlidir.

Ne var ki, düşmanın her çağda ve devirde İslâm'a karşı taktiği deği­şik, hücumu farklı olmuştur. Fakat amacında değişiklik olmamıştır.

Günümüzde ise sadece gayr-i müslimler, kitaplılar ve kitapsızlar de­ğil, adı müslüman olan bir nice düşmanlar ortaya çıkmıştır. Din adına dini yıkanların sayısı belli değil. İslâm ülkelerinde imân cevherini yitirmiş bir takım müslümanlar (!) daha çok tehlikeli alanla tehlikesiz alan arasında­ki gizli sının göremiyecek kadar körleşmiş; mânevi bütün dayanak ve de­ğerleri ekonomiye feda edecek kadar yolunu şaşırmış; fertleri içinden çöktüren zenginliği gaye kabul edecek kadar basiretini yitirmiş; içkinin nesli zehirlemesine göz yumacak kadar duygusuz kalmış; radyo, televiz­yon ve sinemayı, ruhları öldürmek için seks konularında kullanacak kadar aklını kaybetmiş; yanlış anlaşılan ve aslında faydalı olan sporu çocukla­rın ruhunu alt-üst edecek düzeye getirmekte yarışırcasına bir gayrete düşmüştür. Bununla da kalmıyarak bağlı bulunduğu İslâm'ın karşısına çık­ma bedbahtlığını göstermiştir. Tehlikeli sının göremiyecek kadar şaşır­mıştır.

Görülüyor ki, İslâm'ın bugün de düşmanlarının bir kısmı pusuda bek­liyor, bir kısmı ortaya çıkmış, düşmanlıkları ağızlarından taşarçasına be­lirgin hale gelmiştir.

İşte Kur'ân, İslâm'ın karşısında olan bu tür düşünce ve ekollerin her devirde ayrı bir renk ve biçimde ortaya çıkacağını hatırlatırken bunları sırdaş edinmemizi kesinlikle yasaklamaktadır. Çünkü onlarla kurulan dostluk her zaman İslâm'ın aleyhinedir. Bu, bir bakıma düşmanın eline silah vermektir.

Osmanlılar devrinde yabancılara dostluk kucağı açılarak tanınan haklar, verilen imtiyazlar (kapitülasyon), onların İslâm âlemine karşı duy­dukları düşmanlık ateşini söndürememiştir. Bütün bu iyi niyet ve asil dav­ranışlarımıza karşılık hep ihanet görmüşüzdür. Koca İmparatorluğu par­çalamakta kitaplılarla kitapsızlar yarışırcasına bir gayret içinde ne lazım­sa onu yapmadılar mı?

Son yarım asırda bazı İslâm ülkelerinin batılılaşmak için Batı âlemine açtıkları kapıdan sadece İslâm düşmanlığının havası, ahlâksızlığın fırt-nası, gayr-ı millî ve anti-isiâmî kültürün mili akıp gelmiştir.

«Onlar-sizi şaşırtıp bozmakta kusur etmezler. Sıkıntıya düşmenizi çok arzu ederler..»

Hep böyle olmadı mı? Birbirini izleyen olayfar hep bu âyeti doğrula­madı mı? Hangi haklı meselemizde Batılılar bizden yana olmuştur? Ki­taplılarla kitapsızlar hangi devirde İslâm ülkelerine karşı namuslu ve dü­rüst davranmışlardır? Bunun aksini isbat eden bir model ve örnek yoktur. Ama sinsice düşmanlıklarının, kin ve nefretlerinin misalleri sayılmıyacak kadar çoktur. İslâm âlemi bölünüp sıkıntıdan sıkıntıya düşerken Haçlı Se­ferlerini düzenleyip çıkaranlar, tezgâhlayıp kışkırtanlar kimlerdir? Asır­larca önünde diz çöktükleri Osmanlılara «Hasta Adam» damgasını sırıta­rak vuranlar hep onlar değil midir?

Kur'ân bu konuda başka ne söylesin? Müslümanları uyarmak İçin başka nasıl seslensin?

Size olan a?ırı kin ve düşmanlıkları ağız­larından taşıp ortaya çıkmıştır..»

İslâm ülkelerini birbirine düşürmek, Müslümanların birleşip kaynaş­masını, büyük bir kuvvet olarak ortaya çıkmasını önlemek için düşmanlı­ğın gizli acık her çeşidini ortaya koymadılar mı? İçimize soktukları yerli ve yabancı ajanlar, kiraladıkları ismen müslümanlann sayısı belli değildir.

«Siz (ey mü'min)ler, öylesiniz ki onları se­versiniz, onlar İse sizi sevmez.»

Müslümanm aldığı terbiye, sahip bulunduğu yüksek ahlâk ve üstün karakter; kalbinde taşıdığı insanlıktan yana merhamet, çoğu kez karşı ta­rafın bütün düşmanlıklarını ona unutturacak bir düzeyde bulunur. «Kinin olduğu yerde din olmaz.» düsturuna uyarak kitaplılarla kitapsızlara kar­şı iyi niyetle hareket eder. Felâkete uğradıkları zaman yardımda bulunur. Güler yüzlerini görünce inanır ve sevmeğe başlar. Fakat onlar hiç de böy­le değillerdir. Kuzu postuna bürünen kurtlardan farkları yoktur.

Ziya Paşa'nın:

«Yaktı nioe çanlar o nezaketle tebessüm. Şirin dahi çana kasdetmesi gülerektir.» Sözü, bu gerçeği ne güzel yansıtmaktadır.

 «Size bir iyilik dokun-sa onları tasalandırır. Size bir kötülük İsabet etse onunla sevinirler.»

Evet, kitaplılarla kitapsızların karakteri budur! Onları memnun etmemiz mümkün değildir. Çünkü tarih sahnesine büyük bir dava, bir benzen olmayan büyük bir inkılâp ile çıkan İslâm'ın elbetteki düşmanları o nis-bette çok ve büyük olacaktır. Sırası geldikçe kin ve düşmanlığını gizle­mesini bilen, ortam uygun olduğunda onu açığa vuran bir düşmana karşı çok, hem çok tetikte bulunmamız; onları hiç bir zaman dost ve sırdaş edinmememiz gerekir. Ama diplomatik ilişkiler, tiearî anlaşmalar, ilim alış­verişi elbetteki sürüp gitmelidir. Çünkü Kur'ân bunun karşısında değildir. Üstelik bu kapıyı daima açık tutmaya ruhsat vermiş; çok kritik zamanlar­da durumun nezaketini İslâm devletinin şuuruna bırakmıştır.

Sonuç olarak, Müslümanların bunca düşmana karşı takınacağı tavrı. İzliyeceği stratejiyi Kur'ân şu âyetle en ölçülü ve anlamlı biçimde özetle­miştir :

«Eğer sabreder ve Allah'tan saygı ile korkarsaniz, onların hilesi size hiç de zarar vermez.»

Çünkü bilerek hareket etmek, sabırla sonuca adım adım ilerlemek, Allah'tan büyük bir saygı ile korkup Tevhit inancı odağında birleşip bü­tünleşmek zaferin ilk ve son adımıdır. [460]

 

İslâm Düşmanlarının Başlıca Belirtileri

 

1.  Dost gibi görünmeye çalışır. Buna aldanmamalı, çünkü hiçbir za­man dürüst ve samimi değildirler.

2.  Mü'minleri sanat, kültür ve benzen yollardan şaşırtıp bozmak için çeşitli entrikalar çevirirler.

3.  İslâm ülkelerinin ekonomik yönden sıkıntıya düşmesini gönülden ister ve bunun için bütün zekâ ve yeteneklerini kullanırlar.

4.  Şartlar elverdiğinde kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşar. Kalb-ierindeki düşmanlık ise çok daha büyüktür.

5.  Mü'minler onları ne kadar severlerse sevsinler, onları yumuşatıp kalblerindeki kin ve düşmanlığı gidermek mümkün olmaz.

6.  İslâm âleminin güçlenmesi, yani ekonomik güç kazanması, bilim ve teknik alanlarında ileri gitmesi onları tasalandırır.

7.  İslâm ülkelerinden birinde bir bölünme ve iç savaş, kargaşalık ve felâket başgösterirse buna ancak sevinirler; fırsat buldukları takdirde bu­nun devamını sağlama yollarını arayıp bulmaya çalışırlar.

8.  Bazan da dıştan dost görünüp sırları öğrenmeyi planlar ve gereken tuzakları hazırlamakta gecikmezler.

9.  İslâm ülkelerini, verdikleri faizli kredilerle sömürmeye çalışır, her geçen gün harp sanayiini geliştirerek soğuk ve sıcak harbidevam ettirirler.

10.  Müslümanların birlik ve beraberliğinin tek dayanağı olan dini, ha­yat sahnesinden çekip onu öğretimsiz, eğitimsiz olarak vicdanın dar çer­çevesine sokmak için çırpınıp dururlar.

11.  Din bilginlerinin itibar ve saygınlığını düşürmek, halkı onlara düş­man etmek için basın ve sanat yoluyla birçok yalan ve iftiraları sahneler ve tezgâhlanmasını devam ettirirler. [461]

 

Âyetler Arasındaki Bağlantı

 

Geçen âyetlerle, anti-İslâmî kuvvetlerin içyüzü ve mü'minlere karşı tutumları anlatıldı. Onlarla olan ilişkilerimizin ölçü ve anlamı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, İslâm'a karşı olan milletlerin sadece soğuk harbi devam ettirmekle yetinmiyeeekieri, şartlar elverdiğinde fiili savaşın kapı­sını açacakları, Uhud Savaşı örnek verilerek hatırlatılıyor. Tevhit akidesi­nin birleştirici havası içinde Allah'tan üstün saygı ile korkan mü'minlerin başarılı olacağı çok duyarlı biçimde anlatılıyor. [462]

 

Meali

 

121— Hani sen erkenden ailen arasından çıkıp müminleri savaş için uygun yerlere yerleştiriyordun; Allah (her şeyi) işiten ve bilendir.

122— Ve hani sizden iki fırka korku ve endişe duyarak geri çekilmek istiyorlardı. Halbuki Allah onların dost ve yardımcısı idi, (bunu hatırlaya­rak geri çekilmekten vazgeçmişlerdi). Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.

 

İniş Sebebi

 

Mekke putperestlerinden Ebû Süfyan kumandasındaki 3000 kişilik bir ordu, Bedir'de uğradıkları yenilginin intikamını almak ve Müslümanları sahneden kaldırmak için Medine yakınlarındaki Uhud dağı eteklerine ge­lip karargah kurmuş ve savaş hazırlığına başlamıştı.

Aynı zamanda büyük bir kumandan olan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, durumu günü gününe, saati saatine izliyor ve gelen haberleri değerlendi­riyor, düşman kuvvetleri hakkında yeterince bilgi alıyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin değişmiyen tutumlarından biri, dinî konularda ilâhî va­hiy almadan konuşmaz, dünya işlerinde ise aklı eren, söz sahibi kişiler­den kurduğu danışma kuruluyla istişarede bulunmadan karar vermezdi. Bu bakımdan savaşın artık kaçınılmaz olduğunu anlayınca, danışma ku­rulunu toplayarak durumu değerlendirmeyi plânladı. Kurulda münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selül de bulunuyordu. Çünkü bu adam Medi­ne'nin ileri gelenlerinden olmakla beraber son derece tehlikeli de idi. Re­sûlüllah böyle önemli bir meselede onu kurul dışında tutmak İstemedi. Çünkü kendisine değer verilmeyince ortalığı daha çok karıştırabilir, mü'minlerin moralini bozabilirdi. Abdullah bin Ubey, Medine'de savunma durumuna geçmeyi önerdi. Aslında Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de gö­rüşü bu noktada toplanıyordu. Çoğunluk İse, bunun korkaklığa hamledilip yorumlanacağını ve bir haysiyet ve şeref meselesi bulunduğunu İleri sü­rerek Medine dışında fiili savaşa geçilmesini ısrarla önerdi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çoğunluğa uyarak eve döndü, zırhını giyinip silahını ku­şanmıştı ki, danışma kurulu ısrarda bulunmanın bir saygısızlık olduğunu, Altah'tan vahiy alan bir Peygambere karşı nasıl böyle davrandıklarını dü­şünerek pişmanlık duydular. Soluğu Resûlüilah'ın yanında aldılar. Ama Cihan Peygamberi onlara : «Hiçbir peygambere savaş için zırhını giyip si­lahını kuşandıktan sonra geri dönmek yaraşmaz!» diyerek kesin kararını bildirdi.

Böylece yaklaşık 1000 kişilik bir ordu ile Medine'den çıkıldı. Uhud ya­kınlarına geldiklerinde, esasen başlangıçtan beri bunu tasvip etmiyen Ab­dullah bin Ubey bin Selûl, Müslümanların hem moralini bozmak, hem on­ları zayıf bırakmak niyetiyle plânı değiştirmeye karar verdi. Kendi yandaşlarından 300 kadar kişi alıp Medine'ye döndü. Geriye 700 kadar mücahit kaldı. Ama onun bu hareketi Resûlüllah (A.S.) Efendimizin azim ve irâ­desini hiç ama hiç sarsmadı, büsbütün savaş aşkını artırdı. Çünkü inanma­yan bir zümreyle birlikte savaşa girmek, daha çok tehlikelidir

«Hani sizden iki fırka korku ve endişe duyarak geri çekilmek istiyorlardı.»

Münafıkların savaş alanından çekilip Medine'ye dönmesi mü'min'.er-den iki fırka üzerinde olumsuz yönde tesirini gösterdi. Cabir bin Abdullah'­ın anlattığına göre. Harise oğullan ile Seleme oğullan bir ara savaşmak istemediler, ama Bedir gününde Allah'ın mü'minlere sahip çıkmasını, on­ları desteklemesini hatirlıyarak bu düşüncelerinden vazgeçtiler. [463]

 

Savaştan Önce Görülen Bir Rüya

 

Resûiüliah (A.S.) Efendimiz savaştan bir, ya da iki gün önce rüyasın­da kılıcının ucunun kırıldığını, kendisine ait bir sığırın boğazlandığını ve etini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü. Bu rüyasını şöyle yorumladı­ğını birçok hadîs ve siyer kitapları az farkia nakletmekteler:

a)  Sığırın boğazlanması, ashabından birkaç kişinin şehît edileceğine,

b)  Kılıcının  ucunun  kırılması,  kendi yakınlarından değerli  bir zatın isabet alacağına,

c)  Elini sağlam bir zırha sokması, Medine'de kalıp savunma durumu­na geçmenin yararlı bulunacağına işaretti.

Nitekim Uhud savaşı bu sonucu noksansız biçimde vermişti. [464]

 

İlgili Hadîsler

 

«Uhud günü bir adam Peygamber'e (A.S.) gelerek dedi ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Öldürülecek olursam, nerede bulunacağı­mı söyler misiniz? Peygamber (A.S.) ona :

  Cennette bulunacaksın! diye cevap verince, adam elindeki hur­maları (yemeyip) attı ve şehîd oluncaya kadar savaştu[465]

Sa'd bin Ebî Vakkas (R.A.) anlatıyor:

«Uhud savaşında Resûlüllah'ı gördüm, yanında bembeyaz elbiseli iki adam bulunuyordu. Onlar Resûlüllah'tan yana en şiddetli savaşçılar gibi savaşıyorlardı. O iki adamı ne Uhud'dan önce, ne de sonra görmedim.» [466] Yine Hz. Sa'd anlatıyor:

«Uhud savaşında Resûlüilah (A.S.) Efendimiz kuburluğundaki okları­nı çıkarıp bana veriyor ve «Ey Sa'd! anam babam sana feda olsun, at!» buyuruyordu, [467]»

 

İslâm'da Danışma

 

İslâm ve Onun peygamberi, dürüst, namuslu, aklı eren söz sahibi ki­şilerin görüş ve düşüncelerine değer verir. Önemli memleket meseleleri­nin ve hayatî konuların, seçilecek bir danışma kurulunda görüşülüp tar­tışılmasını emreder. Lidere mutlak yetki tanımaz. «Ferdin aklı da, mantığı da yanılabilir» hükmünü bir düstur olarak gözönünde bulundurmayı dai­ma tavsiye eder.

Şüphesiz kî İslâm'ın bu emir ve tavsiyesini iik uygulayan kişi, Resû­lüilah (A.S.) Efendimizdir. Dinî konularda ancak vahye dayanarak konuşur ve hüküm verirdi. Dünya işlerinde ise, arkadaşlarına değer vererek: «Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz» buyurup onlara rahat düşünme ve dü­şündüğünü çekinmeden söyleme fırsatını sunmuştur. Savaş ve benzeri önemli konularda memleketin aklı eren kişilerini çağırarak bir danışma kumulu oluşturduktan sonra gereken kararı almıştır. Ekseriyetin görüşüne saygı duymuş, çoğu kez bu onun kişisel görüşüne uymasa bile, onlara uy­ma faziletini ortaya koymasını bilmiştir.

Çünkü Kur'ân'da bu konuda biri emir, diğeri emrin sonucu olan ha­ber anlamında iki âyet vardır:

«(Dünya) işiyle ilgili hususlarda onlara danış (görüşlerini al).» [468] «Mü'minterin işleri kendi aralarında danışma iledir.» [469]

Nitekim, 3000 kişilik düşman askeri Medine yakınlarında Uhud dağı eteklerine gelip savaşa hazırlanırken Resûlüilah (A.S.) Efendimizin bir danışma kuruluna baş vurduğu, diğer bir deyimle bir kurmay heyeti mey­dana getirdiği, görüşme sonunda çoğunluğun görüşüne uyduğu az yuka­rıda belirtilmişti.

Resûlüilah bu davranışıyla, hem Kur'ân'ın emirlerini kusursuz takip ettiğini, hem kendisinden sonra Müslümanların başına geçecek olan li­der ve kumandanlara model ve örnek bırakmak istediğini ortaya koyu­yordu.

Resûlüilah (A.S.) Efendimiz aynı fazileti Bedir savuşmda da göster­mişti. Kuyudan uzak bir yerde karargah kurup savaşa hazırlanmayı plân­larken az-çok harp sanatını biien tecrübeli kişiler bunu pek uygun görme­miş ve: «Ya Resûlellah! uygulamak istediğiniz bu plân ilâhî emre mi da­yanıyor, yoksa sizin kişisel görüşünüz müdür?» diye sormuşlardı. O da : «Benim kişisel anlayış ve görüşümdür» deyince, «O halde kuyudan uzak kalırsak, düşman bize bir yudum su vermez, perişan oluruz. Müsaade bu­yurun da kuyuya çok yakın bir yerde mevzilenelim,» önerisini sunmuşlar, 'Resûİüllah (A.S.) Efendimiz bu düşünceyi uygun bularak derhal kuyuya yakın bir yere askeri yerleştirip mevzitenmişti. [470]

 

Liderin Diğer Bazı Özellikleri

 

Liderlik, ya da baş olma yolu acıktır; ama bu yolun üzerinde binbir mihnet ve sayılmiyacak kadar engeller vardır. Bunları kusursuzca aşabil­mek şüphesiz ki kafa ve yetenek ister; bilgi ve beceri ister; kitle psikolo­jisini bilmek ve çevreyi iyi değerlendirme ölçüsü ister; cesaret ve sabır İster; aklı yerinde kullanmayı, fırsatı zamanında değerlendirmeyi gerek­tirir.

İslâm ve onun kutsal kitabı Kur'ân bu konuda yeterli vasıf, ölçü ve yetenekleri öngörmüştür. Resûlüilah (A.S.) Efendimiz de liderliğin bütün vasıflarını kendinde kusursuz biçim ve anlamda toplayarak tebliğ sahne­sine çıkmıştır.

Daha önce bu vasıf ve meziyetlere yer vermiş, bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Burada ise konumuzu oluşturan âyet ve hadîslerin ışığı ve tarihî olaylarla bağlantıları doğrultusunda liderin diğer bazı vasıflarını sı­ralıyoruz :

a)  Çevresindeki insanlara değer verir.

b)  Kendini onlardan biri sayarak sıcak, fakat ölçülü ilgisini devam et­tirir.

c)  Canı kadar onları korumaya çalışır; milletinin derdiyle yakından-ilgilenir.

d)  Sıkıntıya düşenlere, darda kalanlara merhamet elini uzatır.

e)  Bazı yanlış, ya da ölçüsüz söz ve davranışları hoş görür, fakat

vakar ve şerefini her zaman korumasını bilir.

f)  Önemli işlerde, memleket ve milletle ilgili meselelerde kurduğu da­nışma kuruluyla temas kurar; müsbet görüş ve düşüncelere saygılı olur. Çoğunluğun aldığı kararlara hürmetle uymasını bilir.

g)  Karar verilip bir işe azmettiğinde artık dönmez; Allah'a güvenip dayanır. Fakat hep sabırlı ve temkinli hareket eder.

h) Çok düşünür, az konuşur. Ağzından çıkan her kelime ve cümle­ye, taşıdığı mânaya ve vereceği sonuca çok ama çok dikkat eder.

i) Çevresindeki İkiyüzlü, dalkavuk ve çıkarcılara pek yüz vermez; za­manla onları kendinden uzaklaştırıp daha dürüst ve mert insanları iş­başına getirmeyi prensip edinir.

İ) Cesur, bilgili ve kararlı kişileri lâyık oldukları makamlara getir­mekte tereddüt etmez. İşi daima eriline vermeyi bir vecîbe kabul eder.

k) Elde ettiği başarı, ya da zaferi iş başındaki bütün elemanlarla paylaşır; daha çok kendinden yana bir pay ayırmaz.

J) Her başarı elde ettikçe tevazuu artar; kuvvet ve kudreti Allah'a ir­ca' ederek O'nun huzurunda secdeye kapanıp göz yaşı akıtır. [471]

 

Savaşta Verilen Emirlere Aynen Uymak

 

Savaş psikolojisi ayrı bir konudur. Durumu bir bütün olarak gözönün-de bulundurup etraflıca düşünmeyi gerektirir. Silah seslen ve barut ko­kusu etrafa yayılmadan önceki duygu ile sonraki duygu ve ruh haleti ara­sında çok fark vardır. Özellikle böyle anlarda insan mantığı işlemez, ka­fası çalışmaz olur. Sadece duygular hâkimdir.

