ÂLİ
İMRÂN SÛRESİ
Bu
sûre-i celile Kur'ân-ı Azimüşşân'ın üçüncü sûresi olup, Mo-dine'de nazil
olmuştur, iki yüz âyettir.
Bu
sûreye «îmran- sûresi denmesinin hikmeti şudur: Hz. Musa ile Hz. Harun'un
babasının adı «Imran» di. Bu sûrede onlardan bahsedildiği için Âl-i İmrân adını
almıştır.
Bu
sûre-i celilede Cenâb-ı Hakk'm vahdaniyet-i kudsiyyesi bildirilmektedir.
Yüce
Allah âyeti celilesinde şöyle buyurmuştur:
«Elif,
lâm, mim,
«Allah
o AHah'dır ki, kendinden başka hiç bir ilâh yoktur. O, Hay vo Kayyûm'dur.»
Elif,
lâm, mim'in izahı «Bakara- sûresinde geçmiştir.
Ibn
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: «Elif, lâm, mim işarettir. Alla-hü Teâlâ bütün
mevcudatın halikı ve ma'bûdudur. Hiç bir şey O'-nun ilminden hâli değildir.
O'ndan başka nıa'bud yoktur. Diridir, O'na ölüm arız olmaz, mülkü ve saltanatı
da asla zail olmaz. Hay'-dır, hayatının başlangıcı yoktur. Nefsiyle kaimdir,
bütün işleri O idare eder. Canlıların rızkını veren O'dur. Yoktan var ettiği
gibi, yok eden de ancak O'dur. Evveli ve sonu yoktur, O'nun varlığı zeval
bulmaz.»
Bazı
bilginlere göre, Hay ve Kayyûm, Allahü Teâlâ'nm ulu ad-larındandır. Hz, Isa
(a.s.) bir ölüyü diriltmek istediği zaman bu isimlerle dua eder ve çağırırdı.
Vâsıf îbni Berhayâ Belkıs'ın tahtını Süleyman (a.s.)'a bu adları çağırarak bir
anda getirmiştir. İsrailoğul-ları Hz. Musa'ya İsm-i A'zam'ı sormuşlar, Musa
(a.s.) da İsmi A'-
AL-Î
İMRÂN SÜBESt 325
zam'ın
Yâ Hayyü, Yâ Kayyûm olduğunu söylemiştir. Denizciler boğulma tehlikesiyle karşı
karşıya geldikleri zaman Yâ Hayyü, Yâ Kayyûm ile dua ederler, bu duaları onları
korktuklarından kurtarır, arzu ettiklerine nail eder.
Allahü
Teâlâ âyet-İ celilesinde şöyle buyurmuştur:
«O,
sana kitabı hak ve kendinden öncekileri tasdik edici olarak indirdi. Bundan
önce de insanlara yol gösterici olarak Tevrat ile İncil'i indirmişti. Bir de
hak ile bâtılı ayırd eden Fûrkan'i indirdi. Gerçekten Allah'ın âyetlerini inkâr
edenler için şiddetli azap vardır. Allah azizdir, intikam sahibidir.»
Allahü
Teâlâ, sevgili habibi Muhammed Mustafa (s.a.v.)'ya Cebrail vasıtasıyla hakkı
beyan eden ve kendinden önce gönderilen kitapları tasdik ve şeriatın
hükümlerini açıklayan Kur'ân-ı Ke-rîm'i indirmiştir. Bundan önce de insanlara
yol gösterici olarak Hz. Musa'ya Tevrat'ı, Hz. İsa'ya încil'i indirmiştir.
Bütün bunların in-diriliş sebebi insanları felâkete götürecek yollardan
alıkoymak ve onları doğru yola iletmektir. Bundan sonra Yüce Allah hak ile
batılı bildiren, haramı ve helâli açıklayan, şeriat hükümlerini beyan eden
Fürkan'ı Hz. Muhammed'e indirmiştir. Gerçekten Allah'ın âyetlerini inkâr
edenler için şiddetli azap vardır. Yüce Halik, âyetlerini inkâr ederek, kendine
isyan edenlerden intikamını alacak ve onları elim bir azaba çarptıracaktır.
Allahü
Teâlâ âyet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur:
«Şüphe
yok ki ne yerde, ne gökte hiç bir gey Allah'a gizli kalmaz. Sizi ana rahminde
dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'odan başka hiç bir İlâh yoktur. O,
Azizdir, Hakimdir.»
Şüphe
yok ki, yerde ve gökte ne varsa hiçbiri Allah'tan gizli değildir. Yüce Allah
onların hepsinden haberdardır. Her varlığın ne yaptığını ve ne işlediğini
bilir, ona göre karşılığını verir. Bu karşılık kimine mükâfat, kimine mücazat
olur.
326 ÂL-1 İMRÂN SÛRESİ
Bundan
sonra Allahü Teâlâ, kendi kudretinden haber vererek buyurdu ki: «Sizi ana
rahminde dilediği gibi şekillendiren O'dur. Kiminizi kısa, kiminizi esmer,
kiminizi beyaz, kiminizi muti, kiminizi âsi, kiminizi erkek, kiminizi kadın
yapan yalnız O'dur.
Peygamberimiz
bu hususta şöyle demiştir: «Çocuğun ana karnında iken şaki veya muti olduğu
belirlenir.»
Abdullah
tbni Mes'ud, Peygamberimizden şöyle nakletmiştir: «Çocuk ana rahminde kırk gün
nutfe, kırk gün uyuşmuş kan, kırk gün de bir et parçası olarak kalır. Yüz yirmi
gün sonra şekillenmeye başlar. O zaman bir melek gönderilir şaki veya mutî
olacağı alnına yazılır» (Buharı).
İbrahim
Edhem Hazretlerinden va'z u nasihat dinlemek için ilim erbabı bir hey'et gelir,
ibrahim Edhem, dört şeyle meşgul olduğunu ve nasihat edemeyeceğini bildirir.
Gelen hey'et ne ile meşgul olduğunu öğrenmek ister, bunun üzerine İbrahim Edhem
Hazretleri şöyle der; «Birincisi: Mîsak günü Allahü Teâlâ Âdem oğullarını iki
gruba ayırdı. Birini iman ehli kılıp, bunlara ehH cennet dedi. Diğerini ehl-i
küfür yapıp, bunları da ehl-i cehennem kıldı. Ben bunların hangisinden olduğumu
bilmediğim için düşünüyorum.
İkincisi:
Allahü Teâlâ beni ana rahminde şekillendirdiği zaman, görevli melek «Yâ Rabbi,
bunu şakilerden mi yazayım, yoksa sana mutî olanlardan mı yazayım?» dediği
zaman, ben hangi gruba yazıldığımı bilmediğim için düşünüyorum.
Üçüncüsü:
Hayatımın son anında Azrail canımı alırken «Yâ Eabbi iman. üzere mi, yoksa
küfür üzere mi ruhunu kabzedeyim» dediği zaman, ben ne şekilde ruhumu teslim
edeceğimi bilmediğim için düşünüyorum.
Dördüncüsü:
Mahşer yerine insanlar toplanıp, hesaba çekildikten sonra «kötüler iyilerden
ayrılsın, iyiler cennete, kötüler cehenneme gitsin» dendiği zaman, ben
hangisine gideceğimi bilmediğimden dolayı düşünüyorum. Bunlar bende va'z u
nasihat edecek kuvvet bırakmadı.*
Gerçekten
bunlar tam bir va'z u nasihattir. Bu hali unutmamak ve ona göre hareket etmek
îman eseridir. Bu hali unutup nefs-i he-vâ ile meşgul olmak şekavet (günah) ve
gaflet eseridir.
Bazıları,
bu hadis-i şerife istinaden ana rahminde çocuğun alnına ne yazıldı ise, dünyada
o olur. Şaki yazıldı ise şakî. muti yazıldı ise muti olurlar, artık bundan
sonra yapılan amellerin ne fay-
ÂL-İ
ÎMRÂN SÛRESt 327
dası
olacak demişler. Bu söz en büyük gaflettir, sahibini Ehl-i Sünnet mezhebinden
çıkarır, Cebriye mezhebine sokar. Zira hiç bir kimse ana rahminde alnına ne
yazıldığını bilemez. Kula düşen çalışmak, Allah'ın emirlerine itaat etmek,
yasaklarından kaçınmaktır. Kulun görevi budur. Görevini ihmal ettiği zaman
cezasını, yerine getirdiği zaman da mükâfatını görecektir.
Ana
rahminde sizleri dilediği gibi şekillendiren yalnız Allahü Teâlâ'dır. O'ndan
başka gâlib-i mutlak yoktur. Kafirlerden intikamını alacak, îman ve itaat
edenlere de mükâfatlarını verecektir. Allahü Teâlâ intikam sahibi değildir.
Fakat lâyık olana, lâyık olduğu cezayı verecektir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyurmuştur:
«Sana
kitabı İndiren Odur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki, bunlar Kitabın
esasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik
bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için müteşabih olanlara
uyarlar. Halbuki onun te'viüni ancak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise:
«Biz ona inandık, hepsi Rabbi-miz kalındandır» derler. Bunu ancak akıl
sahipleri düşünebilir.»
Sana
kitabı indiren Allahü Teâlâ'dır. O kitabın bazı âyetleri muhkem ve açıktır.
Helâl ve haramı açıklayan ve kendinden önceki kitapların hükmünü nesh ederek,
kaldırandır. Onun âyetleri muh-kemattan olup, bütün kitapların aslıdır, O da üç
âyettir. Biri En'-âm süresinin 151. âyetidir. Yüce Allah onda şöyle buyuruyor:
«De ki: Gelin üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben size okuyayım.»
îbn
Abbas Cr.a.) şöyle demiştir: -Bir kişiden Fâtiha'nın Ümmü'l-Kur'ân olduğunu
işittim, ben de, ona Ümmü'l-Kitap En'âm süresindeki âyetlerdir, dedim.» O
âyetlerin bir kısmı müteşabihdir, süre-
lerin
evvelindeki QÎ)\ ~X\ A\ gibi harflerdir. Bunlarla neyin
kast
edildiğini ancak Allahü Teâlâ bilir. O'ndan başkası müteşabih-lerden neyin kast
edildiğini bilmez.
Bazı
tefsirciler, mânası açık ve te'vile ihtimali olmayan âyet-
328 AL-1 ÎMRÂN SÜRESÎ
lere
muhkem âyetler demişlerdir. Müteşâbih âyetler İse, lâfzı başka bir lâfızla aynı
olup, mânası farklı olan âyetlerdir. Yani, mânası açıkça anlaşılmayan mecazî
kelimelerdir. Bunlara da müteşabih âyetler demişlerdir.
Soru:
Kur'ân-ı Azimüşşân'ın bütün lâfızları anlaşılmak için nazil olduğu halde, neden
bazı âyetleri müteşabihdir, neden mânası açıkça anlaşılmamaktadır?
Cevap:
Bunun hakikatini ancak Allah bilir. Fakat, bazı âyetlerin müteşabih oluşu,
âlimlerin faziletini ve birbirinden üstünlük-lerini açıklamak içindir. Eğer
hepsinin mânası anlaşılır şekilde açık olsaydı bazı bilginlerin üstünlüğü
ortaya çıkmazdı. Yani, ilimde derinleşenlerin üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Şurası
da muhakkak ki, musannifler kitaplarının bazı yerlerini açık, net yazarlar ve
bazı yerlerini de okuyucunun üzerinde düşünmesi için kapalı geçerler. Okuyucu
mânası kapalı olan kısımlarda daha fazla gayret sarfeder, inceliklerini anlamak
için çabalar. Bu bakımdan ilâhi kelâmın bir kısmı açık, bir kısmı da kapalıdır,
ilimde kemal sahibi olanlar mânasını iyice düşünsünler diye. Üim sahipleri bu
gibi âyetlerin mânasını öğrenmek için daha fazla gayret göstereceklerdir.
Allahü
Teâlâ şöyle buyuruyor: «Kalblerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve
te'viline yeltenmek İçin müteşabih olanlara uyarlar. Halbuki onun te'vilini ancak
Allah bilir.»
Haktan
ayrılıp küfrü tercih edenler müteşabih âyetlere tâbi olarak fitne çıkarmak için
çeşitli mânalar vermişlerdir. Bu vesile ile küfürlerini artırmışlar, o
küfürleri üzere ebedi kalmışlardır. Hattâ daha da ileri giderek Muhammed ümmetinin
arasına fitne ve fe-sad sokmak için müteşabih âyetleri tevile kalkışmışlar,
kıyametin ne zaman kopacağı hakkında tarih ileri sürmüşler ve çeşitli yalanlar
sergilemişlerdir. Kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. Zira bu
kâinatın sahibi O'dur.
Yahudilerden
bir grup Peygamberimizin huzuruna gelerek şöyle derler: «Yâ Muhammed,
Cebrail'in ^jl mi sana indirdiğini işittik. Eğer bu doğru ise senin ümmetinin
ömrü yetmiş bir senedir.» Onlar âyet-i celüeyi bu şekilde te'vil etmişlerdir.
Bunun geniş izahı Bakara süresinde geçmiştir. Allahü Teâlâ, onların iddialarını
reddetmek için âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor; «Onun te'vilini ancak Allah
bilir. İlimde derinleşmiş olanlar «biz ona inandık, hepsi Rabbimizin
kalındandır» derler. *Bu ümmetin ne kadar ömrünün
AL-İ
İMRÂN SÛRESİ 329
olacağını
ancak Allah bilir. Allah'tan başka kimse bilemez. îlimde kemal sahibi olanlar
-biz ona inandık, hepsi Rabbimizin katından-dır- derler. Allah'a îman edenler,
Yahudilerin Allah'a şirk koştuklarını ve Allah'ın âyetlerini yalanladıklarını
işitince, Yüce Allah'ın kelâmiyle şöyle dua etmişlerdir:
•Ey
Rabbimiz, bizi hidayetine erdirdikten sonra kalblerimizi sapıtma. Katından bize
rahmet ihsan eyle. Şüphesiz en çok bağışlayan sensin sen.
«Ey
Rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinden hiç şüphe olmayan bir günde insanları
toplayacak olansın. Şüphesiz ki Allah va'* dinden dönmez.>
Allah'a
İman edenler, İmanlarında samimi olduklarını beyan etmek için Yüce Allah'a
şöyle niyazda bulunmuşlardır: «Ey Rabbimiz, bizim kalbimizi hidayete erdirdikten
sonra, tekrar sapıtıp, hak yoldan ayırma. Kullarım hidayete erdiren, hakkı
bildirip' batıl yoldan alıkoyan sensin. Bizi îslâmla şereflendirdikten sonra,
bundan mahrum etme.»
Ey
Rabbimiz, geleceğinden hiç şüphemiz olmayan kıyamet günü, bütün mahlûkatı
mahşer yerine toplayacak olan sensin. Herkesi hesaba çekip, ameline göre
mükâfat ve mücazatını verecek olan yine sensin. Allahü Teâlâ asla va'dinden
dönmez.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyurmuştur:
«Şu
küfredenlerin mallan ve çocukları Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. Ve
onlar ateşin yakacağıdır.
«Tıpkı
Fir'avun hanedanının ve onlardan Öncekilerin gidisi gibi ayetlerimizi tekzip
ettiler. Allah da onları günahlarından dolayı ya-kalayıverdi. Allah'ın azabı
çok şiddetlidir.»
330 AL-1 İMBAn SÛEESt
Malına
ve evlâtlarına güvenip, onlarla övünenler için bu âyette büyük ibretler vardır.
Hakkı inkâr eden kâfirlerin malları ve evlâtları kıyamet günü asla kendilerine
fayda vermez. Servetlerinin ve evlâtlarının çokluğu ile övünenler, Allah
katında en büyük hüsrana uğrayacaklardır. Onları Allah'ın azabından hiçbir şey
kurtaramayacaktır. Ancak Allah yolunda harcadıkları malları onlar için mükâfat
ve rahmet olacaktır. Allah yolunda harcanmayan mallar ise, sahibi için bir yük
ve büyük bir vebaldir. Evlât ve mal, sahibini hak yoldan ayırmadıkça çok
değerlidir. Hak yoldan ayırdığı zaman ağır bir yüktür.
Allahü
Teâlâ'nın bu âyet-i celilede evlâtla malı bir arada zikretmesinin sebebi şudur:
insanların bir çoğu mallarına ve evlâtlarına gururlanarak gafletlerinden dolayı
ilâhi azaba uğrarlar da farkına varmazlar. Mal ve evlâtlanyla övünürler de
Allah'ı unuturlar. Dünyaya mağrur olurlar, fakat âhireti hiç hatırlamazlar.
Bunların kendilerinin olduğunu zannederler. Halbuki onlar, bunların asıl sahibi
değil emanetçisidirler. Bunların asıl sahibi Yüce Ali ah'dır. Bunlara aldanarak
hiç ölmeyecekmiş gibi hareket ederek gururlanırlar, başkalarını küçük görürler,
kendilerini beğenirler. Düşünmezler ki güvendiklerinin hepsi boştur. Çünkü
onların hiçbiri, sahibini Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Yüce Allah bu
ikisini bir zikretti ki, insanlar bunlara güvenerek aldanmasıniar, bunların
kendileri için bir imtihan olduğunu unutmasınlar, mallarını Allah yolunda
harcamaktan da çekinmesinler ve ömürlerini boşa harcamasınlar. Ömürlerini boşa
harcayanlar, mal ve evlâtlarına gururlanarak haktan ayrılanlar mutlaka
cezalarım göreceklerdir.
Allahü
Teâlâ bundan sonraki âyette kâfirlerin durumunu zikrederek «onlar tıpkı
Fir'avun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar bizim
âyetlerimizi yalanladılar da Allah da kendilerini günahları yüzünden
yakalayıverdi. Allah cezası pek çetin, olandır» buyurmuştur.
Mekke
müşrikleri aynı Hz. Musa zamanındaki Fir'avunlar gibi Hz. Peygamber'e gelen
âyetleri yalanlamışlardır. Fir'avun ve hanedanı Hz. Musa'ya kötülük yapmak için
birleşmişler ve ona kötülük yapmaya çalışmışlardır. Tıpkı onlar gibi Mekke
müşrikleri de birleşerek cihanın güneşi olan sevgili Peygamberimize kötülük
yapmaya çalışmışlardır. Fir'avun'un Hz. Musa'ya yaptığı gibi, onlar da Hz.
Peygamber Cs.a.vJ'e aynısını yapmak istemişlerdir.
Allahü
Teâlâ, âyetlerini yalanlayan ve Musa'nın peygamberliğini kabul etmeyen Fir'avun
ve hanedanını denizde boğarak helak
ÂL-1
İMRÂN SÛBESİ 331
etmiştir.
Ondan önce geçen peygamberlerin kavimleri de, peygamberlerini inkâr ettikleri
için Nuh, Âd, Semûd ve Lût gibi, Yüce Allah onlan da inkârlarından dolayı helak
etmiştir. Çünkü onlar da Allah'ın âyetlerini inkâr etmişler, peygamberlerini
yalanlamışlardır. Onların helak oluşu yalanlarından dolayıdır. İnsanların
bunlardan ibret alarak, onların düştükleri hatalara düşmemelerini Yüce Allah
beyan buyurmaktadır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyurmuştur:
«O
küfredenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve toptan cehenneme
sürüleceksiniz. Orası ne kötü yataktır.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Mekke müşrikleri Uhud savaşında
Müslümanlardan yetmiş sahabeyi şehid edip, Müslümanlara zarar verince çok
sevinmişlerdi. Allahü Teâlâ da onların sevinç-, lerini kursaklarında bırakmak
için bu âyet-i celileyi inzal ederek şöyle buyurmuştur: «O kâfirlere de ki:
«Yakında mağlûp olacaksınız ve toptan cehenneme sürükleneceksiniz.» Yüce Allah
Müslümanların, bundan sonra galip geleceklerini, kâfirlerin ise mağlûp
olacaklarını müjdelemiştir. Kâfirlerin de mağlûp ve helak olarak cehennemde
ebedi kalacaklarını bildirmiştir.
tmam-ı
Kelbi'ye göre, bu âyet Beni Kureyza Yahudileri hakkında nazil olmuştur.
Peygamberimiz (s.a.vj'in Bedir muharebesinde müşrikleri yenilgiye uğratması
Yahudileri hayrete düşürmüştür. Az bir Müslüman ordusunun kendilerinden üç kat
fazla olan müşrik ordusunu hezimete uğratması, onları şaşırtmıştır. Yahudiler
Peygamberimiz hakkında şöyle demişlerdir: «Okuma-yazma bilmeyen Muhammed, bize
Musa hakkında bilgi veriyor. Aynı zamanda biz onun özelliklerini ve sıfatlarını
Tevrat'ta da bulduk.» Onun özelliklerini ve vasıflarını Tevrat'ta bulmalarına
rağmen yine de iman etmemişlerdir. Hatta birbirlerine şöyle demişlerdir:
«Muhammed'e iman etmede acele etmeyin, sabredin, ona tâbi olmayın, bu savaş sizi
aldatmasın, bir savaş daha olsun bakalım kim kazanacak.»
Akıllarınca
Müslümanların galibiyetlerine güvenememişler ve Uhud muharebesine kadar
beklemişlerdir. Uhud muharebesinde sahabeden yetmiş kişi şehid olup,
Müslümanlar zarar görünce kâfirler çok sevinmişler ve «Allah'a yemin olsun ki
bu hal olmadı, onun sıfatı değişti» demişler ve İslâm dinine girmeyi
reddetmişlerdir. Peygamberimiz daha önce Medine Yahudileriyle muayyen bir zaman
332 AL-İ ÎMRÂN SÛRESt
için
anlaşma yapmıştır. Uhud savaşından sonra Yahudiler tek taraflı olarak anlaşmayı
bozmuşlardır. Allahü Teâlâ da bu âyeti inzal ederek, onların yakında felâkete
uğrayacaklarını bildirmiştir.
İkrime
(r.a.) Bedir savaşını şöyle anlatıyor: «Peygamberimiz (s. a.v.) Bedir günü
muharebeyi kazandıktan sonra Medine'ye döndü. Orada bulunan Yahudileri Benî
Kaynuka mahallesinde topladı. Ve onlara şöyle söyledit «Gelin İslâm'ı kabul
edin, siz de Kureyşlilerin uğradığı akıbete ugramayın» (Müslim ve Tirmizi).
Resülüllah'ın
onları tslâm'a davet etmesine karşılık, onlar da Peygamberimize, hayasızca
şöyle demişlerdir: -Yâ Muhammed, bu galibiyetine aldanma, nefsin seni
gururlandırmasın, sen Kureyş'in savaş bilmeyenleriyle muharebe ettin. Bizimle
muharebe etseydin de görseydin harbi kim kazanırdı.» Bu küstahça hareketlerinden
sonra, Allahü Teâlâ da bu âyeti inzal ederek onların yakında mağlûp
olacaklarını bildirmiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyurmuştur:
•Karşılaşılan
iki topluluğun durumlarında sizin için İbret vardır. Biri Allah yolunda
dögüşüyordu. Diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerinin kendilerinin iki katı
olduklarını gözleriyle görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler.
Şüphesiz görebilenler için bunda ibret vardır.»
Karşılaşan
iki topluluğun durumlarında sizin için ibretler vardır. Biri Allah yolunda,
O'nun rızasını kazanmak için savaşır. Diğeri de kâfirdir, putu için savaşır.
Kâfirler Müslümanlardan çok fazlaydı. Müslümanlar kâfirlerin kendilerinden
fazla olduğunu ve kendilerinin iki katı olduğunu görüyorlardı. Düşmanın çokluğu
Müslümanları korkutmuyordu. Çünkü Yüce Allah onlara -yüz Müslüma-nın, iki yüz
kâfire galip geleceğini* vaad etmişti. Allah va'dinden asla dönmez. Nitekim
durum Bedir muharebesinde öyle olmuştu.
Bedir
muharebesinde müşrik ordusunun sayısı dokuz yüz, Müslüman ordusu ise ancak üç
yüz kişi idi. Müşrik ordusu, Müslüman ordusundan üç kat daha fazla olmasına
rağmen, Yüce Allah'ın yardımıyla müşriklere galip gelmişler ve onları hezimete
uğratmışlardır. Hezimete uğrayan müşrikler, îslâm ordusunun çok fazla ol-
ÂL-Î
İMRÂN SÛRESİ 333
duğunu
zannediyordu, bu bakımdan da kalblerine korku düşmüştü. Allahü Teâlâ kâfirlerin
kalbine müminlerin korkusunu atmışü. Çünkü müminler Allah'a inanıyordu. O'ndan
yardım bekliyorlardı. Müşrikler ise putlarına tapıp çokluklarına
güveniyorlardı. Yüce Allah dilediğini yardımı ve nusretiyle destekler. Bedir
muharebesinde Allahü Teâlâ mü'min kullarını meleklerle te'yid etmiş,
güçlendirmiş, kâfirlerin, kalbine ise korku salmış ve onları hezimete
uğratmıştır. Gerçek akıl sahipleri ve görebilenler için bunda ibretler vardır.
Ancak bu ibretleri Allah'a hakkıyla îman edenler anlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyurmuştur:
-Kadınlara,
oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, nişanlı atlara,
hayvanlara, ekinlere olan ihtiraskârâne sevgi insanlar için bezenip
süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının metaldir. Oysa gidilecek yerin güzel olanı
Allah katandadır.»
Bu
âyet-i celilede insanların nelere karşı sevgi besledikleri dile
getirilmektedir, insanlar bunlara gönül bağlayarak âhireti unutmuşlardır. Yüce
Allah insanların onlara gönül bağlayarak âhireti unutmamalarını öğütler.
Dünyada insanlara bazı şeyleri güzel gösterip sevdirmek ya Allah'dandır veya
şeytandandır. Eğer bazı şeyleri güzel gösterip sevdirmek Allahü Teâlâ'dan ise,
mü'minler için bu bir imtihandır. Kâfirler İçin de bu bir ukubet ve felâkettir.
Şayet bazı şeyleri güzel gösterip, sevdirmek şeytandan ise felâkettir. Zira
şeytan insanlara vesvese vermek suretiyle onları gururlandırır, âhireti
unutturur, onları şehvetlerine mahkûm eder ve neticede helaklerine sebep olur.
Âyette geçen dünya zinetleri şayet insanlara Allah'ı ve âhireti unutturmaz,
şehevi arzulara daldırmaz, Allah'a isyan ettirmez de, sahibini şükre yöneltir
ve insandaki Allah sevgisini artırırsa o zaman fitne olmaktan çıkar, sahibi
için rahmet olur. Bunlar sahibine Allah'ı unutturduğu zaman fitne ve felâket
olur.
Allahü
Teâlâ âyette ilk olarak kadınları zikretmiştir. Zira kadınların fitnesi, her
şeyin fitnesinden daha fazladır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
334 AL-t İMRÂN SÛRESİ
«Ümmetimin
içinde kadınların fitnesinden daha ağır bir fitne bırakmadım. Zira bunların
fitnesi Âdem (a.sJ zamanından bugüne kadar devam etmiştir* (Neseî),
Peygamberimiz,
ümmetinin arasında kadınların fitne çıkarmasından korkmuştur. Onun için en
büyük fitnenin onlar olduğunu açıklamıştır. Bu demek değildir ki, bütün
kadınlar fitnedir. Fakat kadınların ekserisi fitnedir.
İlim
ehli kadınların iki türlü, çocukların da bir türlü fitnesi vardır demişlerdir.
Kadınların fitnelerinden biri, beyini hısım ve akrabalarından kesmesi,
ana-babasmdan ayırması, onlarla beyinin arasına dargınlık ve kırgınlık
sokmasıdır. Kadınların ikinci fitnesi; dünyaya karşı aşırı bir hırs
beslemeleri, haram, helâl demeden mal biriktirerek zinetlerini artırmaları,
eşlerinin izni olmadan şurada -burada dolaşmaları, âhireti unutup, ibadeti terk
edip, dedi-kodu yapmalarıdır. Onlar eşlerini düşünmeden arzu ettiklerini
isterler, alıp -alamayacağını düşünmezler.
Evlâtların
fitnesi: Kişi evlâtlarına servet biriktirmek için koşuşur da, âhireti
hatırlamaz. Kızına çehiz, oğluna servet biriktirmeye çalışır da, Allah'ı
unutur, ibadeti terk eder, onların servetine servet katarken, Allah'a âsi olur,
âhiretini yıkar ama haberi olmaz. Onların istikbâlini temin ederken, kendi
ebedi saadetini düşünmez. Onların rahatlığı için çalışır da, kendi rahatlığını
hiç aklına getirmez. Fani dünya için çalışır da, ebedî hayatı için çalışmaz.
Âhiret için bir hazırlıkta bulunmaz. En büyük tehlike, evlâtlar için Allah'a
âsi olmak, ibadeti terk etmek, âhireti unutmaktır. Kazandığından Allah rızası
için tasaddukta bulunmayan, çocuğu için servet, kendisi için büyük bir yük
hazırlamıştır.
Dünya
fitnelerinden biri de altın ve gümüştür. Nice insanlar bunlara aldanarak
Yaratanını unutmuş, ibadeti terk etmiştir. Onlarla dünya saltanatı kurmuş,
ölümü unutmuş, hiç ölmeyecekmiş gibi hareket ederek, gurura kapılmış,
başkalarını küçük görmüştür. Biriktirmiş olduğu altın ve gümüş Allah indinde
onun günahını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Halbuki insan bunların sahibi
değil, bekçisidir.
insanlara
Allah'ı unutturan şeylerden biri de, bağlan, bahçeleri ve hayvanlarıdır.
Onların sevgisi insanların kalbini sarmış ve Allah'ı unutturmuştur. O bağlar,
bahçeler insanları oyalar, ölümü hatırlatmaz, ibadeti unutturur, âhireti düşündürmez.
Sahibi, o bağların, bahçelerin kendisinin olduğunu zanneder. Düşünmez ki, bu-
ÂL-İ
İMHAN SÜRESİ 335
rada
misafirdir, asıl sahibi başkasıdır. Misafir başkasının malıyla övünmez,
kibirlenmez, büyüklenmez, sahibine asi olmaz.
Allahü
Teâlâ bu âyet-i celilede dört çeşit malı zikretmiştir. în-sanlar da durumlarına
göre dört sınıftır. Her sınıf bu dört çeşit maldan biriyle fitneye düşer.
Yüce
Allah evvelâ altın ve gümüşü zikretmiştir. Bununla tüccar ve esnaf fitneye
düşer. Bunların tesirinde kalarak asıl sahibini unutur. Bunların sevgisi onu
sarar, gözü başka şeyi görmez olur.
İkinci
olarak atlan zikretmiştir. Bunlarla beyler ve süvariler fitneye düşerler. Onlar
atlarıyla övünürler de Allah'ı unuturlar. Onların gözünün gördüğü odur, başka
bir şey düşünmezler.
Üçüncü
olarak deve, koyun ve sığır gibi hayvanları zikretmiştir. Bunlarla da dağlarda,
ovalarda yaşayanlar fitneye düşmüşler, onlara aldanıp ibâdeti unutmuşlar,
mallarının çokluğu ile iftihar etmişler, fakat asıl sahibini
hatırlamamışlardır.
Dördüncü
olarak, ekin, bağ ve bostan tarlalarını zikretmiştir. Bunlarla da şehirlerde ve
köylerde yaşayanlar fitneye düşmüşlerdir. 3ağ ve bahçelerine güvenerek nam
salmışlar ve şehvetlerinin esiri îlmuşlardır. Bunlardan her biri sevdiklerini
baştacı yapmışlar, dün-?$l zevkine dalarak Allah'ı ve âhireti
unutmuşlar, bunların esiri ol-nuşlar ve çeşitli felâketlere düşmüşler de yine
de akıllan başları-ıa gelmemiştir. Şayet bu dünya metalarını Allah nzası için
kulla-ıırlar, âhiretlerini unutmazlar, ibadetlerini terk etmezler, Allah'a
çarşı şükürlerini yaparlarsa, dünya metaı kendileri için rahmet olur. Vhiret
azığı ve cennet nimeti olur. Bunlar iki cihanın saadetini ka-anmak için
insanlara verilmiştir, İnsanları felâkete götürmek için verilmemiştir.
Allahü
Teâla bu âyetin sonunda dünya meta'lannın fani oldu-:unu tenbih edip buyurdu
ki: «Gönül bağladığınız şeylerin hepsi dün-a metaldir. Zira dünya ve dünyanın
da bütün metalan fanidir. Fa-i olan şeyin peşine düşme, ona aldanıp gururlanma,
bunlara bağ-ınip haktan ayrılma. Çünkü yarın sen ondan ayrılacaksın. Dünya-a
iken âhiretini mamur et. Zira varacağın yer Allah'ın katıdır, bedî kalacağın
mekân da orasıdır. Orada hüsrana uğramamak için azırlığını tam yap.»
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âhirette mü'min kullarına va'd et-klerini zikrederek şöyle
buyurmuştur:
336 ÂL-î imrAn sûresi
i
«De
kis Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvaya erenler için
altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada devamlı kalacaklardır. Tertemiz
eşler ve Allah'ın rızası vardır. Ve Allah kullarım hakkıyla görücüdür.»
Allahü
Teâlâ, bu âyet-i celilede mü'min kullarına dünya nimetlerinden çok daha
hayırlısını âhirette vereceğini haber veriyor. Ve Yüce Peygamberine şöyle hitap
ediyor: -De ki: «Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?. Takvaya
erenler için altından ırmaklar akan cennetler vardır.» Takva sahipleri,
Allah'ın azabından korkanlar, nifaktan, günahtan, şirkten sakınanlar, dünyaya
alda-nıp Allah'a ibadetten gafil olmayanlar, bağlarına, bahçelerine ve
servetlerine güvenip âhireti unutmayanlardır. Onlar için cennette baldan ve
sütten altından ırmaklar akan bostanlar ve köşkler vardır. Oraya giren Allah
dostları ebedi olarak kalacaklar, bir daha çıkmayacaklardır. Âhiret nimeti
dünya nimetlerinden çok daha üstündür. Zira dünya nimetleri fani, âhiret
nimetleri ise daimidir Nitekim Ebu Said Cr.a.l Peygamberimizden şöyle rivayet
etmiştir:
«Cennetin
bir karış yeri, dünya ve dünya nimetlerinin hepsinden daha hayırlıdır» (Buharı
ve Müslim). Burada anlatılmak istenen husus, âhiret nimetlerinin ne kadar üstün
olduğunu belirtmektir. Çünkü orada Allah rızası vardır. Zira Allah'ın rızası
her şeyin fevkindedir. Oraya girenler için tertemiz eşler vardır. Onlar
dünyadaki gibi kirlenmezler, dünyadaki ihtiyaçların hiç biri kendilerine arız
olmaz. Onlarda kin, hased, gıybet, dedi-kodu yoktur. Onlar dünyadaki zevcelere
benzemezler.
Allahü
Teâlâ «kullarını hakkıyla görücüdür.» Kullarının yaptığı amelleri bilir ve
görür. Ona göre mükâfat ve mücazatını verir. Hiç kimsenin yaptığı amelleri
karşılıksız bırakmaz.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ muttaki kullarının vasıflarını beyan edip, buyuruyor ki;
ÂL-İ
İMRÂN SÛRESt 337
«Onlar
kit 'Ey Rabbimiz, biz gerçekten îman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla.
Ve bizi o ateşin azabından koru' diyenler, sabredenler, doğru olanlar, gönülden
kulluk edenler, infak edenler ve seherlerde Allah'dan mağfiret isteyenlerdir.»
Allahü
Teâlâ bu âyette muttaki kullarının özelliklerini zikretmiştir. Allah'ın muttaki
kullan halvete çekilerek, Allah'a yalvarırlar ve şöyle niyaz ederler: «Ey Rabbimiz,
biz sana gerçekten îman ettik. Artık bizim günahlarımızı, hatâlarımızı bağışla.
Bizim nna'bu-dumuz sensin. Cehennem azabından bizi koru. Hatâya düşmekten ve
sana âsi olmaktan bizi muhafaza eyle. Allahü Teâlâ'nın, cennet va'd ettiği
kulları, tâat ve ibadet içinde olanlar, musibetlere sabredenler, mâsiyetlerden
ve nefs-i hevâdan sakınanlar, dünya belâlarından ve fitnelerinden kendilerini
koruyanlar, Allah'a tevekkül edenler ve Allah'dan gelen musibetlere
sabredenlerdir. Onlar hakkıyla Allah'a îman etmişlerdir ve îmanlarından asla
dönmezler. Onlar Allahü Teâlâ'nın bütün emirlerine boyun eğerek İtaat ederler.
Yüce Allah'ın kendilerine verdiğinden İnfak ederler, namazlarını dosdoğru
kılarlar, seher vakti Allah'a istiğfar ederler, günahlarının bağışlanması için
O'na niyaz ederler. Bu sıfatlarla muttasıf olanlar Allah'ın muttaki kullarıdır.
Onlar Yüce Allah'ın rızasını kazanmışlardır. Allahü Teâlâ da, o muttaki
kullarını cennet nimetiyle mü-kâfatlandıracaktır.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ kendi vahdaniyetine işaret edip buyuruyor ki:
«Allah,
adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki, gerçekten O'n-dan başka İlâh yoktur.
Melekler de, ilim sahipleri de O'ndan başka hiç bir ilâh olmadığına şehadet
ettiler. O, Azizdir, Hakimdir.»
Allahü
Teâlâ, bu âyette kendi vahdaniyet-i ulûhiyyesini zikretmiştir. Yüce Allah
mahlûkatı yaratmadan önce kendi zatından başka ma'bud ve İlâh olmadığına
tanıklık etmiştir. Melekleri ve insanları yarattıktan sonra, onlar da Allah'dan
başka hiç bir ilâh olmadığına, Ma'bud-u Mutlak O olduğuna, Allah'ın adaleti
ayakta tuttuğuna, kimseye zulüm ve haksızlık etmeyeceğine şehadet etmişlerdir.
P.
: 22
338 ÂL-İ İMRÂN SÛRESt
Bu
âyetin nüzul sebebi şudur: Abdullah îbni Selâm (r.a.) ve arkadaşları,
Yahudilerin reislerine «gelin Muhammed (s.a.v.)'in dinine girin. Hak din budur»
demişlerdir. Yahudilerin reisleri ise «bizim dinimiz, sizin dininizden daha
üstündür. Biz niçin sizin dininize girelim?» cevabını vermişlerdir. Bunun
üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti indirerek buyurmuştur ki: «Allah, adaleti ayakta
tutarak şe-hadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler de, ilim
sahipleri de O'ndan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ettiler.»
Yüce
Allah adliyle kullan üzerine kaimdir. Allah katında hak din İslâm'dır. Allah
katında ondan başka din yoktur.
tmam-ı
Kelbi'ye göre bu âyetin nüzul sebebi başka bir olaya dayanmaktadır ve şöyledir:
«Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'de iken, iki Yahudi bilgini Peygamberimizi
görmek için Şam'dan yola çıkarlar. Medine'ye geldikleri zaman biri diğerine «ne
mutlu bize, bu şehir Âhirzaman Peygamberinin şehridir> der. Doğruca
Peygamberimizin huzuruna gelirler ve Peygamberimize, «sen Muhammed misin?-
derler. Peygamberimiz de cevaben, «evet. ben Muhammed'-im» der. Tekrar onlar,
Peygamberimize, «sen Ahmed misin?» derler. Peygamberimiz de «evet, ben Ahmed ve
MuhammedL'im» der.
Peygamberimizin
incil'deki adı Ahmed, Tevrat'daki adı da Mah-mud'dur. Bunun üzerine Yahudi
bilginleri Peygamberimize şöyle derler: «Sen bize Allahü Teâlâ'nın kendi
vahdaniyeti üzerine şahitlik yaptığını, meleklerin ve insanların, O'nun
vahdaniyeti ve ulühiyye-ti üzerine tanıklık yaptığını bildiren bir âyet
göster.» Bu âyet onlara cevaben inzal olmuştur. Bunu gören Yahudi bilginleri
Peygamberimizi tasdik edip, İslâm'ı kabul etmişlerdir (Müslim - Tîrmizî).
Yüce
Allah'ın yaratmış olduğu bütün varlıklar O'nun birliğinin delilidir. Melekler
O'nun vahdaniyyetine,' azametine, kudretine tanıklık etmişlerdir, ilim ehli de,
bütün mevcudatın sahibi, halikı, mâliki ve mürebbisi olduğuna şehadet
etmişlerdir.
Allahü
Teâlâ bu âyette önce kendi zatına şehadetini zikretti. Sonra meleklerin, daha
sonra da ilim ehlinin şehadetlerini zikretmiştir. Bundan sonra şehadetini
te'kid için «Ma'budü Hak O'dur. O'ndan başka hiç bir İlâh yoktur» buyurmuştur.
Yüce Allah'ın hükmü, bütün mahlûkatmın üzerine galipdir. Ve hâkimdir, O'nun
fiilinde hiçbir noksan ve abes yoktur. Her şeyi yerli yerince yaratmıştır.
Said
tbni Cebir (r.a.) bu âyet hakkında şöyle demiştir: «Bey-tullah'ın İçinde ve
etrafında, her kabilenin bir veya İki putu olmak
ÂL-1
ÎMRÂM SÛRESİ 339
üzere
üç yüz altmış put vardı. Bu âyet nazil olunca, onlar bu âyetin kerametinden
yere yıkılmışlardır.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Şüphe
yok ki Allah indinde din İslâm'dır. Ancak kitap verilenler, kendilerine ilim
geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın
âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, çabuk hesap görücüdür.
Bu
âyette Allahü Teâlâ, hak dinin İslâm olduğunu bildirmiştir. Ancak Allah
tarafından kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki
ihtirastan dolayı ayrılığa düşmüşlerdir, ilâhî kitaplara îman edenler Allahü
Teâlâ tarafından tslâm olarak isimlendirilmiştir. Yahudi ve Hıristiyanlar kendi
ihtiraslarından dolayı bu ismi değiştirmiş, biri Yahudi diğeri Hıristiyan adını
almıştır.
Yüce
Allah, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr edenlerin hesabını çabuk görücüdür.
Bunları inkâr edenlerin azabı pek çetindir. Yüce Allah bütün mahlükatı bir anda
hesaba çekecek, mükâfat ve mücazatlannı verecektir.
