Genetik Olaylar - Spermanın Şekillenmesi (Biyolojik Olaylar)
Yorumlar - Rivayetler (Muhkem-Müteşabih)
İnsan Aklı Ve Müteşabih Âyetler
Dinin Sunduğu Şerbette Şifâ Vardır
Niçin Fir'avn Hanedanı Örnek
Veriliyor?
İmanın Karşısında Küfrün Yenilgiye Uğraması Mukadderdir
Yahudilerin Yenilgiden Yenilgiye
Uğraması
İnsanın Önce Dünyaya Ayak
Basmasındaki Hikmet
Allah'ın Kendi Varlığına Şehadeti
Dinlerin Ruhu Ve Mayası, Hakk'a Teslimiyettir
Din Mutlak İtaat Ve Birlik İster
Müslüman Bir Ülkeyi
Manevî Alanda Yıkmanın Üc Yolu Vardır
Ceza Ve Azâb İlâhî Adaletin Gereğidir
Tevrat İndiği Gibi Muhafaza Ediliyor Mu?
İncil'de Bu Husus Daha Önce Haber Verilmiştir
Allah'ın Va'dettiği Mülk Ve Şerefin İlk Müjdesi Hendek Kazılırken
Verilmişti
Diriden Ölüyü, Ölüden Diriyi Çıkaran Allah
İnsanlarla Günlük İlişkilerimiz
Allah'ı Kullarına Tanıtan Rahmet..
İnsanlığın Hizmetine Sunulan Aileler
Peygamberler Birbirinden Gelme Tek Bir Soydandırlar
Büyük Peygamberlerin Asya'da
Görevlendirilmesi
Kur'ân'ın Hz, Meryem'e Geniş Yer Vermesi
Zekeriyya Peygamberin Özentisi
İsa'nın Beşikte İken Konuşması
İsa Peygamber, Musa Peygamberin Şeriatı Üzere Bulunuyordu
İsa Peygamberin Gösterdiği Mu'cizeler
İçi Dolu Taneyi, İci Boş Taneden Ayırmak
Kur'ân Olayların Gerçek Yönünü Yansıtır
Canlının Canlıdan Meydana Gelmesi
Resûlüllah (A.S.)In Komşu Ülkeleri Tevhîd'e Daveti
Tevrat Ve İncil'de Tevhîd Kalıntıları
Hakkı Gizlemek Nankörlüğün En Kötüsüdür
Kutsal Kitaplarda Son Peygamberle İlgili Belgeler
Verilen Sözü Yerine Getirmek Yapılan Sözleşmeye Bağlı Kalmak
Allah'ın Âyetlerini Değiştirmek
Hak Peygamberle Yalancı Peygamber Arasıdaki Fark
Allah'ı Birakip Allah Adına Bazi Şahısları İlâhlaştırmak Küfürdür
Peygamberler Birbirini Tasdik Eder
İnkâr, Parçanın Bütüne Ters
Düşmesidir
İnsanlığa Büyük Hizmetlerde Bulunan Kaşifler Ve Mucitler
Tevrat'ta Konuyla İlgili Belgeler
Bir Sonraki Şeriat Bîr Öncekinin Ya Tamamını Ya Da Bazı Kısımlarını
Yürürlükten Kaldırır
İslâm, Dinler Arasında Tartışmaya Kapı Açmaz
Yabanci Kültürün Tesirinde Kalanlar
İslâm'ı İçinden Yıkan Bölücüler
Bilmek Ve Tanımak Sevgiye Kapı Acar
Ferdi Topluma Yaklaştırıp Kaynaştırmak
Lider Ve İdareci Kadroyu Kimler Seçer?
Bölünüp Parçalanan Toplumlara İki Türlü Azâb Vardır
Kitaplıların Çoğu İnkâr İçindedir
Anti-İslâmî Kuvvetlerin Hazirlik İçinde Olması
Küfür Ateşinin Mahvettiği Milletler
Büyük Davaların Karşısında Büyük Musibetler, Çetin Düşmanlar
Yatar
İslâm Düşmanlarının Başlıca Belirtileri
Savaştan Önce Görülen Bir Rüya
Liderin Diğer Bazı Özellikleri
Savaşta Verilen Emirlere Aynen Uymak
Bedir Savaşının Genel Görünüşü
İnsan İle Allah Arasinda İmkân Ve İrâde Sınırı
Rahmet Peygamberinin İnsanlardan
Yana Sınırsız Merhameti
Faizin Haram Kılınmasının Nedenleri
Faiz Yasağında İzlenen Pedagojik Yöntem
Cennetin Genişliği Ve Büyüklüğü
Gerçek Mutlu Olanlar Takva Sahipleridir..
Gelip Geçen Milletlerden Geriye Kalan Eserler
Üstünlük Sağlamak İmân Kuvvetiyle Orantılıdır
Ecel Önceden Tesbit Edilmiştir
İmanla Bütünleşen İrâde Ve Cesaret
Her Cisim Saydamlığı Nisbetinde Güneşten Işık Alıp Yansıtır
Allah'ı İnkâr Edenin Mâkul Hiçbir Kanıtı Yoktur
Savaşta Zafer Kapısı Açılınca Allah'ı Daha Çok Anmak Gerekir
Müslüman Cemaat İki Ayrı Niyet Taşırsa
Her Sıkıntıdan Sonra Bir Ferahlık Vardır
Savaşa İnanarak Katılmak Ölmek Değil, Yepyeni Bir Hayattır
Kur'ân'in üçüncü
süresidir. Birçok ahkâm, kıssa, emir ve yasaklar taşıması nedeniyle Bakara'ya
eşdeğerde tutularak ikisine birden Zehra-veyn = İM-nur, iki pariak ışık
denildiği gibi Ğamametan = İki gönül ferahlatıcı gölgelik de denilmiştir.
Sûreye, Musa Peygamber
(A.S.)ın babası İmrân'dan ve onun ailesinden sözediidiği için Âi-i İmrân adı
verilmiştir.
Tamamı 200 âyet 3480 kelime
ve 13025 harftir. [1]
Bakara sûresinin
sonunda imânın esasından söz edildi, İslâm'ın barış ve kardeşlik dini olduğuna
dikkatler çekildi ve bütün peygamberlere inanmanın gereği açıklanarak Yahudi ve
Hıristiyanlarla olumlu yönde diyalog kurulmasına işaret edilirken, bütün hak
dinlerin kaynağının aynı olduğu hatırlatıldı, bu nedenle tartışma, sürtüşme ve
inkârın ağır bir suç, büyük bir vebal, aynı zamanda şiddetli bir azaba yol
açıcı bulunduğuna dokunuldu, Tevhîd odağında birleşmenin tek selâmet yolu ve
ilâhî emre ve rızaya uygun bulunduğu bîr kez daha vurgulandı.
Âl-i İmrân Sûresine, dinler
arasındaki diyalogun nasıl kurulması gerektiğine, Tevrat, İncil, Zebur ve
Kur'ân'm indirilmesinin neden ve niçinine. Kitap ehli bulunan Yahudî ve
Hıristiyanların dinde aşırı tutuculuk göstererek hakikatleri gizlediklerine
dokunuluyor; Allah'ın gizli açık her şeyi hakkıyla bildiğine dikkatler
çekilerek Onun yüce kudretinin örneksiz ve benzersiz sanatının en mükemmeli
olan insanın ana rahminde genetik kanunlar doğrultusunda nasıl tasvir edildiği
belirtilerek insan aklına hem yer veriliyor, hem onu harekete geçirmeyi
planlıyor. [2]
1— ELİF-
LÂM- MÎM. (1)
2— Allah (Bir'dir), O'ndan başka ilâh yoktur. O
hep diridir, kudretiyle (varlık âlemini) tutup duran, gözetip koruyandır O..
3-4—
Kendinden önceki (kitap)ları doğrulayan Kitab'ı hak ile C sana indirdi. Bundan
önce de insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil'i indirmiştir.
Doğruyu eğriden, hakkı bâtıldan ayıran (Kur'ân ya da Zebûr)u da O indirdi.
Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere herhalde şiddetli azâb vardır ve Allah çok
güçlüdür, (zâlimlerden) öc almada intikam sahibidir.
Ibn İshâk ve diğer
siyer sahiplerinin tesbit ve rivayetlerine göre : Nec-ran Hıristiyanlarından 60
kişilik bir topluluk Medine'ye gelip Resûlüllah (A.S.) Efendimizle görüşmek ve
İsâ Peygamber hakkında tartışmak istifi)
Bu âyetin açıklaması Bakara sûresinde yapılmıştır; oraya bakılması...
yorlardı. Aralarında
eşraf (Meri geienler)den 14 adam bulunuyordu. Biri başkan, biri danişmend biri
de dinî lider olmak üzere üç önemli kimse tarafından bunlar idare ediliyordu.
Rum (Bizans) kralı bunlara değer verir, din ve dünya hakkındaki geniş
bilgilerinden dolayı onlara saygı beslerdi.
İşte bu topluluk bir
gün ikindi namazı kılınırken Mescid-i Saadet'in önüne gelmiş bulunuyorlardı.
Üzerlerinde göz alıcı nefis giysiler vardı. Onların da ibâdet vakti girince
Mescid'e girip namaz kılmak istediler; As-hab-ı Kiram buna pek tarafdar
olmadıklarını ihsas ettirmek istiyorlardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
«Dokunmayın, ibâdetlerini yerine getirsinler,.» diye emretti. Doğuya yönelerek
ibâdetlerini yaptılar ve Resûlüllah'ın huzurunda yer aldılar. Resûlüllah
(A.S.) onların iki önemli kişisine :
— İslâm'a girin selâmete kavuşun!. Diyerek
davette bulundu. Onlar:
— Biz sizden önce müslüman olduk, yani Hakk'a
teslimiyet gösterdik, diye cevap verdiler. Resûlüllah (A.S.):
— Doğru söylemiyorsunuz, aslında sizi
İslâm'dan alıkoyan neden, Allah'a oğul İsnat etmeniz, haç'a
tapmanız ve domuz eti yemenizdir.
Sonra aralarında şu
söyleşi geçti:
Onlar— Eğer İsâ
Allah'ın oğlu değilse, babası kimdir, söyler misiniz?
Peygamber — Her
çocuğun babasına -bazı yönleriyle- benzediğini bilmez misiniz?
Onlar — Evet,
biliriz..
Peygamber — Rabbimizin
hep diri olduğunu, ölümsüz bulunduğunu; isa'nın da ölümlü bir insan olduğunu
bilmez misiniz?
Onlar — Evet,
biliriz..
Peygamber — Rabbimizin
kudretiyle her şeyi tutup gözettiğini, koruyup ayakta tuttuğunu bilmez
misiniz? Aynı zamanda her canlının rızkını verdiğini kabul etmez misiniz?
Onlar — Evet, bilir ve
kabul ederiz..
Peygamber — Peki İsâ
Peygamber bu saydıklarımdan birini yerine getirmeye kadir midir?
Onlar — Hayır..
Peygamber — Allah'ın
yerde ve göklerde ne varsa her şeyi bildiğini, hiçbir şeyin ona gizli kapalı
bulunmadığını bilmez misiniz?
Onlar — Evet biliriz..
Peygamber — İsa'nın
ancak kendisine öğretilenden başkasını bilmediğini bilmez misiniz?
Onlar — Evet,
biliriz..
Peygamber — Rabbimizin
İsa'yı ana rahminde dilediği biçimde tasvir ettiğini ve Rabbimizin bir şey
yiyip içmediğini bilmez misiniz?
Onlar — Evet, biliriz..
Peygamber — İsa'nın
anasının her kadın gibi gebe olduğunu ve her doğum yapan kadın gibi doğum
yaptığını ve İsa'nın her çocuk gibi beslendiğini, gıda verildiğini, sonra
yiyip içip abdest bozduğunu bilmez misiniz?
Onlar — Evet,
biliriz..
Peygamber — O halde
İsâ sizin iddia ettiğiniz gibi nasıl ilâh olabilir?
Bunun üzerine heyetin
ileri gelenleri cevap vermediler ve bu yüzden susup kaldılar. Allah olaya ve
konuya ışık tutar anlam ve ölçüde Âl-i İm-rân sûresinin baş kısmından seksen
küsur âyeti indirdi.
Sözü edilen olayı şu
fazlalıkla nakledenler de vardır:
Onlar — Ya Muhammedi
Siz İsa'nın Kelimetullah ve Allah'tan bir Ruh olduğunu iddia etmiyor musunuz?
Peygamber — Evet..
Deyince, onlar: İşte
bu bize yeter, dediler. Sonra da inat ve inkârlarında direnip durdular. Allah
onların bu bâtıl itikat (inançlarını reddederek Âl-i İmrân sûresinin baş
kısmından seksenin üstünde âyet indirdi. [3]
Kur'ân «O hep diridir,
kudretiyle tutup duran, gözetip koruyandır O!»
âyetini sergilerken,
yaratılanla Yaratan arasındaki farkı, mesafeyi iki sıfatla, en doyurucu delil
olarak ortaya koymaktadır. Yaratan hep diridir,
O'nun için ölüm
yoktur; her şeyi sonsuz kudretiyle tutup duran, gözetip koruyandır, Onun için
zayıflama, güçten düşme, bıkkınlık, gaflet ve unutkanlık yoktur. Bu
saydıklarımızın aksi yaratılanlarda vardır.
Kur'ân böylece İsa'nın
ne İlâh, ne de Allah'ın oğlu olamıyacağını reddi mümkün olmayan iki hüccet
(kanıt) ile belgelemektedir.
Sonra Bakara sûresinin
son kısmında özeti verilen konunun açıklanmasına geçiliyor; İslâm'ın açtığı
barış ve kardeşlik, insanseverlik ve hakbilirlik kapışma dikkatler çekiliyor.
Bunun nedeni ise gayet açıktır:
a) Allah'tan başkasını ilâh kabul edenlerin,
insanları ilâhlaştırapların yanlış bir akide üzerinde bulundukları en doyurucu
delil ve belgelerle belirtilirken Allah'a ait iki önemli sıfata yer verildi.
Bununla insan aklını harekete
geçirme, akıl ve mantığı imân doğrultusunda birleştirip aşırı tutuculuk
ve duygusallıktan sıyrılma ortamı plânlandı.
b) Geniş halk kitleleri üzerinde etkili olan ve
bir cok ülkelerin Hıris-tiyanlaşmasrnı sağlayan, bununla da yetinmeyip İslâm'a
karşı savaş açan, misyonu oluşturan, bu yüzden Haçlı Seferleri düzenleyen
Nasarâ'nın İsâ Peygambere «Allah'ın oğlu» demeleri kınanıyor ve ona bu yoldan
ilâhlık isnat etmeleriyle ilgili inançlarının asılsız, dayanaksız, delilsiz ve
kanıtsız olduğu ortaya konuluyor.
c) Tevrat'ı da, İncil'i de, Kur'ân'ı da doğru
yola iletici, hak yolu gösterici olarak indiren Allah'tır. O halde Allah'a ait
bu kitaplarda esasla ilgili konularda hakikati zedeliyecek bir farklılık, bir
terslik bulunması mümkün değildir. Aynı zamanda hic kimsenin bu kitaplarda
kendi keyfine ve arzusuna göre tasarrufta bulunması, fazlalık, ya da noksanlık
yapması, değiştirmeğe kalkışması caiz değildir ve hiç kimseye bu hak verilmemiştir.
Mevcut dört İncil arasındaki tutarsızlık, tezat; Bernaba İncil'iyle bunlar
arasındaki belirgin fark; Tevrat'ta peygamberleri küçük düşürücü âyetler,
âhiretle ilgili bütün kayıt ve belgelerin çıkarılması, ilâhî kitapta beşerin
müdahalesini İsbata yeterli değil midir? [4]
«Kendinden önceki kitapları doğrulayan kitab'ı
hak ile O sana indirdi.»
Kur'ân'ın kendinden
önceki semavî kitapları ve peygamberleri tasdîk etmesi, Tevrat ve İncil'de
insan eliyle meydana getirilen değişiklikleri, fazlalık ve noksanlıkları tashih
etmesi, Yahudi ve Hıristiyanları bir bakıma insafa çağırması, Onun indiği gibi korunduğunu
gösterir. Haham ve papazların Kur'ân'a ve Hazreti Muhammed'e (A.S.) dil
uzatmaları, inkâra sapıp küçültür anlamda âyetleri değiştirmeleri, onların asıl
Tevrat ve İncil'in doğrultusundan ayrıldıklarını, dini ve kitabı kendi
arzularına göre yorumladıklarını isbatlar.
Aynı kaynaktan gelen
kitapların birbirini doğrulaması kadar tabii ne olabilir? İşte Kur'ân'ın
üstünlüğü bu konuda da kendini perde perde hissettirmekte ve insan aklına yön
vermektedir.
Aynı yazarın aynı
amaca yönelik hazırladığı üç kitap arasında tutarsızlık ve terslik varsa, biri
diğerinin aksini ortaya koyuyorsa, yazarın normal olmadığına, aklî dengesinin
bozukluğuna bir kanıt sayılmaz mı? İşte Kur'ân bu tutarsızlığın Tevrat ve
İncil'in asıl nüshalarında bulunmadığını, dinde aşırı tutucular tarafından
meydana getirildiğini açıklamakta ve indirilen her kitabın kendi çağındaki
insanları, toplum ve milletleri doğru yola iletme, hakikati gösterme kudretini
taşıdığını belirtmektedir.
Kur'ân'ın hak ile
indirilmesinin anlamı bu olmakla beraber aşağıdaki hususları da eklemekle Onun
mükemmelliğini ortaya koymuş oluruz:
a) Kur'ân doğruluk ölçüleri içinde inmiştir.
O hep haktan yanadır, hep hakkı
savunur ve onu işler..
b) Kur'ân, ilâhî olduğunu her âyet ve süresiyle
ortaya koyup belgeler, bir benzerinin yazılamıyacağını ilân eder. Kur'ân
Arapçasını çok iyi bilen binlerce edip ve şâirin, hekîm ve filozofun bu yüksek
kudret karşısında âciz kaldıkları bunun açık delili sayılmaz mı?
c) İçinde hiçbir şüphe bulunmayan, ilim
adamlarının meydana getirdiği cumhurun akıl ve mantığına uygun olan Kur'ân,
Allah'ın sıfatlarını Allah'a yakışır anlamda, Peygamberlerin sıfatlarını yine
onların makam ve mertebeleriyle bağdaşır ölçü ve mânada sergiler. Bu yönüyle de
değişime uğrayan diğer kitaplardan ayrılır.
d) Her konu ve meselede mutlak adalet ölçülerini
getirir, ilâhî adaletin şaşmayacağını, kanunlarının sapmadan hedefine doğru ilerlediğini ilân eder. Bununla varlık
alemindeki illiyet (kozalite) kanununa sık sık dikkatleri çeker. [5]
«Allah'ın âyetlerini
inkâr edenlere herhalde şiddetli azâb vardır.»
Tevrat hayli
değişikliğe uğramasına ve âhiretle ilgili bütün kayıtların içinden
çıkarılmasına; İncil, yüzlerce farklı nüshaları yazılıp aslından uzaklaştırılmasına
rağmen halâ bunlarda ilâhî belgelerin bazı parça ve kalıntılarına raslamak
mümkündür.
Aynı kaynaktan gelen
İlâhî kitaplar Son Peygamberin ve dolayısıyla Kur'ân'ın geleceğini haber
vermektedirler. Ne var ki dinde aşırı tutucu olan Yahudi ve Hıristiyan din
adamları açıktan bir inkâra sapmışlar ve sözü edilen belgeleri kendilerine göre
yorumlarken ve Kur'ân'ı kendi dillerine terceme ederken İslâm'ı küçük düşürür
şekil ve muhtevada değişiklikler yapmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır.
Şüphesiz ki bu tarz
düşünce ve tutum din adına, ilim ve ahlâk adına, tek kelimeyle insanlık adına
bir cinayettir. [6]
Tevrat'ta :
Geleeek olan kurtarıcı
ve mürşitten söz edilirken deniliyor ki:
«İşte kendisine destek
olduğum kulum; canımın kendisine razı olduğu seçme kulum (Muhammed Muhtar) :
Ruhumu onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır.
Bağırmıyacak ve sesini yükselt-miyecek ve onu sokakta işittirmiyecek. Ezilmiş
kamışı kırmıyacak ve tüten fitili söndürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek. Ve
dünyada hakkı pe-kiştirinceye kadar zayıflamıyacak ve cesareti kırılmiyacak ve
adalar onun şeriatını bekliyecekler.»
Gökleri yaratmış ve
onları yaymış, yeri ve ondan çıkanları sermiş olan; yer üzerinde kavma soluk ve
onda yürüyenlere ruh veren RAB Allah şöyle diyor: Ben, RAB, seni doğrulukla
çağırdım ve elini tutacağım ve seni koruyacağım ve kör gözleri (bilgisizliğin
karanlığında kalanların kalb gözlerini) açasın, mahpusları, zindan ve
karanlıkta oturanları hapishaneden çıkarasın diye seni kavme ahit, milletlere
ışık olarak vereceğim. Ben Yehovayım, ismim odur; ve izzetimi bir başkasına ve
hamdimi oyma putlara vermiyeeeğim. İşte öncekiler vaki oldu (gelip geçti) ve
yenileri ben bildiriyorum; onlar meydana çıkmadan önce size işittiriyorum. [7]
İncil'de:
İsa Peygamber diyor
ki:
«Şimdi ise, beni
gönderene gidiyorum ve sizden kimse: Nereye gidiyorsun? diye bana sormuyor.
Fakat size bu şeyleri söylediğim için yüreğinizi keder doldurdu. Bununla
beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü
gitmezsem Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim ve O
geldiği zaman, günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam (cevap
veremez hale getirip alt) edecektir. Günah için, çünkü bana imân etmezler.
Salâh için, çünkü Babama (Rabbıma) gidiyorum ve artık beni göremezsiniz. Ve
hüküm için, çünkü bu dünyanın reisine hükmedilmiştir.»
«Size söyliyecek daha
çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat ruhu gelince,
size her hakikate yol gösterecek zira kendiliğinden söylemiyecektir.[8] Fakat
her ne işitirse söyliyeoek ve gelecek şeyleri size bildirecektir.»
«O, beni ta'ziz
(şerefli ve kutlu) edeeektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir.
İsâ Peygamber bu sözleriyle, ilâhî kitapların ve peygamberlerin aynı kaynaktan
kaynaklandığını haber vermektedir.
[9] Babanın (Rabbin) her nesi varsa, benimdir; bunun için
: Benimkinden alacak ve size
bildirecektir, dedim.» [10]
Evet, M.S. 325
tarihinde İznik'te toplanan yüce kurul tarafından yüzlerce İncil arasından
seçilip kabul edilen dört İncilden biri olan YUHAN-NA İncilinde bu belgeler
halen mevcuttur. Yapılan ciddi araştırmalarla,sözü edilen dört İncilin
yazarlarından hiçbiri İsâ Peygamberi görmemiştir. Asıl Onu gören, meclisinde
yer alan BERNABA'dır. Onun yazdığı bir İncil var ki, kilise ve papazların bozuk
akidesine uymadığı ve Hazreti Muham-med'in geleceğini çok açık bir anlatımla
açıkladığı için bu çok kıymetli İncil'i asırlarca gizlediler. Sonunda bazı ilim
adamları tarafından ele geçirilerek Mısır'da 1907 yılında Arapçaya çevrilerek
basıldı. Böylece öteden beri gizlenen bir nice hakikatler günışığına çıkmış
oldu. Ama kilise yine eski inat ve inkârını sürdürür. Çünkü bu İncil'i kabul
edecek olursa, Hıristiyanlık biter ve başta kilise olmak üzere bütün
Hıristiyanların İslâ-miyete girmesi gerekir. Bu da onların hiç işine gelmez.
Oeğerli İslâm
Hukukçularından Prof. Muhammed Ebû Zehra bu İncil'den sözederken özetle diyor
ki:
Bernaba İncil'i birçok
kısımlarıyla diğer İndilerden ayrılır, ama çok önemli sayılan şu dört madde
Kur'ân ile birleşerek İlâhî hakikati bütün açıklığıyla yansıtır:
1— Bernaba İncil'i İsâ Peygamberi Allah'ın oğlu
olarak itibar etmemiştir. Hazreti Meryem'e bir insan eli değmeden gebe
kalacağını haber veren Meleğin Ona şu sözleri söylediği yazılıdır: «Adını Yasû,
(İsâ) koyacağın Peygamberidoğuracaksın.O, içkiyi, sarhoş eden maddeleri ve murdar
şeyleri yasaklıyacakttr.»
2— İbrahim Peygamberin Allah için adadığı
evladının İshak değil, İsmail olduğunu açıklamaktadır.
3— Beklenen Mesîh, Yasû' değil, Muhammed'dİr.
Nitekim Bernaba'-da -Muhammed -A.hmed isimleri birkaç yerde geçmekte ve şu
sözlerle konuyu yansıtmaktadır:
«O, Aliah Resulüdür.
Âdem cennetten çıkarıldığında Cennetin kapısının üst kısmında şu satırları
görmüştü ki bu tamamen nurdan yazılmıştı : «Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur. Muhammed Allah'ın Resulüdür.»
4— İsâ Peygamberin aşılmadığı bir gerçektir.
Allah İsa'nın suretini Yahuda adlı
adamın üzerine ilka etmiştir.» [11]
Diğer İncil'lere göre
İlâhî âyetleri daha doğru yansıtan BERNABA İncil'inin Türkçeye çevrilmesinde
her zaman için yarar görmekteyiz. Çünkü bu İncil'le, Hazret-i Muhammed'in
(A.S.) geleceği açık bir ifadeyle bildirilmektedir. Yeni neslin bu hakikatleri
bilmesi, İslâm'a olan bağlılıklarını kuvvetlendirir.
İşte konumuzu
oluşturan âyette : «Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere herhalde şiddetli azâb
vardır.» cümlesi, belirttiğimiz hususu hatırlatmakta ve Kitap ehline son
uyarıyı yapmaktadır. «Allah çok güçlüdür, öc almada intikam sahibidir.» cümlesi
ise, sırası gelince bir gün ilâhî intikam kanununun tecelli edeceğine işaret
etmektedir. 1096-1272 tarihleri arasında Müslümanlara karşı düzenlenen sekiz
haçlı seferi, kıyamete kadar hak yoldan sapan kilisenin Hazreti Muhammed'e
(A.S.) karşı «kan döken adam» diye dil uzatmasının ağır bir cezası olarak
noktalandı. Bütün bir insanlık, Hz. Muhammed (A.S.)ın değil, kilisenin din
adına kan dökücü olduğuna şâhid oldu. Böylece uzanan dilleri kısaldı. Şüphesiz
ki bu sonuç onları dünyada için için kemiren bir azâb olarak kaldı. Yapılan
büyük vaatlere ve çekilen sıkıntılara rağmen Haçlı Seferleri amacına ulaşamadı.
Hak üstün geldi. Hakkı temsil eden Kılıç Aslanlar, Salahattin Ey-yubîler
İslâm'ın insanlık, hakseverlik, adalet, fazilet dini olduğunu söz ve
davranışlarıyla ortaya koydular. Bu durum papazların ye kilisenin otoritesinin
sarsılmasına, İslâm âleminin derlenip toparlanmasına, Tevhîd akidesinde
birleşmesine sebep oldu. Yapılan savaşlarda Hıristiyanlarla Müslümanlar
birbirlerini daha yakından tanıma imkânını buldular. Özellikle haçlılar Doğu'da
cesur, kahraman, merhametli, konuksever Müslümanları gördükleri zaman daha
önceki düşüncelerini tamamiyle değiştirdiler.
îkinci olarak,
asırlardan beri gizledikleri BERNABA İncilinin ele geçmesi ve Arapça'ya
çevrilerek İslâm âlemine, Batılı müsteşriklere ulaşması, kiliseyi biraz daha
sarstı. Bundan önce orta çağda kilisenin kurduğu Engizisyon Mahkemelerinin
ortaya koyduğu kan ve cehaiet tablosu, onlar İçin başka bir azâb kapısı açtı.
Bütün bunlara rağmen kilise eski tutum ve inaneında ısrar ve inat edip kaldı.
Bu yüzden Allah'ın âhirette onlara vereceği azâb çok daha şiddetli olacaktır. [12]
Yukarıdaki âyetlerle
İlâhî Kitapların aynı kaynaktan geldiği, fakat dinde aşın tutucular, kilise ve
din adamlarının birçok ilâhî belgelerden bir kısmını inkâr, bir kısmını da
te'vil ederek sapıttıkları haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yerde ve göklerde hiçbir şeyin Allah'a gizli kal-mıyacağı belirtiliyor ve sonra
Yaratan'a has kudret dile getirilerek ana-rahminde insanların ilâhî meşiete dayalı
kanunlarla nasıl tasvir edildiğine dikkatler çekilerek Yaratan ile yaratılanın
asla bir olmayacağına İşaret ediliyor; özellikle İsâ Peygamberi ilâhlaştıranlar
uyarılıyor. Mikroptan çok daha küçük olan gen'de soyun karakter ve
özelliklerinin nasıl bir kudret kalemiyle planlandığını akıl sahiplerinin
gözlen önüne sererek Allah'ın eşi, ortağı, oğlu ve yardımcısı olmadığı bir kez
daha hatırlatılmış oluyor. [13]
5— Şüphesiz
ki, yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
6—
Anarahminde sizi dilediği (hikmet ve kanunla) şekillendiren O'dur. O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur; ancak O vardır. O çok güçlüdür, çok üstündür; yüce hikmet
sahibidir.
Yaratan sonsuz
kudretiyle yarattığı eşyayı dilediği kanuna bağlayıp bütün incelik ve
detaylarıyla bilir, Yarattığı eşyanın önce en küçük modelini akıllara
durgunluk verecek ölçü ve biçimde çizer: Kocaman bir ağacı küçücük bir
çekirdeğe, güneş sistemini atom çekirdeğine, insanın soydan gelen bütün
özelliklerini genlere nakşeder. Yaratılan ise ne bunları, ne.de benzerlerini, bu incelik ve modelde ne çizebilir, ne
de hazırlayabilir. Ancak aklını ve ilmini kullanırsa, ilâhî sanatın
inceliğini, kudretinin yüceliğini, kanunlarının şaşmazlığını anlayabilir.
Diğer bir deyimle aklıyla ve duyu organlarıyla tesbit edebildiği kadarını
bilebilir; fiziko-kîmya alanlarında Allah'ın insanoğluna sergilediği olay ve
kanunları tesbit edebilir. Bunun ötesine geçemez. Çünkü hem aklın, hem de
duyunun uzanabildiği saha sınırlıdır. Allah'ın ilmi ve kudreti ise sınırsızdır;
varlık âlemini kuşatmıştır. Zaten hep diri olan ve kudretiyle her şeyi tutup
duran, gözetip koruyan yaratanın her şeyi yeterince bilmesi gerekir. Aksi ise
mümkün değildir. Bunun için konumuzu oluşturan âyette : «Şüphesiz ki, yerde ve
gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz,» buyurulmuştur.
Böylece Yaratan ile
yaratılan arasındaki fark ortaya konuluyor ve sonra bu hakikate erişebilmenin
yolu akıldan yana açılarak Yaratan'ın yüceliğinden haber veriliyor:
«Ana rahminde sizi
dilediği (hikmet ve kanunla) şekillendiren O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur; ancak O vardır. O çok güçlüdür, çok üstündür; yüce hikmet sahibidir.» [14]
Allah'ın, anarahminde
bizi dilediği -ölçü ve biçimde, renk ve huyda tasvir etmesini açıklayan âyet,
yaratılacak olan her İnsanın bağlı tutulduğu genetik olayla ilgili KALITIM ve
DEGİŞİM'e kapı açmakta, kısacası genetik kompozisyonu hatırlatmakta ve bu
konudaki ilâhî kanunlara -ki Kur'ân buna Sünnetullah der- dikkatleri
çekmektedir. Âyetteki «keyfe» kelimesi daha çok bu sünneti yansıtmak içindir;
aynı zamanda yaratılanın niaelik ve nasıllığını vurgulamaktadır.
Tasvîr, biyolojide
betim betimlemek anlamına geldiği kadar; geçmişlerine benzetmek, soycekimine
göre biçimlendirmek anlamına da gelir.
«Dilediği gibi, ya da
dilediği nasıllık ve niceliksle her ân değişebilen, keyfe göre biçimlendiren
dağınık ve düzensiz bir meşiyet değil, koyduğu kanunlar uyarınca kudret
fırçasını hareket ettiren ve şaşmadan hedef ve amacına yönelen Sünnetullah
demektir.
Canlının canlıdan
meydana geldiği ve meydana gelen her bireyin geçmişine, soyuna benzediği artık
biyolojinin, gelişmesiyle de gerçeklik kazanmış; hilâfına olan varsayımları
kökünden yıkmıştır.
Biyolojinin zaferi
bize şu hakikatleri getirerek Kur'ân ile uyum sağlamıştır :
«Bütün canlılarda
çoğalma sonucu meydana gelen yeni bireyler geçmişlerine ve kardeşlerine, diğer
canlılara olduğundan daha fazla benzerler. Bir koyun yavrusu yine koyundur.
Boynuzsuz bir koyundan boynuzlu bir koyun meydana gelebilir. (Günkü gen onun bu
özelliğini de taşımaktadır). Fakat bir koyunun fare veya at doğurduğu
görülmemiştir. Bunun gibi domates tohumundan domates, yulaf tohumundan da yulaf
çıkar. Süt ve balık ile büyütülen bir kedi yavrusu ile su ve at eti ile
büyütülen bir kedi yavrusunun kediden başka birer hayvan olarak gelişmesi söz
konusu olamaz.
Her canlının sahip
olduğu ve daha ilerideki dönemlerde mâlik olacağı her çeşit karekter için kalıtım
vardır.» [15]
Kalıtım bize bu kapıyı
açarken değişim şunu öğretmektedir: «Müşterek geçmişlere sahip bireylerin
benzerlikleri mutlak değildir. Aslında dünya üzerinde iki canlının mutlak
benzerliğinden söz edilemez. Bir çayırda yanyana büyüyen aynı türden iki
bitkinin, aynı kümeste bakılan aynı ana ve babadan gelme tavukların tam
manasıyla birbirine benzedikleri söylenemez......
İşte müşterek
atalardan olma canlıların gösterdikleri farklılığa «değişim» (variyasyon) denir.» [16]
Anarahmindeki tasvîrin
mânası daha çok budur. Çünkü Allah hem Azîz hem Hakîm'dir. Azîz'dir, ilâhî
kanunlarının incelik ve sağlamlığı, şaş-mazlık ve amacına yönelik bulunması
beşer gücünün ötesinde ve çok üstündedir. Hakîm'dir, koyduğu her kanunu ve
varlık âlemine yerleştirdiği her sebep ve illeti yüksek bir gayeye yöneltendir. [17]
Yukarıda semavî
kitapların aynı kaynaktan indirildiği, fakat dinlerinde aşırı tutucu olan
Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının bu kitapiardaki âyet ve belgelerin çoğunu,
ya da bir kısmını kendi anlayış ve çıkarlarına göre yorumladıklarına işaret
edildi. Sonra Allah'a hiçbir şeyin gizli kalmı-yacağı açıklanarak O'nun insanı
yaratmasındaki yüksek hikmeti, değiş-miyen kanunları, tasvirin nicelik ve
nasıllığı üzerinde aklımızı kullanmamız hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah, indirdiği Kur'ân'ı böyle üzüeü bir sonuca uğramaması hususunda bizleri
uyarıyor; âyetlerin bir bölümünün muhkem (açık anlamlı, yorum götürmez, görüş
ve şüphe kabul etmez ölçü ve anlamda), bir bölümünün ise m ü t e ş â b i h
(manası kapalı, çeşitli ve farklı anlamlara yorumlanması mümkün, farklı
görüşlere elverişli) olduğunu açıklıyor. Ve birinci bölümün -ki o, kitabın
anasıdır- dinin asıl hükümlerini, amelin şekil ve manasını yansıttığından
olduğu gibi bilinip kabuJ edilmesinin gereğine işaret ediliyor. İkinci bölümün
ise, birinci bölümün ışığı altında tefsîr edilmesinin lüzumu belirtiliyor. [18]
7__ O ki,
Kitabı sana indirdi; ondan bir kısmı muhkem (mânası açık,
yorum götürmez,
şüpheye yer vermez açıklıkta) âyetlerdir ki, bunlar. Kitabın anasıdır. Diğer
bir kısmı ise müteşâbih (mânası kapalı, yorum isteyen) âyetlerdir. Kalblerinde
eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak, (kendi çıkarına uygun) yorumda bulunmak
için Kitab'ın müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun yorumunu anoak Allah
bilir. İlimde derinleşenler ise, «Ona inandık, hepsi de Rabbimizin katından
(indirilme)dir» derler. (Bu hakikatleri) ancak akıl sahipleri düşünebilir.
8— Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra
kalblerimizi meylettirip saptırma. Kendi katından bize bir rahmet bağışla.
Şüphesiz ki Sen (evet) Sen çokça bağışta bulunansın.
9— Rabbimiz! Şüphesiz ki (meydana gelmesinde)
hiç şüphe olmayan (kıyamet) gününde insanları toplayan Sensin. Doğrusu Allah
va'dinden caymaz.
Hazreti Âişe (R.A.)
Validemiz diyor ki:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu :
«Müteşâbih âyetler üzerinde tartışıp sürtüşenleri gördüğünüzde (bilin ki),
Allah'ın kasdettiği kişiler onlardır; sakının onlardan!.» [19]
ikinci bir rivayet:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu âyeti okuduktan sonra : «Müteşâbih ayetlere uyup (kendine göre
yorum) yapanları gördüğünüzde (bilin ki) Allah'ın sözünü ettiği kimseler
onlardır. Onlardan sakının!.» [20]
Tirmizî bu hadîsi
naklettikten sonra «hasen-sahîh» olduğunu belirtmiştir.
«Ümmetim ileride 73
fırkaya ayrılacaktır: Bir fırka müstesna diğerlerinin hepsi ateştedir.»
Bunun üzerine soruldu:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Ateşte olmayan fırka
kimlerdir?
— Ben ve Ashabımın bulunduğumuz yol üzerinde
olanlardır. [21] İlimde derinleşenler:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize soruldu :
— Ya Resûiellah! İlimde derinleşenler
kimlerdir? Cevap verdi:
— «Yemin ettiğinde onu iyilik ve hayır ölçüleri
içinde uygulayan, dili doğru söyleyen, kalbi dosdoğru olan, karnını ve uçkurunu
iffet perdesiyle koruyan kişiler ilimde kök salıp derinleşenlerdir.» [22]
Hazreti Peygamber
{A.S.) bir topluluğun (müteşabih âyet üzerinde) tartışıp itiştiğini, farklı
yorumlar getirdiğini gördüğünde şöyle buyurdu ! «Sizden önceki milletler bu
nedenle helak olmuşlardır; onlar Allah'ın kitabındaki âyetlerin bir kısmını
bîr kısmına vurup kimini red, kimini kabul etmişlerdi. Halbuki Allah, bir kısmı
diğer bir kısmını tasdik etsin diye kitabını indirmiştir. (Kitabın âyetleri
arasında tezad ve uyumsuzluk yoktur).
Sakın kitabın bir
bölümünü diğer bölümüyle yalanlayıp reddetmeyin. Onlardan bildiğiniz kadarını
söyleyip açıklayın, bilmediğinizi bilene bırakın..» [23]
«Kur'ân yedi harf
üzere inmiştir. Kur'ân'da inatlaşırcasına tartışmak küfürdür.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu cümleyi üç defa tekrarladıktan sonra devamla buyurdu ki:
«Kur'ân'dan bilip
anladığınızla amel edin; bilmediğinizi asıl bilen Allah'a döndürün.»[24]
Kur'ân, tarihî bir
gerçeğe parmak basarak semavî kitaplarda yazılı bulunan kelimeler, deyimler ve
isimlerin indiği çağda kullanıldığı mânaları taşıdığını hatırlatmaktadır.
Kelimeler böyle olduğu gibi cümleler de böyledir. Tevrat ve İncil'deki âyet ve
kelimelerin taşıdığı mâna ve özellikler zaman dikkate alınmadığı için bir
takım yanlış anlam ve hükümlerin ortaya çıkmasına neden olmuş, bu yüzden ilâhî
beyânlar değişikliğe uğramış ve semavî kitaplar arasında derin bir uçurum
meydana gelmiştir.
Buna bir örnek verecek
olursak, Yuhanna İncilindeki «baba» ve «oğul» deyimlerini gösterebiliriz,
İsrailoğulları'nda daha çok terbiyecilere ve öğretmenlere «baba», öğrencilere
«oğul» tabiri kullanıldığını bilmekteyiz. Nitekim MUHADARATÜN Fİ'N-NASRANİYYE
adlı eserde «oğul» deyiminin sadece sevgiyi, Allah'ın İsa'ya olan muhabbetini
sembolize etmektedir, diyerek buna açıklık getirmiştir. Bernaba İncili'ni
araştıranlar «baba» ve «oğul» tabirlerinin belirtilen anlamda kullanıldığını
gayet iyi anlarlar. Nitekim bugün hâlâ Hıristiyan âleminde papazlara «peder»
diye saygı dolu bir deyimle hitap edilmektedir. Özellikle İsâ Peygamber
devrinde bu tabirlerin çok yaygın olduğu anlaşılıyor. Yuhanna İncil'i bu iki
deyimi daha çok kullanmıştır. Üzerinde dikkatle durulduğunda sözü edilen
manaların kasdedilçiiği rahatlıkla görülmektedir, Tevrat'ta «Rab-Yehova»
isimleri yer alırken, İncil'de «Rab» yerine daha çok (Baba) kullanılmıştır.
Kur'ân'da (Rab) sıfatı dokuzyüz küsur yerde kullanılmış, böylece herşeyi
yaratıp yavaş yavaş terbiye ederek büyüten, kemale erdiren yüce yaratanın bu
çok önemli sıfatına ve hayatımızın her dönemiyle ilgili bulunduğuna dikkatler
çekilmiştir.
Bu açıdan konuyu ele
aldığımızda, diyebiliriz ki: «Rab» ile «baba» arasında yakın bir mâna
benzerliği mevcuttur. Baba hem merhamet ve şefkati, hem terbiye edip büyütme
özelliğini kendinde taşır. Rab ise bundan daha geniş ve kapsamlı bir mâna
İçermektedir.
İşte zamanla
Hıristiyanlar «Rab» karşılığı kullanılan ve aslında İbra-nice İncil'de ne
yazılı olduğu kesin olarak bilinmiyen «baba» tabirini, kendisine evlât nisbet
edilir şekilde hakiki anlamında kullanmışlar ve bu yüzden üç ilâh fikrinin
doğmasına neden olmuşlardır.
Bu görüşümüzü
belgeliyecek olursak, Yuhanna İncil'inde geçen şu sözleri göstermemiz kâfidir:
İsa Peygamber diyor ki:
«Yüreğiniz sıkılmasın;
Allah'a imân edin, bana da edin. Babam {Rab-bim)in evinde çok meskenler
vardır.»
Kur'ân'da da buna
yakın anlamdaki şu âyet asıl maksadı yansıtmaktadır : «De ki: Allah'a ve
Peygamberine itaat edin..» [25]
«Ben gerçek asmayım ve
Babam (Rabbim) bağcıdır. Bende meyve vermiyen her çubuğu koparır..» [26]
Bu ve benzeri
belgeleri incelediğimizde «Baba» deyiminin «Rab» anlamında kullanıldığını
görürüz. Eğer İncil'in ilk yazılan İbranîcesi bulunmuş olsaydı, bu
yanlışlıklar olmaz, gerçek daha iyi tesbit edilirdi. Çünkü günümüze kadar ele
geçen İncil nüshalarının daha çok Yunanca yazılı olduğu görülmüştür.
İtalyancadan Arapçaya çevrilen Bemaba İncil'inde de -belirttiğimiz gibi- «Baba»
tabirinden neyin kasdedildiği rahatlıkla anlaşılmaktadır.
işte konumuzu
oluşturan âyet, bir bakıma bu hususlara dikkatimizi çekmektedir. O halde Kur'ân
âyet ve kelimelerinin taşıdığı mânaları dosdoğru anlayabilmemiz için hem iniş
sebeplerini, hem indiği devirde taşıdığı mânaları, hem de Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ile Ashab'ın ilgili tefsir ve açıklamalarını bilmemiz gerekmektedir.
Dikkat edilecek
olunursa, biz tefsirimizi bu ölçüye göre düzenleyip yazmaya çalıştık. [27]
1. Muhkem : Yorumu bilinip anlaşılan, mânası
açık olup bilinen âyetler.
Müteşabih: İlâhî
bilgiye bağlı olup kullarından hiç kimsenin mânasını bilmediği âyetler. [28]
2. Muhkem :
Fâtiha-i Şerifedir. [29]
3. Muhkem : ihlâs süresidir. [30]
Çünkü namaz ancak
Fatiha ile yeterli olur. İhlâs'ta ise Tevhîd'in en açık hükmü mevcuttur.
4. Muhkem: Kitab'ın aslıdır; fer'î meseleler bu
asıllara götürülerek hükme bağlanır.
Müteşabih : Aslb irca
edilen fer'î meselelerdir, veya Muhkem âyetlerin ışığı altında yorumu
yapılabilen âyetlerdir.
5. Muhkem : En'âm sûresinde Allah'ın haram
kıldığı üç nesneyle İlgili hükümlerle İsrâiloğulları hakkında hükmedilen ve
İsrâ Sûresi 23. âyette yer alan hükümlerdir. [31]
6. Muhkem : Kur'ân'daki nâsih âyetlerle,
Onun haram saydığı ve farz kıldığı şeylerdir.
Müteşabih : Kur'ân'da
mensûh sayılan âyetlerdir. [32]
7. Muhkem : Rabbin hücceti, kullarının ismeti ve
bâtılın reddi ile ilgili âyetlerdir. Bunlarda tasarruf ve yorum yapılamaz.
Müteşabih : Yoruma
müsait, tasarrufa elverişli âyetlerdir.[33] Bu
yorum ve rivayetlerden çıkarılan sonuç şudur:
Sûrelerin başına
konulan HURUF-İ MUKATTAA müstesna, diğer Kur'ân âyetleri şu iki grupta
toplanmaktadır: Birincisi, muhkem âyetlerdir ki, bunlar Kur'ân'ın ana temeli,
dinin esasıdır. Mânaları açıktır, şüpheye yer yoktur; yoruma muhtaç değildir.
İslâmî temel bilgilerde yetişip ilimde derinleşenler bu tür âyetleri rahatlıkla
anlar ve hüküm çıkarırlar. Aynı zamanda bunlar, ilim ve amelde uyulması
gereken temel deliller, doğru yola İleten açık kanıtlardır. İkincisi, müteşabih
âyetlerdir ki, bunlar hem yorum, hem açıklama ister. Ana temel olan âyetlerin
ışığı altında tefsir edilir. Çünkü bu tür âyetlerin birçok mânalar taşıma
ihtimali daha kuvvetlidir, hangi mânanın murad olduğu açıkça anlaşılmaz. Bu
nedenle muhkem âyetlerin temel hükümleri ve küllî kaideleri dikkate alınarak
bunların yorumu yapılabilir. Bunu da ancak ilimde derinleşenler çözüp sonuca
bağlayabilirler.
Örnek: Anayasayı daha
çok gerekçesiyle daha iyi anlayabiliyorsak, çıkarılan kanunların isabetini de
ancak Anayasa'nın koymuş olduğu teme! hükümlerle tesbit edebiliyoruz. Muhkemle
müteşabih arasındaki bağlantı ve müteşabihten çıkarılan hükümlerle muhkem
âyetler arasındaki münasebet de böyledir. Aksi halde çok karışık ve yanlış
yorumlar, hükümler ortaya çıkar ki bu, ilâhî muradın anlaşılmasını güçleştirir.
Nitekim Tevrat'ın tefsiri mahiyetinde olan Talmut'ta birçok karışık ve yanlış
hükümlerin yer aldığı ilim adamlarının malûmudur. Sebebi ise çok açıktır: Tevrat'ın
asıl nüshasının kaybolması, mevcut üzerinde Hahamların değişiklik yapması,
hükümlerin birbirine karıştırılması bu sonucu doğurmuştur.
İşte âyeti âyetle,
âyeti hadîsle ve hadîsi hadisle tefsir etmenin yararı ve lüzumu burada da
kendini bir kez daha hissettirmektedir. [34]
Çünkü Kur'ân yedi harf üzerine inmiştir. Yani Arap lügatinden yedi lügat
üzerine' inmiştir. Bu lügatlerin hepsi de ilim adamları tarafından tesbit
edilip tefsirlere/ Kur'ân'la ilgili ilim kitaplarına aktarılmıştır. Kur'ân
âyetlerine serpiştirilen bu lügatler daha çok âyetlerin karşılaştırılmasıyla
anlaşılabilir. Hadîslerin ise rolü bu konuda oldukça önemli bir yer tutar.
Bu durumda Müteşabih
âyetler üçe ayrılıyor:
1— İnsan aklının aksini iddia ettiği mânaya
delâlet eden âyetler. ER-RAHMÂN ALÂ'LARŞİ'S-TEVÂ gibi.
2— Sadece Allah'ın kendi ilmiyle bildiği ve
kullarına bildirdiği fizik-ötesiyle ilgili âyetler. Kabir, Mahşer, Hesap ve Kıyametle
ilgili âyetler bu cümledendir.
3— Allah ile Peygamberi arasında şifre anlamını
taşıyan, beşer tarafından esrar ve hikmeti
bilinmiyen âyetler. Sûrelerin
başına konulan HURUF-İ MUKATTAA
bu niteliktedir.
Kalblerinde eğrilik
bulunanlar sırf fitne çıkarmak ve kendi çıkarlarına göre yorumda bulunmak
maksadıyla sözü edilen müteşabih âyetleri tefsir ederek mü'minlerin itikadını
bozmaya ve Kur'ân'ı bilmiyen itikadsız kişilerin küfrünü artırmaya çalışırlar.
Örneğin:
a) Öldükten sonra dirilmek,
b) Cennet ve Cehennem,
c) Kabir ve mahşer konuları,
d) Ölümsüz bir hayatın başlaması,
e) Ölümsüz hayatta yaşlanma, hastalanma gibi
arazların tamamen
kalkacağı, yıpranma
diye bir şey olmıyacağı,
f) Cennet gıdalarının posasız olduğu, Cennet ehlinin metabolizmasındaki değişiklikler.
g)
Cehennemde çok yüksek ısı derecesinde insanların kül haline gel-miyeceği,
h) Adem
Peygamberin topraktan, Havva anamızın ise Adem'den yaratıldığı,
i) İsâ
Peygamberin babasız dünyaya geldiği,
j) Üzeyir,
ya,da Hizakıl adındaki büyük zatın yüz yıl uykuda kaldığı, Ashab-ı Kehf'in
üçyüz şu kadar sene mağarada uyudukları gibi fizikî kanunlarla açıklanması
mümkün olmayan, aklî delillerle anlatılması zor ve imkânsız sayılan konular
üzerinde dururlar. Böylece hem kendileri sapıtır, hem de başkalarını
saptırırlar.
Halbuki aklı başında
bir insanın fizikî olayları bildiği kadar metafiziği de az-çok bilmesi gerekir.
Hem buna büyük bir ihtiyaç da var. Çünkü bizzat insanın kendi yapısı onu buna
zorlamaktadır. Maddî yapımız fizikle, ruhî yapımız metafizikle ilgilidir.
Meseleyi bu açıdan ele
alıp değerlendiren mü'minler yalnız müteşabih âyetlere takılıp kalmazlar,
muhkem âyetlerin ışığı.altında -Allah'ın yüce kudretini dikkate alarak-
konuları anlamaya çalışırken hem akla ve fiziğe, hem de İmâna ve metafiziğe
kapıyı açık tutarak ikisini paralel yürütürler.
Nitekim Kur'ân,
konumuzu oluşturan âyetlerin sonunda insan aklına geniş yer vererek onu
harekete geçirmeyi plânlayıp şöyle seslenmektedir: «(Bu hakikatleri) ancak akıl
sahipleri düşünebilir.» [35]
Kur'ân'ın en son, en
mükemmel ve aynı zamanda bütün insanlara ve gelecek bütün çağlara hitab etme
kudretini taşıyan bir Kitap olduğunu belgeliyen özelliklerinden biri de şudur:
Eğer Kur'ân her konu
ve meseleyi açık ve detaylı biçimde anlatıp sergilemiş olsaydı, insan aklını
çalıştırmaz, ilmin kapısını açmaz ve inananları hazıra konmaya iterdi. Bunun
için Kur'ân, gerek hukukî meselelerde, gerek bilimsel konular ve ana
fikirlerde, gerekse aile ve sosyal yapılara yön vermede, ve milletlerin
hayatıyla ilgili ilâhî kanunları aksettirmede insan aklına geniş yer ayırmış,
bu nedenle az kelimeyle çok mâna ve hüküm ortaya koymuş, bazı hükümlerinde
esneklik getirerek bilimsel çalışmalara kapı açmıştır. Diğer yandan insan aklına
ışık tutarken daha çok ilmî temaları koymakla yetinerek kafaları kâinatın
yaratılışında ince nesaplara, yüce hikmetlere
çekerek hilkatin önemini yer
yer belirtmiştir. «Güneş ve ay hesap iledir.» [36]
ayeti buna bir örnek teşkil eder.
Böylece Kur'ân akılla
imânı, fizikle metafiziği içice işlerken her yönüyle beşer ufkunu genişletmeye
çalışmıştır.
İşte müteşabih
âyetlerin sır ve hikmetlerinden biri de budur. Artık aklınızı kullanmaz
mısınız? [37]
Gecen âyetlerle Hak
Din'in bazı özellikleri açıklandıktan; Tevhîd akidesinin önemi belirtildikten;
semavî kitapların bu amaca yönelik olarak aynı kaynaktan indiği açıklandıktan;
Kur'ân'ın barıştan yana geniş bir kapı açtığından; iiimde derinleşen
bilginlerden ve onlara olan ihtiyaçtan söz edildikten sonra, küfür ehlinin
ilâhî kanunlara İtaatsizlikte bulunup ruhî yönden yücelmeye, gelişmeye
yönelmediklerine temas ediliyor; ayrıca hayatı idâme sünnetinden maksadın daha
cok insanî duygularla do-nanıp ruhî yönden olgun bir mü'min olmanın gereği
üzerinde duruluyor. Sonunda İmanın üstün geleceği, küfrün yenilgiye uğrayacağı
haber veriliyor. [38]
10— Şüphesiz
ki o küfredenlerin {hakkı inkâr edip sapıklıkta kalanların) ne malları, ne de
çocukları onları Allah yanında hiçbir şey ile müstağni kılıp {O'nun vereceği
cezadan) kurtaramıyacaktır. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.
11__ (Evet,
bunların gidişi ve tutumu) Fir'avn'ın aile ve yoldaşlarının ve onlardan
öncekilerin tutumuna benzer ki âyetlerimizi yalanladılar da bu yüzden Allah
onları günahlarıyia yakalayıp (cezalandırdı). Allah'ın cezası pek şiddetlidir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz henüz Mekke'de iken bir gece kalkıp: «Tebliğ ettim mi Allahım?!
Tebliğ ettim mi?.» diyerek sesini (duyulacak kadar) yükseltti. Onu İşiten Ömer
(R.A.) kalkıp: «Evet, tebliğ ettin...» diyerek tasdîkte bulundu. Sonra sabah
olunca Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu :
«Rabbime andolsun ki,
İslâmiyet elbette ortaya çıkıp üstün gelecektir; o kadar ki, küfür kendi
vatanına döndürülecek, ve yine andolsun ki, bazı erkekler İslâmiyet adına
denize dalacaklardır..» [39]
Ruhun yücelmesi ve
bedenle ruh arasında İlâhî Sünnete göre uyum ve denge sağlanması..
Dünya hayatından
maksad, bir bakıma ruhun gelişip yücelmesi, insanî duygularımızın yine
insanlıktan yana olumlu yönde Peygamberlerin arzu ettiği düzeye gelmesi ve
böylece dünya ile âhiret arasında sağlam bir köprünün kurulmasını sağlamasıdır.
Bu da ancak Allah'ı ve O'nun insan hayatını iki yönüyle devam ettirmeğe matuf
kanunlarını bilmek ve O yüce kudretin mükemmel eseri karşısında baş eğmekle
gerçekleşir.
Hayatı tek yönüyle
devam ettirmek için bedenî arızaları gidermenin yollarını ve çarelerini arayıp
bulmakta insan başarılı olmuştur. Bu uğurda harcanan mesaî ve meblâğ her türlü
ölçünün üstündedir. Aynı şekilde nesli korumak ve servet sahibi olmak vadisinde
de ciddi adımlar atılmış, bazı başarılar sağlanmıştır. Ama bütün bu gayretler
tek yönlü olmuş, insan ruhu ve vicdanı ihmal edilmiştir. Bu yüzden dünya
milletleri teknik Hadîste denize dalmaktan maksad, islâm'ın bir gün deniz
öteleri ülkelere gireceğine ve müslümanların yapacakları deniz savaklarına
işarettir. Allah daha iyisini bilir.
alanda çok önemli ve
göz doldurucu mesafeler kat'etmişse de hiçbir millet kendi bünyesinde huzur
havası estirememiş ve insanları arzulanan ölçüde terbiye edememiştir. Çünkü
hayatı idâme kanunu tek yönlü ele alınmış ve böylece ruhla beden, maddeyle
mâna, dünya ile âhiret, imân ile ilim ve akıl arasında denge kurulamamıştır.
Diyebiliriz ki insanların bu hususta harcadığı mesai pek azdır. Eğer
peygamberler ve semavî kitaplar gönderilmeseydi, insan hayatının bu en önemli
yönü silik ve belirsiz kalırdı.
İşte tarih boyunca
peygamberlerin ilâhî kanunlara çağrısına kulak vermiyen, gönül kapısını açmayan
birçok kabile ve milletler kısa bir süre için mal ve evlât sahibi olmuşlar,
kendilerine göre mutlu bir hayat düzeyi belki meydana getirebilmişler; maddî
hayatlarını korumada ciddi adımlar atmışlar, fakat asıl ciddi adım atılması
gereken ruhun yücelmesine yönel-,medik!eri, belirtilen hususlarda denge
sağlayamadıkları için ilâhî kanunlara karşı gelmek suretiyle kendilerine ve
sonraki kuşaklara en kötü sonucu hazırlamışlardır. Zira ilâhî kanunlar ve
insan hayatını dengeli idame ettirme sünnetleri ne değişir, ne de şaşar:
Kendisine uyanları mutlu eder, uymayanları cezalandırır. Tıpkı ateşin yakması,
zehirin öldürmesi gibi..
Kur'ân-ı Kerîm
konumuzu oluşturan âyetle bu hususa dokunarak inkâr içinde ruhlarını silik
hale getirerek mal ve evladıyla böbürlenip duran, Allah'a karşı tuğyan eden
kâfirlerin akibetini çok derin ve o oranda anlamlı bir cümleyle dile
getirmektedir. Verdiği sonuç ise, inkarcıların hayat anlayışıyla uyum
halindedir; çünkü inkarcılara göre hayat bir tesadüftür; dünyaya gözlerini
açan herkes belli ölçüler içinde yer, içer, uyur, büyür ve ölür. Hayatın başka
bir gaye ve anlamı yoktur. Bu, acemi şoförün idaresindeki arabaya benzer;
neticesi felâkettir. Kur'ân işte bu sonucu haber vererek diyor ki : Böylelerini
Allah'ın kanunlarının vereceği cezadan ne malları, ne çocukları kurtarabilir.
«İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.»
Ünlü İlim Adamı Alexis
Carrel diyor ki :
«İnsanların bir bölümü
yalnız (maddî) hayatlarını korumağa çalışırlar; bunlar beşeriyetin posasıdır.» [40]
İslâm Dininin sunduğu
şerbette üç yönlü hayat kanununa uyma şifası vardır:
1. Hayatı
korumak.
2. Nesli korumak ve hayatı idâme ettirmek,
3. Ruhu koruyup yücelmesini sağlamak ve bu üçü
arasındaki denge ve bağı, peygamber çağrısına uyarak gerçekleştirmek.
Şüphesiz ki bu şuura
erişene Allah cömert bir elle saadet sunar. Eriş-miyen ise kendini sonu
karanlık bir meçhule iter. [41]
İşte onlar ateşin
yakıtlarıdır.»
Kur'ân, konumuzu
oluşturan ikinci âyetle bunun örneklerini sergiliyor. Fir'avn hanedanının ve
ondan önceki inkarcıların kendilerini nasıi manevî bir atalete ittiklerini
hatırlatırken bu ataletin doğurduğu elim sonucu haber veriyor.
Onlardaki maneviyat
yokluğu, ruhun yücelme kanununa ters düşen mânevi ataletleri; peygamber
çağrısına mutlak, itaatsizlik; düşünce hürriyetini, nefsî iştihalarını
sınırsız kullanmaları, inananlara fikir ve imân hürriyeti tanımamaları;
tehlikeli alanla tehlikesiz alan arasındaki sınırı belirsiz bırakmaları hem
kendilerinin, hem milletlerinin yok olmasına neden olmuştur.
Bu sebeple Kur'ân bize
hayatın gayesini, yasak olan alanla olmayan alan arasındaki sının belirliyor.
Peygamber bu sınırı aşmamak bilgi ve inancını kazandırıyor. Daha doğrusu bu
düzeyde ezelden ebede uzanan ilâhî kanunların şaşmazlığını öğretiyor. Buna
karşı gelenlerin kendi iradeleriyle kendilerini cezalandırdıklarını haber
veriyor. İş bu kadarla kalmayıp gelecek olan kuşakların atalarının bu
itaatsizliğine kurban gideceği hususunda gereken uyarıyı da yapıyor.
«Allah'ın cezası pek
şiddetlidir.» [42]
İnkarcılardan ve
vardıkları elim sonuçtan söz edilirken buna misal olarak Fir'avn hanedanı
gösteriliyor; niçin? Bunun eevabı açıktır:
a) Bu konuda elde edilen birçok yazılı
belgelerin yaygınlaştırılması, yani müze ve benzeri yerlerde halka teşhir
edilmesi,
b) Fir'avnların
yaptırdıkları piramitlerin bütün
görkemliğiyle ayakta durması,
piramitler İçine muğlak yollarla girilebilen gizli kabirlerde gömülü bulunan
kralların tesbit edilmesi,
c) Mumyalanmış cesetlerinin korunması,
d) Tevrat'ın ÇIKIŞ bölümünde Fir'avn'a geniş yer
verilmesi bu cümledendir. [43]
Bedir Savaşında Mekke
müşrikleri yenilgiye uğramıştı; imân ve irfan ordusu karşısında umduğu sonucu
elde edememenin üzüntüsü içinde kıvranıp duruyor, yeni bir savaşın
stratejisini çizmeye çalışıyorlardı. Aynı zamanda büyük bir kumandan olan
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bir yandan Medine içindeki Yahudilerin tutumunu
ve ne düşündüklerini kontrol ediyor, bir yandan da Mekkelilerin kimlerle temas
kurduklarını veya kuracaklarını günügününe öğrenmeye çalışıyordu. Bu ne
demekti? Cihan Peygamberi neden bu kadar hazırlanmaya ve önlem almaya gerek
duyuyordu? Çünkü Peygamber (A.S.) herkesten çok Allah'ı ve O'nun Sünnetini
bilirdi. Beşer gücünün yettiğini beşere bırakmak, onun gücünün yetmediğini
Allah'a bırakmak, tevekkülün gerçek anlamıdır. Bu anlam bir kanundur ki
değişmez. O bakımdan Resûlüllah (A.S.} Efendimiz beşere düşen görevin sınırını
belirlerken, ona doğru adım adım ilerliyor ve tam sınıra varınca da Allah'ın
yardımını bekliyor, O'nun yüce kudretine dayanıyordu. İşte Allah'a yönelmenin
kusursuz ölçü ve anlamı!..
Hazreti Peygamber
(A.S.) aldığı vahiy üzerine küfrün mutlaka yenilgiye uğrayacağını, geldiği
diyara geri döndürüleceğini biliyordu. Ama bu, alacağı önlemlerle bağlantılı
bulunuyordu.
Kur'ân yukarıdaki
âyetle mü'minlerin sabır, azim ve gayretini artırarak «Şüphesiz ki
küfredenlerin ne malları, ne de çocukları onları Allah yanında hiçbir şey ile
müstağni kılıp (O'nun vereceği cezadan)
kurtaramıyacaktır..» âyetiyle inanmışlar namına mutlu sonucu
müjdeliyordu. [44]
Geçen âyetlerle,
küfredenlerin ne mallan, ne evlâdı onları Allah katında hiçbir şeyden doygun
kılıp kurtaramıyacaktir, denilerek, küfür ve tuğyanın hayat kanunlarına ters
düştüğü hatırlatıldı ve bu kanunlara uymayanlara Allah'ın saadet sunan kudret
elinin uzanmıyaeağına işaret edilerek geçmiş milletlerden örnekler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle İnkarcıların
ve bilhassa insanları
için için sömüren ve maddeyi esas kabul edip insanlığın başbelâsı kesilen
Yahudilerin zaman zaman yenilgiye uğrayacağı açıklanıyor. Mü'minierin ilâhî
Sünnete uyarak birlik ve beraberlik içinde beşer için konulan sınıra kadar
kendilerini getirirlerse, herhalde üstün gelecekleri haber verilirken Bedir
savaşının buna güzel bir örnek teşkil ettiği
bildiriliyor. [45]
12— O küfredenlere de ki: Yenilgiye
uğrayacaksınız ve toplanıp Ce-hennem'e sürüleceksiniz. Orası ne kötü yataktır!.
13— (Bedir Savaşında) karşılaşan
iki topluluk hakkında sizin
için herhalde açık belge ve bir ibret (tablosu) vardır: Biri Allah
yolunda savaşıyor, diğeri küfür içinde bulunuyordu. Allah yolunda savaşanları
kendilerine oranla gözleriyle iki kat görüyorlardı (Veya Allah yolunda savaşanlar
karşı tarafı kendilerine nîsbetle iki misli görüyorlardı). Allah dilediğini
yardımıyla destekler;
şüphesiz ki, bunda görebilenler için ibret ve öğüt vardır.
Bedir savaşında Mekke
müşriklerini yenilgiye uğratan Resülüllah (A.Ş.) Efendimiz, İslâm
mücahitleriyle birlikte Medine'ye döndüklerinde Yahudileri toplayarak onlara
şöyle seslenip uyarıda bulunmuştu :
«Ey Yahudi topluluğu!
Bedir günü Kureyş'in başına gelen felâketin bir benzerinin başınıza geleceğini
düşünerek Allah'tan korkun. Biliniz ki, ben insanlara gönderilen peygamberim;
bunu siz kendi kitabınızda ve Allah'ın bu konuda size indirdiği sözlerde
bulmakta ve görmektesiniz.»
Bunun üzerine şımarık
Yahudiler dediler ki:
«Bilgisiz ve savaş
tekniğini bilmiyen bir topluluğu öldürüp kahretmen seni aldatmasın; onlar
aleyhine fırsatı isabetle kullandın. Vallahi bizimle savaşacak olursan, bizim
nasıl insanlar olduğumuzu anlarsın!»
İşte bu nedenle
yukarıdaki âyet indi. [46]
Diğer bir rivayette ise :
Resülüllah (A.S.)
Efendimiz, Bedir savaşında putperestleri yenilgiye uğrattığında Medine
Yahudileri : «Vallahi bu, Musa'nın geleceğini haber verip müjdelediği
peygamberdir; ona uymamız gerekir.» dedilerse de aralarından bir kısmı : «Ona
hemen uymayın, bu konuda aceleye gerek yok, ikinci bir oiay (savaş ve
karşılaşma) daha meydana gelsin de görelim sonuç ne olur?» diye öneride
bulundular.
Uhud savaşında
mü'minler bozguna uğrayınca Yahudiler, Peygambere uyma fikrini değiştirdiler.
Aynı zamanda onlarla Peygamber (A.S.) arasında belirli bir süreye bağlı
anlaşma da bulunuyordu. Onlar buna rağmen anlaşmayı bozdular ve Kâb bin Eşref
60 süvari ile Mekke'ye giderek, Müslümanlara karşı yeni bir savaşa ortam
hazırlamaya çalıştı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [47]
Hicretin ikinci yılı
Ramazanında Medine'ye 80 mil mesafedeki Bedir köyü yakınında Müslümanlarla
Mekke müşrikleri savaş için karşılaştılar. Siyer sahiplerinin çoğunun tesbitine
göre, Müslüman ordusu 313 kişi idi. Bunların 70'ini Muhacir, 236'smı Ansar
oluşturuyordu. Muhacirlerin bayrağını Ebû Tâlib oğlu Ali (R.A.), Ansar'm
bayrağını Sa'd bin Ubade (R.A.) taşıyordu. Bu orduda sadece 90 develi ve iki de
atlı yer alıyordu. Teçhizat bakımından çok zayıf bir durumda olan Müslüman ordusunda
9 kalkan, 8 kılıç bulunuyordu.
Müşriklerin tamamı 950
ilâ 1000 arasında idi. Başlarında Ukbe bin Rabiâ bulunuyor, aralarında Ebû
Süfyan ve Ebû Cehil gibi Mekke'nin bir numaralı adamları yer alıyordu. Savaş
güçleri ise sayı bakımından üç kat olmakla beraber teçhizat bakımından da çok
üstündü: 100 at, 700 deve ve sayısı belirsiz kılıç ve kalkan, zırh ve ok
bulunuyordu.
Dengesizlik maddî
yönden çok farklıydı. Ama cesaret, kahramanlık ve Allah ile Resulü yolunda ölme
fedakârlığı yönünden ise İslâm ordusu elbetteki çok üstündü.
Diyebiliriz ki
Resülüllah (A.S.) Efendimiz bu savaş için bütün imkânları kullanmış ve gereken
her türlü önlemi almakta kusur etmemişti. İnkarcılar tuğyan halinde Medine'ye
doğru savaş niyetiyle hareket etmiş ve bu kaçınılmaz duruma gelinmişti. Ancak
yapılacak tek şey vardı: Allah'a güvenip müşriklerin tuğyanını durdurmak, Allah
düşmanlarını kahretmek için Allah'tan yardım dilemek.. Aynı zamanda onlara bir
ders vermek gerekiyordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz de öyle yaptı: Beşer için
çizilen sınıra kadar geldiğini biliyordu, artık Allah'ın yardımını dilemenin
zamanı ve vakt-i kabulü gelmişti.
«Nice az topluluk, çok
topluluğa -Allah'ın izniyle- üstün gelmiştir.» [48]
mealindeki âyetin
delâlet ettiği hakikat bu savaşta bir kez daha tecelli etti. Çünkü Allah
dilediğini {sünnetullah gereği) kendi yardımıyla destekler. [49]
Ibn Cerîr Taberî'nin
tesbitine göre, iki ordu arasındaki dengesizliğin müşriklere verdiği cesareti
kırmak, mü'minlerin imân ve irâdesini, azim ve sebatını artırmak üzere Aliah
1000 kadar üniformalı melek göndermiş ve böylece müşrikler imân ordusuna
bakınca, onları kendilerine oranla iki misli fazla görmüşlerdi. Tevbe sûresinde
belirtildiği şekil ve manada bir ordu ile Resulünü destekliyen Allah, böyleoe
ebedle ezel arasında şaşmadan hedefine uzanıp giden kanununa uyan mü'minlere
destek ve rahmet dolu kudret elini uzatmış bulunuyordu.
Meleklerin
gönderilmesi -ki bu Kur'ân'ın iki ayrı yerinde açık bir anlatımla
belirtilmiştir- sadece mü'minlerin imânını artırmak, düşmanın cesaretini kırıp
gözünü korkutmaya matuftur. Yoksa melekler, silahlı bir vuruşmaya me'mur
değillerdir. Şehzade Süleyman Şah'ın bir avuç askeri 30.000 kişilik Avrupa
ordusuyla savaşırken aynı desteğe mazhar olmuşlardı. İstiklâl mücadelemiz de
bu desteğin ruhanî havası içinde gerçekleşmiştir.
Bunun nedeni açıktır:
Allah'a inananlar,
inkarcılara karşı koymaya hazırlanırken maddî ve manevî bütün önlemleri alır,
bütün sebeplere başvurur, beşer gücünün yettiği kerteye kadar gelir, fakat her
şeye rağmen düşmanın gücüne denk bir güç ortaya koyamazsa, o zaman Allah'ın
yardımı ve desteği imdada yetişir. Tabii bu yardım sadeee dengesizlik haline
has değildir. Ailah dilediği zaman inayet ve nusret kapısını açar. Ama
dengesizlik halinde -gereken bütün önlemler de alınmışsa- ilâhî yardımın
tecellisi, yine O'nun sünneti gereğidir.
İşte Bedir savaşında
meydana geien destekte, mü'minler için açık belgeler, müşrikler için ibret
alınacak çok şeyler vardı. [50]
Âyet, iniş nedeniyle
Medine Yahudileriyie ilgiliyse de taşıdığı hüküm ve mâna itibariyle bütün
Yahudileri kapsamaktadır. Bununla, Yahudilerin kıyamete kadar inkâr ve
inatlarında ısrar edeceğine, bu yüzden yenilgiden yenilgiye uğrayacaklarına,
geçici başarıların sonuç vermiyeceğine işaret vardır.
Çünkü «Yenilgiye
uğrayacaksınız ve toplanıp Cehennem'e sürüleceksiniz..» cümlesi kıyamete kadar
onlarla ilgili kader çizgisini, yenilgi tablosu üzerinde yansıtmaktadır. [51]
Geçen âyetlerle hayatı
basit ölçülerle değerlendiren; ruhun yücelmesine kapı açmayan; insanın dünyaya
geliş gayesini anlayamıyan, bu yüzden hayat kanunlarına karşı geiip Yaratan'a
karşı itaatsizlik içinde bulunan inkarcıların tutum ve durumu açıklandıAşağıdaki
âyetlerleinkârcıların aldanmasına neden olan hususlar belirtiliyor; mü'minlerin
dikkati çekile-
rek asıl hayırlı ve
devamlı olan nimetlerden söz ediliyor; Allah ile inanan kulları arasındaki
bağın, basit nimetlerle zayıflamaması için İlâhî va'din mutluluk sunan sonucu
hatırlatılıyor. [52]
14— İnsanlara; kadınlardan, oğullardan, kantar
kantar altın ve gümüşten, salma atlar ve develer ile ekinlerden gönül çekici,
şehvete sesle-nici bazı şeyler süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının
yararlanılacak geçici şeyleridir. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadir.
15— De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber
vereyim mi? (Allah'a karşı gelmekten sakınıp fenalıklara dalmaktan) korkanlar
için Rab-ları yanında, içinde devamlı kalacakları altlarından ırmaklar akan
Cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan da bir hoşnutluk (rıza makamı) vardır.
Allah kullarını görüp bilendir.
«Benden sonra
erkeklere, kadınlardan daha şiddetli bir fitne bırakılmamıştır. (Yani benden
sonra erkeklerin karşılaşacağı en korkunç fitne kadınlar olacaktır).»[53]
Açıklama :
Kadını şehvet ve
ticaret vasıtası haline getirip müşteri çekmek için onu süsleyip tezgahta
çalıştırmak, manken yapıp vitrinlere yerleştirmek, bürolarda hiçbir ölçü ve
düzenlemeye gerek görmeden erkeklerle dizdize, gözgöze getirmek suretiyle onun
annelik vasfı, kadınlık vekarı öldürüldüğü, kısacası bir şehvet oyuncağı
haline sokulup eti teşhir edildiği gün, erkekler için cidden ondan daha
şiddetli bir fitne olmayacaktır.
Kadın kendine has
hayat kanunlarına bağlı kalarak anne olmanın yüksek anlamı ve şuuru içinde
kendini kötü erkeklerin şehvet nazarından korursa, onun için Peygamber (A.S.)
Efendimizin şu öğüdünü hatırlatırız :
«Dünya baştan sonuna
kadar yararlanılacak bir geçimdir, ama onun en hayırlı geçimliği sâiiha
kadındır. Kocası baktığında onu neşelendirir, emredince itaat eder; ayrılıp bir
tarafa gidince onun namus ve şerefini hem kendi nefsinde, hem onun malında
korur.»[54]
«Cennet hoşa gitmiyen
şeylerle, Cehennem iç çekici, gönül okşayıcı şeylerle örtülmüştür.» (Zarfa
değil, mazrufa bakmak gerek) [55]
«Cennet ehli cennete
girdiğinde Allah onlara :
— Başka bir şey arzu ediyorsanız, artırayım?
diye soracak. Onlar da:
— Ya Rab! bu içinde bulunduğumuzdan daha üstün
ne olabilir ki? Diye sorarlar. Allah :
— Benim rızam (hoşnudluğum).. Bundan böyle
ebediyen size gâzab etmiyeceğim (sizden hep razı olacağım), buyuracak.» [56]
«Asıl varılacak güzel
yer Allah yanındadır.»
Genellikle her nîmet
bir, ya da birçok külfet karşılığında elde edilir. Külfetsiz nîmet insan
nazarında değer ölçüsünü kaybeder. Sıkıntılı, uğ-raştırıcı ve ter döktürücü bir
takım aşamalardan geçmeden yüksek anlamdaki nimetlere kavuşup dünyayı tozpembe
gören bir insana, içinde bulunduğu ve fakat milyonlarca insanın erişemediği bu
nimetin değerini anlatmak çok zordur. Onun gibi, Âdem babamız yaratıldığında
dünyaya ayak basmadan Cennete yerleştirildi; o çok yüksek anlamdaki İlâhî
nimetler onun yalnızlığına cevap veremedi. Bu kez Havva anamız yaratıldı; Âdem
(A.S.) onunla gönlünü eğlendirdi ve fakat içinde bulunduğu elemsiz, kedersiz,
külfetsiz ve sıkıntısız mutlak saadet yurdunun değerini bir türlü kavrayamadı.
Çünkü daha önce sıkıntısını ve zevkini için için çekip tattığı bir hayat
süzgecinden geçmemişti. Bu yüzden ilâhî uyarıyı dikkate almama ölçüsüzlüğü
içinde memnu meyve ağacından yedi. Aslında bu bir denemeydi, Böylece Allah ona
ve zürriyetine yüksek nîmetin değerini anlatmak ve herkese çalışması, aklını
ve yeteneğini kullanması oranında her iki hayatın kapısını açmak için
-değişmeyen kanunları doğrultusunda -Âdem ile Havva'nın ve onlardan meydana
gelecek zürriyetlerinin yollarını dünya uğrağına çevirdi. Kelimeden de
anlaşıldığı gibi, dünya aşağı âlem demektir. Bu aşağılık,yüce âleme, saadet
yurdu cennete nisbetiedir. Böylece Allah, ikinci hayata nisbetle ve birinci
hayatın geçiciliğine oranla basit nîmetlerle onları yüzyüze getirdi. Bununla
beraber külfet ve meşakkatini hayli ağır tuttu. Âdemoğlunun içine bu basit
nimetlere karşı aşırı bir hırs ve istek yerleştirdi. Bu, hem hayatın devamı,
hem de ilende yüksek nîmetin değerini anlamak için gerekliydi, Nefsi hırs ve
arzunun odağı yaptı. Şeytanı buna destekleyici kıldı. İnsan ruhundaki yüceliğe
ve temizliğe uygun gelecek anlamda kitap ve peygamber gönderdi. Ruhu imân ve irfanın
odağı haline getirdi. Meleği de imân cevherine eriştirilen ruha destek yaptı.
Böylece geçici hayatta insanı zıdlar düzeyinde çetin bir mücadeleyle başbaşa
bıraktı.
İşte bu kısa süre
içinde zıdlar alemindeki aralıksız mücadele sonunda Ebûbekirler ile Ebû
Cehiller birbirinden seçildi. Sonunda kendine has hayat kanununun anlam ve
ölçüsünü anlayan Ebûbekirlere saadetin eö-mert eli; bu ölçüyü anlayamıyan
bedbahtlara felâketin azâb eli uzanır.
Kur'ân insanın gönlünü
çeken, iştihasına hitab eden dünya geçiminden söz ederken, bütün bunların kısa
süreli yararlanılacak birer geçim vasıtası olduğunu hatırlatırken vasıtayı
görüp gayeyi, amacı ve varılacak yeri unutan zavallılardan olmamamızı telkin
ediyor. Sonra da ikinci hayatın birinci hayata nisbetle, o çok yüksek ve
sonsuz nîmetlerini bir bir siralıyarak kalbimize ve aklımıza sesleniyor.
Diğer birkaç âyetle bu
hakikatlere dokunuluyor ve insanın dünyaya gelişinin asıl amacı belirtiliyor:
«Şüphesiz ki biz
yeryüzünde bulunan şeyleri ona süs yaptık, tâki onlardan (insanlardan) hangisinin
daha güzel-iyi amel
eniğini deneyelim.» [57]
«Mal ve oğullar Dünya
hayatının süsleridir. Baki kalan güzel-yararlı ameller ise Rabbının yanında
sevâbca da daha hayırlıdır, amel ve umutça da daha hayırlıdır.» [58]
«Bilin ki, Dünya
hayatı oyun ve eğlenceden, süsten, aranızda övünme ve böbürlenme aracı
olmaktan, mal ve evlâdı çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, ekini ziraatçıların
hoşuna giden yağmura benzer. Sonra da onu sararmış görürsün. Sonra da çer-çöp
haline gelir.» [59]
a) Kur'ân önce dünya süsü olarak kadından söz
ediyor. Bununla hem kadına lâyık olduğu değeri sunuyor, hem bu değerin
yaratılışındaki özelliğine göre korunmasına dikkatleri çekiyor.
b) «Oğullar»
diye çevirisini yaptığımız
«benîn» kelimesinin tıpatıp karşılığı erkek evlâd'dır. Kur'ân
burada Araplarca çok bilinen «tağlîb» kaidesini uygulamış, böylece hem erkek,
hem kız çocuklarını kasdetmiştir.
c) «Kanatîr», «Kıntar»ın çoğuludur; hem çok
servet anlamına gelir, hem de tartı âletlerinin büyüğü olan kantar'a denir. Bir
başka rivayete göre, bir kıntar,
1200 okıyyedir. [60]
d) «Hayl-i Müsevveme» iki mânaya gelir: 1.
salma atlar, 2. belirlenmiş asil atlar..
e) «Meta» dünyada geçimlik olarak yararlanılan
şey demektir. [61]
Geçen âyetlerle, dünya
nimetlerinden çok daha hayırlısının Allah katında bulunduğuna inanıp gönül
bağlayan takva sahibi mü'minlerin, bunun çok üstünde yüksek Iütuflara ve onlar
için sunulan nimetlerin doruğu sayılan «İlâhî rıza»ya mazhar olacakları haber
verildi.
Aşağıdakiâyetlerle.budüzeye
gelen mü'minlerin en güzel ölçüleri, insanlıktan yana en aydınlatıcı sıfatları
söz konusu edilerek dünya hayatından asıl maksadın ne olduğu hatırlatılıyor. [62]
16-17— «Ey
Rabbimiz! şüphesiz ki biz imân ettik; artık günahlarımızı bağışla ve bizi
Cehennem ateşinin azabından koru» diyenler: Sabredenler, doğru olanlar ,itaât
edip baş eğenler, boyun bükenler, (mallarını Allah yolunda) harcayanlar ve
seher vakitlerinde istiğfar edenlerdir.
«Aziz ve Celil olan
Allah her gece, gecenin ilk üçte biri geçince (rahmet ve mağfiretiyle) dünya
semasına iner ve şöyle buyurur: «Gerçek hükümran benim, evet hükümran oian
benim; bana duâ eden yok mudur, duasını kabul edeyim; benden isteyen yok mudur,
vereyim; bana istiğfarda bulunan (günahlarının bağışlanmasını dileyen) yok
mudur, bağışlı-yayım.» Böylece Allah (C.C.) fecir doğuncaya kadar buna devam
eder. [63]
''Allah gecenin ilk
yarısı geçinceye kadar bekler, sonra bir çağırıcıya şöyle seslenmesini emreder:
Dua eden yok mudur, duası kabul olunsun; istiğfarda bulunan yok mudur,
bağışlansın; istekli yok mudur, kendisine verilsin,.» [64]
Yakub Peygamber'in,
oğullarına şöyle dediğini Kur'ân nakletmektedir:
«Sizin için ileride
Rabbımdan bağışlama dileyeceğim.» [65]
Yakup Peygamberin
yapacağı istiğfarı seher vaktine bıraktığı rivayet edilmekte veya
sanılmaktadır.
Lukman (A.S.) da
oğluna şöyle demiştir:
«Oğulcağızım! Horoz
senden daha zeki ve anlayışlı olmasın; sen uyurken o, seher vakitlerinde
ötmektedir.» [66]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur: «İstiğfarın başı ve büyüğü, şöyle
demetidir:
Türkçe anlamı:
«Allahım! Sen benim
Rabbimsin. Senden başka hiçbir ilâh yok.. Beni yarattın ve ben de senin
kulunum; gücümün yettiği kadar Senin ahdin ve va'din üzere bulunacağım.
İşlediğim (kötü) şeylerden Sana sığınırım,. Üzerimde olan nimetini yine Sana
itiraf ederim ve günahımı da itiraf etmekteyim. Beni bağışla; çünkü günahları
ancak Sen bağışlarsın..» [67]
«Kim bu istiğfarı
şüpheden uzak tam bir itikadla gündüzleyin söyledikten sonra henüz akşam
olmadan ölürse, o Cennet ehlindendir. Kim de yine şüpheden uzak tam bir
itikadla gece söyledikten sonra henüz sabaha çıkmadan ölürse, o da Cennet
ehlindendir.» [68]
«Sabredenler, doğru
olanlar, itaat edip baş eğenler...»