Bu ve benzen nedenlerle savaş plânını hazırlayıp gereken önlemleri alan ve stratejik noktaları tesbit edip gözönünde bulunduran kumanda he­yetinin karar ve emirlerine harfiyen uymak şarttır. Herkes kendi bildiğine göre savaşmaya kalkışacak olursa yenilgiye uğramanın bütün yolları açıl­mış demektir.

Nitekim Uhud Savaşında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bütün önlem­leri alıp stratejik noktaları tesbit edip ve kilit noktalara gereken kuvvet­leri yerleştirdikten sonra şu üç emri vermiş ve ikinci bir emir vermedikçe mutlaka bunlara uyulmasını sıkıca tenbih etmişti:

1. Ben emir vermedikçe sakın savaşı başlatmayın.

2.  Okçulara : Galib de gelsek, mağiûb da olsak, kuşlar cesedlerimizin üzerinde de dolaşsa bulunduğunuz yeri terketmiyeceksiniz. Ben emir ve­rinceye kadar bekliyeceksiniz.

3.  Düşman bozguna uğrayıp çekildiğinde onları takip etmiyeceksiniz ve ortada kalan ganimete el uzatmayip olduğu gibi bırakacaksınız.

Birinci emre aynen uyulmuş ve kısa zamanda İslâm ordusu kendisin­den dört misli fazla olan düşmana karşı üstünlük sağlamış, onlara yirmi­den fazla kayıp verdirmişti. Çok sürmeden düşmanın sağ ve sol kanatlan geri çekilmek zorunda bırakılmış ve zaferin ilk adımı böylece atılmıştı. Düşmanın ric'atini gören İslâm mücahidleri başlarındaki kumandan Ab­dullah bin Cübeyr'in bütün uyarılarına ve direnmesine rağmen verilen emre uymayarak hem düşmanı takibe koyulmuş, hem bulundukları yeri bırakıp ganimete koşmuşlardı. Düşmanın sağ kanadına kumanda eden Halid bin Velid bu fırsatı kaçırmıyarak okçuların terkettiği geçiti aşarak İslâm ordusunu arkadan kuşatıp iki ateş arasına almış ve böylece kaza­nılmak üzere olan büyük bir zafer tehlikeye düşmüştü. Resûlüllah'ın yük­sek morali, kahramanlık ve cesareti, Allah'a olan yüksek güveni akıl ve mantık ölçüleri içinde tam faaliyet halinde bulunduğundan bir süre sonra dağılan mücahitleri bir araya toplamaya ve yeniden bir savaş durumu al­maya imkân hazırlamıştır. Ama ne yazık ki olan olmuş, mutlak bir zafer İlk hızını kaybetmekle kalmamış neredeyse elim bir hezimete dönme teh­likesiyle uouça gelmişti. Sebep, emre itaatsizlik.. [472]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetler, Peygamber {A.S.) Efendimizin Uhud Savaşı için aske­ri düzene koyduğundan ve bu arada mü'minlerden iki grubun kalbinde korku ve endişenin başgöstermesi üzerine Bedir Savaşı'nda Allah'ın on­lara yardım elini uzattığını hatırlayarak savaşmaya azmettiklerinden bah­sedildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hem Uhud, hem Bedir Savaşlarında kuvvetler arasındaki dengesizlik ve mü'minlerin savaş için son imkân sınırına kadar hazırlanıp geldiklerinde Allah'ın onları meleklerle desteklediği ha­tırlatılıyor ve bunu sırf müjde olsun, mü'minlerin kalbi iyice yatışsın diye yaptığı belirtiliyor. [473]

 

Meali :

 

123—  And olsun ki, siz   Bedir   gününde (sayı ve silah bakımından) daha aşağı bir durumda iken, Allah size yardım etmişti. O halde Allah'tan saygı ile korkun (İtaatsizlikten sakının) ki şükretmiş olasınız.

124—  Hani sen mü'minlere: «Rabbinizin indirilen üç bin melekle yardım elini uzatması size yetmiyecek mi?» diyordun.

125—  Evet, eğer sabreder ve (itaatsizlikten) sakınırsanız, düşmanınız da hemen size karşı gelirse, Rabbiniz beş bin nişanlı (üniformalı) melekle size yardım edecektir.

126—  Aiiah bunu sırf müjde olsun ve kalbiniz iyice yatışsın diye yap­mıştır. İmdat ve yardım ancak o yegâne galip ve hikmet sahibi Allah ka-tındandır.

127—    (Allah) kâfirlerden bir kısmını koparıp ayırsın veya başaşağı etsin diye (yardımda bulunmuş) ve bu sebeple onlar hüsrana uğrayarak yüzüstü gelmişlerdir.

128—  Senin elinde emirden bir şey yoktur; Allah ya onların tevbe-sini kabul eder, ya da onlara azâb eder. Çünkü onlar zâlimlerdir.

129—  Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğini azaba uğratır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allahım! bana verdiğin sözü yerine getir. Allahım! bana va'dettiğinl gerçek I eştir.»

«Allahım! eğer şu birkaç kişi müslüman da helak olursa, yeryüzünde sana ibâdet edilmez olur.» [474]

«Allahım! milletimi bağışla, çünkü (hakikati) bilmezler.» [475]

«Doğrusu ben lanet edici olarak gönderilmedim. Ancak Hakk'a çağı­na ve rahmet olarak gönderildim. Allahım! kavmimi bağışla, çünkü (ha­kikati) bilmezler.» [476]

Resülûllah (A.S.) Efendimizin kalbi bu konularla meşgulken Cebrail (A.S.) KUNUT DUASI'nı getirip ona öğretti. [477]Bu duayı' biz de Vitir Na­mazında okuyoruz. [478]

 

Bedir Savaşının Genel Görünüşü

 

Hadîs ve siyer sahiplerinin çoğuna göre Bedir savaşı hicretten 18 ay sonra 17 Ramazanda meydana gelmiştir.Uhud savaşının ise, hicretten üçyıl sonra meydana geldiği bilinmektedir. Kuvvetler Arasında Dengesizlik

Yine sahih rivayetlere göre, kuvvetler arasında acık bir dengesizlik vardı. İslâm mücahitleri 310 ya da 313 kişi idi. Düşman askeri ise 900-1000 arasında bir sayı oluşturuyordu. Müslümanların sözü edilen sayısının 77'si Muhacir, 236'sı Ansar olduğu belirlenmiştir. Ayrıca teçhizat olarak iki at, 70-80 kadar deve, 6 zırh ve 8 kılıç bulunuyordu. Ancak bu rakamlar kesin değildir; farklı rivayet ve tesbitler de vardır.

Düşman tarafında ise 100'den fazla at, 500'ün üstünde deve, yüzlerce zırh, kılıç ve kalkan bulunuyordu. Hatta bazı rivayetlere göre, düşman ordusunun hepsi kılıç ve kalkana sahip bulunuyordu, çoğunun bineceği bir devesi de vardı. [479]

 

İnsan İle Allah Arasinda İmkân Ve İrâde Sınırı

 

«And olsun ki, siz Bedir gününde (şayi e silah bakımından) daha aşağı bir durumda iken Allah size yardım et­mişti.»

Allah'ın insan hayatından ve varlığını belli bir süre koruyup devam ettirmesinden yana koyduğu kanunlar olduğu gibi, milletlerin hayatı ve yaşama şansıyla da ilgili kanunları vardır. Buna «İMKÂN VE İRÂDE» veya «İMKÂN VE İNAYET» sınırı diyoruz. Hemen her konu ve olayda insan ken­dini imkân sınırına, diğer bir deyimle güc ve imkânının elverdiği son nok­taya kadar götürmek zorundadır. Çünkü ancak bu takdirde İlâhî irâde ve bu irâdeyle tecelli eden inayet gerçekleşir. Aksi halde insan bu tecelliden kendini mahrum etmiş olur.

Bakara sûresinde de belirttiğimiz gibi, beşer kendine düşeni yapar, imkân sınırının son noktasına gelirse, Allah da kendine lâyık olanı ya­par, irâdesi inâyetiyle tecelli eder.

İşte gerek Bedir savaşı, gerekse Uhud savaşı sözü edilen ilâhî sün­neti en acık ölçü ve anlamda yansıtan iki önemli olaydır. Sevgili Peygam­berimiz (A.S.) Bedir savaşında mevcut imkânların hepsini kullanarak ken­dini son noktaya kadar getirmiş ve: «Allahım! eğer şu birkaç kişiden iba­ret olan müslümanlar helak olursa, yeryüzünde Sana ibâdet eden kalmaz» diyerek O'nun irâde sınırında yüksek inayetinin tecellisini ve mü'minlerden yana olan imdadını dilemişti.

Kuvvetler arasındaki dengesizlik ve Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ge­riye başka imkân bırakmayıp sözü edilen sınıra kadar gelmesi, artık ilâhî yardım ve imdat kapısının açılmasına yeterli sebep teşkil ediyordu. Nite­kim 3000 meleğin imdada sunulmasının bir nedeni de budur. Uhud sava­şında da içleri dışlarına uymayan ikiyüzlü münafıklardan 300 kişinin sa-vaşmayıp geri çekilmesi kuvvet dengesini daha cok bozmuştu. İmkân sı­nırının son noktasında bulunan Cihan Peygamberi, Allah'ın yüce irâde ve imdadını dileyerek savaşa başlamış ve tam zafer elde edilirken verilen emre aykırı hareket edenler bir anda kendilerini imkân sınırının gerisine itmişlerdi. Ara yere nefs ve gaflet girmiş bulunuyordu. İlâhî kanunların te­celli sebeplerini ve bandaki hikmetleri cok iyi bilen Efendimiz yeniden im­kânları birleştirip kan tüze ederek Allah'ın irâde ve inayet kapısına doğru ulaşmaya çalıştı. Böylece bir kez daha imkân sınırının son noktasına ken­dini ve arkadaşlarını getirmesini bildi. Ama bu arada hayli sıkıntılara uğ­radılar, o başka..

Kur'ân bu sınırı ve tecelli eden inayet ve imdadı şu âyetle açıklıyor:

«And olsun ki, siz Bedir gününde (sayı ve silâh bakımından) daha aşağı bir durumda iken Allah size yardım etmişti.» [480]

 

Meleklerin Yardıma Gelmesi

 

«Allah bunu sırf müjde olsun ve albiniz iyice yatışsın diye yapmıştır.»

Gerek Bedir, gerekse Uhud savaşlarında mü'minlerin imân ve cesa­retini artırmak, morallerini yükseltmek; düşmanın gözünü korkutup cesa­retlerini kırmak için insan suretinde, belli alâmetler taşıyarak beyaz at­lara binmiş vaziyette melekler indirilmişti. Aslında Allah melekleri gön­dermeden de yardım edebilir veya başka bir yoldan imdat kapısını mü'min-lere açabilirdi. Ama olayı sebep ve İllete bağlamayı, sebebi de âdet üstü bir mu'cizeyle bağlantılı kılıp tecelli ettirmeyi murat etmişti. O halde öyle olması gerekiyordu.

Bu nedenle diyebiliriz ki, inen melekler ne silâh kullanır ,ne de adam öldürürlerdi. Birçok rivayetler de aynı hususu yansıtmaktadır. Aksi halde savaş için hazırlık yapmanın, silah imal etmenin gereği kalmaz, kuru bir tevekküle kapı açılır ve bunun tabii sonucu olan atalet başlardı. Bu ba­kımdan ilim adamlarımızın çoğuna göre, meleklerin bizzat savaşı sürdür­mesi ve düşmanı katletmesi ilâhî âdetten değildir.

Müfessir İbn Kesîr diyor ki: «Gelen melekler vurmuyorlardı, onlar sa-

dece âdet ve medetti.»

Kur'ân'da ise bu husus şu âyetle belirtilmektedir: «Allah bunu sırf müjde olsun ve kalbiniz iyice yatışsın diye yapmıştır. İmdat ve yardım an­cak o yegane gaiib ve hikmet sahibi Allah kalındandır.»

Hz. Ali (R.A.) olayı şöyle nakletmiştir;

«Bedir gününde ordunun ortasında yer almış bulunuyordum. Bir ara daha önce benzerini görmediğim şiddetli bir rüzgar esti, az sonra yine ay­nı ölçüde ikinci ve sonra üçüncü birer rüzgâr daha esti. Birinci rüzgar Cebrail'in bin melekle inerek Resûlüllah (A.S.)ın yanında yer almasıydı. İkinci rüzgar Mikâil'in bin melekle sağ kanatta, üçüncü rüzgar İsrafil'in bin melekle sol kanatta yer almasıydı.» [481]

Müfessirlerin çoğu bu meleklerin kıyamete kadar savaşlarda imkân ve irâde sınırını bilip kendini ona göre hazırlayan mü'minlerin yardımına tahsis edildiklerini belirtmişlerdir. İbn Abbas (R.A.) ile Mücahit ise, bun­ların sadece mü'minlerin imkân ve cesaretini artırmak, düşmanın moralini bozmak için savaşa katılacaklarını söylemişlerdir. [482]

 

Rahmet Peygamberinin İnsanlardan  Yana Sınırsız Merhameti

 

«Senin elinde emirden bir şey yoktur.»

Küpün içindeki sıvı ne ise dışına ancak o sızar. Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizin kalbinde geniş bir rahmet duygusu hâkimdi. Bu bakımdan söz ve davranışları anoak bu rahmetin tabii sızıntıları idi.

«Allah Bir'dir» dedikleri için birçok hakaret, eziyet ve işkencelere uğ­rayan Cihan Peygamberi {A.S.) ve çevresinde yükselen imân kalesini oluş­turan arkadaşları İslâm'dan aldıkları derin zevk ve Kur'ân'ın sunduğu yük­sek aşk ve heyecanla her şeye göğüs gerdiler. Ama inkâr fırtınası dinmek bilmiyordu. Küfür, onları Mekke'yi terke zorluyor, ekonomik abluka plânı uyguluyor ve imha yollarını araştırıyordu. Sonunda Hicret emri geldi, Al­lah dostları yanlarında en kıymetli servetten olan imân ve irfanlarıyla Me­dine'ye göç ettiler. Ne var ki azgın müşriklerin mü'minlere karşı duyduk­ları kin ve öfke ateşi bir türlü sönmek bilmiyordu. Bu kez ordu hazırlayıp

Medine üzerine yürüdüler. Bedir savaşında yenilgiye uğrayıp ileri gelen­lerinden birkaç kişiyi de kaybetme bedbahtlığına uğradılar. Büsbütün kin­leri arttı, intikam ateşiyle yanıp tutuştular ve bu yenilginin öcünü almak üzere daha güçlü ve disiplinli bir ordu hazırlamaya koyuldular. Böylece Uhud savaşına daha hazırlıklı geldiler. Müslümanların yanlış hareketi, em­re itaatsizlik savaşın bir anda kaderini değiştirdi; galip durumda iken mu1-minler yenilgiye uğrama felâketiyle yüzyüze geldiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz başından ve yüzünden yaralandı, mübarek dişi kırıldı. Bu yüz­den müşriklere büyük bir belânın ineceğinden -bir rivayete göre- endişe duyarak : «Peygamberlerinin başını yarıp dişini kıran bir millet nasıl felah bulur?!» sözünü içten dışa vuran bir rahmetle tekrarladı. Sonra müşrik­lerden ilende İslâm'a girecek olanların veya onlar girmese bile çocukları­nın Müslüman olabileceğini düşünerek:

«Allahım! kavmimi bağışla, çünkü (hakkı ve hakikati) bilmezler», [483]

diyerek duâ etti.

Şüphesiz ki bu duâ, Hazreti Muhammed'in (A.S.) insanlardan yana gönderilen geniş bir rahmet olduğunu, içinde taşıdığı İlâhî rahmetin per­de perde aışa sızdığını gösterir.

Bunun üzerine Allah ona :

«(Ey Muhammed!) Senin elinde emirden bir şey yoktur; Allah ya on­ların tevbesini kabul eder, ya da onlara azâb eder. Çünkü onlar zâlimler­dir.»

«Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağış­lar, dilediğini azaba uğratır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet eden­dir.» mealindeki âyetleri indirdi. [484]

 

Rivayetler - Yorumlar

 

Müsevvemin - Müsevvimin :

a)  Melekler kendilerine has bir takım alâmetler taşıyorlardı.

b)  Kendilerini bir alâmetle bildiriyorlardı. [485]

c)  Allah onları (belli bir görevle) kâfirler üzerine göndermiştir.

d)  Başlarında    beyaz   sarıklar    bulunuyordu ve bu sarıkların uçları  (taylasanı) omuzları arasına sarkıyordu. [486]

e)  Atları da beyaz siyah karışımı (kır) bir renkte bulunuyordu. [487]

f)  Atlarının kuyruk ve yelesi vardı, kuyruklar topuz haline getirilmiş, yeleler örülmüştü.

g)  Atlarının alın ve kuyrukları beyaz yün renginde ve biçiminde idi.

h) İnen meleklerin atları, sahabeden Mikdad'ın (R.A.) atı gibi kır idi. Cebrail de sarı renkte bir sarıkla temessü! etmişti. Eu, Hz. Mikdad'a ve bîr de sarı renkte sarık kullanan Hz. Zübeyr'e ilâhî bir iltifattır. [488] gibi ma­nalara gelir. [489]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle, ilâhî sünnete uyan mü'minlere erişen Allah'ın imân ve cesareti artırıcı, moral yükseltici yardımından ve böyle anlarda onlara olan imdadından sözedildi. Bu arada mü'minlerin Allah'a karşı gelmedik­leri, O'na karşı üstün saygı besledikleri ve bu saygının verdiği korku ile her türiü kötülükten sakınıp TEVHÎD (Allah'ı bir bilme) odağında bir bütün­lük içinde bulundukları; imân ile sabrı birleştirerek amaca adım adım git­mesini planladıkları takdirde her zaman üstünlük sağlayacaklarına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, İslâm'a karşı çıkan kitaplılarla kitapsızların, in­sanları sömürerek kuvvet hazırladıklarına değiniliyor ve bu nedenle mü'­minlere faiz ve benzeri gayr-i meşru kazançların kapısı kapatılıyor. İçin­de insan hakkı, yetimlerin kanı, dul ve yaşlıların ahi bulunan bir kuvvetin başarılı olamıyacağı dolaylı yoldan hatırlatılıyor. [490]

 

Meali

 

130—  Ey imân edenler! Faiz'i kat kat artırarak   yemeyin,    Allah'tan (Ona karşı gelmekten ve O'nun buyruklarına karşı durmaktan) sakının ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza erişesiniz.

131—  Kâfirler için hazırlanan ateşten korkup sakının.

132—  Allah'a ve Peygambere itaat edin ki merhamet olunasmız.

 

İniş Sebebi

 

İİim adamlarımızdan Kaffal'a göre : Kitaplılarla kitapsızlar, İslâm'a karşı kahredici bir güç meydana getirmek ve Medine'de yükselip dünyayı aydınlatmaya yönelen imân ve irfan güneşinin te'sirini kesmek için kat kat faiz alıyorlardı. Bu yasak, bir bakıma mü'minleri uyarmak, böylesi­ne sakıncalı bir yoldan imkân hazırlamaya heves etmemelerini hatırlatmak içindi. Çünkü bu yolun hiçbir millete saadet va'detmediği muhakkaktı. O halde İnsan haklarını korumak, insana yakışanı emretmek, onun yüceliği­ne ters düşen ve yakışmıyan şeyleri yasaklamak için ortaya çıkarılan bir ümmetin her yönüyle ve her davranışıyla örnek olması gerekmez miydi? İşte Kur'ân âyetten âyete geçişi bu mânayla birbirine bağlamaktadır. [491]

 

İlgili Hadîsler

 

«Resûlüllah .(A.S.) Efendimiz köpek ve kanın bir bedel karşılığında ahm-satımıni; vücuda dövme yapan ve yaptıranın alıp verdiği bedeli (ve dövme yapmayı) yasaklamıştır. Faiz yiyene ve yedirene, suret (tapınmak için heykel ve put) yapana lanet etmiştir.» [492]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz faiz yiyene, yedirene, kâtibine ve şahit­lerine lanet etti ve : «Bunlar günahta ve lanete lâyık olmada eşittirler» bu­yurdu.» [493]

Hz. Ömer (R.A.) diyor ki:

«Allah'ın Kur'ân'dan en son indirdiği, riba (faiz) hakkındaki âyettir. Resûlüllah (A.S.) bunun açıklama ve yorumunu yapmadan vefat etti. (Ya­pılacak başka bir yorum yoktur). Siz faizi de, bu konudaki şüphelen de terkedin.» [494]

«Faiz yiyen kimsenin içi o nisbette ateşle dolar. Faiz yoluyla kazanı­lan malı ve o malı kazananın amelini Allah kabul etmez; yanında faizden bir kırat bulunduğu sürece Allah'ın lanetinde olur.» [495]

 

Faizin Haram Kılınmasının Nedenleri

 

Bakara sûresi 275'den 2S0'e kadar olan âyetlerin tefsirinde bunların bir kısmını belirtmiş ve sekiz madde halinde sıralamıştık. Burada ise diğer bazı nedenlerini açıklıyoruz :

1.  Parayı vasıta olmaktan çıkarır, onu kademeli biçimde gaye haline getirir. Para gaye ve hedef altında, ara yerde ne kadar güzel ahlâk, fazilet ve din ile uyum halinde olan yararlı örf ve âdetler varsa, çoğu çiğnenir.

2.  Her iyiliğin (!) sadece maddî bir karşılık beklenerek yapılmasını öl­çü olarak ortaya bırakır. Böylece Allah'ın hoşnutluğunu kazanma inancıy­la yapılmakta olan iyilik ve hayırlar ve ilgili düşünceler felce uğrar.

3.  Orta tabakanın kalkmasını, küçük esnafın daha da ezilmesini hız­landırır. Bu bakımdan toplum yapısında denge bozulmuş olur.