İslâm:
Lügatte ihlâs, inkıyad, mutavaat mânalarına gelir. Şe-riatte, Peygamber
(s.a.v.Vin tebligatını her veçhile kabul etmek, tahsin ile Cenâb-ı Hakk'a itaat
ve boyun eğmektir. İslâm lâfzı, îmanın alâmeti, semeresi olan namaz, oruç, hac
gibi salih amellere de ıtlak olunur. îman ile îslâm taşımış oldukları hüküm
itibariyle eşittir. Her mü'min, muslinidir ve her müslim de mü'mindir. tslâm
lâfzı din mânasına geldiği gibi, şeriat lâfzı da din manasınadır.
Din:
Allahü Teâlâ tarafından konulmuş bir kanun-u ilâhîdir. Yüce Allah'ın varlığını,
birliğini, azamet ve ulûhiyyetini bildirir. İnsanları yaratılışlarındaki
gayeden haberdar eder. İnsanlara vazifelerini, hidayet ve saadet yollarını
gösterir.
Cenâb-ı
Hakk'm, bizlere ihsan buyurmuş olduğu İlâhî din, beşeriyetin ilk ve son
dinidir. Bütün peygamberlerin beşeriyete tebliğ ettiği din Hak dindir. Din,
beşeriyet için en büyük bir ihtiyaçtır. Her devirde insanların dine son derece
ihtiyacı vardır. İnsanlar yalnız dünya varlığını, dünya zevkini gaye
edinmemelîdir. Çünkü insanın yaradılış gayesi bu değildir. Zâriyât sûresinin
56. âyetinde belirtildiği gibi, Allah'a kulluktur.
340 ÂL4 İMHAN SÜHESt
AHahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Seninle
mücadele ederlerse. Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim,
de. Kendilerine kitap Terilenlerle ümmi-lere de de ki: 'Siz de
İslâm'ı kabul ettiniz mi?' Eğer İslâm'a girerlerse muhakkak doğru yolu
bulurlar. Şayet yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak tebliğdir. Allah
kullarını hakkıyla görücüdür.»
Bu
âyet-i kerime îslâmiyeti kabul edenlerin hidayete erdiklerini bildiriyor.
Allahü Teâlâ sevgili peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, İslâm'ı kabul
etmeyenler, seninle mücadele ederlerse, onlara: «Ben, bana uyanlarla beraber
kendimi Allah'a teslim ettim, de.» Zira İslâm'ı kabul etmek Allah'a teslim
olmaktır. Yine Allahü Teâlâ sevgili Peygamberine şöyle hitap ediyor:
-Kendilerine Tevrat ve încil verilenlerle, kendilerine kitap verilmeyen
ümmî-lere de de ki: *Siz de islâm'ı kabul ettiniz mi?» İslâm'ı kabul etmek,
Yüce Allah'ın vahdaniyetini ve azametini kabul etmektir. İslâm'ı kabul
etmeyenler Allah'ın birliğini kabul etmezler.
Ayetteki
sorunun anlamı şudur: Bu bir emirdir. İslam'ı kabul etmek Allah'ın emridir.
İslâm'a girip Allah'ın birliğini, Hz. Muham-med'in. hak peygamber olduğunu ve
Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderildiğini kabul edenler sapıklıktan
kurtulup, hidayete ermişlerdir. Ancak bunların hidayete ereceğini Yüce Allah
bildirmektedir. Eğer bunlar İslâm'ı kabul etmezler, yüz çevirirlerse «sen
onların yüz çevirmelerine üzülme. Zira senin vazifen, bizim emirlerimizi onlara
bildirmek, tebliğ etmektir.» Yüce Allah, bu âyette sevgili Peygamberinin
üzülmemesini öğütlüyor. Cihanın Peygamberi Allah'dan aldığı emirleri, anında
onlara tebliğ etmiştir. Onun görevi İlâhî emri kullara bildirmekti.
Allahü
Teâlâ kullarının ne yaptığım görür, niyetlerini bilir. Ona göre mükâfatlarını
ve amellerinin karşılığını verir. Yüce Allah âyet-i kerimesinde şöyle
buyuruyor:
ÂL-t
ÎMRÂN SÛEESt 341
«Allah'ın
âyetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberlerini öldürenler ve
insanların içinden adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu7.. Onları pek
acıklı bir azap ile müjdele.»
«Onlar
Öyle kimselerdir ki, dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. Onların hiç bir
yardımcıları da yoktur.»
Bu
âyet-i celüede Hz. Muhammedi ve Kur'ân-ı Azimüşşân'ı inkâr edenlerin elîm bir
azaba uğrayacakları bildirilmektedir. Müşrikler Peygamberimizi ve Kur'ân'ı
inkâr etmişlerdir. Peygamberimizin peygamberliğini ve Kur'an'ın Allah
tarafından gönderildiğini kabul etmemişlerdir. Yahudiler de Peygamberimizden
önce bazı peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. Hattâ onlar, peygamberlerini
öldürmekle de kalmamışlar, içlerinden iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya
çalışanları da öldürmüşlerdir. Yüce Allah, onlar için Peygamberimize şöyle
buyuruyor: «Onları pek acıklı bir azap ile müjdele.» Yapmış oldukları bu
hareketlerden dolayı onlar çok çetin bir azaba uğrayacaklardır. Yüce Allah
onlardan intikamını alacaktır. Onlar öyle kimselerdir ki, dünyada da, âhirette
de amelleri boşa çıkmıştır. Onların âhirette hiçbir yardımcıları yoktur. Kimse
onları Allah'ın azabından kurtaramaz.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Kendilerine
kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hüküm vermek
için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da sonra onlardan bir zümre arkasını
çeviriyor. Ve onlar temelli yüz çevirenlerdendir.»
-Bu,
onların; 'Sayılı günlerden sonra bize asla ateş dokunmayacak' demeleri
yüzündendir. Onların uydurageldikleri yalanlar, dinlerinde kendilerini
aldatmıştır.»
Bu
âyet-i celile, ellerindeki kitapların hükümlerine muhalefet eden kimselerin
uğrayacakları uhrevî mes'uliyeti haber vermektedir.
îmam-ı
MukatU*e göre, bu âyet Kâ'b İbni Eşref ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur.
Onlar kendilerinde bir üstünlük görerek, şöyle demlilerdir «Bizim yolumuz
doğrudur. Bizden daha ctojru yol-
342 ÂL-Î İMRÂN SÛRESİ
da
olan yoktur. Allah, Musa'dan sonra bize daha peygamber göndermemiştir.»
Peygamberimiz Cs.a.vJ de onların yalan söylediklerini ortaya çıkarmak için
şöyle demiştir: «Şüphesiz benim si2e söylediklerim haktır. Eğer benim
söylediklerime inanmıyorsanız, Tevrat'ı getirin, hak olup olmadığını ondan
öğrenelim.»
Yahudiler,
Tevrat'ı getirmekten çekinmişlerdir. Şayet Tevrat'ı getirmiş olsalardı gerçek
ortaya çıkacaktı. Onlar Peygamberimizin gerçek peygamber olduğunu bildikleri
halde inkâr ediyorlardı. Al-lahü Teâlâ da, onların yalanlarını izhar için bu
âyet-i celileyi inzal buyurmuştur.
İmam-ı
Kelbi'ye göre: Bu âyet Hayberli iki Yahudi hakkında nazil olmuştur. Hayberli
iki Yahudi zina etmişlerdi, Tevrat'a göre cezalarının verilmesi gerekiyordu.
Tevrat'ta da zinanın cezası recim-dir. Onlar Tevrat'ın bu hükmünü kabul
etmemişler, gelip Peygamberimize müracaat ederek haklarında hüküm vermesini
istemişlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.) de zina suçunun cezasının recim olduğunu
onlara bildirerek, haklarında recimle hükmetmiştir. Onlar Peygamberimizin bu
hükmüne de itiraz ederek «Allah'ın hükmü böyle değildir» demişlerdir. Bunun
üzerine Peygamberimiz de, onların kendi kitaplarına göre cezalandırılmalarını
istemiş ve Yahudi âlimlerinden Ibni Suriyâ'yı davet ederek zinanın Tevrat'taki
hükmünü sormuştur. Peygamberimiz ona yemin verdiği için, zinanın Tevrat'taki
hükmünü gizlemeyerek recim olduğunu söylemiştir. (Bu-harî - Müslim).
Yahudiler,
kendi kitaplarının hükmüne de Kur'ân-ı Kerimin hükmüne de inanmadıkları için
Yüce Allah, bu âyet-i celileyi inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Kendilerine
kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hüküm vermek için
Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da, sonra onlardan bir zümre arkasını
çeviriyor.» Onlar Tevrat'tan da, Kur'ân-ı Kerîm'den de yüz çevirdiler, Şayet
yüz çevirmeselerdi Allah'ın hükmünü kabul ederlerdi. Haklarındaki Allah'ın
hükmünü kabul etmediler. Hattâ uğrayacakları cezayı da hafife alarak «bizi ateş
birkaç günden fazla yakmaz» demişlerdir. Onların birkaç gün dedikleri şudur:
Tih vadisinde onların dedeleri kırk gün buzağıya tapınışlardı. Onlar da
dedelerinin buzağıya taptığı kırk günü kast etmişlerdi. Ve o kadar ceza
göreceklerini tahmin etmişlerdi. Ondan fazla ceza görmeyeceklerini
söylemişlerdi. Onlar bu sözleriyle ve bu davranışlarıyla Yüce Allah'* iftira
etmişlerdir. Bu onların şımarıklıklarının alametidir. Zira YU-aa Allah hiç
kimseye kaç gün ve ne kadar ceza vereceğini blldlrm»-
ÂL-İ
İMRÂN SÛRESt 343
mistir.
Cezanın da, mükafatın da miktarını ancak Allah bilir. Çünkü cezayı veren de,
mükâfatı veren de O'dur. Yüce Allah onların dünyevi ve uhrevî cezalarım
artırmak için bir müddet onları dünyada serbest bırakmıştır. Onlar da dünyanın
kendilerinin olduğunu zannederek, şımarmışlar ve küfürlerini artırıcı sözler
söylemeye başlamışlardır. Hattâ bazıları da, «cehennemde kimse ebedi
kalmayacak, biz de orada birkaç gün kalacağız» demişlerdir. Böylelikle inkârlarını
büsbütün artırmışlardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor-.
«Onları
geleceğinde şüphe olmayan bir günde topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden
herkesin kazandığı ödendiği zaman halleri ne olacak?»
Bu
âyet-i celilede Yüce Allah kıyamet günü herkese kazandığının karşılığının
verileceğini bildirmektedir. Geleceğinde asla şüphe olmayan kıyamet günü,
Allahü Teâlâ, bütün varlıkları mahşer yerine toplayacak ve herkes bu dünyada
kazandığının karşılığını verecektir. Hiç kimseye haksızlık yapılmayacak ve
kazandığının karşılığı eksiksiz olarak verilecektir. O zaman hakkı inkâr
edenlerin hali ne olacak?. Allah'ın azabından onları kim kurtaracak?
Bundan
sonra AUahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«De
ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin. Sen mülkü
dilediğinin elinden alırsın. Sen dilediğini aziz eder ve dilediğini de zelîl
edersin! Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki, sen her şeye hakkıyla
kadirsin.»
«Geceyi
gündüzün içine koyarsın. Gündüzü de geceye geçirirsin. Ölüden diriyi çıkarır,
diriden ölüyü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız nzık verirsin.»
Yüce
Allah bu âyet-i celilede, mülkün sahibinin yalnız Allahü Teâlâ olduğunu
bildirmektedir. Bu dünyada hiç kimsenin dilediği
344 ÂL-t İMRÂN SÛRESİ
gibi
tasarruf edebileceği bir mülkü yoktur. İnsan oğlunun elindeki mülk emanettir.
İbn
Abbas Cr.aJ'a göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.)
Mekke'yi fethedince, münafıkların reisi Abdullah bin Selûl şöyle demişti:
Muhammed, Rumların ve iranlıların mülklerinin kendisinin olmasını istiyor Bu ne
mümkün? Bu olacak şey mi?» Münafıkların reisi aklınca hüküm veriyor. Allahü
Teâla'nın mülkünü, kendi mülkü gibi görüyor. Allahü Teâlâ da bu âyet-i
ce-lileyi inzal ederek, mülkü dilediğine vereceğini bildirmiştir.
tmam-ı
Mukatil de şöyle demiştir: «Peygamberimiz Cs.a.v.), iranlılarla Rumların
yerlerinin ümmetinin olması için Allahü Teâ-la'ya dua ediyordu. Yüce Allah da
bu âyeti indirerek sevgili Peygamberinin bununla dua etmesini bildirmiştir.»
Bazı
tefsirciler ise şöyle demişlerdir: -Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'nin etrafına
hendek kazarken bir taşa rast gelirler, sahabe bir türlü taşı kıramaz.
Peygamberimiz taşın yanma gelir, taşı kırmak için kazmayı eline alır ve birkaç
kez vurur. Taştan bir nur çıkar. Peygamberimizin yanında bulunan Selman-ı
Fârisi Hazretleri onu görür ve «Yâ Resülâllah, ben taştan acaip bir şeyin
çıktığını gördüm» der. Peygamberimiz de, «o nur içinde Şam'ın köşklerini
gördüm» buyurmuştur. Yüce Peygamberimiz taşa tekrar kazmayı vurunca bir nurun
daha çıktığını görür ve «bu nurun içinde de İran'ın köşklerini görüyorum» der
ve ilâve eder: «Kısa bir zamanda Şam ile îran benim ümmetimin olacak ve ümmetim
onlara galip gelecektir» CBuhâri - Müslim). Münafıklar Peygamberimizin bu
sözlerini işitince şöyle demişlerdir: «Muhammed korkudan emin olmak için
Medine'nin her yanma hendek kazdırdı. Bu durumda olmasına rağmen iranlıların ve
Rumların yerlerini almak istiyor. Halbuki onlar memleketlerinde ipek üzerinde
yatıyorlar, Muhammed ise ha-aır üzerinde yatmaktadır. Eğer Muhammed peygamber
ise, onun durumu da öyle olmalıydı.»
Yüce
Allah onların sözlerini reddetmek için bu âyet-i celileyi inzal buyurarak,
sevgili habibine şöyle hitap etmiştir:
«De
ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin. Hz. Muhammed
ve ona tabi olanlara verdiğin gibi. Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Fars
ve Rumlardan aldığın gibi. Sen dilediğini aziz kılarsın, hidayete erdirip
islam'ı nasip ettiklerin gibi. Sen dilediğini zelil edersin, müşrik ve kafirleri
»111 ettiğin gibi Ben dilediğine hidayet ve saadet verip, onları aziz edersin.
Sen
ÂL-t
İMRÂN SÜRESİ 345
dilediğini
küfrüyle zelil edersin. Şüphesiz ki, sen her şeye hakkıyla kadirsin.»
«Sen.
geceyi gündüzün içine koyarsın, gündüzü uzatır geceyi kısaltırsın. Sen, gündüzü
gecenin içine sokar, geceyi uzatır gündüzü kısaltırsın. Tâ kıyamete değin
geceyi götürür gündüzü, gündüzü götürür geceyi getirirsin. Sen, gecenin
karanlığında gündüzün aydınlığını, gündüzün aydınlığında da gecenin karanlığını
yok edersin. Sen ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarırsın.»
Hayat
ve ölüm de böyledir. Yavaş yavaş ve dereceli olarak biri diğerini takip ediyor.
Canlılar dünyasında geçen her saniye, hayatla birlikte ölüm de hareket ediyor.
Her an canlı azalardan ölüm bir bir parça koparıyor ve hayat, yeni yeni
binasını kurmaya çalışıyor. Canlıların bünyesinde bir kısım hücreler ölüyor ve
bir kısım hücreler yeniden meydana geliyor. Yeni bir hücre doğuyor, yeni ölen
hücrenin yerini alıyor. Ölen her hücrenin yerine bir yenisi geçiyor. Bir tek
canlının bünyesinde vuku bulan hareket de böyle.
Sonra
daire genişliyor ve bütün canlılar ölüyor. Hayat denilen şey son buluyor. Ama
bünyelerindeki hücreler yeni bir terkib meydana getirmek için toz ve toprağa
karışıyor. Atomları bir başka canlının terkibine giriyor. Ve orada yeniden bir
hayat canlanmaya başlıyor. Allah'ın kudretiyle kıyamet günü o atom tekrar eski
haline dönecektir. Gece ve gündüz bütün saniyeler boyunca devam eden bir devr-i
daimdir. Hangi insan bunlardan birisini kendinin yaptığını ileri sürebilir? Hiç
bir akıl sahibi bütün bunların kör bir tesadüfün eseri olduğunu iddia edemez
(*).
Bu
hususta bazı tefsirciler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir, şöyle ki: Bazı
insandan ölü, bazı insandan da diri nutfenin geldiği, çürümüş bir taneden
yemyeşil bir bitki çıktığı gibi. Yüce Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü
çıkarmıştır. Kıyamet günü ölüyü de o şekilde diriltecektir. Kâfirden mü'min,
mü'minden de kafirin doğduğu, âlimden cahil, cahilden de âlimin doğduğu gibi.
Allahü Teâlâ kıyamet günü her canlıyı aynı şekilde diriltecektir.
Hz.
Zehra Cr. anhâ) Peygamberimizin şöyle söylediğini naklediyor: «Peygamberimiz
(s.a.v.), hanımlarından bazısının evine girer ve orada bir kadın görür, o
kadının kim olduğunu sorar, hanımları •senin helâlindir» derler.
Peygamberimizin o hanımı müşrik birinin kızı idi. îslâm ile müşerref olup,
cihanın güneşinin hanımı olma şerefini kazanmıştır. Peygamberimiz Allahü
Teâlâ'ya hamd ederek,
(*)
Fi ZıtâU'l-Kur'ân'ın 2. cildi ve 253. sayfasından alınmıştır.
34B ÂL-Î İMRÂN SÛRESİ
«ölüden
diriyi çıkarıyor» buyurmuştur (Ebû Dâvud). Çünkü o sa-liha bir kadındı, fakat
babası kâfirdi. Yüce Allah dilediği kullarına tahmin etmediği yerden hesapsız
rızık verir.
Bu
âyeti sabah-akşam okuyanları Yüce Allah zilletten kurtarır, aziz kılar. Kalbini
Allah sevgisiyle doldurur ve rızkını bol eyler.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Mü'minler,
mü'mlnleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah'dan
ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınma haliniz müstesnadır. Allah size,
kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş Allah'adır.»
Bu
âyet-i celilede Allahü Tealâ, mü'minlerin kafirleri asla dost edinmemelerini
emrediyor ve onların dost olamayacaklarını bildiriyor.
İbn
Abbas (r.a.)'a göre bu âyet münafıklar hakkında nazil olmuştur. Münafıkların
reisi Abdullah bin Selûl ve arkadaşları, Peygamberimizin yanına geldikleri
zaman iman ettiklerini ifade ederler, ayrıldıkları zaman küfürlerine devam
ederek Yahudilerle dostluk kurarlar ve onların Peygamberimize galip gelmesini
de isterlerdi. Hattâ daha ileri giderek Peygamberimizin yanında olup-bitenleri
Yahudilere haber verirler ve onların sevgisini kazanmaya çalışırlardı.
Akıllarınca Peygamberimizi ve mü'minleri aldatmaya çalışırlardı. Yüce Allah da
bu âyeti sevgili habibine indirerek şöyle buyurmuştur: «Mü'minler, mü'minleri
bırakıp kâfirleri dost tutmasınlar. Kim öyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş
olur.» Kâfirlerle dost olan Allah'ın dininden ayrılmış, rahmetinden uzaklaşmış
ve hidayeti bırakıp, küfre girmiş olur. Zira kâfiri dost edinmek, onların
küfrüne razı olmaktır. Kâfirlerin küfrüne rıza gösterenler de, kâfir olur.
Çünkü küfre rıza, küfürdür. Şayet onların şerlerinden korkarsa-nız, serlerinin
size bulaşmaması için, kalben buğz (düşmanlık) etmek şartıyle, dilden dostluk
kurabilirsiniz. Sadece lisanı bir dostluğa müsaade vardır, kalbi ve fiili
dostluğa asla müsaade yoktur. Allah'ın düşmanlarıyla dost olan Müslümanların,
islâm hududlannın haricine çıktığını Yüce Allah kesinlikle ilân ediyor. Bu dostluk,
is-
ÂL-1
İMRÂtf SÜHESt 347
ter
kalbî bir dostluk olsun, ister ona yardım etmek şeklinde olsun, ister onun
yardımını talep etme tarzında olsun, hepsi müsavidir.
Allahü
Teâlâ size, kendinden korkmanızı emrediyor. Başkalarından korkmamanızı
bildiriyor. Zira mü'minierin yardımcısı O'dur. Nihayet dönüş Allah'adır.
Amellerinize göre ceza ve mükâfatını verecek olan da O'dur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«De
ki: İçinizde olanı gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsini O bilir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.»
Allahü
Teâlâ kullarının gönüllerinde sakladıklarını da, açığa çıkardıklarını da bilir.
Hiçbir şey O'nun bilgisinden saklı kalmaz. Yüce Allah, ahdini bozup kâfirleri
dost tutanları da, onları dost edin-meyenleri de bilir. O, her şeye kadirdir.
O, hiç bir şeyden âciz değildir. Her şey O'na muhtaçtır. Hayır işleyenler
mükâfatını,' şer yapanlar da cezasım görecektir. Hiç bir şey O'nun ilminden
gizli kalmadığı gibi, hiç bir amel de karşılıksız kalmayacaktır. Nitekim Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor;
«Düşünün
o günü ki, herkes ne hayır istediyse, karşısında onu hazırlanmış bulacaktır. Ne
de kötülük yaptıysa, onunla kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını arzu
edecek. Allah sizin, kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını pek çok
esirgeyicidir.»
»Her
fert hayır ve serden yaptığını kıyamet günü karşısında hazırlanmış bulacaktır.
Herkese dünyada kazandığının karşılığı, noksansız olarak verilecek, kimseye
haksızlık yapamayacaktır. Dünyada yapmış olduğu kötülükler kıyamet günü
karşısına çıktığı zaman, ondan kaçmak isteyecek, fakat kaçamayacaktır. Çünkü
onlarla cezalandırılacaktır.
Allah,
sizin, kendinden korkmanızı emrediyor. Zira her şeyin karşılığını O verecektir.
Kullarının amellerini değerlendirecek plan
da
O'dur. O, esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Tevbekâr olan kullarının hatâlarını ve
günahlarını bağışlar. Yapmış oldukları hatâların karşılığını hemen vermez.
Tevbe ve istiğfar etmeleri için onlara mühlet verir,
0
Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«De
ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Çünkü Allah çok yarlığayıcı ve çok esirgeyicidir.»
Bu
âyet-i celile, Cenâb-ı Hakk'a itaat ve muhabbetin, O'nun rahmet ve mağfiretine
nailiyetin ancak O'nun muhterem Peygamberine tâbi ve onu sevmekle olacağını
bildirmektedir.
Bu
âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s:a.vj, kâfirlerin ileri
gelenlerinden Kâ'b bin Eşrefi ve arkadaşlarını islâm'a davet etmişti. Onlar,
Peygamberimizin bu davetini hafife alarak şöyle de-mişlerdi-. «Bizim Allah
katındaki sevgimiz, bir çocuğun babası katındaki sevgisi gibidir. Biz, O'nun en
sevgili kullarıyız.»
Yüce
Allah onların bu iddialarını reddederek, sevgili habibine şöyle buyurmuştur:
»De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Yüce Allah çok yarlığayıcı ve çok
esirgeyicidir.» Allahü Teâlâ*yı sevmek ancak Hz. Peygamberi sevmekle mümkündür.
Onu sevmeyenler asla Allah'ı sevmiş olamazlar. Zira, Hz. Peygamber'in tebliğ
ettiği din, Allahü Teâlâ'nın dinidir. Peygamberimiz «eğer bana tâbi olur ve
Allah'ın emirlerini yerine getirirseniz, gerçekten Allah'ı sevmiş olursunuz.,
buyurmuştur. Bu şekilde Peygambere tâbi olup, Allah'a itaat edenlerin
günahlarını bağışlar. Çünkü Yüce Allah gafur ve rahimdir. Tevbe eden kullarını
esirger ve bağışlar (Tirmizî).
Allah'a
muhabbet, O'nun ve Resulünün emirlerine itaat ve hükmüne rıza göstermekle olur.
O'nun emirlerine itaat etmeyenler, hükmüne rıza göstermeyenler asla Allah'ı ve
Resulünü sevmiş olamazlar. Allah'ın kullarına muhabbeti ise, kullarının
günahlarım bağışlaması ve onlara rahmetiyle ihsan etmesidir, Allah'ın rahmetine
mazhar olanlar O'nun sevgili kullarıdır.
Yahudiler
bu âyetin inzal olduğunu duyunca, kendilerinde bir Üstünlük görerek şöyle
demişlerdir: -Hıristiyanların tsa'yı dost edin-dlftl gibi, Muhammed de bizim,
kendisini ctoıt tutup, izzet ve ik-
ÂL-İ
İMRÂN SÛRESİ 349
ram
etmemizi istiyor.» Yahudiler kendilerine göre hayaller kurmuşlardı. Halbuki Hz.
Muhammed'in onların dostluğuna asla ihtiyacı yoktur. Zira, o, Allah dostudur.
Onun dostu da Allah'a îman edenlerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
ıs-,-
'—_- 9;
^^ ->" - " - -> -\
«De
ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz ki, Allah da
o kâfirleri sevmez.»
Ey
îman edenler, Allahü Teâlâ'ya ve Resulüne itaat edin. Allah'ın emirlerine tâbi
olup, yasaklarından kaçınmakla O'na ve Resulüne itaat etmiş olursunuz. Allah'a
ve Resûlü'ne itaat edenler iki cihan saadetini kazanmış, dünya ve âhiretin
mutluluğuna ulaşmış olurlar. Allah'ın ve Resulünün emirlerinden yüz çevirenler
ise, O1-nun rahmetinden mahrum olurlar. Zira O'nun emirlerinden yüz
çevirenler kâfirlerdir. Yüce Allah küfredenleri asla sevmez, onların
günahlarını bağışlamaz. Onlar hakkı gizlerler, hidayete gelmeyi istemezler,
küfürlerinde devam ederler. Yukarda da belirtildiği gibi Allahü Teâlâ, tevbe
edenlerin tevbesini kabul eder, onların günahlarını bağışlar.
Bu
âyet-i celilede Aîlahü Teâlâ, kendine itaat ile Peygamberine itaati bir
zikretmiştir, Allah'ın flesûlü'ne itaat etmeyen asla Allah'a itaat etmiş"
olamaz. Peygambere itaatsizlik, Allah'a itaatsizliktir. Hz. Peygambere tâbi
olmayan ve ona itaat etmeyen Allah'ı, sevmiş olamaz. Çünkü Allah'a muhabbetin
yolu Peygambere itaatten geçer. Zira Yüce Allah «eğer siz Allah'ı seviyorsanız
bana tâbi olun- buyurmuştur. Bu âyet, Allah sevgisinin, ancak Peygamber
sevgisiyle mümkün olacağını belirtmiştir. Yukarda da ifade edildiği gibi,
Peygamberin bildirdiği ve tebliğ ettiği her şey Yüce Allah'ın emridir. Allah'a
muhabbet besleyenler peygambere tâbi olup, onun sünnetini icra ederler ve
Allah'ın emirlerini de yerine getirirlerse İlâhi rahmete mazhar olurlar. İlâhî
rahmete mazhar olanların günahları bağışlanır, Peygamberin şefaatine hak kazanırlar,
korktuklarından emin, arzu ettiklerine nail olurlar. Bütün bunlar Allah'ın
emirlerine itaat ve Resûlü'ne tâbi olmakla olur.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ peygamberlerden haber vererek şöyle buyuruyor:
350 AL-İ ÎMRÂN SÛRESİ
«Muhakkak
Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını, İmran ailesini birbirinin
zürriyetindeiı olarak âlemlere tercih etti. Allah hakkıyla işitici, kemâliyle
bilicidir.»
AUahü
Teâlâ, Âdem, Nüh, İbrahim hanedanına ve îmran ailesine çeşitli özellikler
vererek, onları âlemler üzerine tercih etmiştir. Âdem ile Nûh (a.s.)'u da
zürriyetine peygamber göndermiştir, Ve din olarak da onlara İslam'ı vermiştir.
Yüce Allah Âdem Peygambere beş özellik vermiştir. Bu özellikler başka
peygamberlerde yoktur. Bu özellikler şunlardır:
—
Yüce Hâhk, Âdem (a.s.)'i en güzel bir biçimde yaratmıştır.
—
Bütün isimlerini ona Öğretmiştir.
—
Melekler ona secde etmiştir.
—
Yüce Allah Âdem'i yarattıktan sonra cennete koymuştur.
—
Âdem (a.s.), bütün insanlığın babasıdır. Allahü Teâlâ Nûh (a.s.)'a da beş
özelik vermiştir:
—
Allahü Teâlâ, Nûh ta.sJ 'u insanlığın ikinci atası yapmıştır. Nûh tufanında
bütün kâfirler helak olmuş, sadece onun ümmeti kalmıştı. İnsanlık tekrar onun ümmetinden
ve oğullarından türemiştir.
—
Yüce Allah, Nûh Ca.sJ'a çok uzun ömür vermiş ve Nûh (a.s.) dokuz yüz elli sene
kavmine peygamberlik yapmış, onları Hakk'a davet etmiştir.
—
Allahü Teâlâ, Nûh Ca.sJ'un duasını kabul ederek kâfirleri helak etmiş, ona îman
edenleri de boğulmaktan kurtarmıştır.
—
Nûh Ca.sJ'u ve ona îman edenleri, düşmanlarının zulmünden kurtardığı gibi,
helak olmaktan da kurtarmıştır.
—
Yüce Allah, Nûh (a.s.)'un şeriatıyla, ondan önceki şeriatın bazı hükümlerini
değiştirmiştir. Her ne kadar Nüh (a.s.)'a Allah tarafından kitap gönderilmemişse
de, peygamber olduğu için Allah tarafından bazı hükümler kendisine ilham
edilmiştir.
Yüce
Mevlâ, İbrahim (a.s.Ve de beş özellik vermiştir:
1
— Allahü Teâlâ, rivayete göre ibrahim (a.s.)*in soyundan Âhirzaman Peygamberine
kadar bin peygamber göndermiştir.
ÂL-1
İMRÂN SÛRESİ 351
—
Yüce Mevlâ, İbrahim (a.s.)'i kendine dost edinmiştir.
—
îbrahim (a.s.)'i Nemrud'un ateşine yaktırmamış ve onun hilelerinden
kurtarmıştır.
—
Yüce Allah, ibrahim (a.sJ'i bütün beşeriyete imam tayin etmiştir.
—
AUahü Teâlâ, onu bir kaç kelime ile imtihan etmiş ve kendisine tevfik ederek
imtihanda muvaffak etmiştir. Bunun izahı Bakara sûresinde geçmiştir. Yüce
Allah, bu özellikleri bunlara verdiği gibi, İmran ailesine de bazı özellikler
lütfetmiştir. îmran ailesinin kim olduğu hususunda bilginler farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir.
İmam-ı
Mukatil'e göre îmran, Hz. Musa ile Hz. Harun'un babasıdır. Yüce Allah onları
îsraüoğullanna peygamber olarak göndermiş ve onların şahsında Tin vadisinde
îsrailoğullarına kudret hel-vasıyla bıldırcın eti ikram etmiştir. Allahü Teâlâ
bunu hiç bir peygambere vermemiştir.
îmanvı
Kelbî'ye göre, îmran Hz. Meryem'in atasıdır. Onun hanımı Hanne'den Meryem
dünyaya gelmiştir. Meryem'den de, babasız olarak Hz. İsa dünyaya gelmiştir. Bu
özellik, hiç bir peygamberin anasına verilmemiştir. Bütün bunlar birbirinin
soyundandır ve birbirinin dini üzere gelmişlerdir. Bunların hepsinin getirdiği
_ din İslâm'dır.
AUahü
Teâlâ, bunların sözlerini işitici ve bilicidir. Hiç bir şey O'nun bilgisinden
hâli değildir. O, kullarının yaptıklarını bilir ve sözlerini işitir, O, her
şeye kadirdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Hani
îmran'uı karısı: Rabbim, karnımdakini âzadlı bir kul olarak sana adadım. Benden
de (bunu) kabul buyur. Şüphesiz hakkıyle işiten, kemaliyle bilen sensin sen,
demişti.»
Bu
mübarek âyetlerde, kudret-i ilâhiye ile ne kadar hârikaların vücuda geldiği ve
bir kısım muhterem simaların ne büyük imtiyazlara mazhar olduğu gösteriliyor.
Hz.
Meryem'in anası Hanne, îmran bin Mâse'nin hanımıdır. Rivayete göre Hanne
yaşlandığı bir sırada hamile olmuş. -Eğer ben bunu salimen dünyaya getirirsem,
Beyt-i Mukaddes'e tasadduk edeceğim» demiş. Ve Rabbine söyle niyazda
bulunmuştu: «Kabbim, karmmdakjjıi âzadlı bir kul olarak sana adadım. Benden de
bunu kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten, kemâliyle büen sensin sen.»
Hanne
bu şekilde Rabbine dua etmişti. Bunun üzerine kocası Hanne'ye, «eğer bu çocuk
kız olursa örtünmesi gerekir, o zaman ne yapacaksın?» demişti. Yani nasıl
Beyt-i Mukaddes'e hizmet edecek demek istemişti. Hanne düşünür, bütün
samimiyetiyle Rabbine şöyle niyaz eder: «Ya Rabbi, karrumdakini senin için
nezrettinı. Dünyadan âzâde olup, senin kapına hizmetkâr olsun. Ömrünü sana
ibadetle geçirsin, Karnımdakinin kız mı, erkek mi olduğunu bilmiyorum. Benden
bunu kabul buyur, şüphesiz ki, sen hakkıyla işiten, kemâliyle bilensin. Rabbim
duamı kabul eyle.» Samimiyetle.yapılan duaların ind-i ilâhide makbul olacağı
muhakkaktır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Fakat
onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilici iken: Rabbim, hakikat
ben onu kız olarak doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Gerçekten ben adını
Meryem koydum. Ben onu da, soyunu da taşlanmış şeytandan sana sığındırırım,
demişti.»
Mz.
Meryem'in anası Hanne, çocuğu dünyaya getirince onun kw olduğunu görür ve
«Rabbim, ben onu kız olarak dünyaya getirdim» der. Halbuki Allahü Teâlâ onun ne
doğurduğunu çok iyi bilicidir. Hanne, çocuğunun kız olması hasebiyle nezrini
yerine getiremeyeceğinden korkuyordu. Fakat nezrinde samimî olduğu için şöyle
der: «Erkek, kız gibi değildir. Gerçekten ben adını Meryem koydum. Ben onu da,
soyunu da taşlanmış şeytandan sana sığındırırım.»
Elbette
ki, kız çocuğu erkek çocuk gibi Beyt-i Mukaddes'te hla-met edemez. Hanne,
çocuğunun kız olmasına rağmen nezrinden dönmediğini ifade ile, «gerçekten ben onun
adını Meryem koydum- diyor. Meryem onların lisanında hizmet eden, Allah'a
kendisini adayan demektir. Allahü Teâlâ da onun samimi duasını kabul edertk,
onu ve zürriyetini kovulmuş, taşlanmış şeytandan korumuştur,
Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.) bu hususta şöyte demiştin * Dünyaya gelen her çocuğa
şeytan dokunur ve çocuğun aglıunauiia iebnp olur. Hanne'nin duasından dolayı
yalnız Meryem ile laa (»■,}'»
ya
dokunamamıştır.- Yüce Allah Hanne'nin samimiyetinden ve ih-lâsından dolayı,
duasını kabul buyurmuştur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Bunun
üzerine Rabbi onu iyi bîr rıza ile kabul etti. Onu güzel bir nebat gibi
büyüttü. Zekeriyyâ*yı da ona memur etti. Zoke-riyya mihraba her girişinde, onun
yanında bir yiyecek bulurdu. Yâ Meryem, bu sana nereden (geliyor?! diye
sorardı. O da: Allah tarafından derdi. Şüphe yok ki, Allah, dilediğini hesapsız
rızıklan-dınr.»
Hanne,
Meryem'i doğurunca kundak yapıp Beyt-i Mukaddes'-deki din bilginlerinin
bulunduğu yere bırakır. Orada yirmi dokuz din adamı vardır. Hz. Zekeriyya da
bunların içindedir. İmran, ilim bakımından onların en büyükleri ve reisleri
olduğu için, orada bulunan din adamlarından her biri Meryem'i almak ister.
Fakat hepsi Meryem'i almak istediği için bir türlü anlaşamazlar. Aralarında
münakaşa çıkar. Bunun üzerine Zekeriyya ta.sj Meryem'i alır. Zira Meryem'in
teyzesi Zekeriyya (a.s.)'run hanımıdır. Zekeriyya -Bunun bakımı bana aittir,
çünkü teyzesi de benim nezdimdedir» der.
Orada
bulunanlar buna razı olmazlar ve şöyle derler: «Bu bir nezirdir. Senin ona
bakman, terbiye etmen nesep itibariyle olur. Kalbuki buna bakmaya herkesden
daha lâyık olan anasıdır.» Neticede Meryem için kura çekmeye karar verirler.
Onların kur'a şekli, herkes elindeki kalemi nehre atmakla olurmuş. Hep birlikte
Ürdün nehrine gelirler ve ellerindeki kalemleri nehre atarlar, herkesin, kalemi
batar sadece Zekeriyya (a.s.)'nm kalemi su üstünde kalır. Anlarlar ki, bunun
bakımı Zekeriyya (a.s.)'ya verilmiştir. Kalemi suyun üstünde kalan kur'ayı
kazanmış olacaktı. Kur'adan sonra Meryem'i Zekeriyya aldı. Allahü Tealâ da,
Hanne'nin nezrini kabul ettiğine işaret ederek şöyle buyurmuştur:
«Bunun
üzerine Rabbi onu iyi bir rıza ile kabul etti.» Yüce Allah, Hanne'nin nezrini
kabul etti ve Meryem'i en güzel yiyeceklerle besledi. Onun terbiyesini en güzel
şekilde yaptı. Zekeriyya Ca.s.)'yı da, ona bakmaya ve terbiye etmeye memur
etti.
Zekeriyya
(a.s.), onun için Beyt-i Mukaddes'in yanma bir köşk inşa etti, içine de bir
mihrap yaptırdı. Binanın kapısını da yüksek bir yerden koydu ki, Zekeriyya'dan
başka kimse oraya çıkamasın. Zekeriyya Peygamber onun için bir süt anne
tutmuştu. Süt anne ona her gün bakıyor ve süt veriyordu. Nihayet Meryem,
olgunluk çağına geldi. Binada tek başına duruyor ve gece-gündüz ibadete devam
ediyordu. Bulunduğu yerden ancak özürlü iken çıkar, teyzesinin yanına gelir, o
günlerini teyzesinin yanında geçirirdi. Özrü bittikten sonra tekrar köşküne
döner, mihrabında ibadet ile meşgul olurdu.
Bazılarına
göre, Hz. Meryem hiç özür görmemiş ve devamlı ibadet ile meşgul olmuştur. Kendisinde
ibadete mani bir özür bulunmadığı için her an ibadetle iştigal ederdi.
Zekeriyya
(a.sJ, onun mihrabına girdiği zaman, yanında mutlaka bir yiyecek bulurdu. Kışın
sebzeler ve meyveler, yazın ise kış yiyeceği bulurdu. Halbuki Meryem'in
bulunduğu yere Zekeriyya'-dan başkası girip-çıkmıyordu. Zekeriyya bunları
görünce bir an şa-şınr ve Meryem'e şöyle der: «Yâ Meryem bunlar sana nereden
geliyor?» Meryem de cevaben: «Allah tarafından, O, lütfuyla bana bunları ihsan
etti» der. Şüphe yok ki, Allahü Teâla dilediği kullarını sayısız rızıklarla
nzıklandırır. O'nun hikmetinden sual olunmaz. O, sevdiği kullarını böyle
mükâfatlandırır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Orada
Zekeriyya Rabbine dua etti: Rabbİm, bana katandan çok temiz bir zürriyet ihsan
et. Muhakkak sen duayı hakkıyla işitensin.»
Zekeriyya
(a.s.), Allahü Teâlâ'nın Meryem'e, yazın kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi
verdiğini görünce şöyle der: «Yazın kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi veren
Rabbim, yaşlı erkek ve kadına da bir evlât vermeye kadirdir.» Zekeriyya (a.s.)
ile hanımı yaşlanmıştı. Bu âna kadar da çocukları olmamıştı. Artık çocukları
olacağına dair ümitleri de yoktu. Beyt-i Mukaddes'in anahtarı ve nübüvvet
onların sülâlesini takiben Zekeriyya (a.sJ'ya kadar gelmişti. Zekeriyya
(a.s.)'nın çocuğu olmadığı için mukaddes emaneti kim»
ÂL-Î
İMRAN StFRESİ 355
bırakacağını
düşünüyordu. Meryem'in yanındaki yiyecekler Ze-keriyya (a.s.)'yı çok
duygulandırmış ve Rabbine şöyle dua etmişti: «Ya Rabbi, bana hayırlı, itaatkâr,
edepli bir evlât ver. Sen duaları kabul edensin. Benim duamı da kabul buyur.»
Allahü Teâlâ, Zeke-riyya (a.s.) 'nın bu şekilde samimî olarak yaptığı duayı
kabul etmiştir. Melekleri, ona hayırlı bir evlât verdiğini müjdelemek için
gönderdi.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde bunu şöyle beyan buyuruyor:
■O,
mihrabda durup namaz kılarken melekler ona (şöyle) seslendiler i Gerçek, Allah
sana kendisinden bir kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve
salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeler.»