Kur'ön-ı Kerîm,
konumuzu oluşturan âyette gerçek imânın ölçü ve anlamını ortaya koyarken buna
sahip bulunan mutlu kişilerin beş sıfatından söz etmektedir. Çünkü en doğru
imân : İtikad (inanç), söz ve amelden ibarettir. Yani kalbiyle inanan, diliyle
doğrulayan ve ameliyle bunu tatbik eden kimse, gerçek mü'mindir.
Allah'tan korkup her
türlü kötülükten sakınanlar böylesine sahîh bir imâna sahip olduklarını içten
dışa vuran renkleriyle belgelerken : «Ey Rabbimiz! şüphesiz ki biz imân ettik;
artık günahlarımızı bağışla ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru» derler!
Bununla onlar, gerçek imânın itikat, söz ve amel olduğunu dile getirirler.
İşte bu ölçüde olan
mü'minleri başkasından ayıran birtakım kendilerine has belirtileri vardır:
1— Allah'a kulluk görevini yerine getirmede
bıkkınlık duymazlar ve yaptıkları ibâdetten derin bir zevk alırlar. Böylece hem
ibâdetlerinde, hem kötülüklerden sakınmada, hem insanlıktan yana hizmette
sabırlıdırlar.
2— Hem dünyada, hem âhirette şerefli,
itibarlı .sevilen ve sayılan bir insan
olabilmek için sabırla birlikte hiçbir zaman doğruluktan ve doğru söylemekten
ayrılmazlar.
3— İbâdete
gönül yatışkanlığı içinde devam
etmeye çalışırlar, Allah'a kullukta alçak gönüllü olmanın
mahviyetini boyun büküklüğü içinde ortaya korlar.
4— Allah yolunda mallarını harcamaktan zevk
duyar, harcamadıkları zaman üzülürler.
5— İyilikle
kötülük arasında mekik dokuduklarını düşünerek iç temizliğine erişmek ve
kirlenen ruhu arındırmak ve her iki hayatta da yaşama sevgisine ermek için
seher vakitlerinde istiğfarda bulunurlar. [69]
Kur'ân-ı Kerîm t a k v
â 'ya geniş yer vermiş ve- bu sıfata bürünenleri sık sık övmüştür. Takva hem
anlamı, hem alanı geniş bir deyimdir. Allah dostlarından söz edilirken onların
iki önemli sıfatından birinin Allah'a dosdoğru imân, diğerinin takva
olduğu belirtilmiştir.
O halde takva, imân
cevherine sahip olduktan sonra olgun insanın yolu, Allah dostu olmanın kapısı,
Hz. Muhammed'e (A.S.) gerçek ümmet sayılmanın ölçüsü, ibâdetin meyvası,
insanlığa huzur sağlamanın en temiz havasıdır.
İşte konumuzu
oluşturan âyetle bunun sonucu belirtilerek takva sahibi mü'minferin içlerinden
dışlarına yansıyan ve çevrelerini aydınlatan beş sıfatı açıklanmıştır:
1. Sabırlıdırlar,
2. Doğrudurlar,
3. Allah'a gönülden bağlı ve O'na boyunlarını
bükerek itaat üzeredirler,
4.AIIah
yolunda harcarlar,
5.
Günahlarının bağışlanması için Allah'a sık sık yönelip istiğfarda bulunurlar..
Bu bakımdan:
Sabır: İmânın yarısı,
başarının şaşmayan yolu, kötülükten sakınmanın, ibâdete devam etmenin
dayanağıdır.
Doğruluk : Şeref ve
itibarla yaşamanın sırrı, Allah sevgisinin yolu, insan olmanın gerçek
ölçüsüdür.
Allah'a itaat: Kul
olmanın anlamı, dünyaya gelişimizin amaç ve hikmetidir.
Allah için harcamak:
Vasıtayı gaye uğrunda şuurluca kullanmanın yolu, Muhammed'e (A.S.) ümmet
olmanın bir başka belirtisidir.
Seher vaktinde
istiğfar: Allah ile kul arasındaki engelleri kaldırmanın en verimli vakti, rahmet
melekleriyle kaynaşmanın en feyizli devresi, ruhu arındırmanın en güzel
saatidir. [70]
Yukarıdaki âyetlerle
takva sahiplerine verilecek yüksek nîmet-lerden ve onların hem içlerini, hem
dışlarını aydınlatan huzur dolu sıfat-lanndan söz edildi.
Aşağıdaki âyetle, bu
nimetleri vermeye gücü yeten ve her şeyi yerli-yerinçe düzenleyip belli amaca
yönelten Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden belgelere dikkatler
çekiliyor. Böylece Allah'ın çok güçlü ve hikmet sahibi olduğu belirtiliyor. [71]
18— Allah
kendinden başka ilâh olmadığına şehadette bulundu, (varlığının ve birliğinin
delil ve belgelerini varlık âleminde sergiledi). Melekler de şehadette
bulundu.. İlim sahipleri de adalet ölçülerini ayakta tutarak (O'nun varlığına,
birliğine) şahitlik ettiler. O'ndan başka ilâh yok. O, çok güçlüdür, hep
üstündür ve her şeyi yerine koyup belli bir amaca yöneltendir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Medine'de şehir devleti kurup bir takım köklü yasalar hazırlandıktan
sonra Şam dolaylarından seyahata çıkan iki bilgin Medine yakınlarına kadar
uzanıp geldiler. Onlardan biri: «Buralar en son peygamberin çıkacağı beldeye
benziyor!» diyor. Sonra da Medine'ye girdiklerinde peygamberlik iddiasında
bulunan.zatla görüşüyorlar. Aralarında şu konuşma geçiyor:
— Sen Muhammed misin?
— Evet..
— Sen Ahmed misin?
— Evet..
— O halde senden bir şehadetten sormak
istiyoruz, eğer haber ve-rebilirsen sana inanır ve seni tasdik ederiz.
— Sorunuz..
— Allah kitabında
geçen en büyük şehadet nedir? Ondan bize haber verir misin?
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. O iki bilgin tereddüt etmeden İslâm'a girdiler. [72]
Diğer bir tesbite göre
:
Bu âyet, İsâ
Peygamberin Allah'ın oğlu ve bu sebeple de ilâh sayılabileceği iddiasında
bulunan Necran Hıristiyanların! reddeder anlam ve ölçüde inmiştir. [73]
Büyük sahabi Avvam
oğlu Zübeyr (R.A.) diyor ki :[74]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyurdu : «Ya Rab! ben de buna (Senin
varlığına) şehâdet edenlerdenim.» [75]
Diğer bir hadîs:
«Bu âyeti okuyan kimse
(anlayıp inanarak okuyorsa), kıyamet günü huzura getirilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: «Kulum bana söz verip söz aldı. Ben sözünü yerine getirmekte herkesten
daha lâyık ve haklıyımdır; kulumu Cennete sokun!.» [76]
Bu konuda fazla bilgi
için, İmam Süyutî'nin Hadislerle Kur'ân Tefsiri adlı eserine müracaat edilmesi
tavsiye, olunur. Tefsirin Arapça adı ise şöyledir: ed-Dürrü'l-mensur
Fi't-Tefsîri'l-Me'sür. [77]
«Allah kendinden
başka ilâh olmadığına
şehadette bulundu.»
Varlık âlemi mutlak
bir düzen içinde şaşmayan kanunlarla ezelden ebede (yani yaratıldığı andan son
bulacağı vakte kadar) hareketini sürdürmektedir. Her şey ince bir hesap,
değişmiyen bir illet ve kanuna bağlı bulunduğunu göstermektedir. Her olay bir
sebebe, her sebep mükemmel bir plâna dayanmaktadır. Sonuç olarak, her plân
yüksek bir kudreti tem-sîl etmektedir.
A.
Nicola'nın da dediği gibi: «Tabiat, bize bir düzen ve plânı sunmaktadır. Bu
düzeni, iki biçimde müşahede etmekteyiz. Bir tarafta kanunlar sistemi, diğer
tarafta gayeler sistemi vardır. İki bakımdan da varlık âlemi bize yüksek bir
akim eseri olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan varlık âlemi bize sanatın
incelikleriyle meydana getirilmiş güzel bir eser olarak görünür. Bu âlemde her
şey önceden plânlanmış ve ona göre yapılmıştır. Bütün bunlar bir ilâh'ın
varlığını anlatır.»
Önceden hazırlanan
plâna göre düzenlenen dünyamızdan ve onunla güneş arasındaki kopmaz bağlantıdan
birer örnek verelim :
Dünyanın 3/4 denizle
kaplı olması, 23 derecelik meyilli bulunması, atmosfer tabakasının belli
kalınlıkta oluşması, güneşe uzaklığının belli bir mesafede tutulması, belli
kanunlarla yürütüldüğünü ortaya koymaktadır. Denizler bu ölçüde olmasaydı
dünyada hayat şartları değişir, yaşama imkânı azalırdı. 23 derece meyilli
olmasaydı, mevsimler meydana gelmez ve aynı zamanda okyanuslardan kalkan
buharın etkisi altına girerek bilinen şartlar olumsuz yönde değişikliğe
uğrardı. Atmosfer tabakası biraz daha kalın ya da ince olsaydı, dünyamız buz
haline gelir, ya da yanıp kavrulurdu.
İşte bütün bu düzenli,
sınırlı ve şuurlu olaylar, çok mükemmel bir plânı ve o plân da çok yüksek,
beşer idrâkinin kavrayamıyacağı büyük bir kudretin varlığını isbatlamaktadır.
Bütün bu fizikî olayların, matematikse! düzenlemelerin bağlı bulunduğu plânın
kendiliğinden oluşmasını iddia etmek, bir bilgisayarın kendiliğinden oluşup
meydana geldiğini iddia etmek kadar gülünçtür.
Kuşların kemiklerinin
iliksiz olmasını, vücutlarının salgıladığı çok ince bir yağla tüylerinin
üstünün yağlı tutulmasını hiç düşündük mü? Kemikleri böyle değil de ilikle
dolu olsaydı uçmaları mümkün olur muydu? Tüyleri sözü edilen ince yağla
yağlanmasaydı yağmurlu havalarda o zavallıların hali ne olurdu? Bütün bunlar
rasgele oluşup ortaya çıkan tesadüfler midir? Şuursuz bir tesadüfün bu kadar
şuurlu ve mükemmel olayları, kanunları ve düzenleri meydana getirmesini iddia
etmek, kendi varlığını inkâr etmek kadar mantıksız değil midir?
Karıncaların belli ve
belirli bir disiplin ve düzen içindeçahşmasına,vaz-dan kışa hazırlık
gayretindebulunmasınakendini ve yuvasını sele ve kuzey rüzgarlarına karşı
korumadaki ince zekâsından tutun da koku alma duygularının çok gelişmişliğine,
7.500 çeşidinden tutun da mantar yetiştirenlerine ve bunların şu üç tip
işçilerine : Hiç dışarı çıkmayıp yuvayı savunanlarına, Kelle yapımına ya riyan
yaprak parçalarını kesmeye ve getirmeye gidenlerine ve mantar üretiminde uzman
olanlarına bakın; bu yaratıkların nasıl bir plâna göre vücut bulduğunu ve
nasıl bir kanunla varlıklarını sürdürdüklerini anlarsınız.
Balonlarının kollektif
çalışması, bir tek petek vücuda getirebilmeleri için yüzlerce işçi arının
birbirine asılı olarak çalışması, bütün işçi arıların, arı şehrinin tek
yumurtlayan dişisinin, yani ana' kraliçenin etrafında dört dönmesi, bu
kraliçenin dakikada iki tane, günde yaklaşık olarak 2500 tane yumurta
yumurtlaması, genç bir dişinin yuvasının hükümdarı olabilmesi, ya da bir göc
hareketinin başına geçebilmesi için yumurtlayıcı bir kraliçe olması, çeşitli çiçek
ve bitkilerden topladıkları bal ile insanlara gıda değeri yüksek olan ve aynı
zamanda şifa taşıyan nimeti sunmaları ne ile açıklanabilir? Bütün bu düzenli,
plânlı, programlı ve dengeli bir çalışma ve hayat nizamı kendiliğinden mi
oluşmuştur. Yoksa bir plânlayıcı, bir programcı mı vardır?
Buna benzer örnekleri
çoğaltmak mümkün. Hemen diyelim ki, her varlık belli bir kanuna ve mükemmel bir
plâna göre varlığını sürdürmektedir ve her varlık, sadece yüksek bir kudretin
varlığına belge olmakta, şahidlik etmektedir. İşte- Kur'ân'daki âyet bunu bize
hatırlatmaktadır. Allah'ın kendi varlığına şehadeti, belli bir plâna göre
koyduğu eserleriyle, sonra indirdiği kitaplarla asıl anlamını ortaya
koymaktadır.
«Melekler de şehadette
bulundular. Mim sahipleri de adalet ölçülerini ayakta tutarak şahitlik
ettiler..»
Meleklere gelince,
onlar zıdlar âleminde yaratılan insanlardan çok farklı bulundukları ve yüksek
kudretin emrine kayıtsız şartsız başeğdikleri muhakkaktır. Onların Allah'ın
varlığıyla ilgili şahitlikleri, doğuştan kendilerinde var olmakla beraber her
an kendilerine has bir ibâdet-atmosferi içinde bulunmalarıyla izah edilir.
Ayrıca peygamberlere getirdikleri vahiy, evliyaya yaptıkları ilham da bu
cümledendir.
Adaleti ayakta tutan
ilim sahipleri, afakî ve enfüsî (nesnel ve öznel = objektif ve sübjektif)
delillerle, daha çok eserden müessire, külden cüz'e, oüz'den kül'e
(indüksiyon-dedüksiyonj geçiş yaparak Allah'ın varlığını isbat ederler.
Adalet burada daha çok
«denge kanunu»nu hatırlatır. Varlık âleminde gerek canlılar ve bitkilerin,
g'erekse diğer cansızların her birini dengede tutan birini diğeriyle ilgili
kılıp bu düzeye getirerek belli bir doğrultuda varlığını sürdürmesini sağlayan
Allah, cidden kâinatı adaletle, dengeli ölçü ve biçimde ayakta tutmaktadır.
İlim adamlarının bu denge kanununu bilmesi, onlarla Yaratan arasındaki
engellerin kalkmasını sağlar.
Çünkü Allah Aziz'dir,
Hakîm'dir. Aziz'dir: Kudreti kemal derecesindedir. Her varlığı belli
kanunlarla kendi yüce kudretine bağlamış, hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır.
Hakîm'dir: Yarattığı her şeyi beîli bir amaca yöneltmiş, her şeyi lâyık olduğu
yere koymuştur. [78]
Allah'ın varlığı ve
bunun esasları özetle anlatıldıktan sonra semavî bütün dinlerin esas ve
mayasını Hakk'a teslimiyet, O'na kulluk görevi içinde boyun eğmenin
oluşturduğu, sonra da Kitap ehlinin aralarındaki tartışma ve ihtirasları
yüzünden ayrılığa düştükleri belirtiliyor. Son dinin «İslâm» ismini almasının
nedenine dokunuluyor; tebligat görevinin çağın şartlarına, toplumların
yapısına göre yürütülmesine işaret ediliyor. [79]
19— Allah katında din, ancak İslâm'dır. Kitap
verilen (Yahudi ve Hı-ristiyan)ler kendilerine ilim geldikten sonra sırf
aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düşüp farklı görüş ve inançlar ortaya
koydular. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, Allah hesabı çarçabuk görendir.
20— O halde seninle tartışmaya kalkışanlara, «Ben
bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a çevirip kendimi O'na teslim ettim»
söyle ve
kendilerine kitap verilenlerle ümmî (kitap verilmeyen müşriklere de ki:
«Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?» Eğer İslâm'a girerlerse, doğru yolu bulmuş
olurlar, yüzçeviririerse, sana düşen sadece tebliğdir. Allah kullarını görüp
bilendir.
İslâmiyet Arap Yarımadasında
yayılmaya başlayınca, önceleri bu dini ve onun peygamberini sabırsızlıkla
bekleyen Kitap ehli, hakikat meydana çıkıp bu konuda kendilerine hem
kitaplarında, hem Kur'ân'ın inmesiyle ilim verildiği halde haset ve
ihtirasları yüzünden ayrılığa düşüp İs-. lâm'a karşı olumsuz tavır aldılar ve
her biri kendi dininin üstünlüğünü iddiaya başladı. Cenâb-i Hakk hakikate
karşı gelenlerin bu iddialarını red-ederek yukarıdaki ayeti indirdi. [80]
Peygamberlerin getirdikleri
din ve şeriatların ruhu ve mayası Hakk'a teslîm olup boyun eğmektir. Çağın
gelişme ve şartlarına, toplumların yapısına göre şer'î hükümlerin bir kısmı
farklı olsalar bile amaç bakımından hepsi de aynı doğrultudadır.
Hakk'a teslimiyetin,
diğer bir deyimle İslâm olmanın anlamı, bâtıldan uzak kalmak, şirk kokusundan
arınmak, bir olan Allah'a bağlanarak O'na teslimiyet içinde boyun eğmektir.
Bütün semavî dinlerin
temelinde ve mayasında bu anlam vardır. Son din, tüm insanlığa seslendiğinden
ve her çağa hitap ettiğinden ona özel olarak bu isim verilmiştir.
Yahudi ve
Hıristiyanlar ihtirasları yüzünden bu hakikat üzerinde anlaşamamış ve son dine
teslimiyetle uyacakları yerde Peygamberle (A.S.)
tartışmaya
kalkışmışlardır. Böylece dinlerin ruhunu bozma, hakka karşı gelme bedbahtlığına
kendilerini uğratmışlardır.
Nitekim İmam Kurtubî
kendi tefsirinde diyor ki:
«Bu âyette geçen
«Din», taat, kulluk ve millet yani şeriat anlamina-dır. İslâm ise İman ve
Hakk'a kulluk düzeyinde O'na teslim olup boyun eğmektir. Mütekellimierin
Cumhuru da bu tarif üzerinde birleşmişlerdir.»
O halde «dinsin sözlük
mânası: Millet (şeriat), itaat ve cezadır. Ceza, Arapçada hem iyilik, hem
kötülük karşılığında kullanılan ve iki zıd mânayı taşıyan bir deyimdir.
İşte bu mânayla «din»,
sonraları şeriat, Hakk'a kulluk ve O'na boyun eğme anlamında meşhur olmuştur.
Kur'ân'ın bazı yerlerinde ise bu deyim «hesap ve ceza» manasına gelmektedir.
Fahruddin Razi'ye göre
: Din'in sözlükteki asıl anlamı, «cezâ»dır. Sonra Hakk'a kulluğa ve O'na
itaate «din» denifmesi cezaya neden olmasındandır.
«İslâm» kelimesine
gelince, bunun sözlükteki asıl manası üçtür:
1. İslâm'a
girmek, yani boyun eğip uymak,
2. Silm'e, yani selâmete ve barışa girmek,
3. İbâdeti sırf Allah için yapmak.. (Bu,
Enbarî'ye göredir.)[81]
Alâaddin Hâzin'e göre :
Din'in sözlük anlamı,
«cezâ»dır. (Kemâ tedînu tudanu = Nasıl amel edip dindarlık edersen ona göre
karşılık görürsün), sözü bu manayı yansıtır. Sonraları «millet» ve «şeriat»a
isim olmuştur. Bu takdirde «dinsin mânası, boyun eğip itaat etmektir.» [82]
«Seninle tartışmaya
kalkışanlara, ben bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a çevirip o'na teslîm
oldum, söyle.»
Kur'ân'da yukarıda söz
konusu edilen âyetie çok önemli bir noktaya dokunulmaktadır. Dinin amacı,
insanların yüzünü, barış, kardeşlik, birlik ve dirlik içinde bir olan Allah'a
döndürmek, Hakk'a kulluğun derin anlamı, O'na boyun eğmenin bilince dayalı
mahviyeti içinde teslimiyetin tatbikat-'taki model ve örneklerini de ortaya
koymak, böylece gelecek kuşağa bunun en güzel mirasını devretmektir.
Haset ve ihtirasın
dindar insanları bile bu doğrultudan saptırdığını, Peygamberlerle tartışmaya
kadar onları sürüklediğini yine Kur'ân haber vermektedir.
O bakımdan
Kur'ân'da,Hazreti Peygamber'e (A.S.) hitapla, «Ben bana uyanlarla birlikte
yüzümü Allah'a çevirip kendimi O'na teslim ettim» de ve kendilerine kitap
verilenlerle ümmî (kitap verilmeyen müşriklere de ki: «Siz de Allah'a teslim
oldunuz mu?» buyurularak teslimiyetin insanlık için ne kadar lüzumlu bulunduğu
belirtilmişti. Bugün ise böylesine bir sesleniş ve soruyu Kitap ehline ya da
müşriklere değil, ismen Müslüman olanlara yöneltme ihtiyacı duyulmaktadır.
Çünkü Hak-Din'in
saadet çatısı altında barış ve kardeşlik ölçüleriyle birleşemiyen Müslüman milletlerden
her biri gerek kendi bünyesinde, gerekse diğer Müslüman milletlerle ayrılık,
sürtüşme ve tartışma şanssızlf-ğıyla bölünüp parçalanmakta ve eslim» yani barış
ve toptan Hakk'a teslimiyetten çok: uzaklarda can çekiştirmektedir.
Kur'ân bu âyeti açıklar
anlamda diğer bir âyetle inananlara şöyle seslenmektedir:
«Ey imân edenler! Hep
birden (Allah'a İtaat ve O'na kul olmanın derin anlam ve hikmetini anlayarak)
sulh ve selâmete girin... Şeytanın adımlarına uymayın. Şüphesiz ki o, sizin
apaçık düşmanımzdır.» [83]
Peygamber ve O'nun
yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk'ı tebliğdir,
İslâm, sürtüşme,
tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak
Allah'a kul olmanın derin mânası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı
yatmaktadır. Din'de kula kul olma Bu
kotmda fazla bilgi için tefsirimizin sözü edilen âyetinin açıklamasına bakılması
tavsiye edilir.
basiretsizliği yoktur.
Günümüzün irşat metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir.
Ibn Cerîr diyor ki:
«İslâm : Allah'tan
başka ilâh olmadığına şehadette bulunmak, Allah tarafından gönderilen şeylerin
tamamını kabul ve ikrar etmektir. İslâm, Allah'ın kendine seçip beğendiği,
meşru kılıp Resulü Muhammed'le (A.S.) gönderdiği dindir. Allah dostları
insanları bu hakikate irşâd eder. Allah bundan gayrisini kabul etmez ve
insanlara da ancak bu din ile kurdukları ilgi oranında karşılık verir.» [84]
Hazreti Ali (R.A.) bir
hutbesinde İslâm'ı şöyle açıklıyor:
«İslâm, teslim
olmaktır. Teslimiyet şüpheden uzak bir imândır.. İmân tasdiktir. Tasdik
ikrardır. İkrar yerine getirmek, gerekeni edâ etmektir. Edâ etmek ise âmeldir.»
«Şüphesiz ki mü'min,
dinini Rabbinden almış, kendi içtihat ve görüşünden değil. Hem mü'minin imanı,
onun ameliyle anlaşılır. Kâfirin küfrü ise inkârıyla bilinir.»
«Ey insanlar!
dininize, evet dininize sahip çıkın. Çünkü dinde bilmeden işlenen bir kötülük,
yani dindarın farkına varmadan işlediği bir fenalık, dinsizlikte işlenen bir
iyilikten hayırlıdır. Dindarlık düzeyinde işlenen kötülük bağışlanır. Ama
dinsizlik çukurunda işlenen iyilik kabul edilmez.» [85]
İşte İslâm
mürşitlerinin bu anlamda görevlerini yerine getirmeleri farzdır. Her Müslüman
bu konuda görevlidir. Bildiği kadarını söylemek, gücünün yettiğini belli ve
belirli ölçülerle harcamakla ancak görevini yapmış sayılır. Bunun için de
hizmet edecek olan her Müslümanın İslâmiyet-le yaşaması gerekir. Herkesin
kendine göre bir takım kusur ve günahları vardır. Önemli olan İslâmiyeti günlük
yaşantımızda yansıtmamızdır. Aksi halde arzulanan sonuç elde edilemez. [86]
Kur'ân'da : «Kitap
verilenler kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki ihtiras yüzünden
ayrılığa düşüp farklı görüş ve inançlar ortaya koydular.» buyurulurken, şu
tarihî gerçeğe de dikkatler çekilmektedir:
Yahudî ve Hıristiyan
la ra gönderilen dinin aslında ve ruhunda islâmiyet, yani Hakk'a teslimiyet
mutlak surette vardır. Bu da bir önceki dine uyanların, bir sonraki dine
uymalarını gerektirir. Ne var ki onlar, benHk, senlik kavgasına düştüler;
özellikle Hıristiyanlar bu vadide birçok mezheplere ayrıldılar ve kendi
bünyelerinde çetin mücadeleler vermekle beraber, İslâmiyete karşı da kan
dökecek anlamda bir mücadele kapısı açtılar.
Tarihte, İsâ
Peygamberin Allah'ın oğlu olmadığını ve tek tanrı doktrinini ortaya koyan ünlü
papaz ARİUS'un nasıl hücuma uğradığı, onunla tartışanların işi nereye
vardırdıklarını görmekteyiz :
Arius'a göre : Allah
başlangıcı ve sonu olmayan ve her şeye gücü yeten gerçek Tann'dır. İsâ böyle
değildir ve olamaz da. Çünkü o insandır. Bu doktrin Hıristiyanlığın ilk
yıllarında yazılmış bazı metinlerde birkaç dayanak noktası bulabilmiştir.
Nitekim ilk yazılan Bernaba İncil'inde bu kayıtlar hâlâ mevcuttur. Büyük bir
ihtimalle Arius, asıl gücünü bu İncil'den almış ve bir çevre meydana getirerek
üç ilâh doktrinine karşı çıkmıştır. Özellikle MI. yüzyılda Origenes, Oğul'un
Baba'nin buyruğu altında olduğu fikrini uyandırabilecek bazı deyimler
kullanmıştır. Arius ise bu formülleri amansız bir mantık ve imânla genişletti
ve bundan tam bir teori çıkardı. Sonra bu bir teori olmakla kalmadı, sağlam bir
dinî inanç haline geldi ve Hıristiyanlığı aslına çevirmenin en sağlam
başlangıcı oldu. Tevhîd akide-siyle uyum halinde olan Arius'un 323'te ortaya
çıktığı sanılır. O sırada Arius İskenderiye'de bir kilisede rahip idi.
İskenderiye piskoposu, çatışmaya son vermek için bir din meclisi topladı.
Arius inandığı davasından vazgeçmedi, bu yüzden afaroz edildi. Aynı zamanda
ruhanilikten de atıldı. Mısır'ı terk etti. Filistin ve Bithnia'ya gitti. Bu
ülkelerde birçok ruhanilerle buluştu. Vaazları ile birçok tarafdar kazandı.
Tartışma kısa zamanda alevlenerek bütün doğuyu sardı. İmparator Costantinus,
tartışmaya karışma gereğini duydu. Boşa giden bir uzlaşma teşebbüsünden sonra,
325 haziranında İznik'te genel bir konsil topladı. Bu konsil Rahip Arius'u resmen
mahkûm etti ve Tevhîd akidesine uymayan,aynı zamanda katolikliği tanımlayan bir
dinî ilkeler kitabı yayınladı.
Bu kitaba göre,
Tanrının tek oğlu olan İsâ «bütün çağlardan önce Baba'dan doğmuştur. Tanrının
tanrısı, ışığın ışığı, gerçek Tanrının gerçek Tanrısıdır; doğmuş ama
yaratılmamıştır. Baba ile bir cevherdendir ve her şey O'nun tarafından
yapılmıştır.»
Böylece Arius ile
birlikte birkaç piskopos ve tarafları mahkûm edildiler. Bu sürtüşme ve kavga
asırlarca sürüp gitti. Bir nice papazlar bu yüzden zindanlara düştü, bir
nicesi katledildi. Diyebiliriz ki Ariusçuluk Hıristiyanlık tarihinin en önemli
dinî hareket ve bunalımlarından biridir. Yedinci asrın ortalarına kadar bu tür
çalkantılar devam etmiştir.
İşte konumuzu
oluşturan âyetle bir bakıma bu tarihî olaya atıflar yapılmakta, kendi
bünyelerinde Bernaba İncil'i ile o ölçüde yazılı belgelerden İsâ dininin de
tevhîd esasları üzerine kurulduğunadikkatler çekilip geçen olayları gözden
geçirmemiz hatırlatılmaktadır. İhtirasları yüzünden nasıl bir ayrılığa
düştüklerine sadece tarihî bir olaya dokunarak misal vermeye çalıştık. Bunun
ötesinde daha ne bölünmeler, ne tartışmalar ve ne ihtiraslar sürüp gitmiştir... [87]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ın razı olacağı hakiki din'den ve onun da aneak İslâm dini olduğundan
sözedildi. Kitap Ehlinin kendi mayalarında-ki teslimiyetten kopup ihtirasları
yüzünden hem kendi aralarında bölünüp parçalandıkları, hem son dine karşı
olumsuz tavır aldıkları açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
bilhassa Yahudilerin aşırı tutuculuğuna, haset ve ihtiraslarına dokunuluyor; bu
yüzden peygamberleri öldürecek kadar aşırı gittikleri; doğruyu, adaleti ve
hakkaniyeti emredip yaymaya çalışanların canına kıydıkları hatırlatılıyor.
Sonuç olarak, dini
asıl ruH ve mayasından uzaklaştırıp kendi ihtiras ve çıkarına göre değiştirerek
bir takım felâketlere yol açanların bütün gayret ve inatlarının, iş ve
davranışlarının boşa çıktığı ve çıkacağı açıklanıyor. [88]
21— Doğrusu Allah'ın âyetlerini inkâr edenleri,
haksız yere peygamberleri öldürenleri ve insanlardan adalet ve hakkaniyete
uygun iş yapmayı emredenlerin canına kıyanları çok acıklı bir azâb ile
müjdele.
22— İşte onların işleri dünya ve âhirette boşa
çıkmıştır. Onların yardımcıları da yoktur.
Cerrah oğlu Ebû Ubeyde
(R.A.), bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordu :
— Ey Allah'ın Resulü! Kıyamet günü insanlardan
en şiddetli azaba çarptırılan kimdir?
Efendimiz şu cevabı
verdi:
— Bir peygamberi ya da iyilikle emreden,
kötülükten men'eden bir kimseyi öldüren adam...
Resûlüllah sonra
yukarıdaki âyeti okudu. [89]
«İnsanlar arasında
iyilik, adalet ve hakka uygun iş yapmayı emredenleri öldüren millet, ne kötü
millettir! İyilikle emretmiyen, kötülükten alıkoymayan millet de ne fena
millettir! Aralarında mü'min kimsenin sakınarak yürüdüğü millet ne ahlâksız
millettir!» [90]
«İyilikle emreden,
kötülükten men'eden kimse, yeryüzünde Allah'ın, O'nun peygamberinin ve
kitabının halîfesidir.»[91]
Dürre binti Ebûleheb
(R.A.) diyor ki:
Peygamber (A.S.)
Efendimiz minberde bulunduğu bir sırada idi, adamın biri gelip şunu sordu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanların en
hayırlısı kimdir? Efendimiz (A.S.) cevap verdi :;
— İyilikle emreden,
kötülükten men'eden, Allah'tan en çok korkan ve yakın akrabalarıyla ilgisini
sürdüren kimsedir. [92]
Bu konuda otuzun
üstünde hadîs rivayet edilmiştir ki, çoğu sahihtir. İlim adamları bu önemli
hizmetin ölçüsünü verirken, kişinin güç ve imkânını dikkate almışlar ve
«hizmet == güç ve imkân ..» demişlerdir.
Nitekim, «Sizden kim
bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle
değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin ki bu imânın en
zayıfıdır.» [93]
Mealindeki hadîsi
açıklayan ilim adamları şöyle demişlerdir:
a) El ile gidermek, devlet büyüklerine vâcibdir.
b) Dil ile gidermek, âlimlere vâcibdir. .
c) Kalb ile gidermek, zayıf kişilere, yani halk
tabakasına vâcibdir. Bu nedenle şu sonuca varılmıştır;
«Bir ülke, ya da
beldede şu dört eleman bulunursa, ora halkı belâdan korunmuş olur:
1. Haksızlıkla mücadele eden âdil hükümdar
(devlet adamı),
2. Doğru yolda yürüyen ilim adamları,
3. İyilikle emreden, kötülükten men'eden, yetişmekte olan kuşağı ilim tahsiline heveslendiren ileri
gelen kişiler,
4. İslâmî tesettüre göre örtünen, cahiüyye
devrindeki kötü âdetlerden uzak, o devrin kadınlarının düştüğü bataklığa
düşmekten kendini koruyan kadınlar.. [94]
Diâer bir hadîs :
Resûlüllah (A.S.) Efendimize soruldu :
— İyilikle emretmeyi, kötülükten
men'etmeyi ne zaman terkedebili-riz?
Cevap verdi:
— Sizden önceki milletlerde meydana
gelen şeyler sizin aranızda meydana geldiği zaman..
Tekrar soruldu :
— Bizden önceki milletlerde neler meydana
geldi? Cevap verdi:
— Liderlik küçüklerinizde, ahlâksızlık
büyüklerinizde, ilim de rezillerinizde (kaldığı gün, aynı durum sizde de
meydana gelir.) [95]
İslâm ülkeleri bu
duruma getirildiğinde artjk iyilikle emretmenin, kötülükten men'etmenin te'sir
alanı kalmamış sayılır. Ülkede ahlâksızlık kol-gezerken, ülkenin ileri
gelenleri bu gidişe ilgisiz kalırsa, radyo ve televizyonda kardeşlikten, komşu
haklarından, birlik ve dirlikten sözetmenin ne anlamı kalır? Cami kürsü ve
minberlerinden seslenmenin etki alanı ne kadardır?
Böyle durumlarda
yapılacak tek şey, ahlâklı, faziletli bir nesil yetiştirmek, eğitim sistemini
bu ölçü ve anlama göre düzenlemek; bunun yanı-sıra görevi en namuslu, en dürüst
ve en inanmış kişilerin eline vermek İçin seferber olmak, tek kelimeyle adam
seçmesini bilmektir. [96]
«Doğrusu Allah'ın
âyetlerini inkâr edenler....»
Kur'ân-i Kerîm'de
konumuzla ilgili âyetle bütün mü'minlerin dikkatini çeken, kalblerini gafletten
uyandıran çok önemli bir noktaya dokunuluyor ve bu üc madde halinde
özetlenirken, Yahudilerin geçmişteki tutumları ve bu yüzden uğradıkları
felâketler bir misal olarak sergileniyor.
Müslüman bir toplumu
manevî alanda öldürmek ve yetişen her kuşağı materyalist bir felsefeyle
yetiştirmek için sadece üç şey yapmak kâfidir :
1. Önce Allah'ın âyetlerini küçümseyip çağdışı saymak ve bu açıdan
hareketle Allah'ın varlığını reddetmek,
2. Peygamberlerin te'sirini kaldırmak ve bu
açıdan hareketle onlara olmadık yalanları isnad etmek, böylece körpe dimağları
dine ve din adamlarına karşı içi dolu kin ve nefretle yetiştirmek,
3. Ahlâk
ve'fazîlet, hak ve adalet savunucularını takibata uğratmak, hiç olmazsa gözden
ve gönülden düşürmek; çeşitli vesilelerle böylelerine işkence tatbik etmek
suretiyle şahsiyetlerini düşürmek ve böylece aktif rol oynamalarına imkân
vermiyerek onları pısırıklaştırmak, gerekirse canlarına kıymak...
Kur'ân bu uyarısını
yaptıktan sonra, Hakk'a teslimiyetin derin anlamını kavramış kişilerin, daha
doğrusu mü'minlerin yılmadan seviyeli ve bilinçli bir mücadele verdikleri
takdirde inkarcıların işlerini hem dünyada, hem âhirette boşa çıkarma yolunu
açmış olacaklarını haber veriyor.
Nitekim tarihte bunun
çok, hem çok örnekleri vardır.
O halde dinî
ihtiyaçların tatmin edilmemiş olması, büyük bir gaflettir. Bunun sonucu cok
pahalıya malolur. Dr. Fred SCHVVARZ'ın bu konuda kitabına aldığı bir parçayı
nakletmekte yarar görüyorum :
«Komünist olmaya
yardım eden dördüncü faktör, tatmin edilmiyen dinî ihtiyaçlardır. İnsan yalnız
yemek için yaşamaz. Hayatın bir gayesi olması şarttır. İnsanlar, Allah'a
tapmak için yaratılmış bir kalple doğarlar. Kendilerinin çok ötesinde olan
yüksek gayelere erişmek, kendilerini feda edecekleri mukaddes bir şey bulmak,
uğrunda yaşayacakları ve gerekirse ölecekleri bir inanışa sahip olmak üzere
dünyaya gelirler. Allah'ın mevcudiyeti inkâr edilmek suretiyle fıtraten te'min
edilmesi gereken manevî inançlardan uzaklaştırılan bir insan, çıkar yol olarak
önünde komünizmi bulur. Komünizm, dinî inançlardan uzaklaştırılan bir insana,
erişmesi gereken bir gaye ve kader gibi görünür, hayatına bir mâna verir ve
uğrunda fedakârlık yapmağa değer amaç halini alır.» [97]
Cağımızda bu fırtına
bütün dünyayı kasıp kavurduğu gibi, İslâm ülkelerini ihmal etmemiş ve
şiddetini daha çok bu ülkelere yöneltmiştir. Bugünün insanı huzursuzdur,
karamsardır, geleceğine güvenle bakmamaktadır. Çünkü dinî inançları zayıftır
veya hiç yoktur. Çoğuna Allah'a muhtaç olmadığı öğretilmiştir. İnsanların
menşei hakkında Darwin teorisi; medeniyetin, kültürün, faziletin, ahlâk
ilminin ve dinin menşei hakkında ise Marxist nazariye can kurtaran bir simit
gibi sunulmuş, beyinler bu gibi temeli bozuk teorilerle yıkanmıştır. Meydana
gelen kargaşalık, tırmanan anarşi bu fırtınanın tabii sonucudur. «Rüzgâr eken
fırtına biçer», sözünün geçerliliği bir kez daha kanıtlanmış olmuyor mu? [98]
Geçen âyetlerle Kitap
Ehlinin, özellikle Yahudilerin yanlış tutumlarından, aşın ihtirasları
nedeniyle ayrılığa düşmelerinden ve peygamberleri; adaletle, haklı iş görmekle
emreden ilim adamlarını öldürmelerinden söz-edildi. İslâm ülkelerini yıkacak
olan üç faktöre işaret edilerek uyarılar yapıldı.AşağıdakiâyeîlerleYahudilerin
bu kötü tutumlarının değişmiyen bir âdet halinde devam ettiği, bu nedenle son
peygamberin ortaya çıkmasına dayanamadıkları için gereksiz tartışmalara
yöneldikleri, hakkı kabul etmemek için Tevrat'ın hakemliğine bile razı
olmadıkları anlatılıyor ve sonuç olarak Yahudilerin materyalist bir düşünceyle
yola çıktıkları, bunun insanlığa büyük kötülükler getireceği kapalı bir biçimde
konu ediliyor. [99]
23—
Kendilerine kitap (Tevrat)tan bîr pay verilenleri görmedin mi? Aralarmda
hükmetmek için Allah'ın kitabına çağ.rıl.yorlar; sonra içlerinden (ilim
adamlarından oluşan) bir topluluk yüzçevirerek dönüp gidiyor
24— Bunun sebebi, onların «Bize ancak sayılı
günlerde ateş dokunacaktır» demeleri ve uydurageldikleri şeyin, dinlerinde
kendilerini aldat-masıdır,
25— Meydana gelmesinde hiç şüphe olmayan günde
onları birara-ya getirip topladığımız ve herkese kazandığının karşılığı tastamam
-haksızlık ya pil m ly arak- verildiğinde (halleri) nasıl olacaktır?
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Yahudileri İslâm'a davet ettiğinde, onlardan Numan b. Edfâ : «Ya
Muhammedi haydi hazırlan da bizim din adamlarına gidelim, onların yanında
tartışalım,» diye öneride bulundu. Hz. Peygamber (A.S.) da : «Hayır, Allah'ın
Kitabını (Tevrat ya da Kur'ân'ı) hakem yapalım» diye karşılık verdi ki, en
uygun olanı da bu idi. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, tam aslına ve indiği
esaslar üzerine göre ko-runmamasına rağmen içinde birçok ilâhî belgelerin
bulunduğu Tevrat'a saygılı idi. Onu hak kitap olarak kabul ediyordu. Ama Yahudi
din adamları Kur'ân'ı hak kitap kabul etmiyorlardı. Bu nedenle Resûlüllah
(A.S.), onları Tevrat'ın hakemliğine çağırma ihtiyacını duymuştu. Buna rağmen
aralarından daha çok din ve ilim adamları olduğu sanılan bir zümre bu teklifi
kabul etmeyince yukarıdaki âyet indi. [100]
Diğer bir rivayete
göre :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Yahudilere ait medresede bulunan bir topluluğun yanına girdi ve
onları Allah'a davet etti. Onlardan bir grup Peygamber'e sordu :
— Sen hangi dindensin?
— İbrahim Peygamberin milleti üzereyim, diye
cevap verdi.
— İbrahim yahudi idi, dediler. Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) onlara :
— Haydi Tevrat'a başvuralım, O aramızda hakem
olsun! deyince buna yanaşmadılar.
Çünl^ü Yahudilik Musa şeriatiyle başlamıştır. İbrahim Peygamber Musa'dan çok önce
gelmiştir. Tevrat'ta bu ve benzeri belgelere raslamak mümkün.
Bu nedenle yukarıdaki
âyet indi. [101]
Müfessir Alaaddin
El-Hâzin'in tesbitine göre: Birinci rivayette, Re-sûlüllah (A.S.), Yahudilerle
kendi arasında hakem olmak üzere onları Kur'ân'a çağırmıştı, Tevrat'ın
hakemliğine değil. [102]
İlim adamları,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Yahudilerden bir zümreyi, aralarında ihtilâf
konusu olan meselenin çözümü için Tevrat'ın hakemliğine davet etmesini delil
göstererek bizden önceki şeriatlerden Kur'ân ve Hadîsle hükmü kaldırılmayan
kısımların bizim için de geçerli şeriat hükümleri olduğunu söylemişlerdir.
Nitekim İmam Kurtubî,
«Onlardan hükmü kaldırılmayanlarla hükmetmemiz vâcibdir» diyor ve ilâve
ediyor: «Ama bugün Tevrat'ı okuyup hükmü kaldırılmıyan kısımlarla amel
etmiyorsak, bunun sebebi açıktır ı Mevcut Tevrat'ın ilk inen Tevrat olduğunu
bilmiyoruz. Üstelik değiştirildiğini, ilk nüshasının ortada olmadığını
biliyoruz.»
Nitekim Hazreti Ömer
(R.A.), Kâbu'l-Ahbar'a şöyle demişti : «Eğer bunun Allah tarafından İmrân oğlu
Musa'ya indirilen Tevrat olduğunu biliyorsan oku. Peygamber (A.S.) Efendimize
gelince, O, Tevrat'ın değişmi-yen belgelerini biliyordu, Bu bakımdan Yahudileri
Tevrat'ın hakemliğine çağırmıştı,» [103][104]
<<Ve herkese kazandığının karşılığı tastamam haksızlık yapılmıyarak
verildiğinde (halleri) nasıl olacaktır?»
Âhiret yolunda bir
uğrak sayılan ve ruhların tekâmülü için bir geçit, bir aşama anlamında olan
DÜNYA, zıtların karşı karşıya geldiği fırtınalı bir hayat döneminden başkası
değildir. İnsan bu uğrakta tekâmül ederken, Allah'ın koymuş olduğu hayat
kanunlarına uyduğu ölçüde mutlu, uymadığı oranda mutsuz olur.
Yahudi din adamları,
Kur'ân'ın bir yandan ilâhî adaleti, bir yandan hayat kanunlarını ve bir yandan
da dünyadan maksadın ne olduğunu yansıtan âyetleri karşısında şaşırdılar ve
çevrelerindeki adamları tatmin etti)
mek için şu dayanağı
olmayan iddiayı ortaya attılar: «Bu dünyanın ömrü yedi bin senedir.
Günahkârlarımız her bin yılda bir gün azâb görecektir. Yani Yahudi olanların
günah, isyan ve tuğyanı ne olursa olsun sadece yedi gün azâb göreceklerdir. Bu
da sayılı birkaç günden ibarettir ki önemsizdir.» [105]
Halbuki ceza ve azâb
ilâhî adaletin gereğidir. Bu ölçü ve beyân olmasaydı, din, ahlâk ve faziletin
ölçü ve anlamı olmazdı. Bunların hepsi birer boş ve manasız sözlerden ibaret
kalırdı. Sonuç olarak da, dünyaya gelişimizin gayesi olmaz, insanların başıboş
yaratıldığı kendiliğinden ortaya çıkardı. Halbuki her iyi davranış ve güzel
sözün hedefi saadettir. Her kötülüğün, zulüm ve tuğyanın karşılığı felâkettir.
Bu ikisi de hedefinden şaşmaz. Dünyada bu karşılıklar gerçekleşmiyorsa, o
takdirde başka bir âlemin varlığının zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar.
İşte o âlemde hakkı
yerine getirecek, haksızı mahkûm edecek, haklıyı koruyacak, iyilere mükâfat,
kötülere ceza verecek bir Kudrete ihtiyaç vardır. Aksi halde o âlemin de anlamı
kalmaz. [106]
Kitap ehli bir millet,
ilâhî adaletin gereği eezâ ve azabı hafife alır; âhiret korkusunu gönüllerden
silip çıkarır, dinin bir fantezi olduğunu savunursa, artık o milletin ne aile,
ne sosyal, ne de bireysel yapılarında he-lâl-haram sınırları kalır, insan
haklarının anlamı olmaz. Herkes tezelden, kısa yoldan servet edinme gayret ve
telaşına düşer. Karşılıklı güven sarsılır; madde ön plâna alınır. Hedef ve
gaye madde olunca ahlâk ve fazî-let kuru birer kelimeden ibaret kalır.
Nitekim Yahudiler bu
anlayış ve tutumlarının cezasını dünyada kat kat nice defa görüp taddılar.
Âhiretteki ceza ve azapları ise onları beklemektedir.
İşte Kur'ân'da
konumuzla ilgili âyetle, Yahudilerin bu çok hatalı ve maksatlı tutum ve
inançları açıklanırken dolayısıyle Müslüman milletler uyarılıyor. [107]
«Kendilerine kitap
(Tevrat)tan bir pay verilenler..»
Bu âyet üzerinde
araştırma yapan müfessirlerimizin çoğu şu sonucu çıkarmışlardır; Eldeki
Tevrat'ın çoğunun ya da önemli bir kısmının değişikliğe uğradığı, Resûlüllah
(AS.) devrinde mevcut Tevrat'ın durumu bu olunca Ondan sonra Tevrat'ın ilk
indiği gibi korunduğu iddiasının bir anlam taşımadığı muhakkaktır..
Nitekim Batı'da bu
konuda yazılan kitaplarda ve Meydan Larousse, Grand Larousse Encyclopedigue,
Encyclopeaedia Britaanica gibi büyük ansiklopedilerde yetkili kalemlerin
verdiği bilgi müfessirlerimizin düşünce ve tesbitini doğrulamaktadır.
«Ahd-i Atîk dahil kitapların
büyük kısmı İbranice veya Aramca; Ahd-ı Cedit'e dahil olanlar ise Yunanca
yazılmıştır. M.S. III. yy. da, İskenderiye'de, Ahd-ı Atîk'ın «Yetmişler» adı
verilen bir Yunanca tercemesi yapılmıştı. M.S, IV. yy. da Aziz Heronymus,
Kutsal Kitab'ın tümünü Lâtinceye çevirdi. Bu tercemeye VULGATA denilir.
İbranice ve parşömen
üzerine yazılmış el yazmalarının çoğu M.S. IX. yy. dan sonra meydana
getirilmiştir. Ancak bir papirüs parçası (Nash) II. yy. a aittir. Öte yandan
son zamanlarda Tuz Denizi civarında yapılan kazılarda çok sayıda, deri üzerine
yazılmış, hattâ İşaya'nın noksansız metnini ihtiva eden ve en az M.Ö. 1. yy.a
ait İbranice yazmalar bulunmuştur.»
Musa Peygamberin M.Ö. XIII.
yy. ortalarına doğru geldiği sanılmaktadır. Bu duruma göre Tevrat'ın en eski
nüshasının M.Ö. I. yy.da Tuz Denizi civarında bulunduğu dikkate alınırsa,
Tevrat'ın Musa Peygamberden bin yıl sonra yazıldığı ortaya çıkar. Arap
kaynakları ise, ele geçen ilk Tevrat nüshasının Musa Peygamberden 500 yıl
sonra yazıldığını göstermektedir. İster 500 yıl, ister 1000 yıl sonra
yazılsın, fark eden bir şey yok. Önemli olan şudur: Musa Peygamber'e Levhalar
halinde sunulan Tevrat'ın meydanda bulunmayışıdır.
Sonra, Musa Peygamber,
Mısır'da doğup büyüdüğü ve Mısır'dan II. Ramses (1301-1224) zamanında çıktığı
düşünülürse, Onun İbranice değil Mısır diliyle konuştuğu ortaya çıkar. Bu
durumda Tevrat'ın da Mısır dili üzere indiği sonucuna varılabilir. İster
İbranice, ister Mısır diliyle yazılı olsun ilk nüsha nerede? Onu Mısırcadan
İbranice'ye kim, ne zaman çevirmiştir?
İşte Kur'ân'da
konumuzu oluşturan âyetle bu hususlara kısa bir atıf yapılmakta, Tevrat'ın
anca-k bir bölümünün tahriften kurtulduğuna dikkatler çekilmektedir. Gerçek de
budur. [108]
Yukarıda geçen
âyetlerle Kitap Ehlinin son dine karşı takındıkları ta-vira; daha önceki
peygamberlere karşı tutumlarına; haklı iş görmeyi, adaleti ayakta tutmayı
emreden ilim adamlarının canına kıyacak kadar ileri gitmelerine ve Hazreti
Muhammed (A.S.) ile tartışmaya kapı açtıklarına temas edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kitap Ehli ne düşünürse düşünsün, nasıl tavır alırsa alsın, Allah'ın mülkü
dilediğine, Peygamberlik payesini seçtiği kira-selere vereceğinden söz
ediliyor, böylece Müslümanların izzet ve şerefle gelişip büyük bir güç
olacaklarına işaret ediliyor. Ayrıca Allah'ın yüce kudretine dokunularak insan
aklına ışık tutacak anlamda biyoloji ve coğrafya ile ilgili konulara kapı
açılıyor, bazı ana fikirler ortaya konuluyor. [109]
26— De ki : Ey mülkün sahibi Allahim! Dilediğine
mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çekip alırsın; dilediğini aziz kılarsın;
dilediğini alçal-tır, zillete düşürürsün; haytr yalnız senin elindedir.
Şüphesiz senin gücün her şeye yeter.
27— Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokarsın
(katarsın), diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın. Dilediğini
hesapsız rızıklandırırsın.
İbn Abbas (R.A.) ve
Enes bin Mâlik (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre, deniliyor ki:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Mekke'yi fethettikten sonra ümmetine ileride Faris (Iran ve
dolayları), Rum (Bizans)ın fethedileceğini va'detmiş-ti. Bunu duyan Yahudilerle
bazı münafıklar: «Hayal ürünü bu, çok uzak bir iş; Muhammed nerede, Faris ve
Rum nerede? Onlar Muhammed'den çok güçlü ve çok daha engelleyici bir kuvvete
sahiptirler. Mekke ve Medine Muhammed'e yetmiyor da İran ve Bizans'ın mülküne
gözdikiyor?!» dediler.
. Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [110]
Diğer bir rivayette, Katade diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Rabbinden Faris ve Rum
ülkelerinin kendisine verilmesini diledi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet
indi.» [111]
Âyette, mülk ve şeref
Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun ümmetine va'dediiiyor. İncil'de de bu husus İsâ
Peygamberin diliyle anlatılıyor. Artık son Peygamber Muhammed'in (A.S.)
gelmesiyle, Yahudilerle Hıristiyanların eski güç ve itibarlarını kaybedeceğine
açık işaret vardır.
Kitap Ehli, asırlarca
son peygamberi beklediler. İzzet ve şerefin en yüksek payesinin Ona
verileceğini kendi kitaplarından öğrenip kavuşma hasretiyle yanıp tutuştular.
Fakat bekledikleri peygamber umdukları gibi olmayincq,onun kendi
milletlerinden gelmediğini görünce bu kez dinde aşırı tutucu olanları Ona karşı
tavır aldılar.
Kltab-ı Mukaddes'in
İncil bölümünde şu cümleler yazılıdır; İsâ Peygamber diyor ki:
«Bundan dolayı size
derim, Allah'ın melekûtu (en büyük mülk ve enüstün şeref sayılan peygamberlik
payesi ve onun ortaya koyacağı hükümranlık) sizden alınacak ve onun
meyvelerini yetiştirecek bir millete verüecektir.Ve bu taşın üzerine düşen
parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.»[112]
Müşriklerin savaş
hazırlığı bütün hızıyla devam ediyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara
karşı savaş stratejisini belirlemek için Ashabını toplayıp istişarede bulundu.
Peygamber (A.S.) Efendimiz savaşın çıkmasını her zaman olduğu gibi asla arzu
etmiyordu. Ne ^jor ki Allah ve din düşmanları rahat durmuyor ve mutlaka
İslâm'ın nurunu söndürmek istiyorlardı.
Farklı görüşler ortaya
çıktı. En son Selmân Fârisî'nin Medine etrafında hendek kazma düşüncesi uygun
görülerek hemen bu işe başlanıldı. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bir işçi gibi
çalışıyordu. Hendek kazarken büyük bir kaya ile karşılaşan Selmân ve
arkadaşları ne kadar uğraştılarsa da kayayı kırmaya muvaffak olamadılar, âciz
kalıp durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimize arzettiler. Bunun üzerine Resûlüllah
eline kazma, ya da balyozu alarak hendeğe indi, nübüvvetin güçlü kollarıyla balyozu
kaldırıp kayaya indirdiğinde şimşek çakar gibi bir ışık belirdi. Sonra ikinci
kez balyozu indirdiğinde yine aynı şekilde bir ışık belirdi, üçüncü kez vurduğunda
yine aynı parlaklıkta bir ışık beliriverdi. Kaya paramparça oldu. Resûlüllah
(A.S.) hendekten çıkınca Selmân ona :
— Ya Resûlellah! Anam babam sana feda olsun;
balyozdan çıkan o parlak ışık ne idi?
Diye sorduğunda. Efendimiz :
— Çıkan ışığı gördün mü? buyurdu. O da :
— Evet, Ya Resûlellah! diye cevap verdi. Bunun
üzerine Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu :
— «Birinci çıkan ışık ve parıltıyla Allah bana
Yemen'i fethetti. İkinci »şık ve parıltıyla Allah bana Şam ve batı ülkesini
fethetti. Üçüncü ışıkla Doğu ülkelerini fethetti.»[113]
Konumuzu oluşturan
âyet-i kerîmeyle bir bakıma Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin bu mu'cizesinin mutlaka gerçekleşeceği haber
veriliyor. [114]
«Diriyi ölüden
çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın....»
Burada daha çok iki
mâna üzerinde durulmuştur:
1. Küfür ve inkâr içinde bir ömür tüketen
adamdan mü'min bir evlâdın meydana gelmesidir. Bu, diriyi ölüden çıkarırsın»
cümlesine misaldir. Çünkü inkarcı hem kalbini, hem ruhunu öldürüp silik hale
getirmiş, yaratıldığı gayenin dışına kendini itmiştir. Bunun aksine, inanmış
sâlih bir kişiden inkarcı bir evlâdın meydana gelmesi, «ölüyü de diriden
çıkarırsın» cümlesine misaldir.
2. Tohumdan bitkiyi, bitkiden tohumu; yumurtadan
tavuğu, tavuktan yumurtayı; insandan spermayı, spermadan insanı meydana
getirmektir.
Gerçi bitkisel hayat
tohumun özünde mevcuttur. Yumurtada da hayat vardır. Sperma canlıdır. Ne var
ki tohum toprağa, yumurta kuluçka ameliyesine, sperma ana rahmindeki
yumurtalığa intikal etmeden önce bir bakıma ölü sayılırlar. Yani birinci devre
-ki İntikal etmedikleri devredir-ölü devre, ikinci devre -intikal edip döllenme
meydana geldikten sonraki devredir- canlı devre sayılır.
Bu nedenle Kur'ân'da
canlıların yaratılmasındaki inceliklere, geçirdiği istihale (metamorphisme),
yani bir halden başka bir hale geçişlere dikkatler çekilerek İlâhî kudretin
yüceliği, üstünlüğü anlatılıyor. [115]
«Dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çekip
alırsın..»
Bu âyet, daha çok
milletlerin hayatıyla ilgilidir. En yüksek saltanata ve en noksansız tasarrufa
sahip olan, her şeyi kendine has tedbiriyle ör-neksiz ve modelsiz yürüten,
varlık âlemini en ince hesaplarla en ölçülü ve dengeli biçimde kuran Allah, bu
ezelî ve ebedî sıfatlarıyla milletlerin hayatını, ömrünü, devresini yine
âlemin dengesinden yana -değişmiyen kanunlarıyla- düzenlemektedir. Nasıl
hayvanlar âlemi hem geçinmek, hem denge sağlamak için birbirine musallat
edilmişse, milletler arasındaki durum da buna benzer; kimi yükselir, kimi
düşer, kimi güçlenir, kimi zayıflar derken dünya çapında kuvvetler dengesi
meydana gelir.
Sonuç olarak: Zayıflar
elenir, güçlüler zayıflayıncaya kadar yaşar. İşte Allah'ın mülkü dilediğine
vermesi ve dilediğinden de mülkü çekip alması O'nun bu hususta koymuş olduğu
denge kanunuyla gerçekleşir.
Ayrıca «mülk»ü,
peygamberlik payesiyle yorumlayanlar olmuştur. Bu da âyetin ruhuna uygundur.
Çünkü daha çok Yahudi ve Hıristiyanların son peygamber geldikten sonra haset ve
ihtiras ateşine yakalanarak asırlarca kendi milletlerinde devam eden bu üstün
paye ve şerefin başka bir millete geçmesine dayanamadıkları konu ediliyor.
Kur'ân'ın bir başka yerinde bu anlamda mülkün İbrahim hanedanına verildiğinden
söz edilirken şöyle deniliyor:
«Gerçekten biz İbrahim
hanedanına kitap ve hikmet verdik, hem de büyük bir mülk sunduk.» [116]
Büyük müfessir
Fahruddin Razî de «mülk»ten maksad, peygamberlik payesi olduğunu bilhassa
belirtmiş ve sonra peygamberlikten daha büyük şeref ve üstün bir mülk yoktur,
görüşünü desteklemiştir. İkinci derecedeki «mülk» ise, yeryüzünde güçlü bir
millet haline gelmek, hür ve bağımsız olarak belli bir süre yaşamaktır.
Temelinden sarsılan İslâm âleminin mülk ve saltanatını devam ettirmeğe Büyük
Selçukîlerin ve sonra da Osmanlıların manen görevlendirilmesi bu cümledendir.
Yahudiler
«Peygamberlik İsrâiloğulları'na has bir şereftir. Atalarımız bu şerefi hep
kendilerinde taşımışlardır. Bugün Kureyş kabilesinden bir peygamberin çıkması,
ya da gönderilmesi olur şey değil!.» diyerek hayretlerini açığa vuruyorlar ve
son peygamberin itibarını sarsmak için akla gelmedik entrikalara
başvuruyorlardı. Kur'ân bu gayretlerin boşuna olduğunu belirterek, mülkün
hakiki sahibinin ancak Allah bulunduğunu ve dilediğine mülkü vereceğini,
dilediğinden müikü çekip alacağını hatırlatarak rnü'minferin imanını, Yahudi
ve müşriklerin inkâr ve küfrünü artırdı.
Ve son olarak da bütün
İslâm âlemine işaret yoluyla şu uyarıda bulundu: İmân ve ekonomik yönden güçlü
milletler yaşar, zayıflar elenir.. [117]
Mülk:
a) Peygamberlik payesi,
b) Üstünlük ve kudret,
c) Mal ve servet,
d).Dünya ve
âhiret mutluluğu, e) İmân ve İslâm, f) Saltanat ve tasarruf. Hayır :
a) Mutlak yardım,
b) Huzurlu bir hayat,
c) Ganimet,
d) Bütün iyilikler.. Diriyi ölüden çıkarırsın :
a) Mü'mini kâfirden, kâfiri de mü'minden
çıkarıp (dünyaya) getirirsin. Nitekim Resûiüllah (A.S.) Efendimiz
dayızadelerinden bir hanımı görünce, «bu kim?» diye sormuştu.
«Dayızadelerinizden falanın kızıdır» diye cevap verilince. Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz «Sübhanellah! Sen ölüden diriyi çıkarırsın..» diyerek Allah'ın
kudretini dile getirmişti. Çünkü ;bu çok saliha kadının babası azılı
kâfirlerden biriydi.
b) Kâfir ölü sayılmıştır ,çünkü kalbi ölmüştür.
Mü'min diri sayılmıştır, çünkü kalbi ve ruhu hep uyanık ve diridir.
c) Yumurtadan tavuğu, tavuktan yumurtayı çıkarır.
Çünkü yumurta kuluçka ameliyesine intikal etmeden önce ölü sayılır.
d) İnsandan
meniyi, meniden insanı çıkarır.
e) Başaktan tohumu, tohumdan başağı çıkarır.
Müfessirlerimizin hemen
hepsi yukarıda sıraladığımız
mânalar üzerinde durmuş ve yorumlarını bu açıdan yapmışlardır. Allah daha iyisini bilir..
Geceyi gündüze,
gündüzü geceye katarsın :
a) Dünya'nın hem kendi ekseni, hem güneşin
etrafında dönmesiyle mevsimlerin meydana gelmesi, gece gündüzün mevsimlere göre
uzayıp kısalmasıdır.
b) Dünyanın belli bir hızla kendi ekseni etrafında dönmesi ve yuvarlak bulunmasıdır. [118]
Yukarıdaki âyetle
mü'minlerin izzet ve şerefe erişeceklerine; kendilerine mülk ve saltanat
verileceğine işaret edildikten sonra ilâhî kudretin yüceliğine değinilerek
canlıların ve bitkilerin yaratılışmdaki inceliğe kapı açıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mülkün sahibi Allah olduğuna.ve dilediğine mülkü vereceğine, dilediğinden
mülkü çekip alacağına; dilediğini aziz ve şe~. refii kılacağına, dilediğini
aşağılık edeceğine dikkatler çekiliyor ve bu açıdan mü'minlere seslenilerek
asıl güvenilecek, sevilip saygı duyulacak, hakiki dost edinilecek tek varlığın
Allah olduğu hatırlatılıyor. Mü'minlerin hakiki dostunun Allah ve mü'minler
olduğu üzerinde duruluyor; ancak mü'minden mü'mine hayır ve iyilik geleceği
belirtiliyor, Bu nedenle kâfirleri dost edinmenin yarar değil zarar getireceği
vurgulanıyor.
Sonuç olarak : İslâm
ülkeleri arasında ciddi bir dostluk kurulmasının gereğine ve Müslümanların tam
bir sevgi atmosferi içinde köklü bir dayanışmaya muhtaç bulunduklarına parmak
basılarak uyarıda bulunuluyor. [119]
28— Mü'minler, mü'minleri bırakıp da
kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah'ın
(dostluğundan kopup O'nun) yanında hiçbir değeri kalmaz. Ancak onlardan
(gelecek olan bir tehlike ya da umum yararına bir kapının kapanmasından)
korunmak için (dost görünerek) sakınmış olasınız. Allah sizi (asıl)
kendisinden korkmanızla uyarır. Sonunda gidiş Allah'adır.
29— De ki: Gönlünüzde olanı (kâfirlere karşı
beslediğiniz ilgi ve yakınlığı) gizleseniz de, açığa vursamz da Allah bilir.
Allah göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah'ın gücü herşeye yeter.
30— Herkesin iyilik ve kötülükten ne işlemişse,
onu önünde hazır bulacağı günü bir düşünün ki (o gün) kendisiyle kötülükleri
arasında uzak bir mesafenin bulunmasını ister. Allah sizi kendisinden
korkmanızla uya-tir, Allah kullarına pek merhametli ve şefkatlidir.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Yahudilerden birkaç
kişi gizlice Medine'de Ansar'dan bazışahıslarla, temasa geçip, İslâm'a fitne
sokmak için dostluk kurmuşlardı. Ashabdan Rıfaa bin Münzir, Abdullah bin Cübeyr
ve Saîd bin Haysem dönen entrikaların farkına vardılar ve sözü geçen ashabı
uyarmaya çalıştılarsa da onlar yine gizliden adı geçen Yahudilerle dostluk ve
temaslarını sürdürmekten vazgeçmediler.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi.» [120]
Kelbî'ye göre :
Bu âyet, müşrikler ve
Yahudilerle dostluk kurup işittikleri haberleri günü-gününe onlara ulaştırarak
Resûlüllah'a (A.S.) karşı zafer elde etmelerini uman Abdullah bin Ubeyy ve
arkadaşları [121] hakkında inmiştir [122]
Cübeyr bin Dahhak'a
göre :
Sâmit oğlu Ubâde
(R.A.)nin Yahudilerden ötedenberi iş görüp ayrılmadığı ve kendisine bağlı
sandığı hayli kimse vardı. Hendek Savaşında Resûlüllah (A.S.) Efendimize
gelerek : «Ya Resûlellah! benden yana 500 Yahudi vardır, onları bugün düşmana
karşı beraberimde savaşa çıkarmak istiyorum...» deyinee yukarıdaki âyet indi [123]
«Mü'minler mü'minleri
bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler.»
Günlük ilişkilerimizde
daha çok iki şeye muhtacız : Allah'ı hatırlayıp saygı dolu bir hava içinde
O'ndan korkmaya ve sonra da insanlara karşı merhametli ve şefkatli
davranmaya...
İnsanlarla
ilişkilerimizde belirttiğimiz temel üzerinde geliştireceğimiz bir takım
bağlarımız ve bağlantılarımız da vardır. Bunları da genellikle iki farklı
bölümde düşünmemiz ve ona göre beşerî münasebetlerimizi ayarlamamız gerekir:
1. Müslüman
kardeşlerimizle ilişkilerimiz aşağıdaki esas ve prensiplere göre olmalıdır:
a) Sevmek, saygı duymak,
b) Dost edinmek ve bunu sürdürmek,
e) Yardımcı
olmak, yardımlaşmaya katılmak,
d) Hastalarını sormak, fakirlerine zekât ve
sadaka vermek, cenazelerine hazır olmak,
e) Ticarî ilişkilerimizi daha çok onlarla
geliştirmek, ne zulmetmek, ne de zulme
uğramak,
f) Her hak
sahibinin hakkını vermek,
g) Din ve
ahlâkı cemaatleşme şuuruyla korumak ve geliştirmek için gerekeni yapmak,
h) Okumak
isteyip de bu imkânı bulamayan çocuklarını okutmak, memlekete yararlı insan
yetiştirmek,
i} Komşu
haklarına saygılı olmak, tıer Müslümanın malını canını ve namusunu, kendi
malımız, canımız ve namusumuz gibi korumayı bir vecîbe saymak..
2. Gayr-i
Müslimlerle ilişkilerimiz ise aşağıdaki esas ve prensiplere göre olmalıdır:
a) Haklarına saygılı olmak, vatandaşlık hakları
varsa korumak,
b) Fakir olanlarına sadaka vererek yardımcı
olmak,
c) Gerektiğinde alış-verişte bulunmak, ticari
ilişkileri bir ölçüye kadar sürdürmek,
d) Komşuluk haklarına saygılı olup korumak..
e) İslâm dışı yaşantılarına özenmemek, onları
taklit etmemek, Müslümanlığın yüceliğini
kendi günlük yaşantımızla onlara
örnek ve model olarak sunmak..
Bunun için
Büyük Müfessir Fahruddin
Razî, Müslümanların gayr-i müslimlerle olan ilişkilerinin üç
ihtimal taşıdığını belirterek diyor ki:
1. Gayr-i
müslim olan kişinin küfür ve inkârına razı olması ve bu açıdan onu dost
edinmesi.
Her Müslüman için bu
tür bir ilişki ve dostluk kesinlikle haram kılınarak yasaklanmıştır. Çünkü
küfrü tasvip etmek küfürdür. Küfre rıza gös-
termek küfürdür. Bu
bakımdan belirtilen ölçü ve anlamda bir ilişki kuran' müslümanın imân üzere
kalması mümkün değildir. Meğer ki tevbe edip yeniden İslâm'a döne..
Nitekim Cenâb-ı Hak bu
hususu şöyle açıklıyor:
«Ey İmân edenler!
Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır.
Sizden kim onları dost edinirse doğrusu o da onlardandır.» [124]
2. Dünya işlerinde, dış görünüşü itibariyle
onlarla güzel İlişkiler kurması.
Bu, dinimizce
men'edilmemiştir. (Çünkü hem insan hakları, hem komşu hukuku yönünden bu
kapının açık tutulması sünnete uygundur).
3. Bu iki ilişki arasında bir yol tutması.
Şöyleki : Onlara karşı
ya akrabalık, ya da duyulan sempati nedeniyle -dinlerinin bâtıl olduğuna
itikat etmekle beraber- sevgi beslemek, yardımcı olmak bu cümledendir.
Bu tarz bir ilişki
küfrü gerektirmez, ancak mü'mine böylesine bir ilişki kurması yasaklanmıştır.
Çünkü insanı bu ölçüdeki bir temas ve sempati bazan onların yolunu beğenmeye,
bazan da dinlerine karşı sempati duymaya kadar çekip götürebilir. Bunun sonucu
ise İslâm'dan çıkmaktır.
Kur'ân'da mü'min
uyarılarak : «Kim bunu yaparsa, Allah'ın (dostluğundan kopup O'nun) yanında
hiçbir değeri kalmaz.»
Duyurulması,
belirttiğimiz nedene dayanmaktadır.
Ancak onlardan bir
kötülük geleceği ve bunun önüne geçmenin de mümkün olmadığı zamanlarda sırf
zevahiri koruyup kurtarmak için belirtilen şekilde bir ilgi ve sempati
göstermekte bir sakınca yoktur. Çünkü kalbde onlara karşı ne dostluk, ne de
bağlılık duygusu mevcuttur. [125]
Konumuzu biraz daha
açıklığa kavuşturan tarihî bir olayı nakletmekte yarar vardır:
Yalancı Peygamber
Müseyleme, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ashabından yakaladığı iki kişiyi
önüne alarak tehlikeli bir denemeden geçirmişti. Önce birine sordu :
— Muhammed'in Allah peygamberi olduğuna şehadet
ediyor musun? O şu cevabı verdi:
— Evet, evet, evet...
— Peki benim de Allah peygamberi olduğuma
şehadet eder misin? diye sorunca, o yine :
— Evet, diye cevap verdi,
Bu yüzden öldürülmeyip
serbest bırakıldı. Çünkü Müseyleme (Allah Iânet etsin) kendisinin Benî Hanîfe
kabilesine, Muhammed'in de Kureyş Kabilesine peygamber gönderildiğini iddia
ediyordu.
Sonra ikinci zata
sordu :
— Muhammed'in Allah Peygamberi olduğuna şehadet
ediyormusun? O zat:
— Evet, diye cevap verdi. Müseyleme tekrar
sordu :
— Ya benim de Allah peygamberi olduğuma şehadet
eder misin? O zat:
— Ben sağırım, ben sağırım, ben sağırım, diye
cevap verince, Müseyleme onu öldürttü.
Durum Resûlüllah
(A.S.) Efendimize haber verilince, üzüldü ve buyurdu ki: «Öldürülen, imân
üzere gelip geçti, hakkı tasdik etti. Eriştiği esenlik ona mübarek olsun..
Diğerine gelince : O, Allah'ın verdiği ruhsatı kabul edio kullandı. Bu yüzden
ona vebal yoktur. (Çünkü kalbi imân ile yatışmış vaziyette bulunduğu halde
sırf canını kurtarmak için diliyle onun peygamberliğini kabul eder gibi
görünmüştü).» [126]
Çünkü Kur'ân'da bir
başka yörde bu husus şöyle açıklanmıştır:
«Kalbi imân ile
yatışmış olduğu halde, zorlanan kimse dışında, inandıktan sonra Allah'ı inkâr
edip göğsünü küfre açanlar üzerine Allah'tan bir gazap vardır ve büyük bir azap
da onlar içindir.» [127]
«A'Iah sizi (asıl) kendisinden korkmanızla uyarır. Sonunda gidiş
Allah'adır.»
Allah'ın rahmeti
gazabının önüne geçmiştir. Kullarının yanlış yolda yürüdüklerini haber verip
onları uyardıktan sonra rahmet ve inayet kapısını açık tutar. Bu kapı her
insana ölünceye kadar kapanmaz. Dönüş yapan olursa, sözü edilen kapıdan içeri
alınıp kabul edilir. Çünkü Allah insanları, azâb etmek için değil,
merhametinin en geniş havasını teneffüs ettirmek ve böylece onları ebedî
mutluluğa eriştirmek için yaratmıştır. Ne var ki, bu mutluluğa erebilmenin bir
takım yollan ve kuralları vardır. Dünyaya ayak basan her insan bunları
öğrenmek ve bilmek zorundadır. İnsan, aklı az da olsa yaradanının varlığını
anlayabilir. Peygamberlerin getirdiği esaslar bu anlayışı güçlendirip ona yön
verir.
Küçük bir topluluğun
bile, bir arada yaşayabilmeleri, hayatlarını sürdürebilmeleri için bir takım
kurallara muhtaç bulunduklarını anlatmaya gerek var mıdır? Bir lokma ekmeğe
erişebilmek için nice hizmetlere, nice unsurlara gereksinme duyulmaktadır.
Ebedî saadete erişmek de pek kolay değildir. Biraz gayret, biraz himmet ve
hizmet ister. Rahmet güneşi her zaman etrafı aydınlatmaktadır; yeter ki gönül
toprağı çoraklıktan kurtulsun.
İşte konumuzun bir
bölümünü oluşturan âyetle bu gerçeğe ışık tutulmakta ve insan aklına yardımeı
malzeme sunulmaktadır:
«Allah sizi
kendisinden korkmanızla uyarır. Şüphesiz ki Allah, kullarına pek merhametli ve
şefkatlidir.» [128]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ı yüce kudretinden, üstün saltanatından, mülkün yegane sahibi
bulunduğundan söz edildikten sonra mü'minlerin inkarcıları dost edinmeleri
yasaklandı ve böyle yapanların, yani gayr-i müslimlerle bir zorunluk olmadığı
haide- dostluk kuranların Ailah ile ilgilerinin kesileceği, artık O'nun
katında bir deaer taşımıyacaklan açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'a dost olmanın, O'nun sevgisine erişmenin yolu ve yöntemi hatırlatılıyor;
ilâhî rahmeti noksansız yansıtan, Allah ile kullan arasındaki engelleri
kaldırmakla görevlendirilen Hazret-i Muhammed'in (A.S.) getirdiği esaslara,
sergilediği sünnetlere uyulmadıkça Allah sevgisine kapı açmanın mümkün
olmadığına işaret edilerek daha çok Kitap Ehli uyarılıyor. [129]
31— De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir.
32— De ki: Allah'a ve Peygamberine itaat edin;
eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez,
El-Hasan ve İbn
Cüreyc'e göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında bir kabile halkı
Peygambere gelerek:
— Ya Resûlellah! Biz Allah'ı seviyoruz,
dediler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [130]
İbn Abbas'a (R.A.)
göre :
Kureyş Kabilesi
Mescid-i Harâm'da putlarını sıralayıp iyice dikmişler ve üzerlerine devekuşu
yumurtası asmışlar, kulaklarına da zînet takmışlar, sonra da önlerine geçip
secde etmişlerdi. Onların bu halini gören Resûlüllah (A.S.) Efendimiz :
— Ey Kureyş! andolsun ki, siz atalarınızın
(İbrahim ve İsmail'in) şeriatından ayrılmış, onlara ters düşmüşsünüz. Halbuki
hem İbrahim, hem
İsmail İslâmiyet üzere
idi.
Demekten kendini
alamadı. Bunun üzerine Kureyşliler Ona şu cevabı verdiler:
— Bizim bu putlara
ibâdetimizin, ya da tapmamızın sebebi, bizi Allah'a yaklaştırmalarını
ummamızdır.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [131]
Diğer bir rivayette ise şöyle deniliyor:
Yahudilerin «Biz
Allah'ın evlâdıyız..», Hıristiyanların da «İsâ'yo tapmamız sırf Allah'a olan
soygımızdandır» iddialarına karşı yukarıdaki âyet inmiştir. [132]
«Kim bizim hükmümüz ve
iznimiz olmaksızın (din adına) bir şey ortaya çıkarırsa, o şey merduttur
(sahibinin yüzüne çevrilir, asla kabul olunmaz,)» [133]
«Din ancak Allah için
sevmek ve yine O'nun için sevmemektir.» [134]
«Kim Allah'ın
kendisini sevmesini istiyorsa, ona gereken: doğru sözlü olmak, emâneti koruyup
sahibine vermek ve bir de komşusuna eziyyet etmemektir.» [135]
«Allah bir kulunu
sevmeye başlayınca Cibril'i çağırıp, «şüphesiz ki ben falan kulumu seviyorum,
sen de onu sev..» diye emreder. Cibril de gök ehline şöyle seslenir: «Doğrusu
Allah falan kulunu seviyor; sizler de onu sevin!,» Bunun üzerine gök ehli de o
kulu sevmeye başlar.» [136]
«Ümmetimin hepsi
cennete girer, ancak bundan kaçınan müstesna,..»
Bunun üzerine soruldu
: «Kim cennete girmekten kaçınır?» Cevap verdi: «Bana itaat eden cennete girer;
bana karşı gelen cennete girmekten kaçınmıştır.» [137]
«Deki: Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyun...»
Allah iki vasıtayla
bilinip tanınır; Akıl ve Peygamber. Birinci vasıtayla bilip anlamak yeterli
değildir. Varlık alemindeki çok mükemmel plân ve şaşmayan kanunların bir
plâncının ve ebede uzanan ölçü ve anlamda bir kanun koyucunun varlığına delâlet
ettiğini akıl yoluyla biiip anlamak mümkündür. Ama o kudretin sıfatlan,
emirleri, kullarından bekledikleri, dünyayı insanlara hazırlamasının
nedenleri, âhiretin varlığı bilinmemektedir. Bunları akıl değil, ancak
peygamber haber verebilir. Peygamberin getirdikleri akılla birleşince asıl yol
ve amaç belirlenmiş olur.
O halde peygamber,
ilâhî rahmeti ve O'nun kullarına olan buyruk' larını yansıtan bir ayna, O'nun
kanunlarını haber veren bir alıeı-verici O'nu kullarına tanıtan bir rehber;
kulluk görevinin anlamını ve ölçüsüni insanlara belleten bir öğretmendir.
Bu nedenle Allah'ın
sevgisine erebilmenin tek yolu, peygamberi sev mek ve O'nun getirdiklerini
gönülden benimseyip kabul etmek; ilâhî rah metin insanlıktan yana ışık ve
enerjisini ondan almaktır.
Onun için Büyük Veli
Sehl bin Abdullah et-Tüsterî (K.S.) diyor ki;
«Allah'ı sevmenin
alâmeti, Kur'ân'ı sevip anlamaktır. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti, Resûlüllah
(A.S.) Efendimizi sevmektir. Resûlüllah'ı sevmenin alâmeti, Onun sünnetini
severek yerine getirmektir.»
«Allah'ı, Kur'ân'ı,
Peygamberi ve Sünnetini sevmenin alâmeti ise, âhi-reti sevmek, ona
hazırlanmaktır. Âhireti sevmenin alâmeti kendini bilip sevmektir. Kendini
sevmenin alâmeti, dünyanın aldatıcı oyalayıcı yanlarını sevmemektir. Bunun da
alâmeti, insanı amaca ulaştıracak kadarını helâl yoldan elde etmektir.»
Sonuç olarak:
Allah'a ve
Peygamberine itaat, imân ve sevgi yolundan geçer. Bu bakımdan inanmıyani zorla
inandırmaya çalışmak amaca götürücü değildir. Zorla sevdirmek yaklaştırıcı,
birleştirici olmaz.
Kur'ân burada imân
düzeyinde mükemmel bir metot sergilemektedir: Anlamak, inanmak ve sevmek veya
: anlamak, sevmek ve inanmak.. Anlamadan, tanımadan sevgi olmaz. Bu ikisi
gerçekleşmedikçe imân vü-
cut bulmaz.
O halde insanlara önce
Allah ve Resulünü tanıtmak, anlatmak; sonra onları sevmenin kalblere zevk ve
heyecan verecek anlam ve ölçüde kapılarını açık tutmak, sonra da imân zevkini
en doyurucu şekilde gönüllere işlemek gerektir. Bu metot ilâhîdir;
denenmiştir, başarıya götürücüdür.
İşte Sevgili Peygamberimiz
(A.S.)ın İslâm'a girenlere uyguladığı usûl budur. Bu noktaya erişildikten
sonra, artık Allah'ın şu buyruğu hatırlatılır:
«Eğer yüz çevirirseniz
şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.» [138]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ı sevmenin yolu belirtildi.
Peygambere uymanın bu sevgiye açılan kapı ve Allah'a uzanan yol olduğu
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle bu
kapı ve yoldan söz ediliyor; Allah'ın sevgi ve rahmetini kullarına yansıtan
peygamberler ve daha çok İsâ Peygamberin annesi Meryem'in Allah'a sırf ibâdette
bulunmak üzere nasıl adandığı, Allah'ın İmrân ailesine yönelen lûtfu, yetim bir
kızın terbiye edilmesinin önemi, Allah'ı bilen ve O'na kul olmanın derin
mânasını kavrayan annelerin yetiştirilmesinin önemi üzerinde duruluyor. [139]
33-34—
Şüphesiz ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını ve İm-rân ailesini seçip
(kendi çağlarındaki) hanedan ve milletlere üstün kıldı. Bunlar birbirinden
gelme aynı soydandır. Allah işiten ve bilendir.
35— Hani İmrân'ın karısı: «Rabbim! karnimdakini
her kayıttan uzak sadece ibâdette bulunmak üzere sana adadım. Bunu benden kabul
buyur. Şüphesiz ki sen, sen her şeyi işitirsin, bilirsin,» demişti.
36— Onu doğurunca, «Rabbim!» doğrusu ben onu kız
doğurdum -Allah onun ne olduğunu daha iyi bilendir- erkek, kız gibi değildir
ve doğrusu ben onun adını Meryem koydum. Şüphesiz ki, onu da, ondan gelecek
nesli de, koğulmuş şeytandan sana sığındırırım» diyerek hâlini arzet-mişti.
37— Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle
kabul buyurdu ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi, Zekeriyya'yı ona bakmakla
görevlendirdi. Zekeriyya ne kadar kızın bulunduğu mihraba girdiyse onun
yanında yeni bir yiyecek buldu. «Meryem! bu sana nereden?» diye sorunca, o da:
«Bu, Allah tarafındandır» dedi. Doğrusu Allah dilediğine hesapsız rızık verir.
«Doğan her çocuk,
akıkasina bağlı bir rehindir; yedinci günü akıkası kesilir, adı konulup saçı
tıraş edilir.» [140]
Netekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz oğlu İbrahim doğunca yedinci günü akıka kurbanı kesti ve
ismini İbrahim koydu.
«Hiçbir çocuk doğmaz
kî, şeytan, doğduğunda ona dokunmuş olmasın. Çocuk onun dokunmasından sesini
yükseltip ağlar; ancak Meryem ve oğlu müstesna...» [141]
«Doğan her çocuğu,
şeytan ya bîr, ya da iki kez sıkar; ancak İsâ ile anası Meryem müstesna...» [142]
Açıklama :
Hıristiyanlıkta, çocuk
doğmadan ismi konulur. Gerçi bugün bu sünnet tatbik edilmemektedir. İslâm'da
ise, çocuk doğduktan sonra yedi gün beklenir, yedinci gün akıka kurbanı
kesilir, çocuğun adı konulur ve ailesinin malî durumu müsaitse, çocuğun sacını
traş ettirip ağırlığınca altın sadaka edilir. Bu, yukarıda mealini
naklettiğimiz hadîslerden de anlaşılacağı üzere, sünnettir.
Topluma hayırlı bir
insan yetiştirmenin ilk atılan adımları böyle başlar. Çocuğun körpe dimağı
Allah ismiyle süslenir. Hafızasından silinmiye-cek bu güzel âdet ve sünnetlerle
yetiştirilen çocuk devam eden dinî sünnetlerle gelişir. Doğarken sağ kulağına
ezan, sol kulağına ikaamet- okunmasının anlamı ise çok derindir. [143]
«Şüphesiz ki, Allah,
Âdem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını ve Imran ailesini (kendi çağla-rındaki)
hanedan ve milletlere üstün kıldı.»
Kur'ân,peygamberlik
şerefiyle gelişen bir mülkün yüksek değerini ve insanlıktan yana yararını
açıklarken «Bunu ancak Allah dilediğine verir ve dilediğinden de çekip alır»
cümlesiyle bağlamakta ve bu üstün şerefe lâyık görülenlerden birkaç örnek
vermekte ve her peygamberin kendi çağındaki insanlar arasından süzülerek
seçildiğine, rasgele kimselere bu ilâhî emanetin verilmediğine dikkatleri
çekmektedir.
İnsanlığın hizmetine
sunulan büyük şahsiyetlerin kendi çağındaki insanlar arasından seçilip
görevlendirilmesi kadar tabii ne olabilir? Sözü dinlenir, öğütleri tutulur,
arkasından gidilir ve kendisine her bakımdan güvenilir bir kimsenin her yönüyle
asil, şerefli, ruhen yücelmiş, ahlâkan doruğa yükselmiş olması gerekir. İşte
peygamberlerin hepsi de bu vasıf ve hüviyettedirler.