4.  Körpe dimağlara, çalışıp alın teriyle, el emeğiyle para kazanmanın fazîleti aşılanacağı yerde, faiz ile para yatırmanın hevesi işlenmiş olur. Bu, bir nesli maddeci yetiştirmek için yeterli sebep sayılabilir.

5.  Âhireî inancını yıkar, Allah huzurunda hesap verme sorumluluğunu siler. Hayatı bir bakıma yeme, içme, uyuma ve bazı zevkleri yerine getir­me gibi basit ölçülere bağlar. Dünyaya gelmenin başka bir amacı olmadiğını telkin eder.

6.  Ölü yatırımı yaygmlaştınr. Çalışmadan, çalışanın emeğinden geçin­menin verdiği uyuşukluk ve hareketsizliği sâri bir hastalık haline getirir.

7.  Yakın dostlar arasındaki manevî bağların kopmasına neden olur. Artık ne akrabalığın, ne de dostluğun gerçek anlamı kalır.

Günümüzde bu saydıklarımızın hemen hepsi belirgin hale gelmiş ve sosyal yapıyı için için kemirerek onları ayakta tutan manevî bağların kop­ması gibi çok elim bir sonucu doğurmuştur. Başka neden aramaya ne ha­cet!,, [496]

 

Faiz Yasağında İzlenen Pedagojik Yöntem

 

Kur'ân'da faiz yasağı dört kademe halinde açıklanmış; Allah'a ve âhi-ret gününe inananlara konuyu hazmettirme amacı güdülmüştür. İçki ya­sağıyla ilgili âyetlerde de aynı pedagojik yöntem uygulanmış ve çok olum­lu sonuçlar sağlanmıştır. Bu, daha çok ilgili yasağa karşı kafaları hazır­lamak, dikkatleri çekmek, ortamı oluşturmak ve sonuca varabilmek me­todunu yansıtır. Bugün İslâm ülkelerindeki vaiz ve hatiplerimiz bu metotla yola çıkmış olsalardı, çok uzun mesafeler katetmiş olurlardı. Ne yazık ki, Kur'ân ve Peygamber (A.S.) Efendimizin işlediği bu ilâhî metodu bilenler pek azdır. Şüphesiz ki bu bir öğretim ve eğitim işidir. Akademik çalışma ister; yetenekli uzman yetiştirmeyi gerektirir. Özellikle memleketimizde açılan ilgili enstitü ve fakültelerde henüz böyle bir program sanırım mev-çut değildir. Aynı zamanda bu metodu işleyecek eleman da yetiştirilme-miştir. Büyük bîr noksanlıktır. Üzerine vakit kaybetmeden eğinilmesi ge­reken bir meseledir.

Neden bu metoda ihtiyaç vardır?

İnsan psikolojik yapısı İtibariyle konulan her yasağa karşı çoğu kez tepki gösterir. Hürriyetinin kısılmasını istemez. Harama gösterdiği, yakın ilgiyi çoğu zaman helâla göstermez. Kendisine yararlı binlerce helâl mad* de ve meşru yol açık bulunurken onları bırakıp haram ve yasağın peşine takılmak ister. Kafası daha çok o gibi şeylerle meşgul olur.

O halde hem onun sınırsız hürriyet arzusunu frenlemek, hem konulan yasağı kademeli biçimde sıkmadan, üzmeden işlemek için sözü edilen me­toda büyük ihtiyaç vardır. En son söylenecek sözü en evvel söylemenin nasıl bir aksi te'sire yol açtığını hepimiz biliriz. Büyük liderlerin mümeyyiz vasıflarından biri de çok düşünüp öylece konuşmak, en son söylenecek sözü yine en sona bırakmak değil midir?

Şimdi Kur'ân'da sergilenen ve pedagojik bir yöntemle sıralanan faiz yasağıyla ilgili âyetlerin dört kademe halinde nasıl açıklandığını görelim:

Birinci kademe :

«İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah yanında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek verdiğiniz zekât (böyle değildir), işte bunlar (zekât verenler) onun karşılığını kat kat artıranlardır.» [497]

Bu, faizin haram kılındığını açıklamıyor; sadeoe ANah katında artma­dığına dikkatleri çekiyor ve ileride konulacak yasağa kafaları hazırlıyor.

İkinci kademe:

Medine'de ikinci kademede inen âyette : «Yahudilerden (çoğunun) zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alıkoymaları, men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara haram kıl­dık.» buyurulmuştur. [498]

Bu âyetle de faizin haram kılındığı açıklanmıyor. Sadece Yahudilerin bu yüzden azaba hak kazandıklarına dikkatler çekilerek, faizin hayırlı bir kazanç olmadığı belirtiliyor.

Üçüncü kademe :

Yine Medine'de üçüncü kademede inen âyetle : «Ey îmân edenler! faîz'i kat kat artırarak yemeyin. Allah(a karşı gelmekten ve O'nun buyruk­larına karşı durmak)dan sakının ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza erişesiniz.» [499]

Bu, faiz yasağının ilk adımı ve ortamı hazırlamanın kesin ifadesidir. Ancak bir şüphe vardır: Kat kat artırılarak alınmıyan faizler helâl mıdır? Kur'ân bu şüpheyi bir süre sonra ortadan tamamen kaldırıyor ve yasağın en son ve kesin hükmünü koyuyor.

Dördüncü kademe:

«Ey imân edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı bırakın; eğer gerçekten inanmışsanız (Rabbinizin emrine uyun).» [500]

Bakara süresindeki altı âyet, artık faizin tek kuruşuna cevaz vermiye-cek biçim ve anlamda kesin bir hüküm getirmiştir.

O halde konumuzu oluşturan faiz hakkındaki âyet üçüncü kademede inmiştir. Dördüncü kademede inen âyetler bunu açıklar mahiyette hüküm­ler taşımaktadır.

Görüldüğü gibi, âyetler arasındaki kronolojik sırayı bilmek, hangi âyetin müfesser, hangisinin müfessir olduğunu tesbit etmek ,iniş sebep­lerini bilmek; hangi âyetin karşılığında hangi hadîslerin söylendiğini be­lirtmek şarttır. Aksi halde yapılan yorumlar, çıkarılan hükümler çok yanlış bir sonuç verir. [501]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle sosyal yapıda ve daha çok İslâm cemaati arasında meydana getireceği yıkımdan dolayı faiz işlemi yasaklanmış; mü'minlerin alın teri ve el emeğiyle sağlayacakları helâl kazancın toplum bünyesinde çok sağlıklı bir denge oluşturacağına işarette bulunulmuştu.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî yasaklara uyuiduğu takdirde, sonsuz bir saadet yurduna ve ilâhî mağfiretin temizleyici ve kurtarıcı kapısına giri­lebileceği hatırlatılıyor. Müslüman cemaati arasında yardımlaşma ve da­yanışmanın İslâm'a has bir haslet olduğu belirtiliyor ve bu arada sözü edilen haslete sahip olanların bazı vasıfları övülerek anlatılıyor ve daha çok dikkatler buna doğru çekilmeğe çalışılıyor. [502]

 

Meali :

 

133—  Rabbinizden bir mağfirete ve eni (genişliği) göklerle yer kadar olan Cennet'e koşuşun ki, orası saygı ile Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar için hazırlanmıştır.

134—  Onlar ki .bollukta da, darlıkta da (Allah'ın hoşnutluğuna eriş­mek için) harcarlar; öfkelerini yutarlar, insanları (kusur ve günahlarına bakmayıp) bağışlarlar. Allah İse iyilikte bulunanları sever.

135—  Ve onlar ki, bir hayâsızlık işledikleri veya kendilerine zulmet­tiklerinde Allah'ı anar, günahlarından dolayı istiğfar ederler -günahları da Allah'tan başka kim bağışlar?- ve yaptıkları (kötülük, kusur ve günah) üzerinde ısrar edip bile bile durmazlar.

136- İşte onların mükâfat, Rablarmdan bir bağışlanma ve ^tlmndan .rmaklaTakan cennetlerdir; orada devaml, kalıcılardır, (ly.-yararl.) amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!

 

İlgili Hadîsler

 

Resûtüllah (A.S.) Efendimiz, Rum krah Herakliüs'a yazıp gönderdiği mektupta onu, genişliği göklerle yeryüzü kadar olan Cennet'e de davet ediyordu. Herakliüs bu mektuba verdiği cevapta, «Beni, genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet ediyorsun; ya cehennem nerede?» diye bir soru yöneltmişti. Onun bundan kasdı şu idi: Cennet göklerle yer kadar genişse, geriye başka bir yer kalmıyor demektir. O halde cehennem ne­rede? diyerek böyle bir iddianın yerinde olmadığını hatırlatmak istiyordu. Gelen mektup okunduğunda, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Sübhanel-lah! Ya gündüz gelince gece nerede?» buyurarak onların aklına göre ko­nuşma ihtiyacını duymuştu, [503]

«Öfkelerini yutarlar,»

Kudsî hadîste buyuruluyor ki:

«Ey âdem oğlu! Öfkelendiğin zaman beni an ki ben de Öfkelendiğim­de seni anayım ve helak olanlar arasında seni heiâk etmiyeyim.» [504]

«Güçlü adam olmak güreş ve kahramanlıkla değildir. Asıl güçlü kim­se, öfkelendiğinde kendine hâkim olandır.» [505]

«Sizden biriniz öfkelendiğinde ayakta ise otursun; öfkesi geçerse ne güzel; geçmediği takdirde uzansın.» [506]

«Şüphesiz ki öfke şeytandandır; şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O halde sizden biriniz öfkelendiğinde abdest alsın.» [507]

«İnsanları (kusur ve günahlarına bakmayıp) bağışlarlar.»

«Kim kendisi için (Cennette) binaların görkemli ve şerefli olmasını, derecelerinin yükselmesini arzu ediyorsa, kendisine haksızlık edeni bağış­lasın; kendisini mahrum edene versin. Kendisinden ilgisini kesenle ilgi kursun.» [508]

«Kıyamet günü olunca, bir çağrıcı şöyle seslenir-. İnsanları affeden­ler nerede? Rabbinize hazırlanıp yönelin, mükâfatınızı alın. (Ve Allah bu­yurur: Affetmesini bilen her müsiümanı cennete koymam benim üzerime bir haktır).» [509]

«Onlar ki, bir hayâsızlık işledikleri veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anar, günahlarından dolayı istiğfar ederler.»

«Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah affedip bağışlamak için günah işleyen bir kavim getirirdi.» [510]

«İstiğfarda bulunan kimse günde 70 defa bile dönse, yine de günah üzerinde ısrar etmemiş sayılır.» [511]

«Merhametli olun ki merhamet olunasınız. Bağışlayın ki bağışlanası-niz.» [512]

«Cömert kişi hem Allah'a yakındır, hem de insanlara ve Cennete ya­kındır, ateşten de uzaktır. Cimri kişi hem Allah'tan uzaktır, hem insanlar­dan ve Cennetten uzaktır; ateşe de pek yakındır. Cömert câhil, cimri âbid-den Allah katında daha sevimlidir.» [513]

 

Cennetin Genişliği Ve Büyüklüğü

 

«Eni  (genişliği)  göklerle yer kadar olan Cennet.,»

Kâinat düşünebildiğimizden çok daha büyüktür. Yıldızlar arasında milyonlarca ve milyarlarca yerküreyi içine alabilecek büyüklükte olaniarı vardır. Yıldızların sayısını ise ancak Allah bilir. Bu kadar çok ve aynı zamanda birbirinden milyonlarca kilometre uzaklıkta bulunan yıldızların kap­ladığı boşluğun büyüklüğünü bile düşünmek çok zor. Hiç bir yıldız diğe­rine çarpmamakta, her biri ilâhî sünnete uyarak yaratıldığı amaca uygun hareketini sürdürmektedir.

Allah yalnız bu uçsuz bucaksız kâinatı ve içindeki milyarlarca yıldız­ları yaratmakla kalmamış; geleceği de belli plâna göre düzenleyip çizmiş ve en ince hesaplarla ölçü ve anlamını belirlemiştir. Her olayı, her plân ve programı kozalite (nedensellik) kanunlarına bağlamış, böylece insan ak­lını harekete geçirmek için açık kapılar, temel bilgiler ve ilmî veriler koy­muştur.

Gerçek bu olunca «Gökler» deyiminin anlamı nedir? Bundan güneş sistemi mi, yoksa diğer sistemler mi kasdediliyor. Çünkü görülebilen yıl­dızlar, tıpkı güneş gibi «gökada» denilen sınırlı bir evrene aittir ve yassı bir disk şeklindeki «gökada» milyonlarca yıldızdan meydana gelmiş bir kuşak gibi (Samanyolu) görünür. Daha güçlü âletler, bazı ayrıntıları almak­la birlikte, bizim gökadamızla başka gökadaların bulunduğunu ortaya koy­muştur.

Acaba «yedi gök» denilince bu gökadalar hatıra gelebilir mi? Bir de Yıldız kümesi, küresel yıldız kümeleri vardır ki bunlar on binlerce yıldızı kapsayan dairesel birer topluluktur ve merkez bölgeleri yıldızlardan ayırt edilmiyecek kadar yoğundur. Bunlardan çok azı çıplak gözle görülebilir. Daha çok «Kızıl Işıksla yapılan gözlemlerle keşfedilebilmişlerdir. Küresel yıldız kümeleri, gökadanın dış uydularıdır. Göklerden maksat, gökadala-rıyla birlikte bunlar mıdır? Bilmiyoruz. Çünkü bunların ötesinde daha bir­çok yıldızlar, sistemler, kümeler vardır. Hadîslerden anladığımıza göre bu sayılanların ötesinde ARŞ ve KÜRSÎ bulunuyor ki ikisinin büyüklüğü dü­şünce sınırını aşmaktadır.

Resûlültah (A.S.) Efendimiz bu hususu şu hadîsleriyle bize anlatmaya çalışmıştır:

«Yedi gök ve yerküre, Kürsi'ye oranla çöle atılmış bir dirhem gibidir, Kürsî ise Arş'a oranla çöle atılmış bir halka gibidir.» [514]

Evet, Allah'ın yüce kudreti bunlardan çok üstün ve çok daha büyük­tür. Kur'ân, Kürsî'nin gökleri ve veri içine alacak genişlikte olduğunu açık­lamaktadır. İlâhî kudret ise varlık âleminin tümünü kapsayıp kuşatmıştır.

O halde göklerde, ister güneş sistemi, ister diğer sistemler; ister gök­adalar, isterse bunlarla birlikte, yani gökadalara bağlı bulunan yıldız kümeleri kasdedilsin. Cennetin büyüklüğünü düşünmek bile çok zordur. Biz yine en azından gezegenlerin büyüklüğünü ve birbirine olan uzaklığını he-saplıyalım, şu dünyadan milyarlarca defa büyük ve geniş bir Cennet kar­şımıza çıkar. Kaldı ki dünyamızdan milyarlarca defa büyüklükte yıldızla­rın var olduğu kesinlik kazanmıştır; Cennet bir ihtimalle onlardan birinde olabilir. Kur'ân'ın verdiği ölçü bize nisbetledir; anlayabilmemizi kolaylaş­tırmak içindir.

Durum bu olunca, karşımızda bizi bekleyen ölüm neye? Neden bir is­tihale geçirme kanununa bağlı tutulmuşuz? Ölmeden bu kadar geniş ve aynı zamanda mutlak mutluluk sunan bir âleme neden doğrudan gidemi­yoruz? Bunun cevabını Bakara sûresinde geniş biçimde açıklamıştık. Bu­rada kısaca belirtelim ki, biyolojik yapımız oranın yani Cennetin şartları­na göre değildir. Biz sadece dünyadaki şartlara uyum sağlıyabiliriz. Bu ölçü ve nitelikte yaratılmışız. Dünyaya ayak basmadan Ğennet'e git­memiz mukadder olsaydı, ne oranın kıymeti bilinir, ne de insanlar arasın­da bir fark kalırdı. Bizleri melek tabiatlı, diğer bir deyimle bizi onlar gibi yaratsaydı, buna gerek kalmazdı. Yani bizim insan olarak değil, melek olarak varlık âlemine ayak basmamız gerekirdi. O takdirde dünya denilen bir âlemin yaratılması lüzumsuz kalırdı. Çünkü dünya zıtların mücadele ettiği, ihtiyaçların birbirini kovaladığı bir uğraktır. İnsanı harekete geçiren, ardı-arkası kesilmiyen mücadelelere iten de işte budur! Melekler zıtlar âle­minde bulunmuyorlar. İhtiyaç düzeyinde de değillerdir. O halde ne müca­dele ortamı vardır, ne de sürtüşme ve tartışma. Her biri Allah'a ibâdetin derin zevki içinde verilen emri kusursuz yerine getirmeğe devam etmek­tedir.

Bunun için ölmemiz, bir istihale geçirmemiz ve âhiret âleminin şart­larına uyum sağlıyacak yeni bir bedene kavuşmamız gerekiyor. [515]

 

Gerçek Mutlu Olanlar Takva Sahipleridir..

 

«Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar için hazırlanmıştır.»

Mutluluğun en feyizli kaynağı, İnanan bir kalbin saygı dolu bir aşk ve hava içinde Allah'tan korkması ve kötülüklerden sakınmasıdır. Buna Kur'ân dilinde takva ve ittika denilir. İnsan kendini bu düzeye yaklaştırdığı oranda mutludur.

O halde genel anlamda iki türlü mutluluk vardır: Biri yüzeyde dünya­lıktan yanadır ki .insan ondan elde ettiği nisbette kendini mutlu sayar. Erişemediği veya eriştikten sonra kaybettiği ölçüde kendini mutsuz ka­bul eder. Diğeri ise, imân cevherinin önümüzü aydınlatan parlak ışığıyla Allah dostu olmanın verdiği mutluluktur ki, bu vadide kişi kendini Allah'a yakın hissettiği veya böyle inandığı oranda mutlu sayar. Bu mutluluğun da biri dünyaya, diğeri âhirete yönelik iki yüzü vardır: İnsan Allah'ın hoşnud-luğunu kazanmak uğrunda ne kadar iyiliklerde bulunur, güzel amel iş­lerse dünyada o ölçüde mutlu olur. Kendini Allah'a ne kadar yakın hisse­derse ve aslında O'nun sevgisine ne kadar lâyık olursa, âhirette de o nis­bette mutluluğa erişir.

Kur'ân'da konumuzla ilgili âyetlerle takva sahiplerini, sıradan in­sanlardan ayıran, onların fazilet alanındaki ölçülerini belirten sıfatlar şöy­le açıklanmaktadır:

1.  Bollukta da, darlıkta da Allah yolunda, O'nun hoşnutluğuna eri­şebilmek için gereken yerlere harcarlar; zaman olur ki daha muhtaçları kendi nefislerine tercih ederler.

2.  Öfkelerini yutarlar; hisleriyle hareket etmeyip olayları iman ve akıl süzgecinden geçirerek değerlendirirler.

3.  İnsanları kusurlarıyla değerlendirmez, hoşgörülü olmaya çalışırlar. Gerektiğinde affetmesini hem çok iyi bilir, hem de çok severler.

4.  Bir kötülükte, bir hayasızlıkta bulundukları zaman veya kendileri­ne bir haksızlık ettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günah ve kusurlarının bağış­lanmasını dilerler. Kalbleri hep istiğfarla meşguldür.

5. İşledikleri bir kötülük üzerinde bile bile ısrar etmezler; farkına va­rınca derhal Allah'a yönelip tevbe eder ve kötülüğün arkasından bir iyilik yapmaya çalışırlar.

İşte bu imân ve anlayışta bulunanlar için hem dünyada, hem âhirette mutluluklar vardır. Âhirette kendilerine verilecek mükâfat çok büyük ola­caktır; Cennetler onlar için hazırlanmıştır. Evet, takva 'nın karşılığı ancak bunlardır. [516]

 

Yorumlar – Rivayetler

 

 Rabbinizden bîr mağfirete koşuşun:

a)  Mağfireti gerektiren hususlara koşuşun.

b)  Cemaatle kılınan namazlarda İftitah Tekbirine koşuşun.

c)  Farzları yerine getirmeye koşuşun.

d)  Gösterişten uzak ibâdete ve güze! işlerde bulunmaya koşuşun.

e)  Faizden dolayı tevbe etmeye koşuşun.

Serrâ'  Darrâ':    (Ki bunu bolluk, darlık olarak çevirdik).

a)  Kolaylık - zorluk,

b)  Bolluk - darlık, zenginlik - fakirlik,

c)  Sağlık - hastalık, neşe - keder,

d)  Dünya hayatında Allah için harcar, öldükten sonra hayır ile vasi­yette bulunur anlamda iki devre,

e)  Refah günlerinde - musîbetli ve sıkıcı zamanlarında gibi, manala­ra delâlet etmektedirler. [517]

 

Tasavvuf

 

Sehl bin Abdullah et-Tüsterî (R.A.) diyor ki:

«Câhil ölüdür. İnsanlar ise uykudadır. İsyan edip günahlara dalan sar­hoştur. Günahta ısrar eden çoktan yok olmuştur.»

«Tevbe edenin alâmeti, günahlarını temizlemeğe çalışırken yeme, iç­me ve benzeri ihtiyaçlarını unutmasıdır.» [518]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Savaşta yenilgiye uğramanın nedenine işaret edildikten sonra zafe­rin bir ucunun takvaya, yani saygı dolu bir gönülle Allah'tan korkup kötü­lüklerden sakınmaya dayandığı belirtildi. Sonra bu ölçüde olan kişilerin vasıfları anlatılarak övüldü.

Aşağıdaki âyetlerle, savaşmanın ve savaşlarda üstün gelmenin ya da yenilgiye uğramanın milletlerin tarihinde bulunduğu hatırlatılıyor, ancak bütün bunların ilâhî sünnetlere bağlı bulunduğuna işaret edilerek Allah'ın milletlerin hayatıyla ilgili koymuş olduğu kanunlarını vebunların sınırlarını bilmemizin gerekli olduğu çok duyarlı biçimde işleniyor. [519]

 

Meali :

 

137—  Muhakkak ki, sizden önce (Allah'ın koymuş olduğu hayat ka­nunları gereği) birtakım olaylar, yollar, yöntemler, şeriatler gelip geçti. O halde yeryüzünde gezip dolaşın da (Hakk'ı inkâr edip Peygamberleri) yalan sayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.