Allahü
Teâlâ, bu âyette Yahya (a.s.) 'nın özelliklerini açıklamıştır. Yahya Ca.s.) üç
yaşında iken, îsa Ca.s.) dünyaya gelmişti. İsa (a.s.)'nın Allah'ın kelimesi
olduğunu ilk önce o tasdik etmiştir. Bu hususta geniş bilgi Meryem süresinde
gelecektir. Yahya (a.s.) ile tsa Ca.s.) aynı zamanda, teyze çocuklarıdır.
Cebrail'in kendisine verdiği müjdeyi duyan Zekeriyya (a.s.), ona şöyle sorar:
Zekeriyya Ca. s.)'nın Cebrail'e sorusunu, Allahü Teâlâ şu âyet-i celilesiyle
beyan buyurmaktadır;
-Ve
dedi ki i Rabbim, ben artık iyice kocamıs, karım da kısır İken nasıl oğlum
olabilir? öyle, Allah dilediğini yapar, dedi.»
Zekeriyya
(a.s.), Yüce Mevlâ'nın kudretinden asla şüphe etmiyordu. Yüce Allah'ın her şeye
kadir olduğunu biliyordu. Fakat yaşlı olduğunu ve hanımının da "kısır
olduğunu ifade ediyordu. Çünkü Zekeriyya (a.s.) yüz yirmi yaşında idi. Karısı
da o nisbette yaşlı ve kısırdı. Her ikisi de çocuklarının olacağından ümidi
kesmişlerdi.
Allahü
Tealâ hakkıyla her şeye kadirdir. Dilerse gençlikte, dilerse ihtiyarlıkta
kullarına dilediğini verir.
Zekeriyya
(a.s.), ilâhi müjdeyi aldıktan sonra hanımının hamile olduğuna dair bir alâmet
istiyordu. Bu, Allah'a karşı teslimiyetin ve sevincin ifadesiydi.
Allahü
Tfiâlâ â.vpıf.-i celiİAsinria onu sövle İfade buvuruvor:
«Dedi
ki: Rabbim, bana bir alâmet ver. Alâmetin insanlarla üç gün, işaretten başka
şekillerle konuşmamandır, dedi. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam-sabah
O'nu teşbih et.*
Zekeriyya
(a.s.) hanımının hamile olduğunu öğrenince: «Yâ Rabbi, hanımımın hamile
olduğuna dair bana bir alâmet ver. Onun ile hamile olduğunu bileyim» demişti.
Yüce Allah da, ona şöyle buyurmuştur: «Senin alâmetin üç gün, insanlarla
işaretten başka şekillerle konuşmamandır.» Zekeriyya (a.s.)'nın, üç gün
insanlarla konuşmamasının birçok hikmetleri vardır. Bu, insanlardan muayyen bir
zaman için ayrılıp, kendini ibadete vererek Allah'a teslim olmasıdır. Bu vesile
ile ibadete ayırmış olduğu zamanın daha çok olması ve ibadetini huzur içinde
yapmasıdır. Bundaki asıl hikmeti Yüce Merlft bilir.
Bazı
tefsircilere göre Zekeriyya (a.s.)'nın insanlarla-konuşmadan men edilmesinin
sebebi şudur: «Zekeriyya'nın konuşmadan men edilmesi ukubet (hata) yönündendir.
Zira ona salih bir evlât müjdesi verildiği zaman, buna karşılık Allahü Teâlâ'ya
hanıd etmesi gerekirdi. Fakat o, bunu bıraktı hanımının hamile olduğuna dair
alâmet istedi. Yüce Allah da, onun üç gün insanlarla konuşmasını yasakladı.
Buna rağmen çok zikir yapmasını ve akşam - sabah Allah'ı teşbih etmesini
emretti.»
Bazı
tefsirciler de bu hususta şöyle demişlerdir: Allahü Teâla1-nın,
Zekeriyya (a.s.)'yı insanlarla konuşmadan men etmesi ukubet yönünden değildir.
Belki keramet yönündendir. Onun insanlarla konuşmaması hanımının hamile
olduğuna işarettir.»
Bazı
islâm bilginleri de şöyle demişlerdir: «Zekeriyya Ca.sJ. Yahya ile
müjdelenince, şeytan ona «Yâ Zekeriyya, sana Yahya'yı müjdeleyen ses
şeytandandır. Eğer Allah'tan olsaydı, sana vahiy gelirdi» demiştir. Zekeriyya
(a.s.) da, kendisine âm olan bu şüphenin giderilmesi için «Yâ Rabbi, bana
hanımımın hamile olduğuna dair bir alamet,ver. Onunla, bana gelen müjdenin
»nden galdijinl bileyim» demişti. Bunun üzerine AUahü Teâlâ da, Zekeriyya (a.sJ1-yı
insanlarla konuşmaktan men etti. Fakat onu zikirden alıkoymadı. Akşam - sabah
Allah'ı çok zikretmesini ve O'na hamd etmesini emretti.
AUahü
Teâlâ âyet-i celilesinde Hz. Meryem hakkında şöyle buyuruyor:
«Hani
meleklen Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçip temizledi. Alemlerin
kadınlarından seni üstün tuttu, demişlerdi.»
-Ey
Meryem huşu1 ile Rabbinin divanına dur, secdeye kapan ve rükû'
edenlerle birlikte rükû' et.»
«Bunlar
sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i onlardan hangisi
himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken, sen yanlarında değildin.
Çekişirlerden de yine yanlarında değildin.»
Bu
âyet-i celileler Hz. Meryem'in üstünlüğünü bildirirken, huşu' ile Allah'a
ibadet etmesini de emretmektedir. Cebrail Ca.s.) Allah tarafından Hz. Meryem'e
gönderilerek, ona şöyle demiştir: -Yâ Meryem, Allahü Teâiâ seni İslâm dini ile
müşerref kıldı. Günahlardan, çirkin şeylerden, kinden ve diğer kötü şeylerden
seni temizledi. Seni âlemlerin kadınlarından üstün tuttu.»
Burada
anlatılmak istenen husus şudur: Nasıl ki Âdem (a.s.) babasız ve annesiz dünyaya
getirildi ise, Hz. Meryem de babasız çocuk dünyaya getirmiştir. Yüce Allah bu
özelliği Meryem'den başka hiç bir kadına nasip etmemiştir. Cebrail «Yâ Meryem,
sen Rabbi-ne itaat et. Huşu' ile namazda kıyamda dur. Secde ve rükû' edenlerle
sen de secde ve rükû' et.» Cebrail, Hz. Meryem'e Beyt-i Mukad-des'te ibadet
eden din bilginleriyle ibadet etmesini bildiriyordu.
Imam-ı
Mücahid «Allah tarafından gelen bu emir Meryem'e bildirilince, namazda ayakları
ağrıyana kadar dururdu. Hattâ şişene kadar ayakta kalırdı» demiştir.
Bu
âyetlerde Yüce Allah'ın kudreti bildirilirken, aynı zamanda geçmiş mühim
hâdiseler hakkında da Hz. Muhammed'e bilgi verilmektedir. Bunu Allahü Teâlâ,
sevgili habibine şöyle naklediyor: «Zekeriyya ve Meryem ile ilgili haberler
sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i onlardan hangisi
himayesine alacak diye kalemlerini atarken sen yanlarında değildin. Onlar
Meryem için çekişirlerken de yine yanlarında yoktun.» Yüce Allah, mümtaz
kullarının haberlerini sevgili Peygamberine haber vermiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde Hz. Meryem'den haber vererek şöyle buyuruyor:
■Melekler
demeti kî: Ey Meryem, Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı,
Meryemoğlu İsa, Mesih'dir. Dünyada da, âhirette de şanı yücedir. Allah'a yakın
kılınanlardandır da.»
«Beşiğinde
de, yetişkinlik halinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O sâlihlerdendir.»
Allahü
Teâlâ, Hz. Meryem'e Cebrail vasıtasıyla kendinden bir kelimeyi müjdeliyor. Bu,
Yüce Allah'ın kudretinin eseridir. Bu kudretin sırrını Allah'dan başka kimse
bilmez. Her şeyi yoktan var eden «Halik», Âdem (a.a.)'i topraktan var ettiği
gibi, bir insanı da babasız dünyaya getirmeye kadirdir. Yüce Allah'ın sevgili
bir kulunu babasız dünyaya getirmesi, O'nun için güç değildir. O, *ol» dedi mi
her şey o anda oluverir. Bu hikmetlerin sırrını beşerin çözmesi mümkün
değildir.
Rivayete
göre: Hz. Meryem'e özür vâki olmuş, özür müddeti bittikten sonra boy abdesti
alıp ibadetine devam etmek istemişti. Boy abdesti için hazırlandığı bir sırada
Cebrail Meryem'e gelerek şöyle der: *,Ya Meryem, Allahü Teâlâ, babasız olarak
sana bir oğlan çocuğu lütfetti. Adı Meryemoğlu İsa, lâkabı Mesih'dir.* Mesih,
yeryüzünde gezen, seyahat eden, gözü görmeyenlerin gözünü mesh etmek suretiyle
gördürendir. Onun için Isa (a.s.)'ya Mesih denmiştir. Cebrail müjdesine devam
ederek -Onun dünyada da, âhirette de şanı yücedir. Ve Allah'a yakın
kılınanlardandır» demiştir. Allahü Teâlâ, onun şanının yüce olduğunu ve
Allah'ın sevgili kulu olacağını Cebrail vasıtasıyla Meryem'e bildirerek şöyle
buyurmaktadır: ■■O beşikte de, yetişkinlik halinde de insanlarla
konuşacaktır. Ve o, Allah'ın salih kullarındandır.» Daha dünyaya gelmeden Hz.
tsa
hakkında
gereken malûmat Meryem'e bildirilmektedir. Hz. Meryem bu sözleri işitince
şaşırır ve şöyle sual eder:
Yüce
Allah, Meryem'in sualini âyet-i celilesinde şöyle beyan buyuruyor:
«Meryem
dedi ki: Hey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum
olabilir? Melekler de şöyle dediler: Allah dilediğini öylece yaratır ve bir
şeyin olmasını dilerse, ona «ol» der, o da oluverir.»
O
âna kadar Hz. Meryem'e hiç bir beşer eli değmemişti. Meryem bu şüphesini
gidermek için; «Hey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum
olabilir?» demişti. Zira Meryem de bîr beşerdi. Bunun üzerine Cebrail Meryem'e
şöyle diyor: «Hakikaten sana kimsenin eli değmedi. Fakat Allahü Teâlâ, Öyle diledi.
O, dilediğini dilediği gibi yaratır. Bir şeyin olmasını dilerse, ona «ol» der,
o da oluverir.» Her şey Allah'ın dilemesiyle olur. Hiç bir şey O'-nun
iradesinin dışında değildir.
Cebrail,
kendisine verilen görev gereği Meryem'e vurmuştu, bu vurmadan mütevellit Meryem
hâmile olmuştu. Bu vurma sadece zahiri bir sebeptir.
Bazıları
da şöyle demişlerdir: «Cebrail'in Meryem'e vurmasıyla, Meryem hamile
kalmamıştır. Eğer öyle olsaydı insanların bir kısmı melekten, bir kısmı da
insandan olurdu. Bu mümkün değildir. Bu meselenin hakikati şudur: «Allahü Teâlâ
Âdem (a.s.)'i yarattığı zaman, onun zürriyetinden ahd-i misak aldı. Ayni
zamanda insanın madde-İ aslisi olan nutfenin bazısını babanın sulbünde,
bazısını da ananın sulbünde bıraktı. Baba ile ana cem oldukları zaman, babanın
sulbünden gelen su ile ananın sulbünden gelen su döl yatağında birleşerek
-İlâhi kudretle- çocuğun oluşmasını sağlar. Babanın sulbünden gelen su ile
ananın sulbünden gelen suyun birleşmesi olmadan çocuğun olması mümkün değildir.
Allahü Teâlâ, ahd-i misakta babanın sulbüne bıraktığı su İle ananın sulbüne
bıraktığı suyun İkisini de Meryem'de toplamıştır. Babadan gelen suyu Meryem'in
Bulbünde, kadından gelen suyu da rahminde halk etmiştir. Fakat Cebrail'in
Meryem'e vurmasına kadar bu iki su birbirine karışmamıştır. Cebrail'in Meryem'e
vurmasıyla bu iki su birbirine karışmış, bu karışmadan da Hz. İsa'ya hâmile
olmuştur.»
Bütün
bunlar ilâhî kudretin eseridir. Yüce Allah her şeye kadirdir. O'nun için bir
zorluk yoktur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Ona
kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.»
«Onu
İsrailoğullarına peygamber gönderecek ve onlara şöyle diyecektir; Ben, size
Rabbİnizden bir âyet getirdim. Size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp, ona
lifleyeceğim de Allah'ın izniyle hemen kuş olacak. Anadan doğma körleri ve
abrası iyi edeceğim. Ve Allah'ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi ve
evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer îman edenlerden
iseniz, elbette bunda sizin için kat'î ibret vardır.»
Bu
âyetlerde İsa (a.sJ'ya verilen nimetler bildirilmektedir. Allahü Teâlâ, îsa
(a.s.)'ya kendinden evvel geçen peygamberlerin kitaplarını ilham yoluyla
bildirmiştir. Ona hikmeti öğretmiş, Tevrat ve İncil'i de bildirmiştir. Çünkü
Tevrat, îsrailoğullanna, incil de Hz. İsa'nın şahsında yine Israiloğullarına
gönderilmiştir.
Bazıları
da şöyle demişlerdir: Hz. îsa doğduğu zaman Tevrat'ı ezbere biliyordu. İsa'nın
Tevrat'ı ezbere bilmesi îlâhl kudretin te-ceilisidir.»
Allahü
Teâlâ, îsa (a.s.)'yı îsrailoğullarına peygamber olarak gönderince, onlara şöyle
demiştir: «Ey kavmim, ben size peygamber olarak gönderildim. Peygamber olduğuma
dair Rabbinizden size bir de alâmet getirdim.* Kavmi, tsa'ya getirmiş olduğu
alâmetin ne olduğunu sormuşlardı. O da, Allah'ın kendine vermiş olduğu
mucizeleri bir bir sıralayarak, onlara, şöyle dedi: «Size çamurdan kuş gibi bir
şey yapacağım. Ona üfleyince Allah'ın İzniyle canlanacak kuş gibi uçacaktır.»
îsa (a.s.J, onlara mucizenin birincisini hab»r veriyor. Bunu lalettayin bir
insanın yapamayacağını, ancak Allah'ın ruhsat verdiği insanların yapabileceğini
ifade ediyordu.
Bu
hususta bazı rivayetler de şöyledir: İsa (a.s.), îsrailoğulla-rına peygamber
olarak gönderilip, onlara peygamber olduğunu söyleyince, kavmi inad edip, onun
peygamberliğini kabul etmemişler ve ondan bir alâmet istemişlerdir. İstedikleri
alâmetin de gece kuşu olmasını söylemişlerdir. Bunun üzerine Isa (a.s.) bir
miktar çamur alarak, ondan bîr kuş yapar. Yapmış olduğu kuşa üfürerek dokunur,
o da, Allah'ın izniyle canlanıp uçar gider. Bunlar ve benzerleri Allahü
Teâlâ'mn peygamberlerine verdiği mucizelerdir. Mucize, tabiat üstü ve beşerin
aklının almadığı bir olaydır. Bunları zaman zaman kavimlerine göstermek, ancak
peygamberlere mahsustur. Çamurdan bir kuş yapıp, ona dokunmak İsa (a.s.)'nın
görevidir. Ona can verip, diriltmek de Allahü Tealâ'ya aittir. Hz. İsa'nın
yapmış olduğu zahiri sebeptir. Kuşu yapmak, ona üfürmek ve dokunmak hep zahiri
sebeplerdir. Yaratan Yüce Allah'tır. Nitekim Cebrail'in Meryem'e dokunması da
böyledir.
Bazıları
da şöyle demişlerdir: Halk, isa'dan gece kuşu yapmasını istemişti. O da bunu
yapıp, Allah'ın izniyle diriltince insanlar şaşırmış kalmıştı. Bu kuş bazı
yönlerden diğer kuşlardan farklı idi. Onun tüyü yoktu, yumurta yapmazdı,
doğurmuş, memesi ve sütü de vardı. Günde iki saat görürdü. Bir saat güneş
doğarken," bir saat de güneş batarken olmak üzere..
insanlar
gibi güler, kadınlar gibi özür görürdü. Kavmi, Hz. isa'nın bu mucizesiyle alay
etmişler ve ona: «Yâ îsa, sen büyük bir sihirbazsın» demişlerdi. Hz. İsa,
onların alaylarına aldırmayarak: «Ben, Allah'ın izniyle anadan doğma körleri ve
abraşları da iyi edeceğim» demişti. Onlar da İsa'ya: «Senin yaptığını, bizim
doktorlarımız da yapar» demişlerdi. Halbuki görmeyen gözleri ancak Allah ve
O'nun ruhsat verdikleri gördürür. Onların doktorları bugüne kadar görmeyen
birinin gözünü gördürememiştir. Onlar da bunu çok iyi biliyorlar, fakat
inatlarından dolayı hakkı kabul etmiyorlardı.
Hz.
îsa zamanında, kavminin akıl hocası olan Calinus adında bir bilgin vardı, ona
giderek İsa (a.s.)'nın durumunu anlatmışlardı. O, bunları dinledikten sonra
şöyle demiş: «Anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tabibler
iyi edemezler. Ancak Allah ve Allah'ın ruhsat verdikleri iyi eder.» Bu haberi
Calinus'tan duyanlar tekrar isa'ya gelerek: «Yâ Isa, eğer sözünde samimi isen,
anadan doğma körler ile alaca hastalığına yakalananlan iyi et de görelim»
demişlerdir. Hz. İsa da, onların isteklerini yerine getirmiş, bunu görenlerden
bazıları iman etmiş, bazıları ise: «Bu sihirdir» diyerek îman etmemişlerdir.
îsa £a.s.) yine onların îman etmediklerini görünce «ben Allah'ın izni ile
ölüleri d© diriltirim» demişti. Bu sözleri İsa'dan duyan kavmi şaşırır, tekrar
Cali-nus'a dönerler ve İsa'nın söylediklerini olduğu gibi anlatırlar. Cali-nus,
Hz. İsa'nın peygamber olduğunu anlamıştı. Fakat kavmi hâla inadlarmda ısrar
ediyorlardı. Calinus, onlara şöyle diyordu: -ölüleri ancak Allah'ın izniyle
peygamberler diriltir. Onlardan başkası asla bunu yapamaz.» Onlar, Calinus'un
bu uyarısı üzerine tekrar İsa Ca.sJ'ya gelirler ve: «Ey İsa, eğer sözünde doğru
isen bir Ölü dirilt de görelim- demişlerdi. İsa Ca.s.) da, Allah'ın izni ile
dört kişiyi dirütmiştir. Bunlardan biri İsa'nın kendi arkadaşı idi.
Hz.
İsa, arkadaşının mezarının başına gelerek Allah'a dua eder. Yüce Allah duasını
kabul eder, mezar açılır, ölü dirilir, yıllarca yaşar ve çoluk çocuk sahibi
olur. İkincisi, yeni ölmüş bir genci gömmeye götürürlerken Hz. İsa salın yanma
gider ve Rabbine dua eder. Yüce Mevlâ duasını kabul eder genç dirilir, ailesine
döner. Üçüncüsü bir kız çocuğudur, ölümü üzerinden bir akşam geçmiştir. Hz. İsa
onun başucuna gelerek Yüce Allah'a dua eder, duası kabul olur ve kızcağız
dirilir, yıllarca yaşar. Dördüncüsü, Nün (a.s.)'un oğlu Şam'dır. Kavmi, İsa'ya
«senin dirilttiklerin yeni ölmüş insanlardır. Belki onlar ölmemiş,
bayılmışlardır. Sen, bize Nuh'un oğlunu dirilt de görelim» demişlerdir.
Hz,
îsa'dan bunca mucizeyi görüyorlar, yine de îman etmiyorlardı. Onlar bir beşerin
bunları yapamayacağım çok iyi biliyorlardı. Bunlar ancak Allah'ın izniyle
olacak şeylerdi. Hz. îsa Şam'ın mezarının başına gelir, ellerini kaldırır
Allahü Teâlâ'ya dua eder, duasını kabul eden Mevlâ, Sâm'ı diriltir. Sam,
kabrinden kalktığı zaman saçlarının beyazladığı görülür. îsa Ca.s.), Sâm'a
«neden başın beyazladı? Sizin zamanınızda başın beyazlaması yoktu» der. Sam «Ey
Allah'ın Resulü, sen benim dirilmem için dua ettin, Allah da senin duanı kabul
etti. O zaman kıyametin koptuğunu zannettim, korkudan başımın saçları
beyazladı» cevabım verir. Bunun üzerine İsa (a.sj, «ona can verirken ne gibi
zorluk çektin?» der. Sam da, İsa'ya -Ey Allah'ın Resulü, ölümün acısı henüz
boğazımdan gitmedi» der. Halbuki Sâm öleli çok uzun bir zaman olmuş, buna
rağmen ölüm acısını unutmamıştır. Sâm orada bulunanlara «Ey insanlar, bu Allah
tarafından gönderilen bir peygamberdir. Ona tâbi olunuz» demiştir. Şam'ın bu
sözünü duyanların bir kısmı İman etmişler, bakısını yine iman etmemişlerdir.
Hz. îsa, bu hakikatleri görüp de İman etmeyenlere şöyle der: «Ey insanlar, evinizde
yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi de size haber vereceğim.» Onlar hiç itiraz
etmeden «evlerimizdeki yediklerimizi ve sakladıklarımızı, bize haber ver. Eğer
bunları da bize haber verirsen, biz de senin peygamberliğini tasdik ederiz»
demişlerdir. İsa (a.s.) da, onların yediklerini ve bi-riktirdiklerjni adlarıyla
kendilerine bir bir haber vermiştir. Bunu işitenlerin bir kısmı hemen îman
etmiş, bir kısmı yine îman etmemiştir. İman etmeyenler şöyle demişlerdir:
«Allah, bir kavme peygamber gönderiyor ve o kavmin içinde gizli olan şeyleri de
peygamberine verdiği mucize ile açığa çıkartıyor.» îman etmeyenler de
biliyorlardı. Hz. isa'nın yaptıklarının sihir olmadığını, ama yine de îmana
yaklaşmıyorlardı. Zira Yüce Allah peygamberlerine asla sihir öğretmez, onlara
peygamberliklerini isbat için mucizeler verir.
Allahü
Teâlâ, her peygambere ayn ayrı mucizeler vermiştir. Meselâ Hz. Musa* (a.s.)'ya
verdiği mucizeler, o devirde çok yaygın olan sihri yok etmek içindir. Hz.
Musa'nın asası, onların yapmış olduğu bütün sihirleri yok ediyordu. Musa
zamanında, onlara başka mucizeler gösterilseydi belki de Musa {a.sJ'nın
peygamberliğine inanmayacaklardı. Onun için Yüce Allah onların mesleğiyle
ilgili mucizeyi Musa'ya vermiştir. Hz. îsa zamanında da tabiblik çok yaygındı.
Allahü Teâlâ da, tabiblikle ilgili mucizeleri îsa (a.s.)'ya vermiştir. Çünkü o
devirde rağbette olan tıp idi. O günün tabibleri Hz. İsa'nın mucizesi
karşısında şaşırmış kalmışlardı. Zira bu, onların yaptıklarından çok farklı
idi. Onlar da bunu biliyorlardı.
Hz.
Muhammed Cs.a.v.) zamanında da belagat ve edebiyat çok yaygındı. Allahü Teâlâ
da, Hz. Peygambere öyle bir belagat ve fesahat mucizesi vermiştir ki, herkes
onun karşısında donakalmıştı. Allah kelâmı Kurân-ı Kerim Peygamberimizin en
büyük mucizesidir. O günün şair ve edipleri Kur'ân-ı Kerîm'in belagatı
karşısında susmuşlardır. Aklı olanlar derhal iman etmişler ve iki cihan
saadetini kazanmışlar, iman etmeyenler ise, küfürleri ile helak olup
gitmişlerdir.
İsa
Ca.s.)'nın, kavmine gösterdiği bütün bu mucizeler peygamber olduğunu isbat.
içindir. Onlardan bir kısmı bu hakikatler karsısında îman etmiş, bir kısmı
inatlarının kurbanı olarak îman etmemişlerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
364 Al-î imrân sûresi
•Benden
evvel gelen Tevrat'ı tasdik ederek, size yasaklanmış olanların bir kısmını
helâl kılmak üzere size Babbinizden âyet getirdim. Artık Allah'tan korkun ve
bana itaat edin.»
«Şüphe
yok ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabtnnizdir. öyleyse O'na kulluk edin.
Doğru yol işte budur.»
Isa
(a.sJ, kavmine peygamber olarak gönderildiğini bir çok mucizeler göstererek
isbat etmiştir. Buna rağmen kavmi, kendisiyle alay etmekten vazgeçmemiştir. O,
kavminin alay ve inkârlarına aldırmayarak, kendilerine şöyle demişti: «Benden
evvel gelen Tevrat'ı tasdik ederek, daha önce Allah tarafından size haram
kılınmış olanların bir kısmını helâl kılmak üzere, size Rabbinizden âyetler
getirdim.- Bazı şeyler Tevrat'ta îsrailoğullarına haram kılınmış-tır. Hz. îsa
(a.s.)'ya gönderilen İncil'de ise, haram olan şeylerin bazıları helâl
kılınmıştır. Bunun geniş izahı En'âm sûresinde gelecektir. Hz. îsa incil'in
hükümlerini onlara açıklamış ve «benim, size helâl kıldıklarım Allah'ın
emridir. Ben hiçbir şeyi kendiliğimden size helâl kılamam. Bunların hepsi
Allah'ın emridir. Artık Allah'tan korkun. O'nun emirlerine sarılın,
yasaklarından da kaçının. Bana tabi olun, emirlerime itaat edin. Ben, size
hakkı tebliğ ediciyim. Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk
edin, asla şirk koşmayın. Ben sizi doğru yola davet ediyorum, işte doğru yol
budur. Sizi ebedi saadete ulaştıracak olan yol da budur.
Bazıları,
Allahü Teâlâ'ya Mesih demişlerdir. Bazıları ise, Allah üçtür, üç Allah'dan biri
de Allahü Teâlâ'dır, demişlerdir. Hz. îsa, bunların sözlerini reddederek, Allah'ın
bir olduğunu, O'ndan başka ilâh bulunmadığını, kendisinin Allah'ın, kulu ve
Resulü olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
■İsa,
onların inkârlarını hissedince: Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir? dedi. Havarileri
Biziz Allah'ın yardımcıları. Allah'a iman ettik. Sen de şahid ol ki, biz
muhakkak Müslümanlara: dediler.»
-Ey
Rabbimiz, senin indirdiğine îman ettik ve Resülü'nün ardınca gittik. Bizi şahid
olanlarla beraber yaz,»
İsa
(a.s.)'nın peygamberliğine, İsrailoğullarından pek azı iman etmişlerdi. îman
etmeyenler ise, Hz. İsa'yı öldürmeyi tasarlamışlardı. Böylece güya İsa'yı
öldürecekler, küfürlerine devam edeceklerdi. İsa (a.sJ da, onların kendisine
bir tuzak kurduklarını çok iyi biliyordu. Buna göre tedbirini almıştı. Bir gün
Hz. İsa, onlara «Allah uğrunda benim yardımcılarım kimlerdir?» demişti.
Havariler: «Allah'ın yardımcıları biziz, Allah'a îman ettik. Sen de şahid ol
ki, biz muhakkak Müslümanlarız» demişlerdi.
Hz.
İsa da, onlara -nefislerinizi her türlü kötülüklerden temizleyin ve bana tâbi
olun- demişti. Onlar, İsa'nın emirlerine itaat ederek, Hak dinde ona tâbi
olmuşlardır. Onlar Hakka dönünce şöyle demişlerdir: «Ey Rabbimiz, biz sana ve
senin indirdiğine iman ettik. Resulüne tâbi olduk, Ey Rcsûl, Müslüman
olduğumuza şahid ol. Biz Müslümanız. Bizi de Müslümanlarla beraber yaz.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde Isa (a.s,)'nın kavminden îman etmeyenler hakkında
şöyle buyuruyor:
-Hile
yaptılar, Allah da, onları cezalandırdı. Allah hile.yapanların cezasını en iyi
verendir.»
Yahudiler
bir hile ile Hz. tsa'yı öldürmek istemişlerdi. Allahü Teâlâ da onların
hileleriyle kendilerini cezalandırmıştır. Çünkü Yüce Allah hile yapanların
cezasını en iyi verendir. Hak yoldan ayrılıp hileye başvuranlar mutlaka
hilelerinin cezasını göreceklerdir. Zira Allah hiç bir zaman mazlumun hakkını
zalimde bırakmaz.
İmam-ı
Kelbi şöyle demiştir: «Yahudiler, İsa (a.s.)'yı Öldürmek için tuzak
hazırlıyorlardı, tsa da, onların niyetlerini öğrenince, gözlerinin önünden
kayıp olmak için bir eve sığınır. Yahudilerin başkanı, İsa'nın yakalanmasını
ister ve bu iş için de Yahudâ denen bir şakiyi görevlendirir. Bu şaki, İsa'nın
bulunduğu eve girer, orada İsa'yı bulamayınca geri çıkar. Yüce Allah, onun
şeklini İsa (a. s.)'ya benzetir. Görenler onun İsa olduğunu zannederek, yakalar
ve öldürürler. Çarmıha gerdikleri vakit bakarlar ki, yüzü İsa'ya, diğer tarafı
arkadaşları Yahudâ*ya benziyor. Bunun üzerine öldürülenin İsa olup olmadığı
hususunda aralarında ihtilâf çıkar. Kimi «bu İsa'dır» der, kimi «bu arkadaşımız
Yahudâ» der. Hangisi olduğuna bir türlü karar veremezler. Münakaşa büyüdükçe
büyür, bu defa aralannda kavga başlar. Taraflar birbirine girer ve her iki
taraftan da birçok ölü verirler.» îsa için kurdukları tuzağa Al-lahü Teâlâ
kendilerini düşürür. Hilelerinin cezasını kendileri çekerler. Aklı olanlar
bunlardan ibret alır. Başkası için tuzak kurmaz. Hile yapıp, cezasını çekmez.
Dünya ve âhiretini yıkmaz.
İmam-ı
Dahhak da şöyle demiştir: «Yahudiler, Hz. tsa'yı öldürmek için plân
hazırlıyorlardı. Buldukları yerde yakalayacaklar ve öldüreceklerdi. İsa ta.s.)
da, onlara gözükmemek için havarileriyle bir eve sığınmıştı. Şeytan onların
bulunduğu yeri Yahudilere haber verir. Onlar da dört bin kişiyle İsa'nın
bulunduğu evin etrafını sararlar. Isa ta.s.) onları görünce havarilerine «kim
onlara karşı çıkacak? Onlara karşı çıkan cennette benimle beraberdir» der.
Havarilerden biri *ben onlara karşı çıkacağım» der. İsa Ca.s.), ona kendi
gömleğini, sangını ve değneğini verir. Yüce AUah, onu İsa'ya benzetir. Evden
dışarı çıkınca Yahudiler tarafından öldürülür. Hz. isa'ya da manevi bir elbise
giydirilerek yemesi-içmesi giderilir ve melekler içine yükseltilir. Meleklerle
beraber ibadet yapmaya devam eder.»
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«O
vakit Allah buyurdu ki: «Ey İsa, şüphesiz ki, seni öldürecek olan benim. Seni
kendime yükseltip kaldıracak, seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracak ve
sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar küfredenlerden üstün tutacak da benim.
Sonra dönüşünüz yalnız banadır. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda
hükmedeceğim.»
Bu
âyet-i celile İsa (a.s.)'nm Allah katma yükseltildiğini bildirmektedir. Allahü
Teâlâ, İsa Ca.s.)'ya «seni öldürecek olan benim. Göğe çıkaracak olan ve
Âhirzamanda tekrar yeryüzüne indirecek olan yine benim» buyurmuştur. Bu âyette,
kimsenin İsa (a.s.)'ya zarar veremeyeceği ifade edilmektedir. Yüce Allah
dilemedikçe insanlar hiç bir şeye muvaffak olamazlar. Ve hiç bir kuvvet onlara
asla zarar veremez. Allahü Teâlâ, İsa (a.sJ'ya «seni kâfirlerin içinden
tertemiz çıkaran ve sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar küfredenlerden
üstün tutacak olan da benim» buyurmaktadır. Yüce Mevlâ, Hz. İsa'yı kâfirlerin
içinden tertemiz çıkarmıştır. Onların kötülükleri İsa (a.sJ'ya dokunmamışlar.
Yüce Allah Hz. İsa'yı onların şerrinden korumuştur. İsa'yı koruduğu gibi, ona
tâbi olanları da kıyamete kadar bütün kâfirlerden üstün tutacaklar. Alla-hü
Teâlâ, îman edenlere bunu va'dediyor. Bu, îman edenler için en büyük şereftir.
İbn
Abbas (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: «Hz. isa'ya tâbi olanlar Hz. Muhammed'in
ümmetidir. Çünkü İsa'yı tasdik eden onlardır. Hz. İsa yeryüzüne indiği zaman
onu tasdik edecek olanlar da yine onlardır.»
İman
edenlerin de, iman etmeyenlerin de dönüp varacakları yer Allah'ın huzurudur.
Dünyaya gelen her canlı Allah'a döndürülecektir. Orada dünyada yaptıklarının
hesabını verecektir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Küfredenleri
de dünya ve âhirette şiddetli azaba uğratacağız. Onların hiçbir yardımcıları da
yoktur.»
«İman
edip ameli sallh işleyenlere gelince, onların mükâfatları tastamam ödenecektir,
Allah zalimleri sevmez.»
Allahü
Teâlâ, dünyada da, âhirette de îman etmeyenleri çok şiddetli bir azap ile
cezalandıracaktır. Hiç şüphesiz onlar küfürlerinin cezasını göreceklerdir.
Küfredenleri Allah 'in azabından kurtaracak hiç bir kuvvet yoktur.
İman
edip amel-i salih işleyenler de mutlaka mükâfatlarını göreceklerdir. Onlar,
Allah katında yapmış oldukları amellerin karşılığını çok fazlasıyla
bulacaklardır. îman edenler, Allah'ın emirlerine itaat edip, yasaklarından
kaçınmışlardır. Yüce Allah îman edenlere mükâfatlarını vereceği gibi, zalimlere
de cezasını verecektir. Çünkü o. zalimleri asla sevmez. Zalimler kendi
nefislerine yaptıkları zulmün cezasını göreceklerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«İşte
bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz.»
"Muhakkak
Allah katında İsa'nın durumu da, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan
yarattı. Sonra ona «ol» dedi de, o da oluverdi.»
-Hakk,
Rabbindendir. öyle İse şüphecilerden olma.»
Bu
âyet Peygamberimiz Cs.a.v.)'e hitap etmektedir. Yâ Muham-med, bunları sana
Cebrail vasıtasıyla indirmiş olduğumuz âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân-ı
Azimüşşân'dan okuyoruz. Bu Kur'ân'ın hepsi senin Rabbin tarafından gönderilmiş
Allah kelâmıdır.
Hiç
şüphesiz Allah katında İsa'nın durumu, Âdem Ca.sJ'in durumu gibidir. Allahü
Teâlâ, Âdem (a.s.)'i topraktan anasız, babasız ve en güzel bir biçimde
yaratmıştır. Ona -ol» demiş, o da oluvermiştir. İsa (a.s.) da aynı Âdem gibi
babasız olarak yaratılmıştır. Hiç yoktan Âdem'i halk eden Allah, babasız olarak
İsa'yı dünyaya getiremez mi? Onu babasız dünyaya getirmek Yüce Mevlâ için zor
değildir. Sadece «ol* emrine bağlıdır. O, -ol» dedi mi her şey oluverir.
Bu
âyet-i celile Necran elçileri hakkında nazil olmuştur. Onların âlimlerinden ve
din adamlarından bir topluluk Peygamberimize gelerek Hz. Isa hakkında mücadele
etmişlerdir, isa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyecek kadar Üeri gitmişlerdir.
Peygamberimiz (s. a.v.)., onlara -Isa Allah'ın kulu ve Resulüdür» demişti.
Onlar Peygamberimize itiraz ederek «babasız bir çocuğun dünyaya geldiğini ve
ölüleri dirilttiğini bize göster» demişlerdir.
Peygamberimiz
yine onlara İsa'nın kim olduğunu izah ettikten sonra «gelin Müslüman olun, hiç
şüphesiz Isa Allah'ın kuludur* buyurmuştur. Onlar hakkı gördükleri halde,
görmemezlikten gelerek «İsa Allah'ın oğludur ve biz senden evvel Müslüman
olduk» demişlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.) de, onlara -siz yalan söylüyorsunuz.
Zira üç şey Allah'a îman etmeye manidir. Bunlar da puta tapmak, Allah'ı baba
kabul etmek ve domuz eti yemektir» buyurmuştur. Onlar saygısızlıklarını daha da
ileri götürerek, Peygamberimize İsa'nın babasının kim olduğunu sormuşlardır.
Allahü Teâlâ da, onların iddialarını reddetmek için bu âyeti inzal ederek,
şöyle buyurmuştur:
«Allah
katanda İsa'nın durumu da, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı.
Ona «ol» dedi, o da oluvtrdl.»
Peygamberimiz
(s.a.v.), Hz. İsa'nın durumunu Kur'an'dan ftft-reniyordu. Yüce Allah, ona Hz.
isa'nın durumunu açıkça Kur'anda bildirmişti. Allahü Teâlâ, ona şöyle
Duyuruyordu: «Bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz.» İsa
Allah'ın kulu ve peygamberidir. Bunun için Yüce Allah Peygamberimize şöyle
buyuruyor: -Hak, Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden olma.» Elbette
Peygamberimiz Hz. isa'nın Peygamberliğinden şüphe etmiyordu. Kendisine
Necranlılarm ve Yahudilerin dedi - kodusuna aldırma demek isteniyordu, bu
âyette. Onların bir kısmı «Isa Allah'ın oğludur» diyor, bir kısmı da «Necranlı
Yusuf'un oğludur* diyorlardı. Halbuki gerçekleri biliyorlardı. Buna rağmen
Allah'a îman edip, Hakka dönmüyorlardı.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Sana
ilim geldikten sonra, o hususta kim seninle tartışırsa de kis Gelin
oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı kendimizi, kendinizi
çağıralım. Sonra dua ve niyaz edelim de Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne
olmasını dileyelim.»
Allahü
Teâlâ, îsa (a.s.)'nın nasıl dünyaya geldiğini Kur'ân-ı Azîmüşşân'da
bildirmiştir. Buna rağmen müşrikler ve Yahudiler bu hakikati kabul
etmemişlerdir. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti sevgili habibine inzal
ederek şöyle buyurmuştur: «Sana ilim geldikten sonra, o hususta kim seninle
tartışırsa de ki: «Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Hepimiz bir yere toplanıp,
Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne olması için dua ve niyaz edelim.»
Müslümanlar ve kâfirler bir yere toplanıp Allah'ın lanetinin yalancıların
üstüne olması için dua ve niyaz edeceklerdi. Bunun için de muayyen bir günde
toplanmak üzere Peygamberimiz onlarla anlaşmıştı. Belirlenen gün geldi.
Peygamberimiz lazı Fatıma, damadı Hz. Ali ve iki torunu ile tayin edilen yere
gelmişti. Müşrikler de ayni şekilde yakınları ile oraya gelmişlerdi. Fakat
onlar yaptıklarına çok pişman olmuşlardı. Peygamberimiz, onlara «Allah1
m lanetini yalancıların üstüne dileyelim mi? demişti. Onlar başlarına geleceği
çok iyi bildikleri için «biz, bunun gibi işten Allah'a ağınırız. Vs böyle şey yapmayız»
demişlerdi. Onlar yalancılar üstüne Allah'ın lanetini okumaya söz verdikleri
halde, bundan vazgeçmişlerdi. Çünkü kendilerinin yalancı olduklarını
biliyorlardı. Yaptıkları beddua kendi aleyhlerine olacaktı. Bunun için de sözlerinden
döndüler. Peygamberimiz, onların sözlerinden döndüklerini görünce şöyle
demiştir: «Üç şeyden birini yapmak zorundasınız. Yâ yalancılara Allah'ın
lanetini okuyacaksınız. Bunu yapmazsanız İslâm'ı kabul edeceksiniz veya cizye
vereceksiniz.» Onlar cizye vermeyi kabul etmişlerdir. İki bin dirhem cizye
vermeyi kabul eden müşrikler, bunun binini Muharrem ayında, binini de Receb
ayında veriyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.), onlardan cizye almak için Ebu
Ubeyde'yi görevlendirmiştir. Ve şöyle demiştir: «Eğer onlar yalancıların üstüne
Allah'ın lanetini okusa-lardı, hepsi helak olacaktı. Hattâ yuvalarmdaki kuşlara
varıncaya kadar» (Müslim - Neseî).
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
Doğrusu
işte budur o kıssanın hak ifadesi. Allah'dan başka ilâh yoktur. Şüphesiz ki
Allah Azız ve Hakimdir.»
«Şayet
yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah bozguncuları hakkıyla bilir.»
Ya
Muhammed, îsa hakkında Kur'ân-ı Kerim'de vârid olanların hepsi hakdır. O,
Allah'ın kulu ve Resûlü'dür. Kur'ân-ı Kerîm Allah kelâmıdır ve haber
verdiklerinin hepsi haktır. Yüce Allah'tan başka Ma'bud yoktur, tbadete lâyık
yalnız O'dur. O, mülkünde Aziz, hükmünde galibdir. Emrinde Hakîm-'dir. O'nun
emrine karışacak kimse yoktur. îsa Ca.s.)'nın yaratılmasına hükmeyledi,
anasının karnında babasız çocuk vücuda getirdi. Kâfir ve âsiler bu hakikati
bildikten sonra haktan yüz çevirirlerse azgınlıklarının cezasını er-geç
göreceklerdir. Allahü Teâlâ bozguncuları hakkıyle bilir. Onların fesadına göre
cezalarını verir,
Allahü
Teâlâ âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor:
«De
ki: Ey ehl-i kitap hepiniz, sizinle bizim aramızda müsavi olan bir kelimeye
gelin. Allah'dan başkasına kulluk etmeyin. O'na hiç bir şeyi eş koşmayalım.
Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rab ittihaz edinmesin. Eğer yine yüz çevirirlerse
o vakit deyin ki: «Şa-hid olun, biz muhakkak Müslümanlarız.»
Allahü
Teâlâ, Peygamberimize şöyle buyurmuştur: «Kendilerine kitap verilip de îman
etmeyenlere de ki: -Ey Ehl-i Kitap hepiniz, sizinle bizim aramızda müsavi olan
bir kelimeye gelin.» Bunlar kendilerine Tevrat verilen Yahudilerle, tncil
verilen Hıristiyanlardır. Bu zümreler kendi dinlerinin üstün olduğunu
söyleyerek Peygamberimizin peygamberliğini kabul etmemişlerdi. Peygamberimiz
(s.a.v.) de, onlarla «sizinle bizim aramızda müsavi olan bir kelimeye gelin*
demişti CBuhârD. Peygamberimizin, onları davet ettiği kelime «la ilahe illallah
Muhammedün Resûlüllah» dır. Onlar bu kelimeye yaklaşmamışlardır. Şayet bu
kelimeye gelselerdi zaten Müslüman olurlardı. Peygamberimiz, onlara şöyle demiştir:
«Allah'a itaat si-' zin de göreviniz, bizim de görevimizdir. Madem ki Allah'a
inanıyorsunuz O'nun emirlerine itaat etmek de görevinizdir. Sizin canınız ve
malınız, bizim malımız ve canımız gibi haramdır. Gelin hepimiz Allah'a kulluk
edelim. O'ndan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Allah'ı bırakıp da, kimimiz kimimizi Rab ittihaz edinmesin.» Hıristiyanlar
Allah'ın üç olduğunu söylüyorlar ve Hz. tsa'yı Rab kabul ediyorlardı.
Peygamberimiz yine onlara «kiminiz kiminize Allah'a isyan olan şeylerde itaat
etmesin. Gelin hakka tâbi olalım* buyurmuştur.
Peygamberimiz
onlara Allah'ın âyetlerini anlattıktan sonra, onlar yine imana gelmemişler,
haktan yüz çevirmişlerdir. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: -Ya Muhammed,
sen bu hakikatleri onlara bildir, eğer bundan sonra îman etmezler, yüz
çevirirlerse o vakit deyin ki: «Siz Allah'a itaat etmediniz ve O'nun emirlerine
tâbi olmadınız. Şahid olun, biz îman ettik. O'nun emirlerine tâbi olduk ve biz
Müslümanlarız.» Allah'ın emirlerinden yüz çevirmeyenler elbette ki, O'nun va'd
ettiği mükâfatlara nail olacaklardır. Yüz çevirenler ise, lâyık olduklarını
göreceklerdir.
Bu
âyet-i celile şuna da delâlet etmektedir: Mü'minlerin, Allah'ın ve Resûlü'nün
emirlerini münkirlere ve bid'at ehline bildirmeleri ve onlan Allah'ın dinine
davet etmeleri gerekir. Bunu yapmak her Müslümanın görevidir. İyiliği emretmek,
kötülükten alıkoymak Allah'ın emridir. Müslüman bunu yapmadığı takdirde Allah
indinde mes'uldür. Şayet onlara Allah ve Resulünün emir ve yasaklarını bildirir
de, onlar yine küfür ve isyanlarına devam ederlerse o zaman onlarla olan bütün
ilişkilerin kesilmesi gerekir. Mü'min onlarla ilişkisini kesmedikçe îmanı kâmil
derecesine yükselemez. Allah'a karşı küfür ve isyanda bulunanlar, mü'minin
ana-baba, kardeş, çocuk ve en yakın hısımları bile olsa, onlarla olan
münasebetlerini ve dostluklarını kesecektir. Bu, Yüce Allah'ın emridir. Mü'min
ancak bu suretle îmanı kamil derecesine yükselebilir. Mü'min, onlardan ilgiyi
kesmedikçe, onların küfür ve isyanlarına göz yumdukça îmanı kâmil sahibi
olamaz. Zira Allah'a isyan edenin isyanına göz yummak veya ona rıza göstermek,
onu yapmak gibidir. Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey
ehli kitap! İbrahim hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Tevrat da, İncil de
şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Aklınız ermiyor mu?»
Bu
ayet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yahudiler ve Hıristiyanlar bir araya
gelerek İbrahim (a.s.) hakkında münakaşaya tutuşmuşlar. Yahudiler «ibrahim
bizim dinimiz üzereydi ve o bizdendir» demişlerdir. Hıristiyanlar da «o, bizim
dinimiz üzereydi» demişlerdir. Halbuki İbrahim (a.s.) onlardan çok önceydi.
Yüce Allah da, bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: -Ey ehl-i kitap,
ibrahim hakkında njçin münakaşa ediyorsunuz? Tevrat da, İncil de ondan sonra
indirilmiştir.» Yahudilik ve Hıristiyanlık Hz. ibrahim'den sonra ortaya
çıkmıştır. Tevrat'ta olsun, İncil'de olsun hak din İslâm'dır, tlâ-hi kitapların
hepsinde gönderilen din da budur. Yüce Allah tarafından İslâm'dan başka bir din
gönderilmemiştir. İlâhi kitaplarda İslâm'dan başka bir dinin adı
bile'zikredilmemiştir. Onlar hak dinden ayrıldıktan sonra bu adları
almışlardır. Kendi hased ve kinlerinden'dolayı batıl dinlere sapmışlardır.
Allah'ı bırakıp, şeytana tâbi olmuşlardır.
1 Allahü Teâlâ onlara şöyle buyuruyordu: «Sizin hiç
aklınız ermiyor mu?» Onlar hiç düşünmeden İbrahim (a.s.)'i kendi dinlerinden
kabul ederek aralarında mücadeleye başlamışlar. Şu ilâhî buyruğa dikkat et.
Yüce Allah ne buyuruyor:
-Siz,
hakkında bilginiz olan şey üzerinde münakaşa eden kimselersiniz. Ya bilginiz
olmayan şey üzerinde niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz
bilmezsiniz.»
«İbrahim,
ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi. Fakat O, Allah'ı bir tanıyan gerçek Müslüman
idi. O, müşriklerden de değildi.»
Yahudiler
ve Hıristiyanlar, Tevrat'ta ve İncil'de Peygamberimizin özelliklerini ve
sıfatlarını okumalarına, onun son peygamber olarak geleceğini bilmelerine
rağmen hasetlerinden dolayı peygamberliğini kabul edip, îman etmemişler, körü
körüne bazı iddialarda bulunmuşlardır. Yüce Allah da, onların iddialarını
reddederek şöyle buyurmuştur: «İbrahim hakkında kitabınızda Yahudi ve
Hıristiyan olduğuna dair bir malûmat yok iken neden onun hakkında mânakaşa
ediyorsunuz? Allah, onun hangi dinde olduğunu bilir. Fakat siz bilmezsiniz,
ibrahim ne Yahudi, ne Hıristiyandır. O, Allah'ı bir tanıyan gerçek Müslümandır
ve o, müşriklerden de değildir.» Yüce Allah İbrahim Ca.sJ hakkında kesin
bilgiyi vermekte ve onun dostlarının kimler olacağını şu âyetle
açıklamaktadır'.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Doğrusu
İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, şu peygamber ve îman edenlerdir.
Allah, o îman edenlerin dostudur.»
Doğrusu
İbrahim (a.s.)'e en yakın olanlar, onun yolundan gidenler, Peygamberimiz
ts.a.v,D'e îman edenlerdir. Ancak bunlar İbrahim'in dini üzeredirler.
Peygamberimize, peygamberlik gelmeden önce dedesi İbrahim Ca.s.)'in dini üzere
idi. İman etmeyenler peygamberlere yakın olmadığı gibi, onların şefaatma da hak
kazanamazlar. Onların şefaatma hak kazanmak ancak îman ile mümkün olur. Allahü
Teâlâ iman edenlerin yardımcısıdır. Onları düşmanları üzerine galip kılmaya
muktedir olduğu gibi, kelime-i tevhidi yükseltmeye ve küfrü yok etmeye
kadirdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ehl-i
kitaptan bir taife sizi şaşırtmak isterler. Halbuki onlar kendilerinden
başkasını şaşırtamazlar da farkına bile varmazlar.»
«Ey
ehl-i kitap, niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkt inkâr
ediyorsunuz?»
«Ey
ehl-i kitap niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunus?»
Yüce
Allah kendilerine kitap verilenlerin durumlarını Peygamberimize bildiriyor ve
şöyle buyuruyor: «Ehl-i kitaptan bir taife sizi şaşırtmak isterler. Halbuki
onlar kendilerinden başkasını şaşırtamazlar da farkına bile varmazlar.» Yahudi
ve Hıristiyanlar, îman edenleri, îmanlarından alıkoymak isterler. Halbuki
Müslümanların doğru yolda olduğunu da bilirler. Fakat inatlanndan dolayı iman
etmezler de, onları kendi saflarına çekmek isterler. Yüce Allah da, onların bu
inkârlarını şöyle beyan ediyor: «Ey ehl-i kitap, görüp ve bilip dururken niçin
Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?» Halbuki onlar Resûlüllah'm son
peygamber olduğunu Tevrat'ta ve incil'de görüp, okumuşlardı. Onun hak peygamber
olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Hatta O'na îman edenlerin doğru yolda
olduklarında da şüpheleri yoktu. Bu hakikatleri bildikleri halde yine de inkâr
etmekten geri durmuyorlardı. Bunun için Allahü Teâlâ, onlara «ey ehl-i kitap
niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?» buyurmuştur.
Onlar bildikleri halde hakkı gizliyor ve batılla" karıştırıyorlardı.
Yahudi ve Hıristiyanların arasından bir kısmı ayrılıp, onun peygamberliğini
kabul ediyordu. Bir kısmı inat ederek îmana gelmiyordu. îmana gelmeyenler
«peygamber bizden değildir» diyerek, bile bile inkâr ediyorlardı. Bu yolda
inatlarının kurbanı oluyorlardı.
Bu
âyet-i kerimede, mü'minlerin, mü'min olmayanların hile ve aldatmacalarına
kapılmamalarına dikkat çekilmektedir. Mü'min, düşmanlarının hilelerine
kapılarak, imanından vazgeçmemeli, bilâkis her an îmanını kuvvetlendirmelidir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde, kendilerine kitap verilenlerin durumunu bildirerek
şöyle buyuruyor:
«Ehl-i
kitaptan bir güruh şöyle dedi t Varın o mü'minlere indirilenlere gündüzün îman
edin. Sonra da dönüp, küfredin. Belki onlar da dönerler.*
Bu
âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye hicret edince on
sekiz ay namazı Beyt-i Mukaddes'e (Kudüs'e) doğru kılmıştır. Zira o zaman henüz
kıble değişmemişti. Kıblenin değiştiği gün Peygamberimiz sabah namazını
Kudüs'e doğru kılmış ve ikindi namazında iken ilâhî vahiy gelerek kıblenin
değiştiğini bildirmiştir (Kütüb-i SitteJ. Kıblenin değiştiğini duyan
Yahudilerin ileri gelenleri, ayak takımına «siz varın gündüzün evvelinde o
mü'min-lere indirilenlere îman edin. Sonunda dönüp, küfredin- demişlerdir. Güya
akıllarınca Müslümanlarla alay edecekler ve onları kandıracaklardı. Bunun için
de ileri gelenleri, cahil ve sefih takımına «siz gündüz Muhammed'e, Kur'an'a ve
onların kıblesine îman edin. Akşam tekrar inkâr ederek, kâfir olun. Ona iman
edenleri de şüpheye düşürmek için «Tevrat'ta Muhammed'in hak peygamber olduğuna
dair hiçbir bilgi yoktur», deyin» demişler. Halbuki onlar Tevrat'taki hakikati
gizlemeye çalışıyorlardı. Çünkü Yüce Allah Tevrat'ta Re-sûlüllah'ın bütün
özelliklerini bildirmiştir.
Bundan
sonra AUahü Teâlâ, Yahudilerin ne söylediklerini âyet-i kerimesinde sevgili
peygamberine şöyle beyan ediyor:
«Kendi
dininize uyanlardan başkasına inanmayın. De ki: Şüphesiz doğru yol, Allah'ın
yoludur. Derler kit Size verilenin bir benzerinin de birine verildiğini veya
Rabbinizin katında size hüccet gösterecekleri bir şeyi açıklamayın. De ki:
Doğrusu fazilet Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah Vasidir,
Alimdir.»
«O,
dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah, en büyük fazl ü inayet sahibidir.»
Yahudilerin
reisleri, cahil ve ayak takımına «kendi dininize uyanlardan başkasına
inanmayın. Çünkü doğrusu bizim dinimizdir» demişlerdi. Yüce Allah onların bu
sözlerini reddederek: «Ya Muham-med, onlara de ki: «Doğru yol, Allah'ın
yoludur. Allah katında hak din islâm'dır. Sana indirilen kitabın içinde her şey
açıkça beyan edilmiştir» buyurmuştur. Yahudiler beyinsizliklerini alenen ifade
ederek, birbirlerine «size verilenin bir benzerinin de birine verildiğini veya
Rabbinizin katında size hüccet gösterecekleri bir şeyi açıklamayın» demişlerdi.
Onlar bu ifadeleriyle Tevrat gibi Kur'ân-ı Ke-rim'in de hak Kitap olduğuna
işaret etmişlerdir. Fakat bu gerçeği itiraf etmekten çekinmişlerdir. Şayet
itiraf etmiş olsalardı zaten Müslüman olacaklardı. Buna rağmen, Müslümanları
kendi saflarına çekmek için, kendilerinin doğru yolda, Müslümanların ise batıl
yolda olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah da, onların iddialarını reddederek
sevgili habibine şöyle buyurmuştur: «O, dilediğine rahmeti tahsis eder. Allah,
en büyük fazl ü inayet sahibidir.» O, rahmete lâyık olanı bilir ve ona
rahmetini tahsis eder. Çünkü O, en büyük fazl ü inayet sahibidir.
Allahü
Teâlâ âyet-i kerimesinde ehl-i kitap için sevgili peygamberine şöyle buyurmuştur:
-Ehl-i
kitaptan öylesi vardır ki, kantarla emanet etsen onu sana,öder. öylesi de
vardır ki, bir tek altın emanet etsen tepesine di-kümedikçe onu sana ödemez.
Bu, onların: Ümmîter hakkında bize karşı bir yol yoktur demelerindendir. Onlar
bile büe Allah'a karşı yalan söylemektedirler.
«Hayır,
kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki, Allah, sakınanları seveı.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kureyşten bir zat Abdullah îbni Selâm'a
iki yüz vakıyye altın emanet bırakmıştı. Daha sonra emanetini isteyince
Abdullah olduğu gibi teslim etmişti. Yine Ku-reyş'ten bir zat Yahudilerden
Fenhas bin Azuraya bir altın emanet etmişti. Bilâhare sahibi emaneti isteyince
vermemiş, inkâr etmişti. Allahü Teâlâ, bu âyette emaneti muhafaza edenleri
medhetmiş, emanete ihanet edenleri ise zemmetmiştir. Ve şöyle buyurmuştur:
«Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki. kantarla emanet etsen onu bana öder. öylesi
de vardır ki, bir tek altın emanet etsen tepesine dlkil-medikçe onu sana
Ödemez. Onu kendisi için ganimet kabul eder-Nitekim zamanımızdakt Müslümanların
çoftu da böyltdir. Kendllirlne bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet
ederler. Emaneti olduğu gibi sahibine vermezler. Kendi mallan gibi tasarruf
ederler.
Ehl-i
kitap, bizim dinimizden almayanların malları bize helâldir, tıpkı haraç gibi
demişlerdir. Bu suretle başkasının malını kendilerine helâl kılmışlar ve
Tevrat'ta da hüküm böyledir, demişlerdi. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan
söylemişlerdir. Çünkü ilâhî kitapların hiçbirinde emanete ihanet mubah kılınmamıştır.
Hepsinde yasaklanmıştır.
Allahü
Teâlâ, bu hususta onlardan ahd-i misak almış ve «kim ahdini yerine getirir ve
sakınırsa şüphe yok ki, Allah, sakınanları sever» buyurmuştur. Kendilerine bir
şey emanet edilenler, emaneti muhafaza hususunda Allah'dan korksunlar. Emanete
ihanet ederek başkasına zulmetmesinler. Allah'ın emrine itaat edenleri ve
O'n-dan sakınanları Allah sever.
Bu
âyet-i celilede şuna da işaret vardır: Bir mü'min, mü'min kardeşine ihanet
ederse îman-ı kâmil sahibi olamaz. Iman-ı kâmil sahibi olmadığı gibi, kendini
Müslümanlara ihanet eden Yahudilere benzetmiş olur. Çünkü onlar ahdinden
dönmüş, emânete ihanet etmişlerdir. Mü'min de emanete ihanet edince ahdinden
dönmüş olur. Yüce Allah ahdinden dönenleri asla sevmez. Yüce Allah'ın şu âyet-i
kerimesine dikkat et, bak ne buyuruyor:
Allah'ın
ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin, İşte onların
âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz. Onlara
bakmaz. Onlan temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.»
•
Bu âyet-i celile ahidlerine vs yeminlerine riayet etmeyenlerin, âdî bir menfaat
uğruna mukaddesatını feda edenlerin uğrayacakları azabı bildirir.
İbn
Abbas (r.a.)'a göre, bu âyet Abdullah İbni Eşva' ile îmrü'l-Kays hakkında nazil
olmuştur: Bunlardan biri diğerinden hak dava etmiş. Dava edilen ise hakkı inkâr
etmek için yalan yere andiç-m iştir. And içen hak sahibinin hakkını inkâr
etmiştir. Onların yalan yere and içmelerinden dolayı bu âyet inzal olmuştur.
Bazılarına
göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Yahudi âlimle-
37a Al-i imrân süresi
ri
ve reisleri bir araya gelerek Peygamberimizin Tevrat'taki sıfatlanın
değiştirmişler, insanlardan gizlemişler, buna mukabil bir takım menfaatler elde
etmişlerdir. Az bir menfaat karşılığı dinlerini satmışlardır. Bu âyet onlar
hakkında nazil olmuştur.
Bazılarına
göre de bunun nüzul sebebi şudur: Yahudi âlimlerinden bir cemaat Şam'dan
kalkarak Müslüman olmak için Medine'ye gelirler. Daha Peygamberimize gelmeden
yolda Yahudilerin reislerinden ve azılılarından Kâ'b tbni Eşrefi görürler.
Kâ'b, onlara niçin geldiklerini sorar. Onlar, Müslüman olmak için geldiklerini
söylerler. Kâ'b, «Muhammed'in gerçek peygamber olduğunu biliyor musunuz?» der.
Onlar «Evet, biliyoruz* derler. Kâ'b: «Siz, Müslüman olmakla benim size vereceğim
bir çok hediyeden mahrum oldunuz. Şayet Müslüman olmasaydınız, ben size bir çok
hediye verecektim» der. Onlar: «Sen biraz sabret. Bize düşünme payı ver, biraz
düşünelim» derler. Bir müddet düşündükten sonra «biz yanlış duymuşuz, Tevrat'ta
bizim sıfatlarını bulduğumuz Muhammed bu değildir- diyerek yemin ederler. Ve
islâm'a girmekten vazgeçerler.
Bunun
üzerine Kâ'b, onların her birine sekizer arşın (metre) bez ile sekizer ölçek
arpa verir. Yüce Allah, bu âyeti onlar hakkında inzal edip, buyurdu ki: «Allah'ın
ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin, işte onların
âhirette hiç bir nasibleri yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz. Onlara
bakmaz.» Allah, onlara rahmet nazanyla bakmaz. Onların günahlarını bağışlamaz,
onları elim bir azap ile cezalandırır.
Yüce
Allah âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
«Onlardan
bir güruh vardır ki, kitaptan olmadığı halde kitaptan zannedilsin diye
dillerini eğip, bükerler. O Allah katından olmadığı halde "Allah
katındandır' derler. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.»
Yahudilerden
bir taife, kitaplarında zikredilen Muhammed Cs.a. v.l'in sıfatlarını
değiştirmişlerdi. Onunla İlgili kısmı okudukları zaman yanlış okumuşlar, daha
da ileri giderek, dinleyenleri şaşırtmak için «o Allah katındandır» demişlerdi.
Halbuki okudukları Allah katından değildi. Bile bile Allah'a karşı yalan
söylemişlerdi. Söylediklerinin ve okuduklarının yalan olduğunu kendileri çok
iyi biliyordu.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde söyle buyuruyor:
«Hiçbir
beşere yakışmaz ki, Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de
sonra o, İnsanlara ı Allah'ı bırakıp da, bana kul olun desin. Fakat s
Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabb'e kul olun demek yaraşır.»
Size
melekleri ve peygamberleri Rab olarak benimsemenizi de emretmez. Siz Müslüman
olduktan sonra, size küfretmenizi mi emredecek?»
-Allahü
Teâlâ'nuı, kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği mümtaz simalardan hiç
biri insanlara i Allah'ı bırakın da bana kul olun ve bana ibadet edin
dememiştir. Çünkü onlar insanların en seçkinleridir.»
Bazılarına
göre bu âyetin, nüzul sebebi şudur: Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. İbrahim'in
kendilerinden olduğunu söylemişlerdi. Bu yüzden aralarında münakaşa çıkmış ve
her iki grup da İbrahim (a. s.)'i kendilerinden kabul etmişlerdi. Aralarında
anlaşamayınca Peygamberimizi hakem tayin etmişler ve gelip durumu kendisine
bildirmişlerdi. Peygamberimiz (s.a.v), onlara «sizin hiç biriniz ibrahim (a,s.)
'den değilsiniz. Çünkü siz Allah'a eş tutuyorsunuz» demiştir (Müslim).
Buna
kızan Yahudi ve Hıristiyanlar «sen, bizim senden başkasını dost edinmemizi
istemiyorsun» demişlerdi. Halbuki Peygamberimiz, onların Allah'a îman etmesini
istiyordu. Fakat onlar bunu hazmedemiyorlardı. Yüce Allah bu âyeti inzal ederek
«hiç bir beşer yoktur ki, Allah kendisine Kur'an versin, onda haramı - helali
bildirsin ve kendisine peygamberlik de versin, sonra o, insanlara «Allah'ı
bırakın da, bana kulluk edin» desin.- Bu mümkün değildir. Fakat insanları hakka
davet etmek, onların görevidir. Peygamberlerin hepsi bu görevi yapmış ve
insanları Allah'a kul olmaya davet etmişlerdir. Peygamberler, insanlara hakkı
tebliğ ederken, onların âlim, fakih, Allah'a ibadet edicilerden olmalarını da
istemişler.
Âlim,
bildiği ile amel edendir. Bildiği ile amel etmeyen âlim değildir. ilmiyle
menfaat temin edip, ameli terk edenler Allah katında en büyük cezaya
uğrayacaklardır. Haktan ayrılıp menfaat karşılığı fetva verenler çok elim bir
azaba uğrayacaklardır. Cahil bilmediği için ameli terk etmiştir. Âlim bildiği
halde amel etmemiştir. Elbette âlimin mes'ûliyeti cahilinkinden çok fazladır.
Amelsiz ve takvasız ilimle Allah'a yaklaşılsaydı, şeytanın herkesden çok
Allah'a yakın olması gerekirdi. Çünkü o herkesten daha bilgiliydi. Bildiği ile
amel etmek ve takva sahibi olmak en büyük ilimdir. Hakikî ilim ise Allah'ı
bilmektir.
Allahü
Teâlâ peygamberleri, insanlara Allah'ın emirlerini bildirmek için göndermiştir.
Onlar, insanları Allah'a ibadet ve itaate davet ederek hak dine çağırmışlardır.
Peygamberlerden hiçbiri insanların, melekleri ve peygamberleri Rab olarak kabul
etmesini istememişlerdir. Çünkü bu tevhid akidesine muhaliftir. Peygamberler
tevhid akidesine muhalif hiçbir şeyi emretmezler.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Hani
Allah, peygamberlerden ahid almıştı: And olsun ki, size kitabı, hikmeti verdim.
Sizde olanı tasdik edici bir peygamber gelecek. Mutlaka ona inanacak ve ona
mutlaka yardım edeceksiniz. İkrar edip de ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar
da: ikrar ettik demişlerdi. Allah da: Şahîd olun, ben de sizinle beraber
sahicilerdenim, demişti.»
Allahü
Teâlâ, peygamberlerinden kuvvetli ve sağlam ahidler almıştı. Bu ahde bizzat
kendisi şahidlik ettiği gibi, peygamberlerden de şahidler tutmuştu. Ve onlara:
«Bu ahd ü misakı kabul edip, Allah'ın bu ağır yükünü omuzlayacak mısınız?»
Onlar bu ahd ü misakı «kabul ettik» dediler. Bu emir bütün peygamberlere
şamildir. Peygamberlere indirilen kitaplarda Hz. Peygamberin sıfatları
belirtilmiştir.
Âyette
«sizde olanı tasdik edici bir peygamber gelecek- buyu-rulmustur. Gelecek olan
peygamber Hz. Muhammed ts.a.v.) 'dir. Daha gönderilmeden onun peygamberliğini
tasdik etmeleri hulusun da Yüce Allah bütün peygamberlerden ve ümmetlerinden
kuvvetli ve sağlam ahidler almıştı. Ve onlara: -«Mutlaka ona inanacak ve
mutlaka ona yardım edeceksiniz» buyurmuştur. Onlar da ahidlerin-de duracaklarım
bildirmişlerdi de, Allahü Teâlâ: «Şahid olun. Ben de, sizinle beraber
şahidlerdenim» demişti. Yüce Allah ahidleşen-lerîn kimini kimine şahid
tutmuştur.
.
Allahü Teâlâ'nm şahidüği, peygamberlerine çeşitli mucizeler vermesidir. Yukarda
da belirtildiği gibi Yüce Allah her peygambere, peygamberliğini isbat için
çeşitli mucizeler vermiştir. Onların mucizeleri karşısında insanlar âciz
kalmıştır.
Yüce
Allah'ın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«Artık
kim bundan sonra yüz çevirirse, işte onlar fâsıklardan-du\»
«Yoksa
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa
ister istemez O'na teslim olmuştur. Nihayet O'na döndürülüp götürüleceksiniz.»
«De
ki; Allah'a îman ettik. Bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a
ve oğullarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Hableri
tarafından verilenlere de îman ettik. Onlardan hiçbiri arasında fark
gözetmeyiz. Biz, O'na teslim olanlarız.»
Ahdini
bozanlar, îmandan yüz çevirenler fasıkların tâ kendisidir. Onlar Allah'a
verdikleri sözden dönmüşlerdir. O'nun dinini bırakıp, başka bir din
aramışlardır.
Bu
âyetin nüzul sebebi şöyledir: Kâ'b İbni Eşref ile yandaşları Hz. ibrahim
hakkında münakaşa etmişlerdi. Hangisinin haklı olduğunu öğrenmek için de
Peygamberimize gelip müracaat etmişlerdi. Peygamberimiz de «hiç biriniz
İbrahim'in dini üzere değilsiniz. Çünkü siz inkarcılardansınız* demiştir. Onlar
da «biz, senin hükmüne razı değiliz ve senin dinine de inanmıyoruz» cevabını vermişlerdir.
Bunun üzerine Yüce Allah da bu âyeti inzal ederek: «Onlar, Allah-
382 Al-î imrân sûresi
in
dinini bırakıp da. başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa
ister istemez O'na teslim olmuştur.» Yerde ve gök-tekilerin hepsi Yüce Allah'ın
emirlerine mutî olmuşlardır. Kimse O'-nun hükmünün dışına çıkamaz.
tmam-ı
Mücahid'e göre, Müslüman Allah'a gönülden secde ederek teslim olur. Kâfir ise
istemeyerek Allah'a teslim olur. Ona yerleri ve gökleri kim yarattı, diye
sorulduğu zaman, ister istemez Allah yarattı, diyecektir.
Bazılarına
göre, gök ehli meleklerdir. Melekler Allah'ın bütün hükümlerine mutidirler. Yer
ehli ise, insanlardır. İnsanlardan mü'-min olanlar kendi arzularıyla Allah'ın
emirlerine boyun eğmişlerdir. Kâfirler ise, «halikımız Allah'tır» derler. Fakat
Allah'ın dinini kabul etmedikleri için, O'nun emirlerine tâbi olmazlar. Yine
küfür-lerine devam ederler. Putlara taparlar da, onun âciz olduğunu hiçbir şeye
gücü yetmediğini, her şeyi var edenin Allah olduğunu söylerler. Bu noktada
Allah'a teslim oluyorlar da, O'nun emirlerini kabul etmiyorlar. Allahü Teâlâ
da, onlar için: «Bunlar İslâm'dan başka din mi arıyorlar?» buyurmuştur. Nihayet
onlar Allah'a döndürülüp götürüleceklerdir.
Allahü
Teâlâ, onlann durumunu zikrettikten sonra, sevgili hatibine hitap ederek
buyuruyor ki: «Yâ Muhammed, îman edenler, iman etmeyenlere: Biz Allah'a iman
ettik. Bize indirilen- Kur'an'a, ibrahim'e, İsmail'e, Ishak'a, Ya'kub'a,
oğullarına, Musa'ya, îsa'ya ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere
de îman ettik. Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz. Birini diğerinden
asla ayırmayız* desinler. Müslümanlar peygamberler arasında bir ayırım
yapmamışlardır. Zira ayırım yapmak îmana muhaliftir.
Allahü
Teâlâ'mn şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz. Ve o, âhirette en
büyük zarara uğrayanlardandır.»
Bu
âyet-i celile: Mukays bin Dabâbe, Haris bin Süveyd ve arkadaşları hakkında
nazil olmuştur. Âyet her ne kadar bunlar hakkında nazil olmuşsa da, hükmü
umûmîdir. Bunlar islâm'ı beğenmeyerek, kendilerine yeni bir din aramışlar,
mensup oldukları dinin İslâm'dan daha üstün olduğunu söylemişlerdi. Bu
zihniyetti olanlar için, Yüce Allah şöyle buyuruyor; «Kim İslâm'dan başka bir din
ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette en büyük zarara
uğrayanlardandır.»
Yukarıda
da belirtildiği gibi, Allah katında makbul din İslâm'dır. Kim bundan başka bir
dine tevessül ederse, o din Allah katında asla makbul değildir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«İman
ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra, küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete eriştirir?
Allah, zalimler güruhunu hidayete itUtürmez.»
Allah'a
ve Resûlü'ne îman edip, kendilerine apaçık deliller gel-ı ilk ten sonra, bu
hakikatleri görüp, inkâr eden bir kavmi Allah na-aıl hidayete eriştirir?
Allah'ın rahmetinden ümit kesilmez. Yüce Al-Iftlı dilediğini hidayete erdirir.
Fakat âyette bahsedilen zümre Al-Inlûı ve Resûlü'ne îman edip, hakikati
gördükten sonra, inkâr ede-ıtılt kâfir olanlardır. Onlar îmandan dönmekle
kendilerine zulmet-nıifjturdir. Allahü Teâlâ, îmandan dönmek suretiyle kendi
nefisleri-Ht* zulmedenleri hidayete erdirmez. Ancak küfürlerinden vazgeçerin,
günahlarına tevbe - istiğfar ederlerse Allah o zaman, onları Itiduyete erdirir.
Soru:
Bu âyette Allahü Teâlâ, îmandan sonra küfre dönenleri • ı /.Alimleri hidayete
erdirmez buyurmaktadır. Halbuki bir çok tfiıırlnd ve zalim İslâm'ı kabul
ettikten sonra Allahü Teâlâ onlara hhlrtvot etmiştir. Bundaki hikmet nedir?
("ovap
t Kâfir küfründen, zalim de zulmünden vazgeçmedikçe ViMb Allah onları hidayete
erdirmez. Ancak kâfir küfründen, zalim ti i zulmünden vazgeçip, tevbe-istiğfar
ederse Yüce Allah onlara hi-davHi mler. Bunların hidayete ermeleri kendi
ellerindedir. Çünkü A(l«imi Tftla peygamberler vasıtasıyla kısanlara hak ile
batılı bildir-tıu%, (»tsturı kendi iradeleriyle haşhaşa bırakmıştır.
Dileyen hidaye-II ılİİHVfirı dalâleti seçer. Hidayeti arzu edeni Yüce Allah
hidayete Arzu etmeyeni de hidayete erdirmez.
Mımılan
sonra Yüce Allah kâfir ve zâlimler için ne buyuruyor
«İşte
bunların cezası Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lanetine
uğramalarıdır.»
-Ebediyyen
onun içindedirler. Onlardan azap hafifletilmez. Onlara rahmet nazarıyla
bakılmaz.»
«Ancak
bunun ardından tevbe edip, düzelenler müstesnadır. Doğrusu Allah gafurdur,
rahimdir.*
İslâm'ı
kabul ettikten sonra, tekrar küfre dönenlerin cezası Allah'ın lanetine
uğrayarak rahmetinden kovulmalarıdır. Allah'ın lanetine uğrayanlar meleklerin
ve insanların da lanetine uğramışlardır. Zira Allah'ın sevmediğini hiç bir
mahlûkat sevmez. Eğer bir kimse, birine lanet eder de, lanet edilen ona
müstehak değilse, o lanet kâfirlerin üzerine döner. Müslüman olmayana lanet
etmek caizdir. Müslümanın Müslümana lanet etmesi asla caiz değildir. Şayet
Müslüman, din kardeşine lanet ederse, kıyamet günü o, bütün mah-Iûkatın
lanetine uğrar. Din kardeşine lanet etmek o kadar tehlikelidir. Müslümanların
buna çok dikkat etmesi gerekir.
Allah'ın
v», diğer mahlûkatm lanetine uğrayanlar ebedi olarak azapta kalıcıdırlar.
Onlardan Allah'ın azabı asla hafifletilmez. Çünkü azabı hafifletecek olan
Allah'dır. O'nun lanetine uğrayanlar elbette rahmetinden kovulmuşlardır.
Rahmetinden kovulanlar ebedi azabında kalacak olanlardır. Yukarıda da işaret
edildiği gibi, küfür ve zulümlerinden vazgeçip, ihiâsla tevbe ederler ve amel-i
salih işlerlerse Yüce Allah onların günahlarını ■ bağışlar. Onları
hidayete erdirir. Allah, gafur ve rahimdir, günahlarından tevbe edenleri
esirger ve bağışlar.
Bundan
sonra Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
«îman
ettikten sonra küfredip de, küfürleri artanlar var ya, oo> larm tevbeleri
kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların tâ kendi-teridir.»
«Doğrusu
küfredip de, kâfir olarak ölenlerin hiç birinden yer yüzünü dolduracak kadar
fidye verseler bile kabul edilmeyecektir. İşte onlar için eüm bir azap vardır.
Onların hiç bir yardımcıları da yoktur.»
Bu
âyetin nüzul sebebi şudur; Bazı kimseler İslâm'ı kabul ettikten sonra tekrar
küfre dönmüşlerdi. Haris de bunlardan biriydi. Kız kardeşi, Hâris'e bir mektup
yazarak, Allah tövbelerinizi kabul edecek, gelin tevbe edin, demişti. Bu haber
Mekke'de yayılınca, onlar daha da şımararak şöyle demişler: «Muhammed ne
söylerse söylesin. Biz onun ölümüne kadar burada kalacağız. Şayet gönlümüz îman
etmek isterse îman ederiz. Biz ne zaman iman edersek tevbe-miz kabul olacak.
Çünkü Hâris'in kardeşi tevbemizin kabul olacağım söylemiştir- demişlerdi. Yüce
Allah, onların batıl iddialarını reddederek: «iman ettikten sonra küfredip,
küfürlerini artıranlar var ya, onların tevbeleri kabul edilmeyecektir»
buyurmuştur. Zira onlar daima küfür içindedirler. Onların bütün işleri ve
hareketleri küfürlerini artırmaktır. Bu balamdan onlar tevbe etseler bile
tevbeleri kabul olmayacaktır. Çünkü onlar ihlâsla, samimiyetle tevbe etmezler.
İhlâsla yapılmayan tevbe de Allah indinde makbul değildir.
İmandan
sonra tekrar küfre dönmeleri kendilerini helak etmiştir. İmansız olarak
ölenler, Allah'ın azabından kurtulmak için yer yüzünü dolduracak kadar fidye
verseler bile, o fidyeleri asla kabul edilmeyecektir. İman olmadıkça dünyada
yaptıkları iyilik kat'iyetle kendilerine fayda vermeyecektir. Onlar için çok
elim bir azap vardır. Onları Allah'ın azabmdan kurtaracak bir yardımcıları da
yoktur. Müslüman bundan ibret alarak îmanını tehlikeye düşürecek her şeyden
kaçınmalıdır. Çünkü imansız amelin hiç faydası yoktur. Hatta o amel dünya kadar
bile olsa bir fayda vermesi söz konusu değildir.
Bu
âyet, kıyamet günü imansız hiç bir şeyin fayda vermeyeceğine işaret etmektedir.
Eğer iman ve amel-i salih olmazsa, AHah katında hiç bir şey fayda vermez. Bu
âyetlerde imandan başka hiç bir pjeyin fayda vermeyeceğini Yüce Allah
bildirmektedir. Mü'min, bundan ders tlftr&k dinin ahkâmını tam manasıyla
yapmalı, boş yere ftmrünü geçirmemeli, salih amele devam ederek ölmeden önce
kendisine saadet kapılarını açmalıdır. Allahü Teâlâ'nın şu âyetine dikkat et,
bak ne buyuruyor :
«Sevdiğiniz
şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz şüphesiz
ki, Allah onu bilir.»
Bu
âyet-i kerîme, mü'minlere Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsanına mazhar olmanın
yollarını gösterir. Allah yolunda sevdiklerinizden vermedikçe iyiliğe
kavuşamazsınız. Allah yolunda infak etmek, O'-nun rahmetine kavuşmak için bir
vesiledir. Allah katında sevapla-nn en büyüğü yapılan tasadduktur. Mal canın
yongasıdır. Onun bir kısmını Allah rızası için vermek herkesin işi değildir.
Nefsin baskısından kurtulup onu Allah yolunda harcamak büyük fedakârlık ister.
Onun için Yüce Allah «sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe
erişemezsiniz» buyurmuştur. înfakın birincisi zekâttır. Zekâtını vermeyen
mü'min Allah'ın «zekâtınızı veriniz» emrini çiğnemiş olur. Allah'ın emirlerini
çiğneyenler ise, asla iyiliğe erişemezler. Zekâtlarını vermeyenler âhiret
saadetinden de mahrum olurlar. Zekât, sahibini cimrilikten ve mala
mahkûmiyetten kurtararak, Allah sevgisini kazandırır. Zekâtlarını vermeyenler
mala köle olmaktan ve Allah'ın azabını kazanmaktan başka bir şey elde
edemezler. Allah yolunda gizli-âşikâr yapılan infakların hepsini O bilir. Ona
göre dünyevi ve uhrevi mükâfatını verir. Bunun için sahabe-i kiram infak
hususunda yarış etmişlerdir. Ömer bin Abdülâziz deve yükleri ile şeker alarak
halka tasadduk ederdi. «Şeker yerine parasını niçin ta-sadduk etmiyorsunuz?»
diye sorulduğunda, «Şekeri çok seviyorum da, onun için tasadduk ediyorum»
cevabını verirdi. Çünkü âyette: -Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe
erişemezsiniz» buyu-rulmuştur. Abdülâziz de bunu kendisine şiar edinmişti.
Hz.
Ömer (r.a.) güzel bir cariye satın almıştı. Cariye, dürüst, ahlâklı olduğu için
Hz. Ömer çok sevmişti. Bir müddet sonra da cariyeyi âzâd etmişti. Bu
hareketinin sebebi sorulduğunda, -İnsanlar sevdiklerinden Allah yolunda infak
etmedikçe arzu ettiklerine kavuşamazlar» demişti. Evet insanlar Allah yolunda
sevdiklerinden tasadduk etmedikçe, sevdiklerine kavuşamazlar.
Hz.
Âişe (r.aJ'nin yaldızlı bir Kur'ân'ı bulunuyordu. Onun yazısı ve yaldızı çok
hoşuna gidiyordu. Bu âyete gelince durur ve hemen Kur'ân-ı Kerîm'i sattırır,
parasını tasadduk eder.
Harun
Reşid'in hanımı otuz bin altın vererek bir Kur'ân-ı Kerim yazdırır. Kur'ân'i
eline aldığı zaman çok hoşuna gider, içini açınca ilk önce bu âyeti görür ve
hemen Kur'ân'ı sattırır, parasını fakirlere tasadduk eder. Niçin böyle yaptığı
sorulduğunda, şu anda benim için bundan daha kıymetli ve sevimli bir şey
olmadığından böyle yaptım, der.
Görülüyor
ki, bu âyetin önemini anlayanlar sevdikleri şeyleri derhal Allah rızası için
tasadduk etmişlerdir. Onlar fani olan şeylerle, ebedi olanı kazanmışlardır.
Çünkü dünyadakilerin hepsi fani, âhirettekilerin hepsi bakidir. Mü'min bundan
ibret alarak fani şeylerin esiri olmamalıdır. Dünya için âhiretinl
yıkmamalıdır.
İnfak:
Allah rızası için verilen sadaka ve zekât bir infaktır. Bir hayır müessesesini
idame ettirmek için yapılan yardım bir infaktır. İslâm'ı müdafaa etmek için
savaşmak bedeni bir infaktır. Allah rızası için, insanlara kavli ve fiili
yardımda bulunmak bir infaktır. Müslümanm ihtiyacını karşılamak bir infaktır.
Müslüman, kudreti nisbetinde infakta bulunmadıkça iyiliğe erişmiş olamaz.