Bundan çıkaracağımız
sonuç şudur:
İnsanlara önder
olacak, lider durumunda bulunacak ve yo] gösterici düzeyine gelecek, irşâd
havasını estirecek kişilerin en temiz, en asil, en şerefli olması, kendisine
dil uzatılacak acık kapılarının bulunmaması, her zaman tercih nedeni olmalıdır.
Kur'ân'ın bilhassa bu hususa işaret ettiğinde şüphe yoktur. Çünkü ilâhî âyetlerin
hedefi, insanlara en doğru yolu göstermek ve bunu misal ve kıssalarla bir
komprime haline sokup sunmaktır.
Âyetten anlaşılan
diğer önemli bir konu da şudur:
Peygamberler arasında
ortak vasıflar bulunmakla beraber, bir de her peygamberin kendine has
özellikleri vardır ki bunların tamamını başka insanlarda görmek mümkün
değildir.
Ortak vasıflar:
1— Peygamberlik eğitim ve öğretimle kazanılan
bir meslek değildir. Allah dilediğine bu büyük emaneti verir.
2— Peygamberler herkesten daha akıllı ve çok daha
zekidirler. Hafızaları son derece güçlüdür.
3— Üstün cesarete sahiptirler; ancak Allah'tan
korkarlar.
Yüksek azim ve
irâdeleri vardır, olaylar karşısında sarsılmazlar, bir an için sarsıisalar bile
hemen kendilerini toparlıyarak Allah'a yönelir, tevbe ve istiğfarda bulunurlar.
5— Kendilerine son derece hâkimdirler, hislerine mağlûp olmazlar, nefislerinin
peşine takılıp Hakk'ı unutmazlar.
6— Dinî konularda kendiliklerinden konuşup hüküm vermezler; an-çak Allah'tan
aldıklarını teblîğ ederler.
7— Allah'tan aldıkları buyrukları, fazlalık ve
noksanlık katmadan olduğu gibi Allah'ın kullarına ulaştırırlar.
8— Günahlardan korunmuşlardır. Dünya işlerinde
bazan hatâ yapabilirler. Bunun için kendilerine inanan akıllı kişilerle dünya
işleri hakkında istişare ederler.
9— Her insan gibi yerler, içerler, uyurlar ve
evlenirler. Beşerî ihtiyaçlarını giderirler.
10— Herkesten daha çok Allah'tan korkar, O'na
karşı en üstün saygıyı besler, günlük yaşayışlarında tam bir edep üzere
bulunurlar.
11— Beşerî
münasebetleri çok ölçülüdür. İnsanları kırmaz ve kusurlarını araştırmazlar,
Affedicidirler. Merhamet ve şefkat onların değişmi-yen sıfatıdır.
Her Peygamberin
Kendine Has Özellikleri:
Kur'ân'da hem konumuzu
oluşturan âyetlerle, hem de birçok sûrelerde onların özelliklerine yer
verilmiş ve bir takım örnekler sergilenmiştir. . Yukarıdaki âyetlerde birkaç
peygamberin özelliğine kısmen dokunulmaktadır:
Âdem Peygamber:
a) Allah'ın kudret eliyle çamuru hazırlanmış ve
ilâhî ruhtan kendisine
üflenmiştir.
b) İlâhî sanatın ve bu sanatın bağlı bulunduğu
sınırsız kudretin yüceliğini temsil ettiğinden dolayı meleklerin ona secde
etmeleri emredilmiş; şeytan bu emre karşı geldiğinden koğulmuştur.
c) Allah her şeyin ismini ona öğretmiştir.
d) Eşlik etsin diye Havva anamızı ondan
yaratarak ona sunmuştur.
e) Çileli bir hayat süzgecinden geçirmeden onu
cennete koymuştur.
f) İnsanların ilk babası olma şerefini ona
vermiştir. Nuh Peygamber:
a) Resullerin ilkidir.
b) Cok uzun bir ömür yaşamıştır.
c) Asırlarca bâtıl ile mücadele etmiş, hakk'ı
ayakta tutmak için çırpınıp durmuştur.
d) Tuğyanın en kötüsünü işleyen ve artık ıslâhı
mümkün görülmiyen inkarcıların -ilâhî kanun gereği- yok edileceklerini önceden
haber vermiş ve bunun için de ilk gemiyi yapma bahtiyarlığına erişmiştir.
İbrahim Peygamber:
a) Resûlüllah (A.S.) Efendimizin atası sayılır
ve Kur'ân onun Hanîf dininden övgüyle sözeder.
b) Mekke vadisinden insanları eğitecek, onlara
ilim ve hikmet öğretecek bir peygamberin çıkması için duâ etmiştir. Bu duası
Peygamber (A.S.) Efendimizle
ilgilidir.
c) Kutsal şehir Mekke'yi kendi soyuna vatan
seçmiş ve Kabe'nin temellerini yükseltme şerefine lâyık görülmüştür.
d) Tevhîd akidesinin tohumlarını Mekke'ye ilk
atan odur.
e) Allah onu
kendine Halîl olarak seçmiş ve Nemrud'un ateşinden korumuştur.
f) Oğlunu Allah'a kurban olarak adamış, bu
adağını yerine getirmekte tereddüt etmemiş, duygulu davranmamıştır. Böyleee
Allah'a teslimiyetin en güzel örneklerinden birini- ortaya koymuştur.
İsâ Peygamber:
a) Babasız dünyaya gelme mu'cizesine mazhar
olmuştur.
b) Cebrail'in üflemesi sonucu annesi ona hâmile
kalmıştır.
c) Beşikte
iken konuşmuş, Allah'ın
kulu ve peygamberi
olduğunu söylemiştir.
d) Ruhî yapısı çok gelişkin olduğundan ölüleri
diriltmiş, kötürümîeri iyileştirmiş, körlerin gözlerini açmıştır.
Elinde Cenâb-i Hakk'ın yüksek
kudretinin inayeti, dilinde ilâhî esrarın remzi vardı.
e) Dünya ile âhiret, beden ile ruh, maddeyle
mâna arasındaki dengeyi bozan İsrâiloğulları'na, ilâhî denge kanununu
hatırlatarak onları bu dengeye kavuşturma pahasına büyük tehlikelere göğüs
germiştir.
f) En son
Peygamber Hazreti
Muhammed'in (A.S.) geleceğini açık bir dille haber vermiştir.
g) Beden yapısı ruhî yapısına dönüşerek özel bir
makama yükseltilmiş ve inmesi kıyametin en yakın ve en büyük alâmetlerinden
sayılmıştır. [144]
Kur'ân bu âyetle daha
çok Asya kıtasında ve daha çok Mezopotam-
ya'da ve çevresinde
gelen peygamberlerin aynı soydan birbirlerini izlediklerini haber vermektedir.
Gerek Resûlüllah {A.S.) Efendimiz, gerekse İsrâiloğulları'na gönderilen Musa,
Harun ve diğer peygamberlerin hepsi İbrahim Peygambere ulaşır. Müfessirlerimiz
bu şecereyi tesbit edip kendi tefsirlerinde belirtmişlerdir. İbrahim Peygamber
ise Nuh Peygamberin, o da Âdem Peygamberin soyundandır. [145]
Kur'ân'ın açık
beyânından anlaşılan şudur ki : Her kabile ve millete uyarıcı ve müjdeleyioi
niteliğinde bir peygamber gönderilmiştir. Ama daha çok büyük peygamberler,
kendilerine kitap ve şeriat verilenler Asya kıtasından ve daha çok Mezopotamya
ve çevresinden çıkmış ve bu kesimde görev yapmışlardır. Bunun nedeni açıktır:
a) Asya dünya nüfusunun çoğunu barındırmakta
idi. Elverişli ve geniş toprakları, insanların bu kıtada daha çok toplanıp
barınmasına imkân hazırlamıştır. Bilhassa Mezopotamya tarih boyunca bir nice
büyük devletlerin kurulmasına, medeniyetlerin vücut bulmasına beşik olmuştur.
b) Ticarî kervanların en çok uğradığı ve en çok
yollandığı ticarî merkezler Asya'da bulunuyordu.
c) Bu nedenle dünyanın'diğer kabile ve
milletleriyle haberleşme imkânı Asya'da daha ileri bir düzeyde idi.
d) M.Ö.
4000 yıllarından itibaren Sümerler,
Asurlular ve Babİllerin yurdu ve
yerleşme merkezleri Mezopotamya idi.
Bunun için Kur'ân
diğer kabile ve küçük milletlere gönderilen uyarıcı ve müjdeleyici ölçü ve
vasıftaki peygamberlerin isminden söz etmeğe gerek görmemiş, nüfusun çoğunu
barındıran ve çevre ülkeler ve kıtalarda duyulma imkânını taşıyan Asya kıtasında
görevlendirilen peygamberlerden, çoğunun isminden ve yaptığı mücadelelerden
bahsetmiştir. [146]
Kur'ân-ı Kerîm'in
çeşitli sûrelerinde Hz. Meryem'e ve oğlu Hz. İsa'ya yer verilirken bir sûrenin
ismine de özel olarak Meryem Sûresi denilmiştir. Yalnız Meryem ismi 36 yerde
geçmektedir.
Bu, önce
peygamberlerin bağlı bulunduğu İmrân ailesinin İlâhî sınırlar içinde nasıl bir
feyiz, kaynağı olduğuna dikkatleriçekmekte vebu aileden doğan çocukların
Allah'a tertemiz birer kul olma potasında şekillen-dirildiklerini
göstermektedir. Devam edegelen bu eğitimin son halkalarını Meryem oğlu İsâ
Peygamber; Zekeriyya Peygamber ve onun oğlu Yahya Peygamber oluşturmakta,
böylece İmrân ailesinin insanlıktan yana büyük hizmetleri dile
getirilmektedir.
Şüphesiz ki Hz. Meryem
kadar anası da Allah'a bağlı bulunuyordu. Ama niçin daha çok Meryem'den söz
ediliyor? Bunun bazı nedenleri vardır; onları sıralamadan önce hemen diyelim
ki, İslâm, Kitap Ehliyle hep diyalog kurmak istemiş, onların peygamberlerinin
kadr-u kıymetini lâyık oldukları ölçü ve anlamda dile getirerek kapıyı açık
tutmuştur. Ne yazık ki Kitap Ehli bunun aksine o kapıyı hep kapatmaya ve kapalı
tutmaya çalışmıştır.
Şimdi niçin Meryem?
a) Hz. Muhammed'in (A.S.) gedeceğini müjdeliyen,
kendisine inanan-îara en güzel haberi veren İsâ Peygamber'in rasgele kir
kadından değil, soylu, temiz, kendini Allah'a vakfeden iffetli bir anneden
dünyaya geldiğini bildirmek ve bir takım yanlış yorumlara imkân vermemek
için...
b) Hz. Meryem'in evlenmediği halde çocuk
doğurması, muhakkak ki ilâhî mu'cizelerden biridir. İlâhî buyrukları tebliğe
me'mur olan kadri yü-çe bir peygamberin şanına leke dokundurmamak için...
c) İncil'in İsâ Peygambere, Yusuf adında bir
baba ve birkaç tane de kardeş isnadının doğru olmadığını, bu kayıtların ve
yakıştırmaların sonradan İncil'e ithal edildiğini haber vermek için... [147]
d) Kendini iffet perdesi, imân cevheri ve
annelik vekgrı içinde Allah'a bağlayan annelere her milletin her zaman çok, hem
çok muhtaç bulunduğunu örneğiyle anlatmak için...
e) Kız çocuklarını güzel bir bitki gibi itinayla
yetiştirmenin önemine parmak basmak; asil ve erdemli kişilerin daha çok fazilet
örneği dindar kadınların kucağında yetişip büyüdüğüne dikkat çekmek için...
f) Yetim kalan çocukların, özellikle kız
çocuklarının en ehil terbiyecilere teslim edilmesini hatırlatmak ve Zekeriyya
Peygamberi buna örnek göstermek için...
Günümüzde
anasız-babasız, ,ya da ailesinden herhangi bir nedenle kopmuş binlerce kimsesiz
çocuk kendi kaderine terkedilmiş vaziyettedir. Kur'ân 1400 yıl önce kimsesiz
çocukların bakımı ve eğitilmesi konusuna değinmiş, Hz. Meryem'in Zekeriyya
Peygamber'in terbiyesinde yetiştirildiğini örnek olarak vermiştir.
Böyleee Kur'ân
ülkelerin geleceğiyle ilgili bu çok önemli konuya parmak basmaktadır. Amaç bu
olmasaydı, Meryem'in Zekeriyya Peygamberin himayesine verilmesinden bahsetmeye
gerek olmazdı. [148]
«Zekeriyya ne kadar
kızın bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu.»
Âyetin bu bölümü
üzerinde farklı yorumlar yapılmıştır:
a) Allah tarafından verilip melekler tarafından
sunulan yiyecek maddeleri,
b) Allah tarafından, yazın kış meyveleri, kışın
da yaz meyveleri niteliğinde verilen rızık,
c} Yeni yeni
bilgiler,
Zekeriyya Peygamber
her ne zaman Meryem'in bulunduğu mihraba girse ondan yeni bilgiler edinirdi.
d) Kendini mabede adayanlara dindar kimseler
tarafından her gün gönderilen yiyecek maddeleri,
e) İnanmış halkın Allah rızası için gönderdiği
yiyecek maddelerinde bir feyiz ve bereket her an göze çarpmaktaydı.
Bunun bir benzeri
Resûlüllah (A.S.) Efendimizle kızı Hz. Fatıma (R.A.) arasında cereyan etmiştir,
Hafız Ebû Ya'lâ ile İbn Kesîr'in tesbitlerine göre : Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz birkaç gün yiyecek adına bir şey bulama-dı,~aç kaldı. Evine uğradı,
bir şey olmadığını görünce kızı Fatıma'nın evine uğradı. Yiyecek bir şey olup
olmadığını sordu. O da nemli gözleriyle bfr şey bulunmadığını söyleyince
Efendimiz geri döndü. Tam bu sırada, komşularından biri iki ekmekle bir parça
eti Hz. Fatıma'ya gönderdi. Ailece aç oldukları halde ellerini
dokundurmadılar, Resûlüllah (A.S.) Efendimizi çağırdılar. Hz. Fatıma (R.A.),
hediye olarak gönderilen ekmek ve eti büyükçe bir tencereye koymuş, üzerini
örtmüştü. Efendimiz geldiğinde tencereyi alıp Onun huzuruna getirdi. Örtü
açılınca o büyük tencerenin ağzına kadar et ve ekmekle dolu olduğu görüldü.
Bunun üzerine Efendimiz (A.S.) sordu :
— Fatıma! bunlar sana nereden geliyor? O da şu
cevabı verdi:
— Allah tarafından. Çünkü Allah dilediğine
hesapsız rızık verir.
Bu cevaba çok memnun
olan Efendimiz (A.S.) şöyle hamdederek kızının Allah'a olan güzel
teslimiyetini övdü : «Allah'a hamdolsun ki, seni, İsrâiloğullari'mn
kadınlarının baştacı sayılan Meryem'e benzetmiştir.»
Akait :
Meryem ile ilgili
anlatılan bu olay, bize ikinci bir hususu hatırlatmakta ve böylece İslâm
akidesindeki ihtilaflı bir konuyu aydınlatmaktadır: Kadınlar da velilik
mertebesine yükselebilir, gerektiğinde keramet gösterebilirler.
Meryem ismi :
İbrânicede Meryem, âbide,
yani kendini ibâdete veren kadın, demektir. Zaten annesi de onu sırf Allah için
ibâdette bulunmak üzere adamıştı. Doğunca adağına uygun gelen ismi ona koymuş
ve öylece mabede vermişti. [149]
Yukarıdaki âyetlerle
Meryem'in Allah'a olan güzel teslimiyeti ve peygamber annesi olmaya lâyık
davranışı anlatıldı. Faziletli bir neslin ancak fazîlet örneği annelerin
kucağında yetişip vücut bulacağına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Meryem'i yetiştirip korumakla görevli olan Zeke-riyya Peygamberin, bu arada ne
kadar mihraba girdiyse Meryem'i Allah'a kulluğun ferahlatıcı havası içinde
bulduğu anlatılıyor. Sonra da onun bu güzel haline gıpta eden Zekeriyya
Peygamberin böylesine seçkin ve süzülmüş bir evlâda sahip bulunmadığına
hayıflanarak kalbini Allah'a döndürüp duâ ve niyazda bulunduğu, tertemiz bir
soy isteğini dile getirdiği açıklanıyor. [150]
38— İşte orada Zekerıyya Rabbine duâ ederek dedi
ki: Rabh'm! bana kendi katından temiz bir soy bağışla. Şüphesiz ki sen duayı
işitirsin.
39— Bunun
üzerine Zekeriyya mihrabda
namaz kılarken melekler ona seslendi: Allah'tan bir kelime
(olan İsâ)yı tasdik edici, baş olmaya lâyık, son derece nefsine hâkim, iffetli
ve iyilerden'bir peygamber oimak üzere Allah Yahya'yı sana müjdeliyor.
40— Zekeriyya (bu müjdeyi alınca) dedi ki: «Ey
Rabbim! oğlum nasıl olur? Gerçekten bana yaşlılık gelip çattı, karım da
kısırdır.» Allah ona: «Öyledir ama, Allah dilediğini yapar» buyurdu.
41— (Zekeriyya);
«Ya Rab! bana bir alâmet ver»
diye niyaz etti.
Allah da ona:
«Alâmetin, üç gün -işaretle anlaşma dışında- insanlarla ko-nuşmamandır. Bir de
Rabbini çokça an ve akşam sabah teşbihte bulun,» buyurdu.
,
«Ana babanıza iyilikte
bulunun ki çocuklarınız da size iyilikte bulunsun. İffetli olun ki
kadınlarınız da iffetli, namuslu davransın.» [151]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin'i dizlerine oturtup onları
bağrına bastı ve şöyle dedi: «Allahim! Bunlara merhamet et; çünkü ben ikisine
karşı çok merhamet ve şefkat duymaktayım.» [152]
Bedevinin biri.
Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! siz çocukları sevip
öpüyorsunuz değil mi? Biz onları hiç öpmeyiz (sevip okşamayız).
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) şu cevabı verdi:
— Allah senin kalbinden merhameti çekip alırsa
ben oraya merhamet yerleştirebilir miyim? [153]
«Kişinin kendi
çocuğunu güzel eğitmesi(nin her dakikası) bir sâ' (3.400 kg) sadaka vermesinden
daha hayırlıdır.» [154]
«Hiç bir baba çocuğuna
güzel edep ve terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.» [155]
«IŞte orada Zekeriyya
Rabbine duâ etti..»
Kur'ân bu olayı
nakletmekle çok önemli bir konuyu mü'minlerin gözleri önüne sergiliyor:
Güvenilir bir
terbiyeci olan Zekeriyya Peygamber, eğitip yetiştirdiği, koruyup büyüttüğü
Meryem'in o güzel halini, gıpta edilecek davranışlarını görünce topluma iyi bir
anne kazandırdığını bir kez daha kafasından geçirdi. Böylesine temiz, iffetli
ve hakkı hak bilen, bâtıldan yüzçeviren bir evlâda sahip olmayı gönülden
arzuladı. Çünkü bir babanın geriye bırakacağı en güzel miras, en yararlı
tereke, insanlığa feyizli hizmetlerde bulunacak, topluma huzur ve mutluluk
havası estirecek temiz bir evlâttır. Helâl bir serveti Allah'a inanan temiz
bir evlâda bırakmak ne güzel saadet, haram malı kötü bir evlâda bırakmak ne
felâket; helâl malı inkarcı bir evlâda bırakmak ne büyük gaflet!.
İşte Zekeriyya
Peygamberin insanlıktan yana çarpan merhamet dolu kalbi yaşlı olmasına ve
karısının da kısır bulunmasına rağmen tam bir teslimiyet içinde temiz bir soy
istemesinin nedenlerinden biri budur.
Kur'ân en yüksek
hikmet doğrultusunda konuyu işjerken mü'minlere en sağlam düşünce ölçüsünü
sunmaktadır. Bir müslümanın farz ibâdetlerden sonra en önemli görevi, topluma
imanlı, tertemiz, vicdanen gelişmiş adam kazandırmaktır. Zekeriyya Peygamberin
temiz bir soy isteğiyle ilgili bölüme yer verilmesinin sebep ve hikmetlerinden
biri budur, [156]
Fikir adamı Halil
CİBRAN, çocuk konusunda pedagoglara ışık tutacak anlamda şu veciz sözü
söylemiştir:
«Çocuğa sevginizi
verebilirsiniz, fakat düşüncelerinizi vermeniz çok zor. Çocuk sizin değil,
toplumundur. Doğan her çocuğu ana-babası kendi yaylarına bir ok gibi
yerleştirip toplumun içine atarlar. Çocuk nereye düşerse oranın rengini,
ölçüsünü ve karakterini alır.» [157]
«Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı...»
üzerine
yorumlar:
a) İsâ
Peygamber, Âdem (A.S.) hariç diğer peygamberler gibi bir karı-kocanın
evlenmesinden meydana gelmemiştir. O sadece Allah'ın engel kabul etmiyen «Ol!»
emriyle ana rahminde vücut bulmuştur. Bu emre Kur'ân «Allah'tan bir kelime»
demektedir.
O nedenle ona
«Kelimetullah» veya «Kelimetün minellah» payesi verilmiştir. Nitekim İsâ
Peygamberi ilk tasdîk eden Yahya Peygamber olmuş-böylece Zekeriyya'ya
va'dedilen evlâdın Allah'tan bir kelime'yi tasdîk edici olduğu
gerçekleşmiştir.
b) Allah'ın
insanlıktan yana açmış olduğu yol üzerinde bulunan Yahya Peygamber, bu uğurda
canını vermekten çekinmemiş, büyük dâvaların büyük himmetler, sabırlı ve
azimli çalışmalar istediğini bir kez daha ortaya koyup kanıtlamıştır.
«Seyyid = baş olmaya
lâyık..»
a) Yumuşak güzel huylu,
b) İlim ve ibâdette başta gelen,
c) İyi huylu takva sahibi,
d) Dinde çok anlayışlı ve bilgili,
e) Halkın önderi, dinde imam.
f) Öfkesine
yenilmiyen, çok sabırlı olan,
g) Soylu,
şerefli,
h) Allah
katında fazilet düzeyinde bulunan.,.
«H a s û r — son
derece nefsine hâkim»
a) Kadınlara hiç yaklaşmayan,
b) Cinsel kudreti hiç olmayan,
o)
Günahlardan korunmuş bulunan,
d) Nefsini şehevî şeylerden korumasını bilen,
e) Her türlü hayasızlık ve edep dışı şeylerden
korunan,
f) Nefsini frenlemede başarılı olan...
Son dört mâna ve yorum
maksada ve bir peygamberin şahsına ma-kes olarak daha uygun görülmüştür. Allah
daha iyisini bilir. [158]
Yukarıdaki âyetlerle
inanmış bütün kadınlara örnek olma düzeyinde bulunan Meryem'den, O'nun Hakk'a
teslimiyetinden, Zekeriyya Peygamberin gıptasını çekecek olgunluk ve
takvasından söz edildi.
Aşağıdaki ayetlerle,
Meryem'in her konuda olduğu gibi ibâdet ve kulluk, konularında da Allah'ın
geniş lûtfuna erdiği, namaz gibi günlük ibâdetlerini tavsatmadığı, bu yüzden
çağının kadınlarından üstün tutulduğu açıklanmakta, Müslüman kadınların
dikkati çekilerek inanan bir kadın için Allah dostu olmanın bütün kapılarının
açık bulunduğu hatırlatılmakta
ve böyle olan
kadınların ne kadar saygıdeğer olduğu anlatılmak istenmektedir. [159]
42— Hani bir de melekler: «Ey Meryem!»
demişlerdi, «doğrusu Allah seni seçip beğendi, süzüp tertemiz kıldı ve seni
(çağındaki milletlerin) kadınlarından üstün tuttu.»
43— «Ey Meryem! saygı dolu bir gönülle huzurda
durup Rabbine ibâdete devam et; secdeye kapan ve rükû' edenlerle beraber
rükû'a var.»
«(Kendi çağında)
kadınların en hayırlısı İmrân kızı Meryem'dir ve yine kadınların en hayırlısı
Huveylid kızı Hatice'dir.» [160]
«Erkeklerden kâmil
(olgun-ermiş) olanlar çoktur. Kadınlardan kâmile (olgun ve ermiş) olanlar ise
İmrân kızı Meryem, Fir'avn karısı Âsiye'dİr. Âişe'nin diğer kadınlara olan
üstünlüğü, sirîd'in diğer yemeklere
üstünlüğü gibidir.» [161]
«Dünyanın en hayırlı
kadını (veya dünya milletlerinin en hayırlı kadınları) dört tanedir:
1. İmrân kızı Meryem,
2. Fir'avn karısı Mezahim kızı Asiye,
3. Huveylid kızı Hatice,
4. Muhammed kızı Fatima...» [162]
«Cennet ehli
kadınlarının en üstünü, Huveylid kızı Hatice, Muhammed kızı Patıma, İmrân kızı
Meryem ve Fir'avn karısı Âsiye'dir.» [163]
«Dünya milletleri
kadınlarının en üstünü Huveylîd kızı Hatice, Muhammed kızı Fatıma, İmrân kızı
Meryem, Firavn karısı Mezahim kızı Âsiye'dir.» [164]
Hiç şüphe yok ki,
insanların en kâmili (olgun) peygamberlerdir. Sonra sırasıyla sıddîkler,
şehitler, velîler ve sâlihlerdir. Bu ölçü ortaya konulunca, deniliyor kî,
hadîste geçen «Kemal Mertebesinden peygamberlik kas-dediimiştir. O halde Meryem
ile Asiye de peygamber olabilirler. Nitekim bu hususta hüküm verenler olmuştur,
imam Kurtubî diyor ki: «Sahîh olan şudur ki, Meryem peygamberdir. Çünkü Allah
diğer peygamberlere vah-yettiği gibi melek vasıtasıyla ona da vahyetmiştir.
Asiye'ye gelince, onun peygamberliğine açık bir delil yoktur. Sadece sıddîka ve
fazîietli bir mü'-mine kadın olduğu bildiriliyor.» [165]
Ne var ki VAHİY
kelimesi terim olarak birkaç anlamda kullanılmıştır. Meryem'e melekler
vasıtastyia yapılan vahiy'den hangi mâna kasdedil-miştir; bunu kesin olarak
belirlemek zor olmakla beraber, çoğu ilim adamlarına göre, İLHAM anlamına
gelen vahiydir.
Vahiy :
a) Melek Cebrail'in peygamberlere, kendine
has anlam ve ölçüde seslenmesi,
ya da konuşması demektir.
«Senden önce kasabalar
halkından kendilerine vahyedip peygamber olarak gönderdiğimiz kimseler de ancak
birtakım adamlardı.» [166]
mealindeki âyet bu mânaya delâlet etmektedir.
b) İlhamda bulunma anlamına gelir. Kur'ân'da
«Musa'nın anasına : Çocuğunu emzir...... diye variyettik, yani ilhamda
bulunduk.». [167] mealindeki âyet bunu
ifâde etmektedir.
c) Murat
olan mânayı kalbe ve içe ilka etmek mânasına delâlet eder.
Kur'ân'da «Yeryüzü o
gün -Rabbı ona vahyettîği içinhaberlerini anlatır da anlatır.» mealindeki âyet
bu mânayı yansıtmaktadır. [168]
d) İşarette
bulunmak anlamında kullanılır, «Bunun üzerine Zekeriyya, mihrabdan çıkıp
kavmine, sabah-akşam tesbîh edin! diye vahyetti, yani işarette bulundu.» [169]
Bu nedenle Meryem'in
büyük evliyadan olduğunda hiç şüphe yoktur. İslâm akaidinin esaslarını koyan
ilim adamları kadından peygamber gönderilip gönderilmediği hakkında farklı
görüşler ortaya koymuştardır. Allah daha iyisini bilir. [170]
«Ey Meryem! saygı dolu
bir gönülle huzurda durup Rabbine ibâdete devam et......»
Kur'ân'da Meryem'in
ibâdetinden, hatta özel hayatının bazı bölümlerinden ve Hakk'a olan kayıtsız
teslimiyetinden söz edilirken daha çok üç önemli hususa dikkatlerin çekilmesi
istenmiştir:
a)
Hıristiyan âleminin de üstün saygı beslediği Hz. Meryem, cidden bütün kadınlara
örnek olacak bir düzeydedir. Meryem'in yalnız pazar günleri değil, normal
günlerde de kendine has odasında, ya da mabedin yüksekçe bir yerinde ibâdet
ettiği, namaz kıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca kendi başına ibâdet ettiği gibi
cemaat halinde de ibâdete devam ettiği açıkça belirtiliyor. Bu, kadının ibâdet
konusunda da toplum arasındaki yerini belirlemekte ve onun gıpta edilecek
davranışlarından birini sergilemektedir, Böylece inanan kadınların günlük
ibâdetlerinde Allah'a yakın olmanın derin anlamı mevcuttur.
b) Meryem'in
günün belli saatlerinde ibâdet etmesi ve cemaate katılması, Hıristiyanlıkta
ibâdetin yalnız pazar gününde: yapılmasının ciddi bir dayanağı olmadığını
göstermektedir. «Mihrab»! sözlükteki manasıyla yorumlayacak olursak; Meryem'in
ya Beytü'l-Makdis'in yüksekçe bir yerinde, ya da Zekeriyya Peygambere ait evin
ibâdete ayrılmış üst kısmındaki bölümde ibâdet ettiği tahmin edilmektedir.
a) Müslüman
kadınlarına, kendini Allah'a adayan ve belli saatlerde ibâdetini tam bir huzur
ve saygı duygusu ile yerine getiren bir kadının Allah katındaki şerefli yeri,
diğer kadınlardan üstünlüğü hatırlatılıyor. Bunun aksine kendini dünya
hayatının aldatıcı ve oyalayıcı havasına verip gününü gün etmeye çalışan ve bu
arada Allah'ı ve âhiret gününü unutan; bu anlayış ve yaşayış içinde kocasının
kazancının çoğunu kendi süsüne harcayan kadının ise, ne kadar Hakk'tan
gerilerde kaldığını, yetişmekte olan kuşağa olumlu hiçbir örnek davranış
sunmadığını anlatmaya gerek var mıdır?
İşte Kur'ân inanan
kadınlara Meryem'i örnek göstererek geniş rahmet kapısını açık tutmakta ve
insanların dindar, iffetli, faziletli,olgun kadınlara ne kadar çok muhtaç
bulunduğunu en veciz sözlerle işlemektedir. [171]
Peygamberlerin daha
çok birbirinin soyundan geldiği belirtildikten sonra İmrân ailesi ve ondan önce
İbrahim hanedanı söz konusu edilerek kendi çağlarındaki millet ve kabilelerden
üstün tutuldukları ve nice ilâhî lûtuflara eriştikleri açıklandı. Sonra Hz.
Meryem'in mabede adanmasından, Zekeriyya Peygamberin onu yetiştirip korumakla
görevlendirildiğinden, bu nedenle Meryem'in inanan bütün kadınlara örnek bir
düzeyde bulunduğundan parçalar
sergilendi.
Aşağıdaki âyetle,
verilen bu bügi ve haberlerin Hazreti Peygambere ancak vahiy yoluyla
bildirildiği açıklanıyor. [172]
44— işte bu
sana vahyettiğimtz, gayb haberlerindendir. (Yoksa) Meryem'i kim himayesine alıp
onu koruyacak diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin.
(Bu hususta) tartışırlarken de yanlarında bulunmadın.
Kur'ân-ı Kerîm
Meryem'le ilgili bilgileri çok özlü noktalara dokunarak verirken, bu arada
İncil'de meydana gelen hem değişiklikleri, hem de kapalı tarafları düzeltip
ortaya çıkarmaktadır. İncil'de Meryem'den yer yer söz edilir. Zekeriyya
Peygamberin hanımı Elisabeth'Ie görüştüğü açıklanır, fakat Zekeriyya
tarafından terbiye edilip korunduğuna, mabede ken-.dini ibâdete verdiğine,
soylu bir ailenin kızı olduğundan eğitilmesi konusunda yakınlarının
tartıştığına ve bu yüzden kur'aya başvurduklarına pek dokunulmaz. Ümmî bir
peygamber olan, hiçbir okula gitmiyen, çok cahil bir ülkede doğup büyüyen
Hazreti Muhammed'in bu geçmişle ilgili konuları ayrıntılı, ayrıntısız
bilmesine imkân yoktur. Kaldı ki Kur'ân'ın naklettiği ve haber verdiği
hususları daha önce anlatan bir kitap da yazılmamıştı. O halde Hazreti
Muhammed'in (A.S.) "Meryem ve ailesi konusunda verdiği bilgiler tamamen
ilâhî vahye dayanmaktadır.
İşte Kur'ân bu
hakikati bir kez daha açıklamakta ve onun Hak Peygamber olduğuna delil
saymaktadır.
Neden Kur'âya
başvurulmuştur?
Ruhî yanı çok güçlü
olan ve doğumu büyük bir mu'cize sayılan İsâ Peygamber'e anne olacak,bu asil
kızı (Meryem'i) alıp eğitmek, koruyup
büyütmek için neden kur'aya
başvurulmuştur? Bize göre bunun nedeni açıktır:
a) Babası İmran, kendi kabilesinin başı ve söz
sahibi bulunuyordu. Ölümünden sonra onun aziz hatırasına saygı göstermek için
kızını eğitmeyi kendilerine büyük bir şeref sayıyorlardı.
b) Hz. Meryem tamamen Allah'a ibâdete adanmrş
bir kızdı. Çağındaki mü'minler böylesine mübarek bir kızı
besleyip büyütmeyi, eğitimiyle meşgul olmayı bir ibâdet kabul
ediyorlar ve bu yüzden onu tanıyanların çoğu buna istekli çıkıyordu.
c) İleride bir peygambere anne olacağı tahmin
ediliyor, bu yüzden her inanan kişi bu kudsiyetten payını almak istiyordu. [173]
Kur'ân'da ve İslâm
Şeriatında kur'aya yer verildiğine işaret ediliyor. özellikle tam eşit biçimde
paylaşılması mümkün olmayan şeylerde, adaleti sağlamak, pay sahiplerini
haklarına razı etmek için kur'aya başvurmanın sünnet olduğunu kabul edenîer
çoğunluktadır. Nitekim İmam Kur-tubî bu yolda bir kur'aya başvurmanın cumhur-i
fukahaya göre sünnet olduğunu özellikle belirtmiş ve Ebû Hanîfe ile
arkadaşlarının bu görüş ve içtihada katılmadıklarını ayrıca açıklamıştır. [174]
Ne var ki, İbn Münzir,
Ebû Hanîfe'nin kur'âyı tecviz ettiğini rivayet etmiş ve böylece kapalı bir
hususu açığa çıkarmıştır. Ebû Ubeyde ise, şu üç peygamberin kur'aya yer
verdiğini kaydediyor: Yunus, Zekeriyya ve Mu-hammed (SAV.).
Buharî «Babu'I-Kur'ati
Fi'l-Müşkilat» başlığı altında buna ayrı bir bölüm ayırmıştır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin bilhassa sefere çıkarken beraberinde götüreceği hanımı için Ezvac-ı
Tahirat arasında kur'a çektiği, sahih rivayetlerle sabit olmuştur. [175]
Geçen âyetlerle geçmiş peygamberlerin örnek alınacak durumlarından,
ibretli safhalarından ve sonra İmrân ailesinin Allah'a olan teslimiyetinden,
Allah katında seçkin bir kadın olan Hz. Meryem'den önemli parçalar naklettikten
sonra, bu bilgilerin belirtilen mana ve muhtevada başka bir yerde yazılı
bulunmadığına dikkatler çekiliyor. Son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) bunları
bilmesine imkân olmadığı, ama kendisine gelen vahiy ile haberdar edildiği
hatırlatılıyor ve böylece bu ve benzeri kıssalar da Peygamberin Allah
tarafından gönderilen hak nebî olduğuna belge gösteriliyor.
Sonra yine Meryem ve
İsâ ile ilgili çok önemli safhalara kapı açılıyor.. İsa'nın babasız doğmasının
ve gösterdiği altı yedi kadar büyük mu'cizenin Allah'ın sonsuz kudretine
delâlet ettiğine işaretler yapılıyor. Bu arada insan ruhunun ne kadar güçlü ve
ilâhî feyiz ve kudrete mazhar bulunduğuna delil olarak Hz. İsa'nın ruhî
yapısının ölüleri diriltecek kadar güçlü bulunduğu bir örnek olarak ortaya
konuluyor. [176]
45— Melekler bir de şöyle demişlerdi: «Ey Meryem!
Allah seni kendinden gelen bir kelimeyle müjdeliyor ki ismi Meryem oğlu Mesih
İsa'dır; dünya ve âhirette şerefli ve itibarlıdır; ayni zamanda Allah'a çok
yakınlardandır.
46— Beşikte de, yetişkin çağında da insanlara
konuşacaktır ve O iyilerden, yararlılardandır.
47— (Bunun üzerine) Meryem dedi ki: «Ey Rabbim!
bana bir insan dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir?!» Ona denildik!: Öyle ama,
Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der,
o da oluverir.
48— Aliah ona kitab (okuma yazmayjı, hikmeti ve
Tevrat ile İncil'i öğretir.
«Yeni doğan çocuklardan ancak İsâ ile Sahib Cüreyc
konuşmuştur.» [177]
«Beşikte ancak üç
çocuk konuşmuştur: İsâ, Cüreyc zamanında bir çocuk ve bir de başka bir
çocuk...» [178]
«Şüphesiz ki, Allah
seni kendinden gelen bir kelime ile müjdeliyor...»
Doğuştan bir kısım
özellikleri kendinde taşıyan Hz. Meryem'in bir erkekle cinsel yaklaşmada
bulunmaksızın gebe kalması ve İsa'yı doğurması büyük mu'cizelerden biridir. Ne
var ki bakire bir kızın böyle bir mu'cizeye
yavaş yavaş alışması,
ruhî bir yaklaşım içinde bulunması gerekir. İşte Kur'ân'da sözü edilen olayın
bu ölçü doğrultusunda İlâhî metodun mükemmel uygulamasıyla geçirdiği safhalar
sıralanıyor; diğer bir deyimle, pedagojik bir yol izlenerek basamak basamak
sonuca varılıyor:
1. Meryem önce mabede adanıyor ve böylece küçük
yaştan itibaren ruhanî bir havaya adapte ediliyor.
2. ZeKeriyya Peygamberin terbiyesine veriliyor;
insan ruhunu geliştiren, Allah ile kulları arasındaki nefs ve şeytan engelini
kaldırmakta bilgili ve başarılı olan bir peygamberin sistemli ilgi ve eğitimi
onu olgunlaştırı-yor.
3. Çevresindeki mü'minlerden yakın sevgi ve İlgi
görmesi, hergün meleğin ilhamıyla yeni yeni bilgiler edinmesi, onu Allah'a daha
çok bağlıyor; manevî yapısı meleğin ilhamıyla köklü bir güç ve sabra dayalı
bir azim kazandırıyor.
4. Kendi çağındaki kadınlardan seçilip
süzülüyor, İç temizliğine, gönül sofasına eriyor.
5. Günlük, haftalık ibâdetine devam etmesi;
Allah'a rükû' edenlerle beraber rükû' etmesi çevresiyle dinî yönden daha iyi
kaynaşmasını sağlıyor.
Böylece kademeli
biçimde tecelli eden ve Meryem'in ruhunu, kalbini, dimağını, İsa'yı babasız
doğurmaya hazırlayan ilâhî metot bu yolda sürüp gidiyor.
Yukarıdaki âyetle,
bilhassa sözü edilen Kelime (İsâ)nın ortaya çıkışından, özelliklerinden ve
nasıl bir görev yüklendiğinden söz ediliyor. [179]
«Meryem dedi ki: Ey
Rabbim! bana bir insan dokun mam işken nasıl çocuğum olabilir?»
Bunun birçok nedeni ve
de hikmeti vardır. İdrâkimizin erişebildiği kadarını sıralamamızda yarar
görüyoruz:
a) Musa Peygamberin vefatından sonra
İsrâiloğulları yavaş yavaş
ahireti unutup kendilerini dünya saltanatının cazibesine kaptırdılar. Böylece
dünya ile âhireti paralel yürütmedeki denge iyice bozuldu. Beden ile ruh
arasındaki bağlar hayli zayıfladı. Madde ön plâna alındı. Başka milletlere
köle nazarıyla bakıldı. Yahudi tekelciliği altın ve tefecilikle kaynaşıp
bütünleşti. Bu dengeyi sağhyacak, onları tekrar eski ruhlarına döndürecek bir
mürşide büyük ihtiyaç vardı. Ama o mürşidin ruhî yapısı çok güçlü olacak,
dünyaya sırtını çevirip yüzü âhirete yönelik bulunacaktı.
b) Musa
Peygamberin gösterdiği
mu'cizeleri zaman zaman hatırlayan
İsrâiloğulları'na günün gelişen şartlarına uygun, dikkatleri daha çok çekecek
anlamda birkaç mu'cize gösterecek bir resul bekleniyordu.
c) Birçok milletlerin maddeye tapmasını önleyecek,
hic olmazsa arada tampon olacak, aynı zamanda ilâhî kudreti yansıtacak bir
kurtarıcının çıkması gerekiyordu.
d) İnsanın sadece et, kan ve kemikten ibaret
olmadığını, onu insan yapan faktörün daha çok ruhî yapısı bulunduğunu,
inanmıyanlara açık bir âyet, inandırıcı bir belge ile kanıtlayıp sunacak
bir peygambere lüzum vardı, işte Kur'ân'da bu hikmetlerin tümü bir cümlede
özetlenerek deniliyor ki: «Onu (İsa'yı) insanlara (kudretimizin yüceliğine
delâlet eden müstesna) bir belge ve bizden bir rahmet olarak sunacağız.» [180]
Bunun için diyebiliriz
ki, İsa'nın babasız dünyaya gelmesi, insan ruhunun hem varlığını, hem kudret
ve yüceliğini ortaya koymuştur. Bunun ikinci bir yararı, Meryem'i kötü
sanılardan, iftira ve küçültücü sözlerden korumak, onun iffetli, tertemiz bir
bakire olduğunu isbat etmektir.
Böyle bir doğumun
bilinen kanunlarla bağdaşmaması:
Mu'oize, âdet
perdesini yırtıp geçen, bilinen kanunlar dışında cereyan eden bir ofay
demektir. Ayrıca bir şeyin kendi türünde ilk başlangıç olma-sıda bir mu'cizedir.
Onun yaratılmasında da bilinen kanunlar câri değildir. O halde varlıkta ilk
yaratılan ve türüne başlangıç teşkil eden şeylerin yaratılmasında kevnî (var
olma) sebeplerin ve biyolojik ölçülerin yeri yoktur. Âdem Peygamber -ilk insan
olarak- belirtilen kanun ve ölçülerin dışında, bizim henüz bilmediğimiz
kanunlarla yaratılmıştır ki bu, insanların alışageldiği, tesbit edip eriştiği
kanunlardan çok başkadır.
îsâ, kendi türünde ilk
yaratılan bir başlangıç değildir, ama başlangıca benzer olduğunu inanmıyanlara
göstermek ve inananların da inancını artırmak için bir örnek olarak
sunulmuştur. Bu bakımdan İsa'ya «Ayettin
mineliah = Allah'tan
bir âyet, bir mu'cize» denilmiştir.
Bütün bu olağanüstü
safhalara rağmen Isâ Peygamber başarılı olmuş mudur?
İsâ Peygamberin ilk
tebliğ hareketi ve mücadele devresi başarısız gibi görünüyorsa da son
peygamberin dünyaya gelmesine kadar geçen altı asır içinde Onun başarısının
feyizli ürünleri dünyanın birçok ülkelerinde kendini yer yer hissettirmiştir.
En azından Yahudilerin kendilerini Allah'ın has ve seçkin kulları, diğer
insanların köle ve hizmetçi yaratıldığı iddiasını kökünden yıkmıştır. Bir nice
kabile ve milletlerin puta tapmalarına engel olmuş, Allah'a uzanan yolun
görünmesini sağlamıştır. [181]
«İnsan, kâinatın bir
parçasıdır. Fizik-kimya kanunları dış âlemimizde olduğu kadardokulanmızınve ruh
hallerimizin iç âleminde de câridir.»
«O halde özel biçimde
organize edilen insan vücudu, varlık âleminin geri kalan kısmında câri olan
kanunlara tabi'dir.» [182]
Varlık âleminde bizim
fizik ve kimya yoluyla tesbit edebildiğimiz kanunların şaşmadan belli ölçülere
göre sürüp gittiğini görüyoruz. Bir pro-toplazma damlasını, bir gen harikasını
buna örnek verebiliriz. Biri hayat denen kudretin tohumunu taşımakta, diğeri
ataların özelliklerini kuşaktan kuşağa aktarmaktadır. Bu küçük varlığın içinde
bütün bu özelliklerin çok ölçülü yer alması akıllara durgunluk verecek
niteliktedir. Biyolojinin gelişmesiyle çaplılar ve özellikle insan hakkında
birçok bilgiler edindik. Netice şunu anladık ki, hiçbir olay kendiliğinden
meydana gelmiyor, kâinatta câri kanunlara göre oluşuyor, çözülüp dağılıyor.
Sonra düşündük:
Kâinatta câri olan bu kanunları koyan ve onları belli bir düzene bağlayan
kimdir? Herhalde dilsiz, kör ve sağır dağlar, dumansız denizler değildir.
Bunun cevabı tektir ve kesindir: Allah...
O halde varlık
âleminin belli kanunlarla şaşmadan hedefine doğru gitmesi ve olaylar zincirinde
belli illet ve sebeplerin rol oynaması, mutlak anlamda bir kudretin habercisidir.
Peki ama bu sonsuz
kudret, bilinen her şeyi düzenledikten ve her olayı belli bir illete
bağladıktan sonra hiçbir şeye artık dokunmayacağını mı söyledi? Yoksa dilediği
zaman İllet ve sebepleri kaldıracağını mı haber verdi? Kur'ân bize Allah'ın bu
iRinci yolda kudretini zaman zaman ortaya koyarak -bizce bilinen illeti ibtal
ederek- bizim bilmediğimiz başka bir kanunla mu'cize doğuracağını bildiriyor.
Akıllara durgunluk
veren bu mükemmel düzeni, ilgili bulunduğu kanun ve sebepler zinciriyle bizim anlayışımıza
uygun gelecek ve aklımızın kabul edebileceği ölçü ve anlamda yaratan Allah'ın
başka bir kanunla kudretini ortaya koyup bizce olağanüstü sayılan bir olayı
yaratması red ya da İnkâr edilebilir mi? Bunu inkâr edebilmemiz için kâinattaki
düzenin ve câri olan kanunların kendiliğinden meydana geldiğini kabul etmemiz
gerekir. Bu durumda akıl ve mantığımız bizi tekrar düşünmeye sevke-der ve bu
kadar mükemmel bir düzen ve düzenin bağlı bulunduğu kanunlar kendiliğinden
meydana gelmişse, o halde olağanüstü saydığımız veya mu'cize dediğimiz olay
neden kendiliğinden meydana gelmesin? Fakat bu kadar tesadüflerin bir dizi
halinde birbirini izleyip en büyük mimarların çizemediği ve benzerine
yaklaşamadığı plânı oluşturması mümkün müdür? Bunun kesin cevabı: Hayır...
Sonuç olarak, bütün
bunların tesadüflerle oluşup meydana gelmesi mümkün değildir. Bir düzenleyen,
çok ölçülü bir plânlayan ve plânını kusursuz yürüten vardır, O halde bu son
dereee mükemmel düzenleyici, plânlayıp ortaya koyucu kudret, bizim bilmediğimiz
fizik ötesi kanunlarla olağanüstü sayılan bir takım olaylar meydana koyup
kudretinin üstünlüğünü belgeliyebilir.
Melek Cebrail'in Hz,
Meryem'e görünüp ruhanî anlamda bir nefes sunması da bir kanundur, ama bizim
alışageldiğimiz cinsten değildir, metafizikle ilgilidir; aklımızın alamıyacağı
niteliktedir; «Ol!» emriyle ilgilidir. [183]
«Beşikte de, yetişkin çağında
da insanlara konuşacaktır....»
Bu hem olağanüstü bir
mu'cize, ya da keramettir; hem annesinin iffet ve namusuna leke sürmek
isteyenlere en güzel cevaptır. Beşikteki bir çocuğun konuşması, doğum olayının
da bilinen ölçü ve anlamda oluşmadığını isbatlamakta; melek Cibrîl'in en güçlü
bir ruh olduğunu düşünürsek, o gücün kendine has kanunla ortaya koyduğu bir sonuou
özellikle inan-mıyanlara bütün açıklığıyla sergilemektedir.
İsâ Peygamberin
anasının adıyla birlikte anılması:
Kur'ân'da gerek
konumuzu oluşturan âyette, gerekse Meryem süresiyle diğer sûrelerde İsa'dan
söz edilirken daha çok «Meryem oğlu İsâ Mesih» denilmektedir. Bunun nedeni
açıktır:
İsâ Peygamberi de bir
kadın doğurmuştur; o'Allah'ın oğlu değil, kulu ve peygamberidir, gerçeğini
işlemek; aksini iddia edenleri reddetmek içindir. Nitekim İsâ daha yeni
dünyaya gözlerini açmıştı ki, kavmi Meryem'e, utanılacak bir şey yaptın,
demişti. O da çocuğu göstererek, bu size cevap verecek, diyerek işarette
bulunmuştu. «Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?» deyince, İsâ onlara
şöyle konuşmuştu : «Doğrusu ben Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni
peygamber yaptı. Nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe
namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti....» İsa'nın
beşikte iken bile kendisini Allah'ın kuiu olarak tanıtması, elbetteki çok
anlamlıdır. [184]
İncil'de de Melek
Cibril'in Meryem'e geldiği anlatılmakta ve."olay Kur'ân'ın haber verdiğine
yakın biçimde işlenmektedir. Önce şunu söyli-yelim ki: Tevrat, İncil ve Kur'ân
üçü de Allah'tan gönderilme kutsal kitaplardır. Tevrat ile İncil yer yer,
kısım kısım bazı değişkilikiere uğramışsa da yer yer ilâhî belgeleri
yansıtmakta ve Kur'ân ile birleşmektedir. Bu, hepsinin kaynağının bir olduğunu,
aynı bahçenin değişik renkte gülleri bulunduğunu isbatlamaktadır. Ne var ki,
bir sonrakinin gelmesiyle bir önceki yürürlükten kaldırılmıştır.
«Altıncı ayında, Allah
tarafından Cebrail Melek, Galile'de Nasıra denilen şehre, Davud evinden Yusuf
adındaki adama nişanlı olan bir kıza gönderildi; kızın adı Meryem idi. Melek
onun yanına girip dedi: Selâm, ey ni'mete eren kız! Rab seninledir. Ve Meryem
bu sözlerden çok şaşırarak : Bu nasıl selâmdır? diye düşünüyordu. Melek ona
dedi : Korkma, Meryem! Çünkü Allah önünde inayet buldun. Ve işte gebe kalıp bir
oğlan doğuracaksın ve adını İsâ koyacaksın. O büyük olacak, ona Yüce Allah'ın
oğlu (sevgilisi) denecek......»
«Meryem de meleğe dedi
: Bu nasıl olacak? Çünkü ben er bilmem. Melek cevap verip ona dedi : Ruhulküdus
senin üzerine gelecek, yüce olanın kudreti üstüne gölge salacak......» [185]
a) [branice olup aslı « M e ş î h »tir. [186]
b) Yakın dost, [187]
c) Üzerinde nakış ve motifler bulunmayan düz
altın para, [188]
d) Kutsal yağ sürülen kimse, [189]
e) Cibril'in kutsal nefesine mazhar olan, [190]
f) Çok seyahat eden, gezip dolaşan kimse, [191]
g) Eliyle dokunupmeshettiği hasta ve dertlilere
şifâ veren, [192]
h) Çok güzel
biçimde yaratılan,. [193]
Vecih:
a)Şerefli,
kadri yüce kişi, [194]
b) Allah katında övülmeye lâyık, yüksek yeri
olan peygamber, [195]
c) Yüce makam ve üstün şeref sahibi, [196]
d) Cömert, âlicenap, centilmen, itibarlı kişi. [197]
Keht:
a) Çocuklukla yaşlılık arasındaki yaşta bulunan
erkek,
b) 25-45 yaş araş&nda olan adam,
c) 20-35 yaş arasında olan adam. [198]
Geçen âyetlerle İsa
Peygamberin Meryem'den doğma bir peygamber olduğu, hem dünyada, hem âhirette
şerefli sayıldığı, beşikte iken bile insanlara konuştuğu açiklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
İsa'nın İsrâiloğulları'na gönderildiği, peygamberliğini ve çok güçlü bir ruh
taşıdığını kanıtlamak için birkaç önemli mu'çi-ze gösterdiği anlatılıyor. [199]
49— (Allah
onu) İsrail oğullarına bir peygamber olarak gönderiyor. (Görevi yerine getirme
çağına gelince de İsâ onlara şöyle diyor): «Şüphesiz ki ben size Rabbinizden
bir âyet (açık bir belge, belirgin bir mu'cize) getirdim: Size gerçekten kuş biçiminde
çamurdan bir şey meydana getiririm de içine liflerim, Allah'ın izniyle o, kuş
olur; anadan doğma körü, ala-tenliyi iyi ederim. Ölüleri diriltirim.
Evlerinizde ne yiyor ve neleri biriktiri-yorsanız size haber verebilirim. Eğer
inanan kimselerseniz bunda size elbette açık alâmet ve ibret alınacak belge
vardır.
50—Önümdeki
Tevrat'ı doğrulayarak, size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için geldim
ve Rabbiniz tarafından size bir mu'cize getirdim. Artık Allah'tan korkun da
bana uyun.
51— Şüphesiz
ki Allah benim de, sizin de Rabbinizdir; artık O'na kulluk edin. Doğru yol da
budur.»
Size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için
geldim...»
İsâ Peygamber kendi
başına bir şeriatle gönderilmemiştir. Zaten Musa Peygamberden sonra gönderilen
peygamberlerin hemen hepsi-Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz müstesna- Tevrat ile
amel ediyor, ondaki ilâhî buyrukları tebliğe çalışıyorlardı. Ne var ki, İsâ
Peygamber helâl ve haram, ceza ve bağışlama konularında Tevrat'ın ilgili
hükümlerini değiştirir ölçü ve anlamda bazı yenilikleri de tebiîğ ile
görevlendirilmişti. Nitekim İncil'de de bu konuya değinilerek şu belgeler
açıklanıyor.
İsa dedi ki:
«Sanmayın ki ben
şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam
etmeğe geldim.» [200]
«İşittiniz ki, eski
zaman adamlarına denildi: «Katletmiyeceksin (adam öldürmüyeceksin) ve kim
öldürürse hükme müstehak olacaktır.» Fakat ben size derim : «Kardeşine kızan
her adam hükme müstehak olacaktır.» [201]
«Zina etmiyeceksin,
denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: «Bir kadına şehvetle bakan her
adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir.» [202] Ve
eğer sağ gözün sürçmesine sebep oluyorsa onu çıkar ve kendinden at. Çünkü senin
için azandan birinin yok olması, bütün bedenin Cehenneme atılmasından iyidir.» [203]
«Kim karısını boşarsa,
ona boş kâğıdını versin» denilmiştir. Fakat ben size derim ki, zinadan başka
bir sebeple karısını boşayan adam onu zâniye eder ve kim boşanmış kadınla
evlenirse zina eder.» [204]
«Yalan yere and
etmiyeceksin ve andlarını Rabbe ödiyeceksin» denildiğini işittiniz. Fakat ben
size derim : «Hic and etmeyin.» [205]
«Göz yerine göz, diş
yerine diş (kısas edilir)» denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim :
«Kötüye karşı koma ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir.» [206]
«Sen komşunu sevecek
ve düşmanından nefret edeceksin» denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim :
«Düşmanlarınızı da sevin ve size ezâ edenler İçin duâ edin.» [207]
Bütün bunlar Hz.
İsa'nın yeni getirdiği hükümler ve ahlâkî kurallardır ki Tevrat'ta bunlarla
ilgili hükümlerin özeti verilmekte, İncil'deki yeni hüküm açıklanmaktadır.
Konumuzu oluşturan âyette bilhassa bu hususa işaret edilmektedir. [208]
«Şüphesiz ki ben size
Rabbımzdan bir âyet getirdim,.»
Kur'ân'ın acık
anlatımından İsâ Peygamber'in hem maddeci Yahudilerin yüzünü Allah'a ve âhiret
gününe döndürmek, hem kendi çağındaki tabiblerin, hekîmlerin ve ilim
adamlarının yapamıyacağı şeyleri ortaya koyup peygamberliğini kanıtlamak için
beş büyük mu'cizeyle meydana çıkmıştı :
1. Çamurdan kuş biçiminde bir hayvan yapıp
üflemek suretiyle onu diriltmek,
Bu, daha çok ilk insan
Âdem (A.S.)in kevnî sebep ve kanunlar dışında yaratıldığını hem hatırlatıyor,
hem de isbatına kapı açıyordu.
2. Doğuştan körleri, alatenlüeri iyi etmek,
Bu, tabibleri, ilim
adamlarını Allah'ın yüce kudretine çekip inandırmaya yönelik bulunuyordu.
3. Ölüleri diriltmek,
Âhireti unutan,
öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmıyanlara Allah'ın kudretinin buna
yettiğini göstermek, va'dinin multaka yerine geleceğine inandırmak için
akıllara durgunluk vermeği noktalıyordu.
4. Çevresindeki insanların evlerinde ne
yediklerini ve neler biriktirdiklerini haber vermek,
Bu, daha çok Allah'ın
gizli açık ne varsa her şeyi gereği gibi bildiğini hatırlatmak ve İnsanları
nefs muhasebesine sevketmek, vicdanlarını arındırıp geliştirmelerini, içlerini
kinden, düşmanlıktan temiz tutmalarını sağlamak içindi.
5. Gökten mâide (çeşitli ni'metler taşıyan
sofra) inmesini gerçekleştirmek..
Bu, daha çok Cennet ve
Cehennemin hak ve var olduğunu, Allah'ın geniş mülkünde sayısız ni'metler
bulunduğunu, inanmıyanlar için de elem verici azabın beklediğini belgeliyordu. [209]
«Anadan doğma körü,
alatenliyi iyi ederim.»
Bu konuda hatıra gelen
ilk şey, o devirde Kudüs ve çevresinde bu iki hastalığın çok yaygın olması,
ülke tabiblerinin bunları iyi etmekten âciz kaldıklarıdır.
Gerek anadan doğma
körlüğün, gerekse sonradan meydana gelen bir takım arazlar nedeniyle gözleri
kaybetmenin birçok nedenleri vardır. İsâ Peygamber o devirde tedavisi mümkün
olmayan körlükleri elini dokun-
durmak suretiyle
iyileştiriyordu. Alatenli hastalığına gelinee, daha çok halk arasında yazın
bazı saatlerinde esen Samyelinin ıslak bedende meydana getirdiği lekeler
olarak bilinir. [210]
Yorumlar - Rivayetler: Ekmeh :
a) Gündüz görüp gece görmeyen,
b) Gece görüp gündüz görmeyen,
c) Doğuştan kör olan,
d) Sonradan bir araz nedeniyle görme
duyusunu kaybeden. Abraş :
«Alatenli» diye çevirisini
yaptığımız abrasın frenkeesi «Vitiligo»dur.
Bu sedef hastalığı
dışında bedenin muhtelif yerlerinde arız olan beyaz plakalar şeklinde ortaya
çıkar.
Tıpta hastalığın asıl
sebebi bilinmediği için buna psikosomatik deniliyor; yani hastalıkların doğuşunda
ruhla beden arasındaki ilgileri konu yapan ve beden hastalıkların! meydana
getiren ruh faktörlerini bulmak konusuyla ilgilidir. [211]
Geçen âyetlerle fsâ
Peygamberin İsrailoğullan'na gönderilen bir Resul olduğu ve birkaç mu'cizeyle
ortaya çıktığı; esasen dünyaya gelmesinin bile olağanüstü bir durum arzettiği,
buna rağmen dünya saltanatının cazibesine takılan Yahudiler üzerinde o gün
fazla etkili olmadığı anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yahudilerin İsâ Peygamberi öldürmek için birtakım hilelere başvurdukları, bunu
iyice hisseden İsâ Peygamber'in içi dolu daneyle, içi boş daneyi birbirinden
ayırt etmeğe yöneldiği, böylece kendinden sonra kimin ne olduğunun iyi
bilinmesini sağladığı anlatılıyor. [212]
52— İsâ onların (Yahudi haham ve devlet
adamlarının) inkâr ve inatlarını hissedince, «Allah yolunda
yardımcılarım kim?» dedi.
Havariler: «Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a imân ettik; şâhid ol ki,
biz herhalde müslümaniar (Hakk'a dosdoğru teslimiyet gösterenleriz» dediler.
53— Ey Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık.
(Gönderdiğin) Peygambere uyduk. Artık bizi (Senin varlığına birliğine, İsa'nın
Peygamberliğine) şâhid olanlarla beraber yaz.
54— (Onlardan bir kısım haham ve devlet adamları)
hileye başvurdular, (İsa'yı öldürmeyi plânladılar). Allah da onların hilesini
boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırhsıdır.
Hakk'ın sesinin iyice
duyulabilmesi, gönüllerde yer etmesi, dimağlara işlemesi hiç bir devirde kolay
olmamıştır. Büyük dâvalar, köklü inkılaplar ancak büyük himmetler, üstün
fedakârlıklar ve çok ciddi mücadeleler ister. Aksi halde büyüklüğünün tüm
özelliklerini kaybeder.
Tezin güç bulması, ya
da çevrede duyulup ilgi çekmesi; antitezin amansız biçimde karşı çıkması, güçlü
hamleleriyle, saldırması sonucu, gerçekleşebilir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
aynı doğrultuda bundan çok daha çetin mücadeleler vermedi mi? Karşısına
dikilen küfür, tuğyan ve inat her geçen gün hızını artırmıyor muydu? İsâ
Peygamber daha farklı bir takım yetenek ve özelliklerle, o devrin baş döndürücü
sayılan mu'cizele-riyle ortaya çıktığında, karşısına çıkan küfür, İnkâr ve
İnadın o nisbette büyük, olduğu görülmektedir.
Gerçi İsâ Peygamber,
İsrâiloğullan arasından ayrılmadan önce bütün gayret, himmet ve sistemli
mücadelesine rağmen ancak 10-12 kadar kassar ya da balıkçıyı kendine yardımcı
olarak bulabilmişti. Ama uğradığı haksızlık, öldürülme teşebbüsleri, annesiyle
birlikte azgın Yahudilerden kaçıp yer değiştirmesi, davasının büyüklüğü oranında
onun ününü yavaş yavaş yaygınlaştırmış; antitezin şiddeti bir bakıma rahmete
kapı açmıştır.
Bu gerçek şunu bize
hatırlatır: Her şeyini davası uğrunda harcamaktan çekinmiyen, fedâkârlık ve
feragatin doruğuna yükselen dava adamları her zaman maşerî vicdanda lâyık
olduğu yeri -geç de olsa- almıştır.
İsâ Peygamber hiçbir
mücadele vermeden, hiçbir haksızlığa uğramadan, saldırıya mâruz kalmadan gelip
geçseydi, çoktan unutulur, yaymak istediği din ve şeriat ülkelerde duyulmazdı.
İşte büyük dâvaların,
köklü inkılapların kamu vicdanında yer edebilmesinin değişmiyen metotlarından
biri, belki başta geleni budur. Kur'ân'-da îsâ olayı anlatılırken özellikle
ilâhî sünnetin uygulama ölçü ve anlamına yer verilmiş ve Müslümanlar
uyarılmaya çalışılmıştır. Kur'ân'm sergilediği bu sünnet ve metot şu âyetle
daha açık anlatılmıştır:
«İnsanlar, «inandık»
demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini, çetin sınavlardan
geçirilmiyeceklerini mi sanırlar?» [213]
İsâ Peygamber çetin
mücadelelerden sonra öldürüleceğini anladı. İsrâiloğullan arasından ayrılmadan
önce içi dolu taneyi, içi boş taneden ayırmak istedi. Çünkü ayrıldıktan sonra
mü'minle kâfir; Hakk'a teslim olanla olmayan birbirine karışır, ikiyüzlüler
birtakım entrikalar çevirebilirdi. Bunun için kendisinden sonra halkın kime
inanacaklarını, kimlere güvenebileceklerini tesbit edip belirledi. Böylece son
görevini yerine getirme büyüklüğünü bir kez daha kanıtladı. İncil'i İsa'dan
sonra ortalık yattşıncaya kadar bekleyip yazanlar da Havariler olmuştur.
Bernaba ve Yuhanna'nın onlardan olduğu sanılmaktadır.
Görülüyor ki, 10-12
kadar Havârî'nin inanması, hak bir dinin unutulmasını önlemiştir. Özellikle
İsa'dan 40-50 yıl sonra İncil'in tesbit edilip ya-zılrnası, bu kutsal kitabın
da asırlarca yaşamasını sağlamıştır. Çünkü gö-
nülden aşk ve
heyecanla inanan bir müminin etkisi her zaman büyük olmuştur. Sağlam imân,
ciddi mücadeleye iter, ciddi mücadele dâvanın yaygınlaşmasına vasat hazırlar.
İşte Kur'ân bunu ilâhî
sünnetin en ince ölçüleriyle gönüllere işlemektedir. İsâ olayında Havarilerden
söz edilmesinin nedeni, daha çok bu hususu kalbfere yerleştirmektir. İmândan
sonra peygambere uymak, dâvaya
ciddiyetle sarılmayı
göstermektedir. [214]
Yorumlar - Rivayetler:
İhsas:
a) Bilmek ve anlamak,
b) Gözle görürcesine, kuvvetle idrâk etmek,
c) İçine doğmak.
H a v â r î :
a) Beyaz elbiseli,
12 Balıkçı beyaz
elbise giyindiği için onlara bu ad verilmiştir.
b) Kassar olup bezleri ağartan, boya işleri
yapan,
İsâ Peygambere uyup
yardım edenlerin elbise boyacıları olduğu da söylenir.
c) Davaya inanıp yardım eden, manalarına gelir. [215]
İncil'de Yahudî haham
ve devlet adamlarının İsa'yı öldürmek için çevirdikleri entrikalara geniş yer
verilmiştir. 12 balıkçıdan biri olan Yahuda'-nın İsâ Peygambere ihanet ettiği,
onu ele vermekte öncülük yaptığı üzerinde durulmakta ve olayla ilgili diğer
safhalara -çarmıha gerilinceye kadar- kademeli
biçimde dokunulmaktadır. [216]
Kur'ân-i Kerîm,
Peygamber (A.S.) Efendimizin teselli bulacağı ve müminlerin ders ve ibret
alacağı önemli noktaları açıklamakla yetinmiştir. Çünkü Kur'ân'da uygulanan
metoda göre, zaman, tarih ve bazı şahisla-Kur'an'da Isa Peygamberin çarmıha
gerilmediği ve öldürülmediği çok açık ve
net bir anlatımla açıklanır.
rın ismi önemli değil,
meydana gelen olayın ibret alınacak noktaları önemlidir. [217]
Yukarıdaki âyetlerle,
mutluluk caddesinde Hakk'a davetin ruha gıda verici sesine dayanamıyan
Yahudilerin İsâ Peygamberi öldürmek için bazı entrikalara başvurmaları
sözkonusu, edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın onİarın hilesini boşa çıkartarak İsa'yı kendi katma yükselttiği ve
böylece onu inkarcıların kötülüklerinden uzak tuttuğu açıklanıyor. [218]
55— O vakit Allah şöyle buyurdu : «Ey İsâ!
herhalde seni eceline ye-tireceğim (vakti saati gelince ruhunu alacağım); seni
kendime yükselteceğim ve seni inkarcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları,
kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra da dönüşünüz banadır;
ihtilâfa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim.»
56— İnkarcılara gelince, onları Dünya'da da,
Ahiret'te de şiddetli bir azâb ile azâblandıracağım, onların hiç yardımcıları
da olmayacaktır.
57— jmân edip güzel ve yararlı amellerde
bulunanlara gelince, (Rab-leri) onların
mükâfatlarını noksansız verecektir. Allah haksızlıkta
bulunanları sevmez.
İsâ Peygamberin
kıyamete yakın gökten inip putları kıracağı, haç'ı parçalayacağı, domuzu ve
Deccal'ı öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı ve o devirde mal ve servetin
çoğalacağı, zekât verilecek fakirler bulunmayacağı hakkında kırkın üstünde
hadîs rivayeti vardır; bunların çoğunun ricali sıhhatli kabul edilmiştir.
Bu hadislerin gerek
metinleri, gerekse birinci ve ikinci derecede bulunan râvileri biraraya
getirildiğinde tevatür derecesini bulmaktadır. Nitekim İbn Hazm'ın dediği
gibi, bir hadîsi, birbirine yakın lafız ve mânayla beş sahabe rivayet etmişse,
o mütevatır sayılır. Biz bunlardan sadece beş tanesini nakletmekle yetineceğiz:
1. «Canımı kudret
elinde bulunduran Allah'a andolsun ki, çok sürmez Meryem'in oğlu (İsâ) âdil
bir hakem olarak aranıza iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır;
mal çoğalıp taşar, o kadar ki kabul eden bulunmaz. devirde) bir secde hem
dünyadan, hem dünyadaki şeylerden daha hayırlı olur.» [219]
2. «Meryem oğlu aranıza inip imamınız da sizden
olunca, nasıl olursunuz?» [220]
3. «Allah'a andolsun ki, Meryem oğlu âdil bir
hakem olarak inecek.
Elbette haçı kıracak,
domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak..» [221]
4. «Deccal'ı öldürmeğe ancak Meryem oğlu İsâ
musallat kılınmış (görevlendirilmiştir.» [222]
5. «Deccal çıkacak, kırk.... kalacak.[223]
Sonra Allah Meryem oğlu İsa'yı gönderecek -o daha çok Mes'ud oğlu Urve'ye
benzer- İsâ, Deccal'ın peşine düşüp onu yok edecek. Artık insanlar -iki kişi
arasında bile hiçbir düşmanlık bulunmadığı halde- yedi yıl (huzur içinde)
bekleyecek. Sonra Allah Şam tarafından soğuk bir rüzgar gönderip, kalbinde
zerre ağırlığınca hayır ve imân bulunan herkesin ruhunu o rüzgar alacak..»[224]
Sahih hadîslerin yorum
yapılmaksızın dış görünüşünden, İsâ Peygamberin kıyamete yakın cismen
ineceğini, bir yoruma göre Deccal denilen Komünizmi yok edeceğini anlıyoruz.
Ne var ki, ilim
adamlarımız daha çok konumuzu oluşturan âyet ile yine aynı konuyla ilgili diğer
âyetler üzerinde farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Bütün bunları olumlu bir
sonuca bağiayabilmemiz için önce sözü edilen yorum ve rivayetleri aktarmamız
gerekiyor:
«Seni eceline
yetirece-gım; seni kendime yükselteceğim...»
Cümlesiyle çevirisini
yaptığımız «İNNÎ MÜTEVEFFİKE...» deyimi üzerindeki yorumlar:
a) Katade, Dahhak ve Ferra'a göre bunda bedii
yönden bir öne-arkaya alınma (takdim-tehîr) vardır. Aslı: «Seni kendime
yükseltip (sonra yeryüzüne inince) eceline
yetireceğim» demektir. Çünkü
iki cümle arasında (vav) harfi vardır, bu da mutlak cami' içindir.
b) İbn Abbas ve Ali bin Ebî Taiha'ya göre,
«Senin ruhunu alacağım» demektir.
c) İbn Vehb'e göre, günün evvelinden üç saat
Allah onun ruhunu alıp ölü bıraktı,
sonra tekrar diriltti, anlamınadır. Bunun yedi gün oiduğu-
nu söyliyenler de
olmuştur. Bu görüş daha çok İncil'den alınmadır.
d) İbn Cerîr'e göre, «Teveffi» kaldırmak
anlamına gelir, canını almak
değildir.
e) Diğer
ilim adamlarımızın çoğuna göre : «Seni uyutup öylece kendime yükselteceğim»
demektir. «Geceleyin sizi uyutup
ölü gibi yapan...»[225]
âyetinde olduğu gibi. Ayrıca ; «Allah, ölüm anında canlan alır. Ölmeyenin de
uykuda canını alır.» [226]
mealindeki âyette «Teveffî» kökünden gelen «Yeteveffâ» hem uyutmak, hem canı
almak anlamında kullanılmıştır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz de uykuyu ölüm ile ifade etmiştir: «Bizi öldürdükten sonra tekrar
dirilten Allah'a hamdolsun.» Resûlüllah Efendimiz bu hamdı, sabahleyin
uyandığında yapardı.
Kur'ân'da bu konu
biraz daha açıklanarak şöyle buyuruluyor: «Oysa onlar İsa'yı öldüremediler ve
asamadılar; (öldürülen başkası idi), kendilerine (İsâ gibi) benzetildi.» [227]
Bu âyetin son
bölümünde ise bu hususa bir kez daha dokunularak : «İsa'yı kesinlikle
öldüramediler;. bilâkis Allah onu kendi katına yükseltti.»
buyrulmaktadtr. ..
f) El-Hasen'e göre, Allah onu uykuda kendine
yükseltti.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Yahudilere : «İsâ ölmedi, o herhalde kıyametten önce size dönecektir»
buyurmuştur. [228]
g) İbn Cüreyc'e göre, «Seni tutup kendime
yükselteceğim» demektir.
İmam Kurtubî bütün bu
yorumları dikkate aldıktan sonra diyor ki: «Sahih olan şudur ki, Allah İsa'yı
öldürmeden kendine yükseltmiştir. Ta-berî de bu mânayı uygun bulmuştur. İbn
Abbas (R.A.)den de bu anlamda sahih bir rivayet nakledilmiştir.»
Nitekim Kur'ân'da
İsa'nın -bir yoruma göre- kıyametin alâmeti Olduğuna işaret vardır: «Şüphesiz
O {İsâ veya Kur'ân), Kıyâmet'in kopuş saati için bir bilgidir.» [229]
Müfessir Keşşafa göre,
«Seni koruyarak hakkında yazdığım ecele kadar bekleteceğim ve sonra eceline
yetireceğim» demektir.
Bütün bu yorumları
dikkate alıp ilgili hadisleri de âyetleri açıklar ölçü ve anlamda
sıraladığımızda, Hz. İsa'nın ruhu alınmadan Allah katındaki özei makama
yükseltildiğini söyleyebiliriz. Çünkü kıyamete yakın ineceği tevatür
derecesine ulaştığına bakılırsa ve "çoğu hadîslerin de sahih olduğu
kesinlik kazandığına göre bu, yeniden dirilip gelmek, değildir. Çünkü yeniden
dirilmek ancak kıyamette gerçekleşecektir. İsâ Peygamber ölmeden
yükseltilmiştir. Yeryüzüne inip son görevini yaptıktan sonra eceliyle
ölecektir.
Bu sonucu verirken
şunu da unutmamak gerekir: İsâ Peygamberin ruhî yapısı çok güçlü idi. Cibril'in
ruhanî nefhasıyla vücud bulmuştur. O bakımdan kendine has bir özelliği vardır.
Nasıl Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Mi'rac Gecesi biyolojik yapısı ruhî
yapısına dönüşerek bir bakıma tamamen ruhlaşıp öylece yükseldiyse, İsâ
Peygamberin de durumu böyle olmuştur.
Günümüzde gelişen
pozitif ilim bize bu konuda bazı ipuçları vermekte, hiç değilse, az bir
benzerlik getirmekle, bizi gerçeğe biraz daha yaklaştırmaktadır :
Madde enerjiye
dönüşmektedir. Örneğin atom patlamalarında maddenin çok küçük bir zerresi çok
büyük bir enerji kaynağı haline gelebilmekte ve böylece madde tamamen enerjiye
dönüşmektedir. Fakat enerji hiçbir zaman yok edilemez, özelliktedir. Bedenle
ruh arasındaki ilgi ve dönüşmeyi buna bir bakıma benzetebiliriz : Ruhî yapısı
çok güçlü olup ruhu faal durumda olan Peygamberlerde fizik ve kimya
bilimlerinin henüz çözemediği bir ölçü ve anlamda biyolojik yapı ruha
dönüşmekte ve böylece bir süre ruhlaşmaktadır Diyebiliriz ki İsâ Peygamberin
durumu bu mânada bir değişime uğrayarak göklere yükseltilmiştir.
Bence bu konuda
taassuba gerek yoktur. Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimiz en son peygamberdir.
O'ndan sonra elbetteki peygamber gel-mîyecektir. İsâ Peygamberin yeryüzüne
inmesi, Onun şeriatını bir kez daha tasdik etmesine ve Yahudilerle
Hıristiyanlara çok yanlış bir yolda bulunduklarını isbat ederek Hazreti,
Muhammed'e uymaktan başka yol bulunmadığını göstermesine yöneliktir.
Nitekim Hadîsin açık
anlatımından şunu anlıyoruz :
İsâ Peygamber
yeryüzüne inince, kendisine imam olması teklif edilecek, fakat o, ümmet-i
Muhammed'd en bir zatın imam olmasının gerektiğini hatırlatacak ve böylece kendini
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ünv
metinden bir fert
olarak gösterecektir.
Hem «Teveffî»nin
sözlük manası, bir şeyi noksansız tutup almaktır, isa'nın tamamı, biyolojik
yapısıyla ruhî yapısının bir arada olmasıdır. Aksi halde «seni kendime
yükselteceğimin anlamı nasıl bir özellik taşır? Her peygamber bu iltifata
erişmemiş midir? Neden Kur'ân'da sadece İsâ ile İdris'in yükseltildikleri
sözkonusu edilmiştir?
Bu konuda, en doğru
İncil kabul edilen Bernaba'da şu cümleleri görmekteyiz :
«israil askerleri Yahuda
ile birlikte İsâ Peygamberin bulunduğu eve yaklaştıklarında, İsâ Peygamber
kalabalık bir topluluğun geldiğini duyunca endişelendi ve eve doğru yürüdü. 11
arkadaşı uyuyordu. Bu sırada tehlike tam yaklaşınca Allah melek Cibril'e, Mihaîl'e,
Rıfaîl'e ve Ezrîl'e [230],
isa'yı bu âlemden tutup almalarını emretti. Bu tertemiz melekler aldıkları emir
üzerine gelip İsa'yı güneye doğru acık bulunan pencereden çıkarıp üçüncü semaya
yükselttiler. Orada Allah'a ebediyete kadar tesbîh eden meleklerin
arkadaşlığına terkettiler. Yahuda kin ve öfkeyle İsa'nın çıkıp ayrıldığı eve
girdi. Şagirtlerin hepsi de uyuyordu. Allah tam o sırada olağanüstü bir durum
meydana getirdi, Yahuda hem konuşma, hem sima yönünden İsa'nın şekline dönüştü.
O kadar ki biz onu İsâ olarak gördük. Yahuda ise.biz uyandıktan sonra Üstadı
arıyordu. Biz hayretler İçinde kaldık ve «Üstad sensin, bizi unuttun mu?»
dedik.» [231].
Büyük Müfessir
Fahruddin Râzî, ilgili âyetin tefsirinde «müteveffi» deyimi üzerinde durarak
diyor ki:
«Bu deyim üzerinde
daha çok iki yol İzlenmiştir: Biri, âyeti olduğu gibi dış görünüşüyle ele alıp
ileriye-geriye almaksızın [takdîm-te'hîr yapmaksızın) mânalandırmak; diğeri
ise, ileriye-geriye alıp cümlelerin yerini değiştirerek mâna çıkarmak.
Birinci yolu seçenlere
göre, «Seni teveffi edeceğim», yani ömrünü ta-mamlıyacağım ve sonra ruhunu
alacağım. Seni öldürmelerine imkân ver-miyeceğim, ama seni semâya yükseltip
meleklerime yaklaştıracağım, Yahudilerin öldürmesinden böylece koruyacağım.»
Bu, güzel bir
yorumdur.
ikinci yolu seçenlere
göre, «Seni ben öldüreceğim, yani ruhunu ben alacağım.» Bu, İbn Abbas (R.A.)
ile Muhammed bin İshak'dan rivayet edilmistir. Bu yorumdan maksat İsâ
Peygamberin Yahudilerden olan düşmanları onu öldürme imkânına
erişemiyeceklerdir. Belki Allah ikramda bulunup onu göğe yükseltecektir.
Bu yorum da üç mâna
taşımaktadır:
1. Üç saat
ölü kalıp sonra dirilerek göğe yükseltilmiştir.
2. Yedi saat
ölü kalıp sonra Allah katına yükselmiştir.
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, bu mâna daha çok İncil'den alınmadır.
3. Allah İsâ
Peygamberi göğe yükseltirken canını almıştır. Teveffi'nin anlamı budur. Sonra
tekrar dirilip yeryüzüne inecektir.
Bu konuda diğer bir
yorumda da Ebûbekir El-Vasıtî bulunmuştur. Şöy-leki: «Seni teveffi edeceğim»
yani şehvetlerden ve nefsanî zevklerden çekip uzaklaştıracağım ve öylece
kendime yükselteceğim. Çünkü Allah'tan başkasını terkedip Allah'ta fena
olmadıkça Ma'rifetullah makamına eri-şilemez. Böylece İsâ Peygamber göğe
yükselince, durumu, meleklerin durumu gibi oldu. Yani melekleşti.» [232]
Görülüyor ki,
Fahruddin Râzi, «ömrünü tamamlıyacağım, sonra ruhunu alacağım» yorumuna
değinirken, «Bu, güzel bir yorumdur» diyerek İsa'nın diri halde göğe
yükseldiğini ve kıyamete yakın yeryüzüne indikten sonra kalan ömrünü tamamlayıp
öylece öleceğini benimsemiştir.
Ebûbekir El-Vasıtî de
İsâ Peygamberin biyolojik yapısının ruhî yapısına dönüştürüldükten sonra göğe
yükseltildiğini anlatmak istemiş ve böylece hem keşif yolunu, hem ilmî
araştırmasını bütünleştirmiştir.
Yine Fahruddin Râzî bu
konuda iki ayrı yoruma daha yer vermiştir:
a) «Teveffî» bir şeyi olduğu gibi noksansız
biçimde tutup almaktır. Allah ileride
bazı kişilerin aklına, İsa'nın yalnız ruhuyla yükseldiği hususu geleceğini
bildiği için bu kelimeyi kullanarak, İsa'yı her İki yapısıyla birlikte
yükselttiğini anlatmayı murad etmiştir.
b) «Seni ölü gibi kılacağım,» demektir. Çünkü
göğe yükselip dünyadan ilgisi
kesilince bir çeşit ölü durumuna girmiş sayılır. Fakat aslında diridir. Bir
şeyin ismini, kendisine çoğu sıfat ve özelliklerinde benzeyen şey üzerine ıtlak
etmek, caizdir.
Bu Konuda Ünlü Akaidci
Şeyh Muhammed bin Ahmed Es-Sefarînî Diyor ki:
«Kıyametin üç büyük
alametinden biri, İsâ Peygamberin gökten in mesidir. Bu, Kitap, Sünnet ve İçme'
ile sabit olmuştur.»
Kitap :
<<Hem sanaları,
kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım.» (Âl-i İmrân: 55).«Kitap
Ehli'nden hiç kimse yok ki, ölmeden önce O'na (İsa'ya) imân edecek olmasın.»
(Nisa: 159).
Bu âyetler, Kitap
Ehlinin İsâ Peygamber ölmeden ona inanacaklarını haber vermektedir. Bu da ancak
kıyamete yakın İsa'nın gökten inmesinden sonra gerçekleşecektir. Öyleki: Kitap
Ehli tek bir inanç ve tek bir millet, İbrahim Peygamberin Hanlf-Müslim olan
milleti üzerine birleşip bütünleşecektir.
Biz bu âyeti delil
getirirken «Kable mevtihi»deki zamirin Yahuda'ya (Yahudilere) râci' olduğunu
gösterebiliriz. Nitekim Hz. Ubeyy (R.A.)in KABLE MEVTİHİM biçimindeki rivayeti
bunu kuvvetlendirmektedir.
Sünnet:
Sahihayn
(Buharî-Müslim)de ve diğer kaynak hadîs kitaplarında Ebû Hüreyre (R.A.)den
yapılan şu rivayetler, sünneti yansıtmaktadır:
«Canımı kudret elinde
bulunduran Allah'a andolsun ki, çok sürmez Meryem oğju âdil bir hakem olarak
aranıza iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır.» [233]
Müslim'de buna benzer
bir rivayetten sonra diğer bir rivayet şöyle naklediliyor:
«Ümmetimden kuvvetli
bir cemaat hak uğrunda üstünlük sağlıyarak hiç durmadan kıyamete kadar
savaşacak (çetin mücadeleler verecek)tir. Ve sonra Meryem oğlu İsâ inecek.
Ümmetimden söz sahibi durumunda olan kişi ona : «Gel, imam ol bize!» diyecek. O
da : «Hayır, sizler birbirinize karşı söz sahibisiniz ki bu Allah'ın bu ümmete
olan ikramıdır» diyecek. [234]
İ c m â' :
«Ümmetin ileri gelen
söz sahibi ilim adamları İsâ Peygamberin kıyamete yakın bir zamanda ineceği
hakkında icmâ' etmiş, şeriat ehlinden hiç kimse buna muhalefette bulunmamıştır.
Ancak felsefecilerle inkarcı sapıklar bunu inkâr etmişlerdir.» [235]İsâ
Peygamberin öldüğünü, sadece ruhuyla yükseldiğini iddia edenlerin delil ve
görüşlerine gelince, onları birkaç madde halinde özetlememizde yarar vardır:
a) Âyetin zahiri (dış görünüşüjnden İsa'nın
âdete uygun anlamda öldüğü anlaşılıyor. Yükselme sadece ruh ile olmuştur.