138—  İşte bu  (haberler) insanlar için bir açıklama, (Allah'tan saygı dolu bir gönülle) korkup kötülüklerden sakınanlar İçin doğru yolu gös­terme ve bir öğüttür,

 

İniş Sebebi

 

Uhud savaşında İslâm mücahitlerinden bir kısmının iyi niyetle de ol­sa emre uymamaları sebebiyle savaşın kaderi bir anda değişmiş ve müs-lümanlar hayli kayıp vererek yüreklerinden vurulmuşlardı. Yukarıdaki iki âyet hem teselli anlamında, hem de milletlerin hayatında bu tür olayların cereyan ettiğini, edeceğini ve yıkılıp giden milletlerin hakkı inkâr, emre İtaatsizlik gibi çok sakıncalı bir yolda yürüdüklerini hatırlatmak için in­miştir. [520]

 

Gelip Geçen Milletlerden Geriye Kalan Eserler

 

«Muhakkak ki, sizden önce birtakım olaylar, yollar, yöntemler, şeriatler gelip geçti...»

Geçmişteki insan topluluklarının yaşayışlarını, karşılaştıkları toplum­sal ve siyasal olayların nedenlerini, inançlarını, gelenek ve törelerini, bi­limsel çalışmalarını ve elde ettikleri sonuçları bilmemizde büyük yararlar vardır. Milletlerin maddî ve manevî yapılarını ve bu anlamdaki yaşayışlannı ayrıntılarıyla tesbit etmek ise, kendi hayatımıza yön vermemiz bakı­mından çok önemlidir.

Bu arada geçmiş devirlerden kalma maddî kalıntıları gezip görmek, inceleyip anlamak, insanların geçmişi hakkında son derece yararlı bilgi­ler elde etmemize yardımcı olur. Hem arkeolojik çalışmalarla sağlanan belgeler nesnel olduğundan, eskiçağ dünyasını gerek töresel, gerekse di­nî yönlerden bize yansıtmada oldukça sağlam bilgiler verirler.

Bu çok lüzumlu konu asırlarca ihmal edilmiştir. Özellikle tarih öncesi arkeoloji gerçek bilim olarak ancak 1836'da kendisini kabul ettirebilmiş ve çalışmalar hızlanabilmiştir. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de on dört asır ön-çe buna yer verilmiş ve gelip geçen milletlerin ve insan topluluklarının da­ha çok maddî kalıntılarını gezip görmemiz tavsiye anlamında emredilmiş­tir. Ne yazık ki, Kur'ân'ın bu konudaki hikmeti çok geç anlaşılmış, bu yüz­den medeniyetin beşiği sayılan İslâm ülkelerinden sayısı belirsiz tarihî değeri yüksek eşya başka ülkelere kaçırılmıştır.

Kur'ân'da bu emir ve tavsiye tam 13 yerde kısa fakat çok duyarlı bi­çimde tekrarlanmıştır. [521]

Allah Kelâmında bu konuya ağırlık verilmesinin nedeni açıktır; bunu şöyle özetleyip sırahyabiliriz:

a)  Geçmiş milletlerin ve kabilelerin tarihini bilmek, böylece tarih bil­gisini sağlam belgelere dayandırmak,

b)  Tarih öncesi ve sonrası devirlerde insan topluluklarının yaşayışla­rını, inançlarını ve kültürel yapılarını tesbit etmek,

c)  Putlara tapanlarla bir olan Allah'a tapanlar arasındaki farkı anla­mak, aynı zamanda bâtılın insanlıktan yana örnek alınacak hiçbir şey. bı­rakmadığını, fakat ibret alınacak çok şey bıraktığını kalıntılarında görmek; haktan yana olanların insanlıktan yana örnek alınacak çok şey bıraktığı­na şâhid olmak,

d)  Küfrün, tuğyanın, zulüm ve haksızlığın insanları her devirde yıkıp yok ettiğini görüp ibret almak,

e)  Şekillendirilmiş taşlara ve ağaçlara, ayrıca bazı hayvanlara tapı­nıp asıl yaratanı arayıp bulmamanın, bu konuda Allah'ın insana sunduğu akıl ve diğer yetenekleri kullanmamanın insanlığa çok pahalıya mal oldu-nu görmek,

f) Daha güçlü ve uzun ömürlü olmalarına rağmen, Allah'ın koymuş olduğu hayat kanununa, yani Sünnetullah'a uymadıklarından yine en kah­redici darbeyi bu kanundan yediklerini anlamaya çalışmak gibi yararlı sonuçlar elde etmek her zaman mümkündür.

Bütün bu sıraladıklarımızı Kur'ân üç madde halinde özetler:

1. Bunda insanlar için bir açıklama vardır.

2.'Sakmanlar için doğru yolu bulup seçme fırsatı mevcuttur.

3. Allah'a kul olmanın derin-anlamını kalbinde taşıyarak derin bir saygı ile O'ndan korkup kötülüklerden sakınabilmek için nice ibretler ve öğütler sergilenmiştir, [522]

 

İlahi Sünnetler

 

«Muhakkak ki, sizden önce birtakım sün­netler gelip geçti...»

Kur'ân'da bu sünnete geniş yşr verilmiş ve ağırlık kazandırılmıştır. Tefsirimizde bu bakımdan sık sık buna temas etmekte ve gereken açık­lamayı bir bakıma tekrarlamaktayız. Çünkü inanan bir milletin ilâhî sün­netin kâinatta hükümran olduğunu jâhmesi çok, hem çok lüzumludur. İn­kâra sapıp olayları tabiata bağlıyarak işin içinden sıyrılıp çıkmak kolay, ama bunun sonucuna katlanmak çok zordur. Sırf Allah'ı unutturmak ve körpe dimağlara maddeciliği aşılamak için «tabiat böyle yaptı, böyle ge­liştirdi», «doğa bunun böyle olmasını zorunlu kıldı» gibi sözler kullanmak evet çok kolay ve basittir. Ama bu nedenle yetişen dinsiz bir neslin nasıl bir tuğyan içine gireceğini düşünmemek o nisbette körlük ve aşağılıktır.

Tarih bize gelip geçen milletlerin kendi kaderini bu sünnete uyarak, ya da uymayarak çizdiğini göstermektedir. Sünnete uyanlara hayatın yü­zü gülmüş, kudretin yardım eli uzanmıştır. Uymayanlara felâket kapıları açılmış, kudretin yardım eli uzanmamıştır.

Evet, «Yeryüzünde gezip dolaşın da (Hakk'ı inkâr edip Peygamber­leri) yalan sayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün..» [523]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçmiş milletlerden ve insan topluluklarından Hakk'ı inkâr edip Sün-netullah'ın sınırlarını aşanların yine bu sünnet gereği nasıl kötü bir so­nuca kendilerini ittiklerini, kalıntılarından görüp öğrenmekteyiz. Kur'ânda bu konuda yukarıdaki âyetlerle tavsiyede bulunuldu. Gezip dolaşmamızı, tarih öncesi ve tarih sonrası gelip geçen milletlerin birçok yapılarını yan­sıtan kalıntılarını görmemizi emrederek arkeoioji'ye kapı açtı.

Bu noktadan hareketle Uhud savaşında arzulanan amaca erişileme-diği üzerinde duruldu; bunun nedeninin dikkatsizlik ve itaatsizliğe dayan­dığına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, imân cevherine sahip olup Hak'tan yana sağlam bir doğrultuda bulunanların er-geç üstünlük sağlayacakları, düşmanlarına karşı zafer bulacakları haber veriliyor. [524]

 

Meali :

 

139— Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutlaka sizler üs-tünsünüzdür.

140-141— (Uhud Savaşı'nda) bir yara aldıysanız, şüphesiz ki o top­luluk da (Bedir Savaşı'nda) benzeri bir yara almıştı. Allah sizden şehitler (veya şahitler) edinmek, bir de Allah, imân edenleri seçip tertemiz kılmak (içlerindeki cevheri ortaya çıkarmak), kâfirleri yok etmek İçin bu günleri (bazen lehte, bazen aleyhte olmak üzere) insanlar arasında nöbetleşe döndürüp dururuz. Allah zâlimleri sevmez.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah IA.S.)ın arkadaşları Uhud savaşında dikkatsizlik yüzün­den dağılıp savaş düzenini kaybettiler. Fırsatı kaçırmayan Halid bin Velid bir süvari bölüğüyle dağa tırmanarak Müslümanları arkadan çevirdi. Du­rumun nezaketini anında farkeden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Allah'a sı­ğınmaktan başka çare kalmadığını bilerek ellerini kaldırdı ve şu duayı yaptı:    .

. «Allahımi düşmanlarımız üstünlük elde edemesinler. Allahim! bizim bütün güç ve kuvvetimiz ancak Seninle, Senin yardımınladır. Allahımi şu beldede bu neferlerden başka Sana ibâdet eden kimse yoktur,.»

Bu duâ üzerine yukarıdaki 139, âyet indi.»

Resûlüllah {A.S.} Efendimiz Uhud savaşından üzüntülü bir halde Me­dine'ye dönerken, kocasını, oğlunu ve yakınını bu savaşta kaybeden ka­dınlar da dövünerek ağlıyorlardı. Görünüm pek gönül açıcı değildi. Tam bu sırada 140, 141. âyetler teselli anlamında indi, [525]

 

İlgili Hadîsler

 

Uhud savaşının cereyan ettiği gün Müslümanlar hayli şehit vermişti.

Ebû Süfyan'ın arzusu yerine gelmişe benziyor ve keyfinden yerinde dura­mıyordu. Bir ara geçici bir zaferin verdiği sarhoşluk içinde Müslümanlara dönerek şöyle seslendi:

  Hayatta kalanlar arasında Muhammed de bulunuyor mu? Kimse ona cevap vermek istemedi. Bu soruyu üç defa tekrarladıktan

sonra;

—Hayatta kalanlar arasında Ebû Kuhafe'nin oğlu bulunuyor mu? Bu sorusunu da üç defa tekrarladı, ama nafile cevap veren olmadı. Sonra tekrar sordu :

  Aranızda Hattab oğlu Ömer bulunuyor mu?

Bu sorusunu da üç defa tekrarlardı. Çünkü eğer bu üo kişi şehid düş­müşse artık Müslümanlık sona ermiş sayılırdı. Onu dinlemekte olan Hz. Ömer dayanamadı ve :

  «Ey Allah'ın düşmanı! vallahi sen yalan söylüyorsun, sözü edilen üç kişi de hayattadır. Sana kalan sadece üzüntü ve ümitsizliktir. Öfken­den geber..»

Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz Ashabına dönerek şöyle buyurdu : «Ona cevap verseniz ya!» Ashab da : «Ne diyelim, ya Resûlel-lah?!» diye sorunca, şöyle buyurdu : «Deyin ki: Allah daha üstündür, O daha yüce ve daha kudretlidir.» Ashab da aynı sözü Ebû Süfyan'a ses­lenerek söylediler. Ebû Süfyan bu kez: «Bizim Uzzamız var, sizin uzza-nız yok..» dedi. Resûlüllah (A.S.): «Ona cevap verseniz ya!» buyurdu. As­hab da : «Ne diyelim?» diye sorunca şöyle buyurdu : «Allah bizim Mevlâ-mızdır (yegane sahibimiz ve yardımcımızdır). Sizin ise mevlânız yok­tur.» [526]

 

İmanın Değer Ölçüsü

 

Meyvanm en olgunu ağacın yüksek dallarında olur; erişebilmek için tırmanmak gerek. Nîmet külfet karşilığındadır. Akıl ve irâdeyi kullanarak elde edilen.sonuçtur ki kıymeti bilinir ve bu yolda yürüyenlerin asıl ölçü­sü ortaya çıkmış olur.

Hayat yolu zikzaklıda; bazen lehte, bazen aleyhte olur. Bir gün gül-dürürse, diğer gün ağlatır. Buriun sebebi açıktır: Böyle bir mücadele ol­masa hayat durur, atâlet başlar. İnsanlar arasında ciddi bir ayırım yap­mak, yani iyileri kötülerden ayırt etmek çok zor olurdu. Akıl, irâde, azim, gayret ve benzeri yeteneklerin âtıl bırakıldığı konularda sadece Allah'ın -yardımı île elde edilen birtakım sonuçlar âdetten olsaydı, kimin daha çok inandığını, kimlerin daha çok ciddi ve yetenekli bulunduğunu tesbit etmek çok zor olurdu. Çünkü bu durumda herkes ister istemez inanmak zorun­da kalırdı

İnsan kendine düşeni yapmaz, belli bir sınıra kadar erişmeye gayret etmezse, Sünnetullah'a, yani yeryüzünde câri oian hayat kanununa uy­mamış olur. Sadece kuru bir tevekkülle sonucu beklemek ise yarar yeri­ne zarar getirir. Bu durumda artık ne. sorumluluk kalır, ne de imânın an­lamı...

İşte Kur'ân'da özellikle bu husus açıklanmakta, ilâhî yardımın -yine O'nun koymuş olduğu hayat kanununa uygun- ne zaman tecelli edeceği belirtilmekte ve sebeplerine değinilerek insan aklına, irâde ve düşünce­sine geniş yer verilmektedir Bu ölçü ve anlamdaki imânın değeri kendili­ğinden ortaya çıkar. Davaya inanmaktaki farklı dereceler kendiliğinden anlaşılır.. [527]

 

Üstünlük Sağlamak İmân Kuvvetiyle Orantılıdır

 

«Eğer inanıyorsanız elbette sîzler üstünsün üzdür!»

Buradaki i m â n'ı mutlak anlamda düşünürsek, davasına daha çok inanıp gayret sarfedenler üstün gelir, sonucu kendiliğinden ortaya çıkar. O halde kâfirlerin bâtıla inanıp bağlandıklarından çok daha fazla mü'min-ler hakka inanıp bağlanmadıkça ve bu uğurda gayret sarfetmedikçe üs­tünlük sağlayamazlar. Bu durumda üstünlük bâtıldan yana olanlarındır. «(İşte) bu günleri insanlar arasında nöbetleşe döndürüp dururuz.» âyeti ilâhî kanunu sözü edilen hususa ışık tutar ölçüde hatırlatır. Uhud savaşın­daki hezimetin bir ueu buna dayanmaz mı? Çünkü Bedir savaşında yenil­giye uğrayan Mekke müşrikleri ümitsizliğe düşmemiş, üstelik gayrete ge­lerek ciddi bir hazırlıkla intikam almaya azmetmişlerdi.

İlâhî kanunu belirtilen anlamda açıklarken, bâtılın Hakka üstünlüğü, diye bir sonuç çıkarılmamalıdır. Sadece inanç ve ideallerdeki kuvvetin üstünlüğü söz konusudur. O halde mü'minlerin Allah'a olan imân ve bağ­lılığı -bütün sebeplere başvurmakla beraber- karşı tarafın bâtıla olan bağ­lılığının çok üstünde bir anlam taşımalıdır. Aksi halde zafer kuvvetindir. [528]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«İmân edenleri seçip tertemiz kılmak...»

AİJah'in ilmine nisbetle geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü O'nun ilmi ve kudreti bütün kâinatı kapsayıp ku­şatmıştır.

Evet, Allah olayları, meydana gelmeden önce, de bilir. Malûmat de­ğişip yenilendikçe O'nun ilmi değişmez ve yenilenmez. Bu bakımdan âyet­teki «seçip tertemiz kılmak»ı şöyle yorumlamak mümkündür:

a)  Katıksız bir imânı, münafıklıktan ayırt etmek,

b)  Allah dostlarının daha iyi tanınmasını sağlamak,

c)  Dâvaya gönülden inananların ölçüsünü ortaya koymak,

d)  Allah'a imân doğrultusunda ortaya konulan sabır, azim, cesaret ve fedakârlığı belirgin hale getirmek,

e)  Herkese ortaya koyduğu imân ve irfan nisbetinde karşılık vermek.. «Sizden şahitler edinmek»;

a)  Size şehîdlik mertebesiyle ikramda bulunmak,

b)  Sizi insanların ameline şâhid tutmak.. [529]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Uhud savaşma katılan mü'minlerin uğradıkları kısmî bir yenilgiden dolayı savaş azmini, cihat faziletini unutur gibi olduk­ları; ruhlarında bir duraklama.bedenlerinde bir gevşeme,kalblerinde derin bir üzüntü başladığı açıklandı. Ama zaferin köklü bir imâna, sarsılmıyan azim ve iradeye bağlı bulunduğuna işaret edilerek mücâhitler bir kez da­ha uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle bu husustaki ilâhî yönteme, insan toplulukları hakkında koymuş olduğu sünnete değinilerek mü'minlere en sağlam ölçü ve iyice düşünme payı veriliyor. Sonra çok önemli bir hususa temas edi­lerek gelecek günlere hazırlıklı olmaları emrediliyor: Her peygamber gi­bi Muhammed (A.S.) de bir insandır. O da bir gün hayata gözlerini kapa­tacaktır. Onun ayrılması davanın bittiğini değil, başladığını gösterir."O'nun tebliğ görevi bitince iş mü'minlerin himmet ve gayretine, Allah yolundaki

cihadına bağlı kalır. Aksi halde her şey elden gider, Müslümanlar perişan-iık   ir-inrlfl  sürünürlfir.

lık içinde sürünürler. [530]

 

Meali :

142—  Yoksa siz, Allah sizden cihâd edenleri belirleyip ortaya çıkar­madan, sabredenleri belli etmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?

143—  And olsun ki, ölümle karşılaşmadan önce onu temenni edip duruyordunuz. İşte onu gözlerinizle bakarak görüyorsunuz.

144—  Muhammed de ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice pey­gamberler gelip geçti. Eğer O ölür, ya da öldürülürse, ökçeleriniz üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönecek olursa, Allah'a elbet­te hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktir.

 

İniş Sebebi

 

Uhud savaşında İslâm mücâhitleri gerek aralarındaki münafıkların tahrikiyle, gerekse ikinci bir emri beklememekte bir sakınca görmemeleri sebebiyle yenilgiye uğradılar. Münafıklar bu arada fırsatı değerlendirerek Muhammed (A.S.)m öldürüldüğünü etrafa yaymaya çalıştılar. Bu haber bir anda şok te'siri yarattı, mü'minlerin morali bozuldu. Bu sonucu da iyi değerlendirmek için yine münafıklar kitle psikolojisinden yararlanarak şöyle telkinde bulundular: «Artık olan olmuş, Muhammed ölmüştür. Eli­nizi, yani dostluk elinizi Mekke müşriklerine uzatın. Çünkü nihayet onlar sizin kardeşlerinizdir.» Şüphesiz ki bu sözler her türlü saygı ve imân sı­nırını aşıyor, güneşin batıp bir daha doğmamasını arzuluyordu.

Münafıkların bu olumsuz yöndeki propagandasını ve kopardıkları yay­garayı tesirsiz hale getirmek için kumanda mevkiinde olanlar durmadan mü'minlere güven ve cesaret veriyor, dağılan askeri toparlamaya çalışı­yorlardı; derken 144. âyet indi. [531]

 

İlgili Hadîsler

 

«Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah'tan afiyet (beden ve ruh selâmeti) İsteyin. Ama düşmanla karşılaştığınızda sabredin ve bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.» [532]

«Bir peygamberin Allah yolunda öldürdüğü kimseye karşı Allah'ın ga­zabı şiddetlendikçe şiddetlenir. Allah'ın peygamberinin yüzünü yaralayıp bozan bir topluluk üzerine Allah'ın gazabı elbette şiddetlenmiştir.» [533]

 

Faziletin Hedefi Saadettir

 

«Yoksa siz, Allah sizden cihât edenleri be­lirleyip ortaya çıkarmadan, sabredenleri belli etmeden Cennet'e girece­ğinizi mi sandınız?»

Gerçek fazîlet, Allah'a imân doğrultusunda insanlığa iki cihan saadetinin kapısını açmaya ve bu uğurda sınırlı ömrü harcamaya çalış­maktır. Unutmayalım ki bu kapının açılması bilgi, cesaret, mücadele, hayırhahlık, cihad ve Allah yolunda harcama ister. Bütün bunlar sözü edilen faziletin mihengi sayılır. O halde insanlıktan yana bu ölçüdeki düşünceler muhterem olmakla beraber yeterli değildir; tatbikatta vücut bulması ge­rektir.

Kur'ân'da  bilhassa  imândan  kaynaklanıp gelen  faziletin  iki  önemli belirtisi  üzerinde duruluyor:

1.  Allah yolunda cihadı ibâdet bilip küfür ve tuğyanı durdurmak, Al­lan dinini üstün kılmak için durmadan çalışmak,

2.  Bu uğurda bir niae sıkıntılara göğüs gerip, «saadete erişmek mü-cadelesiz, külfetsiz ve belâsız olmaz» inancından hareketle sabrı ve gay­reti elden bırakmamak.

İslâm'ın mü'mine sunduğu bu iki ölçü, ya da alâmet, hayata ciddi bir hareket kazandırmayı, uyuşukluğu yenmeyi, imân aksiyonunu devamlı sahnede tutmayı amaçlar. Bu bakımdan her mü'min şu dünya hayatında­ki yerini ve görevini bilip belirlediği oranda Allah'a yakındır ve her insan da Allah'a yakın olduğu nisbette saadete erişmiştir.

İşte Allah'ın değişmiyen sünnetlerinden biri de budur. Kur'ân'm hayat verici havasına giren herkes bu sünneti bilmek ve kendini ona göre hazır­lamakla yükümlüdür. Aksi halde imân ve dindarlık ruhta ve mânada de­ğil, sadece kelimede ve isimde kalır.

Cennet mutlak saadet yurdudur. Yolu ise, Allah'a dosdoğru imândan sonra din ve ahiâka karşı çıkanlarla cihâd etmektir. Ne var ki bu yolun üzerindeki dikenlere ve engellere katlanmak gerekir. Bu da sabır ve ta­hammül ister; aynı zamanda dünyada da mes'ud olmanın ilk ve son öl-ölçüsüdür. [534]

 

İnsan  Ancak Allah'a Tapar

 

«Eğer Muhammed ölür ve­ya öidürülürse, ökçeniz üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz?»