Müslüman, Allah rızası için tasadduk etmeyi kendine şiar edinmelidir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Tevrat
inmeden evvel îsrailoğullarının kendi nefsine haram kıldığından başka bütün
yiyecekler onlara helâl idi. De ki: Eğer sadıklardan iseniz haydi Tevrat'ı
getirin de okuyun.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yâkup (a.sJ bir gün Beyt-i Mukaddes'e
giderken yolda insan şekline girmiş bir melekle karşılaşır. Onu .hırsız zannederek
münakaşaya tutuşurlar. Münakaşa esnasında melek, Yâkub (a.s.) 'un ayağını
incitir, Yâkub (a.sJ bundan çok ıztırap duyar. Ve *Eger ayağımdaki arıza
giderse sevdiğim taamları yemeyeceğim* diye nezreder. Onun sevdiği taamlar deve
eti ile deve sütü idi. Bilâhare ayağındaki arıza gider ve nezrettikleri-ni
yemez. Bunlar Allah'ın kendisine haram kıldığı şeyler değildir, bizzat
kendisinin kendi nefsine haram kıldığı şeylerdir. Yâkub (a. s.)'un bu durumunu
bilen Yahudiler «bunları Yâkub kendisine haram kılmadı. Bizzat Allah haram
kıldı. Tevrat'ta da haram olduğuna dair hüküm vardır» demişlerdir. Kendilerine
de deve eti ile deve sütünü haram kılmışlardı. Yüce Allah onların yalanlarını
reddederek söyle buyurmuştur:
«Tevrat
inmeden evvel îsrailoğullarımn kendi nefislerine haram kıldığından başka bütün
yiyecekler onlara helâl idi.» Ancak bütün dinlerde olduğu gibi kan,
boğazlanmadan ölen hayvan eti ve domuz eti haram kılınmıştır, îsraüoğullarımn
kendilerine haram kıldığı şeyler Tevratta haram kılınmamıştır. Allahü Teâlâ
onların iddialarını reddederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Yâ
Muhammed, onlara de ki: Eğer sözünüzde doğru iseniz haydi Tevrat'ı getirin de
okuyun, deve sütünün ve etinin onda haram olup olmadığını göre-relim.»
Peygamberden bu sözleri duyan Yahudiler kitaplarını geti-remeyince «Nûh
zamanından beri haram kılındı» demişlerdir.
îmam-ı
Züccac şöyle demiştir: Bu âyet-i celile Hz. Muhammed'in risaletine delâlet
eder. Çünkü Peygamberimiz Yahudilerin kitabında bulunmayan şeyleri kendilerine
açıkça beyan etmiştir. Onlar hakikatleri gizlemeye çalışsalar bile gerçeği
kendilerine olduğu gibi söylemiştir. Yahudilere «kitabınızı getirin» dediği
zaman onlar kitaplarını getirememiştir. Çünkü onların söylediği Tevrat'ta
yoktur. Zira onlar, Resûlüllah'm vahiy ile konuştuğunu biliyorlardı. Buna
rağmen yine de hakkı gizlemeye çalışıyorlardı.
Bundan
sonra Yüce Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Bundan
sonra kim Allah'a karşı yalan isnad ederse, işte onlar zâlimlerin ta
kendileridir.»
«De
ki: Allah doğru buyurmuştur. O halde İslâm'a yönelerek İbrahim'in dinine uyun.
O, müşriklerden değildi.»
Bu
hakikatler açığa çıktıktan sonra, kitapta olmadığı halde «kitapta böyledir»
diyerek Allah'a karşı yalan isnad edenler zâlimlerin tâ kendileridir. Kendi
nefislerine zulmedenler elbette Allah'ın azabına müstehak olacaklardır.
Yâ
Muhammed, iman etmeyenlere de ki: «Allah doğru buyurmuştur. O halde islâm'a
girerek İbrahim'in dinine uyun.» Ehl-i kitap, kendilerinin Hz. İbrahim'in dini
üzere olduğunu söylüyorlardı. Yüce Allah da, onlara «O halde İslâm'a girerek
İbrahim'in dinine uyun» buyurmuştur. Zira İbrahim fa.s.) müşriklerden değildi.
O hanif dini üzereydi. Yukarıda da belirtildiği gibi bütün peygamberlerin
getirdiği dinin adı İslâm'dır. Bu bakımdan Yüce Allah: «İslâm'a girerek
ibrahim'in dinine uyun» buyurmuştur.
Zamanımızda
da, ilim adamı kisvesine bürünen bazı zavallılar makam, mevki ve şöhret
kazanmak için Allah'ın kitabında olmayanları var göstererek yalan-yanlış fetva verme
cür'etinde bulunmuşlar, Allah'uı âyetlerini kendilerine göre te'vil
etmişlerdir. Vay onların haline, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Onlar
Allah'a karşı yalan isnat ederler. Tıpkı Yahudilerin ettiği gibi. Allah'a karşı
yulan isnat edenden daha kötü kim olabilir?.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Doğrusu
insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki o çok müba- ve bütün âlemlere hidayet
olan Kâ'bedir.»
«Orada
apaçık alâmetlerle, İbrahim'in makamı vardır. Kim ora-yu girerse emin olur. Ona
yol bulabilen herkesin Kâ1>e'yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır: Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah, âlemlerden müstağnidir.»
Kâinatın
sahibi ve Halikı olan Yüce Allah'a, yer yüzünde in-mınlann ibadet etmeleri için
Hz. İbrahim tarafından kurulan ilk «v Kabe'dir. O çok mübarek ve bütün âlemler
için hidayet kaynacıdır. Orası Allah'ın evidir. Bereketi çok olup, günahların
bağışla-muçağı yerdir. Ona ikram ve hürmet Allah'a ve Resulüne hürmettir. <
>na itaatsizlik, Allah'a ve Resûlü'ne itaatsizliktir.
Bir
rivayete göre, Kâ'be-i Muazzama, yer ile göğün yaratıldığı hırada su
üstünde, melekler tarafından bir beyaz köpük halinde vuruda getirilmiştir. Yer
daha sonra bunun altında teşekkül etmiştir. Adem (a.s.) cennetten yeryüzüne
indirilince melekler kendisine 'Bu Hayt-i Muazzama'yi tavaf et. Biz bunu senden
iki bin yıl Önce tavaf ■>üik' demişlerdir. Bu mübarek Beyt Hz. İbrahim
ile oğlu İsmail ta-nıfından inşa edilmiştir. Bütün müminlerin kıblegâhı olup,
her tarafına doğru namaz kılınır. Hz. İbrahim'den beri insanların ziya-i ntgâhı
olmuştur. Kuşlar onun üzerinden asla uçmazlar, ona tazim Kın etrafında
dolaşırlar. Bu âyet ona tazim ve hürmeti isbat için indirilmiştir.
Imam-ı
Kelbi şöyle der: «Beytullah ilk önce Âdem ta.s.) tarafın-tlıın inşa edilmiştir.
Halk Nüh ta.s.) zamanına kadar onu kıblsgâh edinmiştir. Nûh tufanında Allahü
Tealâ onu meleklere altıncı kat semaya kaldırtmıştır. Şimdi orası Beytü'l-Mâmur
olarak bilinmekte olup günde yetmiş bin melek tarafından tavaf edilir. Tavaf
edenlere bir daha kıyamete kadar sıra gelmez.»
Orada
mü'minler için apaçık alâmetler vardır. Hacerül-Esved ve Hz. ibrahim'in makamı
gibi. Beytullah'a girenler her şeyden emin olurlar. Hâlis niyetle Allah'ın
evine girenler elbette O'nun azabından emin olurlar. Ona gitmek için yol
bulabilen herkesin Kabe'yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır.
Haccın farziy-yetini inkâr edenler kâfir olur. İslâm'ın beş şartından biri olan
hac İbadeti, durumu yerinde olan mü'minlere farz kılınmış olup, insanlar üzerinde
Allah'ın hakkıdır. Durumu yerinde olup da, hac etmeyenler Allah 'in hakkım
çiğnemiş olurlar. Unutulmamalıdır kî, bu ibadetin terk edilmesinin mes'uliyeti
çok ağırdır.
Buna
mukabil Allah rızası için haccedenlerin, kul hakkı haricindeki bütün
günahlarının bağışlanacağını sevgili Peygamberimiz müjdelemektedir. Bu ne büyük
müjdedir. Mü'min bunun üzerinde çok düşünmelidir. Nitekim Hz. Ali şöyle rivayet
etmiştir: -Peygamberimiz bir gün hutbe okurken şöyle dedi: «Ey insanlar Yüce
Allah sizin üzerinize haccı farz kıldı. Hacca gidecek durumda olup da,
gitmeyenlerin hali Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi gibidir. Çünkü onlar Allah'ın
evini hafife almışlardır. Hacca gidecak durumda olup da, gitmeyenler Allah'ın
hakkını çiğnedikleri gibi, bu ibadeti de hafife almışlardır. Bu bakımdan onlara
benzemektedirler. Ancak hacca gidemeyecek durumda olanlar, hastalar ve oraya
gitmek için yol bulamayanlar müstesnadır. Onlar için bir vebal yoktur. Böyle
bir özür söz konusu olmadan gitmeyenler, benim şefaatimden mahrum ulurlar.
Onlar benim kevserimden de içemezler.»
Resûlüllah'ın
bu sözüne dikkat et. Onun şefaatinden mahrum olmamak istiyorsan hac ibadetini
terk etme. Dünya malına tamah edip Resûlüllah'ın şefaatinden mahrum olma. Sana
malı verene karşı'cimrilik yapma, emrine itaat et, rahmetine nail ol. Cennetin
de, cehennemin de burada kazanıldığını unutma.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«De
kir Ey ehl-i kitap, Allah ne yaptığınıza hakkıyla şahid iken niçin Allah'ın
âyetlerini inkâr ediyorsunuz?»
•De
ki: Ey ehl-i kitap, siz doğru olduğuna şahit iken - Allah yolunu eğri
göstermeye yeltenerek- İman edenleri niçin Allah yolundan çeviriyorsunuz?
Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.»
Yâ
Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanlara söyle, Yüce Allah onların yaptıkları her
şeyi bilir. Böyle iken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar? Allah'ın
âyetlerini inkâr edenler, çok elim bir azaba uğrayarak cezalarını
göreceklerdir. Yahudi ve Hıristiyanlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr
ediyorlardı. Allahü Teâlâ da, onlara: «Ey ehl-i kitap Müslümanların doğru yolda
olduklarına sizler şahid iken Allah yolunu onlara eğri göstermeye yeltenerek,
niçin îman edenleri Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorsunuz? Yüce Allah,
onların durumlarını ve Müslümanlar için ne yapmak istediklerini çok iyi biliyordu.
Bundan dolayı ehM kitaba hitap ederek -niçin iman edenleri Allah yolundan
alıkoymaya çalışıyorsunuz?» buyurmuştur. Her zaman olduğu gibi, Yahudi ve
Hıristiyanlar, islâm'ın bidayetinde de Müslümanları inançlarından ve
ibadetlerinden alıkoymaya çalışmışlardır. Onların işi Müslümanları
inançlarından alıkoymaktır. Şayet bunu yapabilirlerse emellerine kavuşmuş
olacaklar ve Müslümanları istedikleri gibi idare edeceklerdir, islâm'ın
bidayetinde niyetleri Müslümanlığı yok etmek olduğu gibi, 'bu gün de niyetleri
aynıdır.
Bunun
için Yüce Allah, yukardaki âyetlerde ehl-i kitabı zikrederek, onların, îman
ehlini Allah yolundan alıkoymaya çalıştıklarını bildiriyor ve mü'minleri,
onların tuzaklarına düşmemeleri için ikaz ediyor. Mü'min, ilâhi tenbihatın
ışığı altında onların tuzaklarına düşmeyecektir. Hele içinde bulunduğumuz
devirde dostunu -düşmanını çok iyi bilecektir. Aksi takdirde - Allah, korusun -
îmanını bile kurtaramaz.
Allahü
Teâlâ kullarının yaptıklarından asla gafil değildir. Âyetlerini inkâr edenlerin
cezasını, iman edip amel-i salih işleyenlerin de mükâfatını eksiksiz olarak
verecektir.
Allahü
Teâlâ âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
«Ey
îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye
uyarsanız, İmanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.»
«Allah'ın
âyetleri size okunur, aranızda peygamberi bulunurken nasıl küfredersiniz? Kim
Allah'a sımsıkı sarılırca muhakkak doğru bir yola iletilmiştir.*
Yüce
Allah bu âyette îman edenleri ikaz ederek şöyle buyuruyor; -Ey îman edenler, eğer
kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, îmanınızdan
sonra sizi çevirirler de kafir yaparlar.»
Yukarıda
da belirtildiği gibi, Allah'a îman etmeyenlerin görevi Müslümanları çeşitli
yollarla Allah'a imandan alıkoymaktır. Ehl-i kitabın her devirde Müslümanlara
aynı oyunu oynayacağını Allahü Teâlâ biliyor ve «herhangi bir zümreye
uyarsanız, îmanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar» buyuruyor.
Demek oluyor ki, Müslümanlar için onların hepsi tehlikedir. İslâmm dışında
bulunan ehl-i kitap ve diğerleri islâm'ı yıkma noktasında birleşmektedirler.
Münafıklardan
bazıları Yahudilerin yaldızlı sözlerine aldanarak îmandan sonra tekrar küfre
dönmüşlerdir. Allahü Teâlâ, mü'min-leri bu âyetleriyle uyararak münafıkların
durumuna düşmemeleri- f ni emrediyor. Ve onlara şöyle hitap ediyor: «Allah'ın
vahdaniyeti- j ne ve Resûlüllah'ın risaletine delâlet eden hükümler size okunur
ve \ aranızda da Allah'ın peygamberi bulunurken nasıl küfredersiniz? '
Yani bunları görüp dururken nasıl olur da inkâr edersiniz? Her varlık Allah'ın
birliğini îsbat ederken, insanlık Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu
tereddütsüz söylerken ve beşeriyet Kur'ân-ı Kerîm'in Allah kelâmı olduğunu
haykırırken nasıl olur da, bunları inkâr edersiniz? Akl-ı selim sahiplerinin
bunları inkâr etmesi mümkün değildir.
îmam-ı
Züccac'a göre, bu hitap sahabe-i kiramadır. Çünkü Peygamber onların arasında
idi. Onu her gün ve her an görüyorlardı. Fakat bu hitap aym zamanda bütün
ümmet-i Muhammed'i de içine alır. Zira aramızda her ne kadar peygamber yoksa
da, onun. getirmiş olduğu şeriat vardır. Her zaman ve her an Kur'ân-ı Kerim ve
Peygamberimizin hadisleri içimizdedir. Onları görüyor ve hük-müyta amel
ediyoruz. Bunların olması Peygamberimizin aramızda olmam gibidir. Kim Allah'ın
emirlerine sımsıkı unlıraa muhakkak doğru bir yola iletilmiş olur. Sapık yoldan
kurtulur, hidayet yoluna girer. Hakka sarılmak insanı hidayete, haktan ayrılmak
ise dalâlete götürür. Kur'an'a ve Peygamber'in sünnetine sarılanlar ve onların
hükmüyle amel edenler Allah'a sımsıkı sarılmış olurlar. Allah'a sarılanlar
korktuklarından emin, arzu ettiklerine nail olurlar. Allah'a sarılmak ancak
emirlerini yerine getirmekle olur.
Yüce
Allah'ın şu âyetine dikkat et. Bak ne buyuruyor:
«Ey
îman edenler, Allah'dan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Ve herhalde
Müslüman olarak can verin.»
Ey
îman edenler, Allah'ın emirlerine itaat ederek, yasaklarından kaçınarak
azabından korkun. Ona itaat ederek mağfiretini talep edin. Emirlerine sarılın,
yasaklarından kaçının. Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Ona asla
âsi olmayın. Size verdiği bunca nimetlerine karşı şükredin. Allah'ın
nimetlerine karşı nankörlük etmeyin. Daima Yüce Allah'ı zikredin ve bir an bile
O'nun zikrinden geri kalmayın. Bu veçhile Allah'a itaat mü'minlere zor
gelmiştir. Zira beşer gafletten hâli olamaz, biz hakkıyla Allah'a itaat
edemezsek, O'na âsi olur, azabına müstehak oluruz korkusu ile Sahabe-i kiram
endişeye düşmüştür. Allahü Teâlâ onların endi-
şelerini
gidermek için «gücünüz nisbetinde itaat edin» buyurmuştur. Zira Yüce Allah
kullarına tehammül edemeyeceği yükü yüklemez. Ancak güçleri nisbetinde onlara
yükümlülük verir. Onları güçlerinin yetmediği şeylerden mes'ul tutmaz.
Bu
âyet, yukarda geçen âyetin hükmünü neshetmiştir. Bazı tef-sircilere göre ise,
bu âyet yukarda geçen âyeti neshetmemiştir. Zira Allahü Teâlâ kullarının takat
getiremeyeceği bir yükü onlara yüklemez. Âyette geçen «Allah'tan nasıl korkmak
lazımsa öylece korkun» emri, her an Allah'a itaat edin demektir. Sahabe-i kiram
Allah'a hakkıyla itaat edemeyiz, gaflete düşeriz de Yüce Allah'a âsi oluruz
korkusu ile endişeye düşmüşlerdir. Allahü Teâlâ, kullarının takati nisbetinde
itaati emretmiştir.
Birinci
âyetteki itaat emri sahabeye ağır geldiği için ikinci âyet İle
hafifletilmiştir. Bütün bunlar Allah'ın kullarına lûtfudur. Bu lütuf ve
nimetler karşısında kulun da görevi Allah'a itaattir.
Ey
iman ehli, şu fani hayattan ebedî hayata göç ederken Müslüman olarak göçün.
Allah'ın mü'min kullarına olan sevgisine bakın, Allah, ebedi hayata göçerken
mü'min kullarının îraan-ı kâmil ile göçmelerini arzu ediyor. Her Müslümamn en
büyük arzusu Rab-bine giderken imanlı gitmektir. Öyle ise imana gölge düşürecek
her şeyden Müslümanın kaçınması gerekir. Tarifi imkânsız olan en büyük nimet
mü'minler için Mevlâsı'na îman ile kavuşmaktır. Zira âhi-ret nimetlerinin hepsi
buna bağlıdır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Toptan
Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allahfın üzerinizdeki
nimetini düşünün. Hani siz düşman idiniz de O, kalblerini-zin arasını
uzlaştırdı. Ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz, bir ateş uçurumunun
tam kenarında iken sizi oradan O kurtardı. Doğru yola ensesiniz diye. İşte
Allah âyetlerini size böylece açıklar,»
Bu
ilâhî hitap Müslümanlaradır. Hepiniz Allah'ın dinine sımsıkı sarılın. Kur'ân'ın
ve sünnetin buyruklarına uyun. Yardımı Allah'tan talep edin. Ondan başkasından
yardım ve me'ûnet. beklemeyin. Kur'ân'm hükmünden ve Peygamberin yolundan
ayrılmayın Bu kardeşlik, takva ve İslâm şuurundan doğan bir kardeşliktir. Bu
kardeşliğin esası Allah'ın ipine, yani kelâmına, nizamına ve dinine
sarılmaktır. Yoksa başka mefkureler etrafında toplanmak değildir.
Bazı
ilim erbabı şöyle demişlerdir: «Bu dünya bir kuyu gibidir. Bu kuyunun içinde
yılanlar, akrepler ve zehirli ejderhalar vardır, içine düşen insanlar kurtulmak
için sağlam bir ip arıyorlar. O ipe tutunsunlar ve kuyudan çıksınlar da,
onların da şerrinden kurtulmuş olsunlar. Dünya da böyle bir kuyu gibidir.
Çeşitli mihnetler, âfetler, musibetler hep onun içindedir. Hele zamanımızda hiç
rahatlık yoktur. Mihneti ve musibeti çoğalmıştır. Bunun şerrinden kurtulmak
için Yüce Allah kullarına Kur'ân gibi sağlam bir ip göndermiştir. Onun
hükümlerine sımsıkı sarılsınlar da dünyanın mihnet ve meşakkatinden
kurtulsunlar.- islâm'ı kabul edip, Kur'ân'a sarılanlar, iki cihanın, mihnet ve
meşakkatinden kurtulurlar.
Yüce
Allah, mü'minlere «Yahudi ve Hıristiyanlar gibi, birlik ve beraberliğinizi
bozarak tefrikaya düşmeyin» buyurmuştur. Ey iman sahipleri, Allah'ın size ihsan
ettiği îslâm nimetini hatırlayın ve O'-nun emirleriyle amel edin. Siz
birbirinize düşman iken, îslâm nime-tiyle sizi şereflendirdi. Kalblerinizi
uzlaştırdı, aranızdaki düşmanlığı kaldırdı, sizi kardeş yaptı. Bu nimetlerin
şükrünü eda edin. Siz İslâmdan önce bir ateş çukurunun kenarında helak olmak
üzere iken, sizi oradan kurtaran O'dur. Bütün bu nimetleri hatırlayarak şükrünü
eda edin.
Bu
âyet Evs kabilesi ile Hazreç kabilesi hakkında nazil olmuştur. Bu iki kabile
tam kırk yıl aralarında harp etmişlerdir. Her iki taraf da bir çok ölü
vermiştir. Peygamberimiz (s.a.vJ peygamber olarak gönderildikten, Mekke'de
peygamberliği açığa çıktıktan ve etrafa yayıldıktan sonra Medine'de bulunan bu
iki kabile Peygamberimize iman etmişlerdir. Bu iki kabileden yetmiş kişi
Mekke'ye gelerek Peygamberimize biat ederler ve îmanlarından dönmeyeceklerine
de ahdederler. Hattâ Peygamberimizi Medine'ye davet ederler ve iki yıl sonra
Peygamberimiz Medine'ye hicret eder (Kütüb-i Sitte).
Peygamberimiz
Medine'ye gidince iki kabilenin arasındaki düşmanlığı kaldırır. Onları
birleştirir ve kardeş ilân eder. Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek buyurdu ki:
«Doğru yola erişesiniz diye Allah âyetlerini size böyle açıklar.- Ey İman ehli
bu nimetlerin kıymetini bilin. Artık bundan sonra islâm nimetini bırakıp, dalâlete
sapmayın.
Allahü
Teâlâ'nm şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«İçinizden
insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip, kötülük ton alıkoyacak bir cemaat
bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenler Uİr.»
içinizden
insanları îslâm'a, hayra, hakka davet edecek, iyiliğ: umredecek ve kötülükten
alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İman ve takva esasları üzerinde yücelen ve
gelişen Müslüman cemaatin vazi feieri yer yüzünde hayrı şerre, ma'rüfu münkere
ve hakkı batıl: müip kılmaktır. îslâm cemaati gittiği yerlere aynı ilkeleri
götürmü; ve ikame etmiştir. O hayrın peşinde koşmuş, Allah'ın nizamını hâ kim
kılmak için var gücü ile çalışmıştır. Müslümanın mârufu em t«tmesi, münkerden
nehyetmesi, üzerine dini bir vecibedir.
Allahü
Teâla halkın bir kısmına emribilmaruf yapmayı emretmiş
tir.
Halkın tamamına emribilmârufu emretmemiştir. Bu şuna işaret eder ki, halkın bir
kısmı mâruf ehli, bir kısmı da münker ehlidir. Mârufu bırakıp münkeri
emredenler münafıklar zümresine dahildir. Mârufu emredenler ise sırat-ı
müstakimde olanlardır. îşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Emribilmâruf
nehyianilmünker üç kısımdır. Biri el ile mârufu emretmektir. Bu emir
sahiplerinin işidir. Biri lisanla emribilmâruftur ki, bu da âlimlerin işidir.
Biri de kalb ile yapılan emribilmârufdur ki, bu da halkın işidir. Yani münker
sahibine kalben buğz etmek suretiyle yapılan emribilmâruftur. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.):
-Sizden
biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmezse
diliyle düzeltsin, ona da gücü yetmezse kalben buğzetsln. Bu da imanın en
zayıfıdır- buyurmuştur.
Sahabe-i
kiramdan bazıları da şöyle demişlerdir: «Her kim bir kötülük görürse onu eliyle
düzeltsin. Şayet buna gücü yetmezse, kalben buğzederek üç defa:
«Ey
Allah'ım, bu fiil münkerdir, ben bundan beriyim» desin ki, üzerine vacip olan
emribilmâruf ondan sakıt olsun. Bunu söylemezsa münkeri nehyetmediği için
günahkâr olur.*
Yukarıda
da belirtildiği gibi emribilmâruf ve nehyianilmünker yapmak her Müslüman
üzerine dinî bir vecibedir. Maalesef bugün Müslümanlar emribilmârufu terk
etmiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp, ihtilaf» düşenler gibi olmayın. Ve
işte onlar için büyük bir azap vardır.»
Ey
iman edenler, siz Yahudi ve Hıristiyanlar gibi aranızda İhtilâfa düşerek
parçalanıp, ayrılmayın. Yüca Allah Müslümanların cemaat halinde yaşamasını
emrediyor. Parçalanıp dağılmalarını ya* saklıyor,
AUnhü
Teâlâ, lalam şuuru üt luurltınmjf müminlerin basit
AL-1
İMRÂN SÛRESİ 397
emeller
peşinde koşarak, İslâm'ı kabul etmeyenler gibi parçalanıp, ihtilâfa düşmelerini
istemiyor. îslâm cemaatinin olmadığı yerde emri bilmâruf ve nehyi anilmünker
olmaz. Bunun olabilmesi için İslâm cemaatinin olması şarttır. Her devirde
parçalanıp, ihtilafa düşen toplumlar perişan olmuştur. Bunun için Yüce Allah
«onlar hakkında büyük bir azap vardır» buyuruyor. Onlar için hem dünyevî ve hem
de uhrevî bir azap vardır. Bu da parçalandıkları için dünyada perişan olmak,
âhirette ise, ilâhî azaba uğramaktır. Yüce Allah'ın şu âyetine dikkat et, bak
ne buyuruyor:
•O
gün nice yüzler ak, nice yüzler kara olacak. O zaman yüzleri kara olanlara
şöyle denecek, İmanınızdan sonra küfrettiniz ha, işte o küfrünüzün cezası
olarak tadın azabı.»
«■Fakat
yüzleri ak olanlar, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî
kalacaklardır.»
Dünya
âhiretin tarlasıdır. Herkes dünyada yaptığının karşılığını orada görecektir.
Yüce Allah ilâhî kelâmiyla kıyamet günü insanların görecekleri mükafat ve
mücazatı beyan ederek şöyle buyurmuştur: «O gün nice yüzler ak, nice yüzler
kara olacak. O zaman yüzleri kara olanlara şöyle denecek: «İmanınızdan sonra
küfrettiniz ha, işte küfrünüzün cezası olarak tadın azabı.»
İman
şerbetini içip, İslâm ile müşerref olanların yüzleri ak olacak. Çünkü onlar
dünyada iken îmanlarının ve dinlerinin emirlerini yerine getirmişler,
dinlerinden asla ayrılmamışlardır. Onlar daima Rablerine itaat ederek, affına
sığınmışlardır. Allah'ın affına sığınanların yüzünü kıyamet günü Allah ak
edecektir.
Nice
yüzler' de vardır ki, kıyamet günü simsiyahtır. Yüzleri simsiyah olanlar îman
etmemişler veya îmanlarından sonra tekrar küfre dönmüşlerdir. Bu onların
küfürlerinin cezasıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: «O zaman yüzleri kara
olanlara şöyle denecek: •îmanınızdan sonra küfrettiniz hâ. İşte bu, küfrünüzün
cezasıdır, Şimdi tadın küfrünüzün cezasını.»
Yukarda
da işaret edildiği gibi, iman edenler mükâfatını, iman «tmeyenler de cezalarım
göreceklerdir. Yüzlerinin simsiyah oluşu t inan etmediklerinin cezasıdır.
398 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ
Tefsirciler
bu hususta çeşitli görüşler belirtmişlerdir; Kimine göre İnsanlar ba's
olundukları zaman kiminin yüzü ak, kiminin yüzü siyah olacaktır. Kimine göre
ise, insanların amel defterleri kendilerine verildiği zaman, mü'minler
defterlerinde yaptıkları amel-i salihleri, hayırları ve iyilikleri görünce
sevinçlerinden yüzleri bembeyaz olacaktır. Kâfirlerin ve münafıkların da
yaptıkları kötülükleri gördükleri zaman üzüntülerinden yüzleri simsiyah
olacaktır.
Bazılarına
göre ise, mizan kurulduğu zaman herkesin ameli tartılacak, mü'minin hayrı ağır
gelince sevincinden yüzü bembeyaz olacak, kâfirin ve münafığın da kötü ameli
ağır gelince üzüntüsünden yüzleri kararacaktır.
Ve
bir kısım tefsircilere göre ise, kıyamet günü herkese ma'-budlarıyla bir araya
toplanmaları emredilecek, her kavim dünyada ibadet ettikleriyle bir araya
toplanacaklardır. Görecekler ki, ibadet ettikleri âciz, onlara hiç bir faydası
yok. Hatta zararı var, bundan dolayı çpk üzülecekler ve üzüntülerinden yüzleri
kararacaktır. O zaman Yüce Allah mü'min kullarına «Rabbiniz kim?» diye
soracaktır. Mü'minler cevaben *Rabbimiz Allah'tır- diyeceklerdir. Tekrar Yüce
Allah «Rabbinizi görseniz tanır mısınız?» diyecektir. On-lar «Rabbimiz
tanıtırsa tanırız» cevabını vereceklerdir. Yüce Allah mü'min kullarına tecelli
eder, onlar da Rablerini mekândan münezzeh olarak görürler ve secdeye
kapanırlar. Secdeden kalktıkları zaman yüzleri kar gibi bembeyaz olur. Yüzleri
ak olanlar Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.
Kâfir
ve münafıklar ise, elim bir azap içerisinde küfürlerinin cezasını ebedi olarak
çekeceklerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Bunlar
Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Yoksa Allah, âlemlere
zulmetmek istemez.»
«Göklerde
ve yerde ne varsa Allah'ındır, Ve bütün işler Allah'a döndürülür.»
Bu
hitap Peygamberimiz (s.a.v.) 'edir. Cebrail vasıtasıyla ona indirilen Yüce
Allah'ın âyetleridir. Allahü Teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor;
«Onları sana hak olarak okuyoruz. Yoksa Al-
AL-Î
IMRAN SURESİ 399
lah,
âlemlere zulmetmek istemez.» Yüce Allah, kitabında emir ve yasakları bildirmiş,
hak ile batılı beyan etmiş, haramı ve helâli açıklamıştır, Allah bir topluma
peygamber gönderip, emir ve yasaklarını açıklamadan onları mes'ul tutmaz. Ancak
peygamberler vasıtasıyla kitap göndererek emir ve yasaklarını bildirdikten
sonra onları mes'ul tutar. Bunun için Yüce Allah şöyle buyuruyor:
«Allah,
âlemlere zulmetmek istemez.» Yüce Halik, yaratmış olduğu varlıklara asla
zulmetmez. Zira zulmetmek O'nun sânına yaraşmaz. Ancak kul, Allah'ın emirlerini
terk etmekle kendi nefsine zulmeder.
Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Hepsinin yaratanı, besleyeni,
rızıklandıranı, terbiye edeni ve Ma'budu O'dur. Bütün ibadetler ve dualar ancak
O'na yapılır. O'ndan yardım istenir. Ve sonunda bütün işler Allah'a
döndürülecektir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde îman edenler için şöyle buyuruyor:
«Siz,
insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden
nehyedersiniz. Ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsaydı kendileri
için hayırlı olurdu. İçlerinde îman edenler olmakla beraber, çoğu gerçek dînden
çıkmış fâsıklardır.»
Yüce
Mevlâ, Allah katında en üstün dinin İslâm olduğunu haber veriyor ve îslâmm
mensuplarına iltifat ederek, onların en hayırlı bir ümmet olduğunu ifade
buyuruyor. Bu iltifat ancak îman edenlere mahsustur. Bunun için Allahü Teâlâ
şöyle buyuruyor: «Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.
Mârufu emreder, münkerden nehyedersiniz. Ve Allah'a inanırsınız.» Müslümanların
özellikleri bu âyet-i celüede belirtilmiştir. Onlar insanlığın kurtuluşu,
saadeti, huzuru için seçilmiş, çıkarılmış en hayırlı bir ümmettir. Ondan daha
hayırlısı ve üstünü yoktur. Çünkü o, ilâhi iltifata maz-har olmuştur. Onun
görevi, gittiği yerde mârufu emretmek, münkerden nehyetmek ve yaratanına îman
etmektir. O, bunun için çok hayırlıdır. Müslüman ilâhî iltifata mazhar olduğunu
bilecek, değerini anlayacak ve ona göre hareket edecektir. Müslüman, Allah'ın
nizamını hâkim kılmak için savaşacaktır. Tâ ki Islâmı hâkim kılana kadar.
400
ÂL-Î
ÎMRÂN SÛRESİ
Bazı
tefsircüer bu ilâhi hitabın sahabeye mahsul olduğunu söylemişlerdir. Nitekim
Peygamberimiz: «İnsanların en hayırlısı benim ashabım ve onları takip edendir»
buyurmuştur. Onların özellikleri daima iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek
ve iyilikten iyiliğe koşmaktır. Onlar düşkünlere yardım ederler, her yerde
hakkı korur ve savunurlar. Elbette ki Allah'a ve Besülüne itaat edenler
İnsanların en hayırlısıdır.
Yüce
Allah, bütün kullarının iman ederek hayırlı bir ümmet olmasını istiyor. Ve
şöyle buyuruyor: «Ehl-i kitap da inanmış olsaydı kendileri için hayırlı olurdu.
İçlerinde îman edenler olmakla beraber, çoğu gerçek dinden çıkmış fâşıklardır.»
Küfür içinde yüzenlerin, küfürlerini terk ederek iman etmeleri kendi
menfaatlerinedir. Çünkü îman, sahibini mutluluğa, huzura, saadete, kurtuluşa
götürür. İmandan nasibi olmayanların, bunlardan da nasibi olmaz.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Onlar
sizi incitmekten başka zarar veremezler. Sizinle savaşa koyulurlarsa geri dönüp
kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.»
Bu
âyet-i celilede Yüce Allah mü'minlere zafer va'dediyor ve akıbetlerinin teminat
altında olduğunu bildiriyor. İslâm cemaatinin karşısında onların
savaşamayacaklarını Allahü Teâlâ şöyle beyan ediyor: «Sizinle savaşa
koyulurlarsa geri dönüp kaçarlar.» Elbette kaçarlar. Çünkü mü'min Allah'a
inanmış, O'nun hükümlerine boyun eğmiştir. O «Allah yolunda ölürsem şehidim,
kalırsam gaziyim» inancıyla savaşmıştır. Onun yardımcısı Allah'tır. Mü'min
Allah'ın nizamını yer yüzünde hâkim kılmak için savaşır. Kâfir ise küfür
peşinde koşar, onu yaymak için çalışır. Mü'min, imanında samimî, dinme bağlı,
peygamberine sadık olduğu müddetçe onun yardımcısı Allah'tır. Eğer bunlardan
feragat ederse Allah'ın nusretinden mahrum olur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde kâfirler için şöyle buyuruyor:
ÂL-Î
ÎMRÂN SÛRESİ 401
«Nerede
bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Allah'ın ve
mü'minlerin ahdine sığınmış olanlar müstesna. Onlar Allah'ın hışmına uğradılar.
Üzerlerine de bir miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve
haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etmeleri ve
taşkınlık yapmalanndandır.-
İman
etmeyenler, her zaman ve her yerde zelil olmaya mahkûmdurlar. Çünkü küfür
insanı zillete götürür. İzzet ve şeref ancak mü'-minlerindir. Yahudi ve
Hıristiyanlar Müslümanların egemenliği altında oldukları müddetçe, onlara cizye
vermek mecburiyetindedirler. Bu, onlar için bir zillettir. Müslüman olsalardı bu
zillete düşmeyeceklerdi. Allah'ın ve mü'minlerin ahdine sığınmış olanlar
müstesnadır. Onlar Müslümanlara cizye vermek suretiyle savaşmamak üzere
mü'minlerle ahidleşmişlerdir. Mü'minlerle ahidleşmeyenler, Allah'ın hışmına
uğrayarak azabına müstehak olmuşlardır. Aynı zamanda onların üstüne meskenet,
fakirlik, perişanlık, felâket mührü vurulmuştur. Bütün bunlar, onların Allah'ın
kitabını yalanlamalarından, haksız yere peygamberlerini öldürmelerinden,
masiyetlerin-den, hakkı inkârlarından ve taşkmlıklarındandır. Eğer onlar
Allah'a isyan etmemiş olsalardı, elbette onlara zillet damgası vurulmazdı.
Bugün
durum tersine dönmüş gibi görünürse de. İslâm'ın doğuşundan yirminci asra kadar
Müslümanlar düşmanları üzerindeki egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Fakat
yirminci asırda durum ■tersine dönmüştür. Çünkü Müslüman, düşmanın
taklitçisi olmuş, İslâm'ın özünü unutmuştur. Müslüman emribilmârufu ve nehyi
anilmünkeri unutmuştur. Allah'a itaati bırakmış, isyana dalmış, aralarındaki
birlik ve beraberlik bozulmuş, İslâm'ın birlik ruhu unutulmuştur.
Müslüman
içinde bulunduğumuz asırda taklitçi olmuş, yeryüzünde Allah'ın nizamının hâkim
kılınması için çalışmayı terk etmiştir. Şahsî çıkarları peşinde koşmuş,
Allah'ın emirlerini unutmuştur. Artık İslâmiyet sadece isimde kalmıştır. Bunun
için Yüce Allah nusret ve yardımını onlardan kaldırmıştır. Allahü Teâlâ bir
kavmin ukubetini beyan ederken, ukubetin sebebini de açıklıyor. Yukarda da
belirtildiği gibi. İnanmayanların üzerine zillet damgasının vurulması
isyanlarından dolayıdır. Müslümanların da bugün, bu duruma düşmelerinin sebebi
İslâm'ın emirlerini çiğnemeleridir. Müslümanlar topyekün İslâm'ın emirlerine
sarılmadıkça, üzerlerine vurulmuş olan o zillet zincirini parçalayamazlar.
Ancak topye-
F.:
26
402 AL-1 İMRAn SÛHBSt
kün
islâm'ın ©mirlerine sarıhrlarsa. o zaman Allah'ın nusreti ve yardımı
kendilerinin üzerine olur. İşte o zaman Müslümanlar yeryüzüne hükümran
olacaklardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Hepsi
bir değildir. Onlardan bir topluluk vardır ki, secdeye vararak geceleri
Allah'ın âyetlerini okuyup dururlar.»
«Allah'a
ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler.
Hayırlara koşarlar. İşte onlar salihlerdendir.»
«Onlar
ne hayır işlerlerse elbette ondan mahrum bırakılmayacaklar. Allah takva
sahiplerini pek iyi bilendir.»
tman
edenlerle, iman etmeyenler elbette bir değildir. Ehl-i kitaptan bir cemaat
Allah'a ve âyetlerine iman ederek, kendilerini küfür ve şirkten
temizlemişlerdir. Onlar gecenin karanlığında kal-karakihamazlaruu kılarlar,
secdeye kapanırlar ve Allah'ın âyetlerini okurlar. Tevazu ile Ona yalvarırlar.
O'nun peygamberini tasdik ederler ve iyiliği emreder, kötülükten de
vazgeçirmeye çalışırlar. Onlar hayırdan hayra koşarlar. Yaptıklarını Allah
rızası için yaparlar, tşte onlar salihlerdendir. Çünkü onlar sahabî olma
şerefine nail olmuşlardır. Onlar işlemiş oldukları hayırdan asla mahrum
bırakılmayacaktır. Yüce Allah takva sahiplerini çok iyi bilir ve hiç kimsenin
amelini karşılıksız bırakmaz.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde îman etmeyenler için şöyle buyuruyor; ,
> • ' y
•Küfredenlerin
malları ve çocukları Allah'dan yana onlara bir fayda vermeyecektir, tşte onlar
cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedlyyen kalacaklardır.»
îman
•tmtytnlorln malları ve çocukları Allah katında
AL-t
ÎMRÂN SÛRESt 403
rine
asla fayda vermeyecektir. İman olmayınca Allah katında hiç bir şeyin faydası
yoktur. Mallarının ve çocuklarının çokluğu ile öğü-nenler, bilmelidirler ki,
iman olmayınca bunlar kendilerine yük olmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
Mal ve evlât dünya zinetidir. Baki kalacak olan amel-i salihtir. îman-ı kâmil
ile amel-i salih ol-. madiği sûrece hiçbir şey insanı Allah'ın azabından
kurtaramaz.
Yahudi
ve Hıristiyanlardan bazıları «mallarımız ve çocuklarımız kıyamet günü bizi
azaptan kurtarır» demişlerdi. Yüce Allah bu âyeti inzal buyurarak küfredenlerin
mallarının ve çocuklarının kendilerine asla fayda vermeyeceğini bildirmiştir.
îman sahipleri bundan ibret almalı, mal ve çocuklarına aldanmayarak amel-i
salih yapmalıdırlar. Zira Allah katında amel-i salihten başka hiçbir şeyin
faydası yoktur.
îman
etmeyenler, dünyada işledikleri küfürlerinin cezası olarak cehennemin yaranı
olacaklar ve orada ebediyyen kalacaklardır.
Yüce
Allah'ın şu âyet-i celilesine kulak ver, bak ne buyuruyor:
*Bu
dünya hayatında onların sarf ettikleri şeylerin durumu, kendi kendine zulmeden
bir kavmin, ekinlerine isabetle mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgârın durumu
gibidir. Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlar.»
Mallarını
Allah yolunda değil de, gayr-i meşru yerlerde harcayanların durumu, kendi
kendilerine zulmeden bir kavmin durumu «ibidir. Onlar mallarını nefs-i hevalan
peşinde harcayarak kendilerine en büyük zulmü yapmışlardır. Yüce Allah onların
durumunu şuna benzetiyor: Onların durumu, ekinlerini mahveden kavurucu ve soğuk
bir rüzgârın durumu gibidir. Kavurucu bir rüz-uar onların ekin tarlalarını
mahvettiği gibi, küfür ve inkârları da amellerinin sevabım mahvetmiştir. O,
amellerinden hiç istifade edemeyeceklerdir. Çünkü inkârları amellerini yok
etmiştir. Elbette ki ynk olan şeyden istifade edilemez. Ailahü Teâla, onlara
zulmetmedi. Onlar küfür ve nifaklanyla kendilerine zulmettiler.
Ailahü
Tt&lA'nın ıu ayetin* dikkat at, bak ne buyuruyor:
404 ÂL-I İMRÂN SÛBBSÎ
«Ey
îman edenler, sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri
kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler, öfkeleri ağızlarından taşmaktadır.
Sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık eğer
düşünürseniz.»
Yüce
Allah bu âyet-i celile ile iman edenleri uyarıyor ve şöyle buyuruyor: *Ey îman
edenler, sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri
kalmazlar.»
Âyet-i
celile mü'minleri ikaz ediyor. Müslümana, din kardeşinden başkasını dost
edinmemesini emrediyor. Mü'min, bu ilâhî buyruğa uymadıkça yeryüzünde huzur
bulamaz. Çünkü Yüce Allah, «onlar, sizi şaşırtmaktan geri kalmazlar ve
sıkıntıya düşmenizi isterler, yani sizi sıkıntıya düşürürler- buyuruyor.
Onlarla dost olmak demek, haktan ayrılmak ve maddî-manevî sıkıntıya düşmek
demektir. Zira onlar mü'minlere karşı büyük bir kin beslemektedir. Her fırsatta
ellerinden gelen düşmanlığı mü'minlere karşı yapmaktadırlar. Tarih bunun
misalleriyle doludur. Mü'min düşmanının tuzağına düşmemek için bu ilâhi
talimatın gereğini yapmak zorundadır.
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur; Medineli Müslümanlardan bir grup İslâm'dan
önce Yahudilerle dostluk kurmuşlardı. Bilâhare Müslüman olduktan sonra da bu
dostluklarım devam ettirmişlerdi. Yüce Allah bu âyeti inzal buyurarak
Müslümanların, Müslüman olmayanlarla dostluklarını nehyetmişür. Düşmanlarından
her zaman Müslümanlara zarar geleceği için ilâhî emirle bu dostluk
yasaklanmıştır.
Denilmiştir
ki: Kişinin kendine bakma, arkadaşına bak. Arkadaşı ne ise kendisi de odur.
Nitekim Peygamberimiz Cs.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Kişi
arkadaşının mezhebi ve yolu üzeredir. Sizden herhangi biriniz arkadaşlık
yapacağı insanın durumuna baksın.»
Arkadaşlık
yapılacak insana çok dikkat etmek gerekiyor. Hele içinde bulunduğumuz asırda.
Arkadaşlık kurduğumuz insanlar, âlim midir, cahil midir, eşkıya mıdır, hırsız
mıdır, yol kesici midir, dindar mıdır, nedir? Bütün bunları araştırmalıdır.
Ondan sonra arkadaşlık, dostluk kurmalıdır. Birçok masum insanlar kötü
arkadaş-lannın kurbanı olmuşlardır. Bunun için Allahü TealA bir Müalüm»
ÂL-Î
ÎMRÂN SÛRESİ
nın,
gayr-i müslim ile dostluk kurmasını yasaklamıştır. Ve ıjöyİB buyurmuştur;
«Kâfirler
zahirde size dost gibi görünürler. Fakat gizliden gidiye size düşmanlıklarını
sürdürürler. Aranıza fitne sokmak için durmadan çalışırlar. En azından
fitnecilere yardımcı olurlar. Size olan öfkelerini açığa vururlar. Kalblerinde
sakladıkları kin, düşmanlık asla sönmez.»
Âyette
bütün yönleriyle onların Müslümanlara karşı besledikleri durum ve tavır
belirtilmiştir. Müslümanm bu hakikatleri gördükten sonra, onlarla dostluk
kurması, sahip olduğu dinin emirlerini hiçe saymasıdır. İslâm'ın emirlerini
hiçe sayanlar, onun nurundan istifade edemezler.
Allahü
Teâlâ düşünmeleri ve ibret almaları için böylece âyetlerini kullarına
açıklamıştır.
Bundan
sonra Yüce Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«İşte
siz o kimselersiniz ki, onlar sizi sevmezken siz onları seversiniz. Ve siz
kitapların hepsine inanırsınız. Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman:
'İman ettik' derler Yalnız başlarına kaldıkları vakit de size öfkelerinden
parmaklarının ucunu ısırırlar. De kiî Öfkenizden ölün. Gerçekten Allah onların
sinelerindeki özü hakkıyla bilir.»
Ey
îman edenler, siz öyle kimselersiniz ki, gayr-i müslimler sizi sevmediği halde,
siz onları seversiniz. Halbuki onlar sizi asla sevmezler. Onlar sizi
sevmedikleri gibi, dininizi de sevmezler. Yüce Allah, gayr-i müslimlerin hiç
bir zaman Müslümanları sevmediğini ve Müslümanların hakiki dostu olmadıklarını
birçok âyette açıklamıştır.
Siz,
Allah tarafından gönderilen kitapların hepsine inanırsınız. Yahudi ve
Hıristiyanlar da sizi kandırmak için, sizinle karşılaştıkları zaman «biz de
bütün kitaplara inandık» derler. Halbuki onlarr kendi kitaplarından
başkasına inanmazlar.
Âyette
Müslümanların onların yalanlarına aldanmamaları bildiriliyor. Allahü Teâlâ
onların yalanlarını açığa vurarak şöyle buyuruyor: -Yalnız başlarına kaldıkları
zaman size öfkelerinden par-
406 ÂL-Î ÎMRÂN SÛRESÎ
maklarının
ucunu ısırırlar.» Allah'ın kelâmı onların durumlarını ne güzel açıklıyor,
İslâm'ın doğuşundan bugüne kadar Müslümanlara karşı aynı şekilde
düşmanlıklarını sürdürmüşlerdir. Onlar Öfkelerinden parmaklarını ısıradursun,
Yüce Allah mü'min kullarını onların üzerine üstün kılmıştır. Gayr-i müslimlerin
«Biz de Muham-med'in peygamberliğine ve Kur'an'a inandık» demeleri sizi
aldatmasın. Zira onların gerçekten inanmadıkları âyette sarahaten
bildirilmektedir. Şayet inanmış olsalardı elbette mü'minlere karşı
öf-kelenmeyeceklerdi. Allahü Teâlâ, onların öfkelerinin son haddine geldiğini
sevgili Peygamberine bildirerek şöyle buyuruyor:
«De
ki: Öfkenizden ölün'».
Bu
ilâhi kelâm, gayr-i müslimlerin Müslümanlara karşı nasıl bir düşmanlık
beslediklerinin en açık izahıdır.
Yüce
Allah, onların sinelerinde gizledikleri her şeyi bilir ve ona göre
mücazatlarını verir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Sizlere
bir iyilik dokunursa onıarı üzer. Başınıza bir felâket gelirse buna sevinirler.
Sabreder ve sakınırsanız, onların hilesi size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz
ki, Allah onların yaptıklarım ihata etmiştir.»
Müslümanların
zafere ulaşması, huzur içinde yaşaması, ilerlemesi ve kalkınması düşmanlarını
üzer. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor:
«Sizlere
bir iyilik dokunursa onları üzer.» Onların arzuları Müslümanların daima zillet
içinde olmasıdır. Müslümanların zafere ulaşması, huzur içinde yaşamaları
elbette onları üzer. Şayet Müslümanların başına bir felâket gelirse buna çok
sevinirler. Çünkü onların arzu ettiği de budur. Müslümanlar ne kadar felâkete
uğrar, parçalanır, yıkılırsa, onlar da o kadar sevinirler. Bütün var güçleriyle
her devirde bunu yapmaya çalışmışlardır. Allahü Teâlâ, onların bu durumunu
şöyle beyan ediyor:
«Başınıza
bir felâket gelirse buna sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız, onların hilesi
size hiç bir zarar vermez.*
Müilüman
Allah'a tevekkül edip, görevini yapar. Allah'ın emir-
ÂL-Î
İMRÂN SÛRESİ 407
lerine
muti olursa, düşmanlarının hilesi onlara asla zarar verm«. Çünkü hayır da, şer
de Yüce Allah'tandır. Müslüman tedbirini alıp, ilâhî buyruğa uyarsa düşmanın
hilesinden kurtulur. Bugün çekilin ızdırapların hepsi ilâhî buyruğa uymayarak,
onlarla kurulan dostluktan kaynaklanmaktadır.
Allahü
Tealâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
■Hani
sen mü'minleri savaş için duracakları yere yerleştirmek üzere erkenden evinden
ayrılmıştın. Ve Allah, setnî'dir, alimdir.-
Peygamberimiz
Cs.a.v.) Uhud muharebesinde sahabesiyle birlikte sabah erkenden savaş alanına
gelmiş ve onları mevkilerine yerleştirmiş, harbi kazanmak için Babbine dua
etmişti. Allah, semi'-dir, dua edenlerin duasını işitir ve kabul eder. Alimdir,
kâfirlerin ne yaptıklarını bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-U
zaman içinizden iki talanı bozulmak üzere idi. Halbuki onların dostu Allah'tır.
Mü'minler yalnız Allah'a güvenip, dayansınlar.»
Bu
âyet-i cehle mü'minlerin dostunun Allah olduğunu ve O'n-dan başkasına
güvenilemeyeceğini belirtmektedir.
Uhud
muharebesinde ordunun iki kanadını teşkil eden Ensar'-dan Selmeoğullanyla
Hâriseoğullan münafıkların sözlerine ve düşmanın çokluğuna aklanarak bozulmak
üzere idi. Yüce Allah bu durumu sevgili Peygamberine bildirerek şöyle
buyuruyor: «Halbuki onların dostu Allah idi.» Dostu Allah olan. yardımcısı
Allah olan, koruyanı Allah olan bir topluluk hiçbir zaman düşmandan kaçar mı? Allah,
Müslümanlara zaferi va'd ediyor. Düşmanın çokluğu ve azlığı Müslümanı
ürkütmemelidir. Müslüman eğer Allah'ın rızasını kazanmak için savaşıyorsa
mutlaka zafere ulaşacaktır. Müslümana düşen Allah'a teslim olarak, O'na
hakkıyla şükretmek ve O'na güvenmektir. Eğer kâfirlerin zahmetlerine
dayanamayıp muharebe meydanından kaçarlarsa, o zaman felâkete uğrarlar. Onların
zahmetlerine sabredip, Allah'a güvenirlerse, hiç şüphesiz zafer inananlarındır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«And
olsun ki, siz düşkün bir durumda iken Bedir'de Allah size kafi bir zafer
vermişti. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız.»
«Hani
sen mü'minlere: 'İndirilmiş üç bin melekle Rabblnİzin size yardım etmesi yetmez
mi' diyordun.»
•Evet.
Şayet sabreder ve İtaatsizlikten sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize
gelirse Rabbîniz size nişanlı beş bin melekle imdat edecektir.»
Yüce
Mevlâ, îman edenlere Bedir muharebesinin tablosunu çiziyor ve Allah'a itaat
ederek, verilen nimetlere şükretmelerini istiyor ve şöyle buyuruyor:
«Andolsun
ki, siz düşkün bir durumda iken Bedir'de Allah size kati bir zafer vermişti.
Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız.» Şükür, ancak Allah'a itaatle olur.
Bedir'de
îman timsali Peygamber ordusu kendilerinden üç kat daha fazla olan kâfir
ordusunu Allah'ın yardımı ile görülmemiş bir hezimete uğratmıştır. Bedir günü
Hz. Peygamber'in ordusuna söyle diklerini, Yüce Allah şöyle beyan ediyor: «Hani
sen mü'minlere: 'İndirilmiş üç bin melekle Babbinizin size yardım etmesi yetmez
mi' diyordun.»
Bedir
'de Peygamber ordusunu Allahü Teâlâ üç bin melekle kuşatmış ve onlara yardım
etmişti. Bu, îslâm'n doğuşundan bu yana ilk savaştı. Artık zafer inananlarındı.
İlâhi müjde devam ediyor ve şöyle sıralanıyordu: «Eğer peygamberinizle durup,
sabrederseniz düşmandan korkarak harp meydanından kaçmaz ve Allah'a itaat
ederseniz, Rabbiniz size nişanlanmış beş bin melekle yardım edecektir.» Yüce
Allah'ın bu vadi inanıp, sabır ve itaat edenleredir,
Uhud
muharebesinde savaş başlamadan Önce Resûlüllah ordusunu en iyi şekilde yerleştirmiş
ve «benden emir gelmeden kimse asla yerinden ayrılmasın» diyerek son talimatı
vermişti (Tirmizi). Bu talimat gereği harp neticelenene kadar kimse yerinden
ayrılmayacak ve ResûlüUah'ın verdiği talimata göre hareket edilecekti.
Peygamber ordusu, kendisinden üç kat daha fazla olan kafir ordusu ile savaşa
başladı. Kısa zamanda Peygamber ordusu duruma hakim oldu Düşman ordusu dağılıp
kaçmaya başladı, bunu gören Peygamber or-
ÂL-Î
İMRÂN SÛRESt 409
duşu,
Allah Elçisinin emrini beklemeden yerlerinden ayrıldılar ve savaş alanına
toplandılar. Müslümanların bu durumunu gören düşman ordusu derhal toplanıp.
Peygamber ordusunu arkadan vurmaya başladılar.
Savaş
bir anda Müslümanların aleyhine döndü. Çünkü Peygamber ordusu, Allah Elçisinin
emrini beklemeden yerlerinden ayrılmışlar, bu hareketleriyle onun emrine
muhalefet etmişlerdi. Onlar, Peygamberin talimatını tutmayarak muhalefet
ettikleri için, Allah'ın onların yardımına gönderdiği beş bin melek, yardımı
onlardan kesti. Zira onlar sabır ve itaatte kusur etmişlerdi. Çünkü Yüce Allah
«şayet sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız, size nişanlı beş bin melekle
imdat edeceğim» buyurmuştu. Onlar sabretmediler ve Resû-lüllah'ın emrine
muhalefet ettiler. Allah da, onlardan yardımını kesti. Böylece savaştan
istenilen neticeyi alamadan döndüler,
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Bu
yardımı Allah, size sırf bir müjde olsun ve kalbleriniz bununla yatışsın diye
yaptı. Yoksa zafer, ancak aziz ve hakim olan Allah'tandır,»
«Küfredenlerin
bir kısmını kesmek veya - ümitsiz olarak geri dönmecesine - bozguna uğratmak
için.*
Bu
mübarek âyetler, nusret ve zaferin sadece maddi sebeplerle tecelli etmediğini,
ancak Allahü Teâlâ'mn dilemesiyle gerçekleşeceğini bildirmektedir. Bu demek
değildir ki, biz her şeyi bırakıp sırt üstü yatacağız. Biz her şeyin sebebine
sarılacağız ve Allah'a itimat edeceğiz. O zaman Yüce Allah mü'min kullarına
dilediğini verir.
Bu
âyette-. Allahü Teâlâ yapılan yardımın hikmetini bildiriyor ve şöyle buyuruyor:
«Bu yardımı Allah size bir müjde olsun ve kalbleriniz onunla yatışsın diye
yaptı.» O her zaman mü'min kullarının yardımcısıdır.
Tefsirciler
arasında meleklerin yardımı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir
kısmı, melekler savaşmak için gelmemiştir. Savaşı mü'mjnlerin kazanacağını müjdelemek
ve onların kalb-lerini yatıştırmak için Allah tarafından gönderilmiştir. Şayet
melekler savaş için gelselerdi, mü'minlerin fazileti olmazdı. Halbuki mü'-
410 âl-i imrAn sûresi
minlerin
fazileti müdriklerle savaşmakta ve onları hezimete uğratmaktadır. Eğer melekler
mü'minlere yardıma gelmiş olsaydı, bu kadar melefeo gerek yoktu, bir melek
yeterli idi. Nitekim Lût (a.s.)'un kavmini bir melek helak etmiştir»
demişlerdir.
Bazıları
da şöyle demişlerdir: «Melekler mü'minlere yardım için gelmiştir. Onların
alâmetleri kâfirlere zahir olurdu. Onların kâfirleri öldürdükleri yerde ateş
alevi gibi bir şey çıkardı ve kâfirler onu görürlerdi. Hattâ Ebu Cehil, İbni
Mes'ud (r.aJ'a şöyle demişti: -Beni yere sen düşürmedin. Tanımadığım biri
düşürdü. Onunla çok uğraştım, fakat kılıcımın ucu ona değmedi, tşte beni o
helak etti.»
Bedir
muharebesinde çok sayıda meleğin gelmesi, mü'minlerin kalblerini sakin ve sabit
kılmak içindir. Allahü Teâlâ melekleri de mücahidlerden kıldı ki, kıyamete
değin hangi İslâm ordusunun sabrettiğini ve sevabını Allah'tan beklediğini
bilsinler, onlara yardım ederek mü'minlerin safında savaşsınlar diye. Bedir
muharebesinde meleklerin çok olmasının ikinci hikmeti de şudur: Melekler, dua
ve tesbihatta bulunup, sevabını savaşanlara bağışlamak için çok gönderilmiştir.
Bunun
geniş izahı Enfal sûresinde gelecektir.
Zafer
ancak, mülkünde hâkim, galip ve aziz olan Allah'tandır. O her işi hükmü ile
işler. Bazan kâfiri mü'min üzerine, jbazan da mü'mini kâfir üzerine galip
kılar. Bu, O'nun hikmetinin iktizasıdır.
Allahü
Teâlâ melekleri gönderip mü'minlere yardım etmesi, kâfirlerin bir kısmını
kesmeleri veya onları hezimete uğratarak ümitsiz bir şekilde geri dönmeleri
içindir. Nitekim Bedir'de durum böyle oldu. Onlardan yetmiş kişi Öldürüldü,
yetmiş kişi esir edildi. Onlar zelil ve perişan olarak Mekke'ye dönmüşlerdi.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle-buyuruyor:
-Senin
elinde emirden bir şey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yahut onları
zâüm oldukları için azaplandınr.»
Hz.
Câbir'e göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Uhud muharebesinde Peygamberimiz
ts.a.v.)'in dişi kırılmış, ayak bileği incinmiş ve kanamış, sahabeden de yetmiş
kişi şehid olmuştu CNesei). Sahabeden yetmiş kişinin şehid oluşu Peygamberimizi
çok üzmüştü. Ve kâfirlere beddua etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Allahü Teâlâ
bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur:
ÂL-t
tMRÂN SÛRESİ 411
«Yâ
Muhammed, senin elinde emirden bir şey yok. Allah ya onların tevbesini kabul
eder, yahud onları zalim oldukları için azaplan-dırır.» Hüküm ancak Allah'ındır.
O dilediğini yapar. Dilerse bunlara tevbe nasip edip, hidayete erdirerek
İslâm'a getirir. Dilerse zalim oldukları için, o hal üzere öldürür ve en büyük
azaba uğratır.
Bu
âyet inince Peygamberimiz onlara beddua etmekten vazgeçti. Çünkü Yüce Allah onlardan
bir kısmının îmana geleceklerini biliyordu. Nitekim bu savaştan sonra Halid bin
Velid, Amr îbn As, îk-rime bin Ebû Cehil ve birçokları Müslüman olmuştu.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyurmuştur:
«Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder.
Ve Allah gafurdur, rahimdir.»
Yerde
ve göklerde yaratılmış ne varsa hepsi O'nun mülküdür. Her şeyi yoktan var eden
O'dur. O, rahmetiyle kullarından dilediğinin günahlarını bağışlar. Günahında
ısrar edenlere de lâyık oldukları azabı verir. O, gafurdur, tevbe edenlerin
tövbesini kabul eder. O, rahimdir, kullarını esirger. Günah işleyenlere hemen
azabını vermez. Belki tevbe ederler diye onlara mühlet verir.
Bundan
sonra Yüce Allah mü*min kullarını ribadan nehyedip buyuruyor:
•Ey
îman edenler, kat kat katlayarak faiz yemeyin. Allah'tan korkun ki, felah
bulaşınız.»
«Kafirler
için hazırlanmış olan o ateşten sakının.*
■Allah'a
ve Peygambere itaat edin ki, rahmete erdirilesiniz.»
Yüce
Allah'ın bütün emirleri İman edenleredir. İmanı olmayanlara Allah'ın hiç bir
emri yoktur. Zira iman olmayınca hiç bir şeyin geçerliliği yoktur. İmana zararı
dokunacak her şeyi Allahü Teâlâ mü'mln kullarına yasaklamıştır. Mü'min
kullarının şer işlemesine razı olmayan Yüce Halik şöyle buyuruyor:
«2 ÂL-Î İMRÂN SÛRESt
«Ey
îman edenler, mallarınızı faize vermekle kat kat artırarak yemeyin.»
Faiz,
Bakara sûresinde de belirtildiği gibi kesinlikle îman edenlere haramdır. Bir
malı kıymetinden fazlaya satmak, veya ödünç verilen mal ve paradan fazlasını
almak dinimize göre faizdir. Ey iman edenler, faiz yemek ve onu helâl saymak
hususunda Allah'tan korkun. Tâ ki, azabından kurtulup, felah bulaşınız. Faizi
helâl kılmakla kâfirler için hazırlanmış cehenneme düşmekten de korkun.
Mu'tezile
uleması şöyle demiştir; «Büyük günah işleyenler, tev-be etmeden ölürlerse
kâfirler gibi ebedî cehennemde kalırlar. Zira Allahü Teâlâ faiz yiyenlere
cehennemi va'detmiştir, kafirlere va'det-tiği gibi-
Ehl-i
Sünnet ulemasının bir çoğuna göre, Allah'ın bu va'di faizi helâl sayanlar
içindir. Hangi cinsten olursa olsun faizi helâl sayanlar Allah'ın âyetlerini
inkâr ettikleri için kâfir olurlar. Kafirler ise cehennemde ebedî
kalacaklardır. O zaman bu âyet şu mânayı da ihtiva eder:
îmanınızı
yok edecek veya tehlikeye düşürecek ve sizi cehenneme götürecek amelleri
işlemekten korkun. Zira öyle günahlar vardır ki, imanı yok eder.
Şu
günahlar - Allah korusun - îmanın yok obuasına veya en azından zayıflamasına
sebep olur: Anaya-babaya âsi olmak, Allah'a âsi olmaktır. Onlara İtaat Allah'a
itaattir. Rivayete göre Alkame adında bir zat anasına karşı gelmiş. Yani ona
âsi olmuş. Bir süre sonra vakti hitam bulup, ölüm yolculuğuna başlamış. Yanında
bulunanlar Alkame'den kelime-i şehadet getirmesini istemişler. Fakat Alkame bir
türlü dili dönüp kelime-i şehadet getirememiş. Tâ ki, anası gelip hakkını helâl
edip suçunu bağışlayana kadar. Anası hakkını helâl edip suçunu bağışlayınca
dilindeki bağ çözülmüş ve kelime-i şehadet getirmeye başlamıştır. Faiz yemek,
haram lokmaların hepsi, emanete ihanet etmek ve sıla-i rahmi terk etmek de imam
tehlikeye düşüren büyük günahlardandır.
Ebu
Bekir Elvarak tmam-ı Azamdan şöyle rivayet etmiştir: «Büyük günah işleyenlerin
birçoğu Ölüm ânında îmanlarını kurta-ramamıştır. Yani İmansız gitmiştir.» Bu
zat da şöyle demiştir: «Başkalarına yapılan zulüm kadar îmanı tehlikeye düşüren
bir şey görmedik.» Demek ki zulüm ve büyük günahlar îmanın en büyük düşmanıdır.
Bunlardan sakınanlar imanlarını korumuşlardır. Sakınmayanlar kendi elleriyle
îmanlarını tehlikeye atmışlardır. Ey îman eden-
ÂL-I
tMRÂN SÛRESİ 413
ler,
imanınızı yok olmaktan veya tehlikeye düşmekten koruyarak, kâfirler için
hazırlanmış olan ateşe düşmekten sakının.
Şunlar
da îmanın muhafızlarıdır, Allah'a itaat ederek, emirlerini yerine getirmek,
farzları işlemek, haramlardan kaçınmak. Peygambere tâbi olup, onun sünnetlerini
yapmak ve haram olan şeylerin küçük ve büyüğünü terketmek. Şayet Allah ve
Resulüne itaat eder, farzları yapar, haramlardan sakınırsanız imanınızı
kurtarır, rahmete erdirilirsiniz. Eğer aksini yaparsanız kendi ellerinizle
îmanınızı zayi etmiş olursunuz. Ey îman sahipleri, kâfirler için hazırlanmış
ateşten sakının.
Yüce
Allah'ın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«Hatibinizin
mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennete koşun. O Cennet takva
sahipleri için hazırlanmıştır.»
•Onlar
ki, bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yener-ler. İnsanların
kusurunu bağışlarlar. Ve Allah ihsan edenleri sever.»
Bu
ilâjıî hitap Allah'a iman edenleredir, îmana mâni olan günahlardan tevbe etmeye
koşun. Zira insanoğlu ne zaman öleceğini bilmemektedir. O bakımdan îmanı
tehlikeye düşüren her şeyden manen temizlenmesi gerekir. Bundan dolayı Yüce
Allah «Rabbinizin mağfiretine koşun» buyurmuştur. Ey iman sahipleri, Allah'ın
emirlerine sarılarak eni göklerle yer kadar olan Cennete koşun. Orası ancak
Allah'a îman edip, itaat edenler için hazırlanmıştır.
îmam-ı
Kelbî (r.aJ, Cennetin dört olduğunu söylemiştir. Biri Cennet-i Adn'dir, ki en
ulvisi budur. Biri Cennetü'l-Me'vâdır. Biri Cennetü'l-Firdevs'tir. Biri de
Cennetü'n-Na'im'dir. Bu cennetlerin her biri göklerle yer kadardır. Yaratılan
nesneler arasında en büyüğü cennettir. Bu Allahü Teâlâ'nın mü'min kullarına
bahşetmiş olduğu nimetin büyüklüğünü ifade eder. Nitekim îsmail Süddî şöyle
demiştir: «Yerler ve gökler hardal tanesi gibi parçalansa, onların sayısınca
AUahü Teâlâ'nın cennetleri vardır. Ve her birinin büyüklüğü yer ile gök
kadardır.»
S«hl
bin Silici Ira.) da »öyle d»mİQttr: Csnnttin «n »dua
414 âl-î imrAn sûresi
tabakasında
bulunan mü'mine Yüce Allah -Cennetten ne kadar yer arzu edersin?» diye
soracaktır. O da cevaben: «Şu kadar arzu ediyorum» diyecektir. Onun gönlüne «şu
kadar dile* diye ilham edilecektir. O da, gönlüne gelen kadar dileyecek ve ona
«dilediğin senin olsun, o kadar daha veriyoruz* denecektir.
Bir
rivayete göre «istediğinin on kat fazlası sana verilecektir» denecektir. Bütün
bu nimet ve mükâfatların hepsi Allah'ın müttakî kulları için hazırlanmıştır.
AUahü
Teâlâ, kendilerine cennet hazırlanmış müttakî kullarının özelliklerini şöyle
sıralamıştın Cennet, kendileri için hazırlanmış müttaküer onlardır ki, bollukta
ve darlıkta, gizli ve aşikâr Allah rızası için infak ederler. Fakiri, yoksulu,
yetimi gözetirler. Kızdıkları zaman öfkelerini yenerler, kötülük yapmayı
düşünmezler. Her işi Allah rızası için yaparlar. İnsanlardan intikam almayı
düşünmezler, onların kusurlarını bağışlarlar. Daima affedici olurlar. insanlara
hep iyilik yaparlar. Yüce Allah ihsan eden kullarını sever ve onları
muhsinlerden kılar.
Peygamberimiz
ts.a.v.) şöyle buyurmuştur: -Öfkelerini yenenleri ve intikam alma fırsatını
buldukları halde vazgeçenleri, affedici olanları Allahü Teâlâ cennette istediği
huri ile nikâhlar. Ve onu aziz kılar.»
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Onlar
kt, fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı
anarlar. Günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka kim
bağışlayabilir? Hem onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.»
«İşte
onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçlan altından ırmaklar akan
Cennetlerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır. Ne de güzeldir ecri, iş
yapanların.»
Bu
Ayet-i celileler fuhuş gibi büyük günahların da tevbeslnin kabul Hacajfim
bildirmektedir, Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ıdtrtk
ÂL-1
İMRÂN SÛHESİ 415
şöyle
buyurmuştur: «Onlar ki, fena, kötü bir şey yaptıklarında veya yabancı bir
kadını öpmek, ellemek suretiyle kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar.»
Fuhuş,
günahların en büyüğü ve en çirkinidir. İslâm dininin müsamahası fuhşa dalanları
Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmıyor. Yeter ki, onlar Allah'ı zikretsinler ve
hatalarından dönsünler. Hatâlarını bildikleri halde onda ısrar etmesinler. Yani
yaptıklarına pişman olarak tevbe, istiğfar etsinler. Tevbe, istiğfar ederek
günahlarının bağışlanmasını Yüce Allah'tan istesinler. Onlar bilmelidirler ki,
günahları ancak Allah bağışlar.
Onlar
işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler, hatâlarının ardından hemen
tevbe ve istiğfar ederler, yaptıklarına gönülden pişman olurlar, işte onların
bu samimî tevbelerine karşılık mükâfatları, Rablerinden bir mağfiret ve
ağaçları altından ırmaklar akan Cennetlerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır.
Tevbe ve istiğfar edenlerin mükâfatı ne güzeldir.
Her
insan günah işleyebilir. Yapılan günahlarda ısrar edilmeyip, dönülür ve
sadakatle Allah'a tevbe edilirse, Yüce Allah bütün günahları bağışlayacağım
va'd ediyor. Fakat tevbeler samimî olmalı, bir daha dönülmemek üzere gönülden
yapılmalıdır. Gönülden yapılmayan dualar Allah indinde kabul olmaz. İnsan
günahının çokluğundan veya azlığından değil, tevbesinin kabul olmamasından
korkmalıdır.
Hasan-ı
Basrî (r.a.) şöyle demiştir: «Bizim yapmış olduğumuz istiğfarlar, tekrar
istiğfara muhtaçtır. Zira gönülden pişmanlık duyarak yapılmayan istiğfarlar
günahtır. Onlar için de istiğfara ihtiyaç vardır.»
Görülüyor
ki, tevbe ve istiğfarın kabul olması için gönülden pişmanlık duyularak
yapılması şarttır.
Allahü
Teâlâ'nın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
•Sizden
Önce neler gelip geçti. Onun için yeryüzünde gezin de tekzip edenlerin
akıbetini görün.»
•Bu,
bütün insanlar için bir beyandır. Müttakîler için de bir hidayet, bir öğüttür.»
Al-Î
ÎMRÂN SÛRESİ
Sizden
önce ne insanlar, ne kırallar, ne servet sahipleri ve ne büyüklük taslayanlar
gelip geçti. Bunlardan kimi sırat-ı müstakimde yürüdü necat bulup, helak
olmaktan kurtuldular. Ve iki cihan saadetini kazandılar. Kimi hakkı bırakıp
batıla koştu, îmanı bırakıp küfrü seçti, helak oldu. Bunlardan her birinin
yeryüzünde ibret alınacak eserleri, alâmetleri vardır. Hakkı yalanlayanların
akıbetinin ne olduğunu yeryüzünü bir gezin de görün. Onlar ne felâketlere
uğramışlardır. Onlardan ibret alın ve sîz de onların durumuna düşmeyin.
Bazı
tefsirciler • j*~f gezmek fiiline şöyle mâna vermişlerdir:
Yüce
Allah'ın «yeryüzünde geziniz» emrinden maksat, Kur'an okuyarak mânasını düşünün
ve yalancıların ne gibi cezalara uğradıklarına bakın. Kur1 an okuyan
insan doğuyu, batıyı, bütün mahlûkatı ve gökleri oturduğu yerden müşahede eder.
Zira bütün herşey Kur'-ân'ın içinde vardır ve hepsi ayrı ayrı zikredilmiştir.
Hiç bir şey yoktur ki, Kur ân içinde olmasın. Bundan dolayı Yüce AUah: «Bu Kur1-ân,
bütün insanlar için bir beyandır» buyurmuştur. Kur'ân, insanların dalâletten,
şirkten, küfürden kurtulmaları için bir beyandır.
Yine
Kur'ân, Allah'tan korkup günahlardan sakınanlara öğüt, nasihat, hidayet ve
kurtuluş rehberidir. Kur'an, hak ile batılı, iyi ile kötüyü, haram ile helâli,
iman ile küfrü bildiren ilâhî kanundur.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde iman edenlere şöyle buyuruyor:
-Gevşemeyin,
üzülmeyin, inanmışsanız mutlaka en üstünsünüz-dür.»
Ey
iman sahipleri, kendinizi zayıf hissedip, düşmandan korkup, acze düşmeyin. Uhud
Muharebesinde uğradığınız musibetlere üzülmeyin. Eğer hakkıyla inanmışsanız
mutlaka onlara galip gelecek, zaferi kazanacaksınız. Çünkü siz hüccet
bakımından onlardan çok üstünsünüz. Yeter ki, savaş meydanında gevşemeyin,
Allah'ın hükmüne razı olun. Zira siz yeryüzünün hâkimisiniz. Allah'ın nizamını
yeryüzüne yayacak olanlar sizlersiniz.
Bu
âyet-i celile Uhud Muharebesinden sonra sahabe-i kiramın her savaşta muzaffer
olacağını müjdeliyor. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında yapılan
savaşların hepsi kazanılmış, bir çok şehirler fethedilmiştir. Yüce Allah
-inanmışsanız en üstünsü-nüzdür» buyurarak, bu ümmetin çok şerefli ve çok üstün
olduğunu belirtmiştir.
Al-î
îmrAn süresi 417
Yüce
Allah bütün peygamberlere nasıl hitap etti ise, Âhirza-man Peygamberinin
ümmetine de öyle hitap etmiştir. Nitekim Musa
(a.s.)'ya
(^C*^îoj1ti|l -Muhakkak sen en üstünsün- buyurmuştur.
Bu
ilâhî hitap Musa (a.sJ'nın şahsmadır. Âyette geçen «inanmış-sanız mutlaka en
üstünsünüzdür hitabı, Âhirzaman Peygamberinin ümmetine mahsustur. Bu, Allahü
Teâlâ'nın, Âhirzaman Peygamberinin ümmetini ne kadar şerefli ve ne kadar üstün
kıldığının ifadesidir.
Bazı
tefsirciler de şöyle demiştir: «Uhud Muharebesinde şayet Resûlüllah'ın emrini
dinleselerdi, Allahü Teâlâ, onları galip kılacaktı. Yüce Allah, bunu va'd
ediyordu. Nitekim Bedir'de onlan galip getirmişti. Fakat onlar Uhud'da
Resûlüllah'ın emrine muhalefette bulundukları için müşrikler Müslümanlar
üzerine galip gelmişlerdir.»
Müşrikler
Bedir'deki yenilgilerini bir türlü hazmedemiyorlardı. Müslümanlardan intikam
almaya can atıyorlardı. Bunun için büyük bir hazırlık içindeydiler. Hatta büyük
bir ticaret kafilesi hazırlamışlar, kârını savaş malzemesi almak için
harcamışlardı. Mekke'nin reisi olan Ebû Süfyan'm etrafında toplanarak mutlaka
bu intikamın alınmasını istiyorlardı. Bunun için de üç bin kişilik bir ordu
hazırlamışlardı. Ebû Süfyan başkanlık ettiği orduya yüz deve de yardımda
bulunmuştu. Süfyan'ın başkanlığında yola çıkan orduda Halid bin Velid, Amr îbn
As ve tkrime îbn Ebi Cehil de vardı. Çünkü onlar henüz Müslüman olmamışlardı.
Kureyşten Mekke'de kimse kalmamış, kadınlar ve çocuklar da ordunun arkasına
takılmışlardı.
Peygamberimiz
Cs.a.v.) müşriklerin harbe hazırlandıklarını ve kısa bir zaman içinde yola
çıkacaklarını öğrendi. Bununla İlgili bir de rüya görmüştü. İstişare etmek için
sahabesini topladı ve rüyasını onlara anlattı. Peygamberimizin rüyası şöyledir:
-Rüyada kılıcım-da bir gedik 'açıldığını gördüm. Bunu sahabemden bazılarının
şe-hid olmasıyla yorumladım. Yine rüyada elimdeki zırhın içine giriyordum
(Muvatta' - Nessi). Bunu da Medine olarak yorumladım.* Bu hususta görüşleriniz
nedir? Bana bildirin.»
Peygamberimiz
savaş yapmayı pek uygun bulmuyordu. Bunun üzerine münafıkların reisi Abdullah
bin Selûl şöyle der: «Yâ Resû-lallah, onlarla savaşa çıkalım. Düşmanla
savaşırken elbette bize zararı dokunacaktır. Fakat hiç bir düşman bizi yenemez,
biz onlar üzerine galip geliriz.»
F.:
27
418 AL-t İMRÂN SÛRESİ
Abdullah
aslında bu sözlerinde samimî değildi. Onun samimî olmadığını Peygamberimiz çok
iyi biliyordu. Onun ardından Bedir muharebesine iştirak etmeyen Müslümanlar da
«Yâ Resülâllah, düşmanla savaşa çıkalım. Onlar Allah düşmanıdır, bizden
korktular da savaşa gelemediler demesinler ve bizim zayıf olduğumuzu
sanmasınlar» demişlerdi, O kadar ileri gitmişler ki, Resûlüllah'ın canı
sıkılarak evine girmişti. Bir müddet sonra silâhını kuşanarak evinden çıkar,
sahabe-i kiram da toplanır. Peygamberimiz evine girdiği zaman durgundur. Sahabe
bunun sebebini sorar ve -Ey Allah'ın Resulü, bizim bu hususta hiç bir fikrimiz
yoktur. Şayet savaşa gidelim dersen gideriz, gitmeyelim dersen gitmeyiz. Biz
her hususta sana tabiyiz* derler.
Cevaben
Peygamberimiz «hiç bir Peygambere silâhını kuşandıktan sonra savaşmadan geri
dönmesi yakışmaz» buyurmuştur. (Müslim), Peygamberimiz ordusu ile Uhud'a doğru
yürüdü. Ordusu bin kişi idi. Fakat münafıkların başkanı Abdullah bin Selûl üç
yüz kişiyle Peygamber ordusundan ayrıldı, geri döndü. Peygamberimiz yediyüz
kişi ile Uhud Dağına geldi. Savaşta stratejik yeri bulunan bir mevkiye Abdullah
lbn Cabir'in başkanlığında elli kişilik bir okçu kuvvet yerleştirdi. Ve -benden
emir gelmeyince kat'iyetle yerlerinizden ayrılmayın» talimatını verdi. Çünkü
burası harbin kaderini tayin edecekti. Peygamberimiz geri kalan ordusu ile
düşmana yakın yere geldiler ve Uhud Dağını arkalarına aldılar. Savaş başladı.
Ebu Dücâne Müslümanlardan bir toplulukla savaştı. Sonra Hz. Ali karşısına
çıktı. Sa'd bin Vakkas düşmana ok yağdırmaya başladı, müşriklerden bir kısmım
öldürdüler. Müşrikler geri çekilmeye, Müslümanlar ilerlemeye başladı. Düşmandan
bazıları kaçmaya yüz tutmuştu.
Müslümanlar
zaferi kazanmak üzereydi. Bunu gören Abdullah bin Cabir'in kumandasındaki elli
kişi yerlerinden ayrılarak savaş alanına koşmuşlardı. Abdullah'ın bütün
ısrarlarına rağmen yanında ancak sekiz kişi kalmıştı. Bunu gören Halid bin
Velid iki yüz elli kişi ile hemen hücuma geçer ve orada kalan sekiz kişiyi
şehid eder ve arkadan Müslüman ordusunu vurur. Bunu gören müşrikler hep birden
hücuma geçerler. Ani baskına uğrayan Müslümanlar dağılır. Bu arada bir kısmı
şehid olur, bir kısmı yaralanır ve bir kısmı da dağılır. Fakat Musa bin Arar
Peygamberimizin yanından hiç ayrılmaz, kâfirlere karşı onu korur. Şehid olunca
bu defa kılıcı Ziyad bin Sükkan alır ve şehid olana kadar Peygamberimizi korur.
Şehid olunca Peygamberimiz kılıcı kendi alır ve düşman ile mukateleye başlar. O
sıra atılan bir taş mübarek yüzünü yaralar, dişini kırar ve
ÂL-t
ÎMRÂN SÛRBSt 419
ayak
bileği de yaralanır. Musa bin Amr'ı şehid eden Resûlüllah'ı şe-hid ettiğini
zannederek «Muhammed'i öldürdüm* diye iki defa bağırmıştır.
Bazılarına
göre o bağıran iblisti. Hattâ Medine'de bile aynı şekilde bağırmıştır. Bu
haberi duyan Müslümanlar küçük - büyük, kadın - erkek âni bir mateme
bürünmüşlerdir. Onlar Peygamberlerine o kadar bağlı idi ki «canımız, anamız,
babamız sana feda olsun Yâ Resûlâllah» diyorlardı.
Savaş
henüz son bulmamıştı. Enes tbn Nadr (r.a.) Hz. Ömer'le, Hz. Talha'nın bulunduğu
yere gider. Onlar sahabeden bir cemaatle bir yere çekilmiş oturuyorlardı. Enes
«niçin oturuyorsunuz?» der. Onlar -Peygamberimizin öldürülmesi bizi mateme
bürüdü de, .ondan oturuyoruz» derler. Enes «Onun öldüğü gibi şerefle siz de
ölün. Şerefle ölmek varken neden oturuyorsunuz?» der. Bunu duyan Hz.. Ömer, Hz.
Talha ve diğerleri hücuma geçerler. Bu arada düşmanla savaşmakta olan Kâ'b İbn
Mâlik Peygamberimizi görür ve hemen yüksek sesle «Peygamber buradadır- diye bağırır.
Müslümanlar bir anda Resülüllah'ın etrafında toplanırlar. O matem bir anda
bayram sevincine döner. Mübarek elleriyle yüzünden akan kanı siler ve şöyle
der: «Bu kavim nasıl felah bulur ki, Allah Resulü onları Mevlâ'larının kapısına
çağırıyor da, buna mukabil onlar savaş açıp yüzünü yaralıyorlar.»
Peygamberimizin
bu durumunu gören sahabe-i kiram «keşke onlara beddua etseydiniz de, onlar
helak olsalardı» demişlerdir. Pey-Kamberimiz «ben beddua etmek için
gönderilmedim. Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim» buyurmuştur. Ve «Yâ
Rabbi, bu kavme hidayet et. Onlar benim gerçek peygamber olduğumu bilmiyorlar»
demiştir CBuhârî - Müslim). Peygamberimiz âlemlere rahmet olarak
gönderilmiştir. O düşmanına da hiç bir zaman beddua etmemiş, onların da
hidayete ermeleri için daima Rabbine niyaz etmiş-ür.