Burada, şahsa hitab edilirken ruhunun kasdedilmesinde bir gariplik yoktur.
Çünkü ruh, insanın hakikatidir. Beden ise eğreti bir elbise gibidir; azalır,
çoğalır, eskir ve yok olur. Ama ruh böyle değildir. O halde insan denilince ilk
hatıra gelen onun fizyonomisi, taşıdığı biçim ve renkse de, aslında onun ruhu
kasde-dilir.
b) Kıyamete
yakın İsâ Peygamberin
ineceği hakkındaki hadîsler a had yoluyla nakledilmiştir. Yani hadîsler haber-i
vâhid ile rivayet edilmiştir. İsa'nın inmesi ise itikgdî bir meseledir ki
Kur'ân'dan kesin delil, ya da hadîsten mütevatır bir ölçü ister. Her iki
kaynakta da bu konuda kesin bir delil mevcut değildir.
c) İsa'nın yeryüzüne inmesinden maksat, şahs-i
manevîsinin yaygınlaşması, peygamberliğinin halk üzerinde geniş te'sir
uyandırması olabilir.
d) Kıyamete yakın Hıristiyan alemiyle İslâm
âleminin, Deccal (Komünizmle karşı birleşmesi olabilir.
İsa'nın inmesi hem buna, hem de Hıristiyanların Kur'ân'a kapı açmaları
anlamına gelir.
Bütün bu iddia ve
yorumlar, sağlam delilden, dinî ölçü ve maksaddan uzaktır. İneceğine ait sahih
rivayet mevcut olduğu halde inmiyeceği hakkında ne sahih, ne de gayr-i sahih
hiçbir rivayet mevcut değildir.
Aynı iddiada
bulunanlardan biri de Şeyh Bedrettin Semevânî'dir. Bu zat Varidat adlı eserinin
İsâ bölümünde diyor ki:
«Hazret-i İsâ, ruhu
ile diri, cesediyle ölüdür. Lâkin kendisi «Ruhul-lah» olduğu ve ondan dolayı
ruhaniliği cismaniliğine galib bulunduğu ve ölüm ise ancak gövdeye taallûk
eylediği için «İsâ ölmedi» dediler. Ve bunu «El-Hükmü li'l-galibi» kaidesine
dayandırdılar. Yoksa «İsâ ölmedi» sözü ile «İsâ cesediyle sağdır» demek
istemediler. Zira ceset maddesinin ölmemesi ve diri kalması imkânsızdır.
Sözlerime çok dikkat eyle..»
«Sekizyüz senesinde
bir Cuma gecesinde mâna âleminde yeşil elbiseye bürünmüş iki adam gördüm.
Bunlar İsa'nın ölü cesedini iki elleriyle tutup bana gösteriyorlar ve o suretle,
ölmüş bulunduğunu,anlatmak istiyorlardı.»
Bedrettin Semevenî'nin
dikkat edildiğinde İsâ hakkındaki görüş ve düşünceleri tamamen dayanaksızdır.
Kendisi galibe, Kur'ân'ın çok açık biçimde haber verdiği Uzeyr Peygamberin yüz
yıl ölü hale getirildikten sonra diriltildiğini, Ashab-ı Kehfin üçyüz şu kadar
yıl mağarada yarı ölü bir vaziyette bitkisel bir hayat yaşadıklarını
bilmezlikten geliyor. İddiasına gördüğü bir rü'yayı delil gösteriyor. Halbuki
rüya şeriatımızda hiçbir surette delil olamaz. Zaten kendisi Varidat'ta
bedenlerin tekrar dirileceğini inkâr etmiştir.
Onun İsâ Peygamber
hakkındaki görüşünü, sırf bir çeşni olsun diye naklettim. Yoksa ilmî ve dinî
hiçbir değeri yoktur.
Son devrin ilim
adamlarından Seyyid Sabık, El-akaidü'l-İslâmiyye adlı eserinde Mehdî ve Deccal
bölümünde, İsâ Peygamberin kıyamete yakın ineceğini, Mehdî ile birleşip
Deccal'i katledeceklerini açık bir anlatımla belirtmiştir.
Büyük Âlim Abdülvehhab
eş-Şa'rânî, Yevâkîtü'l-Cevâhir adlı eserinde diyor ki:
«Resülüllah (A.S.)
Efendimizin kıyamet alâmetleri olarak Mehdî ve Deccal'ın çıkması, İsâ
Peygamberin yeryüzüne inmesi, Dabbe'nin yerden çıkması, güneşin batıdan doğması
gibi haber verdiği hususların hepsi haktır.» [236]
Müfessir Şevkanî bu
konuyu özetlerken şöyle diyor:
«Sahîh olan şudur ki:
Allah, İsâ Peygamberi, ruhunu almadan göğe yükseltmiştir. Nitekim müfessirlerin
çoğu bu yorumu ve çıkarılan mânayı tercîha uygun görmüşlerdir. İbn Cerir de
bunu seçmiştir.» [237]
Geçen âyetlerle İsâ
Peygamberin dünyaya gelmesi bir mu'aize, fizik-ötesi bir kanuna bağlı olduğu
gibi. Onun ruhu alınmadan göğe yükseltilmesi de bir mu'cize niteliğinde
bulunduğu anlatıldı. Böylece İlâhî sünnetin beşer hayatıyla ilgili olanı
sadece aklın ve ilmin tesbit ettiğinden ibaret olmadığı, bunun ötesinde
metafizikle ilgili daha nice kanunları bulunduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
önce hem bu olayların, hem fizik ve metafizikle ilgili kanunların Allah'tan
vahiy yoluyla almadan Peygamber Muhammed (A.S.) tarafından bilinmesinin mümkün olmadığı,
çünkü ilmin ışığının henüz ortalığı aydınlatmadığı ve okulun kurulmadığı bir
çağda okur-yazar olmayan bir insanın böylesine ince ve derin, fakat sıhhatli ve
ölçülü bilgilere sahip olmasının düşünülemiyeceği çok kesin hatlarıyla
belirtiliyor.
Sonra İ1 k insanı
yaratmada nasıl bizim henüz bilmediğimiz bir kudret ve kanun cari olmuşsa,
bunu belgelemek için İsa'nın yaratılması örnek gösterilerek aynı kudret ve
kanunun bir kez daha tecelli ettiğine dikkatler çekiliyor. [238]
58— işte bu, sana okuduğumuz âyetlerden ve hikmet
dolu Kur'ân'dan (sunduklarımız)dır.
59— Doğrusu Allah yanında İsa'nın (yaratılıştaki)
misâli, Âdem'in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona «Ol!» dedi, o
da oluverdi.
60— Bu (konudaki) hak söz Rabbinden (geleni)dir.
Artık şüphe edenlerden olma.
61— Sana (gereken) bilgi geldikten sonra artık
kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki : Haydi gelin de oğullarımızı,
oğullarınızı; kadınlarımızı, kadınlarınızı ve kendimizi kendinizi çağıralım,
sonra da lânet-leşeüm; Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim,
62— Şüphesiz ki, bu anlatılan olaylar hakikatin
tâ kendisidir. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah şüphesiz ki çok
üstündür, çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.
63— Bununla beraber (haktan) yüzçevirirlerse,
şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir.
Necrân'dan [239] bir
kurul, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki:
— Neden bizim
inandığımız İsa'ya dil uzatıyorsun?
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sordu ve aralarında şu konuşma geçti:
— Onun hakkında ne dediğimi sanıyorsunuz?
— Ona «Allah'ın Kulu» diyormuşsun..
— Evet, İsâ Allah'ın kulu ve peygamberidir;
bakire kızın rahmine yerleştirdiği kelimesidir.
Necrânİılar bu söze
öfkelendiler ve:
— Babasız dünyaya gelen başka bir insanı bize
gösterebilir misin? Diye sordular. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [240]
Diğer bir rivayet:
Necrân'dan bir rahip.
Peygamber (A.S.) Efendimize geldi. İslâm'a girmesi önerildiğinde, «Biz sizden
önce İsiâma girmişizdir». [241]
diye karşılık verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ile rahip arasında şu
konuşma geçti:
— Dediğin doğru değildir. Sizi İslâm'dan
alıkoyan üç neden vardır:
1. Haç'a (İstavroz) ibâdet etmeniz,
2. Allah'ın oğlu vardır, demeniz,
3. Domuz eti yemeniz..
— Peki ama
İsa'nın babası kim?
Bu soru üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sustu, ilâhî haberi bekledi. Çok geçmeden
yukarıdaki âyet indi. [242]
Kur'ân-ı Kerîm en son
inen ilâhî kitap olarak, ^aynı kaynaktan indirilen Tevrat ve İncil'de insan
elinin dökunmasıyla değiştirilen belgelerin ve nakledilen olayların en doğru
ölçüsünü özetleyip en özlü noktalarıyla sunmaktadır.- Çünkü gerek Tevrat.,
gerekse İncil'in ilk indiği nüshası bulunamamıştır- Kur'ân ise ilk indiği gibi
korunmuştur.
İsa'nın dünyaya gelme
olayı:
İncil, başlangıçta İsâ
Mesih'in doğmasını doğru ölçüde anlatır:
«Meryem, Yusuf'a
nişanlanmış olduğu halde, buluşmalarından önce Ruhu'l-Kuds'ten gebe kalmıştır.»
[243]
derken, İsa'nın babasız dünyaya geldiğini açıklar. Ama Markos İncili'nin
birinci bölümünde yanlış bir ölçü verilir: «Allah'ın oğlu İsâ Mesih'in
İncil'i» diye söze başlanır.
Luka İncil'inde aynı
hata tekrarlanır: «O büyük olacak, O'na yüce Allah'ın oğlu denilecek» sözü
yöralır, [244]
Kur'ân bu yanlışları
yer yer doğrultarak «Meryem oğlu, Allah kulu» deyimlerini kullanır.
Âdem Peygamberin Vücut
Bulması:
Tevrat, Âdem'in
yaratılmasını şöyle açıklar: «Ve Rab Allah yerin toprağından Âdem'i yaptı ve
onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Âdem yaşıyan canlı oldu.» [245]
Tevrat'ın açıklaması
buraya kadar doğrudur.
«Ve Rab Allah şarka
doğru Aden'de bir bahçe dikti ve yaptığı adamı oraya koydu..»
Bu kısım yanlıştır.
Kur'ân bu yanlışı doğrultur. Âdem'in doğudaki Aden kesiminde değil, Cennet'e
konulduğunu bildirir. İhtimal ki, Tevrat'ta ADİN CENNETİ, «Aden'de bir bahçe»
olarak yanlış anlaşılmış ve hatalı bir çeviri yapılmıştır. [246]
Bu misalleri çoğaltmak
mümkün. Ama biz aynı kaynaktan gelen üç kitap arasında detaylı bir mukayeseye
gitmek niyetinde değiliz. Çünkü bu, başlıbaşına birkaç cilt olacak kapasitede
bir konudur. [247]
Pasteur, biyogenez
(canlının canlıdan meydana gelmesi) fikrinin yerleşmesini sağlıyarak bu konuda
İslâm'ın görüşüne yaklaşmıştır. Modern Biyoloji'de bu konu şöyle özetlenmektedir:
«Pasteur'un buluşu,
kendiliğinden oluş inancının gözden düşmesine sebep olmuştur. Bugün genellikle
biyologlar, biyogeneze inanmaktadırlar. Onlar, yeryüzünde hayatın, yine bir
hayattan meydana geldiği görüşünü kabul etmektedirler. Fakat bununla meselenin
her yönünü cevaplandırmış olmuyoruz. Eğer bir canlı mutlaka başka bir canlıdan
meydana geliyorsa bu, «yeryüzünde daima canlılar vardı» anlamına mı gelir?
Yukarıdaki sonuca göre böyle olmalıdır, ama yapılan araştırmalar, yeryüzünde
eskiden hayat olmadığını, canlıların sonradan meydana geldiğini göstermiştir.»
O halde şimdi de
karşımıza «Yeryüzünde ilk hayat nasıl başladı?» sorusu çıkar. Bilimsei
araştırmalar bunun cevabını tesbit edip verememiştir. Çünkü biyolojik ölçülere
göre buna cevap bulmak mümkün değildir. Bir takım varsayımlar ise meseleye
çözüm getirememiştir.
Gerçi bir varlığın
canlılık vasfı, hayata adım atması bilinen belli kanunlarla
gerçekleşebilmektedir. Bunun dışında bizim deney ve müşahedeye dayanan
bilgimizin ötesinde başka bir kanun yok mudur? Deney ve müşahedenin dışında
kalan nice hakikatler var ki insan aklı o sınıra henüz ulaşamamıştır. Hele bir
de konu materyalizm felsefe metoduyla ele alınırsa büsbütün çıkmaza girer ve
çözüm yolu bulunmaz. Çünkü bu felsefeye göre. metafizik ile gerçek arasında
uygunluk yoktur.
Peki o takdirde hayat
nedir?
Hayatın gerçek anlamı,
maddeye canlılık veren ilâhî bir kelime, diğer bir deyimle ilâhî bir ruhtur.
Kimya ve Biyoloji bize hücrenin yapısını verebilmekte fakat canlılık vasfını
açıklıyamamaktadır. Çünkü sözü edilen canlılık deney ve müşahedenin ötesinde
ayrı bir sünnete bağlı bulunuyor.
Kur'ân bu sünneti, İsa
Peygamberin ana rahminde oluşmasıyla açıklamakta, ipucu verip aklımızı iyice
kullanmamızı emretmektedir. Meryem'e hayat üfleyen Melek Cebrail tamamen
ruhtur. [248] Ruh ise hayatın, yani
canlılığın asıl kaynağıdır. Ruhun hakikatini bilmediğimiz için nasıl hayat
verdiğini de deney ve müşahedeyle çözüp anlamamız mümkün olmuyor.
Âdem Peygamber ilk
insan olarak çamurdan şekillendirilince «ilâhî ruh'tan» ona üflendiği
bildirilmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, ilâhî ruh hayatın ve canlılığın ta
kendisidir.
Canlıyı ölüden ayıran,
ruh'un aktivitesi değil midir? Ruhun hayat veren aktivitesinin insandan
çekilip ayrılmasıyla ölüm olayı meydana gelmiyor mu?
Materyalistler kendi
görüş ve iddialarını kanıtlamak için bu konuda çok yanlış ve aldatıcı bir yola
başvururlar. Onlara göre : Rırh kelimesinin yerine vicdan, fikirvedüşünce
kelimeleri, madde söz konusu iken de madde kelimesinin yerine kâinat dünyave
varlık kelimeleriı aralarında bir fark görmeden kullanılır. Nitekim Engels'e
göre, varlık kelimesi maddeyi, düşünce kelimesi de ruhu ifade etmektedir.
Ama düşünce ve vicdanı
oluşturan nedir? Bu iki gücü insanın iç varlığına hangi kudret yerleştirmiştir?
Dilsiz, gözsüz, kulaksız ve şuursuz madde yerleştirmiştir, dersek çok gülünç
olmaz mı? Görülüyor ki materyalist felsefe bunun cevabını verememiş ve konuya
bu açıdan yaklaşmadan uzaklaşmıştır.
Son yıllarda
Bakterioloji ve Patoloji Laboratuvarlannda uzun süreden beri devam eden
araştırmalar sonucunda bazı iddiaların aksine İnsanın maymundan değil, insan ve
maymunun da dahil bütün türlerin toprak po-liuronik asit Kristalleri içerisinde
meydana geldikleri, yani her tür canlının ilk meydana bu ortamda geldiği
anlaşılmıştır. Gerçi bu da bir varsayımdan ileri gitmez, ama hakikate biraz
daha yaklaşmış sayılır.
Muhakkak olan şudur
ki:
Her canlı türünün
başlangıcı, topraktan yaratılıp canlılık vasfına kavuşturulduktan sonra üreme
ve çoğalması bugün bildiğimiz kanunlara bağlanmıştır. İnsanın maymundan
gelmediği, gelişen ilimle de artık kesinlik kazanmışa benziyor. Genetik
araştırmalarda Kalıtım ve Değişim bize çok yeni bilgiler kazandırmıştır. Ayrıca
yapılan kazılarla elde edilen bilgiler de bu doğrultuda hayli ipuçları
vermektedir.. Nitekim ünlü ilim adamı Richard Leakev'in bulduğu 2 milyon 600
bin yıllık insan kemikleri! sözü edilen teoriyi bir kez daha sarsmıştır. Kafa
tasları üzerinde yapılan ciddi araştırma, o günün insanının beyni ne ise
bugünün insanının da beyninin aynı büyüklükte olduğunu göstermektedir. [249]
Isâ Peygamber hakkında
Tevhîd akidesi doğrultusunda aydınlatıcı bilgi verilip gereken açıktama ve
uyan; İncil'de bu konuda değiştirilen belgelerin tashihi yapıldıktan sonra
aşağıdaki âyetle asıl maksada geçilerek Kitap Ehli'nİn saplandığı yanlış
inançtan artık vazgeçip semavî dinler'in temelini oluşturan katıksız Tevhîd'e
yönelmeleri ve yapılan davete olumlu cevap vermeleri öneriliyor. [250]
64— De ki:
«Ey Kitap Ehli! aramızda ortaklaşa (ölçü ve en âdil dengeyi sağlayacak) bir
kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmemeniz, hiçbir şeyi O'na
ortak koşmamanız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rabler =
tanrılar edinmememizdir. Eğer yüzçevi-rirlerse, dayın ki: Şâhîcf olun biz
elbette MüsKimanlarız.»
İslâm «Tevhîd
Dinindir. Allah'ı bir bilip O'nun eş ve ortaktan münezzeh bulunduğunu en açık
anlatımla yer yer işler. İlâhî dinlerin temelini oluşturan ve hepsi için aynı
özelliği taşıyan tevhîd (Allah'ı bir bilip kabul etmek), dinler arasında bir
eştiricl en kuvvetli faktördür. Dinin bu esas ve faktörden ayrı tutulması,
ayrılığa düşmenin ilk ve son adımıdır. Bunun için Kur'ân'da sık sık Tevhîd
Akidesi'ne dokunulur. Kitap Ehli'nin bu konudaki inancında meydana gelen
hatanın düzeltilmesi önerilir. Ayrıca Kur'ân bu çağrısıyla Tevrat ve İncil'de
de bu esasın yer aldığını, fakat çoğu bölümlerinin sonradan ya yanlış tercüme
edildiğini, ya da maksatlı ve bilgisiz ellerin dokunmasıyla aslından
uzaklaştırıldığını hatırlatır.
Diğer yandan İncil'de
baba - oğul deyimlerinin çok yanlış yorumlandığını bildirerek Hıristiyanlar),
eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allah'ı bir bilmeye çağırarak İsâ
Peygamberle Muhammed (A.S.)ın, Tevhîd'in aynı kaynaktan gelen, çizgisinde
bulunduklarına işaret etmektedir.. .
Çünkü Kur'ân dinlerin
arasını açmak, Kitap Ehliyle ayrılığa düşmek, insanları birbirine düşman etmek
için değil, bütün dinleri Allah'ın Tevrat, İncit ve Kur'ân'da açıkladığı Tevhîd
odağında birleştirmek için inmiştir.
Bu nedenle Kur'ân,
Kitap Ehli'nin saplandığı üç yanlış inançtan kurtulmasını öngörmekte ve bu
açıdan gereken çağrısını yapmaktadır:
1. Allah'a babalık vasfını yakıştırıp Üzeyir ve
İsa'yı Allah'ın oğullan kabul etmelerinin Allah'ı bir bilme inancına ters
düştüğünü,
2. Allah'tan başkasına ibâdet etmelerinin bütün
dinlerin esasıyla bağdaşmadığını,
3. Allah'ı bırakıp birbirlerini Rab
edinmelerinin ve bu yüzden Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram
saymalarının semavî kitapların getirdiği esasları kökünden değiştirdiğini en
duyarlı biçimde açıklar.
Kur'ân bu açıklamasını
diğer iki âyetle şöyle kuvvetlendirir:
«Yoksa Allah'ın izin
vermediği dini, onlara meşru kılıp koyan ortaklar mı var?» [251]
«Allah'a karşı yalan
uydurmak kasdıyla, dilinizin alışageldiği şekilde Uydurup «bu helâldir, bu
haramdır» demeyin.
Çünkü Allah'a karşı
yalan uyduranlar elbette umduklarına erişemezler.» [252]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz İslâm devletinin temellerini atıp Tevhîd Dini'nin esaslarını çevre
ülkelere duyurmayı ve böylece son dine davet doğrultusunda diplomatik ilişkiler
kurmayı plânladı. Çünkü İslâm sadeoe bir vicdan işi, bîr ibâdet mesleği değil,
o bütün esas ve prensipleriyle bir hayat dinidir. O, öyle başladı ve öyle
kalacaktır. Bu bakımdan Cihan Peygamberi aynı zamanda büyük bir devlet adamı,
ileriyi gören güçlü bir diplomat, ordulara kumanda eden üstün yetenekli bir
kumandan, diğer milletlerle temasa geçen bir siyasî idi.
Başta İbn Sa'd ve
diğer tarrhçi ve siyercilerimiz bu konuda bize yeteri kadar bilgi aktarmış,
sahih nakiller yapmışlardır.
Roma Kayserine yazılan
mektup : «Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla :
Allah'ın Resulü
Muhammed'den Rumların büyüğü Hırakliüs'a. Hidâyet (Allah'a giden doğru yol)a
uyana selâm olsun! Bilmiş olki, seni İslâm'ın davetiyle çağîrıyorum. İslâm'a
gir ki selâmete eresin. İslâmiyeti kabul et ki, Allah sana iki kere sevap
versin. Eğer yüzçevirirsen idaren altındaki halkın günahı senin üzerinedir.»
«Ey Kitap Ehli!
aramızda ortaklaşa (ölçü ve âdil denge sağlayacak) bir kelimeye gelin. O da :
Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamam z ve
Allah'ı bırakıp birbirimizi rab edinmememiz-dir.»
«Eğer yüz çevirirlerse
de ki: Şahit olun, biz Müslümanız!» [253]
Buna benzer bir mektup
da konumuzu oluşturan âyetin çağrı esasını içererek Mısır Kıbtîlerinin büyüğü
Mukavkis'a gönderilmiştir. Prof. M. Hamidullah bu ve diğer mektuplarına temas
ederken, Mukavkıs'a gönderdiği mektuba verilen cevabın da aynen muhafaza
edildiğini İSLÂM PEYGAMBERİ adlı kitabında belirtmektedir.
Gassânî hükümdarı
El-Haris'e ise şu mealde bir mektup yazmıştır. [254]
«Allah'ın Peygamberi Muhammed'den El-Hâris bin Şâmir'e :
Hidâyete (doğru yola)
uyana, Allah'a inanan ve bunu duyurana selâm olsun! Sana ait mülkün sende
kalması için hiçbir ortağı olmayan Bir Allah'a inanmaya seni çağırıyorum.»
Ayrıca bir din adamına
yazdığı mektubu İbn Sa'd naklederek şu mealde bize bilgi vermektedir:
«Rahman ve Rahîm olan
Allah adıyla : Duğtur (mutlak hükümdar = autocrator) papaz'a : Allah'ın selâmı
imân edene olsun! Bunun devamı olarak bil ki: Meryem oğlu İsâ, Allah'ın iffetli
namuslu olan Meryem'e iika ettiği ruhu ve kelimesidir. Ben, Allah'a ve bize
indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub ve diğer kabilelere
indirilenlere; Musa'ya ve İsâ'yo verilenlere ve peygamberlere Rableri
tarafından verilene imân ettim. Onlardan birini diğerinden ayırt etmeyiz. Ve
biz O'na teslim olmuş Müslü-manlarız. Allah'ın selâmı doğru yola uyanlara
olsun.» [255][256]
Tevrat'ta açık bir
anlatımla Tevhîd akidesine yer verilmiş ve bugüne kadar az da olsa muhafaza
edilmiştir.
Allah Musa Peygambere
diyor ki:
«Seni Mısır
diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah Yehova benim. Karşımda başka
ilâhların olmayacaktır.
Kendin için oyma put,
yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın yahut yerin altında
sularda olanın hiç suretini yapmıyacaksın ve onlara ibâdet etmiyeceksin.» [257]
Bernaba İneil'in'de
deniliyor ki:
«Şeytan; murdar olan
her çeşit eti helâl gören, sünnet olmayı reddeden, İsa'ya Allah'ın oğlu diyen
ve bununla takva sahibi olduklarını iddia edenleri sapıtmıştır.» [258]
İşte konumuzu
oluşturan âyetle bu hakikatlere işaret edilmekte ve bütün dinlerin temeli olan
T e v-h îd 'e açık davet yapılmaktadır. Yahudiler yukarıda belirttiğimiz
Tevhîdle ilgili belgeleri kendi çıkarlarına göre yorumlamışlar; bazen Üzeyir
Peygamberi [259] Allah'ın oğlu kabul
etmişler; bazen de Allah'ın Rabbi'l-âlemin değil Rabbi'l-Museviyyîn olduğunu,
iddia etmişlerdir. Hıristiyanlar bilindiği gibi üç iiâh akidesini ortaya atıp
bu konuda katı bir tutum göstermişlerdir. [260]
Kur'ân'ın Tevhîd
akidesi doğrultusunda hakka çağrısı, dinlerin tekâmül zinoirinin son halkasını
oluşturan İslâm'ın bu vadide bir olan Allah'a kült olmanın yüksek mânasını
yansıtır. Yukarıdaki âyetlerle bu husus en ölçülü ve anlamlı biçimde
açıklandıktan sonra Hakk'ı inkâr edenlerle Ya-hudî ve Hıristiyanların bu
çağrıya karşı vaziyet almaları, aşağıdaki âyetlerle insanlığın vicdanları
önüne sergileniyor. Son din, Tevrat ve İncil'in de taşıdığı Tevhîd inanoı
etrafında toplanmayı önerirken aşırı tutuculukları yüzünden onların -minderden
kaçan pehlivanlar gibi- konuyu hedefinden saptırıp gereksiz tartışmalara kapı
açtıkları söz konusu ediliyor. [261]
65— Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında niçin
tartışırsınız? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. (Bunu da)
akletmiyor musunuz?
66— İşte siz böylesiniz; haydi bilginiz olan şey
hakkında tartışıp durunuz, ama bilmediğiniz şey hakkında niye tartışırsınız?!
Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67— İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; ama
Hakk'a yönelmiş tertemiz katıksız bir müslimdi; Allah'a ortak koşanlardan
değildi.
68— Doğrusu
insanların İbrahim'e en yakını
(Onun çağında) Ona (inanıp) uyanlarla şu Peygamber
(Muhammed) ve (Ona) imân edenlerdir-Allah imân edenlerin en yakın dostu ve
işlerini düzeltip yürüteni, onların sahibidir.
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan sahih rivayete göre: Necrân Hıristiyan-larından bir topluluk ile Yahudî
din adamlarından bir kurul, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek bir acık
oturum düzenlenmesini arzu ettiler. İb-rahîm Peygamber hakkında tartışmak
istiyorlardı. Yahudiler, İbrahim Peygamberin Yahudî olduğunu, Hıristiyanlar da
onun Hıristiyan olduğunu iddia etmeye başladılar.
Yukarıdaki âyetler,
onların bu konudaki tartışmalarının gerçek bir dayanağı bulunmadığını,
bilgilerinin de çok yetersiz olduğunu açıklar anlamda İndi. [262]
«Her peygamberin,
diğer peygamberlerden çok yakın bir dostu vardır. Benîm en çok yakın dostum,
Allah'ın Halil'i atam İbrahim'dir.»[263]
Kur'ân'ın on yerinde
İbrahim'in milletinden ve Hanîf olduğundan söz-edilir. Çünkü İbrâhîm
Peygamberin bağlı bulunduğu 10 sahifedeki esaslarla İslâm esasları ve iki din
arasında bazı prensip uygunlukları mevcuttur. Bu bakımdan Hanîf deyiminin
sözlükteki anlamı genellikle şöyle tesbit edilmiştir: Hanîf: İslâm dinine meyli
sahih ve sabit olan kimse, demektir. Çoğulu, hünefâ'dır.
Burada hatıra önemli
bir soru gelebilir: Musa Peygamberin getirdiği din ile veya isâ Peygamberin
Tevrat'ı tamamlar anlam ve ölçüdeki dini ile İslâm arasında uyum yok mudur?
Bunlar da bazı esas ve prensiplerde birleşmezler mi?
Bu sorunun cevabı
açıktır:
Musa Peygamberin
vefatından sonra Yahudîler dünya saltanatı peşine düşerek Tevrat'ı askıya alıp
mal ve servetle meşgul oldular. O kadar ki, Tevrat'ta âhiretle ilgili bütün
kayıtları çıkarıp onu kendi dünyevî amaçlarına göre değiştirerek yorumladılar.
Zaten Musa Peygamber'e levhalar üzerinde sunulan Tevrat'ın aslı ortadan yok
olduğu için çok sonraları din adamları tarafından neler tesbit edilebildıyse
onlar derlenip kitap haline getirilebildi. Namaz, oruç, zekât ve hac ile ilgili
emirler bu arada silinip beiirsiz hale sokuldu. Bir takım yanlış çeviriler
yapıldı. Bu nedenle insana sorumluluk duygusunu veren, vicdanları geliştirip
insanı maddeye kul olmaktan kurtaran âhiret inancı ve fazîletle hayırhahtık,
dayanışma ve kardeşlik duygusunu geliştiren ibâdet bu dinde özelliğini
kaybetmiştir. Hz. İbrahim'den İslâm'ın ruhuna ve mayasına uygun gönülden gönüle
nakledilip gelen bazı esas ve prensipler değişikliğe uğramadığından, Hazreti
Peygamber (A.S.) Efendimiz kendisine ibâdet farz kılınmadan önce o esas ve
prensiplerle amel etmeyi uygun bulmuş, ibâdetler farz kılındıktan sonra ise
İbrahîm'in dinîni zaman zaman övmüştür.
Hıristiyanlar da asıl
İncil'i kaybettiklerinden İsâ Peygamberden bir süre sonra hatırlanabildiği
kadarıyla derlenip bir kitap haline sokulan İncil'i, değişen sosyal şartlar
karşısında kendi akıllarına göre değiştirip, yer yer ilâveler ve
noksanlaştırmalarda bulunmuşlardır. Bu nedenle İncil'de de namaz, oruç ve zekât
gibi önemli ibâdetlerin asıl ölçü ve anlamı silin, mistir. Birçok hükümler
güdükleştirilerek aslından uzaklaştırılmış ve böylece kayde değer, sadra şifâ
verecek esas ve prensipleri kaybolmuş sayılır. Ortadp kala kala yine İbrahîm
Peygamberin hanîf ölçüleri bulunuyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin baba ve
dedelerinin çoğu Hanîf idi.
Hanîf deyimi hakkında
Bakara Sûresinde gerekli açıklamayı yapmıştık. Burada kısa da olsa yeni bir
açıklama getirmemizde yarar vardır.
Hanîf :
a) Allah'ın varlığını, birliğini kabul edip
inanan,
b) Bu inançla birlikte Hacc'e giden, kurban
kesen, sünnet olan ve kıbleye yönelen,
c) Küfür ve şirkten tertemiz, imân cevheriyle
süslü olan,
d) Bâtıldan uzak, Hakk'a yönelip O'na teslîmiyet
gösteren,
e) İslâm'a meyli sahîh ve sabit olan manalara
gelir.
Görülüyor ki, Hanîf
deyiminin taşıdığı manâlar İslâm'ın ruhuna ve amacına yöneliktir. Bu bakımdan
Kur'ön, Yahudî ve Hıristiyanlardansa İbrahîm'in milletine uymayı uygun görür
ve onu Resûlüllah (A.S.) Efendimizin en yakın dostu olarak niteler.
Gerçek bu olunca,
İbrahîm'in şeriatına ve Hanîf ölçülerine karşı diğer dinlerdeki milletlerin
tepkisinin nedeni rahatlıkla anlaşılmış oluyor. Bununla beraber İbrahim
Peygamber'e kabileler arasında geniş bir ilgi duyulduğu dikkate alınarak
Yahudiler Ona sahip çıkmaya, Hıristiyanlar da onu kendi saflarında göstermeğe
yeltenmişler, âdeta bu konuda yarışırcasına bir tutum izlemişlerdir. Konumuzu
oluşturan âyetlerle onların bu tutumu kınanıyor ve İbrahim'in Musa ve İsa
peygamberlerden çok önce geldiği açıklanarak tartışmanın bilgisizce yapıldığı
noktalanıyor.
Unutmayalım ki, Tevrat
ve İncil'de de İbrahim'den ve onun baba ve dedelerinden sözediür. Ama onun
getirdiği esas ve prensiplerden, Hanîf olduğundan bahsedilmez. Yahudi ve
Hıristiyanların, «İbrahim'in Şeriatı ancak Musa ve İsa'nın şeriatına uygundur»
iddiaları bu yüzden değer kazanmamıştır.
O halde Kur'ân, semavî
dinlerin hepsine saygıyı emrederken daha çok değişikliğe uğramamış İbrâhîm
Peygamberin şeriatını över. Böylece Yahu-dî ve Hıristiyanları uyarmaya çalışır. [264]
Kur'ân-ı Kerîm İbrahîm
Peygamber hakkında Yahudî ve Hıristiyanların bilgisizce ve inatlaşırcasma
tartışmaya kalkışmalarını kınarken bize bu konuda bazı kuralları dikkate
almamızı hatırlatıyor.
Bir konu hakkında
tartışmaya başlamadan önce:
a) O konuyla ilgili bilgileri toplayıp
değerlendirmek,
b) İddia edilen şeyin mümkün olup olmadığını
araştırmak,
c) İlgili rivayetler ve nakiller arasında
bağlantı kurmaya çalışmak',
d) Toplanan bilgileri belli bir sıraya göre
düzenleyip plânlı biçimde hazırlıklı olmak,
e) Karşı
taraftan gelecek haksız
iddiaları, öne sürecekleri delilleri az-çok tahmin edip
ona göre doyurucu cevaplar ve deliller toplamak,
f) Mantık kurallarını iyi bilmek,
g) Hakk'ı sonuna kadar savunmak, karşı tarafın
haklı olduğu kesinlik kazanınca tereddüt etmeden kabullenmek,
h) Kırıcı,
üzücü, küçültücü söz ve davranışlardan kaçınmak; karşı taraf ölçüsüz de olsa
nezaket ve edep kaidelerine saygılı olmak gerektir.
Kur'ân bütün bu
hususları özetlerken : «Haydi bilginiz olan şey hakkında tartışıp durunuz, ama
bilmediğiniz şey hakkında niye tartışırsınız?! Allah bilir, siz bilmezsiniz.»
der. [265]
«İbrahim ne Yahudi,
ne de Hıristiyan idi, ama Hakk'a yönelmiş tertemiz bir müslimdi.»
Kur'ân'da İbrahîm
Peygamberin İsâ ve Musa Peygamberlerden önce geldiği açıklanır, fakat belli bir
tarih verilmez. Zaten ilâhî üslûbun özelliklerinden biri de, olayları detaylı
değil, özlü ve ibret alınacak noktalarıyla nakletmektir. Ancak konumuzu
oluşturan âyetlerle, hangi peygamberin daha önce gelip geçtiğini açıklamak
zorunluluğu doğduğu için buna kapı açılmıştır.
Gerçi biz Bakara
Sûresinde Musa Peygamberle ilgili bazı tarihler naklettikse de bunların çoğu
pek sıhhatli değildir. Çünkü gerek İbrahîm Peygamber, gerekse Musa Peygamber
hakkında tarihçilerimiz pek az şey tesbit edebilmişlerdir. Özellikle onların
doğum ve ölüm tarihleri kesin biçimde tesbit edilememiştir. Başta Meydan
LAROUSSE olmak üzere birçok Ansiklopedilerde farklı tarihler verilmektedir.
Hattâ Meydan Larous-se'da fahiş bir hata yapılarak Musa Peygamberin M.Ö. 1352
yıllarında Mısır'dan ayrıldığı belirtilirken İbrahîm Peygamberin M.Ö. 1263
tarihinde doğduğu kaydedilir. Ne var ki Sa'lebî bu tarihin Nuh tufanından
sonra oldu~ ğunu belirterek bize daha doğru bilgi vermeye çalışmıştır.
Rivayetlerin farklı
taraflarını şöyle özetliyebiliriz :
a) Ebû Suud Efendiye göre, İbrahîm Peygamberle
Musa Peygamber arasında 1000 yıl geçmiştir. Musa Peygamberle İsâ Peygamber
arasında ise 2000 yıl geçmiştir.
b) Lübabu't-Te'vîl Tefsirine göre, İbrahim
Peygamberle Musa Peygamber arası 575 yıldır. Musa Peygamberle
İsâ Peygamber arası 1632 yıldır.
c) İbn
İshak'a göre, İbrahim
Peygamberle Musa Peygamber arası 565 yıldır. Musa Peygamberle
İsâ Peygamber arası 1720 yıldır.
d) Kurtubî ve Keşşafa göre, sözü
edilen peygamberler arasında 1000'er yıllık bir zaman geçmiştir.
Bütün bu rivayetleri
bir tarafa bırakıp Kur'ân'ın verdiği ölçüyü esas kabul edelim : İbrahim
Peygamber İsâ ve Musa Peygamberlerden -zaman bakımından- önce gelmiştir. [266]
Geçen âyetlerle Kitap
Ehlinin İslâm'a karşı tutumu ve Kur'ân'ın Tev-hîd'e çağrısı, onların bu iiâhî
sese kulak vermeyip tartışma ve bir takım yersiz iddialarda bulunma yolunu
seçtikleri açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kitap Ehli'nin bu tür iddia ve tartışma ile yetinmeyip Allah ve Peygamberine
gönülden inanıp teslimiyet gösteren mü'-minleri saptırmaya çalıştıkları; hakkı
bâtıla karıştırıp ayak takımını bu amaçla görevlendirdikleri belirtiliyor. [267]
69— Kitap Ehli'nden bir kısmı sizi şaşırtıp
saptırmak istediler. Oysa farkında olmadan kendilerini saptırırlar.
70— Ey Kitap Ehli! (İlâhî kitaplardaki yazılı
hakikatleri) görüp dururken neden Allah'ın âyetlerini inkâr edersiniz?
71— Ey Kitap Ehli! Bildiğiniz halde neden hakkı
bâtıla karıştırıp hakkı gizlersiniz?
72— Kitap Ehlinden bir topluluk, (ayak
takımlarına) dediler ki: Şuna (Muhammed'e) inananlara indirilene günün
evvelinde inanın, günün sonunda inkâr edin; ola ki (dinlerinden) dönerler.
73— Ve bir de kendi dininize uyandan başkasına
(sakın ha) inanmayın. De ki: Herhalde doğru yol, hakkın beyânı Allah yoludur.
Ve (yine onlar dediler kî) : «Size verilenin bir benzeri başka birine
verildiğine veya (Muhammed'e inananların) size Rabbiniz katından delil getirip
(üstünlük) sağlayacağına inanmayın. (Çünkü siz Allah'ın has kulları ve yegâne
sevgililerisiniz).» De ki: Üstünlük, şerefli kılmak, fazilete eriştirmek
Allah'ın elindedir; onu dilediğine verir. Allah geniş ölçüde veren ve her şeyi
yeterince bilendir.
74— O, rahmetini dilediğine has kılar, (hakkı,
hak dini dilediğine lâyık görür). Allah çok büyük iyilik, nîmet ve yardım
sahibidir.
Yahudiler bir ara
Ashab-ı Kirâm'dan Cebel oğlu Muâz'ı ve Yasır oğlu Ammar'i kendi dinlerine davet
etmişlerdi, Halbuki Resûlütlah (A.S.) Efendimizin fazilet ve rahmet dağıtan
okuluna girip imân ve İslâm'ın derin zevkini alan bir mü'minin dinden döndüğü
pek görülmemiştir. Ama Yahudiler yine de İslâm'ı küçük düşürmeyi amaç
seçmişlerdi.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet inmiştir. [268]
Diğer bir rivayet:
Hayber Yahuclilerinden
oniki din adamı toplanıp, her geçen gün biraz daha insanlığa umut ufuklarını
açan ve gönülleri aydınlatıp ruhlara yepyeni bir hayat veren İslâm güneşinin
tesirini kesmek için şu hileye başvurmayı kararlaştırdılar:
Günün evvelinde sadece
dil ile Muhammed'in dinine girin, akşam olunca inkâra sapın ve bunun nedenini
şöyle açıklayın: «Biz kitaplarımıza baktık, ilim adamlarımızla konuşup
görüştük, Muhammed'in peygamber olmadığını anladık. Böylece onun haktan yana
olmadığı, dininin de bâtıl bulunduğu ortaya çıktı. Biz de ayrıldık!»
İşte böyle yaparsanız,
Muhammed'in arkadaşları şüpheye düşer ve «bu sözleri söyliyenler Kitaplılardır;
onlar herhalde bu hususu bizden daha İyi bilirler» derler de kendi dinlerinden
ayrılıp size uyarlar.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [269]
Kur'ân, konumuzu
oluşturan âyetlerle Kitaplılar (Yahudi ve Hıristiyanların inanıp bağlandıkları
Tevrat ve İncil'de -zamanla bazı değişikliklere uğratılmalarına rağmen- hâlâ son
peygamberin geleceğini haber veren belgelerin mevcut olduğunu haber
vermektedir. Bu, bir bakıma Kitap Eh-li'ni saplandıkları inat ve inkâr
bataklığından kurtarmayı, bir yandan da mü'minlerin imânını artırmayı
amaçlamaktadır.
Ancak bile bile hakkı
inkâr etmek, kutsal kitaplardaki belgeleri değiştirmek, ya da maksatlı
yorumlamak, dünya kardeşliğini bozmaktan, kin ve intikam ateşini körüklemekten
başka bir şeye yaramaz. Nitekim tarihte bunun acıklı sonuçlarını okumaktayız.
Haçtı seferleri bunun tipik örneklerinden biri değil midir? Günümüzde hâlâ
Yahudilerin Müslümanlara diş bilemesi, Ermenilerin bir takım entrikalar
çevirmesi, misyon teşkilatının kurulması ve nihayet siyonizmin kahredici plânlar kurup İslâm âlemini tedirginetmesi.bu
kin ve intikamın devamı sayılmaz mı?
İşte Kur'ân
milletlerin aleyhine gelişen bu ateşi söndürmek, cihana sulh ve kardeşlik
getirmek için en ılımlı ve olumlu yolları açık tutarak çağrısını yapmaktadır.
Dikkatleri kutsal kitaplardaki Muhammed (A.S.) ile ilgili belgelere çekmesi de
sadece Kitap Ehlini insafa ve hakka davet içindir. [270]
Tevrat:
«İşte kendisine destek
olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum; Ruhumu onun
üzerine koydum. Milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağirmıyacak ve
sesini yükseltmiyecek ve onu sokakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmıyacak
ve tüten fitili söndürmiye-cek; hakkı hakikate erdirecek, Ve dünyada hakkı
pekiştirinceye kadar za-yıfiamıyacak ve adalar onun şeriatını bekliyecekler.» [271]
İncil:
«Eğer beni
seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya (Rab-bime) yalvaracağım ve O
size başka bir Tesellici, hakikat Ruhunu verecektir. Tâ ki daima sizinle
beraber olsun..» [272]
«Bununla beraber ben
size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem,
Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman
günah için ve hüküm için dünya-yr ilzam edecektir..» [273]
«Size söyiiyecek daha
çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Ama o hakikat Ruhu gelince, size
her hakikate yol gösterecek; çünkü kendiliğinden söylemiyecektir. Fakat her ne
işitirse söyiiyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni ta'ziz
edecektir. Çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir.» [274]
«Yahya ele verildikten
sonra, İsa Allah'ın İncil'ini vaz'ederek, Gali-le'ye gelip dedi: Vakit tamam
oldu ve Allah'ın melekûtu yakındır; tövbe edin ve İncil'e imân eyleyin.» [275]
«Bundan dolayı size
derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir
millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin
üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [276]
Bernaba İncil'inde ise
Hz. Muhammed'in geleceği ismen açıklanmış ve şüphe götürmiyecek bir anlatımla
birkaç yerde ondan söz edilmiştir.
Be rn a ba :
«Beklenen Tesellici
Muhammed'dir, O Allah Resulüdür. Doğrusu Âdem Cennetten çıkarılınca Cennetin
kapısının üstünde nurdan yazılı şu satırları gördü : LÂ İLAHE İLLALLAH MUHAMMED
RESULÜLLAH.»
«Benden sonra hak söz
ile peygamber gelecek ve onun dininin nihayeti olmayacaktır.» [277]
İşte bu ve benzeri
acık belgeler Kutsal Kitaplarda yazılı iken hakikati gizlemenin büyük bir
nankörlük olduğunu söylemeğe gerek var mıdır? Tabii hidâyet Cenâb-ı Hakk'in
elindedir. Dilediğini doğru yola, hakikat nuruna eriştirir. Çünkü fazl-u
kerem, rahmet-u inayet Onun elindedir. [278]
Ne var ki insanoğlunun
büyük kişilere karşı -özellikle o kişilerin ölümlerinden sonra-aşın bağlılığı
vardır. Gerçi bu, insan ruhunun manevî yönde tatmin olma arzusundan
kaynaklanıp ortaya çıkmaktadır, ama ilâhî öiçüleri aşınca çok tehlikeli ve
sapıttırıcı bir sonuç doğurabilir. Örneğin, İsâ Peygamber hayatta iken bütün
terbiye, nezaket, hoşgörü, fazilet ve yakınlığına rağmen hakarete uğramış,
insanlardan sıcak ve samimi bir ilgi görememiş; aksine sayısız haksızlıklarla
yüzyüze getirilmiş ve sonunda hayatına kasdedilmişti. Ama göğe
yükseltilmesinden sonra ona inanmaya başlayanlar çok geçmeden onu
ilâhlaştirmışlar ve bu tutumlarında pek fire vermemişlerdir. Hâlâ bugün İsa'yı
Allah'ın oğlu kabul edip onu ikinci ilâh sayanlar milyonları bulmaktadır.
Büyük ilim adamları,
veliler, kahramanlar ve ünlü salih kişilerin çoğu hep ölümlerinden sonra
kendilerini sevenler ve hayranlık duyanlar tarafından bazen peygamber seviyesine,
bazen ilâhlık düzeyine çıkarılmıyorlar mı? Beşer tarihinde bunun model ve
örnekleri çoktur.
İşte Kur'ân'da
âdemoğlunun bu zaafına İşaret edilerek «aşırı hayranlık yüzünden sınırı aşıp
hakkı gizliyecek kadar tutucu olmayın» deniliyor. Böylesine sakat bir düşünce
ve tutumun sapıklığa kapı açmaktan başka bir yarar getirmiyeceği
hatırlatılıyor.
Şüphesiz kî Allah
sevilmeye, sayılmaya, tapmılmaya, yüceltilmeye çok daha lâyıktır. Bu bakımdan
diyebiliriz ki, her kişinin kıymet ölçüsü, Allah'a imânı ve insanlığa hizmeti
nisbetindedir. Bunu böyle bilmek aklın ve vicdanın yolu, faziletin anlamıdır.
Sınırı aşmak, putperestliğin belirtisidir. Hakkı gizlemek ve bu konuda
inatlaşıp tartışmak kalb körlüğünün açık belgesidir.
İbn Cerîr ve İbn Ebî
Necîh bu konuda diyor ki:
Yahudiler hakkı
gizlemekte öylesine inat ettiler ki, Hazreti Muham-med'in (A.S.) insanlıktan
yana getirdiği saadet güneşini göremiyecek hale geldiler ve bir kısmı Mescid'e
gelip sabahleyin Resûlüllah ile namaz kıldılar, akşam olunca bağlandıkları yeni
dinden çıktıklarını çevreye duyurmaya çalıştılar. Maksat belliydi, mü'minleri
şaşırtmak, kalblere şüphe ve fesat tohumlarını atmaktı.
Bunun gibi hile ve
entrikalara başvurmak insanlık tarihinde ve beşer tabiatında vardır. Ama
hakikat güneşi bütün bu karanlık düşünce ve hileleri sönük bırakacak
kudrettedir.
İmam Kurtubî de bu
konuda diyor ki:
Rivayete göre,
Yahudiler, kendilerinden olan ayak takımına dediler ki: «Sabahleyin Muhammede
uyun, Kabe'ye yönelip ibâdet edin, akşam olunoa bu kez Beytü'l-Makdis'e yönelip
ibâdette bulunun. Belki sizin bu davranışınız mü'minleri dinlerinden soğutur da
İslâm'ın genişlemesini önler.»
Kur'ân bunu özetlerken
şu cümleyle ilâhî uyarıyı gözler önüne seriyor :
«Do ki: Elbette doğru
yol, Hakk'ın beyânı Allah yoludur.»
O halde gönülden
inanıp Allah'ın hidâyet lûtfuna erişenleri mutluluk caddesinden saptırmak
mümkün olmadığı gibi, kişileri putlaştırıp körü körüne bâtılı savunanları da
doğru yola getirmek -Allah hidâyet vermedikçe-mümkün değildir.
Hakkı ayakta tutma
irfan ve hizmeti, kişilerin ve milletlerin tekelinde değildir. Kur'ân bir
bakıma Kitap Ehlinin bu haksız tekelciliğini yermekte, bütün milletleri Tevhîd doğrultusunda hizmete çağırmaktadır. [279]
Kitap Ehli'nin İslâm'a
karşı olumsuz yöndeki tutumları, Tevrat ve İncil'de son peygamberle ilgili
belgeleri gizlemeğe çalışmaları ve bu yüz--den bazı hilelere baş vurmaları
anlatıldıktan sonra aşağıdaki âyetlerle yine Kitap. Ehli'ne dokunularak
hepsinin belirtilen anlamda katı ve inatçı olmadığına, aralarında aklını
kullanan insaf sahibi güvenilir kişilerin de
bulunduğuna
değinilerek, kötülerden dolayı bütün bir milletin kötü sayıl-mıyacağına işaret
ediliyor.
Nitekim Yahudi ilim
adamlarından Abdullah bin Selâm ve bir-iki arkadaşı bu ölçüye örnek olanlardan
birkaçıdır. [280]
75— Kitap Ehlinden öylesi var ki, kendisine bir
kantar (altın) emânet bıraksan, onu sana öder. Öylesi de var ki, kendisine bir
dînar emânet etsen, başında dikilip durmadıkça onu sana ödemez. Bu da onların
: «Üm-mîler (okur yazar olmayan kitapsızlar)m bizim üzerimizde sorumluluktan
yana bir yolu (bir hakkı) yoktur» demelerindendir. Allaha karşı bile bile yalan
söylerler.
76— Hayır, yol var: Kim verdiği sözü dosdoğru yerine getirir ve (hakkı inkârdan,
kötülüklere sapıp Allaha karşı gelmekten) sakınırsa, elbette Allah sakınanları
sever.
Yahudilerden Fahnas
bin Azûrâ'ye ümmîlerden bir adam bir dînar emânet bırakmıştı. Fahnas,
«okur-yazar olmayanlara, kitapsızlara karşı üzerimizde bir sorumluluk yoktur,»
diyerek emâneti ödememişti. Ünlü din adamı ve ilim adamı Abdullah bin Selâm
gibi faziletli kişiler de eksik değildi. Abdullah henüz İslâm'a girmemişti.
Ümmîlerden biri ona 1200 okı-yye altın emânet bırakmıştı. Günü gelip sahibi
emâneti isteyince olduğu gibi teslim etmişti.
İşte âyet, bu ve
benzeri olayları hatırlatarak inmiştir. [281]
«Sana güvenip emânet
bırakanın emânetini (zamanı gelince) öde. Sana hiyânet edene hiyânet etme.» [282]
«Kıyamet günü emânetle
sıla-i rahm (akrabayla ilgi kurma) sırat'in iki yanında dururlar; ancak
kendilerini koruyup yerine getirenlere geçit verirler.» [283]
«Dört şey kimde
bulunursa, o katıksız bir münafık sayılır; o dörtten biri kimde bulunursa, onda
da nifaktan -terkedinceye kadar- bir pay vardır:
1. Konuştuğunda yalan söyler,
2. Söz verdiğinde yerine getirmez,
3. Emânet bırakıldığında hıyanet eder,
4. Hasimlaştığında doğru yoldan ayrılır..» [284]
«Hayır, yol var: Kim
verdiği sözü dosdoğru yerine getirir ve sakınırsa, elbette Allah sakınanları
sever.»
İslâm, insan ruhunu
geliştiren, vicdanları berraklaştıran, insan duygusuna yön veren dindir.
Allah'ın sevgi ve büyüklüğünü, kudret ve adaletini bütün görkemiiğiyle
kalblere ve kafalara işler. İnsanlıktan yana merhametli olmayı emreder; kişiyi
yalnız midesiyle başbaşa bırakmaz; onu behimî sıfat ve davranışlardan çekip
İnsanlığın fazîlet potasında olgun-laştınr.
Böylece İslâm dini
insana büyük sorumluluklar yükler; sınırsız hürriyetin zulme ve karanlığa
uzandığını hatırlatır; hizmet aşkını -biri Allah'a, diğeri hemcinsine olmak
üzere- iki yönde değerlendirir.
Bu bakımdan Müslüman
güven kaynağı, doğruluk örneğidir. Kur'ân, Kitap Ehli'nin zamanla ilâhî hidâyet
yolundan ayrılmalarıyla çoğunun emânete hıyanet eden, haksızlıkta bulunan ve
diğer insanlara karşı bir sorumluluk taşımıyan, Allah'ı kendileri için millî
ilâh sayacak kadar ölçüsüzlük içinde bulunan kimseler olduğunu açıklarken çok
önemli bir noktaya dikkatleri çekiyor ve dolayısıyla Müslümanların asıl değer
ölçülerinden birini ortaya koyuyor. Gelin görün ki, günümüzün Müslümanlarının
çoğu bu bataklığa kendini iterek Ehl-i Kitab'ın belirtilen yöndeki ahlâkını
benimser gibi olmuştur.
Evet, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz devrindeki Müslümanlar, doğruluk ve güvenin doruğunda
bulunuyorlardı. Günümüzün Müslümanlarının çoğu bu fazileti çoktan yitirmişe
benziyor.
Hicrî beşinci asırda
İslâmî ilimleri yeniden dirilten büyük âlim İmam Gazali Hazretleri bakın ne
diyor:
islâm öyle bir devir
geçirdi ki, o devirde «kime güvenebiliriz?» sorusuna, «her müstümana
güvenebilirsiniz!» cevabı verilmişti. Şüphesiz o devir saadet devri idi. Sonra
bir devir daha gelip geçti, aynı soru yine soruldu. Ama verilen cevap biraz
farklı oldu : «Birkaç kişi hâriç herkese güvenebilirsiniz!» Korkarım ki bir
devir gelsin, aynı soru tekrarlansın ama verilen cevap çok değişik olsun:
«Birkaç kişi müstesna, başka hiç kimseye güvenemezsiniz!» İşte o zaman
Müslümanların kıyameti kopmuş sayılır.
Hazret-i Muhammed
(A.S.)ın peygamberliğine tein için inanan ünlü İlim adamı Lord Jon DAVENPORT
diyor ki:
«Bir kural olarak,
Ermeniye istediği paranın yarısını, Rum'a üçte br-rini, Yahudiye dörtte birini
veriniz. Alış-verişte bu dediklerimi hatırdan çıkarmayınız. Ama Müslümanla
atış-veriş ettiniz mi, istediğini veriniz, fiat-tan emin olunuz. Çünkü Müslüman
aldatmaz.» [285]
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre : Borçlu borcunu ödemede ağır davranır, vakti gelince ödemezse veya imkânı
bulunduğu halde vermek istemezse, alacaklı onun başına dikilip hakkını almakta
ısrar edebilir. Yine de ödemezse, kadıya başvurup tasarruftan men'edilmesini
ve hapis cezsiyla tecziyesini talep edebilir.
İmam bu hükmü,
konumuzu oluşturan âyetten çıkarmıştır. [286]
Kitap Ehlİ'nin kendi
kutsal kitaplarının yolundan da ayrılarak sırf İslâm'a karşı besledikleri kin
ve düşmanlığın sonuou birtakım üzücü yollara baş vurdukları, bir takım
entrikalar çevirip imân edenlerin kalbinde şüpheler meyg"ana getirmeyi
amaçladıkları, kitapsızlara karşı çok merhametsiz davrandıkları, hiçbir
sorumluluk taşımadıkları açıklandıktan sonra, aşağıdaki âyetlerle onların diğer
bir karakterine ve ölçüsüz tutum ve anlayışına işaret edilerek, verdikleri
sözü yerine geîirmiyerek yeminlerini bozdukları, Allah'a verdikleri
sözlerinden, ahidlerinden döndükleri, önemsiz bir menfaat uğruna Allah'ın
indirdiği kutsal kitaplarda değişiklik yaptıkları, kendi maksatlarına göre bir
takım yorumlarda bulundukları anlatılıyor. [287]
77— Doğrusu Allah'a verdikleri sözü ve ettikleri
yeminleri az bir değer (önemsiz bir menfaat) karşılığında değiştirenler (var
ya), işte onlar için âhirette hiçbir nasîb (yüz güldürücü, kalbe şifâ verici
bir ilgi) yoktur, Allah kıyamet günü onlara konuşmayacak ve onları temize
cıkarmıyacak-tır. Onlar için elem verici bir azâb vardır.
78— Kitap Ehlinden öyle kimseler de var ki,
kitapta olmadığı halde kitaptanmış semasınız diye dillerini kitaptan yana
evirio çevirirler, eğip bükerler de «Bu, Allah'ın kitabındandır» derler. Oysa
Allah katından (böyle bir şey indirilmiş) değildir. Onlar bile bile Allah'a karşı
yalan söylerler.
Eş'as bin Kays (R.A.)
diyor ki:
Benimle bir Yahudi
arasında ihtilaflı bir arazi bulunuyordu. İkimiz de hak iddiasında idik. Davacı
olarak ben ihtilâfı kaldırmak için Yahudiyi alıp Peygamber (A.S.) Efendimize
götürdüm. Allah Resulü önce bana sordu:
— Şahit ya da yazılı belgen var mı?
— Hayır, dedim.
Bu kez Yahudiye sordu
:
— Yemin eder misin?
Bunun üzerine, kendi
kendime, «Eyvah! şimdi Yahudi yalan yere yemin eder de arazim elimden alınmış
olur.;» diye düşünürken yukarıdaki âyet indf. [288]
Diğer bir rivayet:
Abdullah bin Ebî Evfâ
anlatıyor:
«Pazarda hazır elbise
satan bir adam, Müslümanlardan birini aldatıp fahiş fiatla satmak İçin Allah
adma yemin etti. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.»
Başka bir rivayet:
Yahudilerin ileri'
gelenlerinden Ebû Râfi, Lübabe bin Ebî Hakîk ve Hayy bin Ahtab, Allah'ın
Tevrat'ta Hazreti Muhammed'in geleceğini va'deder anlamdaki âyetlerini
değiştirip kendi uydurduklarının Tevrat'ta yazılı bulunduğunu yeminle iddia
ediyorlardı. Onların ilâhî beyânı değiştirmeleri, diğer Yahudileri ve birçok
pupterestleri memnun etmek ve onların bu konuda zaman zaman rüşvet anlamında
yaptıkları yardımın devamını sağlamak maksadına matuf bulunuyordu. Bunun
üzerineyukarıdaki âyetler indi. [289]
«Müslüman bir kişinin
hakkını yemin etmek suretiyle kendinden yana koparıp alan kimseye Allah
Cehennemi gerekli, Cenneti de haram kılar.»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ey Allah'ın Peygamberi! bu hak az bir şey
bile olsa (yine de böyle midir)? Efendimiz cevap verdi:
— Evet, o hak erak ağacından bir çubuk da
olsa... [290]
«Doğrusu siz davacı ve
davalı olarak bana geliyorsunuz, Ben de ancak bir insanım; olur ki, sizden bir
kısmınız delilini getirmede, davasını anlatmada daha zekice ve ustaca bir yoi
izleyebilir. Ben ancak sizden işittiğime göre aranızda hükmederim. Bu nedenle
kime kardeşinin hakkından bir şey hükmedersem, onu almasın. Çünkü bu durumda
ona ancak ateşten bir parça ayırmış olurum ki kıyamet günü o ateşle birükte
(haşro-lup) gelecektir.» [291]
«Üç kimse var ki Allah
kıyamet günü onlara konuşmaz, rahmet nazariyle bakmaz ve onları temize
çıkarmaz; onlara acıklı bir azâb vardır.»
Hadîsin râvisi Ebû Zer
(R.A.). diyor ki; Resûlüllah {A.S.) Efendimizden sordum:
— O üç kimse kimlerdir? Gerçekten onlar zarara
uğrayıp umutsuzluğa düşmüşlerdir!.
Cevap verdi:
— «Kibir ve gururla gezen (bu ölçü ve anlamda
elbise giyip eteğini yerlerde sürüyen); iki yüzlülük edip söz götürüp getiren;
malını yalan yeminle satan kimselerdir.» [292]
Bunun için Mâlik bin
Dinar şöyle demiştir:
«Dînar: Din ile nârdan
ibarettir. Kim haklı yönden elde ederse bu onun dini ve dindarlığıdır. Kim de
haksız yoldan elde ederse, bu ona ateş olur.» [293]
«Münafıkın alâmeti
üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Söz verdiğinde onu yerine getirmez. Kendisine
emânet edildiğinde ona hiyânet eder.,» [294]
«Kitap ehlinden
öyleleri de var
ki, kitapta olmadığı
halde kitaptanmiş sanasınız diye dillerini kitaptan yana evirip çevirirler,
eğip bükerler...»
Kur'ân bu konuda
önemli bir konuyu, Yahudi milletinin yanlış tutum ve anlayışını örnek
göstererek mü'minleri aydınlatıyor. Yahudiler kendi şeriatlerine uymayanlara ne
değer verir, jıe de onlarla yaptıkları sözleşmeye sadık kalırlardı. Özellikle
kitapsızlar diye tanımladıkları putperestlere karşı hiçbir sorumluluk taşımaz,
onların mallarını doğrudan ya da dolaylı yoldan yemeği kendilerine mubah
sayarlardı.
İşte karakter ve
inancı bu olan Yahudiler sadece İslâm'a değil, kendi kutsal kitapları Tevrat'a
ve Musa Şeriatına da ters düşüyorlardı. Allah'ı, Yahudi .milletinin millî
ilâhı olarak saymaları, onların diğer milletlere karşı tutumlarını ve
taşıdıkları niyeti belirtmeğe yeterlidir.
Musa Şeriatında geçen
ON EMİR'in birincisi; «Allah'ın Rabbin İsmini boş (ve yalan) yere ağıza
almıyacaksın..» [295]
şeklindedir.
«Yalan haber
taşımıyacaksın; haksız şahit olmak için kötüye el ver-miyeceksin. Kötülük için
çokluğun peşinde olmiyacaksın ve bir dâvada adaleti bozmak için çokluğun ardına
saparak söylemiyeceksin. Eğer düşmanın kaybolan öküzüne, yahut eşeğine
rastlarsan, mutlaka onu kendisine geri getireceksin..» [296]
«Yalan şeyden uzak
ol..»
«Ve rüşvet
almıyacaksın..»
«Ve garibe
gadretmiyeceksin. Garibin gönlünü bilirsin; çünkü Mısır diyarında gariptiniz.» [297]
Yahudi din adamları,
diğer dinlere ve milletlere karşı hiçbir sorumluluk yolu taşımamaları
nedeniyle Tevrat'ın bu emirlerini değersiz menfaat-[ar uğruna yanlış
yorumladılar ve kelimelerin yerini değiştirerek uydurdukları sözlerin
Allah'tan geldiğini iddia edecek kadar ileri gittiler. Sonra bazı iyi niyetli
hahamlar kelimeleri tekrar eski yerlerine koyarak düzelttiler.
Konumuzu oluşturan
âyetler, belirtilen hususlarla Müslümanları uyarıyor; yapılan sözleşmelere,
verilen sözlere sadık kalmalarını hatırlatıyor; her Müslümanin hakkı koruyup
uygulamakta diğer insanlara örnek olma mevkiinde bulunduğuna bilhassa işaret
ediyor.
Zaten semavî
kitapların hepsinde doğruluk, ahde vefa, sözleşmelere sadık kalma, emânetleri
koruma gibi sosyal yapıyı güven içinde ayakta tutan konulara geniş yer
verilmiştir. Kuran bu yoldan sapan Kitap Ehlini hakikate çağırıyor.
Allah adını şahsi
çıkar uğrunda yalan yere kullanmak, ilâhî âyetleri, şer'î hükümleri az bir
menfaat karşılığında değiştirmek kesinlikle yasaklanmıştır. Çünkü bu
hususların önemsenmediği bir toplumda, din, ahlâk, sorumluluk ve fazilet ışığı
kalmaz. Millî ve sosyal yapılar ciddi biçimde' hasar görür, düzen tehlikeye
mâruz kalır. Karşılıklı güven kökünden yıkılıp yerini güvensizliğe bırakır.
Bu bakımdan toplum
düzenini şahsî (kişisel) çıkarlarına alet edip onu alt-üst edenlere hayat
kanunu hiçbir zaman gülümsemez. İlâhî rahmet havası onlara doğru esmez.
Kıyamet günü ise bu gibilere verilecek ceza çok daha acıklı olacaktır. [298]
Din başlıbaşına ilâhî
bir müessesedir. Şunun, ya da bunun aklına uysun, görüşüyle uyum sağlasın diye
hiç kimsenin onu değiştirmeye, keyfî biçimde yorumlamaya hakkı yoktur. Bu
konuda samimiyetin yeri ve dayanağı olamaz. ,Din bütün esas ve prensipleriyle
bir bütündür; bölünmeyi, bir kısmının beğenilip, bir kısmının beğenilmemesini
hiçbir suretle kabul etmez.
Bununla beraber,
tarihte Yahudî ve Hıristiyan din adamları
bu yola başvurduklarından kendi kitaplarını ve peygamberlerinin koyduğu
şeriatı tanınmaz hale sokmuşlardır. O kadar ki bir önceki kuşak bir sonrakine
bu konuda en kötü mirası bırakmıştır.
Buna birkaç örnek
verelim : [299]
TEVRAT:
«Yalan haber
taşımıyacaksın.»
Dediği halde bugün
hâlâ Yahudiler kurdukları Siyonizmle yalan çarkını başka milletler aleyhine
durmadan çevirmektedirler.
«Garibe
gadretrniyeceksin.»
Emri meveut olduğu
halde, kesin bir yasak ortada dururken Yahudiler hem dünya tefeciliğinin
öncülüğünü yapmakta, hem Filistinli yerli halkı yurtlarından çıkarıp tam bir
gariplik felâketine sürüklemekte devam etmektedirler.
«Kötüye el
vermiyeeeksin.»
Sözü hakkı korumayı,
haksızdan yana olmamayı emrederken, Yahudiler, insanlığa rahmet saçan hak
dinlerin, özellikle İslâmiyetin etki alanını daraltmak, kalbler üzerindeki
sıcak tesirini sıfıra düşürmek ve bu arada müminlerin itikadını bozmak amacıyla
YEHOVA ŞAHİTLERİ diye bir ekol oluşturup Hıristiyan alemiyle İslâm âleminin
içine fitne tohumları serpmektedirler.
«Seçme kulum..»
Diye/gelecek olan
kurtarıcıdan, büyük teselliciden Tevrat sözederken, Yahudiler ne İsâ Peygamberi,
ne de Muhammed (A.S.) Peygamberi bu müjdeye lâyık görmüş, kurtarıcının herhalde
kendilerinden geleceğini yanlış bir yorumla halka anlatmaya ve kendi
adamlarını buna inandırmaya çalışmışlardır. [300]
İNCİL:
Hayli değiştirilmesine
rağmen bugün elimizdeki İndilerde şarabın ve domuz etinin haram ve murdar
sayıldığı geçmektedir. Buna rağmen Hıristiyan âlemi hem şarabı, hem domuz
etini mubah saymıştır; hattâ dinî ayinlerde bile şarap içilmektedir. Yahya
Peygamberden söz edilirken İn-cilde şu kayıt yer almaktadır:
«Yahya'nın doğumundan
çok kimseler sevinecek. Zira Rabbin katında yüce olacak, asla şarap içmiyecek
ve müskirat kullanmıyacaktır.» [301]
İncil domuzun murdar
olduğunu şu belgeyle anlatır:
«Ve İsâ onlara derhal
izin vermekle temiz olmayan ruhlar çıkıp domuzlara girdiler..» [302]
Buna rağmen bugün
domuz etini en çok yiyenler ne yazık ki Hıristi-yanlardir,
Müslümanlara gelince :
Onlardan da makam ve
şöhret, dünyalık ve benzeri şeyler peşinde koşanların bir kısmı Allah'ın
emirlerini dosdoğru açıklamadılar, bazı âyetleri maksatlı biçimde yorumladılar.
Ne var ki, tek harfi bile değiştirilemiyen Allah Sözü, hâlâ bütün parlaklık ve
kudretiyle ortada duruyor ve durmaya devam edecektir.
Konumuzu oluşturan
âyetler özellikle bu hususa dikkatleri çekmekte, Yahudî ve Hıristiyanların din
adamlarının düştüğü menfaat bataklığına Müslüman din âlimlerinin düşmemesini,
bir yandan emretmekte, bir yandan tavsiyede bulunmaktadır.
Konuyu özetliyecek
olursak :
Allah'a verdikleri
söze ve ettikleri yeminlere aldırış etmeyip bunları değersiz menfaatler ve
şahsî çıkarlar karşılığında bozanlara beş türlü ce-zâ va'dedilmektedir:
1. Ahirette onlara hiçbir (yüz güldürücü, gönül
doldurucu) nasîp yoktur.
2. Allah onlara lütuf yüzüyle hitap etmez.
3. Onlara rahmet nazarıyla da bakmaz.
4. Onlar için çok acıklı bir azâb
hazırlanmıştır.
5. Kıyamet gününde de Allah onları temize
çıkarmaz.
Çünkü onlar dünyada
belirtilen kötü tutum ve düşünceleriyle beş felâkete kapı açmışlardır:
1. Allah'a
karşı saygısızlığın en kötü örneğini ortaya koymuşlardır.
2. Kendi kitap ve şeriatlerini değiştirip
menfaatleri karşılığında satmışlardır,
3. Toplum yapısında güvensizlik doğurup
fertlerin ahlâkını bozmuşlardır.
4. Millî ahlâka ağır darbe indirmişler ve bu
yüzden millî bünyede onarılması zor yaralar açmışlardır.
5. Nasîblerini ararken, sadece dünyalık elde
etmeye çalışmışlar ve
bunun için
herşeyi kendilerine mubah saymışlardır.
Ancak bu kötülük ve
günahlardan tevbs edip hakları ödeyerek vicdanını ve ruhunu arındırmaya
çalışanlar müstesna.. Çünkü Allah tevbe-leri cokoa kabul edendir. [303]
Kitap Ehli'nden bir
kısmının kendi şeriatlerini nasıl değiştirdikleri, bir kısmının kendi
peygamberlerini nasıl ilâhlaştırdıklan ve bir kısmının da din adamlarını rab
edindikleri açıklandıktan sonra aşağıdaki âyetlerle, hiçbir peygamberin
kendisine kitap, hikmet ve nübüvvet verildikten sonra, «Allah'ı bırakıp bana
kulluk edin» demiyeceği ve esasen bunun peygamberlik ölçülerine ters düşeceği
anlatılıyor ve böylece peygamberlerin sıfatlarına atıflar yapılarak
görevlerinin sınırı belirleniyor. [304]
79— Hiç bir insana uygun olmaz, yakışık düşmez
ki, Allah ona kitap versin, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara
: «Allah'ı bırakıp bana kul olun!» desin. Ama : «Kitabı öğrenip öğrettiğinize
ve ders verdiğinize göre öğretici, eğitici ve bilginizle amel edici olun!» der.
80— Hem melekleri ve peygamberleri rablar
(tanrılar) edinmenizi de emretmez. Siz müslüman (Hakka' dosdoğru teslim)
olduktan sonra size küfre sapmanızı mı emreder?
81— Hani. Allah, Peygamberlerden kesin söz
almıştı: «And olsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra sizinle beraber
bulunanı kabul eden bir peygamber gelince, herhalde ona İnanasınız ve ona
mutlaka yardım edesiniz» (buyurmuş ve) «Bunu ikrar ettiniz mi, bunun üzerine
ahde bağlı ağır yükümü kabul ettiniz mi?» demişti. Onlar da : «İkrar ettik»
diye kesin söz vermişterdi. (Allah): «Öyle ise şâhid olun, ben de sizinle
beraber şâ-hidierdenim» buyurmuştu.
82— Bunun ardından kim yüzçevirirse, artık onlar
din doğrultusundan sapan günahkârlardır.
Isâ Peygamberi Rab
kabul edip ona ilâhlık payesi veren Necrân Hıristiyanlarınrn yanlış inançlarını
tashih eder anlamda inmiştir. [305]
Kelbî'nin (Ö : 146)
yaptığı rivayete göre, İbn Abbas (R.A.) bu konuda şöyle demiştir:
«Yahudîierin ileri
gelenlerinden Ebû Râfi'. ile Necrân Hıristiyanlarından söz sahibi sayılan
birkaç kişi Peygamber'e (A.S.) gelerek dediler ki:
— Ya Muhammed! Sana
tapmamızı ve seni Rab edinmemizi rrri istiyorsun?
Resûlüllah (A,S.)
onlara şu cevabı verdi:
— Allah'tan başkasına tapmayı, kullukta
bulunmayı emretmekten yine Allah'a sığınırım. Allah bunun için beni
göndermemiştir ve bana bu yolda bir emir de vermemiştir. (Ben sadece Allah'ın
emirlerini kullarına tebliğ İle görevli bir peygamberim).
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [306]
El-Hasen diyor ki:
«Bana kadar ulaşan
rivayette, bir adam, ResÛlüHah (A.S.) Efendimize gelerek :
— Ey Allah'ın
Peygamberi! birbirimize selâm verdiğimiz gibi sana da selâm veriyoruz. (Halbuki
sen cok üstün saygılara lâyıksın). Sana secde edelim mi?
Diye sorduğunda
Efendimiz ona şöyle buyurmuştur:
— Allah'ı bırakıp başkasına secde etmek hiç
kimseye yakışmaz. Ama siz peygamberinize saygılı olun ve saygıdeğer kişilerin
kıymetini bilin.
Bu sebeple yukarıdaki
âyetler indi.
Kurtubî'nin tesbitine
göre, Efendimiz (A.S.) bu konuda şunu da buyurmuştur: «Sizden hiç biriniz,
büyüğünüz için «Bu benim Rabbimcür» demesin, fakat «efendimdir» desin.» [307]
Ashabtan Hâtem oğlu
Adiy (R.A.) sordu:
— Ey Allahtn Peygamberi! Kitap Ehli birbirine
nasıl taparlar? Efendimiz şu cevabı verdi:
— Din adamlarının onlara haramı helâl, heiâlı
da haram kılması, halkm da bu konularda onlara inanıp uyması şeklindedir.
Halkın din adamlarına kulluğu daha çok böyle cereyan etmiştir. [308]
Bir gün Hz, Ömer
(R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki: «Ya Resûlellah! Kureyze
oğullarından bir Yahudi arkadaşıma söyledim, Tevrat'tan hayli parçalar yazıp
bana getirdi. Onları size arzedeyim mi?»
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin rengi değişti ve Ömer'e cevap vermedi. Orada
hazır bulunan Sabit oğlu Abdullah, Ömef'e: «Resû-lüllah'ın yüzündeki
isteksizliği görmüyor musun?» diyerek onu uyardı. Ömer (R.A.) mahcup oldu ve :
«Allah'jn Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in peygamber olduğuna razı oldum.»
diyerek herhangi bir şüpheye düşmediğini anlatmak istedi.
Onun bu sözüne
karşılık Efendimiz şöyle buyurdu :
«Canımı kudret elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa Peygamber aranızda sabahlayıp siz de
ona uyarak beni bırakmış olsanız, sapıtmış olursunuz. Doğrusu sizler, ümmetler
arasında benim payım; peygamberler arasında da ben sizin payınızım.» [309]
«Kitap Ehlin'den (dinî
konuda) bir şey sormayın. Çünkü onlar size elbette doğru yolu göstermezler;
kendileri sapıtmıştır. Bu durumda siz ya bâtılı tasdik eder, ya da Hakk'ı
yalanlarsınız. Andolsun ki, Musa hayatta olup aranızda bulunsaydı, bana
uymaktan başka bir yol ona helâl olmazdı.» [310]
«Allah kıyamet günü
insanları bir araya toplayınca, bir çağırıcı şöyle seslenecek: Kim Allah'a
yaptığı ibâdete başkalarını ortak etmişse, sevabını Allah'tan başkasından
istesin. Çünkü Allah ortaklıkta ortakların en doygunudur (ortaklığa ihtiyacı
yoktur).» [311]
Hak Peygamber:
1. Soyu
temiz bir aileden seçilir. Onu seçen bizzat Allah'tır. Halk tarafından
seçilmez.
2. Bütün bilgisi vahye dayanır. Tahsile ihtiyacı
yoktur. Onun öğretici ve eğiticisi bizzat Allah'tır.
3. İffet simgesi bir anadan doğar.
4. Hayatı baştan sonuna kadar düzenlidir; İnsanı küçülten, ruhu karartan, vicdanı silik hale
getiren her türlü düşünce, söz ve davranışlardan korunmuştur.
5. Kendiliğinden din adına konuşmaz, Allah'tan
ne alırsa ancak onu yansıtmakla me'murdur.
6. Gerektiğinde dünya işleri hakkında çevresiyle
İstişarede bulunur; bunu hiçbir zaman küçüklük saymaz. İsabetli görüşlere,
sağlam düşüncelere saygılıdır.
7. Hayatının hemen her bölümü ve her safhası
insanlara yol gösterici, kafaları aydınlatıcı ve vicdanları geliştirici ölçü
ve anlamdadır.
8. Çok zeki ve yeteneklidir. Sağlam düşünceye
sahiptir. Cesaret ve soğukkanlılığın üst düzeyindedir.
9. Beşerî ilişkileri cok ölçülü ve anlamlıdır.
Başkasıyla alay etmez, kahkaha ile gülmez, bağırarak konuşmaz, izin istemeden
kimsenin evine girmez.
10. Edep ve terbiyenin, nezaket ve nezahetin
doruğundadır.
11. Yalnız Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak için
çalışır; başkasından ne bir teşekkür, ne de bir karşılık bekler.
12. Kendinden yana bir çıkarı, ya da içldiası
yoktur. Her şey Allah İçin, din için, insanlık içindir.
13. Kendini her zaman ve her yerde Allah'ın kulu
ve peygamberi olarak tanıtır; bunun ötesinde bir ilgi ya da üstün bir sıfat
istemez. Kınayanların kınamasından endişe duymaz.
14. Kendisini ilâhlaştırmak isteyen hayranlarını
derhal uyarır ve öl-Cüyü kaçırmalarına asiâ imkân vermez ve müsamaha da etmez.
15. Mal toplamaz, servet edinmez; bütün güc ve
yeteneğini Allah'ın buyruklarını yerine getirmeğe harcar; insanların mutluluğu
için çalışır.
16. Sözleri arasında tam bir tutarlık vardır. Ne
kadar yaşlansa bile bunamaz.
17. Açlığa, musibetlere, felâketlere karşı son
derece dayanıklı ve sabırlıdır.
Yalancı Peygamber:
Yalancı peygamberde bu
saydıklarımızın onda dokuzu yoktur. Tarihte ortaya çıkan bir takım yalancı
peygamberlerin hayatı incelendiğinde, onların bu ölçülere gelmediğini
rahatlıkla görebiliriz. Sahte peygamber Tufayl oğlu Amir ve Habib oğlu
Müseyleme'yi bir düşünün! Sonra da 19. asırda ortaya çıkan Bahailik ve
Babîlik'i araştırın. Hindistan'da ortaya çıkan Kadiyanî'liği de buna ilâve
edin.
Gerek Şirazlı Mirza
Ali Muhammed, gerekse Hindistanlı Mirza Gulam Ahmed, önceleri birer din adamı
kisvesiyle ortaya çıkmışlardı. Çevre bulunca bu kez Mehdi rolüne girmişler,
sonra biraz daha çevre bulunca kendilerini Rab ilân edecek kadar şaşkınlık
göstermişlerdi. Bab şöyle diyordu : «Ben bir aynayım, bende görünen Allah'tan
başkası değildir.»
İşte konumuzu
oluşturan âyetler bir yandan hak peygamberlerin Allah ile olan ilgilerinin
sınırını belirlerken, bir yandan sahte peygamberlere işaret etmekte, Allah'a
dosdoğru inanan mü'minlere gerçek bir kıstas sunmaktadır. [312]
«Hem melekleri ve peygam-berleri rablar
(tanrılar) edinmenizi de emretmez.»
Hıristiyanların İsa
Peygamberi ve hattâ bazı rahip ve piskoposları ilâhlaştırdıkları gibi, bazı
Müslümanların da büyük velileri, ünlü mürşitleri ölçüsüz ve sınırsız biçim ve
anlamda sevip onlara bağlanmaları, Allah ve Peygamberi kendilerine unutturacak
düzeye gelmiştir. Bu zatlara karşı duydukları derin bir aşk onları ibâdette de
ölçüsüzlüğe itmiş, namaz kılarken bile rabıtada bulunmak suretiyle kalblerini
Allah'tan başkasına tahsis etme gafletine düşürmüştür.
Konumuzu oluşturan
âyetler bu hususlara işaret edip dikkatleri çekerken iki tarafı uyarmanın
derin mânasını yansıtmaktadır. Geçmiş milletlerin işlediği günah ve kusuru,
Muhammed (A.S.) Efendimizin ümmetinin işlememesi için tarihin bu konudaki
kapısı aralanıyor, en özlü noktalara parmak basılıyor ve gereken uyarılar
yapılıyor.
O halde İslâm'ın imân
ve irfan doğrultusundaki ölçüsü nedir? Bunu
şöyle özetiiyebiliriz:
a) Kulluk ve ibâdet ancak Allah'a yapılır.
İbâdette ortak kabul etmez.
b) Kalbin din vadisinde sevgi, aşk ve heyecan
kapısı ancak Allah'a açık tutulur. Peygamber ve kâmil velîler, ünlü mürşitler
ise, Allah dinine hizmet ettikleri için sevilirler ki bu sevgi de dolayısıyla
Allah'adır.
c) Şahısları ilâhlaştırmak büyük günahlardandır;
insanı şirke götürür.
d) Dinde
yerine getiriien ibâdet ve kulluk ancak Hz.
Muhammed (A.S.)ın Sünnet ölçüleri çerçevesinde olmalıdır. Onun dinde
yapmadığını yapmak, dinden olmayan şeyleri din adına uydurup dine sokmak sapıklıktır
ve her sapıklık ateştedir. [313]
«Hani Allah,
peygamberlerden kesin söz almıştı...»
Bu, ilâhî bir emirdir.
Her peygamber bu emre uymuştur. Ümmetlerin bu doğrultudan sapması, ilâhî emre
karşı gelmektir. Çünkü peygamberlerin gönderilmesinin asıl amacı birdir; hepsi
aynı kaynaktan alır, aynı tezgahta biçimlenir. Bunun için Allah ya ruhlar
âleminde, yani cesedler henüz yaratılmadan önce peygamberlerin ruhlarından
birbirlerini, bir sonrakinin öncekileri, öncekilerin de sonrakileri tasdik
edeceklerine, yardımda bulunacaklarına dair emir verip kesin söz almıştır, ya
da her peygambere kitap, hikmet ve nübüvvet verdiğinde kesin söz almıştır.
Bunu birkaç bölümde özetiiyebiliriz :
a) Aynı millete aynı devrede birden fazla
gönderilen peygamberler, hem birbirlerini tasdik etmek, hem de yardımda
bulunmakla yükümlüdürler. Musa Peygamberle kardeşi Harun Peygamber buna
örnektir.
b) Her biri ayrı bir şeriatle ayrı ayrı
devrelerde aynı millete gönderilen peygamberlerdende birönceki, bir sonrakinin
geleceğini müjdeler; bir sonraki öncekini tasdîk eder. İbrahim Peygamberle Nuh
Peygamber buna bir örnektir.
c) Aynı
yerlerde fakat aynı şeriat
üzere gönderilen peygamberler de yine birbirini tasdîk etmek
ve birbirlerinin şeriatına aynen uymakla yükümlüdürler. İbrahim Peygamberle
Lût Peygamber buna bir örnektir.
d) Bir sonraki bir öncekinin şeriatını
tamamlamak üzere gönderilen
peygamberler de hem
birbirini tasdîk etmek, hem bir önceki şeriatı aldığı emirler ölçüsünde
tamamlamakla yükümlüdürler. Musa Peygamberle İsâ Peygamber buna bir örnektir.
e) Ayrı bir
şeriatle bütün milletlere gönderilen peygamberle daha önceki peygamberler
arasındaki ölçü de böyledir: Son peygamber geçmiş bütün peygamberleri tasdîk
etmekle, önce gelip geçen peygamberler de son peygamberin geleceğini haber
vermekle yükümlü tutulmuşlardır
Resulüllah (A.S.) ile
önceki peygamberler buna misaldir. [314]
«Öğretici, eğitici ve
bilginizle amel edici olun» sözleriyle çevirisini yaptığımız REBBANİYYÛN deyimi
hakkında çok yönlü yorumlar yapılmıştır:
1— İbn Abbas'a göre: Dînde anlayışlı ve bilgili
olanlar.
2— Öğreticiler ve eğiticiler.
3— İbn Mes'ud'a göre: İlim ve hikmet, güzel ve
yumuşak huy sahipleri.
4— Halkı,
bulundukları seviyeyi dikkate alarak eğitenler; onlara gerekli olan bilgileri
verenler.
5— İlmiyle amel edenler.
6— Helâl ve haram sınırlarını bilenler; emir ve
nehiylere uyanlar.
7— Kendini iyice gözetmesini, halkı da siyâsetle
idare etmesini bilenler.