İnsan olmanın ölçü ve anlamı, Yaratan'ını bilip O'na tapma bilinci­ne erişmektir. Aynı zamanda sınırlı hayat düzeyinde nelerle yükümlü tu­tulduğunu anlayıp hareket stratejisini çizmektir. Diğer bir deyimle Allah'­ın koymuş olduğu hayat kanununa göre plânlı ve programlı yaşamasını bilmektir. İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliklerden biri ve belki başta geleni bu değil midir?

Bu sebeple Kur'ân'da sözü edilen konuya sık sık değinilmiş ve bütün uyarılar yapılmıştır. Konumuzu oluşturan âyetlerle buna ayrı bir açıdan ağırlık kazandırılmış ve dikkatlerin Yüce Yaratana çevrilmesi amaçlan-rruştır.

Peygamberler, büyük mürşidler, velîler, âlimler ve sâlihierin görevi, insanlara bu imân ve şuuru aşılamak değil midir? Allah'ı bırakıp insana kul olmanın milletlere ve nice insan topluluklarına çok pahalıya mal oldu­ğunu unutmamak gerekir. Fânilere, Allah'a taparcasmc tapmak veya bü­tün kuvvet ve kudreti onlarda görmeye ve göstermeye çalışmak şirke ka­pı açmaz mı? Hıristiyan din adamları yanlış terceme edilen İncil'in tesiri altında kalarak bu hataya düşmediler mi? İsâ Peygambere Allah'ın oğlu diyecek kadar ağır bir şirki imânlarına karıştırıp onun ilâhî rengini değiş­tirmediler mi? Müslümanların böylesine fahiş ve de tehlikeli bir hataya düşmemeleri için Kur'ân'da Muhammed (A.S.)den söz edilirken «Allah'ın kulu ve resulü» tabiri kullanılmıştır. Birçok âyetlerle de Peygamberin asıl görevinin neler olduğu belirtilmiş, ona bir sınır çizilerek mü'minlere en sağlam ölçü verilmiştir.

Konumuzla ilgili âyetle, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğu vurgu­lanırken Muhammed (A.S.)ın sadece teblîğ ve irşad ile görevli bulundu­ğu, ondan önce de bu vadide bir nice peygamberlerin aynı görevle gelip geçtiği hatırlatılır.

Çünkü amaç, peygamberin şahsiyeti değil, onunla gönderilen hidâye­tin ışığı, hakk'ın nurudur. Peygamber hidâyetin kapısını açıp ilâhî nuru kalblere ve dimağlara çevirerek insanları aydınlatmaya çalışır. Bunun te­melini atar, esas ve prensiplerini koyar ve böylece görevi tamamlanır. Ondan sonra inanan bahtiyarlar bu hizmeti canla-başla sürdürürler.

Konuyu özetiiyecek olursak:

Muhammed (A.S.Jin ölmesi ya da öldürülmesi, dinde bir sarsıntı, bir gerileme ve zaaf sebebi olmamalıdır. Çünkü O da diğer peygamberler gi­bi bir insandır; elbetteki bir gün ölecektir. Peygambere ihtiyaç -ilâhî âdet ve sünnet gereği- dini teblîğ içindir. Teblîğ görevi tamamlanınca artık maksat gerçekleşmiştir. O halde Peygamberin vefatı, dinden dönmeyi ge­rektirmez, bilakis O'nun kurduğu ilâhî nizamın bütün sadelik ve parlak­lığıyla kprunması ve sürdürülmesi hususunda yeni bir devir başlar.

Nitekim Resûlüllah (A.S.} Efendimiz tebliğiyle görevli bulunduğu ni­zamı kurduktan ve görevini tamamladıktan sonra ümmetine şu tavsiyede bulunmuştur:

«Size iki şey bırakıyorum, onlara sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız:

Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin Sünneti...» [535]

Gün geldi, Kur'ân'ın açıkladığı kaza gerçekleşti; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz vefat etti. Bu acı haberi duyan mü'minler beyinlerinden vurul­muşa döndüler; çoğu buna inanmak istemiyordu. Hiç kimsenin ağzı ve di­li «Muhammed (A.S.) ölmüştür» demeye varmıyordu. Büyük sahabi Hz. Enes (R.A.) diyor ki : «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye ayak bas­tığı gün her şey aydınlığa kavuşuyor, Medine'de görülmedik bir sevinç ha­vası hüküm sürüyordu. Vefat ettiği gün ise her şey karanlığa gömülür gi­bi oldu.»

Müslümanların bu duygusal halini gören Ebû Bekir SIDDÎK (R.A.) ön­ce Hz. Âişe'nin (R.A.) evine girdi; Resûlüllah'ın yüzünün üstündeki örtüyü kaldırıp iki gözünün arasını hürmetle öptü ve Ona olan saygısını en anlam­lı biçimde dile getirdi. Sonra Mescid'e gelerek minbere çıktı ve hazır olan­lara şöyle seslendi:

«Kim Allah'a tapıyorsa* şüphesiz ki Allah hep diridir. Ona ölüm yok­tur. Kim de Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed ölmüştür.» ve sonra da konumuzla ilgili âyeti okudu. Hz. Ömer (R.A.) diyor ki: «Bu âye­ti sanki hiç görmemiş ve duymamıştım, Ebû Bekir bizi uyardı.»

tasavvuf! yönü

 «Yoksa siz, Allah sizden cihat edenleri belirleyip ortaya çıkarmadan, sabredenleri belli etmeden Cennet'e gire­ceğinizi mi sandınız?»

Âhİret saadetiyie ilgili bulunan âyette çok önemli bir noktaya işaret vardır. Küfre ve nefse karşı cihâdın önünde bir sürü sıkıntılar ve engeller mevcuttur. Tıpkı dikenin gül ile cömertlik etmesi gibi. Böyle olunca da dış görünüşüyle cihâdın dünya- saadetine açtığı hava pek doyurucu ve ferahlatıcı değildir. Çünkü amaç başkadır. Öyle olsaydı, iki ayrı saadetin aynı zamanda aynı gönülde gerçekleşmesi gerekirdi. Halbuki bu mümkün değildir. Ne var ki âhiret saadetinin yolu dünya uğrağından geçer; bu da oldukça yorucu, üzücü ve oyalayıcıdır. O bakımdan diyebiliriz ki sözü edi­len kavramların dışı ürkütücü ve korkutucudur. İçi ve sonucu ise ferahla­tıcı ve güven vericidir. O halde ebediyet yolculuğu sürüp giderken dün­ya uğrağında gerçek saadeti aramak, çölde su aramak gibidir. Saadet sandığımız nesneler, seraptan başkası değildir.

Özetliyecek olursak :

Dünyayı sevmek, gönül tahtına oturtmak âhiret saadetiyle birleşip bir araya gelemez. Hangisine daha cok ilgi duyulursa diğeri o nisbette nok­sanlasın Çünkü dünya saadeti ancak kalbin onunla meşgul olup zevk al­masıyla belirgin hale gelir; bu da nisbîdir, izafîdir ve geçicidir. Âhiret saa­deti ise kalbi Allah'tan başkasından boşaltıp Allah sevgisiyle doldurmak­tır. İşte bu iki sevgi ve arzu aynı gönülde aynı zamanda taht kuramaz. Bi­ri gelince diğeri gider.

Allah ve âhiret sevgisi de kuru bir iddiayla tamamlanmaz. Model ve örnek ister. O halde Allah'ın dinine sarıldığını iddia eden herkes sözünde doğru değildir; bu husustaki kıstası Kur'ân belirleyip önümüze koymuştur: Cihadın ölçü ve metodunu bilerek sahneye çıkan kimsenin karşılaşacağı sıkıntılar ve engeller sebebiyle Allah'a olan sevgisinde bir noksanlaşma meydana gelmemeli, üstelik bu sevgi ve imân artmalıdır.

Âyette bu, en anlamlı ve duyarlı biçimde açıklanarak deniliyor ki: «Yoksa siz, Allah sizden cihâd edenleri belirleyip ortaya çıkarmadan, sab­redenleri belli etmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?» [536]

 

Tarihî Yönü

 

Uhud savaşında yenilgiye uğramanın birçok sebepleri olmakla bera­ber bir nice hikmetleri de vardır. Hiç bir millet sonuna kadar üstünlük sağ­layamaz. Yenilgiden sonra zafere erişmek mukadder olduğu gibi, zaferi elde ettikten sonra yenilgiye uğramak da mukadderdir. Ne zafere çok se­vinmek, ne de yenilgiden dolayı fazla üzülmek.. Çünkü asıl saadet veya felâket bunlar değildir. Her geçen gün artan imân, gelişen irfan ve derin­leşen Allah ve Resûlüllah sevgisidir. Savaşlar bir bakıma dengeyi sağla­mak, tuğyanı durdurmak, aşırılıkları önlemek içindir. Bir bakıma da mil­letleri ve fertleri ciddi bir denemeden geçirmeyi içermektedir.

Uhud savaşında maksadın bir ucu da, mü'minleri ciddi bir imtihan­dan geçirmeye uzanmaktadır. Nitekim öyle oldu.

Resûlüllah (A.S.) Efendimize taş atıp dişlerini kıran ve yüzünü yara-lıyan Abdullah bin Kamia el-Harisî bu fırsatı daha iyi değerlendirmeyi dü­şünerek Resûlüllah'ı öldürmek için koştu, tam bu sırada Resûlüllah'a bi­raz benziyen Umeyr oğlu Mus'ab (R.A.) onu karşıladı, çetin bir vuruşma­dan sonra Mus'ab şehît edildi. Abdullah, vuruştuğu kişinin Peygamber ol­duğunu sanmış ve bu yüzden heyecanlanıp sesinin çıktığı kadar bağır­mıştı : «Muhammed'i öldürdüm, Muhammed'i öldürdüm!.» Bu haber yıldı­rım hızıyla yayıldı. Henüz imânın tam zevkini kalblerinin derinliğine yerleştiremiyen bazı zayıf iradeli Müslümanlar ve daha çok münafıklar: «Keş­ke Abdullah bin Ubey aramızda olsaydı da bizim için Ebû Süfyan'dan eman dileseydi!» diye hayıflandılar. Münafıklardan bir kısmı ise, «Eğer Muham-med peygamber olsaydı öldürülmezdi. Artık her şey bitti, eski dostlarınıza ve_eski dininize dönmenizin zamanı geldi,» diyor, durmadan şüphe ve te-reddütlerdoğuruyorlardı.Onların bu sinsi ve hâince yaygarasını duyan bü­yük mücahit Enes bin Nadir (R.A.) öne atılıp şöyle seslendi:

«Ey Müslüman Cemaati! Eğer Muhammed (A.S.) öldürüldüyse, Mu-hammed'in Rabbi diridir, O ölmez. Siz Resûlüllah'tan sonra dünya .haya­tını ne yapacaksınız? Ondan sonra yaşamanın ne tadı ve değeri var? Onun dâvası uğrunda savaşın, canını verdiği din için canınızı verin. Bun­dan daha üstün şeref ve saadet mi istiyorsunuz? Kendinizi toparlayın, ge­len seslere kulak vermeyin. Resûiüllah'ın açmış olduğu cadde bütün ge-nişliğiyle önünüzde duruyor.. Artık ne bekliyorsunuz?»

Bu sözler, kükreyen bir imândan yükseliyor, dalga dalga duygulan kaplıyordu. Hz. Enes sadece imân gücünü sözde bırakmadı, kılıcını çekti ve «Allahım! bunların söylediklerinden sana sığınırım.» diyerek düşmana saldırdı. Bir şimşek gibi parıldıyan kılıcının karşısında durmak ne müm­kün. Allahu Ekber sesi kalbleri hançer gibi delip geçiyor, mü'minlerin imâ­nım, kâfirlerin küfrünü artırıyordu. Derken Hz. Enes ağır yaralar aldı ve çok geçmeden şehît düştü. Savaş meydanında ancak parmaklarından ta­nınabildi.

Peygamber potasında şekillenen ve Kur'ân'ın gösterdiği doğrultuda hedefini belirliyen Enes bin Nadir (R.A.) en güzel ölçü ve kıstası ortaya koymuştu.    [537]                         

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah (C.C.), Hz.* Muhammed'in (A.S.) getirdiği İâhu-tî nur ile aydınlanmamızı, fakat tapılmaya asıl lâyık kendisinin bulundu­ğunu hatırlattı. İnsanları ilâhlaştırmanın hiçbir kimse hakkında doğru olmayacağına işaret edildi. Ebedî saadete, imândan kaynaklanan cihâd ve sabır ile erişilebileceği açıklandı; böylece Allah'ın bu konudaki Sünne­tine bir kez daha dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle cihâdın mutlak ölüm olmadığı, savaşa çıkan her insanın herhalde öldürüleceği sonucunu çıkarmanın isabetli bir yargı bu­lunmadığı hatırlatılarak, ecelin belli sebeplere bağlandığı, sebeplerin de ilâhî kudretle planlandığı açıklanıyor; bu nedenle sözü edilen konuda ilâhî kanunun câri olduğu belirtiliyor. Allah'ın izni olmadan hiçbir canlının ölmeyeceği üzerinde özellikle duruluyor. Sonra asıl konuya geçilerek dün­ya ile âhirete karşı duyulan ilginin karşılığı açıklanıyor; geçmiş peygam­berlerin etrafında imân aşkı ile bir hâle meydana getiren Allah dostu mü'minlerin nasıl sabırlı ve cefakâr olduklarına değinilerek örnekler su­nuluyor. [538]

 

Meali:

 

145— Hiç bir cana Allah'ın izni olmadan ölmek yoktur. Bu, belli bir vakte bağlanmış yazılan bir yazıdır. Artık kim dünya sevabı isterse ona

ondan veririz; kim de âhiret sevabı isterse, ona da ondan veririz. Şükre-denleri mükâfatlandırırız.

146—  Peygamberlerden  nicelerinin  maiyetindeki  birçok Allah dost­ları savaştılar da Allah yolunda kendilerine dokunan elem ve sıkıntılardan dolayı gevşemediler, zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabre­denleri sever.

147—  (Evet) onların (bu durumda da) sözleri şu oldu : «Ey Rabbi-miz! günahlarımızı, işlerimizdeki aşırılıklarımızı affedip bağışla; (hak yo­lunda) ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.»

148—  Bu sebeple Aİlah da onlara hem dünya sevabını, hem âhiretin güze! sevabını verdi. Allah iyi yararlı işlerde bulunan iyileri sever.

 

İlgili Hadîsler

 

«Iynet[539] İle alırn-satımda bulunduğunuz, öküzün kuyruğunu tutup (sadece) ziraatle yetinmekten hoşlandığınız ve böylece cihâdı terkettiği-niz zaman Allah üzerinize bir horluk, alçaklık indirir de sizi rahat bırakmaz; dininize (onun getirdiği hareket alanına) dönünceye kadar bu horluk ve aşağılığı sizden koparıp uzaklaştırmaz.» [540]

«Bir millet cihadı terkederse, herhalde Allah onların hepsini azaba uğratır. (Çalışma ve cihad ruhunu kaybeden millet başkasına yem olur).» [541]

«Ameller niyetlere göre (değer kazanır); herkese niyetinin karşılığı vardır. Artık kimin hicreti (niyet ve azmi) Allah ve Resulüne ise, onun hic­reti Allah ve Resûlüllahadır. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalık ve­ya evleneceği bir kadın ise, onun da hicreti niyet ettiği şeyedir.» [542]

 

Her Canlı Eceliyle Ölür

 

«Hiç bir cana, Allah'ın izni olmadan ölmek yoktur. Bu, belli bir vakte bağlanmış yazılan bir yazıdır.»

Varlık âlemi mutlak bir plâna göre idare edilmektedir. Başıboş hiçbir varlık yoktur. Gayesiz ve amaçsız hiçbir olay cereyan etmez. Kâinat as­lında bir bütündür. Her parça bu bütünün bir harfini, ya da kelimesini mey­dana getirir. Nasıl 27 veya 28 harftan kelimeler, kelimelerden cümleler, cümlelerden kitaplar, düşünceler ve hükümler meydana geliyorsa, kâi­nattaki varlıkların durumu da buna benzer. Her harf gelişigüzel kullanıl­dığında bir anlam taşımıyacağı, ölçülü ve dengeli bir kelime oluşturmu-yacağı gibi, kâinattaki her parça da yaratıldığı gayeye uygun varlığını sür­dürmediği, hayat kanunu dışına çıktığı takdirde ölçü ve dengesini kaybe­deceği muhakkaktır.

Kâinattaki her tür canlının da bir başlangıç, bir de bitiş noktası var­dır. Bu noktalar Yüce Yaratan tarafından belirlenip hükme bağlanmıştır. Ancak bu kader çizgisinde canlının katkısı hiçbir zaman unutulmamalıdır. İlâhî ilim birçok hususlarda malûmata tabi'dir. Bitiş noktası bunlardan bi­ridir.

O halde her canlı hakkında önceden plânlanmış bir ecel vardır. Bu, Allah'ın kaza, kader, ilim ve İradesiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Kaza, O'nun koyduğu kanun ve hükümdür. Kader, vakti gelince o hükmün yerine gel­mesidir. İlim ve irâdesi her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Hiçbir olay O'nun ilim ve irâdesinin dışında meydana gelmez ve gelmesi de mümkün değil­dir. Canlıların eceli, onların kendi hayatlarını sürdürmedeki akıllarıyla ve İçgüdüleriyle bir bakıma gizli bir anlaşma halindedir. Allah ezelle ebedi kucaklayan ilmiyle her canlının ne yapacağını, nasıl bir yol takip edeceği­ni ve nasıl bir sonuca kendini iteceğini bilir. Bu sebeple de o canlının ka­der çizgisini ona göre çizip hazırlar. Hikmet bu olunca hiç bir canlı eceli gelmeden ölmez, denilmiştir. Öldürülen de, zelzele, sel ve benzeri felâket­lerde hayatını kaybedenler de kendi ecelleriyle ölmüşlerdir.

Hakikat bu olunca, katilin suçu ne? diyemeyiz. Çünkü meydana ge­len ölüm olayında katilin de, maktulün da katkısı vardır. Allah ruhları ya-rattıKtan ve her insanı dünyaya getirdikten sonra onların kendi iradeleriy­le akıl ve yetenekleriyle ne yapacaklarını bilip bu sonucu tesbit etmiş ve kaderlerini de ona göre planlamıştır. [543]

 

Ecel Önceden Tesbit Edilmiştir

 

Küf.'ân'da bu konu işlenirken insan aklına geniş yer verilmiştir. Ayrı­ca âyetteki uslûb ve anlatımla iki önemli hususa işaret vardır: Korkunun, savaşa katılmamanın eceli değiştirmiyeceği hatırlatılıyor. Ölümden korkan milletlerin yaşama şansı kalmadığına dikkatler çekiliyor. Diğer bir husu­sa da atıf yapılarak mü'minlerin Hz. Peygamberden sonra nasıl hareket

etmeleri gerektiği bildiriliyor. Peygamberler, büyük kumandanlar, kahra­manlar ve değerli devlet adamları yol gösterici, imân gücünü artırıcı reh­berlerdir. Onların başlattığı büyük dâvalar onların ölümüyle son bulma­malıdır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin vefatıyla artıkherşeyin bitmiş oldu­ğunu düşünmek çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Bu bakımdan Kur'ân'da, ortaya çıkacak olan böylesine hatalı bir düşüncenin İslâm'da yeri olma­dığı belirtiliyor. Allah'ın insan eceliyle ilgili emrini, kaza ve kaderinin de­rin anlamını bilen Allah dostlarının peygamberlerinin yanında yer alıp na­sıl savaştıkları, karşılarına çıkan engelleri imân ve sabırlarıyla nasıl aş­tıkları misal getiriliyor. Ecelin belirlenmiş vakti ve saati gelmeden ölüm olayının meydana gelmiyeceğine inandıkları için olaylar karşısında gev­şemedikleri, zaaf göstermedikleri ve boyun eğmedikleri bilhassa açıkla­nıyor. En tehlikeli anlarda bile sözlerinin şu cümlelerden ibaret olduğu bir ölçü niteliğinde sergileniyor: «Ey Rabbİmiz! günahlarımızı, işlerimizdeki aşırılıklarımızı affedip bağışla; (hak yolunda) ayaklarımızı sabit kıl; kâfir­ler topluluğuna karşı bize yardım et.» [544]

 

İmanla Bütünleşen İrâde Ve Cesaret

 

«Peygamberlerden niceleri­nin maiyetindeki birçok Allah dostları savaştılar da...»

Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyetlerle, gelip geçen ümmetlerden kendilerini Allah'a verip hak uğrunda, din yolunda cihât edenlerin duru­mu örnek veriliyor. Sonra da onların kaza ve kader anlayışları, Sünnetul-lah konusundaki bilgileri, imân kuvvetinin hiçbir engel tanımadığı husu­sundaki sezişleri, kalblere neşter vurulurcasına işleniyor:

a) Allah dostluğunu her şeyin üstünde tutup insanlığın başbelâsi olan küfür ve tuğyanla savaşmaktan geri kalmadıkları,

b} Bu yüzden kendilerine dokunan her musîbeti, karşılarına çıkan her felâketi ve birbirini izleyen şiddeti -insan cevherini ortaya çıkaran bir im­tihan bilerek- göğüsledikleri, savaş azmini, cihât aşkını elden bırakma­dıkları,

c)  Önlerine çıkan her engelin ancak azimlerini, her sıkıntının sade­ce sabırlarını ve her felâketin yalnız imânlarını artırdığı,

d)  Gevşemedikleri, zaaf göstermedikleri, her sıkıntıdan sonra geniş­liğin, her belâdan sonra bir saadetin geleceğine inandıkları,

e)  Vuruştukları, kan döktükleri, kanlarının döküldüğü, esir edildikle­ri, işkencelere uğratıldıkları, fakat boyun eğmedikleri belirtiliyor.