Bu
savaşta müşrikler kölelerini de getirmişlerdi. Cabir İbn Mu'-tam, Vahşi adında
bir köleye şöyle demişti: «Eğer Muhammed'i öl-(iürürsen, sana bir sürü at
vereceğim. Ali'yi öldürürsen yüz deve voreceğim. Şayet bunları değil de
Hamza'yı öldürürsen, seni kölelikten âzad edeceğim.» Vahşî ona şöyle cevap
verir: «Muhammed'in üzerinde Allah'ın muhafızları vardır. Kimse onu yalnız
bulamaz. Ali de öyle cengâverdir ki, gördüğünü sağ bırakmaz. Hamza
pehlivan-ılır, onu gafil avlayabilirim.»
420 âl-î imrAn sûresi
Vahşî
bir taşın arkasında siper alır, Hz. Hamza'yı beklemeye koyulur. Hz. Hamza
oradan geçerken okunu atar ve Hz. Hamza'yı şehid eder. Ebü Süfyan'ın karısı Hz.
Hamza'nın karnını yarar, ciğerini çıkarır, hıncından çiğner. Yüksek bir yere
çıkarak« Bedir'deki intikamı aldık» diye bağırır. Kâfirler de «Hübei yükseldi*
diye bağırırlar. Peygamberimiz «Yâ ömsr onlara cevap ver- buyurur. Ömer «Yüce
olan Allah'tır. Sizin ölülerinizle bizimkiler bir değildir. Bizim ölülerimiz
cennete, sizinkiler de cehenneme gittiler» demiştir. Bundan sonra Peygamberimiz
ve sahabesi düşman ile savaşmaya başladılar, Allahü Teâlâ Resulüne nusret edip,
muavenet etti. Düşman ordusunu dağıttılar, müşrikler bu savaştan bir netice
almadan geri döndüler.
Uhud
Muharebesinde yetmiş kişi şehid oldu. Bunun altmış altısı Ensar'dan, dördü de
Muhacirlerdendi. Müşriklerden de on dokuz kişi öldürülmüştü.
Allahü
Teâlâ Müslümanları teselli ederek şöyle buyurmuştur:*
*Eğer
size bir yara isabet ettiyse şüphesiz o kavme de o kadar yara İsabet etmiştir.
Hem o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Allah'ın İman edenlere
belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir bu. Allah, zâlimleri sevmez.»
-Hem
Allah'a îman edenleri seçip, kâfirleri mahvedeceği içindir bu.»
Ey
îman edenler, Uhud günü size yaralar, acılar, musibetler isabet ettiyse
şüphesiz o kavme de o kadar, Bedir günü yara ve acı isabet etmiştir. Yüce Allah
-hem o günleri biz, insanlar arasında döndürür dururuz» buyurmuştur. Zafer
bazan sizin olur, bazan onların olur. Bunun böyle oluşunun hikmeti, Allah'ın
gerçek îman edenleri belirtmesi, münafıkların mü'minlerden seçilip ayrılması ve
içinizden şahitler edinmesi içindir. Hakiki mü'min de, münafık da böyle bir
musibet ânında belli olur. Nitekim Lokman oğluna şöyle demişti: «Hakiki altın
ve gümüş ateşte belirlenir. Hakiki mü'min de şiddet ve musibet anında belli
olur.- Fakat Allahü Teâlâ kimin gerçek mü'min, kimin münafık olduğunu çok iyi
biliyor. Mü'minltrln dt
ÂL-İ
ÎMRAN SÛRESİ 421
bilmeleri
için, gerçek iman edenle etmeyeni beyan etmiştir. Yüce Allah kullarının
durumunu bilmesine rağmen, onların mükâfat ve mücâzatını vermiyor. Ancak
kullarının bu durumları fiiliyata aksettikten sonra veriyor. Yani kul sevabı
gerektiren bir fiil işlerse, sevap, günahı gerektiren bir fiil işlerse cezasını
veriyor. Bunları işlemeden vermiyor. Halbuki kullarından hangisinin sevap,
hangisinin günah işleyeceğini daha önceden biliyor. Nitekim Allahü Te-âlâ,
iblisin isyan edeceğini biliyordu. Buna rağmen isyan etmeden Önce onu rahmetinden
kovmadı. Ne zaman ki, iblis isyan etti, o zaman rahmetinden kovdu. Mü'minlerden
de hâlis îman sahipleriyle, Uhud'da şehadet mertebesine ulaşacak olanları
biliyordu. Fakat onların mertebelerini yükseltmek için kimine şehitlik
derecesini, kimine de gazilik unvanını verdi. Yoksa kâfirleri üstün kılmak,
mü'min-leri ise hakir düşürmek söz konusu değildir. Şayet böyle olsaydı Allahü
Teâlâ. -hâşâ- kâfir ve zâlimleri dost edinmiş olurdu. Halbuki Yüce Allah
zalimler ve kâfirler güruhunu asla sevmez. Bunun başka bir yönü, mü'minlerin
günahlarının bağışlanması, kâfirlerin cezalarının artırılması ve kendilerinin
helak edilmesidir. Mü'minlerin galibiyetinde de, mağlûbiyetinde de Allahü
Teâlâ'nın bir çok hikmetleri vardır. Bunlardan bir tanesi, yukarda da
belirtildiği gibi, mü'minlerin günahlarının bağışlanması, kâfirlerin
cezalarının artırılması ve helak edilmeleridir.
Allahü
Teâlâ'nın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
-Yoksa
Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden Cennete
girivereceğinizi mi sanıyorsunuz?»
«Gerçekten
siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzulamıştınız. Fakat işte onu gördüğünüz
halde bakıp duruyorsunuz.»
Ey
îman sahipleri, Allah yolunda zahmet çekmeden, musibetlere sabretmeden, cihad
yapmadan Cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz? Hanginiz Allah rızası için
cihad ediyor ve hanginiz musibetlere sabrediyor? Yüce Allah bunlan açığa
çıkarmadan Cennete gireceğinizi sanmayın. Cennet elbette ki, mü'minler için
hazırlanmıştır. Fakat mü'min Allah için cihad etmedikçe, dini için çalışmadıkça,
bu uğurda musibetlere sabretmedikçe, kolayca cennete gireceğini zannetmesin.
AL-İ
İMRÂN SÛRESİ
Ey
İman sahipleri, siz ölümle karşılaşmadan Önce savaşı ve şe-hadeti
arzulamıştmız. Mü'minler Uhud'dan önce savaşmayı ve Allah yolunda şehid olmayı
arzu ediyorlardı. Zira onlar Bedir Muha-rebesi'nde şehid olanlar hakkında nazil
olan âyetleri işitince «keşke biz de şehid olsaydık» demişlerdi.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Muhammed,
ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
o ölür veya öldürülûrse geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse Allah'a hiç
bir zarar veremez. Allah, sükredenlerin mükâfatını verecektir.*
Bu
âyet-i celile Uhud Muharebesindeki sahabenin durumuna işaret ediyor. Yukarda da
belirtildiği gibi Uhud'da «Muhammed öldü» diye bir şayia yayılmıştı. Bu yalan
haberi duyan sahabe-i kiram kendinden geçmiş, mateme bürünmüşlerdi. Hattâ bir
kısmı «artık Muhammed öldü, düşmanla savaşıp da ne yapacağız» demişler, savaşı
bırakmışlardı. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle
buyurmuştur; «Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülûrse geriye mi döneceksiniz?
İslâm'dan önceki küfrünü;^ mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse Allah'a hiç bir
zarar veremez.»
İnsanların
küfür içinde olmaları Yüce Allah'ın varlığına asla zarar veremez ve O'nun
saltanatından bir şey de eksiltmez. İnsan, küfretmekle ancak kendi nefsine
zulmetmiş olur. Elbette kendilerine zulmedenler mutlaka cezalarını
göreceklerdir. Buna mukabil Yüce Allah, şükredenlere mükâfatını vereceğini
va'dediyor.
Bu
âyet-i celilede mü'minlere büyük bir uyan vardır. Hz. Mu-hammed'in bir
peygamber olduğu, ondan önce de nice peygamberlerin gelip geçtiği ve Hz.
Peygamberin de onlar gibi fâni alemden göçeceği bildirilmektedir. Her canlıya
ölüm geldiği gibi, bir gün mutlaka Peygamberimize de ölüm gelecektir. Nitekim
öyle de olmuştur. Fakat onun getirmiş olduğu şeriat ve din dünyanın tonuna
kadar bakidir. Yüce Allah iman edenlere şöyle hitap ediyor*
«Şimdi
o ölse veya öldürülse geriye mi döneceksiniz?» Yani eskisi gibi küfre mi
döneceksiniz? Onun getirdiği din ve (»rint dün-
ÂL-İ
İMBÂN SÜRESİ 423
yanın
sonuna kadar baki olduğuna göre, Resûlüllah her an aramız-daymış gibi hareket
etmek zorundayız.
Gerek
savaşta ve gerekse diğer bütün işlerinde Allah rızası için, hâlis niyetle
çalışanların âhiretteki mükâfatları, Allah'ın muttaki kullan için hazırlamış
olduğu cennettir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde söyle buyuruyor:
«Allah'ın
izni olmadıkça hiç bir kimseye ölmek yoktur. O, vade-siyle yazılmış bir
yazıdır. Kim dünya nimetini isterse kendisine .ondan veririz. Kim de âhiret
nimetini dilerse buna da ondan veririz. Ve şükredenleri mükâfatlandıracağız.»
Hiç
şüphesiz her canlı mutlaka ölümü tadacaktır. Fakat Allah'ın izni olmadan hiç
bir canlı için ölüm yoktur. O ölüm, vadesiyle yazılmış bir yazıdır. Allahü
Teâlâ'mn tayin ettiği vade gelmeden hiç kimse ölmez. Vade gelince ecel ne bir
saniye geri, ne de bir saniye ileri alınır.
Bu
âyet-i celile Mu'tezilenin şu görüşünü reddeder. Mu'tezile'-ye göre: -Harpte
ölen veya kesilen bir hayvan ecelinden önce ölmüş olur. Bundan dolayı adam
öldüren kimseye kısas veya diyet lâzımdır. Hayvanı boğazlayanın da bedelini
ödemesi gerekir. Şayet bunlar ecelinden ölselerdi, bunları öldürenlere ve
kesenlere kısas veya diyet gerekmezdi. Halbuki Yüce Allah «hiç bir nefis
ecelinden evvel ölmez* buyuruyor. Fakat bu ölümün ne zaman geleceği kullar-ca
meçhuldür. Hangi yaşta geleceğini Allah'tan başka kimse bilmez. Şu veya bu bir
bahanedir. Bunun için Allahü Teâlâ kullarından hazırlıklı olmalarını istiyor.
Çünkü ölüm bir hayatın sonu, di-tfer hayatın başlangıcıdır. îmanın emirlerinden
geri kalıp, bütün gücünü dünya için harcamak büyük gaflettir. îmanın esaslarına
tâbi olmak ilâhî emre tâbi olmaktır. İlâhî emre tâbi olanlar ise kurtuluşa
«renlerin ta kendileridir.
Allahü
Teâlâ şöyle buyuruyor: «Kim dünya nimetini isterse kenti İHine onu veririz. Kim
de âhiret nimetini dilerse buna da ondan veririz. Ve şükredenleri mükâfatlandıracağız.»
Allahü Teâlâ dünyayı dileyene dünyayı, âhireti dileyene de âhiret nimetlerini
verir. Yü-m Allah kullarının dilediğini verir. Kul hayır dilerse hayır, şey di-
424 AL-Î ÎMRAN SÛRESİ
lerse
şer verir. Yüce Allah, hiç şüphesiz şükredenleri mükâfatlaiir dıracaktır.
Yüce
Allah geçmiş peygamberlerin durumlarından haber vererek şöyle buyuruyor:
«Nice
peygamberler, beraberinde Rabbe kul olanlardan bir çoğu, muharebe etti de Allah
yolunda başlarına gelenlerden dolayı ümitsizliğe düşmediler. Yılmadılar, boyun
eğmediler. Allah sabredenleri sever.»
Ey
iman edenler, sizden önce nice peygamberler, ümmeüeriyle beraber Allah yolunda
muharebe etmişlerdir. Bu yolda başlarına gelen birçok musibete rağmen asla
ümitsizliğe düşmediler. Zira onlar Allah'ın rızasını kazanmak için koşarlardı
ve düşmanın çokluğundan dolayı korkup yılmazlardı. Onlar hiçbir zaman düşmana
boyun eğmediler. Fakat bütün musibetlere sabrettiler. Yüce Allah sabredenleri
sever ve sabredenlerle beraberdir.
Ey
mü'minler, ne oldu size ki, Peygamberinizin öjüm haberini duyunca savaşı
bırakıp dağıldınız. Peygamberinizin yolunda savaşmadınız. Halbuki sizden önceki
peygamberlerin ümmetleri, peygamberleri öldürüldükleri veya öldükleri halde
savaşmayı terk etmemişlerdi.
Bundan
sonra Yüce Allah, o peygamberlerle savaşa iştirak edenlerin neler söylediğini
âyet-i celilesinde şöyle İfade ediyor:
■Dedikleri
sadece şu idi: Ey Rabbimiz. günahlarımızı ve içimizdeki taşkınlığımızı bize
bağışla. Sebatımızı artır. Kâfirler güruhuna karşı bize yardım et*
«Bu
yüzden Allah, onlara dünya nimetini de, âhiret nimetini de fazlasıyla verdi. Ve
Allah ihsan edenleri sever.»
Geçmiş
peygamberlerin ümmetlerinin, peygamberleri Öldürüldükten sonra Yüce Allah'a
nasıl niyazda bulunduklarını, AHahü Te-
AL-İ
ÎMRÂN SÛRESİ 425
âlâ
Âhirzaman Peygamberinin ümmetine naklediyor. Onlar peygamberleri öldürüldükten
sonra şöyls dua etmişlerdi: «Ey bizim Rabbi-miz, günahlarımızı ve illerimizdeki
taşkınlığımızı bize bağışla. Düşmanlarımızla savaşırken sebatımızı artır.
Ayaklarımızı sabit kıl ki, düşmandan kaçmayalım. Sana inanmayan kafirlere karşı
bize yardım et. Yardımını bizden esirgeme.»
Onlar
Allahü Teâlâ'dan bir nimet ve servet istemiyorlardı. Sadece günahlarının
affını, ayaklarının düşmana karşı sebat ettirilmesini, kâfirlere karşı muzaffer
olmalarını diliyorlardı. Hattâ zaferi bile kendi nefisleri için değil, küfrün
hezimete uğraması için istiyorlardı. Allah'a karşı mü'minlerin takınması
gereken edep de budur.
Şu,
kendi nefisleri için bir şey istemeyenlere, Allah, kendi katından her şeyi vermiştir.
Nefislerini Allah'a adayanları, Allah asla boş çıkarmaz. Onların dünyevî ve
uhrevî mükâfatlarını çok fazlasıyla verecektir. Zira Yüce Allah ihsan edenleri
sever, onların ihsanına karşılık en güzel ihsan ile mukabele eder.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Ey
îman edenler, küfredenlere itaat ederseniz ökçelerinizin üstünden sizi geriye
çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.' «Halbuki Mevlânız Allah'tır. O,
yardımcıların en hayırlısıdır.»
Ey
iman edenler, küfredenlere asla itaat etmeyiniz. Şayet onlara tâbi olur, itaat
ederseniz, îmanınızdan küfre çevirirler ve siz, İslâm saadetinden mahrum
olursunuz. Hangi devirde olursa olsun, Müslümanm islâm saadetinden mahrum
olmaması İçin kâfire asla itaat etmemesi gerekir. Kâfire itaat etmek Müslümanı
İslâm saadetinden mahrum eder, İşte o zaman Müslüman hüsrana uğrayanlardan
olur.
Küfredenlere
tâbi olanlar er-geç mutlaka hüsrana uğrayacaklardır. Yukarda da belirtildiği
gibi, küfredenlerin bütün arzuları İman edenleri hak yoldan alıkoymaktır. Bunun
için Allahü Teâlâ İman edenlere şöyle buyuruyor: «Ey îman edenler, küfredenlere
itâ-ut ederseniz ökçelerinizin üstünden sizi geriye çevirirler de, hüsrana
uzayanlardan olursunuz. Halbuki Mevlânız Allah'tır. O, yardımcıların en
hayırlısıdır.»
426
ÂL-Î
İMRÂN SÛRESt
Kâfire
tâbi olup, ondan yardım beklemenin ne kadar tehlikeli olduğunu yüce Mevlâ
böylece beyan ediyor. Onlara itaat edenlerin sonunun hüsran olacağını
açıklıyor.
Yüce
Allah'ın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«Hakkında
hiç bîr delil indirmediği şeyi Allah'a eş tanıdıklarından dolayı küfredenlerin
kalblerine korku salacağız. Onların varacağı yer ateştir. Ne de kötüdür o
zalimlerin varacağı yer.»
Hakk'ı
inkâr edenlerin dünyada asla huzur bulamayacakları bu âyet-i celilede ifade
edilmektedir. Hakkı inkâr ederek ve Allah'a-şirk koşarak, kâfir olanların
kalblerine Allah tarafından korku atılacaktır. O korku ile huzurları kaçacak,
rahatsız olacaklar, dünya ve âhi-rette de hüsrana uğrayacaklardır. Onlar
kitaplarında, kendilerine hakkında bir delil indirilmeyen şeyi Allah'a eş
tutarak, kâfir olmuşlardır. Onların âhirette varacakları yer ateştir. Çünkü
orası kâfirler için hazırlanmıştır. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Gerçekten
Allah'ın size olan va'di doğru çıktı. Onun izni İli kâfirleri doğruyordunuz ki,
içinizde dünyayı İsteyenler ve ahlrttl isteyenler bulunduğundan sevdiğiniz
zaferi size gösterdikten »lira, baş kaldırdığınız, verilen emir hakkında
çekiştiğiniz ve yıldlftl-nız zaman sizi imtihan etmek için Allah mağlûbiyete
uğrattı. Bu* nunla beraber sizi bağışladı. Ve Allah mü'minlere fazl u inaytt
m-hibidlr-
Bu
âyet-i celile Uhud Muharebesiyle ilgilidir ve nüzul ıt tudun Muharebenin
başlangıcında müminlerin hücumlarına
ÂL-t
ÎMRÂN SÛRESİ 427
yanamayan
kâfirler kaçmaya başlamışlardı. Asıl savaş meydanı Müslümanların eline
geçmişti. Bunu gören mü'minlerden bazıları savaşı bırakıp ganimet toplamaya
başladılar. Müslümanların savaş esnasında gösterdikleri bu gevşeklik kendi
aleyhlerine olmuş ve bir kısmı savaş alanından kaçmıştı. Allahü Teâlâ
yukarıdaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur:
«Gerçekten
Allah'ın size olan va'di doğru çıktı. O'nun izni ile kâfirleri doğruyordunuz.»
Fakat siz ahdinizi bozdunuz, sözünüzden caydınız. O zaman düşmanın korkusu
kalbinize düştü. Peygamberin yerleştirdiği okçular, Peygamberden haber gelene
kadar yerlerinden ayrılmayacaklardı. Halbuki onlar bu ahdi unuttular ve bir
kısmı «biz niçin burada duruyoruz, düşman münhezim oldu, dağıldı-demişlerdi.
Bir kısmı da «Peygambere verdiğiniz sözde durun, onun emrine tecavüz etmeyin ve
emir gelene kadar bu yerden ayrılmayın» demişterdi. Fakat onlar yerlerinden
ayrılmak suretiyle Peygamberlerinin emrine âsî oldular. Yüce Allah, âyetin
devamında bu olayı şöyle ifade ediyor: «İçinizde dünyayı isteyenler ve âhireti
isteyenler bulunduğundan sevdiğiniz zaferi size gösterdikten sonra, bas
kaldırdığınız, verilen emir hakkında çekiştiğiniz ve yıldığınız zaman, sizi
imtihan etmek için Allah mağlûbiyete uğrattı.» Gerçek mü'min kim, münafık kim
meydana çıksın diye Yüce Hâlık sizi imtihan etmiştir. Bununla beraber sizi
bağışladı ve Peygamberin emrine muhalefet ettiğinizden dolayı hepinizi helak
etmedi. Çünkü Allah, mü'minlere karşı fazl u inayet sahibidir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
«Hani
siz kimseye bakmadan kaçıyordunuz. Peygamber de arkanızdan sizi çağırıyordu.
Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülraeye-siniz diye Allah sizi kederden
kedere uğrattı. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.»
Uhud
Muharebesine iştirak eden mü'minlerden bir kısmı savaşın aleyhlerine dönmesiyle
birlikte kaçmıştı. Allahü Teâlâ onların bu durumunu hoş karşılamayarak şöyle
buyuruyor: «Hani siz kimseye bakmadan düşmandan kaçıp, dağılmıştınız. Peygamber
de arkanızdan kaçmamanız için sizi çağırıyordu da, kimse onun çağırmasına
aldırmıyordu. Kaybettiğiniz savaşa ve ganimete, başınıza ge-
«a âl-1 imrAn sûresi
len
musibetlere üzülmeyesiniz diye Allah, sizi kederden kedere uğrattı. Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır.» Herkese, yapmış olduğu ameline göre mükafat veya
mücazat verir. Hiç kimsenin yaptığı karşılıksız kalmaz.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor;
«Sonra
o kederin ardından üzerinize öyle bir emniyet, öyle bir uyku indirdi kî o,
içinizden bir zümreyi bürüdü. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah'a
karşı cahiliyet zannı gibi haksız bir zan besliyorlar.»
Allahü
Teâlâ, sizin üzerinize o kederin ardından öyle bir uyku ve öyle bir emniyet
indirdi ki içinizden bir zümreyi bürüdü. Zira Yüce Allah onların kederlerini
gidermek için üzerlerine emniyet ve uyku indirmişti. Uykuya dalanların gam ve
kederleri izale oldu. Kendilerini uyku basanlar hakikî mü'minlerdir. Onlar
kadere îman etmiş, Allah'a teslim olmuş kimselerdir. Bir zümre de vardı ki,
onlar canlarının sevdasına düşmüştü, tşte onlar münafıkların t£ kendisidir.
Zira onlar, Allahü Teâlâ'ya karşı cahiliyet devrindeki gibi haksız bir zan
besliyorlardı. Ve şöyle diyorlardı: «Artık Allahü Teâlâ, Muhammgd'e ve onun
ashabına zafer nasip etmeyecek, onlan zelil edecek.»
Münafıklar
bu sözleriyle mü'minlerin arasına fitne sokuyorlar ve Müslümanları tereddüde
düşürüyorlardı. Her devirde, münafıkların durumu budur. Onlar daima mü'minlerin
arasına fitne sokarlar. Peygamber ordusuna soktukları gibi.
Allahü
Teala yukarıda geçen âyetin devamında şöyle buyuru-
«Bu
işten bize ne? diyorlardı. De kii 'Bütün iş Allah'ındır.' İçlerinde sana
açmadıkları bir şer gizliyorlar. 'Bu bize ait bir şey olsaydı burada
öldürülmezdik', diyorlar. De ki: 'Evlerinizde olsaydınız üzerlerine ölüm
yazılmış olanlar, yine muhakkak devrilecekleri yerlere çıkıp gidecekler.' Bu,
göğüslerinizin içindekini yoklamak, kalb-lerinizdekini temizlemek içindir. Ve
Allah, sinelerdekini hakkıyla bilir.»
Uhud'daki
durumu gören münafıklar, ümitsizliğe düşerek «bundan sonra bize fetih nasip olmaz»
demişlerdi. Âdeta onlar, Allah'ın rahmeti kendi ellerindeymiş gibi
konuşuyorlar. Yüce Allah da sevgili habibine şöyle buyuruyor; «Yâ Muhammed, de
ki: «Zafer de, ganimet de Allah'tandır. Size bunları nasip edecek olan da
O'-dur, İçlerinde sana açmadıkları bir şey gizliyorlar ve «eğer fetih bize
müyesser olsaydı, biz öldürülmezdik» diyorlar.» Yâ Muhammed, onlara de ki:
«Hayır da, şer de Allah'tandır. Siz, evlerinizde olsaydınız dahi üzerine ölüm
yazılmış olanlar, muhakkak öldürülecekleri yerlere çıkıp gideceklerdi. Böylece
Allah'ın hükmü mutlaka yerine gelecekti. Bu, göğüslerinizin içindekini
yoklamak, günahlarınızı temizlemek, kalblerinizdeki kiri gidermek içindir.
Allah, kalbleri-nizde gizlediklerinizi hakkıyla bilir.» Hiç bir şey O'ndan
gizli kalmaz.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«İki
topluluğun karşılaştığı gün, içinizden geri dönenleri, yaptıklarının bir
kısmından ötürü şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Bununla beraber Allah onları
bağışladı. Gerçekten Allah çok bağışlayıcıdır. Ve O, Halimdir.»
.Uhud
savaşında Peygamber ordusu ile müşrik ordusu karşılaştıkları vakit, içinizden
geri dönenleri, yaptıklarının bir kısmını onlara güzel göstererek şeytan yoldan
çıkarmak istemişti. Peygamberin emrine muhalefet etmeyi, savaştan kaçmayı onlara
hoş göstermişti. Bununla beraber Yüce Allah onların yaptıklarını affetmiş,
günahlarını bağışlamıştır. Zira Allah gafurdur, günahları yarhğar. Halimdir,
hatâ işleyenlerin cezasını hemen vermez, tevbe istiğfar etmeleri için
cezalarını tehir eder.
Rivayete
göre Hz. Osman ile Abdurrahman îbn Avf arasında şöyle bir tartışma geçer:
Abdurrahman Hz. Osman'a şöyle der: -Beti, Bedir'de bulundum, sen bulunmadın.
Ben ağaç altında Resûlüllah'a bîat ettim, sen ise orada biat etmedin. Vb sen
Uhud Savaşında da kaçanlar arasındaydm.»
Hz.
Osman da cevaben şöyle der: «Yâ Abdurrahman, dediklerin doğrudur. Fakat ben
Peygamberin bulunduğu her yerde bulundum. Bedir savaşında bulunmayışımın sebebi
vardı. O zaman, zevcem olan Resûlüllah'm kızı hasta idi, onun hizmetinde
bulunmak için geri bırakıldım. Bu bakımdan Bedirdeki ganimetten Resûlüllah bir
taksim de bana ayırmıştı. Şayet onun emri olmadan savaştan geri kalmış
olsaydım, bana ganimetten bir taksim ayırır mı idi?
Sen
ağaç altında biat ettiğin zaman, Resûlüllah beni Mekke'ye müşriklere gözcü
göndermişti. Ben, oraya gözcü gittiğim için sizinle ağaç altında biat
edememiştim. Fakat Peygamberimiz sağ elini sol elinin üstüne koyarak «bu da
Osman içindir» demişti. Resûlül-lah'ın sağ eli, benim sağımdan da, solumdan da
çok daha hayırlıdır;
Uhud
günü savaştan kaçanları Allahü Teâlâ şeytanın tuzağına düşmekle vasıflandırdı.
Bununla beraber onlan bağışladığını da beyan etti. Ben, bağışlananlardanım.»
Bu
şekilde Hz. Osman Abdurrahman karşısında haklı çıkar.
Bundan
şu anlaşılıyor: Şayet bir yerde bir hayır işleniyorsa, meşru bir Özürden dolayı
o hayra iştirak edemeyenler de, ondan mükâfatını alır. Tıpkı o hayrı yapanlarla
berabermiş gibi.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Ey
îman edenler, siz, küfredip de yeryüzünde dolaşan veya gazada bulunan
kardeşleri hakkında: Onlar yanımızda olsalardı Ölmezler veya öldürülmezlerdi
diyen kâfirler gibi olmayın. Allah, bunu onların yüreklerinde bir hasret olsun
diye bıraktı. Halbuki öldüren de, dirilten de Allah'tır. Allah ne yaparsanız,
hakkıyla görendir.»
Ey
îman edenler, siz ehl-i kitap gibi olmayın. Onlar kendileri gibi küfredenlere,
yeryüzünde sefere çıkan veya harbe iştirak eden kardeşleri hakkında şöyle
demişlerdi: «Şayet onlar yanımızda olsa-
ÂL-I
İMRÂN SÛHESt 431
lardı
ne sefere çıktıkları vakit ölürlerdi ve ne de savaşta öldürülürlerdi.»
Allahü
Teâlâ'nm, bu sözü onlara söyletmesi yüreklerinde bir acı olsun diyedir. Onların
gönlündeki gamı ve kederi artırmak içindir bu. Halbuki insanlar sefere çıkmakla
veya harbe iştirak etmekle Ölmez ve öldürülmezler. Ancak öldüren de, dirilten
de Allah'tır. Yukarda da belirtildiği gibi vade gelmeden hiç kimse ölmez.
Harpte
şehid olanların ruhları Cennet-i âlâdadır. Onlar Allah'ın izni ile istedikleri
yerde dolaşırlar. Onlar dünya ve âhiret mükâfatlarının en büyüğüne nail
olmuşlardır.
Allahü
Teâlâ kullarının yaptıkları her şeyi görür ve bilir. Herkesin ameline göre
karşılığını verir.
Yüce
Allah âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor.
-And
olsun ki, Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'ın bir bağışlaması ve
esirgemesi onların toplayacağı şeylerden çok daha iyidir.»
■And
olsun ki, ölseniz de, öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız-»
Ey
mü'minler, siz Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, bu sizin için Allahü
Teâlâ'dan günahlarınıza keffarettir. Allah yolunda öldürülenlerin günahlarını,
Yüce Allah bağışlayacağını va'dediyor. Allah yolunda ölenlerin veya
öldürülenlerin âhiretteki mükâfatları ise Cennettir. Allah'ın bir bağışlaması
ve esirgemesi münafıkların toplayacağı dünya malından çok daha hayırlı ve çok
daha iyidir. On-lann topladıkları .malların, kendilerine asla hayrı
olmayacaktır.
Siz
ister evinizde ölün, ister savaşta ölün hepiniz Allah'ın huzurunda
toplanacaksınız. Herkes eksiksiz olarak amelinin karşılığını görecektir. Hiç kimsenin
ameli karşılıksız kalmayacaktır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
432 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ
«Allah'ın
rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davran-din. Eğer kaba ve katı kalbli
olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Artık onları bağışla.
Mağfiret dile onlara. İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi
artık Allah'a güvenip dayan. Gerçekten Allah, tevekkül edenleri sever.»
Bu
ayet-i celilede Hz. Peygamber'in mü'minlere nasıl davrandığı, onlarla müşavere
yapılmasının gerekli olduğu bildirilmektedir. Bundan dolayı Allahü Teâlâ
sevgili habibine şöyle hitap ediyor: «Yâ Mu-hammed, Allahü Teâlâ'nın rahmeti
sayesinde sen mü'minlere karşı yumuşak davrandın. Eğer onlara karşı kaba ve
katı kalbli olsaydın şüphesiz etrafında kimse kalmaz, dağılır giderlerdi. Fakat
Yüce Allah, seni yumuşak, cömert, güler yüzlü, esirgeyici ve ihsan edici kıldı.
Sen artık onların yaptıklarını bağışla ve Allah'tan onlar için mağfiret dile.
Hakkında vahiy gelmeyen mes'elelerde ve herhangi bir iş hususunda onlarla
müşavere yap.»
Dünyaya
teallûk eden mes'elelerde, insanların en akıllısı ve eii ekmeli olan
Peygamberimize Yüce Allah istişare yapmasını emrediyor. Bu emir onun ümmetine
de mahsustur. Ümmetinin de dünyaya teallûk eden işlerde istişare etmesi
gerekir. Zira acziyet içindeki insanların istişare yapmaya daha fazla ihtiyacı
vardır. Çünkü mü'-minler için istişare yapmada bir çok hikmetler vardır,
istişare yapmakla hem Resûlüllah'ın sünneti icra edilmiş olur, hem de re'sen
vermiş olduğu kararlarda düşeceği hatâlardan kurtulmuş olurlar. Toplumda rahmet
olduğu gibi, onun vermiş olduğu kararlarda da isabet vardır. Nitekim
Peygamberimiz şöyle demiştir:
«Hiç
kimse istişare sonucunda günahkâr olmamıştır. Hiç kimse de istişaresiz yapmış
olduğu işte huzur bulamamıştır.»
Bu
hadîs-i şeriften istişarenin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Müşavere
fertleri birbirine bağlar, aradaki tereddüdü giderir. Fertler arasında bilgi
alış verişi yapılır. Her şeye körü körüne defti de. Yaratana teslimiyetle başlanır
ve O'na tevekkül edilir. Zira Yüce Allah, Peygamberimize: «Yâ Muhammed,
müşavereden sonra bir kere de azmettin mi Allah'a güven, O'na tevekkül et.
Gerçekten Allah tevekkül edenleri sever» buyuruyor.
Mü'minler
için dünyevi işlerde müşavere, tatbik edilmesi genken en mühim bir mes'eledir.
Fakat Müslümanların bir çoğu bu önemli mes'eleyi bir kenara itmişlerdir.
ÂL-İ
İMRÂN SÛRESİ 433
Allahü
Teâlâ'nın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
•Allah
size yardım ederse, artık sizi mağlûp edecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa
O'ndan başka size yardım edecek kimdir? Müzminler, sadece Allah'a güvenip
dayansınlar.'
Ey
îman edenler, eğer Allah size yardım ederse, hiç kimse sizi asla mağlûp edemez.
Şayet Uhud'da olduğu gibi sizden yardımı keserse, O'ndan başka da size yardım
edecek yoktur. O'ndan başka kim size yardım edebilir? O halde, ey iman
sahipleri, siz Allah'a güvenip dayanın. O'ndan başkasına güvenmeyin. îşte o
zaman Allah'ın yardımı sizin üzerinize olur.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
1 L
«Bir
peygamber için emanete hıyanet etmek olur şey değildir. Kim, böyle hainlik
ederse, kıyamet günü bu hainlik ettiği şey ile gelir. Sonra herkese kazanmış
olduğu şey ödenir. Ve onlara zulmedilmez.»
Bu
âyet-i cel ilenin nüzul sebebi şudur: Yukarda da belirtildiği gibi Uhud
Savaşmda sahabenin bir kısmı savaşı bırakıp ganimet toplamaya koyulmuştu.
Onlar, kendi kendilerine -biz buradan ganimet alamazsak, bundan mahrum oluruz,
bize ganimetten taksim ayırmazlar» diyerek, ganimet toplamak îûyetiyle savaşı
terk etmişlerdi. Yüce Allah, onların bu durumlarını hoş karşılamayarak bu âyeti
inzal edip, şöyle buyurmuştur: «Bir peygamber için emanete hıyanet etmek olur
şey değildir. Hiçbir peygamber ganimetleri ümmetinden saklayamaz. Hiç bir ümmet
de peygamberine kat'iyetle hainlik isnad edemez. Kim, böyle hainlik ederse,
kıyamet günü bu hainlik ettiği şey ile Allah'ın huzuruna getirilir.»
Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: -Kıyamet günü sizden birinizin boynunda bir koyun
olduğu halde mahşer yerine.gelerek «Yâ Muhammed beni kurtar* diye nida etse de,
ben kıyamet günü onu Allah'ın azabından kurtarmaya malik değilim» (Nesei).
P.:
28
434 AL-1 ÎMRÂN SÛEESÎ
Dünyada
hıyanet edenlerin kıyamet günü hıyanet ettikleri şey ile Allah'ın huzuruna
getirileceklerini Peygamberimiz bildirmiştir. Meselâ, sığır, koyun, deve,
tavuk, altın, gümüş gibi, hangi cinsten hıyanet ettiyse, onu yüklenmiş olarak
mahşer yerine getirilir. Kıyamet günü hıyanet ettiği nesneler Cehennem içinde
şekillenerek ona gösterilir ve ona «işte dünyada hıyanet ettiğin nesneler
şunlardır, git, getir- denir. O da almak için Cehenneme dalar alıp kapıya kadar
getirir, geri düşürerek tekrar almaya gider, alır kapıya getirir tekrar
düşürür, böylece Allahü Teâlâ'nın dilediği kadar o kimseye azap edilir. Sonra
hayırdan ve serden herkese kazandığı tastamam verilir. Hiç kimseye haksızlık
yapılmaz.
Allahü
Teâlâ'nın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«Allah'ın
rızasına uyan kimse, Allah'ın hışmına uğrayan gibi olur mu? Onun vardığı yer
Cehennemdir. O, ne kötü dönüş yeridir.»
•Onlar
Allah katında derece derecedir. Allah yaptıkları şeyi görmektedir.»
Allah'ın
rızasını kazananla, Allah'ın hışmına uğrayan elbette bir olmaz. Allah'ın
rızasını kazananlar, O'nun rahmetine ve affına nail olanlardır. Onlar
peygamberlerine muhalefet etmeyerek, savaşta ve barışta haklarına razı
olanlardır. Onların Allah katındaki mükâfatları Cennettir. Allah'ın hışmına
uğrayanlarsa, kendilerine hıyanet edenlerdir. Onların Allah katındaki cezaları
Cehennem olup, dönecekleri yer ne kötüdür.
Yüce
Allah kullarının yaptıkları her şeyi görür, onların yaptıklarını bilir ve
hepsine lâyık oldukları mükâfat veya mücazatı verir. Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
•And
olsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü onlara Allah'ın
ayetlerini okuyan, tezkiye eden, klt*p ve hikmeti öftreten kendi içlerinden bir
peygamber göndermiştir, Halbuki onlar daha öne» »paçık bir dalftlet İçinde
İdiler.*
Allahü
Teâlâ mü'min kullarına büyük bir lütuf ve ihaanda bu lunmustur. Çünkü onlara
Allah'ın âyetlerini okuyan, tezkiye eden, kitap ve hikmeti öğreten, kelime-i
tevhidi bildiren, onlan şirk ve günahtan temizleyen, haramı - helâli beyan eden
kendi içlerindim bir peygamber göndermiştir. îslâm gelmeden önce onlar dalâlet
İçinde idiler. İslâm geldikten sonra onun nuru ile nurlanıp, dalâletten
kurtulup hakikati bulmuşlardır.
Allahü
Teâlâ Uhud Muharebesinden bahsederek şöyle buyuru-
«Onları
iki misline uğrattığımız bir musibete kendiniz uğrayınca: Bu nedir? dediniz. De
ki t O, kendi nefsinizdendir. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.»
Ey
îman edenler, Bedir'de siz müşrikleri iki kat musibete uğrattınız. Onlardan
yetmiş kişi öldürdünüz, yetmiş kişi de esir aldınız. Buna mukabil Uhud'da siz
bir musibete uğrayınca «bu nedir?» dediniz. Halbuki sizden sadece yetmiş kişi
şehid olmuştu. Ey mü'-minler, aklınızı başınıza alm, bu size kendi nefsinizden,
kendi hatanızdan dolayıdır. Zira siz Peygamberinizin, sizi bıraktığı yerde
dur-mamaklaona muhalefet ettiniz. Bu bakımdan başınıza gelen musibet kendi
itâatsizliğinizdendir. Doğrusu Allah, yardım etmeye de, hezimete uğratmaya da
kadirdir. O'nun kudreti her şeyi ihata etmiştir. O her şeye kadirdir.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«iki
ordu karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah'ın emliyledir. Bu, mü'mmleri belirtmek
içindir.»
«Bir
de münafıktık edenleri açığa vurmak içindi. Kendilerine t Gelin Allah yolunda
savaşın veya savunun dendiği zaman: Şayet muharebe etmeyi bilseydik peşinizden
gelirdik dediler. O gün
436 ÂL-t İMRÂN SÜRESİ
onlar
İmandan çok küfre yakın idiler. Kalblerinde almayan şeyi ağızlarıyla
söylüyorlardı. Onların gizlediği şeyi Allah çok iyi bilir.»
Ey
mü'minler, müşriklerle karşılaştığınız zaman size gelen musibet Allah'ın emri
ve hükmü iledir ki, gerçek mü'min ile münafığın kim olduğu belli olsun, meydana
çıksın. O gün hakikî mü'mın ile münafık belli oldu. Münafıklara «gelin Allah
yolunda savaşın veya kendinizi savunun» dendiği zaman, onlar şöyle demişlerdi:
-Şayet muharebe etmeyi bilseydik peşinizden gelirdik.» Halbuki onlar muharebe
etmeyi çok iyi biliyorlardı. Fakat bunu münafıklıklarından söylüyorlardı.
Onlar, bu sözlerini Peygamberimiz Uhud'a hareket ettiği gün söylemişlerdi.
Peygamberimiz
Uhud'a hareket ettiği gün, bir kısım atlı iri-yan bir topluluk görmüş, kim
olduklarını sormuştu. Sahabe-i kiram da «onlar Abdullah bin Übey bin Selûl'ün
tâbi olduğu kavimdir» dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) «biz kâfirlerden asla
yardım istemeyiz» buyurmuştur. Bunu işiten, münafıkların reisi Abdullah
avanesiyle beraber geri dönmüşlerdir. Abdullah'ın geri döndüğünü gören Hz. Ömer
«mü'minlerle savaşa sen de iştirak et, niçin geri dönüyorsun?» demişti.
Abdullah da «şayet muharebe etmeyi bilseydik, sizinle biz de iştirak ederdik»
demişti. Bunun üzerine Allahü Teâlâ âyet-i ce-Üiesini inzal ederek: «O gün
onlar îmandan çok küfre yakın idiler. imandan meylettiklerinden, kalblerinde
olmayan şeyi "ağızlarıyla söylüyorlardı. Onların gizlediği şeyi Allah çok
iyi bilir» buyurmuştur. Onlar îman ettiklerini söylerler. Halbuki kalben îman
etmiş değillerdir. Kalben mü'minlerin hezimete uğramasını isterler, arzuları
budur. Halbuki Yüce Allah, onların kalblerindeki küfrü vs nifakı çok iyi
bilmektedir. Onlar gizleseler de, açığa vursalar da.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde münafıklar için şöyle buyuruvor:
-Kendileri
oturarak kardeşleri için: Bize uysalardı öldürülmez-lerdi diyen o adamlara de
ki; Şayet sadıklardan iseniz kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin.»