Nitekim İbn Abbas
(R.A.) vefat ettiğinde, Muhammed bin Hanîfe şöyle demişti: «Bugün ümmetin
Rabbanisi öldü!»
8— Sibeveyh'egöre: Rabb'e mensup olanlar, Onu
bilip İtaat edenler.
9— Müberrid'e göre: İlim sahiplerinden insanlara
hem bilgi verenler, hem onlan eğitenler.
10— Ebû Ubeyde'ye göre: Bu kelime Arapça değil
İbrânîcedir.
11__ Rabbin
dinini bilip onunla amel edenler.
12— Saîd bin
Cübeyr'e göre: Hikmeti sevip Allah'tan korkanlar ve
her türlü
kötülüklerden sakınanlar.
M î s a k :
a) Yemin ile kuvvetlendirilen ahid,
b) Peygamberlerin mîsakı, Allah'ın emir ve
nehiylerine tamamen uyma hususunda nefislerine karşı olan güvenleri ve buna
dair verdikleri kesin sözdür.
c) Her peygamberden mîsak alınmıştır.
d) Peygamberler için başkasından mîsak
alınmıştır.
e) Hazreti
Muhammed (A.S.) hakkında
bütün peygamberlerden mîsak alınmıştır.
f) Peygamberlerin birbirlerini tasdik etmeleri
için her birinden mîsak alınmıştır. [315]
Geçen âyetlerle
Allah'a ibâdet etmenin gereğinden sözedildi. Allah'ı bırakıp başkasını Rab
edinmenin insana yakışır bir düşünce ürünü olmadığı, akl-i seiîm'e ters düştüğü
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle bir
bütün olan varlık âleminin ister istemez Allah'a teslimiyetgösterdiğineve bu
bütünün bir parçası olan, fakat diğer parçaların üstünde bir özelliği bulunan
insanın da isteyerek, akıl ve irâdesini kullanarak Allah'a boyun eğip
teslimiyet göstermesinin lüzumuna değiniliyor. Nitekim her varlığın ilâhî
kanuna uyarak yaratıldığı gayeye doğru hareket ettiği belirtiliyor. [316]
83— Hâlâ
onlar Allah'ın dininden başkasını mı arzuruyorlar?! Halbuki göklerde ve yerde
ne varsa hepsi de ister istemez O'na teslim olmuştur ve ancak O'na
döndürüleceklerdir.
Varlık âlemi çok
mükemmel bir plâna göre düzenlenmiş ve her varlık kendi türünün özelliğine göre
belli kanunlara bağlanmıştır.
«Göklerde ve yer-de ne
varsa hepsi de ister istemez O'na teslim olmuştur...»
Her varlık ister
istemez bu plânda belli ve belirli yerini almıştır. Başıboş hiçbir şey yoktur.
Maksatsız yaratılan bir varlık düşünülemez. Yerçekimi kanununa nasıl uymak
zorunda isek ilgili bulunduğumuz hayat kanunlarının tümüne öyleoe uymak zorundayız.
Diğer varlıkların durumu da böyledir: Karınca kendisine sunulan içgüdü ile
hayatını sürdürürken, bal arısı da kendisine sunulan değişik bir içgüdü ile
varlığını devam ettirmektedir. Bunlardan herbiri bağlı bulunduğu kanuna göre
davranmak zorundadır; başka türlüsünü yapamaz. Bütün bunlar eanlı cansız her
varlığın O Yüce Yaratan'in buyruğuna boyun eğdiğini gösterir.
Kur'ân bu âyetle,
dikkatlerimizi dış âlemimize çeker; çevremizdeki eşya üzerinde düşünmemizi,
kâinat planındaki mükemmelliğe kafamızı çevirmemizi emreder, Güneş her gün
planlandığı üzere ışık ve enerji vermek, yerküre ölçülü bir hızla hem kendi
çevresinde, hem güneş etrafında dönmek zorundadır. Bağlı bulunduğu plân ve
plânı uygulama safhasına koyan ilâhî kanun bunun böyle olmasını düzenleyip
belli ölçülere iroa' etmiştir. Maymundan anaak maymun meydana gelir, insan da
anaak insan doğurur. Bunun aksi mümkün değildir. Çünkü her türün kendine- has
özellikleri ve bağlı bulunduğu biyolojik kanunları vardır. Buna uymaması düşünülemez.
O halde her şey
varlığın bütünlüğü içinde bağlı bulunduğu şartlar ve ilgili kanunlara göre var
olmaktadır. Her şart nasıl belli bir kanunun gereği ise, her kanun da ölçülü
bir plânın gereğidir.
İlim ve teknik bize
göre, varlık âlemini bir bakıma yeniler. Ama yine de meydana gelen her
yenileşme bir kanuna bağlı bulunmaktadır. Maddenin enerjiye dönüşmesi,
maddelerdeki kimyasal değişikliklerin meydana gelmesi, belli ölçü ve illetlere
göre değil midir?
Diğer bir düşünce
düzeyinde konuya baktığımızda karşımıza, varlık âleminin Allah'a teslimiyeti şu
anlamda tezahür etmektedir: Hemen her varlık hareket halindedir. Yerinde sabit
sandığımız cansız varlıklardaki
milyarlarca atomun
durmadan başdöndürücü bir hızla hareket halinde olduğunu biliyoruz. Ama her
hareketin bir başlangıcının olması gerekmez mi? Her başlangıcın da bir
başlatıcısının bulunması zorunlu değil midir? Başlatıcı olan yüce Kudret,
maksatsız, amaçsız bir hareket meydana getirir mi? Hiç sanmam. Çünkü abesle
iştigal O'nun kudretine, hikmetine ve büyüklüğüne ters düşmektedir.
Sonuç olarak Kur'ân'da
ilgili âyetle, insan aklına ışık tutuluyor, bir bütün olan varlığın parçalarını
incelemesi öneriliyor. Sonra da kendi ya-ratıhşındaki plân ve taşıdığı
estetiğin akıllara durgunluk veren mükemmelliğine dikkatler çekiliyor. Ayrıca
diğer varlıklara oranla insan daha çok ilâhî lütuf ve inayete mazhar olduğundan
asıl Hakk'a teslimiyette her şeyden önce davranmasının lüzumuna dokunuluyor.
Çok mükemmel bir eserin, ancak daha çok ve ölçü kabul etmez anlamda başka bir mükemmelin
meydana getirmesi gerekmiyor mu? O halde mükemmel bir varlık olan insanın
herhalde bir yaratanı ve o yaratanın ondan çok daha mükemmel olması aklın,
mantığın ve vicdanın olumlu kabul edeceği bir yol değil midir?
Hazret-i Peygamber
(A,S.) Efendimiz: «Kendini bilen, Rabbini de bilir.» buyururken bu yüksek
mânayı kasdetmemiş midir? Bunda şüphe yoktur. [317]
Konuyu bu açıdan
değerlendirdiğimizde rahatlıkla diyebiliriz ki: İnsanın Allah dininden başka
bir din araması, dünyanın değişik bîr hızla dönmesini istemesi kadar
anlamsızdır. İslâmiyet, Yaratana karşı bu teslimiyetin anlam ve değerini, amaç
ve illetini kademe kademe işler; aklını kullansınlar diye bunu öğütler. Bu
bakımdan da İslâm en son ve en mükemmel dindir.
Allah'ın buyruklarına
isteyerek boyun eğip teslim olanlar; akıllarını kullanıp kendi irâde ve
ihtiyarlarıyla Yaratanı bilip ibâdet edenlerdir ki bu daha çok insanlarla ve
cinlerle ilgilidir. İstek ve irâde dışı boyun eğip teslimiyet göstermek ise
-melekler müstesna- diğer varlıklarla ilgilidir. [318]
Hâlâ onlar Allah'ın
dininden başkasını mı arzuluyoıiar?»
Sosyal yapının zaman
aşımıyla değişmesi, dinlerde de belli devrelerde bir tekâmülü zorunlu
kılmıştır. Çünkü din, insanlığın hayrına, mutluluğuna yöneltilmiş bir
rahmettir. Sosyal yapı geliştikçe bu rahmetin kapısı da o nisbette genişler.
Yani onunla orantılıdır. Kabile ve milletlerin ilim, teknik, kültürel ve sosyal
alanlarda kademe kademe tekâmül etmesi, şe-riatlerin de tekâmülüne kapı
açmıştır. İlâhî hikmet ve murat da bu yolda tecelli etmeye yönelik bulunuyor.
Peygamberlerin
birbirini tasdîk etmesi ve bu konuda kendilerinden kesin söz alınması,
dinlerinin birbirini tamamladığını ve en mütekâmil düzeye gelinceye kadar
bunun sürüp gideceğini göstermektedir. Hazreti Mu-hammed (A.S.) Efendimizin
peygamber olarak görevlendirilmesiyle dinler son şeklini almış ve tekâmülde
doruğuna yükselmiştir. Gelişen ve gelişecek olan sosyal yapının din ve dünya
gereksinmelerini karşılıyacak geniş ve çok zengin malzemeyle, insan hayatının
her bölümüne el uzatacak yüksek bir verimlilikle donatılmıştır.
O halde Allah'ın
insanlıktan yana meşru' kıldığı son dine uymak, ilâhî tekâmül kanununa uymanın
gereğidir. Her peygamber bunu tasdîk edip haber verdiğine göre, eskiye saplanıp
bağlı kalmak, yürürlükten kaldırılan bir kanuna bağlı kalmak kadar gülünçtür.
Bu bakımdan Hazret-i Mu-hammed'e (A.S.) ve O'nun dinine uymayanlar, -hangi dine
bağlı bulunurlarsa bulunsunlar- Allah'ın dininden başkasını arzu ediyorlar
demektir. Varlık âleminin canlı cansız her parçası ister istemez Allah'a
teslimiyet gösterirken akıl, zekâ, irâde, hafıza ve benzeri üstün yeteneklerle
teçhiz edilen İnsanoğlunun O'na tuğyan etmesi ne kadar şaşırtıcıdır! [319]
Müfessir Fahrüddin
Râzi, göklerle yerin Allah'a teslimiyetini şöyle özetliyor:
«İslâm, sözlükte uyma,
yolun ortasını bulma, bağlanıp baş eğmektir.» Bunu böyle anladıktan«sonra
göktekilerfe yerdekilerin baş eğmesinin, teslimiyet göstermesinin bazı
anlamları vardır.
Allah'tan başka
varlıklar zatları itibariyle mümkinattandır. Mümkin olan her varlık,
vâcibü'l-vücud olanın icadıyla vücut bulur; Onun yok etmesiyle de yok olur. O
halde Allah'tan başka varlıklar gerek var olmada, gerek yok olmada Yaratanına
bağlıdır ve O'na baş eğmiştir.
İster İstemez teslimiyet:
Sağlam imân, iyi
düşünce, güzel amel sahibi Müslümanlar isteyerek dinî konularda Allah'a itaat
edip baş eğmişlerdir. Tabiatlerine uymayan hastalık, fakirlik, ölüm ve benzen
şeylerde ise, istemiyerek O'na uyup teslim olmuşlardır.
İnkarcılara gelince,
onlar her halde istemiyerek Allah'a baş eğerler, dinle ilgili hususlarda
teslimiyet göstermezler. Ama Allah'ın kaza ve kaderini (çizilen hayat
kanununu) geri çevirmeğe güçleri yetmez, böyle bir imkâna sahip değillerdir.
Diğer bir yorum:
Müslümanlar istiyerek
teslim olup boyun eğdiler. Kâfirler ise ancak ölüm anında teslimiyet
gösterdiler. Kur'ân'da buna işaret edilerek: «Ne var ki, hışım ve şiddetimizi
gördükleri vakitteki imânları kendilerine bir fayda vermedi.» [320]
buyuruluyor.
Göktekiler istiyerek
teslim olup baş eğdiler. Yerdekilerden bir kısmı istiyerek, bir kısmı
istemiyerek baş eğdi. Kur'ân'da buna da işaret edilerek : «Sonra gaz halinde
(veya duman halinde) bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne, ister istemez
gelin, buyurdu. İkisi de «İsteyerek, boyun eğerek geldik» dediler.» [321]
Sonuç olarak bu konuyu
açıklar anlamda şu âyeti hatırlatmamızda yarar var:
«Kim, İslâm'dan başka
bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul edil-miyecektir. Âhirette de o,
zarara uğrayanlardandır.» [322]
Geçen âyetlerle
birbirlerini tasdîk edip yardımda bulunmaları için peygamberlerden kesin
söz.alındığı ve böylece peygamberler ve getirdikleri dinlerden maksadın bir
olduğu, ancak çağın sosyal ve ekonomik, kültürel ve psikolojik yapısına göre
şeriatleri arasında bazı farkların bulunduğu, bir sonra gelen dinin bir
öncekine nisbetle bazı yenilikler taşıdığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
aynı sözü veren Hz.Muhammed (A.S.)ın ve dolayısıyla ümmetinin daha önce gelip
geçen, özellikle Kitap Ehliyle ilgili bulunan peygamberlerin tümüne
inandıkları açıklanıyor, Bu açıdan
dinler arasındaki soğuk havanın kalkmasına, son din olan İslâm'a girmelerine ve
Onun peygamberine inanmalarına işaretler yapılıyor. Böylece barış ve
kardeşlikten yana geniş bir kapı açık tutuluyor. [323]
84— De ki: Allah'a imân ettik; bize İndirilen
(Kur'ân)a da; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a. Yâkub'a ve Onun evlâdına indirilene
de; Rablerl katından Musa'ya ve İsa'ya, diğer peygamberlere verilenlere de
İnandık. Onlardan hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak O'na
(Allah'a) teslim olup boyun eğmişizdir.
85— Kim, İslâm'dan başka bir din arzulayip
ararsa, ondan asla kabul edilmiyecektir. Âhirette de o, zarara
uğrayanlardandır.
86— İnandıktan, Peygamberin hak olduğuna şehâdet
ettikten ve kendilerine acık belgeler geldikten sonra İnkâra sapan bir milleti
Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri doğru yola çevirip başarılı kılmaz, (tevbe edip dönüş yapmadıkça doğru
yolu bulamazlar).
87— İşte onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve
bütün insanların lanetine uğramalarıdır.
88— Bu lanet (azabı için)de devamlı kalıcılardır.
Ne bu azâb onlardan hafifletilir, ne de (rahmet ile) yüzlerine bakılır.
89— Ancak bundan sonra tevbe edip kendini
düzeltenler müsteânâ.. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
Ansar'dan bir adam
İslâm'a girip Hazret-i Peygambere (A.S.) inandıktan sonra pişman olup dinden
ayrıldı, müşriklere katıldı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. (86. âyet)
İnen âyet sözü edilen
murtede okununca, haberi getiren kimseye, «sen de doğru söylüyorsun; Allah
Resulü senden daha doğrudur, Allah da Resulünden daha doğrudur.» diyerek
yeniden gelip İslâm'a girdi. [324]
«Kıyamet günü âmeller
bir bir gelir: Önce namaz gelip «Ya Rabl ben namazım» der. Allah ona: «Sen
hayır üzeresin» buyurur. Bu kez sadaka gelip: «Ya Rab! ben sadakayım» der.
Allah ona da: «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra oruç gelip, «Ya Rab! ben
orucum» der. Allah ona da : «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra sıra ile
ameller bir bir gelir; Allah hepsine de «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra
İslâm gelip «Ya Rab! Sen Selâm'-sın, ben İslâm'ım» der. Allah ona : «Şüphesiz
ki sen bugün hayır üzeresin; bugün seninle tutacağım ve seninle vereceğim»
buyurur,.» [325]
«De ki: Allah'a iman
ettik; bize indirilene de, İbrahim'e, İsmail'e......» inandık.»
İslâm, Hakk'a teslim
olmanın yolu, Allah'ı bir bilmenin, bütün peygamberleri ve semavî kitapları
tasdîk etmenin ilâhî sesi; insanlığın son saadet burcu; gerçek hürriyetin sınır
belirticisi, İnsan için hayat kanununa göre yaşama ölçüsünün sunucusudur.
Bunun için gelip geçen
bütün peygamberleri tasdîk etme bezminde (kutsal meclis) Hazreti Muhammed'in
(A.S.) Allah'ına vermiş olduğu kesin sözün ilk ve son ifadesidir.
Konumuzla ilgili âyet
bu sözün ve ifâdenin mutluluk va'deden sesini, kardeşlik getiren yüksek
anlamını, cihan barışına kapıyı açık tutan ilâhî nağmesini yansıtıyor. Hazret-i
Peygamber (A.S.) hâşâ sahte bir peygamber olsaydı, ne böyle bir çağrıda
bulunur, ne de Kitap Ehli'ne iltifat ederdi. Meydana getirdiği güç ve sağladığı
parlak sonuçla krallar gibi yaşamaya özenirdi. Ama O, insanlığa sunulan Hakk'ın
geniş rahmeti; gönülleri aydınlatan parlak nuru, zulüm ve tuğyanı kaldıran en
başarılı halîfesi idi. Ne söylemişse Hak adına söylemiştir, ne yapmışsa hak
adına yapmıştır. Kendi nefsinden yana ne bir adım atmış, ne de bir pay ayırmıştır.
İşte Allah Kelâm'i,
Hazreti Muhammed'in (A.S.) hakiki ölçüsünü, Onun düşünce berraklığını, imân safiyetini,
vicdan temizliğini bütün açıklığıyla sergiliyor. Kitap Ehli'ni bu yüce
Peygambere ve Onun getirdiği son dine karşı iman ve insafa davet ediyor. Çünkü
O, İbrahim Peygamberden tut da isa'ya kadar -daha önceki peygamberlere inandığı
gibi- bütün peygamberlere inandığını en küçük bir bencillik göstermeden ilân
ediyor.
Şüphesiz ki bu ilân,
kardeşliğin, cihan barışının en büyük umut kapısı, bir olan Allah'a gönülden
inanıp kul olmanın en açık belgesidir.
Ne var ki, asırlardır
Müslümanlar, büyük umutlara, sonsuz saadetlere davet eden İslâm'ın bu hayat
saçan ilâhî sesini yeterince duyuramadilar. Bâtılı yaymaya çalışan Hıristiyan
misyonerleri kadar olsun bir hizmet ortaya koyamadılar. Daha çok şekle bağlı
kalıp işin esasına, ruh ve mânasına inemediler. Son yıllardaki kıpirdanışlar bu
şuura ermenin ilk müjdesi sayılabilir. [326]
İslâm her yönüyle
faydalı ilmin, mutluluk va'deden tekniğin, gerçek medeniyetin önçüsüdür. Bunun
için Kur'ân-ı Kerîm :
a) Duygudan
ziyade akla hitap eder.
b) İnsan hayatının her bölümüyle İlgilenip ruhla
beden arasında den-Oe sağlar.
c) İnsanı yeme, içme, uyuma ve benzeri basit
şeylerin dar çerçevesinden çekip alır; daha yüoe amaçlar için yaratıldığını
öğretir.
d) Bir sanat varsa mutlaka bir sanatkâr; bir hareket
varsa mutlaka bir başlangıç ve başlatan; bir plân varsa mutlaka bir plânlayıcı
var, diyerek insanı nefs bataklığından alıp kâinat düzeniyle karşıkarşıya
getirir.
e) İnsan ruhuna ve ondaki safiyet ve yüceliğe,
beden sağlığına, sinir sistemine; diğer bir deyimle beden ve ruh afiyetine
zararlı bütün şeyleri yasaklar; yararlı olanı mubah sayar.
f) Hayatın .hareketten ve hareketin ciddi
mücadeleden ibaret olduğunu, fakat bunun ilimden ışık almasının, ilmin de
dinden, imândan güç almasının lüzumunu açıklar.
g) Günlük ibâdetle ruha ve bedene canlılık
kazandırır; sinir sistemini düzeltir; kafayı dinlendirir.
h) Bireyin
(fert) dimağına ve kalbine her dem sosyal yapının bir parçası olduğunu İşler.
i) Bilimsel
verilere kapı açarak insanı ciddi araştırmalara iter.
İ) Tek
kelimeyle, insanca yaşamanın yol ve yöntemini hayat kanunlarına uygun biçimde
düzenler.
Bunun için Kur'ân :
«Kim, İslâm'dan başka bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul
edilmiyecektir..» âyetiyle ilâhî uyarıyı hatırlatır.
Evet; İslâm demek,
insan hayatı demektir; İslâm demek, kâinat düzeni demektir. İnsan ruhu ve
varlık alemiyle uyum halinde olan İslâm dini bu bakımdan en son en mükemmel din
olmaya lâyık görülmüştür.
Bütün hak dinler bu
temel üzerine kurulmuş, ancak yükselip gelişmesi, milletlerin gelişmesine göre
olmuştur. Dünya henüz tamamen keş-fedilmediği devirlerde, her millet yada
kabileye bir peygamber gönderilmiştir. Kıtaların keşfine, haberleşmenin
sağlanmasına yakın bir çağda gelen İslâm artık bir millete değil, bütün milletlere
ve her çağa hitap etme kudretiyle düzenlenmiştir. Bunun için İslâm her çağın
dinidir, diyoruz. [327]
«İnandıktan sonra inkâra sapan bir milleti
Allah nasıl doğru yola eriştirir?»
Bir olan Allah'a
inanmak ne kadar sağlam aklın, iyi düşünebilen kafanın; eseri görüp müessiri,
sanatı görüp sanatkârı anlayabilen kalbin ürünü ve müsbet sonucu ise,
inandıkalansonra O'nu inkâr etmek de o nis-bette işler olmayan aklın,
düşünemiyen kafanın ve körelip anlayamıyan kalbin ürünüdür.
Gelişen ilim ve
tekniğin başdöndürücü cazibesine kapılıp ilim ve tekniğe kapı açan, imkân
veren kanunların nereye bağlı bulunduğunu ve kim tarafından idare edilip
sergilendiğini düşünmemek, kendi kendini inkâr etmek kadar şaşırtıcı değil
midir? Meselâ bir GEN harikasını keşfedip ataların bütün kusur ve
yeteneklerini içinde taşıyarak nesilden nesile aktaran bu mikroptan çok daha
küçük varlığın çok yüce bir kudret eliyle imal edildiğini düşünememek kalb
körlüğünün sonucu değil midir? Milyarlarca eşyayı ismiyle, rengiyle ve
biçimiyle kendinde toplayıp bir sinema şeridi gibi, istediği zaman düşünüp
gözönüne getirebilen insan dimağını, bu bir benzeri olmayan bilgisayarı kim
imal etmiştir? Herhalde gözü, kulağı, dili ve dimağı olmayan şu gördüğümüz
dağiar, denizler ve ağaçlar değil, o dimağdan çok daha kudretli, yetenekli bir
elin ve o elin kurduğu çok üstün anlamda bir sistemin rol oynaması gerekmiyor
mu?
İşte tekniğin gözalıcı
buluşlarına hayran kalıp herşeyi insan zekâsına ve kör-sağır tabiata iroa' edip
meselenin içinden çıkıvermek belki kolay bir yoldur. Ama hiçbir zaman
inandırıcı ve müsbet sonuca götürücü değildir. Milletlerin tarihinde birtakım
zikzaklar meydana gelir, nice millî felâketlerle karşılaşır, ama sonunda tek
tutamakları, Allah kalır; İlmin ve tekniğin sonuç vermediğini görünce Allah'a
olan inançları bir kat daha artmış olur. Fırtına dinip sakin bir hava
başlayınca Allah'tan yavaş yavaş uzaklaşma gafletine düşülür. Maddî refah kısa
zamanda onların maddeciliğin çukuruna iter de bir de bakarsın, inkâr ve inat
havası esmeye başlamıştır.
İslâm ülkelerinin çoğu
birkaç kez bu fırtınaları görüp geçirdi. Sonra geri kalmışlığın kendi
bilgisizliğinde değil, dininde arayarak başka milletlerin kültürüne kapı açıp
kurtuluşu onda aradı. Ama bulamadı. Midyat'taki pirince giderken evdeki
bulgurundan oldu.
O yüzden İslâm
ülkeleri kendi asıl değerlerini bir tarafa itme bedbahtlığına uğradılar.
Sonunda yozdular, doğu ile bati arasında sallantıda kaldılar; öyle ki çoğu ne
doğulu, ne de batılıdır.
Bu, bir bakıma
Yaratana baş kaldırmak, Onun gösterdiğinden daha iyi ve olumlu bir hayat
düzeyine erişmeyi denemekti. Ne var ki bu deneme onlara çok pahalıya maloldu.
Böylesine bir sapma ruhla beden, dünya ile âhiret arasında büyük bir
dengesizlik meydana getirdi. Gerçi dinden kopuk bir ilim ve teknik önümüzü
kısmen aydınlattı, midemizi doyurdu, kafamızdan kısmen olsun siyah bulutları
sıyırdı, fakat ruhumuzu ihmal etmemize, manevî bağlarımızı koparmamıza neden
oldu. Ruh aradığı gıdayı bulamayınca paslanmaya yüztuttu; daha doğrusu Batı
Kültürüyle okside oldu.
Bunun sonucu belli:
Mide ve uçkur; lüks ve konfor; para ve sınırsız hürriyet... İç yapıdaki
boşluktan doğan tatminsizliği de buna ilâve edersek kuşaklan hayat kanununun
dışına nasıl itip çıkardığımızı ve onları inkâr hastalığına nasıl kurban
verdiğimizi belki anlayabiliriz.
İşte bugün İslâm
âleminde de gençliğin tuğyan etmesinin, eline silah alıp birkaç ateistin
uydurma felsefesine kendini adadığının ve bir hiç uğruna ortalığı kasıp
kavurduğunun nedenleri budur! Maddî refah hiçbir milleti tatmin etmemiştir, İş
onunla bitmiyor. İnsanoğlunun aradığı daha büyük amaçlar ve kaynaklar vardır.
Millî gelirin çok yüksek oranda gerçekleştiği ülkelerde de bu tuğyanın
alabildiğine başkaldırdığını, dörtnala gittiğini biliyoruz. Çok medenî geçinen
ülkelerdeki intihar olayları, uyuşturucu madde kurbanları gün geçtikçe
artmaktadır. Neden toplum huzursuzdur? Neden gençlik itaatsizdir? Ev var, para
var, araba var, her türlü ni'met mevcut; bütün bu üzücü olaylar neden?
Bütün bu soruların
cevabını Kur'ân en anlamlı ve duyarlı biçimde vermektedir: «İnkâra sapan
(manevî boşluk içinde şaşkinlaşan) bir milleti Allah nasıl doğru yola
eriştirir? Allah zâlimleri (hem kendilerine, hem çocuklarına yazık eden ve
yaratanına başkaldırıp maddeyi tanrı edinenleri) doğru yola çevirip başarılı
kılmaz.» Ancak dönüş yapıp tevbe edenler müstesna... Geriye kalanlar
oluşturdukları lanet azabını dünyada da, âhirette de tadacaklardır. Bu, bir
kanundur ki değişmez. Her toplum kendi cennet veya cehennemini yine kendisi
hazırlar. [328]
a) Âyette önce Allah'a imândan söz ediliyor.
Çünkü bu asıldır. İkinci mertebede. Peygamber Muhammed'e (A.S.) indirilen
Kur'ân'a imân belirtiliyor. Çünkü Hazreti Peygambere (A.S.) ve Kur'ân'a imân,
diğer bütün peygamberlere ve Semavî Kitaplara da imânı içine almaktadır. Kur'ân
hem gelip geçen peygamberleri, hem indirilen kitapları tasdîk eder.
b) Es bat,
sibt'in çoğuludur. Yakup Peygamberin on iki oğlu ve onların oluşturduğu
on iki kabileyi anlatır.
c) Peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara
imân etmek, o kitaplarla amel etmeyi gerektirmez. Bunun anlamı, onların da
Allah tarafından peygamber gönderildiklerine ve kendi devirlerindeki kavim ve
milletlere doğru yolu göstermek, Allah ile kullan arasındaki engelleri
kaldırmak üzere indirilen kitapların hak olduğuna ve sonra sözü edilen
kitapların taşıdığı şeriatlerin yürürlükten kaldırıldıklarına inanmaktır.
d) Hüsran :
Ana sermayenin elden gitmesi anlamında daha çok kullanılır. Burada,
yaratılıştan insanda mevcut olan Allah'a teslimiyet duygu ve düşüncesinin bazı
nedenlerle yok olması anlamına gelmektedir. [329]
Geçen âyetlerle Kitap
Ehli'nden çoğunun son peygamberi sabırsızlıkla beklediklerine ve için için ona
inandıklarına işaret edildi. Ama son peygamber gönderilince bu kez Kitap
Ehli'nin inkâra sapıp Tevrat ve İncil'in verdiği haberi bile yanlış
yorumlamaya yeltendikleri, bu nedenle inkârlarını artırdıkları dolaylı yoldan
anlatıldı. Bunun aksine Hazreti Mu-hammed'in (A.S.) aldığı emir ve verdiği
kesin söz üzerine kendinden önceki bütün peygamberleri tasdîk ettiğine
değinildi, İslâm'ın kardeşlik ve barış dini olduğu açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
inandıktan sonra inkâra sapanların ve bu inkârlarını her geçen gün biraz
artıranların dünya ve âhiretteki durumlarının ne olacağı açıklanıyor. Bu konuda
da Müslümanların o gibiler hakkında nasıl bir itikada sahip olmaları
gerektiğine işaret ediliyor. [330]
90— Şüphesiz ki, imân ettikten sonra inkâra sapıp
sonra da inkârını artıran kimselerin tevbeleri (ümitsizlik ve ölüm ânında)
kabul edilmiye-cektir. İşte sapıklar bunlardır.
91— Şüphesiz ki, inkâra sapıp kâfir olarak
ölenler -kurtuluş fidyesi olarak- dünya dolusu altın verseler hiç birinden
mümkün değil kabul edil-miyecektir. Bunlar için çok acıklı bir azâb vardır ve
yardımcıları da yoktur.
El-Hasen ve Katade'nin
tesbitine göre: Yahudiler İsâ Peygamberi ve İncil'i inkâr ettiler, sonra da
Hazreti Muhammed {A.S.) gönderilince bu kez İnkârlarını Ona yöneltip artırdılar.
Yukarıdaki âyetler onların bu inkârlarına karşılık inmiştir. [331]
Ebû Âliye'ye göre:
Önce Tevrat ve İncil'in, geleceğini haber verdiği ve bazı sıfatlarını anlattığı
son peygambere inanan Yahudi ve Hıristiyanlar, Hazreti Muhammed (A.S.)
peygamber olarak gönderilince rotayı değiştirip Onu inkâr etmeğe başladılar ve
gün geçtikçe inkârlarını artırdılar. Bu nedenle yukarıdaki âyetler indi. [332]
İbn Abbas'a (R.A.)
göre: Araplardan çok câhil bir kavim imân ettikten sonra inkâra saptı; tekrar
imân edip sonra yine inkâra saptı. Durumları Resûlüilah (A.S.) Efendimize
arzedüince, yukarıdaki âyetler indi. [333]
Diğer bir rivayete
göre: Mekkeli 11 kişilik bir topluluk imân ettikten sonra küfre sapmışlardı.
Onlardan Süveyd oğlu Hars tekrar İslâm'a girerek imânını yenilemiş, diğerleri,
Muhammed'in sonu ne olacak diye beklemeye koyulmuşlardı. Derken hepsi de küfür
üzere öldüler. Yukarıdaki âyet bu nedenle inmiştir. [334]
«Şüphesiz ki Allah
kulunun tevbesini, can boğazına gelmeden öncesine kadar kabul eder.»
«Kıyamet günü olunca
küfür üzere ölen adam getirilerek kendisine sorulur: «Yeryüzü dolusu altının
olsaydı, kurtulmak İçin onu verir miydin?» O da : «Evet, verirdim» deyince,
kendisine : «Senden bundan daha kolay şeyler istendi, ama sen hep (Hakkı)
yalanlayıp durdun.» [335]
«Şüphesiz ki, inkâra sapıp ölenler......»
İnkâr üzere ölenlerin
kıyamet günü göstereceği pişmanlığın ve Hakk'a yönelip tevbe etmesinin hiçbir
değeri ve anlamı yoktur. Çünkü Allah'ın kudreti bütün hakikatıyla ortaya çıkıp
kutsal kitapların va'dettiği âhiret âlemi gerçekleşince, inanmanın artık ölçü
ve değeri kalmaz. Böyle bir imân, olgun bir aklın, sağlam düşüncenin ve gelişik
bir vicdanın ürünü değildir. İmânın gerçek ölçü ve anlamı, dünyada zıdlar âleminde
içimizde ve dışımızda çetin mücadeleler verirken, aklın, sağduyunun, sıhhatli
düşüncenin hakikati anlayıp kavraması ve samimiyetle inanmastdır.
Neden inkâr üzere
ölenlerin tevbesi kabul edilmiyecektir? Bunun cevabı açıktır: Varlık âlemi
ilâhî kudreti ve bu kudretin ortaya koyduğu sanatı yansıtan bir bütündür.
İnsan ise bu bütünün bir parçasıdır. Varlık alemindeki diğer bütün parçalar
Yaratana teslimiyet gösterip baş eğerken insanın inkâra sapması buna ters
düşmüyor mu? Onun bütünden ayrılması ve aksi bir yol tutması, bütünde yer alan
tüm parçaların hakkına saygısızlık ve haksızlık sayılmaz mı? Bunun cezası
elbetteki çok ağır olacaktır. Meyva veren büyük bir ağacın bütün dalları
yemyeşil ve meyve dolu iken bir dalın kuruyup verimsiz hale gelmesi, diğer
dalların güzelliğine vo verimliliğine olumsuz yönde te'sir ettiğinden kesilip
yakılması gerekmiyor mu?
Maddeyi mânaya, mideyi
ruha, nefsi imâna karşı üstün tutmanın nasıl bir ölçüsüzlük meydana
getirdiğinin farkında mıyız? Bu yolda olanın ömrü tükenirken elde ettiği
sonucun değer ölçüsü var mıdır?
İnsanı İnsan yapan
onun ruhu, aklı, zekâsı, imân ve irfanıdır. Bunları çekip aldığınızda geriye
et, kan ve kemikten başka ne kalır? İnkarcıya göre 60-70 yıllık bir mücadele
sonunda toprağa karışıp yok olan bir beden için bu kadar didinmeğe, çırpınıp
gözyaşı dökmeğe gerek var mıdır? Mademki sonu bir hiçtir, servet toplamanın
mânası nedir? Neden ve niçin bunun kavgası yapılır?
İste bütün bunları
düşündüğümüzde, Kur'ân karşımıza çıkıp sesleniyor : Ey gafiller! sizin bir de
ebediyete uzanan ruhunuzun imâna ihtiyacı var..Kıyamet pazarında ne malın, ne
midenin, ne de nefsin hiçbir değeri yoktur. Asıl değeri elden kaçıran insan o
gün ilâhî rahmet sarayına ayak basabilmek için dünya dolusu altını olsa vermek
ister. Bu ne demektir? İmân öyle bir kıymettir kî dünya dolusu altın ona paha
olamıyor.
Kur'ân bu hakikati
bütün çıplaklığıyla insan aklına ve kalbine seslenerek şöyle açıklamaktadır:
«Şüphesiz ki, inkâra sapıp kâfir olarak ölenler -kurtuluş fidyesi olarak-
dünya dolusu altın verseler hiç birinden mümkün değil kabul edilmiyecektir.» [336]
Özellikle genç kuşağın
kafasını meşgul eden ve nedenini bir türlü anlayamadığı bir konu var: Allah'a
ve âhiret gününe inanmıyan ve fakat yaptıkları bilimsel araştırmalarla, ortaya
koydukları keşif ve İcadlarla insanlığa büyük hizmetler veren kişilerin
kıyamet günü durumları ne olacak?
Gerçi Bakara sûresinde
buna değinmiş ve aydınlatıcı bazı bilgiler vermiştik; ama yeri gelmişken
tekrar konuya dönüp az farklı açıdan ele almamızda yarar var. Çünkü her âyetin
bulunduğu sûre itibariyle ayrı bir anlamı ve amacı bulunduğunu unutmamalıyız.
Aksi halde Kur'ân'da bazı tekrarların bulunduğu iddiası ortaya çıkar ki bunu
cevaplandırmak zor olur.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu
konudaki âyetleri gayet açık ve anlamlıdır.
Konuyu dış görünümüyle
ele alırsak cidden büyük ve o nisbette değerli hizmetler verildiğinde şüphe
yoktur. Fakat insanlığa hizmet edenler-yalnız kâşifler ve mucitler midir? Her
canlının yaratıldığı maksada, bağlı bulunduğu şartlara ve tabiî kanunlara göre
-ki bunlar ilâhî sünnetlerdir-hizmeti vardır. Bütün hizmetler çeşitleriyle
biraraya gelince dünya hayatı asıl ölçü ve amacını bulmuş oluyor. Ne var ki,
bir hizmet var, kapalıdır görünmez ya da bilinmez; bir hizmet de var ki
ortadadır, göz ve gönül doldurucudur. İnsan yaratılışı ve psikolojik yapısı
gereği daha çok duyularına hitap edeni görüp anlar ve hayranlık duyar.
Önce çevremizi süsleyerek uçuşan böcekleri düşünelim :
Eğer onlar olmasaydı tabiatı bu kadar renkli ve gönül çekici bulamıyacaktık;
çiçek tozlarını başka yerlere taşımaları, hem aşılamayı sağlıyor; hem tabiatın
güzelliğini yaygınlaştırıyor. İlk bakışta böceklerin bu hizmeti pek basit gibi
görünürse de hakikatte bitki türleri arasında insanlıktan yana çok yararlı bir
denge sağladığı muhakkaktır. Bir de insanın dış âlemini değil, iç âlemini
aydınlatan, ruha gıda verip onu en mükemmel ölçüde gıdalandı-ran peygamberleri,
büyük mürşitleri, olgun bilginleri düşünelim: İç karanlığına gömülü bir
insanın dış âlemi aydınlık da olsa ne değeri var? Hayat onun için bir işkence,
ni'met onun için bir zehir, gelecek onun için mutlak bir yokluk değil midir?
Arna unutmayalım ki
her hizmet kendi ölçüsüne ve sağladığı yarar oranına göre muhteremdir ve
değerlidir. Fakat hepsi de nisbî ve izafîdir. Meseleyi sadece bu açıdan
düşündüğümüzde Allah'a ve peygambere, âhiret ve hesaba inanmayan kâşif ve
mucitlerin hizmetleri yararlıdır; ama bu hizmet ve taşıdığı kıymetleri varlık
âleminde mutlak hükümran olan, her olayı bir illete bağlıyan; insanlar
yararlansınlar diye birçok hakikat ve hikmetleri insan akimin çözebileceği
nitelikte varlık âlemine belli kanunlarla yerleştiren Allah'ın yüce kudretine
göre düşünecek olursak, hizmet eden her canlı ve cansız Yaratanına teslimiyet
gösterip baş eğerken bazı kâşif ve mucitlerin inkâr içinde olduğunu görüyoruz.
Elde ettiği malzemenin hepsi iîâhî sünnetle hazırlanıp sergilenmiş ve bu
malzeme üstündeki hikmet, perdesinin kaldırılması insan aklınd terkedilmiştin Ö
halde ortada iki öğe var. Malzeme ve akıl. Bunlardan biri olmasaydı diğeri
kapalı kalırdı. Ama her iki öğeyi de -bileşiklerde olduğu gibi- belli ölçülerde
yaratan Allah'tır.
O halde hem O'nun
malzemesini ve ilgili bulunduğu kanunu, hem verdiği aklı kullanıp hikmet
perdesini kaldıralım, hem de O'nu inkâr edelim; bunda insaf ölçüsü var mıdır?
Eseri kabul et, müessiri İnkâr et; sanatın inceliğini ve üstünlüğünü anlayıp
takdir et, sanatkârının mevcudiyetini kabul etme; bu tarz bir anlayışın
sağduyu terazisindeki yeri nedir? Elektriği icad edeni takdir edip öv; dünyanı
aydınlatanı, güneş ile insanlığa ışık ve enerji vereni tanıma; takdir bunun
neresinde?
İşte Kur'ân birkaç
âyetle konuyu vicdanlarımızın önüne sergiliyerek bizi çok derinden düşünmeye ve
hakikati anlamaya çağırıyor:
«Şüphesiz ki, İnkâra
sapıp kâfir olarak ölenler -kurtuluş fidyesi olarak- dünya dolusu altın
verseler hiç birinden mümkün değil kabul edilmi-yecektir.»
«Kâfir olarak
ölenlerin tevbesi (kabul edilir) değildir.» [337]
«Artık bugün ne
sizden, ne de küfre sapanlardan fidye (kurtuluş akçesi) alınmaz. Varıp
kalacağınız yer Cehennem'dir, Sizin dostunuz, sahip çıkanınız ateştir. Ne kötü
varış yeridir orası!» [338]
Konuyu Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin şu hadîsleriyle noktalıyalim :
Misafir severliği,
çevresine olan yakınlığı ve iyiliğiyle, fakirleri, kimsesizleri korumasıyla ün
yapan, fakat bütün bir ömrünü küfür İçinde harcayan Cüd'an oğlu ABDULLAH
öldüğünde, durumu Peygamber (A.S.) Efendimize soruldu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Abdullah'ın bunca
iyiliklerinin kendisine bir yararı olacak mı?
Efendimiz cevap verdi:
— Hayır, çünkü bir gün olsun (Allah'ı bilip) Ya
Rab! beni bağışla, demedi. [339]
Abdullah ve benzeri
kişiler mükâfatlarını dünyada alırlar. İnsanların onları övmesi, isimlerinin
yaptıkları hayır kurumlarının kapılarına yazılması, hizmetin karşılığıdır.
Zaten onların da beklediği sadece budur, yani İnsanların övgüsü ve isimlerinin
kendilerinden sonra anılması.. İnanmadığı, kabul etmediği ikinci hayatı ve
saadeti ona lâyık görmeye ne hakkımız ve yetkimiz vardır? [340]
Bundan önceki
âyetlerle, dinden çıkanların tevbesinin kabul edileceği açıklanırken bu âyette,
küfredip inkârlarını artıranların tevbesinin kabul edilmiyeceği açıklanıyor.
Dış görünüşü itibariyle iki âyet arasında bir çelişki olduğu sanılıyorsa da
gerçekte öyle değildir. Çünkü Kur'ân ve hadîslerde şartlarına uygun yapılacak
tevbenin herhalde kabul edileceği açıklanmıştır.
Bu nedenle
tefsircilerimiz âyetin yorumunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır:
a) El-Hdsen,
Katade ve Atâ'a göre, «ancak ölüm
geldiği ân tevbe eden inkarcıların tevbesi kabul olunmaz.»
Nitekim diğer bir
âyetle şöyle açıklanmıştır: «Yoksa kötülük (günah ve vebal)leri İşleyip (devam
ederken) kendisine ölüm gelince, «Ben şimdi tevbe ettim» diyenlerin ve bir de
kâfir olarak ölenlerin tevbesi (kabul edilir) değildir.» [341]
b) İnkârdan sonra dilleriyle tevbe edip
kalblerinde doğruluk ve thlâs bulunmayanların tevbesi makbul değildir.
c) Kaffal ve İbn Enbariy'e göre : Allah,
inandıktan sonra inkâra sapanların lanetleneceğini açıkladıktan ve ancak tevbe
edenlerin müstesna kalacağını belirttikten sonra bu âyetle ikinci kez inkâra
sapanların artık birinci tevbesinin bir değer taşımadığını ve sanki hiç tevbe
etmemiş olduklarını hatırlatıyor.
d) Keşşafa göre : Tevbelerinin kabul edilmeyişi,
küfür üzere öldükleri takdirdedir.
e) Küfürlerini artırdıktan sonra artan kısımdan
pişmanlık duyup tevbe edenlerin tevbesi makbul değildir, diyenler de olmuştur.
[342]
Burada (a) ve (d)
maddeleri daha uygun kabul edilmiştir. [343]
Geçen âyetlerle
Yahudilerin hem dünya saltanatını gaye edindiklerine, hem kendilerinin
Allah'ın en yakınları olduğu iddiasında bulunduklarına İşaret edildi.
Aşağıdaki âyetle gerçek iyiliğin ve Allah'a yakınlığın, yine Allah yolunda
sevilen mallardan harcamak olduğu belirtiliyor ve böylece Yahudilerin sözü
edilen iddialarının gerçek olmadığı hatırlatılıyor.
Ayrıca iyilik
doğrultusunda hayrın en güzelini yapmanın birr olduğu ve bunun da ancak dünyada
gerçekleşebileceği belirtiliyor. Âhirette İse dünya dolusu altının bir şey
ifade etmiyeceğine dikkatler çekiliyor. Yahudilerin tutumunun bunun aksine bir
anlam taşıdığı kapalı biçimde anlatılmak isteniyor. [344]
92—
Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda, O'nun rızası uğrunda) har-camadıkça,
gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz. Her ne harcarsanız, herhalde Allah onu
bilir.
«Muhakkak ki doğruluk
gerçek iyiliğe götürür. Gerçek iyilik ise Cennete eriştirir. Adam doğru
söyleye söyleye Allah katında doğru kişi olarak yazılır. Şüphesiz ki yalan
haktan sapıp ayrılmaya götürür. Haktan sapmak ise ateşe iletir. Adam yalan
söyleye söyleye Allah katında yalancı yazılır.» [345]
Ashabdan Sem'an oğlu
Nevas (R.A.) diyor ki : Resûlüllah (A.S.) Efendimizden gerçek iyilik ve bir de
günahtan sordum. Buyurdu ki:
«Gerçek iyilik, güzel
ahlâktır; günah ise göğsün (vicdanın) gıcık duy-masıdır ve insanların o şeyi
öğrenmesini hoş karşılamadığın şeydir.» [346]
Bir adam Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek sordu :
— Hangi sadaka daha
üstündür?
Resûlüllah (A.S.) ona:
— «Sıhhatli, mala
karşı istekli, fakirlikten korkup zenginliği umduğun halde can boğaza gelip şu
kadarı falana, şu kadarı filâna diyeceğin vakte kadar geciktirmeyip verdiğin
sadaka daha üstündür. Can boğaza gelip şu kadar fa!ânın, şu kadar filânın
olsun, desen de demesen de onların olacaktır.»
diye cevap verdi. [347]
«Sevdiğiniz şeylerden
harcamadıkça, gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz.»
İslâm, gerçek İmânı;
imân da Allah sevgisini gerektirir. İmansız İslâm olmayacağı gibi, sevgisiz de
imân olmaz. Ama bunun ölçüsü nedir? Kur'ân sık sık konuya dikkatleri çeker,
İslâm olmanın kıstasını verirken, hakiki imânın da ölçüsünü belirleyip ortaya
koyar. Evet, bu ölçü, Allah yolunda seve seve
birr = gerçek iyilikte
bulunmaktır.
Diyebiliriz ki, Kur'ân
burada bir bakıma TAHKİKÎ İMÂN ile TAKLÎDÎ İMÂN'ı birbirinden ayırmakta ve
insanların bunu dış görünümüyle anlayabileceği bir sınır koymaktadır. Sonra da
Kur'ân bu beyanıyla materyalizme ağır bir şamar indirmektedir. Çünkü hayatla
ölümün durmadan birbirine dönüştüğünü iddia eden ve: «Her şey daima kendi
zıddına dönüşür,» formülünü yol gösterici bir kanun olarak kabul edenler
vardır. Materyalist felsefeye bağlı kalanlara göre önümüzde umut veren hiçbir
ışık yoktur. Ölen bir bedenin bir daha dirilmesi söz konusu değildir. Ancak elemanları
değişir, gübre olur, toprağı verimli kılar ve başka canlıların meydana
gelmesini sağlar, hepsi bu kadar.
Hayat ve ölümü bu
kadar basit, gayr-i ilmî ve gayr-i dinî ölçülere irca edip her şeyin
tesadüflerin zamanla oluşturduğuna inanarak insanı sadece bir makina ve
öldükten sonra bir gübre yığını kabul edenler İçin gerçek İmân, Allah'a
bağlılık, O'nun yolunda harcamak, insanlıktan yana gönül hoşnudluğuyia hizmet
etmek anlamsız ve amaçsızdır. Hayat bir ekmek, diğer bir deyimle boğaz
kavgasından başkası değildir. O halde bu kavgayı başka bir kavgayla durdurmak
gerek. Öze! mülkiyete son verip her şeyi devletleştirerek insanları hakiki
hürriyetten uzak birer ırgat olarak boğaz tokluğuna çalıştırmak tek çıkar
yoldur. Bunun ismi de proleterya düzenidir. Çünkü ölümden sonra tekrar
dirilmek, hesap vermek diye bir şey yoktur. Her şey insan için mubahtır. İşte
anarşizmin ve bir sürü felâketin kaynağı budur, bu felsefedir.
İslâm ise insanı bu
kadar hakir gören ve hayvanî bir hayattan başka ona bir ölçü ve anlam
tanımıyan, yakıştırmıyan materyalistlerin gelişen biyolojiye, sağlam ve
sıhhatli akla, sağlıklı vicdana ve peygamberlerin getirdiği binlerce hakikate
ters düşen iddialarını variık alemindeki mutlak düzenle kökünden yıkmaktadır.
Kur'ân insan unsurunu sadece maddî yapısıyla değil, ruhuyla ve ruhun ortaya
koyduğu hafıza, akıl, zekâ gibi ilâhî kudreti yansıtan yetenekleriyle ele
alır. Kör ve sağır, aynı zamanda sözü edilen ruhtan ve yeteneklerden mahrum
maddenin böylesine mükemmel bir varlığı yaratmasının mümkün olmadığını
kalblere ve kafalara işler.
Onların diğer bir
iddiasına göre, madde düşünceyi doğuruyor. Peki yok olan bir şeyi doğurmak
mümkün olmadığına göre, düşüncenin varlığını kabul etmek zorundayız. Madde bir
an kabul edelim ki, mevcut olan düşüncenin kapısını aralıyor. Ama onu ilk
meydana getiren kudret nedir? Neden bu düşünce insanda var da başka maddelerde
yoktur? Eğer madde mutlak surette düşünceyi doğuruyorsa, varlık âlemi
düşüncelerin kaynaştığı yer olmalı ve her varlığın en az İnsan kadar düşünmesi
gerektiğini söylemeliyiz.
Hiç okumamış, ilâhî
vahye ermemiş dağdaki bir çobanın atomu bulup İmal etmesi, füzeler icad edip
fırlatması ne kadar mantıksız ve gülünç ise, maddecilerin madde iie insan
arasındaki kurmaya çalıştıkları ilgi de o nisbette mantıksız ve gülünçtür.
Acaba madde hiç
durmadan mu'cizeler mi yaratıyor? Böyle bir güç varsa maddede, herhalde
yarattığı mu'cizelerin çok üstünde bir güce, yeteneğe, akıl ve irâdeye sahip
olması gerekir.
Madde mu'cize
yaratamıyorsa -ki yaratması mümkün değildir- insan denilen ve her organı çok
ince bir plâna ve üstün bir kanuna göre düzenlenen, üstelik hafıza, akıl ve
benzeri yeteneklerle donatılan varlık kendiliğinden nasıl oluşup bu kadar
mükemmel ölçüde ortaya çıkabilmiştir? Darvvin'in çürütülüp yıkılan yutturmacası
mı bunu cevaplandırarak açıklar? Ne garip şey!
Kur'ân insanı,
bedeniyle, ruhuyla ve bütün yetenekleriyle ele alıp onun asıl mahiyetini belirler.
Başlanılan bir hayatın herhalde devam edeceğini, ancak şartları dünyadaki
şartlardan ayrı olan âhiret hayatına adım atarken -tıpkı buğdayın
yeşerebilmesi için toprağa atıldığı gibi- ora şartlarına uygun bir bedene sahip
olabilmesinin ve ölüp toprağa girmesinin gereğini haber verir. Bununla hem
hakikatin penceresini açar, hem insana bü-
yük bir ümit vererek
yaşama sevgi ve gücünü enjekte eder. Sonra da İnsanın Allah ile olan
ilişkilerinin ölçü ve anlamını sergiler. Allah sevgisinin yüksek bir gaye olduğunu,
imânın böylesine feyizli bir sevginin ürünü bulunduğunu haber verir.
İşte insanı insan
yapan bu inanç ve bu sevgidir. İnsanlıktan yana gönül rızasıyla hizmete insanı
iten güç te budur. Buna TAHKİKİ İMÂN denir. Bu düzeye gelen müminin kalbi Allah
sevgisiyle dolup taşar. İnsanları sevmek onun için ayrı bir zevk, insanlıktan
yana hizmet onun İçin bir başka amaçtır. Topluma huzur verir. Sosyal yapıyı
dengeli biçimde ayakta tutmaya yardımcı ve destek olur.
Özlenen insan bu değil
midir? [348]
1. Medine'de
Mescid-i Saadetin önünde BÎRAHA (Beyraha şeklinde rivayet edenler de olmuştur)
adında güzel bir bahçesi ve içinde tatlı suyu bulunan Ebû Talha (R.A.) bu âyet
inince kalkıp Resûlüllah (A.S.) Efendimize geldi ve:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Allah «Sevdiğiniz
şeylerden harcamadık-ça gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz.» buyuruyor. Bana
en sevgili malım BÎRAHA adındaki bahçemdir; onu Allah yolunda sadaka ediyor ve
karşılığını sadece Rabbimden umuyorum, dedi.
Resûlüllah (A.S.)
memnun kaldı ve:
— Oh!. Oh!, kârlı bir amel. Onu yakın
akrabandan ihtiyaç sahiplerine vermeni uygun görüyorum, buyurdu.
Bunun üzerine Ebû
Talha adı geçen bahçeyi gönül hoşnutluğu içinde akrabasına bağışladı. [349]
2. Irak dolaylarında Sa'd bin Ebî Vakkâs (R.A.)
kumandası altında savaşan İslâm Ordusunda yeralan Ebû Musa El-Aş'arî, bu arada tavsiye üzerine
Hz. Ömer için çok güzel bir câriye satın almıştı. Cariye Medine'ye
getirildiğinde Ömer (R.A.) onu çok beğendi ve hemen yukarıdaki âyeti hatırlayıp
okuyarak onu hürriyetine kavuşturdu.[350]
3. Bu âyet indiğinde Harise oğlu Zeyd'in çok
güzel bîr atı bulunuyordu; en çok sevdiği malı bu idi. Vakit kaybetmeden
Resûlüllah'a getirip Allah yolunda sadaka edilmesini istedi. Resûlüllah (A.S.)
onun bu davranışına memnun oldu ve atı alıp Usâme'ye verdi. [351]
4. Errievî
halîfelerinden II. Ömer olarak ün yapan Ömer b. Abdülaziz bol miktarda şeker
alıp muhtaçlara dağıttırdı. Sebebi sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: «Çünkü
şekeri çok severim. Allah da sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça gerçek iyiliğe
erişemezsiniz, buyurmuştur.» [352]
Müminlerin Allah'a
bağlılığı ve belirtilen bu güzel halleri Kur'ân'da çok anlamlı bir cümleyle
şöyle açıklanmaktadır:
«Onlara verilen
şeylerden dolayı kalblerinde bir ihtiyaç duymazlar; ihtiyaçları olsa bile
onları kendilerine tercih ederler.» [353]
B i r r :
1. Cennet ve ondaki yüce ni'metler,
Gerçek iyiliğe, yani
Cennet sevabına, demektir.
2. Güzel amel, iyi iş, yararlı hizmet,
3. İbâdet ve taat,
4. Allah korkusu, kötülüklerden kaçınmak, takva,
5. Farz olan zekât,
6. Geniş hayır ve çokça iyilik gibi manalara
gelir.
Kur'ân, hadîs ve
fıkıhta bu deyim hukuk ve hıns karşılığında da kullanılmıştır. [354]
Geçen âyetle, gerçek
iyiliğe erişmenin Allah yolunda harcama olduğu belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle
helâlından kazanıp yararlı yollarda harcamanın önemine işaret ediliyor;
yiyecek maddelerinin Allah yolunda harcamada çok önemli bir yer tuttuğuna ve
bunları helâl ve haram kılma yetkişinin sadece Allah'a ait bulunduğuna
dikkatler çekiliyor. Bu arada Yahudilerin sırf İslâm'a karşı çıkmak için
Tevrat'taki helâl ve haramla ilgili belgelen yanlış aksettirdikleri
açıklanıyor.
Böylece Kur'ân hem
hakikati yansıtıyor, hem kutsal kitaplarda meydana getirilen değişiklikleri
tashih ediyor, hem de onu yanlış yorumlamak isteyen maksatlı kişileri uyarıyor. [355]
93— Tevrat indirilmeden önce İsrail (Yakub
Peygamberin kendisine haram kıldığı şeyler dışında kalan bütün yiyecekler
İsrail oğullarına helâl idi. De ki: Eğer doğrulardan iseniz haydi Tevrat'ı
getirip okuyun.
94— Bundan sonra kim Allah'a karşı yalan
uydurursa, işte zâlimler onlardır.
95— De ki: Allah doğru söylemiştir; bâtıldan
uzak, hakka tamamen
yönelik İbrahim'in
dinine uyun; O, Allah'a ortak koşanlardan değildi.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Hakka yönelik olan ve safiyetini koruyan İbrahim dinini savunur ve
Onun milleti üzere bulunduğunu söylerdi. İbrahim'e indirilen birkaç sahifede
yer alan hükümler, İslâm'ın genel kurallarıyla uyum halinde bulunuyordu.
Resûlüllah'in ona hayranlık duymasının nedenlerinden biri de işte budur.
Yahudiler bu konuda da Peygam-ber'e karşı çıktılar ve : «Sen İbrahim'in milleti
üzere olamazsın, çünkü deve eti ve sütü yiyorsun!» dediler. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz de aldığı vahiy üzerine: «Hayır, bunların hepsi İbrahim'e helâl idi.
Biz de helâl kabul ediyoruz» diye cevap verdi. Yahudiler tekrar itirazda
bulunarak: «Haram kıldığımız her şey Nuh ve İbrahim'e de haram idi. Bu ayni
ölçüde bize kadar sürüp gelmiştir.» dediler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler
indi.[356]
Tirmizî ve Ahmed bin
Hanbel'in tesbitine göre : Yahudiler, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek
dediler ki:
— İsrail (Yakub) peygamberin kendine neleri
haram kıldığını bize haber verebilir misin?
Efendimiz (A.S.)
onlara :
— Yakub Peygamber bir bacağında şiddetli damar ağrısı (romatizma veya damar tıkanıklığı gibi bir
rahatsızlık) hissediyor ve bu yüzden geceleri uyuyamıyordu. Bir ara, «Eğer
Allah beni bu ağrıdan kurtarırsa en çok sevdiğim yiyecek maddesini bir daha
yemiyeceğim», diyerek adamıştı. Ağrısı kesilince o da en çok sevdiği deve
etiyle sütünü terkedip bir daha yemedi.
Yahudiler bu cevaba
pek itirazda bulunamadılar.
Bundan da anlaşılıyor
ki, Tevrat inmeden önce Yakub Peygamberin kendisine bazı şeyleri haram
kıldığını iki taraf da kabul etmektedir. Ama diğer bütün yiyecekler
İsrâiloğullan'na helâldi. Az ileride Tevrat'ta bu konuyla ilgili belgeleri
naklederek gereken açıklamayı yapacağız.
Bunun için Kur'ân'da,
«Eğer doğrulardan iseniz haydi Tevrat'ı getirîp okuyun», denilerek Yahudiler
iddialarına karşılık isbata çağrılıyor.
İsrâiloğulları
sonraları maddî üstünlük sağlamak için birçok haksızlıklara başvurdular,
Tevrat'ın hükümlerini bir tarafa itip kendilerine göre dinî bir anlayış içine
girdiler. Allah onlara dünyada hem bir ceza, hem de bir deneme olsun diye daha
önce helâl sayılan birçok şeyleri haram kıldı. İki ayrı âyette bu husus şöyle
açıklanmıştır:
«Yahudilerden
(çoğunun) zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alıkoymaları, men'edildikleri
halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri
sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara
haram kıldık.»[357]
«Yahudi (dininden)
olanlara da (Tevrat'ta) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık. Sığır ve
koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında veya kemiğe karışık bulunan
yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık. Bu, aşırı gidip ilâhî sınırları
aşmalarından, insan haklarına el uzatmalarından dolayı onlara verdiğimiz bir
cezadır.» [358]
Nisa ve En'âm
sûrelerinde haram kılınan şeylerin nedenleri, hikmet ve esrarı üzerinde
durulmuş ve konuya geniş yer verilmiştir. [359]
Yurtlarından çıkarılıp
çölde perişan olan insanların hayvan içyağla-rını yemelerinin ne gibi
sakıncalar doğuracağını ilgili bölümde anlatacağız.
Burada Yakub
Peygamberin bir bacağında ya damar tıkanıklığı, ya da romatizma ve benzen bir
nedenden dolayı uykusunu kaçıracak kadar acı ve ıstırap duyduğu üzerinde yorum
ve açıklamalarda bulunan müfessir Sa'lebî, kendi tefsirinde büyük sahabi Enes
bin Mâlik'in (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sözü edilen ağrı ve sızının
teskini ya da tedavisi konusunda şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
«Orta büyüklükte bir
Arap koyununun kuyruğu alınır; küçük parçalar şeklinde kıyılır ve eritilerek
yağı çıkarılır. Sonra üçe taksim edilir; her gün aç karnına üçte biri yenilir.»
Enes (R.A.) diyor ki :
«En az yüz kişiye tavsiyede bulundum, hepsi de Allah'ın izniyle şifâ buldular.»
[360]
Hem rivayetin sıhhati,
hem de tavsiye edilen hususun tıbbî yönü üzerinde durmak gerekir. [361]
Tevrat bazı
değişikliklere uğramasına rağmen yine de yer yer ilâhî belgelerin ölçü ve
anlamını kendinde taşımaktadır.
Yakup Peygamberden bu
yana devenin de domuz eti gibi haram olduğu belirtilmektedir. Hayvanların iç
yağlan hakkında, hem takdimeler konusunda 8-10 kadar yerde yenilmeyip yakılması
emredilmiş, hem Le-vililer bölümünde Kur'ân'ın açıklamasına yakın bir anlamda
buna yer verilmiştir :
«Ve Rab, Musa'ya
söyleyip dedi: İsrâiloğulları'na söyleyip de: Hiç bir yağ, öküz yahut koyun,
keçi yağı yemiyeceksiniz ve kendiliğinden ölen yahut parçalanan hayvanın yağı
başka bir iş için kullanılacak; fakat onu hiç yemiyeceksiniz. Çünkü ateşle
yapılan takdime olarak Rabbe arzedil-mekte olan hayvanlardan birinin yağını kim
yerse, ondan yiyen can kavminden atılacaktır.» [362]
İhtimal çok sıcak bir
iklimde ve ilkel bir hayat seviyesinde bulunan İs-râiloğulları'nın hem
sağlığını korumak, hem onları denemeden geçirmek için bu yasak konmuştur.
Ayrıca Tevrat'ta Rab
için boğazlanan hayvanların suç takdimesi olduğuna değiniliyor. [363]
Kur'ân'da bu daha açık biçimde belirtilmektedir: «Yahudilerden (çoğunun)
zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alıkoymaları, men'edildikleri halde
faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle
(daha önce) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara haram
kıldık.» [364]
Burada Yahudilerin
inkâr ettiği, fakat Kur'ân'ın Tevrat indirilmeden önce bütün hayvanların etinin
ve yiyecek maddelerinin İsrâiloğulları'na helâl olduğunu açıklayan âyetleri ile
aşağıdaki Tevrat'ın Levililer bölümündeki belgelerin aynı noktada birleştiğini
belirtmek istiyoruz :
«Ve Rab, Musa'ya ve
Harun'a söyleyip onlara dedi: İsrâiloğulları'na söyleyip deyin : Yeryüzünde
olan bütün hayvanlardan yiyebileceğiniz hayvanlar bunlardır. Hayvanlar
arasında çatal ve yarık tırnaklı olan ve geviş getiren her hayvanı
yiyebilirsiniz. Ancak deveyi, kaya porsuğunu, tavşanı ve domuzu yiyemezsiniz.» [365]
Ayrıoa Tevrat
Levililer bölümünün 11, 12 ve 13. babiarında helâl ve haram kılınan hayvanların
ve yiyecek maddelerinin çoğu belirtilmiştir. Bütün bunlardan, daha önce sözü
edilen yiyeceklerin hepsinin helâl olduğu ve yaptıkları haksızlıklar nedeniyle
Tevrat inince bunların bir kısmının haram kılındığı anlaşılıyor.
Kur'ân özellikle bu
hususa parmak basmakta ve Yahudilere «Eğer doğrulardan iseniz haydi Tevrat'ı
getirip okuyun» diye onları isbata çağırmaktadır. [366]
İlk insan Âdem
Peygamberin şeriatında ayrı batınlardan doğan iki kardeşin evlenmesi mubah idi.
Çünkü bu zorunlu bulunuyordu; neslin üreyip çoğalmasının başka yolu ve çaresi
yoktu. Şeyh Muhyiddin Arabi'nin de dediği gibi Allah, adem suretinde anoak bir
defa tecelli eder, ikinci kez tecelli olmayacağından Havva anamız Adem'den
yaratılmıştır. Böylece neslin üreyip artması için başka teaelüler ilâhî adet ve
kanuna uymadığından kardeşlerin evlenmesine imkân verilmiştir.
İnsanlar üreyip
çoğaimoa bu hüküm kaldırılmış, ancak yakın akrabanın evlenmesi mubah
sayılmıştır. Nuh'a kadar böyle devam etmiş ve çok uzun yıllar yaşayan Nuh
Peygamber devrinde yeni hükümler inmişti. Özellikle tufandan sonra
yeryüzündeki her canlının eti helâl kılınmıştı. Tabii bu canlılardan maksad,
insandan başka caniı ve hayvanlardır. Bunda da zaruret vardı. Çünkü tufan
dünyanın önemli sayılan büyük bir kısmını içine almış ve o kesimde canlı
denilen şey pek kalmamıştı. Beraberinde taşıdığı her tür hayvandan bir çifti
sular çekildikten sonra salıverdi. Bunlar üreyip çoğahncaya kadar her hayvanın
eti mubah kılınmıştı. Ancak bazı ilim adamlarımıza göre, domuz, ölü hayvan, kan
ve benzeri şeyler her devirde haram sayılmıştır. Bunlar istisna teşkil eder.
Tevrat'ta bu husus
şöyle belirtilmektedir: «Allah Nuh'a dedi: Toprağın üzerinde hareket edenlerin
hepsiyle denizin bütün balıkları sizin elinize verildiler. Hareket eden her
hayvan size yiyecek olacaktır, yeşil ot gibi, size hepsini verdim. Fakat eti,
onun canı olan kanı ile yemiyeceksiniz.» [367]
«Hareket eden her hayvan»
sözünden ölü hayvanın
yenilemiyeceği kendiliğinden anlaşılıyor. Ayrıca «kan'ın yenilemiyeceği»
açıklanıyor. Do-muz'dan söz edilmiyor.
Nuh Peygamberden sonra
bu hüküm hayli sürdü. Yakup Peygamber yukarıda belirtilen sebepten dolayı deve
etiyle onun sütünü kendine haram kılmış ve bu tahrime evlâdı da uymuşlardır.
Hüküm tâ Musa Peygamber devrine kadar yürürlükte kalmıştı. Tevrat inince,
deveyle birlikte birçok hayvanların etini haram kıldı. Konumuzu oluşturan
âyetler daha çok bu hususa işaret etmektedirler.
Ayrıca İbrahim
Peygamber şeriatında t e s e r r î (odalık câriye) edinmek helâldi. Nitekim
İbrahim Peygamber, Hacer hakkında bunu uygulamıştır. Ama Musa şeriatında artık
teserrî haram kılınmıştır. Tevrat'ta buna değinilmektedir. Cariyenin odalık
değil, 6 yıl hizmet için alınabileceğini hükme bağlamıştır. [368]
Diğer bir örnek de
şöyle :
Yakup Peygamber
şeriatında iki kız kardeşin bir erkeğin nikâhı altında bulunması mubahtı, Musa
Peygamber şeriatında bu haram kılınmıştır : «Bir kadını kendi kız kardeşi
üzerine, onu kıskandırmak, o hayatta iken kendi yanında çıplaklığını açmak
(evlenmek) için almryacaksın!» [369]
Bunun gibi İsâ
Peygamberin şeriatiyle Tevrat'ın bazı hükümleri kaldırılmıştır. Buna birkaç
örnek verelim :
İsa Peygamber diyor
ki:
«Sanmayın ki, ben
şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil fakat tamam
etmeğe geldim.» Tevrat'ta yazılı olanı işittiniz ki, «Katletmiyeceksiniz ve
kim katlederse hükme müstehak olacaktır.» denilmiştir. Ama ben size derim :
«Kardeşine kızan her adam hükme müstehak olacaktır.» [370]
«Zina etmiyeceksin.»
denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim : «Bir kadına şehvetle bakan her
adam kendi yüreğinde onunla zina etmiştir.» [371]
«Yalan yere and
etmiyeceksin ve andları Rabbe ödiyeceksin» denildiğini işittiniz. Fakat ben
size derim : «Hiç and etmeyin; ne gök üzerine, çünkü o Allah'ın tahtıdır. Ne
yer üzerine, çünkü onun ayaklarının basamağıdır.» [372]
«Göz yerine göz, diş
yerine diş» denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim : «Kötüye karşı koma ve
senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir.» [373]
De ki- AIIah doğruyu
söylemiştir; bâtıldan uzak, Hakka tamamen yönelik İbrahim'in dinine uyun.»
İslâm Dini, ana
kaynağı olan Kur'ân'la değişen sosyal yapıya paralel yeni bir takım hükümlerle
gelmiş; fakat kendinden önceki ilâhî dinlerle bir tartışma ve sürtüşmeye kapı
açmak istememiştir. Çünkü hepsi de aynı kaynaktan süzülüp inmiştir; aynı esası
getirmiştir. Ne var ki Kitap Ehli, Kur'ân'ı yalanlamaya ve Tevrat ile
İncil'deki bazı hükümleri gizlemeğe kalkışınca Kur'ân kademeli ve pedagojik bir
metotla gerçeğe ışık tutmuş; onları insafa çağırarak iddialarını isbat için
kutsal kitaplarını getirip okumalarını önermiştir. Yiyecek maddeleri,
özellikle hayvan etleri hakkındaki açıklamanın üç ayrı yerde ve kademeli
biçimde getirilmesi, hem Tevrat'ta yazılı bulunan ilâhî belgenin mevcudiyetini
belirtmeyi, hem Yahudileri kırmadan son dinin Allah tarafından gönderildiğini
doyurucu bir ölçü ve anlamda onların kalblerine ve kafalarına işlemeyi
amaçlamıştır.
Bu metodla Kur'ân :
a) Kutsal kitaplarda değiştirilen ilâhi
belgeleri tashih eder.
b) Değiştirilmiyen hükümlerin var olduğunu
açıklar.
c) Kutsal Kitapların aynı kaynaktan süzülüp
geldiğini ve esasta birleştiklerini hatırlatarak Kitap Ehli'ni Tevhîd'e ve son
dini kabule davet eder.
d) Yanlış ve maksatlı yorumlan önler; dindarlara
en sağlcfm bilgiyi verir.
e) Aşın tutuculuğun hiçbir millete yarar
sağliyamıyacağını, hele bu tutuculuğun bâtıldan yana olduğunda her zaman zarar
getireceğini; hakka ve hakikate uymanın aklın ve vicdanın yolu ve gereği
olduğunu hatır* latır.
f) Gereksiz tartışmaya .cevaz vermez. [374]
1. «Küllü't-Taam = Bütün yiyecekler» sözünden
ilk hatıra gelen ölü hayvan eti ile domuz etinin Tevrat inmeden önce
İsrailoğulları'na helâl kılındığı anlaşılıyorsa da, Tevrat'ta «Hareket eden
hayvanlar» deyiminden ölü hayvan etinin haram olduğu hükmü çıkarılabiliyor.
Domuz etine gelince, dinlerin bu konudaki
genel esas ve prensipleriyle
bağdaştırmamız mümkün değildir. Çünkü insan sağlığını korumak, bütün
dinlerde önerrrii bir yer tutmaktadır. O halde buradaki bütün yiyeceklerden
maksad, Kaf-fal'ın da dediği gibi Yahudilerin Peygamberimiz devrinde isimleri
üzerinde durup iddia ettikleri yiyeceklerdir ki onlar arasında domuz ve ölü
hayvan eti yoktur.
2. Peygamberlerin dinî konularda içtihatta
bulunma yetkisi var mıdır? Âyetten, Yakup Peygamberin adamak suretiyle helâl
şeyleri kendine haram kılmasının gerçek kıstası nedir? Bazı ihtimallerden
başka bildiğimiz yok :
a) Yakup Peygamberin şeriatında sadece
peygamberin adamak suretiyle bazı hükümler koymaya yetkili kılınmış olması,
b) Peygambere dinde içtihatta bulunma yetkisinin
verilmiş bulunması,
c) İlâhî vahiy ya da işarete dayanarak bazı
konularda adamak yoluyla hüküm koyma ruhsatının verilmiş olması gibi
ihtimaller üzerinde durulabilir. Allah daha iyisini bilir. [375]
Yukarıdaki âyetlerle
Yahudilerin İslâm'a karşı olumsuz yöndeki tutumlarının bir başka örneği
belirtildi, fakat dinler arasında gereksiz bir tartışmanın yarar değil, zarar
getireceğine dikkatler çekilmek istendi ve böylece Ehl-i Kitap tarafından
kapalı tutulmaya çalışılan bazı hakikatlere kapı açıldı; Yahudilerin Nuh ve
İbrahim Peygamberlere neler haram kılın-mışsa aynı şeylerin kendilerine kadar
sürüp geldiği hakkındaki iddialarının doğru olmadığı ortaya konuldu. Bu konuda
Tevrat'ı okumaları hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yahudilerin dikkati ikinci bir noktaya çekiliyor ve : «Hem İbrahim'i
kendinizden sayıyor veya onun şeriatını beğeniyorsunuz, hem de onun yapmış
olduğu Kabe'ye yüzçevirmiyorsunuz, bunda samimiyetin ölçüsü var mıdır?»
denilmek isteniliyor. Ayrıca Kabe'nin İb-
rahim tarafından
yapıldığını inkâra imkân yoktur, çünkü orada açık ayetlerin, İbrahim'in
makamının bulunduğu hatırlatılıyor. Böylece Kabe'nin bir olan Allah'a birlik
içinde yönelmenin odağı bulunduğu çok duyarlı bir anlatımla gönüllere
işleniyor. [376]
96— Şüphesiz ki, insanlar yararına
(yeryüzüne) ilk konulan ibâdet evi,
âlemler için mübarek olan ve doğru yolu gösteren Mekke'deki mâ-beddir.
97— Onda açık âyetler, İbrahim'in makamı vardır.
Kim oraya girerse (her türlü saldırıdan) güven içinde olur.
Yol bulmaya güç
getirebilenin Beyt'i (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hak ve
vecîbesidir. Kim bu hakkı inkâr (ya da küçümseyerek terk) ederse, şüphesiz ki
Allah âlemlerden müstağnidir (hiç kimsenin ibâdetine ihtiyacı yoktur).
Tabiînden Mücahid'in
tesbitine göre: Müslümanlarla Yahudi din adamları Beytü'l-Makdis ile
Bevtü'l-Haram hakkında bir tartışmaya kapı açmışlardı; Yahudiler Kudüs'deki
Beyüt'l-Makdis'in üstünlüğünü, Müslümanlar da Beytü'l-Haram'm üstünlüğünü iddia ediyor, her biri kendine göre delil getirmeğe çalışıyordu.
Derken yukarıdaki âyetler indi. [377]
Ebu Zer (R.A.) diyor
ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordum :
— Yeryüzüne (hak olarak) konulan iik mâbed
hangisidir?
— Mescidü'l-Haram'dır, diye cevap verdiler.
— Ondan sonra hangisi? diye sorduğumda,
— Mescid-i Aksa'dır, buyurdu.» [378]
Hazret! AN (R.A.) diyor ki:
«Beytü'l-Haram'dan
önce mâbedler yapılmıştır. Ama Allah'a ibâdet için ilk konulanı şüphesiz ki
Beytü'l-Haram'dır.» [379]
Bu konuda Beyhakî'nin
rivayet ettiği hadîse gelince;
«Allah, Cibril'i Adem
ile Havva'ya gönderdi, Kabe'yi yapmalarını emretti. Bunun üzerine Âdem
Peygamber Kabe'yi yaptı. Sonra Allah onu tavaf etmesini emretti ve Âdem'e
şöyle denildi: Sen insanların ilkisin, bu da yeryüzünde insanlar yararına
konulan ifk mâbeddir.»
Bu hadîsin zayıf
olduğu tesbît edilmiştir. O halde diyebiliriz ki, bu konuda en doğru rivayet ve
görüş, Hazreti Ali (R.A.)ındır. [380]
«Şüphesiz ki bu bslde
(Mekke)yi Allah gökleri ve yeri yarattığı günden buyana muhterem kılmıştır. Ve
o, Allah'ın hürmetiyle kıyamete kadar haramdır. Benden önce hiç kimsenin bu
beldede savaşması helâl olmamıştır; bana da ancak gündüzden bir saat savaşmak
helâl kılınmıştır. Evet, bu belde Allah'ın hürmetiyle kıyamete kadar haramdır:
Dikeni ko-parılmaz, avı öldürülmez, yitiği alınmaz, ancak sahibini tanıyan
kimse alabilir. Otu da biçilmez.»
Bunun üzerine Hazreti
Abbas (R.A.):
— Ey Allah'ın
Peygamberi! İzhir otunu istisna edin. Çünkü evlerin buna ihtiyacı vardır, diye
ricada bulundu. Efendimiz (A.S.) : «İzhir otu müstesna..» buyurdu. [381]
«Mekke'de hiç kimseye
silâh taşımak helâl olmaz.» [382]
«Ey Mekke! Allah'a
andolsun ki, sen Allah'ın en hayırlı yerisin ve yerlerden Allah'a en sevimli
olanısın. Eğer senden çikarılmbsaydım, herhalde çıkmazdım.» [383]
«Kim Beytullah'a
girerse, bir iyiliğe girmiş, bir kötülükten çıkmış ve bağışlanarak ayrılmış
olur.» [384]
«Benim bu Mescidim'de
bir namaz -Mescid-i Haram müstesna- diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha
faziletlidir. [385]
«Ey insanlar! Size
hacc farz kılındı, artık haccedin.»
Bunun üzerine bir adam
sordu :
— Her sene mi Ya
Resûlellah!?
Peygamber (A.S.) sustu
cevap vermedi. Adam soruyu üç defa tekrarladı. Hazreti Peygamber (A.S.) :
«Eğer, evet, deseydim, size her sene farz olurdu ki buna güç getiremezsiniz.
Size bıraktığım (hükümlerle) amel edin ve yetinin. Sizden öncekiler çok soru
sormaları ve peygamberlerine karşı ihtilâfa düşmeleri sebebiyle helak
olmuşlardır. Size bir şey emrettiğimde onu -gücünüz nisbetinde- yerine getirin.
Sizi bir şeyden men'ettiğimde de onu terekdin. [386]
«Şüphesiz ki insanlar yararına
(yeryüzüne) konulan ilk ibâdet evi, Mekke'deki mâbeddir.»
Din duygusu ve
Yaratan'a inanma arzusu insanın doğuştan kalbine ve ruhuna enjekte edilmiştir.
Bu nedenle diyebiliriz ki, Allah, kendi adına yeryüzünde konuşacak, O'na halîfe
olacak, O'nun buyruklarına ve koymuş olduğu hayat kanunlarına göre bir düzen
kuracak insanlara yüklediği bu görevler ve amaçlar doğrultusunda hakkı ve
doğruyu bulma düşünce ve duygusunu armağan etmiştir. Böyle olmasaydı, dünya
mutlak küfür içinde kalır; günümüzün materyalistlerinin gerçekleştirmeğe
çalıştığı ruhtan ve mânadan yoksun katı ve soyut bir düzen meydana gelirdi.
Çünkü onların, maddenin ruhtan bağımsız dış bir realite olduğu ve mevcut olmak
için de ruha muhtaç bulunmadığı düşüncesinden harekette her türlü varlığın
temel formları zaman ve mekândır. Ve, zaman dışı bir varlık ne kadar saçma ise
mekân dışı bir varlık da o kadar saçmadır, sonucuna varmaları; insanın doğuştan
ruhunun derinliğine yerleştirilen Allah'a inanma düşünce ve isteğine ters
düşmektedir.
İnsanda bir ruh ve
onun ortaya koyduğu Yaratan'a inanma düşüncesi mevcut değilse, madde bunu
insana nasıl ilham edebilir? Çünkü materyalist felsefeye göre, yoktan bir şeyi
var kılmak mümkün değildir. Olmayan, bir şeyi madde nasıl oluşturabiliyor?
Tabii ki bunun cevabını da vermek mümkün değildir.
İşte yeryüzüne konulan
ilk mâbed, insanın ruhundaki arzuya ve ruhun Yüce Yaratan'a yönelme isteğine
cevap teşkil etmektedir.
Bal ansının çiçeklere
ve kovana olan değişmez isteği, balığın suya olan ihtiyaeı ne ise, ruhun da
Yaratan'a olan ihtiyacı odur. Arıyı çiçekten ve kovandan yoksun bıraktığımız
gün nasıl dengesini kaybedip yaratıldığı hayat kanununun dışına itilerek ölüme
mahkûm edilirse, ruhu Allah düşüncesinden ve O'na olan arzusundan kopardığımız
gün, öylece ölüme mahkûm etmiş oluruz. Ruhun ölümü, insanı doğan, yaşayan, ölen
ve sonunda bir yığın gübre haline gelip başka canlıların (parazitler) oluşmasına
yarayan ve başka hiçbir hayatı ve hayat hakkı olmayan bir varlık kabul
etmektir.
Beşer ruhunun bu
arzusudur ki, yeryüzünde gerçek dengeyi sağlamış, maddeyle ruh arasında ümit
ışığı veren bağlar kurmuştur. Ancak milletlerin ve toplumların dinde ve bu
denge ölçüsünde ayrılığa düştükleri görülmektedir. Halbuki hak dinlerin hepsi
de tek kaynaktan süzülüp gelmiştir. İnsanların ihtirası, bencilliği ve aşırı
tutuculuğu; bir yandan da maddeye olan tutkuları onları bu tür neticelere doğru
itmiştir. İslâm Dini meydana gelen bu ayrılığı gidermek, dünya barışını
sürdürmek, insanları birbirine kardeş yapmak açısından hareketle gereksiz
sürtüşme ve tartışmalara kapıyı kapamış; yeryüzüne, Allah'a ibâdet ve Tevhîd
akidesinde birleşip kaynaşmak için konulan ilk mabedin, en doğru yolu
gösterdiğini, bu nedenle dinler ve toplumlar arasında ortaklaşa noktanın bu
olduğunu ilân etmiştir. İnsanların bir baba Üe bir anneden üretilip meydana
getirilmesi de bu hakikati yansımıyor mu?
Medeniyetin beşiği
sayılan Asya kıtasının bu ilk mâbed için seçilmesinin hikmetleri acıktır:
Yeryüzündeki insan nüfusunun çoğunun bu kıtada yaşaması, zengin topraklar,
yeraltı kaynakları, ticarî kervanların mekik dokuması gibi özellikleri bu
cümledendir. Mekke'nin Asya ve Afrika
gibi iki büyük kıta
arasında bir tampon manâ ve görünümünde olduğunu da buna ilâve etmek gerekir.
İbrahim Peygamberden
bu yana da her peygamberin kutsal mabet kabul ettiği Kabe'nin ilâhî dinler için
nasıl bir birlik odağı olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin önce Kudüs'teki Mesçid-i Aksa'ya yönelip ibâdet etmesi, bir
bakıma, Yahudi ve Hıristiyan-lara İslâm'ın kutsal mabetlere ne kadar saygılı
olduğunu ve bir olan Allah'a yönelmede mabedin önemini hatırlatmayı
amaçlıyordu. Sonra Kabe'ye yönelmesi, bütün dinlerin saygı duyduğu İbrahim
Peygamberin ilâhî emirle inşa ettiği Beytü'l-Haram'da Allah adına birleşmenin,
önemine ve lüzumuna dikkatleri çekiyor; İbrahim Peygamber'in hatıralarını hâlâ
kendinde taşıyan Kabe'de toplanmanın bütün dinlerin esasıyla, gaye ve hedefiyle
uyum halinde bulunduğunu hatırlatıp noktalıyordu.
Ne yazık ki Kitap
Ehli'nin çok tutucu din adamları, İbrahim Peygambere olan yakın bağlılıklarına
rağmen bu ilâhî çağrıya kulaklarını tıkadılar. Asırlar geçti Kabe hâlâ bu
çağrısına devam etmekte; Kur'ân bu rahmet sesini kendinde taşımaktadır.
İnsanların, özellikle
ilâhî dinlere bağlı bulunanların birleşip anlaşması ve bir olan Allah'a kulluk
etmesi için Allah Kabe'yi yaptırarak kendine düşeni yerine getirmiştir. Ama
insanlar kendilerine düşeni yapmamaktadırlar..
İşte doğru yolu
gösteren Kabe'nin ilk mâbed olarak yeryüzüne konulmasının hikmetlerinden biri
de budur; bunun için oraya haccetmek farz kılınmıştır. İbrahim Peygamber de
ilâhî emir üzerine Kabe'nin yapımını bitirdikten sonra şöyle duâ etmişti:
«Rabbimiz! Doğrusu ben
çocuklarımdan bir kısmını senin Hürmetli Evin'in yanına ziraatsiz bir vadiye
yerleştirdim. Rabbimiz! Namaz kılsınlar diye (böyle bir yer seçtim). Artık sen
insanlardan bir kısmının gönlünü hevesle-onlara meylettir; onları bazı
meyvalaria rızıklandır; umulur ki şükrederler!» [387]
Bu duâ kabul
olunmuştur. Hem Allah'a inananlar o yerin halkına sevgiyle meyletmiş; hem
Allah onları çeşitli ürünlerle -başta petrol olmak üzere bazı kaynaklarla-
rızıklandırmış ve onlar da Allah'ın kutsal evini her geçen gün daha çok insanın
rahat ve huzur içinde ibâdet etmesine elverişli duruma getirerek bunun şükrünü
edâ etmeğe çalışmıştır.