O mü'minlerin saadeti, nefsin rahatında değil, onu altetmede, geçici bir hayatta değil, sonsuzluk yurdunda aradıkları hatırlatılıyor.

f) İşin başında da, sonunda da kusur ve günahlarını dile getirerek tam bir teslimiyet içinde : «Ey Rabbimiz! günahlarımızı, işierimizdeki aşı­rılıklarımızı affedip bağışla; (hak yolunda) ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.» diye dua ettikleri açıklanıyor. [545]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah dostlarının nasıl bir ferağat-i nef içinde cihat ettikleri anlatıldı. Onların mümeyyiz vasıflarından bir kısmı çok anlamlı biçimde sergilendi. Allah dostu olmanın büyük bir bahtiyarlığa ve sonsuz bir saadete kapı açtığı vurgulandı. Aşağıdaki âyetlerle Allah dostluğunun hedefi belirleniyor. Başkasını, özellikle inkarcıları dost edinmenin nasıl bir gerilemeye yol açacağı hatırlatılıyor. Mü'minlere ancak Allah'ın sahip çıkacağı, O'nun yardım edeceği anlatılırken inkarcılardan yardım bekle­menin sadece felâket ve dert getireceğine işaret ediliyor. [546]

 

Meali :

 

149— Ey imân edenler! eğer inkâr edenleri dinler de onlara uyar­sanız sizi gerisin geri çevirirler; bu yüzden zarara uğrayanlar olarak dö­nüp kalırsınız.

150— Oysa sizin Mevlânız (yegâne sahibiniz, koruyucunuz ve yakın dostunuz) Allah'tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.

 

İniş Sebebi

 

Uhud savaşında hatalı tutumlarından dolayı bozguna uğrayan mü'-minleri İslâm'ın saadet caddesinden ayırmayı, onları ikbal burcundan al­aşağı etmeyi plânlayan münafıklarla inkarcılar elbirliği ederek yoğun bir propagandaya başladılar: «Artık her şey bitti, yolun sonuna gelindi. Siz­ler Mekkeli hemşehrilerinize dostluk elini uzatın, eski

dininize dönün!» di­yerek Allah'ın nurunu söndürmeye çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [547]

 

İlgili Hadîsler

 

«Sizden biriniz, ben kendisine ana-babasından, çocuklarından ve bü­tün insanlardan daha sevgili olmadıkça imân etmiş sayılmaz.» [548]

«Kimde şu üç şey bulunursa, imânın tatlılığını tatmış olur:

1—  Allah ve Resulü ona başkalarından daha sevgili olmak,

2—  Kişiyi ancak Allah için sevmek,

3—  Ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi küfre dönmekten hoşlanma­mak...» [549]

«Allah'ın Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in Resul olduğuna razı olan kimse imânın tadını tatmıştır.»[550]

 

Her Cisim Saydamlığı Nisbetinde Güneşten Işık Alıp Yansıtır

 

İlâhî hidâyet ve rahmet güneşi bütün insanlara yönelik doğmuştur. Peygamberler ve Onlara inanıp bağlanan Allah dostları, insanları bu gü­neşten yeterince ışık almaları için eğitmekle görevlidirler. Ruhlarını ka­rartan nefs ve şeytandan kendilerini koruma şuurunda olanlar, bu büyük mürşit ve terbiyecilere uymakta tereddüt etmezler. Bu yoldan hidâyet (doğru yol) güneşinin ışığını atıp yansıtma bahtiyarlığına erişirler. Daha çok kendini maddeye ve mideye verip bu ikisi uğrunda ömür sermayesini törpülüyenlerdir ki bu güneşe İltifat etmez ve hiç bir dinî mürşid ve terbiyecinin sesine kulak vermezler; hattâ bu sesten rahatsız olurlar.

Ne var ki, her devirde bu tip insanlar çoğunluktadır. İştihayı çekmek­te becerikli, maddenin çekiciliğini anlatmakta başarılıdırlar. Günlük ha­yatları, zayıf iradeli inanmışları imrendirir düzeydedir. Uhud savaşında, savaşın kaderini değiştiren birkaç kişi, bu iradesizlikten şikâyetçi olma­dılar mı?

Hak din, insanın nefs, madde ve şehvetten yana olan eğilimini fren­leyip ölçülü biçimde kanalize etmekle; ruhu karartan, vicdanı kirleten sa­pıklıkların önüne sed çekmekle ve tek kelimeyle insanı insanlığa has şe­ref mevkiine yükseltmekle uğraşır. Bunun için inkarcı maddeciler, sapık şehvetperestler dine karşı nefret duyar, onun tesirini sıfıra düşürmek için amansız bir mücadele verirler. Ortama göre hareket edip sinsi planlar uygulayan bu tipler çok renkli ve siyasîdirler; bununla beraber asıl renk­lerini pek belli etmezler.

İşte Kur'ân bu ve benzeri inkarcılara uyulmamasını, onların dinlen­memesini telkin ediyor ve bu hususta sık sık mü'minleri uyarıyor. Hidâyet güneşinden nasîbinî almayan dünyacıların, bu güneşten enerji ve ışığını alanları kendilerine uydurmakta kusur etmiyeceklerine işarette bulunu­yor. Aynı zamanda bu tiplerin hiçbir zaman mü'minlere sadık dost, yakın arkadaş ve gönüldaş olmayacaklarını hatırlatıyor.

Belini kitaplılara veya kitapsızlara bağlayan Müslüman ülkelerinin ileri gelen siyasîlerinin nasıl hatalı bir yola girdiklerini zaman ortaya çıkar­mış, milletlerine nasıl bir kötülükte bulunduklarını belgelemiştir. Ama hâ­lâ Arap ülkelerinde bu gerçeği anlamıyan veya anlamak İstemiyenler sah­nededir.

Kur'ân sözü edilen uyarısını yaptıktan sonra, inanmışların asıl dost ve yardımcısının inkarcılar değil Allah olduğunu bir kez daha gönüllere neşter vururcasına belirtiyor.

O halde Allah kimin Mevlâsıdır? Bunun cevabını Kur'ân vermiştir: Allah'a inandıktan sonra O'nun dinine hizmet eden ve bu uğurda hizmet verirken her türlü sıkıntıya katlanmasını bilenlerdir. [551]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetlerle, inkarcılara uyup onları dinlemenin mü'minlere za­rar getireceği açıklandı. Mü'minlerin kendi dert ve meselelerini kendi ara­larında çözmeğe çalışmalarının yararına işaret edilerek inanmışlar ara­sında ciddi bir kaynaşmanın ve birlik içinde hareket etmenin önemi belir-

tildi. Aşağıdaki âyetlerle, inkârın korku ve endişeyi davet edeceğine, iman­sızlığın ümitsizliğe kapı açacağına dikkatler çekiliyor. Cenâb-ı Hakk'a inanıp gönülden teslimiyet göstermenin azim ve cesareti artıracağına işa­ret edilerek Uhud savaşında ımü'minlerden bir kısmının kararsızlığının ve inkarcılar gibi dünyaya meyletmelerinin onlara çok pahalıya mal olduğu anlatılıyor ve böylece ilâhi uyarının sinyalleri veriliyor. [552]

 

Meali   :

 

151—  Allah'ın, hakkında hiçbir kanıt ve hüccet indirmediği şeyi O'na ortak koşmaları sebebiyle o kâfirlerin kalblerine korku salacağız. Onların varıp eyleşeceği yer Cehennem ateşidir. Zâlimlerin kaldığı yer ne kötü­dür!

152—  And olsun ki, Allah'ın size verdiği söz doğru çıktı; hani Allah'ın izniyle onları kırıp geçiriyordunuz, tâ ki sevdiğiniz şeyi (zafer ve ganime­ti) size gösterdikten sonra korkuyla karışık bir yılgınlık göstererek bu hu­susta tartışıp çekiştiniz, emre uymadınız; o kadar ki, kiminiz dünyayı, ki­miniz âhireti istiyordu. Sonra denemek için sizi onlardan çevirdi (bozguna uğrattı). Şanıma and olsun ki sizi (Allah) affetti. Allah mü'minlere karşı fazl-ü kerem sahibidir.

153—  Hani siz durmadan uzaklaşıyor; hiç kimseye dönüp bakmıyor­dunuz. Peygamber de arkanızdan    sizi çağırıyordu. Kaçırdığınız şeye, başınıza gelene üzülmeyesiniz diye, Allah size keder üstüne keder verdi. Allah yaptıklarınızdan haberlidir.

 

İniş Sebebi

 

Uhud savaşında elde edilen kısmî bir zaferden sonra dikkatsizlikleri ve emre itaatsizlikleri yüzünden yenilgiye uğrayan mü'minler bu üzüntü içinde kıvranıp Medine'ye dönmüşlerdi. Verilen kayıp cidden büyüktü. As-hab-ı Kiramdan bir kısmı, «Allah bize yardımda bulunacağını va'dettiği halde neden bu duruma düştük?» dîye hayıflanıyor ve şüpheyle birlikte merak ve üzüntüleri arttıkça artıyordu. Bunun üzerine meselenin asıl hik­met ve esrarı aralanarak onların şüphe ve üzüntüsünü giderecek anlamda yukarıdaki 152. âyet indi.

Başka bir rivayette ise, iniş sebebi şöyle tesbit edilmiştir:

Ebû Süfyan kumpndasindaki düşman ordusu sevinçli bir vaziyette Mekke'ye dönerken bir ara savaşın sonucunu düşünerek hatalı bir stra­teji uyguladıklarının farkına vardılar. Müslümanları bozguna uğratıp on­lara hayli kayıp verdirdikten sonra neden hepsini öldürmeyi plânlamadık­larına hayıflandılar. Bu düşüncede geri dönüp Müslümanları takip etme­yi arzuladılar. Derken Allah onların kalbine bir korku saldı ve bir anda cesaretleri kırılarak düşüncelerinden vazgeçtiler. Bu nedenle.151. âyet te­selli mahiyetinde indi. [553]

 

İlgili Hadîsler

 

«Benden önce hiçbir peygambere veriimiyen beş şey bana verildi:

1.  Bir aylık mesafeden korkumun hissediimesiyle yardım gördüm.

2.  Yeryüzünün her yanı bana mescid ve temiz kılındı.

3.  Ganimetler bana helâl kılındı.

4.  Şefaat yetkisi bana verildi.

5.  Daha önce gönderilen her peygamber ancak kendi kabile veya milletine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim.» [554]

«Düşniana karşı korku salmakla yardım gördüm.» [555]

«Doğrusu Ebû Süfyan sizden bir tarafa (üstünlük sağlıyarak) dokun­du. Ama Allah onun kalbine bir korku attı da öylece Mekke'ye döndü.» [556]

 

Allah'ı İnkâr Edenin Mâkul Hiçbir Kanıtı Yoktur

 

«Allah'ın, hakkında hiçbir kanıt ve hüc-cet indirmediği şeyi O'na ortak koşmaları...»

Allah'ın varlığını, birliğini inkâr etmek çok zordur. Bu, hiçbir zaman O'nun varlığını isbât etmek kadar kolay değildir. Çünkü bizi O'nun varlı­ğına ve birliğine götüren kanıtlar, hüccetler ve belgeler sayılmıyacak ka­dar çoktur. Yokluğunu isbat edecek hiç bir delil ve belge mevcut değildir. İnkarcıları zaman zaman korkutan, içlerini titreten de budur. Hem inkâr­da ısrar edip direnirler, hem mâkul bir delil bulamazlar. Şüphe dalgalan durmadan kalblerinin ve -eğer varsa- vicdanlarının duvarlarına çarpmak­ta, doğuştan ruhlarında var olan Allah fikrinin yanan sinyalleri onları ra­hatsız etmektedir.

«Evet Allah'ı inkâr etmek, O'nun varlığını isbat etmekten çok hem çok zor ve hatta imkânsızdır.»

Allah'ı ve âhireti inkâr edenlerin Hazreti Ali (R.A.) ile tartışmaya baş­lamaları üzerine büyük âlim onları susturmak ve uzatmadan kısa yoldan onları mat etmek için şöyle bir soru yöneltmiştir: «Biz hem Allah'a inanıyor, hem âhiret yurdunu kabul ediyor ve ona göre hayatımızı düzenli­yoruz. Siz ise buna inanmıyor ve bu nedenle de hayatınızı ona göre dü­zenlemiyorsunuz. Bir an farzedelim ki Allah ve âhiret yok, bizim ne kay­bımız olacak? Ya varsa -ki vardır- o zaman siz ne yapacaksınız?»

«Allah ve âhiret günü yoktur» demek kolay, ama bunu kanıtlamak ve vicdana sindirmek çok zor. Çünkü kâinat kitabındaki her kelime ve her satır O'nun varlığına ve birliğine açık birer delildir. Her kelimenin, yani varlıktaki her şeyin bir plâna ve ince hesaba göre yaratıldığı, gelişigüzel hiçbir şeyin vücut bulmadığı muhakkak. Bütün bunların kendiliğinden za­man aşımıyla gelişe gelişe bu duruma geldiğini iddia etmek ise her yö­nüyle akıl, mantık ve ilim ölçüleri dışında varsayımdan öteye geçmez. Bir.plân varsa, mutlaka bir plânlayıci; bir program varsa, herhalde bir programcı; ortada çok mükemmel bir hesap varsa, mutlaka bir yüksek matematikçi vardır. Bunun aksi düşünülemez.

İşte Kur'ân'da konumuzla ilgili âyetle bu husus çok kısa fakat anlam­lı ve doyurucu biçimde açıklanmıştır: «Allah'ın, hakkında hiçbir kanıt ve hüccet indirmediği şeyi O'na ortak koşmaları sebebiyle o kâfirlerin kalb-lerine korku salacağız.»

İdealist ile materyalist neden Allah'ı inkârda ısrar edip, durmadan bu konuyla meşgul olurlar? Dönüp dolaşırlar da kafaları neden bu konuya takılıp kalır? Bunun cevabı ve sebebi gayet açıktır: Her insan Allah'a tapmak için yaratılmış bir kalbie doğar. Kendinin çok ötesinde olan yük­sek gayelere erişmek, kendini feda edeceği mukaddes bir şey bulmak, uğrunda yaşayacağı ve gerekirse öleceği bir inanışa sahip olmak üzere dünyaya gelir. İşte bu inanç ve düşünce insan ruhunun derinliğine enjek-te edilmiştir; sökülüp atılması mümkün değildir. Doğduktan sonra ana-babası onu bir ok gibi toplumun içine, atar; nereye düşerse oranın ren­gini, biçimini ve karekterini alır; ama ruhundaki Allah fikri ve inancı yok olmaz, olmadığı için de devamlı sinyal verir. Bu yüzden saplandığı inkâr ağında çırpınıp durur. Kendini bu sıkıntıdan kurtarmak için delil arar," ka­nıt bulmaya çalışır, fakat nafile, bir türlü kendini tatmin edemez. İşte in­kârda ısrarın ve korkunun asıl nedeni budur!

Bu bakımdan «Allah'ı inkâr eden de bir dereceye kadar O'nun varlı­ğını içinde seziyor,» demektir. Çünkü yok olan şeyi inkâra yeltenmek abes ile iştigal olur.

Böylece inkarcı hem dünyada, hem âhirette ateş içindedir. Ruhunun ve vicdanının reddettiği bir düşünce ve inanç üzerinde ısrarla durmak, onu, içinden yakan bir ateş değil midir? Bir de önünü aydınlatan hiçbir ışık göremiyor ve ümitsizlik içinde ömrün tükenmesini bekliyorsa, bu da

ayrı bir ateş değil midir? İnanan kimse ise hem ruhu, hem vicdanıyla ba­rışık ve uyum halindedir. Bu yüzden mutludur, huzurludur ve umutludur.

Kur'ân'da bu hakikat şu cümleyle özetlenmiştir:

«Onların   varıp eyleşe-ceği yer Cehennem ateşidir. Zalimlerin kaldığı yer ne kötüdür!» [557]

 

Savaşta Zafer Kapısı Açılınca Allah'ı Daha Çok Anmak Gerekir

 

«And olsun ki, Allah'ın size verdiği söz doğru çıktı...»

Mülk Allah'ındır; dilediğine verir, dilediğinden çekip alır. Vermesi de, çekip alması da Sünnetullah'a ve kurulu denge kanununa göredir. Gelişi­güzel bir olayın meydana gelmesi düşünülemez. Milletler ve fertler fazla şımarıp yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmasınlar, kargaşalığa kapı açma­sınlar diye devamlı başarı ve zafer nimetine erişemezler. Bu konuda inan­mışla inkarcı aynı ölçüdedir. Sünnetullah ve denge kanunu hükmünü yü­rütür. Hak adına savaşıp hakkı unutanları er-geç terbiye eder ve böylece gereken uyarısını yapar. Özellikle dünya saltanatı peşinde savaşıp kan döken milletlerin sonu yıkılmak ve felâkettir. Birkaç günlük ihtişam ve refahlarına bakıp aldanmamak gerekir.

Donanma-yı Hümayun zaferden şan ve şerefle döndüğünde, birçok devlet adamı sevinçten yerinde duramıyor ve ağızları kapanmıyordu. Ama koca imparatorluğun başında bulunan, aynı zamanda ilâhî kanunu bütün benliğiyle idrak eden Kanuni Sultan Süleyman, bu zaferi Müslümanlara lütfeden Allah'a hamdederek gözyaşları akıtıyordu.

Kur'ân bu hassas konuda Uhud savaşında mü'minlerden bir kısmının gafletini örnek olarak sergilemektedir. Allah'a güvenip dayanan mücahit­ler, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin kumandasında sayı ve teçhizat bakımın­dan düşmana nisbetle az olmalarına rağmen ilk saatlerde başarı sağla­mış, zafer kapısını aralamayı becerebilmişlerdi. Ama hemen sonra sev­dikleri zafer ve ortada kalan ganimeti görünce bir kısmı gaflete düşmüş, emre itaatsizlik ederek dünyalık peşine takılmıştı. Böylece ilk hız ve şah­lanan ruhun ölçü ve dengesi bozulunca bu savaşta zaferin düşman tara­fına sinyal vermesine neden olmuşlardı. Allah onları bu gafletten uyandır­mak için çetin bir imtihana tabi tuttu, onu unutturacak ölçüde gam üstü­ne gam indirdi, sonra da hepsini affedip bağışladı. [558]

 

Müslüman Cemaat İki Ayrı Niyet Taşırsa

 

«Kiminiz dünyayı, ki­miniz ahiretî istiyordu.»

İslâm, Hakk'a teslim olmayı gerektirir. Hak, niyetini Allah için hâlis kılanlara yardımda bulunur. Başarının kapısı, haktan yana birlik içinde olanlara açıktır. Kur'ân'da bu çok hassas konuya.özellikle değinilerek, ye­nilgiye uğramanın, başarısız olmanın sebeplerinden birine parmak basılı­yor. Ördek olarak da Uhud savaşında düşman kuvveti bozguna uğrayıp ağırlığını bırakarak dağılınca Müslümanların kiminin ganimete göz dike­rek dünyayı, kiminin de emre uyarak âhireti dilediği gösteriliyor. Niyetler teslimiyet odağında birleşmediğinden, Müslümanlar çetin bir imtihana ta­bi' tutuluyor ve böylece üzüntü üstüne üzüntü geliyor, yani savaşla ilgili ilâhi kanun hükmünü yürütüyor, galip durumda olan mü'minler mağlup du­ruma düşüyor. İş bununla da kalmayıp birçok değerleri kaybetme ve Re-sûlüllah'in yüzünün yaralanması, dişinin kırılması gibi felâketlere maruz kalıyorlar.

Günümüzde İslâm ülkelerinde huzurun bozulması, yabancı kültürün yüzbulması, inkarcıların çoğalıp sahneyi doldurması üzerinde durup ciddi bir araştırma yapar ve -bunun nedenini bulmaya çalışırsak, Müslümanların değişik niyet ve düşüncelerle bölünüp ayrıldığını, birçok ekoller meydana getirdiklerini görürüz. Böylesine dağınık, perişan ve tutarsız bir cemaatin başarılı olduğu ve olacağı düşünülebilir mi? [559]

 

Tarihî Yönü

 

Buharî'nin Berâ' bin Âzib (R.A.)den yaptığı sahih rivayete göre ; «Uhud savaşında müşriklerle karşılaştığımızda Allah Resulü, okçulardan bir bölüğü ayırıp Abdullah bin Cübeyr kumandasında stratejik önemi olan bir yere yerleştirdi ve şu emri verdi: «Yerinizden ayrılmıyacaksınız. Bizim üstün geldiğimizi görürseniz yine -ben emir vermedikçe- yerinizi terketmi-yeceksiniz. Düşman bize üstün gelirse yine yerinizden ayrılıp bize yardı­ma koşmayın!»

Râvî diyor ki; iki ordu vuruşmaya başladı. Müslümanlar üstün gelip düşman ordusunu dağıttı. Kadınlar bu manzarayı görünce hem dağa doğ­ru sür'atle tırmanıyor, hem de «ganimete, ganimete!..» diye sesleniyorlar­dı. Kadınlar tırmanırken eteklerini topluyor, bu yüzden ayak bileklerinde­ki halhallar görünüyordu. Okçular bu havaya kapıldılar. Abdullah bin Cü-beyr'in, «Durun, ne yapıyorsunuz? Resûlüllah size yerinizden ayrılmama­nızı sıkı tenbih edip emir vermedi mi?» diyerek engel olmaya çalışması bir sonuç vermedi. Okçular yerlerini terkedip ganimete koştular. Düşman bunu fırsat bilerek Müslümanları arkadan da çevirmek suretiyle 70 kişi şehid ettiler ve savaşın kaderi değişmiş oldu.» [560]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Sultan:

a)  Hüccet ve beyân,

b)   Kuvvet ve burhan, özür ve dayanak.

Bu mânayla devletin başına sultan denilmiştir. Çünkü o yeryüzünde Allah'ın hücceti sayılır.

c)  Bu ismin   selît   kökünden alındığı söylenir ki, çıra ve lambalar­da kullanılan yağ demektir. Hakkı ortaya çıkarıp üstün kılmakta hüküm­dardan güç ve destek alındığı için ona sultan denilmiştir. Yani hakikatler ondan alınan güç ve ışık ile aydınlığa kavuşur.