Uhud
Muharebesi'nde mü'minlerden yetmiş kişi şehid olunca, savaşa iştirak etmeyen
münafıklar kardeşleri için şöyle demişlerdi: «Şayet bize uysalardı
Öldürülmezlerdi. Harbe iştirak etmediğimiz İçin, bize bir şey olmadı,*
ÂL-Î
ÎMRÂN SÛRESÎ 437
Halbuki
ölüm Allah'ın takdiriyledir. Allahü Teâlâ dilemeyince hiç kimse ölmez. Yüce
Allah onların yalanlarını reddederek sevgili habibine şöyle buyuruyor:
•Yâ
Muhammed, onlara söyle, eğer sözlerinde sadık iseler kendi nefislerinden ölümü
geri çevirsinler. Şayet ellerinde ise ölmesinler.-Buna asla güçleri yetmez,
evinde ölen de, savaşta Ölen de Allah'ın emriyle ölür. Yukarda da belirtildiği
gibi Allah'ın emri olmadan ve vade gelmeden hiç bir canlı ölmez.
Bazı
müfessirlere göre, bu âyet-i celile nazil olunca münafıklardan yetmiş kişi
Ölmüştür.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şehidler hakkında şöyle buyuruyor :
«Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar Rableri katında
diridirler. Ve onlar rızıklamrlar.»
«Allah'ın
kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz
kendilerine katılmayanlara, 'kendilerine korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini1
müjdelemek isterler.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar aralarında «savaşta falanlar,
falanlar öldü* diye söyleşmişlerdi. Bunun üzerine bu âyet inerek: «Siz, Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar Rableri katında
diridirler» buyurmuştur. Allah yolunda öldürülenlerin Ölü olmadığını Yüce Allah
beyan ediyor. Zira onların mükâfatları kıyamete kadar yazılır. Tıpkı hayatta
olanlar gibi. Nitekim Peygamberimiz şöyle demiştir: -Uhud'da şehid olan
kardeşlerinizin ruhları Cennettedir. Onlar istedikleri yerde gezip -dolaşırlar.
Cennetin ırmaklarından içerler, yemişlerinden yerler. Tâ arşın altına kadar
giderler, oradan Allahü Teâlâ'nın kendilerine ihsan ettiği makamları,
yiyecekleri, içecekleri görünce' sevinerek «geride kalan kardeşlerimiz keşke
bizim nasıl bir nimet içinde olduğumuzu bilseler de, ölümden korkmasalar ve bir
an önce onlar da bu görkemli nimetlere kavuşsalardı* diye temennide bulunurlar
(Müslim).
Allah
yolunda öldürülenlerin ölü olmadığını, bilâkis diri olduklarını, onların Cennet
nimetlerinin hepsinden istifade ettiğini, amel defterlerinin kıyamete kadar
açık olduğunu, onlar İçin bir hüzün, bir korku olmadığını Yüce Allah
bildirmektedir, Allah yolunda öldürülenler, kardeşlerinin de şehadet şerbetini
içerek kendilerinin ulaştığı mertebeye ulaşmalarını isterler. Zira onlar
nimetlerin en ulvîsine nail olmuşlardır. Onlar için Allahü Teâlâ ayet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
Onlar
Allah'tan gelen bir nimet ve daha üstün ihsan ile ve Allah'ın, mû'minlerin
mükafatını zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler.»
«Kendilerine
yara isabet ettikten sonra yine Allah'ın ve Peygamberin davetine koşarlar.
İçlerinden ihsan edenler ve sakınanlar için pek büyük mükafat vardır.»
Allah
yolunda öldürülenler, günahlarının bağışlandığından ve Cennet nimetleriyle
mükâfatlandınldıklanndan büyük bir sevinç içindedirler. Yüce Allah, onlara fadl
u keremiyle Cennette sonsuz nimetler ihsan etmiştir. O'nun nimetinin ölçüsü
yoktur.
îmam-ı
Mücahid Cr.aJ şöyle demiştir: «Kılıçlar Cennetin anahtarlarıdır. Şehidler
kılıçlarıyla Cennetin kapısını açacaklardır.» Hz. Âişe (r. anhâ)
Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir:
«Bir
şehid, kendi soyundan yetmiş kişiye şefaat eder.»
Allah
yolunda şehid olmanın ne kadar üstün bir derece olduğu yukarda geçen âyet ve
hadisten anlaşılmaktadır (Nesei).
îmam
Ebu'1-Leys (r.a.) bu hadisin mânasından Allahü Teala'-nın şehidlere beş ikramda
bulunduğunu çıkarmıştır. Peygamberimiz ts.a,v.), «Yüce Allah bana ve benden
önceki peygamberlerin hiç birine bu ikramı yapmamıştır» demiştir (Buharİ).
Beş
madde şudur:
—
Bütün peygamberlerin ruhunu Azrail almıştır. Benim ruhumu da o alacaktır.
Şehitlerin ruhunu ise Yüce Allah kudretiyle
kabzeder.
—
Bütün peygamberler öldükten sonra yıkanmışlardır. Ben d« ölüne» yıkanacağım.
Fakat şehitler rahmet suyu İle yıkandıkları İçin dünya «uyu ile yıkanmazlar.
Buna ihtiyaçları yoktur.
3 Bütün
peygamberler kefenlenmişlerdir, ben dahi öldükten sonra kefenlenece8mı-
Yalnız şehitler için kefene ihtiyaç yoktur, onlar elbiseleriyle gömülürler.
4 Peygamberler
Öldükten sonra, ölü diye nitelendirilirler. Fakat şehitlere ölü denmez, onlar
diridirler. Zira Kur'an-ı Kerim'de onlar diri olarak zikredilmiştir.
5Keramet
günü bütün enbiyaya şefaat yetkisi verilir, benim şefaatim daî" °
zamandır. Fakat şehitlere şefaat yetkisi her zaman verilmiştir. Onların şefaati
her zaman kabul olur.»
Allahü
Teâlâ mü'min kullarının ecrini asla zayi etmez. Allah'a ve Resulüne itaat
edenlerin amellerini asla boşa çıkarmaz. Onların mükâfatları^11 ǰ^
fazlasıyla verir.
Ebu
Süfys-11. Medine'de ticaret yapan Ne'îm îbn Mes'ud adında birini
kandırarak «bizim çokluğumuzdan Müslümanlara bahset. Onların gözünü korkut,
bizim üzerimize gelip yolumuzu kesmesinler» demişti. O £<iam da Medine'yi
yaygaraya vererek, Ebu Süfyan'm bir ordu hazırladı*?1111 ve bu ordu
ile sefere çıktığını söylemişti. Bunu duyan saha-^ endişelenmiş ve Süfyan'ın
üzerine gitmeyi hoş görmemişlerdi. Su şayiayı duyan Peygamberimiz şöyle
söylemiştir:
«Nefsini
yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, benimle kimse gelmese bile, ben
onların üzerine gideceğim» (Buharı). Bunu duyan sahabe-i kiram galeyana gelir
ve Peygamberle birlikte yetmiş kişi Süfyan'm bulunduğu istikamete doğru yola
çıkarlar. O havaliye vardıklarında büyük bir pazarla karşılaşırlar, fakat
Mek-kelilerden Kimseyi göremezler. Mekkelilerden kimseyi göremeyince pazardan
ihtiyaçlarını karşılarlar ve geri dönerler. Yüce Allah onlar için şöyle
Buyuruyor: «Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah'ın ve
"Peygamberin davetine koşarlar. İçlerinden ihsan edenler ve sakıflanl&r
*&n Pek büyük mükâfat vardır.» Allah'ın ve
Re-sûlü'nün d^ve*ine koşanlar, emirlerine sarılanlar için
tükenmez mükafatlar vardır.
Allahü
Tealâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
■Onlar
öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: Düşmanlarınız size karşı ordu
hazırladılar, o halde onlardan korkun dedikleri zaman, bu haber onların îmanını
artırdı da, 'Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir' dediler.*
■Sonra
da kendilerine hiç bir zarar dokunmadan Allah'tan bir nimet ve bollukla geri
döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Ve Allah çok büyük fazl u inayet
sahibidir.*
Ne'îm
İbn Mes'ûd, mü'minleri korkutmak için Ebû Süfyan'ın kalabalık bir grup halinde
yola çıktığını söylemiş ve hattâ Süfyan'ın bulunduğu istikamete gitmeyin
demişti. Bu haber mü'minleri yıldırmadı, bilâkis imanlarını artırdı, savaşa
karşı cesaretlerini çoğalttı. O, peygamber ordusunu düşmanın çokluğu
yıldırmadı, Allah yolunda samimi olduklarını ve îmandaki sadakatlerini isbat
için şöyle, demişlerdi: «Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir, biz düşmandan
asla korkmayız.»
O
mümtaz ordu, peygamberleriyle beraber düşmana karşı çıkarlar, Yüce Allah
peygamberini hiç yardımsız bırakır mı? Elbette bırakmaz. Peygamberle birlikte
düşman üzerine giden sahabeye, düşman tarafından hiç bir zarar dokunmadan,
Allah'tan bir nimet, bir mükâfat ve büyük bir kazançla geri dönerler. Onlar
Allah'ın rızasına uyan insanlardır, Allah, rızasına uyanları asla boşa
çıkarmaz.
lmam-ı
Dahhâk şöyle demiştir: «Bu vak'a Uhud günü olmuştur. Uhud'da Kureyşliler
hezimete uğramış ve sonra bir yere toplanmışlar. Onların toplandığım haber alan
Peygamberimiz üzerlerine gitmek istemiş. Fakat sahabenin çoğu yaralı olduğu
için Peygamberimize ancak yetmiş kişi iştirak etmiştir. Bu âyet o zaman
inmiştir.»
Yüce
Allah'ın şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«tşte
o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Mü'min iseniz, onlardan korkmayın,
benden korkun.»
Ey
îman edenler, Ne'îm denen şeytan kendi dostlarıyla sizi korkutmak ister.
Halbuki o sizi değil, ancak kendi yandaşlarım korkutur. Siz düşmanın üzerine
gitmekten korkmayın, onlar sizin üzerinize gelemezler. îman sahipleri hiç bir
zaman küfür ehlinden korkmaz. Zira Yüce Allah mü'minlere şöyle hitap ediyor:
«Mü'min iseniz düşmanlarınızdan korkmayın, benden korkun.» Mü'minler ancak
Allah'tan
korkarlar, Allah'tan başkasından korkmazlar. Onlar bilirler ki, Allah
dostlarını asla yardımsız bırakmaz.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•O
küfre koşanlar, seni mahzun etmesin. Şüphesiz onlar Allah'a bir zarar
veremezler. Allah onlara âhirette bir nasip vermemeyi diliyor. Ve onlar İçin
büyük bir azap vardır.»
Bu
âyet-i celllenin nüzul sebebi şudur: Ehl-i kitabın iman etmeyişi Peygamberimizi
çok üzmüştü. Onları gören halk «eğer Mu-hammed hak peygamber olsaydı, ehl-i
kitap ona tâbi olurdu» demişlerdi, tman etmeyenlerin durumuna ve halkın bu
şekilde söyleyişine Peygamberimiz çok üzülmüştü. Bunun üzerine bu âyet nazil
olarak Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
-O
küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Onlar îman etmemekle Allahü Teâla'nın
mülkünden ve saltanatından bir şey eksiltemez-ler Allah onları âhiret
nimetlerinden mahrum edecektir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.»
İman
etmeyenler kendi nefislerine zulmetmişlerdir. Küfürlerinin zararı
kendilerinedir. Onlar için elîm bir azap vardır.
Bütün
mahlûkat Allahü Teâlâ'ya itaat ve ibadet etseler, O'nun mülkünden hiç bir şey
artıramazlar. Ve yine bütün mahlûkat Allah'a isyan etseler, hiç biri itaat
etmese, yine O'nun mülkünden ve saltanatından hiç bir şey eksiltemezler. Yücs
Allah bunlardan müstağnidir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-imana
karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. Onlar
için elem verici bir azap vardır.»
-O
küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı
sanmasınlar. Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar
için hor ve hakir edici bir azap vardır.»
İmanı
bırakıp küfrü tercih edenler, âhîreti bırakıp dünyayı satın alanlar Yüce
Allah'ın mülküne ve saltanatına hiç bir şeyle asla zarar veremezler. Onlar
ancak kendi nefislerine zarar verirler ve azaplarını artırırlar. Onlar için çok
elem verici bir azap vardır. İman etmeyenler zannetmesinler ki, malları,
evlâtları ve uzun ömürleri kendilerini Allah'ın azabından kurtarır. Asla
kurtaramaz. Bunlar, onların günahını ve azabını artırmak içindir. Bununla elim
bir azaba uğrayacaklardır.
İbn
Mes'ud tr.a.) şöyle demiştir: «İyi ve salih insanların ölümü, yaşamalarından
daha hayırlıdır. Zira onların Allah katındaki makamları dünyadakinden çok daha
üstündür. Fâsık insanların ölümü ise, yaşamalarından iyidir. Çünkü onlar
yaşadıkça günahlarını ve azaplarını artırırlar. Günah arttıkça azap da artar.
Bunun için yasamalarından ölmeleri daha iyidir.»
Allahü
Teâla âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah
müminleri, sizin üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir. Nihayet
murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gay-bı da bildirecek değildir. Fakat
Allah peygamberlerinden kimi dilerse onu seçer. Bunun için siz Allah'a ve
peygamberlerine inanın. İnanır ve sakınırsanız size çok büyük bir mükâfat
vardır.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi .sudur: Kureyşlilerden bir grup Peygamberimize
gelerek: «Yâ Resûlâllah, biz öyle zannediyoruz ki, bizim ölülerimiz Cehennemde,
şayet dinimizi terk eder de sizin dininize girersek o zaman ölülerimiz
Cennettedir dersiniz. Ve bizim dinimizden sizin dininize kimler girecek, kimler
girmeyecek bunları bize haber ver» demişler. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti
inzal ederek şöyle buyurmuştur:
•Allah
mü'minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz küfür ve nifak üzere bırakacak
değildir. Nihayet pâk mü'mini, murdar kâfirden ayıracaktır. Allah, size gaybi
da bildirecek değildir ki, sizden kimin iman edip, etmeyeceği belli olsun.
Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse, onu kullarına peygamber olarak
gönderir. Bunun için
ÂL-t
ÎMHÂN SÛRESİ 443
siz
Allah'a ve peygamberlerine İman edin. Emirlerine itaat edin. Eğer siz Allah'a
îman eder. Resulünü tasdik ederseniz ve Allah'ın yasaklarından sakınırsanız,
size çok büyük bir mükafat vardır.»
İman
edenlerin mükâfatının sonsuz olduğunu Yüce Allah birçok âyetlerinde bildiriyor.
İman etmeyenlerin de ne elîm bir azaba uğrayacakları açıkça ifade ediliyor.
Allah'ın bütün nimetlerine kavuşmak da, onlardan mahrum olmak da insanın kendi
elindedir. Allah'a iman edenler, O'nun bütün nimetlerinden istifade ederler,
iman etmeyenlere gelince O'nun bütün nimetlerinden mahrum olacakları gibi, elîm
bir azaba da uğrayacaklardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Sakın
Allah'ın fazl u kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilâkis bu, onlar için bir serdir.
Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve
yerin mirası Allah'ındır. Ve Allah işlediğiniz şeylerden haberdardır.»
Ey
mü'minler, Allahü Teâlâ'nın kendilerine ihsan ve ikram ettiği şeylerde cimrilik
ederek, zekâtlarım vermeyenler, Allah yolunda tasaddukta bulunmayanlar, bunun
kendileri için hayırlı bir iş olduğunu zannetmesinler. Zira cimrilikleri kendileri
için bir serdir. Çünkü cimrilik ettikleri şey kıyamet günü bir yılan gibi
boyunlarına dolanacak, o şekilde mahşer yerine geleceklerdir. Nitekim İbn Ab
bas (r.a.) şöyle demiştir: «Zekâtını vermediğiniz mallarınız kıyamet günü bir
ejderha olup, sahibinin boynuna dolanacak ve yakalarını ısıracaktır. Onlara
diyecek ki: *Ben, dünyada cimrilik yapıp da zekâtını vermediğiniz mallannızım.»
Zekâtı
verilmeyen malın sahibi için-ne büyük bir felâket olduğu İbn Abbas'uv
sözlerinden anlaşılmaktadır. Zekât, Allah yolunda fedakârlığın bir nişanesi ve
verilen nimetlere karşı bir şükürdür. Mükâfatı büyük olduğu gibi, vermeyenler
için mes'uliyeti de çok ağırdır.
Peygamberimiz
(s.a.v.) de şöyle demiştir:
«Gökler
ve yer, hepsi helak olup, bütün canlılar öldükten sonra. Yüce Mevlâ nida edip
'bugün mülk kimindir?' diye soracaktır. Kimseden cevap gelmeyince, âlemlerin
Rabbi kendi kendine cevap verecek 'bugün mülk Kahhâr olan Allah'ındır' diyecek-
(Nesei).
444
ÂL-I
IMRAM SÜRESİ
Çünkü
O, yerlerin ve göklerin, mirascısıdir. Âyette geçen miras, ölünün malından
varislerin aldığı miras anlamına değildir. Mirasın Yüce Allah'a izafeti
mecazîdir. Zira O, bütün mevcudatın sahibidir. Dünyada mülk iddiasında
bulunanlar, tıpkı bir kiracı gibidirler. Mal sahibi dilediği zaman, kiracıyı
mülkünden çıkarır. Bu mülkün hakiki sahibi de dilediği zaman mülkünü, saltanat
iddiasında bulunanlardan alır. Kimse buna müdahale edemez. Bunun için Yüce
Mevlâ «göklerin Ve yerin mirası Allah'ındır» buyurmuştur. O, bu mülkün son
sahibidir.
Ey
mü'min, buna göre hareket et, aklını başına al. Allah'ın sana verdiğinden, sen
de Allah yolunda tasadduk et. Zekâtını ver, Allah yolunda harcamaktan korkma.
Bu senin için bir kurtuluş re-çetesidir. Felâkete düşmek istemiyorsan Allah
yolunda harcamaktan sakınma.
Bu
âyet-i celileden bir de şu mâna istinbat edilmiştir: Allahü Teâlâ, kullarına
ölüm gelip çatmadan önce, kendi yolunda infak etmelerini, zekâtlarını
vermelerini, hayra koşmalarını emrediyor. Geride bırakmış oldukları mallar
Allah katında onlara bir menfaat sağ-lamıyacaktır. Zira Allah yolunda tasadduk
edilmeyen malın sahibine hiç bir faydası olamaz. Ancak ellerinizle
verdikleriniz Allah indinde karşınıza çıkacaktır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Hakikat,
Allah fakirdir, biz zenginleriz diyenlerin lâfını and olsun ki, Allah
işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberlerini öldürdüklerini
yazacağız. Ve diyeceğiz ki 'tadın o yakıcı azabı'.»
-Bu,
yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına asla zulme-dici değildir.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) Ebû Bekir'i,
Yahudileri İslâm'a davet etmek için göndermişti. Ebu !«klr, onları İslâm'a
davet edip, zekâtınızı verin demişti. Bunu du-y»fi Yahudilerden Fenhas bin
Azûre alay ederek şöyle demişti! «A1-l*h blid«n ladaka diliyor, biz zenginiz O
fakirdir.»
ÂL-İ
İMRÂN SÛRESİ 445
Bunun
üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek buyuruyor ki: «Hakikat, Allah
fakirdir, biz zenginleriz» diyenlerin lâfını andol-sun ki, Allah işitmiştir..
Dediklerini ve haksız yere peygamberlerini öldürdüklerini de yazacağız. Kıyamet
günü onlara «tadın o yakıcı azabı» diyeceğiz.» Yüce Allah'a bu gibi ve benzeri
iftirada bulunanlar, haddi aşanlar, haksız yere peygamberleri öldürenler, îman
etmeyenler yaptıklarının cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir. Allahü
Teâlâ'nın kimsenin zekâtına, sadakasına ve hayrına ihtiyacı yoktur. Bunları
yapanlar mükâfatım, yapmayanlar da cezasını göreceklerdir. Yoksa Allah
kullarına asla zulmetmez. Onlara ancak yaptıklarının karşılığını verir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
446 ÂL-t ÎMRAN SURESİ
ladılar.
Halbuki o peygamberler de, senin gibi apaçık mucizelerle, sahifelerle, helali -
haramı, hak ve batılı beyan eden kitaplarla gelmişlerdi. O peygamberler
kendilerini hakka davet etmelerine rağmen inanmadılar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde ne buyuruyor bak:
«Her
canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size mutlaka ödenecektir. O
vakit kim ateşten uzaklaştırılır. Cennete sokulursa artık o, kurtulmuştur.
Dünya hayatı zaten aldatıcı meta'dan başka bir şey değildir.»
Bu
âyet-i celile bütün canlıların ölümü tadacağını bildirmektedir. Her varlık
kendisine takdir edilen ömrü tamamladıktan sonra ölümü tadacak, Rabbine
kavuşacaktır. Rahman sûresinin yirmi altıncı âyeti nazil olunca melekler
«yeryüzünde yaşayanlar helak olacaklar, yani ölecekler. Biz yeryüzünde
yaşamadığımız için, bize ölüm yoktur- demişlerdi. Yüce Allah bu âyeti inzal
ederek şöyle buyurmuştur:
«Her
canlı ölümü tadacaktır. Hiçbir varlık ölümden kurtulamayacaktır. Bu dünyada
yaptıklarınızın karşılığı kıyamet günü size mutlaka ödenecektir. O vakit kim
ateşten uzaklaştırılır, Cennete sokulursa artık o, Cehennem azabından kurtulup
saadete ermiştir.»
Allahü
Teâlâ, îman etmeyenlerin durumuna üzülen sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor:
«Yâ Muhammed, kâfirlerin yaptıkları cefalara sabret, lâflarına aldırma.
Yaptıkları kendi günahlarını artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
Sabrınızın mükâfatı ve amellerinizin sevabı kıyamet günü size verilecektir. O
îmana gelmeyenlerin cezası da, kendilerine tastamam ödenecektir.
Dünya
hayatı zaten insanları aldatıcı meta'dan başka bir şey değildir. O hayat
insanları oyalar da, insanlar farkına bile varmazlar. Çoğu insanlar ömürlerini
boşa geçirirler de sonunu hiç düşünmezler.
İbn
Abbas şöyle demiştir: «Dünya hayatı bir şişeye benzer, elden düşünce kırılır,
parçalanır. Bir daha ondan istifade edilmez. Dünya d» İşte böyledir, elden
çıkınca bir daha geri dönmez. Bir mUaflr- gibidir, gelen gider kimse kalmaz.*
ÂL-İ
ÎMRÂN SÛRESÎ 441
Allahü
Teâlâ'nm âyet-i celilesine dikkat et, bak ne buyuruyor:
•And
olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çekileceksiniz. Sizden
evvel kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan birçok
incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız bilin ki, bu azme
değer işlerdendir.»
Ey
iman edenler, mallarınızın azalıp çoğalmasıyla, zekâtla, sadakayla, hac
ibadetiyle, hastalıkla, çeşitli musibetlerle Allah sizi imtihana çekecektir.
Bunlar sizin için bir imtihan vesilesidir. Sizden önce kendilerine kitap
verilen Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Allah'a şirk koşan müşriklerden bir
çok kırıcı, incitici, kötü sözler işiteceksiniz. Eğer onlara sabreder, çirkin
sözlerine aldırmaz ve Allah'a âsi olmaktan da sakınırsanız bilin ki, Yüce Allah
mükâfatınızı çok fazlasıyla verecektir. Zira mükâfatlan da, cezaları da veren
O*-dur. Bu bakımdan sabredip, takva sahibi olanlar mutlaka mükâfatlarını,
küfredenler de mutlaka cezalarını göreceklerdir.
Yüce
Allah âyeti celilesinde şöyle buyuruyor:
«Hani
Allah kendilerine kitap verilenlerden Onu behemehal insanlara açıklayacaksınız
ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı. Onlar ise bunu arkalarına attılar. Onun
mukabilinde az bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür.»
Allahü
Teâlâ, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaklarına ve hiç
bir hükmünü gizlemeyeceklerine dair ahid almıştı. İnsanlar bu ahidlerini
unuttular, arkalarına attılar. Hz. Peygamberin sıfatlarını halktan gizlediler.
Yahudi
bilginleri, Hz. Muhammed'in Tevrat'taki sıfatlarını ve özelliklerini dünya
menfaati karşılığı insanlardan gizlemişler ve buna mukabil cüz'î bir menfaat
temin etmişlerdi. Yüce Allah onların durumunu şöyle beyan ediyor: «Onun
mukabilinde az bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür.»
Onlar âhireti terk edip dünyayı satın aldılar. Bu dünyanın fani olduğunu hiç
düşünmediler, bu yolla çeşitli menfaat temin etmek nefislerine hoş geldi.
448 ÂL-t imrAn süresi
Allahü
Teâlâ bunlar için şöyle buyuruyor:
«Ettikleri
ile sevinen ve yapmadıklanyla övünmeyi sevenleri sakın azaptan kurtulacakları
bir yerde sanma. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.»
«Göklerin
ve yerin hakimiyeti Allah'ındır. Ve Allah her şeye kadirdir.-
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur.- Yahudi bilginleri, Hz. Peygamber daha
insanlara peygamber olarak gönderilmeden Önce, Tevrat'tan özelliklerini okuyor
ve son peygamber olduğunu söylüyorlardı. Halk da son peygamberin geleceğini
biliyordu. Zaman gelip Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilince, Yahudi
âlimleri onun son peygamber olarak gönderildiğini inkâr etmişlerdir. Zira onlar
peygamberi kendi soylarından bekliyorlardı. Yahudilerin ileri gelenleri,
bilginlerine «Tevrat'ta bahsedilen ve özelliklerini bize okuduğunuz peygamber
bu mu?» dediler. Yahudi bilginleri, menfaatlerini düşündükleri için onu inkâr
etmişler ve halkı inandırmışlardır. Halbuki onlar Tevrat'ta sıfatlan zikredilen
Peygamberin Hz. Muhammed olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Fakat bu
inkârlarından dolayı Yahudilerin ileri gelenlerinden dünyevî menfaat temin
etmişlerdir. Yüce Allah onların durumlarını şöyle beyan ediyor: «Ettikleriyle
sevinen ve yapmadıklanyla övünmeyi sevenleri sakın azaptan kurtarılacakları bir
yerde sanma. Onlar için pek acıklı bîr azap vardır.»
.
Yahudiler, kendilerinin Hz. İbrahim'in dini üzere olduklarını söylüyorlardı.
Halbuki onlann Hz. İbrahim'in dini ile hiç bir ilgileri yoktu. Yine onlar namaz
kıldıklarını, oruç tuttuklarını ve kitaplarıyla amel ettiklerini söylüyorlar ve
bunlarla övünüyorlardı. Halbuki onlar yapmadıkları şeyleri söylüyorlardı. Zira onların
bu söyledikleriyle hiçbir ilgileri yoktur. Sakın onlann azaptan
kurtulacaklarını sanmayın. Onlar için ebedi ve çok acıklı bir azap vardır.
Göklerin ve yerin mülkü ve hazinesi elinde olan Allah her şeye kadirdir.
Dilediği zaman küfredenlere azabını gönderir. Ve lâyık oldukları cezayı verir.
Allahü
Teala âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
AL-Î
ÎMRÂN SÛRESİ 449
«Göklerin
ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl
sahipleri için şüphesiz deliller vardır.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Mekkelilerden bir grup Peygamberimize
gelerek: «Yâ Muhammed, bize haber verdiğin ve bizi davet ettiğin, şeyin gerçek
olduğunu isbat eden bir âyet getir. Çünkü sen, bizi Allah'a ibadete davet
ediyorsun, O'nun misli ve şeriki olmadığını söylüyorsun. O'nun bir olduğuna
dair bize delil getir» demişlerdi.
Bunun
üzerine Allahü Teâla bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Göklerin
direksiz yaratılışı, ay, güneş, yıldız ve gezegenlerin yerleştirilip, hepsinin
kendi mihverinde hareket etmesi, güneşin enerjisinin tükenmemesi, yıldızların
semayı kandiller gibi süslemesi ve yeryüzündeki dağların, denizlerin, nebatatın
ve çeşit çeşit mahlûkatm oluşu, gece ile gündüzün birbirini takip etmesi,
birinin uzayıp birinin kısalması akıl sahipleri için şüphesiz Allah'ın
birliğine delâlet etmektedir. Elbette bunlar, Allah'ın vahdaniyetini, birliğini
isbat eder. Yaratıldığı andan bugüne kadar hiçbir arızaya uğramadan devam eden
kâinatın bu nizamı hiç şüphesiz Allah'ın varlığının en büyük delilidir.
Eğer
Allah'tan başka ilâh olsaydı bu nizamın dengesi bozulurdu. Bütün bunların bir
sistem dahilinde hareket etmesi Yaratıcının bir olduğuna delâlet eder. Aklı
olanlar için bunlar yeter.
Yüce
Allah iman sahipleri için şöyle buyuruyor:
«Onlar
ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve
yerin yaratılışını düşünürler. Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen
pak ve münezzehsin. Bizi a ateş azabından koru,»
Allahü
Teâla'nın bu âyette zikrettiği mümtaz kulları, gece gündüz Allah'ı zikrederler,
namazlarını kılarlar, ayakta namaz kumaya gücü yetmeyenler oturarak kılarlar,
buna da gücü yetmeyenler ima ile kılarlar. Onlar bütün hallerinde Allah'ı
zikrederler. Hiç bir an Allah'ı zikirden geri durmazlar. Göklerin ve yerin
yaratılışım düşünürler. Onlardan ibret alırlar.
P.:
29
450
âl-i
imrân süresi
Müslûmanm
tefekkür ettikçe îmanı artar. Allah'a teslimiyeti çoğalır.
Ata
İbni Ebi Rebaha şöyle demiştir: «Bir gün İbn Ömer ve Abid İbni Amir ile beraber
Hz. Âişe'yi ziyarete gittik, yanına girdiğimiz zaman selâm verdik, selâmımızı
aldı ve yanımdakilerin kim olduğunu sordu. Abdullah ibni Ömer'le, Abid İbni
Amir olduğunu söyledi. Hz. Âişe «merhaba ey Abid, ne oldu sana ki, bizi bir
defa olsun ziyaret etmedin» dedi. Abid «seni arzu eden dostları ziyaret et ki,
muhabbet artsın. Seni arzu etmeyen dostları ziyaret edersen muhabbet azalır
denildiği için ziyaretinize gelmedim* demiştir.
Yanlarında
bulunan Ibn Ömer: -Ey mü'minlerin anası, Peygamberde gördüğün fevkalâde
hallerden bize bahset» demişti. Bu sözü işiten Hz. Âişe bir müddet ağlar. Sonra
şöyle der: «Bir akşam Resû-lüllah'm nevbet sırası bende idi. Geldi döşeğime
girdi, mübarek vücudu vücuduma değdi. Sonra kalkmak için izin istedi, kalktı,
ab-dest aldı ve namaz kılmaya başladı. Kıyamda dururken ağlıyordu, o kadar
ağladı ki gözlerinin yaşı yeri ıslattı. Namazı bitirdikten sonra sağ yanının
üzerine yattı ve sağ elini yüzünün altına koydu. O kadar ağladı ki, gözyaşından
yer ıslandı. Bu arada Bilâl sabah ezanını okudu, ezandan sonra Resûlüllah'ın
yanına girdi, ağladığını görünce «Yâ Resûlâllah, sen de mi ağlıyorsun? Halbuki
senin hakkında Yüce Allah:
«Böylece
Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar bu-yurmadı mı?» demiştir.
Peygamberimiz:
«Yâ Bilâl, Allah, bana lütfetti. Buna karşılık ben şükreden kullarından
olmayayım mı? Hem ben nasıl ağlamayayım ki? Bu gece bana . J^j ■ *AjY^
^ ""^-j J^ âyeti indirildi.
Bu
âyeti okuyup da mânasının üzerinde düşünmeyenlere yazıklar olsun. Bir saat
göklerin ve yerin yaratılışını düşünmek bir yıl nafile ibadet yapmaktan daha
hayırlıdır» buyurmuştur (Buharı). Zira tefekkür ehli için bunlarda büyük
hikmetler ve alâmetler vardır. Yerlerin ve göklerin yaratılışını tefekkür
edenler şöyle derler: «Ey bizim Rabbimiz, sen bunları boş yere yaratmadın ve
bunların her birini bir iş için yarattın. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih
ederiz. Bizi, âsiler, mücrimler için hazırlamış olduğun Cehennem ateşinden
koru. Bizi azaba sürükleyecek her türlü masiyetten muhafaza et.
Müttakîler
için hazırlamış olduğun Cunnotina bizi de ithal et. O tefekkür ehli Rabbine
şöyle niyazda bulunun
>Ey
Rabbimiz, sen kimi ateşe sokarsan şüphesiz onu hor ve hakir edersin. Zâlimlerin
hiç yardımcıları yoktur.»
-Ey
Rabbimiz, doğrusu biz: 'Rabbinize inanın' diye îmana çağıran bir davetçiyi
işittik ve imana geldik. Ey Rabbimiz günahlarımızı bize bağışla. Kusurlarımızı
ört. Canımızı da iyilerle beraber al.»
«Ey
Rabbimiz, peygamberlerinin va'dettiklerini bize ver. Kıyamet günü bizi rezil
etme. Şüphesiz sen, sözünden asla dönmezsin,»
Tefekküre
dalanlar Rablerine şöyle iltica etmişlerdir: -Ey Rabbimiz, sen kimi Cehenneme
sokarsan şüphesiz onu zelil ve hakir edersin. Cehennemden uzaklaştırdıklarını
da aziz ve şerefli kılarsın. Bizi de şerefli kıldıklarından et. Kâfirlere ve
müşriklere yardım edip de, onları Allah'ın azabından kurtaracak hiç kimse
yoktur. Onlar ateşin ebedî yaranıdırlar. Ey Rabbimiz, doğrusu biz, senin
sevgili Peygamberinin «Rabbinize îman edin» davetini işittik ve iman ettik.
Senin birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik ettik. Ey bizim Rabbimiz,
günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Yaptığımız hayır ve hasenatı
günahlarımıza keffaret kıl. Sonunda canımızı sevgili kullarınla beraber al.
Ruhumuzu da salih kullarının ruhlanyla haşr u cem et. Onlar yine Rablerine
yalvararak şöyle derler: «Ey Rabbimiz, peygamberlerinin va'dettiklerini bize de
ver. Kıyamet günü bizi rezil etme; Hatâlarımızı ve kusurlarımızı yüzümüze
vurma. Yardımını bizden esirgeme ve bizi de sevdiklerin gibi rahmetine dahil
et.
Allah
dostları, bu şekilde Mevlâ'larına niyazda bulunurlar. Rab-lerinin rahmetine
kavuşmayı, günahlarının bağışlanmasını isterler. Rablerini gece-gündüz
zikrederler, hatırlarından çıkarmazlar. Gönüllerini O'nun sevgisi ile
doldururlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde göyle buyuruyor:
452 ÂL-İ ÎMRÂN SÛRESİ
-Nihayet
Rableri dualarını kabul etti. Birbirinizden meydana gelen sizlerden gerek erkek
olsun, gerek dişi olsun işini yapanın işini boşa çıkarmam, Hicret edenlerin,
yurtlarından Sarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana
uğrayanlara, muharebe edenlerin ve öldürülenlerin suçlarını elbette örteceğim,
Allah katında mükâfat olmak üzere onları altlarından ırmaklar ikan Cennetlere
koyacağım. Mükafatın güzeli Allah katındadır.»
Allahü
Teâlâ, bu âyet-i celilesinde tefekkür edip, dua eden kullarının fiillerinden
haber veriyor ve dualarını kabul ettiğini İfade buyuruyor. Yüce Allah,
samimiyetle dua ve niyaîda bulunan kullarının dualarını kabul edicidir. Allah
kullarının yellerini asla boşa çıkarmaz.
Cafer
bin Muhammed şöyle demiştir: -Allabü Teâlâ'ya samimiyetle bu dualarla dua ve
niyazda bulunanların dua ve niyazlarını hiç şüphesiz Allah kabul eder.» Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Rableri dualarını kabul etti.»
îtâ^at
edenlerin amellerini kadın olsun, erkefc olsun asla zayi etmez. Mekke'den Medine'ye
hicret edip, yurtlanman çıkarılanların, Allah yolunda işkenceye uğrayanların,
zahmet (ekenlerin, hakarete uğrayanların, müşriklerle muharebe edenlerin ve
Allah yolunda öldürülenlerin bütün suçlarını, günahlarını Allahü Teâlâ
affedecektir. Allah, mükâfat olarak onları altlarından ırmaklar akan Cennetlere
koyacaktır. Mükâfatların en güzeli Allah kalındadır. Zira dünyadaki nimetler
fani, Allah katındaki nimetler ise daimîdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Küfredenlerin
refah içinde diyar diyar 'dön&P dolaşmaları w-kın seni aldatmasın.*
ÂL-t
İMRÂN SÛRESİ 453
*Az
bir faydalanmadan sonra onlann varacakları yer Cehennemdir. O ne kötü
döşektir.»
«Fakat
RabJerinden korkanlar İçin altlarından ırmaklar akan Cennetler var. Orada
ebediyyen kalacaklardır. Allah tarafından ko-nukludurlar. Allah katında olanlar
kendileri için daha hayırlıdır.»
Yüce
Allah sevgili Peygamberine, kâfirlerin durumundan bahsederken şöyle diyor: «Yâ
Muhammed, kâfirlerin yeryüzünde gezip, ticaret yapmaları ve refah içinde
olmaları seni aldatmasın.» Kâfirler ticaret maksadıyla birçok yerleri
dolaşıyorlar ve kazanç temin ediyorlardı. İlk zamanlar Müslümanların sayısı az
olduğu için ticaret yapmıyorlar, bu bakımdan biraz 2orluk çekiyorlardı.
Kâfirlerin durumlarına da asla imrenmiyorlardı. Çünkü bunun geçici olduğunu çok
iyi biliyorlardı. Yüce Allah da, kullarını teselli için, kâfirlerin kıyamet
günü varacakları yeri ve mü'minlerin mükâfatlarını haber vermiştir. Mü'minler,
onların durumlarına imrenmesinler, hallerine sabrederek ebedî saadeti
kazansınlar. Müslümanın sabretmesi kafire boyun eğmesi anlamında değildir,
Müslüman asla kâfire boyun eğmeyecek, yeri geldiği zaman Allah yolunda düşmanla
cihad edecektir. Onun sabretmesi Allah'tan gelen musibetlere karşıdır. Düşmanın
zulmüne değildir.
Allahü
Teâlâ, küfredenlerin ne elim bir azaba uğrayacaklarını haber vererek, sevgili
Peygamberine şöyle buyuruyor: Kâfirlerin ticaret yapıp mallarından birbirlerine
yardımda bulunmaları seni üzmesin. Az bir dünya menfaatinden sonra onların varacakları
yer Cehennemdir. O ne kötü döşektir. Onların malları ve ticaretleri asla
kendilerine fayda vermeyecektir.- Fakat Allah'a îman edip, şirkten ve küfürden
sakınanlar, Rablerinden korkanlar ve Allah'a itaat edenler için ağaçlarının ve
köşklerinin altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebediyyen
kalacaklardır. Allah katında olanlar kendileri için daha hayırlıdır. Ancak
Allah katındaki nimetler daimidir, diğerleri geçicidir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde ehl-i kitap için Şöyle buyuruyor:
«hhi-ı
kitaptan Allah'a, size indirilen ve kendilerine indirilmiş olana - Allah'a huşu
duyarak - inanıp, Allah'ın âyetlerini az bir pa-
454
ÂL-t
imbAn sûresi
haya
değişmeyenler vardır. İşte onların ecirleri Rableri katındadır. Allah, şüphesiz
hesabı çabuk görür.»
Ehl-i
kitaptan bazıları Allahü Teâlâ'ya iman etmişlerdir. Onlar Kur'ân'ı tasdik
ettikleri gibi, kendi kitaplarına ve peygamberlerine de inanmışlardır. Allah'ın
âyetlerini Yahudiler gibi az bir pahaya değiştirmemişlerdir. Yahudiler dünya
menfaati için Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi. İşte o îman edenlerin
mükâfatlan Rableri katındadır. Onlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler
vardır. Şüphesiz Allah hesabı çabuk görendir. Âsîlerin cezasını, itaat
edenlerin de mükâfatını verir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ îman edenler için şöyle buyuruyor:
«Ey
îman edenler, sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Cihada hazır
bulunun. Ve Allah'tan korkun ki, felah bulaşınız^
Ey
îman edenler, size gelen musibetlere ve düşmanla cihad etmeye sabredin.
Allah'ın emirlerini ifa edin, yasaklarından sakının. Peygamberinizle düşmanın
üzerine gidin, düşmandan korkup geri çekilmeyin. Onlarla savaşmaktan asla
yılmayın. Allah'ın nizamını yeryüzüne yayarken karşınıza çıkacak zahmetlere
katlanın. Haktan ayrılıp, dalâlete ve sapıklığa düşmeyin. Allah'tan korkun ki,
felah bulaşınız. Yani arzu ettiklerinize kavuşup, korktuklarınızdan emin
olasınız. Allah'ın dinine ~ sarılıp, emirlerine itaat etmedikçe, arzu
ettiklerinize kavuşamazsınız. Yüce Allah'ın bu emri bütün mü1-minler
içindir. Sadece sahabe-i kirama mahsus değildir. Kadın olsun, erkek olsun,
Allah'a iman edenlerin hepsi emirlerine itaat etmekle mükelleftir. Müslümanın
asıl görevi Rabbine itaattir.
Peygamberimiz
şöyle buyurmuştur:
«Mânasını
düşünerek ve huzur-ı kalb ile Âl-i İmran sûresini okuyanlara Yüce Allah,
âyetinin sayısınca sevap verir.- CMuvatta)
BÎRÎNCÎ
CİLDİN SONU