Böylece Kabe, hem
Müslümanlar için güven yeri olmuş ve olmakta devam etmektedir. Hem de bütün
insanları bu güvene davet etmektedir. İslâm'dan önce de gelip geçen müşriklere
de güven yeri olmuş, oraya sığınan tecavüzden korunmuştur.
İbrahim Peygamber bir
diğer duasında şöyle niyazda bulunmuştur: «Rabbinı! Bu şehri (Mekke'yi) güvenli
eyle; beni ve oğullarımı putlara kapmaktan uzak bulundur. Rabbim! O putlar insanlardan
bir çoğunu saptırdılar. Artık kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir; kim de
bana karşı gelirse, şüphe yok ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.» [388]
Bu nedenle İbrahim
Peygamber hem hac etti, hem inananları bu ibâdete çağırdı. İbrahim Peygamber'e
bağlılıklarını dile getiren Yahudiler onun bu dâvetine bir gün olsun kulak
vermediler. [389]
Kim oraya girerse (her
türfü saldırıdan) güven içinde olur.»
Bu âyet üzerinde yorum
yapıp içtihatta bulunanlar farklı görüşler ortaya koymuşlardır:
a) İmam Ebû Hanîfe'ye göre kısas yollu
öldürülmesi gereken adam, Mescid-i Haram'a sığınırsa orada öldürülmez. Ancak aç
bırakılır, alım-satımda bulunması yasaklanır, başkasıyla temas kurmasına imkân
verilmez; böylece oradan çıkıncaya kadar bu tür ablukalar uygulanır. Dışarı
çıkınca hüküm infaz edilir.
b) İmam Şafiî'ye göre, kendisine kısas, ya da
hadd gereken kişiler hüküm tatbik edilmeden Kabe'ye sığınsaiar bile ceza
geciktirilmeyip infaz edilir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde
taammüden adam öldüren İbn Hatal, kısastan kurtulmak için Kabe'ye sığınmış ve
onun örtüsüne tutunmuştu. Buna rağmen Efendimiz hükmü geciktirmeyip orada infazını
sağlamıştı. [390]
<{Yo1 buImaya ğüç getirebilenin
Beyt'i (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hak ve vecibesidir.»
Kitap ve Sünnet
hacc'ın t e r a h i (geciktirmeli) farz olduğuna delâ-fet etmektedir. Nitekim
hac farz kılındığı yıl Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz kendisi gitmeyip. Ebûbekir Sıddîk'i (R.A.) Müslüman cemaatin
başında bulunmak üzere görevlendirmişti. [391]
İmam Şafiî bu rivayete
dayanarak haccın terahi (geciktirmen) farz olduğu içtihadında bulunmuştur. [392]
Bekke:
Bekke, Mekke'nin diğer
bir ismidir ki, üzerinde bazı yorumlarda bulunulmuştur :
a) Zorbaların,
haksızların boyun eğdiği
mukaddes yer olduğu için bu isim verilmiştir.
b) İbâdet sebebiyle çok kalabalık bir cemaatin
kaynaşıp hareket ettiği için bu adı almıştır.
c) Mukatil bin Hayyan'a göre : Allah,
insanları bu makamda sınıf ve cins farkı gözetilmeksizin bir araya
getirdiği; kadın erkek karışık bir vaziyette namaz kıldığı için bu isim
verilmiştir.
d) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Fec'den Ten'im'e
kadar olan kesim Mekke'dir. Beytullah'dan Batha'ya kadar olan kesim ise
Bekke'dir.
e) Şu'be'ye göre : Bekke Beytullah'ın ve
Mescid'in adıdır.
f) İkrime'ye göre : tseytullah ile çevresi
Bekke'dir. Bunun ötesi Mekke'dir.
ğ) İbrahim
Nahaî'ye göre : Beytullah'ın bulunduğu yer Bekke, geriye kalan yerler
Mekke'dir. Allah daha iyisini bilir.
Tarihçilerin çoğuna
göre, Mekke'nin birçok ismi vardır; Bekke de onlardan biridir.
Oraya yol bulmaya güç
getiren :
a) İbn
Cerîr'in tesbitine göre, azık ve binektir.
Nitekim adamın biri
Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :
— Ya Resûlellah! Yol bulmak nedir? Peygamber
(A.S.) ona :
— Azık ve binektir, diye cevap verdi.
b) İbn Abbas'a göre: 300 dirhem bulabilmektir. [393]
c) İkrime'ye göre : Sıhhatin yerinde olmasıdır.
Kim küfrederse :
a) İbn Abbas
ve Mücahid'e göre, haccın farziyetini inkâr ederse,
b} Haccın
yarar ve sevabına inanmazsa,
c) Terkedip
gitmezse...
Hacet genel mânada
özetlerken, Resûlüllah (A.S.) Efendimizden, «Hac nedir?» diye sorulduğunda,
verdiği cevabı nakletmekle yetineceğiz:
«Hacc, (uzun
yolculuktan dolayı) saç sakalın dağınık ve toz içinde kalmasıdır,»
«Hacc, sesi yükseltmek
ve (kurban keserek) kan akıtmaktır.» [394]
Geçen âyetlerle
Yahudilerin inkarcı tutumu ve Tevrat'taki ilâhî belgeleri gizlemeleri
açıklandı. Hazreti Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini isbata yönelik
tashihlere, kutsal kitaplarda bununla ilgili açıklamalara yer verildi.
Aşağıdaki âyetlerle. Kitap Ehli'nin bütün bunları biiip durdukları halde neden
Allah'ın âyetlerini inkâra çalıştıkları üzerinde duruluyor. [395]
98— De ki: Ey Kitap Ehli! Allah'ın âyetlerini
neden inkâr ediyorsunuz? Oysa Allah işlediklerinizi görüp biliyor.
99— De ki: Ey Kitap Ehli! İmân edenleri neden
Allah yolundan -onda bir eğrilik arayarak- döndürmeye çalışıyorsunuz? Halbuki
(son dinin hak olduğuna, Hz. Muhammed'in son Nebî olarak gönderildiğine) şâhid
bulunuyorsunuz. Allah işlediklerinizden habersiz değildir.
100— Ey imân edenler! Kendilerine kitap verilenlerden (herhangi) bir zümreye uyacak olursanız,
imânınızdan sonra sizi kâfir ederler (dininizden döndürmeye fırsat bulurlar).
101— üzerinize Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resulü (Muhammed A.S.) bulunurken nasıl
küfre dönersiniz? Kim Allah'a (gönülden inanıp samimiyetle) sımsıkı bağlanırsa,
gerçekten o doğru yola eriştirilmiştir.
İslâm güneşi, kararan
kalpleri aydınlatıp küflenen kafaları cilalayınca, birbirine asırlık düşman
bulunan Evs ile Hazreo kabilelerinin din kardeşliğinin en serinletici havasına
girdiğini gören Medineli Yahudiler bunu kendi aleyhlerine büyük bir tehlike
görerek aralarına fitne sokmaya çalıştılar. Yıllarca sürüp giden kavgalarını
onlara hatırlattılar, taraflardan başarılı olanların şiirlerini okuyup hislen
tahrik ettiler, derken bir anda hava değişti, eski kinler tekrar alevlenmeye
yüztuttu. Eller kılıçların kabzasına uzandı. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin
aralarına girmesiyle büyük bir fitne önlenmiş oldu,
İşte yukarıdaki âyetler
bu nedenle indi. [396]
Zeyd bin Arkam (R.A.)
rivayet ediyor; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün bize hitaben şöyle buyurdu
:
«Ey insanlar! Ben de
ancak bir insanım; çok sürmez Allah'ın (ölüm haberini getiren) elçisi bana da
gelir; onun davetine uyarım. Doğrusu size iki (değer ölçüsü yüksek) ağırlık
bırakıyorum. Birincisi, Allah'ın Kitabıdır. Onda doğru yol (ve içinizi, dış
âleminizi aydınlatan) nur mevcuttur. Artık ona sımsıkı sarılın! Bir de EhJ-i
Beytim (hanedanım)ı bırakıyorum. Ehl-i Beytim hakkında Allah'ı size
hatırlatırım, Ehl-i Beytim hakkında Allah'ı size hatırlatırım..» [397]
«Şüphesiz ki bu Kur'ân
şefaatçidir ve şefaati makbuldür. Kim ona uyarsa, önüne düşüp onu cennete
götürür. Kim de onu terkeder veya ondan yüzçevirirse, onu ensesi üzerine ateşe
iter.» [398]
«Doğrusu size öyle bir
şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız sürece elbette ebediyen helak olmazsınız:
Allah'ın kitabım, Peygamberinin sünnetini bırakıyorum.» [399]
«Ümmetim fesada
yüztutup bozulduğunda kim benim sünnetime sımsıkı sarılırsa, ona yüz şehid
sevabı vardır.» [400]
Konumuzu oluşturan
âyetler üç önemli noktaya dikkatlerimizi çekiyor:
1. İslâm'da kusur ve eğrilik arayanlar,
2. Yabancı kültürün tesirinde kalanlar,
3. İslâm'ı içinden yıkan bölücüler. [401]
(De kî: Ey kî"tap
ehli! iman edenleri neden Allah yolundan -onda bir eğrilik arayarak-döndürmeğe
çalışıyorsunuz?»
Kitap EhN'nin daha çok
din adamları tarih boyunaa İslâmda hep kusur ve eğrilik aramışlardır. İnsan
psikolojisi böyledir: Bir şeye karşı çık-mayagörsün, onun bütün iyi taraflarını
iter de sadece kusurlu taraflarını bulmaya çalışır. İlâhî hoşnutluğa ermiş bir
göz bütün kusurları görmekte kördür. İlâhî gazaba çarpmış bir göz ise, baktığı
her şeyde kusur aramaya çalışır.
Kur'ân-ı Kerîm'de
bilhassa Kitap Ehli'nin bu tutumuna değiniliyor ve Müslümanların çok ölçülü,
duyarlı, bilgili ve karşısındakini ikna' edici bulunmasının gereğine işaret
ediliyor. Kuru iddia ve aynı zamanda dayanaksız delillerle ortaya çıkmamaları
bir bakıma hatırlatılıyor.
Hıristiyan âlemi
kurmuş olduğu misyon örgütüyle bir yandan İsâ dinini yayarken, diğer yandan
İslâm'da kusur ve eğrilik aramaya hız vermiştir. Onların bu vadideki yalan ve
iftiralarını özetliyelim :
a) İslâm kılıç diniymiş; Peygamber ve
arkadaşları insanları silah zoruyla Müslüman yapmış.
b) Hazreti Muhammed (A.S.), amcası Ebû Talib ile
ve Hz. Hatice'nin ticaret kervaniyle Şam'a yaptığı birkaç yolculuğunda ünlü
Rahip Bahîra ve Nasturâ ile görüşüp dinî konulardaki bütün sermayesini onlardan
almış ve öylece yeni bir din kurma hevesine kapılmış.
c) Hz. Muhammed -hâşâ- kadın düşkünü bir
kimseymiş. İsâ Peygamber hiç evlenmediği halde o, 11-12 kadınla evlenmiş.
d) İslâm Dini kadınları dört duvar arasına
hapsetmiş, onlara İnsana yakışır hiçbir hak tanımamış, üstelik kadınlara dayak
atmayı büyük bir sevap saymış.
e) Kız çocuğu doğurmak yüz karası kabul edilmiş,
kızlara en âdi eşya nazarıyla bakılırmış.
f) Mirasta iki kız bir erkek çocuğuna denk
tutulmuş, böylece daha çok yardım edilmesi gereken unsura daha az bir ilgi
gösterilmiş gibi kasıtlı isnad ve iftiralar.
Bu iftiraları kısaca
cevaplandıralım:
— İslâm kılıç dini değil, rahmet ve şefkat
dinidir. Silahlı saldırıya geçen veya geçmeğe hazırlanan inkarcıların zulüm ve
tuğyanını durdurmak için kılıç kullanmaya ancak cevaz vermiştir. Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin 10 yıllık Medine devri hep savaşlarla geçmiştir. Ama bu uzun
süre içinde yapılan kesin tesbitlere göre sadece 250 kişi hayatını
kaybetmiştir. Bunlardan yaklaşık olarak 100'ü
Müslüman, 150'si müşriktir.
Bugün karşıt gurupların bir iki
saatlik vuruşması sonucu ölü sayısının bu rakama ulaştığını görüyoruz. Eğer
İslâm kılıç dini olsaydı, 10 yıllık aralıksız süren savaşlarda binlerce
insanın canına kıymak gerekirdi.
Biz bu mütevazi rakamı
sergilerken, İslâmiyeti yeryüzünden silmek için Hıristiyan âleminin düzenlediği
Haçlı Seferlerine ve bu seferlerde sahneye konulan işkencelere ve katliamlara
ne demeli?
— Şam'a seyahatına gelince : Resûlüilah
(A.S.) Efendimizin biri 12
yaşlarında, diğeri 25
yaşlarında iken iki sefer seyahat ettiğini tarihlerimiz ve siyer kitaplarımız
kaydetmektedir. Birinci seferinde Şam yakınlarında Busra kasabasında Rahip
Bahîra ile birkaç saat görüştüğü, ikinci seferinde ise yine aynı yerde Rahip
Nastura ile kısa bir süre görüşüp konuştuğu doğrudur. Ama hiçbir okul
görmemiş, çok bilgisiz ve kaba bir milletin arasında doğup büyümüş, üstelik
okur-yazar olmayan bir insanın dört beş saatlik bir mülakatla bu kadar bilgi
edinmesi ve dünyada en büyük inkılabı başaracak bir din kurması, yirminci asrın
sonlarına doğru ilim ve tekniğin ancak kapı açabildiği ilmî verileri
sergilemesi mümkün müdür? İnsaf ve mantığın ölçüsü var mıdır?
Bütün bu gerçekler,
Onun hak Peygamber olduğunu, Allah'tan alıp öyle konuştuğunu ve davrandığını
göstermiyor mu?
Ya Yuhanna ve Bernaba
ile Markos İndilerinde İsâ Peygamberin son peygamber Ahmed'in geleceğini açık
bir anlatımla müjdelemesine ne diyelim? Bu sözleri Hz. Muhammed (A.S.) mi
İncil'lere soktu?
— Çok evliliğine
gelince : Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 53 yaşına kadar çok kadınla evlenme
hayatına başlamadığını biliyoruz. Bu yaştan sonra aralıksız sürüp giden
savaşlarda kocalarını kaybedip kimsesiz ve perişan kalan ve çoğunun da yaşlan
45-55 arasında bulunan kadınlarla evlenmesi, sırf onların kalbini almak,
ıstıraplarını dindirmek, başlarını sokacak bir yuvaya kavuşmalarını sağlamak;
aynı zamanda İslâm'a olan büyük hizmetlerinden dolayı onlara saygı ve ilgi
göstermek içindir.
İlende Nisa sûresinde
bu konuya geniş yer verilecektir. ;
— Kadınların dört
duvar arasına hapsedilmesine gelince :
İslâm Dini kadınları
dört duvar arasına hapsetmemiş, bilâkis onlara eğitim ve öğretim kapılarını,
ardına kadar açık tutmuş, ilim tahsilini onlara da farz kılarak toplumdaki
yerlerini belirlemiştir. Erkeklerin şerrinden, kötü nazarından onları korumak
için yalnız yüzleriyle ellerini açık tutmalarına cevaz vererek onların kadınlık
ve annelik gibi iki üstün vasfına leke dokundurmamaya özen göstermiştir.
Müslüman kadınların savaşa katıldıklarını, hemşirelik görevini yürüttüklerini
belge olarak göstermek yetmez mi? Ayrıca kadınlarla ilgili davalara bakmak için
kadının hakim tayin edilmesine cevaz verilmemiş midir?
Kadınlara iyi
davranmayı tavsiyede bulunan, onları fazla doğrultayım derken kırarsınız, diyen
Peygamber (A.S.) Efendimiz bununla onlara saygı gösterilmesini, insanca
davranilmasım emretmiyor mu? Kızı Hz. Fatıma içeri girince Peygamberin ayağa
kalkıp onu karşılaması kadar asil bir davranış var mıdır? Ayrıca Resûlüllah
Efendimizin hiç bîr eşini kırıcı bir davranışta bulunmadığını bütün tarihçiler
yazmıyor mu?
— Kız çocuğu doğurmak Cahiliyye devrinde
yüzkarası sayılırdı. İslâm kesinlikle bu tür düşünce ve inançları kaldırmış,
erkek ve kız çocuklarını sevgi ve ilgide eşit tutmuştur. Hattâ kız çocuklarına
biraz daha fazla ilgi gösterilmesi tavsiye edilmiştir. Kur'ân'da bilhassa bu
hususlardan söz edilir.
— Mirasta kızla erkek çocuklarına ikili birli
taksim doğrudur ve bunda adalet vardır. Çünkü daha çok erkek ailenin yükünü
taşır, kadını o besler. İki hisse olması çok normaldir. Nisa sûresinde bu
husus yeteri kadar açıklanacaktır. [402]
«Ey iman edenler!
kendilerine kitap verilenlerden (herhangi) bir zümreye uyacak olursanız,
imânınızdan sonra sizi kâfir ederler.»
Kur'ân'da bu âyetle de
çok önemli bir olaya parmak basılıyor. Batı kültürünün, diğer bir deyimle
gayr-i İslâmî bir kültürün cazibesine kapılmaya uygun karakter ve psikolojik
yapıda olanlar uyarılıyor. «Bir zümre»-den maksad I Gayr-i müslimlerden kendini
tamamen seks hayatına verenler olabileceği gibi, İslâmiyetle, dinî ve millî
ahlâkla uyum halinde olmayan bir yaşayış içinde gününü gün eden herhangi bir
zümre de olabilir.
İslâm kültürü, insanın
yaratılışindaki üstünlüğüne, ruhundaki yüceliğe eşdeğerdedir. Böylece İslâm'la
insan ikiz kardeşlerdir, diyebiliriz. Onunla yuğruiup şekillenen her mü'min,
sosyal yapıda bir değer, aile bünyesinde kıymetli bir örnektir. Saygınlığı
yaygın, beşerî münasebetleri iyilikten ve hizmetten yanadır. Varlığı rahmet,
ölümü büyük bir kayıptır.
İslâm kültürünün
ruhlar ve vicdanlar üzerindeki olumlu etkisini ve taşıdığı derin mânayı henüz
anlayamıyan bazı müslümanlarin başka bir kültürün kurbanı olması tabii bir
sonuç, kaçınılması güç bir hastalıktır. Yabancı kültürün zararlarını öğretmeden
önce İslâm kültürünün yararlarını kalblere ve kafalara'çok ustaca işlemek
gerekir. Aksi halde arzulanan neticeye erişilemez.
Belirttiğimiz metot
Kur'an ve sünnette kusursuz biçimde işlenmiştir. Yukarıdaki âyetlerle bilhassa
bu metoda işaret edilmekte; Tevrat ve İncil'de de son nebînin getireceği dinin
bu özelliğinden söz edilmektedir. [403]
«Üzerinize Allah'ın âyetleri
okunurken ve aranızda da O'nun Resulü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?»
Kur'ân, İslâm
potasında birleşip kaynaşanların büyük ve yenilmesi güç bir kuvvet olduğuna
işarette bulunurken ona karşı olanların, mü'min-leri hiziplere ayırmak
suretiyle altedeceklerine dikkatleri çekmektedir. Kendilerine kitap verilen bir
zümreye uyaoak olursanız, imanınızdan sonra sizi inkâra döndürüp kâfir
ederler, oümlesi bu hususu en anlamlı biçimde yansıtmaktadır. Öyle değil
midir? Müslümanları silahla, büyük ordularla, Haçlı Seferleriyle alt
edemiyenler, onları bu kez bölüp birbirine düşürmek suretiyle yenebilmişlerdir.
Bugün hem sayı bakımından, hem ekonomik olarak iki önemli güce sahip bulunan
İSLÂM ÂLEMİ, Kur'ân'ın ruhuna, Hazreti Muhammed'in (A.S.) birleştirici metoduna
uymuş olsalar, aynı zamanda kendilerini yabanoı kültürün etkisinden
kurtarmasını becer-seîer, onları sömüreçek, altedecek ikinci bir kuvvet yoktur.
Bunu çok iyi bilen kitaplılarla kitapsızlar, çareyi bizden görünüp bizi bölen
satılmış kişilerin ortaya atacağı nifak ve şikak tohumlarında bulmuşlardır.
Bunun için milyarlar harcanmaktadır. Nitekim günümüzde İslâmiyet adına değerli
din âlimlerimize atılan çamurlar; Kur'ân adına ortaya konan düşmanlıklar; ilmi
dar çerçeve içine alıp İslâmî ilimlerin gelişmesini engelliyenler; şahısları
ilâhlaştırıp gizli putperestliğe kapı açanlar ve nihayet İslâm Kültürünü
almadan Kur'ân'ın çağa açtığı kapıyı görmeden, bilmeden Kur'ân adına
konuşanlar, ayrı ayrı ekoller halinde ve tam bir uyumsuzluk içinde bu korkunç
senaryonun dramatik oyununu sergilemektedirler.
Konumuzu oluşturan
âyetler bu senaryonun kimler ve hangi eller tarafından hazırlandığını haber
vermektedir. Yeter ki bunu anlayan kalbler, görebilen gözler bulunsun.
Medine'de İslâm'a
girip büyük bîr kuvvet haline gelen Evs ile Hazrec kabilelerini birbirine
düşürenler bugün de sahnede rollerini başarıyla sürdürmektedirler.
Bu dramatik sonuçtan
Müslümanları kurtaran iki ana unsur vardır: Okunmakta olan Allah'ın Kitabı ve
bütün açıklığı ile aramızda bulunan Re-sûlüllah'ın Sünneti.
İşte Kur'ân bunu
belirterek diyor ki:
«Üzerinize Allah'ın
âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resulü bulunurken nasıl küfre
dönersiniz? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, gerçekten o doğru yola
eriştirilmiştir.» [404]
Gecen âyetlerle üç
önemli hususa değinildi; İslâm'da eğrilik ve ku-,ur arayanlar, Müslümanları
imânlarından sonra küfre döndürmeğe çalınanlar ve İslâm'ı içinden yıkmak için
onları yine din adına bölmeği planl,-yanlardan açık ve kapalı bir anlat.mla söz
edildi ve sonra Müslümanların dikkatleri çekilerek gereken uyarı yapıldı.
Aşağıdaki ayetlerle,
iç ve dıştan kaynaklanan ve çok kurnaz ellerle tezgahlanan yıkıcı faaliyetleri
te'sirsiz hale getirmenin yolu ve yöntem. üzerinde duruluyor. [405]
102— Ey imân edenler! Allah'tan gerektiği gibi
korkup (fenalıklardan, inkâra sapmaktan) sakının ve siz ancak Müslüman olarak
can verin.
103— Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı
sarılın, sakın ayrılıp bölünmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; hani
bir zamanlar birbirinize
düşmandınız,
kalbleriniz arasını uzlaştırdı da, O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz.
Ateşten bir çukur kenarına geldiniz de Allah sizi ondan kurtardı. Doğru yolda
yürüyesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açıklar.
«Allah'tan gereği gibi
korkup sakının, sözünün anlamı, Allah'a itaat etmek, isyan etmemek; şükredip
küfretmemek; Onu anıp unutmamaya çalışmaktır.» [406]
«Kul dilini tutmadıkça
Allah'tan gerektiği gibi korkmuş olmaz.» [407]
«Allah sizden yana üç
şeyden hoşnud olur; üç şeyden de hoşnud olmaz. Hoşnud olacağı üç şey;
1. Orna ibâdet edip hiçbir şeyi ortak
koşmamanızı,
2. Hep birden O'nun ipine (Kur'ân ve İslâm'a)
sımsıkı sarılmanızı, ayrılmamanızı,
3. Sizi idare edenlere nasihatçı olmanızı ister.
Hoşnud olmayacağı üç şey:
1. Dedikoduda bulunmanızdan.
2. Gereksiz soru sormanızdan,
3. Malı (lüzumsuz yerlere harcayıp) zayi
etmenizden hoşlanmaz.» [408]
«Şüphesiz ki bu Kur'ân Allah'ın ipidir.» [409]
«Allah'ın Kitabı,
gökten yere uzanan urganın kendisidir.» [410]
«Ey iman edenler!
Allah'tan gerektiği gibi korkun...»
Bilmek ve tanımak
sevgiye, sevgi köklü bir imâna kapı açar. Sevgi Sahîh-i Müslim: Ebû Hüreyre
(R.A.)den ve imân ile birleşen korku, saygının en güzelidir.
Kur'ân bunu,
«Allah'tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun!» emriyle özetlemiştir.
Çünkü bu korku, tehlikeli bir şeyden dolayı içimizde doğan korkudan çok farklı
ve ayrıdır. Biri sevgi ve aşktan yükselen, üstün saygı ile bütünleşen bir korkudur;
diğeri can, ya da maiı tehlikeye sokacak ölçüdeki bir korkudur. Bunda sevgi ve
saygının ne eseri, ne de mayası vardır.
Bu bakımdan gerek
ittika, gerekse aynı kökten gelen takva çok yönlü ve çok anlamlı birer
deyimdirler. Cümledeki yerine, konunun özelliğine göre farklı mânalar taşırlar.
Konumuzu oluşturan âyetteki ittika'dan maksad, bilip tanımayı, sevip saymayı,
inanıp bağlanmayı içerdiği gibi, Yaratan'a karşı kulluk görevini yerine
getirmeği, O'na şükredip küfretmemeyi, ibâdet edip isyan etmemeyi
yansıtmaktadır. «Nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun.» cümlesi bu
basamaklara ve kademeli kapılara işaret etmektedir. İnsan kendini bu derin
anlamların uyarıcı zevkine verip Allah'a gerçekten kul olma düzeyine
getirince, korku ve saygının verdiği ölçüyle tam bir heyecan ve aşk teinde
ilâhî buyruklara uymayı gönül hoşnutluğuyla benimser. Kötülüklerden bu saygı
ve heyecanla sakınır. Sadece Allah'ı memnun etmek için iyi bir insan olur ve
iyilikte bulunur.
Böylece Ailah ile dost
olma lûtfu tecelli eder. Takva her yönü ve her manasıyla onun günlük hayatının
değişmez ölçü ve kıstası olur. İnsan artık Allah ile görür, O'nunla işitir,
O'nunla düşünür, O'nunla verir ve O'nun-la alır, derken kâmil anlamda
teslimiyet gerçekleşir. Böyle olunca da kişi ne ayıplıyanların ayıplamasına, ne
feleğin binbir türlü eza ve mihnetine, ne de gönül avutucu nesnelerine aldırış
eder.
Bir ömür baştan sonuna
kadar takva vadisinde imân aşkı, ibâdet zevki, hamdetme
şuuru, şükretme basireti, iyilik ve hakseverlik âdeti-içinde geçer. Son
nefesini İslâmiyetin sunduğu kâmil teslimiyetle verme bahtiyarlığına erişir.
İşte en büyük kazanç!. [411]
«Hepiniz birden
Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölünmeyin.»1
Ancak ferdin yalnız başına
bu düzeye gelmesi yeterli değildir. Müsİüman cemaatiyle birleşip kaynaşması,
gökten yere uzanan mutluluk ipine hep birlikte sarılıp tutunmaları gerekir.
Bunun için konumuzu oluşturan âyetle : «Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı
sarılın, sakın ayrılıp bölünmeyin», emri verilmekte, bununla ferdi topluma
yanaştırıp kaynaştırarak cemaatleşme bilincine eriştirmeyi amaçlamaktadır.
Allah'ın insanlıktan
yana uzanan ipi, düzen ve disiplini gerektirir; ferdi bu disiplin içinde
toplumun kopmaz bir parçası haline getirir. Bu ipe sarılmıyan kendini ilâhî
disiplinin dışına itmiş olur, böyle olunca da cemaatten ve toplumdan kopma
mutsuzluğuna düşmüş sayılır. Ayrılan her fert ya başka toplumların mah, ya da
insan ruhunu inkâr eden maddecilerin yemi olur. Bunun için Hazreti Muhammed
(A.S.) Efendimiz: «Cemaat rahmettin ayrılık azâbdir.» buyurmuştur. [412]
O halde Allah'ı
bilmek. Onu sevmek, O'ndan üstün bir saygı havası içinde korkmak, kalblerin
aynı doğrultuda birleşmesini, bu da cemaatle-şen mü'minlerin bir arada belli ve
belirli ölçüler içinde günlük ibâdetlerini yerine getirmelerini sağlar. Allah
ile İslâm cemaati arasındaki engellerin kalkmasına yardımcı olur. Yenilmez bir
kuvvet, dönüş yapmıyan bir hamle oluşturur. Bunun için Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, «Allah'ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir.» buyurmuştur. [413]
İtt i k a :
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre, Allah yolunda
gerektiği gibi cihad etmek, kınayanların kınamasından endişe duymamak ve aynı
zamanda Allah adına adaleti ayakta tutmaktır.
b) Enes bin Mâlik'e göre, dili tutmak,
düşünmeden, sonucunu hesaba katmadan konuşmamaktır.
c) Farzları yerine getirmek, haram şeylerden
kaçınmaktır, [414]
d) Buharî'nin tesbitîne göre, Allah'a itaat
etmek, O'na isyan etmemek; O'nu anmak,fakat unutmamak; O'na şükretmek,
küfretmemektir.
e) Bir an olsun Allah'a isyan etmemek, O'nun
huzurunda saygının en güzel ölçüsüyle hareket etmektir. [415]
H a b I = İp, ya da urgan :
a) Müşterek bir kelimedir; daha cok insanı amaca
ulaştıran sebep anlamına kullanılır.
b) Verilen söz ve yapılan ahid demektir.
c) Uzunca urgan, demektir.
d) Âyette taşıdığı mâna
bütün bunlardan ayrıdır: Allah'ın indirdiği Kitap demektir. İbn Abbas
(R.A.) bu konudaki bir hadîsi hatırlatarak aynı yorumu yapmıştır.
e) İslâm cemaati kasdedilmektedir. Allah daha
iyisini bilir. [416]
Gecen âyetlerle
Allah'a kulluğun gerçek ölçü ve anlamı üzerinde duruldu; insan ruhuyla uyum
halinde olan İslâmiyetin tertemiz havasını teneffüs ederek kâmil teslimiyet
içinde ruhu Allah'a göndermenin derin mânası açıklandı. Sonra böyle bir imân
ve irfan düzeyinde ferdin cemaatten kopmaz bir parça olduğu ve hep birden
Allah'ın yolları aydınlatan ve mutluluk va'deden ipine sarılmanın önemi
belirtildi. Din adına ayrılıp bölünmenin, siyaset adına tartışıp
parçalanmanın, baş olma sevdasıyla ülkeyi birbirine düşürmenin derin yaralar
açacağına işaret edilerek Allah'ın mü'minlere olan nimeti hatırlatıldı.
Birliğin rahmet, ayrılığın azâb olduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle cemaatleşme
ruhuna eriştikten ve îslâmın teslimiyet hikmetini kavradıktan sonra hayre
çağıran, iyiliği emreden, kötülükten men'eden güç ve vasıtaları elinde
bulunduracak memleketi içe ve dışa karşı koruyup adaleti sağlayacak lider ve
idareci kadronun seçilmesi emredilmekte; aynı zamanda bu kadronun hangi
esaslara göre meydana getirilmesine de işaretler edilmektedir. [417]
104— Sizden
hayra çağıran, iyilikle emreden, kötülükten men'eden bir cemaat olsun! İşte
kurtuluşa erişenler onlardır.
105— Kendilerine
açık belgeler geldikten sonra bölünüp ayrılanlar, tartışıp ayrılığa düşenler
gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azâb vardır.
106-107—
Öyle bir günde ki, kimi yüzler aklaşır ışıldar, kimi yüzler kararıp solar.
Yüzleri kararanlara: İnandıktan sonra inkâra mı saptınız? İnkâr ettiğinize
karşılık tadın azabı! denilir. Yüzleri aklaşanlara gelince, onlar Allah'ın
rahmetindedirler, orada temelli kalıcılardır.
108— İşte bunlar sana hak ile okuduğumuz Allah'ın
âyetleridir. Allah âlemlere herhangi bir haksızlıkta bulunmayı dileyecek de
değil.
109— Göklerde ve yerde olanların hepsi
Allah'ındır. İşler (eninde sonunda) ancak O'na döndürülecektir.
İkrime ve Mukatil'den
yapılan rivayete göre, yukarıdaki âyetler, Yahudi bilginlerinden bir grup hakkında
inmiştir. İbn Mes'ud, Ubey bin Kâ'b, Muaz bin Cebel ve Salim Mevlâ Huzeyfe'ye
gelen birkaç Yahudi bilgini dediler ki: «Şüphesiz ki bizim dinimiz, sizin davet
ettiğiniz dinden hayırlıdır. Bizler de sizden daha faziletli ve hayırhyızdır.»
Yukarıdaki âyetlerle Allah onlara cevap vermiş oldu. [418]
«Hayır ve iyilik,
Kur'ân'a ve sünnetime uymaktır.» [419]
«Sizden kim bir
kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse, diliyle
değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle (tiksinip) gidermeğe çalışsın ki bu
imânın en zayıf tarafıdır. Bunun ötesinde hardal tanesi kadar imân yoktur.» [420]
«Canımı kudret elinde
bulunduran Allah'a andolsun ki, ya iyilikle emreder, kötülükten men'edersiniz,
ya da çok sürmez Allah kendi katından üzerinize bir azap, bir belâ gönderir de
sonra duâ edersiniz duanız kabul olunmaz.» [421]
«Doğrusu kitaplılar
kendi dinlerinde 72 fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise 73 fırkaya ayrılacak, biri
hâriç diğerlerinin hepsi ateştedir. O da (İslâm'ın teslimiyet vadisinde gönül
birliği eden) cemaattir.» [422]
Buna idarî sistem,
hükümet kadrosu da diyebiliriz. İslâm kendine has bir düzendir. Gerek idarî
sistemi, gerek teşriî ve icraî organları diğerlerine benzemez. Bu bakımdan
İslâm'ı daima kendi esasları ve prensipleriyle ele alıp üzerinde durmak
gerekir.
Burada dikkat edilecek
önemli bir husus var, «ümmet» deyimi. Bu, yeraldığı cümle ve konuya göre farklı
mânalar taşırsa da aslında, millet ve cemaatin önüne düşüp onları sevk ve idare
eden yetişkin bir kadro demektir. Bunun için yukarıda, İslâm idare sistemine
değinilirken «ümmet» deyimi kullanılmıştır.
Namazda cemaatin önüne
geçen imam ismiyle bu kelime arasında kök ve mâna bakımından ortaklaşa bağlar
vardır.
İslâm böylece,
Müslüman bir ülkeyi idare edecek kadronun hem vasıflarını, hem de görevlerini
bu âyetle özetlemiş bulunuyor. O halde rasgele sıradan seviyesiz insanların
ülkeyi keyfine göre idare etmesine imkân verilmemiştir. Yani Kur'ân bunun
karşısındadır. Hadîsler bunu engellemekte ve konunun önemine dikkatleri
çekmektedir.
Önce İslâm devlet
sistemiyle idare olunan ülkede, Allah'a kul olmanın şuuruna erişen ve bunun
derin zevkini alan bir nesil yetiştirmek gerekir. Öyle ki kendini Allah'a,
O'nun dinine ve insanlığın hizmetine adamış eğitici bir kadroya ihtiyaç var. O
halde ilk adımda bu kadronun yetiştirilmesi şarttır. Böyle bir kadronun
yetiştirdiği ilim irfan sahibi kişilerden İdareci kadroyu seçerken ve
liderleri tesbite çalışırken şu sıfatların onlarda bulunmasına dikkat etmeleri
emrediliyor:
a) Lider olma yeteneğini kendinde taşımalı,
b) Din, ülke ve millet yararına olan her türlü
hayra ve iyiliğe çağıracak; tutum ve davranışlarıyla bunun örneklerini sergileyebilecek bilgi, inanç, ve tecrübeye sahip olmalı,
c) Dine, örfe ve akla göre iyi kabul edilen
şeyleri emretme inanç ve cesaretini taşımalı,
d) Bunların kötü ve zararlı saydığı şeyleri
men'etmede bütün gücünü ortaya koymasını bilmelidir
Ayrıca Bakara
sûresinde Tâiût-Câlüt konusunda liderin imân ve irfanı yanında bir takım
yetenekleri üzerinde durulmuş ve bu hususta şu ölçüler' verilmiştir:
1. Bilgili ve tahsilli,
2. Sabırlı, azimli ve sağlam iradeli,
3. Cesaretli ve kararlı olmalıdır. [423]
Hayra davet, ciddi bir
eğitim ve öğretim sistemiyle; millî ve dinî kültürün yaygın hale
getirilmesiyle sağlanabilir. Böylesine bir eğitim ilk adımda toplum yapısında
dünya ile âhiret, beden ile ruh, kısaca madde ile mâna arasında arzulanan
dengenin kurulmasına imkân sağlar.
İyilikle emir,
kötülükten menetme, çıkarılan âdil kanunlarla, bu kanunları uygulayanların
âdil tutumlarıyla ve lider durumunda olan kişilerin örnek hareketleriyle,
kısacası kanun yapma ve onu uygulamada adaleti ayakta tutma basîretiyle
gerçekleşebilir.
Lider kadrosu bu ölçü
ve anlamda seçilir; ahlâkî sistem belirlenen esaslara göre kurulur ve fazîletli
bir nesil yetiştirmek değişmiyen hedef kabul edilirse, oülkenin kurtuluşunun
yolları açılmış olur. Bu düzeye kendini getiren bir İslâm ülkesinin ömrü uzun,
ikbali açık, yükselmesi süreklidir.
«İşte kurtuluşa erişenler
onlardır.» [424]
İslâm, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, kendine has esaslar, prensipler, idarî, teşriî ve icraî
organlar getirmiştir. Onu başka sistemlere benzetmeye özenmek çok hatalı ve
sakıncalıdır. Çünkü İslâm ne aristokrat bir sınıfın egemenliğini, ne feodal
bir düzeni, ne de çok partili >bir sistemi kabul eder. Ülkenin İşbilir, aklı
eren, ileriyi gören, Allah'tan yüksek bir saygı havası içinde korkan,
sorumluluk duygusunu taşıyan ve memleket meselelerinde çözüm yollarını
düşünebilen yetenekteki kişilerin -ki bunlara Şura Meclisi denir- tesbit
edeceği, diğer bir tabirle biat edeceği kimseler devletin başına getirilir.
Devlet başkanı da İslâm'ın yine öngördüğü ölçü ve vasıflara uygun kimseleri
idarî sistemin başına getirir ve düzenini kurar. Çünkü İslâm devlet sistemine
göre, hâkimiyet liderin değil ancak Allah'ındır, O'na aittir. Lider sadece
Allah adına hükmeder, icrâ-i faaliyette bulunur. [425]
«Kendilerine açık
belgeler geldikten sonra bölünüp ayrılanlar, tartışıp ayrılığa düşenler gibi
olmayın.»
Kur'ân, konumuzu
oluşturan âyetlerle bilhassa peygamberlerinin vefatından sonra baş olma
sevdasına kapılan ve fakat bu hususta elinde gerçek bir
kıstasbulundurmayanların çoğalması ve ülkelerinde bu yüzden bölünüp hiziplere
ayrılan halkın, ardı arkası kesilmiyen tartışma, sürtüşme ve vuruşmaya
yönelmesi, büyük bir felâketin gelip çökmesine ortam hazırladığını haber
veriyor.
jsrailoğulları'nın
Musa Peygamberden sonraki tutumları ve uğradıkları felâketler bunun
örneklerinden biridir. Kur'ân özellikle buna işaret ediyor.
Çünkü dinlerin
özelliklerinden biri ve belki en önemlisi, kopup dağılan, vuruşup bozuşan ve
birbirine haksızlıkta bulunan kabile ve milletleri bir olan Allah inancı
odağında toplamak ve gönüllerini âhiret kavramının verdiği sorumluluk
duygusuyla geliştirmektir. Nitekim kabileler halinde yaşayan, birbirini ezip
talancılıkla geçinen Araplar ancak İslâmiyetin ilâhî disiplini altında
toplanıp birleşebilmiş ve kısa zamanda en güçlü ve hatırı sayılır bir devlet
haline gelebilmiştir.
Dinî disiplinin zaafa
uğradığı ve yeniden kabile ruhunun sahneye çıktığı devirde, Hz. Ali ile
Muaviye arasındaki hilâfet kavgasına yol açmış ve bu olay İslâm âlemini en az
bir asır geriye itmiştir.
Kur'ân, kendilerine
apaçık belgeler (ilâhî âyetler) geldikten sonra bölünüp parçalananlar üzerine
nasıl bir felâketin ve azap bulutunun çökeceğini daha önce haber vererek
çağımızdaki Müslümanlara da aynı uyarıyı yapmakta, yaklaşan fırtınaya
dikkatleri çekmektedir. [426]
Kur'ân ilâhî anlatımın
en yüksek metot ve sanatıyla bu iki türlü azabı şu âyetle özetlemiştir: «İşte
onlar için büyük bir azâb vardır.»
Dünyada gelen azâb, iç
çekişmeden dolayı huzur ve güvenin kalkması, fena ahlâkın yaygınlaşması,
otorite yokluğundan anarşizmin baş kaldırması ve bunların tabii sonucu olarak
din ve dünya hürriyetinin elden gitmesidir. Anlayan bir millet için bundan
daha büyük bir azâb düşünülemez. Mevlâna Celâlettin (K.S.) buna değinerek
diyor ki: «İlâhî nimete karşı nankörlük etmenin biri dünyada, diğeri âhirette
olmak üzere iki türlü azabı vardır: Dünyadaki azabı, nîmetin elden gitmesidirj»
Kur'ân buna «Azâb-ı Azîm» diyor.
Günümüzde İslâm
ülkelerinin çoğunda Kur'ân'm bu çağrısı dışına çıkıldığı ve liderlerin post
kavgasına tutuştukları için dünyadaki azabı yudum yudum tadmaktalar. Geçmişte
de bu azabı asırlarca gördüler. İlâhî hükümler, O'nun hayat kanunları sırası
gelince hükmünü yürütür, kimsenin gözyaşına bakmaz. Âhiretteki azabı ise,
Kur'ân gönüllere neşter vu-rurcasina işlemektedir. O kadar ki başka bir
kelimeyle açıklamasını yapmaya, diğer bir yorumda bulunmaya gerek yoktur.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, her iki azabı da insanların kendisi hazırlar. Bu bakımdan toplum
ve milletler, aile ve fertler kendi tutum ve anlayışlarıyla, inanç ve
davranışlarıyla *ya cennetlerini, ya da cehennemlerini dünyada iken hazırlayıp
kendilerini ona lâyık görürler. Çünkü «Allah âlemlere herhangi bir haksızlıkta
bulunmayı dileyecek de değil.» [427]
«Göklerde ve yerde
olanların hepsi Allah'ındır. İşler ancak O'na döndürülecektir.»
Konuyu bağlayan bu
âyet, İslâm sisteminde siyasî hâkimiyetin de Allah'a ait olduğunu
hatırlatıyor. İslâm ülkelerinde seçilen liderler ancak bu hâkimiyet
doğrultusunda Allah adına konuşurlar.
Neden hâkimiyet
Allah'a aittir? Çünkü göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi O'nundur. Her
varlığı belli kanunlara bağlayıp bir ölçü koymuştur. Biz buna «Hayat Kanunu»
diyoruz. O halde Allah'ın kendi mülkünde yarattığı insanların bağlı bulunduğu
hayat kanunlarına göre idare edilmesini emretmesi kadar tabii ne olabilir?
Tabii bu, gönülden Allah'a inanıp Kur'an'ı temel esas seçen İslâm ülkeleri
için sözkonusudur.
Cenabı Hak insan
ruhunun yüoeliğiyle, yaratılışindaki üstünlüğü ile . uyum sağlayan İslâm dinini
bu bakımdan en son ve en mütekâmil din olarak indirmiştir. Bu, hem bölünmeyi
ve sürtüşüp vuruşmayı önler, hem ruha gıda vererek vicdanları geliştirir. Hem
de âhiret inancıyla insanlara büyük bir sorumluluk yükler.
Kur'ân bir başka
âyetle bu hususu şöyle açıklamaktadır: «Allah sizden imân edip iyi-yararlı
işlerde bulunanları, onlardan öncekileri yeryüzünde (inkarcı sapıkların)
yerine getirdiği gibi, onları da (putperest müşriklerin) yerine getireceğini,
onlar İçin hoş görüp razı olduğu dini yine onlar için sağlam temellere oturtup
yerleştireceğini ve korkulannın ardından güvene çevireceğini yeminle
va'detmiştir.» [428]
Emr-i bi'l-Maaruf:
Dinin, aklın ve sağlam
örfün iyi ve yararlı gördüğü şeyleri emretmek, İnsanları iyiye ve doğruya
çevirmek farz-i kifayedir. Bu, milleti idare eden Müslüman liderlerin ve ortaya
koydukları teşriî ve icraî organların görevidir. Sonra da ülkede söz sahibi
ilim adamlarının ve din âlimlerinin vazifesidir. Böylece belirtilen farz
yerine getirilmiş olur.
İlim adamlarından bir
kısmı, âyetteki (mîn). harfi teb'iz için değil cinsi beyân içindir
demişlerdir. Bu takdirde bütün Müslümanların iyilikle emretmesi farzdır. Ama
birinci görüş ve yorum daha uygun kabul edilmiştir. Çünkü bu kutsal görevi
ancak aklı erenlerin yürütmesi söz konusudur. Herkesin genel anlamda bu konuda
ortaya atılıp iyilikle emret-mesi.düzensiziik doğurabilir.
Ümmet
Din, siyaset, ideal ve
benzeri nedenlerden biriyle toplanıp bir araya gelen veya getirilen, aynı
zamanda çoğu kez gönül birliği içinde olan cemaat, demektir.
Rağıb'a göre: Bu bir
araya gelme ihtiyarî olabileceği gibi boyun eğ-dİrNerek de olabilir. Her iki
durumda da biraraya gelip cemaat halini alan topluluğa Ümmet denilebilir.
İç güdüleriyle kendi
haklarındaki hayat kanununa boyun eğerek bir araya gelip toplu halde yaşayan
canlıların her türü de bu tarif çerçevesinde başlıbaşına bir ümmettir.
«İnsanlar tek bir
ümmet idi.» âyetinden, insanların bir zamanlar tek yol (sapıklık yolu) üzere
oldukları anlatılıyor. «Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı.»
âyetiyle, imân üzere onları toplayıp birleştirirdi, mânası kasdediliyor. «Biz
babalarımızı bir ümmet üzere bulduk» yani bir din üzere bulduk, demektir. [429]
Konumuzu oluşturan
âyette İse daha çok farklı grupları bünyesinde
toplayan ve hepsini
aynı inanca yönelten önder ve lider durumundaki cemaat, anlamını taşımaktadır.
Ma'ruf:
Dince, akılca ve örfçe
yararlı ve gerekli kabul edilen şeyleri içine alan bir deyimdir.
Münker:
Dince, akılca ve örfçe
zararlı bilinen ve kabul edilen şeyleri içine alan bir deyimdir. Diğer bir
tabirle: İnsan ruhunun temizliği, yaratilışındaki azizliği ve yüceliği ile uyum
halinde olan, aynı zamanda hem ruha, hem bedene yararlı bilinen şeyler ma'ruf;
uyum sağlamıyan, bilakis zararlı olduğu bilinen şeyler ise münkerdir. [430][431]
Yukarıdaki âyetlerle
kurtuluşa, huzur ve mutluluğa erişmenin yolu gösterildi. Müslüman bir ülkenin
nasıl idare edileceğine ışık tutuldu. Ayrılıp bölünmenin azaba yol açacağı
belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle Hazreti Muhammed'in (A.S.) Kur'ân doğrultusunda
oluşturduğu cemaatin insanlıktan yana en hayırlı ümmet olduğu, bunun da üç
önemli nedeni bulunduğu açıklanıyor ve böylece bu aziz ümmetin asıl görevi
belirlenmiş oluyor. [432]
110— Siz insanlardan yana (yeryüzüne) çıkarılmış
en hayırlı ümmetsiniz; iyilikle emreder, kötülükten men'eder, Allah'a
inanırsınız. Kitablılar (Yahudi ve Hıristiyanlar) imân etmiş olsalardı onlar
için hayırlı olurdu. İçlerinden imân edenler var, fakat çoğu dinden çıkmış
kimselerdir.
111— Onlar size, incitmekten başka elbette bir
zarar veremezler; sizinle savaşırlarsa arka çevirip kaçarlar; sonra yardım da
edilmezler,
112— Nerede
bulunsalar üzerlerine
alçaklık damgası vurulmuştur. -Allah'ın ve inanan insanların
ahdine sığınmış olanlar müstesna- Allah'tan gelen bir gazaba uğradılar;
üzerlerine meskenet damgası vuruldu. Sebebine gelince: Onlar Allah'ın
âyetlerini inkâr ediyorlar; haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Onların
bu tutumu (Allah'a) İsyan etmelerinden ve (ilâhî) sınırları aşıp aşırı gitmeler
indendi.
Yahudilerin ilim
adamlarından ve tanınmış kişilerinden Selâm oğlu Abdullah ve arkadaşları
İslâm'a girince Yahudiler onlara ağır hakaretlerde bulunup incitici ve üzücü
söz ve davranışlarda bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [433]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz minber üzerinde cemaate hitapta bulunurken bir adam ayağa kalkıp
sordu : — İnsanların en hayırlısı kimdir?
— «En çok okuyanı,
Allah'tan en çok saygıyla korkanı, iyilikle emredeni, kötülükten men'edeni ve
akrabasıyla yakın ilgi kuranıdır.» diye cevap verdi. [434]
«Siz yetmiş ümmete
denksiniz, siz onların en hayırlısı, Allah katında en aziz ve en şereflilerisiniz.»
[435]
«Doğrusu Rabbim
ümmetimden yetmiş bin kişinin ve her bir kişiyle birlikte yetmiş bîn kişinin
hesaba tabi' tutulmayacağını va'detti.» [436]
«Siz insanlardan yana
(yeryüzüne) çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz...»
Annesinden doğan- her
müslüman büyük bir görev ve sorumluluk yüklenerek gözlerini hayata açar. Aile,
çevre ve okulda bu görev ve sorumluluğunu Kur'ân'ın ışığı altında öğrenir,
bilgi ve görgüsünü artırıp kültürünü genişlettikten sonra yol gösterici, Hakka
dâvetçi olarak sahneye çıkar. O artık ölünceye kadar metbu' (kendisine uyulan
ve güvenilen bir kişi)dir; hiçbir zaman uydu değildir ve olamaz da..
Konumuzun ana temasını
meydana getiren âyetle Müslümanların, insanların hayrına, onlardan yana
görevlendirilip irşâd sahnesine çıkarılmış bir ümmet olduğu özellikle
belirtilmiş; bu bakımdan her müslüman diğer insanlar için örnek, uyulması uygun
bir önder kabul edilmiştir. Çünkü İslâm, bütün esas ve prensipleriyle, kuruluş
ve organlarıyla apayrı bir sistemdir. Her düzenlemesi ilâhî, her uygulaması
Kitabîdir. Başka bir sisteme uyması veya uydurulması mümkün değildir. Diğer
bütün sistemler insan aklının ürünü, İslâm ise Allah'ın düzenleyip koyduğudur.
Aradaki farkın ne kadar açık olduğunu anlatmaya gerek var mıdır?
İslâm bu rehberliğini
ve örnek olma düzeyindeki liderliğini sürdürürken ırk, renk, dil ve din farkı
gözetmeksizin kapısını bütün kabile ve milletlere açık tutar. Ne sömürür, ne
de sömürülmeye razı olur. Ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğramayı kabul
eder. Üstünlük ve fazîleti Allah'a kullukta görür ve O'ndan saygı ile
korkulması nasıl gerekiyorsa öylece korkmayı huy edinir.
Kur'ân, İslâm'ın bu
özelliğini yer yer sergilerken Müslümanin Hakk'a davet konusundaki mümeyyiz
vasıflarını belirleyip şöyle sıralar:
a) Hayrı ve iyiliği sever ve bunun acık
örneklerini günlük hayatında yansıtır.
b) Din, akıl ve örfün iyi ve yararlı gördüğü
şeyleri emreder ve bunu her zaman yaşamaya çalışır.
c) Bu üç öğenin kötü ve zararlı kabul ettiği
şeylerden hem kaçınır, hem başkasını men'etmeye yönelir.
d) Bütün bunların üstünde, Allah'a olan imân ve
bağlılığını kusursuz sürdürür, ayipiayanların ayıplamasından asla endişe
duymaz.
Kendinde bu vasıfları
topiamıyan bir müslüman o hayırlı ve aziz ümmetin bir ferdi olmaktan bir
bakıma çıkmış sayılır. Böylesi sadece ismen müslümandır. Ancak şunu
hatırlatalım ki, bu konuda her müslüman kendi bilgi, görgü, kültür ve imkânları
nisbetinde hizmet edebilir. Hepsinden aynı ölçüde hizmet beklenemez. Önemli
olan bu hizmet aşkını taşıması, yüklendiği sorumluluğun ölçü ve anlamını
bilmesi ve kendi imkânları ve yetenekleri oranında hareket halinde
bulunmasıdır. Asıl büyük hizmet, lider durumunda olan kadroya, din âlimlerine
ve İslâm kültürünü yeterince almış aydınlara düşmektedir. Onların sorumluluğu
da bulundukları sosyal, ekonomik ve kültürel ortamlarıyla orantılıdır.
İşte bunun için
«Müslüman uydu değildir» diyoruz. O her zaman ve her yerde örnek alınacak,
önderlik edecek bir ruh taşımaktadır. Ashab-ı Kirâm'ın yaşayışı bu ölçüler
içinde idi. Her biri büyük bir mürşit, örnek alınaeak bir mü'min idi. [437]
«'Çerinden iman edenler var fakat çoğu dinden
çıkmış kimselerdir.»
Kur'ân Müslümanların
asıl vasıflarını açıkladıktan ve görevlerini belirleyip insanlığın hayrına çıkarıldıklarını
açıkladıktan sonra, onların bu doğrultuda sadece rahmet kapılarını açtığını
hatırlatarak Kitap Ehli'ni uyarmaya çalışıyor. Din için,din adına hak dinlerle
mesafeyi açmanın kimseye yarar sağlamıyacağına işaret ediyor.
Ama ne yazık ki, dün
olduğu gibi bugün de Kitap Ehli'nin çoğu İslâm'a karşı haksız bir inkâr ve
inat İçindedir. Konumuzu oluşturan âyetlerle bu inkârın kapısını kapatmaları
istenilirken Muhammed (A.S.) üm-
metinin ne maksatla ve
hangi hizmet için yeryüzüne çıkarıldıkları bir kez daha hatırlatılmış oluyor.
Bunda çok önemli iki husus amaçlanmıştır:
a) Son dinin
diğer semavî dinlere karşı nasıl bir tutum ve anlayış içinde bulunduğunu bütün
açıklığıyla ortaya koymak ve böyleoe kitaplılara itiraz kapılarını kapatıp
onları İnsafa davet etmek,
b) Müslümanlara asıl görevlerinin ne olduğunu,
insanlığın hayrına, iyiliğine nasıl yönelmeleri gerekiyorsa ona göre bir metot
uygulamalarının gereğini hatırlatmak..
Çünkü dinler arasında
çok tutucu din adamlarının meydana getirdiği soğuk hava ancak iki tarafın
belirtilen ölçülere uymasıyla kalkabilir.
Buna rağmen kitaplılar
inkâr ve inatlarında, Müslümanlar da sözü edilen barışçı ve rahmet saçan
davranışlarında devamlılık gösterir ve kitaplılar kutsal kitaplarını bir
tarafa itip sen dinin müntesipleriyle savaşacak olurlarsa, mutlaka yenilgiye
uğrayacakları ve bu arada Allah'tan da hiçbir yardım görmiyecekleri kesin bir
anlatım ölçüsüyle ilân ediliyor. Çünkü Allah haksızlardan, inkâr ve
inatlarında direnenlerden yana değildir. Sınırı aşıp aşırı gidenlere, baş
kaldırıp Hakkı tammiyanlara daima alçaklık damgası vurulur. Büyük bir kin,
derin bir nefret, açık bir düşmanlık havası yaratılarak İslâm ülkelerine karşı
düzenlenen Haçlı Seferlerinde haksızlar başarısızlığa uğramış, Allah onlardan
yana olmamış, böylece aşağılık ve alçaklık, meskenet ve zillet damgası yiyerek
geri dönmek zorunda kalmışlardı.
Kur'ân bu hususu
belirtirken, kitaplıları son dine girmeğe zorlamaya hiçbir zaman teşebbüs
edilmediğine, Müslümanların savaştan yana olmadıklarına, çünkü savaşın ancak
azgınlık, tuğyan ve haksızlığı önlemeye matuf bulunduğuna işaret ediyor. Ayrıca
Müslüman ülkelerin dikkatini. Kitap Ehli'nden gelecek olan bir saldırıya
çekerek bunun her zaman mümkün olabileceğini hatırlatıyor.
Nitekim tarih bunun örnekleriyle
doludur. Bugün için de Hıristiyan âlemi Müslümanlara diş bilemekte, zengin
yeraltı kaynaklarına sahip bulunanları hangi yoldan kahredeceğini
planlamaktadır. Kur'ân'ın koymuş olduğu teşhisin doğruluğu, haklılığı bir kez
daha bütün açıklığıyla ortadadır.
İyilikle emretmenin en
üstünü:
a) Hak dine, günün metoduyla çağırmaktır.
b) Allah'ın varlığını, birliğini, peygamberliğin
insanlık için rahmet olduğunu bilimsel olarak en doyurucu ve tatmin edici
biçimde kafa ve gönüllere işlemektir.
Kötülükten men'etmenin
en önde geleni:
a) Allah'ı inkâr edenlerin karşısına yine günün
metoduyla çıkmasını bilmektir.
b) İslâm kültür ve ahlâkını yıkmak isteyenlerle
ciddi mücadeleye girişmek, maddeciliğin ezici ve üzücü havasını kaldırmaya'
çalışmaktır.
Farz ibâdetlerden
sonra dinde en büyük ibâdet, iyilikle
emretmek, Kötülükten men'etmektir denilmiştir. Ancak her müslümanin bu ibâdeti
yerine getirmeğe hazırlanırken İslâmî yolları, Hazreti
Peygamberin (A.S.) metodunu,
dinin ana kurallarını bilmesi gerekir. [438]
Yukarıdaki âyetlerle
Kitap Ehli'nİn inkâr ve tutumları yerildi. İslâm'a karşı içlerinde derin bir
düşmanlığın izleri bulunduğuna, Müslümanların ise hep barıştan yana olduklarına
işaret edildi. Çünkü İslâm'ın sulh ve selâmet dini olduğunu zaman zaman
hatırlatmanın yararlı sonuçlar vereceğinde şüphe yoktur.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kitap Ehli'nln hepsinin bu düşünce ve inançta olmadığı, içlerinde Allah'a gönül
verip geceleri secdeye kapanarak ilâhî âyetleri okuyup son dine gönülden
bağlananların bulunduğu açıklanıyor.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Bu âyetle, kitap
ehlinden Abdullah b. Selâm gibi takva sahiplerinin İslâm'a girip geceleri
secdeye kapanarak ibâdette bulunduklarına dikkatler çekiliyor ve kitaplıların
hepsinin bir olmadığı hatırlatılarak İslâm'a girmek istemiyenlere bir defa
daha seslenilmiş oluyor.»
Nitekim Âl-i İmrân
sûresinin sonunda aynı konu başka bir anlatımla şöyle açıklanıyor:
«Şüphesiz ki Kitap
Ehli'nden Allah'a İmân edip size ve kendilerine indirilene inanan, Allah'a
karşı üstün saygı duyup O'nun yüce huzurunda kalbi ürpererek eğilenler ve
Allah'ın âyetlerini az ve önemsiz bir değere değiştirmeyenler vardır.» [439]
113-114-
(Tabii ki) hepsi bir değildir; içlerinden doğruluk üzere bulunan bir cemaat var
ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar; Allah'a ve
âhiret gününe inanırlar; iyilikle emreder, kötülükten alıkorlar; hayırlı
işlere koşuşurlar. İşte onlar yararlı ve iyi kimselerdendir.
115—
Hayırdan yana ne yaparlarsa, karşılıksız bırakılmıyacaklardır. Allah, saygı ile
kendisinden korkup fenalıklardan sakınanları bilendir.
Yahudilerden başta
Selâm oğlu Abdullah ve üç arkadaşı olmak üzere birkaç kişi İslâm'a girince,
daha cok Yahudi din adamları, «Muhammed'e ancak bizim kötülerimiz ve
şerirlerimiz inanmıştır. Eğer onlar bizim seçkin ve anlayışlılarımız
olsaydılar baba dedelerinin dinini bırakıp başka dine girmezlerdi.» dediler ve
sonra o inanan kişileri, «Kendi dininize ihanet ettiniz» diyerek ayıpladılar;
bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi[440]
İbn Mes'ud'a (R.A.)
göre : Bu âyet Müslümanların gecenin üçte birinden sonra veya yatsı vakti
kıldıkları namaz hakkında inmiştir ki Kitap Ehli'nden olanlar bu nama2i
kılmazlardı. [441]
Yine Ibn Mes'ud (R.A.)
diyor ki; Resûlüllah {A.S.) bir gece yatsı namazını geciktirdikten sonra
Mescid'e geldiğinde cemaatin kendisini beklediğini gördü. «Dinlilerden hiç
kimse bu saatlerde Allah'ı anıp ibâdet etmez.» buyurdu. Bu nedenle-yukarıdaki
âyet inmiştir. [442]
Tabiînden Âtâ'a göre:
Necran Araplanndan 40,
Habeşlilerden 32, Rumlardan 8 kişi İsâ dinine bağlı bulunuyorlardı. İslâm
güneşi Arap Yarımadasını aydınlatınca bunlar Hazreti Muhammed'i (A.S.) tasdik
edip Ona imân ettiler. Ansar'dan da Es'ad bin Zürare ile birkaç arkadaşı Hanîf
oldukları için gusleder ve Allah'a ibâdette bulunurlardı. Çok geçmedi, bunlar
da Hazreti Muham-med'in (A.S.) peygamberliğini kabul edip İslâm'a girdiler.
İşte Allah bunları, Yahudi ve Hıristiyanların çoğunda bulunmayan sıfatlarla
överek konumuzu oluşturan âyetleri indirdi. [443]
«içlerinden doğruluk üzerinde bulunan bir
cemaat var ki gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.»
Kur'ân burada bir
yandan kitaplılardan İmân düzeyine yükselip hidâyete erenlerin güzel durumunu
anlatırken, bir yandan da yararlı insan olmanın en açık ve belirgin
vasıflarını; Allah'a kul olmanın ölçü ve anlamını sergilemektedir.
Önce, «Benim kalbim
temizdir; sen gerisine bakma», diyenlere ders verir, kalb temizliğinin içten
dışa vuran ve sosyal bünyede yerini alan ürünlerini sıralar. Sonra imânın
tadını yudum yudum alıp hücrelerine kadar yerleştiren ve kendini şüphelerden
kurtarıp olgun mü'min olmanın bah-tiyarıiğina eriştiren sâlih kişiyi ianımiar.
Aslında dünyaya gelişimizden de maksad bu değil midir? Hayvanî bir hayattan
başka bir ölçü ve amacı o!-, mayan insanların hem kendilerine, hem çevrelerine
sundukları bir fazilet ışığı varmıdır? Bütün bir ömür mide ve seks arzusu
uğrunda harcanıp tüketilmiyor mu? Toplumu dinin öngördüğü cemaatleşme
şuurundan yada yolundan alıkoyan bunlar değil midir? Peygamberlerin yaymakla
görevli bulundukları dinlerin hedefi olgun ve yararlı insan yetiştirmekten
başka bir şey midir? Elbetteki değildir. Çünkü insan zıtlar âleminde zıt
kuvvetleri İç ve dış yapısında taşımaktadır. Kendi haline bırakıldığında
hayvanî tarafı ağır basar. Din ve onun gönüllere sistemli biçimde işlediği imân
ve fazîlet duygusudur ki ruhî ve melekî tarafa ağırlık kazandırır. Bu ölçü ve
anlamda olan olgun ve yararlı insanı Kur'ân şu sözlerle hem övüyor, hem
tanımlıyor:
a) Nefsin sürükleyip ittiği hayvanî
bataklıktan kurtulup ilâhî sevgi ve
rahmetin hayat verici havasını teneffüs eder.
b) Doğruluğun derin anlamını kendinde taşır ve bununla doğrulup sâlih amellere yönelir,
c) Gece
saatlerinde, yatsı ve sabah vakitlerinde de Hakk'ın divanına durup önee el
bağlar, sonra secdelere kapanır.
d) Allah'ın her yönüyle ruha gıda veren
âyetlerini derin bir zevk, ölçülü bir kavrayış içinde okur.
Çünkü böyle olanlar:
1— Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. Bunun
getirdiği sorumluluğu, fazîlet ve hakseverliği içten dışa vuran bir mânayla
gönüllerinde ve vicdanlarında taşırlar.
2— Din, akıl ve örfün iyi ve yararlı gördüğü
şeyleri hem yapar, hem yaptırır, hem de çevresindeki insanların yapmasını sağlamaya
çalışırlar.
3— Bu üç unsurun zararlı ve kötü kabul ettiği
şeyleri hem yapmaz, hem yapanları men'etmeye gönüllüdürler.
4— İnsanlıktan, dinden ve memleketten yana
hayırlı işlerde yarışırcasına koşuşurlar.
Hemen diyelim ki, bu
örnek insanları ancak peygamber mektebi ve O'nun mükemmel eğitim sistemi
yetiştirir. Bu mektebe her çağda mutlak surette ihtiyaç vardır. [444]
Geçen âyetlerle
İslâm'ın cihanı aydınlatan parlak güneşini küfrün siyah perdesiyle örtmeğe
çalışan inkarcıların tutumu açıklandı. Onlardan imân edenlerin kalblerini hak
ve hakikate açmaları, kendilerini Allah'a teslim edip O'nun yüce huzurunda
üstün bir saygı ifade ve edası içinde bulunmaları övüldü.
Aşağıdaki âyetlerle,
tekrar inkârlarında inat edenlerin durumuna değinilerek Rahmet Peygamberi Hz.
Muhammed'e (A.^.) karşı besledikleri düşmanlığın kendilerine hiçbir yarar
sağlamıyacağı gibi, bu yolda hazır-laya durdukları mal ve insan unsurunun
onları ilâhî azâbdan kurtaramı-yacağı hatırlatılıyor. Böylece va'd ve vaîdler,
uyan ve hakikate parmak basmalar birbirini izliyor. Allah'ın insanlardan nasıl
bir düşünce ve davranış içinde bulunmalarının gerektiğini dilediğine yer yer
işarette bulunuluyor. [445]
116— O küfredenler var ya, şüphesiz ki ne malları,
ne çocukları onları AHah'tan hiçbir şeyle müstağni kılmaz (onları ilâhî
azâbdan kurtaramaz). İşte onlar Cehennem ateşinin yakın dostlarıdır ve orada
ebedî kalıcılardır.
117— Onların bu dünya hayatında harcadıklarının
misâli, kendi kendilerine haksızlık eden bir kavmin ekinine dokunup mahveden
kavurucu (ya da dondurucu) soğuk (ya da çok sıcak) bir rüzgarın misâli gibidir.
Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmettiler.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
Medine Yahudilerinden
Kurayza oğulları ile Nadir oğullarının ileri gelenleri, liderliğin tamamen Hz.
Muhammed'e (A.S.) geçmesini önlemek ve İslâm'ın te'sirini kaldırmak için mal
toplayarak ciddi bir hazırlığa başladılar. Yukarıdaki âyetlerle onların bu tür
teşebbüslerinin hiçbir yarar sağlamıyacağı açıklandı. [446]
inkarcıların bu uğurda
harcadıkları her şey, soğuk ya da kavurucu sıcak bir rüzgarın mahvettiği ekine
benzetilmiştir. Bedir ve Uhud Savaşları, kin ve intikam duygularıyla ortaya
konulan bütün imkânların olumlu hiçbir sonuç vermediğini, Allah'ın va'dinin
mutlaka yerine geleceğini bir-kez daha belgelemiştir. Bugün de İslâm âleminde
müslümantar Kur'ân'ın belirttiği üç mümeyyiz vasfı hakkıyla kendilerinde
taşıyarak küfre karşı çıksınlar, sonuç sadece mü'minlerin lehine tecelli
edecektir.
Ebû Süfyan'ın da bu
konuda öteden beri hazırladığı mal ve insan gücü sonunda mahvolup gitti. Hak
üstün geldi. Bâtıl ve inkâr fırtınası yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya
mahkûmdur. [447]
«O küfredenler var
ya, şüphesiz ki ne malları, ne çocukları onları Allah'tan hiçbir şeyle müstağni
kılmaz.»
Kur'ân bu âyetlerle
tarihî bir gerçeğe parmak basmakta, İslâm'a karşı olan milletlerin her devirde
çok sinsice bir hazırlık içinde bulunacaklarına dikkatleri çekmektedir. 1400
yıldan beri olaylar hep bu doğrutuda meydana çıkıp gelişmiştir.
Bunun sebebi açıkttr:
a) Yahudi ve Hıristiyan din adamları, Musa Peygamber ile İsâ Peygamberin
dinlerini kendi anlayış ve yaşayışlarına uydurup değişik biçimde hem İnanç,
hem amel yönlerinden âdeta yeni bir din ve şeriat meydana getirmişlerdir.
Tevrat ve İncil'in ilk orijinal nüshalarının kaybolmasının dq bunda büyük
te'siri vardır. Hakikate bu derece sırt çeviren bu insanların, saadet
güneşiyle gönülleri ve kafaları aydınlatan İslâm'a gönül kapısını açmamaları
hem büyük bir talihsizlik, hem de çok düşündürücüdür. Ancak içinde
bulundukları psikolojik ortamın da bu konudaki payını unutmamak gerek.
b) Tevrat ve İncil'de yapılan kasıtlı
değişiklikleri haber veren, sırası geldikçe bu iki kutsal kitabı tas'hih edip
gerçeği ortaya koyan Kur'ân'a karşı piskopos ve hahamların ister istemez derin
bir nefretleri vardır. Şüphesiz ki bu, doğru düşünmeyi, haktan yana bir karar
vermeyi engellemektedir.
c) İslâm'ın, misyon örgütü olmadığı halde, sür'atle yayılması, ciddi hiçbir
propaganda yapılmadığı halde Afrika'da bir çok devletlerin bu dine kapılarını
açık tutması, kitaplıları çileden çıkarmış; asırlarca milyarları
harcamalarına, bir nice yetiştirilmiş misyonerleri görevlendirmelerine rağmen
ciddi hiç bir sonuç elde edemediklerinin üzüntüsüyle İslâm'a karşı derin bir
düşmanlık duymuşlardır. Bu, onların büsbütün kin ve nefretlerini
kamçılamıştır.
d) Başta petrol olmak üzere bir niae yeraltı ve
yerüstü kaynakları elinde tutan ve geniş topraklar üzerinde yaşıyan İslâm
âlemine sunulan bunca bereketli ve
feyizli ni'metlere Batılıların ve diğer ülkelerin göz-dikmesi
tabiidir. Bu da gizli ya da açık bir düşmanlığa neden olmaktadır.
İşte bu ve benzeri
sebeplerle Kur'ân, anti-İslâmî kuvvetlerin her zaman kökü çok gerilere uzanan
düşmanlıklarını dikkate almamızı ilham etmektedir. İslâm âlemini asırlardır
sömüren kitaplılar ve kitapsızlar, tarih boyunoa hep taktik değiştirerek günün
ve çağın şartlarına göre stra-te[ik plânlar ve hedefler seçmişler ve bu açıdan
hareket etmişlerdir. Müslümanlarla dost olmaları hiçbir zaman sözkonusu
değildir. Yani bunu ciddi kabul etmemiz çok saflık olur. Bakara sûresinde,
bununla ilgili âyette, bu husus çok net biçimde açıklanmış, devam edegelen
olaylarla uygulamalar hep bunu doğrulamıştır. [448]
Kur'ân bu gerçeğe
parmak basarken Müslümanların Allah'a dosdoğru bağlandıkları, iyilikle emredip
kötülüklerden men'ettikleri ve bununla ilgili amaçlarını belirleyip seçtikleri
takdirde anti-İslâmî güçlere karşı mutlaka üstünlük sağlıyacaklarını, Allah ve
İslâm düşmanlarının ekonomik yapılarının ve donatılan insan unsurunun
eninde-sonunda mahvolacağını müjdeliyor.
Ayrıca Kur'ân, Allah
ve İslâm düşmanlarının yaktıkları kin, nefret, düşmanlık ve sömürü ateşinin
dünyada da, âhirette de onları yakacağını işaretle konuyu noktalıyor ve sonra
da sözü edilen üç mümeyyiz vasfı kendinde taşıyan Müslümanların başı dik, gönlü
huzur içinde varlıklarını sürdüreceklerini kapalı biçimde, ama düşündürücü
ölçü ve anlamda haber veriyor. [449]
«Onların bu dünya
hayatında harcadıklarının misâli......»
Ruhla bedenden meydana
gelen insan, bu iki varlığını anlayıp koruduğu oranda yaşama şansına sahiptir.
Hak dinlerin hemen hepsi insanı bu iki yönüyle, ya da varlığıyla
değerlendirmiştir.
İslâm insanın bu iki
varlığına hitap etmekle kalmamış, aynı zamanda İkisi arasında en sağlam köprüyü
kurmuş; dünya ile âhiret arasında denge sağlarken insan unsurunu daima ön
plânda tutmuştur. Çünkü İslâmla insan ikiz kardeşlerdir. Her doğan bu inanç ve
duyguyla hayata gözlerini açar.
Ne var ki, kendini
daima doğuşundan gelen bu tesir alanının dışında tutmaya çalışanlar, ya
materyalist ve komünist, ya idealist,ya daspri-tüalist olmaktan
kurtulamamıştır. Güneşten kaçan mutlaka gölgeye girer, yani bu izm
kurtlarından birinin kurbanı olur.
Bilindiği gibi
birinciler maddeyi tek ve mutlak varlık olarak seçmiş ve insanı sonunda bir
daha dirilmemek üzere bir gübre yığını kabul etmişlerdir. Onlara göre, insanın
önünde hiçbir hayat ışığı yoktur. İnsan doğar, yer içer, büyür ve ölür.
İkinciler, insan düşüncesini tek esas ve yaratıcı güç olarak kabul etmiş ve
bunun savunucusu olmuşlardır. Bunlara göre de insanın önünde ne bir ebediyyet
ışığı, ne de onu yaratıp idare eden bir ilâh vardır. Üçüncüler ise, ruhu tek ve
mutlak varlık olarak seçmişlerdir. Bunlar hem birbirlerine karşı tavır almış,
hem başta İslâm olmak üzere bütün hak dinlere karşı koymuşlardır. Fakat hiç
biri arzulanan dengeyi sağlıyamamış, bedenle ruh arasında sağlam bir köprü
kuramamıştır. Daima insanı tek yönüyle değerlendirmeğe çalıştıkları için bütün
gayretleri boşuna akıp gitmiştir.
İşte sözünü ettiğimiz
her üç uçtan gelen inkâr ateşi insanlığa hiçbir devirde mutluluk ışığını
getirememiş, fakat girdiği her yeri, dokunduğu her şeyi yakmıştır. Dünyanın
bugün içinde bulunduğu taşkınlık, tuğyan ve isyanın, baş kaldıran anarşinin
tek nedeni bunlar değii midir? Bu uğurda harcanan milyarlar, dökülen kanların,
yıkılan ülkelerin, imâl edilen korkunç silahların insanlığı yakıp kavuran bir
ateş olduğunu kim İnkâr edebilir? İnsan haklarından sözedenler, milyonlarca
insan açlıktan ölürken, milyarları, öldürücü kahredici silâh yapımına
sarfetmeleri ne ile yorumlanabilir?
İşte Kur'ân bu gerçeği
en anlamlı ve duyarlı biçim ve ölçüde insan aklına seslenerek, vicdanlara
neşter vurarak şu âyetle bir kez daha duyuruyor :
«Onların bu dünya
hayatında harcadıklarının misâli, kendi kendilerine haksızlık eden bir kavmin
ekinine dokunup mahveden kavurucu (ya da dondurucu) soğuk (ya da çok sıcak) bir
rüzgarın misâli gibidir. Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine
zulmettiler.» [450]
(Sad) harfiyle yazılan SIRR :
a) Şiddetli soğuk, dondurucu rüzgar,
b) Kavurucu sıcak rüzgar,
c) Ateş ve kavurucu çok sıcak bir rüzgar,
d) Alev alev yanıp ses çıkaran ateş, ya da bu
anlamda şiddetli sıcak bir rüzgar,
e) Mevsimsiz esen dondurucu rüzgâr. [451]
manalarına geür. [452]
Gecen âyetlerle, Kitap
Ehli'nin İslâm'a karşı devamlı hazırlık içinde bulunduğuna değinildi. Ekonomik
güç sağlamak suretiyle İslâm ülkelerini bu açıdan hem dize getirmeyi, hem
sömürmeyi amaçladığına işaretlerde bulunuldu. Onların bu hile ve kurdukları
tuzaktan kurtulmanın yolları gayet açık biçimde belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inanç ve karakterleri, tutum ve davranışları böyle olan kitaplılar ve
kitapsızları dost ve sırdaş edinmenin büyük bir gaflet olacağına dikkatler
çekiliyor. Müslümanları mefluç hale getirebilmek İçin her türlü çareye baş
vurdukları ve vuracakları üzerinde duruluyor; kendi sosyal ve aile yapılarına
uygun fakat İslâmiyetle taban tabana zıd kültürlerini yaygınlaştırarak Muhammed
(A.S.) ümmetini şaşırtmak ve birlik ile dirliklerini bozmak için hiç de kusur
etmiyecekleri bilhassa vurgulanıyor. [453]
118— Ey imân edenler! Kendinizden başkasını dost
ve sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtıp bozmakta kusur etmezler. Sıkıntıya
düşmenizi çok arzu ederler. Size olan aşırı kin ve düşmanlıkları ağızlarından
taşıp ortaya çıkmıştır. Kalblerinin gizlediği (kin ve düşmanlık) daha büyüktür.
Eğer aklınızı kullanırsanız size âyetlerimizi yeterince açıkladık.
119— Siz (ey mü'minjler, öylesiniz ki onları
seversiniz, onlar ise sîzi sevmez ve siz (kutsal) kitab(Iar)ın hepisine imân
edersiniz. Onlar ise si-
zinle karşılaşınca «inandık»
derler, kendi başlarına kalınca siz© karşı öfkelerinden parmaklarının uçlarını
ısırırlar. De ki: Öfkenizle ölün! Şüphesiz ki Allah kalblerde olanları bilir.
120— Size
bir iyilik dokunsa onları tasalandırır. Size bir kötülük isabet etse onunla
sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'tan saygı ile korkarsa-niz, onların hilesi
size hiç de zarar vermez. Şüphesiz ki, Allah onların ya-pageldiklerini (ilmiyle
kudretiyle) kuşatmıştır.
İbn Abbas (R.A.) ve
Tabiîn'den Mücâhit diyorlar ki:
«Medine'de mü'minierden
birkaç kişinin, aralarındaki dostluk, yakınlık, komşuluk ve süt kardeşlik gibi
nedenlerle sık sık bazı yahudiler ve münafıklarla görüşüp konuştukları, sohbet
ettikleri, sır verip aldıkları oluyordu.
Bu yakiaşmaldr, ilende
bir takım fitnelere, Peygamberin dini yaymadaki stratejisinin ve gizli tuttuğu
sırlarının bilinmesine yol açacağı dikkate alınarak yukarıdaki âyetle
yasaklandı.» [454]
«Allah ne kadar
peygamber göndermiş, ne kadar kendi adına hükmedecek bir halîfe koymuşsa mutlaka
onun iki sırdaşı, özel müşaviri bulunmuştur : Biri ona hayır ve iyilikle
tavsiyede bulunup teşvik etmiştir. Diğeri kötülüğü tavsiye edip onu eğri yoia
tahrikte bulunmuştur. Bundan korunan, Allah'ın koruduğu kimsedir.» [455]
İkinci Halîfe Hz.
Ömer'e :
— Şurada Hiyre
halkından gayr-i müslim, fakat hafızası çok yerinde, iyi kâtiplik yapacak
yetenekte bir genç var, onu kendinize kâtip olarak alsanız olmaz mı?
Denildiğinde, Ömer
(R.A.) şu cevabı vermiştir:
— O takdirde
mü'minierden başkasını sırdaş edinmiş olurum! (ki bu İslâm için tehlikeli bir
durum meydana getirebilir). [456]
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin:
«Müşriklerin ateşiyle
aydınlanmaya heveslenmeyin ve yüzüklerinize Arapça yazı nakşetmeyin!» hadîsinin
mânası Büyük Âlim Hasan El-Basrî Hazretlerinden sorulduğunda şu cevabı
vermiştir:
«Yüzüklerinize
«Muhammed Resûlüllah» ibaresini yazdırmayın. Çünkü bu ibare onun özel mühürüne
aittir. Dünya işlerinizde müşriklerle İstişarede bulunmayın, çünkü onlar size
doğru yolu gösterip aydınlatıcı bilgi vermezler.» [457]
«Kişi yakın dostunun
dini üzeredir. O halde kiminle dostluk kuruyorsanız ona dikkat edin.» [458]
Yine ikinci Halîfe
Ömer (R.A.) devrinde genel valilerden Ebû Musa el-Aş'arî (R.A.), gayr-i
müslimlerden bir kâtip tutmuştu. Hz. Ömer bunu öğrenince ona bir mektup
yazarak derhal kâtibin görevine son vermesini ve yerine bir Müslüman kâtibin
atanmasını emretti. Şüphesiz ki Hz. Ömer (R.A.) bu konuda da bütün güc ve
ilhamını yukarıdaki âyetten almıştır. [459]
Ey iman edenler!
Kendinizden başkasını dost ve sırdaş edinmeyin.»
İslâm, insanlığın en
son ve en büyük ümididir. O sadece bir ümit do değil, insanlığın tek kurtuluş
yolu ve çaresidir. İslâm rahmet kucağını bütün bir insanlığa açarken ırk, renk
ve dil farkı gözetmediği gibi, zengin ile fakir, efendi ile köle arasında bir
ayrım yapmamış, yaratılan ile Yaratan arasındaki bütün engelleri kaldırmaya
yönelmiştir. Böylece insana yakışanı getirmiş, onu iki âlemde de mutlu kılacak
yolları açmış; felâket kapılarını kapatmaya çalışmıştır.
İşte İslâm bunca
özellikleriyle sahneye çıkarken her sınıf insana seslenmiştir. Şüphesiz ki
Onun bu sesinde hak, doğruluk, adalet kardeşlik, merhamet, dayanışma, ruhları
aydınlatma, vicdanları geliştirme, aileye sağlam ölçü verme, sosyal yapıya en
ölçülü düzeni getirme havası mevcuttur. Bu kadar çok yönlü olan ve bütün dünya
milletlerine hitab eden, çağlara yönelen İslâm'ın ne kadar büyük bir dava
olduğunu artık açıklamaya gerek var mıdır? Köhnemiş sistemleri, özelliğini
kaybetmiş dinleri, kendini maddeye ve konfora terketmiş milletleri, ülkeleri
fethedip hazinelerini altınla doldurarak insanlara köle nazarıyla bakan
ölçüsüz ve azgın kralları karşısına almıştır. Bu nedenle önünde pusuya girip
yatan mu-sîbet büyük, düşman da çok kuvvetlidir.
Ne var ki, düşmanın
her çağda ve devirde İslâm'a karşı taktiği değişik, hücumu farklı olmuştur.
Fakat amacında değişiklik olmamıştır.
Günümüzde ise sadece
gayr-i müslimler, kitaplılar ve kitapsızlar değil, adı müslüman olan bir nice
düşmanlar ortaya çıkmıştır. Din adına dini yıkanların sayısı belli değil. İslâm
ülkelerinde imân cevherini yitirmiş bir takım müslümanlar (!) daha çok
tehlikeli alanla tehlikesiz alan arasındaki gizli sının göremiyecek kadar
körleşmiş; mânevi bütün dayanak ve değerleri ekonomiye feda edecek kadar
yolunu şaşırmış; fertleri içinden çöktüren zenginliği gaye kabul edecek kadar
basiretini yitirmiş; içkinin nesli zehirlemesine göz yumacak kadar duygusuz
kalmış; radyo, televizyon ve sinemayı, ruhları öldürmek için seks konularında
kullanacak kadar aklını kaybetmiş; yanlış anlaşılan ve aslında faydalı olan
sporu çocukların ruhunu alt-üst edecek düzeye getirmekte yarışırcasına bir
gayrete düşmüştür. Bununla da kalmıyarak bağlı bulunduğu İslâm'ın karşısına çıkma
bedbahtlığını göstermiştir. Tehlikeli sının göremiyecek kadar şaşırmıştır.
Görülüyor ki, İslâm'ın
bugün de düşmanlarının bir kısmı pusuda bekliyor, bir kısmı ortaya çıkmış,
düşmanlıkları ağızlarından taşarçasına belirgin hale gelmiştir.
İşte Kur'ân, İslâm'ın
karşısında olan bu tür düşünce ve ekollerin her devirde ayrı bir renk ve
biçimde ortaya çıkacağını hatırlatırken bunları sırdaş edinmemizi kesinlikle
yasaklamaktadır. Çünkü onlarla kurulan dostluk her zaman İslâm'ın aleyhinedir.