Bazı lûgatçilere göre selît demir anlamına gelir, sel âta t ise hiddet demektir. O halde selâtat selît'ten türetilip kahır anlamına de­lâlet eder. Sultan kelimesi bundan alınmadır, sonundaki (nun) harfi fazla­dır.

O halde sulta n'm aslı kuvvet demektir. Ayrıca çok güzel ve pü­rüzsüz konuşan erkeğe de    selît   denir. [561]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Uhud savaşının sonuçları ve mü'minlerin uğradığı he­zimetin nedenleri üzerinde duruldu. İlâhî sünnet ve hikmetin bu konuda kapısı aralanarak inanmışlara gereken bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle bu savaşın mü'minler üzerinde bıraktığı tesirine, Allah'ın indirdiği güven ve teselliye temas ediliyor. Hatalı bir yola giren mü'minlerJn affedildiği açıklanıyor. [562]

 

Meali :

 

154— Sonra o üzüntü ve kederin ardından üzerinize bir güven, bir uyuklama indirdi de içinizden bir kısmını kendinden geçirircesine bürüdü. Bir kısmı da kendi derdine, can kaygısına düştüler; Allah hakkında hak­sız yere cahiliyyet devri zamanını beslediler ve «bu işten bize ne?» dediler. De ki: «Şüphesiz işin hepsi Allah'ındır.» İçlerinde sana açmadıkları bir şeyi gizliyorlar ve «bizim bu işte bir (görüş) hissemiz olsaydı burada öl-

dürülmezdik» diye söyleniyorlardı. De ki: «Evlerinizde de olsaydınız yine de hakkında öldürülme yazılmış olanlar çıkar, katledilecekleri yere gider­lerdi. Bu, Allah'ın göğüslerinizdekini yoklayıp denemek ve kalblerinizde-kini ortaya çıkarıp (şüphe ve vesveseyi) temizlemesi içindi. Allah gönül­lerde olanı hakkıyle bilir.»

155— İki ordunun karşılaştığı gün, içinizden arkasını çevirenlerin şey­tan onların kazandıkları bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak iste­di. And olsun ki, Allah onları affetti. Çünkü Allah çok bağışlayandır, hilm sahibidir, (cezayı çabuklaştırmaz, kullarına karşı şefkatli, merhametli ve sabırlıdır).

 

İlgili Hadisler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Uhud günü saldıran müşrikleri durdurmak için mü'minlere seslenerek : «Sizden bir yiğit yok mu bunlara karşı çık­sın?» buyurduğunda, Ubeyd oğlu Talha (R.A.): «Ben varım» diyerek sel gibi akan müşriklerin karşısına dikilmişti. [563]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yine o gün Sa'd bin Ebî Vakkas'a ok uza­tarak şöyle diyordu : «At, ya Sa'd! Anam babam sana feda olsun..» [564]

Yine o gün Resûlüllah  (A.S.) Efendimiz :

«Düşmanı kim bizden geri çevirirse ona Cennet vardır ve o Cennette benîm arkadaşımdır», buyuruyor ve durmadan dağılan mücahitleri topla­maya çalışıyordu. [565]

 

Her Sıkıntıdan Sonra Bir Ferahlık Vardır

 

«Sonra o üzüntü ve ke­derin ardından üzerinize bir güven, bir uyuklama (rahatlığı) İndirdi.»

Dünyada imânın vereceği iç rahatlığına, âhirette Allah'ın Cennet ile sunacağı sonsuz huzur ve nimetlere erişebilmek için çok çalışmak ve ni­ce sıkıntı ve üzüntülere katlanmak, sınav anlamındaki engelleri aşmak' gerekir. Çünkü nîmete, külfet yolundan ulaşılır.

Dünyada imânın vereceği iç rahatlığına erişmeye yönelirken hayli sıkıntılı yollardan, üzücü olaylar süzgecinden geçmek için sabır, irâde, ba-sîret ve güven ister. Kendini bu düzeye getiremiyenler dünyada iken ce­hennemi bir hayat yaşamış olurlar. Aynı zamanda böylesine aziz bir nî-mete lâyık olmadıklarını ortaya koymuş sayılırlar.

Ama unutmamak gerekir ki, bu sıkıntılar, dikenli yollar hep böyle sü­rüp gitmez. Ara yerde ferahlatıcı günler vardır. Bu da zıtların birbirini iz­lemesini ifade eder. Rahat ettiğimiz günlerin değerini anlayabilmemiz için hayat böyle zikzaklı sürüp gider. Çünkü her şey daha çok karşıtıyla bilinir gelişebilir. Zaten biz insanlar zıtlar âleminde yaşamıyor muyuz? Gece gündüz, sıcak soğuk, acı tatlı, sert yumuşak v.b. hep bunu anlatmıyor mu? Böyle olmasaydı hayat ve hareket durur, kimin ne olduğu anlaşılmazdı. Bedir savasında fazla bir sıkıntı olmadı. Melekler imdada yetişti; mü'min-ler üstün geldi. Bu bir ferahlıktı. Gönülden inanmışlarla münafıkları ayırt edecek bir ölçü ve ortam değildi. Bu ferahlıktan sonra -ilâhî sünnet ge­reği- bir sıkıntının ortaya çıkması pek yakındı. Çok sürmedi Uhud savaşı patlak verdi; zıtların birbirini takip etmesiyle ilgili ilâhî kanunun hükmü yerine geldi. Bu kez mü'minler sıkıntıdan sıkıntıya, üzüntüden üzüntüye uğradılar. Emre uymanın ve elde edilen zaferin nasıl yüksek bir nîmet ol­duğunu anladılar. Böylece asıl ölçü ve mihenk ortaya konmuş oldu. He­nüz imânın değerini ve sağlayacağı iç rahatlığının anlamını idrâk etmiyen-ler sıkıntının altında gizlenen hikmeti ve ötesindeki mutluluğu göremedi­ler, bir anda karakterlerinin rengi ortaya çıkıverdi, her şeyi unutup can kaygısına düştüler ve «bu işten bize ne?» diyecek kadar aşağılık göster­diler. Gerçek mü'minler ise, Allah'ın bu sıkıntılardan sonra bir güven ve uyuklama ile ferahlatıcı bir kapı açmasıyla rahat ve huzura kavuştular. Böylece zıtların birbirini izlemesiyle hem hayat ve hareket başladı, hem de ne olduğu anlaşıldı. [566]

 

Savaşa İnanarak Katılmak Ölmek Değil, Yepyeni Bir Hayattır

 

«İçlerinde sana açmadıkları bir şeyi gizliyorlar ve «bizim bu işte bir (gö­rüş) hissemiz olsaydı burada öldürülmezdik» diye söyleniyorlardı.»

Savaş gücünü, şuurunu ve inancını kaybeden bir topluluk, ya da mil­let nasıl yıkılmaya, esir olmaya mahkûmsa, aynı şuuru yitiren fertler de insanlıklarını silik hale getirmiş, ruhlarını öldürmüşlerdir. İnanarak savaş­masını bilen ve beceren bir millet köhneleşmiş kafaları, paslanmış ruh­ları temizler; pısırıklaşmış kuşaklara cesaret ve aksiyon verir; kendini gudde ifrazatının esiri yapanları, millî ve manevî değerlere sırt çeviren para­zitleri yola getirir; yeni bir hayata daha zinde başlamayı gerçekleştirir. Ölürüm, öldürülürüm endişesiyle savaştan kaçanlar, ecelden kaçıp kurtu-lamıyaçakları gibi yaşıyan ölüler sayılırlar. İstemiyerek savaşa katılan ki­şilerin çoğunun savaş sonrası dengesinin bozulduğunu, bir kısmının cin­net getirdiğini görüyoruz. Nedeni ortada, inançsızlık, ecelin değişmiye-ceğini bilmemezliktir.

Yüzbin kişilik bir ordu arasına dalan ve Bizans ordusunun başkuman-danıyla görüşen Halid bin Velid'in, Peygambere dil uzatıldığı için kılıcını çekip başkumandanı öldürmek istemesi, şüphesiz ki güçlü bir İmânın, ölümden hiç de korkmamanın ürünüdür..  

Kur'ân bu hikmeti şöyle açıklar:

«Evlerinizde de olsaydınız yine de hakkında öldürülme yazılmış olan­lar çıkar, katledilecekleri yere giderlerdi.» [567]

 

Tarihî Yönü

 

Beyhakî «Delâİl-i Nübuvve» adlı kıymetli eserinde Uhud savaşının Kur'ân'da konumuzla ilgili âyetle belirtilen bölümünü, Hz. Câbir'in (R.A.) şöyle açıkladığını nakletmektedir:

«Uhud günü İslâm mücahitleri dağılıp perişan oldu. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin etrafında 13 veya 12 kişi kalmıştı. Ubeydullah oğlu Ta.lha" ise dağa doğru tırmanıyordu. Müşrikler hınçlarını almak ve Peygamberi öl­dürmek için bu 13 kişinin üzerine yürüdüler. Resûlüllah : «Bunları durdu­racak bir kimse yok mu?» diye seslendi. Hz. Talha «Ben varım», dedi. Re-sûlüllah ona : «Sen yine olduğun gibisin», yani savaşın şiddeti seni değiş­tirmedi, buyurdu. Sonra Ansardan bir adam «Ben de varım ya Resûlel-lah!» dedi ve düşmanı karşıladı. Resûlüllah da yanındaki birkaç kişiyle sa­vaş stratejisini yeniden düzenlemek İçin dağa doğru çekildi. Çok geçme­den müşrikler yine hücuma geçtiler. Anlaşılan o adam şehid edilmişti. Peygamber (A.S.) yine: «Bunların karşısına çıkan bir kimse yokmu?» diye seslendi. Hz. Talha : «Ben varım», diye cevap verdi. Peygamber de (A.S.) «Sen yine olduğun gibisin», buyurdu. Sonra Ansardan bir başkası çıktı, o da şehit edildi, derken sırasıyla o 13 kişi bir bir şehit edile edile Resûlül-lah'ın yanında yalnız Hz. Talha kaldı. Müşrikler bu kez ikisini çevirdi. Re­sûlüllah (A.S.) «Bunları durduracak bir kimse yok mu?» diye seslendi; yine Hz. Talha «Ben varım», dedi ve çetin bir vuruşma örneği ortaya koy­du. Parmak uçları yaralandı ve açının tesiriyle inledi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ona : «Ya Taiha! eğer Allah'ın ismini ansaydın, melekler eni göğe doğru yükseltirdi de boşlukta kayboluncaya kadar insanlar sa­na durup bakardı», buyurdu.

Sonra Resûlüllah (A.S.) dağılan mücahitleri toplamaya muvaffak ol­du ve düşman saldırısını durdurdu. İmân gücü yeniden kendine gelince müşrikler geri çekilmek zorunda kaldı. Savaş bir anda şiddetini kaybetti. Allah Resulünün yenifmiyen imânı bir kez daha ilâhî inayete mazhar oldu. Bu sırada mü'minlerin iç rahatlığına erişmesi, savaşın verdiği yılgınlıktan kurtulması için Allah onlara bir uyuklama verdi. Ebu Talha (R.A.) diyor ki: Kalkanımızı başımızın üstünde siper edinip beklerken uyuklamaya başla­dık, o kadar ki birkaç defa kılıç elimden yere düştü. Hz. Zübeyr (R.A.) da diyor ki: Aramızda hiç kimse yok ki o anda uyuklayıp çenesi göğsünün üstüne düşmüş olmasın. Ancak münafıklar uyuklamadı.

Şüphesiz ki, bu anlardaki uyuklama güven ve cesaret belirtisi, uyuk-larnamak ise inançsızlık ve korku alâmeti olarak_kabul edilmiştir. [568]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle ecel ve emrin ilâhî sünnete bağlı bulundu­ğu belirtildi. Ölümden korkmanın bir yarar sağlamıyacağına dikkatler çe­kilerek bu konuda sağlam bir İtikat ölçüsü verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bu ölçüye ancak inkarcıların aldırış etmediğine değiniliyor. Allah'a ve O'nun çizdiği ecel kaderine inanmıyanlann, seya­hatte veya savaşta ölenler için derin bir hasret içinde yanıp tutuştukları anlatılıyor. İlâhî mağfiret ve rahmetin kimlere ineceğine atıflar yapılıyor. [569]

 



[1] Lübabutte'vîl Tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/812.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/812.

[3] Geniş bilgi için bakiîbnU. Siyerine, Lübabutte'vîl, Kurtubî ve îbn Cerîr Tef­sirlerine..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/813-815.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/815-816.

[5] Âyette «Hak ile..» çevrisini yaptığımız «Bi'l-haklt'ı» kelimesinin geniş anla mı için Fethulkadîr, Kurtubî, tbn Kesîr ve Mefatihü'1-gayb tefsirlerine bakınız..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/816-817.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/817-818.

[7] Tevrat ÎŞAYA: Bab 42, belge: 1-9.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/818.

[8] Kur'ân'da Necm sûresi 3,4. âyetlerinde de: «O, (Muhammed), kendi hevesine uyarak söz söylemez. O, ancak kendisine vahyolunan bir vahiydir.» buyrulmaktadır.

[9] İsâ Peygamber bu sözleriyle, ilâhî kitapların ve peygamberlerin aynı kay­naktan kaynaklandığını haber vermektedir.

[10] incil - YUHANNA: 16/1-12.

[11] Muhadaratün   Fi'n-Nasraniyye:   64-66/Mısır:   1961-1381 - Prof.   Muhammed Ebû Zehra

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/818-821.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/821.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/822.

[15] GENETİK/Ankara Üniversitesi Basımevi: 1974 - S. 19-20

[16] GENETiK/Ankara Üniversitesi Basımevi: 1974 _ S. 19-20

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/822-824.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/824.

[19] Ahmed bin Hanbel Müsnedi - îbn Kesir Tefsiri

[20]   Buhar! - Müslim - Ebû Davud - Tirraizl: Aige (R.A.)dan

[21] Hâkim Müstedrekinde rivayet etmiştir. Sahîhtir

[22] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr - İbn Cerîr

[23]  Ahmed bin Hanbel: Amir bin Şuayb'in dedesinden

[24] Ebû Ya'lâ Müsnedinde:  Ebû Hüreyre   (R.A.)den Sened-i sahihle rivayet etmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/825-826.

[25]   ÂI-l İmrân sûresi âyet: 32

[26]   Yuhanna incil'i: 14/1 - 15/1

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/827-828.

[28] Bu, Rabi' ve Süfyan Sevrîy'e göredir

[29]  Bu, Ebû Osman'a göredir

[30] Bu, Muhammed bin Fazıl'a göredir

[31] Bu, Ibn Abbas'a (R.A.) göredir

[32] Bu, îbn Mes'ud'a (R.A.) göredir

[33] Fazla bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - îbn Kesîr ve Fethulkadîr tefsir­lerine

[34] Fazla bilgi için bak:   Menahilü'l-İrfan Fi Ulümi'l-Kur'ân / Muhammed Ab-dülazîm Zerkanî _ Mısır :  ?

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/828-831.

[36] Rahman sûresi âyet: 5

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/831-832.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/832.

[39]  îbn Ebî Hatim: Abdullah bin Abbas (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/833.

[40]  İnsanlar Uyanın: 82

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/833-834.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/834-835.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/835.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/835-836.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/836.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/836-837.

[46] Kurtubî :  Muhammed. bin îshak'dan nakletmiştîr.  Bu, îkrime. Saîd bin Cübeyr ve İtin Abbas'ın görüşüdür.

[47] Esbab-i Nüzul / Nisabûrî - Lübabu't-Te'vîl Tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/838.

[48] Bakara Sûresi:  249

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/838-839.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/839-840.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/840.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/840-841.

[53] Sahih-i Buharî-Müslim

[54] Müslim-Ahmed bin Hanbel-Nesâi :   İbn  Amir   (R.A.)dan

[55] Sahih-i  Müslim :   Enes   (R.A.)den.

[56] Sahih-i Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/842.

[57] Kehf sûresi âyet:  7

[58] »         »        »      :  46

[59] Hadîd sûresi âyet  :  20

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/842-844.

[60] Kurtubî :  Ubey bin Kâ'b  (R.A.)den. Bu daha çok Muaz bin Cebel, Ab­dullah bin Ömer ve Ebû Hüreyre'nin görüşüdür.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/844.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/844-845.

[63] Sahih-i  Müslim :   Ebû  Hüreyre   (R.A.)den

[64] Nesâî:  Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[65] Yûsuf sûresi:   98

[66] Kurtubî Tefsiri :   4/40

[67] Buharî/daavat :   2,  16.  Tirmizî/daavat:   15. Nesâî /istiâze :  57 Ahmed:   1/399

[68] Sahih-i Buharî:  Şeddad bin fîvs  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/845-846.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/846-847.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/847-848.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/848.

[72] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu'UTe'vîl / Alaaddin Hâzin _ Kurtubî / Ebû Abdillah

[73] Lübabu't-Te'vîl / Alaaddin Hâzin

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/849-850.

[74] Bu zat, Agara-i Mübeşşeredendir

[75] îbn Ebî Hatim

[76] Ebû Vâil: Abdullah'dan / Kurtubî - tbn Kesir

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/850.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/850-853.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/853.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/854.

[81] Mefatihü'I-gayb : 2/628

[82] Lübabu'UTe'vü : 1/217

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/854-855.

[83] Bakara, sûresi âyet: 208

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/855-856.

[84] îbn Cerîr Taberî

[85] Merafî Tefsîri: 3/120

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/856-857.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/857-859.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/859.

[89] îbn Ebî Hatim - tbn Cerîr : Ebû Zübeyr tarikiyle

[90] îmanı Kurtubî : Ibn Mes'ud  (R.A.)den

[91] Kurtubî Tefsiri.: El-Hasen'den rivayet etmiştir.

[92] Kurtubî Tefsiri : 4/47   (Senedini tesbit edemedim)

[93] Hadîs imamları : Ebû Sâîd EI-Hudrî'den rivayet etmişlerdir. Ricali sıkadır.

[94] îmam Kurtubî : 4/49

[95] İbn Mâce : Enes bin Mâlik (R.A)den.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/860-862.

[97] Komünistlerin Söylediklerine Inamiabilir mi? : 38

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/862-863.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/864.

[100] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî

[101] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/865-866.

[103] Lübabutte'vîl; 1/219 - Mısır: 1955 (2)   Tefsîr-i Kurtubî : 4/51 - Mısır : 1387

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/866.

[105] Fazla bilgi için bak: Bakara sûresi âyet: 80'in tefsirine.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/866-867.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/867.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/867-868.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/869.

[110] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Kurtubî _ îbn Cerîr _ Lübabut Te'vîl - Mefati-hü'1-Gayb / Fahruddin Razî

[111] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/870.

[112] MATTA : 21/43

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/870-871.

[113] Siret-İ Nebeviyye / İbn Hişam : Mısır : 1955. Re^ahat-i Ayni'l-Hayat : C   1,S 11

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/871-872.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/872.

[116] Nisa sûresi âyet: 54

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/872-874.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/874-875.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/875.

[120] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabute'vü / Alaaddin Hâzin Yahudilerin aldatmak istedikleri Ashab-ı Kirâm'dan bazı şahısların islâm'­dan ayrılmaları sözkonusu olamaz. Ancak dostluk sebebiyle İslam'a fitne sokma endi­şesi hâkim bulunuyordu.

[121] Abdullah bin Ubey o devirde münafıkların   başı   bulunuyordu.  Resûlüllah'a karşı idi. Birçok fitnelere kapı açmıştır.

[122] Esbab-ı Nüzul / Nİsâburl

[123] Esbâb-ı Nüzul / Nisâburî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/876-877.

[124] Mâide sûresi âyet : 51

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/877-879.

[126] Mefatihü'1-gayb / Fahriddin Razî : 2/646. Bulak

[127] Nahl sûresi âyet: 106

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/879-880.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/881.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/881-882.

[130] Eahab-ı Nüzul / Nisaburî - Mefatihü'1-gayb / Fahriddun Razî

[131] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ Mefatihü'1-gayb / Fahruddin Râzi

[132] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ Mefatihü'1-gayb /   Fahruddin Râzİ

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/882-883.

[133] Sahih-i Müslim - Ahmed bin Hanbel : Âi§e (R.A.)dan

[134] İbn Ebl Hatim : Hz. Âi§e (R.A.)dan

[135] Tirmizî

[136] Sahih-i Müslim : Ebû Hüreyre (R. A,)den

[137] Sahih-it Buharî – Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/883.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/884-885.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/885.

[140] Ahmed bin Hanbel - Tirmizl ve Sünen sahipleri : Samure bin Südeb (RA.)den

[141] Abdürrezzak : Ebû Hüreyre (R.A.)den - İbn Cerir : Ahmed bin Fİrac tari­kiyle

[142] Sahih-i Müslim : tbn Vehb (R.A.)den

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/886-887.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/887-890.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/890-891.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/891-893.

[147] Bak: incil MATTA : 1/16 - 11/46

[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/891-893.

[149] Fazla bilgi için bak: Mefatihü'1-gayb / Fahruddin Razî : C. 2/657 - Bulak : ?

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/893-894.

[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/894.

[151] Taberânî : Hz. Aişe (R.A.)dan

[152] Buhar! - Ebû Dâvud - Tirmizî : Ebü Hüreyre (R.A.)den

[153] Sahih-i Buharî - Müslim

[154] Tirmizî : Câbir bin Semure (R.A.)den

[155] Tirmizî : Eyyub bin Mûsâ (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/896.

[156] LUKA İncil'inde konu şöyle anlatılıyor ; «Fakat melek ona dedi: Korkma, Zekeriyya; çünkü duan işitildi, karın Elisabet sana bir oğul doğuracak, onun adını Yahya koyacaksın. Sevinç ve safa bulacaksın... Şarap ve içki içmiyeeek...» (Luka: 1/13- 15)

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/896-897.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/897-898.

[159] Fazla bilgi için bak: Kurtubî _ İbn Cerîr _ îbn Kestr - Mefatihü'1-gayb -Fethulkadîr ve Alûsî tefsirlerine

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/898-899.