Bu, bir bakıma düşmanın eline silah vermektir.
Osmanlılar devrinde
yabancılara dostluk kucağı açılarak tanınan haklar, verilen imtiyazlar
(kapitülasyon), onların İslâm âlemine karşı duydukları düşmanlık ateşini
söndürememiştir. Bütün bu iyi niyet ve asil davranışlarımıza karşılık hep
ihanet görmüşüzdür. Koca İmparatorluğu parçalamakta kitaplılarla kitapsızlar
yarışırcasına bir gayret içinde ne lazımsa onu yapmadılar mı?
Son yarım asırda bazı
İslâm ülkelerinin batılılaşmak için Batı âlemine açtıkları kapıdan sadece İslâm
düşmanlığının havası, ahlâksızlığın fırt-nası, gayr-ı millî ve anti-isiâmî
kültürün mili akıp gelmiştir.
«Onlar-sizi şaşırtıp
bozmakta kusur etmezler. Sıkıntıya düşmenizi çok arzu ederler..»
Hep böyle olmadı mı?
Birbirini izleyen olayfar hep bu âyeti doğrulamadı mı? Hangi haklı meselemizde
Batılılar bizden yana olmuştur? Kitaplılarla kitapsızlar hangi devirde İslâm
ülkelerine karşı namuslu ve dürüst davranmışlardır? Bunun aksini isbat eden
bir model ve örnek yoktur. Ama sinsice düşmanlıklarının, kin ve nefretlerinin
misalleri sayılmıyacak kadar çoktur. İslâm âlemi bölünüp sıkıntıdan sıkıntıya
düşerken Haçlı Seferlerini düzenleyip çıkaranlar, tezgâhlayıp kışkırtanlar
kimlerdir? Asırlarca önünde diz çöktükleri Osmanlılara «Hasta Adam» damgasını
sırıtarak vuranlar hep onlar değil midir?
Kur'ân bu konuda başka
ne söylesin? Müslümanları uyarmak İçin başka nasıl seslensin?
Size olan a?ırı kin ve
düşmanlıkları ağızlarından taşıp ortaya çıkmıştır..»
İslâm ülkelerini
birbirine düşürmek, Müslümanların birleşip kaynaşmasını, büyük bir kuvvet
olarak ortaya çıkmasını önlemek için düşmanlığın gizli acık her çeşidini
ortaya koymadılar mı? İçimize soktukları yerli ve yabancı ajanlar,
kiraladıkları ismen müslümanlann sayısı belli değildir.
«Siz (ey mü'min)ler,
öylesiniz ki onları seversiniz, onlar İse sizi sevmez.»
Müslümanm aldığı
terbiye, sahip bulunduğu yüksek ahlâk ve üstün karakter; kalbinde taşıdığı
insanlıktan yana merhamet, çoğu kez karşı tarafın bütün düşmanlıklarını ona
unutturacak bir düzeyde bulunur. «Kinin olduğu yerde din olmaz.» düsturuna
uyarak kitaplılarla kitapsızlara karşı iyi niyetle hareket eder. Felâkete
uğradıkları zaman yardımda bulunur. Güler yüzlerini görünce inanır ve sevmeğe
başlar. Fakat onlar hiç de böyle değillerdir. Kuzu postuna bürünen kurtlardan
farkları yoktur.
Ziya Paşa'nın:
«Yaktı nioe çanlar o
nezaketle tebessüm. Şirin dahi çana kasdetmesi gülerektir.» Sözü, bu gerçeği ne
güzel yansıtmaktadır.
«Size bir iyilik dokun-sa onları tasalandırır.
Size bir kötülük İsabet etse onunla sevinirler.»
Evet, kitaplılarla
kitapsızların karakteri budur! Onları memnun etmemiz mümkün değildir. Çünkü
tarih sahnesine büyük bir dava, bir benzen olmayan büyük bir inkılâp ile çıkan
İslâm'ın elbetteki düşmanları o nis-bette çok ve büyük olacaktır. Sırası
geldikçe kin ve düşmanlığını gizlemesini bilen, ortam uygun olduğunda onu
açığa vuran bir düşmana karşı çok, hem çok tetikte bulunmamız; onları hiç bir
zaman dost ve sırdaş edinmememiz gerekir. Ama diplomatik ilişkiler, tiearî
anlaşmalar, ilim alışverişi elbetteki sürüp gitmelidir. Çünkü Kur'ân bunun
karşısında değildir. Üstelik bu kapıyı daima açık tutmaya ruhsat vermiş; çok
kritik zamanlarda durumun nezaketini İslâm devletinin şuuruna bırakmıştır.
Sonuç olarak,
Müslümanların bunca düşmana karşı takınacağı tavrı. İzliyeceği stratejiyi
Kur'ân şu âyetle en ölçülü ve anlamlı biçimde özetlemiştir :
«Eğer sabreder ve
Allah'tan saygı ile korkarsaniz, onların hilesi size hiç de zarar vermez.»
Çünkü bilerek hareket
etmek, sabırla sonuca adım adım ilerlemek, Allah'tan büyük bir saygı ile korkup
Tevhit inancı odağında birleşip bütünleşmek zaferin ilk ve son adımıdır. [460]
1. Dost gibi görünmeye çalışır. Buna
aldanmamalı, çünkü hiçbir zaman dürüst ve samimi değildirler.
2. Mü'minleri sanat, kültür ve benzen yollardan
şaşırtıp bozmak için çeşitli entrikalar çevirirler.
3. İslâm ülkelerinin ekonomik yönden sıkıntıya
düşmesini gönülden ister ve bunun için bütün zekâ ve yeteneklerini kullanırlar.
4. Şartlar elverdiğinde kin ve düşmanlıkları
ağızlarından taşar. Kalb-ierindeki düşmanlık ise çok daha büyüktür.
5. Mü'minler onları ne kadar severlerse
sevsinler, onları yumuşatıp kalblerindeki kin ve düşmanlığı gidermek mümkün
olmaz.
6. İslâm âleminin güçlenmesi, yani ekonomik güç
kazanması, bilim ve teknik alanlarında ileri gitmesi onları tasalandırır.
7. İslâm ülkelerinden birinde bir bölünme ve iç
savaş, kargaşalık ve felâket başgösterirse buna ancak sevinirler; fırsat
buldukları takdirde bunun devamını sağlama yollarını arayıp bulmaya
çalışırlar.
8. Bazan da dıştan dost görünüp sırları
öğrenmeyi planlar ve gereken tuzakları hazırlamakta gecikmezler.
9. İslâm ülkelerini, verdikleri faizli
kredilerle sömürmeye çalışır, her geçen gün harp sanayiini geliştirerek soğuk
ve sıcak harbidevam ettirirler.
10. Müslümanların birlik ve beraberliğinin tek
dayanağı olan dini, hayat sahnesinden çekip onu öğretimsiz, eğitimsiz olarak
vicdanın dar çerçevesine sokmak için çırpınıp dururlar.
11. Din bilginlerinin itibar ve saygınlığını düşürmek,
halkı onlara düşman etmek için basın ve sanat yoluyla birçok yalan ve
iftiraları sahneler ve tezgâhlanmasını devam ettirirler. [461]
Geçen âyetlerle,
anti-İslâmî kuvvetlerin içyüzü ve mü'minlere karşı tutumları anlatıldı. Onlarla
olan ilişkilerimizin ölçü ve anlamı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İslâm'a karşı olan milletlerin sadece soğuk harbi devam ettirmekle
yetinmiyeeekieri, şartlar elverdiğinde fiili savaşın kapısını açacakları, Uhud
Savaşı örnek verilerek hatırlatılıyor. Tevhit akidesinin birleştirici havası
içinde Allah'tan üstün saygı ile korkan mü'minlerin başarılı olacağı çok
duyarlı biçimde anlatılıyor. [462]
121— Hani
sen erkenden ailen arasından çıkıp müminleri savaş için uygun yerlere
yerleştiriyordun; Allah (her şeyi) işiten ve bilendir.
122— Ve hani
sizden iki fırka korku ve endişe duyarak geri çekilmek istiyorlardı. Halbuki
Allah onların dost ve yardımcısı idi, (bunu hatırlayarak geri çekilmekten
vazgeçmişlerdi). Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.
Mekke
putperestlerinden Ebû Süfyan kumandasındaki 3000 kişilik bir ordu, Bedir'de
uğradıkları yenilginin intikamını almak ve Müslümanları sahneden kaldırmak için
Medine yakınlarındaki Uhud dağı eteklerine gelip karargah kurmuş ve savaş
hazırlığına başlamıştı.
Aynı zamanda büyük bir
kumandan olan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, durumu günü gününe, saati saatine
izliyor ve gelen haberleri değerlendiriyor, düşman kuvvetleri hakkında
yeterince bilgi alıyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin değişmiyen
tutumlarından biri, dinî konularda ilâhî vahiy almadan konuşmaz, dünya
işlerinde ise aklı eren, söz sahibi kişilerden kurduğu danışma kuruluyla
istişarede bulunmadan karar vermezdi. Bu bakımdan savaşın artık kaçınılmaz
olduğunu anlayınca, danışma kurulunu toplayarak durumu değerlendirmeyi
plânladı. Kurulda münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selül de bulunuyordu.
Çünkü bu adam Medine'nin ileri gelenlerinden olmakla beraber son derece
tehlikeli de idi. Resûlüllah böyle önemli bir meselede onu kurul dışında
tutmak İstemedi. Çünkü kendisine değer verilmeyince ortalığı daha çok
karıştırabilir, mü'minlerin moralini bozabilirdi. Abdullah bin Ubey, Medine'de
savunma durumuna geçmeyi önerdi. Aslında Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de görüşü
bu noktada toplanıyordu. Çoğunluk İse, bunun korkaklığa hamledilip
yorumlanacağını ve bir haysiyet ve şeref meselesi bulunduğunu İleri sürerek
Medine dışında fiili savaşa geçilmesini ısrarla önerdi. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz çoğunluğa uyarak eve döndü, zırhını giyinip silahını kuşanmıştı ki,
danışma kurulu ısrarda bulunmanın bir saygısızlık olduğunu, Altah'tan vahiy
alan bir Peygambere karşı nasıl böyle davrandıklarını düşünerek pişmanlık
duydular. Soluğu Resûlüilah'ın yanında aldılar. Ama Cihan Peygamberi onlara :
«Hiçbir peygambere savaş için zırhını giyip silahını kuşandıktan sonra geri
dönmek yaraşmaz!» diyerek kesin kararını bildirdi.
Böylece yaklaşık 1000
kişilik bir ordu ile Medine'den çıkıldı. Uhud yakınlarına geldiklerinde,
esasen başlangıçtan beri bunu tasvip etmiyen Abdullah bin Ubey bin Selûl,
Müslümanların hem moralini bozmak, hem onları zayıf bırakmak niyetiyle plânı
değiştirmeye karar verdi. Kendi yandaşlarından 300 kadar kişi alıp Medine'ye
döndü. Geriye 700 kadar mücahit kaldı. Ama onun bu hareketi Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin azim ve irâdesini hiç ama hiç sarsmadı, büsbütün savaş aşkını
artırdı. Çünkü inanmayan bir zümreyle birlikte savaşa girmek, daha çok
tehlikelidir
«Hani sizden iki fırka
korku ve endişe duyarak geri çekilmek istiyorlardı.»
Münafıkların savaş
alanından çekilip Medine'ye dönmesi mü'min'.er-den iki fırka üzerinde olumsuz
yönde tesirini gösterdi. Cabir bin Abdullah'ın anlattığına göre. Harise
oğullan ile Seleme oğullan bir ara savaşmak istemediler, ama Bedir gününde Allah'ın
mü'minlere sahip çıkmasını, onları desteklemesini hatirlıyarak bu
düşüncelerinden vazgeçtiler. [463]
Resûiüliah (A.S.)
Efendimiz savaştan bir, ya da iki gün önce rüyasında kılıcının ucunun
kırıldığını, kendisine ait bir sığırın boğazlandığını ve etini sağlam bir zırha
soktuğunu görmüştü. Bu rüyasını şöyle yorumladığını birçok hadîs ve siyer
kitapları az farkia nakletmekteler:
a) Sığırın boğazlanması, ashabından birkaç
kişinin şehît edileceğine,
b) Kılıcının
ucunun kırılması, kendi yakınlarından değerli bir zatın isabet alacağına,
c) Elini sağlam bir zırha sokması, Medine'de
kalıp savunma durumuna geçmenin yararlı bulunacağına işaretti.
Nitekim Uhud savaşı bu
sonucu noksansız biçimde vermişti. [464]
«Uhud günü bir adam
Peygamber'e (A.S.) gelerek dedi ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Öldürülecek olursam,
nerede bulunacağımı söyler misiniz? Peygamber (A.S.) ona :
— Cennette bulunacaksın! diye cevap verince,
adam elindeki hurmaları (yemeyip) attı ve şehîd oluncaya kadar savaştu[465]
Sa'd bin Ebî Vakkas
(R.A.) anlatıyor:
«Uhud savaşında
Resûlüllah'ı gördüm, yanında bembeyaz elbiseli iki adam bulunuyordu. Onlar
Resûlüllah'tan yana en şiddetli savaşçılar gibi savaşıyorlardı. O iki adamı ne
Uhud'dan önce, ne de sonra görmedim.» [466]
Yine Hz. Sa'd anlatıyor:
«Uhud savaşında
Resûlüilah (A.S.) Efendimiz kuburluğundaki oklarını çıkarıp bana veriyor ve
«Ey Sa'd! anam babam sana feda olsun, at!» buyuruyordu, [467]»
İslâm ve Onun
peygamberi, dürüst, namuslu, aklı eren söz sahibi kişilerin görüş ve
düşüncelerine değer verir. Önemli memleket meselelerinin ve hayatî konuların,
seçilecek bir danışma kurulunda görüşülüp tartışılmasını emreder. Lidere
mutlak yetki tanımaz. «Ferdin aklı da, mantığı da yanılabilir» hükmünü bir
düstur olarak gözönünde bulundurmayı daima tavsiye eder.
Şüphesiz kî İslâm'ın
bu emir ve tavsiyesini iik uygulayan kişi, Resûlüilah (A.S.) Efendimizdir.
Dinî konularda ancak vahye dayanarak konuşur ve hüküm verirdi. Dünya işlerinde
ise, arkadaşlarına değer vererek: «Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz»
buyurup onlara rahat düşünme ve düşündüğünü çekinmeden söyleme fırsatını
sunmuştur. Savaş ve benzeri önemli konularda memleketin aklı eren kişilerini
çağırarak bir danışma kumulu oluşturduktan sonra gereken kararı almıştır.
Ekseriyetin görüşüne saygı duymuş, çoğu kez bu onun kişisel görüşüne uymasa
bile, onlara uyma faziletini ortaya koymasını bilmiştir.
Çünkü Kur'ân'da bu
konuda biri emir, diğeri emrin sonucu olan haber anlamında iki âyet vardır:
«(Dünya) işiyle ilgili
hususlarda onlara danış (görüşlerini al).» [468]
«Mü'minterin işleri kendi aralarında danışma iledir.» [469]
Nitekim, 3000 kişilik
düşman askeri Medine yakınlarında Uhud dağı eteklerine gelip savaşa
hazırlanırken Resûlüilah (A.S.) Efendimizin bir danışma kuruluna baş vurduğu,
diğer bir deyimle bir kurmay heyeti meydana getirdiği, görüşme sonunda
çoğunluğun görüşüne uyduğu az yukarıda belirtilmişti.
Resûlüilah bu
davranışıyla, hem Kur'ân'ın emirlerini kusursuz takip ettiğini, hem kendisinden
sonra Müslümanların başına geçecek olan lider ve kumandanlara model ve örnek
bırakmak istediğini ortaya koyuyordu.
Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz aynı fazileti Bedir savuşmda da göstermişti. Kuyudan uzak bir yerde
karargah kurup savaşa hazırlanmayı plânlarken az-çok harp sanatını biien
tecrübeli kişiler bunu pek uygun görmemiş ve: «Ya Resûlellah! uygulamak
istediğiniz bu plân ilâhî emre mi dayanıyor, yoksa sizin kişisel görüşünüz
müdür?» diye sormuşlardı. O da : «Benim kişisel anlayış ve görüşümdür» deyince,
«O halde kuyudan uzak kalırsak, düşman bize bir yudum su vermez, perişan
oluruz. Müsaade buyurun da kuyuya çok yakın bir yerde mevzilenelim,» önerisini
sunmuşlar, 'Resûİüllah (A.S.) Efendimiz bu düşünceyi uygun bularak derhal
kuyuya yakın bir yere askeri yerleştirip mevzitenmişti. [470]
Liderlik, ya da baş
olma yolu acıktır; ama bu yolun üzerinde binbir mihnet ve sayılmiyacak kadar
engeller vardır. Bunları kusursuzca aşabilmek şüphesiz ki kafa ve yetenek ister;
bilgi ve beceri ister; kitle psikolojisini bilmek ve çevreyi iyi değerlendirme
ölçüsü ister; cesaret ve sabır İster; aklı yerinde kullanmayı, fırsatı
zamanında değerlendirmeyi gerektirir.
İslâm ve onun kutsal
kitabı Kur'ân bu konuda yeterli vasıf, ölçü ve yetenekleri öngörmüştür.
Resûlüilah (A.S.) Efendimiz de liderliğin bütün vasıflarını kendinde kusursuz
biçim ve anlamda toplayarak tebliğ sahnesine çıkmıştır.
Daha önce bu vasıf ve
meziyetlere yer vermiş, bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Burada ise konumuzu
oluşturan âyet ve hadîslerin ışığı ve tarihî olaylarla bağlantıları
doğrultusunda liderin diğer bazı vasıflarını sıralıyoruz :
a) Çevresindeki insanlara değer verir.
b) Kendini onlardan biri sayarak sıcak, fakat
ölçülü ilgisini devam ettirir.
c) Canı kadar onları korumaya çalışır;
milletinin derdiyle yakından-ilgilenir.
d) Sıkıntıya düşenlere, darda kalanlara merhamet
elini uzatır.
e) Bazı yanlış, ya da ölçüsüz söz ve
davranışları hoş görür, fakat
vakar ve şerefini her
zaman korumasını bilir.
f) Önemli işlerde, memleket ve milletle ilgili
meselelerde kurduğu danışma kuruluyla temas kurar; müsbet görüş ve düşüncelere
saygılı olur. Çoğunluğun aldığı kararlara hürmetle uymasını bilir.
g) Karar verilip bir işe azmettiğinde artık
dönmez; Allah'a güvenip dayanır. Fakat hep sabırlı ve temkinli hareket eder.
h) Çok
düşünür, az konuşur. Ağzından çıkan her kelime ve cümleye, taşıdığı mânaya ve
vereceği sonuca çok ama çok dikkat eder.
i)
Çevresindeki İkiyüzlü, dalkavuk ve çıkarcılara pek yüz vermez; zamanla onları
kendinden uzaklaştırıp daha dürüst ve mert insanları işbaşına getirmeyi
prensip edinir.
İ) Cesur,
bilgili ve kararlı kişileri lâyık oldukları makamlara getirmekte tereddüt
etmez. İşi daima eriline vermeyi bir vecîbe kabul eder.
k) Elde ettiği
başarı, ya da zaferi iş başındaki bütün elemanlarla paylaşır; daha çok
kendinden yana bir pay ayırmaz.
J) Her
başarı elde ettikçe tevazuu artar; kuvvet ve kudreti Allah'a irca' ederek
O'nun huzurunda secdeye kapanıp göz yaşı akıtır. [471]
Savaş psikolojisi ayrı
bir konudur. Durumu bir bütün olarak gözönün-de bulundurup etraflıca düşünmeyi
gerektirir. Silah seslen ve barut kokusu etrafa yayılmadan önceki duygu ile
sonraki duygu ve ruh haleti arasında çok fark vardır. Özellikle böyle anlarda
insan mantığı işlemez, kafası çalışmaz olur. Sadece duygular hâkimdir.
Bu ve benzen
nedenlerle savaş plânını hazırlayıp gereken önlemleri alan ve stratejik
noktaları tesbit edip gözönünde bulunduran kumanda heyetinin karar ve emirlerine
harfiyen uymak şarttır. Herkes kendi bildiğine göre savaşmaya kalkışacak olursa
yenilgiye uğramanın bütün yolları açılmış demektir.
Nitekim Uhud Savaşında
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bütün önlemleri alıp stratejik noktaları tesbit
edip ve kilit noktalara gereken kuvvetleri yerleştirdikten sonra şu üç emri
vermiş ve ikinci bir emir vermedikçe mutlaka bunlara uyulmasını sıkıca tenbih
etmişti:
1. Ben emir
vermedikçe sakın savaşı başlatmayın.
2. Okçulara : Galib de gelsek, mağiûb da olsak,
kuşlar cesedlerimizin üzerinde de dolaşsa bulunduğunuz yeri terketmiyeceksiniz.
Ben emir verinceye kadar bekliyeceksiniz.
3. Düşman bozguna uğrayıp çekildiğinde onları
takip etmiyeceksiniz ve ortada kalan ganimete el uzatmayip olduğu gibi
bırakacaksınız.
Birinci emre aynen
uyulmuş ve kısa zamanda İslâm ordusu kendisinden dört misli fazla olan düşmana
karşı üstünlük sağlamış, onlara yirmiden fazla kayıp verdirmişti. Çok sürmeden
düşmanın sağ ve sol kanatlan geri çekilmek zorunda bırakılmış ve zaferin ilk
adımı böylece atılmıştı. Düşmanın ric'atini gören İslâm mücahidleri
başlarındaki kumandan Abdullah bin Cübeyr'in bütün uyarılarına ve direnmesine
rağmen verilen emre uymayarak hem düşmanı takibe koyulmuş, hem bulundukları
yeri bırakıp ganimete koşmuşlardı. Düşmanın sağ kanadına kumanda eden Halid bin
Velid bu fırsatı kaçırmıyarak okçuların terkettiği geçiti aşarak İslâm ordusunu
arkadan kuşatıp iki ateş arasına almış ve böylece kazanılmak üzere olan büyük
bir zafer tehlikeye düşmüştü. Resûlüllah'ın yüksek morali, kahramanlık ve
cesareti, Allah'a olan yüksek güveni akıl ve mantık ölçüleri içinde tam
faaliyet halinde bulunduğundan bir süre sonra dağılan mücahitleri bir araya
toplamaya ve yeniden bir savaş durumu almaya imkân hazırlamıştır. Ama ne yazık
ki olan olmuş, mutlak bir zafer İlk hızını kaybetmekle kalmamış neredeyse elim
bir hezimete dönme tehlikesiyle uouça gelmişti. Sebep, emre itaatsizlik.. [472]
Geçen âyetler,
Peygamber {A.S.) Efendimizin Uhud Savaşı için askeri düzene koyduğundan ve bu
arada mü'minlerden iki grubun kalbinde korku ve endişenin başgöstermesi üzerine
Bedir Savaşı'nda Allah'ın onlara yardım elini uzattığını hatırlayarak
savaşmaya azmettiklerinden bahsedildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hem Uhud, hem Bedir Savaşlarında kuvvetler arasındaki dengesizlik ve
mü'minlerin savaş için son imkân sınırına kadar hazırlanıp geldiklerinde
Allah'ın onları meleklerle desteklediği hatırlatılıyor ve bunu sırf müjde
olsun, mü'minlerin kalbi iyice yatışsın diye yaptığı belirtiliyor. [473]
123— And olsun ki, siz Bedir
gününde (sayı ve silah bakımından) daha aşağı bir durumda iken, Allah
size yardım etmişti. O halde Allah'tan saygı ile korkun (İtaatsizlikten
sakının) ki şükretmiş olasınız.
124— Hani sen mü'minlere: «Rabbinizin indirilen üç
bin melekle yardım elini uzatması size yetmiyecek mi?» diyordun.
125— Evet, eğer sabreder ve (itaatsizlikten)
sakınırsanız, düşmanınız da hemen size karşı gelirse, Rabbiniz beş bin nişanlı
(üniformalı) melekle size yardım edecektir.
126— Aiiah bunu sırf müjde olsun ve kalbiniz iyice
yatışsın diye yapmıştır. İmdat ve yardım ancak o yegâne galip ve hikmet sahibi
Allah ka-tındandır.
127— (Allah) kâfirlerden bir kısmını koparıp
ayırsın veya başaşağı etsin diye (yardımda bulunmuş) ve bu sebeple onlar
hüsrana uğrayarak yüzüstü gelmişlerdir.
128— Senin elinde emirden bir şey yoktur; Allah ya
onların tevbe-sini kabul eder, ya da onlara azâb eder. Çünkü onlar zâlimlerdir.
129— Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğini azaba uğratır. Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
«Allahım! bana
verdiğin sözü yerine getir. Allahım! bana va'dettiğinl gerçek I eştir.»
«Allahım! eğer şu
birkaç kişi müslüman da helak olursa, yeryüzünde sana ibâdet edilmez olur.» [474]
«Allahım! milletimi
bağışla, çünkü (hakikati) bilmezler.» [475]
«Doğrusu ben lanet
edici olarak gönderilmedim. Ancak Hakk'a çağına ve rahmet olarak gönderildim.
Allahım! kavmimi bağışla, çünkü (hakikati) bilmezler.» [476]
Resülûllah (A.S.)
Efendimizin kalbi bu konularla meşgulken Cebrail (A.S.) KUNUT DUASI'nı getirip
ona öğretti. [477]Bu duayı' biz de Vitir Namazında
okuyoruz. [478]
Hadîs ve siyer
sahiplerinin çoğuna göre Bedir savaşı hicretten 18 ay sonra 17 Ramazanda meydana
gelmiştir.Uhud savaşının ise, hicretten üçyıl sonra meydana geldiği
bilinmektedir. Kuvvetler Arasında Dengesizlik
Yine sahih rivayetlere
göre, kuvvetler arasında acık bir dengesizlik vardı. İslâm mücahitleri 310 ya
da 313 kişi idi. Düşman askeri ise 900-1000 arasında bir sayı oluşturuyordu.
Müslümanların sözü edilen sayısının 77'si Muhacir, 236'sı Ansar olduğu
belirlenmiştir. Ayrıca teçhizat olarak iki at, 70-80 kadar deve, 6 zırh ve 8
kılıç bulunuyordu. Ancak bu rakamlar kesin değildir; farklı rivayet ve
tesbitler de vardır.
Düşman tarafında ise
100'den fazla at, 500'ün üstünde deve, yüzlerce zırh, kılıç ve kalkan
bulunuyordu. Hatta bazı rivayetlere göre, düşman ordusunun hepsi kılıç ve
kalkana sahip bulunuyordu, çoğunun bineceği bir devesi de vardı. [479]
«And olsun ki, siz
Bedir gününde (şayi e silah bakımından) daha aşağı bir durumda iken Allah size
yardım etmişti.»
Allah'ın insan
hayatından ve varlığını belli bir süre koruyup devam ettirmesinden yana koyduğu
kanunlar olduğu gibi, milletlerin hayatı ve yaşama şansıyla da ilgili kanunları
vardır. Buna «İMKÂN VE İRÂDE» veya «İMKÂN VE İNAYET» sınırı diyoruz. Hemen her
konu ve olayda insan kendini imkân sınırına, diğer bir deyimle güc ve
imkânının elverdiği son noktaya kadar götürmek zorundadır. Çünkü ancak bu
takdirde İlâhî irâde ve bu irâdeyle tecelli eden inayet gerçekleşir. Aksi halde
insan bu tecelliden kendini mahrum etmiş olur.
Bakara sûresinde de
belirttiğimiz gibi, beşer kendine düşeni yapar, imkân sınırının son noktasına
gelirse, Allah da kendine lâyık olanı yapar, irâdesi inâyetiyle tecelli eder.
İşte gerek Bedir
savaşı, gerekse Uhud savaşı sözü edilen ilâhî sünneti en acık ölçü ve anlamda
yansıtan iki önemli olaydır. Sevgili Peygamberimiz (A.S.) Bedir savaşında
mevcut imkânların hepsini kullanarak kendini son noktaya kadar getirmiş ve:
«Allahım! eğer şu birkaç kişiden ibaret olan müslümanlar helak olursa,
yeryüzünde Sana ibâdet eden kalmaz» diyerek O'nun irâde sınırında yüksek
inayetinin tecellisini ve mü'minlerden yana olan imdadını dilemişti.
Kuvvetler arasındaki
dengesizlik ve Resûlüllah (A.S.) Efendimizin geriye başka imkân bırakmayıp
sözü edilen sınıra kadar gelmesi, artık ilâhî yardım ve imdat kapısının
açılmasına yeterli sebep teşkil ediyordu. Nitekim 3000 meleğin imdada
sunulmasının bir nedeni de budur. Uhud savaşında da içleri dışlarına uymayan
ikiyüzlü münafıklardan 300 kişinin sa-vaşmayıp geri çekilmesi kuvvet dengesini
daha cok bozmuştu. İmkân sınırının son noktasında bulunan Cihan Peygamberi,
Allah'ın yüce irâde ve imdadını dileyerek savaşa başlamış ve tam zafer elde
edilirken verilen emre aykırı hareket edenler bir anda kendilerini imkân
sınırının gerisine itmişlerdi. Ara yere nefs ve gaflet girmiş bulunuyordu.
İlâhî kanunların tecelli sebeplerini ve bandaki hikmetleri cok iyi bilen
Efendimiz yeniden imkânları birleştirip kan tüze ederek Allah'ın irâde ve
inayet kapısına doğru ulaşmaya çalıştı. Böylece bir kez daha imkân sınırının
son noktasına kendini ve arkadaşlarını getirmesini bildi. Ama bu arada hayli
sıkıntılara uğradılar, o başka..
Kur'ân bu sınırı ve
tecelli eden inayet ve imdadı şu âyetle açıklıyor:
«And olsun ki, siz
Bedir gününde (sayı ve silâh bakımından) daha aşağı bir durumda iken Allah size
yardım etmişti.» [480]
«Allah bunu sırf müjde
olsun ve albiniz iyice yatışsın diye yapmıştır.»
Gerek Bedir, gerekse
Uhud savaşlarında mü'minlerin imân ve cesaretini artırmak, morallerini
yükseltmek; düşmanın gözünü korkutup cesaretlerini kırmak için insan
suretinde, belli alâmetler taşıyarak beyaz atlara binmiş vaziyette melekler
indirilmişti. Aslında Allah melekleri göndermeden de yardım edebilir veya
başka bir yoldan imdat kapısını mü'min-lere açabilirdi. Ama olayı sebep ve
İllete bağlamayı, sebebi de âdet üstü bir mu'cizeyle bağlantılı kılıp tecelli
ettirmeyi murat etmişti. O halde öyle olması gerekiyordu.
Bu nedenle diyebiliriz
ki, inen melekler ne silâh kullanır ,ne de adam öldürürlerdi. Birçok rivayetler
de aynı hususu yansıtmaktadır. Aksi halde savaş için hazırlık yapmanın, silah
imal etmenin gereği kalmaz, kuru bir tevekküle kapı açılır ve bunun tabii
sonucu olan atalet başlardı. Bu bakımdan ilim adamlarımızın çoğuna göre,
meleklerin bizzat savaşı sürdürmesi ve düşmanı katletmesi ilâhî âdetten
değildir.
Müfessir İbn Kesîr
diyor ki: «Gelen melekler vurmuyorlardı, onlar sa-
dece âdet ve medetti.»
Kur'ân'da ise bu husus
şu âyetle belirtilmektedir: «Allah bunu sırf müjde olsun ve kalbiniz iyice
yatışsın diye yapmıştır. İmdat ve yardım ancak o yegane gaiib ve hikmet sahibi
Allah kalındandır.»
Hz. Ali (R.A.) olayı
şöyle nakletmiştir;
«Bedir gününde ordunun
ortasında yer almış bulunuyordum. Bir ara daha önce benzerini görmediğim
şiddetli bir rüzgar esti, az sonra yine aynı ölçüde ikinci ve sonra üçüncü
birer rüzgâr daha esti. Birinci rüzgar Cebrail'in bin melekle inerek Resûlüllah
(A.S.)ın yanında yer almasıydı. İkinci rüzgar Mikâil'in bin melekle sağ
kanatta, üçüncü rüzgar İsrafil'in bin melekle sol kanatta yer almasıydı.» [481]
Müfessirlerin çoğu bu meleklerin
kıyamete kadar savaşlarda imkân ve irâde sınırını bilip kendini ona göre
hazırlayan mü'minlerin yardımına tahsis edildiklerini belirtmişlerdir. İbn
Abbas (R.A.) ile Mücahit ise, bunların sadece mü'minlerin imkân ve cesaretini
artırmak, düşmanın moralini bozmak için savaşa katılacaklarını söylemişlerdir. [482]
«Senin elinde emirden
bir şey yoktur.»
Küpün içindeki sıvı ne
ise dışına ancak o sızar. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin kalbinde geniş bir
rahmet duygusu hâkimdi. Bu bakımdan söz ve davranışları anoak bu rahmetin tabii
sızıntıları idi.
«Allah Bir'dir»
dedikleri için birçok hakaret, eziyet ve işkencelere uğrayan Cihan Peygamberi
{A.S.) ve çevresinde yükselen imân kalesini oluşturan arkadaşları İslâm'dan
aldıkları derin zevk ve Kur'ân'ın sunduğu yüksek aşk ve heyecanla her şeye
göğüs gerdiler. Ama inkâr fırtınası dinmek bilmiyordu. Küfür, onları Mekke'yi
terke zorluyor, ekonomik abluka plânı uyguluyor ve imha yollarını
araştırıyordu. Sonunda Hicret emri geldi, Allah dostları yanlarında en
kıymetli servetten olan imân ve irfanlarıyla Medine'ye göç ettiler. Ne var ki
azgın müşriklerin mü'minlere karşı duydukları kin ve öfke ateşi bir türlü
sönmek bilmiyordu. Bu kez ordu hazırlayıp
Medine üzerine
yürüdüler. Bedir savaşında yenilgiye uğrayıp ileri gelenlerinden birkaç kişiyi
de kaybetme bedbahtlığına uğradılar. Büsbütün kinleri arttı, intikam ateşiyle
yanıp tutuştular ve bu yenilginin öcünü almak üzere daha güçlü ve disiplinli
bir ordu hazırlamaya koyuldular. Böylece Uhud savaşına daha hazırlıklı
geldiler. Müslümanların yanlış hareketi, emre itaatsizlik savaşın bir anda
kaderini değiştirdi; galip durumda iken mu1-minler yenilgiye uğrama felâketiyle
yüzyüze geldiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz başından ve yüzünden yaralandı,
mübarek dişi kırıldı. Bu yüzden müşriklere büyük bir belânın ineceğinden -bir
rivayete göre- endişe duyarak : «Peygamberlerinin başını yarıp dişini kıran bir
millet nasıl felah bulur?!» sözünü içten dışa vuran bir rahmetle tekrarladı.
Sonra müşriklerden ilende İslâm'a girecek olanların veya onlar girmese bile
çocuklarının Müslüman olabileceğini düşünerek:
«Allahım! kavmimi
bağışla, çünkü (hakkı ve hakikati) bilmezler», [483]
diyerek duâ etti.
Şüphesiz ki bu duâ,
Hazreti Muhammed'in (A.S.) insanlardan yana gönderilen geniş bir rahmet
olduğunu, içinde taşıdığı İlâhî rahmetin perde perde aışa sızdığını gösterir.
Bunun üzerine Allah
ona :
«(Ey Muhammed!) Senin
elinde emirden bir şey yoktur; Allah ya onların tevbesini kabul eder, ya da
onlara azâb eder. Çünkü onlar zâlimlerdir.»
«Göklerde ne var,
yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğini azaba
uğratır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.» mealindeki âyetleri
indirdi. [484]
Müsevvemin -
Müsevvimin :
a) Melekler kendilerine has bir takım alâmetler
taşıyorlardı.
b) Kendilerini bir alâmetle bildiriyorlardı. [485]
c) Allah onları (belli bir görevle) kâfirler
üzerine göndermiştir.
d) Başlarında
beyaz sarıklar bulunuyordu ve bu sarıkların uçları (taylasanı) omuzları arasına sarkıyordu. [486]
e) Atları da beyaz siyah karışımı (kır) bir
renkte bulunuyordu. [487]
f) Atlarının kuyruk ve yelesi vardı, kuyruklar
topuz haline getirilmiş, yeleler örülmüştü.
g) Atlarının alın ve kuyrukları beyaz yün
renginde ve biçiminde idi.
h) İnen
meleklerin atları, sahabeden Mikdad'ın (R.A.) atı gibi kır idi. Cebrail de sarı
renkte bir sarıkla temessü! etmişti. Eu, Hz. Mikdad'a ve bîr de sarı renkte
sarık kullanan Hz. Zübeyr'e ilâhî bir iltifattır. [488]
gibi manalara gelir. [489]
Geçen âyetlerle, ilâhî
sünnete uyan mü'minlere erişen Allah'ın imân ve cesareti artırıcı, moral
yükseltici yardımından ve böyle anlarda onlara olan imdadından sözedildi. Bu
arada mü'minlerin Allah'a karşı gelmedikleri, O'na karşı üstün saygı
besledikleri ve bu saygının verdiği korku ile her türiü kötülükten sakınıp
TEVHÎD (Allah'ı bir bilme) odağında bir bütünlük içinde bulundukları; imân ile
sabrı birleştirerek amaca adım adım gitmesini planladıkları takdirde her zaman
üstünlük sağlayacaklarına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İslâm'a karşı çıkan kitaplılarla kitapsızların, insanları sömürerek kuvvet
hazırladıklarına değiniliyor ve bu nedenle mü'minlere faiz ve benzeri gayr-i
meşru kazançların kapısı kapatılıyor. İçinde insan hakkı, yetimlerin kanı, dul
ve yaşlıların ahi bulunan bir kuvvetin başarılı olamıyacağı dolaylı yoldan
hatırlatılıyor. [490]
130— Ey imân edenler! Faiz'i kat kat
artırarak yemeyin, Allah'tan (Ona karşı gelmekten ve O'nun
buyruklarına karşı durmaktan) sakının ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza
erişesiniz.
131— Kâfirler için hazırlanan ateşten korkup
sakının.
132— Allah'a ve Peygambere itaat edin ki merhamet
olunasmız.
İİim adamlarımızdan
Kaffal'a göre : Kitaplılarla kitapsızlar, İslâm'a karşı kahredici bir güç
meydana getirmek ve Medine'de yükselip dünyayı aydınlatmaya yönelen imân ve
irfan güneşinin te'sirini kesmek için kat kat faiz alıyorlardı. Bu yasak, bir
bakıma mü'minleri uyarmak, böylesine sakıncalı bir yoldan imkân hazırlamaya
heves etmemelerini hatırlatmak içindi. Çünkü bu yolun hiçbir millete saadet
va'detmediği muhakkaktı. O halde İnsan haklarını korumak, insana yakışanı
emretmek, onun yüceliğine ters düşen ve yakışmıyan şeyleri yasaklamak için
ortaya çıkarılan bir ümmetin her yönüyle ve her davranışıyla örnek olması
gerekmez miydi? İşte Kur'ân âyetten âyete geçişi bu mânayla birbirine
bağlamaktadır. [491]
«Resûlüllah .(A.S.)
Efendimiz köpek ve kanın bir bedel karşılığında ahm-satımıni; vücuda dövme
yapan ve yaptıranın alıp verdiği bedeli (ve dövme yapmayı) yasaklamıştır. Faiz
yiyene ve yedirene, suret (tapınmak için heykel ve put) yapana lanet etmiştir.»
[492]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz faiz yiyene, yedirene, kâtibine ve şahitlerine lanet etti ve :
«Bunlar günahta ve lanete lâyık olmada eşittirler» buyurdu.» [493]
Hz. Ömer (R.A.) diyor
ki:
«Allah'ın Kur'ân'dan
en son indirdiği, riba (faiz) hakkındaki âyettir. Resûlüllah (A.S.) bunun
açıklama ve yorumunu yapmadan vefat etti. (Yapılacak başka bir yorum yoktur).
Siz faizi de, bu konudaki şüphelen de terkedin.» [494]
«Faiz yiyen kimsenin
içi o nisbette ateşle dolar. Faiz yoluyla kazanılan malı ve o malı kazananın
amelini Allah kabul etmez; yanında faizden bir kırat bulunduğu sürece Allah'ın
lanetinde olur.» [495]
Bakara sûresi 275'den
2S0'e kadar olan âyetlerin tefsirinde bunların bir kısmını belirtmiş ve sekiz
madde halinde sıralamıştık. Burada ise diğer bazı nedenlerini açıklıyoruz :
1. Parayı vasıta olmaktan çıkarır, onu kademeli
biçimde gaye haline getirir. Para gaye ve hedef altında, ara yerde ne kadar
güzel ahlâk, fazilet ve din ile uyum halinde olan yararlı örf ve âdetler varsa,
çoğu çiğnenir.
2. Her iyiliğin (!) sadece maddî bir karşılık
beklenerek yapılmasını ölçü olarak ortaya bırakır. Böylece Allah'ın
hoşnutluğunu kazanma inancıyla yapılmakta olan iyilik ve hayırlar ve ilgili
düşünceler felce uğrar.
3. Orta tabakanın kalkmasını, küçük esnafın daha
da ezilmesini hızlandırır. Bu bakımdan toplum yapısında denge bozulmuş olur.
4. Körpe dimağlara, çalışıp alın teriyle, el
emeğiyle para kazanmanın fazîleti aşılanacağı yerde, faiz ile para yatırmanın
hevesi işlenmiş olur. Bu, bir nesli maddeci yetiştirmek için yeterli sebep
sayılabilir.
5. Âhireî inancını yıkar, Allah huzurunda hesap
verme sorumluluğunu siler. Hayatı bir bakıma yeme, içme, uyuma ve bazı zevkleri
yerine getirme gibi basit ölçülere bağlar. Dünyaya gelmenin başka bir amacı
olmadiğını telkin eder.
6. Ölü yatırımı yaygmlaştınr. Çalışmadan,
çalışanın emeğinden geçinmenin verdiği uyuşukluk ve hareketsizliği sâri bir
hastalık haline getirir.
7. Yakın dostlar arasındaki manevî bağların
kopmasına neden olur. Artık ne akrabalığın, ne de dostluğun gerçek anlamı
kalır.
Günümüzde bu saydıklarımızın
hemen hepsi belirgin hale gelmiş ve sosyal yapıyı için için kemirerek onları
ayakta tutan manevî bağların kopması gibi çok elim bir sonucu doğurmuştur.
Başka neden aramaya ne hacet!,, [496]
Kur'ân'da faiz yasağı
dört kademe halinde açıklanmış; Allah'a ve âhi-ret gününe inananlara konuyu
hazmettirme amacı güdülmüştür. İçki yasağıyla ilgili âyetlerde de aynı
pedagojik yöntem uygulanmış ve çok olumlu sonuçlar sağlanmıştır. Bu, daha çok
ilgili yasağa karşı kafaları hazırlamak, dikkatleri çekmek, ortamı oluşturmak
ve sonuca varabilmek metodunu yansıtır. Bugün İslâm ülkelerindeki vaiz ve
hatiplerimiz bu metotla yola çıkmış olsalardı, çok uzun mesafeler katetmiş
olurlardı. Ne yazık ki, Kur'ân ve Peygamber (A.S.) Efendimizin işlediği bu
ilâhî metodu bilenler pek azdır. Şüphesiz ki bu bir öğretim ve eğitim işidir.
Akademik çalışma ister; yetenekli uzman yetiştirmeyi gerektirir. Özellikle
memleketimizde açılan ilgili enstitü ve fakültelerde henüz böyle bir program
sanırım mev-çut değildir. Aynı zamanda bu metodu işleyecek eleman da
yetiştirilme-miştir. Büyük bîr noksanlıktır. Üzerine vakit kaybetmeden
eğinilmesi gereken bir meseledir.
Neden bu metoda
ihtiyaç vardır?
İnsan psikolojik
yapısı İtibariyle konulan her yasağa karşı çoğu kez tepki gösterir.
Hürriyetinin kısılmasını istemez. Harama gösterdiği, yakın ilgiyi çoğu zaman
helâla göstermez. Kendisine yararlı binlerce helâl mad* de ve meşru yol açık
bulunurken onları bırakıp haram ve yasağın peşine takılmak ister. Kafası daha
çok o gibi şeylerle meşgul olur.
O halde hem onun
sınırsız hürriyet arzusunu frenlemek, hem konulan yasağı kademeli biçimde
sıkmadan, üzmeden işlemek için sözü edilen metoda büyük ihtiyaç vardır. En son
söylenecek sözü en evvel söylemenin nasıl bir aksi te'sire yol açtığını hepimiz
biliriz. Büyük liderlerin mümeyyiz vasıflarından biri de çok düşünüp öylece
konuşmak, en son söylenecek sözü yine en sona bırakmak değil midir?
Şimdi Kur'ân'da
sergilenen ve pedagojik bir yöntemle sıralanan faiz yasağıyla ilgili âyetlerin
dört kademe halinde nasıl açıklandığını görelim:
Birinci kademe :
«İnsanların mallarında
artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah yanında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu
dileyerek verdiğiniz zekât (böyle değildir), işte bunlar (zekât verenler) onun
karşılığını kat kat artıranlardır.» [497]
Bu, faizin haram
kılındığını açıklamıyor; sadeoe ANah katında artmadığına dikkatleri çekiyor ve
ileride konulacak yasağa kafaları hazırlıyor.
İkinci kademe:
Medine'de ikinci
kademede inen âyette : «Yahudilerden (çoğunun) zulümleri, birçoklarını Allah
yolundan alıkoymaları, men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle
insanların mallarını yemeleri sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan
iyi ve temiz şeyleri onlara haram kıldık.» buyurulmuştur. [498]
Bu âyetle de faizin
haram kılındığı açıklanmıyor. Sadece Yahudilerin bu yüzden azaba hak
kazandıklarına dikkatler çekilerek, faizin hayırlı bir kazanç olmadığı
belirtiliyor.
Üçüncü kademe :
Yine Medine'de üçüncü
kademede inen âyetle : «Ey îmân edenler! faîz'i kat kat artırarak yemeyin.
Allah(a karşı gelmekten ve O'nun buyruklarına karşı durmak)dan sakının ki
korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza erişesiniz.» [499]
Bu, faiz yasağının ilk
adımı ve ortamı hazırlamanın kesin ifadesidir. Ancak bir şüphe vardır: Kat kat
artırılarak alınmıyan faizler helâl mıdır? Kur'ân bu şüpheyi bir süre sonra
ortadan tamamen kaldırıyor ve yasağın en son ve kesin hükmünü koyuyor.
Dördüncü kademe:
«Ey imân edenler!
Allah'tan korkun, faizden arta kalanı bırakın; eğer gerçekten inanmışsanız
(Rabbinizin emrine uyun).» [500]
Bakara süresindeki
altı âyet, artık faizin tek kuruşuna cevaz vermiye-cek biçim ve anlamda kesin
bir hüküm getirmiştir.
O halde konumuzu
oluşturan faiz hakkındaki âyet üçüncü kademede inmiştir. Dördüncü kademede inen
âyetler bunu açıklar mahiyette hükümler taşımaktadır.
Görüldüğü gibi,
âyetler arasındaki kronolojik sırayı bilmek, hangi âyetin müfesser, hangisinin
müfessir olduğunu tesbit etmek ,iniş sebeplerini bilmek; hangi âyetin
karşılığında hangi hadîslerin söylendiğini belirtmek şarttır. Aksi halde
yapılan yorumlar, çıkarılan hükümler çok yanlış bir sonuç verir. [501]
Geçen âyetlerle sosyal
yapıda ve daha çok İslâm cemaati arasında meydana getireceği yıkımdan dolayı
faiz işlemi yasaklanmış; mü'minlerin alın teri ve el emeğiyle sağlayacakları
helâl kazancın toplum bünyesinde çok sağlıklı bir denge oluşturacağına işarette
bulunulmuştu.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî yasaklara uyuiduğu takdirde, sonsuz bir saadet yurduna ve ilâhî
mağfiretin temizleyici ve kurtarıcı kapısına girilebileceği hatırlatılıyor.
Müslüman cemaati arasında yardımlaşma ve dayanışmanın İslâm'a has bir haslet
olduğu belirtiliyor ve bu arada sözü edilen haslete sahip olanların bazı
vasıfları övülerek anlatılıyor ve daha çok dikkatler buna doğru çekilmeğe
çalışılıyor. [502]
133— Rabbinizden bir mağfirete ve eni (genişliği)
göklerle yer kadar olan Cennet'e koşuşun ki, orası saygı ile Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınanlar için hazırlanmıştır.
134— Onlar ki .bollukta da, darlıkta da (Allah'ın
hoşnutluğuna erişmek için) harcarlar; öfkelerini yutarlar, insanları (kusur ve
günahlarına bakmayıp) bağışlarlar. Allah İse iyilikte bulunanları sever.
135— Ve onlar ki, bir hayâsızlık işledikleri veya
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anar, günahlarından dolayı istiğfar
ederler -günahları da Allah'tan başka kim bağışlar?- ve yaptıkları (kötülük,
kusur ve günah) üzerinde ısrar edip bile bile durmazlar.
136- İşte
onların mükâfat, Rablarmdan bir bağışlanma ve ^tlmndan .rmaklaTakan
cennetlerdir; orada devaml, kalıcılardır, (ly.-yararl.) amel edenlerin mükâfatı
ne güzeldir!
Resûtüllah (A.S.)
Efendimiz, Rum krah Herakliüs'a yazıp gönderdiği mektupta onu, genişliği
göklerle yeryüzü kadar olan Cennet'e de davet ediyordu. Herakliüs bu mektuba
verdiği cevapta, «Beni, genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet
ediyorsun; ya cehennem nerede?» diye bir soru yöneltmişti. Onun bundan kasdı şu
idi: Cennet göklerle yer kadar genişse, geriye başka bir yer kalmıyor demektir.
O halde cehennem nerede? diyerek böyle bir iddianın yerinde olmadığını
hatırlatmak istiyordu. Gelen mektup okunduğunda, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz:
«Sübhanel-lah! Ya gündüz gelince gece nerede?» buyurarak onların aklına göre konuşma
ihtiyacını duymuştu, [503]
«Öfkelerini yutarlar,»
Kudsî hadîste
buyuruluyor ki:
«Ey âdem oğlu!
Öfkelendiğin zaman beni an ki ben de Öfkelendiğimde seni anayım ve helak
olanlar arasında seni heiâk etmiyeyim.» [504]
«Güçlü adam olmak
güreş ve kahramanlıkla değildir. Asıl güçlü kimse, öfkelendiğinde kendine
hâkim olandır.» [505]
«Sizden biriniz
öfkelendiğinde ayakta ise otursun; öfkesi geçerse ne güzel; geçmediği takdirde
uzansın.» [506]
«Şüphesiz ki öfke
şeytandandır; şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O
halde sizden biriniz öfkelendiğinde abdest alsın.» [507]
«İnsanları (kusur ve
günahlarına bakmayıp) bağışlarlar.»
«Kim kendisi için
(Cennette) binaların görkemli ve şerefli olmasını, derecelerinin yükselmesini
arzu ediyorsa, kendisine haksızlık edeni bağışlasın; kendisini mahrum edene
versin. Kendisinden ilgisini kesenle ilgi kursun.» [508]
«Kıyamet günü olunca,
bir çağrıcı şöyle seslenir-. İnsanları affedenler nerede? Rabbinize hazırlanıp
yönelin, mükâfatınızı alın. (Ve Allah buyurur: Affetmesini bilen her müsiümanı
cennete koymam benim üzerime bir haktır).» [509]
«Onlar ki, bir
hayâsızlık işledikleri veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anar,
günahlarından dolayı istiğfar ederler.»
«Eğer siz günah
işlemeseydiniz, Allah affedip bağışlamak için günah işleyen bir kavim
getirirdi.» [510]
«İstiğfarda bulunan
kimse günde 70 defa bile dönse, yine de günah üzerinde ısrar etmemiş sayılır.» [511]
«Merhametli olun ki
merhamet olunasınız. Bağışlayın ki bağışlanası-niz.» [512]
«Cömert kişi hem
Allah'a yakındır, hem de insanlara ve Cennete yakındır, ateşten de uzaktır.
Cimri kişi hem Allah'tan uzaktır, hem insanlardan ve Cennetten uzaktır; ateşe
de pek yakındır. Cömert câhil, cimri âbid-den Allah katında daha sevimlidir.» [513]
«Eni (genişliği)
göklerle yer kadar olan Cennet.,»
Kâinat
düşünebildiğimizden çok daha büyüktür. Yıldızlar arasında milyonlarca ve
milyarlarca yerküreyi içine alabilecek büyüklükte olaniarı vardır. Yıldızların
sayısını ise ancak Allah bilir. Bu kadar çok ve aynı zamanda birbirinden milyonlarca
kilometre uzaklıkta bulunan yıldızların kapladığı boşluğun büyüklüğünü bile
düşünmek çok zor. Hiç bir yıldız diğerine çarpmamakta, her biri ilâhî sünnete
uyarak yaratıldığı amaca uygun hareketini sürdürmektedir.
Allah yalnız bu uçsuz
bucaksız kâinatı ve içindeki milyarlarca yıldızları yaratmakla kalmamış;
geleceği de belli plâna göre düzenleyip çizmiş ve en ince hesaplarla ölçü ve
anlamını belirlemiştir. Her olayı, her plân ve programı kozalite (nedensellik)
kanunlarına bağlamış, böylece insan aklını harekete geçirmek için açık
kapılar, temel bilgiler ve ilmî veriler koymuştur.
Gerçek bu olunca
«Gökler» deyiminin anlamı nedir? Bundan güneş sistemi mi, yoksa diğer sistemler
mi kasdediliyor. Çünkü görülebilen yıldızlar, tıpkı güneş gibi «gökada»
denilen sınırlı bir evrene aittir ve yassı bir disk şeklindeki «gökada»
milyonlarca yıldızdan meydana gelmiş bir kuşak gibi (Samanyolu) görünür. Daha
güçlü âletler, bazı ayrıntıları almakla birlikte, bizim gökadamızla başka
gökadaların bulunduğunu ortaya koymuştur.
Acaba «yedi gök»
denilince bu gökadalar hatıra gelebilir mi? Bir de Yıldız kümesi, küresel
yıldız kümeleri vardır ki bunlar on binlerce yıldızı kapsayan dairesel birer
topluluktur ve merkez bölgeleri yıldızlardan ayırt edilmiyecek kadar yoğundur.
Bunlardan çok azı çıplak gözle görülebilir. Daha çok «Kızıl Işıksla yapılan
gözlemlerle keşfedilebilmişlerdir. Küresel yıldız kümeleri, gökadanın dış
uydularıdır. Göklerden maksat, gökadala-rıyla birlikte bunlar mıdır?
Bilmiyoruz. Çünkü bunların ötesinde daha birçok yıldızlar, sistemler, kümeler
vardır. Hadîslerden anladığımıza göre bu sayılanların ötesinde ARŞ ve KÜRSÎ
bulunuyor ki ikisinin büyüklüğü düşünce sınırını aşmaktadır.
Resûlültah (A.S.)
Efendimiz bu hususu şu hadîsleriyle bize anlatmaya çalışmıştır:
«Yedi gök ve yerküre,
Kürsi'ye oranla çöle atılmış bir dirhem gibidir, Kürsî ise Arş'a oranla çöle
atılmış bir halka gibidir.» [514]
Evet, Allah'ın yüce
kudreti bunlardan çok üstün ve çok daha büyüktür. Kur'ân, Kürsî'nin gökleri ve
veri içine alacak genişlikte olduğunu açıklamaktadır. İlâhî kudret ise varlık
âleminin tümünü kapsayıp kuşatmıştır.
O halde göklerde,
ister güneş sistemi, ister diğer sistemler; ister gökadalar, isterse bunlarla
birlikte, yani gökadalara bağlı bulunan yıldız kümeleri kasdedilsin. Cennetin
büyüklüğünü düşünmek bile çok zordur. Biz yine en azından gezegenlerin
büyüklüğünü ve birbirine olan uzaklığını he-saplıyalım, şu dünyadan milyarlarca
defa büyük ve geniş bir Cennet karşımıza çıkar. Kaldı ki dünyamızdan
milyarlarca defa büyüklükte yıldızların var olduğu kesinlik kazanmıştır;
Cennet bir ihtimalle onlardan birinde olabilir. Kur'ân'ın verdiği ölçü bize
nisbetledir; anlayabilmemizi kolaylaştırmak içindir.
Durum bu olunca,
karşımızda bizi bekleyen ölüm neye? Neden bir istihale geçirme kanununa bağlı
tutulmuşuz? Ölmeden bu kadar geniş ve aynı zamanda mutlak mutluluk sunan bir
âleme neden doğrudan gidemiyoruz? Bunun cevabını Bakara sûresinde geniş
biçimde açıklamıştık. Burada kısaca belirtelim ki, biyolojik yapımız oranın yani
Cennetin şartlarına göre değildir. Biz sadece dünyadaki şartlara uyum
sağlıyabiliriz. Bu ölçü ve nitelikte yaratılmışız. Dünyaya ayak basmadan
Ğennet'e gitmemiz mukadder olsaydı, ne oranın kıymeti bilinir, ne de insanlar
arasında bir fark kalırdı. Bizleri melek tabiatlı, diğer bir deyimle bizi
onlar gibi yaratsaydı, buna gerek kalmazdı. Yani bizim insan olarak değil,
melek olarak varlık âlemine ayak basmamız gerekirdi. O takdirde dünya denilen
bir âlemin yaratılması lüzumsuz kalırdı. Çünkü dünya zıtların mücadele ettiği,
ihtiyaçların birbirini kovaladığı bir uğraktır. İnsanı harekete geçiren,
ardı-arkası kesilmiyen mücadelelere iten de işte budur! Melekler zıtlar âleminde
bulunmuyorlar. İhtiyaç düzeyinde de değillerdir. O halde ne mücadele ortamı vardır,
ne de sürtüşme ve tartışma. Her biri Allah'a ibâdetin derin zevki içinde
verilen emri kusursuz yerine getirmeğe devam etmektedir.
Bunun için ölmemiz,
bir istihale geçirmemiz ve âhiret âleminin şartlarına uyum sağlıyacak yeni bir
bedene kavuşmamız gerekiyor. [515]
«Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınanlar için hazırlanmıştır.»
Mutluluğun en feyizli
kaynağı, İnanan bir kalbin saygı dolu bir aşk ve hava içinde Allah'tan korkması
ve kötülüklerden sakınmasıdır. Buna Kur'ân dilinde takva ve ittika denilir.
İnsan kendini bu düzeye yaklaştırdığı oranda mutludur.
O halde genel anlamda
iki türlü mutluluk vardır: Biri yüzeyde dünyalıktan yanadır ki .insan ondan
elde ettiği nisbette kendini mutlu sayar. Erişemediği veya eriştikten sonra
kaybettiği ölçüde kendini mutsuz kabul eder. Diğeri ise, imân cevherinin
önümüzü aydınlatan parlak ışığıyla Allah dostu olmanın verdiği mutluluktur ki,
bu vadide kişi kendini Allah'a yakın hissettiği veya böyle inandığı oranda
mutlu sayar. Bu mutluluğun da biri dünyaya, diğeri âhirete yönelik iki yüzü
vardır: İnsan Allah'ın hoşnud-luğunu kazanmak uğrunda ne kadar iyiliklerde
bulunur, güzel amel işlerse dünyada o ölçüde mutlu olur. Kendini Allah'a ne
kadar yakın hissederse ve aslında O'nun sevgisine ne kadar lâyık olursa,
âhirette de o nisbette mutluluğa erişir.
Kur'ân'da konumuzla
ilgili âyetlerle takva sahiplerini, sıradan insanlardan ayıran, onların
fazilet alanındaki ölçülerini belirten sıfatlar şöyle açıklanmaktadır:
1. Bollukta da, darlıkta da Allah yolunda, O'nun
hoşnutluğuna erişebilmek için gereken yerlere harcarlar; zaman olur ki daha
muhtaçları kendi nefislerine tercih ederler.
2. Öfkelerini yutarlar; hisleriyle hareket
etmeyip olayları iman ve akıl süzgecinden geçirerek değerlendirirler.
3. İnsanları kusurlarıyla değerlendirmez,
hoşgörülü olmaya çalışırlar. Gerektiğinde affetmesini hem çok iyi bilir, hem de
çok severler.
4. Bir kötülükte, bir hayasızlıkta bulundukları
zaman veya kendilerine bir haksızlık ettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günah ve
kusurlarının bağışlanmasını dilerler. Kalbleri hep istiğfarla meşguldür.
5.
İşledikleri bir kötülük üzerinde bile bile ısrar etmezler; farkına varınca
derhal Allah'a yönelip tevbe eder ve kötülüğün arkasından bir iyilik yapmaya çalışırlar.
İşte bu imân ve
anlayışta bulunanlar için hem dünyada, hem âhirette mutluluklar vardır.
Âhirette kendilerine verilecek mükâfat çok büyük olacaktır; Cennetler onlar
için hazırlanmıştır. Evet, takva 'nın karşılığı ancak bunlardır. [516]
Rabbinizden bîr mağfirete koşuşun:
a) Mağfireti gerektiren hususlara koşuşun.
b) Cemaatle kılınan namazlarda İftitah Tekbirine
koşuşun.
c) Farzları yerine getirmeye koşuşun.
d) Gösterişten uzak ibâdete ve güze! işlerde
bulunmaya koşuşun.
e) Faizden dolayı tevbe etmeye koşuşun.
Serrâ' Darrâ':
(Ki bunu bolluk, darlık olarak çevirdik).
a) Kolaylık - zorluk,
b) Bolluk - darlık, zenginlik - fakirlik,
c) Sağlık - hastalık, neşe - keder,
d) Dünya hayatında Allah için harcar, öldükten
sonra hayır ile vasiyette bulunur anlamda iki devre,
e) Refah günlerinde - musîbetli ve sıkıcı
zamanlarında gibi, manalara delâlet etmektedirler. [517]
Sehl bin Abdullah
et-Tüsterî (R.A.) diyor ki:
«Câhil ölüdür.
İnsanlar ise uykudadır. İsyan edip günahlara dalan sarhoştur. Günahta ısrar
eden çoktan yok olmuştur.»
«Tevbe edenin alâmeti,
günahlarını temizlemeğe çalışırken yeme, içme ve benzeri ihtiyaçlarını
unutmasıdır.» [518]
Savaşta yenilgiye
uğramanın nedenine işaret edildikten sonra zaferin bir ucunun takvaya, yani
saygı dolu bir gönülle Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmaya dayandığı
belirtildi. Sonra bu ölçüde olan kişilerin vasıfları anlatılarak övüldü.
Aşağıdaki âyetlerle,
savaşmanın ve savaşlarda üstün gelmenin ya da yenilgiye uğramanın milletlerin
tarihinde bulunduğu hatırlatılıyor, ancak bütün bunların ilâhî sünnetlere bağlı
bulunduğuna işaret edilerek Allah'ın milletlerin hayatıyla ilgili koymuş olduğu
kanunlarını vebunların sınırlarını bilmemizin gerekli olduğu çok duyarlı
biçimde işleniyor. [519]
137— Muhakkak ki, sizden önce (Allah'ın koymuş
olduğu hayat kanunları gereği) birtakım olaylar, yollar, yöntemler, şeriatler
gelip geçti. O halde yeryüzünde gezip dolaşın da (Hakk'ı inkâr edip
Peygamberleri) yalan sayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.
138— İşte bu
(haberler) insanlar için bir açıklama, (Allah'tan saygı dolu bir
gönülle) korkup kötülüklerden sakınanlar İçin doğru yolu gösterme ve bir
öğüttür,
Uhud savaşında İslâm
mücahitlerinden bir kısmının iyi niyetle de olsa emre uymamaları sebebiyle
savaşın kaderi bir anda değişmiş ve müs-lümanlar hayli kayıp vererek
yüreklerinden vurulmuşlardı. Yukarıdaki iki âyet hem teselli anlamında, hem de
milletlerin hayatında bu tür olayların cereyan ettiğini, edeceğini ve yıkılıp
giden milletlerin hakkı inkâr, emre İtaatsizlik gibi çok sakıncalı bir yolda
yürüdüklerini hatırlatmak için inmiştir. [520]
«Muhakkak ki, sizden
önce birtakım olaylar, yollar, yöntemler, şeriatler gelip geçti...»
Geçmişteki insan
topluluklarının yaşayışlarını, karşılaştıkları toplumsal ve siyasal olayların
nedenlerini, inançlarını, gelenek ve törelerini, bilimsel çalışmalarını ve
elde ettikleri sonuçları bilmemizde büyük yararlar vardır. Milletlerin maddî ve
manevî yapılarını ve bu anlamdaki yaşayışlannı ayrıntılarıyla tesbit etmek ise,
kendi hayatımıza yön vermemiz bakımından çok önemlidir.
Bu arada geçmiş
devirlerden kalma maddî kalıntıları gezip görmek, inceleyip anlamak, insanların
geçmişi hakkında son derece yararlı bilgiler elde etmemize yardımcı olur. Hem
arkeolojik çalışmalarla sağlanan belgeler nesnel olduğundan, eskiçağ dünyasını
gerek töresel, gerekse dinî yönlerden bize yansıtmada oldukça sağlam bilgiler
verirler.
Bu çok lüzumlu konu
asırlarca ihmal edilmiştir. Özellikle tarih öncesi arkeoloji gerçek bilim
olarak ancak 1836'da kendisini kabul ettirebilmiş ve çalışmalar
hızlanabilmiştir. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de on dört asır ön-çe buna yer
verilmiş ve gelip geçen milletlerin ve insan topluluklarının daha çok maddî
kalıntılarını gezip görmemiz tavsiye anlamında emredilmiştir. Ne yazık ki,
Kur'ân'ın bu konudaki hikmeti çok geç anlaşılmış, bu yüzden medeniyetin beşiği
sayılan İslâm ülkelerinden sayısı belirsiz tarihî değeri yüksek eşya başka
ülkelere kaçırılmıştır.
Kur'ân'da bu emir ve
tavsiye tam 13 yerde kısa fakat çok duyarlı biçimde tekrarlanmıştır. [521]
Allah Kelâmında bu
konuya ağırlık verilmesinin nedeni açıktır; bunu şöyle özetleyip
sırahyabiliriz:
a) Geçmiş milletlerin ve kabilelerin tarihini
bilmek, böylece tarih bilgisini sağlam belgelere dayandırmak,
b) Tarih öncesi ve sonrası devirlerde insan
topluluklarının yaşayışlarını, inançlarını ve kültürel yapılarını tesbit
etmek,
c) Putlara tapanlarla bir olan Allah'a tapanlar
arasındaki farkı anlamak, aynı zamanda bâtılın insanlıktan yana örnek alınacak
hiçbir şey. bırakmadığını, fakat ibret alınacak çok şey bıraktığını
kalıntılarında görmek; haktan yana olanların insanlıktan yana örnek alınacak
çok şey bıraktığına şâhid olmak,
d) Küfrün, tuğyanın, zulüm ve haksızlığın
insanları her devirde yıkıp yok ettiğini görüp ibret almak,
e) Şekillendirilmiş taşlara ve ağaçlara, ayrıca
bazı hayvanlara tapınıp asıl yaratanı arayıp bulmamanın, bu konuda Allah'ın
insana sunduğu akıl ve diğer yetenekleri kullanmamanın insanlığa çok pahalıya
mal oldu-nu görmek,
f) Daha
güçlü ve uzun ömürlü olmalarına rağmen, Allah'ın koymuş olduğu hayat kanununa,
yani Sünnetullah'a uymadıklarından yine en kahredici darbeyi bu kanundan yediklerini
anlamaya çalışmak gibi yararlı sonuçlar elde etmek her zaman mümkündür.
Bütün bu
sıraladıklarımızı Kur'ân üç madde halinde özetler:
1. Bunda
insanlar için bir açıklama vardır.
2.'Sakmanlar
için doğru yolu bulup seçme fırsatı mevcuttur.
3. Allah'a
kul olmanın derin-anlamını kalbinde taşıyarak derin bir saygı ile O'ndan korkup
kötülüklerden sakınabilmek için nice ibretler ve öğütler sergilenmiştir, [522]
«Muhakkak ki, sizden
önce birtakım sünnetler gelip geçti...»
Kur'ân'da bu sünnete
geniş yşr verilmiş ve ağırlık kazandırılmıştır. Tefsirimizde bu bakımdan sık
sık buna temas etmekte ve gereken açıklamayı bir bakıma tekrarlamaktayız.
Çünkü inanan bir milletin ilâhî sünnetin kâinatta hükümran olduğunu jâhmesi
çok, hem çok lüzumludur. İnkâra sapıp olayları tabiata bağlıyarak işin içinden
sıyrılıp çıkmak kolay, ama bunun sonucuna katlanmak çok zordur. Sırf Allah'ı
unutturmak ve körpe dimağlara maddeciliği aşılamak için «tabiat böyle yaptı,
böyle geliştirdi», «doğa bunun böyle olmasını zorunlu kıldı» gibi sözler
kullanmak evet çok kolay ve basittir. Ama bu nedenle yetişen dinsiz bir neslin
nasıl bir tuğyan içine gireceğini düşünmemek o nisbette körlük ve aşağılıktır.
Tarih bize gelip geçen
milletlerin kendi kaderini bu sünnete uyarak, ya da uymayarak çizdiğini
göstermektedir. Sünnete uyanlara hayatın yüzü gülmüş, kudretin yardım eli
uzanmıştır. Uymayanlara felâket kapıları açılmış, kudretin yardım eli
uzanmamıştır.
Evet, «Yeryüzünde
gezip dolaşın da (Hakk'ı inkâr edip Peygamberleri) yalan sayanların sonunun
nasıl olduğunu bir görün..» [523]
Geçmiş milletlerden ve
insan topluluklarından Hakk'ı inkâr edip Sün-netullah'ın sınırlarını aşanların
yine bu sünnet gereği nasıl kötü bir sonuca kendilerini ittiklerini, kalıntılarından
görüp öğrenmekteyiz. Kur'ânda bu konuda yukarıdaki âyetlerle tavsiyede
bulunuldu. Gezip dolaşmamızı, tarih öncesi ve tarih sonrası gelip geçen
milletlerin birçok yapılarını yansıtan kalıntılarını görmemizi emrederek
arkeoioji'ye kapı açtı.
Bu noktadan hareketle
Uhud savaşında arzulanan amaca erişileme-diği üzerinde duruldu; bunun nedeninin
dikkatsizlik ve itaatsizliğe dayandığına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
imân cevherine sahip olup Hak'tan yana sağlam bir doğrultuda bulunanların er-geç
üstünlük sağlayacakları, düşmanlarına karşı zafer bulacakları haber veriliyor. [524]
139—
Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutlaka sizler üs-tünsünüzdür.
140-141—
(Uhud Savaşı'nda) bir yara aldıysanız, şüphesiz ki o topluluk da (Bedir Savaşı'nda)
benzeri bir yara almıştı. Allah sizden şehitler (veya şahitler) edinmek, bir de
Allah, imân edenleri seçip tertemiz kılmak (içlerindeki cevheri ortaya
çıkarmak), kâfirleri yok etmek İçin bu günleri (bazen lehte, bazen aleyhte
olmak üzere) insanlar arasında nöbetleşe döndürüp dururuz. Allah zâlimleri
sevmez.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Resûlüllah IA.S.)ın
arkadaşları Uhud savaşında dikkatsizlik yüzünden dağılıp savaş düzenini
kaybettiler. Fırsatı kaçırmayan Halid bin Velid bir süvari bölüğüyle dağa
tırmanarak Müslümanları arkadan çevirdi. Durumun nezaketini anında farkeden
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Allah'a sığınmaktan başka çare kalmadığını bilerek
ellerini kaldırdı ve şu duayı yaptı: .
. «Allahımi
düşmanlarımız üstünlük elde edemesinler. Allahim! bizim bütün güç ve kuvvetimiz
ancak Seninle, Senin yardımınladır. Allahımi şu beldede bu neferlerden başka
Sana ibâdet eden kimse yoktur,.»
Bu duâ üzerine
yukarıdaki 139, âyet indi.»
Resûlüllah {A.S.}
Efendimiz Uhud savaşından üzüntülü bir halde Medine'ye dönerken, kocasını,
oğlunu ve yakınını bu savaşta kaybeden kadınlar da dövünerek ağlıyorlardı.
Görünüm pek gönül açıcı değildi. Tam bu sırada 140, 141. âyetler teselli
anlamında indi, [525]
Uhud savaşının cereyan
ettiği gün Müslümanlar hayli şehit vermişti.
Ebû Süfyan'ın arzusu
yerine gelmişe benziyor ve keyfinden yerinde duramıyordu. Bir ara geçici bir
zaferin verdiği sarhoşluk içinde Müslümanlara dönerek şöyle seslendi:
— Hayatta kalanlar arasında Muhammed de
bulunuyor mu? Kimse ona cevap vermek istemedi. Bu soruyu üç defa tekrarladıktan
sonra;
—Hayatta kalanlar
arasında Ebû Kuhafe'nin oğlu bulunuyor mu? Bu sorusunu da üç defa tekrarladı,
ama nafile cevap veren olmadı. Sonra tekrar sordu :
— Aranızda Hattab oğlu Ömer bulunuyor mu?
Bu sorusunu da üç defa
tekrarlardı. Çünkü eğer bu üo kişi şehid düşmüşse artık Müslümanlık sona ermiş
sayılırdı. Onu dinlemekte olan Hz. Ömer dayanamadı ve :
— «Ey Allah'ın düşmanı! vallahi sen yalan
söylüyorsun, sözü edilen üç kişi de hayattadır. Sana kalan sadece üzüntü ve
ümitsizliktir. Öfkenden geber..»
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) Efendimiz Ashabına dönerek şöyle buyurdu : «Ona cevap verseniz
ya!» Ashab da : «Ne diyelim, ya Resûlel-lah?!» diye sorunca, şöyle buyurdu :
«Deyin ki: Allah daha üstündür, O daha yüce ve daha kudretlidir.» Ashab da aynı
sözü Ebû Süfyan'a seslenerek söylediler. Ebû Süfyan bu kez: «Bizim Uzzamız
var, sizin uzza-nız yok..» dedi. Resûlüllah (A.S.): «Ona cevap verseniz ya!»
buyurdu. Ashab da : «Ne diyelim?» diye sorunca şöyle buyurdu : «Allah bizim
Mevlâ-mızdır (yegane sahibimiz ve yardımcımızdır). Sizin ise mevlânız yoktur.»
[526]
Meyvanm en olgunu
ağacın yüksek dallarında olur; erişebilmek için tırmanmak gerek. Nîmet külfet
karşilığındadır. Akıl ve irâdeyi kullanarak elde edilen.sonuçtur ki kıymeti
bilinir ve bu yolda yürüyenlerin asıl ölçüsü ortaya çıkmış olur.
Hayat yolu zikzaklıda;
bazen lehte, bazen aleyhte olur. Bir gün gül-dürürse, diğer gün ağlatır. Buriun
sebebi açıktır: Böyle bir mücadele olmasa hayat durur, atâlet başlar. İnsanlar
arasında ciddi bir ayırım yapmak, yani iyileri kötülerden ayırt etmek çok zor
olurdu. Akıl, irâde, azim, gayret ve benzeri yeteneklerin âtıl bırakıldığı
konularda sadece Allah'ın -yardımı île elde edilen birtakım sonuçlar âdetten
olsaydı, kimin daha çok inandığını, kimlerin daha çok ciddi ve yetenekli
bulunduğunu tesbit etmek çok zor olurdu. Çünkü bu durumda herkes ister istemez
inanmak zorunda kalırdı
İnsan kendine düşeni
yapmaz, belli bir sınıra kadar erişmeye gayret etmezse, Sünnetullah'a, yani
yeryüzünde câri oian hayat kanununa uymamış olur. Sadece kuru bir tevekkülle
sonucu beklemek ise yarar yerine zarar getirir. Bu durumda artık ne.
sorumluluk kalır, ne de imânın anlamı...
İşte Kur'ân'da özellikle
bu husus açıklanmakta, ilâhî yardımın -yine O'nun koymuş olduğu hayat kanununa
uygun- ne zaman tecelli edeceği belirtilmekte ve sebeplerine değinilerek insan
aklına, irâde ve düşüncesine geniş yer verilmektedir Bu ölçü ve anlamdaki
imânın değeri kendiliğinden ortaya çıkar. Davaya inanmaktaki farklı dereceler
kendiliğinden anlaşılır.. [527]
«Eğer inanıyorsanız
elbette sîzler üstünsün üzdür!»
Buradaki i m â n'ı
mutlak anlamda düşünürsek, davasına daha çok inanıp gayret sarfedenler üstün
gelir, sonucu kendiliğinden ortaya çıkar. O halde kâfirlerin bâtıla inanıp
bağlandıklarından çok daha fazla mü'min-ler hakka inanıp bağlanmadıkça ve bu
uğurda gayret sarfetmedikçe üstünlük sağlayamazlar. Bu durumda üstünlük bâtıldan
yana olanlarındır. «(İşte) bu günleri insanlar arasında nöbetleşe döndürüp
dururuz.» âyeti ilâhî kanunu sözü edilen hususa ışık tutar ölçüde hatırlatır.
Uhud savaşındaki hezimetin bir ueu buna dayanmaz mı? Çünkü Bedir savaşında
yenilgiye uğrayan Mekke müşrikleri ümitsizliğe düşmemiş, üstelik gayrete gelerek
ciddi bir hazırlıkla intikam almaya azmetmişlerdi.
İlâhî kanunu
belirtilen anlamda açıklarken, bâtılın Hakka üstünlüğü, diye bir sonuç
çıkarılmamalıdır. Sadece inanç ve ideallerdeki kuvvetin üstünlüğü söz
konusudur. O halde mü'minlerin Allah'a olan imân ve bağlılığı -bütün sebeplere
başvurmakla beraber- karşı tarafın bâtıla olan bağlılığının çok üstünde bir
anlam taşımalıdır. Aksi halde zafer kuvvetindir. [528]
«İmân edenleri seçip
tertemiz kılmak...»
AİJah'in ilmine
nisbetle geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü
O'nun ilmi ve kudreti bütün kâinatı kapsayıp kuşatmıştır.
Evet, Allah olayları,
meydana gelmeden önce, de bilir. Malûmat değişip yenilendikçe O'nun ilmi
değişmez ve yenilenmez. Bu bakımdan âyetteki «seçip tertemiz kılmak»ı şöyle
yorumlamak mümkündür:
a) Katıksız bir imânı, münafıklıktan ayırt
etmek,
b) Allah dostlarının daha iyi tanınmasını
sağlamak,
c) Dâvaya gönülden inananların ölçüsünü ortaya
koymak,
d) Allah'a imân doğrultusunda ortaya konulan
sabır, azim, cesaret ve fedakârlığı belirgin hale getirmek,
e) Herkese ortaya koyduğu imân ve irfan
nisbetinde karşılık vermek.. «Sizden şahitler edinmek»;
a) Size şehîdlik mertebesiyle ikramda bulunmak,
b) Sizi insanların ameline şâhid tutmak.. [529]
Yukarıdaki âyetlerle,
Uhud savaşma katılan mü'minlerin uğradıkları kısmî bir yenilgiden dolayı savaş
azmini, cihat faziletini unutur gibi oldukları; ruhlarında bir
duraklama.bedenlerinde bir gevşeme,kalblerinde derin bir üzüntü başladığı
açıklandı. Ama zaferin köklü bir imâna, sarsılmıyan azim ve iradeye bağlı
bulunduğuna işaret edilerek mücâhitler bir kez daha uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle bu
husustaki ilâhî yönteme, insan toplulukları hakkında koymuş olduğu sünnete
değinilerek mü'minlere en sağlam ölçü ve iyice düşünme payı veriliyor. Sonra
çok önemli bir hususa temas edilerek gelecek günlere hazırlıklı olmaları
emrediliyor: Her peygamber gibi Muhammed (A.S.) de bir insandır. O da bir gün
hayata gözlerini kapatacaktır. Onun ayrılması davanın bittiğini değil,
başladığını gösterir."O'nun tebliğ görevi bitince iş mü'minlerin himmet ve
gayretine, Allah yolundaki
cihadına bağlı kalır.
Aksi halde her şey elden gider, Müslümanlar perişan-iık ir-inrlfl
sürünürlfir.
lık içinde sürünürler. [530]
142— Yoksa siz, Allah sizden cihâd edenleri
belirleyip ortaya çıkarmadan, sabredenleri belli etmeden Cennet'e gireceğinizi
mi sandınız?
143— And olsun ki, ölümle karşılaşmadan önce onu
temenni edip duruyordunuz. İşte onu gözlerinizle bakarak görüyorsunuz.
144— Muhammed de ancak bir peygamberdir. Ondan
önce nice peygamberler gelip geçti. Eğer O ölür, ya da öldürülürse,
ökçeleriniz üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönecek olursa,
Allah'a elbette hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktir.
Uhud savaşında İslâm
mücâhitleri gerek aralarındaki münafıkların tahrikiyle, gerekse ikinci bir emri
beklememekte bir sakınca görmemeleri sebebiyle yenilgiye uğradılar. Münafıklar
bu arada fırsatı değerlendirerek Muhammed (A.S.)m öldürüldüğünü etrafa yaymaya
çalıştılar. Bu haber bir anda şok te'siri yarattı, mü'minlerin morali bozuldu.
Bu sonucu da iyi değerlendirmek için yine münafıklar kitle psikolojisinden
yararlanarak şöyle telkinde bulundular: «Artık olan olmuş, Muhammed ölmüştür.
Elinizi, yani dostluk elinizi Mekke müşriklerine uzatın. Çünkü nihayet onlar
sizin kardeşlerinizdir.» Şüphesiz ki bu sözler her türlü saygı ve imân sınırını
aşıyor, güneşin batıp bir daha doğmamasını arzuluyordu.
Münafıkların bu
olumsuz yöndeki propagandasını ve kopardıkları yaygarayı tesirsiz hale
getirmek için kumanda mevkiinde olanlar durmadan mü'minlere güven ve cesaret
veriyor, dağılan askeri toparlamaya çalışıyorlardı; derken 144. âyet indi. [531]
«Düşmanla karşılaşmayı
temenni etmeyin; Allah'tan afiyet (beden ve ruh selâmeti) İsteyin. Ama düşmanla
karşılaştığınızda sabredin ve bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.» [532]
«Bir peygamberin Allah
yolunda öldürdüğü kimseye karşı Allah'ın gazabı şiddetlendikçe şiddetlenir.
Allah'ın peygamberinin yüzünü yaralayıp bozan bir topluluk üzerine Allah'ın
gazabı elbette şiddetlenmiştir.» [533]
«Yoksa siz, Allah
sizden cihât edenleri belirleyip ortaya çıkarmadan, sabredenleri belli etmeden
Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?»
Gerçek fazîlet,
Allah'a imân doğrultusunda insanlığa iki cihan saadetinin kapısını açmaya ve bu
uğurda sınırlı ömrü harcamaya çalışmaktır. Unutmayalım ki bu kapının açılması
bilgi, cesaret, mücadele, hayırhahlık, cihad ve Allah yolunda harcama ister.
Bütün bunlar sözü edilen faziletin mihengi sayılır. O halde insanlıktan yana bu
ölçüdeki düşünceler muhterem olmakla beraber yeterli değildir; tatbikatta vücut
bulması gerektir.
Kur'ân'da bilhassa
imândan kaynaklanıp gelen faziletin
iki önemli belirtisi üzerinde duruluyor:
1. Allah yolunda cihadı ibâdet bilip küfür ve
tuğyanı durdurmak, Allan dinini üstün kılmak için durmadan çalışmak,
2. Bu uğurda bir niae sıkıntılara göğüs gerip,
«saadete erişmek mü-cadelesiz, külfetsiz ve belâsız olmaz» inancından hareketle
sabrı ve gayreti elden bırakmamak.
İslâm'ın mü'mine
sunduğu bu iki ölçü, ya da alâmet, hayata ciddi bir hareket kazandırmayı,
uyuşukluğu yenmeyi, imân aksiyonunu devamlı sahnede tutmayı amaçlar. Bu
bakımdan her mü'min şu dünya hayatındaki yerini ve görevini bilip belirlediği
oranda Allah'a yakındır ve her insan da Allah'a yakın olduğu nisbette saadete
erişmiştir.
İşte Allah'ın değişmiyen
sünnetlerinden biri de budur. Kur'ân'm hayat verici havasına giren herkes bu
sünneti bilmek ve kendini ona göre hazırlamakla yükümlüdür. Aksi halde imân ve
dindarlık ruhta ve mânada değil, sadece kelimede ve isimde kalır.
Cennet mutlak saadet
yurdudur. Yolu ise, Allah'a dosdoğru imândan sonra din ve ahiâka karşı
çıkanlarla cihâd etmektir. Ne var ki bu yolun üzerindeki dikenlere ve engellere
katlanmak gerekir. Bu da sabır ve tahammül ister; aynı zamanda dünyada da
mes'ud olmanın ilk ve son öl-ölçüsüdür. [534]
«Eğer Muhammed ölür veya
öidürülürse, ökçeniz üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz?»
İnsan olmanın ölçü ve
anlamı, Yaratan'ını bilip O'na tapma bilincine erişmektir. Aynı zamanda
sınırlı hayat düzeyinde nelerle yükümlü tutulduğunu anlayıp hareket
stratejisini çizmektir. Diğer bir deyimle Allah'ın koymuş olduğu hayat
kanununa göre plânlı ve programlı yaşamasını bilmektir. İnsanı diğer
canlılardan ayıran özelliklerden biri ve belki başta geleni bu değil midir?
Bu sebeple Kur'ân'da
sözü edilen konuya sık sık değinilmiş ve bütün uyarılar yapılmıştır. Konumuzu
oluşturan âyetlerle buna ayrı bir açıdan ağırlık kazandırılmış ve dikkatlerin
Yüce Yaratana çevrilmesi amaçlan-rruştır.
Peygamberler, büyük
mürşidler, velîler, âlimler ve sâlihierin görevi, insanlara bu imân ve şuuru
aşılamak değil midir? Allah'ı bırakıp insana kul olmanın milletlere ve nice
insan topluluklarına çok pahalıya mal olduğunu unutmamak gerekir. Fânilere,
Allah'a taparcasmc tapmak veya bütün kuvvet ve kudreti onlarda görmeye ve
göstermeye çalışmak şirke kapı açmaz mı? Hıristiyan din adamları yanlış
terceme edilen İncil'in tesiri altında kalarak bu hataya düşmediler mi? İsâ
Peygambere Allah'ın oğlu diyecek kadar ağır bir şirki imânlarına karıştırıp
onun ilâhî rengini değiştirmediler mi? Müslümanların böylesine fahiş ve de
tehlikeli bir hataya düşmemeleri için Kur'ân'da Muhammed (A.S.)den söz
edilirken «Allah'ın kulu ve resulü» tabiri kullanılmıştır. Birçok âyetlerle de
Peygamberin asıl görevinin neler olduğu belirtilmiş, ona bir sınır çizilerek
mü'minlere en sağlam ölçü verilmiştir.
Konumuzla ilgili
âyetle, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğu vurgulanırken Muhammed (A.S.)ın
sadece teblîğ ve irşad ile görevli bulunduğu, ondan önce de bu vadide bir nice
peygamberlerin aynı görevle gelip geçtiği hatırlatılır.
Çünkü amaç,
peygamberin şahsiyeti değil, onunla gönderilen hidâyetin ışığı, hakk'ın
nurudur. Peygamber hidâyetin kapısını açıp ilâhî nuru kalblere ve dimağlara
çevirerek insanları aydınlatmaya çalışır. Bunun temelini atar, esas ve
prensiplerini koyar ve böylece görevi tamamlanır. Ondan sonra inanan
bahtiyarlar bu hizmeti canla-başla sürdürürler.
Konuyu özetiiyecek
olursak:
Muhammed (A.S.Jin
ölmesi ya da öldürülmesi, dinde bir sarsıntı, bir gerileme ve zaaf sebebi
olmamalıdır. Çünkü O da diğer peygamberler gibi bir insandır; elbetteki bir
gün ölecektir. Peygambere ihtiyaç -ilâhî âdet ve sünnet gereği- dini teblîğ
içindir. Teblîğ görevi tamamlanınca artık maksat gerçekleşmiştir. O halde
Peygamberin vefatı, dinden dönmeyi gerektirmez, bilakis O'nun kurduğu ilâhî
nizamın bütün sadelik ve parlaklığıyla kprunması ve sürdürülmesi hususunda
yeni bir devir başlar.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.} Efendimiz tebliğiyle görevli bulunduğu nizamı kurduktan ve görevini tamamladıktan
sonra ümmetine şu tavsiyede bulunmuştur:
«Size iki şey
bırakıyorum, onlara sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız:
Allah'ın Kitabı ve
Peygamberinin Sünneti...» [535]
Gün geldi, Kur'ân'ın
açıkladığı kaza gerçekleşti; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz vefat etti. Bu acı
haberi duyan mü'minler beyinlerinden vurulmuşa döndüler; çoğu buna inanmak
istemiyordu. Hiç kimsenin ağzı ve dili «Muhammed (A.S.) ölmüştür» demeye
varmıyordu. Büyük sahabi Hz. Enes (R.A.) diyor ki : «Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Medine'ye ayak bastığı gün her şey aydınlığa kavuşuyor, Medine'de
görülmedik bir sevinç havası hüküm sürüyordu. Vefat ettiği gün ise her şey
karanlığa gömülür gibi oldu.»
Müslümanların bu
duygusal halini gören Ebû Bekir SIDDÎK (R.A.) önce Hz. Âişe'nin (R.A.) evine girdi;
Resûlüllah'ın yüzünün üstündeki örtüyü kaldırıp iki gözünün arasını hürmetle
öptü ve Ona olan saygısını en anlamlı biçimde dile getirdi. Sonra Mescid'e
gelerek minbere çıktı ve hazır olanlara şöyle seslendi:
«Kim Allah'a
tapıyorsa* şüphesiz ki Allah hep diridir. Ona ölüm yoktur. Kim de Muhammed'e
tapıyorsa, bilsin ki Muhammed ölmüştür.» ve sonra da konumuzla ilgili âyeti
okudu. Hz. Ömer (R.A.) diyor ki: «Bu âyeti sanki hiç görmemiş ve duymamıştım,
Ebû Bekir bizi uyardı.»
tasavvuf! yönü
«Yoksa siz, Allah sizden cihat edenleri belirleyip
ortaya çıkarmadan, sabredenleri belli etmeden Cennet'e gireceğinizi mi
sandınız?»
Âhİret saadetiyie
ilgili bulunan âyette çok önemli bir noktaya işaret vardır. Küfre ve nefse
karşı cihâdın önünde bir sürü sıkıntılar ve engeller mevcuttur. Tıpkı dikenin
gül ile cömertlik etmesi gibi. Böyle olunca da dış görünüşüyle cihâdın dünya-
saadetine açtığı hava pek doyurucu ve ferahlatıcı değildir. Çünkü amaç
başkadır. Öyle olsaydı, iki ayrı saadetin aynı zamanda aynı gönülde gerçekleşmesi
gerekirdi. Halbuki bu mümkün değildir. Ne var ki âhiret saadetinin yolu dünya
uğrağından geçer; bu da oldukça yorucu, üzücü ve oyalayıcıdır. O bakımdan
diyebiliriz ki sözü edilen kavramların dışı ürkütücü ve korkutucudur. İçi ve
sonucu ise ferahlatıcı ve güven vericidir. O halde ebediyet yolculuğu sürüp
giderken dünya uğrağında gerçek saadeti aramak, çölde su aramak gibidir.
Saadet sandığımız nesneler, seraptan başkası değildir.
Özetliyecek olursak :
Dünyayı sevmek, gönül
tahtına oturtmak âhiret saadetiyle birleşip bir araya gelemez. Hangisine daha
cok ilgi duyulursa diğeri o nisbette noksanlasın Çünkü dünya saadeti ancak
kalbin onunla meşgul olup zevk almasıyla belirgin hale gelir; bu da nisbîdir,
izafîdir ve geçicidir. Âhiret saadeti ise kalbi Allah'tan başkasından boşaltıp
Allah sevgisiyle doldurmaktır. İşte bu iki sevgi ve arzu aynı gönülde aynı
zamanda taht kuramaz. Biri gelince diğeri gider.
Allah ve âhiret
sevgisi de kuru bir iddiayla tamamlanmaz. Model ve örnek ister. O halde Allah'ın
dinine sarıldığını iddia eden herkes sözünde doğru değildir; bu husustaki
kıstası Kur'ân belirleyip önümüze koymuştur: Cihadın ölçü ve metodunu bilerek
sahneye çıkan kimsenin karşılaşacağı sıkıntılar ve engeller sebebiyle Allah'a
olan sevgisinde bir noksanlaşma meydana gelmemeli, üstelik bu sevgi ve imân
artmalıdır.
Âyette bu, en anlamlı
ve duyarlı biçimde açıklanarak deniliyor ki: «Yoksa siz, Allah sizden cihâd
edenleri belirleyip ortaya çıkarmadan, sabredenleri belli etmeden Cennet'e
gireceğinizi mi sandınız?» [536]
Uhud savaşında
yenilgiye uğramanın birçok sebepleri olmakla beraber bir nice hikmetleri de
vardır. Hiç bir millet sonuna kadar üstünlük sağlayamaz. Yenilgiden sonra
zafere erişmek mukadder olduğu gibi, zaferi elde ettikten sonra yenilgiye
uğramak da mukadderdir. Ne zafere çok sevinmek, ne de yenilgiden dolayı fazla
üzülmek.. Çünkü asıl saadet veya felâket bunlar değildir. Her geçen gün artan
imân, gelişen irfan ve derinleşen Allah ve Resûlüllah sevgisidir. Savaşlar bir
bakıma dengeyi sağlamak, tuğyanı durdurmak, aşırılıkları önlemek içindir. Bir
bakıma da milletleri ve fertleri ciddi bir denemeden geçirmeyi içermektedir.
Uhud savaşında
maksadın bir ucu da, mü'minleri ciddi bir imtihandan geçirmeye uzanmaktadır.
Nitekim öyle oldu.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize taş atıp dişlerini kıran ve yüzünü yara-lıyan Abdullah bin Kamia
el-Harisî bu fırsatı daha iyi değerlendirmeyi düşünerek Resûlüllah'ı öldürmek
için koştu, tam bu sırada Resûlüllah'a biraz benziyen Umeyr oğlu Mus'ab (R.A.)
onu karşıladı, çetin bir vuruşmadan sonra Mus'ab şehît edildi. Abdullah,
vuruştuğu kişinin Peygamber olduğunu sanmış ve bu yüzden heyecanlanıp sesinin
çıktığı kadar bağırmıştı : «Muhammed'i öldürdüm, Muhammed'i öldürdüm!.» Bu
haber yıldırım hızıyla yayıldı. Henüz imânın tam zevkini kalblerinin
derinliğine yerleştiremiyen bazı zayıf iradeli Müslümanlar ve daha çok
münafıklar: «Keşke Abdullah bin Ubey aramızda olsaydı da bizim için Ebû
Süfyan'dan eman dileseydi!» diye hayıflandılar. Münafıklardan bir kısmı ise,
«Eğer Muham-med peygamber olsaydı öldürülmezdi. Artık her şey bitti, eski
dostlarınıza ve_eski dininize dönmenizin zamanı geldi,» diyor, durmadan şüphe
ve te-reddütlerdoğuruyorlardı.Onların bu sinsi ve hâince yaygarasını duyan büyük
mücahit Enes bin Nadir (R.A.) öne atılıp şöyle seslendi:
«Ey Müslüman Cemaati!
Eğer Muhammed (A.S.) öldürüldüyse, Mu-hammed'in Rabbi diridir, O ölmez. Siz
Resûlüllah'tan sonra dünya .hayatını ne yapacaksınız? Ondan sonra yaşamanın ne
tadı ve değeri var? Onun dâvası uğrunda savaşın, canını verdiği din için
canınızı verin. Bundan daha üstün şeref ve saadet mi istiyorsunuz? Kendinizi
toparlayın, gelen seslere kulak vermeyin. Resûiüllah'ın açmış olduğu cadde
bütün ge-nişliğiyle önünüzde duruyor.. Artık ne bekliyorsunuz?»
Bu sözler, kükreyen
bir imândan yükseliyor, dalga dalga duygulan kaplıyordu. Hz. Enes sadece imân
gücünü sözde bırakmadı, kılıcını çekti ve «Allahım! bunların söylediklerinden
sana sığınırım.» diyerek düşmana saldırdı. Bir şimşek gibi parıldıyan kılıcının
karşısında durmak ne mümkün. Allahu Ekber sesi kalbleri hançer gibi delip
geçiyor, mü'minlerin imânım, kâfirlerin küfrünü artırıyordu. Derken Hz. Enes
ağır yaralar aldı ve çok geçmeden şehît düştü. Savaş meydanında ancak
parmaklarından tanınabildi.
Peygamber potasında
şekillenen ve Kur'ân'ın gösterdiği doğrultuda hedefini belirliyen Enes bin
Nadir (R.A.) en güzel ölçü ve kıstası ortaya koymuştu. [537]
Geçen âyetlerle Allah
(C.C.), Hz.* Muhammed'in (A.S.) getirdiği İâhu-tî nur ile aydınlanmamızı, fakat
tapılmaya asıl lâyık kendisinin bulunduğunu hatırlattı. İnsanları
ilâhlaştırmanın hiçbir kimse hakkında doğru olmayacağına işaret edildi. Ebedî
saadete, imândan kaynaklanan cihâd ve sabır ile erişilebileceği açıklandı;
böylece Allah'ın bu konudaki Sünnetine bir kez daha dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle
cihâdın mutlak ölüm olmadığı, savaşa çıkan her insanın herhalde öldürüleceği
sonucunu çıkarmanın isabetli bir yargı bulunmadığı hatırlatılarak, ecelin
belli sebeplere bağlandığı, sebeplerin de ilâhî kudretle planlandığı
açıklanıyor; bu nedenle sözü edilen konuda ilâhî kanunun câri olduğu
belirtiliyor. Allah'ın izni olmadan hiçbir canlının ölmeyeceği üzerinde
özellikle duruluyor. Sonra asıl konuya geçilerek dünya ile âhirete karşı
duyulan ilginin karşılığı açıklanıyor; geçmiş peygamberlerin etrafında imân
aşkı ile bir hâle meydana getiren Allah dostu mü'minlerin nasıl sabırlı ve
cefakâr olduklarına değinilerek örnekler sunuluyor. [538]
145— Hiç bir
cana Allah'ın izni olmadan ölmek yoktur. Bu, belli bir vakte bağlanmış yazılan
bir yazıdır. Artık kim dünya sevabı isterse ona
ondan veririz; kim de
âhiret sevabı isterse, ona da ondan veririz. Şükre-denleri mükâfatlandırırız.
146— Peygamberlerden nicelerinin
maiyetindeki birçok Allah dostları
savaştılar da Allah yolunda kendilerine dokunan elem ve sıkıntılardan dolayı
gevşemediler, zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.
147— (Evet) onların (bu durumda da) sözleri şu oldu
: «Ey Rabbi-miz! günahlarımızı, işlerimizdeki aşırılıklarımızı affedip bağışla;
(hak yolunda) ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bize yardım
et.»
148— Bu sebeple Aİlah da onlara hem dünya
sevabını, hem âhiretin güze! sevabını verdi. Allah iyi yararlı işlerde bulunan
iyileri sever.
«Iynet[539] İle
alırn-satımda bulunduğunuz, öküzün kuyruğunu tutup (sadece) ziraatle
yetinmekten hoşlandığınız ve böylece cihâdı terkettiği-niz zaman Allah
üzerinize bir horluk, alçaklık indirir de sizi rahat bırakmaz; dininize (onun
getirdiği hareket alanına) dönünceye kadar bu horluk ve aşağılığı sizden
koparıp uzaklaştırmaz.» [540]
«Bir millet cihadı
terkederse, herhalde Allah onların hepsini azaba uğratır. (Çalışma ve cihad
ruhunu kaybeden millet başkasına yem olur).» [541]
«Ameller niyetlere
göre (değer kazanır); herkese niyetinin karşılığı vardır. Artık kimin hicreti
(niyet ve azmi) Allah ve Resulüne ise, onun hicreti Allah ve Resûlüllahadır.
Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadın ise, onun
da hicreti niyet ettiği şeyedir.» [542]
«Hiç bir cana, Allah'ın
izni olmadan ölmek yoktur. Bu, belli bir vakte bağlanmış yazılan bir yazıdır.»
Varlık âlemi mutlak
bir plâna göre idare edilmektedir. Başıboş hiçbir varlık yoktur. Gayesiz ve
amaçsız hiçbir olay cereyan etmez. Kâinat aslında bir bütündür. Her parça bu
bütünün bir harfini, ya da kelimesini meydana getirir. Nasıl 27 veya 28
harftan kelimeler, kelimelerden cümleler, cümlelerden kitaplar, düşünceler ve
hükümler meydana geliyorsa, kâinattaki varlıkların durumu da buna benzer. Her
harf gelişigüzel kullanıldığında bir anlam taşımıyacağı, ölçülü ve dengeli bir
kelime oluşturmu-yacağı gibi, kâinattaki her parça da yaratıldığı gayeye uygun
varlığını sürdürmediği, hayat kanunu dışına çıktığı takdirde ölçü ve dengesini
kaybedeceği muhakkaktır.
Kâinattaki her tür
canlının da bir başlangıç, bir de bitiş noktası vardır. Bu noktalar Yüce
Yaratan tarafından belirlenip hükme bağlanmıştır. Ancak bu kader çizgisinde
canlının katkısı hiçbir zaman unutulmamalıdır. İlâhî ilim birçok hususlarda
malûmata tabi'dir. Bitiş noktası bunlardan biridir.
O halde her canlı
hakkında önceden plânlanmış bir ecel vardır. Bu, Allah'ın kaza, kader, ilim ve
İradesiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Kaza, O'nun koyduğu kanun ve hükümdür.
Kader, vakti gelince o hükmün yerine gelmesidir. İlim ve irâdesi her şeyi
kapsayıp kuşatmıştır. Hiçbir olay O'nun ilim ve irâdesinin dışında meydana
gelmez ve gelmesi de mümkün değildir. Canlıların eceli, onların kendi
hayatlarını sürdürmedeki akıllarıyla ve İçgüdüleriyle bir bakıma gizli bir
anlaşma halindedir. Allah ezelle ebedi kucaklayan ilmiyle her canlının ne
yapacağını, nasıl bir yol takip edeceğini ve nasıl bir sonuca kendini
iteceğini bilir. Bu sebeple de o canlının kader çizgisini ona göre çizip
hazırlar. Hikmet bu olunca hiç bir canlı eceli gelmeden ölmez, denilmiştir.
Öldürülen de, zelzele, sel ve benzeri felâketlerde hayatını kaybedenler de
kendi ecelleriyle ölmüşlerdir.
Hakikat bu olunca, katilin
suçu ne? diyemeyiz. Çünkü meydana gelen ölüm olayında katilin de, maktulün da
katkısı vardır. Allah ruhları ya-rattıKtan ve her insanı dünyaya getirdikten
sonra onların kendi iradeleriyle akıl ve yetenekleriyle ne yapacaklarını bilip
bu sonucu tesbit etmiş ve kaderlerini de ona göre planlamıştır. [543]
Küf.'ân'da bu konu
işlenirken insan aklına geniş yer verilmiştir. Ayrıca âyetteki uslûb ve
anlatımla iki önemli hususa işaret vardır: Korkunun, savaşa katılmamanın eceli
değiştirmiyeceği hatırlatılıyor. Ölümden korkan milletlerin yaşama şansı
kalmadığına dikkatler çekiliyor. Diğer bir hususa da atıf yapılarak
mü'minlerin Hz. Peygamberden sonra nasıl hareket
etmeleri gerektiği
bildiriliyor. Peygamberler, büyük kumandanlar, kahramanlar ve değerli devlet
adamları yol gösterici, imân gücünü artırıcı rehberlerdir. Onların başlattığı
büyük dâvalar onların ölümüyle son bulmamalıdır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin
vefatıyla artıkherşeyin bitmiş olduğunu düşünmek çok tehlikeli sonuçlar
doğurur. Bu bakımdan Kur'ân'da, ortaya çıkacak olan böylesine hatalı bir
düşüncenin İslâm'da yeri olmadığı belirtiliyor. Allah'ın insan eceliyle ilgili
emrini, kaza ve kaderinin derin anlamını bilen Allah dostlarının
peygamberlerinin yanında yer alıp nasıl savaştıkları, karşılarına çıkan
engelleri imân ve sabırlarıyla nasıl aştıkları misal getiriliyor. Ecelin
belirlenmiş vakti ve saati gelmeden ölüm olayının meydana gelmiyeceğine
inandıkları için olaylar karşısında gevşemedikleri, zaaf göstermedikleri ve
boyun eğmedikleri bilhassa açıklanıyor. En tehlikeli anlarda bile sözlerinin
şu cümlelerden ibaret olduğu bir ölçü niteliğinde sergileniyor: «Ey Rabbİmiz!
günahlarımızı, işlerimizdeki aşırılıklarımızı affedip bağışla; (hak yolunda)
ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.» [544]
«Peygamberlerden
nicelerinin maiyetindeki birçok Allah dostları savaştılar da...»
Kur'ân'da konumuzu
oluşturan âyetlerle, gelip geçen ümmetlerden kendilerini Allah'a verip hak
uğrunda, din yolunda cihât edenlerin durumu örnek veriliyor. Sonra da onların
kaza ve kader anlayışları, Sünnetul-lah konusundaki bilgileri, imân kuvvetinin
hiçbir engel tanımadığı hususundaki sezişleri, kalblere neşter vurulurcasına işleniyor:
a) Allah
dostluğunu her şeyin üstünde tutup insanlığın başbelâsi olan küfür ve tuğyanla
savaşmaktan geri kalmadıkları,
b} Bu yüzden
kendilerine dokunan her musîbeti, karşılarına çıkan her felâketi ve birbirini
izleyen şiddeti -insan cevherini ortaya çıkaran bir imtihan bilerek-
göğüsledikleri, savaş azmini, cihât aşkını elden bırakmadıkları,
c) Önlerine çıkan her engelin ancak azimlerini,
her sıkıntının sadece sabırlarını ve her felâketin yalnız imânlarını
artırdığı,
d) Gevşemedikleri, zaaf göstermedikleri, her
sıkıntıdan sonra genişliğin, her belâdan sonra bir saadetin geleceğine
inandıkları,
e) Vuruştukları, kan döktükleri, kanlarının
döküldüğü, esir edildikleri, işkencelere uğratıldıkları, fakat boyun
eğmedikleri belirtiliyor.
O mü'minlerin saadeti,
nefsin rahatında değil, onu altetmede, geçici bir hayatta değil, sonsuzluk
yurdunda aradıkları hatırlatılıyor.
f) İşin
başında da, sonunda da kusur ve günahlarını dile getirerek tam bir teslimiyet
içinde : «Ey Rabbimiz! günahlarımızı, işierimizdeki aşırılıklarımızı affedip
bağışla; (hak yolunda) ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bize
yardım et.» diye dua ettikleri açıklanıyor. [545]
Geçen âyetlerle Allah
dostlarının nasıl bir ferağat-i nef içinde cihat ettikleri anlatıldı. Onların
mümeyyiz vasıflarından bir kısmı çok anlamlı biçimde sergilendi. Allah dostu
olmanın büyük bir bahtiyarlığa ve sonsuz bir saadete kapı açtığı vurgulandı.
Aşağıdaki âyetlerle Allah dostluğunun hedefi belirleniyor. Başkasını, özellikle
inkarcıları dost edinmenin nasıl bir gerilemeye yol açacağı hatırlatılıyor.
Mü'minlere ancak Allah'ın sahip çıkacağı, O'nun yardım edeceği anlatılırken
inkarcılardan yardım beklemenin sadece felâket ve dert getireceğine işaret
ediliyor. [546]
149— Ey imân
edenler! eğer inkâr edenleri dinler de onlara uyarsanız sizi gerisin geri
çevirirler; bu yüzden zarara uğrayanlar olarak dönüp kalırsınız.
150— Oysa
sizin Mevlânız (yegâne sahibiniz, koruyucunuz ve yakın dostunuz) Allah'tır. O,
yardımcıların en hayırlısıdır.
Uhud savaşında hatalı
tutumlarından dolayı bozguna uğrayan mü'-minleri İslâm'ın saadet caddesinden
ayırmayı, onları ikbal burcundan alaşağı etmeyi plânlayan münafıklarla
inkarcılar elbirliği ederek yoğun bir propagandaya başladılar: «Artık her şey
bitti, yolun sonuna gelindi. Sizler Mekkeli hemşehrilerinize dostluk elini
uzatın, eski
dininize dönün!» diyerek
Allah'ın nurunu söndürmeye çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [547]
«Sizden biriniz, ben
kendisine ana-babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevgili
olmadıkça imân etmiş sayılmaz.» [548]
«Kimde şu üç şey
bulunursa, imânın tatlılığını tatmış olur:
1— Allah ve Resulü ona başkalarından daha
sevgili olmak,
2— Kişiyi ancak Allah için sevmek,
3— Ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi küfre
dönmekten hoşlanmamak...» [549]
«Allah'ın Rab,
İslâm'ın din, Muhammed'in Resul olduğuna razı olan kimse imânın tadını
tatmıştır.»[550]
İlâhî hidâyet ve
rahmet güneşi bütün insanlara yönelik doğmuştur. Peygamberler ve Onlara inanıp
bağlanan Allah dostları, insanları bu güneşten yeterince ışık almaları için
eğitmekle görevlidirler. Ruhlarını karartan nefs ve şeytandan kendilerini
koruma şuurunda olanlar, bu büyük mürşit ve terbiyecilere uymakta tereddüt
etmezler. Bu yoldan hidâyet (doğru yol) güneşinin ışığını atıp yansıtma
bahtiyarlığına erişirler. Daha çok kendini maddeye ve mideye verip bu ikisi
uğrunda ömür sermayesini törpülüyenlerdir ki bu güneşe İltifat etmez ve hiç bir
dinî mürşid ve terbiyecinin sesine kulak vermezler; hattâ bu sesten rahatsız
olurlar.
Ne var ki, her devirde
bu tip insanlar çoğunluktadır. İştihayı çekmekte becerikli, maddenin
çekiciliğini anlatmakta başarılıdırlar. Günlük hayatları, zayıf iradeli
inanmışları imrendirir düzeydedir. Uhud savaşında, savaşın kaderini değiştiren
birkaç kişi, bu iradesizlikten şikâyetçi olmadılar mı?
Hak din, insanın nefs,
madde ve şehvetten yana olan eğilimini frenleyip ölçülü biçimde kanalize
etmekle; ruhu karartan, vicdanı kirleten sapıklıkların önüne sed çekmekle ve
tek kelimeyle insanı insanlığa has şeref mevkiine yükseltmekle uğraşır. Bunun
için inkarcı maddeciler, sapık şehvetperestler dine karşı nefret duyar, onun
tesirini sıfıra düşürmek için amansız bir mücadele verirler. Ortama göre
hareket edip sinsi planlar uygulayan bu tipler çok renkli ve siyasîdirler;
bununla beraber asıl renklerini pek belli etmezler.
İşte Kur'ân bu ve
benzeri inkarcılara uyulmamasını, onların dinlenmemesini telkin ediyor ve bu
hususta sık sık mü'minleri uyarıyor. Hidâyet güneşinden nasîbinî almayan
dünyacıların, bu güneşten enerji ve ışığını alanları kendilerine uydurmakta
kusur etmiyeceklerine işarette bulunuyor. Aynı zamanda bu tiplerin hiçbir
zaman mü'minlere sadık dost, yakın arkadaş ve gönüldaş olmayacaklarını
hatırlatıyor.
Belini kitaplılara
veya kitapsızlara bağlayan Müslüman ülkelerinin ileri gelen siyasîlerinin nasıl
hatalı bir yola girdiklerini zaman ortaya çıkarmış, milletlerine nasıl bir
kötülükte bulunduklarını belgelemiştir. Ama hâlâ Arap ülkelerinde bu gerçeği
anlamıyan veya anlamak İstemiyenler sahnededir.
Kur'ân sözü edilen
uyarısını yaptıktan sonra, inanmışların asıl dost ve yardımcısının inkarcılar
değil Allah olduğunu bir kez daha gönüllere neşter vururcasına belirtiyor.
O halde Allah kimin
Mevlâsıdır? Bunun cevabını Kur'ân vermiştir: Allah'a inandıktan sonra O'nun
dinine hizmet eden ve bu uğurda hizmet verirken her türlü sıkıntıya
katlanmasını bilenlerdir. [551]
Geçen âyetlerle,
inkarcılara uyup onları dinlemenin mü'minlere zarar getireceği açıklandı.
Mü'minlerin kendi dert ve meselelerini kendi aralarında çözmeğe çalışmalarının
yararına işaret edilerek inanmışlar arasında ciddi bir kaynaşmanın ve birlik
içinde hareket etmenin önemi belir-
tildi. Aşağıdaki
âyetlerle, inkârın korku ve endişeyi davet edeceğine, imansızlığın ümitsizliğe
kapı açacağına dikkatler çekiliyor. Cenâb-ı Hakk'a inanıp gönülden teslimiyet
göstermenin azim ve cesareti artıracağına işaret edilerek Uhud savaşında
ımü'minlerden bir kısmının kararsızlığının ve inkarcılar gibi dünyaya
meyletmelerinin onlara çok pahalıya mal olduğu anlatılıyor ve böylece ilâhi
uyarının sinyalleri veriliyor. [552]
151— Allah'ın, hakkında hiçbir kanıt ve hüccet
indirmediği şeyi O'na ortak koşmaları sebebiyle o kâfirlerin kalblerine korku
salacağız. Onların varıp eyleşeceği yer Cehennem ateşidir. Zâlimlerin kaldığı
yer ne kötüdür!
152— And olsun ki, Allah'ın size verdiği söz doğru
çıktı; hani Allah'ın izniyle onları kırıp geçiriyordunuz, tâ ki sevdiğiniz şeyi
(zafer ve ganimeti) size gösterdikten sonra korkuyla karışık bir yılgınlık
göstererek bu hususta tartışıp çekiştiniz, emre uymadınız; o kadar ki, kiminiz
dünyayı, kiminiz âhireti istiyordu. Sonra denemek için sizi onlardan çevirdi
(bozguna uğrattı). Şanıma and olsun ki sizi (Allah) affetti. Allah mü'minlere
karşı fazl-ü kerem sahibidir.
153— Hani siz durmadan uzaklaşıyor; hiç kimseye
dönüp bakmıyordunuz. Peygamber de arkanızdan
sizi çağırıyordu. Kaçırdığınız şeye, başınıza gelene üzülmeyesiniz diye,
Allah size keder üstüne keder verdi. Allah yaptıklarınızdan haberlidir.
Uhud savaşında elde
edilen kısmî bir zaferden sonra dikkatsizlikleri ve emre itaatsizlikleri
yüzünden yenilgiye uğrayan mü'minler bu üzüntü içinde kıvranıp Medine'ye
dönmüşlerdi. Verilen kayıp cidden büyüktü. As-hab-ı Kiramdan bir kısmı, «Allah
bize yardımda bulunacağını va'dettiği halde neden bu duruma düştük?» dîye
hayıflanıyor ve şüpheyle birlikte merak ve üzüntüleri arttıkça artıyordu. Bunun
üzerine meselenin asıl hikmet ve esrarı aralanarak onların şüphe ve üzüntüsünü
giderecek anlamda yukarıdaki 152. âyet indi.
Başka bir rivayette
ise, iniş sebebi şöyle tesbit edilmiştir:
Ebû Süfyan
kumpndasindaki düşman ordusu sevinçli bir vaziyette Mekke'ye dönerken bir ara
savaşın sonucunu düşünerek hatalı bir strateji uyguladıklarının farkına
vardılar. Müslümanları bozguna uğratıp onlara hayli kayıp verdirdikten sonra
neden hepsini öldürmeyi plânlamadıklarına hayıflandılar. Bu düşüncede geri
dönüp Müslümanları takip etmeyi arzuladılar. Derken Allah onların kalbine bir
korku saldı ve bir anda cesaretleri kırılarak düşüncelerinden vazgeçtiler. Bu
nedenle.151. âyet teselli mahiyetinde indi. [553]
«Benden önce hiçbir
peygambere veriimiyen beş şey bana verildi:
1. Bir aylık mesafeden korkumun hissediimesiyle
yardım gördüm.
2. Yeryüzünün her yanı bana mescid ve temiz
kılındı.
3. Ganimetler bana helâl kılındı.
4. Şefaat yetkisi bana verildi.
5. Daha önce gönderilen her peygamber ancak
kendi kabile veya milletine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim.»
[554]
«Düşniana karşı korku
salmakla yardım gördüm.» [555]
«Doğrusu Ebû Süfyan
sizden bir tarafa (üstünlük sağlıyarak) dokundu. Ama Allah onun kalbine bir korku
attı da öylece Mekke'ye döndü.» [556]
«Allah'ın, hakkında
hiçbir kanıt ve hüc-cet indirmediği şeyi O'na ortak koşmaları...»
Allah'ın varlığını,
birliğini inkâr etmek çok zordur. Bu, hiçbir zaman O'nun varlığını isbât etmek
kadar kolay değildir. Çünkü bizi O'nun varlığına ve birliğine götüren
kanıtlar, hüccetler ve belgeler sayılmıyacak kadar çoktur. Yokluğunu isbat
edecek hiç bir delil ve belge mevcut değildir. İnkarcıları zaman zaman
korkutan, içlerini titreten de budur. Hem inkârda ısrar edip direnirler, hem
mâkul bir delil bulamazlar. Şüphe dalgalan durmadan kalblerinin ve -eğer varsa-
vicdanlarının duvarlarına çarpmakta, doğuştan ruhlarında var olan Allah
fikrinin yanan sinyalleri onları rahatsız etmektedir.
«Evet Allah'ı inkâr
etmek, O'nun varlığını isbat etmekten çok hem çok zor ve hatta imkânsızdır.»
Allah'ı ve âhireti
inkâr edenlerin Hazreti Ali (R.A.) ile tartışmaya başlamaları üzerine büyük
âlim onları susturmak ve uzatmadan kısa yoldan onları mat etmek için şöyle bir
soru yöneltmiştir: «Biz hem Allah'a inanıyor, hem âhiret yurdunu kabul ediyor
ve ona göre hayatımızı düzenliyoruz. Siz ise buna inanmıyor ve bu nedenle de
hayatınızı ona göre düzenlemiyorsunuz. Bir an farzedelim ki Allah ve âhiret
yok, bizim ne kaybımız olacak? Ya varsa -ki vardır- o zaman siz ne
yapacaksınız?»
«Allah ve âhiret günü
yoktur» demek kolay, ama bunu kanıtlamak ve vicdana sindirmek çok zor. Çünkü
kâinat kitabındaki her kelime ve her satır O'nun varlığına ve birliğine açık
birer delildir. Her kelimenin, yani varlıktaki her şeyin bir plâna ve ince
hesaba göre yaratıldığı, gelişigüzel hiçbir şeyin vücut bulmadığı muhakkak.
Bütün bunların kendiliğinden zaman aşımıyla gelişe gelişe bu duruma geldiğini
iddia etmek ise her yönüyle akıl, mantık ve ilim ölçüleri dışında varsayımdan
öteye geçmez. Bir.plân varsa, mutlaka bir plânlayıci; bir program varsa,
herhalde bir programcı; ortada çok mükemmel bir hesap varsa, mutlaka bir yüksek
matematikçi vardır. Bunun aksi düşünülemez.
İşte Kur'ân'da
konumuzla ilgili âyetle bu husus çok kısa fakat anlamlı ve doyurucu biçimde
açıklanmıştır: «Allah'ın, hakkında hiçbir kanıt ve hüccet indirmediği şeyi O'na
ortak koşmaları sebebiyle o kâfirlerin kalb-lerine korku salacağız.»
İdealist ile materyalist
neden Allah'ı inkârda ısrar edip, durmadan bu konuyla meşgul olurlar? Dönüp
dolaşırlar da kafaları neden bu konuya takılıp kalır? Bunun cevabı ve sebebi
gayet açıktır: Her insan Allah'a tapmak için yaratılmış bir kalbie doğar.
Kendinin çok ötesinde olan yüksek gayelere erişmek, kendini feda edeceği
mukaddes bir şey bulmak, uğrunda yaşayacağı ve gerekirse öleceği bir inanışa
sahip olmak üzere dünyaya gelir. İşte bu inanç ve düşünce insan ruhunun
derinliğine enjek-te edilmiştir; sökülüp atılması mümkün değildir. Doğduktan
sonra ana-babası onu bir ok gibi toplumun içine, atar; nereye düşerse oranın
rengini, biçimini ve karekterini alır; ama ruhundaki Allah fikri ve inancı yok
olmaz, olmadığı için de devamlı sinyal verir. Bu yüzden saplandığı inkâr ağında
çırpınıp durur. Kendini bu sıkıntıdan kurtarmak için delil arar," kanıt
bulmaya çalışır, fakat nafile, bir türlü kendini tatmin edemez. İşte inkârda
ısrarın ve korkunun asıl nedeni budur!
Bu bakımdan «Allah'ı
inkâr eden de bir dereceye kadar O'nun varlığını içinde seziyor,» demektir.
Çünkü yok olan şeyi inkâra yeltenmek abes ile iştigal olur.
Böylece inkarcı hem
dünyada, hem âhirette ateş içindedir. Ruhunun ve vicdanının reddettiği bir
düşünce ve inanç üzerinde ısrarla durmak, onu, içinden yakan bir ateş değil
midir? Bir de önünü aydınlatan hiçbir ışık göremiyor ve ümitsizlik içinde ömrün
tükenmesini bekliyorsa, bu da
ayrı bir ateş değil
midir? İnanan kimse ise hem ruhu, hem vicdanıyla barışık ve uyum halindedir.
Bu yüzden mutludur, huzurludur ve umutludur.
Kur'ân'da bu hakikat
şu cümleyle özetlenmiştir:
«Onların varıp eyleşe-ceği yer Cehennem ateşidir.
Zalimlerin kaldığı yer ne kötüdür!» [557]
«And olsun ki,
Allah'ın size verdiği söz doğru çıktı...»
Mülk Allah'ındır;
dilediğine verir, dilediğinden çekip alır. Vermesi de, çekip alması da
Sünnetullah'a ve kurulu denge kanununa göredir. Gelişigüzel bir olayın meydana
gelmesi düşünülemez. Milletler ve fertler fazla şımarıp yeryüzünde fitne ve fesat
çıkarmasınlar, kargaşalığa kapı açmasınlar diye devamlı başarı ve zafer
nimetine erişemezler. Bu konuda inanmışla inkarcı aynı ölçüdedir. Sünnetullah
ve denge kanunu hükmünü yürütür. Hak adına savaşıp hakkı unutanları er-geç
terbiye eder ve böylece gereken uyarısını yapar. Özellikle dünya saltanatı
peşinde savaşıp kan döken milletlerin sonu yıkılmak ve felâkettir. Birkaç
günlük ihtişam ve refahlarına bakıp aldanmamak gerekir.
Donanma-yı Hümayun
zaferden şan ve şerefle döndüğünde, birçok devlet adamı sevinçten yerinde
duramıyor ve ağızları kapanmıyordu. Ama koca imparatorluğun başında bulunan,
aynı zamanda ilâhî kanunu bütün benliğiyle idrak eden Kanuni Sultan Süleyman,
bu zaferi Müslümanlara lütfeden Allah'a hamdederek gözyaşları akıtıyordu.
Kur'ân bu hassas
konuda Uhud savaşında mü'minlerden bir kısmının gafletini örnek olarak
sergilemektedir. Allah'a güvenip dayanan mücahitler, Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin kumandasında sayı ve teçhizat bakımından düşmana nisbetle az
olmalarına rağmen ilk saatlerde başarı sağlamış, zafer kapısını aralamayı
becerebilmişlerdi. Ama hemen sonra sevdikleri zafer ve ortada kalan ganimeti
görünce bir kısmı gaflete düşmüş, emre itaatsizlik ederek dünyalık peşine
takılmıştı. Böylece ilk hız ve şahlanan ruhun ölçü ve dengesi bozulunca bu
savaşta zaferin düşman tarafına sinyal vermesine neden olmuşlardı. Allah
onları bu gafletten uyandırmak için çetin bir imtihana tabi tuttu, onu
unutturacak ölçüde gam üstüne gam indirdi, sonra da hepsini affedip bağışladı. [558]
«Kiminiz dünyayı, kiminiz
ahiretî istiyordu.»
İslâm, Hakk'a teslim
olmayı gerektirir. Hak, niyetini Allah için hâlis kılanlara yardımda bulunur.
Başarının kapısı, haktan yana birlik içinde olanlara açıktır. Kur'ân'da bu çok hassas
konuya.özellikle değinilerek, yenilgiye uğramanın, başarısız olmanın
sebeplerinden birine parmak basılıyor. Ördek olarak da Uhud savaşında düşman
kuvveti bozguna uğrayıp ağırlığını bırakarak dağılınca Müslümanların kiminin
ganimete göz dikerek dünyayı, kiminin de emre uyarak âhireti dilediği
gösteriliyor. Niyetler teslimiyet odağında birleşmediğinden, Müslümanlar çetin
bir imtihana tabi' tutuluyor ve böylece üzüntü üstüne üzüntü geliyor, yani
savaşla ilgili ilâhi kanun hükmünü yürütüyor, galip durumda olan mü'minler
mağlup duruma düşüyor. İş bununla da kalmayıp birçok değerleri kaybetme ve
Re-sûlüllah'in yüzünün yaralanması, dişinin kırılması gibi felâketlere maruz
kalıyorlar.
Günümüzde İslâm
ülkelerinde huzurun bozulması, yabancı kültürün yüzbulması, inkarcıların
çoğalıp sahneyi doldurması üzerinde durup ciddi bir araştırma yapar ve -bunun
nedenini bulmaya çalışırsak, Müslümanların değişik niyet ve düşüncelerle
bölünüp ayrıldığını, birçok ekoller meydana getirdiklerini görürüz. Böylesine
dağınık, perişan ve tutarsız bir cemaatin başarılı olduğu ve olacağı
düşünülebilir mi? [559]
Buharî'nin Berâ' bin
Âzib (R.A.)den yaptığı sahih rivayete göre ; «Uhud savaşında müşriklerle
karşılaştığımızda Allah Resulü, okçulardan bir bölüğü ayırıp Abdullah bin
Cübeyr kumandasında stratejik önemi olan bir yere yerleştirdi ve şu emri verdi:
«Yerinizden ayrılmıyacaksınız. Bizim üstün geldiğimizi görürseniz yine -ben
emir vermedikçe- yerinizi terketmi-yeceksiniz. Düşman bize üstün gelirse yine
yerinizden ayrılıp bize yardıma koşmayın!»
Râvî diyor ki; iki
ordu vuruşmaya başladı. Müslümanlar üstün gelip düşman ordusunu dağıttı.
Kadınlar bu manzarayı görünce hem dağa doğru sür'atle tırmanıyor, hem de
«ganimete, ganimete!..» diye sesleniyorlardı. Kadınlar tırmanırken eteklerini
topluyor, bu yüzden ayak bileklerindeki halhallar görünüyordu. Okçular bu
havaya kapıldılar. Abdullah bin Cü-beyr'in, «Durun, ne yapıyorsunuz? Resûlüllah
size yerinizden ayrılmamanızı sıkı tenbih edip emir vermedi mi?» diyerek engel
olmaya çalışması bir sonuç vermedi. Okçular yerlerini terkedip ganimete
koştular. Düşman bunu fırsat bilerek Müslümanları arkadan da çevirmek suretiyle
70 kişi şehid ettiler ve savaşın kaderi değişmiş oldu.» [560]
Sultan:
a) Hüccet ve beyân,
b) Kuvvet ve burhan, özür ve dayanak.
Bu mânayla devletin
başına sultan denilmiştir. Çünkü o yeryüzünde Allah'ın hücceti sayılır.
c) Bu ismin
selît kökünden alındığı söylenir
ki, çıra ve lambalarda kullanılan yağ demektir. Hakkı ortaya çıkarıp üstün
kılmakta hükümdardan güç ve destek alındığı için ona sultan denilmiştir. Yani
hakikatler ondan alınan güç ve ışık ile aydınlığa kavuşur.
Bazı lûgatçilere göre
selît demir anlamına gelir, sel âta t ise hiddet demektir. O halde selâtat
selît'ten türetilip kahır anlamına delâlet eder. Sultan kelimesi bundan
alınmadır, sonundaki (nun) harfi fazladır.
O halde sulta n'm aslı
kuvvet demektir. Ayrıca çok güzel ve pürüzsüz konuşan erkeğe de selît
denir. [561]
Geçen âyetlerle Uhud
savaşının sonuçları ve mü'minlerin uğradığı hezimetin nedenleri üzerinde
duruldu. İlâhî sünnet ve hikmetin bu konuda kapısı aralanarak inanmışlara
gereken bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle bu
savaşın mü'minler üzerinde bıraktığı tesirine, Allah'ın indirdiği güven ve
teselliye temas ediliyor. Hatalı bir yola giren mü'minlerJn affedildiği
açıklanıyor. [562]
154— Sonra o
üzüntü ve kederin ardından üzerinize bir güven, bir uyuklama indirdi de
içinizden bir kısmını kendinden geçirircesine bürüdü. Bir kısmı da kendi
derdine, can kaygısına düştüler; Allah hakkında haksız yere cahiliyyet devri
zamanını beslediler ve «bu işten bize ne?» dediler. De ki: «Şüphesiz işin hepsi
Allah'ındır.» İçlerinde sana açmadıkları bir şeyi gizliyorlar ve «bizim bu işte
bir (görüş) hissemiz olsaydı burada öl-
dürülmezdik» diye
söyleniyorlardı. De ki: «Evlerinizde de olsaydınız yine de hakkında öldürülme
yazılmış olanlar çıkar, katledilecekleri yere giderlerdi. Bu, Allah'ın
göğüslerinizdekini yoklayıp denemek ve kalblerinizde-kini ortaya çıkarıp (şüphe
ve vesveseyi) temizlemesi içindi. Allah gönüllerde olanı hakkıyle bilir.»
155— İki
ordunun karşılaştığı gün, içinizden arkasını çevirenlerin şeytan onların
kazandıkları bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak istedi. And olsun ki,
Allah onları affetti. Çünkü Allah çok bağışlayandır, hilm sahibidir, (cezayı
çabuklaştırmaz, kullarına karşı şefkatli, merhametli ve sabırlıdır).
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Uhud günü saldıran müşrikleri durdurmak için mü'minlere seslenerek :
«Sizden bir yiğit yok mu bunlara karşı çıksın?» buyurduğunda, Ubeyd oğlu Talha
(R.A.): «Ben varım» diyerek sel gibi akan müşriklerin karşısına dikilmişti. [563]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz yine o gün Sa'd bin Ebî Vakkas'a ok uzatarak şöyle diyordu : «At, ya
Sa'd! Anam babam sana feda olsun..» [564]
Yine o gün
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz :
«Düşmanı kim bizden
geri çevirirse ona Cennet vardır ve o Cennette benîm arkadaşımdır», buyuruyor
ve durmadan dağılan mücahitleri toplamaya çalışıyordu. [565]
«Sonra o üzüntü ve kederin
ardından üzerinize bir güven, bir uyuklama (rahatlığı) İndirdi.»
Dünyada imânın
vereceği iç rahatlığına, âhirette Allah'ın Cennet ile sunacağı sonsuz huzur ve
nimetlere erişebilmek için çok çalışmak ve nice sıkıntı ve üzüntülere
katlanmak, sınav anlamındaki engelleri aşmak' gerekir. Çünkü nîmete, külfet
yolundan ulaşılır.
Dünyada imânın
vereceği iç rahatlığına erişmeye yönelirken hayli sıkıntılı yollardan, üzücü
olaylar süzgecinden geçmek için sabır, irâde, ba-sîret ve güven ister. Kendini
bu düzeye getiremiyenler dünyada iken cehennemi bir hayat yaşamış olurlar.
Aynı zamanda böylesine aziz bir nî-mete lâyık olmadıklarını ortaya koymuş
sayılırlar.
Ama unutmamak gerekir
ki, bu sıkıntılar, dikenli yollar hep böyle sürüp gitmez. Ara yerde
ferahlatıcı günler vardır. Bu da zıtların birbirini izlemesini ifade eder.
Rahat ettiğimiz günlerin değerini anlayabilmemiz için hayat böyle zikzaklı
sürüp gider. Çünkü her şey daha çok karşıtıyla bilinir gelişebilir. Zaten biz
insanlar zıtlar âleminde yaşamıyor muyuz? Gece gündüz, sıcak soğuk, acı tatlı,
sert yumuşak v.b. hep bunu anlatmıyor mu? Böyle olmasaydı hayat ve hareket
durur, kimin ne olduğu anlaşılmazdı. Bedir savasında fazla bir sıkıntı olmadı.
Melekler imdada yetişti; mü'min-ler üstün geldi. Bu bir ferahlıktı. Gönülden
inanmışlarla münafıkları ayırt edecek bir ölçü ve ortam değildi. Bu ferahlıktan
sonra -ilâhî sünnet gereği- bir sıkıntının ortaya çıkması pek yakındı. Çok
sürmedi Uhud savaşı patlak verdi; zıtların birbirini takip etmesiyle ilgili
ilâhî kanunun hükmü yerine geldi. Bu kez mü'minler sıkıntıdan sıkıntıya,
üzüntüden üzüntüye uğradılar. Emre uymanın ve elde edilen zaferin nasıl yüksek
bir nîmet olduğunu anladılar. Böylece asıl ölçü ve mihenk ortaya konmuş oldu.
Henüz imânın değerini ve sağlayacağı iç rahatlığının anlamını idrâk
etmiyen-ler sıkıntının altında gizlenen hikmeti ve ötesindeki mutluluğu
göremediler, bir anda karakterlerinin rengi ortaya çıkıverdi, her şeyi unutup
can kaygısına düştüler ve «bu işten bize ne?» diyecek kadar aşağılık gösterdiler.
Gerçek mü'minler ise, Allah'ın bu sıkıntılardan sonra bir güven ve uyuklama ile
ferahlatıcı bir kapı açmasıyla rahat ve huzura kavuştular. Böylece zıtların
birbirini izlemesiyle hem hayat ve hareket başladı, hem de ne olduğu anlaşıldı. [566]
«İçlerinde sana
açmadıkları bir şeyi gizliyorlar ve «bizim bu işte bir (görüş) hissemiz
olsaydı burada öldürülmezdik» diye söyleniyorlardı.»
Savaş gücünü, şuurunu
ve inancını kaybeden bir topluluk, ya da millet nasıl yıkılmaya, esir olmaya
mahkûmsa, aynı şuuru yitiren fertler de insanlıklarını silik hale getirmiş,
ruhlarını öldürmüşlerdir. İnanarak savaşmasını bilen ve beceren bir millet köhneleşmiş
kafaları, paslanmış ruhları temizler; pısırıklaşmış kuşaklara cesaret ve
aksiyon verir; kendini gudde ifrazatının esiri yapanları, millî ve manevî
değerlere sırt çeviren parazitleri yola getirir; yeni bir hayata daha zinde
başlamayı gerçekleştirir. Ölürüm, öldürülürüm endişesiyle savaştan kaçanlar,
ecelden kaçıp kurtu-lamıyaçakları gibi yaşıyan ölüler sayılırlar. İstemiyerek
savaşa katılan kişilerin çoğunun savaş sonrası dengesinin bozulduğunu, bir
kısmının cinnet getirdiğini görüyoruz. Nedeni ortada, inançsızlık, ecelin
değişmiye-ceğini bilmemezliktir.
Yüzbin kişilik bir
ordu arasına dalan ve Bizans ordusunun başkuman-danıyla görüşen Halid bin
Velid'in, Peygambere dil uzatıldığı için kılıcını çekip başkumandanı öldürmek
istemesi, şüphesiz ki güçlü bir İmânın, ölümden hiç de korkmamanın
ürünüdür..
Kur'ân bu hikmeti
şöyle açıklar:
«Evlerinizde de
olsaydınız yine de hakkında öldürülme yazılmış olanlar çıkar, katledilecekleri
yere giderlerdi.» [567]
Beyhakî «Delâİl-i
Nübuvve» adlı kıymetli eserinde Uhud savaşının Kur'ân'da konumuzla ilgili
âyetle belirtilen bölümünü, Hz. Câbir'in (R.A.) şöyle açıkladığını
nakletmektedir:
«Uhud günü İslâm
mücahitleri dağılıp perişan oldu. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin etrafında 13
veya 12 kişi kalmıştı. Ubeydullah oğlu Ta.lha" ise dağa doğru
tırmanıyordu. Müşrikler hınçlarını almak ve Peygamberi öldürmek için bu 13
kişinin üzerine yürüdüler. Resûlüllah : «Bunları durduracak bir kimse yok mu?»
diye seslendi. Hz. Talha «Ben varım», dedi. Re-sûlüllah ona : «Sen yine olduğun
gibisin», yani savaşın şiddeti seni değiştirmedi, buyurdu. Sonra Ansardan bir
adam «Ben de varım ya Resûlel-lah!» dedi ve düşmanı karşıladı. Resûlüllah da
yanındaki birkaç kişiyle savaş stratejisini yeniden düzenlemek İçin dağa doğru
çekildi. Çok geçmeden müşrikler yine hücuma geçtiler. Anlaşılan o adam şehid
edilmişti. Peygamber (A.S.) yine: «Bunların karşısına çıkan bir kimse yokmu?»
diye seslendi. Hz. Talha : «Ben varım», diye cevap verdi. Peygamber de (A.S.)
«Sen yine olduğun gibisin», buyurdu. Sonra Ansardan bir başkası çıktı, o da
şehit edildi, derken sırasıyla o 13 kişi bir bir şehit edile edile
Resûlül-lah'ın yanında yalnız Hz. Talha kaldı. Müşrikler bu kez ikisini
çevirdi. Resûlüllah (A.S.) «Bunları durduracak bir kimse yok mu?» diye
seslendi; yine Hz. Talha «Ben varım», dedi ve çetin bir vuruşma örneği ortaya
koydu. Parmak uçları yaralandı ve açının tesiriyle inledi. Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) ona : «Ya Taiha! eğer Allah'ın ismini ansaydın, melekler eni
göğe doğru yükseltirdi de boşlukta kayboluncaya kadar insanlar sana durup
bakardı», buyurdu.
Sonra Resûlüllah
(A.S.) dağılan mücahitleri toplamaya muvaffak oldu ve düşman saldırısını
durdurdu. İmân gücü yeniden kendine gelince müşrikler geri çekilmek zorunda
kaldı. Savaş bir anda şiddetini kaybetti. Allah Resulünün yenifmiyen imânı bir
kez daha ilâhî inayete mazhar oldu. Bu sırada mü'minlerin iç rahatlığına
erişmesi, savaşın verdiği yılgınlıktan kurtulması için Allah onlara bir
uyuklama verdi. Ebu Talha (R.A.) diyor ki: Kalkanımızı başımızın üstünde siper
edinip beklerken uyuklamaya başladık, o kadar ki birkaç defa kılıç elimden
yere düştü. Hz. Zübeyr (R.A.) da diyor ki: Aramızda hiç kimse yok ki o anda
uyuklayıp çenesi göğsünün üstüne düşmüş olmasın. Ancak münafıklar uyuklamadı.
Şüphesiz ki, bu
anlardaki uyuklama güven ve cesaret belirtisi, uyuk-larnamak ise inançsızlık ve
korku alâmeti olarak_kabul edilmiştir. [568]
Yukarıda geçen
âyetlerle ecel ve emrin ilâhî sünnete bağlı bulunduğu belirtildi. Ölümden
korkmanın bir yarar sağlamıyacağına dikkatler çekilerek bu konuda sağlam bir
İtikat ölçüsü verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bu ölçüye ancak inkarcıların aldırış etmediğine değiniliyor. Allah'a ve O'nun
çizdiği ecel kaderine inanmıyanlann, seyahatte veya savaşta ölenler için derin
bir hasret içinde yanıp tutuştukları anlatılıyor. İlâhî mağfiret ve rahmetin
kimlere ineceğine atıflar yapılıyor. [569]
[1] Lübabutte'vîl Tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/812.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/812.
[3] Geniş bilgi için bakiîbnU. Siyerine, Lübabutte'vîl,
Kurtubî ve îbn Cerîr Tefsirlerine..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/813-815.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/815-816.
[5] Âyette «Hak ile..» çevrisini yaptığımız «Bi'l-haklt'ı»
kelimesinin geniş anla mı için Fethulkadîr, Kurtubî, tbn Kesîr ve
Mefatihü'1-gayb tefsirlerine bakınız..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/816-817.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/817-818.
[7] Tevrat ÎŞAYA: Bab 42, belge: 1-9.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/818.
[8] Kur'ân'da Necm sûresi 3,4. âyetlerinde de: «O,
(Muhammed), kendi hevesine uyarak söz söylemez. O, ancak kendisine vahyolunan
bir vahiydir.» buyrulmaktadır.
[9] İsâ Peygamber bu sözleriyle, ilâhî kitapların ve
peygamberlerin aynı kaynaktan kaynaklandığını haber vermektedir.
[10] incil - YUHANNA: 16/1-12.
[11] Muhadaratün Fi'n-Nasraniyye: 64-66/Mısır: 1961-1381 - Prof. Muhammed Ebû Zehra
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/818-821.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/821.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/822.
[15] GENETİK/Ankara Üniversitesi Basımevi: 1974 - S. 19-20
[16] GENETiK/Ankara Üniversitesi Basımevi: 1974 _ S. 19-20
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/822-824.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/824.
[19] Ahmed bin Hanbel Müsnedi - îbn Kesir Tefsiri
[20] Buhar! -
Müslim - Ebû Davud - Tirraizl: Aige (R.A.)dan
[21] Hâkim Müstedrekinde rivayet etmiştir. Sahîhtir
[22] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr - İbn Cerîr
[23] Ahmed bin
Hanbel: Amir bin Şuayb'in dedesinden
[24] Ebû Ya'lâ Müsnedinde:
Ebû Hüreyre (R.A.)den Sened-i
sahihle rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/825-826.
[25] ÂI-l İmrân
sûresi âyet: 32
[26] Yuhanna
incil'i: 14/1 - 15/1
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/827-828.
[28] Bu, Rabi' ve Süfyan Sevrîy'e göredir
[29] Bu, Ebû Osman'a
göredir
[30] Bu, Muhammed bin Fazıl'a göredir
[31] Bu, Ibn Abbas'a (R.A.) göredir
[32] Bu, îbn Mes'ud'a (R.A.) göredir
[33] Fazla bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - îbn Kesîr
ve Fethulkadîr tefsirlerine
[34] Fazla bilgi için bak:
Menahilü'l-İrfan Fi Ulümi'l-Kur'ân / Muhammed Ab-dülazîm Zerkanî _ Mısır
: ?
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/828-831.
[36] Rahman sûresi âyet: 5
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/831-832.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/832.
[39] îbn Ebî Hatim:
Abdullah bin Abbas (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/833.
[40] İnsanlar
Uyanın: 82
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/833-834.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/834-835.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/835.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/835-836.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/836.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/836-837.
[46] Kurtubî :
Muhammed. bin îshak'dan nakletmiştîr.
Bu, îkrime. Saîd bin Cübeyr ve İtin Abbas'ın görüşüdür.
[47] Esbab-i Nüzul / Nisabûrî - Lübabu't-Te'vîl Tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/838.
[48] Bakara Sûresi:
249
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/838-839.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/839-840.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/840.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/840-841.
[53] Sahih-i Buharî-Müslim
[54] Müslim-Ahmed bin Hanbel-Nesâi : İbn
Amir (R.A.)dan
[55] Sahih-i Müslim
: Enes
(R.A.)den.
[56] Sahih-i Müslim
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/842.
[57] Kehf sûresi âyet:
7
[58] » » »
: 46
[59] Hadîd sûresi âyet
: 20
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/842-844.
[60] Kurtubî : Ubey
bin Kâ'b (R.A.)den. Bu daha çok Muaz bin
Cebel, Abdullah bin Ömer ve Ebû Hüreyre'nin görüşüdür.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/844.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/844-845.
[63] Sahih-i Müslim
: Ebû
Hüreyre (R.A.)den
[64] Nesâî: Ebû
Hüreyre (R.A.)den
[65] Yûsuf sûresi:
98
[66] Kurtubî Tefsiri :
4/40
[67] Buharî/daavat :
2, 16. Tirmizî/daavat: 15. Nesâî /istiâze : 57 Ahmed:
1/399
[68] Sahih-i Buharî:
Şeddad bin fîvs (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/845-846.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/846-847.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/847-848.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/848.
[72] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu'UTe'vîl / Alaaddin
Hâzin _ Kurtubî / Ebû Abdillah
[73] Lübabu't-Te'vîl / Alaaddin Hâzin
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/849-850.
[74] Bu zat, Agara-i Mübeşşeredendir
[75] îbn Ebî Hatim
[76] Ebû Vâil: Abdullah'dan / Kurtubî - tbn Kesir
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/850.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/850-853.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/853.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/854.
[81] Mefatihü'I-gayb : 2/628
[82] Lübabu'UTe'vü : 1/217
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/854-855.
[83] Bakara, sûresi âyet: 208
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/855-856.
[84] îbn Cerîr Taberî
[85] Merafî Tefsîri: 3/120
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/856-857.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/857-859.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/859.
[89] îbn Ebî Hatim - tbn Cerîr : Ebû Zübeyr tarikiyle
[90] îmanı Kurtubî : Ibn Mes'ud (R.A.)den
[91] Kurtubî Tefsiri.: El-Hasen'den rivayet etmiştir.
[92] Kurtubî Tefsiri : 4/47 (Senedini tesbit edemedim)
[93] Hadîs imamları : Ebû Sâîd EI-Hudrî'den rivayet
etmişlerdir. Ricali sıkadır.
[94] îmam Kurtubî : 4/49
[95] İbn Mâce : Enes bin Mâlik (R.A)den.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/860-862.
[97] Komünistlerin Söylediklerine Inamiabilir mi? : 38
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/862-863.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/864.
[100] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî
[101] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/865-866.
[103] Lübabutte'vîl; 1/219 - Mısır: 1955 (2) Tefsîr-i Kurtubî : 4/51 - Mısır : 1387
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/866.
[105] Fazla bilgi için bak: Bakara sûresi âyet: 80'in
tefsirine.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/866-867.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/867.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/867-868.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/869.
[110] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Kurtubî _ îbn Cerîr _
Lübabut Te'vîl - Mefati-hü'1-Gayb / Fahruddin Razî
[111] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/870.
[112] MATTA : 21/43
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/870-871.
[113] Siret-İ Nebeviyye / İbn Hişam : Mısır : 1955.
Re^ahat-i Ayni'l-Hayat : C 1,S 11
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/871-872.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/872.
[116] Nisa sûresi âyet: 54
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/872-874.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/874-875.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/875.
[120] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabute'vü / Alaaddin
Hâzin Yahudilerin aldatmak
istedikleri Ashab-ı Kirâm'dan bazı şahısların islâm'dan ayrılmaları sözkonusu
olamaz. Ancak dostluk sebebiyle İslam'a fitne sokma endişesi hâkim bulunuyordu.
[121] Abdullah bin Ubey o devirde münafıkların başı
bulunuyordu. Resûlüllah'a karşı
idi. Birçok fitnelere kapı açmıştır.
[122] Esbab-ı Nüzul / Nİsâburl
[123] Esbâb-ı Nüzul / Nisâburî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/876-877.
[124] Mâide sûresi âyet : 51
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/877-879.
[126] Mefatihü'1-gayb / Fahriddin Razî : 2/646. Bulak
[127] Nahl sûresi âyet: 106
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/879-880.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/881.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/881-882.
[130] Eahab-ı Nüzul / Nisaburî - Mefatihü'1-gayb / Fahriddun
Razî
[131] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ Mefatihü'1-gayb / Fahruddin
Râzi
[132] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ Mefatihü'1-gayb / Fahruddin Râzİ
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/882-883.
[133] Sahih-i Müslim - Ahmed bin Hanbel : Âi§e (R.A.)dan
[134] İbn Ebl Hatim : Hz. Âi§e (R.A.)dan
[135] Tirmizî
[136] Sahih-i Müslim : Ebû Hüreyre (R. A,)den
[137] Sahih-it Buharî – Müslim
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/883.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/884-885.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/885.
[140] Ahmed bin Hanbel - Tirmizl ve Sünen sahipleri : Samure
bin Südeb (RA.)den
[141] Abdürrezzak : Ebû Hüreyre (R.A.)den - İbn Cerir :
Ahmed bin Fİrac tarikiyle
[142] Sahih-i Müslim : tbn Vehb (R.A.)den
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/886-887.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/887-890.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/890-891.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/891-893.
[147] Bak: incil MATTA : 1/16 - 11/46
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/891-893.
[149] Fazla bilgi için bak: Mefatihü'1-gayb / Fahruddin Razî
: C. 2/657 - Bulak : ?
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/893-894.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/894.
[151] Taberânî : Hz. Aişe (R.A.)dan
[152] Buhar! - Ebû Dâvud - Tirmizî : Ebü Hüreyre (R.A.)den
[153] Sahih-i Buharî - Müslim
[154] Tirmizî : Câbir bin Semure (R.A.)den
[155] Tirmizî : Eyyub bin Mûsâ (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/896.
[156] LUKA İncil'inde konu şöyle anlatılıyor ; «Fakat melek
ona dedi: Korkma, Zekeriyya; çünkü duan işitildi, karın Elisabet sana bir oğul
doğuracak, onun adını Yahya koyacaksın. Sevinç ve safa bulacaksın... Şarap ve
içki içmiyeeek...» (Luka: 1/13- 15)
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/896-897.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/897-898.
[159] Fazla bilgi için bak: Kurtubî _ İbn Cerîr _ îbn Kestr
- Mefatihü'1-gayb -Fethulkadîr ve Alûsî tefsirlerine
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/898-899.
[160] Buharî- Müslim: Ali bin Ebî Tâlib (R.A.)den
[161] Buharî - Müslim : Ali b. Ebî Tâîib (R.A.)den
S İ r t d : içine ekmek
ufalanan etli çorba, ya aa tereyağla kanlan ekmektir. Araplar bu yemeğî çok
sever ve en aziz misafirlerine takdimden geref duyarlardı.
[162] Ahmed bin Hanbel - Taberânî: Sahihtir
[163] Tefsir-İ Kurtubl: 4/83
[164] İbn Asâkir: Hz. Ayge (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/899-900.
[165] Yukarıda naklettiğimiz yazı dizisi, tmam Kurtubî'nin
tefsirinden özetlenerek alınmıgtır. Bak: Kurtubl: 4/83 - Mısır: 1387
[166] Tusuf süresi: 109
[167] Kasas sûresi: 7
[168] Zilzal sûresi: 5
[169] Meryem sûresi: 11
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/900-901.
[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/901-902.
[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/902.
[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/903-904.
[174] Tefsîr-i Kurtubî: 4/86-Mısır: 1387
[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/904.
[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/904-905.
[177] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr: Muhammed bin îshak'dan
Not: Sahib Cüreyc hakkında bilgi için
Kurtubî Tefsirine bak..
[178] îbn Ebî Hatim: Ebû Hüreyre (R.A,)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/906.
[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/906-907.
[180] Meryem sûresi: 21
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/907-909.
[182] İnsanlar Uyanın / Alexis CARREL
[183] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/909-910.
[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/910-911.
[185] Incil/LUKA: 1/26-36
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/911.
[186] İbrahim Nahaî ve Ebû Ubeyti'e göre
[187] îbn Fâris'e göre
[188] » » »
[189] Merağîy'e göre
[190] Elmalı Hamdİ'ye göre
[191] îbn Kesîr'e göre
[192] »
•» »
[193] Ebû Haysem'e göre.
(Kurtubt)
[194] Kurtubt
[195] Îbn Kesir
[196] Mefatihü'1-Gayb
[197] Mefatihü'1-Gayb
[198] Kurtubî - Alûsî - Lübabu't-te'vü
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/912.
[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/913.
[200] Matta : 5/18
[201] » : 5/21
[202] Matta: 5/27-28
[203] » : 5/29
[204] » : 5/32
[205] > : 5/33
[206] » : 5/40
[207] » : 5/43-44
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/914-915.
[209] Bu mu'cize Mâide sûresinde açıklanmıştır. Ayet: 114
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/915-916.
[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/916-917.
[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/917.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/917.
[213] Ankebut sûresi âyet: 2
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/918-919.
[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/919-920.
[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/920.
[216] Matta İncil'i: 25/47-62
[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/920-921.
[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/921.
[219] Buharî-Müslim-Tirmizî-îbn Mâce-tbn Ebî Şeybe - îbn
Murdeveyh: Ebû' Hüreyre (R.A.)den
[220] Buharî-Müslim-Abdurrezzak-Ahmed bin Hanbel: Ebû
Hüreyre (R.A.)den
[221] Ahmed bin Hanbel - Müslim - tbn Hibban : Ebû Hüreyre
(RA.)den
[222] Ebû Dâvud: Ebû
Hüreyre (R-A.)den / Sahihtir
[223] Râvî diyor ki: Bu kirk'ın gün mü, hafta mı, ay mı, yıl
mı olduğumu bilemiyorum.
[224] Müslim - Nesâî - Hâkim: Şeyhayn'in şartı üzere
sahihtir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/922-923.
[225] En'âm sûresi âyet: 60
[226] Zümer sûresi âyet: 42
[227] Nisa sûresi âyet:
157.
[228] İbn Kesîr Tefsiri; ilgili âyet..
[229] Zuhruf süresi âyet: 61
[230] Bunlardan dört büyük melek: Cebrail, Mikâil, israfil
ve Azrail kasdedilmek-tedir.
[231] Muhadarat Fi'n-Nasraniyye / Muhammed Ebû Zehra
[232] Mefatihü'l-gayb /Fahruddin Râzi-2/689. Bulak: ?
[233] Sahih-i Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[234] Sahih-i Müslim: Câbir bin Abdullah (R.A.)dan
[235] Levâmiu'l-Behiyye/Es-Sefarînî: C. 2, S. 94 - ?
[236] Yevakıtü'l-Cevahir: C. 2, S. 287 - Mısır: 1306
[237] Fethulkadîr/Şevkanî-Beyrut: ?
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/923-930.
[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/930-931.
[239] Necrân:
Yemen'in kuzey doğusunda ve
Dehnâ sahrasının kenarında büyük
bir kabilenin yaşadığı yerdir. Halkı genellikle Hıristiyan bulunuyordu.
[240] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Kurtubî _ tbn Cerîr -
Lübabu't-Te'vîl - tbn Cerir
[241] Burada Necranlı rahibin kasdettiği İslâm, Hakk'a
teslimiyet anlamında kullanılmıştır.
[242] Esbab-ı Nüzul - tbn Cerir – Kurtubî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/932-933.
[243] Matta: 1/18
[244] Luka: 1/32
[245] Tekvtn: 2/7-9
[246] Güney Arabistan'da Yemen bölgesinde bir gehir ve
liman..
[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/933-934.
[248] Kadir Sûresi'nde Cibril. «Ruh»
adıyla anılmıştır.
[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/934-936.
[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/936.
[251] Şûra sûresi: 21
[252] Nahl sûresi:
116
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/937-938.
[253] Sahih-i Buharî-Müslim
[254] Gassan : Ezd Kabilelerinden bir Arap kabilesinin
adıdır. Kökü Yemen'-den gelmedir. Bu kabileden cahiliyye devrinde Şam
dolaylarında hüküm süren Gassâniler Hanedanı yetişmiştir.
[255] Fazla bilgi için bak : îslâm Peygamberi / M.
Hamidııilah: C. 1, S.210-220
[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/938-939.
[257] Tevrat Çıkış :
20/1-4
[258] Bernaba incil'i:
S. 2/Mısır : 1907
[259] Peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Çoğu
ilim adamlarına göre salih bir
kuldur.
[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/940.
[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/940.
[262] îbn Kesîr - Fetlıu'l-Kadîr - LÜbabu't-Te'vîl Tefsirleri
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/942.
[263] Tİrmizî - Kurtubî - İbn Kesîr - tbn
Cerir-Mefitihü'1-Gayb
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/942.
[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/942-944.
[265] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/944.
[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/945.
[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/946.
[268] Esbab-ı Nüzul /
Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaaddin
Ali
[269] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ Lübabu't-Te'vîl / Alaaddin
Ali ve Mefatihü'l-Gayb - Fethülkadîr – AlÛsî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/947-948.
[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/948.
[271] ÎŞAYA: 42/1-4
[272] YUHANNA: 14/15-16
[273] YUHANNA: 16/7
[274] YUHANNA: 16/12
[275] MARKOS: 1/14-15
[276] MATTA: 21/43-44-45-46 - Allah'ın Melekût'u, Yahudilerin
elindeki saltana, tm bir başka adıdır. Bu saltanatın onlardan alınıp son Peygamber Hz. Muhammet (A.S.)ın ümmetine
verileceği hatırlatılıyor.
[277] Fazla bilgi için bak: Bernaba İncili 43-44 bölümlere
[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 2/949-950.
[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/950-951.
[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/951-952.
[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/952-953.
[282] Ebû Dâvud - Tirmizî _ İbn Asakir: Ebü Hüreyre
(R.A.)den
[283] Sahîh-i Müslim - Kurtubî
[284] Buharî-Müslim
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/953.
[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/953-954.
[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/954.
[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/955.
[288] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - Buharî -
Kurtubî
[289] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Alûsî – Fethülkadîr
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/956-957.
[290] Hadîs imamları, Sünen Kitapİarı
[291] "
[292] Ahmed bin Hanbel: Ebü Zer'den
[293] İbn Ebî Hatim: Saîd bin Amr'den
[294] Eshab-ı Sünen
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/957-958.
[295] Çıkıg: 20/7
[296] Çıkış: 23/1-5
[297] Çıkıg: 23/7-10
[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/958-959.
[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/959-960.
[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/960.
[301] Bu konuda geniş bilgi için bak: Tevrat ÇIKIŞ: 20-23
bölümlerine. încil/ Matta: 25/26 -
Markos: 13/25 -. Luka: 1/15 kısımlarına.
[302] Markos: 3/1*3
[303] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/960-962.
[304] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/962.
[305] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî _
İbn Kesîr
[306] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî _ îbn Kcsîr
[307] Kurtubî: C. 4, S. 124 / Mısır: ?
[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/963-965.
[309] Ahmed bin Hanbel - Abdurrezzak: Abdullah bin Sâbit'den
[310] Ebû Ya'lâ:
Câbir (R.A.) den
[311] Ahmed b. Hanbel
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/965.
[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/965-967.
[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/967-968.
[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/968-969.
[315] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/969-970.
[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/970.
[317] Şeyh Muhyiddin bin Arabî: «Bu, rivayet yoluyla sabit
değilse de bize göre kegif yoluyla hadîs olduğu sabittir» demiştir.
(Keşfü'1-hâfâ)
[318] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/971-972.
[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/972-973.
[320] Mü'min sûresi âyet: 85
[321] Fussilet sûresi âyet: 11
[322] Al-i tmrân: 85
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/973-974.
[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/974-975.
[324] Esbab-ı Nüzul / Niaaburt - îbn Kesir - Kurtubl _ tbn
Cerir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/976.
[325] Ahmed bin Hanbel: Ebû HÜreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/976-977.
[326] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/977-978.
[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/978-979.
[328] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/979-980.
[329] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/981.
[330] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/981.
[331] Esbab-ı Nüzul - Kurtubî-Lübabutte'vîl _ Mefatihü'I-gayb
[332] Esbab-ı Nüzul - Kurtubî-Lübabutte'vîl -
Mefatihü'1-gayb
[333] Lübabutte'vîl / Alaaddin Ali - Ibn Kesir
[334] Lübabutte'vîl / Alaaddin Ali - Ibn Kesir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/982-983.
[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/983.
[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/983-984.
[337] Nisa sûresi âyet: 18
[338] Hadîd sûresi âyet: 15
[339] İbn Kesir Tefsiri: 1/380
[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/984-986.
[341] Nisa sûresi âyet: 18
[342] Fazla bilgi için bak: Mefatihü'1-gayb / Fahruddin
Razi, ilgili âyet tefsirine
[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/986-987.
[344] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/987-988.
[345] Buharî - Müslim: Abdullah bin Me3'ud (R.A.)den
[346] Sahih-İ Müslim
[347] Buharî - Müslim: Ebü Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/988-989.
[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/989-991.
[349] Buharî -Müslim
[350]Kurtubî - Lübabu't-teîvîl / Alaeddin Ali - İbn Cerîr
[351] Lübâbu't-Te'vîl / Alaeddİn Ali
[352] Kurtubî Tefsiri
[353] Haşr sûresi âyet: 9
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/991-992.
[354] Kurtubî - îbn Cerîr - Mefatihü'l-grayb
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/992.
[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/992-993.
[356] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî: Kelbî'den naklen
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/994.
[357] Nisa sûresi âyet: 160-161
[358] En'am sûresi âyet: 146
[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/994-995.
[360] Kurtubî Tefsiri: C. 4/136 - Mısır: 1387
[361] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/995.
[362] Tevrat /Levililer: 7/22-25
[363] Levililer: 9/2
[364] Nisa sûresi âyet: 160-161
[365] Levililer: 11/3-4
[366] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/996-997.
[367] Tevrat/Tekvîn: 9/4-5
[368] Tesniye: 23/16-17
[369] Levililer: 18/17
[370] Matta: 5/21-22
[371] Matta: 5/27
[372] Matta: 5/33
[373] Matta: S/38
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/997-999.
[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/999.
[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1000.
[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1000-1001.
[377] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin
Ali
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
2/1001-1002.
[378] Ahmed bin Hanbel - Buharî - Müslim: Ebû Zer (R.A.)den
[379] îbn Ebî Hatim
[380] Îbn Kesîr Tefsiri
[381] Sahih-i Müslim ve Asbab-ı Sünen
[382] Sahih-i Müslim: Câbir (R.A.)dan
[383] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî - îbn Mâce
[384] îbn Kesîr
[385] Buharî - Müslim
[386] Sahih-i Müslim
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1002-1003.
[387] İbrahim sûresi âyet: 37
[388] İbrahim sûresi âyet: 35-36
[389] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1003-1006.
[390] Kurtubî Tefsiri: 4/141 - Mısır: 1387 _ Taberânî ve ibn
Higam.
[391] Hacc'ın hicrî sekizinci yıl farz olduğunu söyliyealer
olmuşsa da sahih olan dokuzuncu yıldır. Sekizinci yıl Mekke valisi Attab
bin Üseyd (R.A.) idaresinde henüz fark kılmmadığı halde
yapıldığı bilinmektedir.
[392] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1006-1007.
[393] Bugünkü tartı birimlerine göre, 960 gram gümüş
[394] ibn Mace/menâsik :
6-Tirmizî/tefsîr: 3
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1007-1008.
[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1008.
[396] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lâbabut'Te'vîl / Alaeddin
Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1009.
[397] Sahih-i Müslim: Zeyd bin Arkam (R.A.)den
[398] Terğîb Terhîb: Fazailü'l-Kur'ân
[399] Hâkim: Sahih isnadla tbn Abbas (R.A.)dan
[400] Taberânî - Beyhakî: İbn Abbas (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1009-1010.
[401] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1010.
[402] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1010-1013.
[403] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1013.
[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1014-1015.
[405] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1015.
[406] Hâkim - Ibn Murdeveyh: îbn Mes'ud (R.A.)den
[407] Taberânî: Enes b, Mâlik'den mevkufe
[408] Taberânî: Enes b, Mâlik'den mevkufen
[409] Kurtubî: Ebû Said EI-Hudrİ'den
[410] Câmiussağîr: Hadisün hasenün
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1016.
[411] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1016-1017.
[412] Müsned-i Ahmed; 4/287. 375
[413] Taberanî: Arfece b. Şüreyh'den. Tirmizi / hadîstin
hasenün
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1017-1018.
[414] Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî - AIûsî - Keşşaf
[415] İbn Cerîr - Mefatihü'1-Gayb - Keşşaf - Kurtubl
[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1018-1019.
[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1019.
[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1021.
[419] İbn Murdeveyh
[420] Eshab-ı Sünen
[421] Tirmizî - İbn Mâce: Amir bin Ebî Amır'den
[422] Ahmed bin Hanbel
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1021.
[423] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1022-1023.
[424] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1023.
[425] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1023.
[426] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1024.
[427] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1024-1025.
[428] Nûr sûresi âyet: 55
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1025-1026.
[429] Bu konuda genig bilgi İğin bak: Müfredat-i Elfaz-ı
Kur'ân / Rağıb el-Ksfe-hanl
[430] Bu hususta daha bazı bilgiler için bak: Bakara sûresi:
178-180-228-232. âyet-
[431] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1026-1027.
[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1027.
[433] Esbab-ı Nüzüi / Nisaburt - Lübabu't-Te'vn
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1028.
[434] Ahmed bin Hanbel _ Nesâî - Hâkim: tbn Abbas (R.A.)dan
[435] Ahmed bin Hanbel - İbn Mâce - Hâkim
[436] Taberânî: Sevbân (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1028-1029.
[437] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1029-1030.
[438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1030-1032.
[439] ÂI-i İmrân sûresi âyet: 199
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1032.
[440] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî-Mefatihü'1-gayb/Fahrudclin Razî
[441] Esbab-ı Nüzul/Nisaburi - Lübabu't-Te'vîl
[442] Ahmed bin
Hanbel Müsned'i
[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1033-1034.
[444] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1034-1035.
[445] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1035-1036.
[446] Lübabut-Te'vü/Alaaddin Alt - Mefatihü'1-gayb/Razî
[447] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1036-1037.
[448] Bak : Bakara
süresi : 120
[449] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1037-1038.
[450] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1039-1040.
[451] Fazla
bilgi için bak :
Mefatihü'1-gayb - Lübabu't-te'vîl-Kurtubî - İbn Kesir - Alûsî - İbn Cerir
[452] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1040.
[453] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1040.
[454] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1042.
[455] Buharı - Nesâî :
Ebû Saîd'den
[456] İbn Ebi Hatim - tbn Kesîr : 1/398
[457] Ebû Ya'lâ - Ahmed bin Hanbel - Nesâî: Enes b.
Mâlik'den
[458] Ebü Dâvud : Ebû
Hüreyre (R.A.)den
[459] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1042-1043.
[460] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1043-1046.
[461] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1046-1047.
[462] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1047.
[463] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1048-1049.
[464] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1049.
[465] Buharı : Câbir
bin Abdullah (R.A..)dan
[466] Buharî: Sa'd b. EM Vakkas <R.A.)den
[467] »
» . .»
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1049-1050.
[468] Al-i îmrân sûresi âyet: 159
[469] Şûra sûresi âyet:
38.
[470] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1050-1051.
[471] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1051-1052.
[472] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1052-1053.
[473] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1053.
[474] Sahih-i Müslim: Ömer bin Hattab (R.A.)den
[475] »
> : îbn Mes'ud (RA) den
[476] >
j. »
[477] Ebû Dâvud / Fi'1-Merasil
[478] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 2/1055.
[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1055-1056.
[480] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1056-1057.
[481] Kurtubî Tefsiri :
4/193-194 Mısır : 1387. tbn Cevzî
Tefsiri ve LÜbabu't-Te'vll / Alaeddin Ali
[482] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1057-1058.
[483] Sahih-i Müslim - Kurtubî - Alûsî - İbn Çerîr
[484] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1058-1059.
[485] Taberî
[486] Beyhakî
[487] İbn İshak
[488] Kurtubî
[489] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1059-1060.
[490] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1060.
[491] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1061.
[492] Buharî - Et-Tac :
Ebû Cuhayfe (R.A.)_den
[493] Müslim - Ebû Dâvud
- Tirmizi : Câbir
"(R.A.)dan
[494] El-Matallibü'1-Aliyye / İbn Haeer
[495] »
» » » (Riba
bölümü)
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1061-1062.
[496] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1062-1063.
[497] Rum süresi âyet:
39
[498] Nisa sûresi âyet:
160-161
[499] Âl-i İmrân sûresi âyet: 130
[500] Bakara süresi
âyet : 278
[501] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1063-1065.
[502] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1065.
[503] Ahmed bin
Hanbel - Kurtubî - İbn Cerir -
Lübabu't-te'vü
[504] İbn Ebî Hatim
[505] Ahmed bin Hanbel :
Ebû Hüreyre (R.A.)den ,
[506] Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud
[507] Ebû Dâvud
[508] îbn Asâkir :
Übey bin Kâ'b (R.A.)den
[509] İbn Murdeveyh
: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[510] Ahmed bin Hanbel :
Ebû Hüreyre (R.A.)den
[511] Ebü Dâvud-Tirmizî - Müsned-i Bezzar
[512] Ahmed bin Hanbel :
Abdullah bin Amir (R.A.)dan
[513] Tirmizî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1067-1068.
[514] İbn Cerîr, İbn Ebi Hatim-: tbn Abbas
(R.A.)dan
[515] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1068-1070.
[516] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1070-1071.
[517] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1071-1072.
[518] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1072.
[519] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1072.
[520] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1073.
[521] Yusuf : 109-Hacc: 46 - Rum: 9. 42 - Fâtır : 44 -
Gâfir: 21, 82 - Mu-hammed : 10 - Âl-i İmrân : 137 - En'anı : 11 - Nahl : 36 -
Nemi : 69 - Anke-but : 20
[522] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1073-1075.
[523] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 2/1075.
[524] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1076.
[525] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburi - Kurtubî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali.
- İbn
Cerir Taberî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1077.
[526] Lübabu't-Te'vÜ
/ Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1077-1078.
[527] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1078-1079.
[528] Fazla bilgi için bak : Mefatihü'1-gayb / Fahruddin
Râzî : C. 3/82-Âmire.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1079.
[529] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1080.
[530] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1080-1081.
[531] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1082.
[532] Sahih-i Buharı
- Müslim
[533] Buharı - Terğîb – Terhib
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1082.
[534] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1082-1083.
[535] El-Hâkim :
îânad-i Sahih ile tbn Abbas
(R.A.)dan
[536] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1083-1085.
[537] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1086-1087.
[538] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1087-1088.
[539] Iynet: Veresi mal satıp sonra onu sattığı fiattan
aşağı bir fiatîa satın almak suretiyle müşteriyi dolaylı yoldan faizli borç
altına sokmaktır.
[540] Ebû Dâvud: îbn Ömer (R.A.)dan.
[541] Taberânî tsnad-i hasen Sle Ebûbekir (R.A,)de
[542] Buharî - Müslim: Ömer bin Hattab tR.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1089.
[543] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1089-1090.
[544] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1090-1091.
[545] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1091-1092.
[546] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1092.
[547] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1093.
[548] Buharî - Müslim - Nesâî: Enes bin Mâlik (R.A.)den
[549] Buharî - Müslim - Tirmizî - Nesâî .. Ibn Mâce: Enes b.
Mâlik'den
[550] Müslim - Tirmizî: Abbas b. Abdilmuttalib
(R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1093.
[551] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1093-1094.
[552] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1094-1095.
[553] Esbab-ı Nüzul / Nisâburî - Kurtubî _ Lübabu't-Te'vîl.
Fazla bilgi için de bak: Ibn Cerîr Taberî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1096.
[554] Müslim: tbn Vehb'den
[555] îbn Ebl Hatim
[556] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1097.
[557] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1097-1099.
[558] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1099.
[559] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1100.
[560] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1100-1101.
[561] Fazla bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - Keşşaf
veFethül-kadîr tefsirlerine
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1101.
[562] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1101.
[563] Beyhakî _ İbn Kesîr
[564] İbn Kesîr: Sa'd bin Müseyyeb'den
[565] Hammad bin Seleme: Enes bin Mâlik/den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1103.
[566] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1103-1104.
[567] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1104-1105.
[568] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1105-1106.
[569] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1106.