[160] Buharî- Müslim: Ali bin Ebî Tâlib  (R.A.)den

[161] Buharî - Müslim : Ali b. Ebî Tâîib (R.A.)den

S İ r t d : içine ekmek ufalanan etli çorba, ya aa tereyağla kanlan ekmek­tir. Araplar bu yemeğî çok sever ve en aziz misafirlerine takdimden geref duyarlardı.

[162] Ahmed bin Hanbel - Taberânî: Sahihtir

[163] Tefsir-İ Kurtubl: 4/83

[164] İbn Asâkir: Hz. Ayge (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/899-900.

[165] Yukarıda naklettiğimiz yazı dizisi, tmam Kurtubî'nin tefsirinden özetlenerek alınmıgtır. Bak: Kurtubl: 4/83 - Mısır: 1387

[166] Tusuf süresi: 109

[167] Kasas sûresi: 7

[168] Zilzal sûresi: 5

[169] Meryem sûresi: 11

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/900-901.

[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/901-902.

[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/902.

[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/903-904.

[174] Tefsîr-i Kurtubî: 4/86-Mısır: 1387

[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/904.

[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/904-905.

[177] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr: Muhammed bin îshak'dan Not:  Sahib Cüreyc hakkında bilgi için Kurtubî Tefsirine bak..

[178] îbn Ebî Hatim: Ebû Hüreyre (R.A,)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/906.

[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/906-907.

[180] Meryem sûresi: 21

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/907-909.

[182] İnsanlar Uyanın / Alexis CARREL

[183] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/909-910.

[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/910-911.

[185] Incil/LUKA: 1/26-36

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/911.

[186] İbrahim Nahaî ve Ebû Ubeyti'e göre

[187] îbn Fâris'e göre

[188] »        »         »

[189] Merağîy'e göre

[190] Elmalı Hamdİ'ye göre

[191] îbn Kesîr'e göre

[192] »         •»         »

[193] Ebû Haysem'e göre.  (Kurtubt)

[194] Kurtubt

[195] Îbn Kesir 

[196] Mefatihü'1-Gayb

[197] Mefatihü'1-Gayb

[198] Kurtubî - Alûsî - Lübabu't-te'vü

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/912.

[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/913.

[200] Matta : 5/18

[201] »      : 5/21

[202] Matta: 5/27-28

[203] »      : 5/29

[204] »      : 5/32

[205] >      : 5/33

[206] »       : 5/40

[207] »      : 5/43-44

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/914-915.

[209] Bu mu'cize Mâide sûresinde açıklanmıştır. Ayet: 114

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/915-916.

[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/916-917.

[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/917.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/917.

[213] Ankebut sûresi âyet: 2

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/918-919.

[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/919-920.

[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/920.

[216] Matta İncil'i: 25/47-62

[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/920-921.

[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/921.

[219] Buharî-Müslim-Tirmizî-îbn Mâce-tbn Ebî Şeybe - îbn Murdeveyh:  Ebû' Hüreyre (R.A.)den

[220] Buharî-Müslim-Abdurrezzak-Ahmed bin Hanbel: Ebû Hüreyre (R.A.)den

[221] Ahmed bin Hanbel - Müslim - tbn Hibban : Ebû Hüreyre (RA.)den

[222]  Ebû Dâvud: Ebû Hüreyre (R-A.)den / Sahihtir

[223] Râvî diyor ki: Bu kirk'ın gün mü, hafta mı, ay mı, yıl mı olduğumu bilemi­yorum.

[224] Müslim - Nesâî - Hâkim: Şeyhayn'in şartı üzere sahihtir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/922-923.

[225] En'âm sûresi âyet: 60

[226] Zümer sûresi âyet: 42

[227] Nisa sûresi âyet:  157.

[228] İbn Kesîr Tefsiri; ilgili âyet..

[229] Zuhruf süresi âyet: 61

[230] Bunlardan dört büyük melek: Cebrail, Mikâil, israfil ve Azrail kasdedilmek-tedir.

[231] Muhadarat Fi'n-Nasraniyye / Muhammed Ebû Zehra

[232] Mefatihü'l-gayb /Fahruddin Râzi-2/689. Bulak: ?

[233] Sahih-i Buharî : Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[234] Sahih-i Müslim: Câbir bin Abdullah  (R.A.)dan

[235] Levâmiu'l-Behiyye/Es-Sefarînî: C. 2, S. 94 -  ?

[236] Yevakıtü'l-Cevahir: C. 2, S. 287 - Mısır: 1306

[237] Fethulkadîr/Şevkanî-Beyrut:   ?

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/923-930.

[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/930-931.

[239] Necrân:   Yemen'in kuzey doğusunda ve  Dehnâ  sahrasının kenarında büyük bir kabilenin yaşadığı yerdir. Halkı genellikle Hıristiyan bulunuyordu.

[240] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Kurtubî _ tbn Cerîr - Lübabu't-Te'vîl - tbn Cerir

[241] Burada Necranlı rahibin kasdettiği İslâm, Hakk'a teslimiyet anlamında kul­lanılmıştır.

[242] Esbab-ı Nüzul - tbn Cerir – Kurtubî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/932-933.

[243] Matta: 1/18

[244] Luka: 1/32

[245] Tekvtn: 2/7-9

[246] Güney Arabistan'da Yemen bölgesinde bir gehir ve liman..

[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/933-934.

[248] Kadir Sûresi'nde Cibril.  «Ruh»  adıyla anılmıştır.

[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/934-936.

[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/936.

[251] Şûra sûresi: 21

[252] Nahl sûresi:  116

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/937-938.

[253] Sahih-i Buharî-Müslim

[254] Gassan : Ezd Kabilelerinden bir Arap kabilesinin adıdır. Kökü Yemen'-den gelmedir. Bu kabileden cahiliyye devrinde Şam dolaylarında hüküm süren Gassâniler Hanedanı yetişmiştir.

[255] Fazla bilgi için bak : îslâm Peygamberi / M. Hamidııilah: C. 1, S.210-220

[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/938-939.

[257] Tevrat Çıkış :   20/1-4

[258] Bernaba incil'i:  S. 2/Mısır :   1907

[259] Peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır.  Çoğu  ilim  adamlarına göre salih bir kuldur.

[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/940.

[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/940.

[262] îbn Kesîr - Fetlıu'l-Kadîr - LÜbabu't-Te'vîl Tefsirleri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/942.

[263] Tİrmizî - Kurtubî - İbn Kesîr - tbn Cerir-Mefitihü'1-Gayb

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/942.

[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/942-944.

[265] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/944.

[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/945.

[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/946.

[268] Esbab-ı  Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaaddin   Ali

[269] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ Lübabu't-Te'vîl / Alaaddin Ali ve Mefatihü'l-Gayb - Fethülkadîr – AlÛsî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/947-948.

[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/948.

[271] ÎŞAYA: 42/1-4

[272] YUHANNA: 14/15-16

[273] YUHANNA: 16/7

[274] YUHANNA: 16/12

[275] MARKOS: 1/14-15

[276] MATTA: 21/43-44-45-46 - Allah'ın Melekût'u, Yahudilerin elindeki saltana, tm bir başka adıdır. Bu saltanatın onlardan alınıp  son Peygamber Hz. Muhammet (A.S.)ın ümmetine verileceği hatırlatılıyor.

[277] Fazla bilgi için bak: Bernaba İncili 43-44 bölümlere

[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/949-950.

[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/950-951.

[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/951-952.

[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/952-953.

[282] Ebû Dâvud - Tirmizî _ İbn Asakir: Ebü Hüreyre (R.A.)den

[283] Sahîh-i Müslim - Kurtubî

[284] Buharî-Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/953.

[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/953-954.

[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/954.

[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/955.

[288] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - Buharî - Kurtubî

[289] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Alûsî – Fethülkadîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/956-957.

[290] Hadîs imamları, Sünen Kitapİarı

[291] "

[292] Ahmed bin Hanbel: Ebü Zer'den

[293] İbn Ebî Hatim: Saîd bin Amr'den

[294] Eshab-ı Sünen

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/957-958.

[295] Çıkıg: 20/7

[296] Çıkış: 23/1-5

[297] Çıkıg: 23/7-10

[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/958-959.

[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/959-960.

[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/960.

[301] Bu konuda geniş bilgi için bak: Tevrat ÇIKIŞ: 20-23 bölümlerine. încil/ Matta:  25/26 - Markos:  13/25 -. Luka:   1/15 kısımlarına.

[302] Markos:   3/1*3

[303] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/960-962.

[304] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/962.

[305] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî _ İbn Kesîr

[306] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ îbn Kcsîr

[307] Kurtubî: C. 4, S. 124 / Mısır: ?

[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/963-965.

[309] Ahmed bin Hanbel - Abdurrezzak:  Abdullah bin Sâbit'den

[310] Ebû Ya'lâ:   Câbir   (R.A.) den

[311] Ahmed b. Hanbel

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/965.

[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/965-967.

[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/967-968.

[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/968-969.

[315] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/969-970.

[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/970.

[317] Şeyh Muhyiddin bin Arabî: «Bu, rivayet yoluyla sabit değilse de bize göre kegif yoluyla hadîs olduğu sabittir» demiştir. (Keşfü'1-hâfâ)

[318] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/971-972.

[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/972-973.

[320] Mü'min sûresi âyet: 85

[321] Fussilet sûresi âyet: 11

[322] Al-i tmrân: 85

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/973-974.

[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/974-975.

[324] Esbab-ı Nüzul / Niaaburt - îbn Kesir - Kurtubl _ tbn Cerir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/976.

[325] Ahmed bin Hanbel: Ebû HÜreyre (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/976-977.

[326] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/977-978.

[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/978-979.

[328] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/979-980.

[329] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/981.

[330] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/981.

[331] Esbab-ı Nüzul - Kurtubî-Lübabutte'vîl _ Mefatihü'I-gayb

[332] Esbab-ı Nüzul - Kurtubî-Lübabutte'vîl - Mefatihü'1-gayb

[333] Lübabutte'vîl / Alaaddin Ali - Ibn Kesir

[334] Lübabutte'vîl / Alaaddin Ali - Ibn Kesir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/982-983.

[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/983.

[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/983-984.

[337] Nisa sûresi âyet: 18

[338] Hadîd sûresi âyet: 15

[339] İbn Kesir Tefsiri: 1/380

[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/984-986.

[341] Nisa sûresi âyet: 18

[342] Fazla bilgi için bak: Mefatihü'1-gayb / Fahruddin Razi, ilgili âyet tefsirine

[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/986-987.

[344] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/987-988.

[345] Buharî - Müslim: Abdullah bin Me3'ud (R.A.)den

[346] Sahih-İ Müslim

[347] Buharî - Müslim: Ebü Hüreyre (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/988-989.

[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/989-991.

[349] Buharî -Müslim

[350]Kurtubî - Lübabu't-teîvîl / Alaeddin Ali - İbn Cerîr

[351] Lübâbu't-Te'vîl / Alaeddİn Ali

[352] Kurtubî Tefsiri

[353] Haşr sûresi âyet: 9

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/991-992.

[354] Kurtubî - îbn Cerîr - Mefatihü'l-grayb

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/992.

[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/992-993.

[356] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî: Kelbî'den naklen

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/994.

[357] Nisa sûresi âyet: 160-161

[358] En'am sûresi âyet: 146

[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/994-995.

[360] Kurtubî Tefsiri: C. 4/136 - Mısır:  1387

[361] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/995.

[362] Tevrat /Levililer: 7/22-25

[363] Levililer: 9/2

[364] Nisa sûresi âyet: 160-161

[365] Levililer: 11/3-4

[366] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/996-997.

[367] Tevrat/Tekvîn: 9/4-5

[368] Tesniye: 23/16-17

[369] Levililer: 18/17

[370] Matta: 5/21-22

[371] Matta: 5/27

[372] Matta: 5/33

[373] Matta: S/38

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/997-999.

[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/999.

[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1000.

[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1000-1001.

[377] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1001-1002.

[378] Ahmed bin Hanbel - Buharî - Müslim: Ebû Zer (R.A.)den

[379] îbn Ebî Hatim

[380] Îbn Kesîr Tefsiri

[381] Sahih-i Müslim ve Asbab-ı Sünen

[382] Sahih-i Müslim: Câbir (R.A.)dan

[383] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî - îbn Mâce

[384] îbn Kesîr

[385] Buharî - Müslim

[386] Sahih-i Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1002-1003.

[387] İbrahim sûresi âyet: 37

[388] İbrahim sûresi âyet: 35-36

[389] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1003-1006.

[390] Kurtubî Tefsiri: 4/141 - Mısır: 1387 _ Taberânî ve ibn Higam.

[391] Hacc'ın hicrî sekizinci yıl farz olduğunu söyliyealer olmuşsa da sahih olan dokuzuncu yıldır. Sekizinci yıl Mekke valisi     Attab  bin Üseyd   (R.A.)   idaresinde henüz fark kılmmadığı halde yapıldığı bilinmektedir.

[392] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1006-1007.

[393] Bugünkü tartı birimlerine göre, 960 gram gümüş

[394] ibn Mace/menâsik :   6-Tirmizî/tefsîr:   3

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1007-1008.

[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1008.

[396] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lâbabut'Te'vîl / Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1009.

[397] Sahih-i Müslim: Zeyd bin Arkam (R.A.)den

[398] Terğîb Terhîb: Fazailü'l-Kur'ân

[399] Hâkim: Sahih isnadla tbn Abbas  (R.A.)dan

[400] Taberânî - Beyhakî: İbn Abbas (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1009-1010.

[401] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1010.

[402] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1010-1013.

[403] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1013.

[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1014-1015.

[405] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1015.

[406] Hâkim - Ibn Murdeveyh: îbn Mes'ud (R.A.)den

[407] Taberânî: Enes b, Mâlik'den mevkufe

[408] Taberânî: Enes b, Mâlik'den mevkufen

[409] Kurtubî: Ebû Said EI-Hudrİ'den

[410] Câmiussağîr: Hadisün hasenün

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1016.

[411] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1016-1017.

[412] Müsned-i Ahmed; 4/287. 375

[413] Taberanî: Arfece b. Şüreyh'den. Tirmizi / hadîstin hasenün

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1017-1018.

[414] Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî - AIûsî - Keşşaf

[415] İbn Cerîr - Mefatihü'1-Gayb - Keşşaf - Kurtubl

[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1018-1019.

[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1019.

[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1021.

[419] İbn Murdeveyh

[420] Eshab-ı Sünen

[421] Tirmizî - İbn Mâce: Amir bin Ebî Amır'den

[422] Ahmed bin Hanbel

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1021.

[423] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1022-1023.

[424] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1023.

[425] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1023.

[426] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1024.

[427] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1024-1025.

[428] Nûr sûresi âyet: 55

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1025-1026.

[429] Bu konuda genig bilgi İğin bak: Müfredat-i Elfaz-ı Kur'ân / Rağıb el-Ksfe-hanl

[430] Bu hususta daha bazı bilgiler için bak: Bakara sûresi: 178-180-228-232. âyet-

[431] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1026-1027.

[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1027.

[433] Esbab-ı Nüzüi / Nisaburt - Lübabu't-Te'vn

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1028.

[434] Ahmed bin Hanbel _ Nesâî - Hâkim: tbn Abbas (R.A.)dan

[435] Ahmed bin Hanbel - İbn Mâce - Hâkim

[436] Taberânî: Sevbân (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1028-1029.

[437] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1029-1030.

[438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1030-1032.

[439] ÂI-i İmrân sûresi âyet:   199

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1032.

[440] Esbab-ı   Nüzul/Nisaburî-Mefatihü'1-gayb/Fahrudclin   Razî

[441] Esbab-ı Nüzul/Nisaburi - Lübabu't-Te'vîl

[442] Ahmed  bin Hanbel  Müsned'i

[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1033-1034.

[444] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1034-1035.

[445] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1035-1036.

[446] Lübabut-Te'vü/Alaaddin Alt - Mefatihü'1-gayb/Razî

[447] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1036-1037.

[448] Bak :  Bakara süresi :   120

[449] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1037-1038.

[450] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1039-1040.

[451] Fazla   bilgi   için   bak :    Mefatihü'1-gayb - Lübabu't-te'vîl-Kurtubî - İbn Kesir - Alûsî - İbn  Cerir

[452] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1040.

[453] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1040.

[454] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1042.

[455] Buharı - Nesâî :  Ebû Saîd'den

[456] İbn Ebi Hatim - tbn Kesîr :  1/398

[457] Ebû Ya'lâ - Ahmed bin Hanbel - Nesâî: Enes b. Mâlik'den

[458] Ebü Dâvud :  Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[459] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1042-1043.

[460] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1043-1046.

[461] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1046-1047.

[462] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1047.

[463] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1048-1049.

[464] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1049.

[465] Buharı :   Câbir bin  Abdullah   (R.A..)dan

[466] Buharî: Sa'd b. EM Vakkas   <R.A.)den

[467] »             »   .                     

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1049-1050.

[468] Al-i îmrân sûresi âyet:   159

[469] Şûra sûresi âyet:  38.

[470] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1050-1051.

[471] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1051-1052.

[472] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1052-1053.

[473] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1053.

[474] Sahih-i Müslim: Ömer bin Hattab (R.A.)den

[475] »          >        : îbn Mes'ud  (RA) den

[476] >        j.          »

[477] Ebû Dâvud / Fi'1-Merasil 

[478] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1055.

[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1055-1056.

[480] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1056-1057.

[481] Kurtubî Tefsiri :  4/193-194 Mısır :   1387. tbn Cevzî Tefsiri ve LÜbabu't-Te'vll / Alaeddin Ali

[482] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1057-1058.

[483] Sahih-i Müslim - Kurtubî - Alûsî - İbn  Çerîr

[484] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1058-1059.

[485] Taberî

[486] Beyhakî

[487] İbn İshak

[488] Kurtubî

[489] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1059-1060.

[490] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1060.

[491] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1061.

[492] Buharî - Et-Tac :   Ebû Cuhayfe  (R.A.)_den

[493] Müslim - Ebû Dâvud  - Tirmizi :   Câbir "(R.A.)dan

[494] El-Matallibü'1-Aliyye /  İbn Haeer

[495] »                 »            »         »        (Riba   bölümü)

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1061-1062.

[496] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1062-1063.

[497] Rum süresi âyet:  39

[498] Nisa sûresi âyet:   160-161

[499] Âl-i İmrân sûresi âyet:   130

[500] Bakara süresi  âyet :   278

[501] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1063-1065.

[502] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1065.

[503] Ahmed  bin Hanbel - Kurtubî - İbn  Cerir - Lübabu't-te'vü

[504] İbn Ebî Hatim

[505] Ahmed bin Hanbel :  Ebû Hüreyre   (R.A.)den   ,

[506] Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud

[507] Ebû Dâvud

[508] îbn Asâkir :   Übey bin Kâ'b   (R.A.)den

[509] İbn  Murdeveyh :   Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[510] Ahmed bin Hanbel :  Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[511] Ebü Dâvud-Tirmizî - Müsned-i Bezzar

[512] Ahmed bin Hanbel :  Abdullah bin Amir  (R.A.)dan

[513] Tirmizî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1067-1068.

[514] İbn Cerîr, İbn Ebi Hatim-:  tbn Abbas  (R.A.)dan

[515] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1068-1070.

[516] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1070-1071.

[517] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1071-1072.

[518] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1072.

[519] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1072.

[520] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1073.

[521] Yusuf : 109-Hacc: 46 - Rum: 9. 42 - Fâtır : 44 - Gâfir: 21, 82 - Mu-hammed : 10 - Âl-i İmrân : 137 - En'anı : 11 - Nahl : 36 - Nemi : 69 - Anke-but : 20

[522] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1073-1075.

[523] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1075.

[524] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1076.

[525] Esbab-ı  Nüzul/Nisaburi - Kurtubî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin  Ali.   -   İbn Cerir Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1077.

[526] Lübabu't-Te'vÜ  /   Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1077-1078.

[527] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1078-1079.

[528] Fazla bilgi için bak : Mefatihü'1-gayb / Fahruddin Râzî :  C. 3/82-Âmire.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1079.

[529] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1080.

[530] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1080-1081.

[531] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1082.

[532] Sahih-i Buharı  - Müslim

[533] Buharı - Terğîb – Terhib

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1082.

[534] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1082-1083.

[535] El-Hâkim :  îânad-i Sahih ile tbn Abbas  (R.A.)dan

[536] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1083-1085.

[537] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1086-1087.

[538] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1087-1088.

[539] Iynet: Veresi mal satıp sonra onu sattığı fiattan aşağı bir fiatîa satın al­mak suretiyle müşteriyi dolaylı yoldan faizli borç altına sokmaktır.

[540] Ebû Dâvud: îbn Ömer (R.A.)dan.

[541] Taberânî tsnad-i hasen Sle Ebûbekir (R.A,)de

[542] Buharî - Müslim: Ömer bin Hattab tR.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1089.

[543] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1089-1090.

[544] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1090-1091.

[545] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1091-1092.

[546] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1092.

[547] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1093.

[548] Buharî - Müslim - Nesâî: Enes bin Mâlik (R.A.)den

[549] Buharî - Müslim - Tirmizî - Nesâî .. Ibn Mâce: Enes b. Mâlik'den

[550] Müslim - Tirmizî: Abbas b.  Abdilmuttalib  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1093.

[551] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1093-1094.

[552] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1094-1095.

[553] Esbab-ı Nüzul / Nisâburî - Kurtubî _ Lübabu't-Te'vîl. Fazla bilgi için de bak: Ibn Cerîr Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1096.

[554] Müslim: tbn Vehb'den

[555] îbn Ebl Hatim

[556] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1097.

[557] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1097-1099.

[558] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1099.

[559] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1100.

[560] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1100-1101.

[561] Fazla bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - Keşşaf veFethül-kadîr tefsirlerine

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1101.

[562] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1101.

[563] Beyhakî _ İbn Kesîr

[564] İbn Kesîr: Sa'd bin Müseyyeb'den

[565] Hammad bin Seleme: Enes bin Mâlik/den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1103.

[566] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1103-1104.

[567] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1104-1105.

[568] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1105-1106.

[569] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1106.